İbrahim Özkurt/Zorlu Günler Yaşarken “Cumhuriyetin Değerlerini Korumak” Solculara Düşmez

Yalansız Sitesinden alınmıştır.

“Cumhuriyetin değerlerini korumalıyız” Bu kısa cümle kendisini komünist olarak ifade edenlerden duyulunca insanın nerdeyse kanı donuyor. Birkaç gün önce eski TİP üyesi iki arkadaşımdan yarım saat ara ile bu cümlelere maruz kalınca yazmadan duramayacağımı anladım. (Bildiğim kadarıyla birisi 12 eylulden sonra CHP’lileşti, diğeri TKP süreci de yaşayarak siyasetini örgütsüz sürdürüyor)

kaos

Önce cumhuriyetin “değerlerine” bir göz atalım.

  1. Birinci paylaşım savaşından yenik çıkılınca, İttihat ve Terakki Partisince planlanan yeni ulus devletin tekçileştirmesinin ilk adımı olarak, kadim topraklarında tarihin kaydettiği en vahşi kırımlarından birinin Ermenilere yaşatılması mı?
  2. Daha kuruluş aşamasında iken binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından mübadele ile yurtlarından edilen insanların dramı mı?
  3. Milli mücadelenin esas unsurları olan Çerkez Ethem kuvvetlerinin (Kuvay-ı Seyyare) dağıtılması mı?
  4. Türkiye Komünist Partisi’nin 15 yöneticisinin Karadeniz’de boğulması mı?
  5. Kürt’lerin kurucu unsur olarak devre dışı bırakılması mı?
  6. Kürtlerin alevi olanlarının Dersim’de soy kırıma tabi tutulması mı?
  7. Yine Müslüman Kürtlerin asimile edilmesi için en vahşi politikaların devreye sokulması mı?
  8. Soykırımdan kurtulan Ermenilerin, gayri müslimlerin varlık vergisi adı altında tüm mal varlıklarına el konulması mı?
  9. Yine mübadeleden kurtulan Rumların ve diğer gayri Müslim yurttaşların 6-7 eylul de mallarının talanı ve yurtlarından edilmeleri mi?
  10. Alevilerin defalarca katledilmesi mi? (Dersim’den sonra Sivas, Çorum, Maraş)
  11. Toprak reformu yapmak yerine, toprak ağalarını (topraksız köylünün güya temsilcisi addederek) millet vekili sıfatı ile meclise taşınması ve köylünün iliklerine kadar sömürülmesi mi mı?
  12. Akıl almaz vergiler çıkarılarak köylünün öküzüne varana dek göz dikilmesi mi?

Cumhuriyetin, kurulurken amaçlanan sosyalist bir cumhuriyet değil, bir burjuva cumhuriyeti olduğu için mevcut olmayan burjuvazinin yaratılması gerekiyordu. Bu nedenle yukarıya sıralamaya çalıştıklarım bir burjuva cumhuriyeti yaratabilmenin olmazsa olmazları mıydı? Bu soru tartışılır ve bana göre yapılanların tamamı yanlıştı. Söz konusu katliamlar yapılmadan da çoğulcu bir burjuva cumhuriyeti kurulabilirdi. Kurulan tekçi ve faşist cumhuriyetin, o günlerden bu yana Türk olmayanlara ve o günlerin mevcut yoksul ve emekçi halkın tepesine çöreklenmiş olan, kimi zaman Pan Türkist, kimi zaman Pan-İslamist kimlikli zorbaların tüm pisliklerini ortaya saçıldığı şu günlerde, bir “komünist” nasıl olur da “cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmalıyız” diyebiliyor anlayabilmiş değilim.

“Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmalıyız” cümlesini ancak ve ancak ilk sermayeleri kanla ve hırsızlıkla, talanla birikmiş olan, şimdilerde de rüşvet ve yolsuzluklarla sürdüren soysuz bürokratlar ve burjuvalar söylese haklarıdır.

Günümüze Gelirsek

Son günlerde Pan İslamist hükümetin yaşattıkları ve yaşadıkları ise şöyle izah edilebilir. Karl Marks “İktisadi devlet oligarşik ve monarşik kaldığı süre dengede tutulamaz” der. (Sovyetlerin çöküşünün de temel nedeninin de bu sözün gerçekliğinde aramak gerekir) AKP hükümeti devletin temel iki ayağını olan iktisadı ve siyaseti demokrasiden yoksun işletti. Yani Marks’ın tespit ettiği gibi iktisadi devlet oligarşik ve monarşik olarak işletildi. (Sovyetler hiç olmazsa iktisadi hayatı devletleştirerek demokratikleştirmişlerdi. Bu nedenle uzun bir dönem yaşayabildi. Sovyetler siyasi hayatı da demokratikleştirebilseydiler sanırım çok daha uzun yaşayabilir, belki de yıkılmaz devleti de sönümleyebilirlerdi.

Her neyse konumuz Sovyetlerin yıkılışı değil, AKP hükümetinin geleceği. Sanırım AKP hükümeti gidici. Çünkü AKP iktisadi devletin temel her iki ayağını da oligarşik ve monarşik yönetti, yönetiyor. Bu nedenle ayakta durması, oyların % 70’ini bile alsa mümkün olmaz. İç savaş olur, ya da bölgesel bir savaşa tutuşur vs yine de yıkılır. Geçmişin tüm Faşist düzenleri gibi bu da yıkılır. Dileriz ne iç savaş olsun ne de bölgesel bir savaşa sürüklenelim. Dilerim AKP kendi iç savaşında boğulur. Yerine ne gelir bilemiyorum. Son yıllarda tüm dünya’da olup bitenleri tahmin etmek mümkün olmuyor. Sanırım gün, demokratik sol güçlerin Kürt Özgürlük mücadelesi ile güçlerini demokrasi ekseninde birleştirmesi. Zira ulusalcılarla cemaatin ittifakı tahmin edilemeyecek felaketleri yaratabilir.

Gezi direnişinin ulusalcı ayağının CHP cenahı, yeni sokak mücadelesinde sanırım olmayacak. Bu nedenle çok dikkatli davranmak sokağın ne zaman kullanılması gerektiğini ince eleyip sık dokumak gerekiyor. Zor günlerden geçiyoruz.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Büyüme Değil (Küçülme)

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”                                                                                                           Kenneth Boulding Ekonomik …

36 Yorumlar

  1. emre aldıkaçtı

    yazar, amerikan özgürlük bildirgesi, a. lincoln, washington hakkında ne düşünüyor? peki ya fransız devrimi ilerici midir?eğer yanıtı evet ise fransızların cezayir katliamını ya da irk ayrımını mı savunmuş oluyor?
    türkiye cumhuriyetine “faşist” demek ise kavramları gelişigüzel kullanmaktır. “faşizm” bir küfür değil, ekonomik-sosyal-siyasal bir sistemdir. her otoriter rejime kafanıza göre faşist diyebilir miyiz? mesela sezar faşist midir, timur ya da napolyon?
    radikal görünümlü ancak fazlasıyla “liberal” bir yazı bu; liberalizmin bütün klişeleri var.
    şimdi bunları söylemenin bir maliyeti de yok f. başkaya paradigmanın iflasını yazdığında, maliyeti vardı ama.

  2. emre aldıkaçtı, cumhuriyetin kazanımları veya kemalizmin olumlu yanları olarak görülen şeyler bu devletin insanlara bahşettiği bir lütufun sonucu değildir.

    Geçmişin inkârı temelinde inşa edilen Kemalist rejim, Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan aydınlanma çabalarını, bu doğrultuda atılan adımları, bu uğurda verilen tarihsel mücadeleleri yok sayarak, cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen reformları “ulu önder”in bir lütfuymuş gibi göstermiş ve bugüne dek bunu temel bir propaganda unsuru olarak kullanmaktan vazgeçmemiştir. Vitrin süsü yapılmaya pek müsait olan kadın hakları meselesi de aynı anlayışla Kemalist propaganda aygıtının malzemesi haline getirilmiştir. Resmi ideolojiye ve onun cansiperane savunucusu Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçme-seçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa tarihsel gerçekler, bu baskıcı devletin gerek Osmanlı’da gerekse cumhuriyet rejimi altında hiçbir hakkı toplumsal bir basınç olmaksızın tepeden bahşetmediğini, kadın haklarına yönelik reformlarda da böylesi bir “ihsan”ın söz konusu olmadığını gösteriyor.

    http://marksisttutum.org/osmanli_dan_tc_ye_kadin_hareketi_ve_kadin_haklari_1.htm

    http://marksisttutum.org/osmanli_dan_tc_ye_kadin_hareketi_ve_kadin_haklari_2.htm

  3. Osmanlı reformları için şurada verilen örneklere bir bakmanızı öneririm,

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-30

    Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bugün eğer Türkiye’de iyi kötü bir basın, parlamento, az çok Batılı bir hukuk, biraz modern bir ordu, okul, üniversite, hastane, postane, ulaşım ağı ve banka sistemine sahipsek, roman yazıyor ve Batı giysi modasına öykünüyorsak, sandalyede oturuyor ve masada yemek yiyorsak, bunları öncelikle Cumhuriyete değil, Osmanlı reformuna borçluyuz.

  4. emre aldıkaçtı

    hiçbir hak devletler tarafından bahşedilmez, toplumsal mücadelelerin ürünü olarak kazanılır: bu türkiye için de fransa için de ABD için de geçerlidir. dolayısıyla kemalizme bu konuda getirdiğiniz eleştiri biçimini her ülkeye uygulayabilirsiniz.
    sosyalist bir perspektiften bakıldığında bütün burjuva cumhuriyetleri elbette kötüdür. önemli olan burjuva karakterli bir cumhuriyetin limitlerini ve doğal sınıfsal karakterini mutlaklaştırıp onu tarihdışı bir yere koymamaktır.
    cumhuriyetin ilk yıllarına faşist demek, faşizmin ne olduğunu bilmemektir. kavramlar, böyle gelişigüzel kullanılamaz. “kötü”, ya da “kaka” diyecekken onun yerine “faşist” diyemezsiniz. her gördüğünüz baskı ya da zorbalık faşizm diye adlandırılamaz.

  5. emre aldıkaçtı

    sorduğum soru basit aslında.
    türk burjuvaları fransız ya da amerikan burjuvalarından daha mı kötüdür? türkiyede “cumhuriyet kazanımları”nı bu şekilde eleştiren bir kişi “fransız devriminin kazanımları”na da aynı şekilde yaklaşmalıdır, yine “amerikan cumhuriyeti kazanımları”na da öyle. tutarlı olmak için. “kemalizm faşist ama fransız devrimi çok iyidir” diyorsa açıkça tutarsızdır, ya da fransız cumhuriyet tarihini bilmiyordur.

  6. hepsi aynıdır. Ama bunaü Fransız devrimi demeyelim de Jakobenlerin de dahil olduğu Thermidor diyelim. Onlar Fransız devrimini ezerek egemen oldular. Kemalistler de anadolu direnişini ezerek.

  7. ha “cumhuriyetin değerleri solculuğu” ha da “iktidar-devlet müminmliği”…

    allah bizi böylesinden korusun…

  8. emre aldıkaçtı

    “osmanlı reformu” dediğiniz değişiklikler sınıfsız ve tarih dışı olaylar mıdır? cumhuriyetle bunun bir sürekliliği-kopuşu yok mudur? olayları istediğiniz zaman tarih-dışı bir perspektifle değerlendiremezsiniz. birileri buna “osmanlı kazanımı” diye mi adlandırmalı?
    nedir bu “osmanlı reformu”nun sınıfsal karşılığı? bir başkası çıkıp “osmanlı reformu dediğiniz bi sürü katliamdır” diye bunları eleştirse ne düşünürsünüz?

  9. Tarihsel olguları, kişiilkleri bugünün bilgileri, değerleri ile analiz ederken yapılan “ukalalıklara” şaşırıyorum.
    Daha 1914 de Avrupa Sosyalistleri, Alman Sosyalist önderler 1. dünya savaşına nasıl da balıklama dalmışlardı. 1914 de Ermeni etnik temizliği yapılıyordu. Milyonlarca insan kimyasal silahlarla da birbirini katlediyordu. Lenin, bir “iradi” tavır ile sosyalist devrime girişmiş, iç savaşa sürüklenmişti. Kurtuluş savaşı kadroları, halk için nasıl bir siyasal mücadele hattı olabilirdi ki? 1930 larda Almanya’da ve Avrupa’da ortaya çıkmış faşizmin aynı zamanda “insan türünün” vahşiliğinin de bir tezahürü olduğu söylenemez mi?
    İnsanlık denen “hayvan soyunun”, bugün bile nice katliamcı şefleri nasıl baştacı yaptığı ortadayken… 1920 li yıllarda Dinci gericiliği gerileterek, bugün karşısına “iyi-kötü” bir Laik-Modern bir kitlenin çıkması da toplumsal-tarihsel olarak bir kazanımdır… Başlangıcı 1840 lara kadar götürülebilecek “modernleşme”, 1920’lerde olağanüstü hızlanmıştır… Sonuçta bizim geçmişten öğreneceğimiz şey “özgürlükçü” ve tek tip olmayan Laik bir toplum yapısının zorunlu olduğudur… (Bunun bile ne kadar güç olduğunu yaşamıyor muyuz; öyle ki kimi sosyalistler bile son yıllarda ‘islamik’ önyargıları neden paylaşmıyoruz demeye başlamışlardı..) Geçmişi bu açıdan analiz etmek önümüzü aydınlatır. Ulusal Sorunların çözümünde yapılan hatalar, insanlığın ortak hatalarıdır… Din-Laiklik ve Milliyet konusunda herkes hala birbirine girerken, 100 yıl önceki insanların “hatalarını” , tarihlerinden, bağlamlarından kopartarak konuşmak bence çocukça bir acımasızlıktır… O. Gürsel

  10. Türkiye’nin bazı açılardan diğer İslam ülkelerinden ileri oluşu, Atatürk devrimlerinin eseri midir?

    I.

    Siyasi kurumlarının olgunluğu bakımından, Türkiye’nin bugün İslam nüfus çoğunluğuna sahip 40 küsur ülkenin birçoğundan ileri olduğu söylenebilir. Böyle olması da doğaldır: çünkü bu ülkeler arasında bağımsız bir devlet olarak varlığı yüz yıldan eskiye dayananların sayısı sadece ikidir, ve Türkiye, İran ile birlikte, bu iki ülkeden biridir.
    Mısır ve Fas, siyasi mevcudiyeti oldukça eskiye dayanan devletler olmakla birlikte uzun süre kolonyal vesayet altında yaşamışlar ve iç işlerine hakim olamamışlardır. Afganistan öteden beri iç işlerinde bağımsızdır; ancak bu ülkenin, hiçbir devirde gerçek bir devlet niteliğine kavuştuğu söylenemez. 1912′de bağımsızlığa kavuşan Arnavutluk, daha önce bir siyasi birim olarak varolmamış bir yerdir.
    Suudi ve Haşimi krallıkları 1920′lerde yoktan var edilmiş; Suriye ve Irak’ta ise, 700 yıl aradan sonra ilk siyasi kurumlar, 1920′lerde kolonyal yönetim altında şekillenmiştir. Öbür İslam ülkelerinin tümü, 1945′ten sonra tarih sahnesine çıkmış siyasi oluşumlardır.
    Bu ülkelerin siyasi açıdan Türkiye’den “geri” olmalarında, o halde, hayret edecek ya da açıklama gerektirecek bir yan yoktur: Türkiye yüzyıllardan beri o ülkelerden daha “ileri” olmuştur.

    II.

