Kemal Erdem/AKP-Cemaat Çatışması ve Buzdağının Görünmeyen Kısmı

Kurdistan-post’tan alınmıştır.

Cum, 04/04/2014 – 12:34 Anonymous
AKP ve Fethullah Gülen Cemaati arasındaki kavga ve çatışma, giderek yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarının dışına taşan ve her iki kesimin geçmişte “Ergenekon Komplosu” çerçevesinde işlemiş oldukları cinayetlerin, katliamların ve kirli işlerin birbirlerinin üzerlerine yıkılmaya çalışıldığı bir çabaya dönüşmüş durumdadır.
Gülen Cemaati’nin AKP’ye saldırısının yolsuzluk ve rüşvet gibi, siyasi suikastler (örneğin Hrant Dink, Muhsin Yazıcıoğlu vs.) ile karşılaştırıldığında “en alt düzeyden” başlatılmasının bir anlamı vardır. Bununla birlikte RT Erdoğan ve AKP’nin de olayı bu çerçevenin dışına taşırmayan ve çatışmayı sadece illegal örgüt ve casusluk gibi ithamlar çerçevesinde tutan tutumunun da bir anlamı vardır. Her iki taraf ilk başlarda çatışmayı bu çerçevede tutmaya özen göstermiş ve birbirlerine dolaylı olarak şantaj yaparak bir uzlaşma anında en iyi pozisyonu elde etmek istemişlerdir.
Ancak her iki tarafın da adım atmaması ve birbirlerine daha sert karşılık vermeleri sonucunda, bir tür geri dönülemez nokta oluşmuş ve bu andan itibaren kavga ve çatışmanın çerçevesi yolsuzluk ve rüşveti aşarak, farklı olayları ve alanları içerisine almaya başlamıştır.
Aslında 17 ve 25 Aralık 2013 “Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu”ndan önce, 3 Aralık 2013′te AKP, Hrant Dink suikasti üzerinden Cemaat’e bir cephe açmıştı. 3 Aralık 2013 tarihli duruşmada Erhan Tuncel, RT Erdoğan ve AKP hükümetinin yanında yer alarak,Cemaat’in Emniyet içerisindeki iki önemli kadrosunun (Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer) Hrant Dink suikastini gerçekleştirdiğini belirterek, geçmişte her iki tarafın beraber gerçekleştirdikleri kirli işlerin birbirlerinin üzerine bırakılması siyasetini açıktan başlattı. Cemaat’in buna cevabı 17 ve 25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonları oldu.
Ancak Cemaat bu noktada insiyatifi AKP’ye bırakma taraftarı değildi. 18-19 Mart 2014 tarihinde Bugün TV’ye yaptığı açıklamalarda Ali Fuat Yılmazer, dezenformasyon ile karışık bazı doğru şeyleri itiraf eden bazı açıklamalarda bulundu. Hrant Dink suikasti konusunda yalan söyleyen ve Veli Küçük’ü işaret eden A.F. Yılmazer, “Ergenekon Komplosu” dosyalarının RT Erdoğan’ın onayından geçerek gerçekleştirildiğini itiraf etti. Aynı iddiayı Ocak ayının başlarında yazdığım bir makalede ben de iddia etmiştim. Bu makalede şöyle yazmıştım:
“‘Ergenekon Komplosu’ ile AKP-Cemaat ittifakı ilk elden sayılacak şu kirli eylemleri yapmışlardır: Şemdinli Umut Kitapevi bombalanması, Rahip Sontoro Cinayeti, Hrant Dink Suikasti, Zirve Yayınevi katliamı, Diyarbakır Koşuyolu ve Dershane Katliamı, Güngören Katliamı, Ergenekon, Balyoz ve birçok uydurulmuş darbe planlarının sahte belgelere dayanılarak hazırlanması ve bu temelde birçok kişinin suçlanması ve cezaevine atılması vs. Bütün bu eylemler Cemaat tarafından pratiğe geçirilmeden önce, eylem dosyası Erdoğan’ın onayından geçiyordu. Erdoğan hiç utanıp ve sıkılmadan Hrant Dink’in öldürülme emrini verdikten sonra,onun eşi ve çocuklarının yanına giderek baş sağlığında bulundu. Bu eylemler aynı zamanda tamamen kamuoyunu aldatmaya dönük olup,bu aldatma aracılığıyla aynı zamada “kamuoyu imal” edilerek siyaseten “haksız kazanç” elde etme amacı da güdülüyordu.” (Kemal Erdem, Ergenekon Komplosu ve AKP-”Cemaat” İttifakı)
Bu satırları yazdıktan iki ay sonra, RT Erdoğan’ın “mesai arkadaşı” AF Yılmazer, Ergenekon ve Balyoz dava dosyalarının Erdoğan’ın onayından geçtiğini ve Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un ise özellikle Erdoğan tarafından tutuklanmasını istediğini belirtti. Ergenekon Komplosu’nun mantığı kavranıldığı zaman ve bu komploda bir zamanlar AKP ve Cemaat’in birlikte rol aldıkları anlaşıldığı zaman, olayların gelişiminin AF Yılmazer’in belirttiği gibi olması kendiliğinden anlaşılır.
