İbrahim Özkurt/Tarihin Devrimin Öznelerine Son Çağrısı…

Yalansız sitesinden alınmıştır.

 

Cumhur kendisine bir BAŞ daha seçti. Evren’i de sayarsak bu cumhurun kendisine seçtiği ikinci BAŞ. Öncekileri kendisi adına vekilleri seçiyordu. Ne diyeyim, cumhur’a hayırlı uğurlu olsun yeni BAŞ’ı. Başbakanı da yeni baş seçince egemenlerin keyfi yerinde olmalı. Ben en son söyleneceği ilk söyleyenlerdenim.

abbasagaforumu

İnsanlık ne zaman kendisinin bir baş’a ve vekillere ihtiyacının olmayacağının ayırdına varırsa işte o zaman kurtuluşa ilk adımını atar!
Nazım bir şiirinde büyük insanlığın umutsuz yaşayamayacağını söyler. Umudunu yitirmeyen büyük insanlık, yaşama tutunabilmek adına, bir yandan zor doğa koşullarıyla cebelleşirken diğer yandan da kendisini köleleştiren zorbalara karşı mücadele etmekle yüz yüze kalmıştır. Önce kadını, akabinde zayıf erkeği köleleştiren zorbalar, günümüze kadar zorbalığını sürdürmeyi başarmış. Zayıf ise duraksamadan isyan etmiş, büyük devrimlere imza atmış olmasına karşın bir türlü eşitlikçi, özgürlükçü bir yaşam inşasında kalıcı başarının altına imzasını atamamıştır.


Çağımızda insanlığın yaşam standartı öylesine farklılaştı ki, bir yanda ultra lüks şekilde yaşayan bir avuç azınlık, diğer yanda milyonlarcası bir lokma yiyeceğe ve bir yudum temiz suya muhtaç büyük insanlık. Günümüz zorbaları ise öylesine bir çark kurdular ki, gezegenimizdeki mevcut canlı yaşamın da yok olması ihtimali ile karşı karşıyayız.
Büyük insanlık ve büyük insanlık adına mücadele eden sol güçler, sağlıklı örgütlenmeleri üretemeden dünya elimizin altından kayıp gideceğe benzer.
Örgütlenmeye dair hemen her gün gezegenimizde on binlerce makale ve sayısını tahmin edemeyeceğim kitap yayınlanmakta. Ne hazindir ki, yazıp çizenlerin çoğunluğu kurtuluşu işçi ve emekçi sınıfların devletli iktidarında görmekteler.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP adayı Demirtaş’ın %10 barajını işlevsiz kılma noktasına ulaşması kurtuluşu iktidarda arayanları umutlandırdı.
Söz konusu kişi ve çevreler, insanlığın tüm büyük isyan ve devrimlerinin iktidar odaklı olduğu için, kısa süre içinde iktidarların el değiştirmesi ile sonuçlandığını ve yeniden egemenlik mekanizmalarının kurulduğunu nedense bilmezlikten mi yoksa görmemezlikten mi geliyorlar anlayamıyorum.

Büyük İsyan Ve Devrimlere Kısaca Bakarsak

Muhammet peygamberin, “Mülk Allah’ındır” diyerek mülk sahiplerine karşı başlattığı devrim başarıyla sonuçlanmasına karşın, ölümünden sonrakilerin iktidar yarışı nedeni ile devrim kısa sürede egemenlerin iktidarına geçerek son bulmuştur. 2000 yıl öncesinin peygamberi İsa’nın devrimi de öyle. 1789 Fransız devrimi, 1917 ekim devrimi, Çin devrimi: Tüm bu devrimler devrimin özneleri yerine, seçkinlerinin iktidarıyla sönüp gitmiş, yeniden egemenlik mekanizmaları kurulmuştur.
Tarih bize, öylesine örgütlenmeler yaratın ki, devrimler, devrimlerin öznelerinin öz yönetimi ile sürdürülebilsin ve devrimin öznelerinin kendilerini yönetmesi için, ne seçkinlere ne de içlerinden kendi seçeceklerine devrimi yönetmesi için yetki vermesin,  her daim kendi geleceklerini kendileri belirlesin ki, zorbalık hak ettiği çöplüğü boylasın diyor.
Tarihi dinleyen kim? Yıllar yılı “Söz, yetki ve karar halka” diyenler nedense söz yetki ve kararların yöneticilerde olduğu örgütlenmelerden arınamıyorlar. Onlara sormak isterim. Hangi Marksist-Leninist örgütte söz yetki ve karar üyelerin oldu günümüze kadar? Tabii ki olmadı. Olmadığı içindir ki iktidara gelince bu partiler söz, yetki ve kararları halka bırakamazlar. Aksini iddia edenlere, reel sosyalist ülkelerin tamamında yetki ve kararların seçkinlerin elinden bir türlü devrimin öznelerinin eline geçmediğini hatırlatırım.