    Batı kaynaklı kurum ve fikirleri benimsemek açısından da Türkiye, öteki İslam ülkelerinin çok azıyla kıyaslanabilecek bir geçmişe sahiptir. Üstelik bu geçmiş, “modernleşme” çabasının başladığı yakın devirlerle sınırlı değildir. Tarihin en eski dönemlerinden beri Anadolu, Batı ile yoğun bir ticari ve kültürel alışverişe tanık olmuştur. Bugün anlamsız bir klişeden ibaret kalan “Batı ile Doğu arasında köprü olma” iddiası, geçmişte Türkiye topraklarının gerçek bir karakteristiğini oluşturmuştur.
    Ticari ve mali kurumlarıyla, mimarisi, sanatı, askeri örgütlenme biçimleri ve dini akımlarıyla Bizans’ın son yüzyıllarına egemen olan “Frenk” alemi, İstanbul’un Türklerce fethinden sonra da Osmanlı ülkesinden elini çekmemiştir. Daha 16.cı yüzyılda, Galata’da önemli bir Frenk kolonisi mevcuttur.(1) Frenk unsuru, yüzyıllardan beri İzmir’in kültürel ve siyasi yaşamına hakim olmuştur. Trabzon nüfusunun onda bire yakın bir oranını Osmanlı dönemi boyunca Frenkler oluşturmuştur. Bu toplulukların iki kültür arasındaki düşünce ve teknik alışverişine etkisi, gözardı edilebilecek bir konu değildir.
    Türkiye’nin Batı etkisine hiçbir zaman yabancı kalmamasını sağlayan ikinci bir faktör, 20.ci yüzyıla dek tüm ülkede – ve başkentte – önemli ağırlığı bulunan yerli gayrımüslim unsurlardır. Batı kaynaklı birçok yenilik, onlar sayesinde, İslam alemindeki ilk uygulama imkânını Türkiye’de bulmuştur.
    İslam dünyasında kurulan ilk matbaa, 1490′larda İstanbul’da musevilerce kurulan matbaadır: II. Selim devrinde (1566-74) İstanbul’da en az üç musevi matbaası bulunduğu bilinmektedir. Bunlara 1567′de, yine İstanbul’da ilk Ermenice matbaa ve 1620′lerde ilk Rumca matbaa katılmıştır.
    Bir İslam ülkesinde yayınlanan ilk günlük gazeteler, Türkiye’de yerleşik Fransızlar tarafından, 1796′da İstanbul’da ve 1821′de İzmir’de neşredilmişlerdir. 1831′de ilk Türkçe gazete olan Takvim-i Vekayi’yi yayınlatmak için II. Mahmud İzmirli gazeteci Alexandre Blacque’a başvurmuştur. Bir İslam milletinin dilinde yayınlanan yeryüzünün ilk bağımsız gazetesi olan Ceride-i Havadis de, 1840′da İngiliz asıllı William Churchill tarafından, İstanbul’da ve Türkçe olarak yayınlanmıştır.
    İslam ülkelerindeki ilk modern ve laik yüksek okullar, 1802-03′te Rumlar tarafından İzmir, Ayvalık ve İstanbul-Kuruçeşme’de kurulmuştur. Bunları 1838′de Ermenilerin Üsküdar’da kurduğu Cemaran izlemiştir. 1867′de kurulan Galatasaray mektebi önemli oranda bu okulları model alacak, onların yetiştirdiği eğitmen kadrolarından yararlanacaktır.
    İslam toprakları üzerinde kurulan modern anlamda ilk temsili parlamento, 1860′ta Sultan Abdülmecid’in bahşettiği millet nizamnamesi uyarınca İstanbul’da oluşturulan Ermeni Umumi Millet Meclisidir. Düzenli seçimlere, siyasi partilere ve cemaat bünyesinde yasama yetkisine sahip olan bu meclis, Ermeni toplumunun iç yönetimini üstlenmiştir. Onaltı yıl sonra aynı kentte kurulan Osmanlı Mebusan Meclisinin, bu meclisin deneyimlerinden geniş ölçüde yararlandığı bilinir.(2)
    Yeryüzünde ilk kez kapsamlı bir Batılılaşma teorisi, ve belki “Batılılık” kavramının ta kendisi, Rum reformcusu Kirillos Lukaris tarafından 1620′lerde İstanbul’da ortaya atılmıştır.
    Bu olaylar belki ülkedeki İslam unsurunu doğrudan ilgilendirmemiştir; ama Osmanlı yönetici sınıfı ve aydın kesiminin, yönettikleri ülkede ve içinde yaşadıkları kentte vuku bulan bu gelişmelere tümüyle yabancı kaldıklarını düşünmek yanlış olur.

    III.

    Osmanlı-Türk yönetici elitinin Batı kaynaklı kurum ve fikirlere ilgi göstermesi de en az 1700′lere dayanır. Bu alanda Türkiye ile bir süre yarışmış olan tek İslam ülkesi, 1800′lerin başında Kavalalı Mehmed Ali Paşa yönetiminde bir reform dönemi yaşayan Mısır’dır. İran’ın modernleşme hamlesi, 19.cu yüzyılın ikinci yarısındaki bir-iki cılız çaba sayılmazsa, içinde bulunduğumuz yüzyılın eseridir.
    Arap harfleriyle ilk matbaa Türkiye’de 1727′de, Mısır’da 1810′da, İran’da 1838′de kurulmuştur.
    Batı mimari etkisini taşıyan ilk camiin inşa tarihi Türkiye’de 1748 (Nuruosmaniye camii), İran’da 1890′lardır (Sipahsalar camii).
    Batı tarzında ilk teknik okulu Türkler 1773′te (Mühendishane-i Bahri-yi Hümayun), İranlılar 1851′de (Darülfünun) açmışlardır. Modern anlamda ilk üniversitenin kuruluş tarihi Türkiye’de 1900, İran’da 1936′dır.
    Batı’dan temel kanunları tercüme etmeye Türkiye 1840′larda başlamış, Fransız modeline dayalı Ticaret kanununu 1850′de, Ceza kanununu 1858′de, Ceza ve Hukuk Muhakemeleri Usul kanunlarını 1879′da benimsemiştir. Benzer bir hukuk reformuna Mısır gerçi birkaç sene daha erken başlamıştır; ama İran’ın hukukta Batılılaşma işine girişmesi 1930′ları bekleyecektir.
    Gazete konusunda da Mısır Türkiye’den üç yıl ileridir: Mısır’ın ilk devlet gazetesi 1828′de, Osmanlı devletince yayınlanan ilk Türkçe gazete 1831′de yayın hayatına girmiştir. Buna karşılık ilk bağımsız Türkçe gazete 1840′ta, ilk bağımsız Arapça gazete 1860′ta, ve ilk bağımsız Farsça gazete 1875′te çıkacaktır; üstelik sözkonusu Arapça ve Farsça gazetelerin her ikisi de (el-Cevaib ve Ehtar), Arap ve Acem aydınları tarafından, Osmanlı devletinin başkenti olan İstanbul’da yayınlanmışlardır. Mısır’da ilk bağımsız gazete 1876′da, İran’da ise ancak 1906′da yayınlanma olanağı bulacaktır.
    İslam aleminde basın özgürlüğü kavramını anayasasına koyan ilk ülke 1909′da Türkiye olmuştur. Adıgeçen özgürlük, cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılında kaybedilecektir.

    *

    İslam aleminde yazılı anayasası olan ve parlamentoya dayalı meşruti rejimi deneyen ilk ülke de Türkiye’dir. Sözkonusu rejim 1920′de değil 1876′da kurulmuştur; kurucusu da Atatürk değil sultan II. Abdülhamid’dir. Birçok bakımdan Türkiye’nin bugünkü anayasasından daha çağdaş ve liberal bir anlayışı yansıtan 1876 Kanun-u Esasisi, İslam ülkeleri tarihinin ilk yazılı anayasasıdır. Bu anayasaya göre seçilen Osmanlı Meclis-i Mebusanı da, herhangi bir İslam ülkesinde toplanan modern anlamda ilk parlamentodur.

    Kıyaslamak açısından belirtelim ki, o dönemde Avrupa’nın önde gelen ülkelerinden biri olan Avusturya-Macaristan imparatorluğu ilk genel parlamentosuna 1867′de (Türkiye’den sadece 9 yıl önce) kavuşmuştur. Rusya’da ilk parlamento 1905′te (Türkiye’den 29 yıl sonra) kurulacaktır. Mısır’da 1878′de kurulan meclis gerçi Türkiye’ninkinden daha kalıcı olmuştur. Buna karşılık İran’da ilk yasama meclisi 1906′da kurulacak, bu meclis de kısa bir süre içinde ülkenin kaosa yuvarlanmasıyla etkinliğini yitirecek ve ortadan kalkacaktır.
    1908′den itibaren Türkiye, aktif, ciddi ve en azından 1912′ye dek bir hayli özgür bir parlamentoya sahip olmuştur. Büyük Millet Meclisi’nin Tek Parti tahakkümüne teslim olduğu 1923 yılı öncesinde Türkiye, İslam aleminde işler bir parlamentoya sahip olan iki bağımsız ülkeden biridir (öteki Arnavutluk).

    Sonuç

    Görüldüğü gibi Türkiye’nin modern, Batıya açık ve demokratik bir ülke olma yolunda İslam alemine önderliği, Atatürk devrimlerinden çok önceye dayanmaktadır: “modernleşme” kavramının ilk ortaya atıldığı yıllardan beri Türkiye İslam aleminin en modern ülkesi olmuştur.
    Günümüzde ise bu farkın gitgide belirsizleşmeye başladığı görülmektedir. Gerek ekonomik, gerek siyasi kurumları açısından bugün Malezya ve Fas gibi ülkelerin Türkiye’den geri olduklarını söylemek mümkün değildir. BAE, Kuveyt ve Bahreyn gibi Körfez emirlikleri ise, uluslararası sosyo-kültürel etkileşimlere Türkiye’den bir hayli daha açık toplumlar görünümündedir.
    Türkiye’nin demokratikleşme ve modernleşme alanlarında İslam aleminin geri kalan kısmına karşı nisbi üstünlüğü, belki de,1923 öncesine oranla artmamış, eksilmiştir.

    SEVAN NİŞANYAN – YANLIŞ CUMHURİYET

    Notlar
    1. Mantran’a göre 1590′da İstanbul’da yerleşik 332 hane “Frenk” nüfus bulunur. Braude & Lewis, Christians and Jews in the Ottoman Empire içinde, s. 128.
    2. Bak. Vartan Artinian, Osmanlı Devletinde Ermeni Anayasasının Doğuşu, 1839-1863 (Türkçe çeviri Aras, 2004). Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Der Yay. 1995).

  11. ” Önce cumhuriyetin “değerlerine” bir göz atalım.

    1. Birinci paylaşım savaşından yenik çıkılınca, İttihat ve Terakki Partisince planlanan yeni ulus devletin tekçileştirmesinin ilk adımı olarak, kadim topraklarında tarihin kaydettiği en vahşi kırımlarından birinin Ermenilere yaşatılması mı?
    2. Daha kuruluş aşamasında iken binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından mübadele ile yurtlarından edilen insanların dramı mı?
    3. Milli mücadelenin esas unsurları olan Çerkez Ethem kuvvetlerinin (Kuvay-ı Seyyare) dağıtılması mı?
    4.Türkiye Komünist Partisi’nin 15 yöneticisinin Karadeniz’de boğulması mı?
    5. Kürt’lerin kurucu unsur olarak devre dışı bırakılması mı?
    6.Kürtlerin alevi olanlarının Dersim’de soy kırıma tabi tutulması mı?
    7. Yine Müslüman Kürtlerin asimile edilmesi için en vahşi politikaların devreye sokulması mı?
    8. Soykırımdan kurtulan Ermenilerin, gayri müslimlerin varlık vergisi adı altında tüm mal varlıklarına el konulması mı?
    9. Yine mübadeleden kurtulan Rumların ve diğer gayri Müslim yurttaşların 6-7 eylul de mallarının talanı ve yurtlarından edilmeleri mi?
    10. Alevilerin defalarca katledilmesi mi? (Dersim’den sonra Sivas, Çorum, Maraş)
    11. Toprak reformu yapmak yerine, toprak ağalarını (topraksız köylünün güya temsilcisi addederek) millet vekili sıfatı ile meclise taşınması ve köylünün iliklerine kadar sömürülmesi mi mı?
    12. Akıl almaz vergiler çıkarılarak köylünün öküzüne varana dek göz dikilmesi mi?”

    Bunca yıldır sosyalistim ama “cumhuriyet” adı altında aslında bu olayları savunduğumuzu nasıl da fark etmemişim!? Çok zekisiniz! Rasim Ozan Kütahyalı bile bu gerçeği görememişti 😀

  12. emre aldıkaçtı

    iyi de bu bir yanıt mıdır? bu yazı, bütün tarihi mustafa kemalle ve 1923le başlatan tarih-dışı kemalizm dinini çürütür ama yazının kendisi tarihsel midir?
    “modernleşme osmanlıda zaten başlamıştı, herşey süperdi, cumhuriyet bozdu yıktı”.
    yazar, bir olay cumhuriyet döneminde oluyorsa küçültücü, osmanlı döneminde ise en küçük bir kıpırdanışı büyütücü bir tutum içindedir. klasik sevan nişanyan öznelliği: birçok yazısında olduğu gibi bu konuda da öznelliğini gösterir.
    1876 anayasasını ve 2. abdulhamiti vurguluyor ama o anayasanın bir yıl sonra rafa kaldırıldığını, meclisin kapatıldığını söylemiyor. bu işi M. kemal yapsa, vurgusu “anayasa-meclisi zaten 1 yıl sonra kapattı” kısmına olacaktı.
    tarihe, futbol maçlarına bakar gibi bakamayız. bu kemalistlerde de böyle: “Atatürk ne yaptıysa gerekliydi-doğruydu” …
    bunu baştan kabul eden biriyle ne tartışılabilir?
    “cumhuriyet yanlıştı”… “cumhuriyet döneminde olanların hepsi kötüydü”… bu fikirle nasıl tartışacaksınız?
    İşine gelince “cumhuriyet ittihatçılığın devamı”, işine gelince “basın özgürlüğü 1909da anayasaya koydu, cumhuriyetten önceydi”…
    tarihi, zaten kafamızda olan bugünkü fikirlerimizi kanıtlamak için kullanacağımız malzemeler deposu göremeyiz.

    örnekleri çoğaltabiliriz ama yargısı baştan belli bir inanca kanıt arıyor nişanyan.

  13. aradaki fark şudur ki osmanlı döneminde yapılan katliamlar o dönemde bile eleştirilebilirdi. günümüzde ise cumhuriyetin kurucusunun tabu olması nedeniyle dersim katliamı ya açıkça savunuluyor, ya da baş sorumlusu m. kemal’e dokunmadan eleştirilebiliyor. o da son birkaç yıldır.
    osmanlı padişahlarının güçlü oldukları dönemde diktatör oldukları tartışılamaz ama üçte biri ayaklanma sonucu devrilmiştir. padişahların kutsallaştırılmasına gelince. tanrılaştırılan cumhurbaşkanının soyadının, en has padişahtan daha sunturlu olması bunun fazla bir önemi olmadığını gösterir.

  14. Aynı, Çar döneminde yapılan eleştirilerin Stalin döneminde yapılamaması gibi. Bu bakışa katılıyorum. Modern diktatörlükler kadim diktatörlükleri beşe katlar.