AKP ve Cemaat, Ergenekon Komplosu çerçevesinde bir araya geldikleri zaman, ordunun bastırılması ve tamamen siyasal iktidarın ele geçirilmesi noktasında anlaşmalarına karşın, ordunun bastırılmasından sonra iktidarın taraflar arasında nasıl bölüşüleceği noktasında ya bir anlaşma yapmamışlar ya da birbirlerine yalan söylemişlerdir.
Görünen odur ki Cemaat, orduya vurulacak darbeyi AKP’yi zayıflatma stratejisi ile birbirine bağlayarak, AKP’yi siyasal iktidarı tam ele geçirmek için “rampa” olarak kullanmak istemiştir. Bunu farkeden Erdoğan ve AKP, 2010 yılının başlarından itibaren giderek Cemaat ile arasına mesafe koymaya başlamış ve daha sonra özellikle 2012 yılından itibaren ordunun üst kesimlerinde kendisine müttefikler aramaya başlamıştır.
AKP, Cemaat ile kavgasında çok ince bir siyaset izlemektedir. Ordunun AKP ve Cemaat’i birbirine düşürme siyasetine karşılık AKP, ordu ile Cemaat’i birbirine düşürmek isteyen bir siyaset izlemektedir. Böylece her ikisinin kavgasından kendi stratejik konumunu güçlendirmek istemektedir. Cemaat’in Yargı ve Emniyet aracılığı ile emekli ve muvazzaf subayları içeri almasına karşılık, bunların kurtarılmasını devlet içerisinde kendi siyasal ve idari gücüne bağlamaya çalışmıştır/çalışmaktadır. Böylece Erdoğan ve AKP, emekli ve muvazzaf subaylara Cemaat’in baskısından ancak kendi siyasi ve idari gücü ile kurtulabileceklerini ve de kendileri ile işbirliği yaptıkları ölçüde bunu elde edebilecekleri mesajını yollamışlardır.
Biz yine konumuza dönersek eğer, bugüne kadar ortaya dökülenler yine de buzdağının sadece görünen kısmıdır. Son dönemlerde ortaya dökülen kasetlerden Buzdağı’nın görünmeyen kısmı ile ilgili bazı tahminler yapma olanağı doğmaktadır. Mart ayının son günlerinde ortam dinlemesi aracılığı ile gerçekleştirilen ve medyaya düşen bir ses kaydı, Genelkurmay, Dışişleri ve MİT’in Suriye’ye girmek için bir provokasyon üzerinde çalıştıklarını ortaya koydu. Devletin üst düzey kadrolarının vermiş olduğu tepkiden (kaldı ki yalanlanmadı, doğrulandı) bu olayın doğru olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Suriye’ye girme planları yapması, bizim daha önce Barış Süreci üzerine yaptığımız değerlendirmeleri doğrulamaktadır.
Bu noktayı kısaca açalım.
AKP kurulduğu günden bugüne hep politik aldatmaya başvuran bir politika izledi.Bu politik aldatmayı ABD’den AB’ye, Genelkurmay’dan CHP, MHP ve Gülen Cemaati’ne ve Barış Süreci’nde de PKK ve BDP’ye kadar uzanan geniş bir cephede yaptı. AKP liberal politikaları, kendi asıl amacını gizleyen (Milli Görüş’ün ılımlı İslam devleti) ve perdeleyen ve de bu temelde kendi karşıtlarını bölen bir örtü olarak kullandı.
