Fikret Başkaya/Üretmek, tüketmek, yok etmek!

 

 

Neoliberal küreselleşme çağında tüm toplumlar daha çok üretime ve daha çok tüketime kilitlenmiş durumda. Üretim artarsa, ekonomi büyürse işlerin yoluna gireceği söyleniyor. Lâkin her üretim artışının sonunda beklenen sonuç ortaya çıkmıyor, işler daha da sarpa sarıyor. Kapitalist ürettiğine değil, üreteceğine bakar. Gözü ürettiğini görmez. Onu önündekine değil de ilerdekine, gelecektekine baktıran da çılgın rekabettir. Aslında kapitalist, “ileriye doğru kaçmaya mahkûm” bir bireydir ve bu yüzden de bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye mecbur eder. Zira daha çok üretemez ise, daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyamaz ise, toplam artı-değerden daha büyük pay alamaz ise, rakipler tarafından yutulur, alan dışına itilir, yarışı kaybeder. Tabii daha çok üretmek de, daha çok satmakla mümkündür. Kapitalizm koşullarında bu işi başarmanın yolu, kapitalizmin kendi suretinde bir insan yaratmasından geçiyordu. Ancak o zaman insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak mümkün olurdu. Şimdilerde çok sayıda gereksiz, dahası zararlı şeyin üretiliyor ve satılıyor olmasının sırrı orada yatıyor.

 

Bir insan ihtiyacı olmayan şeyleri satın almaya, her seferinde daha çoğunu satın almaya nasıl ikna edilebilir? Eğer refahın ve mutluluğun daha çoğa sahip olmaktan geçtiğine inanırsa… Refah ve mutluluğa ulaşmanın daha çok maddi şeye sahip olmaktan geçtiğine dair bir yanılsama içindeyse. Tabii, kapitalizm dahilinde herkesin üretilen ve satılan her şeye sahip olması mümkün değildir. Zira birilerinin (azınlığın) daha çoğa sahip olması için, başkalarının (çoğunluğun) satın alamaz duruma getirilmesi gerekiyor. Sistemin işleyişinin bir sonucu olarak, zenginlik giderek küçük bir grubun elinde toplanıyor. Çoğunluk yeterli bir gelire ve dolayısıyla satın alma gücüne sahip olamıyor. Netice itibariyle, toplum çoğunluğu sürecin dışına atılıyor. İşte üretimin her seferinde “lüks mallara”, gereksiz ve zararlı şeylere yönelmesinin, insanların da ihtiyaçları olmayan şeyleri satın almasının sebebi bu. Ve sonuç ortada: Bir tarafta en hayati ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olan, açlıkla, yoksullukla cebelleşen, sefalet ortamına itilmiş milyarlarca insan, diğer tarafta dünyanın zenginliğine el koyan ve yön veren dar bir küresel oligarşi ve çevresi ve onu taklit edebilen bir küresel orta sınıf…  İşte “büyüme”, “kalkınma”, “ilerleme”, “demokrasi’, “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “insan hakları”, vb. dedikleri böyle bir şey…

 

Fakat hepsi bu kadar değil,  aşırı düzeyde zenginlik ve yoksulluk üreten ve aradaki uçurumu derinleştiren bu süreç, bir de ekolojik bozulmaya neden oluyor. Başka türlü ifade edersek, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atacak düzeyde canlı yaşamın temelini aşındırıyor. Her geçen gün sosyal mahiyetteki sorunlar büyüyor, ekolojik riskler derinleşiyor ve insanlara “ilerde” işlerin yoluna gireceği” söyleniyor… Ve hedef ufukta bir çizgi gibi uzaklara kayıyor… Küresel oligarşinin adamları ve onların uzantıları ve müttefikleri olan “yerel” mülk sahibi sınıfların sözcüleri, “yoksulluğun kökünü kazımaktan” söz ediyorlar. En son verilen tarih 2015’ti ve 6 ay sonra doluyor. Lâkin vaad edilen sürede yoksulluk daha da artmış bulunuyor. Hem neoliberal çılgınlık, saldırganlık ve küstahlık pupa-yelken yol almaya devam edecek, her şey özelleştirilecek, metalaştırılacak, parayla alınır-satılır hale gelecek ve hem de yoksulluğun kökü kazınacak! Bu, insanlarla alay etmek değil midir? Eğer gerçekten yoksullukla mücadele diye samimi bir kaygı olsaydı, açlık 6 ay içinde insanlığın gündeminden çıkardı. Zira dünyada akıl almaz bir “zenginlik” stoku var. Ve yapılacak iş de çok basit… Nasıl, bir zamanlar kölelik yasaklanmıştı, o zaman hemen yoksulluğu da yasaklarsınız, aşırı gelir dağılımı adaletsizliğine son verirsiniz, olur- biter. Herkesin olan, hepimizin olan, toplumdan gasp edilen, asıl sahiplerine iade edilir!  Birilerinin yoksulluğu, başkalarının herkese ait olana ve olması gerekene el koymasının sonucu olduğuna göre… Daha önce de yazdım, eğer dünyadaki zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda 6840 euro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar [yaklaşık 95 760 TL] düşecek demektir…  Öyleyse neden yoksullukla mücadele söylemi hep gündemde? Böylece küresel oligarşi ve bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri kendi konumlarını “meşrulaştırmak” istiyorlar. Asıl amaç asla yoksullukla mücadele değil… Amaç oyalamak için aldatmak… Bu nedenle, “yoksullukla mücadele söylemi” yoksullar cephesini değil, zenginler taifesini angaje ediyor!