Sosyalizm Bir İmalat Hatası mıydı?

Burjuvalar, Feodalitenin hüküm sürdüğü zamanlar da, henüz Feodallerin memurları konumundalarken kendi üretim ilişkilerini de kurmaya başlamışlardı. 1789’a gelindiğinde insanlığın ortak ürünü olan teknolojik birikimin de üzerine oturarak ve devrimin öznelerini temsili demokrasi ile yöneterek, kendi iktidarını kurmanın yolunu açmışlardı.
Reel sosyalizm ise, Marks’ın demokrasi konusundaki hassasiyetine, Rosa Lüksemburg, Troçki vb. lerinin uyarılarına karşın, merkeziyetçilikten arınamadığı için hazin bir imalat hatasına dönüştü. Burjuvazinin temsili demokrasisinin ve devlet mekanizmasının bir kopyası niteliğinde işletildi reel sosyalizmler. Bu nedenle de ömrü uzun sürmeyerek “tek kurşun atılmadan” kendi içlerine çöktü. Çünkü iktidarcı ve devletçi ve de temsili demokratik mekanizmalarla devletsiz bir yaşam inşa edilemezdi ve Marksistler ne yazık ki bu gerçeği hala görememekteler. Ve hala başarabilmek adına güçlü liderliklerin iktidarında arıyorlar özgürlüğü.
Cumhurbaşkanları, başkanlar, liderler, yöneticiler ve vekillerle insanlığın özgürleşmesinin önünün açılamayacağını hala kavrayamadı bu arkadaşlar. Enternasyonal marşını dillerinden düşürmeyenler, nedense gereği gibi örgütlenmiyorlar. Ne diyordu marş? Tanrı, Ağa, Bey, Paşa, Sultan nasıl bizi kurtarır? Bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır”!
Yukarıda burjuvaların feodalite içinde iken kendi üretim mekanizmalarını kurmaya başladıklarına değinmiştik. Reel sol ise, kendi üretim mekanizmasını kurmayı denemeden, hazır devlet aygıtını ele geçirip, tüm üretim aletlerini devletleştirerek herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre şiarlı bir söylemle adil, eşitlikçi bir yapı (sosyalizm) inşa ederek, süreç içinde devleti sönümlemeyi amaçlamıştı.
Ne var ki partinin tüm seçkinleri devlet mekanizmasının bürokratları oluverdi bir anda. Bu bürokratlar ki, devleti güçlendirerek kendi geleceklerini de gün be gün sağlama aldılar. Bakunin “ İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir” demiş. Bakunin’in bu sözü, kendisine komünist diyenlerle de kanıtlanıyordu.
Marks ise “insanı insan yapan içinde bulunduğu üretim ilişkisidir” demiş. Partinin bürokratik yöneticilerinin üretimden kopunca, nasıl birer “insana “ dönüşeceğini aslında Marks bu tespitiyle uyarmış. Pratik, Marks’ı bu konuda doğruladı. Ama günümüz Marksistleri, Marks’ın yazıp çizdiklerinden işlerine gelenleri uyguladılar. Demokrasi konusundaki uyarılarını göz ardı ettiler. Örneğin Lenin bile, Nispi temsili sistemin çoğunluk sisteminden daha demokratik olduğunu ölmezden önce söylemesine karşın bir tek Marksist-Leninist bu uyarıyı dikkate almamış, Lenin sanki böyle bir söz etmemiş gibi çoğunluk sistemini kurguladılar parti ve sendikalarında. Ve çoğunluk sistemi Marksist-Leninistlerin adeta amentüsü haline dönüştürüldü.
Bence, nasıl ki burjuvalar feodalite içinde kendi üretim ilişkilerini kurmaya yüz yıllar önce başladılar ve halkın toplumsal devrimini kendi iktidarları için bir fırsata dönüştürdülerse, günümüz yoksul halkı da, (işçiler, köylüler, işsizler, küçük esnaf vb.) acilen çalışma ve yaşam alanlarında komünal üretim ve tüketim kooperatifleri ve meclisler kurarak, bu kez olası devrimlerini, kendi öz yönetimleri ile taçlandırabilsinler. Çok geç kalınmasına karşın sanırım başka seçenek görünmüyor. Zira iktidarın alınarak komünal bir geleceğin  kurulmasına yönelik yaşanan tüm pratikler çöktü.
Alttakiler, İktidarı beklemeden kooperatifleri aracılığıyla bir yandan kendi üretim, dağılım ve bölüşüm mekanizmalarını kurarlarken, diğer yandan yaşamın her alanına yönelik mücadele araçlarını da örmeliler. Bu araçlar elbette ki parti olamaz. Örülmesi gereken araçları yine tüm yaşam ve çalışma alanlarındaki MECLİSLER olmalı. (Mahalle meclisleri, Halk meclisleri, Kadın Meclisleri, Gençlik Meclisleri vb.)