AKP aynı politik aldatmayı Entegre Strateji adı altında Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı da uygulamak istedi. Barış Süreci’ni İmralı’da Abdullah Öcalan ile birlikte başlatan RT Erdoğan, görünürdeki “barışçıl” politikanın arkasına PKK’yi imha ve bastırma stratejisini sakladı. Barış Süreci ile birlikte Kürdistan’da savaş kesintiye uğramadı sadece yönü değişti. Savaş Kuzey Kürdistan’dan Batı Kürdistan’a (Rojava) kaydı ve Türkiye Müslüman Kardeşler ve El Kaide’ci örgütler aracılığı ile burada Kürt halkına karşı bir katliam savaşı yürüttü. Kürt halkının bu katliamdan (ki bu risk hala daha vardır) kurtulması, Öncü’sü aracılığıyla halkın genel seferberliği sayesinde mümkün olmuştur.
Barış Süreci’nde AKP hükümeti, Suriye’ye girmek ve burada Kürt halkının direnişini ezmek için birçok provakasyona başvurdu. Ama bunlardan iki tanesi Türkiye ve müttefiklerinin “parmak izlerini” taşıması bakımından oldukça ilginçtir. Bunlar Reyhanlı terör saldırısı ve Guta’daki kimyasal saldırıdır. Bu iki saldırı, Suriye’ye askeri müdahale için uluslararası kamuoyunu ikna etmek için Türkiye’nin içinde bulunduğu bir grup devletin bir provokasyonu olarak gerçekleştirilmiştir.
Reyhanlı terör saldırısı, Barış Süreci’nin başlarında, ABD ve AB’nin Türkiye’den demokatik reformları gerçekleştirmesi beklentilerinin olduğu ve Suriye’ye karşı askeri operasyon seçeneğini ortadan kaldırdığı ve Suriye noktasında Rusya ve müttefikleri ile anlaştığı bir sırada yaşandı. RT Erdoğan’ın ABD ziyaretinden beş gün önce gerçekleşen Reyhanlı terör saldırısının, PKK’nin 8 Mayıs tarihli resmi çekilme takviminden üç gün sonra gerçekleşmesi ilginçtir. AKP üzerinde ABD’nin baskısını kurmak isteyen PKK’nin geriçekilme hamlesine, AKP hükümeti görünen odur ki Reyhanlı terör saldırısı ile karşılık vererek hem Barış Süreci’nin siyasi profilini düşürmüş hem de ABD’ye Suriye’ye askeri müdahale noktasında baskı yapmak istemiştir. Böylece Erdoğan’ın ABD ziyaretinin gündemi Barış Süreci’nden Suriye’ye askeri müdahaleye kaymıştır. Ancak ABD bu provokasyonu görmüş ve Erdoğan’ı eli boş göndermiştir.
Reyhanlı’daki terör saldırısından sonra kaleme aldığım bir makalede şöyle yazmıştım:
“Türkiye’nin PKK kuşatmasının biçimi değişmiştir (değişen koşullardan dolayı) ama içeriği yani politik hedefi (PKK’yi imha) pek değişmemiştir.
Türkiye’nin Suriye politikası PKK’yi kuşatma ve ezme politikasının en önemli halkasını oluşturmaktadır. Bundan dolayı Suriye’de işbirlikçi bir devletin ve hükümetin ortaya çıkması Türkiye açısından hayati bir önemdedir. Türkiye bu politik unsurları da Müslüman Kardeşler’den El Kaideci gruplara kadar olan politik yelpaze aracılığı ile elde etmeye çalışmaktadır. Özellikle Rojava’da PYD’nin güçlenmesinin ve gelecekte Suriye devleti içerisinde önemli bir yer ve konum elde etmesinin önüne geçmek için El Kaideci grupları desteklemekte ve onun üzerine salmaktadır.
Türkiye PKK’nin Güney Kürdistan’a çekilmesinden sonra Suriye’deki El Kaideci gruplar ile Suriye üzerinden; Güney Kürdistan Federe Yönetimi ile Güney’den ve İran ile de anlaşarak Doğu’dan onu çevirerek PKK’ye büyük bir askeri darbe vurmayı planlamaktadır ve bu noktada Türkiye Suriye’deki El Kaideci gruplara bağımlı hale gelmiştir.
İşte Reyhanlı saldırısının faillerini bu politik çerçeve içerisinden çıkarmak mümkündür.