 

Aşırı üretim ve tüketime endeksli geçerli neoliberal kapitalist işleyiş, akıl almaz bir israf ve yok etmek anlamına geliyor. Sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, satın alınan malların ve hizmetlerin sürekli yenilenmesi ve yenilenme hızını artması gerekiyor. Bu amaçla da   reklamlar devreye sokuluyor. Tabii medyanın ve moda endüstrisinin rolünü de unutmamak gerekir. Aksi hale sistemin işlerliği mümkün olmazdı. Satın alınan şeyler, eskimeden kullanımdan düşüyor, normal ömrünü doldurmadan çöpe atılıyor.  Bu amaçla modeller sürekli olarak yenileniyor. Ürünlerin, eskime/demode olma ömrü önceden, üretim aşamasında programlanıyor. Bir ürünün ne kadar zamanda kullanılamaz hale geleceğine üretici şirket karar veriyor. Buna “programlanmış eskime” deniyor… Bir insanın sapa sağlam bir aleti, kullandığı bir nesneyi atıp, yenisini alması, bu tür bir saçmalığa tevessül edebilmesi ancak düşünme yeteneğini yitirdiğinde, sorumluluk duygusundan arındığında mümkündür. Yedek parça üretimi bilinçli olarak savsaklanıyor ve yedek parçaya ulaşım zorlaştırılıyor. Dört yaşındaki arabasını yenileyen birine: “Neden böyle bir şey yaptığını” sorduğumda, “bundan sonra çok masraf çıkarır…” cevabını vermişti… İnsanlar öyle bir reklam bombardımanı altında, öylesine reklam kölesi olmuş durumdalar ki, elindekini atıp yenisini almadan edemiyor…  Buna çöpe atma-satın alma refleksi de diyebilir siniz… Yani tam bir “şartlı refleks hâli”! Her yıl cep telefonunu değiştirmenin mantığı nedir? Her üç-dört yılda yeni bir araba satın almak ne anlama geliyor? Kapitalist sistem insanı insanlıktan çıkarmış durumda. Yepyeni pencere perdeleri neden değiştirilir? Ortalama insan, artık ne yaptığını, yaptığının ne anlamıma geldiğini bilmiyor. Bir şey üretmek için hammadde, enerji ve emek gerekir ve bir şeyi kullanım ömrü dolmadan çöpe atmak, hammadde, enerji ve emek israfı demektir. Daha da ötede doğayı kirletmektir. Her yıl çoğu plastik su ve süt şişesi olmak üzere doğaya 260 milyon ton plastik atık (çöp) atılıyor. Bir plastik torbanın ortalama kullanım zamanının 12 dakika olduğu tahmin ediliyor, lâkin toprakta çözülebilmesi için 400 yıl gerekiyor… Ve yerin altından çıkarılan madenler, enerji kaynakları, topraklar, vb. sınırsız değil. Bu tempoyla kullanım devam ederse [zira genel eğilim daha da artacağını gösteriyor], bu saçmalık daha ne kadar sürdürülebilir ?