Neden Meclis

Bir devrim kapitalizmin merkezi olan Avrupa da 1. Paylaşım savaşı sonrası belki bir imkan dahilindeydi.. Ne var ki, 1. Paylaşım savaşı sadece Sovyet devrimini üretti. 2. Paylaşım savaşı sonunda ise kapitalizm büyük bir yara aldı. Doğu Avrupa’nın, Çin’in ve Küba’nın da kopuşu ile reel sosyalizm kısmi bir dünya sistemine ulaştı. Ne var ki devletçi ve iktidarcı anlayış, ne devletleri sönümleyebildi ne de sosyalist ülkeler arasında ortak bir üretim, dağılım ve bölüşüm mekanizması kurdu.
Oysa Marks, “Devlet sınıf mücadelesi aracıdır. Devletin yok olması için, önce sınıfları yok etmek gerekir. Sınıfları yok etmek için de, sınıfları yaratan ekonomik ilişkileri ortadan kaldırmak ve bunun için de alt yapıyı (iktisadi ilişkileri) değiştirmek gerekir. Bunun da en baş koşulu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır; kar yerine ihtiyaçlara göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurmaktır” demişti.
Sorun, sosyalist devletler Marks’ın teorisini başaramadı mı? Yoksa hiçbir iktidarın (adı sosyalistte olsa ) ihtiyaca göre bir üretim, dağılım ve bölüşüm ilişkisi kurmasının mümkün olamayacağını Marks’ın görememesi mi?
Bence Marks bu konuda yanıldı. Yani; devlet yönetimini ele geçirenlerin ancak sınıfın birini (burjuvaziyi ) yok etmeyi başarabileceğini ve yerine kendilerinin ikame olacağını, işçi sınıfının ise varlığının devam edeceğini, iktidar sahibi olan parti seçkinleri, özel mülkiyet yerine devlet mülkiyetini kurarak kendi yönetimlerindeki devleti sönümlemeyeceğini ve çöküşün kaçınılmazlığını….
Çöküş, emperyalist kapitalizmin dünya emekçi sınıflarına ve halklara karşı aç kurtlar gibi yeniden saldırıya geçişinin fırsatı oldu. Kendi merkezindeki ülkelerde bile sosyal devleti ortadan kaldırdı. Bu ara, kimsenin beklemediği bir zamanda Tunus ve Mısır’da halk sokaklara döküldü ve bu iki ülkede halk devrimi yaşandı.
Egemen kapitalist-emperyalistler, Tunus ve Mısır’ı parlamenter demokrasi oyunu ile hallederken Libya ve Suriye başta olmak üzere tüm bölgeyi yeniden dizayn etmek istedi ve süreç devam ediyor. Rojava’da ise halk meclisler, komünler, kooperatifler ve savunma birlikleri kanalı ile devletsiz bir yaşam inşasını başlattı.
Kadınların da kendi özgür meclislerini, komünlerini ve savunma birliklerini oluşturarak IŞİD çetelerine karşı verilen topyekûn savaş, dünya emekçilerinin ve yoksul halkların nasıl örgütlenmeleri gerektiğini dünya aleme göstermiş olmasına karşın nedense klasik yöntemde inat eden sol’un bir kesimi Rojava’da ki reel duruma ilişkin üç maymunları oynamaktalar.
Rojava’nın akıbeti ne olur şimdiden tahmin yürütmek imkânsız. Ama sol’un nasıl örgütlenmesi gerektiğini, pratiğiyle kanıtladığını söyleyebilirim. Êzidîler savaşın ortasında Şengal’de de bir kanton oluşturmak için kolları sıvadı. Dilerim tüm bölgeyi sarar sarmalar kantonlar. Ve de tüm dünya’yı….
ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Arap ülkekerinin desteklediği Işid çeteleri, tüm bölgeyi tarumar etmeyi başarırken, Rojava direnişi karşısında perişan olmakla yüz yüze kaldılar.  Savaşın içinden bir kanton daha doğuyor. Reel sosyalizmler de savaşların sonrası doğmuştu.
Tarih bize savaşları beklemeden kanton mu, özerklik mi, federasyon mu ne kuracaksanız kurun! Aksi halde dünya elinizin altından kayıp gitmekte diye mesaj veriyor. Tabi ki anlayana ve duyana..
