İç Yıkım, Dış Müdahale…

 

İki yüz yılı aşkın modern devrimler tarihi bize şunu gösteriyor: Devrimler hem dış müdahaleyle hem de iç yıkımla yenilgiye uğratılır. Ortadoğu’daki son IŞİD olayını ve ABD müdahalesini de bu perspektifle ele almak gerekir.

Fransız Devrimi, daha baştan iki yıkıcı güçle karşılaştı: Dışarıda İngiltere’nin başını çektiği krallık yanlısı muhafazakâr ittifak; içeride ise, bir yandan dışarıdaki ittifakla bağlantılı reaksiyoner direniş, diğer yandan devrimin içinden ortaya çıkan Jakoben diktatörlük. Şurası bir gerçektir ki, Jakoben terörüne gerekçe sağlayan, dış abluka ve iç reaksiyondu, ancak devrime ölümcül darbeyi vuran da bizatihi Jakoben terörüydü.

Sovyet Devriminde de buna benzer bir durum oldu. Dışarıda batılı kapitalist ülkelerin ekonomik ve siyasi ambargosu, içerideki beyaz reaksiyon ile el eleydi ve ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürüklemişti. Ambargo ve iç savaş, devrim adına “demir bir el”i gündeme getirmiş ve böylece Bolşevik diktatörlüğü kurulmuştu. Ancak devrimin işini bitiren, ne dış ambargo, ne de içerideki beyaz reaksiyon oldu; bunu sağlayan, devrimi savunma adına kurulan Bolşevik diktatörlüktü.

İspanyol devriminde de benzeri şeyler yaşandı. İspanya Devrimi ilk anda karşısında Mussolini-Hitler faşistleriyle, onların desteğindeki Franko falanjistlerini buldu. Bunların kuşatması, devrimci cephede Stalinistlerin desteğindeki sağ sosyal-demokrat hükümeti yarattı ve Devrim, daha Franko zafer kazanmadan önce bu Cumhuriyetçi hükümet ve onun emrindeki düzenli ordu tarafından ezildi.

Son yıllarda Tunus ve Mısır’da başlayıp Ortadoğu’ya doğru yayılan bir devrimci ayaklanma dönemi yaşanmıştır. Fakat diğer devrimlerde olanlar burada da bir anlamda tekrarlandı. Emperyalist-kapitalist ülkeler, içerideki reaksiyoner güçlerle el ele vererek devrimci halk ayaklanmalarına kısa sürede son verdiler. Böylece direnecek bir devrimci güç ya da “devrimci” diktatörlük de kalmadı. Bu durumda “devrimci diktatörlüğün” boşluğunu, devrimin hedef aldığı eski diktatörlükler doldurdu (örneğin, Suriye’deki Beşar Esat rejimi).

Eski devrimlerdeki formülasyon şöyleydi: Dış kapitalist mihraklar-iç reaksiyoner güçler-“devrimci” diktatörlük. “Devrimci” diktatörlük, dış ambargodan ve iç reaksiyondan yararlanarak kendi egemenliğini kuruyor ve devrimi bastırıyordu.

Ortadoğu’daki farklılık ise şudur: Dış kapitalist mihraklar-iç reaksiyoner güçler-karşıdevrimci diktatörlükler. Devrim bu diktatörlükleri hedef aldığı halde, daha başından yenilen, diktatörlükler değil, emperyalist-kapitalist müdahaleyle ve iç reaksiyon güçlerinin silahlı mücadeleye başvurmasıyla devrimci halk güçleri olmuş, bu durumda geçmişte “devrimci” diktatörlüklerin oynadığı rolü, devrimci ayaklanmanın hedefi olan bu karşıdevrimci diktatörlükler oynamaya başlamıştır.

Emperyalist-kapitalist dış müdahale, geçmişte “devrimci” diktatörlüklere uyguladığı ambargoyu bu sefer karşıdevrimci diktatörlüklere uygulamaya başlamıştır. Keza, içerideki reaksiyoner güçler, eskiden “devrimci” diktatörlüklere karşı yürüttükleri iç savaşı karşıdevrimci diktatörlüklere karşı uygulamaya girişmiştir.

Bu noktada eski devrimlerde olduğundan farklı bir başka nokta daha ortaya çıkmıştır. İçerideki reaksiyoner güçlerden bir kısmı (örneğin IŞİD denen örgüt) emperyalist-kapitalist müdahalenin kontrolü dışına çıkmaya başlamıştır. Kapitalistler, reaksiyonun kendi kontrolleri altında gelişmesini ve örgütlenmesini teşvik ederler, ancak kontrolden çıkmış reaksiyon onları son derece rahatsız eder. Bugün IŞİD’le çatışmalarının ve hatta bu örgütü bugün Suriye’deki diktatörlükten bile daha fazla hedef almalarının nedeni budur.

Şimdiki müdahalelerinin nedeni, IŞİD’i yok etmekten çok yeniden denetim altına almaktır.

Ortadoğu’daki bu savaşta halk güçlerine düşen görev nedir? Elbette Ortadoğu’da reaksiyonun en keskin kılıcı rolünü oynayan IŞİD’le, halka saldırdığı her noktada, Ezidi bölgelerinde, Türkmen bölgelerinde, Şii bölgelerinde, Kürt bölgelerinde, Rojava’da, Kobane’de vb. sonuna kadar savaşmak bir görevdir. Nasıl, II. Dünya Savaşı’nda Nazi canilerine karşı partizan savaşıyla direnildiyse, aynı öyle. Diğer yandan, IŞİD gibi reaksiyon güçleriyle mücadelede ne emperyalistlere, ne onların müttefiklerine, ne de karşı-devrimci Suriye diktatörlüğüne bel bağlayabiliriz. Onlarla müttefik konumuna gelmemeye özen gösterilmelidir.

Hele, hem IŞİD gibi reaksiyoner güçleri destekleyip hem de emperyalist müdahaleye eli mahkûm destek veren Türkiye’deki gibi karşıdevrimci iktidarlarla en ufak bir yakınlaşma ve anlaşma hem emperyalizme, hem de IŞİD reaksiyoncularına destek vermek anlamına gelecektir. Bu tür yakınlaşmaların içinde olanlar, IŞİD’e de, karşıdevrimci diktatörlüklere de, emperyalist-kapitalist müdahalelere de direnemezler.

 

Gün Zileli

26 Eylül 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Faik Akçay / Kitap Yorum: Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar, Gün Zileli

Daktilo 1984’ten alınmıştır “Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar”1 adlı yapıt, Gün Zileli’nin titiz bir araştırması. …

49 Yorumlar

  1. Lübnan’daki Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, IŞİD’e karşı ABD öncülüğünde kurulan koalisyonda yer almayacaklarını söyledi.
    Nasrallah, bir televizyon kanalında yayınlanan konuşmasında, “Herkes bizim, bölge halklarını tehdit eden, öldüren, insan kesen IŞİD ve benzeri tekfirci örgütlere karşı olduğumuzu biliyor ancak biz, ilkesel olarak Suriye’de gerek rejime gerekse tekfirci örgütlere dış müdahaleye karşıyız”diyerek, Lübnan’ın ABD öncülüğünde kurulan koalisyonda yer almasını istemediklerini belirtti.
    “Bu dünyadaki terörizmin temel kaynağı ve anası ABD’dir. ABD, Siyonist terör devletinin de en büyük destekçisidir” ifadelerini kullanan Nasrallah, “Dolayısıyla ABD’nin teröre karşı bir koalisyonun başında yer alması gayri ahlakidir. Biz de böyle bir koalisyonda yer almayız” diye konuştu.
    ….
    *****************************
    Bu tavır bir yanı ile doğru bir tavır! Çünkü bu bölgede zulüm ve cinayetlerin böylesine korkunç biçimler almasında tüm Batı emperyalizmi son 100-150 yıllık politikaları ile birinci dereceden sorumludur…
    ***
    IŞİD eski çağların yayılmacı imparatorluk siyasetini yürütüyor. Cengiz han, Timur vb! Acımasız; korku salarak biat ettiren; köleleştirerek ele geçiren; ele geçirerek köleleştiren….
    Bu cinayetleri işlemek zorundalar! İşlemezlerse o dünya görüşleri baştan sona öyle “acıklı ki”, gülünçleşebilirler! Bu zihniyet için işkence ve cinayet gösterileri bizim algıladığımız gibi değil… Bilinir, Ortaçağ devletlerinde işkence ve idamlar seyirlikti. Adamlar da aynını yapıyorlar; ait oldukları zamanın ritüellerini gururla kopyalıyorlar. “Modern Dünya” artık bu işleri gizli kapaklı yapıyor ve inkar ediyor! Bu tür “insanlık dışı” eylemleri kınıyorlar; olur da Ebu-Gureyb cezaevinde olduğu gibi suç üstü yakalandıklarında da “günah keçilerini” devreye sokuyorlar. Guantanamo’da da ” işledikleri insanlık suçlarını ancak 50 yıl sonra öğrenebileceğiz!
    ***
    Peki bir an için ABD ve Batı emperyalizminin bu işe hiç karışmadığını “ne haliniz varsa görün” dediğini düşünelim! RTE Ortadoğu Sultanı olabilmek için Faust rolüne de hazır olduğunu biliyoruz… Şu anda bile ancak “kolunun altında beyzbol sopalı adam” fotoğrafına denk düşen bir politika ile ikna edilmiş olması kuvvetle muhtemel…
    ***
    Yanıtı kolay değil; hatta bu tür “ya o, ya bu” içerikli soruların kendi içinde bir “ahlaksızlık” taşıdığı bilgisi ile soruyorum… İnsanlık henüz 3. yol’a ait bir seçeneğin bulunmadığı koşullarda tercihini nasıl yapmalı? IŞİD hükmünde bir devletin mi, yoksa ABD kuklası “modern” görünümlü, Dinsel terörün olmadığı, baskıcı… -özetle 12 Eylül Cuntası karakterinde diyelim- bir devletin içinde mi yaşamak ister? Yanıtı verecek olanın kadın mı erkek mi olduğu ayrıca değerlendirilmelidir!

  2. ABD den daha aktif olalım diyorsunuz yani.

  3. ABD aktif filan değil ayrıca. IŞİD gibilerini şyaratan da emperyalist müdahaledir.

  4. Kirli siyaset kirli sonuç doğurur, kirlilik mağlubiyettir..

    ABD’de düzenlenen Kürt konferansında konuşan Selahattin Demirtaş, “ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerine ait uçaklar Kobanê üzerinde uçuyor, IŞİD Türkiye’nin 500 metre yakınında. Biri havadan izliyor, biri 500 metre sınırdan. BM toplantısında liderler o kadar konuştu ama hiçbiri adım atmıyor” demiş.

    Demirtaş’ın bu beyanıyla ifade ettiği sadece sonuçtur, oysa batı koalisyonunu oluşturan devletler Başur’da çok etkin bir koruma sağladılar, büyük destek sundular, hala sunmakla kalmıyor giderek dozunu artırıyorlar. Suriye devletinin hükümranlık alanında müdahale kararı almaları ise savaşın başından beri bir ilktir, son derece önemli ve riskli bir karardır. Demirtaş arada fark olduğunu söylerken haklı ama kürtlerin neden böyle farklı bir davranışa muhtap olduklarının nedenlerini açıklamakta yetersiz.

    Güney’i DAİŞ’e işgal ettirmek istediklerini bizzat Erdoğan itiraf etmiştir. Plan basittir, önce Güney’i DAİŞ’e işgal ettirecekler sonra türk birlikleri kurtarıcı edasıyla Güney’e girecek, her “barış” harekatında olduğu gibi çıkmaları yılan hikayesine dönüştürülecekti.Tutuklu generallerin salıverilmesi bir savaş hazırlığıydı. Güney’i ilhak operasyonu DAİŞ’le yürürlüğe konarak fiilen başlatılmıştı bile. Konsolosluk elemanlarının gönüllü rehineliği oyunu örtmek için düzenlenmiş bir mizansendi, akılları sıra ilhaka vesile yaratıp haklılık kazandıracaklardı. Hakkari yöresinde PKK aracılığıyla yarattıkları hareketlilik sınıra asker yığmalarını gizlemeye yönelikti. Batı blokunun kendilerini izlemekte olduğunu ve telefonlarına kadar dinleyeceğini hesaba katmadan suçüstü yakalandılar. Parasal ilişkilerine kadar günışığına çıktı. ABD ve birlikte hareket ettiği koalisyon bu nedenle ağırlıklı olarak Güney’dedir. Türkiye’ye biz buradayız diyor ve açıkça pazu gösteriyorlar. Hükümet boyu dinlenmelerinin, sigaya çekilmelerinin sonucunda ifşa olmaları bu suçüstü pozisyonunun boyutlarını açıkça ortaya koymuştur. Erdoğan kürsüde konuşurken bu nedenle BM salonu boşalmıştır.

    Dünyanın bildiğini bir bunlar bilmiyor yada görmezlikten geliyor. Demirtaş karar mekanizmalarına katılan biri değil, sadece izleyici ve Öcalan’ın emireri, seroku ise bu devletin emireri ve suçortağı. Türk ordusuyla savaşır görüntüsü altında desise yaratarak türkleri sürekli Güney’e çektiklerini hepimiz biliyoruz, aynı taktikle DAİŞ’le de savaşıp buraya çeken yine PKK’dir. Suriye ile Türkiye’nin aynı anda müttefiki olan da PKK’dir ve bunun nasıl olduğunu hiçbiri açıklayamıyor. Alman parlamentosunda “Güney’e silah vermeyin” diye gösteri düzenleyen, tüm bu olan biteni dinleme bantlarına kaydetmiş tereciye tere satmaya kalkışan da kendileridir. Dünyanın en ikiyüzlü, en komplocu devletinin hizmetine girmiş ve bunu saklamayan bir PKK’ye batılı devletlerin mesafeli davranmasının, destek vermekte tereddüt etmesinin anlaşılır nedenleri var. Kendi pisliklerinin bedelini kuzeyde 30 yıldır sivil ve savunmasız halk ödediği gibi şimdi de güneybatıda yine halk ödüyor.

    *

    Cemil Bayık: “PKK dağ şartlarında savaşmaya alışık fakat IŞİD’le düz ovada savaştıkları için başarısız oldular.” demiş.

    Yaşadıkça daha ne itiraflar göreceğiz.

    Karargahları ve kampları Mesud Barzani’nin imkan sunmasıyla Başur dağlarındayken, kendi ülkelerinde olmak yerine apar topar ovaya yani Bekaa’ya ve arap toprağına taşınıp Esad’ın hamiliğini seçenler El Muhaberat olmasa bir gün ovada kalamazlardı, önderleri Şam’daki villada semizlenip göbeğini kurcalarken poz veremezdi.

    Öcalan’ın kendisi bile başlıbaşına kürtlere dağları yasaklama ve kürtlerin dağları mesken tutmasını engelleme operasyonunun sinsi figüranıydı.

    Protesto eden kaç kürt yiğidinin infaz edildiğini, kürtleri dağda tutmaya yetenekli kaç komutanın hain ilan edildiğini, öldürüldüğünü yada işgalcilere teslim edildiğini öğrenmek isteyenler sayılarını Öcalan’ın 17 bin demesine bakarak anlayabilirler.

    Kürdistan dağları nasıl boşaltıldı, kaç köy harabe edildi, kaç milyon kürt tehcirde, bunlara cevap arayanlara da yol açık, türk istatistikleri bile 5 milyondan daha az olmadıklarını gösteriyor.

    Mehmet Ağar kürtlerin ovaya inmesi gerektiğini söylerken faili malum infazların gerekçesini ağzından kaçırıyordu.

    “Barış” projesinin amacı ise yine dağdan indirmek olarak açıklanıyordu. Dağdan havaya uçulmadığına göre ovaya inilirdi.

    Şimdi ovalar boşaltılıyor.

    PKK yükseklerde seyreden Kürdistan idealini alçaltmanın, dağları ovaları boşaltmanın hareketidir. Yukarda alt alta yazılanlardan başka sonuç çıkarmanın imkanı yok. İnsanlar en büyük itirafları çaresizlik anlarında yaparlar. Öcalan gelip teslim olmasa kaç bin kürt öldürttüğünü öğrenemeyecektik. Cemil Bayık da aynı psikozu yaşıyor, baklayı ağzından çıkarmış. Oysa işgalcisine eteklenmeyen bir hareket ovada da başarılı olur. Çoğu kez siyaset silahtan daha güçlüdür.

    Amilcar Cabral bir yazısında ülkesi Gine-Bissau’yu kastederek, “bizim gerilla savaşı için şart olan dağlarımız ve ormanlarımız yoktu, halkımızı dağlar ve ormanların yerine koyarak halka sığındık ve mücadelemiz böylelikle başarıya ulaştı” diyor.

    Bizimkilerin ömrüyse yurtsever alanları boşaltmakla, kendi halkını avlamakla yada pazarlamakla geçti. Oturduğu dalı kesmek nasıl olur sorusunun karşılığı bunların belleğinde yer etmemiştir.

    *

    Ortadoğu’da dinle ve kanla kirlenmemiş devlet yoktur. Yine bilinirki egemen devletler kirlendiğinde sömürgeler daha fazla kirlenir. Zira sömürge ülkeler sadece üretim artığının yada teknolojik bakımdan miadını doldurmuş mamüllerin ihraç edildiği pazar olmakla kalmayıp, ayrıca metropol ülkelerin kendi krizlerini ve ihtilaflarını ihraç ettiği ülkelerdir. İslamın tüm müslüman ülkeleri kirlettiği ve neredeyse müslüman ülke halklarının tamamının batı karşıtı kesildiği bir dönemde katı dindarlıklarına rağmen kürtlerde batı karşıtlığı yer bulmamıştır. Kürt dindarlığı sekulerliği esas alan hattından zerrece sapmayan bir yol izlemektedir. Çok dinli bir toplum olması nedeniyle her inanç grubunun ancakki diğer inançlara saygı temelinde toplumun birlik ve beraberliğini koruyabileceğini kürtlerin çok iyi bilmeleri farklı inançlara hoşgörünün adeta genlerimize nüfuz etmecesine gelenekleşmesi sonucunu doğurmuştur. Alevisinden, ezdisine, yarsanisine, sebekisine, dürzisine, sünni müslümanına kadar her kürdün farklı inançlara karşı toleranslı bir yol izlemesinin nedeni bu bin yıllık gelenektir.

    Ortadoğu o denli düzelmeyecek bir duruma geldi ki gelişmiş ülkeler mal sevkiyatı için güvenli yol ve güzergah aradığında, ekonomik ilişkilerini güvenilir ve dostluğu kuşkusuz halkların partnerliği üzerinden yürütmek istediğinde ve hele verdiği silahların kendi vatandaşlarına yönelebileceği kaygısını bertaraf etmeye koyulduğunda kürtlerden daha samimi, daha güvenilir, daha dürüst ortak bulma şansına sahip değildir.

    Gelişmiş ülkeler Ortadoğu için analizlerini bitirmiş, kıyaslarını yapmış durumdalar ve bir sonuca vardıklarının işaretlerini veriyorlar. Kürt partileri önemli bir hata yapmadıkları sürece batının ve diğer gelişmiş ülkelerin kürtler lehine kavlinin ve tercihinin tahakkuk etmemesi için hiçbir neden yoktur.

    Sözüm kürtlere. Hoşgörüyü esas alan halk özelliklerinizi arı peteği gibi koruyunuz. Balınız olursa, alıcınız Pekin’den gelir, Tokyo’dan gelir, Paris’ten gelir. Bal tutan parmağını yalar derler, kaldıki sizde fazlası var. Büyük bir pazar olmanıza ilaveten stratejik yeraltı kaynaklarınız var, yine stratejik önemde akarsularınız ve dağlarınız var. Her ülke sizin dostunuz olmadan bu kaynaklardan uzun süreli yararlanamayacağını biliyor. Batı dünyasıyla dostluk pozisyonunuzu dürüstlükle devam ettiriniz, dünyanız değişecektir. Çünkü siz bu kaynakların sahipliğinden zorla alıkonulmuşsunuz ve sizin kendi kaynaklarınızdan yaralanma şansınız bile yok. Ülkenizi sahiplendiğinizde herkes size dost kesilir. Ülkenizi herhangi bir milletle düşmanlığa tevessül etmeden, batı düşmanlığını kendi halkına bizzat propoganda eden yerel sömürgeci devletlerle dost olmamaya özen göstererek sahipleniniz. Yerel sömürgecilerin batı düşmanlığı kürt kaynaklarından daha fazla pay almaya, dolayısıyla sizin hakkınızı daha fazla gaspetmeye yöneliktir. Batıyla dost kalmanız aracıları ortadan kaldıracağı için batılı ülkelere kesintiye uğrama riski taşımayan bir kazancı garanti edecektir, ilişkileriniz batı için de güvenli ve tercih edilir hale gelecektir. Dost olmadığınız sürece çıkarlarınızı birleştiremez, statüko tasfiyesi gibi yaşamsal öneme sahip bir değişimi sağlayamazsınız. Sizin için yaşamsal olan batı demokrasileri için de yaşamsaldır, çıkarlarınızı uzlaştırma becerisi gösterdiğinizde buzlar sonsuza değin erir.

    cebaxcor.blogspot.nl/2014/09/kirli-siyaset-kirli-sonuc-dogurur.html

  5. Her halde geçmişteki 1 MART TEZKERESİ nin reddi NDE OLDUĞU Gİbi yeni tezkere için de mücadele etmek ve KOBANİ DİRENİŞİNİ TÜM ANADOLU SATHINA YAYMAK, KÜRT DİRENİŞİNE destekte DAHA AKTİF VE KATILIMCI OLMAK GEREKİYORDUR…ayrıca sınırları geçirgenleştirme eylemleri de çok sembolik anlamlı eylemlerden…

    KÜRT HAREKETİ ÇÖZÜM SÜRECİ OYALAMACILIĞINA TEPKİ GÖSTEREN BİR EYLEMSELLİK İÇİNDEYKEN:

    ONLARI BU SÜREÇ ADINA AKP DÜMENSUYUNDA OYNAMAKLA İTHAM EDENLER…HAYDİ GÖRELİM GÜCÜNÜZÜ…HOR ZOR KOLAYCILIĞIYLA NEREYE KADAR…

  6. Gün zilleli, suruç ve kobaneye gitmeyi düşünüyormuşsun?

  7. O Gürsel, kafan çok sığ çalışıyor.malesef

  8. mikail firtinaci

    Eger “ISID’e karsi savalim” derseniz, PKK’nin NATO’dan agir silah isteginin de gayet makul oldugunu kabul etmeniz gerekir. Cunku silahsiz savasilamayacagi gibi basit bir gercek var.

    Fakat ortada “gericilik”, “ilericilik” v.b. kavramlarin savasindan ote, insanlarin maruz kaldigi bir zulum meselesi var. Suriye’nin kuzeyindeki Kurt bolgelerinden yoksul ve proleterler, bu savastan kacmak istediklerinde her tur destegi vermek, onlara Turkiye’nin her turlu kolayligi saglamasi icin mucadele etmek esas gorev. Bu insanlar Turkiye’ye geldiklerinde evsiz barksiz, cok daha az maasla calistiriliyorlar. Onlarla mucadele buyutmek; esas “savas” burada iste. Milliyetci histeriye karsi, pogromculuga karsi da sonuna kadar direnmeliyiz: yani savas aslinda burada, Turkiye’de kendi egemenlerimiz ile, burada ki fasistlerle bizim aramizda.

    Cunku Suriye’li multeciler egemen sinifin bizim aramizda milliyetci-mudahaleci histeriyi guclendirmesini sagliyor. Isini kaybeden isci Suriyeli isci kardesini sucluyor. Kendi milli soven efendilerine daha da baglaniyor. “Bunlar gidecekse Turkiye savasa da girsin” diyebilecek noktaya geliyor.

    Ote yandan ISID’e karsi gidip savasmak cozum falan degil. ISID bir grup ruh hastasi caniden olusmuyor sadece. Irak ve Suriye’de kendisini toplumsal duzenden dislanmis sunni Arap’larin destegi ya da en azindan rizasindan besleniyor. Turkiye’de bir cok muhafazakar Kurt ve Turkde katiliyor ISIDe. Dolayisiyla ISID marjinal bir grubun, ya da basitce emperyalist bir komplonun urunu degil. Gercek bir toplumsal sorunun, orta doguda devletlerin curuyup dagilmasi, toplumlarin en sekter atomlarina parcalanmasinin dogal bir sonucu ISID.

    Buna karsi sinirsiz-enternasyonal, devletsiz, sermayesiz, kisacasi komunist bir orta dogu alternatifi tek cozum. PKK dunyadaki en iyi silahlari da alsa, NATO tarafindan da taninsa, ISIDi askeri olarak da yense, sorunu cozemeyecek. Zaten ISID kapisinin onune gelene kadar onunla hic bir sorunu olmamasi da bunu gosteriyor. Sorunun cozumu emekcileri bolen degil birlestiren, emperyalistlerle isbirligini degil onlarla mucadeleyi hedefliyen bir mucadelede – diye dusunuyorum bilmem ne dersiniz?

  9. tabii ki. ben zaten gidip IŞİD’le savaşılmasını önermedim. Oradaki insanların direnmesinden söz ettim.

  10. imkânım olsa savaşırdım dedim. Ama Mikail Fırtınacı’nın dediği gibi, esas olan yerinde mücadeledir.

  11. Gün Abi seni seviyorum. Her ne kadar seni seviyorum demenin yanlış anlaşıldığı, ve seni seviyorum demenin olmadığı bir toplum olsak da ben seni seviyorum.Helal olsun sana. Keşke marksistler senin gibi demokrat,özgürlükçü,tahammülkar,sevgi dolu olsalar.helal olsun sana.eleştirsek de seni harbiden baba adamsın..
    https://www.youtube.com/watch?v=BpiCijZ8aMw

  12. 19. yy’a dek tüm dünyada dolaylı ya da doğrudan Dinsel Zorbalık hakimdi… Son iki yüz yılda belirginleşen Kapitalist-Emperyalist zorbalık Sosyalizme evrilmenin ön üretim biçimi olarak değerlendirildi.. Bunun o denli kolay olmayacağı görülse de sonuçta bugün Dinsel Faşizm, Kapitalist-Emperyalist Faşizm’den tarihsel olarak daha geridir.

    Bugün bu elindeki makineli tüfekle şişinen Dinsel-erkek ego/Dinsel Faşizm utanmadan Rusya-ABD silahlarıyla kuşanmış “kahrolsun emperyalizm” diyor! İşte “sığlık”, riyakarlık burada başlıyor! Kendinin üretmediği, bu kafa ile hiç bir zaman üretemeyeceği bilim-teknoloji ürünlerini gasp etmiş, bunlarla savaşıyor… Kazanacağı zaferin hiç bir şekilde kendine ait olamayacağını bile anlamıyor… İşte gerçek sığlık budur! Ve bu silahların gerçek sahipleri üzerine geldiğinde çığlığı basacak! Bu ne zavallı bir siyasettir!

    Bilim ve teknoloji üretemeyenler, bilim ve teknoloji üretebilecek toplum oluşturma hayali bile taşımayanların akibetlerine bir insan olarak üzülsem de, bir depreme-kasırgaya karşı hiç bir önlem almayanların felaketleri de kaçınılmazdır… Bu sonuca kahrolsam da anlarım.. Bu kaçınılmazdır!
    Sığlık bu süreçlerin kaçınılmaz doğasını inkar etmektir!
    Bilim ve sanat emeğini ve bu “özel” emeği üretebilecek toplumsal hayatı inkar eden zihniyetin tek çaresi işte böylesi katliamlardır… Kadını köle, erkeği kul yapanların dünyası içinde yaşamaktansa ABD bombalarıyla ölmeyi tercih ederim!

  13. Empati, sığlığı aşmanın bir yolu ama kolay iş değil..
    Bu çabayı gösterdiğimi düşünüyorum.. Bu “çaba harcamayı” deneme adına aşağıdaki linki veriyorum..

    http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1543

  14. Arkadaşlar kürt ve Işid harekatı bizlere Irakta 5 milyon insan katledildigi zaman ırakta yaşayan ne kürtlerin ne alevilerin kılı kıpırdamadı ve o igrenç başkaların hükümdarı olan yönetimde yer aldılar. Irak ırak halkının malıdır topragıdır ve bu gerçek hiç bir zaman degişmeyecek burdan kürt arkadaşlarıma kürt haraketinin hepimize bazı ipuçlarını verdi tarihte Osmlı güdümüne niçin girdklerini ve bu tarihte devletlerin ve kürt önderlerin kendi halkını nasıl katletiklerini incelemesi gerekir Kendi vatanını hiç olmazsa kurtarma tohumları yavaş yavaş yeşeren Işıd amerikanı ve türkiyenin etkisyle bir oluşumdur IRAK IRAK HALKININ MALIDIR

  15. Halka ve halkın doğrudan eylemine güvenmeli

    Seyfi Cengiz

    “Yeni Türkiye ve İŞİD” başlıklı son yazımı, “Bu bir yeniden paylaşım savaşıdır. Bu gerçek atlanarak gelişmeleri doğru okumak, doğru yerde durmak mümkün değildir” diyerek bağlamıştım.
    Dolayısıyla bu savaşın taraflarından biriyle saf tutmayı doğru bulmuyorum.
    Taraflardan biri IŞİD.
    Bir örgüt adı gibi kullanılsa da IŞİD gerçekte bir koalisyondur.
    Türkiye bu koalisyonun veya cephenin ilan edilmemiş bileşenlerinden biridir.
    Amerikan ve NATO baskısıyla İŞİD karşıtı koalisyona da dahil olmak zorunda kaldı.
    Bunu yaparken dolaylı bir dille koşullar öne sürmeye başladı.
    Türkiye bu koalisyonu IŞİD’den çok Esad (hatta Kürt) karşıtı bir koalisyon olarak tarife çabalıyor. Suriye ve Irak içinde “Tampon bölgeler”oluşturmaktan ve bu bölgelerde Türk ordusunun insiyatif almasından sözediyor.
    Bütün bunlar AKP iktidarının “Yeni Türkiye” adını verdiği İslamcı ve Yeni Osmanlıcı projeden vazgeçmeyeceğinin işaretleridir.
    “Yeni Türkiye”nin sözcüleri büyük konuşsalar da iş ciddiye bindiğinde keskin dönüşler yapmakta, çark etmekte tereddüt yaşamıyorlar.
    Bu ilkesiz, iki yüzlü, korkak hallerini “kıvrak manevralar” ve “çapraz ittifaklar” yapma becerisi olarak pazarlamaktan da geri durmuyorlar.
    Amerika’dan ve NATO’dan gâh “stratejik ortak”, gâh kendisine karşı “istiklal savaşı” verilmesi gereken düşman bir güç olarak sözetmeleri bu anlayışın bir örneği.
    Hem IŞİD, hem IŞİD karşıtı koalisyonda yeralıyor olmak da bir “çapraz ittifak” örneği olmalı.
    Hükümet basınında bu ittifak anlayışı açık açık savunuldu.
    IŞİD’in Musul işgali sonrasında Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül utangaç bir dille IŞİD’i sahipleniyor, onu “Sünni Arap kimliği”nin belirlediğinden hareketle, “Yeni cephenin adı: Türk-Kürt-Sünni Arap” (27 Haziran 2014) başlıklı yazılar döşeniyordu.
    Aynı gazetenin köşe yazarlarından Yusuf Kaplan sık sık İslam dünyasının Türkiye öncülüğünde ve “Sünni omurga” etrafında birleştirilmesi tezini işliyordu.
    Yeni Türkiye’nin bu en ateşli sözcülerinin IŞİD’le ideolojik ve siyasi akrabalıkları ortada.
    Hükümet basını IŞİD’le amaçta ve stratejide örtüşen bir çizginin temsilcisi.
    Bu çizginin IŞİD karşıtı koalisyon içinde örtülü bir şekilde hayata geçirilmek isteneceğinden kuşku duyulamaz.
    Kürt hareketinin durumu da içler acısı.
    IŞİD karşısında kurtarıcı olarak Türkiye’ye ve NATO’ya çevirdi yönünü.
    Ders alınması gereken dramatik bir hal bu.
    “Devrimci halk savaşı”ndan söz edip duranların geçen zaman zarfında halkı silahlandırmadıkları, bundan korktukları ortaya çıktı.
    Oysa halk savaşı, birilerinin halk adına verdiği bir savaş değil, halkın doğrudan eylemi olmak zorundadır.
    Halkın kitlesel halde sığınacak yer aradığı, deyim uygunsa kaçtığı bir savaş halk savaşı olamaz.
    Rojava’da ne tür bir yönetim inşa edildiği ortadadır.
    Gerçekten demokratik bir yönetim silahlı halka dayanmadan edemez.
    Rojava’da bir devrimden söz edenlerin “devrim”den ne anladıkları tecrübe tarafından deşifre ediliyor, edilecek de.
    Halkı NATO’ya veya Türkiye’ye mucbur eden anlayış sorgulanmak zorundadır.

    http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/halka-ve-halkın-doğrudan-eylemine-güvenmeli/804764349574596

  16. Kuşkusuz ki ABD-Batı zalimdir! Bencildir. Ahlaksızdır. Acımasız, riyakar ve saldırgandır.
    Kapitalist Sömürgeci imparatorluk yağmalarının “geri”, mazlum halkları katletme tarihini Latin Amerika yerlileri ve Afrika’nın köleleştirlmesine kadar götürdüğümüzde 500 yıllık bir Efendi-Köle ilişkisi ortaya çıkar!
    Ve her sefer bu haydutlar galip geldi?
    Neden? Neden!
    Çünkü Köle, kendini köleleştiren “geleneklerini-kültürünü-hayatını” sorgulamadı; darbe yedikçe daha çok sarıldı; ve daha çok köleleşti… Köleleştikçe de çektiği acı içinde efendiye karşı “aşk-nefret” ilişkisi içinde savruldu gitti! (Bakınız göçmen hareketleri!)
    Emperyalizm-kapitalizm aynı zamanda dünyanın Bilimsel Kavranışıdır. Bilimsel kavrayış bir insan bütünlüğü içinde insani yaşamayı tümüyle sağlayamasa da önemli, reddedilemez başlangıç noktasıdır…
    Doğu-Köle halklar “Düşmanının” silahını ancak böyle etkisizleştirebilirler; El Kaide, IŞİD, Taleban… Her şekilde Köleliği içselleştirmişler; ister dünyevi ister dünya dışı iktidarların önünde olsun… Bir takım sakallı adamların, yerel zorbaların, iktidar ilçe başkanlarının, tarikat şeyhlerinin gözünün içine bakamayarak önlerinde eğilenler, gerçek “efendileri-düşmanları” ve dostları da göremezler… 500 yıldır aynı hikaye! Bu kafa ile bir 500 yıl daha gider bu iş, aynen böyle…
    Basit kaçacak ama… “sen eşek olunca semer vuran çok olur!”
    ***
    Bir zamanlar Marks’ın İngiltere’nin Hindistan işgalini oradaki “durağan yapıyı” değiştirdiği için övdüğünü biliyoruz. Bu konuda kendi adıma “ne’yin doğru” olduğuna karar vermiş değilim ama bunun ne önemi var! Hayat bu çelişkiler içinde devam ediyor; Anti-Laik toplum-Devlet düşüncesi içinde yaşamak isteyen “önderler” kendi halklarını emperyalizme ister Taleban gibi, ister RTE gibi, ister IŞİD ve S. Arabistan gibi… teslim ediyorlar… Bu coğrafya “yerel Dinsel zorbaları” ile hesaplaşmadıkça daha çok acı çekecek… Sonra sıra Laik zorbalara gelir mi.. (bizde olduğu gibi…)
    Bu ayrı bir konu…
    **
    Not…ABD bombalarıyla ölmeye gelince, bu boğazlanarak, asılarak öldürülmeye karşı kişisel bir seçenekti.. Katı dinsel toplumlarda yaşayabilecek sivil insanların, çocukları bu şekilde öldürülmesi elbette savunulamaz… Kişisel bir seçimdi yalnızca..

  17. Çok şey anladığımı iddia edemem!
    Taner AKÇAM
    Taraf GAZETESİ

    İtiraf ediyorum! Ne Türkiye’nin ne yapmak istediğini veya planının ne olduğunu anlamış durumdayım, ne de ABD’nin yapmak istediğine bir anlam verebiliyorum.

    Bu hâlimin bir nedeni, bilgilerimin sadece basında çıkan haberlerle sınırlı olması; bu ciddi bir cahillik göstergesi, çünkü basın üzerinden bilinebilecek şeyler, muhtemel olanların ancak yüzde 20-30’u ile sınırlı. Böyle bir durumda yorum yapmak elbette çok zor!

    Tamam, okuduklarımdan kalkarak görebiliyorum ki, Türkiye bu döneme son derece kötü bir liderlikle giriyor. Ülke, bağımsız karar verebilecek bir önderlikten yoksun.

    Her şey çok açık gösteriyor ki, Türk önderliği, hem yolsuzluk skandalları hem de Suriye ve Irak’ta oluşan Sünni Arap örgütlerle gizli aşk ilişkileri nedeniyle, ABD ve Avrupa tarafından maalesef suçüstü yakalanmış gözüküyor.

    Yöneticilerimizin tüm gizli sırlarına vâkıf Batı onu ciddiye almıyor ve aşağılıyor.

    Bir ulus-devletin başına gelebilecek en büyük felaket bu; çünkü ulusal çıkarına göre karar verme yeteneğinin kaybolması sözkonusu. Bu nedenle Türk politikalarında stratejik bir derinlik de gözükmüyor.

    Sadece rehin alındığını bilen ve bundan kurtulmanın yoluna bakan bir liderlik, kendisine de bölgeye de felaket getirir. Tüm bu nedenle de durumumuz içler acısı… Tüm bunları anlıyorum.

    Ama anlamadığım ABD’nin ne yaptığı ve niye yaptığı? ABD ve Avrupa’nın neyin peşinde olduğu? Ve acaba kapalı kapılar ardında neler konuşuluyor?

    Piyasadaki esip-kükremelere çok kulak asmayın, en çok merak ettiğim konu şu; acaba IŞİD ile ABD arasında Suudi’ler üzerinden görüşmeler başladı mı? Tartışmalar petrol üretim ve pazarlamasının kontrolü ile yeni doğmuş Sünni devletin muhtemel sınırlarının nerelerden geçeceği üzerinde mi yoğunlaştı?

    Yoksa ABD ve Avrupa hakikaten Ortadoğu Sünni Araplarını bombalayarak, bölgeyi dizayn edebileceklerini mi zannediyorlar?

    Türk basınındaki tartışmaları da çok anlamış değilim.

    IŞİD’e göz kırpmaktan, IŞİD düşmanlığına geçmek için takla atanlar beni çok ilgilendirmiyor.

    Merakım şu: kimse ortada yeni bir ulus-devletin kurulmakta olduğunu görmüyor mu? Artık Sünnilerin kendilerine ait bir ulusal devleti var, bu devlet oluşuyor. Şimdi “hain Batı” diye bağırıp çağıran IŞİD, kendisi için uygun gördüğü alana yerleştikten sonra Batı ile pazarlığa başlamayacak mı? Kim böyle yapmadı ki?

    Fransızlar devrim yaptığında ne yaptı? Bolşevikler devrim yaptığında ne yaptı? Ya da ulus-devletlere bakalım! Türk devleti farklı mı kuruldu? Yunan, Bulgar devletleri mi değişikti? Ya da isterseniz Amerika’yı alın örnek!

    Bu saydıklarımdan hangisi, “biz” ve “öteki- düşman” gibi bir ölçü geliştirmedi ki? Hangi ulus-devlet, biz olan ve bizden olmayan ayırımı yaptıktan sonra, “bizim yaşayacağımız bölge” diye bir alan ilan etmedi ki? Hangisi bu alanın sınırlarını mümkün olduğu kadar genişletmek ve de bu alan içinde kalan ötekini, soykırım dâhil, imha etmek işiyle uğraşmadı ki?

    Kabul, Kuzey Avrupa veya Afrika gibi birçok yerde bu genel modele aykırı şeyler muhtemelen olmuştur, bilemiyorum. Benim bildiğim Avrupa, Balkanlar ve Ortadoğu ulus-devletler kurulma süreci bu eksende gelişti! Hepsi ama hepsinin bodrumları milyonlarca masum insanın iskeleti ile doludur.

    Kabul, IŞİD “terörist” bir örgüt olsun; ama “terörist” olmayan ulusal kurtuluş hareketi mi vardı? Mustafa Kemal, İstanbul Divan-ı Harbi tarafından “terörist” olarak idama mahkûm edilmedi mi? İsrail kurucularından Menachem Begin İngilizler tarafından “terörist” olarak aranıp, başına 50.000 dolar ödül konmadı mı? Kürtlerin ulusal lideri konumunda olan Öcalanşu anda “terörizm” suçundan hapiste değil mi?

    Ne zaman öğreneceğiz, “ulusun kurucu babası/ kahramanı” olmak ile “terörist” olmak arasındaki tek fark başarılı olup olmamaktır.

    Başarırsanız “Atamız”, başarmazsanız “bebek katili” olursunuz.

    Ben bu IŞİD “terörizminde” başka bir şey göremiyorum, yanılıyor muyum? Bana göre Sünni-Arap bir devletin temelleri atıldı, atılıyor. Etnik temizlik ve soykırımı da planlayarak bölgelerini büyütüyorlar, yani kendilerinden önce Türklerin ve diğer ulus-devlet kuranların yaptıklarını yapıyorlar.

    İşte bu noktada ABD ve Avrupa’nın yaptığını anlayamıyorum. Gidip kendileri o bölgeye yerleşemeyeceklerine göre, bu kükremeleri niye?

    Sünni Araplara, artık Şam ve Bağdat alternatifleri sunulamayacağına göre, bu bombalamalarla neyi amaçlıyorlar? Sadece pazarlık kozlarını artırmayı mı?

    Dedim ya, her şey kapalı kapılar ardında; ve ben bir çok şeyi anlamış değilim!

  18. Erdoğan’ın IŞİD’li çocukları
    Seyfi Cengiz

    Erdoğan’ın örtülü IŞİD müdafaası sürüyor.
    Yeşilay’ın “Uyuşturucu ile Mücadele Sempozyumu”nda “o çocuklar” diye şifrelediği İŞİD militanlarını savunmaya devam ediyor.
    Bir yerde “IŞİD’in İslam’la alakası yok” derken, biraz ilerde dünyanın IŞİD’e karşı zincirleme koalisyonlar kurmasını IŞİD’in İslam’la alakasına bağlıyor.
    Sadrazam kavuğu giydirdiği Taşkentli çocuk gibi o da bir demagog.
    Söylevinde evirip çevirip konuyu AİHM’in “Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi’ hakkındaki kararına getiriyor.
    Öğrencilerin bu derslerden muaf tutulmasını “Türkiye aleyhinde yanlış bir karar” olarak tanımlayarak, uyuşturucu dahil tüm zararlı alışkanlıkların, terörün (IŞİD’inki dahil), ırkçılığın, hemen her şeyin panzehiri “Zorunlu Din ve Ahlak Bilgisi Dersleri”dir diyerek AKP iktidarının bu konudaki kararlığının altını çiziyor.
    “İstişare” adı verilen ataerkil usullerle işbaşına getirilen Taşkentli Davutzade Ahmet Efendi, gelir gelmez bir AKP tarifi yapmış, AKP’nin devlet geleneğinden çıkmış bir restorasyon hareketi olduğunu söylemişti.
    Evet, restorasyon hızla yol alıyor.

    http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/erdoğanın-işidli-çocukları/805695266148171

  19. Mülayim Sert

    Tezkereye 298 Evet, 98 Hayır çıkmış.
    Katılım 396/550.
    Katılım içinde Evet oyu %75, Hayır oyu %25 çıktı.

    Oysa meclisteki koltuk sayısı şöyle:

    Evet cephesi AKP (312) + MHP (52) = 364 koltuk, %66.
    Hayır cephesi CHP (130) + HDP/DBP (28) = 158 koltuk, %28.

    Yani oylamada Evet cephesi meclisteki oranından daha başarılı sonuç aldı.

    Katılmayanlar nasıl olsa AKP geçirecek diye mi katılmadı, yoksa Hayır cephesinden fire mi var merak ettim.

  20. bakın bazı ulusalcı chp’liler kaytarmış olmasınlar. Bugünkü aydınlık’ta tezkereye karşı hayırhah bir tutum vardı. Mehmet Ali Güller hariç.