(…)
ABD’nin Ortadoğu’da stratejik önceliği İran’ın kuşatılması politikası ile bağlantılı olarak Türkiye’nin PKK ile ateşkese denk gelecek bir uzlaşmasıdır. Bu politika hem hükümet üzerinde reform baskısını arttıracak ve reformlar yaptıkça da Türkiye daha fazla ABD-AB blokuna yaklaşarak İran ve radikal islami hareketlerden uzaklaşmış olacak hem de dolaylı olarak Türkiye ve PKK’nin İran’ın kuşatılmasına katılması anlamına gelecek. Bu politikanın Suriye’deki yansıması ise gelecekte Federatif Suriye’de PYD’nin önderliğinde Irak’ta olduğu gibi Kürtlerin iktidar ortağı olmasının kabul edilmesidir. Kürtlerin ulusal taleplerinin belirli bir noktaya kadar tatmini ile ABD’nin bölgesel politikaları arasında bir bağlantı vardır ve bu bağlantı Türkiye ile ABD arasında bir sürtüşme nedeni olmaktadır.
ABD Türkiye ile PKK arasındaki ateşkesi Suriye’deki rejim değişikliğinin önünde tutmaktadır ve bu noktada Türkiye’ye AB ile birlikte diplomatik baskı yapmaktadır. Bu politika aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’de El Kaideci gruplar ile ilişkisini kesmesini de öngörmektedir.Ama Türkiye PKK’yi kuşatma ve bastırma politikasını tamamen yokeden bu politikaya direnmektedir.
Reyhanlı’daki terör saldırısı ya direk TC devletinin organize ettiği ya da El Kaideci grupları kullanarak gerçekleştirdiği bir eylemidir. Yine bir başka olasılık da Suriye’deki El Kaideci grupların ABD’nin baskıları karşısında kendilerini gözden çıkaracak bir AKP hükümetine bir gözdağıdır ki,bu da AKP’nin Suriye politikasının sonucudur.” (Kemal Erdem, Reyhanlı Terör Saldırısı ve AKP Hükümeti)
Aynı uluslararası provakasyonu Şam yakınlarında bulunan Guta’daki kimyasal saldırıda da görmekteyiz. ABD’nin Suriye’de Rusya ile uzlaşmasından memnun olmayan bir devletler grubu (AKP Hükümeti, Katar ve Suudi Arabistan) Guta provokasyonu ile Suriye’ye askeri müdahalenin önünü açmak istemişlerdir ya da daha doğrusu bu askeri operasyonu uluslararası topluma kabul ettirmek istemişlerdir. Yine bu olaydan sonra kaleme almış olduğum bir makalede de şöyle yazmıştım:
“Suriye’de hemen bir rejim değişikliğinin ABD ve Batı’nın işine yaramayacağını çok kısa bir zaman önce ABD Genelkurmay Başkanı, Kongre’ye gönderdiği bir mektupta açıkça belirtti. Bugün bir rejim değişikliğinde en çok yarar sağlayacak unsurlar El Kaide’ci Selefist gruplardan Müslüman Kardeşler’e kadar uzanan ve Batı ile de pek fazla ortak çıkarları ve değerleri olmayan hareketler olacaktır. Kaldı ki Mısır’da görüldüğü gibi bu sonuncular dahi kendi aralarında anlaşamamaktadırlar.
Suriye’deki El Kaide’ci grupları Suudi Arabistan desteklemektedir ve finanse etmektedir. Suudi Arabistan olası bir rejim değişikliğinde bu Selefist gruplar aracılığı ile Suriye iç politikasında nüfuz sahibi olmak istemektedir hatta Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) içerisindeki Müslüman Kardeşler’in fazla güçlenmelerini dahi istememektedir. Çünkü Mısır’da da görüldüğü gibi Müslüman Kardeşler’in önderlik ettiği bir hareket Suudi Arabistan’da da gelişebilir ve bu ülkenin halkına örnek olabilir. Böylece kısa ve orta vadede Müslüman Kardeşler hareketi, Suudi Arabistan’da Suudi Hanedanı’nın saltanatını yokedecek bir hareketi tetikleyebilir.Bütün bölgeyi saran bir değişim hareketinden Suudi Arabistan’ın uzun zaman etkilenmeden kalması mümkün değildir. Onun için Suriye’de, Suudi Arabistan Selefist grupların zayıflamasını ve bu temelde Müslüman Kardeşler hareketinin fazla güçlenmesini istemez.Suudi Arabistan bir yandan Şii hilalini durdurmaya çalışırken öte yandan da tehditin “ılımlı islam”a kaymasını istememektedir.