  15. emre aldıkaçtı

    “aradaki fark şudur ki osmanlı döneminde yapılan katliamlar o dönemde bile eleştirilebilirdi. günümüzde ise cumhuriyetin kurucusunun tabu olması nedeniyle dersim katliamı ya açıkça savunuluyor, ya da baş sorumlusu m. kemal’e dokunmadan eleştirilebiliyor. o da son birkaç yıldır.”

    bu apaçık yanlış bir ifade. size baştan beri dersim katliamına katliam diyenleri göstermeye çalışmayacağım. çürütme gerektirmeyecek kadar yanlış bir ifade. bir de bu osmanlıdaki bu katliamları eleştirenlerin sonra ne olduklarını da yazsanız, biz de bu müthiş “osmanlı hoşgörüsünü” anlasak…!

    çubuğu tersine büküyorsunuz. bu keyfilikle tarihteki herhangi bir devleti,diğerine göre iyi kılabilirsiniz. ortada bir yöntem yok çünkü, sadece niyetleriniz var.

    ölçeği 1:1 milyona çekerseniz elbette bütün devletler diktatörlüktür. ama siz bu payeyi, istediğinize veriyor (cumhuriyet rejimine), istediğinizi ise yüceltiyorsunuz (osmanlı).
    nasıl bir osmanlıymış bu, sevgi kelebekleri uçuşurken, herşey güllük gülkistanlıkken bir anda mustafa kemal gelip cumhuriyet diktatörlüğünü kurmuş! 80 yılda olan iyi birşey varsa, kesin osmanlıdan beri vardı, kötü şeyler ise sadece cumhuriyete aitti!

    buna inanıp mutlu olun ne diyeyim!

  16. emre aldıkaçtı

    değerli yorumcu çok güzel ifade etmiş: bu yorumlar “rasim ozan kütahyalı solculuğu”dur.
    30 sözcükle “otoriter, Jakoben, vesayet, “tu kaka cumhuriyet, müthiş osmanlı” evrenin bütün sırlarını çözmüştür. bol keseden “faşizm”, o faşist bu faşist…
    lenin, troçki, mao, castro ve benzeri sosyalist önderler zaten hepsi gerizekalı ya, osmanlı “ilericiliğini” anlamamış, cumhuriyet “diktatörlüğü”nü övmüşler. yoksa onlar da “cumhuriyet faşizmi”nin dış uzantıları mı?

    değerli yorumcular, kinle, öznel deneyimlerimizle tarihi yorumlayamayız. bu kadar tarih-dışı keyfi yorumlar, böylesi osmanlı güzellemeleri gerçekten mizahın alanına giriyor.

  17. ‘Yalanları açığa çıkaramayan, yaygınca kabul gören fikirlerle çatışsa da, ilk ve öncelikle şok etse de gerçeği açıklamayan bir halk ne tiranlıktan, ne yoksulluktan, ne sömürüden, ne de varlığına yapılan tehditlerden kurtulabilir.’

    Her şey Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan önce başlamış, kitlelerin kendi eylemliliğine dayanan bir devrim yaşanmıştı.

    İsyan dalgası 1906’da Erzurum’daydı. Kentin kontrolü neredeyse iki yıl boyunca İmparatorluk yönetimi ve isyancılar arasında gidip geldi. Şehri, Ermeniler ve Türkler beraber yönetiyorlardı…

    26 Temmuz 1908’de 100 bin Türk, Rum, Ermeni, Musevi ve Bulgar, Beyazıt Meydanı’ndan Yıldız Sarayı’na yürüdü. O zaman İstanbul’un nüfusu bir milyondan daha azdı…

    1908 genel seçiminde meclise 6 sosyalist seçildi…

    1913’te ilk defa kız lisesi açıldı; kadın öğrenciler İstanbul Üniversitesi’ne girdi…

    Ege kıyıları Yunanistan işgali altındayken bile İstanbul’daki Rum ve Türk, Hıristiyan, Musevi ve Müslüman işçiler birlikte örgütleniyorlardı…

    ‘Kurtuluş Savaşı’ sırasında askerden firar edenlerin sayısı o kadar çoktu ki, Fevzi Paşa TBMM’de ‘Efendiler, biz askeri değil milleti giydiriyoruz, elbiseyi alan üç gün içinde firar ediyor’ diyordu…

    ‘Şeriatçı ayaklanma’ diye anlatılan Menemen olayları sonrası idam edilenler arasında bir de gayrimüslim vardı…

    Türkiye’nin tarihi,1923’ten sonra bütün gerçekleri saklamak için sistematik bir şekilde yeniden yazıldı.

    Türkiye’deki işçi sınıfı, Türk-Rum-Ermeni-Musevi çeşitliliğini ve birliğini sonuna kadar korumakta israr etti. Ta ki Mustafa Kemal…

    Bu kitap, Kemalist efsanelerden kurtulmamıza ve aşağıdan mücadele geleneğinin bu topraklardaki heyecan verici tarihine sahip çıkmamıza yardımcı oluyor.

    Kemalizm Sol Değil

    Cem Uzun

  18. marksisttutum.org/sosyalizm_postuna_burunmus_kemalizm.htm

    öbür link açılmıyor galiba

  19. emre aldıkaçtı

    16. yorumcunun dikkatine:
    “sıfır maliyetle muhalefet” yapmanın tipik bir örneğini gösteriyorsunuz.
    size göre “tu kaka darbeci kemalist” doğan avcıoğlunun “milli kurtuluş tarihi” kitabında bu yazılanların yarısından fazlası yazıyor: yanılmıyorsam 60 lı yıllarda yazılmıştı bu kitap.
    yine nişanyan, kemalizmin modasının geçtiği bir dönemde yazdı “yanlış cumhuriyet”i. benzer bir pencerede de olsa fikret başkaya, bu tezleri 90lı yılarda paradigmanın iflası kitabında yazdı, bedelini de hapis yatarak ödedi: her sayfası için nerdeyse 1 gün…
    yine size göre “darbeci kemalist jakoben” yalçın küçük, türkiye üzerine tezler kitabında bu tezlerin çok ötesinde kemalizm eleştirileri yapar: o da bedel ödeyenlerdendir.

    “sıfır maliyetli siyaset”, cesaret gerektirmez. şimdilerde R.O.Kütahyalı düzeyine inmiştir böylesi eleştiriler.
    2013 yılı itibariyle “antikemalizm”le radikal olunmuyor: bu “kemalizmin iktidarda olduğu” zamanlarda radikallikti: bedelini de peşin ödetiyorlardı. bunun örneği ibrahim kaypakkayadır.
    kemalizm eleştirilerinin bu tarihini bilince
    şimdi böylesi “antikemalistik” sözümona radikallikler, ancak karikatür oluyor, gülümsetmiyor bile…

    2013 yılında “antikemalizm”i keşfedenler ve radikallikleri ancak antikemalizmden ibaret olanlar: “geçmiş zaman ilericilikleri”ni savunanlardır.
    akp-cemaat koalisyonunu, ılımlı islamı sanırım 100 yıl sonra falan eleştirmeye başlarsınız artık! hele bi iktidardan insinler de: kendimizi güvene alalım di mi!

  20. akp-cemaat koalisyonunu, ılımlı islamı 100 yıl sonra falan eleştirmeye ne hacet. siyasal islam ve dinci gericilik osmanlı’nın son dönemi ve cumhuriyetin başından bu yana eleştiriliyor zaten.
    kemalizmin, veya kısaca modern diktatörlüklerin olumlu yanları da var evet. toplumsal baskı ve devlet baskısı devam etse de dine inanmama ve dinin gereklerini yerine getirmeme özgürlüğünü getirmiş olması, kadın haklarına, birey özgürlüğüne ve hümanizme giden yolu açması vs.
    ancak günümüzde bunlar bu ideoloji ve rejimlerin tekelinde değildir ki?
    sizin kemalizmi mazur göstererek ilericilik atfetmeniz, putperest “cahiliye” dönemi üzerine gelen islam’a ilericilik atfetmekle aynı şeydir.

  21. özgürlükçü

    yuh artık kemalizm iktidardan düştü neden ucuz maliyetsiz kemalizm eleştirisi yapılıyor???kemalizmle bir bağın yoksa bundan rahatsız olmazdında ondan?????kemalizmin neo-kemalizmi ile iktidarda olduğunu mısırda laiklik satarken tayip şimdilerde kadim mili devlet ideolojisi kemalizmle iş tutarsa senin ilişkin güme gitmesin????ne yani iktidardan düştü diye kemalizmi mağdur edebiyatıyla savunmak kendine özgürlükçü devrimci diyenleremi düştü ???yoksa savunabilecek bir şeyiniz kalmadıda işiniz kemalizmemi kaldı????başkaya,nişanyan,kaypakkaya iktidardan düşen kemalizm eleştirilerini gerimi aldılar???düşün artık özgürlükçü toplumsal muhalefetin yakasından şu özgürlükçü ulusalcı sol ayrışması ne hayırlı olmuş sizin solunuz sizin olsun bizimki bize yeterde artar enerjimizi özgürleşmesi mümkün olmayan sol devletçi millici ulusalcılara ayırıp zaman kaybına gerek yok işimize bakalım çok işimiz var

  22. emre aldıkaçtı

    “özgürlükçü”ye:
    bu kadar agresyona gerek yok. kemalizmi eleştirmeyin diyen de yok.
    ama unutmayın 2013 yılında kemalizmi eleştirerek “ne kadar da radikalim” derseniz size gülerler. bu iş, zaman gazetesinden, R.O.Kütahyalıya kadar düşmüştür artık, dediğim bu. “radikal” ya da “özgürlükçü” ya da “sol” olmak istiyorsanız “kemalizm eleştirisi”nin yanına birşeyler eklemeniz gerekir, yoksa sizi zaman gazetesinden ayıran birşey kalmaz, farkı anlayamayabiliriz!

    saman adam yaratıp ona saldırmak yerine söylediğim argümanı anlamayı deneyebilirsiniz:
    kemalizm eleştirisi, 1970-80-90larda, içeriğinden bağımsız olarak radikal bir tutumdu: başkaya, kaypakkaya bunu yaptı.
    şimdi başbakandan, iktidarın her aygıtına, gazetelerin-tvlerin %70inin küfrettiği bir ideolojiyi eleştirmek kolay bir iştir diyorum.
    kendinize kaypakkaya-başkaya muamelesi yapmayın diyorum.
    nişanyan muamelesi yapabilirsiniz çünkü nişanyanı bu sıraya yazmak kaypakkayaya ve fikret hocaya hakarettir.
    2011 e kadar akp yi özgürlükçü gören bir kişinin yazısına güzelleme yapıyorsunuz, bilmem farkında mısınız.

    bir de önerim: burda kavga etmiyoruz. dünyanın en akıllı insanı da değilsiniz. çok büyük bir olasılıkla dünyanın en çok bileni de siz değilsiniz
    bu kadar “haklı olma inancı” bir insan için çok fazla.
    yanlışsam yanlış deyip argüman geliştirin. böyle yaftalamak,etiketlemek, karikatürize etmek, saman adam yaratmak: bunlara gerek yok. yanınızda olsam döveceksiniz beni!
    buyrun meydan sizin: bol bol küfredin kemalizme, “özgürlükçü sol”unuz gelişsin, kurun sosyalizmi. ben “ulusalcı, faşist, kemalist vesayetçi” olarak susayım. mutlu olun.
    bu üslupla sadece kendiniz çalar kendiniz oynarsınız. kimseyi geliştirmez, kimsenin kimseye yararı olmaz. bu nedenle kabul ediyorum siz kazandınız, ben kaybettim.
    “kahrolsun cumhuriyet, yaşasın osmanlı.”
    bu buraya yazdığım son yorumdur.

  23. Kemalist Diktatörlük Öldürüyor

    http://www.youtube.com/watch?v=Kgzcaq7V-Gw

  24. İspanya iç savaşında komünistler,sosyalistler,Troçkistler,Anarşistler,sosyal demokratlar ,FRANKO FAŞİZMİNE karşı CUMHURİYETİ korumak için savaştı.
    Aynı deneyim Fransa,Yugoslavya,Bulgaristan-da da yaşandı.
    Fransa ve İtalya-da devrim gerçekleşmedi.
    İspanya kaybedildi.
    Doğu Avrupa-da halk kazandı.
    Cehaleti,kabalığı,yüzeyselliği solculuk sayamayız.
    Kaba solculuk sol değildir,ahmak solculuktur.

    O nedenle de Cumhuriyet değerlerini savunmak devrimci bir politikadır.
    Bu politikaya karşı tavır alan akımlar AKP-nin yedek gücüdür.