  21. sen aydınlık gazetesi mi alıyorsun eve gün zileli?

  22. Bugün bir arkadaşımı acilen hastaneye götürmek zorunda kaldım. Dönüşte vakit geçirmek için bir Aydınlık aldım, bakalım tezkere konusunda ne diyorlar diye. Eğer mali durumum elverişli olsa Aydınlık, Birgün, Taraf, Cumhuriyet ve Özgür Gündemi her gün alıp şöyle bir bakmak isterdim, eğilimleri açısından.

  23. Almak istediğin gazeteler sana en fazla ayda 150 liraya patlar. Otuz tane kitap yazmış, çevirmiş adamsın, söylediklerin belirli bir kitleyi ve kamuoyunu etkiliyor, hareketlendiriyor. Gelin görün ki, iki hafta üst üste her gün gazete alsan, ekmek almaya para bulamayacaksın belki de. Lanet olsun böyle düzene diyorum başka da bir şey demiyorum.

  24. mikail firtinaci

    Her durumda ellerinin ucuyla hayir dediler hayir diyenler. CHPden tam beklenilecek hareket.

    Ama gercekten uzucu olan sokaktaki savas karsiti mobilizasyonun zayifligiydi. 2003’le kiyaslanmayacak derecede zayifti bugun. Bence bunda ozellikle PKK eksenindeki Turk ve Kurt solunun kafa karistirici etkisi buyuk oldu.

    Dikkat ederseniz PKK turkiye’nin mudahelesine karsi degil. Sadece kendisinin de tezkerede bir ortak gibi degil de bir dusman gibi yansitilmasindan sikayetci. Salih Muslim’in (PYD lideri) bugun verdigi bir ropartaj bunu aynen ortaya koyuyor; Turkiye’nin mudahalesine iliskin demis ki:

    “Türkiye’den gelecek güvenli bölge dayanışma içinde koordineli şekilde oluşturulacaksa, yapıcı bir adım olursa Türkiye ile birlikte hareket ederiz. Ama Türkiye bizi suçlamaktan vazgeçmeli, 2004’ten beri Esed’le savaşıyoruz, artık suçlama olmamalı.”

    http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/salih-muslim-turkiyenin-sartlari-kabul-edilemez

    Yani Turkiye’nin Esadi devirmeden mudahale etmeyiz tavrina ABD’den once PYD eyvallah demis! Bundan daha korkunc bir senaryo dusunemiyorum. AKP’li buyuk ortadogucularin butun fantazilerini besleyen bir sovenizmin suyuna gidiyor bu tavir. Cunku bu alcaklar Turk ve Kurt kardesliginden Ortadoguda canini veren Turk ve Kurt emekcisini ve cebini dolduran Turk ve Kurt patronlarini anliyorlar.

    Solun bir kesimi ise (Turk milliyetcisi solu ciddiye bile almiyorum) hala PKKnin arkasinda oldugundan, ayni eski Turkiye ISID’i destekliyor argumanina sikisti kaldi. Savas tezkeresine karsi bile bunu soyleyerek tam bir kafa karisikligi yaratiliyor. Aslinda gizlenen gercek PKK’nin desteklenmesinin NATO ve PKK isbirliginde Turkiye’nin de ortak olmasi ya da en azindan engel olmamasi demek oldugu.

    Tam bir enternasyonal tavir ve butun milliyetciliklere tavizsiz bir karsi cikis gelistirilmesine acilen ihtiyacimiz var. Bu konuda sanirim anarsistler (ki bir cogu da bu milliyetci dumene kapilip gidiyor ne yazik ki) ve sol komunistler olarak oldukca yalniziz.

  25. mikail firtinaci

    ufak bir not daha:

    CHP’nin karsi cikisi da esas olarak tezkerenin asil hedefinin Esad olmasindan kaynaklaniyor:

    http://aljazeera.com.tr/haber/yetki-artik-hukumette

    yani rezalet bir meclis; al hepsini cope at bu hayirsizlarin

  26. IŞİD Saldırısı ve “Toyota Savaşı”

    9 Haziran 2014’de Musul’daki Irak askeri güçlerinin kenti terk etmesiyle birlikte “yepyeni” bir “fenomen”/vaka ortaya çıktı: IŞİD/Irak-Şam İslam Devleti/Dewleta Îslamî li Iraq û Şamê (DAÎŞ).
    Irak askeri güçlerinin çekilmesinin ardından IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi, 2003 yılında başlayan ve “resmen” 2013’de sona erdiği ilan edilen Irak’ın Amerikan işgalinin yeni bir evresini oluşturmuştur. Bu yeni evrenin baş aktörü IŞİD, Musul’u neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmaksızın ele geçirmesinin ardından, 11 Haziran’da “Saddam Hüseyin’in doğum yeri” olarak bilinen Tikrit’i ele geçirerek Bağdat’a yönelik saldırılarını sürdürmeye yöneldi.
    IŞİD’in Bağdat’a “çok” yaklaştığı haberleri “medya”da geniş yer tutarken, birden IŞİD saldırısının yönü Kuzey Irak’a döndü. Amerikan işgaline karşı önemli direniş bölgelerinden olan Telafer (Musul’a 50 km ve Türkiye sınırına 100 km uzaklıkta) 16 Haziran’da IŞİD’in denetimine geçti. Böylece IŞİD’in Ocak ayında ele geçirdiği Irak’ın El Anbar eyaletindeki denetimi Ninova (Nînewâ) eyaletini içine alarak nerdeyse Irak-Suriye sınır bölgesinin tamamını kapsayacak kadar genişlemiş oldu.
    IŞİD, 3 Temmuz’da El Nusra’nın elinde bulunan Suriye’nin en büyük petrol sahasını ve 16 Temmuz’da yine Suriye’nin en büyük doğal gaz alanını ele geçirdi.
    3 Ağustos’ta IŞİD saldırısı bir kez daha yön değiştirerek, Rojava sınırındaki Yezidilerin yoğun olarak yaşadığı Sincar (Şengal) bölgesine yöneldi. Sincar kenti ve 6 Ağustos’ta peşmergelerin denetimindeki Karakuş IŞİD’in eline geçti (diğerlerinde olduğu gibi peşmerge güçleri çatışmaksızın bölgeyi terk etmişlerdir).
    Bu gelişmelerle birlikte Yezidilerin büyük bir bölümü peşmergelerle birlikte Kuzey Irak Kürdistan Özerk Yönetimi (Güney Kürdistan) bölgesine geçerken, bir bölümünün Sincar dağlarına sığınmasıyla birlikte IŞİD “fenomeni” tüm dünyanın gündeminin birinci sırasına yükselirken, Amerika’nın ve diğer “Batılı” (hiç tartışmasız emperyalist) ülkelerin olaylara müdahalesi başladı. 7 Ağustos’ta ABD ve “müttefikleri” (Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Bahreyn ve Suudi Arabistan) IŞİD’in Sincar bölgesindeki “mevzilerini” bombaladı.
    Öte yandan IŞİD’in saldırısı bir kez daha yön değiştirerek doğu yönüne döndü. İlk hedef, uzun yıllardır (1993’den itibaren) PKK’nin lojistik alanı olarak kabul edilen Mahmur kampı oldu. Mahmur kampı çevresindeki peşmerge güçlerinin fazlaca direniş göstermeksizin Erbil (Hewlêr) istikametinde geri çekilmesiyle birlikte Mahmur Kampı’nda bulunan PKK güçleri de bölgeyi terk etti. Böylece Mahmur Kampı IŞİD’in eline geçti. Ardından IŞİD, Erbil yönündeki saldırısına devam ederek Erbil’e 40 kilometre kadar yaklaştı.
    Bu gelişmelere paralel olarak Amerikan, Fransız ve “müttefik” Arap uçaklarının hava bombardımanı Mahmur çevresinde yoğunlaştı. Bu yoğun bombardıman karşısında IŞİD’in Erbil’e yönelik saldırısı durduruldu. Ardından ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya, Barzani hükümetine doğrudan silah yardımı yapma kararı aldı. Peşmergelerin IŞİD karşısında hiçbir varlık gösterememiş olmaları ve sürekli savaş alanını terk etmeleri karşısında “yeni profesyonel peşmerge ordusu” kurmak için askeri eğitim verecek (Amerikan emperyalizminin 10 yıllık işgali koşullarında hiç eğitim verilmemiş gibi) “Batılı askeri uzmanlar” ve “askeri danışmanlar” Kuzey Irak’a gönderildi.
    “Medya” bu gelişmelere geniş yer verirken, IŞİD’in saldırıları bir kez daha yön değiştirdi. Bu kez Suriye’de PYD’nin (Demokratik Birlik Partisi/Partiya Yekîtiya Demokrat) denetimindeki Rojava ve özellikle de Kobanê (Ayn el-Arab) hedef alanı oldu.
    Böylece Haziran-Eylül aylarında IŞİD’in saldırıları, Irak’ın kuzeyinde Musul’dan güney doğudaki Bağdat’a, ardından Irak’ın güney-batısına, güney-batısından kuzey batısına (Sincar), kuzey-batısından kuzey-doğusuna (Mahmur-Erbil hattı) ve nihayetinde Irak’ın kuzey-doğusundan kuzey-batısına, Suriye’nin kuzeyine, Rojava-Kobanê hattına yöneldi. (Ekim ayının ilk günlerinde IŞİD’in “ana saldırı” noktası her ne kadar Kobanê olarak görünüyorsa da, Haziran-Eylül dönemindeki gelişmelere bakıldığında, bunun her an yön değiştirebileceği söylenebilir.)
    Geçen dört ayda IŞİD saldırılarının sürekli yön değiştirmesinin ve yüzlerce kilometre uzaklıklardaki değişik hedeflere kolayca yönelebilmesinin gösterdiği askeri gerçek, IŞİD’in yüksek düzeyde hareketli (mobil) güçlere sahip olduğudur. Böylesine yüksek bir hareketliliğe nasıl sahip olduğu bir soru olarak ortaya çıkarken, aynı zamanda bu hareketliliğe dayanan askeri taktiklerin neler olduğu ve nasıl bir komuta mekanizmasına sahip olduğu sorusunu da beraberinde getirmektedir.
    Burada ilk göze çarpan olgu, hiç tartışmasız IŞİD’in hareketliliğini sağlayan, çöle uygun kamuflaja sahip Toyota pikapları ve kamyonetleridir.
    Buradan yola çıkıldığında, karşımıza 1987 Libya-Çad Savaşı çıkmaktadır.
    Bu savaş, emperyalist askeri literatürde küçümseme ifadesi olarak kullanılsa da, “Toyota Savaşı” olarak tanımlanır.
    1987 “Toyota Savaşı”nda, Libya’nın zırhlı araçları ve uçaklarıyla girdiği bu savaşta, Çad aşiretleri ve silahlı güçleri Toyota’nın kamyonetleriyle Libya ordusunu yenilgiye uğratmışlardır.
    Çöl koşullarına uygun Toyota kamyonetleriyle taşınan silahlı güçler ve bu kamyonetlere monte edilmiş ağır silahlar Çad güçlerine büyük bir hareketlilik sağlamıştır. Çad silahlı güçleri, sözcüğün tam anlamıyla, Toyota kamyonetlerine dayanan bir hareketli savaş yürütmüşlerdir. Bu hareketli savaş karşısında Libya’nın tankları, zırhlı araçları ve uçakları etkisiz kalmıştır.
    Toyota’lara dayanan benzer bir hareketli savaş, kent merkezli bir savaş olarak Somali’de gerçekleşmiştir.
    1993 yılında Amerikan emperyalizminin “önderliği” altında oluşturulan ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün (UNITAF) Somali’ye müdahale etmesiyle başlayan savaş iki yıl sürmüştür. Muhammad Farah Adid güçleri, özellikle başkent Mogadişu’daki direnişte yaygın biçimde Toyota’nın Land Cruiser pikaplarını kullanmışlardır. (Bu direniş, “Black Hawk Down” filminin konusu olmuştur.)
    Yine Somali’de 2006 yılından günümüze kadar, “Batı medyası”nin “cihatçı” olarak adlandırdıkları şeriatçı Al-Shabaab’ın (Harakat al-Shabaab al-Mujahideen) merkezi hükümete ve koalisyon güçlerine karşı yürüttüğü savaş Toyota’lara dayanan bir hareketli savaş olmuştur.
    Aynı biçimde “Arap Baharı” sürecinde Kaddafi’ye savaş ilan eden Libyalı aşiretlerin en gözde savaş aracı Toyota’lar olmuştur. Bu savaşın ayırıcı özelliği, Toyota’larda büyük bir hareketliliğe sahip Kaddafi karşıtlarının Amerikan, Fransız, İngiliz hava güçleriyle desteklenmiş olmasıdır.
    Ancak Libya’da “Toyota Savaşı” Kaddafi’nin öldürülmesiyle sona ermemiştir. “Post-Kaddafi” döneminde (2012 sonrası) şeriatçı güçler bir kez daha savaş sahnesine çıkmışlardır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu şeriatçı güçlerin (Al-Jama’a al-Islamiyyah al-Muqatilah bi-Libya) hareketliliğini sağlayan yine Toyota’lar olmuştur.
    Özetle söylersek, 1987 Libya-Çad “Toyota Savaşı”ndan günümüze kadar “İslam coğrafyasında” sürüp giden tüm iç savaşlarda, saldırgan şeriatçı güçlere yüksek hareketliliğini sağlayan unsur pikaplar ve kamyonetler olmuştur. Özellikle bu pikap ve kamyonetlere monte edilmiş ağır makineli tüfekler (DShK/Doçka) yüksek ateş gücü sağlarken, araçların hızı ve manevra kabiliyeti küçük bir gücün daha geniş bir arazide etkin olmasını sağlamaktadır. Ayrıca manevra kabiliyeti sınırlı zırhlı araçlar ve tanklar karşısında hız ve manevra avantajına sahip olan bu pikap ve kamyonetler, aynı zamanda hava saldırıları karşısında da hızla yer değiştirerek saldırının etkisizleşmesine yol açmaktadır.
    Çöllerde ve bölünmüş kentlerde Toyota vb. “savaş arabaları”, hareketli savaş tarzının etkin biçimde kullanılmasını sağlarken, aynı zamanda “asimetrik savaş”ın da etkin bir aracı durumuna gelmişlerdir. Ve Mao Zedung’un ifade ettiği gibi, hareketli savaş imha savaşının en temel unsurudur.
    Bugün “dünya medyası”nın gündeminin başında yer alan IŞİD’in çok yönlü saldırıları ve her durumda saldırılarının yönünü değiştirebilme kapasitesi, tümüyle yüksek hareketliliği ve yüksek ateş gücü sağlayan “savaş arabaları”na dayanmaktadır. Bu hareketliliğe sahip güçler, bazı özel durumlar dışında mevzii savaştan uzak durabilmektedir. Bu nedenle de, onların sabit mevzileri bulunmamaktadır. Bu da onları hava saldırılarına karşı korunaklı hale getirmektedir.
    Çöllerde ve bölünmüş kentlerde hızlı ve ani saldırılar gerçekleştirme olanağı sağlayan bu “savaş arabaları”, savunma savaşının değil, saldırı savaşının araçlarıdırlar. Belli mevzileri ya da bölgeleri korumak zorunda kalan güçler, her durumda bu saldırı savaşının karşısında dezavantajlı olmaktadırlar. Yüksek hareketliliğe dayanan bu saldırı savaşı, bir yandan savunmadaki güçleri parça parça imha ederken, diğer yandan hızlı ve ani saldırılarla yıpratma işlevini de yerine getirmektedir.
    “Gerilla savaşı”nı onlarca yıl sürdürmüş peşmergelerin ve PKK güçlerinin Mahmur Kampı’nı savunamayarak hızla geri çekilmeleri de bu savaş tarzının ne denli etkin olduğunu açıkça göstermiştir.
    Irak ve Suriye’de gelişen son olayların gösterdiği bir başka gerçek ise, IŞİD’in böylesi yüksek hareketliliğe ulaşmasını sağlayan “savaş arabaları”na nasıl sahip olduğu, daha da önemlisi böylesi bir hareketli savaş taktiğini nasıl yönetebildiğidir.
    Bugün için “medya”nın dikkatini fazlaca çekmediğinden IŞİD’in bu “savaş arabaları”na nasıl sahip olduğu belirsizdir. Ancak IŞİD askeri yönetiminin bu tarz bir savaşa “aşina” olduğu görülmektedir. Suriye’deki Esad karşıtı askeri güçlerin, özellikle ilk dönemde, Libya’dan getirilen askeri malzemelerle donatıldığı herkesin anımsayabileceği bir olgudur. Bu süreçte, yine “medya”ya yansıdığı gibi, Libya’da Kaddafi’ye karşı savaşan şeriatçı güçlerin Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirildiği de bilinen bir gerçektir.
    İşte IŞİD’in Toyota vb. araçlara dayanan hareketli savaşının taktik yönetiminin, en azından ilk dönemde, Libya’da bu savaş tecrübesine sahip “cihatçılar”a dayandığı söylenebilir. Bu “cihatçılar”ın Kaddafiye karşı savaşta doğrudan Amerikan ve Fransız “askeri danışmanlar” tarafından eğitilmiş olmaları da, daha komplike ve sofistik taktikler uygulamalarını sağlamaktadır.

    KOBANİ DİRENİŞİ, ROJAVA DEVRİMİ, MEVZİ SAVAŞ VE HAREKETLİ SAVAŞ

    Bugün Türkiye “medya”sının baş konusu, Rojava’daki üç Kürt Özerk Bölgesi’nden birisi olan Kobanê’ye karşı IŞİD’in başlattığı saldırıdır. Kobanê saldırısı ve Kobanê’de PYD-YPG güçlerinin direnişi “medya”nın yanında Türkiye solunun da gündeminin ilk sırasında yer almaktadır. “Medya” üzerinden yürütülen yoğun bir propaganda savaşına konu olan Kobanê saldırısı ve direnişinin ne denli siyasal ve stratejik özelliklere sahip olduğu ileri sürülürse sürülsün, askeri açıdan, hareketli savaş/manevra savaşı yürüten saldırgan bir düşmana karşı elde olanı koruma amaçlı bir mevzi savaşıdır.
    “Harp terminolojisi”yle söylersek, Kobanê’deki PYD-YPG güçleri “hatt-ı müdafaa” ederken, IŞİD bütün “satıh”larda saldırı içindedir. PYD-YPG güçleri (dolayısıyla on yıllardır gerilla savaşı yürüten PKK) böylesi bir “hatt-ı müdafaa” düzenine ve örgütlenmesine sahip değildir. “Hatt-ı müdafaa”, askeri yazında mevzii savaşı olarak tanımlanır. Dolayısıyla gerilla savaşına göre örgütlenmiş ve gerilla savaşına göre eğitilmiş PKK kadrolarının mevzii savaşı yapılanışına sahip olmamasının ötesinde, mevzii savaşın gerektirdiği eğitime, örgütlenmeye ve komuta yapısına da sahip değillerdir. Bu da PKK’nin (ya da PYD-YPG) karşı karşıya olduğu en önemli sorundur.
    “Medya” üzerinden olaylara bakıldığında (bunun gerçek savaşla uzaktan yakından ilgisi yoktur), PKK açısından Kobanê “Kürtlerin Stalingrad’ı”dır. Şüphesiz burada Kobani’deki direnişi için Stalingrad direnişine yapılan gönderme sadece siyasal bir analojiden (benzeşme) ibarettir.
    Stalingrad, 1940’larda yaklaşık 550 kilometre karelik alana sahip 500 bin kişinin yaşadığı bir kenttir. 270 bin kişiden ve 600 tanktan oluşan Nazi 6. Ordusu karşısında Sovyet Kızıl Ordusu 180 bin kişiyle direnişi başlatmıştır. 23 Ağustos 1942’de başlayan ve 2 Şubat 1943’de 6. Ordu’nun teslim olmasıyla sonuçlanan altı aylık savaşta, Nazi ordularının ve Kızıl Ordu’nun asker sayısı bir milyona ulaşmıştır.
    Stalingrad direnişinin en temel özelliği, Sovyet Kızıl Ordusu’nun her sokağı, her binayı, her fabrikayı bir mevzi haline getirmesidir. Ancak Kızıl Ordu’nun Stalingrad’daki direnişi, “hatt-ı müdafaa”dan daha çok, tüm kenti ve kentin tüm sokak ve binalarını kapsayan bir “sath-ı müdafaa” olarak sürdürülmüştür. Bu yönüyle Stalingrad direnişi, büyük bir kentte üç savaş biçiminin, yani gerilla savaşı, hareketli savaş ve mevzii savaşın birlikte yürütüldüğü topyekün bir savaştır. Savaşın komuta yapısı (her iki taraf için) düzenli ordunun komuta yapısıdır ve tüm savaş düzenli ordu birlikleri tarafından yürütülmüştür.
    Stalingrad’da bulunan üç büyük fabrika (Kızıl Ekim Çelik Fabrikası, Barikat Top Fabrikası ve Dzerjinski Traktör Fabrikası) tüm savaş boyunca üretimi sürdürmüş ve Dzerjinski Traktör Fabrikası’nda T-34 tankları ve Katyuşa roket taşıyıcıları üretilmiştir. Bu fabrikalara karşı Alman hava kuvvetleri 2 binden fazla saldırı düzenlemiştir.
    Buna karşılık Kobanê, 54 bin nüfusa sahip küçük bir ilçe merkezidir. Kobanê’nin çevresi düz araziden oluşmaktadır ve Kobani’de yaklaşık 1.500 PKK/PYD silahlı gücü bulunduğu tahmin edilmektedir. Resmi açıklamalara göre, nüfusun yarısı, özellikle kırsal nüfusun çoğunluğu Suruç bölgesinden Türkiye’ye geçmiştir. Askeri açıdan Kobanê direnişi ile Stalingrad direnişi arasında hemen hemen hiçbir ortak nokta bulunmamaktadır.
    Yukarda ifade ettiğimiz gibi, PKK/PYD’nin Kobanê’deki en büyük açmazı, küçük bir kenti savunmak için bir mevzii savaş konumuna girmeye zorlanmasıdır. Bu yolla IŞİD’in hareketli güçleri (“mobilize güçler”) PKK/PYD güçlerini uzun süre mevzii savaşı konumunda tutarak yıpratma savaşı yürütebilecektir.
    Bunun yanında Kobanê için PKK’nin yaptığı “Stalingrad” analojisi, Rojava’daki tüm silahlı güçlerinin bölgeye kaydırılmasına yol açabilecektir. Bunun da diğer bölgeleri IŞİD saldırısına açık hale getirmesinden başka bir sonuç vermeyeceği açıktır.
    Bu durumda Kobanê direnişi, Amerikan ve “müttefiki” güçlerinden hava desteği ve “askeri danışman” desteği alabildiği ölçüde IŞİD’in hareketli savaşı karşısında başarı sağlama olanağına sahiptir.
    Bu askeri gerçeklere rağmen, “medya” alanında ajitasyon ve propaganda savaşını Kobanê’nin kazandığını söylemek fazlaca yanlış olmayacaktır.
    Askeri gerçeklerden yola çıkıldığında, PKK/PYD’nin yapabileceği tek şey, mevzii savaşına uygun “profesyonel birlikler” (Murat Karayılan’ın ifadesiyle “profesyonel gerilla”) oluşturmaktır. Diğer bir ifadeyle, “profesyonel gerilla” ya da “profesyonel birlikler”, askerliği meslek haline getirmiş kişilerden oluşan düzenli ordu yapılanmasından başka bir şey değildir.
    Bu durumda da, PKK’nin yürüttüğü tarzda gerilla savaşı ile düzenli ordu savaşı arasında kesin ve kaçınılmaz bir çatışkı ortaya çıkacaktır. M. Karayılan’ın ifadesiyle, “planlı ve disiplinli hareket eden, gerektiğinde savunmayı da profesyonelce yapabilen bir kabiliyete, yeteneğe ve manevra gücüne” sahip bir düzenli ordu yapılanışı, gerilla üs bölgelerinin ötesinde “kurtarılmış bölgeleri” ve sabit askeri üsleri zorunlu kılar. Düzenli ordunun sabit üslerinin hava gücüne sahip düşman güçler tarafından kısa sürede nasıl imha edilebileceği de 2003 Irak işgali sırasında açık biçimde görülmüştür.
    Esad/Baas rejimine karşı baş gösteren silahlı ayaklanmalar ve savaş, merkezi otoritenin gücünü kırmıştır. Bu da Suriye’nin değişik yerlerinde özerk yerel yönetimlerin oluşmasını getirmiştir. Mao Zedung’un sözleriyle, “Beyaz rejim içindeki parçalanmalar ve savaşlar”ın ürünüdür. Ancak merkezi otoritenin gücünün kırılması sonucu bir ya da birkaç küçük bölgede “özerk yönetim” oluşturulması ile bu “özerk yönetim”lerin uzun süre varlığını sürdürebilmeleri bir ve aynı şey değildir. Mao Zedung’un tanımladığı gibi, “kızıl siyasi iktidarlar” ya da “kurtarılmış bölgeler” (Suriye somutunda “özerk bölgeler”), öncelikle “Beyaz rejim içindeki parçalanma ve savaşlar”ın sürekliliğine bağlıdır. Bu süreklilik ortadan kalktığı koşullarda, askeri olarak daha güçlü olan “Beyaz rejim”, yani merkezi otorite bu bölgeleri ortadan kaldırmak için harekete geçer.
    Bugün Suriye’de “Rojava devrimi” adı verilen olgu, Suriye’deki Baas iktidarının ülke çapındaki gücünün kırılması ve denetimi yitirmesinin bir sonucudur. Bu olgunun varlığını sürdürebilmesi, ancak bu durumun sürüp gitmesine bağlıdır. Suriye’deki iç savaş sona erdiğinde ya da Baas yönetimi yeniden ülke çapında denetimi ele geçirdiğinde “Rojava devrimi”nin dayanağı olan “Kürt özerk bölgeleri” büyük ölçüde savunmasız kalacaktır. Bu durumda da Rojava’nın tek seçeneği, merkezi yönetime karşı uzun süreli bir gerilla savaşına geçmek olacaktır. Bu da Rojava’nın temel siyasal, ideolojik ve askeri gücü olan PKK’nin iki cephede iki merkezi güce karşı (Türkiye ve Suriye) savaşa girmesinden başka bir şey değildir.
    Bugün Türkiye’de “barış süreci” adı altında merkezi yönetimle görüşme/müzakere yaparak belli hakları almayı hedefleyen PKK, açıktır ki, 30 yıldır sürdüregeldiği gerilla savaşıyla askeri bir zafer kazanamayacağına kanaat getirmiştir. Böyle bir kanaate sahip bir gücün iki cephede gerilla savaşına girişmesini beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır.
    Öte yandan PKK’nin 30 yıllık gerilla savaşındaki en büyük zaafı, gerilla savaşı ile hareketli savaşı birleştirememesidir. Hiç tartışmasız, yalın bir gerilla savaşıyla (üstelik PKK’nin yürüttüğü tarzda bir gerilla savaşıyla) maddi ve teknik olarak güçlü bir düşmana karşı askeri zafer kazanmak olanaksızdır.
    Her ne kadar PKK söyleminde yürütülen gerilla savaşı yer yer “devrimci halk savaşı” söylemleriyle birlikte yer alıyorsa da, bu Çin ve Vietnam devrimlerini zafere ulaştıran halk savaşı stratejisiyle sadece söylemsel bir benzerliğe sahiptir. Asıl sorun, maddi ve teknik olarak güçlü bir merkezi otoriteye sahip belli bir devlet sınırları içinde belli bir bölgeyle sınırlı bir gerilla savaşının halk savaşı stratejisine uygun yürütülüp yürütülemeyeceğidir. Bugüne kadarki gerilla savaşı pratiğinin buna yanıtı olumsuzdur. Belli bir bölgeyle sınırlı gerilla savaşının, Çin ve Vietnam devrimlerindeki gibi bir halk savaşı stratejisiyle zafere ulaşması ya olanaksızdır ya da olağanüstü koşullara bağlıdır. Daha ilk kuruluşundan itibaren “ayrı” örgütlenmeyi esas almış olan PKK’nin “Türkiyeleşme” çabaları ve politikaları bu durumu değiştirmemiştir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, merkezi otorite ile görüşme/müzakere yoluyla “çatışma” durumunu sona erdirme girişimi olmaktadır.
    Bu nedenlerle, temel savaş alanı olan Türkiye’de gerilla savaşı ile askeri zafer kazanamayacağına kanaat getirmiş bir PKK’nin Rojava’da farklı bir yol izlemesi beklenemez. Ellerinde kalan tek seçenek, Suriye’deki Baas rejimi karşıt güçlerle ittifak kurmaktır. Bu da doğrudan Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla bağlantılıdır.

    IŞİD, IRAK VE SURİYE’DE İKTİDARI ELE GEÇİREBİLİR Mİ?

    Bugün için IŞİD, Irak ve Suriye’de merkezi yönetimler karşısında en önemli askeri güç durumundadır. Irak’ta Baasçılar ve sünni aşiretlerle kurduğu ittifak sonucunda Musul’u ele geçirebilmiştir. Ancak Irak’ta Kürt Özerk Yönetimi ve Güney’de Şiilerin mutlak egemenliği karşısında Bağdat’ta merkezi yönetimi ele geçirerek Irak çapında bir “islam devleti” kurabilmesi olanaksızdır.
    Suriye’de ÖSO, El Nusra gibi örgütlerin gücünü kırmış ve Suriye Baas iktidarı karşısında tek silahlı “muhalefet” gücü olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Suriye’deki iç savaş belli bir denge aşamasına gelmiş ve Baas iktidarı denetimindeki bölgelerde otoritesini korumuştur. Amerikan emperyalizmi Suriye’de IŞİD’in etkisinden ve gücünden fazlaca rahatsız değildir. En azından IŞİD’in gücünü kullanarak Şam yönetimini istediği noktaya getirebileceğini düşünmektedir.
    Ama aynı durum Irak için geçerli değildir. Kürtler ve Şiiler Amerikan emperyalizminin Irak’taki “dostları ve güvenilir müttefikleri”dir. Onların karşısında sünni aşiretlerle ve eski Baasçılarla ittifak kurarak Musul’u ele geçiren IŞİD’in daha fazla güçlenmesini istememektedir. Bu nedenden dolayı Ağustos ayında Irak’taki IŞİD hedeflerine yönelik hava bombardımanı başlatılmıştır. Amaçları IŞİD’i tümüyle ortadan kaldırmak değil, Irak’taki etkinliğini ve gücünü sınırlandırmaktır.
    Suriye’de IŞİD’in varlığı, bir yandan ABD-Rusya pazarlıklarına, diğer yandan Şam yönetiminin belli koşulları kabul etmesine bağlıdır. Her iki açıdan da IŞİD, Amerikan emperyalizminin bir tehdit ve pazarlık kozu olarak el altında bulundurduğu bir güç durumundadır.
    Tüm bunlara karşın IŞİD’in kendi gücüyle ve şeriatçı yönelimiyle Suriye’de (ve kısmen Irak’ta) iktidarı ele geçirmeye çalışması (en azından olasılık hesapları içinde) pekala mümkündür. Ama Suriye’deki silahlı “muhalefet”in giderek güç kaybetmesi ve halk kitlelerinin iç savaşın yıkımından bitkin ve bezgin düşmüş olması IŞİD’in kendi amaçları doğrultusunda geliştireceği bir savaşın çok fazla başarı şansı da bulunmamaktadır.
    IŞİD, Suriye’de istikrarsızlığın sürdürülebilmesi için gerekli bir güç durumundadır. Bu istikrarsızlık ve çatışma durumu, Şam yönetiminin Amerikan emperyalizminin taleplerini kabul etmesine yönelik bir baskı unsuru olarak kaldığı sürece IŞİD’in faaliyetleri de sürecektir. Burada ortaya çıkan ana sorun, IŞİD’in Irak’taki sünni aşiretlerle ve eski Baasçılarla kurduğu ittifaktır. Bu ittifak ortadan kalkmadığı sürece IŞİD bölgesel bir “tehdit ve istikrarsızlık unsuru” olarak varlığını koruyacaktır. Bu sorun da, tümüyle “İslam coğrafyası”nı yeniden dizayn etmeye çalışan ve her seferinde yeniden dizayn etmeye yönelen Amerikan emperyalizmin sorunudur.

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc140_3.html

  27. ORTA DOĞUNUN JİTEM’İ OLAN İŞİD’İ YARATAN POLİTİKALARDAN BİRİDE “BARIŞ SÜRECİDİR”
    Sanki Filistin’i,Afganistan’ı ,Irak’ı rojova kürtleri işgal etti.
    sanki libya’yı,lüblan’ı,somali’yi,çeçenistan’ı,bosna hersek’i ,suriye’yi kürtler yaktı yıktı.
    seriatçı ordular kürtlere saldırıyor çünkü bunu emperyalizm istiyor.taşeron islam devleti kürtlere sadırıyor çünkü; t.c ve emperyalistlerle gizli anlaşmaları var.
    Abd bu saldırıya göz yumuyor çünkü ortadoğuda isviçre’nin kantonları tarzında kurulan demokratik yapılar ” böl, parçala , yönet” sistemini sekteye uğratabilir.
    özgür, laik, demokratik kürdistan araplara, farslara,türklere ve diğer halklara kötü örnek olabilir.
    ortaoğunun jıtemi ; iş(id) , kobani’yi üç taraftan yirmi gündür kuşattı. Dördüncü tarafda t.c var.
    işid’ e silah veren, onlarca ülkeden ( eski eroinman,popcu,hippi ,hristiyan) maaşlı seriatçı savaşçıyı suriye’ye sokan t.c ; kürtlere tek mermi vermiyor. vermediği gibi kürtlerin yanında savaşmaya gitmek isteyen insanları da engelliyor.
    Daha düne kadar kobaniye yollanan yardımları engelleyen t.c işid kobani’ye saldırınca yalandan hayırsever rollerine büründü.
    t.c’ nin önceliği kürdistan’ın birliğini engellemek, bölgeye yerleşmek , suriye’nin ölüsünden gaz-petrol payı kapabilmektir.
    Abisi Abd ,israil ve nato’nun önceliği ise; petrolu çalmak ,israil’in güvenliğini sağlamak ,şii cepheyi sindirmek, isyan eden sünnileri yok etmek,doğu kapıtalizmlerini bölgeye sokmamaktır.
    İşid’in yabancı savaşçıları nato,israil,ingiltere ve Abd planı ile organize edilmiştir. (kanımca yakında aynı tezgahdan geçen el kaide ve taliban da bu gerçeği kavrayacaktır. verilen demeçler bu yöndedir)
    işin başında 11 eylül’e e göz yumarak el kaide’yi dolaylı yoldan kullanan sonra da 11 eylul’ü bahane edip büyük ortadoğu projesini uygulamaya koyan israil, nato , Abd ve londra ittifakı vardır.
    “kurucu kaos” denilen strateji geregi ; bölgedeki güçler birbirine kırdırtılacak,hiç birinin belini doğrultamaması sağlanarak emperyalist denetim elde edilecektir.
    renkli devrimler de kurucu kaos stratejisin bir taktiğidir.
    emperyalizm hem kendi hemde rakiplerinin mağdur ettigi halkların haklı isyanlarını yine kendi çıkarı için manipüle etmektedir.
    zira isgal masraflı iştir .”kaos çıkart, zehirle, güçten düşür,bir birine kırdırt,sorunları kaşı, ele geçir,denetle ” taktiği emperyalizm için daha ekonomik-pratik bir modeldir.
    batı için ortadoğu ;gelecekte yapılması kaçınılmaz olan doğu -batı emperyalizmleri kapışmasında çok mühim bir enerji kaynağı , pazar ve askeri-cografik bölgedir.
    esad’ı muhalifleriyle yoran batı, bir taşla iki kuş vurmak için işid kobani’ yi hırpaladıkdan sonra (gerçek seriatçılar kontrolden çıktığında) işid’e müdahale edecektir.
    (bunu en iyi işid içindeki batı sızması ajanlar biliyor kanımca)
    Bir seferde 300-500-1000 esir insanı ensesinden vuran işid ‘i doğuran politikalardan biri de başı götü belli olmayan imralı-akp “barış sürecidir”
    barış süreci politikaları t.c ‘nin kobani kuşatması komplosu ile çökmüştür.
    barış süreci kürtler için oyalama süreci, t.c içinse komplo ve savaşa hazırlık süreci olarak yaşanmıştır.
    barış süreci devam ederken işid t.c’ den suriye’ye geçmiştir. barıs süreci devam ederken işid ,el nusra ,islamı cephe ,öso bolu ,erzurum ,kayserı vb kamplarda egitimini tamamlamıştır.
    Emperyalist piyon akp, İmralı’yı kandırıp oyalayarak işid’i el altından semirterek kobani’ye saldırtmıstır.
    kürt halkı ve türkiye solu hatta dunyadaki devrimciler (emperyalistlerin suriye’de, usame bin ladin’in ise Afganistan’da yaptığı gibi) enternasyonalist bir ordu kurup işid’e ,emperyalızme,t.c ye ,nato ya, abd ye, israil’e karşı savaşmalıdırlar.Birleşen halkları atom bombaları dahi yenemez.
    geçmişde filistin’ e giden Türkiye’li devrimcilerin ideolojık mirası unutulmaya yüz tutmuştur.
    oysa sosyalizmin bel kemiği enternasyonalizmdir. seksenden sonra dili büyürken elleri küçülen türkiye solu ,kobani’ye gidip savaşmaz ise (gidip de yenilse dahi gelecekde karlı çıkacaktır kanımca) saygınlıgını yitirecektir. sol kobani ye müdahale etmez ise ;
    özgür ,birleşik,bagımsız, sosyalist kürdistan hayalleri, sosyalist türkiye hayallerı, hatta sosyalıst-komünist-anarşist bır ortadoğu-dünya hayalleri darbelenecektir.

  28. Sykes-Picot eleştirisi Neo-Osmanlıcılık ve İslâmcılık mıdır?

    M.Şükrü HANİOĞLU

    Sabah GAZETESİ

    Türkiye’de her tarihî devamlılık vurgusu altında “neo-Osmanlıcılık” arayan, her emperyalizm eleştirisinde ise “İslâmcılık” bulan bir kesim mevcuttur. Bu kesime mensup literati “Modern Ortadoğu’yu I. Dünya Harbi şekillendirdi” benzeri bir tespiti dahi “Osmanlıcı Oryantalizm” olarak yaftalamakta ve bunu, bölgeyi “yeniden sahiplenme” amaçlı bir yaklaşımın tezahürü olarak görmektedir. Onlara göre I. Dünya Savaşı sonrasında bölgeye dayatılan düzeni eleştirmek “İslâmcı” bir yaklaşımdır.

    Yaklaşık üç yıl önce yayınlanan “Sykes-Picot ve Sevres Sendromları ve Kapalı Toplum” (11 Aralık 2011) başlıklı yazımızda da dile getirmeye çalıştığımız gibi günümüzün tüm sorunlarını I. Dünya Savaşı sonrası paylaşımı çerçevesinde açıklamak anlamlı değildir.

    Sınırlar aynı yapaylıkta mı?

    Ancak bu anlamsız yaklaşımdan kaçınmak, Sykes -Picot -Sazonov anlaşmasının, uygulandığı biçimiyle, Ortadoğu’nun güncel sorunlarının oluşmasında oynadığı rolün küçümsenmesine neden olmamalıdır. Osmanlı Arap vilâyetlerinin I. Dünya Savaşı öncesinde sorunlu bölgeler olması, Batı emperyalizminin keyfemayeşâ şekillendirdiği Ortadoğu’yu dünyanın temel çatışma alanlarından birisi haline soktuğu gerçeğini dile getirmemize engel değildir. Tarih 1918 sonrasında durmamıştır; ama dayatılan düzen bölgenin modern tarihinin en “belirleyici” siyasal gelişmesidir.

    Bunun ifadesi, Pax Ottomana’nın yeniden tesisi hülyâsının dile getirilmesi değil, bir “olgu”nun vurgulanmasıdır. Modern Ortadoğu’nun şekillenmesi üzerine en analitik çalışmayı kaleme alan James Gelvin de on dokuzuncu yüzyılda yaşanan büyük dönüşüm ve 1930’lar ile 1970’ler arasındaki sürecin “daha kapsamlı toplumsal değişimler yarattığına” işaret etmekte, buna karşılık I. Dünya Harbi’nin bölgenin “tarihindeki en önemli siyasal gelişme” olduğunu vurgulamaktadır.

    Zikredilen literati Sykes-Picot düzeninin eleştirilmesini “Osmanlı’ya dönüş özlemi” olarak gördüğü için, Osmanlı dönemi sınırlarının da “doğal” olmadığını, “fetih” neticesinde şekillendiğini savunmaktadır.

    Bu yaklaşımın temel sorunu “doğal sınır yoktur” düşünsel arka planı çerçevesinde tüm sınırların “aynı yapaylıkta” olduğunu ileri sürmesidir. Bu ise elimizdeki örnek açısından fazlasıyla anlamsız bir yorumdur.

    Örneğin, 1918 sonrasında kurulan düzen, farklı demografik özelliklere sahip üç Osmanlı vilâyetinden yapay bir Irak devleti yaratmış, başına da Hicaz’dan kral getirmiştir. Aynı şekilde “Churchill hıçkırığı” benzeri iddiaları fantaziler olarak görsek bile bir İngiliz diplomatın tespitiyle “tarihî bir kaza” olan suni bir Ürdün devletinin kurulması, onun da başına Hicaz’dan kral getirilmesi, Cebel-i Lübnan’da dar bir saha için geliştirilmiş mezhep temelli yapılanmanın Beyrut vilâyetinin büyük bölümünü kapsayan geniş bir alana yayılması, daraltılan Filistin’in asrın en önemli sorununun merkezi haline getirilmesi, Osmanlı Kürtlerinin farklı ulus-devletlere “etnik azınlıklar” olarak dağıtılması bölge gerçekleriyle uyumsuz ve yeni sorunlara gebe bir düzen yaratmıştır. Bu “yapaylık” ile Akabe’den Basra’ya uzanan bölünmemiş bir alanın “yapaylığı”nın aynı olduğunu ileri sürebilmek mümkün değildir.

    1918 sonrası düzeni bununla da kalmayarak kurduğu mandat rejimleri ile de “yapaylığı” artırmıştır. Suriye’de mezhep temelli azınlık diktatörlüğü yeni düzenin kollayarak kurumlarda egemen kıldığı kesimler tarafından kurulacaktır.

    Osmanlı son dönemi

    1918 sonrasında kurulan düzen, savaş öncesinde Osmanlı merkezi ile Arap çevre arasındaki ilişkilerin sorunlu olduğunun dile getirilmesine engel değildir. Yükselen Arap milliyetçiliği İttihadçı yönetimle çatışmaya girmiş, Paris’te toplanan 1913 Arap Kongresi adem-i merkeziyet temelli reformlar başta olmak üzere kapsamlı talepleri Osmanlı hükûmetinin önüne koymuştu. İttihad ve Terakki içindeki ılımlı kanat, Arap nüfusun yoğun olduğu vilayetlere Arapça bilen bürokratların atanması, devlet okullarında Arapça eğitim verilmesi benzeri reformları uygulamaya koyma kararı almış, Abdülhamid el-Zehravî benzeri liderleri önemli makamlara getirmişti. Harb-i Umumî ve Cemal Paşa’nın icraatı bu süreci tersine çevirmiştir.

    1918 öncesi süreçte Osmanlı devletinin Arap vilâyetleri ile ilişkisinin “mezhep temelinde” belirlendiği doğru değildir. Örneğin, 1908 sonrasında merkez ile Basra’daki Şiî nüfûs arasında önemli köprüler kurulmuş, Şiî kültürel hareketi merkezin desteğiyle gelişmiş, el-İlm düzeyinde bir dergi yayınlanmaya başlanmış, Sünnî çevrenin kayıtsız kaldığı “cihad”a en büyük desteği Muhammed Kâzım Tabatabai Yazdî, Muhammed Taki el-Şirazî, İsmail el-Sadr (Musa el-Sadr’ın dedesi) benzeri Şiî âlimler vermişlerdir.