Üstelik, Kapitalist emperyalizm klasik örgütlenmelere ve mücadele yöntemlerimize yönelik, nasıl savaşacağını çok iyi bilmesine karşın Rojava da ki komünler, kooperatifler, meclisler ve özel savunma birliklerine karşı şimdilik başarısızlar.
Neden meclis deyip sözü uzattık. Her neyse konumuza dönelim.
Emperyalistler yeni liberal sistemini oluştururken, mevcut iktidarlarının yetkilerini alabildiğine merkeziyetçi tarzda yeniden tanzim etmeye başladı. Türkiye’de büyük şehir Projesi adı altında yürütüyorlar. Bu nedenle acilen belediyelerin âdemi merkeziyetçi tarzda halkın öz yönetimine geçirilmesi gerekiyor. Bununla beraber ulus devletin özerk, federatif ve konfederatif tarzda yeniden tanzimi için mücadele gerekiyor.
Kısacası, kooperatifler aracılığıyla ekonomik, meclisler kanalı ile siyasal her iki alanın diyalektik bütünlüğüyle acilen yeni örgütlenmeler örülmeli. Öz savunma birlikleri da asla ihmal edilmemeli tabi ki.
Yeni örgütler, mevcut sistemden rahatsız olan insanların bir araya gelerek, kendi aralarında da doğrudan demokrasiyi işleterek aralarındaki farklılıklar zenginlik olarak işlemeli. İlk hedef ve amaçları da kendi belediyelerinde, kendi öz yönetimlerini gerçekleştirmek olmalı. Bir yazılı program etrafında değil, amaçladıkları belediyeciliği gün be gün tartışarak örmeliler. Komşu belediyelerdeki meclislerde özgün uygulamalar yaşanacağından, başarılı örnekler anında diğer meclislerce örnek alınabilecek esneklikteki meclislerden söz ediyorum.
Günümüzün yeni liberal kapitalist sistem yöneticileri, gün be gün devleti daha da merkezileştirerek tüm yetkilerin ve devlet işlerinin merkezden kotarılmasını gerçekleştirmek için her gün yeni kanun ve yönetmelikler çıkararak belediyelerin yetkilerini alabildiğine daraltmakta, mevcut belediye yönetimlerini mostralık, işlevsiz, merkezin emir kullarına dönüştürmektedirler.
Oysaki belediyelerde bir yandan emekçi halk, üretim ve tüketim kooperatifi ile yeni bir üretim, dağılım ve bölüşüm mekanizması oluştururken diğer yandan belediyenin halkın öz yönetimine geçmesi için mücadele edebilir. Böylelikle politikanın tek ayaklı işletilmesinden kurtarılarak ekonomik ve siyasi her iki ayağıyla birlikte yol alınması sağlanabilir.
Söz konusu ikili mücadele yönteminde, insanların farklı görüşleri asla ayrılık da yaratmaz. Aksine, insanlar tartışırlarken “yahu başka düşüncesi olan yok mu? Bu sorunu mutlaka çözmeliyiz! Lütfen, yeni fikri olan ortaya çıksın ve paylaşsın”! diye adeta yakaracaklardır. Böylelikle solun birliği, bölünmesi vb. sorunlar solun gündemi olmaktan çıkacaktır. Böylelikle insanlar tüm bilgi ve zamanlarını, enerjilerini egemen sistemi alt etmekte harcayacaktır. Bu yazıyı okuyanlara sormak istiyorum. Her birimiz bunca yıllık mücadele geçmişimizde, zamanımızı ve enerjimizi bir birimizle boğuşmaktan zaman bulup, yüzde kaçını egemenlerle mücadeleye ayırmayı başarabildik?
Konumuza dönersek; Belediye yönetimlerini halk meclislerinin eline geçmesi demek, kooperatifçiliğin belediyelerce teşviki ve kooperatif ürünlerinin belediye pazarlarında halkın tüketimine sunularak burjuva üretim ve tüketim mekanizması ile dişe diş mücadele ve rekabeti de yürütebiliriz.