  25. İNKARCIYSAN, YALANCI OLMAK ZORUNDASIN

    ilhami sertkaya

    İnkar ve ırkçılığa dayalı bir temelin varsa, bu temel üzerindeki bütün çabaların, söylemlerin, kanunların, adaletin, hukukun, kullandığın kavramlar yalan olmak zorundadır…
    Bu inkara ve yalana ihtiyaç duymuşsan, yalanlarını ve bütün haksızlıklarını ayakta tutman için, zalim olmak zorundasın…
    Zalim olman için, zulüm yapmak zorundasın…
    Zulüm yapman için, zulmün aletlerine, malzemelerine, uygulamalarına, uygulatanlarına, imkanlarına sahip olmak zorundasın….
    Bütün bunlar için de, aptal bir potansiyel yaratmak zorundasın…
    Türkiye cumhuriyetinin kendisi budur…..
    Bu ‘cumhuriyet’ denilen devleti savunanlar, o yüzden yalancı, zalim, sahtekar, iki yüzlü, onur yoksunu, çılgın olmak zorundadır…
    Değilse, zavallı, aptal olmak zorundadırlar..
    Çılgınlıklar, korkudan gelir ve çılgınlar, daha çok ve alışagelmiş kavramla ‘kalleş’ olurlar…
    Kalleşler, dalkavuk olurlar….
    Sosyalist Perinçek’leri,Yalçın Küçük’leri, liberal-faşist Özkök’leri, ırkçı-faşist Bahçeli’leri, Susurluk’çuları, itini, mitini, İslamcısını,Tayip’leri yanyana getiren, savundukları ortaklık, işte bu gerçekliktir…..
    Orta Asya’da açlıktan kırılmak üzere olan bir kavim, kılıç-kalkan bozkırlara düşüyor, günleri ne kadar yetiyse yerleşik medeniyetleri talan ediyor, Arap çöllerinde talanı uğruna hemen İslam oluyor, askerlik yapıyor onlara, devam ediyor, Anadolu’ya, oradan devlet kuruyor, Kürdistan’a, Afrika’ya,Viyana’ya kadar ilhak ediyor…
    Afrika’da, Avrupa ve Balkan’larda tarihin çöplüğüne atılıyor, Selanik’te de tutunamayan bir devşirme çete, Ermeni’lerle ittifak kurarak, yine Anatholi’ya geliyor, Fırsatında ‘Turanizm, İslamizm’i kullanıyor, zar zor hileyle, kalan Anadolu’da,diğer halkları kırıyor, onlara ait ne varsa inkar ediyor, onları da aldatarak, İngilizlerin sayesinde bir devlet kurabiliyor…
    Bu inkarcı ve zalim tezgahın adı ‘Türkiye cumhuriyeti’dir….
    Feleğin gözü kör olsun ki, bu ırkçı kavimin egemenliği altında, sadece bizler kaldık……
    Türk’ün bombalamaları, yalanları, ‘faili meçhul’leri, ‘Susurluk’ları,Toplu mezarlara gömecekleri, işkencelerde katledecekleri, bok yedirecekleri,(Küçük Kıbrıs adasının Rumlarını saymazsak) Balkan’larda, Avrupa’larda artık yok, çünkü bu ırk garabetinin egemenliği oralarda sökülüp atıldı, yok..
    Yine tekrarlayayım ki feleğin gözü kör olsun. Kör olsun ki, bu çılgın ırkın egemenliği altında sadece biz kaldık…
    Doksan yıldır bombalanıyoruz, asılıyoruz, yakılıyoruz, süngü-sürgün……
    Doksan yıldır, gözyaşı, vahşet, içimize sokulan kurt, çıkarların lanet ittifakları, inkarımızın, yasaklanmış değerlerimizin üstünde ‘medeniyet-hukuk’ serserilikleri…..ı
    O lanet olası ‘kardeşlik’ sahtekarlıkları……
    Tanrıyı, bu ırk devletinin vahşi çıkarları için rahatlıkla kandıran, yalan atınca kızaracak, utanacak yüzü olmayan yüzsüzlüğün, insafsız profilleriyle, ‘medeniyetler buluşması’na İspanya’da bahsedebilen Tayip Erdoğan, işte böyle bir ırk devletinin sahtekar,yalancı bir başıdır….
    Politika’nın şerefsiz çıkarına lanet olsun ki, Anadolu’ya sığınabilmiş bu çılgın Türk ırk devletinin vahşetlerini, yalanlarını, dinler ve ‘inanıyor,inanılıyor’! gibi yapma zorunluluğunun ‘diploması hatırı’ usulünü sürdürebiliyor…
    Bu ırk devletinin aptallaştırdığı potansiyele lanet olsun ki, doksan yıldır bir halkın değerlerinin inkar ve yasak edilmesinin insanlık olmadığını anlatmak zorunda bırakıyoruz onlara…
    Alıştırdıkları korkuların esiri olan, ‘gazetecisine, aydınına, demokratına, dincisine, liberaline,’! lanet olsun ki, ya sessiz kalıyorlar, ya da ‘değme-teğet’ yazmalarla, onursuzluklarını gizlemek peşindedirler….
    Onurları ayaklar altına alınmış Kürdistan insanlarından, bu onursuzluğu, kimliksizliği dayatan Türk ırk devletinin vahşetlerine sessiz kalan, hatta destekleyenlere lanet olsun….
    Dağlarına, köylerine, halkına bombalar yağdırtan Tayip Erdoğan’ların partisine oy veren Kürd-Zaza insanına lanet olsun ki, bir kova suya ,bir parça ekmeğe, bir aşa-işe, kimliğini, onurunu oy edip satıyor…
    Tayip Erdoğan’ ların bombalar yağdırmasının, ‘Şemdinli’ler hukukunun serserilikleri bundandır….
    Uzak diyarlarda, ‘medeniyet’ dersleri verebilmesi, bundandır…
    Evet; İnkarcılar,yalancı ve sahtekar olmak zorundadırlar, zalim olmak, zulüm yapmak zorundadırlar ya siz?
    Sizler de, bu yalana, zalime, zulme sessiz kalarak, onları desteklemek zorunda mısınız, namussuzlar…?
    İnandığını söylediğiniz Kuran’da böyle bir desteğin ayeti var mı, namussuz ‘inançlı’?…
    İnsanlığın evrensel kurallarında, böyle bir davranış, bu davranışın haklılığı var mı, onursuz ‘entel’?
    Ulusların kendi haklarını özgürce tayin etme kitabında, böyle bir rezillik var mı, alçak ‘sosyalist’?
    İnkar edilen bir halkın savaş sebebi, inkar edilen halk mıdır, yoksa inkar eden mantık mıdır, ahlaksız ‘barışçı’!
    Sizin bu insanlık suçlarınızın sırtına binerek, Tayip’ler ‘medeniyet dersleri’ verecek kadar insanlıkla alay ediyor..
    Sizler, bu kelaynaklar gibi siyaset ömürleri mutlaka tükenmek zorunda olan Boğa’ları arenaya çıkarıyor, bu coğrafyanın bağrında ‘parlamenter rejim, anayasa, hukuk’ diye yarıştırıyorsunuz…
    ‘Dağlıca’ da esir düşen askerleri, ‘neden ölmeyip geri döndünüz’ diye ‘mahkeme, soruşturma’ maskaralıklarıyla burunlarından getirirken, bütün ‘barış severleriniz’ !in o zıkkım suskunluklarıydı sizi şımartan…
    Saddam’a ‘canlı kalkan’ olmak için yola düşenleriniz, işte bu hile cumhuriyetin soytarılarıydı..
    Haksız ve yalancı olduğunuzu biliyorsunuz ama o lanet güç ve imkanlarınızı, devletlere rüşvet vererek bu insanlık suçu tezgahını sürdürebiliyorsunuz daha…
    Bok yedirtenlerin, boktan medeniyetini, ‘anti-bok’ diye kulaklarınıza yedirtmesi, sizin suskunluğunuzdandır..
    Savaş uçaklarıyla bir mazlum halkı bombalayanların, insan katletmelerinin vahşi manzarasında bu akan kan, uçuşan duman, sizin ruhlarınızın kötürüm, gözlerinizin kör edilmişliklerinizdendir..
    ‘Musul’u almazsak, Diyarbakır’ı vereceğiz’ diyebiliyorsa alçak ‘Marksist,onursuz bilim adamı’!..
    ‘Erbil semalarında bombalar yağdırmak, camları kırmak gerekir’ diyebiliyorsa bir devşirme haysiyetsiz ‘gazeteci’!
    ‘Talat Paşa’nın kanlı ruhunu yad etmek için Berlin’e koşuyorsa bir şeref yoksunu ‘sosyalist’…
    Halka attığı bombayla halkın yakaladığı terfili-terfisiz canilere ‘iyi çocuklar’ diyebiliyorlarsa sizi yöneten edepsizler…
    Tanrı yerine bu katil ve katliam yapan devletin kirli işlerini kutsuyorsa diyanet işlerinin soytarı memurları…
    Sizin suskunluğunuzdandır alçaklar….
    Onlar inkarcı oldukları için yalancı olmak zorundadırlar…
    Ya siz….
    Siz bu sahtekarlıklara,alçaklıklara, sizi top gibi oynatanlara karşı susmak zorunda mısınız?
    Siz onursuz olmak zorunda mısınız?…
    .
    İlhami Sertkaya

    http://www.dersimsite.org/inkarciysan.html

  26. ota boka kemalizmin suçu demek

    ota boka kemalizmin mucizesi denmesinden kaynaklanır. etki-tepki meselesidir. 28 ekim 1923 günü zifiri karanlıkta bokumuzla oynuyorduk, 30 ekim 1923’te apaydınlık olduk diye tarih yazarsan, o aydınlığı da tartışılamaz, sorgulanamaz diye sunarsan olacağı odur. herkes senin gibi itaatkâr, senin gibi koyun, sizin gibi sürü olmak zorunda değil ki bilader.

    milliyetçiliği, cumhuriyeti, bağımsızlığı ilk ata’nız akıl etmiş anasını satayım! zaten osmanlı zamanında da tek düşünen adam o imiş. diğerleri dolgu malzemesi. gerçi osmanlı’da kurulmuş birden fazla sosyalist parti bile var ama aldanmamak lazım, esasında matbaa bile ulu önderiniz kitap-gazete okusun diye gelmiş osmanlı’ya. ulusal bağımsızlığı da ilk o düşünmüş. yunanların, bulgarların, ermenilerin, sırpların, arnavutların, arapların amacı jedi dinine geçip galaktik bilmem ne imparatorluğuna teba olmakmış.

    işte bunları sorgulayınca, sizin iki lafınızdan biri atatürk olduğu için bizim de iki lafımızdan biri atatürk oluyor mecburen. yoksa meraklısı değiliz yani. o kadar didiklenecek, cilt cilt eleştirilecek bir fikir dünyası yok ata’nızın, üzgünüm. pratik adammış, pragmatik adammış. o an ne söylemek uygunsa onu söylermiş. her yaptığında, her söylediğinde bir mucize, bir keramet bulmaya, bir asker emeklisi politikacıdan bir “düşünür” çıkarmaya çalışan sizsiniz.

    sizin geneliniz, o küçümsediğiniz başörtülü kızların genelinden daha cahil biliyor musunuz? üstelik hem cahil olup hem de kendini en aydın sanmakla acınacak hallere düşüyorsunuz. (bkz: cehl-i mükap)

    mehmet ordekci

    https://eksisozluk.com/entry/20945019

  27. CHP’nin 1927 tarihli tüzüğünün “Umumi Esaslar” başlığı altındaki 6.cı maddesi, “Cumhuriyet Halk Fırkasının umumi reisi, fırkanın banisi olan Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir” hükmünü getirmiş, 7.ci madde ise “İşbu umumi esaslar, hiçbir veçhile tebdil edilemez [değiştirilemez]” diyerek, umumi reislik makamını Gazi’nin şahsında değişmez kılmıştır. 1931 tarihli yeni tüzükte ise mantık oyunu bir yana bırakılmış, 2.ci maddeye açıkça “Cumhuriyet Halk Fırkasının daimi Umumi Reisi, Fırkayı kuran GAZİ MUSTAFA KEMAL Hazretleridir” hükmü konulmuştur. Bu madde, “Ebedi Şef” ve “Ebedi Genel Başkan” şekillerinde, partinin kapatıldığı 1982 yılına kadar korunacaktır.
    Tek Parti devletinde parti umumi reisliği, önemsiz bir makam değildir. Gerek 1927 (20-23.cü maddeler) gerekse 1931 tüzüğü (18.-20.ci maddeler) uyarınca, “Fırka namına söz söylemek selahiyetini ancak umumi reis haizdir.” Umumi reis ile onun re’sen seçtiği ve azlettiği bir başkan yardımcısı ve bir genel sekreterden oluşan üç kişilik Parti Başkanlık Divanı, “Büyük Millet Meclisi intihabını [seçimini] idare ve Fırkanın mebus namzetlerini tesbit eder.” Milletvekili adayları, “umumi reis tarafından ilan olunur.”
    Bir başka deyimle CHP tüzüğü, devletin en üst egemenlik organı olan TBMM seçimlerini “yönetmek” ve Meclis üyelerini belirlemek hakkını, geri alınmaz ve değişmez bir şekilde, Mustafa Kemal’e (ve onun istediği gibi seçip azledebildiği iki kişiye) bırakmaktadır.
    Tarihte hiçbir Osmanlı padişahının mebusan meclisi üyelerini belirlemek yetkisine sahip olmadığı hatırlanmalıdır. Ayan meclisinde (senatoda) ise padişahın atama yetkisi var, fakat azil yetkisi yoktur. İşin veraset yönü bir yana bırakılırsa, Osmanlı saltanatı ile Tek Perti cumhurbaşkanlığı arasında hangisinin “monarşi” tanımına daha fazla girdiği, tartışılmaya değer bir konudur.

  28. TC’nin Sahte Laikliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı

    Serhat Koldaş
    Nisan 2014, no:109

    Kemalist rejim 3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekaleti yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nı (DİB) kurmuştu. Geçtiğimiz günlerde 90. yılını geride bırakan bu kurum, devletin din ile ilişkisinin ve sahte laiklik anlayışının en önemli göstergelerinden biri olarak üzerinde durulmayı hak ediyor.

    12 Eylül Anayasası’nın 136. maddesinde “Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir” deniyor. DİB’in varlığı, yani devletin din işlerini düzenleyen bir kurum ile toplumun inançlarına yön vermeye çalışması, TC tipi laikliğin sahteliğini göstermektedir. Üstelik DİB, 90 yıllık tarihinin hiçbir döneminde “siyasi görüş ve düşünüşlerin” dışında kalmamıştır.

    DİB, devlet aygıtı içerisinde giderek büyüyen bir yer işgal etmektedir. AKP döneminde DİB’in personel sayısı 74 binden 118 bine çıktı. DİB’e tahsis edilen kadro sayısı ise 141 bine çıkartılmış durumda. Son yıllarda çıkardığı kanunlarla DİB’e aldığı personeli diğer kurumlara sınavsız olarak geçiş yaptırma yetkisini elde eden hükümet, bu kurumu kendi kadroları için bir üs olarak da kullanmaktadır. Nitekim kadro sayısı sürekli arttırılırken ve tahsis edilen kadroların şu anda 23 bini boşken, yılda ortalama 2 bin Diyanet kadrosu diğer devlet kurumlarına yatay geçiş yapmaktadır.

    DİB’e ayrılan ödenek yıldan yıla hızla büyüyor. 2014 yılı bütçesinden Diyanet’in aldığı ödenek bir önceki yıla göre 800 milyonluk artış göstererek 5 milyar 400 milyon TL’ye ulaştı. 5,4 milyarlık dev bütçesi ile DİB, Türkiye bütçesinden en fazla pay alan 13. kurum durumundadır. DİB’in bütçesi 11 bakanlığın bütçesinden daha fazladır. Bu bakanlıklar arasında İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı gibi bakanlıklar da yer almaktadır.

    DİB’in tarihsel arka planı

    Tarih boyunca egemenler, saltanatlarını ve sömürü düzenlerini korumak için dini ideolojik bir aygıt olarak kullanmış, siyasi çıkarlarına alet etmişlerdir. Osmanlı’da da durum farklı değildi. Saltanat, hükmetme yetkisini Tanrıdan aldığını iddia ediyor, padişahlık kurumu ve devlet kutsanıyordu. Despotik Osmanlı rejimi dini saltanatın çıkarlarına göre kullanarak halk üzerinde egemenlik sürüyordu. Saltanat, iktidarını korumak ve halk muhalefetini önlemek için halifelik kurumunu kullanıyor, şeyhülislamlara da kendi çıkarları doğrultusunda fetva verdiriyordu. Padişahlar işlerine gelmeyen şeyhülislamları azlediyor, sürgüne yolluyor, hatta cellâtlarına öldürtebiliyordu. Şeyhülislamların görevi saltanatın çıkarlarına uygun dini yorumlar yapmak ve fetvalar vermekti. Padişahlar, tahtlarını korumak için kendi kardeşlerini ve çocuklarını öldürürken, şeyhülislamlar padişahların işlediği cinayetleri aklamak üzere “dinen caiz olduğu” yönünde fetvalar verirdi. Şeyhülislamın vereceği tüm fetvalar Osmanlı padişahının onayından geçmek zorundaydı.

    Tepeden bir devrimle kurulan TC devleti de, dini kendi çıkarları için kullanma geleneğini devam ettirdi. Osmanlı’da devletin başındaki padişah aynı zamanda halife unvanı taşıyordu. Cumhuriyet rejiminde devlet iktidarını yürütenler dinî bir sıfat taşımazlar. Ancak bu durum dinin devlet ve hükümetler tarafından kullanılagelmesine engel olmamıştır.

    Osmanlı’daki şeyhülislamlık kurumunun rolü cumhuriyet rejiminde DİB’e verilmiştir. Osmanlı’daki Şeyhülislamlık gibi cumhuriyet rejiminde de DİB, toplumun duygu ve inanç dünyasını egemenlerin çıkarlarına göre şekillendirmek, halkın iktidarın isteklerine rıza göstermesini sağlamak, iktidarın pis işlerine kılıf uydurmak gibi görevler üstlenmiştir. DİB, siyasetten asla bağımsız olmamış, bilakis iktidarların ideolojik ve siyasal bir enstrümanı olmuştur. DİB’in yayınlayacağı tüm fetvaların hükümetin onayından geçmesi zorunludur. DİB, devletin din işlerinden mesuldür. Diyanet İşleri Başkanı hükümet tarafından atanan bir bürokrattır.