    Benzer şekilde Yemen’de Zeydî İmam Yahya 1911 sonrasında Osmanlı tarafında yer alırken, Asir’de bir Sufî devleti kuran Muhammed Ali el-İdrisî merkezle amansız bir çatışma içine girmiş, Şerif Hüseyin ise 1916’da “Arap İsyanı”nı başlatmıştır.

    Dolayısıyla 1908 sonrası dinamiklerinin on altıncı yüzyıla ait bilgilerle inşa edilmesiyle oluşturulan “Osmanlı’dan Saddam’a değişmeyen Sünnî siyaset” yaklaşımı anlamlı değildir.

    I. Dünya Savaşı patlamasa Arap vilâyetlerinin merkezle ilişkisinin nasıl gelişeceği üzerine yorum yapabilmek kolay değildir. Zikredilen süreç, yerel yönetimlerin güç kazanacağı bir yapılanmaya yol açabileceği gibi, Balkanlar’dakine benzer bir kopuş ile de neticelenebilecekti. “Mezhep” ise savunulduğu gibi bu alandaki temel belirleyici olmayacaktı.

    Tarih dondu mu?

    Sykes- Picot Ortadoğusu bir “süreç”in değil, tepeden inme ve bölge sakinlerinin isteklerini dikkate almayan bir dayatmanın ürünü olmuştur.

    Bu “olgu”yu dile getirmek, 1918 öncesinde Ortadoğu’nun bir “huzur vahâsı” olduğunu savunmak, “Osmanlı’ya dönüş”ü önermekle eşanlamlı değildir. Bu, son tahlilde, yirminci yüzyıl başı emperyalizminin kurduğu düzen ve oluşturduğu yapıların günümüz sorunlarının oluşumundaki payına dikkat çekmektir.

    Bunu vurgulamak tarihin 1918 sonrasında “dondurulması” anlamına da gelmez. Dekolonizasyon ve Soğuk Savaş’tan İran Devrimi’ne uzanan gelişmeler, Arap milliyetçiliğinin aldığı değişik biçimler, bölgesel çatışma ve uluslararası müdahaleler Ortadoğu sorunlarının günümüzdeki şekillerine evrilmelerini derinden etkilemiştir.

    Ancak Sykes-Picot sonrasında oluşturulan “düzen” ilk düğmenin yanlış iliklendiği yerdir. Bu olguyu vurgulamak “siyasal” bir tavır alış değildir.

    Bu düzenin “Düğme yanlış iliklenmiş olabilir, Ortadoğu ahalisi de kafasını çalıştırsaydı” yaklaşımıyla savunulması ise “siyasal” bir konumu sahiplenmektir.

  29. Irak, Suriye derken şimdİ de Yemen
    Tolga Şardan

    Paris’teki Charlie Hebdo baskınını gerçekleştiren El Kaide’cilerin bağlantısının günışığına çıkmasıyla birlikte özellikle radikal İslami terör örgütlerine yönelik mücadelede yeniden öne çıkan ülke oldu Yemen.

    Bu çerçevede son bir haftalık gelişmeleri arka arkaya sıralayalım: İngiltere ve Fransa’nın Sana’daki büyükelçiliklerini kapattıklarını dünyaya duyurduktan sonra ABD de benzer uygulamayı seçti.

    Gerekçe, “ülkede devam eden güvenlik endişeleri.” ABD’nin bu açıklamasının hemen ardından Ankara’dan “Türkiye’nin Sana Büyükelçi-liği’nde ‘çekirdek kadronun görev yaptığı’ ve ‘ailelerinin ülke dışına çıkartıldığı’ açıklaması yapıldı. Dahası, Dışişleri, cumartesi akşam saatlerinde “halen Yemen’de bulunan vatandaşların ‘mücbir sebebi olmayanların’ Yemen’den ayrılmaları ve zorunlu olmadıkça Yemen’e seyahat etmemeleri kuvvetle” tavsiyesinde bulundu.

    Ankara’nın bu açıklamasının, Kopenhag’daki 2. Charlie Hebdo saldırısından sadece bir kaç saat sonra gelmesi dikkat çekiciydi. Bu satırların yazıldığı süreçte, kafe ve iki sinagoga yönelik üç yeni saldırının Yemen’le bağlantısı olup olmadığı yönünde henüz bir açıklama gelmedi ancak, gelinen nokta; göründüğü kadarıyla Yemen’e yönelik “ağır sürecin işleme konulduğunun” ipuçları olarak değerlendirilmelidir.

    Kritik üç boyut
    Bilindiği gibi Yemen, El Kaide’nin en etkili olduğu üç ülkeden biri.

    Ülke, bir dönem ABD’nin terörist ülkeler listesinde de yer alıyordu.

    Yemen’in 3 temel kritik özelliği var.

    İlki, coğrafi durumu. Arap yarımadasının en ucundaki Yemen’de İran-Suudi çatışması yaşanıyor. Ülkenin kuzey komşusu olan Suudi Arabistan, Selefilik ve Vahabiliği baskın tutmak isterken, toplumun bir bölümü ve halen yönetimdeki Husilerin içinde yer aldığı Zeydiyye mezhebi, Şiilerin dolayısıyla İran’ın dinamikleri içinde yer alıyor. İran, bölgede Irak ve Suriye’nin ile birlikte Yemen’in de yarısında etkin. Yani 2.5 ülkeyi kontrolü altında tutmayı başarıyor.

    İkincisi, El Kaide, “Ensârü’ş Şeria” (Şeriat Yardımcıları) adlı kolu aracılığıyla Yemen’i örgütün ana üslerinden birisi haline getirdi.

    Üçüncüsü ise Yemen’in Afrika’ya sınırı olması, Hint Okyanusu üzerindeki etkin konumu ve Kızıldeniz’in kontrolünü sağlayacak bölgede yer alması. Hint Okyanusu’nun dünya deniz ticareti açısından önemi ve yakın zamanda “keşif noktası” haline gelecek okyanuslarla bağlantılı Güney Kutup bölgesindeki petrol arama alanları Yemen’i kritik kılıyor.

    Şiiler, Selefilere karşı
    Yemen’de çoğunluğu genç ve eğitimsiz 24.4 milyon (2013 rakamları) nüfus yaşıyor. Okuma yazma oranı yüzde 50’ler dolayında ve kişi başı yıllık ortalama gelir bin 400 dolar civarında. Halkın büyük bölümü yoksulluk sınırının altında.

    Ancak bu ekonomik tabloya rağmen Yemen, gerek süper güçlerin, gerekse El Kaide’nin “büyük önem verdiği” bir ülke.

    Yemen’de 1800’lerden itibaren Osmanlı’nın bölgeye gönderdiği asker-lerin torunlarından oluşan “önemli sayıda” Türk nüfusu var.

    Yemen’in büyük bölümünün, Sünni olmasına rağmen ülkedeki Türk nüfusun Şiiliğe yakın duran Zeydiyye mezhebinden oldukları biliniyor. Yemenli Zeydiler, Sünni Müslümanları kendilerinden farklı görmedikleri gibi Müslüman olmamakla itham etmezler.

    Yönetimde söz sahibi olan Husiler’in, Şii kökenli olmaları nedeniyle Selefi-Vahabi görüşü benimseyen El Kaide ile büyük çatışmaya girdiği biliniyor.

    Halen ülkenin bir bölümünün kontrolünü elinde bulunduran El Kaide, 2000 yılında Aden’de ABD gemisine yapılan ve 17 ABD’li denizcinin ölmesiyle sonuçlanan eylemle başlayarak ABD hedeflerine yönelik Yemen topraklarında hasar verici eylemlere imza attı. Bu süreçle birlikte ABD insansız hava araçlarıyla Yemen toprakları üzerinde El Kaide’ye karşı operasyonlar yaptı.

    ABD ordusundaki yenilikler
    ABD, benzer operasyonları gerçekleştirmek için bölgedeki çalışmalarını yoğunlaştırıyor.

    ABD Başkanı Barack Obama’nın orduya, IŞİD’e karşı 3 yıl boyunca askeri güç kullanma yetkisi verilmesi için hazırladığı taslağı Kongre’ye sunmaya hazırlanmasını bunun işareti.

    Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre; bu yetki kullanımı sadece Irak ve Suriye ile sınırlı olmayacak ve IŞİD’le birlikte El Kaide’ye yönelik operasyonlarda da kullanılacak.

    Bu durumda, harekat tablosuna Yemen’i de yerleştirmek doğru olacaktır.

    Obama’nın bu yetkiyi almasıyla birlikte ABD Ordusu’nda da yeni düzenlemeler olabilir.

    Özellikle Ortadoğu’daki çatışmalarda “konvansiyonel ordu” yerine, “silahlı ve özel eğitimli mobil gruplarla” mücadele edilmesine doğru adımlar atan ABD Ordusu’nda, Kıt’a Sahanlığı Komutanlıkları’na yönelik yapılan düzenlemeler dikkat çekici.

    Dünyanın değişik yedi bölgesindeki Kıt’a Sahanlığı Komutanlıkları’nın yardımcılıkla-rına ordu dışından bir sivil getiril-mesi yönünde yapılan çalışmalar, ABD Ordusu içinde asker ile sivil-leri birleştiren bir yeni yapıya dönüşmesi, özellikle mobil grup-ların çatışma bölgelerinde yerel halkla koordine edilerek kullanıl-ması noktasında önem kazanıyor.

    Görünen o ki, Suriye ve Irak’ta bir daha görülmesi pek beklenmeyen üniter devlet modeli, yakın zamanda Yemen’de de tarih olacak. IŞİD, Irak ve Suriye’de devletin zayıflanmasından nasıl yararlandıysa, Yemen’de El Kaide de benzer biçimde gelişebilir.

    Bu gelişmelere karşı biz ne yapıyoruz? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın onaylamamasına karşın MİT’ten ayrılan Hakan Fidan’ın siyasete girmesi merkezindeki yerel siyasi rüzgarlarda yön belirlemeye çalışıyoruz.

    http://www.milliyet.com.tr/irak-suriye-derken-simdi-de-yemen/gundem/ydetay/2014271/default.htm

  30. Temsiliyet sorunu ve Ortadoğu

    Yusuf Ziya DÖGER

    Dünyanın insan yaşamına elverişli toprakları dikkate alındığında nispi anlamda da olsa toplumsal farklılıkların en fazla kendisini hissettirdiği merkezlerden biri hiç kuşkusuz Ortadoğu’dur. Bu nedenle tarihsel süreçte Ortadoğu’nun gündeme geldiği her olayda bir nevi toplumsal alandaki varlığın tescili anlamına gelen temsiliyet sorununun yer aldığını görmekteyiz.

    Tarih,Ortadoğu’nun cazibesine kapılarak ona malik olmanın hesaplarını sesli ve sessiz biçimde yapan milletlerin varlığını haber verirken, aynı zamanda bölgenin de hemen hemen her dönemde savaş arenası olmasına yönelik verilerle dolu olduğunu bildirmektedir. Bu durum yeni toplumsal farklılıkların da zamanla varlık kazanarak Ortadoğu sahnesinde yer almalarında etken olmuştur.

    Dünyada toplumsal farklılığın kendisini hissettirdiği her toprak parçasında doğal olarak bir yönüyle farklılık taşıyanlar için varlıklarının tescili anlamındatemsiliyet sorunu ortaya çıkar.Ortadoğu da toplumsal varlıklara yöneliktemsiliyet sorunu iseher zaman beraberinde yerel dinamiklerin sürekli canlı kalmasına yol açmıştır.

    Ortadoğu’nun yerel dinamikleridönemsel konjonktüre bağlı olarak oluşan güç dengelerini kendi hesaplarına uygunluk açısından değerlendirerek tutum belirlemişlerdir. Dolayısıyla Ortadoğu da güç dengeleritarihte sürekli değişikliğe uğramıştır. Bazen birileri adına değişen güç dengeleri bir süre sonra tersine değişime uğramıştır.Ortadoğu da gücü eline geçirenin uzun süre bunu devam ettirememesinin altında yine toplumsal temsiliyet sorunu belirleyici olmuştur.

    Selahaddin’in Ortadoğu’da İslam tarihinin altın devlerinde bile başaramadığını gerçekleştirmesi nasıl okunur bilmem.Bana göre gerçekleştirdiği başarının altında yatan yegâne etken toplumsal temsiliyetler üzerinden teşkilatlanmasıydı.Ki ordusunda hem mezhepsel hem dinsel hem de etnikseltemsiliyetlerin yer alıyor olmasıydı.

    Yakın tarih Ortadoğu’daHaçlı seferlerinden sonra karşıt medeniyetler çatışmasınınbir anlamda uykuya daldığını salık vermektedir. Karşıt medeniyetler açısından uykuya dalan Ortadoğu’da yerel dinamiklerin teslimiyette yer edinmeve varlığını görünür kılma sorunu ise kaynayan kazan olmaya devam etmiştir.

    Tarihsel bir veri olarak Osmanlı İran sınırında tampon bölge olan Kürdistan sürekli olarak bu iki güç arasında gidip gelmek zorunda kalmıştır. Özellikle Akkoyunlu ve Safevilerin Kürdistan akınları Kürdleri onlara yaklaştırma yerine bilakis daha da mesafeli davranmalarına yol açmıştır.

    Safeviler ve Akkoyunlular Kürdistan topraklarını ele geçirdiklerinde Kürd beylerinin yerine dışarıdan devşirme denilecek kişiler veya alt statüde olanları atayarak Kürd beylerinin nüfuz ve itibarlarıyla oynadığı için, İdris’iBitlisi bu nüfuz ve itibarı kabul eden Osmanlı Devletinden yana onların tavır almalarını sağladı.

    Tarihsel dönem dikkate alınarak okuma yapıldığında bunun başarı yakalayan kazanım olduğu kabul edilir. Toplumsal statünün temel veri olarak kabul edildiği Kürd toplumunun kodlarıyla oynamak isteyen Akkoyunlu ve Safeviler hiçbir şekilde kabul görmediler. Kürd Kodlarını ve yapılanmasının korunmasını nispi anlamda kabul eden Osmanlı o dönemde Kürdler tarafından en makul tercih olarak görülmüştür.

    Ortadoğu’ya son iki yüz yıl açısından bakıldığında kriz ve çatışmaların merkezine Osmanlı’nın II. Mahmut ile gerçekleştirmeye çalıştığı merkezileşme düşüncesi yer almaktadır. Bu düşünce toplumsal kesimlerin (dinsel, mezhepsel ve etniksel) yerel dinamikler üzerinden sahip oldukları temsiliyeti hedef alınca Ortadoğu kazanının yeniden kaynamasında en önemli etken oldu.

    Osmanlı Batıda kaybettiği mevzilerini merkezileşemediği düşüncesine dayandırarak Ortadoğu da benzeri kaybı önlemeye yönelik çıkış ararken kendi eliyle yeni bir sorunun ateşini fitillediğinin farkına varamadı. Avrupa da gelişen ve temsiliyeti ön plana alan uluslaşmanın etkili olabileceğini hesaplayamadı. Ki Avrupa bu sorunu çözmeye çalışırken yereldeki dinamikleri bertaraf etme yerine yeni akım üzerinden entegre etme yolunu deniyordu.

    Osmanlının toplumsal farklılıkları göz ardı ederek Doğu toplumsal yapılanmasına ait toplumlara batı tarzı yapılanmayı dayatması sorunu ayyuka çıkardı. Gerçekleştirilmek istenen merkezileşme düşüncesi, çok renkli ve çok sesliOrtadoğu toplumlarınca kendi varlıklarına yöneltilmiş bir tehlike addedildi.

    Mısır üzerinden ilk kıvılcımların çakılması ve Kürd beyliklerinin bu kıvılcıma ayak uydurmaları ile gelişmeye başlayan Ortadoğu’nun kaotik durumu Ermenilerin (farklı dinsel veetniksel) katılımıyla daha da şiddetlendi. Ki Ortadoğu genel anlamda İslam coğrafyası olup ortada halifelik makamı da olmasına rağmen, sorunun çözülemeyişi doğrudan doğruya toplumsal farklılıkların kendi varlıklarını yeni anlayış içerisinde bulamamalarından kaynaklanıyordu.

    Osmanlı’nın dağılış sürecinde Ortadoğu toplumlarının çözülemeyen temsiliyet sorunuyirminci yüz yılın başında çizilen yapay sınırlarla da çözülemeyince günümüze kadar devam etmiştir. Bugün kaynayan kazanın sebeplerini de buradaki paylaşımın adil olmamasında aramak gerekiyor.

    Ancak Filistin İsrail çatışmasını doğrudan doğruya temsiliyet sorunu olarak görmek mümkün değil. Soruna bir şekilde çözüm bulunulabilir olmasına rağmen yerel iktidarların kendi iç kamuoyunu dizayn etme aracı olarak kullanmaları çözümü zorlaştırmaktadır. Ki Kobani’ye henüz resmen devlet olmayan Kürdistan bölgesinin diplomatik vs. gücü ilePeşmerge göndermesi Ortadoğu’nun yerel iktidarlarından farkını ortaya koymuştur.

    Sonuç:

    İdris’iBitlisininOsmanlı tercihini toplumsal temsiliyet üzerinden okumak gerekiyor. Tarihsel olarak Ortadoğu da temsiliyeti önemseyen her türlü atak dönemsel olarak olsa da başarılı olmuştur.

    Tunus’ta başlayan Arap baharının nispeten Kuzey Afrika’da başarılı olup, Suriye’ye sıçrayınca başarısız olması Ortadoğu’nun homojen olmayan toplumsal farklılıklarıyla ancak açıklanabilir. Bu farklılığı ister dinsel, ister etniksel, isterse mezhepsel niteliğe dayandıralım. Her yapı kendi varlığının görünür olmasını istediğinden yerel otoritelerin bu istekleri dikkate almamaları sorunu sürekli çetrefilleştirmektedir.

    Yine Devlet olmayan Kürdistan bölgesinin bu hassasiyeti dikkate alması İŞİD saldırıları karşısında toplumun cılız seslere rağmen yekpare olmasını sağlamıştır.

    Bu gün Kürdler öncelikle kendi içlerinde bu temsiliyet sorununa çözüm üreterek, kendileriyle birlikte yaşayanlara da bunu mubah görmeleri gerekir. Eğer Kürdistan’ın Batı standardında bir demokratik işleyişe sahip olması isteniyorsa önce kendi iç temsiliyetlerimizi dikkate almak gerekiyor.

    http://duzceyerelhaber.com/yusuf-ziya-doger/32346-temsiliyet-sorunu-ve-ortadogu

  31. Yemen’de Derinleşen Siyasal Çıkışsızlık

    Utku Kızılok
    22 Şubat 2015

    Kapitalist sistemin içine yuvarlandığı tarihsel kriz ve ona bağlı olarak gelişen emperyalist savaş, emperyalist paylaşıma konu olan tüm bölgelerde verili siyasal istikrarı bozarak yeni çatışma alanlarının doğmasına neden oluyor. Yemen’de egemen güçler arasındaki iktidar mücadelesi ve günden güne derinleşen siyasal istikrarsızlığın yeniden bir iç savaş olasılığı doğurmuş olması bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Hiç kuşku yok ki, kendi çıkarları için Yemen’deki iktidar kavgasının değişik cephelerinde saf tutan emperyalist-kapitalist güçler, ortaya çıkan siyasal buhranın doğrudan sorumlusudurlar.

    Ülkedeki Şiilere dayanan Husi ya da diğer adıyla Ensarullah Hareketi, 21 Eylül 2014’te başkent Sana’yı büyük ölçüde ele geçirdi. Petrol fiyatlarının yüzde 30 indirilmesi ve tüm toplum kesimlerini kapsayacak yeni bir hükümet kurulması başta olmak üzere birçok talep ileri sürdü. Ancak Husilerin talepleri karşılanmazken, siyasal kriz gün geçtikçe derinleşti. Husi Hareketine bağlı militanlar Ocak ayının ortalarında Sana’daki cumhurbaşkanlığı sarayını kuşattı ve bir hafta geçmeden Başbakan Halid Mahfuz Bahhah hükümeti, bilahare Cumhurbaşkanı Abdurrabu Mansur Hadi istifa etti. Böylece yönetim fiilen Husilerin eline geçmiş oldu.

    İstifalardan sonra yeni bir hükümetin kurulması ve yeni bir anayasanın hazırlanması doğrultusunda egemen güçler arasında sürdürülen pazarlıkların sonuç vermemesi üzerine Husiler, ortaya çıkan siyasal boşluğu doldurmak ve diğer tüm kesimleri kendilerine tâbi kılmak amacıyla harekete geçmiş bulunuyorlar. 6 Şubatta Cumhurbaşkanlığı sarayında yapılan bir toplantıda, Ensarullah Hareketinin denetimindeki Devrim Komiteleri bir anayasa bildirisi açıkladı. Meclisi fesheden sözümona bu Devrim Komiteleri, meclisin yetkilerini üstlenecek 551 kişilik bir Ulusal Geçiş Konseyi, cumhurbaşkanının yetkilerine sahip olacak 5 kişilik bir kurul ve ayrıca Ulusal Güvenlik Konseyi oluşturdu.

    Ancak hem içerideki çok sayıda güç odağı hem de ABD, AB ve Suudi Arabistan gibi güçler, Husilerin iktidarı şekillendirmesine karşılar. Buna karşın İran ve onun dolayımıyla Rusya ve Çin’in Husileri desteklediğini belirtmek lazım. Yemen, Arap Yarımadasının güneybatı ucunda, yani Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı bölgede yer almaktadır. Dünya ticaretinin önemli bir kısmı Aden Körfezi yolu kullanılarak yapılmaktadır. Petrol sevkiyatı başta olmak üzere uluslararası deniz ticaretinin kontrol edilmesi bakımından Yemen’in konumu oldukça önemlidir. Hem bu konumundan hem de farklı mezhep ve aşiretler arasında sürüp giden iktidar kavgasından ötürü Yemen, nüfuz alanları yaratmak isteyen emperyalist-kapitalist güçlerin ilgi odağı olmaktadır.
    Yemen’de siyasi dengeler

    Kapitalist açıdan az gelişmiş bir ülke olan Yemen’de, nüfusun neredeyse %75’i kırsalda yaşamaktadır ve toplumda aşiret bağları oldukça güçlüdür. Nüfusun yaklaşık %40’ı Şii mezhebinin Zeydi koluna bağlıyken, Sünni inancında olanlar toplumda çoğunluğu oluşturmaktadır. Kırın henüz çözülmemiş oluşu, gerçek anlamda bir kentleşme sürecinin gerçekleşememesi, dolayısıyla aşiret ve mezhep yapısının güçlü kalması, egemenler arasındaki iktidar kavgasının biçimini de belirlemektedir. Bundan dolayı egemen güçler arasındaki iktidar kavgası modern burjuva kurumlardan ziyade, güçlü aşiretler ve mezhepler üzerinden yürütülmektedir. Hiç kuşkusuz aşiret ve mezhep kavgası biçimini alan çatışmalar, aslında egemen güçlerin çıkar çatışmasından başka bir şey değildir. Bu durum devlet kurumlarını da şekillendirmekte, meselâ devlet ve özellikle ordu, aşiret ve mezhep kavgalarına paralel olarak yarılabilmektedir.

    Aşiretlerin güçlü olması ve bazı bölgelerde kontrolü ellerinde tutmalarından dolayı merkezi devlet yapısı Yemen’de daima zayıf kalmış ve bu durum çatışmaları beslemiştir. Aşiretlerin ülke siyasetinde bu denli baskın olmasının bir başka nedeni, hiç kuşkusuz emperyalist-kapitalist güçlerin bu aşiretler üzerinden kendi çıkarlarını egemen kılmak istemeleri ve dolayısıyla onları destekleyip beslemeleridir.

    Halihazırda Suudi Arabistan ve İran, Sünni ve Şii mezhepleri üzerinden Yemen’de nüfuzlarını artırmak amacıyla kıran kırana bir kavga veriyor. Meselâ Suudi Arabistan bazı aşiretleri İran’ın desteklediği Ensarullah/Husi Hareketine karşı kullanıyor. Husiler; bu aşiretlere, Müslüman Kardeşler’in Yemen uzantısı olan Islah Partisine ve aynı zamanda El-Kaide’ye karşı savaşıyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler’e cephe alarak askeri darbeyi destekleyen Suudi Arabistan, kendi çıkarları temelinde Yemen’de Islah Partisini desteklemekten geri durmuyor. Ancak yıllarca Yemen üzerinde etkili olan, kendisine bağladığı generaller aracılığıyla siyasal süreçleri kontrol eden Suudi devleti, Husilerin güçlenmesi ve iktidarı ele geçirmesiyle etkisini önemli ölçüde yitirmiştir.

    Yemen’deki karmaşık siyasal tablonun bir bölümünü ise El-Kaide oluşturmaktadır. 1990’ların başından itibaren ülkede varlığını sürdüren El-Kaide, Güney’deki Sünni aşiretler ile petrol üretimi ve satışı konusunda işbirliği yapmış ve giderek güçlenerek bazı bölgeleri kontrol eder hale gelmiştir. Uzun bir süredir merkezi hükümet ile El-Kaide arasında çatışmalar sürmekteydi. “Arap Baharı”yla iktidardan indirilen Ali Abdullah Salih diktatörlüğü döneminde ABD ve İngiltere, merkezi hükümetle birlikte El-Kaide’ye karşı ortak operasyonlar düzenlemekteydiler.

    Güney Yemen’de ise Güney Hareketi oldukça etkilidir. Bu hareketin içinde kendini solcu olarak tanımlayanlar daha baskındır. 1990’ların başına kadar Yemen, Kuzey ve Güney olarak iki ayrı ülkeye bölünmüş durumdaydı.[*] Güney’de SSCB yanlısı bir iktidar söz konusuyken, Kuzey Yemen, Suudi Arabistan ve ABD’nin denetimi altında emperyalist-kapitalist kampın çıkarları temelinde hareket ediyordu. Her ne kadar 1990’ların başında Güney ve Kuzey birleştiyse de, bu birleşme Kuzey’in silah zoruyla sağlandığı için gerçek anlamda bir birleşme olamadı ve dolayısıyla yeni ihtilaflar doğurdu. Merkezi devlet yapısını elinde tutan Kuzey’deki iktidarın Güney eyaletleri üzerinde baskı kurması, buralara ekonomik kaynak ayırmaması halk kitlelerinde tepkiye neden oldu. Özellikle 2007’den itibaren merkezi hükümete karşı geniş protesto gösterileri düzenlenmeye ve bu gösterilerde bağımsızlık talebi dile getirilmeye başlandı. Bu süreçte çeşitli örgütlerin oluşturduğu Güney Hareketi, bağımsızlık talebiyle merkezi hükümete karşı silahlı mücadele vermektedir.

    Bugün Yemen’de iktidarı ele geçiren Şii/Zeydi Husiler, Yemen’de belirleyici güç olmaya çalışan İran’ın da desteğiyle Bedreddin el Husi öncülüğünde 1992’de “İnanan Gençlik” adıyla siyaset sahnesine çıktılar. Şiiler üzerindeki baskı ve dışlamanın son bulması, iktidarda kendilerine yer açılmasını isteyen Husiler ile merkezi hükümet arasında sürüp giden çatışmalar, 2003’te kapsamlı bir iç savaşa dönüştü. Ensarullah’ın kurucu lideri Bedreddin el Husi 2004’te öldürüldü ve iç savaş geniş bir bölgeye yayılarak yüz binlerce insanın göç etmesine neden oldu. 2010’da yapılan ateşkese kadar Suudi Arabistan, Yemen ordusunu desteklemekle kalmadı, sınırlarının ihlal edildiğini iddia ederek doğrudan Husilere karşı havadan ve karadan askeri operasyonlar düzenledi. Lakin gerilla taktikleri kullanan Husiler, kendi yaşadıkları Sa eyaleti başta olmak üzere birçok bölgenin kontrolünü ellerine geçirmeyi başardılar. 2011’de ise Arap coğrafyasını saran halk isyanları Yemen’e ulaşarak Husilerin iktidarı ele geçirmesinin önünü açtı.

    “Arap Baharı”yla başlayan süreç

    Tunus ve Mısır’ı saran halk isyanları kısa bir süre sonra Yemen’e de sıçrayacaktı. Ne var ki Yemen’deki gösterilere katılan yoksul kitlelerin motivasyonuyla, onlar üzerinden kendi egemenlik alanlarını genişletmek isteyen egemenlerin motivasyonu birbirinden farklıydı. İşsizliğin %42 olduğu ülkede gıda fiyatları oldukça yüksekti ve nüfusun ekseriyeti günde 2 dolarlık bir gelirle yaşamını idame ettirmeye çalışıyordu. Bunun yanı sıra, 10 milyondan fazla insan açlık tehdidi altında bulunuyordu. İsyan eden kitleler, yolsuzluklara son verilmesini, gelir dağılımında adalet sağlanmasını, demokratik hak ve özgürlüklerin önünün açılmasını ve 1978’de iktidara oturup 33 yıldır kitleleri baskı altında tutan Ali Abdullah Salih’in ekonomik kaynakları kendi yandaşlarına dağıtmayı bırakmasını talep etmekteydiler. Ancak kitleler bu istemlerle sokaklara dökülürken, emperyalist-kapitalist güçlerin de dâhil olduğu egemen güçler kapalı kapılar arkasında iktidar için pazarlıklar yürütüyorlardı.

    Nitekim bu pazarlıkların bir sonucu olarak Ali Abdullah Salih, iktidardan ayrılmak zorunda kaldı. ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle Salih’in yerine yardımcısı Abdurrabu Mansur Hadi geçirildi. Böylece Batı emperyalizminin ve Suudi Arabistan’ın çıkarlarını garanti altına alan geleneksel statükocu yapı devam etmiş olacaktı. 21 Şubat 2012’de yapılan seçimlere tek aday olarak giren Hadi, Şiiler, Sünnilerin bir kesimi ve ayrıca Güney Hareketi tarafından boykot edildiyse de iktidar koltuğuna oturdu. Sonuçta Salih’in gitmesi ve onun yerine Hadi’nin sözümona seçimlerle iktidara gelmesi ne kitlelerin sorunlarını çözdü ne de Yemen’deki siyasal krize son verdi.

    Özellikle Güney Hareketi ve Husiler, merkezi hükümetin statükonun devamında ısrar etmesine şiddetle tepki gösterdiler. Şiilerin yaşadığı kuzey bölgesinde denetim kuran ve siyasal ağırlıkları giderek artan Husiler, 2014 Ağustosunda, ekonomik kaynakları kendi yandaşlarına aktaran yozlaşmış hükümete son verilmesi, yoksullara kaynak aktarılması ve Yemen’deki tüm güçleri kapsayacak bir iktidar oluşturulması için çağrı yaptılar. Husilerin taleplerini destekleyen binlerce Şii ve bu arada Sünni kitleler, hükümete karşı protesto eylemleri düzenlediler. Bunun üzerine Hadi yönetimi, hükümeti dağıtmayı ve petrol fiyatlarını %30 indirmeyi kabul etti. Ne var ki siyasal düzenleme noktasında adım atılmadığı gerekçesiyle Husiler bu önerileri reddettiler. Başlayan çatışmalar Husilerin Başkent Sana’yı kuşatması ve 21 Eylülde kontrol altına almalarıyla sonuçlandı. Kitle gösterilerini bastırmak üzere silah da kullanan Suudi Arabistan destekli General Ali Muhsin el-Ahmer ise ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

    Birleşmiş Milletler’in devreye girmesiyle Hadi yönetimi ile Husiler arasında bir ateşkes yapıldı ve daha sonra Husilerin ve Güney Hareketi’nin baskısı sonucunda Hadi, Ulusal Barış ve Katılım Anlaşması’nı kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre petrol fiyatları düşük tutulmaya devam edecek, teknokratlardan oluşan yeni bir hükümet kurulacak, Hadi’nin danışmanlarını Husiler atayacak, ulusal birlik konferansı düzenlenecek ve tüm siyasi güçleri kapsayan “adil ve eşit” bir yönetim oluşturulacaktı. Hadi, Husilerin Sana’dan ve diğer kentlerden çekilmesine dönük bir anlaşma imzalatmak istediyse de başarılı olamadı.

    Aslında Husilerin Sana’yı kontrol etmesi ve elde silah hükümeti denetlemesi, çelişkileri daha da keskinleştirdi. Husilerin etkisini kırmak isteyen Hadi yönetimi, bir taktik olarak ülkenin 6 federal bölgeye ayrılmasını öngören bir anayasa taslağı hazırladı. Fakat 6 bölgeli federal yapı Güney Hareketi’nin çıkarlarıyla örtüşürken, daha az bölgede söz sahibi olacağını hesaplayan Husiler tarafından reddedildi. Husilere göre federal yapı ülkeyi bölecekti. Bu arada varılan anlaşmanın sözleri tutulmazken, Husi karşıtı Sünni aşiretleri silahlandırmaya dönük adımlar atıldı. Harekete geçen Husiler, cumhurbaşkanlığı sarayını ele geçirdiler ve Hadi’ye söz konusu anayasa taslağını gözden geçirmesini de içeren dört maddelik bir öneri sundular. Fakat Hadi bu önerileri reddederek hükümetin ardından istifa etti. Hiç kuşku yok ki bu istifaların amacı bir iktidar boşluğu oluşturmak ve Husileri sıkıştırmaktı. Ancak bir süre bekleyen ve egemen güçler arasında çeşitli pazarlıklar yürüten Husiler, iktidarı kendi denetimleri altında şekillendirecek bir adım attılar.

    Şimdi ne olacak?

    Hükümeti ve meclisi lağveden Husiler, öngörülen 2 yıllık geçiş sürecinde yönetimi üstelenecek bir Ulusal Geçiş Konseyi, Askeri Güvenlik Konseyi ve cumhurbaşkanlığının yetkilerini üstlenecek bir kurul oluşturdular. Ne var ki Suudi Arabistan’ın kontrolündeki Sünni aşiretler, fırsattan istifade bağımsızlık yönünde ilerlemek isteyen Güney Hareketi, Islah Partisi ve Abdullah Ali Salih’in Kongre Partisi gibi temel siyasi güçler, Husilerin denetimi altındaki bir oluşuma katılmayı reddediyorlar. Batılı emperyalist güçler ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkeleri, Yemen’de darbe yapıldığını söyleyerek Husilerin iktidarına karşı çıkıyorlar. Körfez ülkeleri, Yemen’e müdahale etmesi için Birleşmiş Milletler’e çağrı yaparken; ABD, İngiltere ve bu arada Türkiye Yemen’deki elçiliklerini kapatma kararı aldı. Buna karşın Rusya ve Çin, BM’nin Yemen’e müdahale etmesine karşı çıkıyor.

    Yalnızlaştırılmaya çalışılan Husiler, dikkat çekici bir şekilde en önemli desteği askeri bürokrasiden almış bulunuyorlar. Ordunun tepe kadroları, 17 kişiden oluşan Askeri Konsey’de yer almayı kabul ettiler. Hadi yönetiminde savunma bakanı olan Mahmud Subhi Askeri Konsey’in başına getirilirken, genelkurmay başkanı ve ulusal güvenlik kurulu başkanı da konsey üyeleri arasında yer alıyor. Ordu, belirli pazarlıklar sonucunda düzenin bekası noktasında Husilerle birlikte hareket etmeyi kabul etmiş gözüküyor.

    Ancak Husilere verilen destek yalnızca ordudan ibaret değil. Asıl destek; işsizliğin, açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranan, sürüp giden çatışmalardan usanmış Şii ve Sünni yoksul kitlelerden geliyor. Gösterilere katılan yoksul yığınların “biz haklarımızı elde etmek ve çalınan devrimimizi geri almak için Husi ile birlikteyiz” demesi oldukça manidardır. Yemen’deki sefalet koşullarını dikkate alan Husiler, geniş kitlelerin desteğini almak amacıyla verili statükonun kırılıp atılmasını, işsizliğe ve yoksulluğa çözüm bulunmasını, yolsuzlukların son bulmasını ve devletin petrolü sübvanse etmeye devam etmesini savunuyorlar. Kurdukları Devrim Komiteleri aracılığıyla kitleleri kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlar.

    Diğer taraftan ise, uzlaşma ve işbirliği kavramlarını öne çıkartarak tüm kesimlerin eşit bir şekilde yönetim sürecine katılması için çağrı yapıyorlar. Yemen’de başlayan devrimi devam ettirdiklerini ve kaosa sürüklenen ülkeyi kurtardıklarını ileri sürerek geniş kitleler nezdinde sempati kazanmayı, aşiret ve mezhepsel bağları güçlü olan kitleleri kendi yanına çekmeyi hedefliyorlar.

    Ancak bu çağrılara rağmen siyasal krizin çözülmesi noktasında bir ilerleme söz konusu değil. Egemen güçlerin iktidar kavgası ve giderek keskinleşen çelişkiler, Yemen’i içinden çıkılmaz geniş bir iç savaşa doğru çekmektedir. Kaçınılmaz olarak mezhepsel bir renge de bürünecek böyle bir iç savaş, açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranan emekçilerin canını alıp, Yemen’in korkunç bir yıkıma sürüklenmesine neden olacak. Şurası açık ki Yemen’de derinleşen siyasal buhran, emperyalist-kapitalist boy ölçüşmenin merkezi haline gelmiş Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaştan bağımsız değil. Her geçen gün genişleyen siyasal kriz, çatışma ve savaş, şu gerçeği döne döne gözler önüne seriyor: Kapitalist düzen çerçevesinde bir çıkış yolu yoktur. Ortadoğu’daki savaş bataklığından tek bir çıkış yolu var. O yol, Ortadoğu işçi sınıfının birleşerek tüm egemenleri yarattıkları savaş bataklığına gömmesidir. Yemenli işçi-emekçi kitlelerin de böylesi bir mücadeleye katılmaktan başka şansları yoktur. Gerçek devrim, işçi sınıfı kapitalizme karşı harekete geçtiği zaman başlayacak! İşçi devrimi, tüm sonuçlarıyla birlikte kapitalizmi alaşağı ederek mezhepsel ve etnik kavgaların, açlık ve yoksulluğun olmadığı barış dolu bir dünyanın yolunu açacaktır.

    [*] Ayrıntılı bilgi için bkz. İlkay Meriç, Yemen: Emperyalist Savaşın Yeni Hedefi, MT, Şubat 2010

    marksist.net/utku-kizilok/yemende-derinlesen-siyasal-cikissizlik.htm

  32. Yemen: Emperyalist Savaşın Yeni Hedefi

    İlkay Meriç
    Şubat 2010, no:59

    Anadolu topraklarında, çöllere gömülen askerlere yakılan ağıtlarla anılan Yemen, bugünlerde ABD-İngiltere öncülüğündeki emperyalist cephe tarafından, El Kaide’nin orada üslendiği bahanesiyle topun ağzına yerleştiriliyor. Nijerya uyruklu bir gencin[1] Noel günü Amsterdam’dan havalanan bir Amerikan yolcu uçağına intihar saldırısı girişiminde bulunduğunu ve bu gencin Yemen’deki bir El Kaide hücresiyle ilişkisi olduğunu sansasyonel biçimde tüm dünyaya duyuran ABD, bu iddiaya El Kaide’nin Yemen’de üslendiğinin ve büyük bir tehdit oluşturduğunun kanıtı olarak sarıldı. Olaydan birkaç gün sonra ABD ve İngiltere, Yemen’deki büyükelçiliklerini kapatırken, Yemen Dışişleri Bakanı, ülkesinde üslenen El Kaide militanlarıyla mücadele edebilmek için “uluslararası toplumun” istihbarat, silah ve güvenlik alanında kendilerine daha fazla destek vermesini istediklerini açıkladı. Amerika’nın bu talebe yanıtı gecikmeyecek ve Yemen’e giden Amerikan Merkez Kuvvetleri Komutanı General David Petraeus, “terörizmle mücadele” için Yemen hükümetine yapılan mali yardımların iki katına çıkarılacağını duyuracaktı. İngiltere Başbakanı Gordon Brown ise 28 Ocakta Londra’da yapılacak olan Afganistan konulu toplantıda Yemen sorununun da tartışılması çağrısında bulundu.

    Arap Yarımadasının güneybatı ucundaki Yemen, Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı ve petrol sevkıyatı başta olmak üzere deniz ticaretinin kalbinin attığı stratejik bir coğrafyada yer alıyor. Aslında Yemen, Aden Körfezi’nin karşı yakasındaki Somali’yle jeo-stratejik konum itibarıyla oldukça büyük bir benzerlik taşıyor. İki ülke de petrol kaynakları bakımından göz dikilecek bir zenginliğe sahip olmasa da, coğrafi konumları stratejik önemlerini fazlasıyla arttırıyor. Zira enerji kaynaklarının ve enerji nakil koridorlarının denetimi, bu uğurda dünyayı cehenneme çevirmekten çekinmeyen ABD için büyük önem taşımakta. Bunun yanı sıra, İran’ın bölgedeki etkisini giderek daha da arttırması ve Çin’le birlikte Afrika ülkeleriyle yüklü ticari anlaşmalar yapması da ABD ve müttefiklerini fazlasıyla rahatsız ediyor. Bu yüzden, çeşitli bahanelerle söz konusu bölge emperyalist abluka altına alınıyor. Somalili korsanları bahane ederek Somali’yi işgal etmek üzere türlü kirli oyunları devreye sokan ABD ve müttefikleri, Yemen için de aynı yollara başvuruyorlar. El Kaide “tehdidi” emperyalistlerin her iki ülke için de dillendirdikleri ortak bir söylemken, Somalili korsanların yerini Yemen’de Hutiler almakta.

    İç savaştan emperyalist savaşa

    Üzerinde kirli oyunlar oynanan Yemen, Arap Yarımadasının en yoksul ülkesi. 23 milyon nüfuslu ülkede, işsizlik oranı yüzde 40’a dayanırken, milyonlarca Yemenli çareyi yabancı ülkelere göç etmekte arıyor. Ülkenin gelir kaynaklarının %65’ini petrol gelirleri oluşturuyor. Ancak petrol rezervleri sınırlı ve üretim her yıl daha da düşüyor. Buna ek olarak petrol fiyatlarındaki düşüş de Yemen’i son derece olumsuz etkiliyor. Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih egemenliğindeki rejim, umudunu ABD’den ve Arap devletlerinden gelecek parasal yardımlara bağlıyor. Ne var ki bu paralar, Yemen halkının sefaletini hafifletmek yerine, tepesine bomba ve kurşun yağdırmak üzere silah harcamalarına akıtılıyor.

    Sarp dağlardan ve geniş çöllerden oluşan zorlu bir coğrafyaya sahip olan Yemen’in kuzeyinde, merkezi hükümet ile Şiiliğin bir kolu olan Zeydiliğe[2] bağlı Hutiler arasında şiddetli bir iç savaş yaşanıyor. Çatışmalar nedeniyle son beş yılda 150 binden fazla insan yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalırken, bu savaşa Suudi Arabistan da bizzat dahil olmuş durumda. Huti militanlarının sınırı geçerek kendi topraklarında üstlendiğini söyleyen Suudi Arabistan, Yemen hükümetiyle el ele Hutilere saldırıyor. Kasım ayından bu yana iyice kızışan ve ABD ordusunun da destek verdiği hava ve kara saldırıları sonucunda çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Yemen ve Suudi Arabistan, Hutileri silahlandırıp kışkırtmakla suçladıkları İran’ı hedef tahtasına oturtmaktan da geri durmuyorlar.

    Yemen’deki iç çelişki ve gerilimleri kışkırtarak bir iç savaş düzeyine yükselten ve bu savaşı emperyalist savaşın bir parçası haline getirmeye çalışan güçler, ABD’nin taşeronluğunu yapan Suudi Arabistan’la sınırlı değil. Fas ve Ürdün’ün vakit geçirmeden dahil oldukları bu cephe, Mısır ve Körfez ülkeleriyle daha da genişlemiş durumda. Dolayısıyla Ortadoğu’da Şii İran’a karşı oluşturulan Sünni cepheleşme Yemen meselesindeki saflaşmada da yansımasını buluyor.