 

O halde bu sefil durum nasıl mümkün oluyor? Değirmenin suyu nereden geliyor ve yapılanın anlamı nedir? Malûm, üretmek ve tüketmek aynı zamanda yok etmektir… Emperyalist oligarşinin ve “yerli oligarşilerin” bu şımarıklığı ve hovardalığı, şimdilerde Güney denilen dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerin doğal kaynaklarının ve emeğinin aşırı sömürüsü ve yağması sayesinde mümkün oluyor. Ve bu yeni ortaya çıkmış bir durum da değil… Kristof Kolomb’un macerasına kadar gerilere gidiyor. Eğer yoksul ülkelerin madenlerine, enerji kaynaklarına, emeğine, tarım ürünlerine, emperyalist devletler ve onların çokuluslu şirketleri tarafından yok pahasına el konmasaydı, bu günkü üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? Gardroplar yılda bir kaç defa yenilenir miydi, cep telefonları, araba modelleri, vb. bu kadar hızlı değişir miydi?  Bir cep telefonunun bir buzdolabından daha çok enerji tükettiğini biliyor musunuz?

 

Eğer Güneyin doğal kaynaklarına, maden ve enerji varlığına, biyolojik çeşitliliğine Batı tarafından el konulmamış olsaydı, topraklarında neyin nasıl yetişeceğine emperyalist odaklar karar vermeseydi, söz konusu ülkeler kaynaklarını kendi refahları ve kalkınmaları için kullanmış olsalardı, bu günkü saçma üretim ve tüketim çılgınlığı mümkün olur muydu? O ülkelerin onca insanı açlık ve yoksullukla cebelleşir durumda olur muydu? Mallar bu kadar ucuza üretilebilir ve bu kadar ucuza satılabilir miydi? Dünyanın beşinci büyük çokuluslu şirketi oyan Total, ortaklarına yılda 10 milyar dolar kâr payı dağıtıyor. Bu rakamın bir çok ülkenin milli gelirinden fazla olduğunu unutmamak gerekir. Bu şirket eğer Kongo’nun, Gabon’un, Nijerya’nın petrolünü, Birmanya’nın doğal gazını, vb. ve diğerlerinin enerji kaynaklarına el koymamış olsaydı, bu  mümkün olur muydu? Eğer bu şirket, o ülkelerin yöneticilerini satın almamış olsaydı, bu talan mümkün olur muydu?

 

Oldum olası ucuza üretip, ucuz satmak bir marifet sayılıyor. Bir şeyi “ucuz üretmenin” ve “ucuza satmanın” ne demeye geldiği neden hiç bir zaman tartışma konusu yapılmıyor. Ucuza üretmenin ne demeye geldiğini merak edenler Soma’ya baksınlar. ABD’nin, Avrupa’nın, Japonya’nın, bir bütün olarak sanayileşmiş ülkelerin II. Dünya savaşı sonrasındaki ekonomik başarısı, yoksul (yoksullaştırılmış demek daha doğru) ülkelerin petrolünü, stratejik öneme sahip madenlerini ve biyolojik çeşitliliğini sudan ucuza kullanmaları sayesinde mümkün olmuştu… Üçüncü Dünya ülkelerinin o zamanki yöneticileri, yağma ve talanı sınırlama girişiminde bulunduklarında başlarına neler geldiğini meraklılar biliyor…

 

Tuhaf bir şekilde “ucuza üretme” adına insanlar aşırı sömürüye maruz bırakılıp, yoksullaştırılıyorlar. Aslında ucuza üretmek kârı büyütmektir. Kapitalizm dahilinde ucuzun öteki adı yüksek kârdır… Kârın büyüyebilmesi için ücretlerin olabildiğince düşürülmesi gerekir. Sonuçta geniş emekçi kesimler yoksullaşıyor ve üretilen “ucuz” malları satın alamaz hale geliyor. Bu sefer de bankalar devreye girip insanları borçlandırıyor. Şu ünlü “tüketici kredisi”… Ve herkesin cebinde bir kaç kredi kartı… Fakat gözden kaçan bir şey var, insanlar karınlarını doyurmak için  bile bankalar tarafından rehin alınıyorlar  ama üretilen gıda maddelerinin yaklaşık yarısı çöpe atılıyor… Ve bu skandal nedense pek tartışma konusu yapılmıyor! Velhasıl dünya nüfusunun %20’sinin maddi refah içinde yüzebilmesi, geri kalan %80’nin yaşam için gerekli şeylerden mahrum olması sayesinde  mümkün oluyor!