    DİB’in başkanları, kendilerini atayan hükümetlere memurluk ettikleri için, hükümetlerin talep ve ihtiyaçlarını dinî inanç ve değerlerden, hatta kutsal kitaplarda yazanlardan daha önde tutarlar. Devletin ve siyasi iktidarın emrinde çalışan DİB, dini devletleştirmeye, toplumun inanç dünyasını ve değerlerini devletin kontrolü altında tutmaya ve yön vermeye çalışır. Dini rejimin ruhuna uydurmakla görevlendirilen DİB, devletin ve hükümetin iç ve dış politikasına uygun fetvalar yayınlar. Camilerde okunan Cuma hutbeleri bile hükümetlerin siyasetine uygun olarak düzenlenir. Fetvaların hukuki bir bağlayıcılığı yoktur ama camilere ibadet için gelen milyonlarca insanı etkileme kapasitesi oldukça fazladır.

    Siyasi ihtiyaçlara uygun fetvalar

    Cumhuriyetin kuruluşunun arifesinde Osmanlı hanedanının elindeki İstanbul hükümeti ile Ankara’daki Meclis arasında iktidar mücadelesi yaşanıyordu. İstanbul hükümeti, Ankara hükümeti için “bunlar haindir, idamları caizdir” fetvası çıkartırken, Ankara’da Müdafaai Hukuk’un başkanı Rıfat Börekçi milli mücadelenin kutsal bir savaş olduğunu, halifenin esir düştüğünü, İstanbul hükümetinin gıyaben idama mahkûm edildiğini belirten bir fetva yayınlamıştı. Rıfat Börekçi ilerleyen yıllarda yeni rejimin ilk Diyanet İşleri Başkanı olacaktı.

    Cumhuriyet rejiminin kuruluşunun hemen ardından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilk fetvalarından biri halifeliğin kaldırılmasıyla ilgiliydi. 1924 yılında İstanbul Müftüsü, “Biz madem ki bütün hukukumuzu Heyet-i Vekile’ye (TBMM) vermişiz, onların mukarreratını başımızın üstünde tutmaya mecburuz. Eğer heyet «Hilafeti ilga edeceğiz» derse, biz de o karara tâbi olarak hilafetin ilgasına ses çıkarmayacağız” diyerek yeni rejime desteğini sunuyordu. Yeni rejim, TBMM’nin dünyevi ve uhrevi bütün yetkileri elinde bulundurduğunu ilan etmişti. 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu kapsamında dinî eğitim veren tüm okullar kapatıldı.

    Rejim, 1925 yılında tekke, zaviye ve türbeleri kapatarak sivil alanda toplumun farklı mezhep ve inançlarını yaşamasının önünü kapadı. Rejim aynı yıl şapka kanununu çıkarttı. Tepeden dayatılan kurallarla toplumun görünümünü ve yaşam biçimini “Batılılaştırmayı” ve “çağdaşlaştırmayı” amaçlayan rejim, şapka kanununa muhalefet edenleri idam edecek kadar zalim yöntemler kullanıyordu. DİB’in şapka fetvası ise şöyleydi: “Ulu’l emir olan Mübeccel hükümet-i cumhuriyetimizin dört dini delile ve memleketimizin asri ihtiyacına muvafık gördüğü medeni kisveyi giymemek, dinen, aklen, siyaseten büyük mesuliyet gerektirir, başkaları için ibret olacak cezaları davet eder.”

    Kemalist rejim o “ibretlik” cezalarla halka ve muhalefet edene zulmederken, DİB zulme dinî kılıf uyduruyordu. Kemalist rejimin topluma tepeden dayattığı tüm düzenlemelerde DİB, rejimin yanında saf tuttu. Laiklik ilkesinin 1937 yılında anayasaya dahil edilmesi din üzerindeki devlet tekelini ortadan kaldırmıyor, bilakis tasdik ediyordu. 1939 yılında müftülere verilen bir tamimde Müslümanların zekât, sadaka ve kurban derilerini Tayyare Cemiyeti’ne vermelerinin caiz olduğu açıklanıyordu.

    Yeni rejim Türk milliyetçiliğini kullanarak sınıf ayrımlarının üzerini örtmeye ve ezilen sınıfları kandırmaya çalışıyordu. Tekke ve zaviyelerin kapatılması sayesinde devlet, tüm sivil dini oluşumları yasaklamış, DİB üzerinden dini tamamen kendi tekeline almıştı. Kılık kıyafet “devriminden” ezanın Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalara kadar devletin her kararı Diyanet tarafından “caiz” görüldü.

    Diyanet, toplumsal işbölümünün Allah’ın bir hikmeti olduğunu, işçi-işveren ilişkilerinde çıkan sorunların “iyi insan, iyi Müslüman” formülüyle çözümlenmesi gerektiğini telkin eder. Bu hususlarda yapılan tüm açıklamaların mevcut iş yasalarındaki ve borçlar kanunundaki hükümleri yansıtır tarzda yorumlanmış olması dikkat çekicidir.

    Resmi ideolojinin ve siyasi iktidarın hizmetindeki DİB, devletin dönemsel ihtiyaçlarına göre “komünizme karşı mücadele”, “bölücülüğe karşı mücadele” ya da “irticaya karşı mücadele” konseptine uygun açıklamalar ve yayınlar yaptı.

    “Soğuk savaş” dönemi boyunca işçi hareketi ve komünizm tehlikesi karşısında Batı’da Vatikan nasıl kapitalizm yanlısı bir tutum izlediyse, Türkiye’de de Diyanet aynı paralelde hareket etti. DİB, devletin kendi tekeline aldığı İslamiyet yorumlarının dışına çıkan tarikatlara karşı mücadeleyi de ihmal etmedi. Menderes hükümetlerinin işbaşında olduğu 1950’li yıllarda cemaatlerin oluşması önündeki engeller azaltılmıştı. Ancak Menderes bunu, özgürlükçü bir politika izleme saikiyle değil, tarikatların desteğini alarak iktidarını sağlamlaştırma amacıyla yapmıştı.

    Tüm askeri darbe dönemlerinde DİB, darbe hükümetlerinin emrinde fetvalar yayınladı. 27 Mayıs darbesiyle birlikte din üzerinde devlet tekeli kurma çabaları yeniden yoğunlaştı. Darbecilerin emrindeki DİB’in müftülüklere gönderdiği telgraf emirlerinde, darbeye ve darbecilere destek vermeyenlerin hem bu dünyada hem de ahrette çekecekleri yazıyordu. Müftülüklere gönderilen yazılı belgelerde, vaizlere, hadis ve ayetlerle vatandaşları darbenin hayırlı bir eylem olduğuna ikna etmeleri tembih ediliyordu. Dönemin belgeleri içerisinde darbe hükümetine destek vermenin “dini vecibe olduğu ve ahiret için mesuliyet taşındığı” ifadeleri yer buluyordu.

    1964 yılında Diyanet yayınlarından çıkan “Nurculuk Hakkında” adlı kitapta, Nurcuların inanışlarının İslam dininin kaide ve formüllerine uymayan bir akide tarzı oluşturduğu anlatılıyor; “Nurculuk dini meselelerle işi çığırından çıkaran bir istismara ilaveten milli ve içtimai konularda da birlik fikrini baltalayan bir zihniyeti temsil etmiştir” denilerek mahkûm ediliyordu. Nur hareketinin esin kaynağı olan Said-i Nursi’nin Kürt olması nedeniyle Nur hareketi bölücü ilan ediliyordu.

    İşçi hareketini ve sosyalist hareketi ezmek için gerçekleştirilen 12 Eylül faşist darbesi döneminde de faşist Cunta, DİB’i ideolojik manipülasyon için kullanıyordu. DİB “milli birlik ve beraberlik” için gerekliydi. Darbeciler irtica tehdidi bahanesine sığınarak devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmi parlatmaya çalışıyordu. Diyanet’in kurguladığı “devlet dininin” dışına çıkan tarikatlar mahkûm ediliyordu.

    1981 yılında Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç darbeci generallere verdiği brifingde şöyle diyordu: “Sayın devlet başkanım… Çok kıymetli zamanınızı alarak sözü uzatmamak için bu yıkıcı dini akımlardan sadece birinden, kanaatimizce en tehlikelisinden söz etmek istiyorum. Bu örgütün başlıca hedefleri devleti yıkmak, Süleymancılık tarikatına dayalı bir din devleti kurmaktır.” 12 Eylül’ün faşist şefi Kenan Evren Diyanet’in açıklamalarıyla yetinmiyor, mitinglerde halka seslenirken konuşmalarını Kuran’dan ayetlerle süslüyordu. İlerleyen yıllarda Altıkulaç, “dört kez partisi dini esaslara dayalı devlet kurma isteği taşıdığı gerekçesi ile kapatılan Erbakan ile değil de, laik sistemi korumak için darbe yapan Evren’le daha iyi anlaşıyorduk” diyecekti.

    Diyanet’e bağlı imamlar 1982’den bu yana göreve başlamadan önce “TC Anayasası’na, Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Türk milliyetçiliğine” sadakatle bağlı kalacaklarına dair yemin ettirilerek göreve başlatılıyor. Kuran’da milliyetçilik olmamasına ve İslam dini ırkçı-kavmiyetçi anlayışı kesin olarak reddetmesine karşın TC, Türk milliyetçiliği ile İslamiyeti yan yana getiren sahtekâr bir ideolojiyi resmileştirdiği için, devletin maaşlı din memurları bu yemini etmek zorunda bırakılmıştır. 12 Eylül Anayasası’nın 136. maddesinde DİB’in amacı “milli dayanışma ve bütünleşmeyi geliştirme ve pekiştirme” olarak tanımlandı. Genç nesilleri “zararlı” akımlardan uzak tutmak, Türk milli kimliğini korumak, peygamber ocağı olan orduya güven ve sadakati arttırmak, birlik ve beraberlik adına tek tipleştirilmiş bir toplum oluşturmak için çalışmak DİB’in varlık nedeniydi! Ezan, hutbe ve vaazlar merkezileştirilerek din üzerindeki devlet tekeli güçlendirildi. Darbecilerin imam-hatip okullarını arttırmasındaki amaç resmi devlet dinini yayacak din adamları yetiştirmekti. Alevi köylerine ve ilçelerine cami yaptırmak ve cemaatsiz camilere imam atamak da 12 Eylül’ün “başarıları” arasındaydı.

    28 Şubat darbe döneminde de Diyanet yöneticileri ordunun siparişlerine uygun vaaz ve hutbeler hazırlayıp camilerde okutuyordu. Diyanet’in düzenlediği panellerde ulusalcı görüşleriyle sivrilen Yekta Güngör Özden gibi isimler konuşmacı oluyordu.

    Diyanet’e her dönemde egemen olan “devlet ne eylerse güzel eyler” zihniyetidir. Bu durum DİB’in çelişkili açıklamalarında karşılık bulur. Görevden alınarak merkeze çekilen devlet bürokratları Diyanet’e gönderdikleri bir soruda “hiçbir iş yapmadan aldıkları maaşın helal mi haram mı olduğunu” sorarlar. DİB’in birimlerinden biri olan Din İşleri Yüksek Kurulu şu cevabı verir: “Devletin uygulaması sonucu kimi devlet işçi ve memurlarının çalışmadan maaş almaları halinde bu maaşlar helaldir. Bu uygulamada işveren devlettir, uygulama mercii devlettir.” Aynı soru özel sektör için sorulduğunda ise Diyanet’in yanıtı “hiçbir iş yapmadan maaş almak haramdır” olmuştur.

    TC’nin sahte laik rejimi altında Ramazan aylarında mahyalar (cami minareleri arasına asılan ışıklı yazılar) bile devletin topluma mesajlarını iletmek için kullanıldı. Mahyalara siyasi liderlerin adları yazıldı. “Atatürk ve Var ol İnönü” mahyasının yanı sıra devletin söz konusu dönemdeki politik ihtiyaçlarına göre çeşitli mahyalar cami minareleri arasında yer buldu. “Şehitlere Fatiha”, “Yerli malı kullan”, “Para biriktir”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi mahyalar bunlardan bazılarıdır.

    Diyanet’in din yorumları, döneme ve iktidara göre değişir. Örneğin kürtaj hakkında İslamda açık bir hüküm yoktur. Diyanet 1983 yılına kadar zorunlu haller dışında kürtajı dinen haram saymıştı. 1983’te kürtaj yasağı kaldırılırken DİB’den onay fetvası alındı. Bu dönemde devletin önceliği nüfus planlamasıydı. AKP, Türkiye kapitalizminin orta ve uzun vadede daha fazla genç ve ucuz işgücüne ihtiyaç duyacağını hesap edince, başbakanın ağzından en az 3 çocuk yapmayı vaaz etmeye başladı. DİB bu sefer kürtajın haram olduğunu açıklayarak hükümetin nüfus politikasına göre “devlet dinini” revize etti.

    1999 yılında siyasi tutsaklar F tipi hücrelere girmemek için ölüm orucu yaparken devlet 19 Aralıkta başlatacağı büyük katliam için hazırlıklarını yapıyordu. Ölüm orucu toplumun vicdanına seslenen siyasi bir eylemdi. DİB, devlet katliamından 5 gün önce, insanın belli bir amaç uğruna hayatını kasten sona erdirmesinin dinen tasvip edilemeyeceğini, bir insanı ölümden kurtaranın bütün insanlığa hayat bahşetmiş kabul edileceğini açıklıyordu. 20 cezaevine saldıran devlet, 30 tutsağı katlederken “hayata dönüş” operasyonu gerçekleştirdiğini ve ölüm orucundaki insanları ölümden kurtardığını iddia ediyordu!

    Diyanet ve Kürtler

    Diyanet’in Kürtlere ilişkin yaklaşımları da devletin Kürt politikasına göre değişim göstermiştir. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yıllar boyunca devletin diğer kurumları gibi Diyanet için de Kürtler ve onların çoğunluğunun bağlı olduğu Şafilik mezhebi “yok” idi.

    1990’lı yıllarda devletin Kürt ulusal hareketine karşı kirli ve kanlı savaşı doruk noktasına ulaşmıştı. Ecevit’in koalisyon hükümetinde bakanlık da yapmış MHP kökenli Abdulhaluk Çay tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katkılarıyla hazırlanan bir kitap, dönemin “imhacı” ruhunu yansıtmaktadır. Çay’ın yazdığı kitaba göre Hz. Süleyman şeytan tarafından kutsal yüzüğü dereye atılarak tahttan uzaklaştırılır. Hz. Süleyman’ın iktidardan uzak kaldığı 40 gün içinde haremindeki cariyeler şeytanla cinsel ilişki kurup hamile kalırlar. Tahta döndüğünde bu durumu fark eden Hz. Süleyman cariyelerini dağlara sürgün ederek cezalandırır. Doğan çocuklar birbirleriyle evlenip üremişler ve şeytan soyu Kürtler böyle peydahlanmıştır! İşte hasta ruhlu faşist siyasetçilerin yazdığı rezil hurafeler içeren böylesi kitaplar DİB’in katkılarıyla hazırlanmıştır.

    “Türk milliyetçiliğine” bağlı ve “milli bütünleşmeyi amaçlayan” DİB, farklı etnik kimlikleri ve mezhepleri yok saymış, devletin tektipleştirme siyasetine katkı yapabilmek için “din kardeşliği” söylemini kullanmıştır.