    Tarihi boyunca iktidar çatışmalarından ve siyasi altüstlüklerden kurtulamayan Yemen, bu sosyopolitik yapısıyla emperyalist kışkırtmalara daha açık hale geliyor. Yemen aşiret yapılarının oldukça güçlü olduğu, merkezi hükümetin ancak aşiretler arası dengeyi gözeterek ve onlardan destek alarak varlığını sürdürebildiği bir ülke. Bununla birlikte, egemenler arasındaki iktidar çatışmaları çoğu kez dinsel argümanlarla bezenip mezhep çatışması görüntüsüne büründürülmekte. Başkent Sana merkezli Abdullah Salih rejimiyle Hutiler arasındaki savaşta da bilinçli olarak aynı yanıltıcı unsur ön plana çıkarılıyor. Ne var ki, yaşanan çatışmaların tarihine kısa bir bakış bile, çatışmanın özünün mezhep farklılıkları değil iktidar kapışması olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde bölge ülkelerinin bu çatışmadaki konumlanışlarının da mezheplere göre değil uluslararası konjonktüre göre şekillendiği kolaylıkla görülebilir. Bugün Yemen hükümetiyle el ele Zeydi Hutileri ezmeye girişen Suudi Arabistan’ın, 1962’de patlak veren iç savaşta Zeydilerin yanında saf tutması da bunun bir göstergesidir.

    Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki 1994’te birleşmeye dek, Kuzey ve Güney olmak üzere iki ayrı Yemen devleti söz konusuydu. 1962 yılında Albay Sallal tarafından gerçekleştirilen darbeye kadar, Kuzey Yemen’de yüzlerce yıldır Zeydilerin egemenliğinde, imamlık sistemine dayalı bir monarşist rejim hüküm sürüyordu. 1962’de İmam Ahmet’in ölümünün ardından tahta yasal varisi İmam Bedr geçmişti. Ancak Bedr birkaç gün sonra Albay Sallal yönetimindeki bir darbeyle tahttan indirildi. Bu arada Albay Sallal da Zeydi idi, ancak “Ehl-i Beyt soyundan gelmediği” için “imam” değildi. Darbeyle birlikte imamlık yönetimine son verildi ve cumhuriyet rejimine geçildi. Ancak bu durum, o zamana dek iktidarı elinde bulunduran ve tüm devlet bürokrasisini kendi çıkarları temelinde şekillendiren Zeydi aşiretler tarafından sükûnetle karşılanmadı. Suudi Arabistan’a sığınan Bedr orada bir sürgün hükümeti kurdu ve Kuzey Yemen’de başlattığı ayaklanma kısa sürede bir iç savaşa dönüştü. Bu savaşta Suudi Arabistan isyancı Zeydilerin yanında saf tutarken, Mısır asker de göndererek cumhuriyetçileri destekliyordu. 1967 Arap-İsrail savaşında Mısır’ın yenilmesiyle Nasır yönetimi cumhuriyetçilere verdiği desteği kesmek zorunda kaldı ve Suudi Arabistan’ın da devrede olduğu barış görüşmelerine geçildi. Cumhuriyetçiler Zeydilerle iktidar paylaşımı konusunda anlaşmaya vardıktan sonra, Suudi Arabistan da daha önce tanımadığı Kuzey Yemen Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı. Görüldüğü gibi, Sünni Suudi Arabistan’la Şii (Zeydi) aşiretler, çıkarları ortaklaştığında mezhep farkı gözetmeksizin müttefik haline gelebilmişlerdir.

    1967’yi takip eden dönemde iş bir daha iç savaş noktasına gelmediyse de, Kuzey Yemen, 1990’lardaki Kuzey-Güney birleşmesine dek, darbelerle, siyasi suikastlarla dolu çatışmalı bir süreçten geçmiştir. Birleşme ortamı Zeydi aşiretlerle yürüyen çatışmanın belli bir sükûnet dönemine girmesine neden olmuştur. Ne var ki, 2003 yılında merkezi hükümetle Hutiler arasında başlayan çatışmalar, 1993-1997 arası dönemde milletvekilliği yapan ve Genç İnananlar Hareketinin lideri olan Hüseyin Huti’nin 2004 Eylülünde öldürülmesiyle yeniden bir iç savaşa dönüşmüştür. Yemen’de bugün mezhep çatışması olarak gösterilen iktidar kapışması, aslında Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın yarattığı saflaşma nedeniyle bu biçime bürünmektedir. İran Şiiliği kullanarak Hutileri desteklerken, ABD’ye sırtını dayayan Suudi Arabistan İran’ın gücünü kırmak amacıyla merkezi hükümete[3] destek vermektedir. Dolayısıyla, Yemen’de yaşanan iç savaş çoktandır emperyalist savaşın bir uzantısına dönüşmüş durumdadır.

    Kuzey-güney bölünmesi ve güneyin bugünü

    Kuzeyde yürüyen iç savaşın yanı sıra güneydeki bağımsızlık mücadelesi de Abdullah Salih’in 31 yıllık iktidarını ciddi şekilde tehdit eden boyutlara ulaşıyor. Bu çatışmanın nedenlerini kavramak için biraz gerilere uzanmak gerekiyor.

    1994’teki birleşme öncesinde kuzeyde başkenti Sana olan “Yemen Arap Cumhuriyeti”, güneyde ise başkenti Aden olan “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” mevcuttu. Kuzey-Güney bölünmesi aslında güneyin 1830’lardan itibaren İngiliz işgaline uğramasıyla ortaya çıkmıştı. Bir dönem Osmanlı denetimi altına giren, ama belli bir süre dışında hiçbir zaman tam denetim altında tutulamayan Kuzey Yemen, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İmam Yahya liderliğinde bağımsızlığını ilan ederek başkent Sana merkezli bir devlet haline gelecekti. Güneyse ancak 1967’de sona eren İngiliz işgali sonrasında bağımsız bir devlet olabilecekti.

    Güneyle kuzey arasında, esasında İngiliz işgalinin de önemli rol oynadığı bir sosyolojik farklılık söz konusuydu. Kuzeyde aşiret yapıları çok güçlü ve üretim ilişkileri son derece geri temellere sahipken, güneyde durum önemli bir farklılık içeriyordu. 1830’larda 500 nüfuslu bir yerleşim yeri olan Aden, 1950’lere gelindiğinde 150 bin nüfuslu, entelektüel faaliyetin ve sendikal hareketin oldukça güçlü olduğu önemli bir başkent haline gelmişti. Bu toplumsal zemin sayesinde, bölgede Nasır’ın da etkisiyle Baasçılığın önemli bir güç kazanması Güney Yemen’de de yankısını bulacak ve İngiliz sömürgeciliğine karşı direniş hareketleri patlak vermekte gecikmeyecekti. 1967 Kasımında, Ulusal Kurtuluş Cephesi önderliğindeki sosyalist söylemli direniş hareketi bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştıracak ve İngilizler ülkeden def edilerek Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edilecekti. Ne var ki, SSCB ve Çin’den önemli bir destek gören sözde “sosyalist” Güney Yemen, SSCB’nin çöküşüyle birlikte yalnız kalacak ve Kuzey’le birleşme görüşmeleri için yeni bir zemin doğacaktı.

    Güney’le Kuzey arasında 1990’da başlayan görüşmeler birkaç yıllık sancılı bir sürecin ardından 1993’te gerçekleştirilen parlamento seçimleriyle önemli bir evreye girdi. Bu seçimlerde, 301 üyeli parlamentoda 123 koltuğu Abdullah Salih’in partisi olan Genel Halk Kongresi, 62 koltuğu Islah Partisi kazanırken, Yemen Sosyalist Partisi (YSP) yalnızca 57 koltuk elde edebildi. Sonuçlara itiraz eden YSP sonunda görüşmelerden çekilme kararı aldı ve güneyde bir isyan patlak verdi. Kuzey güçlerinin isyanı askeri güçle bastırmasıyla, 1994 Temmuzunda birleşme silah zoruyla sağlanmış oldu.

    Birleşmeden önce Kuzey Yemen’in devlet başkanı olan Ali Abdullah Salih birleşme sonrasında yapılan seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonraki seçimlerde de (yapılan seçimlerin çoğunu YSP boykot etmişti) iktidarını korudu. Birleşmenin ardından tüm devlet aygıtı kuzeyin egemenliğinde yeniden yapılandırıldı. Güney Yemen’de yıllarca iktidarda olan bürokrasi için, egemen sınıf olmaktan kuzeydeki merkezi hükümete tâbi sıradan memurlara dönüşmek elbette büyük bir hoşnutsuzluk durumunu da beraberinde getirdi. Bugün “Güney Hareketi” içinde yer alan unsurlar arasında, bürokratik diktatörlük döneminin tek partisi olan Yemen Sosyalist Partisinin ve 2007’deki protesto eylemlerinin öncülüğünü ve örgütleyiciliğini üstlenen Emekli Askerler Derneğinin olması da bu hoşnutsuzluğun bir sonucudur.

    Kuzey-Güney bölünmesinin 1990’ların ilk yarısında birleşmeyle sonuçlanmış olmasına rağmen, güneye yönelik baskıların artması ve ekonomik-siyasal ayrımcılığın son bulmaması nedeniyle 2007 yılından itibaren giderek yaygınlaşan protestolar bugün güçlü bir bağımsızlık talebine evrilmiş durumdadır. Çeşitli siyasi örgütlerin bir araya gelerek oluşturdukları Güney Hareketi adı altındaki cephe örgütlenmesi, yaptığı “sivil itaatsizlik” ve grev çağrılarıyla, mücadelenin güneyde bağımsız bir devlet kurulana kadar devam edeceğini söylüyor. Hükümetin uyguladığı şiddete rağmen şiddete başvurmayacaklarını ve güç kullanmayacaklarını, barışçıl bir devrimden yana olduklarını ifade ediyor. Ne var ki, Abdullah Salih yönetiminin barışçıl gösterilere bile tahammülü yok. Son olarak, hükümetin baskılarını protesto etmek üzere Güney Hareketi öncülüğünde 10 Ocakta gerçekleştirilen genel grevde, merkezi hükümete bağlı kolluk güçleri göstericilere ateş açmaktan yine çekinmedi. Güney Hareketi “terörizme destek vermek”le suçlanırken, çok sayıda kişi bölücülük suçlamasıyla tutuklandı. El Kaide’nin üssü olduğu iddia edilen yerleşim yerlerinin aynı zamanda Güney Hareketi’nin güçlü protestolar gerçekleştirdiği kentler olması, El Kaide’nin varlığının güneydeki hareketi ezmek için bir bahane olarak kullanıldığını da gösteriyor.

    Tarih işçi sınıfını göreve çağırıyor

    Obama’nın bundan bir yıl önce başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, emperyalist savaşın ve ekonomik krizin sona ereceğine ve dünyanın yepyeni bir döneme gireceğine dair yalanlar ve yanılsamalar yeri göğü sarmıştı. Irak’tan çekilmeyi, Afganistan’ı olabildiğince kısa sürede terk etmeyi, Müslümanların düşman ilan edilmesine son vermeyi vaat eden Obama kahraman ilan edilmişti. Ne var ki, utanmadan Nobel Ödülü bile verilen bu sahte “barış adamı”nın maskesi çabuk düştü. Cehenneme dönen Irak ve Afganistan’a barış ve huzurun gelmesi şöyle dursun, Pakistan da ateşe verildi. Çözüleceği söylenen Filistin sorunundaysa kördüğüm devam ediyor. Bugün savaş cepheleri daralmak yerine hızla genişliyor, işgal birliklerinin sayıları azaltılmak yerine yeni birliklerle takviye ediliyor. Şimdilerde Yemen emperyalist savaşın mezesi olmakla yüz yüze.

    İçinden geçtiğimiz tarihsel kriz dönemini kavramaktan uzak olup, sorunu Bush’un ya da Obama’nın izlediği keyfi politikalara bağlayan kimileri şimdilerde büyük bir hayal kırıklığı yaşayadursunlar, savaşı durduracak tek güç, şu ya da bu “insancıl”, “barışçıl”, “demokrat” burjuva politikacı değil, işçi sınıfıdır, onun bilinçli ve örgütlü müdahalesidir. Sürekli olarak vurguladığımız gibi, içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün sırtında bir kat daha büyük bir sorumluluk bulunmaktadır. Tarih işçi sınıfını göreve çağırmaktadır. Bu tarihsel çağrıya verilecek yanıtın geciktiği her gün, dünyanın şu ya da bu köşesinde yeni kıyımlara ve katliamlara mal olacaktır.

    [1] Ömer Faruk Abdulmuttalip adlı bu gencin babası, CIA ve MOSSAD’la yakın ilişkileri olduğu iddia edilen Nijeryalı bir silah taciri. Bir eylem hazırlığı içinde olduğu ihbarını babasının bizzat ABD büyükelçiliğine yapmış olmasına rağmen, bu üniversite öğrencisi nasıl olmuşsa havaalanındaki arama noktalarından üzerindeki patlayıcıyla birlikte elini kolunu sallayarak geçmiş. Bunu, bu gencin Yemen’de ilişkide olduğu söylenen El Kaide hücresinin bizzat MOSSAD’la bağlantılı olduğu iddialarıyla birlikte değerlendirdiğimizde, ortada ne tür kirli oyunların döndüğünden şüphelenmek için fazlasıyla yeterli nedenin olduğu görünüyor.

    [2] Yemen’de nüfusun %45’ini Zeydi Şiiler, %55’ini Şafi Sünniler oluşturuyor. Şiiliğin bir kolunu oluşturan ve İran Şiiliğinden çeşitli farklılıklar gösteren Zeydilik, ülkenin peygamber soyundan (Ehl-i Beyt) gelen imamlar tarafından yönetilmesini savunuyor. Sünniler ağırlıklı olarak ülkenin güneyinde yer alırken, Zeydiler kuzey kesiminde yoğunlaşmış bulunuyor. Hutiler de Zeydi aşiretlerden birini oluşturuyor.

    [3] Üstelik Devlet başkanı Ali Abdullah Salih de Zeydidir.

    marksisttutum.org/yemen_emperyalist_savasin_yeni_hedefi.htm

  33. Libya’da İç Savaş ve Burjuva Kapışma
    İlkay Meriç

    Şubat 2011’de patlak veren halk isyanını fırsat bilen emperyalist güçlerin, halkı Kaddafi zulmünden kurtarıp demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak vaadiyle iç savaş cehenneminin içine fırlattıkları Libya’da, son bir yıldır alabildiğine derinleşen bir kaos yaşanıyor. Merkezi bir hükümetin kalmadığı, neredeyse her bir kentin savaş ağalarının derebeyliğine dönüştüğü ülkede, burjuva güçler, emperyalist odaklara da yaslanarak kanlı bir iktidar savaşına tutuşmuş durumdalar.

    Dört yıl önce patlak veren halk isyanının ardından, emperyalist güçler “sivilleri koruma” bahanesiyle NATO şemsiyesi altında Libya’yı aylarca havadan bombalayarak 2011 Ağustosunda Kaddafi rejimini devirmiş ve yerine kendi çıkarlarını garanti altına alacak ve denetimlerinden çıkmayacak bir hükümet oluşturmaya çalışmışlardı. Ne var ki, bir yıl sonra seçimler yapılıp bir hükümet kurulmasına rağmen, Libya’da ne birlik ne de istikrar sağlanabildi. Üstelik Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen Adalet ve İnşa Partisinin de içinde yer aldığı koalisyon hükümeti, Batılı güçleri pek de memnun etmeyecek biçimde, İslamcı güçlerin egemenliğinde bir hükümet olarak şekillendi. Arap isyanlarının başladığı dönemde kimi ülkelerde İslamcı güçleri mevcut rejimleri yıkma aracı olarak destekleyip iktidara gelmelerinin önünü açan Batılı emperyalist güçler, amaçlarına ulaştıktan sonra, giderek güçlenen ve tam olarak denetimleri altına sokamadıkları bu yapılardan kurtulma yoluna gitmeye başladılar. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının askeri darbeyle devrilmesine paralel olarak, Tunus ve Libya’da da İslamcı güçlere verilen destek geri çekildi ve siyasi parçalanma giderek derinleşti.[1]

    2014 Ağustosundan bu yana Libya’da, halkı kendisinin temsil ettiğini iddia eden iki “meclis” ve “hükümet” bulunuyor. Bunlardan ilki, “Libya Şafağı” adı altında bir araya gelen İslamcı grupların 2012 Temmuzundaki seçimlere dayanarak Trablus’ta oluşturdukları “Milli Genel Kongre”. İkincisi ise 2014 Mayısında başarısız bir darbe grişiminde bulunduktan sonra ülkenin doğusuna çekilerek orada üslenen emekli general Halife Haftar’a bağlı güçlerin ve müttefiklerinin “Onur Operasyonu” koalisyonu adı altında biraraya gelerek oluşturduğu “Temsilciler Meclisi”. Bu meclis 2014 Haziranında yapılan fakat “Libya Yüksek Mahkemesi” tarafından geçersiz sayılan seçimleri meşruiyet zemini olarak gösteriyor ve Tobruk’ta “sürgünde” faaliyet gösteriyor. Her iki yapı da aynı zamanda kendi askeri güçlerine sahip. Fakat bu askeri güçler düzenli ordu şeklinde değil, söz konusu güç odaklarına bağlı milisler şeklinde örgütlü.

    Şu anda başkent Trablus, Misrata, Bingazi ve Beni Velid kentleri, Trablus merkezli hükümetin kontrolünde bulunuyor. Mısır sınırındaki Tobruk’un yanı sıra yine doğu bölgesinde olan Ecdebiye ve batıda Zintan ve Zaviye kentleri ise Tobruk merkezli hükümetin hâkimiyetinde.

    “İslamcı teröristlerin kökünü kazıyacağız” diyerek ve El-Kaide, Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı güçleri Libya’dan atacaklarını söyleyerek harekete geçen Haftar, Kaddafi yanlısı asker ve sivil üst düzey bürokratlar tarafından da destekleniyor. Tobruk meclisi bugünlerde Haftar’ı genelkurmay başkanı ilan etmeye hazırlanıyor. Devlet başkanı olma hevesi içindeki Haftar’ın bazı tutumlarının ABD ve kimi emperyalist güçleri tedirgin ettiği ve bu güçlerin onu devre dışı bırakarak diğer aktörler üzerinden yürüme seçeneğini tartıştıkları bizzat Tobruk meclisi içindeki isimler tarafından dillendiriliyor. Buna rağmen ABD, AB, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Tobruk hükümetini tanıyıp desteklerken, Türkiye ve Katar, Adalet ve İnşa Partisi’nin de içinde yer aldığı Trablus hükümetine destek veriyor.

    Ortaya çıkan iktidar boşluğundan faydalanarak Dirne’de üslenen ve çeşitli İslamcı güçleri de kendisine çekerek güçlenen IŞİD ise bir diğer güç odağını oluşturuyor. Şeriat yanlısı Ansar el-Şeria grubuna bağlı İslamcı militanların bir bölümünün de Bingazi, Dirne ve Sirte’de IŞİD’e katıldığı belirtiliyor.

    Libya’da kaos durumu her gün biraz daha derinleşirken, burjuva medya yaşananları “İslamcı güçlerle laik güçler arasındaki çatışma” olarak yansıtıyor. Oysa bu bir manipülasyondur ve yerlisiyle yabancısıyla burjuva güçlerin ülke zenginliklerinden daha fazla pay kapmak üzere bir iktidar savaşı yürüttükleri gerçeğini gizleme ve emekçi kitleleri bu kapışmada taraf haline getirme amacını gütmektedir. Bu tablonun müsebbibi olan burjuva güçlerin tümü emekçi sınıfların düşmanıdır ve yaşanan şey emekçilerin kanı, canı pahasına yürütülen bir yağma savaşıdır.

    Emperyalist güçlerin körüklediği iç savaş nedeniyle Libya’da dört yılda 30 bin kişi hayatını kaybetti, 400 binden fazla insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Sadece son bir yıl içinde 3000’e yakın insan ölürken, binlercesi yaralandı. Merkezi yapının çökmesiyle birlikte, orduya ait askeri mühimmat depolarını ve kışlaları yağmalayarak önemli bir silahlı güç haline de gelen çeşitli aşiretlerin bir iktidar odağı olarak boy gösterdiği ülkede, petrol kuyuları, petrokimya tesisleri, limanlar, askeri üsler, havaalanları, kışlalar, kilit önemdeki diğer kurum ve tesisler bu güçlerin elinde bulunuyor. Petrol tesislerinin büyük bir bölümünün saldırılar nedeniyle işlemez hale gelmesi sonucunda, Libya ekonomisinin can damarı olan petrol üretiminin günlük 1,5 milyon varilden 160 bin varile indiği ifade ediliyor. Bu düşüş, ekonominin durma noktasına gelmesine, devlet çalışanlarının maaşlarının ödenememesine, gıda fiyatlarının katlanarak artmasına, benzin kıtlığına ve yoğun elektrik kesintilerine yol açıyor. Ancak yerli ve yabancı burjuva güçlere bu felâket tablosu da yeterli görünmüyor; İtalya ve Fransa başta olmak üzere emperyalist güçler ve özellikle de Mısır, son haftalarda yoğunlaşan IŞİD saldırılarını bahane ederek Libya’ya yönelik yeni bir askeri operasyonun yollarını döşemeye çalışıyorlar.

    Desteklediği Haftar güçleri aracılığıyla Libya’da ön almak isteyen Mısır, IŞİD sadırılarını gerekçe göstererek, gerçekleştirdiği saldırılara ve bundan sonraki muhtemel girişimlerine meşruiyet kazandırmaya çalışırken, en azından petrol yataklarının da bulunduğu doğu bölgesi üzerinde nüfuzunu arttırmak istiyor. Geçtiğimiz Ağustos ve Ekim aylarında, Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteğiyle Trablus, Misrata ve Bingazi’ye hava saldırılarında bulunan Mısır, son günlerde gerçekleştirilen IŞİD saldırılarından sonra Libya’ya bir kez daha saldırdı. Şubat ayı başlarında IŞİD’in Libya’da esir tuttuğu 21 Hıristiyan Mısırlıyı kafalarını keserek katletmesinin ardından, IŞİD’in kontrolündeki Dirne’yi havadan bombaladı. IŞİD de buna misilleme olarak doğuda Haftar’a bağlı güçlerin denetiminde olan Kuba bölgesine üç intihar sadırısı düzenledi. Her iki tarafın gerçekleştirdiği bu saldırılarda aralarında çocukların da olduğu 100’den fazla insan hayatını kaybetti. IŞİD saldırılarının ardından Mısır bir yandan Arap ülkelerine “terörizmle ortaklaşa mücadele için” birleşik askeri güç oluşturma çağrısında bulunurken, bir yandan da Birleşmiş Milletler’den Libya’ya silah ambargosunun kaldırılmasını ve askeri müdahale kararı çıkarılmasını istedi.

    IŞİD saldırılarından birkaç gün önce de İtalya dışişleri bakanı, “benzeri görülmemiş bir göç tehdidiyle karşı karşıyayız” diyerek Libya’nın “uluslararası camianın birinci önceliği” olması gerektiğini söylemişti. IŞİD saldırıları emperyalist güçler açısından bu “önceliği” daha ivedi hale getirmenin bahanesi oldu. Nitekim saldırıların ardından İtalya savunma bakanı Libya’ya 5 bin asker göndermeye hazır olduklarından söz etmeye başladı. Her ne kadar IŞİD’in “500 bin göçmeni Avrupa’ya salarız” tehditlerinin ardından İtalya başbakanı Renzi, bu konuda bir müdahale için BM kararını beklemek gerektiğini söylerek geri adım atmış görünse de, emperyalist güçlerin temel güdüleri bellidir: Bu ülkeyle yaptıkları milyarlarca dolarlık ticari anlaşmaların ve yatırımların güvence altında olması, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarının emperyalist tekellerin emrine sunulması ve bölgenin kendi çıkarları temelinde yeniden yapılandırılması için ne gerekiyorsa yapmak. Söz konusu güçlere mevcut aşamada yerli güçler üzerinden yürütülen bir paylaşım ve iktidar savaşı yeterli görünürken, yakın bir gelecekte yeni bir emperyalist müdahalenin gerçekleşmesi de muhtemeldir.

    Mısır’ın çağrısına paralel olarak Tobruk hükümeti de BM’ye, dört yıl önce Kaddafi’yi etkisiz hale getirmek için uygulamaya konan silah ambargosunun kaldırması çağrısında bulunmakta ve aksi takdirde teröristlerin elinin güçleneceğini ve bu durumun Afrika ve Avrupa için de bir tehdit oluşturduğunu söylemektedir. Mevcut durumda Libya hükümeti yasal olarak ancak Güvenlik Konseyi komitesinin onayıyla silah ve askeri malzeme alabiliyor. Kuşkusuz her iki taraf da emperyalist güçlerden ve bölge güçlerinden gayri resmi yollarla silah alımı yapmaya devam ediyorlar. Ancak bunun daha rahat ve geniş kapsamlı yapılması için silah ambargosunun kalkması isteniyor. BM bu konunun ancak Libya’da bir “ulusal birlik hükümeti” oluşturulması halinde konuşulabileceğini söylüyor. Fakat Şubat ortasında Cenevre’de BM aracılığında başlayan barış görüşmelerinin tarafların uzlaşmaz tutumları nedeniyle daha başlamadan tıkanması, böyle bir hükümeti oluşturmanın yakın vadede mümkün olmadığını gösteriyor.

    Libya’da Mısır Tobruk hükümeti üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışırken, Türkiye de Trablus hükümetindeki İslamcı güçler üzerinden bunu yapmaya uğraşıyor. Hatırlanacağı gibi, 2011’de Libya’ya emperyalist saldırı gündeme geldiğinde, Erdoğan önce “NATO’nun ne işi var Libya’da” diyerek emperyalist güçleri insani niyetlerle değil petrol nedeniyle sürece müdahil olmaya çalışmakla suçlamıştı. Fakat saldırının başlamasından dört gün sonra Türkiye’nin NATO’ya bağlı savaş gücüne destek vereceği açıklanmış ve üstelik NATO harekâtının komuta merkezi İzmir olmuş, Eskişehir üssü de NATO’nun hizmetine sunulmuştu.[2] AKP hükümeti, Türkiye’nin sadece uçuş yasağını ve silah ambargosunu denetlemek üzere bu harekâta katılacağını ve insani niyetlerle kuvvet gönderdiğini söyleyerek, emperyalist talandan pay kapma niyetini gizlemeye çalışsa da gerçeklik çırılçıplak ortadaydı. Nitekim Kaddafi devrildikten sonra Türk şirketleri parsadan büyük lokmalar koparmak üzere harekete geçtiler ve pay kapma yarışında doğrudan yer aldılar.

    Fakat Libya’da iç savaşın derinleşmesiyle işlerin sarpa sarması TC’nin planlarını da altüst etti. İsyan patlak vermeden önce özellikle inşaat alanında faaliyet gösteren Türk şirketleri 15 milyar dolarlık bir iş hacmine sahiptiler ve bu projelerde yaklaşık 3000 Türkiyeli işçi çalışıyordu. Ancak TC dimyata prince giderken eldeki bulgurdan da oldu ve artan saldırılar üzerine Libya’daki vatandaşlarını tahliye etmek zorunda kaldı. Geçtiğimiz günlerde ise Tobruk hükümeti, Türkiye’yi Libya’nın içişlerine karışmakla suçlayarak, yabancı şirketlerle yapılan tüm sözleşmeleri gözden geçirme ve Türk şirketlerini Libya’dan çıkarma kararı aldığını açıkladı. İslamcı güçlerden oluşan Trablus hükümetini destekleyen Türkiye böylece bir darbe daha yemiş oldu.

    Tobruk hükümetinin başbakanı Abdullah Sini, Mısır’ın CBC televizyonuna verdiği mülâkatta, Erdoğan’ın Arap dünyasında “Müslümanların halifesi ve İslamın lideri” rolünü üstlenmeye çalıştığını, Türkiye’nin Libya’yı karıştırmak için her şeyi yaptığını, silah, mühimmat ve para gönderdiğini, insanları satın aldığını ve Libyalıları birbiriyle savaştırdığını söyledi. “Türkiye’nin buradaki çıkarları her şekilde hedefte olacak. Türk şirketleri ve ticari sözleşmelerine bakacağız ve gerektiği gibi sonlandıracağız. Türklerin geri kalan hakları da varsa onlara vereceğiz. Söz konusu anlaşmalarda ayrıcalıklar varsa çekeceğiz ve bu ayrıcalıkları bizim yanımızda duran ülkelerin şirketlerine vereceğiz” diyen Sini, Türkiye’yle tüm ilişkilerini keseceklerini açıkladı.

    Bunların Mısır televizyonunda söylenmesi kuşkusuz ayrı bir önem taşıyor. Zira Mısır’la Türkiye bölgede nüfuz savaşı veren iki rakip durumunda bulunuyor. Ayrıca Müslüman Kardeşler’in hamiliğine soyunan AKP ile onu terörist örgüt kategorisine sokup üyelerine idamlar yağdıran Sisi yönetimi arasındaki düşmanlık halen devam ediyor.

    * * *

    Dört yıl önce, Libya halkını zulümden korumaya çalıştıklarını ve bu nedenle “insani bir müdahalede” bulunduklarını iddia ederek Libya’ya saldıran emperyalist güçler, bu saldırıyı, tüm bölgeyi saran isyan dalgasının toplumsal devrimlere dönüşme tehdidini bertaraf etmek için de kullandılar ve bu çabalarında da başarılı oldular. Tunus’tan Mısır’a, Suriye’den Yemen’e, halk isyanlarının patlak verdiği tüm ülkelerde, işçi sınıfının devrimci bir önderlikten yoksun ve örgütsüz olması nedeniyle, inisiyatif burjuva güçlerin eline geçti. Nihayetinde halk isyanları kimi ülkelerde mevcut rejimler tarafından kanla bastırılırken kimilerinde de burjuva rejim el değiştirerek varlığını sürdürmeye devam etti. Emekçi kitleler isyan ettikleri yoksulluk, işsizlik, baskı ve ağır saldırı koşullarına yeniden hapsolurken, Suriye, Yemen ve Libya örneklerinde görüldüğü üzere bir de iç savaş ateşinin içine atıldılar.

    2014 Haziranında, Marksist Tutum sayfalarında, “derin bir uçuruma fırlatılan Libya halkının buradan çıkışı bugünkü koşullarda mümkün değildir. Keşmekeşin ve iç savaşın yıllarca sürmesi ve yeni emperyalist saldırıların gelmesi kuvvetle muhtemeldir” diyerek, Libya halkını bekleyen daha büyük yıkımlara dikkat çekmiştik. Ne yazık ki aradan geçen aylar giderek daha da derinleşen bu yıkıma tanıklık etti. Libya halkı eski krallık rejimini hortlatmaya uğraşanından şeriat rejimi kurmaya çalışanına, Kaddafi diktatörlüğüne geri dönüşü isteyeninden ılımlı İslamcısına kadar çeşitli burjuva güçlerin kanlı iktidar savaşında tam bir cehennemi yaşıyor. On binlerce insan bu cehhennemden kaçmak için komşu ülkelere ya da Avrupa’ya göç ediyor, yüzlercesi göç yollarında yaşamını yitiriyor.

    Tunus’tan Yemen’e Arap halklarının ve diğer halkların içinde bulundukları koşulllardan kurtulmasının tek yolu kapitalizmi yıkmayı ve iktidarı kendi ellerine almayı başarabilmelerinden geçiyor. Aksi halde, burjuva güçler tepişirken ezilenler işçi ve emekçiler olmaya devam edecektir.

    [1] Bkz. Utku Kızılok, Libya’da Kaos Derinleşiyor, MT, Haziran 2014
    [2] İlkay Meriç, Emperyalist Saldırı ile Kaddafi Kıskacındaki Libya, MT, Nisan 2011
    http://www.marksisttutum.org/libyada_ic_savas_ve_burjuva_kapisma.htm

  34. Ortadoğu iç savaşına doğru yeni adım: Yemen’de vekâleten savaş
    Gerçek
    Mart 27, 2015

    Ortadoğu karşı devriminin yönetici yerli gücü Suudi Arabistan’ın önderliğinde bir dizi Arap ülkesinin hava kuvvetlerinin Yemen’in başkenti Sana’yı hava bombardımanına tutması, Ortadoğu çapında mezhepler ekseninde bir savaşın gittikçe yaklaştığını ortaya koyuyor. Bilindiği gibi, bundan bir süre önce Şii Husiler Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirmiş ve ülkenin yönetimine el koymuşlardı. Cumhurbaşkanı Abd Rabuh Mansur el Hadi başkent Sana’dan ülkenin güneyindeki ikinci büyük kenti ve uluslararası bir liman olan Aden’e kaçarak Husilere karşı bir savaş başlatmanın hazırlıklarını yapmaya başlamıştı. Körfez ülkelerinin başını çektiği askeri operasyon bu bağlamda düzenlendi. Operasyonun amacı Husileri geriletmek ve sonunda iktidardan düşürmek, Mansur el Hadi’yi yeniden iktidara getirmek.

    Suudi önderliğindeki koalisyonun iddiası, Mansur el Hadi’nin ülkenin “meşru” cumhurbaşkanı olduğu. Bu karanlıkçı çetenin bölge insanının belleğinin unutkanlıkla malûl olmasını umarak konuştuğu açık. Hadi’nin kendisi Yemen’de 2011-2012 yıllarında yaşanan ve büyük Arap devrimi dalgasının önemli bir örneği olan devrimci kalkışmanın sonucunda ülkenin o dönemdeki başkanı olan Ali Abdullah Salih’in yerini Suudi’lerin “düzenli geçiş” stratejisi çerçevesinde, onların basıncıyla almıştı. Salih başkanken onun yardımcısı olan Hadi, böylece ülkenin başkanının anayasal çerçeve dışında görevinden alınması sayesinde başkan olmuştu. Kendisi Salih’i devirirken iyi, ama başkaları onu devirince o birden “meşru” başkan oluyor! Suudi yalanı bu kadar kuyruklu! Tevekkeli değil, kendisi de 1978’den 2012’ye kadar ülkeyi demir pençe ile yöneten Ali Abdullah Salih Sünni olduğu halde Şii Husileri destekliyor! İşte Arap dünyasının hâkim sınıf politikaları ve “devlet adamları”nın tıyneti bu kadar!

    Suudilerin öteki Sünni Arap ülkelerini de peşlerine takarak giriştiği operasyon, doğrudan doğruya Yemen’in Ortadoğu çapında ülke ülke yapılmakta olan Sünni-Şii mücadelesinin yeni savaş tiyatrosu haline gelmesinin resmidir. Mısır devletinin adı açıklanmayan temsilcileri, hava bombardımanının ardından kara operasyonunun geleceğini söylüyorlar. Zaten hava bombardımanıyla aynı gün Mısır’ın Şarm-el-Şeyh kentinde Arap dışişleri bakanları toplanarak bu hafta sonu devlet başkanlarını bir araya getirecek bir zirvenin ön hazırlıklarını yapıyor. Zirvenin amacı on yıllardır hedeflenen ama gerçekleştirilememiş olan ortak Arap askeri gücünü oluşturmak. Arap Birliği beklenmeyecekmiş. Bunun anlamı şudur: iç politikasında Şii ağırlığı hissedilen ülkeler (Irak, Suriye, Lübnan vb.) dışlanacaktır. Yani Sünni ülkeler bu gücü kurmaya kararlıdır. Öyleyse, Sünni-Şii Ortadoğu iç savaşında Sünni ordusunun çekirdeği kuruluyor!

    Ne kadar anlamlı bir olaylar zinciridir ki, bu hava bombardımanından sadece günler önce DAİŞ katilleri Sana’da iki camiyi bombalayarak 137 kişiyi katletmişti. Suudiler el altından destekledikleri katiller ordusu DAİŞ’e bireysel terörizm görevini veriyor, kendileri de devlet terörü uyguluyor. Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece yapılan bombardımanda sekiz Yemenli çocuğun ölmüş olduğunu Uluslararası Af Örgütü açıkladı.

    Körfez ülkeleri dışında Bonapartist karşı devrimci diktatörlük altındaki Mısır ile Fas ve Ürdün krallıkları gibi tümüyle emperyalist Batı yanlısı Arap ülkelerinin desteklediği bu askeri operasyona hem ABD, hem de AKP hükümeti desteğini açıkladı. Ne güzel değil mi? DAİŞ gidiyor Husilerin camilerini bombalıyor, ardından Suudilerin Husilere saldırısını ABD destekliyor. Ama ABD DAİŞ’e karşı savaş yürütüyormuş! Ne güzel değil mi? Tayyip Erdoğan alçak bir kapitalist despot olan Suudi kralı öldü diye Türkiye’ye yas tutturuyor. Ama Suudi parası ve desteğiyle Mısır devriminin önünü kesen Bonapart el Sisi’ye güya muhalefet ediyor. Şimdi de Suud’un yanı sıra Mısır’la birlikte aynı gerici cephede yerini alıyor.

    Ortadoğu’nun başına bir felaket göstere göstere geliyor! Gerçek gazetesi yıllardır Şii İran’ı yenilgiye uğratmak için mezhep silahına sarılan Körfez-AKP gerici işbirliğinin yarattığı bu tehlikeye dikkat çekiyor. “Bunlar İslamcı kisvesi altında mezhep savaşlarını körüklüyor, camileri bombalayacaklar” yazdık. İşte camiler Cuma namazı sırasında bombalandı! Ne ilk ne de son! Suudi Arabistan kendi doğu eyaletlerinin Şii hâkimiyeti altına girmesinden korkuyor, çünkü petrolün çok önemli bir bölümü orada! İran’da Şii mollalar petrolün toprak rantını 35 yıldır yiye yiye semirdi. İki rantiye kapitalist sınıf birbiriyle Ortadoğu’nun zenginlikleri üzerinde kavgaya tutuşmuş. Zavallı Müslüman halkları Cuma namazında hedef tahtasına koyuyorlar.

    Ortadoğu iç savaşı geliyor. Tarihin gördüğü en barbar savaşlardan biri olacak. Ne olacağını anlamak istiyorsanız DAİŞ’e bakın! Bu tehlike, Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’nu barbarlık dışında kalabilecek, ona karşı bütün cephelerde savaşabilecek tek çözüm olarak somut bir ihtiyaç haline getiriyor.

    Suudi önderliğindeki koalisyonun yenilgisi için mücadele etmek gerek. AKP hükümetinin bu kanlı Ortadoğu iç savaşı girişimine emperyalizmle birlikte verdiği desteği derhal geri çekmesini talep etmek gerek. Ortadoğu’nun karşı devriminin lideri Suudi rejiminin yıkılması için mücadele etmek gerek. Bütün bunlar için 7 Haziran’da AKP’ye ağır bir tokat atmak, onu yenilgiye uğratmak gerek. Bunun şimdiki yolu emekçilerin gücünü ülkenin batısında HDP’nin işçi emekçi adaylarının etrafında toplamaktır. Seçimden sonra da işçi sınıfının ayağa kalkması ve masaya yumruğunu vurması için mücadele etmektir.

    http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/ortadogu-ic-savasina-dogru-yeni-adim-yemende-vekaleten-savas

  35. Yemen’de talihsiz tekerrür

    Yemen’de Şii Husilerin başkent Sana’yı ele geçirmeleri ve Aden’e doğru harekete geçmeleri üzerine, Suudi Arabistan’ın başını çektiği on ülke, hava saldırılarına başladı. Suudiler, çok yakında kara harekâtı başlatmaktan bahsediyorlar.

    Koalisyonda kimler yok ki? Suudiler, BAE, Bahreyn, Kuveyt, Umman, Ürdün, Fas, Sudan, Pakistan ve Mısır. Bu devletler açıkça bir Sünni ittifakı kurmuşlardır. ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “operasyonu doğru bulduklarını; istihbarat, hedef tayini ve lojistik destek sağladıklarını” vurguladı.

    Bu ne acele? Yangına benzinle dalmadan önce barışa şans vermek gerekmez mi? Suriye’de yaşananlardan hiç mi ders alınmadı?

    ABD’nin tavrı çok ilginç. Burada ABD’nin önceliği El Kaide türevleriyle savaş değil miydi? Zira bu çok fakir memlekette petrol de yok. Şimdi Yemen’de iç savaş derinleştiğinde, IŞİD ve El Kaide benzeri yapıların mantar gibi biteceklerini tahmin etmek o kadar mı zor? Böylece Şiiler daha da radikalleşecekler. Şiilerden ürken Sünniler de kendi radikallerini arkalayacaklar. Meydan şiddet yanlılarına kalacak.

    Kısa süre önce Yemen’de Şiilere ait iki camide patlayan bombalar 140’a yakın insanı öldürdüğünde saldırıyı IŞİD üstlenmişti. IŞİD’in bu “bereketli” alanı boş bırakmayacağını öngörmek hiç de zor değil.

    Suudilerin alelacele harekete geçirdiği on ülke bunu mu istiyor? Mesela Mısır, Yemen’de Suriye benzeri şiddet yanlısı gurupların kökleşmesini mi istiyor? Kim kimin dostu, kim kimin düşmanı, anlayan beri gelsin.

    Türkiye’nin bu konudaki tavrı nedir? Şimdilik Türkiye de, ABD’ye benzer bir tutum takınmıştır. Erdoğan, Suudiler liderliğindeki koalisyona, “lojistik ve istihbarat desteği verebiliriz” dediği konuşmasında, İran’ın bölgedeki faaliyetlerini de eleştirdi. Bunun ardından Obama, uzun bir aradan sonra ilk defa Erdoğan’ı arayarak memnuniyetini iletti.

    Erdoğan’ın sözleri, Hükümet’in resmi çizgisini mi ifade ediyor, bilemiyorum. Bana göre bu tutum son derece yanlış olmuştur.

    Evet, İran dış politikasının eleştirilmeye açık hataları var. Fakat İran’a ve genel olarak Şiilere dair biraz empati yapmaya da ihtiyaç var. Suudilerin Şii yayılmacılığı dediği şeyi, Sünni çoğunluklu ülkelerdeki Şii azınlıkların korkularından besleniyor olmasın? Şii yayılmacılığı ifadeleri, Sünniler karşısında azınlık kalmaya mahkûm Şiilerin güçlerini abartıyor. İran da bu abartıyı propaganda malzemesine dönüştürüyor.

    Oysa gerçeklik çok farklı. Şiiler askerî, siyasi ve iktisadi açılardan oldukça zayıflar. Şiilerin hamlelerinin çoğu, Sünnilerce çevrelenmekten, nefes almalarının engellenmesinden korkmalarıyla alakalı. Kendilerini güvende hissetmeleri durumunda çok farklı bir tutum takınacaklardır. Tarihleri boyunca izledikleri ağırlıklı çizgi, Sünni çoğunlukla çatışmaktan kaçınmak olmuştur. Aksini iddia eden kasıtlı söylemlere itibar etmemeli.

    Tam da bu nedenlerle İran’ın ABD’yle nükleer anlaşma yapmak pragmatizmini göstermek üzere olduğunu görebilmeliyiz. Mart sonuna kadar böyle bir anlaşma yapılır; İran ABD ve AB’den güvenliğine dair bazı güvenceler alabilirse, çok daha barışçıl ve akılcı bir rotaya oturacaktır.

    İşte tam da Türkiye’nin desteklemesi gereken yönelim bu olmalıdır. İran’ın Batı ve Türkiye’yle ilişkilerini geliştirmesi, yangın yerine dönen bölgemize biraz sükûnet getirebilecek en önemli olasılıktır.

    Türkiye net biçimde Sünni-Şii geriliminden uzak durmalı; asla Suudilerin geliştirdikleri ittifaklara yanaşmamalıdır. Türkiye, böylesine dehşetli bir mezhep çatışmasının derinleşmemesi için tüm olanaklarını seferber etmelidir. Ülkemiz, İran’la güvene dayalı, çok boyutlu ilişkiler geliştirmelidir.

    Peki, mevcut iktidar bu esnekliği gösterebilir mi? Şimdiye kadar başvurulan üslup, bu konuda iyimser olmamızı zorlaştırmaktadır.