 

Aslında durum çok açık ve çözümü de sanıldığı kadar karmaşık ve zor değil. İşlerin sarpa sarmasının, insanlığın bir bütün olarak sayısız sorunlar, kötülükler, riskler, belirsizliklerle yüz yüze gelmesinin, yaşamın anlamsızlaşmasının ve gezegen riskinin ortaya çıkmasının biricik nedeni, herkesin olana, herkesin olması gerekene birileri tarafından el konulmasıdır. Şimdilerde “Büyük İnsanlık” küresel bir çitlemeye maruz bırakılmış durumda. O halde bu yanlış, haksız ve mantıksız durumu aşmaktan başka çare yok. Yoksullaştırılmış çoğunluk  maruz kaldığı bu adaletsizliği hiç bir zaman kabullenmedi. Zaten öyle bir şey eşyanın tabiatına de aykırı olurdu. XVII. yüzyılda, İngiltere’de ortak topraklara (common land) yeni yetme kapitalistler tarafından el konulduğu ünlü çitleme yıllarında, halkın itirazı bir anonim şiirin birinci dörtlüğünde şöyle ifade edilmişti:

 

Çaldı diye herkesin olan kazı

Adamı asıp kırbaçladılar kadını

Saldılar lâkin zalimin büyüğünü,

Herkesin olanı kaz kafalıdan çalanı (1)

 

Gerçi itiraz hiç bir zaman eksik olmadı ama geride kalan dönemde bu yanlış ve haksız durumu düzeltmek de mümkün olmadı. Şimdi bu işi başarmayı zorunlu kılan  başka bir neden de söz konusu: Vakitlice bu yanlış düzeltilmez ise, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir. Zira, toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hale gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, kapitalizm dahilinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine mâni.

—————————————————————-

(1) Çeviri, Aydın Ördek tarafından yapılmıştır

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Eleştirel düşüncenin vazgeçilmezliği…

“Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde ya gerçeği hiç söylemedin ya …

12 Yorumlar

  1. Bütün bu yazılanlara katılmamak mümkün değil, ama bir yanlışı ortadan kaldırmak yetmez. Yerine doğrusunu koymak gerekir. Bir şey gidince yerine başka bir şey gelir. Bu düzen gidince yerine NE (ve NASIL) gelecek?

  2. Kargalar Tavuklar Norveçliler
    Mehmed Şevket Eygi

    Altmış sene önce (acaba hangi gazetede ve dergide?) okumuştum… Kuşların en zekisi olan kargalar on ikiye kadar sayabiliyormuş, aptal olan tavuklar ise üçe kadar…

    Bizde bazı akıllıların maşaallah aynı anda iki önemli konuyu birden havsalaları almıyor.

    Beyin gündemine bir meseleyi alıyor, onun yanına ikinci meseleyi koymak isterse, birinci mesele pat diye aklından çıkıp yere düşüyor.

    Bir koltuğa iki karpuz sığmaz… Bedevinin beynine iki önemli mesele birden girmez.

    Medenî toplumların zekası, aklı, hafızası onlarca, hattâ yüzlerce önemli meseleyi aynı anda gündemde tutabiliyor.

    Avrupa’nın en zeki, IQ’su en yüksek halkları Finlandiya, Norveç ve İsveç’tir. Onlar medenî toplumlardır. Yani bedevî değildirler. Okulları, bilhassa liseleri çok güçlü ve vasıflıdır.

    Medenî toplumların kopuksuz hafızaları vardır. Bir İsveçli tarihî bir mezarlığa gider ve bundan 400 sene önce ölüp oraya gömülmüş bir atasının mezar taşını okuyabilir. Bedevîler yüz sene önceki kendi anadilleri ile yazılmış kitabeyi okuyamaz.

    Medenî halklar, bir toplum için en önemli meselenin, gündem maddesinin eğitim ve mektepler olduğunun bilincindedir. Bedevî toplumlar bunun farkında bile değildir.

    Medenî toplumlarda kuvvetli hafıza vardır; bedevî toplumlarda hafızasızlık ve kopukluk hakimdir.

    Medenî toplumlar tedbirlidir. Bedevî toplumlar tedbirsiz.

    Norveç’le ilgili yazılar, kitaplar okuyorum. Norveç halkı borcunu vaktinden önce ödermiş. Ne olur ne olmaz, vaktinde yatırmazsam ceza yerim diye korkarlarmış.