Kooperatifler Ve Meclisler

Politikanın ekonomik ve siyasi ayakları ile aynı insanlarca yürütülmesi demek, başarının kaçınılmazlığını sergileyeceği gibi, söz konusu yapıların bölünemezliğini de yaşatacaktır. Zira halk hem ekonominin hem de siyasetin öznesi durumunda olacağından bölünmez bir yapı kurulacaktır egemenlerin karşısına.
Kooperatiflerin ve meclislerin üyeleri kendi bölgelerinde yaşayan her tür etnik, cins, dini ve mezhep mensuplarından müteşekkil olacağından burjuvazinin yarattığı ayrımcılık, düşmanlık, milliyetçilik vb. hastalıklarda yaşanmaz koop. ve meclislerde. Söz konusu bulaşıcı hastalıkların da panzehiridir koop. ve meclisler.
Soruyorum? Bu öneri, sosyalizm projesinden daha güvenli ve gerçekçi değil mi?
Düşünün bir kere, halkın kooperatifleri kanalı ile ekonomik geleceklerinin güvencesi, meclisleri kanalı ile de belediye yönetimlerini kendi öz yönetimlerine almaları; Söz konusu diyalektik ilişkinin yaratacağı, yani kolektif   komünal nitelikler kazanmış söz konusu birleşik gücün, ulusal ve uluslararası gericilik karşısında da yenilgisi söz konusu olamaz. Yeter ki sol tüm dünyada belediyelerden başlayarak kendi öz yönetimlerini kurmaya başlasın. Yani Rojava gibi tek kalınmasın, Rojavalar çoğaltılsın.
Sanırım söz konusu projenin yürütülmesi mevcut ulus devletlerin ortadan kaldırılmasını da gerektirmez. Ulus devletlerin kendi içinde özerklik ve ya federasyon şeklinde tanzimi, mevcut ulus devletlerin de konfederasyonlar halinde yeniden dizaynı… (Ayrılma ve birleşmeler dahil) Böylelikle kapitalist ulus devletlerin yerini ademi merkeziyetçi konfederasyonlar alır.
Ve gelelim  HDK’nin güçlendirilmesi meselesine:
(Kürt illerinde DTK (Demokratik Toplum Kongresi) ne kadar işlevli bilemiyorum. Basından takip edebildiğim kadarıyla oldukça işlevlilik kazanmış vaziyette.) HDK ise, yukarıda değindiğim koop. ve meclis örgütlenmelerini sağlamaya müsait. Üstelik HDP’nin güçlenmesi de, HDK’nın yaşamın her alanındaki örgütlü gücüne bağlı. Ayrıca HDP klasik parti yöneticilerince değil meclislerin aldığı kararlarla yönetilmeli. HDP klasik partiler gibi yönetilmemeli, HDK’nın koordinasyon örgütü olmalı. Seçimlere girip girmemesine bile meclisler karar vermeli. Ortak mücadelede kimlerin olup olmayacağına ise Kandil değil halkın kendisi karar vermeli.
Çok zor ama ola ki HDP iktidar olsun… Başta Venezüella olmak üzere, Bolivya ve bir dizi Güney Amerika ülkesinde solcu parti ve liderlerin yönetimde olduklarını ve neleri başarabildiklerini anımsatarak HDP’nin de ancak onlar kadar başarabileceğinin bilinmesini isterim.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

11 Yorumlar

  1. Bu ilginç yazıya hiçbir yorumun yazılmaması/yapılmaması ne kadar ilginç!…

    bir süredir iş yoğunluğu nedeniyle internete zaman bulamaz durumdaydım.