    *

    Yüksel Taşkın

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/yemende-talihsiz-tekerrur/

  36. Adı Yemen’dir!
    Melih Aşık

    Bölgemizin herhangi bir coğrafyasında mezhep çatışması olacak da bizim iktidar tarafsız kalacak, mümkün mü? Mümkün olmadığını Yemen’de patlak veren Şii ayaklanmasında gördük son olarak. Hemen ve derhal “mezhebine ve meşrebine” uygun tavrı sergiledi, ABD, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün vs. ile Sünni saftaki yerini aldı. Onur Öymen’le bu konuyu konuştuk. Önce olay neydi?
    – Yemen’de Husi Şiiler, Sünnilere karşı ayaklandı. Bu ülke hem stratejik konumu hem de El Kaide’ye karşı üssü olması nedeniyle ABD açısından çok önemliydi. Suudi Arabistan’ın ise yumuşak karnıydı. Her iki ülke kendi çıkarları gereği Sünnilerin yanında çatışmaya dahil oldu. Bizim iktidarın Sünnilerin yanında saf tutmasının iki nedeni var. Birincisi haklı mı haksız mı… Ya da ulusal çıkarlarımıza uygun mu değil mi olduğuna bakmadan kim Sünni ise onu gözü kapalı desteklemek… İkincisi; Obama ile aradaki soğukluğu gidermek… En azından telefona çıkmasını ya da telefonla aramasını sağlamak. Bu amaca ulaşıldığını Obama’nın uzun aradan sonra önceki gün Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayıp “karşı jest” yaptığının açıklanmasıyla öğrenmiş bulunuyoruz.
    -Yemen’deki bu tavrımızın bize getirisi, götürüsü ne olur?
    -Getirisi olacağını hiç sanmıyorum. Ama götürüsünün büyük olacağı kesin. En azından İran’la ilişkilerimiz biraz daha kötüye gidecektir.

    Obama hatırına…

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Obama ile yaptığı telefon görüşmesinden sonra İran’a yönelik hücumları iki ülke arasında düzelmeye yüz tutan ilişkileri altüst eder nitelikteydi:
    “İran bölgeyi domine etme (egemen olma) gayreti ve çalışması içindedir. Buna tahammül etmek mümkün değil.
    IŞİD terör örgütü bir yerden çıkıyor bakıyorsunuz onun yerine Şia yerleşiyor. İran’ın Yemen’den, Suriye’den ve Irak’tan ne kadar gücü varsa çekmesi lazım.”
    ABD şu sırada nükleer görüşmeler nedeniyle İran’la ilişkilerini germemeye dikkat ediyor. Anlaşılan bu görevi Ankara üstleniyor.
    Stratejist Cahit Dilek anımsatıyor:
    “İran birlikleri, Irak ve Suriye’de bu ülkenin yönetimlerinin daveti üzerine bulunuyorlar. ABD, İran’ın IŞİD’e karşı savaşından şikâyetçi görünmüyor. Irak, İran’dan şikâyetçi olmadığı gibi Barzani İran’a teşekkür bile ediyor.”
    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yemen’e müdahaleyi desteklerken, İran’a “Irak ve Suriye’den çekil” mesajı göndermesi pek tutarlı görünmüyor.
    Cumhuriyet hükümetleri 90 yıldır Ortadoğu ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklara müdahale etmeyerek isabetli bir yol izlediler. AKP değil ülkeler, mezhepler arası çatışmalarda bile taraf oluyor.
    Bu politika hangi kazançları sağladı bugüne dek? Suriye’den 2 milyon sığınmacı ve 5 milyar dolar zarar… Libya’dan 7,5 milyar dolarlık makina ve 4,5 milyar dolar alacak bırakarak ayrılma… Tüm bölge ülkeleriyle küsüşme… Yalnızlaşma.
    Bu iflas politikasının faturasını elbet halk ödüyor ve daha da ödeyecek.
    http://www.milliyet.com.tr/adi-yemen-dir-/gundem/ydetay/2035328/default.htm

  37. Yemen’deki gelişmeler hiç kimse için sürpriz olmadı. Hatta aylardır yaşanan sürünceme siyasetleri ve kararsızlıkları anlamak bugünü çözümlemekten daha zordu. Husilerden Ali Abdullah Salih’e, A.Hadi Mansur’dan Güney Yemen ayrılıkçılarına, parçalı aşiret yapılarından el-Kaide’ye, ABD’nin yıllardır yapageldiği hava saldırılarından İran’ın hesaplarına ve Suud’un pusuda bekleyen tavrına kadar Yemen üzerine yapılacak tahliller bütün bu aktörlerin sahnedeki rollerini ve amaçlarını kavramaktan geçiyor şüphesiz.
    Bugünlere evrilen sürecin köşe taşları hiç şüphesiz sadece 2011 Baharı’nın ardından yaşanan gelişmelerle de sınırlı değil. Sahadaki aktörlerin onyıllara dayalı konumları ve yaşanan birikimlerin 2011 sonrasına yansımaları söz konusu. Detaylara girmeden konuyu son gelişmeler bağlamında anlamaya çalışalım.
    Yemen’i anlamak için önce Yemen siyasetinin karmaşık, aktörlerin içiçe geçtiği bir konumda olduğunu görmek gerekiyor. Hiçbir zaman merkezi gücünü sağlayamamış bir devlet yapısı, parçalı bir ordu ve bol aşiret denklemi Yemen’in yapısını özetlemekte. Bu yapıdan yıllardır istifade eden ve sahadakilere finansal, siyasal ve askeri destek sağlayan Suud ve İran bir yanda, ABD’nin hesapları, Güney Yemen ayrılıkçıları, Yemen İhvanı (Islah Partisi) ve ABD’nin kadim düşmanı Yemen el-Kaidesi gerçeği diğer yanda.
    Mesela bugünlerin baş aktörü konumundaki Husiler (Yemen telaffuzuyla Hutiler) Zeydiler’den ayrı Şiileşmiş bir aşiret olarak özellikle son dönemlerde izlediği siyasetler itibariyle bir parça Suriye’deki YPG’yi andırmakta. Bir yanda yarı-devrik başkan Ali Abdullah Salih’le işbirliği yapması (Askeri olarak Ordu’nun Salih’i destekleyen kanatlarından ve yakın kabilelerinden destek aldı) aynı zamanda da el-Kaide ile savaşarak ABD’ye “beni gör” mesajları yollaması Husilerin siyasi konumlanışına dair bir fikir sunmakta. Suud’un sırf Yemen İhvanı Islah Partisi zayıflasın diye Husilerin ilerlemesine göz yumması; onları bilahare yutulacak kolay lokma görmesi ise, Suud’un eski kral Abdullah ve ekibinin Mısır’dan başlamak üzere izledikleri yanlış siyasetlerin Yemen’e yansıyan resminin bir yönü. İran ise zaten on yıllardır bu kesime oynuyor. Yani Husilerin eylül ayından bu yana izledikleri ve İran muhibbi çevrelerce “devrim” olarak nitelenen siyasetleri izlerken ortaya koyduğu petrol sübvansiyonlarına itiraz eden, halktan popüler destek almak ekonomi-politik eleştiriler sunan, Yemen’in bütünlüğünü herşeyin üstünde tuttuğunu iddia eden safkan yerli bir yapı gibi hareket ettiği oldukça şüpheli. Zaten İran’ın el attığı bir bölgenin bütünlüğünün korunacağından bahsetmek ne kadar gerçekçi ise, Yemen’in bunca bölünme senaryosu içinde birliğinden bahsetmek sadece halkı kandırdığını sanmak anlamına gelmekteydi.
    Suud, Yemen İhvanı ile Husileri çatıştırarak iki tarafı da zayıflatmak istiyordu. İhvan bu çatışmadan geri çekildi. Sünnilerin kendilerini sahipsiz hissetmeleri ise el Kaide’nin avantajı oldu. Geçmişten bugüne yıllardır devam edegelen ABD hava saldırılarıysa zaten el-Kaide’ye yaramaktaydı. Öyle ki, el-Kaide bugün Yemen’de kabileler içinde yaşamakta. Yani Yemen’deki sosyolojik yapı bir aşiret mensubunun aynı zamanda el Kaideci olmasına engel değil. Hatta olağan durum bu. Bu yüzden ABD’nin yaptığı saldırılar da genel anlamda aşiretlerin nefretini ve Kaide’ye olan yönelimi beslemekteydi.
    İran’a gelince o Husileri Yemen’in Hizbullahı yapmak istiyor. Yani aslında Husilerin Yemen’i yönetemeyeceklerini çok iyi bilmekte ama Yemen’de kendisini söz sahibi kılacak bir yapının tıpkı Lübnan’da olduğu gibi oluşmasını istiyor. Son saldırılarla birlikte burada oluşan ittifakların Yemen’le sınırlı kalmayacağı ve Suriye ve Irak politikasında da etkin olacağı beklentiler arasında. Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’ın İran’a yönelik eleştiri ve mezkur coğrafyalardan geri çekilmesi talepleri de aslında bu beklentinin işaretlerini barındırmakta. Kral Selman ile sadece ticari yatırımlar konusunu değil, başta İhvan’ın geleceği olmak üzere İran’ın Ortadoğu coğrafyası üzerindeki etkilerinin domine edilmesini konuştukları artık bir sır değil.
    Yemen’i Anlamaya Dönük Basit Sorular
    Yemen’i anlamak adına sorulacak sorulardan biri kanaatimizce şu olmalı:
    “Neden Suud yanı başında, sınır ve iç güvenliği konularında bu derece yakın tehdit içeren Yemen’deki gelişmeleri bu kadar bekledi ve gecikti?”
    Bunun cevabı kısaca şöyle verilebilir: Islah Partisi’nin (Yemen İhvanı), Kaide’nin ve Husiler’in birbirini yemesini, -orta vadede karşıdan seyrederek- aklınca “tutarlı” bir siyaset güttü. (Bu siyaset de diğer coğrafyalarda olduğu gibi ölen Kral Abdullah’ın “tilki” ekibinin politikası idi.)
    Planın tutmadığını yeni Kral gördü. İran her yerde mobil ve sahada iken; bu ekip ise tıpkı Mısır’da olduğu gibi ciddi maliyetler üreten yanlış ittifaklara finansal destekler sundular. Sadece Mısır mı, her yerde. Fatura Suud’un yeni ekibinin başına patlamıştı. (Kral, eski ekibi tamamen tasfiye ederek yeni sürecin yönetimini Muhammed b.Naif’in komutasına verdi) ama İran’ın hızlı ilerleyişi başlarını döndürürken, yumurta kapıya dayandı ve Suud, bu defa daha maliyetli bir şekilde sahaya bizzat kendisi inmek zorunda kaldı!
    Birbirini sahada yiyeceğini düşündüğü aktörlerden biri olan Husilerin İran desteği ile ciddi ivme katetmesi, bumerang misali Suud’a ciddi bir tehdit olarak geri döndü.
    İran uçaklarla gelen müdahaleyi “Yemen’in egemenliğinin çiğnendiği” retoriğiyle eleştirirken, Suud da “Seçilmiş meşru iktidarı koruyoruz” söylemiyle karşılık veriyor. Biri Suriye vahşeti ve işgalinin, diğeri seçilmiş iktidara karşi Mısır darbesinin mimarı.
    Dolayısıyla Ortadoğu’yu hinterland mücadelelerinin sahası yapanlara odaklanma zorunluluğu kendisini ortaya koymakta.
    Yani bir diğer sorumuz şu olmalı: “Gerçekten de Irak işgalinden bu yana irtifa kazanan mezhep savaşlarını ABD-İsrail mi tezgahladı? BOP’un maddeleri arasından yer alan bu konuda başta İran, ardından Suud’un katkısı olmasa Ortadoğu bu hale gelir; darbeciler (temerrüdcüler) bu derece iştahlanır ve başarılı olabilirler miydi?”
    Günahın Büyüğü İran’ın Sırtında
    Vahdet siyasetinden dinamik ideolojik mezhebi siyasete oynayan İran oldu; diğerleri ise buna karşı refleks geliştirdi. Bu konuda İran’ı aklamaya çalışanlar sadece kafalarını kuma gömenlerdir. Suriye’de bu siyasetin üretiminde rejime akıl verenler İranlı danışmanlar idi. Irak ise zaten başlıbaşına bu şekilde yönetiliyordu. Hatta kimilerine göre İran zaten yıllardır bugünlere hazırlanmakta idi. “IŞİD sonuç ve devletle baş edemeyen örgütsüz sünniler IŞİD’e mahkum kılındı” derken de kastettiğimiz bu idi. Hinterland genişletmek için ideolojik mezhep siyaseti güdersen, refleksleri de oluşturursun!
    Bir diğer açıdan İran, ABD’nin bıraktığı boşluğu sadece kendisinin dolduracağı iştahıyla her yere pisliğini saçtı. Yemen bu noktaya gelmeyebilirdi. Bu yüzden Yemen’e bu şekilde müdahalenin baş sorumlusunun İran olduğunu görmek gerekmekte. Üstelik şunu da bir dipnot olarak vurgulamakta fayda var ki; Suud’u günahı kadar sevmeyen Yemen aşiretlerinin çoğu İran’ın Yemen siyaseti yüzünden zorunlu olarak Suud’un kucağına itildi.
    Suud ise İhvanı her yerde bitirmenin hesaplarıyla uğraşırken -Allahu alem- adeta başka bir gücün eliyle (İran) kuşatıldı. Şimdi o da bu çevrelenme siyasetini kırmanın adımlarını atıyor; “burası da benim arka bahçem” dercesine. İlahi adalet o ki bu işi belki de Suriye’ye de taşıyarak İran’dan daha güçlü bir intikam almak isteyebilir. Kimbilir, belki de bu iki zalimin kapışmasından hem Suriyeli muhalifler nefes alır, hem de Iraklı sünnilere gereken destek verilir. Aslında buradan sünnetullaha mebni şu payı da çıkarmak mümkündür belki: Demek ki hem mazlumların hayatlarına ve geleceklerine kastedip hem de tüm cıkarlarım işlesin siyaseti sünnetullahı ciğnenecekmiş. Helak yasaları bir yanda dururken ben seni-sen beni çevrele siyaseti gün gelip duvara toslamaya mahkummuş! İnşallah buradan mazlumlar lehine gelişmeler de sadır olur.
    Şimdi Anladık mı Suriye’de Neler Olduğunu!
    Emperyalizm-Suud işbirliği Mısır’da darbe yapıyor; Esed destekliyor. İran rahatsız değil, Suriye politikasında eli güçleniyor. İsrail memnun.
    Emperyalizm-Suud işbirliği Yemen’e müdahale ediyor. Sisi destekliyor. İsrail memnun. İran öfkeli.
    Emperyalizm-İran işbirliği IŞİD bahanesiyle Irak’a ve Suriye’ye muhalifler aleyhine müdahale ediyor. Esed zaten taraf. İran zaten baş aktör. İsrail razı. Ürdün razı. Rusya baş destekçi. ABD tüm muhalefetin başı ezilsin istiyor, çünkü hem sonrasını göremiyor, hem İsrail tedirgin. IŞİD zaten muhalif avında…
    Bu tabloya rağmen karşı tarafta da ABD olduğuna bakıp ve onun lojistik ve istihbarat desteğine aldanıp hala “Husiler de Husiler” diyenlere ise şaşırmamak elde değil. Aynı ABD Irak ve Suriye’de de İran ile beraber değil mi? Bunun için niye çığlık atılmıyor?
    Yemen el-Kaidesini yıllardır “drone”larla bombalayan ABD, Husilere bir adet çakıl taşı atmış mıydı? Atmadı çünkü sahada el-Kaideyi yıpratmasını hem Suud hem ABD birlikte istediler. Bu durum bize hem Yemen, hem de Irak ve Suriye için bir şeyler anlatmıyor mu?
    Hani bize hep “üst akıl”lardan bahsediyor ya bazı çevreler. Hani aynı çevreler bize vekalet savaşlarından da dem vuruyor ya: Alın işte size vekalet savaşçıları: İran ve Suud. Rusya-Çin-ABD akbaba gibi bekliyor.
    İşte bu yüzden bırakalım Stalinistler ve Maocular gibi slogan atmayı da; Suud siyasetini sorguladığımız kadar İran siyasetini de sorgulayalım! Neden Batı basınında Bender bin.Sultan’dan (ki artık yok) daha fazla Kasım Süleymani’nin şirin fotolarının yayınlandığını kendimize soralım! Ama yıllar geçtikten sonra değil, şimdi.
    Mazlumların kanı üzerinden siyaset yapanların taraflarından bir taraf olacak değiliz elbette. Lakin anlamak gerekir ki sadece Suudi-ABD değil bir de İran-ABD var bölgede. Ve bu çatışma hem mezhepçi siyasetleri körüklüyor hem de emperyalist hesapları kolaylaştırıyor. Olan halklarımıza oluyor. Çıkış yolu görünmeyince başta Suriyeli muhalifler olmak üzere, (Ahraruş’Şam’ın bildirisinde olduğu üzere) Müslümanlar adeta “dinsizin hakkından imansızın gelmesi” için duaya duruyor. Ümmeti bu hale düşürenlere veyl olsun!
    İşin gerçeği bu savaşta filler tepişirken kimlerin ezileceği ve bu savaşın daha hangi coğrafyaları ne düzeyde saracağı da ayrı bir soru konusu?
    http://www.haksozhaber.net/su-yemen-elleri-ne-yamandir-28940yy.htm

  38. Yemen, Bir ‘İran- Suûd Çatışması’ Alanına Dönüşür mü?
    Selahaddin E. Çakırgil

    Ortadoğu bölgesinde beklenen tehlikeli bir hesablaşma başlamak üzere..
    ‘Suriye Buhranı’ çıktığı günlerde, bu satırların sahibinin sık sık vurgulamaya çalıştığı tehlike, İran ve Türkiye’nin askerî olarak da karşı karşıya ge(tiri)lmesi tehlikesi idi ve o tehlike henüz, en azından o seviyede gerçekleşmedi, çok şükür..
    Ama daha başka tehlikeler de sırada bekliyordu.
    Bunların en başında da Suûdî rejimiyle İran arasında sergilenen güç gösterisi idi.. (Ki, geçenlerde, İran siyasetinin etkili isimlerinden eski cumhurbaşkanı Hâşimî Refsencanî,2 sene kadar öncelerde Suûd rejimi liderleriyle yapacağı görüşmeyi eski cumhurbaşkanı Ahmedînejad’ın baltaladığını, engellediğini söylüyordu.)
    *
    İran, özel durumundan istifade edip, gücünü pervasızca kullanarak bölgede dilediği gibi cirit atıyor ve bunu yaparken, nükleer teknoloji konusunda, Amerikan emperyalizminin başını çektiği ‘5+1 ülkeleri’yle yaptığı müzakereleri de bir paratoner ya da, belasavan siperi olarak kullanıyor. Nitekim, Amerikan emperyalizmi İran’ın, Bahreyn, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de giriştiği hareketleri zâhirî bir tedirginlikle seyrediyormuş gibi gözükse bile, bunları zımnen anlayışla karşıladığını ortaya koyuyor. Her iki tarafın da planları var elbette.. Bir taraf, emperyalist güçleri müzakerelerle oyalamayı, buhranı/ gerilimi, zamana yaymaya çalışırken; diğerleri de, müslüman coğrafyalarında gelecekte çıkarmayı planladıkları ihtilaflarda, düşmanlıklarda tarafların dengeli güçler haline gelmesi için, dizginleri dilediği gibi geriyor veya serbest bırakıyordu.
    *
    Bu coğrafyalardan Bahreyn, 375 bin kişilik bir nüfusa sahib ve geçmişte İran’ın toprak bütünlüğüne dahil bir ada olup, Suudî hâkimiyetindeki topraklara, 25 km. lik bir hava köprü ile bağlanmıştı. Halkının üçte ikisinin şiî, diğerlerinin sünnî olduğu kabul ediliyordu. Ancak, yönetimi elinde tutan Emirlik, sünnî kesimden idi.. 2011 yılı başında birçok arab diyarında başlayan sosyal protestolar ve halk patlamaları Bahreyn’e de sıçrayınca..
    İran, Bahreyn’deki göstericileri vargücüyle ve her yönden destekledi. Hattâ, en yüksek makamlardakilerin, ‘İran, Bahreyn şiîlerini savunmasız bırakmıyacaktır!’ tarzındaki sözleri manşetlere çekilmişti.
    Ancak, Bahreyn’deki gösterilerin oradaki rejimi devirmek noktasına doğru geldiği görülünce.. Suûdî rejimi, bir gece, 1500 kişilik bir askerî birlikle Bahreyn’e gelip, protestocuları kanlı bir şekilde dağıttı. Ve Bahreyn’deki Şiî ekseriyet, hayal kırıklığı içinde yalnızlığının acısını daha bir derinden hissetti; kendilerini heyecanla destekleyenlerin ve bu hususta kesin söz verenlerin kenara çekilmeleri üzerine hayal kırıklığı içinde, suskunluk dönemi başladı.
    Bu durumda İran da, sessiz kalmayı tercih etti. Çünkü, bunun arkasında Amerika’nın olduğu açıktı. Bu yüzden, önceden açıklandığı üzere, Bahreyn şiîlerine sahib çıkılması adına sergilenecek bir karşı müdahalenin bir Suûdî – İran çatışmasına ve hattâ Amerika ile karşı karşıya gelmek noktasına dönüşebileceğine ağırlık verildi ve yutkunmalarla geçiştirildi bu durum..
    *
    Ama, İran daha sonra, Lübnan’da oluşturduğu Hizbull… isimli güç odağının da yardımıyla, Suriye ve Irak’daki etkinliklerini arttırmaya ağırlık verdi ve bu alanda da elininin epeyce açık olduğunu gördükçe, kendi seçkin kumandanlarını ve mezhebçi milis güçlerini de, Suriye ve Irak’da kutsal olarak niteledikleri bazı türbe ve benzeri mekanları korumak adına bu coğrafyalara onbinler halinde gönderdi.
    Derken.. Güney Yemen’deki marksist yönetimi devirerek Yemen birliğini yeniden sağlamak gibi bir ruchaniyeti de haiz olan Ali Abdullah Salih’in 34 yıllık hükûmeti aleyhinde, zaman içinde rahatsızlıklar yükselmeye başladı.
    Yemen halkı, büyük çapta, (Hz. Huseyn’in torunlarından) Zeyd bin Ali’nin imametini esas alan ve onu 5. İmam olarak kabul eden Zeydiyye mezhebine mensub kitlelerdi ve bu açıdan, şianın asıl gövdesini teşkil ettiği kabul edilen 12 İmam Mezhebi mensublarınca şiî bile sayılmıyorlardı.
    *
    Mezhebî veya kabilevî desteklerle uluslararası arenada ne kadar ve nereye kadar?
    Yemen’deki rahatsızlıklar yükselirken, bazı ilginç gelişmeler yaşandı.. En ilginç olanı da, Ali Abdullah Salih’in de Husî kabilesine mensub olmasına rağmen, kendisine karşı en büyük protesto hareketlerinin Husîler öncülüğünde ortaya çıkması idi.. Demek ki, Salih ile kendi kabilesi olan Husîlerin önemli bir kesimi arasında da bir iktidar savaşı vardı.
    Sonunda, Ali Abdullah Salih, sarayının bile bombardıman edilmesi ve kendisinin de ağır şekilde yaralanması ve yanmasını takiben Suudî rejiminin hastanelerinde aylarca süren tedavisinden sonra San’a’ya döndü ve iktidarı yardımcısı Hâdî Mansur’a devretti.. Salih’in bir oğlu Yemen’ın en etkili askerî birliğinin komutanlığını uhdesinde bulunduracak ve Salih aleyhinde herhangi bir yargılama yolu açılmayacak idi.
    Ama, Husîler iktidar yolunda önemli bir kazanım elde ettikten sonra, Hâdi Mansur’u kendilerine şükran borçlu olarak görmeye ve onu da ellerindeki bir kukla gibi diledikleri şekilde oynatmaya kalkıştılar.
    Mansur, zorlukları nasıl aşacağının yolunu henüz kestirememişken; beklenmedik bir gelişme daha oldu ve devrik lider Ali Abdullah Salih, kendisini devirmekte en etkili güç olarak yükselen Husî protestolarına destek verdi ve arkasından da, Husî lideri Abdulmelik’in Zeydîyye mezhebinden ayrılıp, ‘gerçek İslam’ olarak nitelenen İmamiye-i isna aşeriyye, 12 İmam Şiası’na geçtiği açıklanınca, tablo daha bir değişti. (Kabile denilince birkaç yüz kişilik bir sosyal grup sanılmamalı, sayıları yüzbinleri bulan kitleler olduğu gözönüne getirilmeli..)
    İran, kendisiyle mezhebî açıdan bütünleşen bir güç odağı bulmuştu.
    Husî liderliği, Ensarullah adını verdiği bir teşkilat etrafında organize etti güçlerini ve Ali Abdullah Salih’in generallerinin de desteğiyle, San’a’yı ele geçirdi, Cumhurbaşkanı Mansur istifaya zorlandı, o da ülkenin ikinci büyük şehri (ve marksist Güney Yemen yönetimine başkentlik yapan) Aden’de ortaya çıktı ve hükûmetini oradan sürdürmeye çalıştı..
    Ama, İran’ın Husîlere desteği en üst dereceye yükseltildi ve fiilî hükûmet oluşturan Husîlerle anlaşmalar imzalayıp, İran- Yemen arasında uçak seferleri başlattı ve tabiatiyle her türlü yardımlar da..
    Esasen, İran’ın binlerce ton silah, mühimmat, ilaç ve gıda yardımı taşıyan gemileri Yemen’e gönderdiği resmen medya aracılığıyla duyuruluyordu.. Ayrıca, Ensarullah denilen örgüt, İran liderlerinin posterleriyle gövde gösterisi yaparken, Tahran’da 11 Şubat günü yapılan inkılab yıldönümü törenlerinde de Ensarullah’ın bayrakları, flamaları ve liderlerinin resimleri halk kitlelerini daha bir coşturuyordu.
    Ve İran’ın eski dışişleri bakanlarından (15 yıl kadar Dışişleri Bakanlığı yapan ve İnkılab Rehberi Khameneî’nin dışsiyaset başdanışmanı) Ali Ekber Velayetî başta olmak üzere, üst dereceli İranlı yetkililer Yemen işinin de artık neredeyse tamam olduğunun sevincini halkla paylaşan söylemlerine ağırlık veriyorlardı.
    İran böylece, stratejik açıdan çok önemli iki boğazı, hem İran Körfezi’nden Hind Okyanusu’na açılan Hürmüz Boğazı’nı, hem de Kızıldeniz’den Hind Okyanusu’na açılan Bab-ul’Mendeb Boğazını kontrolüne geçirmiş oluyor ve Suûdî rejimini güneyinden de kuşatma altına almış oluyordu.. Bir bakıma, Suûdî rejiminden rövanşı Bahreyn’in rövanşı alınıyor gibiydi.
    Ama, bu duruma Suûdî rejimi seyirci kalır mıydı?
    Bahreyn’i ezip geçen Suûdîlerin bir sürpriz yapması tahmin edilmeliydi, herhalde..
    *
    Suûdîlerin, inisiyatifi ellerinden çıkarmıyacakları tahmin edilmeliydi..
    Bu bekleniyor muydu, tahmini zor.. Gerçi son zamanlarda İran tarafından kaleme alınan bazı stratejik makalelerde, İran’ın Husî’lere destek verdiği iddiaları yalanlanmaya çalışılıyordu ve keza, Husîler veya Ensarullah örgütü de İran’dan yardım aldıkları iddialarını reddetmeye başlamışlardı, ama, sanırım, durumu kurtarmaya çalışan ve inandırıcılığı zayıf, zoraki açıklamalardı bunlar..
    Ve nihayet..
    26 Mart gecesi, gece yarısı, Suûdî rejimi, Körfez İşbirliği Konseyi ve Arab Birliği üyesi 10 ülkenin hava kuvvetleriyle birlikte Husî mevzilerini havadan bombardıman etmeye başlayıverdi.. Ki, bunlar arasında, Fas ve İran’la iyi ilişkiler içinde olduğu düşünülen Sudan rejiminin hava kuvvetlerine mensub savaş uçakları da vardı.
    Ayrıca, Suûd rejimi, kendi güneyine, Yemen kuzey sınırlarına, 150 bin kişilik bir kara gücünü de yığmış bulunuyor ve Amerika da, Suûdî’ye destek veriyor. Ayrıca Mısır ve Pakistan deniz güçlerinin de duruma müdahale etmek üzere yola çıkmış bulundukları açıklanmış bulunuyor. Türkiye de, Hâdi Mansur Hükûmeti’ni desteklediğini açıkladı..
    Bu durumda, İran’ın suçlu olarak Amerika’yı göstermesi yanlış değil elbette. Çünkü, müslüman coğrafyaları karıştırmaktaki en en etkili planları onun yaptığı nasıl reddedilebilir? İran, bölgede amerika’nın izni ve rızası olmadan böyle bir hareketin yapılamıyacağını bildiriyor.. Bu da, yanlış değil.. Ama, bu doğruyu kendisi açısından da düşünmeli değil mi, İran? Suriye’de resmî savaşçı unsurları ve milis güçleri ve Hizbull… militanları aracılığıyla 4 yıldır cirit atarken, Amerika’nın izni ile hareket ettiği, hele de son zamanlarda tamamiyle ortaya çıkmadı mı? Keza, IŞİD/ DAİŞ’in elindeki Tikrit’i geri almak için, İran’lı resmî savaşçıların ve Serdar Kaasım Suleymanî gibi en seçkin kumandanların ve mezhebçi milis güçlerinin öncülüğünde girmeye hazırlanan İran ve Irak güçleri, netice alamayınca, devreye Amerikan desteği alenen girmedi mi?
    Bu bakımdan, Yemen’de de Amerikan izin ve rızası olmaksızın, bu işler yapılamazdı, bu doğru, ama, bunu bir keşfiyyat gibi açıklayan İran, kendi konumunu da yeniden gözden geçirmeli değil mi?
    Unutulmasın ki, emperyalist dünyanın silah ve ölüm fabrikaları harıl harıl çalışıyor ve depoları, anbarları dolu.. Onların satılması ve uzak ülkelerde, hele de müslüman halkların birbirini boğazlamasında kullanılmalı ve gerektiği zaman da, emperyalistler sahneye kurtarıcı gibi çıkmalı..
    Yıllarca, Saddam’ı İran üzerine saldırtan Amerikan emperyalizmi, kendi menfaatleri gerektirince, Saddam’ı da bizzat kendisi öldürmedi mi sonunda; ‘Irak’ı özgürleştirmek’ adına..
    Ne Suûdi, ne İran, ne de başkaları, emperyalist-şeytanî güçlerin destek veya yakınlaşma çabalarına prim vermemelidirler.
    Bu oyunu bozacak olan, müslüman halklardır, ama, nasıl? DAİŞ’çilerin yöntemiyle mi?
    ‘İçimizdeki akılsızların işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin, Allah’ım?’
    http://www.haksozhaber.net/yemen-bir-iran-suud-catismasi-alanina-donusur-mu-28941yy.htm

  39. “Kitaplarda değil türkülerde ara Yemen’i” (Bedri Rahmi Eyüboğlu)
    Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi

    “Havada bulut yok bu ne dumandır/Mehlede ölüm yok bu ne şivandır/Bu Yemen elleri ne de yamandır/Ano Yemen’dir gülü çemendir/Giden gelmiyor acep nedendir?”
    Bu hüzünlü türküyü bilmeyenimiz var mıdır? Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi. Şii İran’la Sünni Suudi Arabistan arasındaki vekalet savaşlarında birine benzeyen operasyonla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan”Durumun gidişatına bağlı olarak lojistik destek vermeyi düşünebiliriz” dediğinde sosyal medyada “bu Yemen neresi?”, “Yemen’den bize ne?” gibi sorular soranların çokluğunu görünce şaşırmadım desem yeridir. Sadece yukarıdaki türkü bile Yemen’i bağrımıza bir hançer gibi sokmuşken üstelik. Bunun üzerine bu haftaki yazımı bazı kaynaklara göre “En büyük Osmanlı/Türk mezarlığı” olan Yemen’e ayırmaya karar verdim. Elbette binlerce yıllık Yemen tarihini burada özetlemem imkansız. Sadece başlıklar halinde saymak bile epey uzun olur. Dolayısıyla pek çok boşluğu sizler dolduracaksınız. Ben sadece size kılavuzluk yapacağım.

    (Yemen’in tarihi başkenti Sana)

    YEMEN’DE OSMANLI EGEMENLİĞİ

    Himyeriler, Kehlamlar ve Sabalar ile Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs’ın hikayesini duymuşsunuzdur mutlaka. 570 veya 571’de Yemen Valisi Ebrehe’nin filleri ile Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye saldırmasını ve bu orduyu yokeden ebabil kuşları efsanesini de duymuşsunuzdur. Halifeler Ebubekir ve Ali döneminde iki kez bölgeye seferler yapıldığını, daha sonra Eyyübiler, Gassaniler, Memluklerin bölgede hakimiyet kurduğunu, ardından Portekizlilerin Yemen sularında boygösterdiğini ekleyerek hızlıca 16. yüzyıla geleyim. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethettiğinde, Yemen’de Memluklu Emiri İskender tedbiren Osmanlı Devleti’ne bağlılığını bildirmişti. 1520’de Rumi Hüseyin Bey komutasındaki askerler İskender’in iktidarına son verdi. Yemen’in Maskat, Hadamut, Aden, Mukalla ve Kızıldeniz sahilleri dahil fethi ise Hint seferinden dönen Hadım Süleyman Paşa tarafından 1538 yılında gerçekleşti. Ancak bu tarihten itibaren, Yemen’i kontrol etmek hiç de kolay olmadı. Osmanlı yönetimine karşı çıkanlar Yemen’in dağlık bölgelerinde (‘Cebel’de) meskun olan Zeydilerdi. 8. yüzyılda ortaya çıkmış olan Zeydiyye, Şii mezhebinin kollarından biriydi. Fıkıh konusunda Hanefiliğe, kelam konusunda Mutezile’ye ve İmamiye’ye yakındı. Yani Şiiliğin Sünniliğe en yakın koluydu. Ancak imamlıkla ilgili doktrinlerinin katılığı yüzünden Osmanlı Hilafeti’ne karşı oldular. Öyle ki, Osmanlı onlara göre ‘sarıklı kafir’di. Bu yüzden de karşı çıkışları pek şiddetli oldu. Kıyı bölgelerdeki nüfus ise Sünniliğin Şafii mezhebine bağlıydı. Şafiilerin Osmanlı Hilafeti ile sorunları yoktu ama onların desteği bile Zeydi isyanlarını bastırmaya yetmedi.

    1635-1840 ARASINDAKİ FETRET DÖNEMİ

    1911-1912’de yine bir Zeydi isyanını bastırmak üzere Yemen’de bulunacak olan Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Feryadım adlı eserinde o zaman dilimini şöyle özetlemişti: “Cebel’de iç ihtilaller ve Zeydiye imamlarına karşı sürekli savaşlarla Hicri 1045 (1635) tarihine kadar devam eden yüzyıllık kavgadan sonra, hükümet merkezince Cebel’de unulutup bırakılan Haydar Paşa’nın uğradığı kuşatma ve baskı üzerine Cebel’i İmam Müeyyed’de terkederek geri çekilmesi ve Mısır’dan yeterli kuvvetlerle Tihame’ye gönderilen Kolfo Paşa’nın ahmaklığı ve kötü idaresi yüzünden bütün Yemen bölgesi Zeydiye imamlarının idaresine girmiştir.”

    Osmanlı kaynakları bu 100 yıl içinde Zeydilerle savaşta kaç kişinin öldüğünü açıklamaz sadece “binlerce insan ölmüştür” demekle yetinir. “Yemen’e gidip de gelmemek” 16. yüzyıldan beri kaderidir Osmanlı askerinin…

    Yemen’in tekrar Osmanlı idaresine girmesi, 19. yüzyılın ortalarında oldu ancak o da dolaylı yoldan. Önce merkezi devlete kafa tutan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın emirlerinden ‘Türkçe Bilmez’ lakaplı biri Kavalalı’ya başkaldırdı ve Cidde’de topladığı askerlerle Yemen’e saldırdı ancak başarılı olamadı. Bunun üzerine Kavalalı bölgeyle ilgilenmeye başladı. İngilizler bu kargaşadan yararlanarak 1839’da Osmanlı Devleti’nin de izniyle Aden’de bir kömür deposu kurdular. Kavalalı ile imzalanan 1840 Londra Anlaşması ile Kavalalı Yemen’i boşaltmak zorunda kaldı. Ancak merkezi devletin bölgeye asker gönderecek hali yoktu, bu yüzden Yemen’i Mekke Şerif’i Hüseyin’in idaresine bıraktı. 1849’da merkezi hükümet bölgeden topladığı askerlerle Hudeyde şehrini ele geçirdi, böylece 1635’ten beri süren fetret dönemine son verdi.

    YEMEN İÇİN 7. ORDU KURULUYOR

    1850’den sonra Yemen bazen valilik,bazen mutasarrıflık oldu. Ardından Zeydi isyanları tekrar başladı. Bazı kaynaklar bu yeni dalgada İngilizlerin de parmağı olduğunu söyler ki, bu kısmen doğruydu çünkü İngilizler bölgedeki aşiretleri adeta maaşa bağlamışlardı ancak Zeydilik inancının Sünniliğe bakışı ile Zeydi imamların egemenliklerini dışarıdan gelen bir güçle paylaşmaya yanaşmamalarının etkisi çok daha baskındı. Sonunda Osmanlı Devleti sadece Yemen için 7. Kolordu’yu kurdu. İlk valisi de Anadolu’daki şaki Kürt ve Türkmen aşiretlerini yola getirmek için kurulan Fırka-i İslahiye’nin kumandanlarından Ferik ‘Kürt’ Mahmud Paşa oldu.

    Ancak aradan geçen 30 yılda Zeydi isyanlarını durdurmak mümkün olmayınca1872 yılında sırf Yemen için Ahmet Muhtar Paşa kumandasında 7. Ordu kuruldu. (Adı orduydu ama gücü hiçbir zaman kolorduyu aşamamıştı.) Ahmed Muhtar Paşa’nın Yemen harekatı tam 28 ay sürdü. Kanın oluk gibi aktığı bu 28 ayın sonunda işler yoluna girmiş gibi görünüyordu. 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit de Yemen meselesini halletmeye kararlıydı. Selim Deringil’in tabiriyle “Son dönem Osmanlı tarihinde ‘meçhul asker’ konmunda olan” ve uzun süre Yemen Valiliği yapmış Osman Nuri Paşa padişaha şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Göçebeler ve şeyhler adalet aşıklarıdır. Onlarla ilişki kurmanın en iyi yolu tümüyle dürüst olmak ve verilen sözleri yerine getirmektir. Bu göçebe aşiretlerin kadın ve erkekleri devlet dairelerinde iyi muamele görmeli, şikayetleri daima dinlenerek, gerekli önlemler alınmalıdır. İçlerindeki ileri gelenlere nişanlar verilmeli ve üstlerine düşülmelidir, çünkü bu halk alayiş ve ihtişamdan çok hazeder.” (Mithat Paşa’nın Osman Nuri Paşa’nın valiliği döneminde Yemen’deki Taif zindanlarında hayatını kaybettiğini not edelim.)

    ABDÜLHAMİT’İN NAFİLE POLİTİKALARI

    Abdülhamit bu tavsiyeleri tuttu ama bir yandan da yerel halklara “gerçek İslam’ı aşılamak üzere” bölgeye din öğretmenleri, vaizler gönderilmesi talimatını da verdi. Merkezden atanan Arapça bilmeyen yöneticiler, kadılar, halkın devlet dairelerinde ve mahkemelerde Türkçe kullanma zorunluluğu, sokakta merdivenler üstünde yapılan yargılamalar, mahkeme masraflarının halktan alınması, merkezden para gelmediği için yerel unsurlar ilişkiye (rüşvete, maaşa) mahkum olan memur ve askerlerin dibine kadar battığı yolsuzluk batağını kurutmaya memurların feslerine beyaz sarık sarması veya yerel giysilerle dolaşması gibi yüzeysel adımlar yetmedi elbette. Yeni bir isyan dalgası başladı. 1889’de İmam Hamidüddin’in isyanını Ahmet Fevzi Paşa iki yılda ancak bastırabildi. Osmanlı Gazetesi’nin 1316 (1900) tarihli 15. sayısındaki “Yemen Ahvali” başlıklı yazıda “Ahmet Fevzi Paşa’nın yanlış uygulamaları sonucu her sene 4.000 civarında bir asker ölürdü. Biçare Yemen ahalisi şikayet ettikçe, ip, kazık kaçkını bir takım rezil memurini Yemen’e doldurulmuştur. Bunlar da aç kurt gibi ahali üzerine saldırmışlardır” denecekti. 1895’teki isyanı bastıran Hüseyin Hilmi Paşa ise halkı elleri alınlarında olmak suretiyle çiviletmiş, bölgenin ileri gelenleri zincirlerle toplara bağlanarak halka teşhir etmişti. Bu eziyetlere uğrayan aşiretler yeniden yeniden isyan etmişlerdi elbette.

    1871-1894 ARASI KAYIPLARI

    Bu isyanları bastırırken ne kadar kayıp olduğu konusu hala bir muamma ama Yemen’de bir dönem yüzbaşı olarak görevlendirilen Müşir Galip şöyle demişti: “Henüz yüzbaşı rütbesinde idim. Yemen’e yeni memur edilmiştim. Erkan-ı Harbiye’ye mülhak olarak çalıştığım için bütün kuvve-i umumiyye cetvelleri elimden geçiyordu. Bu cetvellerde orduya gelen yeni askerlerle istibdal edilen veya malul kalan askerler arasında geniş ve feci bir boşluk gözümden kaçmadı. Hiç unutmam 1310 (1894) senesi içinde bulunuyorduk. Yemen, o tarihte daimi bir harp mıntıkası idi. Şube Müdürü Erkan-ı Harp binbaşısı Cemil Bey’in müsaadesini alarak cetveller üzerinde tetkikat yaptım. Yemen’e ilk defa ordu sevkinin başladığı 1287 (1871) yılından 1310 (1894) yılına kadar Süveyş kanalından Şab denizine (Kızıldeniz) girip Hicaz ve Yemen fırkalarına iltihak edenleri veya isyanlar yüzünden kıta halinde seferber edilerek sevkedilenleri, sağ kalıp memleketlerine dönenlerin miktarıyla muvazeneledim. Vardığım netce şu oldu: Aradan geçen 22 yılda Hicaz ve Yemen çöllerinde tam 130.000 Anadolu yavrusu gömülmüştü.”

    Ancak bunca kayıba rağmen isyanlar durmadı. ve 1895, 1897-1898, 1900 ve 1902’de İmam Hamidüddin yeniden isyan etti. Bunlar zorla bastırıldı ancak 1905’te yerini alan oğlu İmam Yahya’nın isyanını bastırmaya Yemen’deki 7. Ordu’nun gücü yetmeyince Trabzon’da konuşlu 4. Ordu ile Şam’da konuşlu 5. Ordu mıntıkasından ‘nizamiye’ (yani asıl askerler/ ve ‘redif’ (yani yedek askerler) olmak üzere 24 taburun Yemen’e gönderilmesine karar verildi. Ardından Rumeli’deki 2. ve 3. ordudan da sekiz tabur eklendi. Böylece Yemen’de Zeydilere müdahale edecek tabur sayısı 114’e çıktı. Her taburun yaklaşık 800 kişi olduğu düşünülürse yaklaşık 90 bin kişilik bir kuvvet seferber edilmişti.

    REDİFLERİN ÇİLESİ

    Sonucun ne olduğunu anlatmadan uzunca parantez açmak istiyorum. Yemen türküsünde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasını acep nesi var?/Bir çift kundurayla bir de fesi var” dizeleriyle yer alan redif (yedek asker) teşkilatı, II. Mahmud döneminde 1834 yılında kurulmuştu. Buna göre 5 yıllık normal askerlik süresini tamamlayanlar 7 yıl da rediflik hizmetinde bulunacaklardı. (II. Abdülhamit döneminde rediflik süresi 8 yıla çıkarılmıştı.) Yemen’deki 7. Ordu dışında Osmanlı Devleti’nin diğer altı ordusunda redif teşkilatı mevcuttu. Ancak Yemen’e esas olarak Merkezi Erzincan olan 4. Ordu (ki Osmanlı Devleti’nin en geniş mıntıkaya sahip ordusu olup Trabzon, Sivas, Erzurum, Ma’mûretü’l-aziz, Bitlis, Van ve Diyarbakır vilayetlerini kapsamaktaydı) ile merkezi Şam olan 5. Ordu’nun redifleri gönderiliyordu.