    Kürt ulusal hareketinin yıldan yıla sürekli güçlenmesi sonucunda devletin geleneksel asimilasyon, inkâr ve imha politikaları iflas etmiş, devlet yeni arayışlara yönelmek zorunda kalmıştır. Diyanet’in 2011 yılı bütçe tasarısında, bölücü akımlara karşı vatandaşları doğru bilgilendirmek amacıyla “irşat ekipleri” kurulması planlandı. 2011 yılında hükümetten işareti alan Diyanet, Kuran’da “Dillerin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir” buyrulduğunu “keşfediyor”, “dilleri inkâr etmek Allah’ın ayetini inkâr etmektir” diyordu. DİB başkanı Diyarbakır’da “Dini Yüksek İhtisas Merkezi” kuracaklarını bildirerek, “bu ihtisas merkezi, bölgedeki ilmi birikimle cumhuriyet döneminde ilahiyat fakültelerinden elde edilen modern birikimi birleştirecek ve oradan toplumun tamamını kuşatacak bir maya oluşturacaktır” diyordu. Diyarbakır’da on binlerin katılımıyla “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri düzenleniyor, hükümet Kürtleri “inanç ve duygu ortaklığı” söylemleriyle rejime eklemlemeye çalışıyordu. AKP hükümetinin 2012 yılında devreye sokmaya çalıştığı Mele-Molla projesi de bu arayışları yansıtıyordu. Meleleri sivil din adamı olmaktan çıkarıp memur olarak atayarak devletleştirmek ve kontrol altına almak hedefleniyordu. Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ, bu projeyle din adamlarının “başkaları tarafından kontrol edilmeleri önlenecek” diyordu. Diyanet arpalığına katarak Kürt sivil din adamlarının devletleştirilmesi-memurlaştırılması projesi, asimile edilemeyen Kürtleri “din kardeşliği” söylemiyle devlete eklemleme politikasıydı.

    AKP döneminde DİB

    AKP iktidarının ilk yılları boyunca Diyanet, geleneksel Kemalist sivil-asker bürokrasiyle AKP arasındaki çekişmelerin seyrine göre salınım gösterdi. Ancak kurumun resmi ideolojiyi, devleti ve rejimi kutsayan temel işlevi değişmedi. Bir akademisyenin 2003-2007 yılları arasında 150 hutbe üzerinde yaptığı inceleme, hutbelerde “vatan sevgisinin” “Allah sevgisinden” daha çok konu edildiğini gösteriyor. Bazı hutbelerde devletten “kutsal devlet” diye bahsediliyor.

    2002’de kurulan AKP hükümetinin önünde önemli bir sınav vardı. AKP’nin üst yönetimi ABD’nin Irak’ı işgal etmesini destekliyor ve emperyalist savaşa ABD’nin yanında katılarak işgalden pay kapmak istiyordu. Savaşa girmek ve girmemek ve emperyalist işgalden alınacak pay konusunda egemen sınıf kendi içerisinde kavgaya tutuşmuştu. Diyanet, ABD’nin Irak saldırısını engellemek üzere Irak’a canlı kalkan olarak giden barış aktivistleriyle ilgili bir fetva yayınladı. Bu fetvada, canlı kalkan eyleminin “bile bile ölüme gitmek, dolayısıyla intihar” anlamı taşıdığından İslami açıdan caiz olmadığı söyleniyordu. Ambargo dönemi boyunca ölen 600 bin Iraklı çocuk için ya da Irak işgali ve sonrasında hayatını kaybeden 1 milyondan fazla Iraklı Müslüman “din kardeşi” için tek kelime etmeyen DİB, ABD bombardımanını önlemeye çalışan barış aktivistlerini karalamak için yorum yapıyordu.

    2006 yılında Bülent Arınç, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığının laiklikle bağdaşmadığını söyleyebiliyordu. 2012 yılına gelindiğinde ise Arınç, “Gazi Mustafa Kemal Diyanet İşleri Başkanı’nı yanından ayırmazdı. Bakmayın siz protokolde 52. sırada olduğuna, inşallah yeni düzenlemeyle Gazi Mustafa Kemal’in verdiği yerde olacak” diyordu. Bu değişim, gelgitler ve yalpalamalarla da olsa birkaç yıl öncesine kadar statükoyla çatışma yaşayan AKP’nin ilerleyen yıllarda statükonun kendisi haline geldiğinin çarpıcı bir göstergesidir.

    2007 yılında hükümet mortgage yasasını çıkardı. Bazı vatandaşlar “faizli krediyle ev alınması dinen caiz midir” diye Diyanet’e sordu. Diyanet “zaruretler haramı mubah kılar” diyerek faizli krediyle ev alınmasına onay verdi.

    AKP ve arkasındaki sermaye güçlerinin İstanbul merkezli banka sermayesi ile çıkar ve iktidar çekişmeleri yaşaması bile Diyanet fetvalarında yansımasını bulmuştur. DİB, “alacaklı durumda olan kişi, elindeki çek veya senedi daha düşük bir bedelle vadesinden önce banka gibi tüzel kişilere ya da üçüncü şahıslara satmak isterse bu işlem caiz olmaz” açıklamasını yaptı. Bu açıklama faktoring şirketlerini doğrudan ilgilendiriyordu. Bu alanda faaliyet gösteren şirketlerin ve bankaların Doğan Holding, Koç, Garanti Bankası, İş Bankası, TEB gibi, AKP’ye yakın sermaye çevrelerine rakip sermaye çevreleri olması elbette tesadüf değildir.

    Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, 2010 yılında bir televizyon kanalında başörtüsü ile ilgili açıklama yapmış, bu açıklama yüzünden hükümet ile ters düşmüştü. Bardakoğlu, başörtüsünün dinî vecibe olduğunu ancak kadının başını örtmesinin Müslüman olmanın ön şartı olmadığını, başını örtmeyenin de Müslüman olabileceğini açıklamıştı. Bardakoğlu bu açıklamasından 20 gün sonra görevden el çektirildi. Aslında bu açıklama başörtüsü konusunda DİB’in uzun yıllardır devam eden yaklaşımından farklı bir şey değildi. Ancak AKP başörtüsü sorununu çözmüyor, yasakları kaldırmıyor ve başörtüsü mağduriyetini devam ettirerek siyasi çıkar elde ediyordu.

    Bardakoğlu’nun tasfiyesinin ardından DİB’in başına getirilen Mehmet Görmez, AKP politikalarına çok daha iyi angaje olmayı beceriyor. DİB, Suriye halkının acılarının son bulması duaları eşliğinde kitleleri Suriye’ye dönük bir askeri müdahaleye psikolojik olarak hazırlama görevine soyunmuştur. Görmez “Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi” başlıklı bir konferansta “kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza Suriye’ye bakın” diyebilmiştir. Gezi Parkı eylemleri sırasında DİB’in “Alo Fetva” hattından yapılan açıklamada, biber gazı kullanmanın dini açıdan sakıncalı olmadığı belirtildi. Diyanet “her ülkede bu tarz gösteri yapanlara, şiddete başvuranlara karşı savunma biçimleri geliştirildiğini, devletimizin de bunu yaptığını” açıkladı.

    Son dönemde, Fethullah Gülen’in ünlü bedduasının ardından DİB’in Alo-Fetva hattını arayan vatandaşlar, dinde bedduanın yerinin olmadığını da öğrendiler! Önümüzdeki dönemde AKP’nin, iktidarını ve din üzerinde kurduğu devlet tekelini gölgeleyecek, AKP politikalarına biat etmeyecek cemaatlerin ve dinsel akımların önünü keseceğini öngörmek hiç de falcılık olmayacaktır.

    AKP hükümeti muhafazakâr tabanını genişletmek üzere toplumu dindarlaştırma faaliyetlerine hız verdi. Önceki hükümetler döneminde yaygın kutlanmayan “Kutlu Doğum Haftası” AKP döneminde 20 binden fazla etkinlikle kutlandı. AKP itaatkârlığa, boyun eğmeye yatkın bir dindar-muhafazakâr işçi tipini oluşturmaya çalışıyor. Ağır sanayi işçileri üzerinde yapılan araştırmalar, kentlerde yaşayan, ağır sanayide uzun yıllar çalışan, evli, iş yönelimli-çileci çalışma tutumunu benimseyen istikrarlı, itaatkâr, kanaatkâr, çalışkan, disiplinli işçi tipinin, dindar-muhafazakâr işçi tipiyle örtüştüğünü ortaya koyuyor. AKP’nin işçi ve emekçiler arasında muhafazakâr eğilimi güçlendirme çalışmalarının temel sebebi budur.

    Devletin ve Diyanet’in Alevileri yok sayan tutumları ve AKP’nin Aleviliğe yönelik kirli planları da malûmdur. AKP’nin mezhepsel kutuplaştırmaya dayalı güncel politik tutumları, Alevi din adamlarını satın alma projelerini şimdilik rafa kaldırmasını gerektirmiştir. Ancak devletin Aleviliği yok sayma ya da asimile etmeye dayalı tarihsel politikası değişmiş değildir.

    Marksistler devletin elini halkın dini inançlarından çekmesini ve tüm inançların özgürleşmesini savunur. Bu çerçevede DİB’in lağvedilmesi, devletin din üzerindeki tahakkümünün ve kontrolünün sona ermesi, herkesin devletten tamamen bağımsız olarak dini inançlarını kendi sivil organizasyonlarıyla yürütebilmesi, işçi ve emekçilerin mücadele talepleri arasındadır.

    Nisan 2014, no:109

    http://marksisttutum.org/tcnin_sahte_laikligi_ve_diyanet_isleri_baskanligi.htm

  29. Murat Yetkin’in bir yazısına yapılan bir yorum;

    Adsız28 Mayıs 2014 06:49

    Bir de Murat Yetkin yazının sonunu nasıl Laikliğe bağlamış , orası bir acaip ! Türkiye’den gayri-müslimler kovulunca Laikler mi daha çok sevinmiştir yoksa Dinciler mi ? Ermeni Jenosidinin baş mimarlarından Nuri Paşa(Killigil), ” Git bak, Van’ı Kabe toprağına çevirdim, bir tane Ermeni kalmadı hepsini temizledim ” diyor.

    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/19_mayis_istiklal_savasi_sadece_isgalcilere_karsi_verilmedi-1192741

  30. Zozani: “Kemalizm dediğiniz şey, bir parça Hitler bir parça Mussolini’dir”
    TBMM Genel Kurulu’nda, HDP Hakkari Milletvekili Adil Zozani’nin, “Kemalizm dediğiniz şey, bir parça Hitler bir parça Mussolini’dir” sözü tartışmaya neden oldu.

    TBMM Genel Kurulu’nda, kamuoyunda “yeni yargı paketi” olarak bilinen, Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı’nın birinci bölümü üzerindeki görüşmeler sürüyor.

    Partisinin önergesi üzerinde konuşan HDP’li Zozani, 20. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da sosyalizm ve kapitalizm çatışması yaşandığını belirterek, “Türkiye’nin kurucu unsuru dediğiniz siyaset doktrini biraz Mussolini’dir, biraz Hitler’dir. Kuruluşundan bugüne kadar Türkiye’nin bütün kurucu temellerine dinamit koyan bu nasyonal siyasi anlayış, Türkiye’yi bölünme eşiğine getirdi. Cesaretini, ilhamını Hitler’den Mussolini’den aldı. Sizin bugün savunduğunuz Kemalizm dediğiniz şey, aslında bir parça Hitler’dir, bir parça da Mussolini’dir. Bunun dışında bir şey değildir. Türkiye’nin temellerine koyduğunuz bu dinamiği biz bugün çıkarmaya, Türkiye’yi bu tehlikeden kurtarmaya çalışıyoruz” dedi.

    Sataşma gerekçesiyle kürsüye gelen CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, CHP’nin programı ve tüzüğünün belli olduğunu belirterek, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü Mussolini ile Hitler ile mukayese etmek aymazlıktır. Atatürk olmasaydı, Ağrı’nın yeni belediye başkanının ‘tabelasını kaldıracağım’ dediği Kazım Karabekir olmasaydı, Kürt halkı belki Ermenistan içinde Ermenilere karşı mücadele verecekti. ‘Bin yıldır Kürt-Türk kardeşçe yaşıyor’ diyeceksiniz, ama burada aymazca sapkınca laflar söyleyeceksiniz. Bunu size yakıştıramadım” diye konuştu.

    HDP’li Zozani, Kürtlerin; “Erzurum Kongresi’nde, Amasya Genelgesi’nde ve Sivas Kongresi’nde desteklediği Anadolu halklarının bağımsızlık mücadelesinin verildiği döneme özlem duyduğunu” söyledi.

    CHP’ye “Keşke sizin dediğiniz, adını andığınız Kemalist doktirin Erzurum Kongresi’nin resmini temsil ediyor olsaydı. Keşke Amasya Genelgesi’nin gereklerini burada söyleseydiniz” diye seslenen Zozani, CHP Uşak Milletvekili Dilek Akagün Yılmaz’a, “Size sataşıyorum, Sayın grup başkanvekilinin dediği o aymazlığı size doğrultuyorum” dedi.

    Sataşma gerekçesiyle söz isteyen CHP’li Yılmaz, bugünün, HDP Grubu’nun CHP Grubu ile uğraşma günü olduğunu söyledi.

    “Hakeret ediyor”

    “CHP bu ülkede iktidar, o nedenle HDP Grubu her çıkışında bize sataşıyor” diyen Yılmaz, “HDP, bizim kurucu genel başkanımıza, Kurtuluş Savaşı’mızın büyük önderine bu şekilde hakaret ederek, kendisini aslında açıkça ifade ediyor” diye konuştu.

    Yılmaz, HDP Muş Milletvekili Demir Çelik’in bir gazeteye verdiği röportajda, “Biz bu ülkede ayrı bir başkent, bayrak istiyoruz. Polis gücümüz, ayrı Meclisimiz olsun istiyoruz” dediğini kaydederek, “Bizim Kürt kardeşlerimizle bir sorunumuz yok, bizim üniter yapıyı bozmak isteyenlerle sorunumuz var” dedi.

    CHP’li Yılmaz, AK Parti Grubu’na da “Cumhurbaşkanlığı yolunda HDP ve İmralı ile nasıl işbirliği yaptığınızı biliyoruz” diye seslendi.

    Tekrar kürsüye gelen Zozani, “Artık bölücü olmadığımızı ifade etmeyeceğiz” dedi.

    Türkiye kamuoyunun kendilerine inandığını ve partilerini Ana Muhalefet Partisi olarak gördüğünü iddia eden Zozani, CHP’ye yönelik, “Siz kendi kafanızda bir getto oluşturdunuz, burada yaşamaya çalışıyorsunuz. Sizin ayaklarınızın altındaki halıyı çektiğiniz için çok sinirlisiniz, varlık gerekçeleriniz ortadan
    kalktığınız için böylesiniz” sözlerini kullandı.

    CHP’li Altay da “Tertemiz, lekesiz, şaibesiz bir Cumhurbaşkanının peşindeyiz, sadece kendisi değil, ailesi, akrabası şaibeye bulaşmamış bir Cumhurbaşkanı’nın peşindeyiz. CHP’nin anlayışı budur” dedi. Altay, HDP Grubu’na, “Bu agresif siyasetinizden neyi amaçladığınızı anlamış değiliz. Bu topraklar Türklere de Kürtlere de yeter. Yeter ki bu coğrafyada sinsi emelleri olan dış odakların oyununa gelmeyelim” diye seslendi.

    Sakık’da Kazım Karabekir açıklaması

    Ağrı Belediye Başkanı seçilen BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık ise Ağrı’nın göbeğinde, 1930’larda Ağrı’yı bombalayan uçağın pervanelerinin asılı olduğu abide bulunduğunu söyledi.