(…)
Suriye’de Selefist El Kaide’ci grupları destekleyen ve finanse edenin Suudi Arabistan olduğu herkesçe bilinmektedir.ABD’nin bu terörist gruplar ile arasına mesafe koyması ve bu temelde Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinde baskı uygulaması,bir yandan Suriye’de Suudi nüfuzunun kırılmasına neden olurken,öte yandan Türkiye’nin PYD ve PKK politikasını sekteye uğratmaktadır.Bundan dolayı Türkiye,Suudi Arabistan ve El Kaide’ci gruplar, ABD ve Batı’nın Suriye politikasına direnmektedirler ve de Guta’daki kimyasal terör saldırısı,birincilerin ikincileri kendi politikalarına çekmek için uygulamış oldukları bir provokasyondur.
Bu terör saldırısını organize eden Türkiye,Suudi Arabistan ve El Kaide’ci örgütlerin amaçlarını kısaca şöyle değerlendirebiliriz:
1-Bu ülkeler Suriye’de kendi nüfuzlarını azaltan politika değişikliğine karşıdırlar ve böyle bir değişikliği kabul eden ABD önderlikli Batı’ya direneceklerini ve bölgede başka sorunlarda (özellikle İran) kendilerine büyük bir fatura çıkaracaklarını dolaylı olarak göstermektedirler.
2-Bu saldırı ile bu ülkeler,ABD ile Rusya’nın birbirine fazla yaklaşmasını önlemek ve Esad rejiminin politik ömrünü uzatan politikaları torpillemek istemektedirler.Esad rejiminin politik ömrünün uzaması bu ülkeleri korkutmaktadır.Bu ülkelerin nüfuzunun azaltıldığı bir muhalefet hareketi oluşturmak isteyen ABD,istediği hareketi yarattığı ölçüde Suriye’de Türkiye ve Suudi’lerin dayandığı El Kaide’ci hareketleri tasfiye edecektir.Bundan dolayı Türkiye ve Suudi Arabistan bu yeni muhalif hareket oluşmadan rejimin düşmesi taraftarıdırlar.
3-Türkiye ve Suudi Arabistan bu terör saldırısı ile ABD ve Batı’ya,eğer kendi nüfuzları Suriye’de azaltılmaya çalışılırsa,bölgede ABD’nin liderliğini izlemeyebileceklerini ve farklı politik kombinezonlara ve arayışlara girebilecekleri mesajını da vermeye çalışmışlardır.”
(Kemal Erdem,Suriye’de Kimyasal Silahı Kim Kullandı?)
Mart ayının son günlerinde sosyal medyaya düşen ve devlet tarafından yalanlanmayan ses kayıtlarından sonra sorulacak en önemli soru, Türkiye’nin hükümet ve devlet olarak ne düzeyde Reyhanlı ve Guta ve de benzeri terör saldırılarının içerisinde yeraldığıdır.
Türkiye’nin Suriye’de kendi ajanları ya da El Kaide’ci işbirlikçileri kullanarak Türkiye’ye saldırı planlaması ve böylece Suriye’ye savaş ilan ederek girmesinin asıl amacı, Rojava devrimini boğmak ve burada katliam ile karışık bir imha siyaseti izlemektir. Türkiye’nin Beşar Esad rejiminin zalimliğini öne çıkarması politik aldatmadan başka bir şey değildir. Beşar Esad rejimine karşı çıkıyor görünerek Rojava devrimini ezmeyi planlamaktadır.
Ancak buzdağının görünmeyen kısmı sanıldığından daha da büyüktür.
Ergenekon Komplosu’nun mantığı iyi kavranıldığı ve bu komplonun başlangıcının 1999′a kadar uzandığı anlaşıldığı zaman, o günden bugüne kadar olan zaman dilimi içerisinde gerçekleşen bazı terör ve siyasi olayların gerçek faillerini belirlemek mümkündür. Bu noktada olayların mantığının daha iyi anlaşılması için Ergenekon Komplosu’nu iki kısma ayırmak gerekir ya da daha doğrusu iki tane Ergenekon Komplosu’nun olduğunu bilmek gerekir:
1- Birinci Ergenekon Komplosu Mart 1999′dan (Fethullah Gülen’in ABD’ye gidişi ile başlar) 2003 Kasım’ında El Kaide’nin üzerine atılan ancak gerçeklikte AKP-Cemaat ittifakının parmak izlerini taşıyan İstanbul terör saldırılarına kadar uzanan zaman dilimini kapsar.
2- İkinci Ergenekon Komplosu ise Kasım 2005′te Şemdinli bombalama eylemi ile başlar ve günümüze kadar uzanır.