    ZORLU YOLCULUK

    Redifler daha önce askerliklerini muvazzaf olarak yıllarca yapan garibanlar olarak zaten çok yorgun, çok perişandılar ancak Yemen seferleri ayrıca iflahlarını kesiyordu. Rumeli’den, Trabzon’dan, Diyarbakır’dan, Van’dan günlerce süren kara yolculuğuyla İskenderun limanına ulaşan rediflerin ahvalini Mirliva Rüştü Paşa, Yemen Hatırası adlı kitabında, şöyle anlatır: “İskenderun’da tamamlanmamış bir kışla var. Bu kışlanın döşemesiz, camsız, üstü örtülü bir koğuşta Yemen’e sevkolunmak üzere firardan gelmiş, gözaltında yeni askerle ve yine usulünde gelmiş vapur bekleyen yeni askerler gördüm. (…) Bu askerlere pişmiş yemek verilmiyor, sözde yevmiye veriliyor. Hükümette para olmadıkça bu da verilmiyor. Para alamayan askerler toplu olarak hükümet önüne ve kumandanın evine gelerek dua ile karışık bağrışmalarla dert yanıyorlar. Para bulunursa karınlarını doyuracak yevmiye veriliyor, olmaza parası olan kendi kesesinden yiyor, olmayan arkadaşlarının muavenetine (desteğine) muhtaç kalıyordu. (…) Anasından, babasından, ailesinden ayrılmış, köyüden iskeleye kadar yol yürümüş, bu yorgun yolcularımızın yorgunluklarını giderecek ve sıhhatlerini koruyacak bir sıcak yemek yediremediğimiz (…) askerler aylarca fena beslenmeye maruz kalıyor. Bu müşkülata karşı duramayanlar firar ediyor veyahut ölüyor. (…) Firar etmeyenleri ve firara takati kalmayanları Yemen’e sevkediyoruz.” “1321/1905 yılında İskenderun’da Garp vupurunda Adana’dan gönderilen 2000 çuval peksimet gördüm. (…) Peksimetleri İskenderun’da doktorlara muayene ettirdim İnsanın değil hayvanın bile yemesinin müsait olmadığını gösterir rapor verdiler. (…) Vapur içinde ambarda 100’den fazla hayvan gördüm. (…) Vücutlarının yarısını zayi etmiş, birbirinin yularını, yele ve kuyruklarını yemiş…”

    Ama yolculuk daha da zorluydu. Askerler önce Adana ve Mersin’e gelirler, oradan Yafa’ya kadar gemilerle, oradan Hicaz şimendiferi ile Maan’a, oradan develerle 5 günlük kara yürüyüşüyle Akabe’ye, oradan vapurla Hudeyde’ye gelirlerdi. Daha balık istifi, aç bilaç yapılan bu korkunç yolculuk sırasında başlardı ölümler. Örneğin 1905’te 4. Ordu’ya bağlı Trabzon Redif Taburu, 809 mevcutla vapura binmiş, Hudeyde’ye 738 kişi varmıştı.

    Hudeyde limanına gemiler uzun süre açıkta bekletilirdi, çünkü Hudeyde’de kışla yoktu. Nihayet karaya çıkanlar geceleri dışarıda geçirirlerdi. Gündüzler ne kadar sıcak ve kuraksa, geceler o kadar soğuk ve rutubetli olurdu. Günler sonra isyanın kalbi Sana’ya doğru yola çıkılırdı. Bu yol beş günde katedilirdi. Yolda Zeydiler tarafından iyice hırpalanan birlikler Sana’ya vardıklarında ‘arbiş’ denilen barınaklara tıkılırlardı. Ardından İmam Yahya’nın kalesinin bulunduğu Şehare’ye doğru yola çıkılırdı. Denizden yüksekliği 6 bin metre olan Şehare’ye Sana’dan hayvanla ancak altı günde gidilirdi. Üstelik sadece insanları değil, ağır topları da çekmek zorundaydı zavallı hayvanlar. Dimdik duvar gibi yamaçların arasından korkunç uçurumların kenarından Şehare’ye varıldıktan sonra, İmam Yahya’nın kaldığı yere ulaşabilmek için 800 metrelik bir uçurumu atlamak gerekirdi. Uçurumun üzerinde küçük kemerli bir köprüden başka bir geçit yoktu. Askerler köprüyü geçerken birden tepeden kurşun ve kaya yağmuru başlardı. Şehare’ye Ekim 1905’te yapılan sefer aynen burada anlattığım gibi geçti ve katliama ‘Şehare Felaketi’ denilerek kolektif belleğin derinliklerine atıldı.

    SANA KUŞATMASINDA İNSAN MI YENDİ?

    “Sonuç ne oldu?” derseniz, “koca bir hüsran” demek ayıp olur, çünkü 1905’te İmam Yahya kuvvetleri tarafından Sana’da kapana kıstırılanların trajedisini anlatmaya kelimeler yetmez. Osmanlı ordusu Şehare’yi ele geçiremediği gibi, İmam Yahya’nın Sana’yı kuşatmasını da engelleyemedi. Kuşatma sırasında şehirden kaçmaya çalışanları birer birer avlayan İmam Yahya kuvvetleri, Sana’yı da açlığa ve ölüme mahkum ettiler. Kuşatma sırasında şehirde olan Yüzbaşı Sami Efendi’nin Hasan adlı arkadaşına yazdığı mektuptan öğrenelim olanları: “Artık yaşama ümidimiz kalmamıştı. Ölüm sayısı günde 250-300’ü bulmuştu. Koca şehir zalim bir ölümün pençesinde çırpınıyordu. Artık yiyecek ester, eşek, köpek kalmamış, semalarımızdan kuş bile uçmamaya, asker insan eti yemeye başlamıştı. (…) Ben bir aralık merkez kumandanı olarak çalışıyordum. Sur duvarları dibinde bulduğum el ve ayaklar 13 çocuğun yenmiş olduğuna delalet ediyordu. Bunlardan ikisi zabit çocuğu idi.”

    İnanılması güç ama açlıktan insan yendiğine dair başka kaynaklar da var. Yine de “inanmayalım” derseniz, devrin Yemen Valisi Tevfik Bey’in şu soğukkanlı ifadelerine kulak verelim: “Artık yiyecek bir şey kalmadı. Askerler halkın bahçelerindeki ham meyve ağaçlarına saldırıyorlardı. Açlık ve yokluktan ölümler başlamıştı. Asker, subay ve ailelerinden günde 60 kişi ölüyordu. Bir ay evvel 6000 kişi olan asker sayısı, ölüm, firar gibi nedenlerle 2000’e düştü…”

    Sana, 20 Nisan 1905’te İmam Yahya kuvvetlerinin eline geçti. Ve Osmanlı Devleti pes etti. Yapılan anlaşma gereği, şehirdeki bütün memurlar ve sadece 800’ü silahlı olmak üzere 11 bin asker kafileler halinde Sana’dan çıkarak Menaha’ya çekildiler. Devlete ait birçok eşyanın dışında, muhtelif çapta 56 top, 11 bin mermi, yeni silahlardan 16 bin tüfek ve 160 sandık fişek İmam Yahya’ya bırakıldı.

    Erik Jan Zürcher “1904-1905 ayaklanmasında Yemen’de bulunan 55 bin Osmanlı askerinden 30 bini öldürülmüştür” diyerek trajediyi özetliyor. Trabzon Redif Taburu üzerine çalışan Cengiz Çakaloğlu, Trabzon’dan yola çıkan 809 kişiden sadece 50’sinin geri döndüğünü belirtiyor. Bu oranı diğer taburlara aynen uygulayamayız mutlaka ama, yine de kaybın büyüklüğü hakkında bir fikir veriyor. İttihat ve Terakki’nin yayın organı İçtihad’ın 30 Kasım 1921 tarihli 139. sayısında Port Said İstatistik Dairesi’nin raporlarına dayanarak “Süveyş Kanalı’nın açıldığı 1869’dan 1905 yılına kadar Yemen’de 1.000.000 Anadolu evladı gömülmüştür” deniyor. Bu rakam çok abartılı görünüyor ama, ölüm sayısını 100 bine düşürürsek bile içimiz rahat etmeyeceğine göre devam edelim.

    II. MEŞRUTİYET’TE YEMEN

    Peki 1905’te dert bitti mi? Hayır bitmedi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sadrazam Kamil Paşa, İmam Yahya’ya ilişkilerin gözden geçirildiği bir mektup göndermişti. “Faziletli Seyyid İmam Yahya İbn-i Muhammed” diye başlayan mektup anlam ve içerik olarak diğerlerinden farklıydı. Mektupta Yemen’deki idarenin yetersiz valiler yüzünden bu hale geldiği itiraf edilerek ve bölgede bir ıslahat çalışması yapılacağı ama en önemlisi ise Yemen’de Zeydilerin nüfus olarak yoğun olduğu Sana ve çevresinin idaresinin İmam Yahya’ya verileceğine söz veriliyordu. Ardından da eğer isyan etmekte direnirse üzerine kuvvet gönderileceği ihtar ediliyordu. 19 Şubat 1909’da Kamil Paşa’nın yerini alan Hüseyin Hilmi Paşa’nın isteğiyle Yemen’in ileri gelenlerinden bir heyet adeta zorla İstanbul’a getirildi. Heyet İstanbul’da iken 31 Mart Olayı patlak verdi. Heyet, hediyelerle alelacele geri gönderildi. Böylece İmam Yahya meselesi tekrar buzdolabına konmuş oldu. Dönemin Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa, Yemen’de boş inadın bırakılmasını, dağlık bölgeyi Zeydilere bırakmayı, kıyıdaki Şafii bölgenin elde tutulmasını ve Sana da sembolik bir garnizon bırakılmasını önerdi. Elde kalan yerlerde acilen reformlara başlanmalıydı. İzzet Paşa’ya göre, zengin demir, kömür ve gaz yataklarına sahip olan Yemen’le ilişkilerin düzeltilmesi Osmanlı Devleti’nin çıkarınaydı. Dahiliye Nazırı Talat Bey de kendisini destekledi ancak bu planları uygulamak kısmet olmadı.

    CİZAN FELAKETİ VE KATIRLARIN İNTİHARI

    İmam Yahya ve Asir Emiri İdrisi, 1910’da aynı anda isyan etti. Bu iki aktör birbirine düşmandı ama en çok da Osmanlı Devleti’ne düşmandı. İmam Yahya bir de Osmanlı’ya cihad ilan edince Ahmet İzzet Paşa’nın Hamidiye Kruvazörü ile bölgeye gönderilmesine karar verildi. Paşa’nın yanında 40 tabur piyade vardı. Ancak takviye kuvvetler bile Osmanlı ordusunun kaderini değiştirmedi. İmam Yahya yine yenilemedi.

    İdrisi’yle yapılan savaşa gelince, onu da o dönemde Yemen’de sivil muhabere memuru olarak çalışmış Asaf Tanrıkut’tan öğrenelim: “Küçük karakollardan, Hilyos’ta bulunan mevkilere yakın yerlerden telgraf ile bir günlük suyumuz kaldı, yiyeceğimiz kalmadı veya günlük yiyeceğimiz kaldı, suyumuz kalmadı gibi yazılar geliyordu. Böyle telgraflar içimizi sızlatıyordu. Susuz ve yiyeceksiz kalan ve kendilerine bunları gönderme imkanı olmayan bu askerler ölüyorlar veya Arapların eline düşüyorlar ve onların cenbiyeleri altında can veriyorlardı. İdrisi’ye gönderilen bir alay açlık ve susuzluk içinde (Cizan’daki) Asan denilen yerde su kuyularına koşuyor. Ama su içenleri koruyacak gözcülerin konması ihmal ediliyor. Bir anda ortaya çıkan İdrisi kabilesinin savaşçıları askerleri kurşun ve cenbiyelerle (ucu kıvrık özel bir hançer tipi) yok ediyor. Bir kısım asker denize atlıyor, yüzme bilmeyenler ölüyor. Askerleri takip eden katırlar da denize atlıyor, başlarını suya sokarak intihar ettikleri anlatılıyor. Buna da ‘Katırların İntiharı’ denilmiş…”

    1911 DAAN ANLAŞMASI

    Tarihe ‘Cizan Felaketi’ olarak geçen bu katliamı da Osmanlı Devleti sineye çekmek zorunda kaldı. O sırada Trablusgarp Savaşı patlak vermişti. Balkanlarda savaş tamtamları çalıyordu. Yemen’deki birliklere başka yerlerde ihtiyaç olabilirdi. Sonunda devlet pes etti, Zeydilerle anlaşma masasına oturdu. Daan köyünde 13 Ekim 1911’de imzalanan anlaşmaya göre Yemen Şafii ve Zeydi bölgeleri olarak ikiye ayrıldı. İmam Yahya Osmanlı Devleti’ne karşı olan ‘emir-ül-müminînlik’ savlarından vazgeçecek ve Osmanlı Hilafeti’ni tanıyacaktı. Osmanlı Devleti de Zeydi bölgesinde İmam Yahya’nın ve ardıllarının ruhani ve dünyevi liderliği tanıyacaktı. Zeydiliğin egemen olduğu bu topraklarda Zeydi şeriatının uygulanmasına izin verildi. Osmanlı’nın kazancı ise, İdrisi’nin olası isyanında Osmanlı kuvvetleri ile İmam Yahya’nın kuvvetlerinin bundan sonra beraber hareket edecek olmalarıydı. İmam Yahya İdrisi’ye karşı 10 bin kişilik askeri kuvvet oluşturacak ve buna karşılık kendisine aylık 10 bin lira ödenecekti. Osmanlı Devleti, söz verdiği paraları ödemediği halde, İmam Yahya ne Trablusgarp Savaşı sırasında ne de I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne düşmanlık etmedi. İdrisi ise, Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlarla işbirliği yaptı.

    YEMEN’İN TERKİ

    Savaşı müttefikleriyle birlikte kaybeden Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Yemen’deki Osmanlı birliklerinin silah bırakması gerekiyordu ama Vali Mahmut Nedim Bey bu konuda emir İngilizler eliyle geldiği için bu emre inanmak istemedi. Silah bırakmamak için uzun süre direndi. Nihayet 15 Kasım 1918 günü, Sana İmam Yahya’ya teslim edildi. Teslim törenini Süleyman Sırrı Kadak şöyle anlatmıştı: “Onu karşılamak için gireceği sur kapısına bir ihtiram kıtasıyla mızıka takımı çıkarılmıştı. Fakat İmam Yahya’nın başka bir kapıdan gelmekte olduğu anlaşılınca mızıka takımının yüzbaşıları ile birlikte davullarını, mızıka aletlerini taşıyarak sokaklarda koştuklarını unutamam. O günlerde vali ve kumandan Sana’da değillerdi. Her zaman asker adımlarıyla muntazam yürüyüşlerini görmeye alıştığımız mızıka efradının koşuşmaları bende sanki ordu başsız kalmış, paniğe uğramış gibi hisler oluşturdu. Dertleşecek bir kimse bulurum ümidi ile hükümet konağına çıktım. Hüseyin Paşa ile mektupçuyu karşı karşıya oturmuş düşünür halde buldum. Onlarla beraber odada oturuyorduk. O sırada İmam’ın şehre girişini selamlamak için kaleden atılan top sesleri içimizde öyle bir hüzün oluşturdu ki her üçümüz coşan teessür hislerimizi zapt edemeyerek birbirimizin yüzüme baka baka ağladık.”

    Yemen’den asker çekilmesi 15 Şubat- 20 Mart 1919 tarihleri arasında peyderpey oldu. Son olarak silah ve mühimmatı İmam Yahya’ya teslim eden 7. Kolordu ve 40. Tümen’in komutanı Sana’dan ayrılarak 25 Mart 1919 tarihinde yedi ay esir olarak kalacağı Aden’e gitti. Geride Vali Mahmut Nedim Bey ve iki yüz sivil memur ile dört yüze yakın asker kalmıştı. İmam Yahya bunların ayrılmasına izin vermiyordu çünkü yıllardır maaş alamayan bu kadrolar Yemenli tüccarlara, hatta İmam Yahya’ya bile borçluydular. Vali Mahmut Nedim Bey son yıllarda askerlerin asgari masrafları ile kendi geçimini İmam Yahya’dan aldığı paralarla sağlıyordu yıllardır.

    ‘TBMM YEMEN VALİSİ’NİN HÜZÜNLÜ SONU

    Kısa süre sonra Anadolu’da Milli Mücadele başladı. Mahmut Nedim Bey, hem kendi halini, hem Yemen’deki rehinelerin halini TBMM’ye anlattı defalarca. Ama hiçbir mektubuna cevap alamadı. Son mektubu “TBMM Yemen Valisi” diye imzaladı. Ona da cevap alamadı. Ankara’nın başını kaşıyacak vakti yoktu. Ayrıca vakti olsaydı da Yemen’in dertlerini çözecek ne gücü, ne parası vardı. 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından İmam Yahya da Ankara’ya bir tebrik mesajı gönderdi. 1923’te Lozan Barış Görüşmeleri sürerken yeniden yazdı ve Yemen’in kaderinin tayininde Ankara’nın yardımını istedi. Ankara 13 Ekim 1923 tarihli cevabında, Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli olduğunu, maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığını, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı olabileceğini belirttiğinde, Yemen’deki Osmanlı mirası ile ilgisinin olmadığını zımnen belirtmiş oluyordu.

    Ankara’dan ümidini kesen İmam Yahya, Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM’de onaylandığı gün olan 23 Ağustos 1923’te görevi biten Mahmud Nedim Bey’in Yemen’de kalmasını istedi ancak o kabul etmedi. Buna rağmen Yemen’le Türkiye’nin arasını düzeltmek için uğraşmaya devam etti. Ankara, 13 Ekim 1923’te de Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli olduğu,maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı olabileceği bildirildi. Mahmut Nedim Bey, 1924 yılında Türkiye’ye döndü. Dönüşünden itibaren geçmiş maaşlarını almak için bitmek tükenmez bir yazışma trafiğine girişti. Birikmiş maaşlarını alamadı ama Necid Emiri Abdülaziz 8 Ocak 1926’da Hicaz kralı ve Necid sultanı ilan edilince Türkiye’nin Necid’e gönderdiği diplomatik heyete dahil edildi. Bir yıl süren bu görevinden sonra yine sıkıntılı günler başladı onun için. Sonunda çabaları sonuç vermiş olmalı ki, 1932’de kendisine 5 bin lira değerinde gayrimenkul verilmesine karar verildi. 1934’te Akdilek soyadını alan Mahmut Nedim Bey, 1935 yılında Recep Peker’e yazdığı mektupta mealen “Yaşım 70’i geçti, fakru zarurete düştüm, çocuklarımın okul parasını bir dostum verdi, altımda bir yatak bile kalmadı, elime 70 lira geçiyor, halbuki 100 liraya ihtiyacım var” diye yakınıyordu. Cevap mealen şuydu: Devlet ona ev vermişti, daha fazlasını veremezdi! Yıllarca maaş bile almadan Yemen’de çile dolduran Mahmut Nedim Bey, 11 Mart 1940 günü İstanbul’da vefat etti.

    (Mahmut Nedim Bey’in Recep Peker’e mektubu)

    İMAM YAHYA YEMEN’İ KURUYOR

    İmam Yahya, Osmanlı Devleti’nin son Hudeyde Mutasarrıfı Ragıp Bey’i katip olarak istihdam etmişti. Fransızca bilen Ragıp Bey sayesinde dünya ile yazıştı, uluslararası camiaya hitap etti. Bu çabaların sonucu, 1934’te Yemen’in kuzey ve güney hudutları çizilerek İngilizler tarafından bağımsızlığı tanındı. Yemen’de monarşi idaresi kuran İmam Yahya 1948’de El-Ahrar örgütü tarafından bir ayaklanma sırasında öldürüldü. Bundan sonrası başka bir yazı konusu olacak kadar karmaşık.

    YEMEN TÜRKÜSÜ KİME AİT?

    Yazıya Yemen türküsüyle başlamıştım, Yemen türküsüyle bitireyim. 1990’dan itibaren “Havada Bulut Yok” adıyla ünlenen türkünün Muş’a mı yoksa Elazığ’a ait bir türkü mü olduğu konusunda bir savaş yürüyor. TRT’nin kaynaklarına göre, 1944 yılında Anadolu’yu gezerek derlemeler yapan Muzaffer Sarısözen, Halil Bedii Yönetken ve Rıza Yetişen’den oluşan ekip tarafından, Duriye Keskin adlı Muşlu bir mahalli sanatçıdan derlenen türküyü notaya Muzaffer Sarısözen notaya geçirmişti. (Türkü derleme sürecine dair ayrıntılı bilgi için tıklayın)

    Şemsettin Taşbilek Elazığlı bir araştırmacı ise türkünün 1936 tarihli Elaziz Halk Türküleri ve Oyunları adlı kitapta hem notalarıyla hem de orijinal metniyle Harput türküsü olarak yer aldığını ileri sürdü. Yazara göre kitap zamanın Elaziz Valisi Tevfik Gür başkanlığındaki Ferruh Arsunar, Sadi Günel ve Hafız Osman Öge’nin içinde yer aldığı Elaziz Halkevi 1936 yılı Sanat Komitesi’nce derlenmiş olup İstanbul-Beyazıt Kütüphanesi’ nde 47950/5 numara ile kayıtlıydı.

    Harput türküsüdür diyenler, “Burası Muş’tur, yolu yokuştur” şeklindeki nakaratta yer alan Muş ifadesinin aslında Yemen’de bulunan Huş veya Simuş adlı bir yerleşim yerinin adının, yanlış yazılması suretiyle kayıtlara geçtiğini, dolayısıyla nakarattan hareketle türküyü Muş’a maletmenin yanlış olduğunu söylüyorlardı. Bu iddianın kaynağı ise yıllar önce Yemen’e bir seyahat yapmış olan ve güya burada Huş diye bir yer olduğunu öğrenen Barış Manço idi. Manço çok inandırıcı bulunmuş olmalı ki, TRT türkünün künyesini “Eski Türkçeyle yazılırken -h- harfinin üstündeki nokta unutulmuş da onun için Muş, Huş olmuş.” diye düzeltti. Bu düzeltmeyi yapanların, Eski Türkçe bildikleri şüpheliydi çünkü, üzerinde nokta olan Hı harfinden nokta kaldırılınca M olmaz, Ha diye okunurdu. Bu kesime göre “zaten Muş’un yolu yokuş falan da değildi.” Tartışmaya Yücel Paşmakçı, Musa Eroğlu, Mehmet Özbek gibi halk müziği ustaları girdi. Bu kişiler haklı olarak “Burası Huş’tur” veya “Burası Simuş’tur” şeklindeki nakaratın, ancak türkü Yemen’de yakılmışsa manalı olacağını, o zaman da “Giden gelmiyor, acep ne iştir” sözünün anlamsız olacağını söylediler. Ayrıca Muşlular, “1950’li yıllara kadar Kurtik Dağı’nın yamaçlarındaydı. Bitlis’ten kaleye çıkan yol 45 derece eğimliydi” dediler. Sonunda Muş Valisi bir Mülkiye Müfettişine rapor bile hazırlattı. Rapora göre, türkü kesinlikle Muş’a aitti. Ancak müfettişin bu sonuca varırken kullandığı argümanların bilimsel hiçbir yanı yoktu.

    TÜRKÜLER HEPİMİZİNDİR

    Muşluları ve Elazığlıları üzmek istemem ama türküler kimsenin malı değildir. Toplumun malıdır. Yazanı, yazıldığı tarih hatta tam olarak yazılış nedeni de bilinmez. Zaman içinde değişim gösterir, bazı kavramlar değişir, telaffuz farkları ortaya çıkar. Coğrafyadan coğrafya dolaşırken, içerik ve melodi değiştirir. Yukarıda linkini verdiğim yazımda “Çanakkale İçinde Vurdular Beni” türküsünün serüvenini anlatmıştım. Yemen türküsünün de benzer bir hikayesi vardır mutlaka. Erik Jan Zürcher’in dediği gibi “Yemen türküleri adeta bir tür oluşturur ve özellikle Suriye, Filistin ve Mezopotamya’daki birlikler arasında çok benimsenir. En azından bir düzine Yemen türküsü vardır. (…) Bu türkülerde dile getirilen duyguların pek öyle çarpıcı bir orijinalliği yoktur ama çok şey anlatırlar. Bunlar kahramanlık ve yurtseverlik türküleri değildir. Yine bu türküler aynı dönemlerde Batı’daki cephelerde ortaya çıkan (…) popüler şarkılardaki inatçı kararlılığı da anlatmazlar. Bunlarda esas olarak dile getirilen, sıla hasreti, ümitsizlik, kötü kader ve kurban edilme duygusudur. Bu türküleri söyleyen insanların gözünde silah altına alınma bir ölüm cezasıdır. Türküler aynı zamanda bir tevekkül atmosferini de canlandırırlar. Belki de Osmanlı askeri birliklerinde var olan görece yüksek moralin kökeni bu kaybedecek hiçbir şeyin olmadığı duygusundadır. Belki de onlara, o kerte üstün düşman güçleri karşısında -özellikle savunma durumunda- bu kadar iyi dövüşme yeteneğini veren budur.”

    Sözümü bir bölümünü yazının başlığına aldığım Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun dizeleriyle bağlayayım: “Ah bu türküler/Köy türküleri/Dilimizin tuzu biberi/Memleket ahvalini onlardan sor/Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i/Ben türkülerden aldım haberi/Ah bu türküler hilesiz hurdasız…”

    Özet Kaynakça: Mahmud Nedim Akdilek, Arabistan’da Bir Ömür, Son Yemen Valisinin Hatıraları veya Osmanlı İmparatorluğu Arabistan’da Nasıl Yıkıldı?, Derleyen: Ali Birinci, İsis Yayınevi, 2001, Zeki Ehiloğlu, Yemen’de Türkler, Tarihimizin İbret Levhası, Kitabevi Yayınları, 2001, Metin Ayışığı, “Osmanlı’nın Son Vilayeti Yemen”, 13. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara, 4–8 Ekim 1999, III. Cilt III. Kısım, TTK Basımevi, 2002, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Hicaz, Asir, Yemen Cepheleri ve Libya Harekâtı 1914–1918, C. 6, ATASE Yayınları, Günkur Basımevi, Harold Ingrams, The Yemen (Imam, Rulers & Revolutions), John Murray Publisher, 1963, Hasan Kayalı, Jöntürkler ve Araplar, Çeviren: Türkan Yöney, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, Lütfullah Kahraman, Milli Mücadele Dönemi’nde Yemen-Türkiye İlişkileri, İmam Yahya–Mustafa Kemal Paşa Yazışmaları, Arba Yayınları, 1997, Serap Sert, “Son Osmanlı Yemen Valisi Mahmut Nedim Bey, Hayatı ve Faaliyetleri (1857-1940)”, Marmara Üniversitesi’nde 2009 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi, Turgut Hatipoğlu, “Yemen’in Osmanlı’dan Ayrılışı (Kopuşu)”, Gazi Üniversitesi’nde 2004 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi, Erik Jan Zürcher, Savaş,Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, Cengiz Çakaloğlu, “Yemen İsyanı ve Trabzon Redif Taburu (1905-1906)” http://e-dergi.atauni.edu.tr/ataunisosbil/article/view/1020000395
    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/kitaplarda_degil_turkulerde_ara_yemeni_bedri_rahmi_eyuboglu-1323393

  40. ​Ulusal Güçler Değişen Koşullara Hazır Olmalıdır!

    Dengelerin her an değişebildiği Ortadoğu’da, ne kalıcı ittifaklardan ne de güvenilir müttefiklerden söz edilebilir. Aynı şekilde, Kürdistan’da fiili işgali sürdüren ve bundan geri adım atmayan sömürgeciler dışında kimseyi ebedi düşman olarak görmek de yanlıştır. Bütün dünya devletlerinin şu veya bu şekilde taraf olduğu Ortadoğu olaylarında iç dinamiklerden çok dış dinamikler belirleyici rol oynuyor.

    Suudi Arabistan öncülüğünde Yemen’e yapılan müdahale, Mısır ile Türkiye gibi devletlerin tekrar birlikte hareket etmesi, ülkelerde değişen iktidarlar arasında yaşanan çelişkilerin geçici olduğunu ve “askeri darbe veya demokrasi” görünümü altında bozulan ilişkilerin aslında başka nedenlere dayandığını gösteriyor. Dahası çıkarlar söz konusu olduğunda her devletin her devlet ile birlikte hareket edebileceği gerçeğini bir kez daha gösteriyor bu durum. Hele hele Kürdler söz konusu olduğunda tüm çelişkiler bir yana bırakılıp ortak hareket edilebiliyor. Çünkü Kürdistan’ın bağımsızlığı sadece sömürgeci devletleri değil, Ortadoğu’daki tüm devletler ile birlikte dünyaya hükmeden devletleri de direkt ilgilendiriyor.

    Yaşanan sorunlarda bazen din bazen mezhep bazen de ideolojik çelişkiler ön planda görünse de, esas nedenin devletlerarası çıkar çatışması olduğu açıktır. Çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve din/inancı sadece bu çıkarlara yarayan bir araç olarak kullanan ulusların çıkarlarını kendi devletleri temsil ediyor. Kürdler gibi henüz devletleşmemiş ulusların da ulusal çıkarlarını ön planda tutarak hareket etmesi gerekiyor. Kürdler için ulusal çıkar, devletleşmeye giden yolda kazanımlar elde etmektir kuşkusuz. Bu nedenle, dost-düşman tanımlamasında ve kurulacak ittifaklarda inanç ya da ideolojik yaklaşımlar değil, devletleşmeye katkı sunacak pragmatik politikalar benimsenmelidir.

    Hiçbir devletin, Kürdler’in devletleşmesini hesapsızca desteklemesi olanaklı değildir. Bu gerçek dikkate alınarak duygusal davranılmamalıdır. Kim hangi nedenle olursa olsun bağımsız Kürdistan amacına destek verirse kuşkusuz ki Kürdler’in (o an için) müttefikidir. Kürdler; devletleşmeye destek veren devletlerin niyetini, inancını, siyasi yapısını veya başka bir özelliğini dikkate almadan ilişki geliştirmelidir. Bu ilişkilerde duygusal davranmadan ve ittifakların da geçici olabileceği gerçeğini göz ardı etmeden tedbirli davranmalıdır. Çünkü devletlerarasında duygusal bağlar ve dostluk ilişkisi değil, ulusal çıkarlar belirleyici rol oynuyor…

    Suudi öncülüğünde Arap devletlerinin Yemen’e müdahalesi, İran’ın yayılmacı politikalarına karşı ortak bir tepki olarak okunabilir. Daha önce Türkiye ile İran arasında yaşanan (Ortadoğu’da daha fazla söz sahibi olma) rekabet şimdi Suudi Arabistan ile İran arasında yaşanıyor. Türk devletinin neo osmanlıcılık hayali kısa sürede söndürüldü ve belirleyici bir devlet olmaktan ziyade Batı devletlerinin yedek gücü konumuna geri döndü şimdilik. Bir anlamda Türk devletinin yerini Suudi Arabistan ya da Mısır aldı denilebilir.

    Suudi’nin Arap devletleri arasında başat bir güç olmaya başlamasıyla birlikte Kürdistan politikalarında olumlu değişimler yaşanması dikkat çekicidir. Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen her devlet bundan sonra Kürdler’i dikkate almak zorundadır. Çünkü Güney Kürdistan’ın hem demokrasi deneyimi hem de IŞİD/DAİŞ barbarlarına karşı verdiği olağanüstü mücadele Kürdler’i mutlaka dikkate alınması gereken bir güç haline getirdi. Suudi Arabistan’da “bağımsız Kürdistan” ın konuşulması ve Kürdistan ile ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki haberler de Kürdler’in bir güç olmasından kaynaklıdır kuşkusuz.

    Güney Kürdistan Yönetimi, İran öncülüğündeki Şii blok ile Suudi ve Mısır öncülüğündeki Sünni blok arasında (bu şartlarda) doğal olarak devletleşme hakkına gösterilen saygı kriter alınarak Sünni blok ile birlikte hareket edecektir. Kuşkusuz ki bu gün Sünni blok’ un (devletleşme konusunda) gösterdiği yakınlığı yarın Şii blok gösterse yani konumları yer değiştirse Kürdler Şii blok le birlikte hareket etmelidirler. Çünkü Kürdler’in din/mezhep/rejim veya ideolojik bir sorunu değil, sadece ulusal sorunu vardır ve tüm ilişkilerini de ulusal sorun çerçevesinde ele almalıdır. Bu bloklara daha geniş çerçevede bakıldığında Bir yandan Amerika öncülüğündeki Batı devletleri, diğer yandan Rusya ve Çin gibi devletlerin öncülük ettiği ve İran ile somutlaşan Şii blok olarak karşımız çıkıyor.

    Geçmişte Amerika öncülüğündeki blok içinde yer alan ve 2005 mutabakatıyla Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını tanımayı kabullenen Türk devleti, Rusya ile giriştiği ilişkilerden ve kendi başına bir güç olma girişimlerinde başarıya ulaşamayınca tekrar eski konumuna döndü/döndürüldü. Farklı nedenlerle de olsa bu gün Kürdler’in Güney’de bağımsızlık ilanına evet diyecek ülkelerin İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan olduğu görülüyor. Kuşkusuz ki İsrail bu konuda çok nettir ve özel bir çaba ile Bağımsız Kürdistan düşüncesini savunmaktadır. İsrail’in bu çabası kuşkusuz ki çok önemlidir ama unutmamak gerekir ki İsrail de uzun vadeli çıkarları için Kürdler’in devletleşmesini savunmaktadır. Bu nedenle, Ümmetçilik adı altında İsrail düşmanlığının pompalanması ne kadar yanlış ve sömürgeci politikalara hizmet ediyorsa, aynı şekilde İsrail hayranlığı ve propagandası da Kürdler’i duygusal bir atmosfere sokup gerçeklikten uzaklaştırıyor ve Ulusal çıkarları zedeleme riskini taşıyor. Neden ne olursa olsun İsrail’in yakınlığı önemlidir ve Kürdler (duygularıyla hareket etmeden) bu yakınlığa karşılık vermelidirler. Çünkü İsrail’in yakınlığı stratejiktir ve uzun vadelidir.

    Buna karşın Türkiye ve Suudi’nin tutumu tamamen koşullarla bağlantılıdır ve aniden değişime de açıktır. Dönem dönem birileri tarafından eleştiri konusu olsa da, Güney Yönetiminin Türk devleti ile olan ilişkilerini bu karşılıklı çıkar esaslarına göre değerlendirmek gerekiyor.

    Güney ile Kuzey Farklı Tutumlara Sahip Olmalıdır!

    Kürdistan’ın farklı parçaları farklı koşullara sahip olduğu ve ulusal kazanımlar noktasında farklı aşamalarda oldukları gerçeği dikkate alındığında, her parçada farklı mücadele biçimleri ve farklı ilişkiler geliştirilebilmelidir.

    Güney Kürdistan fiili bir devlet iken ve dünyadaki birçok resmi devletten çok daha fazla siyasi ve diplomatik saygınlığa/etkiye sahipken, henüz hiçbir statüye sahip olmayan Kuzey Kürdistan’daki her hangi bir Kürd örgütü/partisi gibi davranamaz. Güney Kürdistan Türkiye veya diğer devletlerle ilişki kurduğunda bir devlet gibi davranmak zorundadır. Aksi takdirde devletlerarası ilişkilerde ciddiye alınmaz ve bir örgüt muamelesi görür. Bu da Kürdlerin mevcut kazanımlarını riske edeceği gibi olası bağımsızlık ilanının da önünü kesmiş olur.

    Kuzey Kürdistanlı politik yapıların bu noktada kafası oldukça karışıktır. Bazı politik aktörler/yapılar, Güney (özellikle de Barzanî ailesi) ile ilgili haksız eleştiriler yaparken, Türk devleti ile girdikleri ilişkileri gerekçe gösteriyorlar. Kuşkusuz ki bu tutum ya cahillikten kaynaklanıyor ya da Güney Kürdistan’daki ulusal kazanımı yok saymalarından.

    Güney Kürdistan’ı yakın bulanlar da farklı bir yol izleyerek yine yanlış bir tutum takınıyorlar. Bu kesim, Güney Kürdistan’ın bir devlet sıfatıyla Türkiye ile geliştirdiği ilişkileri referans alarak Türk devletine bakıyor. Yani Kuzey’de bir örgüt/parti olduklarını unutarak sanki Güney ile aynı konumdalarmış gibi Türk devletine yakınlık besliyorlar. Bu nedenle bu kesim, HDP ve “süreç” diye tanımlanan entegrasyon projesine de ihtiyatsız bir destek veriyorlar. Oysa Güney’in “süreci” desteklemesi ile Kuzey Kürdistanlı politik yapılarının desteklemesi çok çok farklı nedenlere dayanıyor ve sonuçları da çok farklı oluyor.

    Tevger olarak, Güney’deki kazanımı koşulsuz savunuyor ve mevcut kazanımın bağımsızlık ilanıyla taçlanmasından yana bir politika izliyoruz. Güney’deki kazanım ve özellikle de Mele Mistefa Barzanî çizgisi Tevger için çok özel bir değere sahiptir. Güney ile olan düşünsel ve politik yakınlığımız, Güney Kürdistan Yönetiminin Türk devleti ile olan ilişkilerini referans almamızı gerektirmiyor.

    Kuzey’de her ne kadar politik olarak başat güç olan PKK/HDP entegrasyonda (Türk(iyeli)leşmede) karar kıldıysa da; PKK-devlet arasında sürdürülen görüşmeler Güney Yönetimi tarafından da destekleniyorsa da, Tevger olarak özgün bir yaklaşıma sahibiz.

    Kuşkusuz ki devletleşmeyi amaçlamayan ve “Türkiye’yi Demokratikleştirmeyi” amaç edinen bir yapının Kürdler adına devlet ile savaşması anlamsızdır. Bu amaçsız ve anlamsız savaşta sadece yiğit Kürd gençleri hayatlarını kaybediyorlar. Bu nedenle bu amaçsız savaşın bitmesini istiyoruz. Ancak bu anlamsız ve amaçsız savaşın bitmesini istememiz, PKK-Devlet arasında varılacak anlaşmayı “Kürd sorununun çözümü” veya “Kürdler ile Türklerin barışı” olarak gördüğümüz anlamına gelmiyor. Aksine bu anlamsız savaşın bitmesi Ulusal zeminde ve devletleşme talepli bir mücadelenin başlaması anlamına geliyor. Tevger olarak bu yeni ulusal mücadeleyi yürütmek için politik alana müdahil olduğumuzu hem kuruluş bildirgemizde hem de farklı farklı açıklamalarımızda özellikle belirtmiştik.

    Mevcut koşullar her ne kadar Kuzey’de (bu gün için) bağımsızlığın zor hatta olanaksız olduğunu söylüyorsa da, her an değişen ve değiştirilen koşulların Kuzey’de bağımsızlığı olanaklı hale getirebileceğinin bilincindeyiz. Bu nedenle devletleşmeyi tek seçenek olarak dayatıyoruz ve mücadelemizi bu eksende yürütüyoruz. Bu mücadeleyi yürütürken, Güney Kürdistan Yönetiminin Türkiye ile olan ilişkilerini referans almadığımız gibi dikkate de almıyoruz.

    Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da iç dinamiklere bakarak politika üretmek yanıltıcıdır. Çünkü dış dinamikler her an köklü değişimlere neden olabiliyor ve iç dinamikleri de etkileyerek harekete geçirebiliyor. Bu gerçekliğin bilincinde olan Tevger, koşulların ani baskınına uğramadan ve hazırlıksız yakalanmadan, devletleşme yolunda mücadelesine kararlılıkla devem etmektedir. Biliyoruz ki her an devletleşme olanağı doğabilir ve ulusal hareketlerin bu tarihi olanağı değerlendirebilmesi için de hazır olmaları gerektiğine inanıyoruz…

    Tevgera Ciwanên Kurdistanê (Kurdistan Gençlik Hareketi)

    30.03.2015

    http://www.nasname.com/a/ulusal-gucler-degisen-kosullara-hazr-olmalidir

  41. Yemen’deki Savaşın Vekâlet ve Asalet Boyutu
    Kenan Alpay

    Yemen’deki Husi darbesinin Suudi Arabistan’ı iyice kuşatan bir İran planı olduğu aşikâr hale gelinceye kadar hem bölge ülkelerinin hem de küresel hegemonyanın keyfine diyecek yoktu. Tunus’ta başlayan intifada süreci Mısır, Libya ve daha kanlı bir yıkımla Suriye’de boğulmak istenirken İran ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgenin despotik iktidarları bütün imkanlarıyla seferber olmuştu. İslami hareketlerin hassaten İhvanı Müslimin’in “öncelikli tehdit” konseptine yerleştirilmesi, darbe ve işgallerle tasfiye edilmesi noktasında geniş fakat alabildiğine yüzeysel ve kırılgan bir konsensüs sağlanmıştı.

    Şii ve Fars karakterin imparatorluk heveslerini Şah’a kaldırdığı İran, Umman denizinden Akdeniz’e kadar geniş bir alanda hegemonyasını ilan etmek üzere öylesine kirli ve kanlı yöntemleri icra eder olmuştu ki “tutabilene aşk olsun” havasına çoktan girmişti bile. Rusya’dan AB ve ABD’nin de İran’ın Suriye ve Irak kadar Yemen’e ilişkin stratejik plan ve icraatlarını gayet anlayışla karşılamış olması ayrıca cesaret ve cüret artırıcı faktörler olmuştu. Zaten Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın ne Suriye’deki ne de Irak’taki İran işgali e katliamlarına ilişkin eleştirel bir duruşu vardı. Ama Yemen’de Husiler ortak paydası üzerinden icra edilmek istenen tuzak, sahiplerini kuşatmaya başlayınca hızlı ve kapsamlı bir savaşın parladığını görmek hiç de sürpriz olmadı.

    Nüfuz Savaşına Mezhep Maskesi

    İran Meclisi’nde Rehber Hamaney’e yakın isimlerden biri olan Ali Zakani’nin Beyrut, Şam ve Bağdat’ı kast ederek “Üç Arap başkenti bugün İran’ın elindedir. Sana’da dördüncüsü oldu” beyanatını verdiği günlerde neler oluyordu? İran onlarca yıl aradan ve her türlü askeri-istihbari ve lojistik desteğiyle sahaya sürdüğü Şii Husi milisler eliyle ülkenin dört bir tarafını işgale girişen darbe süreci sonrasında Tahran-Sana arasındaki uçak seferlerini başlattığı günlerde söyleniyordu bu sözler.

    Denizden ve havadan Tahran-Sana arasında askeri-stratejik köprülerin kurulduğu vasatta İran, Suriye ve Irak’ın ardından Yemen’deki hegemonyasını kolayca ilan etmenin rüyasını çoktan görmeye başlamıştı bile. Yoksa İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Yunusi’nin “Irak şu an bizim sadece bir medeniyet havzamız değil; kimliğimiz, kültürümüz, merkezimiz ve payitahtımızdır” sözlerinin boşboğazlıktan kaynaklandığı mı düşünülüyor? Kudüs Ordusu komutanı Kasım Süleymani’ye bağlı on binlerce İran askeri ve Şii milisin Suriye ve Irak’a ‘kutsal türbeleri’ ziyaret etmek maksadıyla ziyarette bulunan ne türden ‘hacı adayları’ olduğunu resmi ve stratejik planlar dahilinde itiraf ve izah eden beyanatlar bunlar. Kimlik ve başkent vurguları esas itibariyle işgale girişilen bölgelere dair geçmişten geleceğe uzanan askeri ve siyasi meşruiyetin temellerine işaret etmektedir.

    Peki, Suudi Arabistan’ı 10 Arap ülkesiyle birlikte oluşturduğu askeri koalisyonla Yemen’e müdahalede bulunmaya iten başlıca sebepler neydi ve bu müdahalenin akıbeti ne olur? Suudi Arabistan geniş bir toplumsal desteğe sahip İhvan-ı Müslimin hareketini kanlı yöntemlerle tasfiye etme harekatı için hem Mısır’daki Sisi cuntasına hem de Yemen’deki Husi çetelerine finans, silah ve diplomatik destek çıkmış bir ülke. Çokça dedikodusu yapıldığı üzere Suriye ve Irak’ta despotizme karşı İslami hareketleri destekleme pozisyonunda olmamıştır. Aksine zamana yayılmış kanlı ve yıkıcı bir boğma harekatının önünü açarak Suriye ve Irak’tan kendi topraklarına sirayet edecek bir İslamcı tehdidin önünü almıştır kendince.