    Bu abideden Kürtler’in rahatsız olduğunu belirten Sakık, “bu abidenin şehrin dışına çıkarılması gerektiğini” söylediğini kaydetti. Sakık, “Bir gazeteci, ‘Kazım Karabekir’in ismi duracak mı?’ diye sorunca, ben de ‘militarizmi çağrıştıracak hiçbir isim burada olmayacak’ dedim. Ben hiçbir değere asla hakaret etmedim” dedi.

  31. Jön Türk ve Cumhuriyet kadroları, son dönem Osmanlı elitinden daha “Batılı” bir zümre miydi?

    Mekteplilik niteliğine gelince, bu, Jön Türk’ün ideolojisini belirleyen en önemli etkendir. Mektepli, yani askerî ya da mülkî olup, Batı’nın çağdaş eğitim kurumlarını örnek alan bir eğitim kurumunda (bir başka deyişle, medrese dışında) yetişmiş olan bir kimse, geleneksel yöneticilerden bambaşka bir insandır. Mektepli demek, az çok çağdaş, yani Avrupaî bir dünya görüşüne sahip kimse demektir. (Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki)

    Türk siyasi yaşamına 1908’den itibaren egemen olan kuşağın, öncekilere oranla “Batılı düşünce tarzına sahip” ve kültürlü bir zümre olduğu görüşü, genellikle herhangi bir kanıt gerekmeden kabul gören tezlerdendir. “Reform”, “çağdaşlık” ve “vatan kurtarma” tutkularını bu sosyal özelliklerine borçlu olan Jön Türk kuşağı, yaygın kanıya göre, dar görüşlü, cahil, tembel, alaturka, medreseli ve muhafazakâr bir Eski Osmanlı elitinin iktidarına son vermiştir.

    Jön Türk kuşağının kendi hakkındaki görüşlerine tekabül eden bu bakış açısı, tarihi olgularla bağdaşmamaktadır.

    Eski Osmanlılar ve Genç Türkler

    Konuyu objektif bir şekilde tartışabilmek için, Tanzimat sonrası dönemin Osmanlı siyasi elitleri ile Jön Türk seçkinlerini, eğitim süreci, kariyer ve “Batı görgüsü” açılarından karşılaştırmakta yarar vardır. Böyle bir karşılaştırma, 1908/1923’ten sonra Türkiye’nin başına gelenler hakkında, alışılmış olandan farklı bir bakış açısı sağlayabilir.

    Karşılaştırmaya geçmeden önce, incelememize esas olan verileri kısaca tanımlayalım.

    Son dönem Osmanlı siyasi eliti için vazgeçilmez değerdeki bir kaynak, İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın 1852’den sonra görev yapmış 37 sadrazamın ayrıntılı biyografilerini içeren Son Sadrazamlar adlı eseridir. Biz, Mustafa Reşit Paşanın yaşam öyküsünü de buna ekleyerek, incelediğimiz dönemi 1846’ya ve toplam sadrazam sayısını 38’e tamamladık.1 Sadrazamlar için tesbit ettiğimiz kariyer ve kültür özelliklerinin, aynı dönemde “sadrazamlığa aday görülen” ve “sadrazamlık umudu taşıyan” kişiler için de ana hatlarıyla geçerli olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla 1846-1922 dönemi üst düzey Osmanlı siyasi eliti hakkında oldukça tipik bir tablo elde ettiğimizi varsayabiliriz.

    Genç Türk deyimini, “1908 devrimi sırasında 40 yaşından daha genç olup, 1908-1923 yıllarının devrim olaylarında aktif rol oynayan kişiler” olarak tanımlıyoruz. Siyasi hayatta oynamış oldukları roller bakımından bu grup ikiye ayrılır: İttihat ve Terakki kadrosu, Milli Mücadele ve Cumhuriyet kadrosu. İki küme arasında yaş, eğitim, kariyer ve dünya görüşü düzeyinde ciddi bir farklılaşma tesbit etmek mümkün değildir. Çoğu birbirlerini şahsen tanırlar. Her iki dönemde Türk siyasetini yönlendirenler arasında 1876-1886 doğumlu harbiye, mülkiye, tıbbiye ve Galatasaray mezunları çok büyük ağırlık taşırlar. İttihat ve Terakki’nin ikinci kademe kadroları daha sonra Kemalist devrimin önderleri arasında bulunmuşlardır; İttihat ve Terakki döneminde ön safa çıkan genç liderlerin savaştan sonra tasfiye edilişine ise, bir fikir veya üslup veya kuşak ayrılığından çok, savaş ve yenilgi sorumluluğundan doğan siyasi yıpranmanın neden olduğu söylenebilir. Bundan dolayı sözkonusu iki kümeyi, ortak özellikler gösteren bir tek “Genç Türk grubu” olarak mütalaa etmekte bir sakınca görmüyoruz.

    I. Medrese eğitimi

    Osmanlı tarihinin hiçbir döneminde medreseli kesimin – ulemanın – devlet yönetiminin üst kademelerine hakim olmadığı, bilinen bir gerçektir. Tanzimattan sonra da bu durum değişmemiştir.

    Son 38 sadrazam arasında medrese eğitimi görmüş olanların sayısı 8 veya 9’dur. Bunlardan medrese eğitimini ikmal ederek ulema sınıfına intisap etmiş olan sadece bir kişidir (1873-74’te sadrazam olan Şirvanizade Rüşdü Paşa); ötekiler profesyonel eğitimlerini medrese dışında tamamlamışlardır. Keçecizade Fuad Paşa medreseden sonra tıbbiyeyi bitirerek doktor olmuş; Sadık Paşa medresede başladığı öğrenimini Paris’te tamamlamıştır. Mustafa Reşit, Mithat, Safvet, Sait ve Hüseyin Hilmi Paşalar, medresenin yanısıra, özel hocalar eliyle Fransızca ve başka konuları tahsil etmişlerdir.

    İlginç olan husus, Osmanlı siyasetinin en “Batılı” ve reformist sayılan şahsiyetlerinden birkaçının, medrese görmüş az sayıda sadrazamdan çıkmış olmasıdır. Medreseli sadrazamlar arasında, Osmanlı reformunun en önemli önderi Mustafa Reşit Paşa, Avrupai üslup ve zihniyetinden ötürü “Türkten çok Fransız” olmakla suçlanan Keçecizade Fuad Paşa, 1876 anayasasının mimarı olan Mithat Paşa, modern Türk eğitim sisteminin kurucularından biri olarak anılan Safvet Paşa, İstanbul Hukuk Fakültesinin kuruluşuna önayak olan Kadri Paşa dikkati çekerler.

    Bu ilginç olgunun nedenleri hakkında bir yorumda bulunamıyoruz. Medreseden gelme olanların, örneğin asker kökenlilere veya formel eğitim görmemiş olanlara oranla genellikle daha kültürlü ve “aydın” kişiler olmaları, muhtemel bir açıklama olarak düşünülebilir. (Birinci Büyük Millet Meclisinde Latince bildiği kaydedilen tek mebusun ulema – sarıklı – sınıfından olması da ilginçtir.) Ancak bu konuda kesin bir yargıya ulaşmak için gerekli verilerden yoksunuz.

    II. Batı görgüsü

    Son 38 sadrazamın 11’i, kısmen veya tamamen Batı Avrupa’da eğitim görmüşlerdir.

    Ahmet Vefik Paşa, Fransa’nın elit okullarından Louis-le-Grand lisesinde okumuştur (Voltaire ve Diderot aynı okulun mezunlarıdır; yine aynı lisede okuyan şair Charles Baudelaire’in Vefik Paşa ile dönem arkadaşı olması gerekir). Kölelikten sadrazamlığa yükselen İbrahim Edhem Paşa, toplam dokuz yıl kaldığı Paris’te maden mühendisliği yüksek okulunu bitirmiş; birincilikle aldığı diplomasından ötürü III. Napoleon tarafından ödüllendirilmiştir. İttihat ve Terakki bünyesinde iktidara geldiği halde, yaş ve zihniyet bakımından eski dönemin temsilcisi sayılması gereken Sait Halim Paşa, İsviçre’de beş yıl üniversite eğitimi görmüştür. Batı’da okuyan 11 sadrazamdan başka, bir sadrazam Yanya Rum lisesi, biri Bükreş ortaokulu mezunudur.

    Görev veya seyahat nedeniyle uzun süre Batı’da bulunmuş sadrazamların çokluğu da göze çarpar. 22 sadrazam (toplamın % 59’u), sadaret mevkiine ulaşmadan önce, altı ayı aşan sürelerle Batı Avrupa’da ikamet etmişlerdir. Bunlardan, elçilik ve benzeri üst düzey görevlerle Batı başkentlerinde uzun süre yaşayan 12’sinin, Batı’nın siyasi kurumlarını ve elit kültürünü yakından tanımaya fırsat bulmuş oldukları varsayılabilir. Tanzimat döneminin üç büyük siyasi liderinden Mustafa Reşit Paşa Paris ve Londra’da yedi yıl, Âli Paşa Viyana ve Londra’da altı yıl, Keçecizade Fuad Paşa Londra, Madrid, Lizbon ve St Petersburg’da yine altı yıl diplomatik görevde bulunmuştur. Bunlara ek olarak, o dönemde Batı etkilerine Türkiye’ye oranla daha açık bir ortamı temsil eden Mısır’da uzun süre yaşayan üç sadrazam (Yusuf Kâmil, Kâmil ve Ahmet Muhtar Paşalar) da zikredilmelidir. 2

    Yıllarca sefaret katipliği göreviyle Paris, Londra ve St Petersburg’da yaşayan Damat Ferit Paşa, Avrupa dönüşü “alafrangalıkta Frenkleri de geçmiş olmak” ve hatta “nutuklarında, yazılarında hep Yunan ve Latin darbımesellerinden ve hurafatından bahsetmek” ile suçlanmıştır. 3

    İttihat ve Terakki triumvirası (Talat, Enver, Cemal) ile 1920-1938 döneminin devlet ve hükümet başkanları arasında Avrupa’da okumuş olan kimse yoktur. Milli Mücadelenin ilk önderleri konumunda olan yedi kişiden hiç biri (Mustafa Kemal, İsmet, Rauf, Karabekir, Ali Fuat, Refet, Fevzi) Avrupa’da tahsil görmemiştir. İttihat ve Terakki merkez-i umumisinde yer aldığı bilinen iki düzineye yakın isim arasında Avrupa’da eğitim görmüş olan bir kişi (Mithat Şükrü), Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı döneminde herhangi bir bakanlıkta bulunan 47 kişi arasında ise altı kişi sayabiliyoruz (Bayur, Bozkurt, Günaltay, Kaya, Tek, Tengirşenk). Şüphesiz Jön Türk kuşağında Avrupa’da okumuş birçok yetenekli ve hırslı genç bulunur; ancak ilginçtir ki “Avrupa görmüş” olan Jön Türklerin birçoğu (örneğin Ahmet Rıza, Mizancı Murat, İbrahim Temo, Lütfi Fikri, Ali Kemal, Celaleddin Arif, Rıza Nur, Ahmed Ağaoğlu, Nihat Reşad Belger, Rauf Orbay), sonraları gerek İttihat ve Terakki gerekse Tek Parti rejiminin üst kademelerinden dışlanarak ya muhalefete düşmüşler, ya da marjinal görevlerle yetinmek zorunda kalmışlardır.

    Genç Türk ileri gelenleri arasında, üst siyasi makama gelmeden önce diplomatik görevle Batı’da altı ayı aşkın bir süre bulunmuş olan tek kişi Rauf Orbay’dır (İsmet İnönü, Rıza Nur ve Refik Saydam barış görüşmeleri vesilesiyle gittikleri Lausanne’da beşbuçuk ay kadar kalmışlardır).

    Genç Türk erkânının yaşadığı dönemde Avrupa’ya seyahatin önceki kuşaklara oranla daha kolay ve daha yaygın olduğu da, bu arada, belirtilmelidir. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan Şark demiryolu 1880’lerde hizmete girerek, daha önce birkaç hafta olan İstanbul-Paris yolculuk süresini üç-dört güne ve yolculuk maliyetini orta gelirli bir kişinin karşılayabileceği bir düzeye indirmiştir.

    Paris ve Londra’da geçirilen birkaç yılın, “Batı tipi” devlet okullarında okumaya oranla, çağdaş Batı uygarlığının değer ve kurumlarını özümsemekte daha etkili bir deneyim olacağı kabul edilmelidir. Yukarıdaki tablodan, Osmanlı sadrazamlarının Genç Türklere oranla “Batılı dünya görüşüne” daha açık oldukları sonucu çıkmaktadır.

    *

    İkinci düzeydeki siyasi şahsiyetleri bir yana bırakıp sadece “lider”leri ele alacak olursak, aradaki fark daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar.

    Tanzimat döneminin üç büyük siyasi önderinin (Mustafa Reşit, Âli ve Fuad Paşalar) üçü de altışar yılı aşkın sürelerle Avrupa’da yaşamışlardır. Birinci Meşrutiyetin siyasi lideri Mithat Paşa altı ay kadar Avrupa’da bulunmuştur.

    Talat ve Cemal Paşalar, iktidarı kesinlikle ele geçirdikleri 1913 yılından önce yurt dışında bulunmamışlardır. Enver ise 1909’da üç ay kadar Berlin’de askeri ataşelik görevinde bulunmuştur.

    Mustafa Kemal Paşa yaşamı boyunca toplam üç kez Batı ülkelerini ziyaret etmiştir:

    1910: Picardie manevralarında Türk ordusunu temsilen (süre belirsiz – birkaç gün)

    1917-18: Veliahdın maiyetinde resmi Almanya ziyareti (20 gün)

    1918: Viyana ve Karlsbad kaplıcalarında tedavi (birbuçuk ay)

    Paşanın 1913-14’te bir yıl askeri ataşe olarak bulunduğu Sofya’yı bir Batı kültürel merkezinden ziyade, bir Balkan taşra kasabası (1910 nüfusu: 102.000) olarak değerlendirmek daha doğru olur.

    İsmet İnönü, yaşamında ilk kez Lausanne görüşmeleri münasebetiyle yurt dışına çıkmıştır. Celal Bayar’ın 1937’de başvekâlete gelişinden önce yurt dışında bulunduğuna ilişkin bir kayıt yoktur.

    III. Kariyer süreci

    Osmanlı sadrazamlarının mesleki kariyeri dikkate değer bir tekdüzelik gösterir. 1846-1912 arasında görev alan 30 sadrazamın hemen hepsi yönetim hayatına önemli bir devlet adamının yanında kâtiplik ve yardımcılıkla başlamışlar; tercihan bir süre “Avrupa gördükten” sonra devletin birbirinden farklı birkaç şubesinde yöneticilik yapmışlar; en üst siyasi makama gelmeden önce ortalama ikişer kez değişik bakanlıklarda, birkaç kez valilik görevinde ve (bazıları) birkaç başkentte büyükelçilikte bulunmuşlardır. 30 sadrazamdan 26’sı, en yüksek makama gelmeden önce en az birer kez bakanlık VE en az bir vilayette valilik yapmıştır; 30 sadrazam arasında hiç bakanlık VEYA valilik yapmadığı halde sadrazam olan kimse bulunmaz. (Osmanlı vilayetlerinin bazılarının günümüzün bağımsız devletleri büyüklüğünde ve iç işlerinde geniş özerkliğe sahip birimler olduğu hatırlanmalıdır.)