İkinci Ergenekon Komplosu için daha önce kısaca ele aldığım “Fethullah Gülen Cemaati ve AKP’den Devlete Büyük Komplo” adlı makaleme bakılabilir. Birinci Ergenekon komplosu ise, başlı başına ayrı bir makale konusudur. Ama okuyucu Buzdağı’nın görünmeyen kısmının bu kadar olduğunu sanıyorsa fena halde aldanıyor.
AKP-Cemaat ittifakının pislikleri ve rezillikleri o kadar çoktur ki yazmakla bitmez. Bir başka rezillik de Münevver Karabulut cinayetidir. Üstelik de son günlerdeki rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarını yakından ilgilendiren bir yana sahiptir. Münevver Karabulut cinayeti aracılığıyla malum ittifak, Garipoğlu Holding’e komplo kurmuş ve siyaset-medya-polis-yargı dörtgeniyle Garipoğlu ailesini linç ederek ve TMSF aracılığıyla mallarına el koyarak bizzat haydutluk yapmıştır.
Cem Garipoğlu’nun Münnever Karabulut’u öldürdüğü konusu şüphelidir. Benim açımdan da pek inandırıcı değildir. Emniyet İstihbaratı elinde bulunduran AKP-Cemaat ittifakı, bu dava üzerinden Garipoğlu ailesini tamamen çembere alıp linç ederek üç ay sonra da mallarına TMSF aracılığıyla el koymuştur. Cem Garipoğlu’nun Münevver’i öldürecek hiçbir geçerli ve mantıklı nedeni yoktur. Bu dava ile Erdoğan’ın yakından ilgilenmesi oldukça ilginçtir.
Bu olaydan sonra TMSF’nin el koyduğu Garipoğlu şirketleri çok ucuz fiyatlar ile yandaş kişilere peşkeş çekilmiş ve adeta paramparça edilmiştir.
Yine 2009 yılı Cem Uzan’ın da tehdit edilerek Türkiye’den kaçırıldığı yıldır.
Türkiye’de bazı şirketlere ve holdinglere yapılan ve çoğu psikolojik harekatla karışık olan saldırıların altında “Yeşil Sermayeyi Türkiye’nin Büyük Sermayesi Yapma” stratejisi yatmaktadır.
Buzdağının görünmeyen kısmı aslında bir zamanlar AKP-Cemaat ittifakının adım adım tamamen kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak gerçekleştirdikleri bir darbeden başka bir şey değildir. Bugün ortadan kaldırıldığı iddia edilen kuvvetler ayrılığı pratikte 2005 yılına gelindiğinde zaten ortadan kalkmıştı. Şayet böyle bir durum olmamış olsaydı Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarının ortaya çıkması ve sürmesi mümkün olmazdı.
AKP-Cemaat ittifakı, “darbecilerle mücadele görünümü altında darbe yapmışlardır.” Sorunun bütün özü budur.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

2 Yorumlar

  1. Çok ilginç… Çok ilginç….
    Gidiyor, “salakça” oy kullanıyoruz… Adamlar ne’ler planlıyor, yapıyor…
    “Salakça” gitmiyor oy kullanmıyor, sandık başlarında sabahlamıyor, o süreçte her bir an’da yapılacak “hırsızlığı” önlemeye çalışmıyoruz ama bu sırada bu bizim çok “ilkeli” duruşumuz ile yüzlerce insan, çocuk katlediliyor… (Savunmamız var elbette; olabilir, her zaman bu işler böyledir…)
    Literatürü bilmiyorum; var mı böyle bir terim… Anarşist Hümanizm… Olması gerekli….
    Öncelikli ilke kötülükleri, cinayetleri önlemek’tir… onrası, sonradır! “Oy kullanmamak” bu amaca hizmet ettiği kadar öncelik alabilir!
    Hem emperyal ve taşeronlarının cinayetlerini önlemek, hem de bu cinayetlerini meşrulaştıran seçimlerinide figüran olmamak! Ama olasıysa eğer, bu “sandığın” meşrulaştırdığı cinayetleri en başında aynı sandığa gömmek!
    Ezberci, şabloncu siyaset yalnızca Stalinistlere değil, her siyasete özgü bir kolaycılık sanırım…

  2. devrim karasansar

    %50 si komplo teorileriyle dolu vasat bir yazı.garipoglu cinayeti itiraf etti örneğin…