    İran destekli Şii Husiler ve Ali Abdullah Salih ittifakının Suudi Arabistan’ı güneyden kuşatmaya dönüşmesi Kral Abdullah’ın vefat ve Kral Selman’ın iktidar koltuğuna oturma süreciyle birlikte yeni ve ölümcül bir krizi işaretliyordu. Umman körfezinden sonra Kızıl Deniz ve Aden Körfezinden çıkış yollarını kapatacak hamlelerle karşı karşıya kalmış olması Suud yönetimini Yemen’e askeri bir müdahaleye mecbur kılmıştır. İran’ın bölgede giderek artan askeri-siyasi hegemonyasına karşı güçlü ve kapsamlı bir hamle yapmaktan başkaca çaresi kalmamıştır.

    Yalla İrhal ya İran!

    Suudi Arabistan’ın sadece Yemen’le ilgili değil başta Suriye ve Irak olmak üzere bölge siyasetinde ciddi plan değişikliklerine gideceğini öngörmek hiç de zor değil. İran’ın, Suriye ve Irak’tan sonra zafer sarhoşluğuyla tırmandırdığı işgal ve katliam stratejileri Yemen’le birlikte Suudi Arabistan ve bölge ülkelerinde köklü bir beka kaygısını tetiklemiştir. İran-Şiilik tehdidinden kaynaklanan beka kaygısı “kemiğe dayanmış” ve nihayet geleneksel müttefik ABD’yi de içine alacak bir öfke seline dönüşmüştür.

    İran’ın Şiiliği ve Suudi Arabistan’ın Sünniliği bölgesel nüfuz mücadelesinden hem bir gerilim hem de ittifak zemini olarak sonuna kadar kullandığı net olarak biliniyor. Bölgedeki despotik denklem ve sömürü çarkı da zaten bu kronik gerilim ve ittifak zemini üzerinde perçinleniyor. Lakin Suudi Arabistan’ın yeni süreçte Yemen’le birlikte Suriye ve Irak’a ilişkin yeni bir pozisyon alması, İhvan-ı Müslimin’le ilişkileri yeniden tanzim etmesi, Mısır’daki Sisi cuntasına verilen desteğin nitelik ve niceliğinde tenkisatlar yapması, Türkiye’nin bölge politikalarıyla paralel bir seyir izlemesi, ABD’nin İran’la işbirliğine yönelik hamlelerine karşı bölgedeki asli dinamiklere yaslanma yolunu tercih etmesi beklenebilir.

    Yemen’deki Husi yayılmacılığına yönelik askeri müdahalede Türkiye’nin İran’a karşı aldığı açık pozisyon henüz bölgede kurulan oyunun bitmediğini, zaferlerini erkenden ilan edenlerin tersine yeni dinamiklerin zuhurunu mecbur kıldığını göstermektedir. Fars Haber Ajansı menşeili haberlerde İran destekli Husi komutanların Bab el Mendeb körfezini füzelerle vurarak kapatma tehditlerinin Suudi Arabistan içlerine kadar yayılacak işgal tehditlerine karıştığı günlerden geçiyoruz. İşte tam bu günlerde Türkiye Dışişleri Bakanlığı koalisyonu destekleyen açıklamalar yaptı. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbeci Husileri atlayıp asıl sahipleri olan İran’a yönelik sözleri son derece kritiktir: “İran’ın Yemen’den, Suriye’den, Irak’tan gücü, kuvveti ne varsa çekmesi lazım.”

    “Tahammül sınırları zorlanmaya başlamıştır” cümlesi salt Yemen’i değil Suriye ve Irak’ı da içine alan ciddi ve fiili tedbirleri ihtiva eden bir ihtar değilse eğer İran adına nüfuz casusluğu yapmakla görevli uzman gazeteciler “vekâlet savaşı” masallarını okumaya devam edebilirler.

  42. Yemen.. Suûdî’nin Qıyâmlardan Korktuğunun da Resmidir
    Selahaddin E. Çakırgil

    Yemen’de doğrudur ki, İran etkili olmaya çalıştı.
    Her ülke, kendisine göre, bir takım yerlerde eline geçen fırsatları değerlendirip, bir hareket alanı, diplomasi diliyle, ‘lebensraum’ denilen hayat ve hareket alanı açmak ister. Bunu bazıları askerî yolla yapar, bazıları, insanî yardımlarla, bazıları ekonomik yatırımlarla..
    Hitler Almanyası’ndan bazı aç yörelere gönderilen ekmeklerin üzerinde gamalı haç işareti bulunurdu. 30 sene öncelerde Afrika’da büyük açlık felaketi yaşanırken, Sovyet Rusya da, Etyopia’ya (Habeşistan’a), üzerinde Marx, Engels ve Lenin’in gibi komünist ideolojinin ünlü isimlerinin portre ve orak-çekiç işaretlerinin bulunduğu un çuvallarıyla gönderirdi, yardımını..
    Türkiye de yardım malzemelerinin üzerine kendi bayrağını koymuyor mu? Hattâ resmî yardım niteliğinde olmayan gönüllü insanî yardım kuruluşlarının yardımlarının bile, üzerinde T.C. bayrağının resmedildiği paketlerle dağıtıldığı bilinmektedir.
    Esasen, bunu yapmayan ülke yok dünyada..
    İran da, Yemen gibi, başta su olmak üzere, hemen hiçbir yeraltı kaynağına sahib olmayan sarp bir coğrafyadaki fakir kitlelerin gönlüne çok da büyük olmayan yardımlarla girmiş olabilir. ‘Kişiyi ihsan ile kulcağız eylerler..’ diye boşa denilmemiştir.
    Ayrıca, dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olan Yemen’de büyük sosyal rahatsızlıkların bulunduğunu söylemeye gerek yok..
    Mensublarının sayısı yüzbinleri, hattâ milyonları bulan kabileler halinde yaşayan Yemen halkının Osmanlı zamanından beri büyük ayaklanmalara kalkıştığı bilinmektedir. Nitekim, ‘Bura Yemendir, / Gülü çemendir, / Giden gelmiyor, / aceb nedendir..’ şeklindeki halk türküleri asırların içinden süzülerek gelmiş olan derin sosyal acıları da yansıtmaktadır.
    Yemen isyanları, Osmanlı’nın en büyük başağrılarından birini oluşturmuştur, daima.. Çünkü, yoksul insanlar, kaybedecekleri şey ne kadar az olursa, ölmemek için hayatta kalmanın yollarını daha bir zorlarlar. (İlginç bir anekdotu da bu arada zikredelim: İstanbul’un ve Osmanlı’nın magazinel tarihçisi olarak nitelenebilecek olan Reşad Ekrem Koçu’un yarım asır öncelerde aktardığına göre..
    Miladî 17. Yy.da daha bir yoğunlaşan Yemen İsyanları’nı bastırmakta Sadrâzam Özdemiroğlu Osman Paşa’nın özel bir başarı kazandığı anlaşılıyor. Çünkü, Yemen’den isyan haberi gelip de Özdemiroğlu Paşa ordusuyla yola çıkar çıkmaz, isyancıların dağıldığı rivayet ediliyor. Bunu herhalde, çok acımasız yöntemlerle bastırması ve halk üzerindeki babacan tavırlarıyla da elde ediyordu. Ancak, Özdemiroğlu Osman Paşa sadâretten alınıp yerine Kuyucu Murad Paşa sadrâzamlığa getirilince, Yemen’de bir isyan daha çıkar. Kuyucu Paşa, halk arasında var olan ‘Özdemiroğlu Paşa olmadan Yemen isyanları bastırılamaz..’ şeklindeki kanaati de dağıtmak için eline geçen bu fırsatı kullanmaya daha bir özen gösterir ve orduyla Yemen’e doğru yola çıkar. Özdemiroğlu Paşa ise, Haleb’de emeklilik dönemini yaşamakta ve kendisine orada bir türbe yaptırmaktadır.
    Kuyucu Paşa, Yemen’e giderken, bu türbe inşaatını görür ve selefiyle arasında olan çekememezliğin, psikolojik savaşın etkisiyle, ‘Ben dönüşte oraya bir domuz yavrusu gömdüreyim de, o da orada yatsın bakalım..’ der, bilinen .
    Kuyucu Paşa, Yemen’e varır, ama, başarılı olamaz. Ordusu perişan olur ve çöllerden geri dönüş başlar. Ancak, yolda ordu bir de veba/ kolera taûnuna mübtela olur.. Kuyucu Paşa da, Haleb’e gelmeden yolda ölür ve Sadrâzam Paşa için münasib bir yer aranırken, Özdemiroğlu Paşa’nın türbesi ona en münasib yer olarak görülür ve o da, Kuyucu’nun söylediğini daha önce işittiği sözlerin de etkisiyle olmalı, kabul ve türbesini Kuyucu Paşa’ya tahsis eder; oraya defnedilir.. Kendisi de Diyarbekir’de yeni bir türbe yaptırır.)
    *
    Yemen, son 55-60 yıl önceden beri daha bir büyük çalkantılar içinden geçti. Cemal Abdunnâsır’ın derinden etkilediği arab halklarından birisi de Yemen halkı idi.. Nâsır’ın enformasyon bakanlarından Hasaneyn Heykel hâtıratında, Yemen’e 1960’larda gönderdiği yüzbinlerce transistörlü radyo ile, Yemen halkını derinden etkilediğini anlatır. Nitekim, ülkenin mezhebî açıdan da lideri durumundaki İmam Yahyâ’nın bir darbe ile devrilmesinden sonra, darbeler arka arkaya sökün eder. Ve sonra da, Yemen ikiye bölünür, marksist Güney Yemen ve yerleşik kabile hayatının devam ettirmeyi esas alan Kuzey Yemen..
    Sonunda Ali Abdullah Salih liderliğindeki Kuzey Yemen, Güney Yemen’i yenilgiye uğratır ve daha bir güçlenerek 35 yıl sürecek olan saltanatı 2012’nin sonuna kadar devam eder.
    *
    Bu arada, İran da Yemen’le sıkı ilişkiler kurmaya başladı.. Özellikle Zeydiyye’den (5 İmam şiası’ndan) 12 İmam Şiası’na geçtiği bildirilen Husî kabilesi lideri Abdulmelik Husî liderliğindeki halk hareketi, Ali Abdullah Salih’i iktidardan uzaklaştıran en büyük güç odağı olarak görülüyordu. Ama, o mücadele, bir bakıma, kabile içi iktidar mücadelesi idi.. Çünkü Salih de Husî kabilesinden idi ve Suûdî rejiminin Salih’i vargücüyle himaye etmesine rağmen, bertaraf edilmiş ve devlet başkanlığını yardımcısı Hâdi Mansur’a bırakmıştı.
    Ama, daha sonra, gelişen mücadeleler içinde Husî’ler, İran’ın desteğini de alınca, Hâdi Mansur Hükûmeti’yle daha da şiddetlenen mücadeleler ilginç bir ittifakı daha ortaya çıkardı ve Salih, kendisini deviren Husî’lerle dirsek temasına geçti ve Salih’in onyıllar boyu etrafında oluşmuş bulunan kadroları ve generalleri de Husî’lerin yanında yer aldı..
    Bu durum, Suûdîleri derinden korkuttu..
    *
    Suûdî’leri asıl korkutan, halk ayaklanmaları ihtimali..
    Suûdî rejiminin, güneyinden, kendilerine düşman ve hele de İran gibi bir güç tarafından desteklenen bir Yemen yönetimi’nden rahatsız olacağı elbette tabiî idi..
    Ancak, meseleyi sadece İran’a bağlamak yanlış olur..
    Nitekim, İran da büyük ihtimalle, Suûdîlerle askerî açıdan karşı karşıya gelmemek için, tıpkı Bahreyn’de olduğu gibi, yine geri çekilecektir. Çünkü, Suudî rejimiyle bir askerî karşılaşma, Amerika ve bütün kapitalist emperyalizm ile karşı karşıya gelmeyi de gerektirebilir. Her ne kadar, İran yönetimi, Amerika’dan korkmadığını çeşitli vesilelerle göstermeye çalışsa da, bir saldırı olmadıkça, hele de başka bir ülke için, yeni bir savaşa daha girmeyi istemiyecektir. Çünkü, 1980-88 arası 8 yıl süren İran- Irak Savaşı’nın ne büyük insan kaybına ve ne korkunç maddî ve manevî tahribata yönelik olduğu unutulmamıştır.
    Ama, asıl konu şu ki, Suûdî rejimi, İran’ın Yemen’e yaklaşması durumu olmasaydı bile, Yemen’e müdahale ederdi. Yani, bu son müdahalede asıl etken İran değil, bir halk ayaklanmasından duyulan korkudur.
    Hem de sınırlarında, bir halk hareketinin gelişmesi, Suûd rejiminin kabul edemiyeceği bir durumdur. Çünkü, böyle bir harekete seyirci kalması halinde, kendi temelinin dinamitlenmesine seyirci kalmış olacağını bilir.
    Nitekim, Suûdîlerin, Bahreyn’deki halk direnişini ezip geçmesi de, İran korkusundan ziyade, halk kitlelerinin ayaklanmasının kendisinin da başına çorap öreceği korkusundan kaynaklanıyordu. Aynı şekilde, Mısır’da Husnî Mubarek rejimi 2011 Şubatı’nda çöküp, yapılan ilk hür seçimlerde müslüman halk kitlelerinin iktidara geldiklerini gören Suûd rejimi, kendisine yönelik bir askerî tehdid olmadığı halde, hemen entrikalara başladı ve Mısır ordusu içinden elde ettiği A. Fettah Sisî gibi generaller eliyle, halkın hür iradesiyle seçilen ilk Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî liderliğindeki rejimi henüz 1 yılını dolduramadan, bir askerî darbe ile devirtti ve hemen arkasından da, onmilyarlarca dolar maddî yardım yaparak, darbecilerin iktidarını güçlendirmeye özen gösterdi.
    Ve bugün de, Suûdî rejimi, sokakdaki insanlar tarafından, geçmişte olmayan şekilde, imâlı sözlerle doğrudan doğruya Melik’e, Kral’a yönelik halk itirazlarının dile getirilmeye başlandığını görmenin dehşeti içindedir ve en küçük her bir kıpırdanışı bile kılıç darbeleriyle yok etmekten çekinmemektedir.
    Bu bakımdan, tekrarlayalım, Suûd rejiminin asıl korkusu İran değil, halk ayaklanmalarıdır.
    Elbette İran da hiç etkisiz denilemez bu neticede.. Ama, asıl unsur, İran tehdidi hiç olmasaydı bile, Suûd rejiminin, kendisini garanti edebilmek için, her cinayeti işleyebilecek bir yapıda olduğu bilinmeyen bir husus değildir.
    Bunun içindir ki, kendi halkından korkan bütün emirlikler, şeyhlikler, diktatörlükler Suûd rejimiyle işbirliği yapmakta ve herbirisinin üzerinde de Amerikan emperyalizminin her türlü desteğinde Yemen’e saldırmış bulunmaktadırlar, bugün.. Yani, öyle kolayca terketmek istemezler Yemen’i İran’a ve de, Yemen’de kendilerine karşı çıkacak güçlere..
    Türkiye’nin de Yemen konusunda Suudîleri desteklemesi ise, bölge üzerine İran’la arasında var olan üstünlük sağlamak gizli mücadelesinin bir yansıması olarak görülebilir.
    Nitekim, Tayyîb Erdoğan, Yemen konusunda Suudî müdahalesine diplomatik desteğini açıklarken, İran’ın tavırlarını da açıkça eleştirmiş, İran’ın Irak ve Suriye’deki güç gösterilerine de değinip, o güçlerini oralardan çekmesi gerektiğini ve İran’ın bu günkü görünümünün bölgede bir hâkimiyet kurmak mânasına geleceğini açıkça ifade etmekten kaçınmamıştır. Bu sözlerin, Nisan ayı başında Erdoğan’ın Tahran’a yapacağı resmî ziyaret öncesinde böylesine ifade edilmesi ise, daha bir önemli..
    Üstelik, İran’ın bu noktada komşularını planlı şekilde tehdid edecek ve onlara güç gösterisi yapacak tavırlara girdiği de bilinmiyor değil..
    *
    Suûdîler’in, halk qıyâmlarından korkusunu net olarak söylemek yerine, İran’ın bölgedeki hâkimiyet kurma teşebbüslerine son vermeyi gerekçe gibi göstermesi de dikkatli bir taktiktir ve o tehdid de tamamen yersiz de değildir.. Böylesine bir ortak saldırıyı yapabilmek için, herkese, İran tehdidini göstermesi gerekiyordu. İran da esasen Suûdîleri rahatsız edecek davranışlardan el çekmiyor; tersine bundan bir de gurur duyuyordu.
    Ama burada karşımıza çıkan bir diğer tablo daha var ki.. O da, İran tehlikesini bertaraf etmek adına, Suûdîlerin bayrağı kaldırmış olmaları ve bunu yaparken de, gerçekte sünnî toplumlarda hiç de ilgi gösterilmeyen vehhabîlik cereyanını, sünnîliğin bir savunma gücü imiş gibi göstermek imkanını elde etmesidir.
    İran, ‘gerçek İslam’ın ancak şia olduğu iddiasıyla hareket ederken, Suûdi rejimi de gerçek İslam’ın vehhabîlik ve; vehhabîliğin de sünni anlayışın fedaîliğini yapmakta olduğunu anlatmaya çalışıyor.
    Emperyalist-şeytanî güçlerin arayıp da bulamıyacakları bir mezheb savaşının fitne tohumları da işte böyle ekilir.
    http://www.haksozhaber.net/yemen-suudinin-qiyamlardan-korktugunun-da-resmidir-28945yy.htm

  43. Suud’un Günah Galerisi İran’ın Cürümlerini Temizlemez!
    Bahadır Kurbanoğlu

    Bugünlerde “Husi Fırtınası”na karşı “Kararlılık Fırtınası”yla Yemen’e müdahale kararı alanlar, iki yıl öncesinden günümüze Husilere dolaylı ve doğrudan destek olanlardan başkası değildi. Bunların günah galerisini sıralamak demek Mısır’da İhvan’a karşı darbeyi, Libya’da karşı devrimcilere desteği, Gazze’de Hamas’a karşı İsrail’le işbirliğini, Suriye’de muhalefeti dumura uğratmak için her türlü katekulliyi masaya yatırmak anlamına gelmekte. Hatta bu konuya girdiğinizde bir Ortadoğu tarihi turu atmak mecburiyeti hasıl olur.
    Ortadoğu Ergenekonları ve destekçilerinin bu yelpazesi geniş operasyonları şimdilik bir kenarda dursun. Bugünlerde Yemen’i konuştuğumuza göre oradan bir örnekle konuyu irdeleyelim. Bu öyle bir konu ki, aynı tarihlerde bizler “17 Aralık” süreciyle uğraşageldiğimizden Yemen’in “20 Aralık”ını pek takip edememiştik.
    Yemen’in Bölünme Çabası:
    “Hadramut Projesi”
    Öncelikle belirtmekte fayda var ki, Yemen tarihine göz atıldığında Suud’un bu ülkede iç savaş ve ayrılma gibi büyük olayları tetikleyen faaliyetlerden geri kalmadığı görülebilir. Kendi menfaati adına daha önce sahnelediği Güney-Kuzey ayrışmasının Doğu-Batı ya da daha farklı düzlemlerde bir senaryo olarak rafta tutulduğunu bilmekte fayda var. Tabii bu konuda Suud’un gerek bölgede, gerekse büyük güçler içerisinde yalnız olmadığını da eklemek gerek.
    Hadramut konusu da bu planların devamı niteliğindeydi. 20 Aralık 2013, Yemen açısından tıpkı Türkiye’nin “17 Aralık”ı gibi önemli bir tarihtir. Mısır’da darbe, Libya’da karşı devrimci güçler, Suriye vahşetinin kontrollü şekilde uzatılması çabaları ve Tunus’ta siyasi krizle baltalanmak istenen Ortadoğu halklarının özgürlük talepleri, Yemen’in de bölünmesi gayretlerine sahne olmuştu. İlk deneme dalgası Ali Abdullah Salih’in hal’inin hemen ardından denenmiş ama tutmamış, ardından ikinci ve etkili deneme “20 Aralık”ta gelmişti: Hadramut, Mehra ve Şebve şehirlerinin Yemen’den koparılması projesi. Kuzey ve Güney’in bölünmesi senaryolarından ümitlerini kesen dış odaklar, “Hadramut Vilayetleri Planı” çerçevesinde ülkeyi Doğu Yemen-Batı Yemen olarak bölme senaryolarını devreye sokmuşlardı.
    Kim tarafından katledildiği bilinmeyen Hammum Kabile reisi Şeyh Said b. Habriş cinayetini bahane ederek Hadramut’taki bazı kabileler, 20 Aralık’ta özerklik talebiyle harekete geçeceklerini açıklamışlardı. Hareketin adı da süslü bir mottoyla tamamlanmıştı: “Halk Hediyesi” (el-Hibe eş-Şa’biyye) İlk eylemleri bazı devlet binalarına Güney Yemen bayraklarını asmak oldu.
    Yemen’de kirli bir tezgahla başlayan “Halk Hediyesi” günleri yaşanırken, Türkiye’de de “17-25 Aralık” günleri yaşanmaktaydı. Failleri kimdir bilinmez, Mısır’daki baltacı olaylarına benzer şekilde Aden, Hadramut ve Lahc gibi ülkenin doğu ve güney vilayetlerinde insanlar eylemlere sürüklenirken, hem Yemenli sivillere saldırılar oldu, hem askerler öldürüldü hem de ev ve işyerleri ateşe verildi.
    Dönemin cumhurbaşkanı A.Mansur Hadi, olaylar üzerine acilen Milli Diyalog Kurulu’nu topladı ve “Yemen Federal Cumhuriyeti”nin kurulacağını ilan etti. Bu dönem Yemen siyaseti açısından, Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından Yemen’in tüm aktörlerinin üzerinde anlaştığı konuların tamamlanmak üzere olduğu bir evre idi. Ama tesadüfe bakın ki nur topu gibi Hadramut merkezli bir bölünme hareketi başlamıştı. Ki Hadramut, ülke topraklarının yüzde otuz altısını oluşturan, Suud ile de komşu ve altın ve petrol yataklarının önemli bir kısmının bulunduğu bir bölgeydi.
    Plan Tutmadı Ama Aktörler Hala Sahadaydı
    Mesela nasıl ki, İran ve ABD’nin Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı Şii milisler üzerinden ortak tutumları söz konusu ise; bunun Yemen versiyonunda Yemen el-Kaidesine yönelik kullanışlı bir Ensarullah sahada hazır ve nazırdı. Ve nasıl ki Irak’ta konu sadece IŞİD değil, demografik ve siyasi tehdit olarak görülen aşiret ve örgütler ise; bunun Yemen’deki karşılığı da sadece el-Kaide değil, Yemen İhvanı ve destekleyen aşiretlerdi. Dolayısıyla emperyalist güçler açısından Yemen sahasında Suud’un ortaklığı ile İran ortaklığı arasında bir fark olmadığı gibi; bunların çatışmasından doğacak bir bölünmüşlüğün de hiçbir mahsuru yoktu. Aksine menfaat alanları korunduğu müddetçe dengeli çatışmalar da işlerine gelmekteydi.
    Dolayısıyla Husilerin ilk ilerleyiş günlerinde Husilerle Hükümet arasında arabuluculuk görüşmelerinde BM Özel Temsilcisi Cemal b.Ömer’in Husilerin pozisyonunu meşrulaştırma çabaları, manidar bir şekilde “Yemen Irak’a mı benzetilmek isteniyor?” sorularına yol açıyordu. Yani ABD ikili oynuyor, hangi plan tutarsa ona göre konum belirleyeceğinin sinyallerini veriyordu: İran’ınki mi, yoksa Suud’unki mi! Suud’un “kararlılığı” fırtınaya dönüşürken de aslında safını belirlemişti. Tabii şimdilik.
    Rusya ise zaten hinterlandında ve Rusya çıkarlarına göre hareket eden İran’ın safında idi. Rusya’nın da İran sayesinde Ortadoğu’ya dönüş kapıları açılıyordu ne de olsa. Bunu açıkça beyan da ediyordu. O da şimdilik Suud’un sert tavrına toslamıştı.
    İran ve Suud’un payına ne düştüğünü sorduğumuzda ise; Irak işgalinden bu yana Suud önderliğindeki Körfez ve İran’ın bölgede ne kazandığına baktığımızda, elde kalan tek şeyin, sonu görünmeyen ve kazananı olmayan çatışma alanlarından başka bir şey olmadığını tespit etmek gerekiyor.
    Her ikisi de halkların iradesine koydukları ipotekler ölçeğinde, darbeleri ve sıcak çatışmaları taşıdıkları her yerde kazanımın aksine kendi etraflarına duvarlar örmekle meşguller. Tabii tüm Ortadoğu halklarının sırtına da bu duvarların faturalarını yüklemekteler.
    Konu aslında sadece büyük güçlerle hatırı sayılır ilişkiler kurmakla sınırlı bir tartışma olsaydı belki şunu diyebilirdik: Mazlum halkların maslahatına ABD ile de Rusya ile de Çin ile de dengeler oluşturulabilir; yeter ki Ortadoğu halklarının hatta tüm dünyanın ezilenlerinin maslahatları gözetilsin. Çok mu romantik bir tespit oldu? Peki hep demiyor muyduk, müslüman ülkeler ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri entegrasyonlara giderlerse kademe kademe bugünlere de ulaşılabilir. Eğer halklar bunu talep ediyorlarsa demek ki sorun ulus-devletlerin elit kadrolarının ideolojik tercihlerinde. Tıpkı İran’ın salt kendi çıkarları ve ideolojik motivasyon tercihi adına ve Suud’un bölge monarşilerinin geleceğini düşünerek -İhvan gibi- halkların iradelerinin önünün kesilmesi paydasında hareket etmesi basit gerçekliğinde olduğu gibi.
    Bu “hamasi”vurgulardan sonra bunca mazlum kanının döküldüğü, onca fırıldağın çevirildiği gerçeklere dönelim.
    SuudiAmerika Tamam da İran Amerika’yı Ne Yapacağız?
    Husilerin Aden’e doğru yürüyüp, Süveyş Kanalı’ndan geçen petrol trafiğini doğrudan etkileyecek Bab’ul-Mendep boğazını tehdit etmek amaçlı ve Yemen’in nüfus yoğunluğunun üçte birine yakınının olduğu bölgenin tamamen Suud karşıtı güçlerin eline geçmesi anlamına gelen senaryonun tam ortasında ilerlerken, bu durumu açık ifadelerle İranlı resmi ağızların oldukça iştahlı bir şekilde sahiplenmeleri hangi stratejik akılla açıklanabilirdi? Bu, ateşe benzin dökmek değil de neydi? Hatta o denli ileri ifadeler kullandılar ki, Suud içerisindeki muhtemel bir isyanı bile oldukça rahat bir şekilde dillendirmekten geri kalmadılar. Bir de çıkıp utanmadan “egemenlik ihlalinden” bahis açtılar. Irak ve Suriye’yi “altın tepsi” olarak gören haramiler, herhalde Yemen’i de çuvala rahatlıkla atılacak “elmas” hükmünde gördüler.
    İran muhiplerinin “Suud’un desteklediği sünni teröristler” zımni kabulüne saman altından atıf yaparak, İran’ın pozisyonunu “normalleştirme” adına “objektif tahlil” adı altında yaptıkları şu sinsi retorikten Müslümanlar halklar lehine bir hayır sadır olması mümkün mü acaba. Diyor ki en tilki zekalılarından birisi:
    “İran’ın Arap isyanlarının sunduğu fırsatlarla elde ettiği stratejik yayılmayı sürdürülebilir bir forma kavuşturmak için ABD ile 36 yıllık düşmanlığı makul düzeye inrdirme gereği duyuyor.
    Körfez’deki müttefiki Suudi Arabistan’la Sünni militarizm üzerinden oynadığı oyunun artık kontrol edilebilir bir araç olmaktan çıktığını gören ABD de İran’la öngörülebilir bir ortaklığı test etmek istiyor.” (Fehim Taştekin)
    İnsanın “ne büyük imkan; tepe tepe hayrını görün” diyesi geliyor!
    Bu “öngörülebilir ortaklık”tan ötürü İran’a bir uyarı mesajı göndermek hazretin son dört yıllık yazılarından hiçbirinde aklına düşmedi.
    Bir başka hazret; Yemen koalisyonuna verip veriştirirken hızını alamıyor ve Hafız’ın şu beyitleri dökülüveriyor dudaklarından:
    “Varsayalım ki İran yayılıyor, bunu tankla topla, zor ve zorbalıkla mı yapıyor? Oraya buraya savaş mı açıyor? Ülke mi işgal ediyor. Hayır. Sekter komitacıların gerçeklikten kopuk vehim dünyasındaki halüsinasyonları çöpe atarak söylersek, gerçek şudur: İran, mesela tekfirci terörün pençesindeki Iraklı veya Suriyeli, ya da Lübnanlı mazlumlara yardıma koştuğunda doğal olarak seviliyor. Öyleyse bunu kıskanmak yerine sen de teröre karşı fedakarlık yapıp yardıma koşarsan seni de severler. Ama sekter komitacı tam aksini yapıp sevilmeyi bekliyor. Olmuyor haliyle, o insanlar bunlardan nefret ediyor.”
    Ve ekliyor;
    “İran’ın yayılması askeri ve siyasi değildir. Dünyanın en ücra köşesinde, İranlıların haberi bile olmadan, bir meraklı Mesnevi veya Hafız okumak için kendi kendine Farsça öğreniyorsa bu kültürel etkileşimin önünde hiçbir silah ve siyaset duramaz.”
    Rabbim aklımıza mukayyet ol; bu hırıltılar kulaklarımızı değil, asıl kalplerimizi tırmalıyor.
    Hızını almış bir kez durur mu? “Amatör şahinler” diyerek aşağıladığı Türkiye dış politika yapıcılarına kızarak şöyle sesleniyordu “kamuoyuna”:
    “İranlı şahinlerle Amerikalılar başedemiyor; bizim amatör şahinlerin çocuksu hevesi fazla cüretkar!..” (Özgüvene bakar mısınız; adeta kaynayıp taşıyo!)
    Suretleri böyle, ya asılları:
    Farsnews’in analizcisi Negar Muhammedi şöyle diyor:
    “Erdoğan’ın imparatorluk hayali İran’ı suçlamasına sebep oluyor. Erdoğan, bölgesel politikalarda şantajla İran’dan imtiyaz koparmaya çalışıyor. Gerçekleri tersyüz etmemeli. Siyonist politikaların yanındaki Suudla ittifakı stratejik kayıplarını arttırdıkça Erdoğan feryat ediyor. Erdoğan’ın pozisyonu, bölgede siyonist, sömürgeci, zorba ve mürteci politikaların yanında durmaktan ibaret.”
    Kime yazıyor acaba? Kimi iknaya çalışıyor, merak konusu! Gaza gelmeyip geride kalan kaldı mı acaba? Yola çıkan çıktı zaten; Erdoğan nefretine ne hacet. Çin Seddi’nden Akdeniz’e, Kafkas’lardan Kızıldeniz’e tutabilene aşk olsun.
    Yazıyor hazretler; şimdi Yemen Somali mi olur, Irak mı Suriye mi, yoksa Libya mı? Bir de cevap arıyorlar!
    Tereyağından Kıl Çeker Gibi “Devrim”
    Alptekin Dursunoğlu’nun yönettiği Yakın Doğu Haber Sitesi’nde 10 Ocak 2015 tarihli “Husilerle Yemen Ordusu İşbirliği” başlıklı bir haber yayınlanmıştı. Haberin manşeti “Yemen ordusu ile Husi güçlerinin Marib kentine ortak operasyon hazırlığında olduğu bildirildi.” şeklindeydi. Devamı da şöyleydi:
    “Rusya el-Yovm televizyonunun haberine göre Yemen güvenlik kaynakları, savunma bakanlığına bağlı güvenlik güçlerinin Husilerle koordineli olarak Marib kentine geniş çaplı bir operasyon hazırlığı yaptığını açıkladı.
    Bir hafta önce silahlı grupların başkent Sana’ya gitmekte olan bir askeri birliğe saldırarak silahlarını çaldığını belirten kaynaklar, Husilerle Yemen ordusunun ortak operasyonla ordudan çalınan silahları geri almayı hedeflediklerini söyledi…”
    Demek ki Husiler, Yemen Ordusu ile beraber güle oynaya devrime yürüyorlardı. O Yemen ordusu ki zaten Yemen tarihinde “etrafta devrimci yok mu, birlikte yapalım” şeklindeki arayışlarıyla meşhur olmuştu! Tabii Dursunoğlu, bu güçlerin Ali Abdullah Salih ile olan ilişkisine ve bu ilişkinin ne adına kurulduğuna hiç değinme ihtiyacı hissetmiyordu. Hatta bu öyle bir devrimdi ki, Arap Baharı böylesini görmemişti. İfade bize değil, kendisine ait. Dursunoğlu’na göre Arap Baharı’nın ilk devrimiydi bu; çünkü:
    “Yemen içinde ve dışında ‘darbe’ olarak niteleniyor olsa da Yemen’in 6 Şubat’tan itibaren gerçek bir devrime giden ilk ‘Arap Baharı’ ülkesi olduğu söylenebilir.
    Çünkü 2011’de 6 ülkede başlayan ve ‘Arap Baharı’ diye nitelenen isyanlar sonrasında geçiş süreçleri sadece Tunus ve Mısır’da tamamlanabildi.
    Bahreyn, Suudiler tarafından bastırıldı. Libya’daki isyan başarılı oldu; ama devrime değil iç savaşa dönüştü. Suriye’deki isyan ise hem başarısız oldu hem iç savaşa dönüştü.
    Tunus ve Mısır’da isyanlar cumhurbaşkanlarını koltuklarından ettiği için başarılı oldu; ancak bu ülkelerdeki isyancılar iktidara ortak olmayı devrim için yeterli gördüler.
    Geçiş süreçlerini kendileri belirleyip bürokrasiye rol vermek yerine bürokrasinin belirleyiciliğini kabul edip geçiş süreçlerinde rol almayı tercih ettikleri için de kolayca bertaraf edildiler.
    Yemen’de 2011’de başlayan isyan sürecinin en önemli aktörlerinden biri olan Ensarullah Hareketi, Tunus ve Mısır’daki benzerlerinin aksine iktidar ortaklığını değil, sistemin tüm kesimlerin katılımıyla toptan değiştirilmesini savunuyor.”
    Ne diyelim. Mübarek olsun! Tabii bu durumda “6 Şubat kararları”nın karşısında yer alan neredeyse tüm Yemen, (Sadece Yemen Islah Partisi değil, bir ara birlikte hareket ettikleri G.Yemen Hareketi (YSP) dahil, bazı temerrüdcü Ordu kesimleri hariç tüm kesimler.) “karşı devrimci” olmuş oluyordu. Dursunoğlu, bir dizi yazıyla bu hareketi aklayıp pakladı ama mızrak çuvala sığmadı. Kel düştü takke göründü.
    “Stratejik” Aklınız da, “Hikmetli” Siyasetiniz de Yerin Dibine…
    Amerikan istihbaratı 26 Şubat’ta Senato’ya ‘Küresel Tehdit Değerlendirmesi’ raporunu sunmuştu. Raporun İran ve Hizbullah ile ilgili üslubu manidardı. İsrail medyası (Times of İsrail) haberi “Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’in Senato’ya sunduğu raporda İran ve Hizbullah terör tehditleri listesinden çıkarıldı” ifadeleriyle vermişti. İran kanalı Press TV de “İran ve Hizbullah’ın Sünni aşırılıkçılarla mücadele ettiği” tespitini bir öğünç vesilesi olarak öne çıkarıyordu.
    Raporda her ne kadar “Irak ve Suriye’de İran dostane hükümetleri muhafaza etmeye, Şii çıkarlarını korumaya, Sünni aşırılıkçıları yenmeye ve Amerikan etkisini azaltmaya çalışıyor… İslam Cumhuriyeti’nin mezhepçiliği köreltme, duyarlı ortaklar oluşturma ve Suudi Arabistan’la gerilimi düşürme niyetlerine rağmen İranlı liderler -özellikle güvenlik birimlerindekiler- bölge istikrarı için olumsuz tali sonuçları olan politikalar izliyor” şeklinde sapla samanın birbirine karıştığı ifadeler yer alsa da, Nükleer görüşmelerinin de getirdiği “yumuşama” ikliminde, ortak çıkarlar gereği “tolere edilen” bir İran tablosuyla karşı karşıya olduğumuzun resmiydi bu rapor.
    IŞİD ile mücadelede ortaklık; Esed’i jeopolitik arenada tutmada ortaklık; Suriyeli İslamcılara dünyayı dar etmede ortaklık; mezhep savaşını bizatihi yüksek perdeden bir siyaset olarak kullanmada ortaklık; halkların iradelerine ipotek koymada Suud’u aratmayacak partnerliğe oynamada ortaklık ve Ortadoğu’yu kaynayan kazana çevirip, Rusya ve ABD’nin beklentilerini doğru okuyup boşluktan istifade hem Körfez’i, hem Türkiye’yi, Arabı, Kürdü, Çeçeni, Afganı, Türkmeniyle çevrelemede ortaklık! Yani bir nevi Suud’dan rol çalıp adeta “daha efdal bir oyuncu olduğunu ispat” sadedinde çevrilen mafyatik filmlerde yeni jön olmaya adaylık!
    “Büyük İran” konferanslarında yüzde onluk bir kitlenin kuzeyden güneye, doğudan batıya yeni haritasından dem vurup, halkların da kucağını açıp bu “yeni” ideoloji ve kültür havzasıyla buluşmak için can attıklarına atıf yapmak başka ne ile açıklanabilir ki!
    Tam bir akıl tutulmasıyla karşı karşıyayız. Çünkü bu hırs, bu iştah, girdiği her yeri sadece Batılıların istediği tarzda bölmek ve girdaba sürüklemekle kalmıyor, bu sürecin gün gelip bölge halklarının ve kadim yapılarının boyun eğişiyle sonuçlanacağını umuyor. Kendine yakın kesimleri “vekil” tayin ederken; kendisinin de acaba birilerinin çıkarına bir “vekalete” itilip itilmediğini hiç sorgulamıyor. Suud’u yıllarca böyle davranmakla eleştirirken; “şimdi çevrelenmek neymiş görürsünüz” efelenmesinin gün gelip pusuda bekleyen akbabaların (ABD-Batı-Rusya-Çin) pençelerine takılıp kalacağını hesaba yanaşmıyor. Suud’a zaten nefretle bakan halkların, nefret sebebine odaklanıp buradan bir vahdet siyaseti üretmektense, fırsattan istifade bir yıldırım gibi halkların tepesine çakılmayı marifet sayıyor. Tarihten ders almaya da niyeti yok. Saddam’ın Kuveyt’i işgal girişiminde sırtını sıvazlayanların, kendisiyle savaştıranların, bilahare ona nasıl bir akibet biçtiklerini herhalde hatırlamak bile istemiyor. Bir unutma mı, yoksa geriye ket vurma hali midir bilinmez, müntesiplerinin her daim “üst akıl”, “hikmetli siyaset” diye pazarlayageldikleri askeri-siyasi istikametin bir bumeranga, hatta dejavu’ye dönüşebileceğini düşünmek dahi istemiyor. Bu histeri halinin, bu sıtma nöbetinin Ortadoğu halklarının kadim beklentileri ve İslami değerlerin yükselişine olan inançlarıyla ters; onların hayatlarını, hesaba kitaba vurduğu her coğrafyada riske edip, kirleten, makasıdüşşeria’nın tüm ilkelerini çiğneyen ve dünkü cellatlarının taktikleriyle ilerleyen bir “büyük şeytan”a dönüştüğünü göremeyecek kadar basiret, adalet, izandan uzak bir uçuruma kendi halkını da yuvarladığını tefekkür edemiyor. Tüm uyarılar, şeytanların vesveseleri gibi algılanıp, adeta “ben yapmazsam bana yapacaklar” çılgınlığıyla, uyandığında pişman olacağı bir kabusun peşinden gittiğini, girdiği hipnozdan ötürü fehmedemiyor. Ve eğer bu kabustan evin içindekiler tarafından uyandırılmazsa, korkarız ki yaktığı ateşler tüm coğrafyalarımızı sardığında çok geç olacak.
    http://www.haksozhaber.net/suudun-gunah-galerisi-iranin-curumlerini-temizlemez-28948yy.htm

  44. IŞİD, İran ve Emperyalist Kapışma
    Zeynep Güneş
    1 Nisan 2015

    Amerika’nın Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ederek Ortadoğu’da haritaları yeniden çizmek üzere tetiklediği süreç, son iki yıldır daha yüksek bir ivmeyle yol alıyor. Afrika’dan Afganistan’a çok geniş bir alanı kapsayan bu coğrafyada, ABD’nin “Büyük Ortadoğu” projesine her geçen gün biraz daha yaklaşan bir bölünmüşlük yaşanıyor. Irak’ın ve Suriye’nin bir bölümünü içeren bir Sünni devleti, Irak’ın güneyinde bir Şii devleti ve kuzeyde bir Kürt devletini öngören bu harita giderek daha net bir görünüm kazanırken, IŞİD’in burada büyük bir rol üstlendiği görülüyor. Libya’dan Yemen’e, Irak’tan Suriye’ye karşımızda böyle bir tablonun oluşmasını tesadüf olarak yorumlamak mümkün değildir. Sadece son on beş gün içinde Tunus’ta çoğu turist 23 kişiyi, Yemen’de iki Şii camiine gerçekleştirdiği bombalı saldırıyla 142 kişiyi, Rojava’da Newroz’u kutlayan Kürtlere yönelik saldırılarda ise 52 kişiyi katleden IŞİD, halklar açısından tam bir vahşet makinesiyken, emperyalist-kapitalist güçler için son derece kullanışlı bir araca dönüşmüştür.

    Bir zamanlar El Kaide’nin yaptığı gibi irili ufaklı pek çok İslamcı örgütü kendi bünyesine katan IŞİD, Tunus’tan Yemen’e tüm Arap coğrafyasında en güçlü radikal İslamcı örgüt olmaya başladı. Geçtiğimiz günlerde, kullandığı yöntemlerde ve uyguladığı vahşette ortaklaştığı Boko Haram’ı da bünyesine katan bu örgüt, böylece Nijerya, Nijer ve Çad’ı kapsayan çok geniş bir bölgeyi de faaliyet alanına dahil etti. Bunların yanı sıra, Afganistan, Pakistan ve çeşitli Türki cumhuriyetler gibi bizzat Rusya ve Çin’in sınır boylarındaki ülkelerde giderek daha fazla yer tutmaya başladı. Bugünlerdeki en temel işlevi Irak ve Suriye haritalarının yeniden şekillendirilmesi olan IŞİD, ABD öncülüğündeki emperyalist güçler için adeta sihirli bir anahtar görevi görmektedir. Hiç gözünü kırpmadan insanların kafalarını kesen, cesetlerini sokaklarda sallandıran, ele geçirdiği bölgelerde Sünni olmayan halkları katleden, kadınlara tecavüz edip köleleştiren, Suriye ve Irak’ta Kürt halkına saldırıp Kobanê’de taş üstünde taş bırakmayan, Musul’da üç bin yıllık tarihi eserleri barbarca yok eden bu garabet yapı, en vahşi eylemleri gerçekleştirip görüntülerini internette zaman kaybetmeksizin yayınlayarak, adeta “gelin bana saldırın” mesajları veriyor. Her türlü yolla beslenen bu örgütün önü, Musul gibi büyük bir kenti bile iki hafta içinde ele geçirebilecek şekilde açılıyor; mevcut dengeleri bozma işlevini yerine getirdikten sonra ise bu kez, “IŞİD belâsına karşı” emperyalist müdahale planları devreye sokuluyor.

    Nitekim ABD öncülüğünde oluşturulan “IŞİD’e karşı küresel koalisyon”, önümüzdeki haftalarda Irak ve Suriye’ye kara ve hava operasyonları başlatmak üzere hazırlıklarını hızlandırmıştır. Oysa Türkiye’nin de dahil olduğu bu güçlerin IŞİD’in bu hale gelmesinden birinci dereceden sorumlu oldukları tartışmasızdır. Kaddafi’nin devrilmesinin ardından eski Libya ordusunun silahları Suriye’de Esad’a karşı savaşan IŞİD gibi örgütlere akıtılmış, tırlar dolusu silah MİT aracılığıyla bunlara taşınmış, bizzat istihbarat teşkilatları aracılığıyla Avrupa’dan Kanada’ya, Türkiye’den Özbekistan’a pek çok ülkeden kadınlı erkekli binlerce insan IŞİD’e militan olarak devşirilmiştir. Gerek Avrupa’dan gelip Türkiye üzerinden Suriye’ye geçenler gerekse bizzat IŞİD’in kafa kesici kimi elemanları hakkında ortaya saçılan bilgiler, bu süreçte Batılı çeşitli istihbarat örgütlerinin nasıl devrede olduklarını gözler önüne sermektedir. Bütün bunları tertipleyip IŞİD’i yaratan emperyalist güçler şimdi de onu yok etmekten dem vurarak yeni bir saldırı hamlesine girişmişlerdir.

    Bunlar içinde Türkiye belki de en ikiyüzlü olanıdır. “Öfkeli çocuklar” diyerek canilerin sırtını sıvazlayan, kamyon kamyon silah taşıyan, Kobanê’yi haritadan silmeleri için her türlü yardımı yapan TC, şimdi de emperyalist paylaşım sürecinin tümüyle dışında kalmamak için, sözde IŞİD’e karşı mücadele amacıyla “küresel koalisyon” adı verilen emperyalist cepheye dahil olmuştur. Koalisyon güçlerinin operasyonlarına istihbari ve lojistik destek vereceğini fakat asker göndermeyeceğini açıklayan Türkiye, 19 Şubatta imzaladığı anlaşmayla ABD’nin “eğit-donat” projesinin temel yürütücülerinden biri olmayı kabul ederek, üç yıl sürmesi beklenen bu proje kapsamında çeşitli askeri üslerde sözde ılımlı muhalif grupları eğitmeye de başlamıştır.

    ABD ile Türkiye’nin Suriye politikaları arasındaki farklılık dikkate alındığında, “ılımlı İslamcı” grupları biraraya getirip askeri eğitimden geçirme ve bunları IŞİD’e ve Esad’a karşı kullanmayı öngören “eğit-donat” projesini her iki devletin kendi çıkarları ve planları çerçevesinde kullanacağı ortadadır. Bunun yanı sıra Esad’ı devirme planlarının yürürlükte olduğu son dört yıldır, ABD’nin ya da Türkiye’nin ılımlı diye adlandırdığı tüm güçler ya El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra’ya ya da IŞİD’e katılmışlardır. Finanse edilip önleri açılan bu güçler, bugün bizzat Amerika öncülüğündeki koalisyon güçlerinin temin ettiği silahlarla terör estirmektedirler. Bütün bunlar, şimdilerde Türkiye’deki askeri üslerde “eğitilip donatılan” yüzlerce İslamcı militanın ne iş göreceğini de aslında göstermektedir.

    AKP hükümeti iki yıl boyunca, Esad’ı devirmeyi öncelikli hedef olarak koyup, bu hedefe IŞİD ve diğer İslamcı gruplarla işbirliği temelinde ulaşma stratejisini benimsedi. Bu projenin başarıya ulaşmasının imkânsız olduğu ortaya çıkmasına rağmen inadında ısrar eden Erdoğan, bu süreçte ABD ve diğer emperyalist güçleri karşısına alarak tümüyle yalıtık bir pozisyona düştü. Büyük oynayarak Ortadoğu’nun hamiliğine soyunmaya kalkan Erdoğan ve AKP, sonuçta iyot gibi açıkta kaldı. Şimdilerde oyuna bu kez ABD’nin kurallarını kabul eder görünerek yeniden dahil olmaya çalışıp, yeni şekillenmede şu ya da bu ölçüde söz hakkına sahip olma fırsatını tümüyle kaybetmemeye çalışıyor. Elbette Erdoğan öncülüğündeki TC, çapından büyük hesaplarla el altından bildiğini okumaya çalışmaktan tümüyle vazgeçmiş değildir. Bir yandan ABD’nin yeni politikası çerçevesinde hareket eder görünürken öte yandan Batılı emperyalist güçleri Esad’ı öncelikli hedef yapmaya iknaya çalışmaktan geri durmaması da bunun bir ifadesidir. Ne var ki ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin ardından CIA Başkanı Brennan’ın da “hiçbirimiz, ne Rusya, ne ABD, ne koalisyon ne de bölgedeki devletler, Şam’daki hükümetin ve siyasi kurumların çökmesini istemiyoruz” diyerek Esad’ın öncelikli hedef olmadığını vurgulaması, Erdoğan ve AKP’nin boşa düştüğünü tescillemektedir.

    İran’ın ön alma hamleleri

    Alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye, Birinci Dünya Savaşıyla çizilen sınırların bozulup emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda yeniden çizilmeye çalışıldığı, nüfuz alanlarının yeniden paylaşıldığı bu süreçte, pastadan koparabildiği kadar büyük bir payı koparma telaşı içindedir. Fakat bu oyunda büyük emperyalist güçler dışında başka bölge güçleri de bulunuyor ve bunlar da aynı güdüyle hareket ediyorlar. Bu alanda Türk devletinin karşısına dikilen en dişli rakip ise İran. Irak ve Suriye üzerindeki nüfuzunu belirgin bir şekilde arttıran İran, Güney Kürdistan söz konusu olduğunda da Türkiye’nin en büyük rakibi konumunda. Suriye’de Esad rejimine askeri olarak da destek veren ve Yemen’de iktidarı ele geçiren Husilere arka çıkan İran, Irak’ta da IŞİD’e karşı mücadelede ön almış durumda.

    Bağdat’a yaklaşık 100 kilometre uzaklıktaki Tikrit’in IŞİD’den kurtarılması için Mart başından bu yana yürütülen ve yaklaşık 20 bin kişilik bir askeri gücün katıldığı operasyonda, Irak askerlerinin yanı sıra İran’ın Bedir Tugayları ve Heşdi Şabi adı verilen Şii milis gücü de yer alıyor. IŞİD’in 2014 Haziranında Tikrit ve Musul’u ele geçirerek Bağdat’a doğru ilerlediği günlerde, Iraklı Şii dini lider Ali Sistani’nin çağrısıyla oluşturulan Heşdi Şabi milisleri içinde İran’ın büyük bir ağırlığı bulunuyor. Ayrıca Tikrit operasyonunu bizzat İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü komutanı general Kasım Süleymani yönetiyor. Süleymani, İran’ın dış politikasına yön veren önemli isimlerden biri olarak da tanınıyor.

    Tikrit operasyonuna ABD öncülüğündeki emperyalist koalisyon güçleri uzunca bir süre son derece sınırlı bir destek verdi ve bunda İran’ın oynadığı rolün önemli bir etkisi bulunuyordu. Son günlerde ABD, İran’ın kontrolündeki Şii milislerin geri plana çekilmesini dayatarak bu operasyona havadan daha aktif destek vermeye başladı. Irak merkezi yönetiminin onayıyla operasyona katılan İran’ın güç kazanması, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin de, bölgedeki Sünni Arap devletlerinin de, Türkiye ve İsrail’in de işine gelmiyor. Hatta bunlar, bölgedeki nüfuzunu hızla arttıran bir İran’dansa IŞİD’e belli açılardan ve belli noktalarda bir süre daha göz yumma seçeneğini dahi tercih edebileceklerini gösteren bir politika izliyorlar.

    Tikrit’in IŞİD’in elinden kurtarılmasının ardından operasyonun Musul’a doğru ilerlemesi ve burada emperyalist koalisyonun çok daha ağırlıklı olarak devreye girmesi bekleniyor. Musul Irak’ın ikinci büyük kenti ve nüfusunun ağırlıklı bölümünü Sünniler oluşturuyor. Bu nedenle de, Şii milislerin Musul operasyonunda yer almasına hiç de sıcak bakılmıyor. Musul valisinin “Şii milislerden oluşan Heşdi Şabi’nin bu operasyonda yer almasını iyi görmüyoruz. Uzak bölgelerden gelen mezhepçi güçler, operasyon sırasında Musul halkının duygularını incitebilir. Bu yüzden en kısa sürede tüm güçlerimizi silah altına alıp, başka bir gücün bu operasyona katılmasını engellemeye çalışmalıyız” şeklindeki sözleri bu bakışı net bir şekilde özetliyor. Yürüyen operasyonlarda Şii milislerin ağırlıklı bir şekilde yer alması Sünni olan Kürtleri de huzursuz ediyor. Dinsel, mezhepsel ve etnik ayrımların her fırsatta kaşınarak emperyalist savaşın bu temelde kızıştırıldığı söz konusu coğrafyada bu endişeler hiç de haksız değil.

    Son günlerde CIA Şefi Brennan’ın, IŞİD’in geriletilmesinin İran’ın da çıkarına olduğu fakat İran’ı müttefik olarak tanımlayamayacaklarını söylemesi ve Tikrit operasyonuna Kasım Süleymani’nin komuta etmesini eleştirmesiyle, ABD de durumdan rahatsızlığını daha yumuşak bir perdeden dile getirmiştir. Bu yumuşak tonda kuşkusuz ABD ile İran arasında yürümekte olan nükleer pazarlık önemli bir rol oynamaktadır. Ne var ki, kadim müttefikleri Suudi Arabistan ve İsrail’in mevcut durumdan duydukları memnuniyetsizlik ve son olarak Yemen’deki gelişmeler nedeniyle ABD’nin giderek daha net bir duruş sergileyeceği açıktır. Zira Suudi Arabistan-İran gerilimi had safhaya varmıştır ve bu iki bölge gücü arasındaki nüfuz mücadelesi Yemen’de kanlı bir kapışmaya dönüşmüştür. Suudi Arabistan’ın başını çektiği 10 devlet (Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn, Fas, Sudan ve Pakistan) bir askeri koalisyon oluşturarak, Yemen’de İran destekli Husilere kara ve hava birlikleriyle saldırıya geçmiş ve İran burada tek başına kalmıştır. ABD bu harekâta lojistik ve istihbari destek vereceğini fakat askeri birlik göndermeyeceğini açıklayarak şimdilik geri planda durmayı tercih etmektedir.

    İran karşıtı safın gediklilerinden birisi ise Türkiye’dir. AKP medyasından son aylarda “bizim 100 yıldır uzak durduğumuz Osmanlı toprakları İran’ın kontrolüne geçti” diye feryatlar yükselirken, Yemen vesilesiyle Erdoğan da Suudilerin öncülüğündeki koalisyona destek vererek İran’a açıktan yüklenmiştir: “İran bölgeyi kendine domine etmenin gayreti içerisinde. Buna müsaade edilebilir mi? İran’ın yaptığı bizi rahatsız etmiştir. İran’ın bunu görmesi lazım. Irak’a bakın. Bir taraftan DEAŞ’la uğraşılıyor, diğer bir taraftan İran’ın oraya gönderdiği Devrim Muhafızlarıyla. İran’ın Yemen’den, Suriye’den ve Irak’tan artık oralarda hangi güçleri varsa onları çekmesi lazım.”

    Ortadoğu’yu yakıp kavuran emperyalist savaş, İran’ın özellikle Irak’ta, Suudi Arabistan’ın ise Yemen’de açıktan sahne almasıyla, giderek daha kanlı bir rotaya girmektedir. Mısır diktatörü Sisi’nin önerisiyle Arap Birliği zirvesinden çıkan ortak bir Arap ordusu oluşturma kararı da bu gidişatı tescillemektedir. Yaklaşık 40 bin kişiden oluşması ve savaş gemileri ve uçaklarıyla desteklenmesi planlanan bu ordu, kurulduğu takdirde, NATO’dan sonra dünyanın en büyük ikinci birleşik ordusu olacaktır. Yaşanan bütün gelişmeler, bu savaşın tüm bölgenin sınırları emperyalist güç dengeleri doğrultusunda yeniden çizilinceye dek sona ermeyeceğini ve bunun uzun yıllara yayılan bir süreç olacağını göstermektedir. Savaş ateşi harlandıkça, istikrarsızlıktan nemalanan burjuva güçler el ovuştururken, bölge halkları derin acılara boğulmaktadır. Bu gidişat ancak emekçi kitlelerin kaderlerini kendi ellerine alıp egemenlerin karşısına dikilmesiyle bozulabilir. Aksi takdirde Irak’tan Yemen’e, Türkiye’den Filistin’e, emekçilerin kanı oluk oluk akmaya devam edecektir.

    http://marksist.net/zeynep-gunes/isid-iran-ve-emperyalist-kapisma.htm

  45. Yemen’e Müdahale ve Genişleyen Ortadoğu Savaşı
    Utku Kızılok

    Suudi Arabistan’ın başını çektiği, aralarında Mısır ve Körfez ülkelerinin de olduğu savaş koalisyonu, 26 Mart sabahı, Husilerin egemenliğini kırmak amacıyla Yemen’i bombalamaya başladı. O günden bu yana, başta başkent Sana olmak üzere, Husilerin egemen olduğu birçok bölge savaş uçakları tarafından bombardımana tâbi tutuluyor. Emperyalist ve kapitalist haydutların “Kararlılık Fırtınası” adını verdikleri bu askeri operasyon sonucunda birçok yerleşim alanı yıkılırken, şu ana kadar çocukların da içinde olduğu yüzlerce sivil hayatını kaybetti ve yüzlercesi de yaralandı. Bombalanan yerler arasında Husi köyleri ve mülteci kampları da var.
    ABD emperyalizmi doğrudan savaş koalisyonunun içinde yer almasa da, İran’ın bölgedeki nüfuzunun artmasına karşı olduğu için Suudi Arabistan’a destek veriyor. Suudi önderliğindeki kapitalist haydutların baş destekçilerinden biri de İsrail’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, İran ve “terörist” grupların Yemen’den çıkması gerektiğini söyleyerek Türkiye’nin savaşa lojistik destek vereceğini açıkladı.
    Suudi Arabistan liderliğinde bir araya gelen Sünni cephe, İran’ın Şiilik üzerinden tüm bölgeyi kontrol altına almak istediğini, Yemen’de ise Husiler üzerinden bunu yaptığını dile getirerek buna izin vermeyeceklerini söylüyor. Bir taraftan bu açıklamaları yapan ve Yemen’i yakıp yıkma noktasında “Kararlılık Fırtınası” estiren bu haydutlar, diğer taraftan tek dertlerinin Yemen’in bütünlüğü, refahı ve huzuru olduğunu ileri sürüyorlar. Riyakârlığın ancak bu kadarı olur!
    Bilindiği üzere, Şii Husiler ile Cumhurbaşkanı Abdurrabu Mansur Hadi arasında tüm toplum kesimlerini kapsayacak bir hükümet kurulması ve yeni bir anayasa hazırlanması için bir anlaşma yapılmıştı. Lakin özellikle Suudi Arabistan, Husilerin merkezi yönetimde yer tutması ve onun üzerinden de İran’ın Yemen’de etkili olmasını istemediği ve ayrıca geleneksel egemen kesimler güçlerini paylaşmaya yanaşmadıkları için bu anlaşma boşa çıktı. Söz konusu anlaşmanın uygulanmamasıyla, Sana’yı fiilen ellerinde tutan Husiler Cumhurbaşkanlığı Sarayını ele geçirdiler. Hadi ve hükümet, müttefiklerinin de telkiniyle istifa etti. Amaç siyasal bir boşluk ve kriz yaratarak Husileri sıkıştırmaktı. Fakat bir süre egemen güçlerle belirli pazarlıklar yürüten Husiler, özellikle de ordu genelkurmayının desteğini aldıktan sonra tüm iktidarı eline aldılar.
    Bu hamle üzerine Hadi ve eski rejim yanlılarının bir kısmı Yemen’in ikinci merkezi sayılan Aden’e gitti. Husilerin kontrolü ele geçirmesi, Hadi’nin Cumhurbaşkanlığından istifa etmesi ve dolayısıyla geleneksel merkezi yapının çökmesiyle Yemen’de nüfuzunu önemli ölçüde kaybeden Suudi Arabistan ve Batılı emperyalist güçler, Hadi’ye istifa kararını geri çektirdiler. Bu güçlerin desteğiyle Hadi, Yemen’in meşru temsilcisi olarak tanındı ve “terörist” olarak tanımlanan Husilere karşı yeni bir mücadele örgütlemeye girişti. Hadi yanlıları Aden’deki ordu üstlerine saldırı düzenlerken, Husiler, Aden ve çevresini kontrol etmek ve Hadi güçlerini bastırmak üzere harekete geçtiler. Husilerin Aden’e doğru ilerlemesi ve Hadi’nin kaçmasıyla birlikte, Suudi Arabistan liderliğindeki savaş koalisyonu hava bombardımanına başladı.
    Suudi Arabistan, ona destek veren ABD dâhil Batılı emperyalist güçler ve İsrail, Aden ve çevresinin Husilerin kontrolüne geçmesine kesinlikle karşılar. Çünkü Yemen, Arap Yarımadasının güneybatı ucunda, yani Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı bölgede yer almaktadır. Dünya ticaretinin önemli bir kısmı Aden Körfezi yolu kullanılarak yapılmaktadır. Petrol sevkiyatı başta olmak üzere uluslararası deniz ticaretinin kontrol edilmesi bakımından Yemen’in konumu oldukça önemlidir.
    Ancak Suudi Arabistan öncülüğünde sürdürülen bombardımana ve yıkıma rağmen, Husilerin Aden’e girmesi ve çevre kentleri ele geçirmesi engellenebilmiş değil. Suudi Arabistan ve müttefikleri kara harekâtına hazırlanırken, Husiler ise Suudi topraklarına girerek olası bir kara savaşında neler yapabileceklerinin mesajını veriyorlar.
    Husiler, hem ordunun hem de halkın önemli bir kesiminin desteğini almış durumdalar. Bunda, iktidarı tüm toplum kesimleriyle paylaşmaya hazır olduklarını açıklamaları, geleneksel iktidarın merkezi kaynakları daima kendi yandaşlarına aktarmasını öne çıkarmaları, yoksul kitleler için son derece önemli olan petrol fiyatlarının düşük tutulması gibi hususlar etkili olmaktadır. Diğer taraftan özellikle milliyetçi vurgularla vatan savunmasını öne çıkartıyorlar. İran’ın Husiler üzerinde etkili olduğu tartışmasızdır, ancak bu iddia edildiği gibi Husilerin basit bir kukla olduğu anlamına gelmiyor.

    Ortadoğu savaşı genişliyor

    Hiç kuşku yok ki Yemen’de egemen güçler arasındaki iktidar kavgası ve arkasından gelen dış müdahale Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşım savaşının doğrudan bir parçasıdır. Şu hususun altını kalınca çizmek lazım: Emperyalist savaşın kaynağında, dünya ekonomisinin uzun bir dönemdir krizde olması ve emperyalist güçlerin nüfuz ve yatırım alanları üzerinde yürüttükleri hegemonya kavgası yatmaktadır. Dünyadaki tüm siyasal gelişmeleri koşullandıran ve belirleyen şey de işte bu nesnel zemindir.
    Daha önce belirttiğimiz üzere pazar, yatırım ve enerji kaynaklarının yeniden paylaşılması ve emperyalist-kapitalist sistemin hegemonik gücünün yeniden tayin ve tesis edilmesi amacıyla başlatılan savaş, bugün esas itibariyle Ortadoğu’da yoğunlaşmış ve alabildiğine karmaşık bir Ortadoğu savaşına dönüşmüştür. Yürüyen savaş hâlihazırda siyasal dengeleri değiştirirken, Ortadoğu’da tam bir kaos hüküm sürmektedir ve savaşın ne zaman sonuçlanacağı, siyasi dengelerin yeniden nasıl kurulacağı belirsizdir.
    Yemen’i de içine çeken Ortadoğu’daki emperyalist savaş her geçen gün büyümektedir. Herhangi bir ülkedeki iç gerilimler, tüm bölgeyi etkileyen emperyalist paylaşım kavgasından dolayı kendi mecrasından çıkmakta ve gelip büyük savaş sürecinin içine yerleşmektedir. Yemen’deki iç siyasal krizin bir iç savaş ve dış müdahale ile sonuçlanması da bu gerçeği gözler önüne sermektedir.
    Emperyalist-kapitalist paylaşım kavgası, aynı zamanda mezhepsel bir boyut da kazanmış durumda. ABD’nin Irak’ı işgal ederek fitilini ateşlediği Ortadoğu’daki emperyalist-kapitalist savaşta, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeler de bölgesel güçler olarak boy ölçüşüyorlar.
    Saddam’ın devrilmesiyle Irak’ta Şiilerin iktidara gelmesi, tarihin şu cilvesine bakın ki ABD’nin hesaplarının aksine Şii İran’ın önünü açtı. Bugün Pakistan’dan Yemen’e İran, Şii nüfus üzerinden bölgede önemli bir etkiye sahiptir. Özellikle “Arap Baharı” sürecinde, Suudi Arabistan dâhil birçok Arap ülkesinde, Şiiler çeşitli demokratik talepler etrafında gösteriler düzenledi. Bahreyn’de ise gösteriler adeta ayaklanma noktasına vardı. Suudi egemenler, İran’ın Şii nüfus üzerinden etkisini güçlendireceğini hesaplayarak, Bahreyn’e asker göndermekten ve gösterileri kanla bastırmaktan geri durmadılar.
    Müslüman ülkelerin liderliğine oynayan ve Ortadoğu’da Sünni bir eksen yaratmaya çalışan Türkiye’nin Mısır ve Suriye politikalarında başarısız olması ve yalnızlaşması, Suudi Arabistan’ı öne çıkartmıştır. Zaten ezelden beri Şii İran karşısında Sünni eksen politikası uygulayan Suudi Arabistan, Yemen’deki iç siyasal krizi bahane ederek bu politikasına hız vermiştir.
    Suudi Arabistan, İran’ın Şiiliği kullanarak Ortadoğu’da bir imparatorluk kurduğunu iddia edip diğer Sünni ülkeler üzerinde baskı kurmaktadır. Aslında Yemen’e müdahale edilmesinin amacı da mezhepsel çelişkileri kalınlaştırmaktır. 26. Arap Birliği Zirvesinde “Arap ortak askeri güç birliği” kurulması yönünde karar alınması da bu politikanın bir sonucudur. Bu Arap ordusu kurma girişimi, aynı zamanda Ortadoğu’daki emperyalist-kapitalist kapışmanın nereye doğru gittiğinin bir göstergesidir.
    Emperyalist-kapitalist nüfuz savaşı, mezhepsel eksenler üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Hiç kuşku yok ki İran egemenleri, Yemen’de olduğu gibi Şiiliği kullanarak kendilerine nüfuz alanları açmaya çalışmaktadırlar. Ancak İran’ı bu noktada eleştiren diğer emperyalist-kapitalist güçler ve meselâ Suudi Arabistan farklı değildir. Yıllar boyunca Yemen’de iktidarlar üzerinde egemenlik kuran Suudi Arabistan, merkezi iktidara ve aşiretlere paralar akıtarak kendi radikal Vahabi İslam inancını yaymaya çalışmaktan, Şiileri dışlayarak mezhepçiliği kışkırtmaktan imtina etmemiştir. Keza bugün Ortadoğu’da vahşet sahneleri sergileyen, Şiileri katlederek mezhepçiliği kışkırtan IŞİD’in önünün açılmasında Suudi egemenlerin önemli bir rolü vardır. Çünkü IŞİD’in akıl almaz katliam sahneleriyle mezhepçiliği kışkırtması ve toplumun Şii ve Sünni olarak kesin bir biçimde bölünerek karşı karşıya gelmesi, aslında İran karşısında Sünni ekseni güçlendirmeye çalışan Suudi Arabistan’ın işine gelmektedir.
    Geçerken belirtelim ki, Yemen’e yönelik bu operasyonun zamanlaması da bir tesadüf değildir. Suudi Arabistan ve İsrail, İran’la ABD arasında yürüyen nükleer müzakereler açısından kritik öneme sahip bir anlaşmanın hemen öngününde, aslında İran’ın yanı sıra Amerika’ya da mesaj vermek üzere, harekâtı o tarihe denk getirmişlerdir. Böylece Amerika’ya İran’ı fazla alttan almaya kalkışma denmiş ve bu mesaj yerine ulaşmıştır.
    Önümüzdeki dönemde, özellikle Yemen’e karadan müdahale gerçekleşmesi Ortadoğu’daki savaşa yeni boyutlar kazandıracaktır. Suudi Arabistan, Pakistan başta olmak üzere savaş koalisyonu içinde yer alan devletlerin Yemen’de karada savaşması için asker vermesini istemektedir. Bilhassa, Taliban’a karşı savaşan ve gerillaya karşı savaşta deneyimli olan Pakistan ordusunun Yemen’de rol alması amacıyla Navaz Şerif iktidarı üzerinde basınç kurmaktadır. Lakin içeride Taliban ve El-Kaide ile boğuşan ve aynı zamanda önemli bir Şii nüfusa sahip olan Pakistan yönetimi, Suudilerin bu basıncına direnmeye çalışıyor. Diğer taraftan İran, Pakistan’ın Yemen’e asker göndermemesi için baskı yapıyor. Çok açık ki Pakistan’ın Yemen’e asker göndermesi içerideki çelişkileri daha da arttıracaktır. Tam da bundan dolayı Pakistan Meclisi, Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyondan çıkma kararı almış ve Şerif hükümeti de “tarafsız” kalacağını açıklamıştır.
    Yemen krizi, Ortadoğu’daki savaşın karmaşık boyutlarını da gözler önüne sermektedir. Meselâ Türkiye dışarıdaki sıkışmışlığını aşmak amacıyla Suudi Arabistan’a ve dolayısıyla Sünni eksen politikasına destek vermektedir. Böylece ittifak yaptığı Müslüman Kardeşler’i iktidardan indiren ve kolunu kanadını kıran Sisi’nin Mısır’ıyla ve ona destek veren Suudi Arabistan’la aynı safta birleşmiş olmaktadır. Diğer taraftan aynı Türkiye, kanlı bıçaklı olduğu İsrail ile de, Suudi Arabistan öncülüğünde aynı safta buluşmaktadır. Elbette Türkiye’nin Suudi Arabistan öncülüğündeki Sünni eksene destek vermesinin nedeni, aynı zamanda İran’ı dengelemeye dönüktür. Ancak neresinden bakarsak bakalım, şu anki verili durumda AKP öncülüğündeki Türkiye’nin yalnızlığı ortadan kalkmış değil.
    Yemen’e müdahale edilmeden önce şunları yazmıştık: “Egemen güçlerin iktidar kavgası ve giderek keskinleşen çelişkiler, Yemen’i içinden çıkılmaz geniş bir iç savaşa doğru çekmektedir. Kaçınılmaz olarak mezhepsel bir renge de bürünecek böyle bir iç savaş, açlık ve yoksulluğun pençesinde kıvranan emekçilerin canını alıp, Yemen’in korkunç bir yıkıma sürüklenmesine neden olacak. Şurası açık ki Yemen’de derinleşen siyasal buhran, emperyalist-kapitalist boy ölçüşmenin merkezi haline gelmiş Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaştan bağımsız değil.”
    Çok kısa bir süre içinde Yemen’deki iç siyasal kriz daha derinleşmiş ve hemen arkasından Suudi Arabistan öncülüğünde kapitalist saldırganlık devreye girmiştir. Bu müdahale kanlı bir savaştan başka bir sonuç vermeyecek ve Ortadoğu’daki savaş cehennemi giderek daha fazla büyüyecektir.

    http://marksist.net/utku-kizilok/yemene-mudahale-ve-genisleyen-ortadogu-savasi.htm

  46. SARAYLAR CAMİLER VE KARA PARA DÖNEMİ!

    Ak Saray’da yapılan caminin açılışını yapan Erdoğan, “İnşa edilen her cami bu topraklara vurduğumuz bir mühürdü. Her mühür bu coğrafyadaki tapu senetlerimizdir…”Günde beş vakit namaza işte o kubbelerin altında durulur. Camilerimin büyüklüğü iftar kaynağıdır.” dedi. Bunu söyleyen, İŞİD halifesi Al-Bagdadi değil, TC halifesi!!

    Türkiye’de Para Kaçırma Yasası Çıkarıldı!

    Son yıllarda Dünyada ne kadar kirli para varsa, hatta kadın ve uyuşturucudan elde edilen milyarları Türkiye’de aklamayı en büyük ekonomik faaliyet diye yutturan AKP, tek başına iktidar olamayınca kaçakçılığı meşrulaştırma kanunu çıkardı: Mafya babaları, kadın,uyuşturucu ve silah tüccarları artık kara paralarını Türkiye’ye taşıyor! Avrupa’da faaliyet gösteren, göçmen Türkler, sanki Viyana seferine çıkılmış gibi, bütün imkanlarını kullanarak,yaşadıkları devletlerin banka ve diğer kurumlarını resmen soyarak, mümkün olduğu kadar fazla parayı, AKP rejimini ayakta tutmak için Türkiye’ye taşımaya başladılar…!

    Erdoğan’ın saray mahzenleri, yeraltı odaları boşuna inşa edilmedi!

    TÜRKİYE’Yİ “KARA PARA AKLAMA ÜSSÜ” YAPTILAR…

    Son yillarda Türkiye 37 milyar dolarlık altın ithal edip, 24 milyar dolarlık altın ihraç etti. İhracat tutarının büyük kısmını doğrudan İran’a yapılan sözde ihracat oluşturdu. Ayrıca, 2011-2015 döneminde toplam 96 milyar Euro kara para transferi yapıldığı MASAK raporlarına girdi. 

    Türkiye’nin son on bir yılına damgasını vuran “mafyatik”yönetim anlayışı, ülkeyi adeta kara para cenneti haline getirmiş bulunuyor. Kirli işlerde rol alanların, bu işlerde ortaklık ve işbirliği yayanların yargılanmasını engellemek için gidilen hukuka aykırı düzenleme ve uygulamalarla yargının eli kolu bağlansa da bu yönetimin sonu geldiğinde, söz konusu kara sermaye topluca yurt dışına kaçarak ekonomik bir şoku tetikleyebilecektir.
    Erdoğan, Çamlıca Camisi için dünyanın en kuvvetli hoparlör, diğer bütün camilerin imam hortlamalarını bastıracak ses cihazlarının temini için emir verdi! Emir kılıçtan keskin! 800 000 dolarlık ses cihazları ısmarlandı…!

    AKP’yi iktidarda tutmak için getirilen bu 74 milyar doları, ilk etapta başka partilerin millet vekillerini satın alma veya erken seçimleri finanse etmekte kullanmayı hesaplıyorlar. AK Saray manzenleri tam bir güven sağlayamazsa, bu kara para tekrar geri çıkacak!
    İçerde Kara Para ekonomisi ile saltanatlarını sürdürme kararlılığı devam ederken, Ortadoğu’da destekledkleri terör örgütleri, başka toplumların insanlarının kafalarını, kendi mezheplerinden olmadıklarından dolayı kesmeye devam ediyorlar.
    TC’nin her alanda destek verdiği bu vahabi-şeriatçı terör gurupları, ”muhalif” denilerek maskelenmiş ve Türkiye sınırı dahilinde sakalları kesilmiştir, başka değişen bir şey yoktur…

    Bilindiği gibi, Türkiye, Arabistan, Pakistan ve Katar ve benzeri Sunni devletlerinin her türlü destek sağladığı, adlarına muhalif denilen şeriatçı katiller tarafından Suriye’de başta Kürt,Nasturi ve Aleviler olmak üzere İslam dışı topluluklara yönelik İslam Cihadı adına vahşi metotlar uygulanmaktadır…Adlarına ‘muhalif’ denilen bu İslami teşkilatlar, Türkiye’den gelen en modern silahlarla,Ortaçağ’ın en ilkel katliam yöntemlerini kullanıyorlar…
    AKP ve TSK desteğindeki bu Selefiler, İslam’ın ilk yayılma dönemlerinde kullanılan bütün vahşi metotları, piskolojik savaş yöntemlerini yeniden pratikleştirdiler.
    Vahabiler, Selefi Bedeviler Suriye’de kafa keserken, TC rejimi, bu şeriatçı terör militanlarını Türkiye’de eğitip, donatmaya devam ediyor. İşte Suriye’de mezhepçi bir politika izleyerek, bu ülkenin iç savaşa sürüklenmesinde önemli rol oynayan ve Irak’ta da mezhep savaşı çıkarmayı amaçlayan bu aynı kafa yapısıdır..
    Erdoğan başka alternatif bulamayınca dünyanın en adi Seleficilerine sarıldı: Müslüman Kardeşler rejimi gecikince, İŞİD, El-Kaida ve NUSRA başta olmak üzere, Cihatçı terör örgütlerine bel bağlandı. TC cephanelikleri adeta boşaltıldı, bu arada Afyon’da, MİT tarafından mesai dışında cephane çalınırken gerçekleşen kazada bir sürü asker öldü ve bunun üstü de doğal olarak kapatıldı!

     AKP ile Selefi terör örgütü Al-Nusra’nın hayata bakışı aynı. Her ikisi de kuvvetler ayrılığını(demokrasiyi) istemiyor. Her ikisi de dini inançları siyasetlerine alet ediyor, kadınlara türban çarşaf üniformalarını giydiriyor, nüfus patlamaları yoluyla İslamı yaymaya çalışıyorlar. Her ikisi de çoğulculuğa karşı… Her ikiside Suudi-Katar dolarları ile ayakta.

    IŞİD-NUSRA-El-kaida kafasını destekleyenlerin ve aynı ideolojinin malı olanların, yeni paradigmaya özgü yeni değerlere uymadığı açık. 

    Bu anlayışın artık dikiş tutmadığı ve hiçbir ülkeyi yönetemeyeceği Mursi, Libya ve Yemen vs.. örnekleri ile birlikte yeniden anlaşıldı. AKP’nin Türkiye’ye dayatmaya çalıştığı yaşam tarzı ve siyasal anlayışın artık hiçbir karşılığının kalmadığı görülüyor. 

    Ilımlı Müslümanlar silah tüccarı olup çıktılar… AKP Suriye’de savaş kışkırtıcılığını boşuna yapmıyor, 4 senede Türkiye’den Suriye’ye sokulan silah değeri 28 Milyar doları geçti.

    AKP’nin ekonomik büyüme senaryoları, taşıma su ile, dışarıdan getirilen dövizler, Avrupa uyuşturucu – silah- kadın ticaretinden gelen Euro’larla şişirilen, rakamların değiştirilmesi yolu ile manipüle edilen, halkın banka kredileri ve kredi kartı ile borçlandırılması yoluyla pazarın hareketlendirilmesi izlenimi verilen bir “büyüme”dir. Bu oyun ilelebet süremez. En çok güvendikleri inşaat sektörünün içine girdiği kriz, sunni “ekonomik büyüme”nin iflasının ilk işaretleridir.

    Şimdi bu kara para akımı yavaş yavaş durmaya başladı, ekonomiyi düzeltemeyen, işsizliği bitiremeyen, sosyal yaşamı kısıtlayan, özgürlük karşıtı, çoğulculuğu hazmedemeyen AKP’nin gideceği fazla bir yol kalmamıştır. Şimdi; abartılı darbe söylemleriyle yeniden bir mağduriyet edebiyatına sarılarak tabanını tahkim etmeye çalışıyor, ama aynı AKP askeri kesimlerle iç içe, İHD veya benzeri paravan örgütler şemsiyesi altında TIR’larla Suriye’ye silah sokuyor.

    Türkiye’de Osmanlı kafası ile manipüle edilen cahil halk dışında Erdoğan’a güvenecek bir toplum kalmadı.

    Böylesine bir kaos, karşıt tekke, tarikat, hizip ve cemaatlerin başlattığı iç dalaşma, iktidarı ele geçirme operasyonları, bu kez içerden AKP’ye önemli bir darbe vurmaya başladı.

    Büyük saray ve Camilerle, geri kalmış yığınların beyinlerini çelmeye çalışan R. T. Erdoğan’ın kontrol mekanizması tümden sarsılmaya başladı! Polis, savcı ve hakimlere dalaşmalar, futbol sahalarına yapılan müdahaleler, Sanatçı adı altında kara para aklatan Mafya elemanlarından meddet ummalar işin cılkını çıkarttı!

    Gözü petrolde olan AKP’nin Kürt Sorunu hakkında oyalama hamleleri dışında hiç bir somut adım atmadığı, Kürtleri MİT’in oyuncak bir sorunu haline sokmak istediği bir kez daha ispatlandı. MİT ajanlarınca, Hamidiye alayları gibi yönetilmeye çalışılan bazı Kürt gurupları ise, aldatıldıklarını anlayarak, AKP’yi terk ettiler.

    Yeni Osmanlı, doğmadan gelecek krizine girdi. Devet kontrolündeki Sunni tarikat ve hizipler, AKP nin en büyük sponsoru Seleficilik, parayla satın alınan bazı aşiret ve tarikatlar, Müslüman kardeşler ve terörcü şeriatçılar dışında pek taraftar kalmadı. Yeni Osmanlıcılık bir ütopya olarak kalmaya mahküm edildi.

    1980’li yıllardan beri yükselen, Türkiye’yi Osmanlı’nın devamı anlamında islami temelde yeniden kurmak fikri, “İslami Dünyayı birleştirip önderi olmak” veya benzeri tonlarda, Turgut Özal döneminden beri yükselen yayılmacı, eski Osmanlı ruhundan hareketlenen bu türden yağma ve talan hareketleri sert kayalara çarpıp duruyor. Zaman çok değişti, sakallı Türbanlı çetelerle bir yere varmak mümkün değil artık…
    Asıl Çeteler Susurluk veya Lice’de değil, devletin meclisi denilen BMM’inde, Genelkurmay karargahı, İstihbarat ve Emniyet müdürlüklerinde üslenmişlerdir.

    Politik devlet çetelerinin keyfi uygulamalarla geri dönüşsüz zararlar verdiği İstanbul, eşkiya çetelerinin çöplüğü haline getirilmiştir. Her yer Arap yayılmacılığını simgeleyen Camilerle dolmuş, din adına Arapça bağırıp çağrışan imamların gürültüsü sakin yaşamayı imkansız hale getirmiştir…Kuru gürültüyle gaza gelen din tüccarı İmamlar, kendilerine sağlanan olağanüstü imkanlarla devlet içinde devlet haline gelerek en büyük çete halini almışlardır.

    Evinin penceresinden bakan insanlara, İslam reklamı yapan yüksek cami minareleri ve Ağaoğlu gökdelenlerinin beton yığınlarıyla, güzelim Mavi denize bakan ufuklar karartılmıştır…, büyük beton yığınlarının gölgeleri ile cehenneme çevrilen şehirler birer uygarlık mezarları heline çevrilmişlerdir.

    CHP, AKP hırsızlarının peşine takıldı!
    CHP ve diğer partiler artık AKP ile aynı gemideler ve kara para onların da iştahını kabartacak, muhalafet adı altında, AK saray’da muhtşem odalarını seçeceklerdir.
    Cami minaresi ve yüksek Ağaoğlu gökdelenleri dışında hiç bir sanat değeri olmayan yapılarla betonlaşan şehirleri üs edinen kara paracı AKP, sahte muhalafet desteğinde devletin bütün organlarını kullanarak, Osmanlı tipi keyfi bir yönetimle kitleleri baskı altında tutmaya devam edecektir… 

    Sevgi ve Saygılarla

    Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey

    ———————————————————————-
    Esin Duran,
    Selda Suner,
    N. Gök,
    Ferdi koçkar
    Yeliz seren
    Vedat Konak
    S. Aktaş
    Pelin Moda,
    Bedri Engin,
    Nazmi Dogan,
    Sevda Suner
    R. Adalı
    Sezer Aşkın,
    H. Datvan,
    Salih Demir,
    FERDİ KADER
    Erhan Vural
    Necmi Derinsu
    Ahmet Kaymaz
    Aslan IŞIK
    Nizamettin Duran
    A. Demir
    hasan kayısoğlu
    Melahat Baykara,
    ismail çekmez.
    Aydin Nizam
    Uğur Demir
    Ismail B. Cenk,
    Tekin Balkic
    Selma Altuntaş,
    Murat Koç
    Filiz Serin,
    Nedim Serin,
    Vedat Koçak,
    Salih Birdal,
    Erdal Cömert
    Ismail Bulak
    Ahmet Meriç
    Mustafa Gur,
    Hasan Zafer
    Bahar Ünsal
    Osman B.
    Ayse bahar
    Metin Maslak
    H. Maslak
    Dilek Solak
    zeynep içkaya
    Sevda maslak
    Sercan Gezmiş
    Aynur Balkaya
    İpek Doğan
    Nazım Doğan
    Murat Doğan
    esin erkan
    Beyhan erdem
    n. erdem
    İsmail Deniz
    Ayten BARAK
    Ugur Birdal
    Ahmet Tan
    İsmet Yelkenci
    Yıldırım Kongar
    Selma Kongar
    Birol Aytekin
    Hatice Gül
    Ibrahim Erkin
    Kemal erdem
    Rıza Akdemir
    Mehmet Coskun
    Hüseyin demir
    fethi killi
    Yeliz Ender
    Mustafa Ender
    Ugur Basak
    Kemal Dektaş
    Ayten Ilkdal
    Nuri Aktanır
    Metin Koc
    Sevgi Ender
    Burhan Kulakçı
    Oğuz Duran
    Burcu Kanter
    Aysel kanter
    Erol kanter
    Layla SOLGUN
    M. Oktay
    Kemal Aktas
    Yelda tekinoglu
    Orkun Keskin
    T. Vural
    Oğuz şen
    Nur Şen
    Ismail çaykara
    Burhan Orkal
    D. Kahan
    Seher Yıldız
    Esra akkaya
    Mehmet Uzan
    Yeliz IŞIK
    Murat Bakır
    O. Dem
    Salih Aktaş
    Seyhan İlknur
    Osman Çekiç
    esma yıldız
    Murat Çetindal
    Ali OkyarMusa Tekin
    Aslı Birdal
    Nazmi Doğan
    İnci Gür
    L. Okar
    Mustafa Karkaya
    Omer Aytac
    Mürsel Bozkır
    Zeynep Şengül
    Gülcan Iğsız
    Murat Nidar
    şemsi Kaya
    Ayten Ekşi,
    Eda leman
    nermin ışıl
    D. Polat
    Kadir Erdem
    Serdar OKTAY
    Mehmet Özdemir
    Mustafa Erkan
    Nuri AKTAS
    Emine AKTAS
    O. Kadir Ergun
    Metin Kurca
    Sedat Isiklar
    Filiz Bag
    Kadir Baskale
    Sevim Varlik
    Hasan Mesut Akkaya
    Necmi Guler
    Erhan Isguz
    Meral Okur
    Bilge Okyaz.
    Kemal Koç
    L. Mirakoğlu
    Oktay Kızılcık
    Mehmet Yavuzgil
    Erdal Polat
    Hüsnü oktay
    k. Sankay
    Ahmet tekin.
    Semra Kaya
    Mustafa Çiçek
    Kayhan Göçkaya
    Erdal Solgun
    Mehmet Solgun
    Esra Solgun
    N. Altik
    Oguz Karakış
    Leyla Mert
    Işık mert
    D. Öksüz
    Erdem Yılmaz
    Ayse Eltan
    S. Guner
    M. Deniz Ok
    Mehmet İnce
    Huseyin Cinar
    Meltem Cinar
    Berk Cinar
    L. Demirkaya
    Huseyin Çilek
    Ayten Irmak 
    D. Okdere
    Ali Uskan
    İrem Haloğlu
    Berdan Temiz.
    H. Baskale
    Murat Gülay
    Esra Gülay
    Mustafa Akyol
    A. jale Kol
    M. Kol
    Tamer Oktay
    Aslan Burukoglu
    I. Demir 
    Nurettin Akdal
    Uzan Kara
    ismail Igdır
    Ali Serin, Gül Akın, esra Serin
    Nuri Şen
    Hasan.Y. Balci
    Mehmet Yucel
    İsmet C. Koray
    salih Söğütlü
    Nuri Akçay, Gül Akçay, Esra Akçay
    Ali Dem. Sarahoğlu
    Ayten Karaman, Mehmet Azal
    L. Uzan, Harun Tabaklı
     Ertekin Sancak, mehmet değerli.
    Kemal Güler, Zeynep Güler
    B. Urak. 
    Ismail Duygu, Erdem Duygu
    Hasan Incedemir.
    N. kayıkçı.
    Bayram Akçak
    İsmail Dilpek.
    Kemal Uzunyayla
    Zeynep Olgun
    Mehmet Gülçiçek. Seher Gülçiçek