    Norveç, Kuzey denizinden bin zahmetle petrol çıkartıyor ve fazla paraları bir fonda biriktiriyormuş. Beş milyonluk Norveç’in petrol fonu 800 milyon dolarmış ve devletin bu paranın yılda en fazla yüzde 4’ünü kullanmak hakkı varmış, onu da bu nispette kullanmıyormuş.

    Norveç 77 bin dolarla, dünyada fert başına düşen gelir konusunda biriciymiş ama o ülkenin yollarında şımarık türedilerin kullandığı lüks arabalar görülmezmiş, en fazla ikinci el Volvolar varmış.

    Haaa Unutmadan yazayım, Norveç Avrupa Birliği üyesi değilmiş.

    Bir Norveç’e bakın, bir de petrol zengini bazı İslam ülkelerine…

    Norveçliler Müslüman değil ama İslam ahlakını biz Müslümanlardan daha fazla hayata uyguluyor.

    Bizde petrol çıksa ne olur biliyor musunuz?… Yer yerinden oynar, her şey tepetaklak olur. Ahlaksızlık, fısk fücur ayyuka çıkar, Türkiye infilak eder.

    Petrol zenginliği Norveç’i şımartmamış.

    Norveçliler Müslüman olsalar ne iyi olur değil mi? Gerçekten iyi olur da, İslam dünyasının halini gördükçe yığınlar halinde akın akın Müslüman olmaları çok zor. En iyisi İslam’ı onlara kitaplarla anlatmak. İslam dünyasında bunu yapacak zeka da yok, kültür de yok.

    Türkiye’mizi Norveç’le, İsveç’le, Finlandiya, Avusturya, İsviçre… Japonya, Güney Kore, Tayvan, Singapur ile niçin kıyaslamıyoruz?

    Mehmed Âkif merhum Safahat’ın bir yerinde Japonların ahlakını, karakterini, düzgünlüğünü över; biz Müslüman’ız, onlar gayr-i müslim ama onlarda bizdekinden fazla İslam ahlakı var der.

    Türkiye’de bol miktarda petrol çıksa ne olur tahmin edebilir misiniz? Petrolden nemalanan bir sınıf çıldırır, kudurur. En pahalı arabalar… Lüks, israf, şımarıklık, fısk fücur, azgınlığın ve beyinsizliğin her türü…

    Arap dünyasının bir kısmı petrolden çok zengin oldu da ne oldu?..

    Kutsal şehir Mekke’yi Las Vegas’a benzettiler.

    O petrol paralarıyla değil Arap dünyası, değil İslam dünyası, bütün insanlık kurtulabilirdi.

    Lakin bu paraların Kur’an’a, Sünnete, İslam ahlakına, hikmete göre harcanması gerekirdi.

    Bütün Arap dünyasında, Uruguay’ın başkanı Mujica gibi bir reis var mı?

    Mujica on beş sene terör suçundan zindanda kalmış. Çıktıktan sonra siyasete atılmış, ülkesine başkan olmuş.

    Nedir bu Mujica isimli adamın özellikleri?

    Bir: Maaşının onda dokuzunu fakirler fonuna yatırır har ay…

    İki: Başkanlık sarayında oturmaz, sahibi olduğu küçük ve mütevazı fidanlığın bahçesindeki iki gözlü kulübede ikamet eder.

    Üç: Makam otomobiline binmez, kendi 1987 modeli WW’si ile gezer.

    Dört: Karısıyla beraber zaman zaman bir halk kafesine veya lokantasına gider.

    Gayr-i müslim devlet büyükleri içinde Mujica’dan mütevazı ve fakir olanları da var. Nepal’in Mecusi yeni başbakanının külüstür bir cep telefonundan başka malı yokmuş!

    Devlet işlerini görürken devlet kandili ile aydınlanan, kendi işini görürken kendi mumunu yakan Hz. Ömer…

    Hazret-i Ömer… Belinde kemer… Hû deyip döner… Aşk meydanında…

    Fâruk hazretlerinin belindeki kemer nedir biliyor musunuz?

    Doğruluk ve dürüstlük… Adalet ve insaf… Vicdan ve iz’an… Tevazu… Ahlak ve fazilet… Mürüvvet ve fütüvvet…

    Ömer, Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa, İlahî adaletin bunu Ömer’den soracağından korkuyorum diye ağlarmış.