    olur olmaz her şeye yorum yazan/yapan arkadaşların, günümüz politik sorunlarını oldukça iyi özetlemiş ve çözüm önermiş olan yazıyı görmemeleri acaba, tespitlere katıldıkları için mi …yoksa, ego tatmini icabı yazdıkları konulardan daha çok gerçekliğe tekabül eden bir yazı olduğundan mı… anlaşılamadı…

  2. yukardaki anonim “yorumcu(!)” benim…

  3. İbrahim Özkurt

    Anonim teşekkür ederim.
    Kendi yazımı okuyunca, Marks’ın “İnsanı insan yapan içinde bulunduğu üretim ilişkisidir” sözü ile Bakunin’in “İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir” sözünün aynı aanlamlar içerdiğini farkettim.

    Bu da, Marks’ın iktidar odaklı anlayışıyla çeliştiğinin resmidir.

  4. 19. yüzyıl zihniyetiyle yazılmış arkaik bir yazı. bu topraklarda üretilen teori ancak bu kadar oluyor.

  5. Önemli bir tartışmanın açılış salvoları olarak okudum bu yazıyı. Rojava’daki durum ve HDP’nin “yeni karma ekonomik programı” diyebileceğim yaklaşımı yükselen bir eğilimi temsil ediyor olabilir mi. Ulus-devletler krizdeyken ve kapitalizm insanlığı yalıtılmış küçük parçalara bölme eğilimindeyken, soldan da bir adem-i merkeziyetçi, Bookchin’ci cevap mı üretmek lazım acaba? ABD gibi batı ülkelerinde de büyük bir kooperatifçilik rönesansı yaşanıyor, en azından “çözüm önerileri” düzeyinde. Mesela Richard Wolff adlı marxist akademisyen birkaç yıldır sabah akşam işçilerin kooperatifler yaratmasını sosyalizmin ilk adımı olarak salık veriyor. Güneş ve rüzgarlı adem-i merkeziyetçi yenilenebilir enerji sistemleri hızla yükselişte. Bunlar yerel otonomiyi arttıran imkanlar sunuyor. Çeşit çeşit kentli, aydın insan, kafayı organik tarıma, permakültüre vs. takıyor, arayışlara deneyimlere girişiyor. Küçük bir toprak parçasından kendine yeterli üretim yapabilir miyiz diye. Ortada ticari / büyük-kapitalist yazılım üretimine meydan okuyan bir özgür yazılım gerçeği var (bu da bir tür global kooperatif üretim). Bu unsurları bir araya getiren bir yeni program bence çok leziz olacaktır.

  6. Yerel otonomici yaklaşımların ana riski ise bize “azla yetinmeyi” öğretme ihtimali. Yani ne kadar verimsiz, kaynaksız, geri kalmış, fakir bölge veya hatta kentsel mekan varsa bunları “özyöneterek” kendi sefilliğimiz içinde hayata devam etmekten “memnun” olmamız, dünyanın zenginliklerini kapitalistlere bırakmamız riski. Sanayinin, doğal kaynakların olduğu bölgelerin militarize merkeziyetçi kapitalist unsurlarca kontrol altında tutulup, ilkel tarıma dayalı bölgelerin “komünleşmesi” gibi. Mesela getto mahallelerden kapitalist işletmeler, hatta devletin polisi çekilir, orası yoksulluk ve suç içinde çürümeye bırakılır. Yerel özyönetimci veya başka mücadeleler güçsüzlük içinde çok az şey başarabilir. Böyle bir bölüşümde “patronun” kim olduğu ve sonunda kimin sözünün geçeceği açıktır. Tarım ekonomisine dayalı Rojava’nın “komünleşmesi” sürerken petrol zengini Erbil’de burjuva-milliyetçi bir rant rejiminin süregitmesi, IŞİD’e karşı batı devletlerinin silahları YPG’ye değil peşmergeye göndermesi vb. bunlar asla gözden kaçırılmamalı. Özyönetimlerin kurulması işin yarısı, diğer yarısı ise özyönetimlerin alanının genişletilmesi ihtiyacı yani, bu da çelişki ve çatışma demek.