    1908 devriminden sonra bu kariyer kalıbının sarsılmaya başladığı görülür. Tanzimat sonrasında hiçbir sivil devlet görevinde bulunmamış olduğu halde sadrazam olan ilk kişi, aynı zamanda tam 105 yıllık bir aradan sonra Türkiye’de askeri darbeyle iktidara gelen ilk kişi olan Mahmut Şevket Paşadır. 1913’te Babıali baskını sonucunda kurulan İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ilk başbakanı olmuş, birkaç ay sonra silahlı bir saldırı sonucu hayatını kaybetmiştir.

    Bu tarihten sonra (1918’de üç hafta sadrazamlık yapan Ahmet İzzet Paşa bir yana bırakılırsa), hiç sivil yönetim deneyi olmadığı halde Türkiye’nin başına geçen ikinci kişi Mustafa Kemal Paşadır. İktidarı ele aldığı 1919-20’den önce yalnızca askeri birlikler yönetmiş olan Mustafa Kemal Paşanın, devlet yönetimi konusundaki bilgilerini, daha çok kitaplardan veya gözlemlerinden elde ettiğini kabul etmemiz gerekmektedir.

    IV. Asker/sivil

    Osmanlı imparatorluğunun eski devirlerinde siyasete askeriye sınıfı egemen olmuştur. Bu durumun yeniçeri ocağının 1826’da tasfiyesinden kısa bir süre sonra sona erdiği anlaşılıyor.

    1846’yı izleyen dönemde başa geçen ilk 30 sadrazamın yedisi asker kökenlidir. Ancak bunların üçü (Mustafa Naili, Kıbrıslı Mehmet Emin, Mütercim Rüşdü Paşalar), askerlikten geldikleri halde kariyerlerinin erken aşamalarında sivil yöneticilik veya diplomasi mesleklerine yönelmişler, yıllarca valilik, elçilik ve bakanlık görevlerinde yetişmişlerdir. Askeri kariyerden az çok direkt bir şekilde üst siyasi mevkilere yükselen diğer dördünün (Damat Mehmet Ali, Esad, Hüseyin Avni, Cevad Paşalar) toplam sadaret süresi altıbuçuk yıldır.

    Askerlerin Türk siyasi yaşamındaki ağırlığının, İkinci Meşrutiyetle birlikte arttığı gözlenmektedir. 1912’yi izleyen on yılda sadrazamlık görevinde bulunan 10 kişiden beşi profesyonel askerlerdir. 1912’de ilk kez askeri bir darbe girişimi üzerine “partilerüstü” bir uzlaşı hükümeti kurmakla görevlendirilen Müşir (mareşal) Ahmet Muhtar Paşa, çağdaş Türk siyasetinde yer edinecek bir geleneğin yakın çağdaki ilk örneğini teşkil eder. Ertesi yıl iktidara gelen Ferik (korgeneral) Mahmut Şevket Paşa, yukarıda belirtildiği gibi, Türkiye’de 1808’den bu yana başarıya ulaşan ilk askeri darbenin temsilcisidir.

    Genç Türkler arasında ise askerler hakim konuma ulaşırlar. İttihat ve Terakki üst yönetimini oluşturan üç kişiden ikisi (Enver, Cemal) askerdir. Tek Parti rejiminin Birinci ve İkinci adamlarının her ikisi askerdir. Atatürk döneminde başvekil olan dört kişiden üçü (İnönü, Orbay, Okyar), ve CHP genel sekreterliği yapan üç kişiden ikisi (Arıkan, Peker) askerdir. Milli Mücadelenin ilk lider kadrosunu oluşturan yedi veya sekiz kişinin tümü askerlerdir. Atatürk dönemi bakanlarının üçte birden fazlası asker veya askeri tıp kökenlidir.

    Sonuç

    Yukarıdaki verilerden hareketle, şu sonuçlara varmak makul olabilir:

    1. Yeniçeri ocağının feshiyle birlikte Osmanlı siyasetindeki egemen konumunu kaybeden askeriye sınıfı, 1908’den itibaren yönetimdeki payını artırmıştır.

    2. Tanzimatın (1839-76) ve azalan oranda Abdülhamid döneminin (1876-1908), deneyimli ve “dünya görmüş” paşalarının yerini, giderek yerli okullardan mezun olan ve dış dünyayı az tanıyan bir kuşak almıştır.

    Yirminci yüzyılda Türk siyasi elitini etkisi altına alan ölçüsüz hamasetin kökenlerini, kısmen aldıkları eğitimin niteliğinde, kısmen devlet yönetimine girişenlerin siyasi görgü ve deneyim eksikliğinde aramak, yakın Türk tarihine ilginç bir bakış açısı sağlayacaktır.

    Tarihteki en büyük medeniyetleri Orta Asya Türklerinin kurduğunu iddia edenlerin, böyle bir kanıya, başka medeniyetler konusunda ayrıntılı bir bilgi sahibi olamadıkları için kapılmış olmaları uzak ihtimal değildir.

    Notlar

    1. Sözkonusu sadrazamlar, göreve ilk geliş tarihleri sırasıyla Mustafa Reşit, Âli, Damad Mehmed Ali, Mustafa Nailî, Kıbrıslı Mehmed Emin, Mütercim Rüşdü, Fuad, Yusuf Kâmil, Mahmud Nedim, Midhat, Esat, Şirvanizade Rüşdü, Hüseyin Avni, İbrahim Edhem, Ahmed Hamdi, Ahmed Vefik, Sadık, Safvet, Tunuslu Hayreddin, Arifî, Said, Kadri, Abdurrahman Nureddin, Kâmil, Cevad, Halil Rıfat, Avlonyalı Ferid, Hüseyin Hilmi, Tevfik, İbrahim Hakkı, Ahmed Muhtar, Mahmut Şevket, Sait Halim, Talat, Ahmet İzzet, Damad Ferid, Ali Rıza ve Salih Paşalardır.

    Mustafa Reşit Paşa, Tanzimattan sonra iktidara gelen “yeni kuşağın” ilk temsilcisi olması nedeniyle uygun bir başlangıç noktasıdır. Talat Paşa, tanımladığımız anlamda “Jön Türk” grubuna giren tek sadrazamdır. Sait Halim Paşa, İttihat ve Terakki bünyesinde iktidara geldiği halde, “Jön Türk” tanımımıza uymaz; nitekim fikir ve üslup açılarından da “Jön Türklerden” çok eski Osmanlı tipolojisine yakındır.

    2. Bir süre Avrupa’da yaşamış olan sadrazamlar (yurt dışında tahsil görenler yıldızla belirtilmiştir): Mustafa Reşit, Âli*, Kıbrıslı Mehmed Emin*, Mütercim Rüşdü, Fuad, Midhat, Esad*, İbrahim Edhem*, Ahmed Vefik*, Sadık, Safvet, Tunuslu Hayreddin*, Arifî, Kâmil*, Tevfik, İbrahim Hakkı, Ahmed Muhtar, Said Halim*, Ahmed İzzet*, Damad Ferid, Ali Rıza*, Salih* Paşalar. Kâmil Paşa’nın Oxford’da okuduğuna ilişkin iddiayı İbnülemin doğrulamamaktadır.

    3. İbnülemin, Son Sadrazamlar, s. 2081.

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-34

  32. Kemalist veya Anti-Kemalist
    Murat Belge

    CHP “Kurultay” yapacak gene. Muhalefet, Cumhurbaşkanı seçim stratejisini eleştirecek. Adayın anti-demokratik yöntemlerle seçildiği söylenecek vb., ama asıl sıcak konu, seçilen adayın “kimliği” olacak. CHP muhalefeti, CHP’nin “çağdaş bir parti” olma yolunun “daha Atatürkçü” olmaktan geçtiğini savunacak. “Atatürkçülük, ulusalcılık, laiklik” kavramlarını yanyana dizen bir söylem sunacak.

    Bunları düşünerek, geçen gün, Kemalizm’in Türk milliyetçiliğinin bir “version”u olduğunu yazdım. Başka mümkün (ve zaten varolan) “version”lardan ayırdedici özelliği “laiklik” konusunda ısrarıdır. Bu, öncelikle Fransa’nın “anti-klerikal” Aydınlanma’sından tevarüs edilmiş bir özelliktir. Örgütlü din, insanların zihnî gelişmelerinin yarım yamalak kalmasının sorumlusu olarak kabul edilir.

    “İdeoloji” terimi de Aydınlanma’nın “tepe noktası” diyebileceğimiz Fransa Devrimi’nin ertesinde icat edilmiş bir kavramdır. Başlangıçta olumlu bir anlamı vardı, çünkü Kilise’nin insanlara dayattığı dinî “dogma”ya karşılık “seküler” insan düşüncesini anlatıyordu. Ondokuzuncu yüzyıldan erken yirminci yüzyıla kadar dünyanın çeşitli yerlerinde “ilerici” aydınlar Fransa’dan yayılan bu “fikriyat”ı benimsedi ve onu bir eylem kılavuzu haline getirdi. Mustafa Kemal de bunlardan biriydi. Osmanlı’nın onca zaman dünyaya egemen olduktan sonra düştüğü zelil durum, Mustafa Kemal’e (ve bazı başka genç Osmanlı aydınlarına) göre dünyadan (yani Batı’dan) kopuk kalan İslâmiyet’in sorumlu olduğu bir durumdu. Dolayısıyla Türk milletini bu tutsaklıktan kurtarmak gerekiyordu. Onun için “bir tür laiklik” Kemalizm’in “özsel” bir parçası haline geldi.

    “Bir tür” diyorum, çünkü burada uygulanan “laiklik” falan değildir. Laiklik din ve devletin etkinlik alanlarının ayrılması ve birbirlerinin alanlarına müdahale etmemeleri demektir. Bu nedenle, iki özerk yapı öngörür. Mustafa Kemal’in bundan anladığı ise devletin dini kendi denetimi altına almasıydı. Bu aslında Osmanlı pratiğinden sanıldığı kadar farklı bir anlayış, bir örgütlenme şekli getirmiyordu. Ama bu yapıda devlet dine müdahale edebiliyor, “Müslüman olmak onu değil, bunu gerektirir” deme nihai hakkını elinde tutuyordu. “Neyi gerektireceği” de, Kemalizm’de her şeyin olduğu gibi, tamamen pragmatikti. Bu da, İslâm’a inanmakta devam eden kesimlerin beynini oynatan bir şeydi.

    Bu noktaya gelmişken “anti-Kemalizm” üstüne de birkaç şey söylemek istiyorum. Dünya ile zaten uzun boylu ilintisi olmayan Kemalizm’in Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunları çözecek bir anahtar da sunmadığını söylüyorum. Bu geçerli bir tesbitse, “anti-Kemalizm” de bu yüzyılda bundan farklı bir rol oynayamaz.

    Şimdi, evet, diyelim ki bir kesim insan var, bir başka kesim insanın hoşlanmadığı bir dizi iş yapıyor ve bunları yaparken habire “Biz bunları X öyle söylediği için yapıyoruz” diyor. Yapılanlara sinirlenirken, “o söylemiş” diye “X”e de sinirlenmemek sıradan insan zihninin kolayca başaracağı bir şey değil. Ama artık bu “sıradan”lıktan çıkmak ve olgunlaşmak gerekiyor.

    “Atatürkçülük” dediğimiz ideolojiyi seküler bir din haline getiren ve bundan eni konu bir “ritüel” çıkaran bir kesim var. Bu kesimle konuşup anlaşma imkânı da pek görmüyorum. Son analizde zamana bağlı bir “fenomen” sanırım. O zihniyeti yeniden üreten ideolojik araçlar çalışmaz hale gelince o da normalleşecektir.

    Eleştiriher şeyden önemli. Descartes’tan da yüksek sesle “Her şeyden şüphelen” diyebilirim. Ama Descartes gibi, şüphelenmenin yöntemli olması gerektiğine inanırım. Tapınma şüphe kaldırmaz, yöntemli de olamaz. Ama aynı şeyler nefret için de geçerli: çünkü bir çeşit “tapınma”nın ikizi bir çeşit “nefret”.

    Aynı zamanda bunlar, varolan somut, ciddi, karmaşık sorunlarımızı perdeleyen kavramlar haline geliyor. “Küresel ısınma için ne yapmalı?” ya da “globalizasyon yeni sömürü biçimleri getiriyor mu?” türünden yüzlerce soru var önümüzde; biz “Atatürkçü müsün?/ Anti-Kemalist misin?” diye soruyoruz.

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/murat-belge/kemalist-veya-anti-kemalist/30632/

  33. Resmi ideolojiyle ilgili güzel bir yazı -gerçi onların ideolojisi de aynı mantık, ama şu tespitleri önemli;

    Onlar okullarda paşaperestlik yapınca çok iyi, çok isabetli, çok doğru oluyor; Müslümanlar besmeleyle başlansın deyince öfkelerinden kendilerini kaybediyor, yeri göğü birbirine katıyor.
    Onlar resmî ideolojiyi İslama karşı bir anti-din olarak görüyor ve kullanıyor.
    Bütün insan hakları metinlerinde, sözleşmelerinde din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyet var. Onlar bunu kabul etmiyor, görmezlikten geliyor.
    Hiçbir vatandaş, resmî olsun veya olmasın herhangi bir ideolojiyi kabul etmek zorunda değildir ama onlar resmî ideolojilerini baskıyla, ikrahla, korkuyla kabul ettirmek istiyor.
    Almanyada Nazizm bitti… İtalyada Faşizm… Rusyada Marksist-Leninist ideoloji… İspanyada Frankizm… Portekizde Salazarizm… Ne Yugoslavya kaldı ne Tito ideolojisi… Arnavutlukta Enver Hoca bitti…
    Bizde hâlâ resmî îdeoloji var, paşaperestlik var.

    Bu adamlar ve kadınlar samimî midir? Çoğunun samimî olmadığına inanıyorum.
    Adeta tapındıkları Nazım’ı on beş yıl zindanda inleten bir ideolojiyi nasıl tutarlar?
    Komünistlere kan kusturan bir ideolojiyi tutan, yücelten komünist samimi midir, riyakar mı?
    Onların ideoloji faşisttir… Temel insan haklarına karşıdır… Din hürriyetini yok etmiştir… Çoğunluğa zulm etmiştir.
    Onların ideolojisi, Türkiyeyi Ortadoğunun Japonyası yapamamış, geri bırakmıştır.
    Onların ideoloji tam mânasıyla bir ideoloji bile değildir, ideolojimsi bir şeydir. Vecizeler, sloganlar…
    Paşalarının ölümünden sonra Dönmeler tarafından fabrike edilmiştir.
    Nazizm Faşizm bozuk ideolojiler idi ama ülkelerini imar etmiş, iktisaden yükseltmiştir.
    Paşa ideolojisi elden gidiyor diye yaygara kopartıyorlar.
    Armstrong “The Grey Wolf” adlı kitabının sonunda “Paşa öldükten sonra, onun hatırası diktatörlük yapmaya devam edecektir” diye yazmıştı…
    Bu ideolojiyi Paşa çıkartmamış, ölümünden sonra Dönmeler çıkartmıştır.
    Paşaizm insan haklarına aykırıdır… Demokrasiye aykırıdır… Hukukun üstünlüğüne aykırıdır… Millî kimlik ve kültüre aykırıdır…
    Evet, resmî ideoloji artık kaldırılmalı, özelleştirilmelidir.
    Paşaistler isterlerse siyasî parti kursunlar, serbest seçimlere girsinler ve kazanabilirlerse memleketi ve devleti idare etsinler.
    Lakin çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerini ayaklar altına almasınlar.

    Toplumsal barışı yıkarlarsa, enkazın altında kendileri de kalacaktır.

    http://www.haber53.com/resm-ideoloji-teroristleri_m18295.html