    27.9.2014

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kargalar_Tavuklar_Norvecliler/21626#.VCX8n1cfx90

  3. konu israf olduğu için şu yazıyı paylaşmak istedim;

    Sakal tıraşı; israf, vakit kaybı ve günahı açığa vurmaktır: Sakal tıraşı için jilet, tıraş sabunu ve saire şeylere masraf yapılmaktadır ki bu da Allah’ın bize emanet olarak verdiği malı uygun olmayan işlerde harcamaktır. Yarın Allah, kıyamet gününde bunun hesabını soracaktır. Bu iş için harcanan paranın fazla bir şey olmadığı söylenemez.

    http://ebumuaz.blogspot.com/2007/04/sakal-dinen-gereklidir.html

    bu açıdan bakarsak sakal tıraşı olmayanların ufak da olsa bir faydası var bu konuda.

  4. Japonya’da “Aşk Kapitalizmi”ni Protesto

    Japonya’da sevgililer gününün kapitalizmin bir oyunu olduğunu söyleyen bir grup protestocu, sokaklarda bu günün kutlanmasını eleştiren protestolar düzenledi.

    Japonya’nın başkentin Tokyo’da bir grup protestocu sevgililer günü kutlamalarını eleştiren bir yürüyüş düzenledi. Grup, sevgililer günü kutlamalarının ‘şehvet-tabanlı kapitalizm’ olduğunu belirtiyor ve Japonların bu gün için harcama yapmamaları çağrısında bulunuyor.

    Kendilerine, Kadınların Çekici Bulmadığı Erkekler Birliği anlamına gelen ‘Kakuhido’ ismini veren grup, internet sitelerinde yaptıkları açıklamada ‘halk terörizmi severek kucağına alıyor’ açıklamasında bulundu. Grup, Tokyo’nun en işlek bölgelerinden olan Shibuya bölgesinde düzenledikleri yürüyüşte ‘Sevgililer Günü’ne son verin çağrısında bulundu.

    Sayıları fazla kalabalık olmayan grup, insanlara “Çikolata üreticilerinin oyununa gelmeyin” mesajı verdi.

    Japonya’da sevgililer gününde kadınlar erkeklere çikolata hediye ediyorlar. Ülkede yaygınlaşmaya başlayan bu gelenekte erkekler sevgililer günü için kadınlara hediye almıyor. Ancak kadınlar erkeklere çikolata alıp hediye ediyor. Bu yüzden ülkede 14 Şubat’ta çikolata mağazaları dolup taşıyor.

    AFP’ye konuşan Kakuhido Başkanı Mark Waters, “Toplum kapitalizme bağımlı hale geldi. Bazı insanlar bu bağımlılıktan para kazanıyorlar, biz bugün burada ‘aşk kapitalizmi’ne direndiğimizi göstermek için toplandık” dedi. Grup ayrıca, “Bizim ismimiz bir parodi ancak mesasjlarımız oldukça ciddi” açıklamasında bulundu.

    Japonya’da sevgililer gününde sadece kadınlar hediye alıyor, erkeklerse ülkede önümüzdeki ay kutlanan Beyaz Gün’de (White Day) hediye alıyor. Grup, Beyaz Gün’ün de kapitalizmin bir aracı olduğunu, o günü de kutlamayacaklarını ve protesto edeceklerini belirtiyor.

    Sevgililer gününü protesto eden Kakuhido grubu, 2006 yılında Katsuhiro Furusawa isimli Japon vatandaşı tarafından kurulmuştu. Grup, Marksist ve Komünist ideolojiye sahip olarak biliniyor.

    (Kaynak: Dünya Bülteni)

  5. Burada olduğu gibi tüketimin kısıtlanması çok güzel;

    Alaçatı’da Alkol Kıskacı…
    Erdal İzgi
    27 Şubat 2015 Cuma

    Karar çıktı.
    Tebliği belki edildi.
    Veya yolda.
    Yeni turizm sezonunda…
    Alaçatı’nın renkli yaşantısı ve sabaha kadar süren eğlenceleri tatsızlaşacak.

    ***

    Sebebi…
    Yerleşimin tam göbeğindeki eski kilise, şimdiki merkez camii ve çevresindeki cafe, bar, restoranların alkol ruhsatları iptal ediliyor.
    Sadece orası değil.
    Belediye tasarrufundayken, valilik kararıyla Diyanet’e devredilen diğer işyerleri de.
    Biliyorsunuz…
    Bütünşehir yasası çıktı.
    Alaçatı mahalle oldu.
    Belediye kaldırıldı.
    Çeşme’ye bağlandı.
    Mülkleri de yetkili valilik tarafından Diyanet işlerine verildi.

    ***

    Diyanet harekete geçti.
    İlk aşamada…
    Merkez camiinin bahçesindeki işyerlerinin TAPDK (Tütün, Alkol Piyasa Düzenleme Kurulu) ruhsatlarını geçersiz saydı.
    Hukuken ve dinen.
    İnanç gereği, camii avlusunda içkili yer olmaz…
    Yasa gereği de dini ibadet yerlerine en az 100 metre mesafedeki işyerlerinde alkol satılmaz, verilmez, içilmez.

    ***

    Cami, Alaçatı’nın tam ortasında.
    Ön, arka, yan sokakları yiyecek ve eğlence yerleriyle çevrilmiş durumda.
    Ayrıca…
    Diyanete devredilen 28 mülkün çoğunda eğlence işletmeleri var.
    Bunların da ruhsatları iptal.
    Bu sezon içki satışı yapılamayacak.
    Çarşı hareketliliğini…
    Bir süre sonra da keyfini, neşesini kaybedecek.

    ***

    Bu koşullarda…
    İzmir’in turizm ve eğlence merkezi, Çeşme’nin ekonomik lokomotifi Alaçatı darbeyi yiyecek.
    Ve yine bir iddia.
    Belki doğrulanabilir.
    Devredilen mülklerden birine Kur’an Kursu açılması planı.
    Eğer gerçekleşirse…
    100 metre alkol yasağına, bir 100 metre daha koyun.
    Önüne, gerisine, yan sokaklarına.

    ***

    Alaçatı bitiyor mu, bitiriliyor mu?
    Belediye başkanı ne diyecek?
    Vali nasıl savunacak?
    En beteri…
    Yatırımlar ne olacak?
    Esnaf ne yapacak?

    ***

    Buyurun size seçim öncesi…
    Bir İzmir gündemi!

  6. Bu haberle ilgili bir yorumcu şöyle yazmış;

    İsabet Olmuş – sertan yula

    Biçare laikçilerin ve beyhude modernlerin tek bildiği şey de zaten birtakım köyden bozma yerleri parlatıp zil zurna sarhoş olacakları gettolar yaratmaktır. İlk fırsatta kendilerini Bodrum’a Çeşme’ye vs. atıp sözüm ona yorgunluk atarlar. Ne yapıp da yorululuyorsa bu kadar artık, orası meçhul. Alaçatı’da bunlardan biri, Çeşme’nin bir köyü. Eskiden olsa ayaklarını sokmaya tenezzül etmezlerdi ama son yıllarda üç beş medya şarlatanı tarafından balon yapılınca bu beldeden çıkmaz oldular. Burada toplanıp körler sağırlar misali birbirlerini ağırlarlar, aynı klişe kalıplarla AKP yönetimine, Başbakana atıp tutarlar. Ama yaptıkları hiçbir elle tutulur analiz, hiçbir teknik eleştiri yoktur. Başları sıkıştığında da bilinen birtakım simgeleri balkonlarına asmanın dışında geliştirdikleri bir tepki yöntemi yoktur, fikir üretemezler zira kültürleri Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan ve Soner Yalçın külliyatıyla sınırlıdır. En büyük korkuları şeriatın gelmesidir ancak bu ülkede İslamcı sağa karşı ittifak yapabilecekleri bütün kesimlere en koyu nefret söylemi yine bunlardan gelir. Beyoğlu’nda üç beş gönüllü İncil sattı diye, “Misyonerler ülkeyi istila etti”, yaygarasını koparan da yine bu cenahtır. Daha pek şey sayılabilir. Kısacası bu karar yerindedir, destekliyorum. Hatta Çeşme ve Bodurm’un tamamı kapanırsa da bence sorun yok, belki içme ve tepinme mekanları ellerinden alınınca biraz okumaya ve kendilerini geliştirmeye zaman ayırabilirler. Çünkü bu ülkede iktidar sorunu yoktur, muhalefet sorunu vardır. O sorun da işte bu tabandadır.

    http://www.radikal.com.tr/turkiye/alacatida_alkollu_restoranlarin_da_bulundugu_22_dukkan_diyanete_devredildi-1196833