  7. İbrahim Özkurt bana teşekkür etmen, inceliğini gösteriyor ama, asıl böyle bir konuyu tartışma gündemine ve böyle iyi bir yazıyla getirdiğin için teşekkürü benim etmem daha hakşinas-ça olurdu, bunu mu hatırlatıyorsun…haklısın ve afedersin.

    bir de şu marks, bakunin alıntıları meselesi var ki nasıl aynı şeyi ifade ediyor olduklarını benim kalın kafam almadı zira:

    biri (marx) insanı nerdeyse “üretim ilşikilerinin edilgin bir nesnesi” olarak görürken…diğeri-bakunin, insanı iktidar ilişkilernin etkin reddiyecisi olmaya çağırıyor ve etik bir değer atfediyor, insanlığa…

    bunu biraz açıklarsan, ben de öğrenirim böyle bir paralellik kurma sebebini…

    bu arada, Mülayim Sert’in konu hakkında bayağı bir kafa yorduğu da belli oluyor. bence önemli ve değerli görüşler…

    ne dersin?

  8. içinden geçtiğimiz postmodern durumu, klasik solcu kavramlarla değerlendirmeye çalışmak gibi bir sıkıntısı var bu yazının. samimi mi? evet samimi. ancak yetersiz.

  9. İbrahim Özkurt

    Bu topraklarda bu tür düşünceler pek yazılıp çizilip tartışılmıyor. Anonim, beni yüreklendirdiğin için teşekkür etttim.
    Bakunin iktidara gelen insanın iktidarından önceki insan olamayacağını ve kirleneceğini söyler. Yani iktidarla yeni bir üretim ilişkisinin içine giren insanın değişeceğini.

    Marks “insanı insan yapan içinde bulunduğu üretim ilişkisidir.” derken sınıf değiştiren bir insanın da yeni sınıfına göre şekilleneceğini. Örneğin iktidara gelen bir insanın başka bir insan olacağını. Değişeceğini ve dolayısiyle de kirleneceğini…

    Sence zorlama bir yorum mu?

    Mülayim arkadaşın endişeleri ise doğru. Devlet iktidarını ele geçirerek özgürlüğe ulaşılamayacağına göre, devleti parçalamaya yönelik örgütlenmeler yaratmak gerekir diye düşünüyorum. Bir de insanların politikayı bu güne kadar ekonomik ayağından mahrum yürüttüğünü. Kooperatiflerle söz konusu aayağın da kurulabileceğini düşünüyorum.

    Venezüella’da 40.000 civarında komün var. Ne var ki bir yanda komün, diğer yanda komünlerden bağımsız iktidar. Komün bireylerinin iktidarı eleştirmesi iktidar sahiplerince ihanetle suçlanıyormuş. Bu nedenle yerellerin, halkın ekonomik ve siyasi örgütlenmeleri ile ademi merkeziyetçi tarzda yönetimine geçmesi gerktiğiğni düşünüyorum.

    Kooperatifler çoğaldıkça ve dünya’yı sardıkça özerk, federe ve konfedere yapılar ulus devleti parçaladıkça burjuvazinin tüm mallarına güçlenen kooperatifler el koyabilir ve koymalılar. Böylece azla yetinen bir yapı ortaya çıkmayacaktır.

    Rojava ile ilgili bölgede yaşananlar tabiki çelişki ve çatışma yaratıyor. Yaratmaması da imkansız. Rojava’da ki örgütlenme modeli’nin doğru bir model olduğunu düşünüyorum. Dilerim klasik sol mercek altına alır da her bölge de kendi özgün yapısına göre benzer örgütlenmeleri üretir.

    Deniz arkadaş. Soyut tan somuta geç ve sence tartışmaya ve zenginleştirmeye değerse yazdıklarım durma eleştir ve yaz. Zenginleştir.

  10. Genel olarak düşüncelerine katılıyorum. Rojava konusunda bilhassa…Zaten ben de bu konularda benzer görüşleri kendimce ifade etmeye çalışmıştım. (m. alişér ve soruYorum adlarıyla).

  11. mevcut krizi, ulus-devletin tıkanmışlığını ve aşılamamasını, yeni bir düzene geçilememesini bir açıdan osmanlı’nın duraklama dönemine benzetiyorum;

    Batı Avrupa’da feodalizmin tasfiyesi ve yeni bir üretim tarzının (kapitalizmin) gelişmesi yönünde olan tarihsel sonuç, Osmanlı’da dirlik düzeninin (tımar ve zeamet sisteminin) yıkılması ve bir bütün olarak despotik sistemin bozulup, yozlaşması yönünde oldu. Batı’da feodal toprak düzeninin yıkılması tarihsel olarak ileriye doğru bir gelişme sağlarken, Osmanlı’da dirlikçi toprak düzeninin yıkılması tam bir sosyal ve siyasal kargaşa ortamı yaratarak toplumda gerilemeye yol açtı. Ortaya çıkan tablo, düzeni bozulmuş ve her bakımdan çürümeye yüz tutmuş despotizmden, yani “bozuk düzenli despotizm”den başka bir şey değildi!

    17 ve 18. yüzyılları resmeden Osmanlı yazarları ve tarihçileri de ortaya çıkan bu durumu, bir “ihtilal hali”, bir “düzen bozukluğu” veya bir “anarşi” durumu olarak tanımlayacaklardı. Devleti yönetenlerin toplum sınıflarıyla iç içe geçmesi, kaynaşması ve keza toplum sınıflarından birilerinin de devlette yönetici mevkilere gelebilmesi olayı, 17 ve 18. yüzyılların Avrupa’sında gayet normal bir gelişme olarak algılanırken, Osmanlı’da bu durumun “anormal bir gelişme” olarak değerlendirilmesinin kuşkusuz ki bir nedeni vardı: Batı’da devleti yönetenler arasında toplum sınıflardan gelen kişilerin olması, orada bir “sivil toplum”un oluşmuş bulunmasının doğal bir sonucuydu. Çünkü Batı’da “politik toplum” denen şey (yani devlet), aslında daha önceden oluşmuş bulunan burjuva “sivil toplum”un (yani yurttaşlar toplumunun) içindeki sınıf ilişki ve çelişkilerinin özetinden başka bir şey değildi.

    17 ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, bir burjuva sivil toplumun oluşmasını ve toplumsal sınıfların ayrışmasını sağlarken, Osmanlı toplumunda buna benzer bir sürecin yaşanması hiçbir biçimde söz konusu olmamıştı. Tersine, Osmanlı’nın despotik devlet yapısının ekonomi ve toplum üzerindeki belirleyici ağırlığı, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesini ve bir burjuva sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla toplumsal sınıfların gerçek birer sınıf olarak serpilip gelişmesini engellemişti. Hatta bırakalım kapitalizm yönünde bir gelişmeyi, Batı Avrupa’daki gibi kapitalizme öngelen feodal bir sistemin oluşmasına yol açacak gerçek bir çözülme de yaşanmamıştı Osmanlı’nın despotik düzeninde. Nitekim, toprakta dirlik düzeni (askerî tımar sistemi) bozulduktan sonra da, Osmanlı despotizmi, başka bir sisteme evrilmeksizin tam iki yüz elli yıl boyunca (Tanzimata kadar) bozuk düzenli bir despotizm olarak varlığını sürdürmeyi başaracaktı.

    Daha sonra da göreceğimiz üzere, Osmanlı rejiminin değişime karşı gösterdiği bu dirençte ya da değişmeme “başarısında” en büyük pay, tüm ekonomik ve sosyal yaşama hükmeden Doğu despotizmi tarzında örgütlenmiş Osmanlı devletine ve bu devletin egemenliği altında kendi içine kapanık, durgun (kendine yeterli) bir yaşam sürdüren asyatik karakterli köy topluluklarına aittir. Ekonominin ve toplum yaşamının tüm alanları üzerinde kurduğu tekelci hâkimiyet sayesinde bu devlet, Batı’daki gelişmenin tersine, bir sivil toplumun oluşmasını, dolayısıyla tarihin ilerletici gücü olan sınıflar savaşımının gelişmesini daha baştan engelleyen bir temel faktör olmuştur. Düzeni bozulduktan sonra bile bu devlet, iki yüzyıl boyunca ne feodalizm doğrultusunda bir çözülmeye uğramış, ne de kapitalizme evrilebilmiştir. 19. yüzyılda Batı’nın yarı-sömürgesi durumuna geldikten sonra da çarpık bir pre-kapitalist ekonomik temel üzerinde ayakta durmaya çalışan ve bu amaçla, sözüm ona “Batılılaşma”, “yenileşme”, “modernleşme” doğrultusunda reformlar da yapan bu devlet, tam da “altı kaval (asyatik) üstü şeşhane (modern!)” benzetmesini hak eden bir “kimlik” sergilemiştir.

    (Mehmet Sinan-Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı)