Fikret Başkaya-Gün Zileli söyleşisi:“Kapitalizmden Kopmadan Sorunları Çözmek Mümkün değil”; “Ortak Muhalefet Cephesi oluşturmak Şart”

Fikret Başkaya-Gün Zileli söyleşisi:“Kapitalizmden Kopmadan Sorunları Çözmek Mümkün değil” PDF Yazdır E-posta 

 

E-posta

Pazar, 28 Aralık 2014 19:24
Fikret Başkaya-Gün Zileli söyleşisi

 

“Din Soslu, Faşizm/Bonapartizm karması AKP Rejimine Karşı Ortak Muhalefet Cephesi Oluşturmak Şart”

 

Özgür Üniversite Sitesi’nden alınmıştır.

fikret_gun

 

 

Fikret Başkaya: İstersen genel bir çerçeveden başlayalım. Bugün geçerli olan paradigma az-çok eş zamanlı olarak, XVIII. Yüzyılın son iki on yılında tarih sahnesine çıkan iki devrimin enterseksiyonunda oluştu. Bunlardan birincisi, İngiliz sanayi devrimiydi. Sanayi devriminin başlangıcı için kesin bir tarih vermek zor olsa da, belki James Watt’ın buhar makinasının telif hakkını resmen aldığı tarih olan 1784 yılı alınabilir; Ve ikincisi de, 1789 Büyük Fransız Devrimiydi. Bunlardan birincisi ondan sonraki ekonomik rotayı, ikincisi de politik yönetim tarzını belirledi. Ve yaklaşık 250 yıldan az bir zamanda bu paradigma artık iflas etmiş bulunuyor. Zira, sistem çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamaz durumda. Üstelik sadece sosyal kötülükleri büyütmekle, azdırmakla da kalmıyor, ekolojik dengeleri de sarsıyor ve toplum-doğa metabolizmasında bir kırılma yaratıyor. Velhasıl tam bir sürdürülemezlik durumu söz konusu…

Dario Bötancourt ve Maria Garcia: “Kapitalizm yasal mafya, mafya ise yasa dışı kapitalizmdir” demişlerdi. Dünya’nın bugünkü ahvâl-i umumiyesi ortadayken, bu tespit gerçekten doğrulanmış gibi görünüyor. Mafyalaşmış-çeteleşmiş, her türlü ilişkinin meta ilişkisine indirgendiği bir dünyada  yaşadığımızı söylemek artık bir abartma sayılmaz… Her şey hızlı bir çürüme halinde, araç- amaç ilişkisi ters-yüz olmuş, değer ölçüsü ve nirengi noktası yok olmuş durumda… Velhasıl hızlı bir dibe vuruş durumu söz konusu. Tabii bu hem bir dizi olanaklar demeye geldiği gibi, birçok büyük riski de içeriyor… Başka türlü söylersek insanlık ve uygarlık kritik bir eşiğe gelip dayanmış durumda… Bu konuda neler söylemek istersin?

Gün Zileli:

Kapitalizm öldürür. Kapitalizm öldürmeden önce çürütür. İşin kötü tarafı, çürüyen, kapitalizmin kendisiyle birlikte toplumdur, insanlardır, insanlar arasındaki ilişkilerdir. Kapitalizmin çürüyüp çökmesinden elbette şikâyetçi değiliz ama çürüme genel bir hal almış durumda. Ve her tarafı çürüyen cesedin kokusu kaplıyor. Gazete okuduğunuzda, televizyon seyrettiğinizde bu kokuyu daha kuvvetli duyuyorsunuz. Entelektüel dünyaya yöneldiğinizde çürümenin oraya da sirayet ettiğini görüyorsunuz. Bu alemde de paranın ve piyasanın çürütücü etkileri ayan beyan ortada. Piyasanın “görünmez eli” gerçek entelektüel çalışmaları devre dışı bırakıyor, onun yerine her alanda “soup opera” yazımları ön plana çıkarıyor. Sinemada, tiyatroda, bütün sanat kollarında aynı durumu görüyoruz.

Oldukça karamsar bir tablo ama ne yazık ki gerçek bu? Bu durumda sanırım toplumların çürümeye karşı güçlerinin bir şeyler yapması, bir toplumsal muhalefet gücü olarak dünya çapında bir dayanışmaya girmesi gerekiyor. ABD’de polisin sokak cinayetlerine karşı direnişlerin süreklilik arz etmesi umut verici. Bu direnişler de gösteriyor ki, baskı olan yerde insanların direnişi de söz konusu. Benim de sana sormak istediğim nokta şu: İnsan bu kritik eşikte nasıl bir yol izlemeli? Yani şu malum soru: Ne yapmalı?

 

FB: Elbette bu ölçüde bir saldırının muhatabı olan geniş kitlelerin, özellikle de saldırıdan en çok etkilenenyeryüzünün lânetlilerinin sessiz ve tepkisiz kalması eşyanın tabiatına aykırıdır. Nitekim, dünyanın her yerinde insanlar ayakta. Lâkin, tepkiler şeylerin seyrini ve gerçeğini etkileyebilecek yüksekliğe de bir türlü çıkamıyor. İşte senin sorunla ilgili can alıcı nokta bu… Her yerde insanlar ayakta ama protestolar, itirazlar, isyanlar… bölük pörçük ve hepsini kapsayacak ortak bir paradigma ve perspektif eksikliği var. İkincisi, birçok karşı hareket kültüralizm batağına hapsolmuş durumda. Rejimle pazarlık yaparak bir şeyler kazanmayı mümkün ve yeterli görüyorlar. Aslında bu, yerel ve küresel oligarşilerin tuzağına kısılmaktan başka bir şey değil. Mesela, Güney Afrika’da kültüralist bir rotaya savrulan ANC’nin durumu ne demek istediğime iyi bir örnek… Biz ezilenler, biz sömürülenler demekle, biz siyahlar, biz Aleviler, biz Kürtler, biz çevreciler, feministler, insan hakları savunucuları, vb. demek arasında devasa bir fark var. Zira birinci durumda sistem hedef alınmış oluyor, yani sistemi-rejimi aşma perspektifi var; ama ikincide kısmî kazanımlar için rejimle pazarlıklar söz konusu… Tabii bu, kısmî mücadeleler yapılmasın demek değil ama, mücadele o düzeyde kaldıkça, kalıcı ve anlamlı bir şey kazanmak, şeylerin seyri üzerinde etkili olmak mümkün değil. Bir de zaten egemenler cephesi tarafından araçlaştırılmış STK denilenler var ki, onlar karşı tarafın, gericiliğin  hizmetinde ve kafa karıştırma, yanılsama yaratma konusunda da oldukça başarılılar… Bence hepsinden önemlisi, ütopya zaafı. Zira, insanları harekete geçiren teorik bilgi değil ütopyadır. Bu da vakitlice “yaratıcı ütopyanın” oluşturulmasını, formülasyonunu, ve insanlar tarafından da içselleştirilmesini gerektiriyor.

İyi de ütopya zaafı  nereden kaynaklanıyor denirse, sanıyorum şunları söyleyebiliriz: Geride kalan yaklaşık yüz elli, iki yüz yıllık dönemde, kapitalizme, kolonyalizme ve emperyalizme karşı yürütülen hareketlerin, başka türlü söylersek, kapitalizmi aşmayı “yeni ve farklı bir şey yapmayı” amaçlayan mücadelelerinin başarısızlığa uğraması, yeni bir paradigma, perspektif ve “yaratıcı ütopya” oluşturmayı zorlaştırıyor. Mesela kolonyalizme karşı yürütülen mücadelelerin sonuçları son derecede güdük kaldı. Aynı şekilde kapitalizmi aşma, “yeni bir şey yapma”, sosyalizmi, dahası komünizmi kurma hedefi olan mücadeleler de iflasla sonuçlandı. Tabii bu çok şey söylemeyi gerektiriyor  ama insanların rejim muhalifi hareketlere fazla yüz vermemesi, uzak durmasının bence önemli bir nedeni daha var ki, nedense pek sorun edilmiyor. Bir ideoloji veya bir teori kitleleri harekete geçiriyor, zamanla ve hareket yükselip, etkinliği ve görünürlüğü büyüyünce bir hareket eliti oluşuyor. Mücadele başarıya ulaştığında o elit iktidarı ele geçiriyor ve kendini başlangıçtaki ideolojinin veya teorinin tecellisi – timsali olarak görüyor ve/veya öyle takdim ediyor. Sonuç itibariyle, elit devleti ele geçiriyor ve devlet oluyor, devlet de teoriyi-ideolojiyi ele geçirip kendine benzetiyor… Netice itibariyle de başa dönmek gibi bir durum ortaya çıkıyor… Julien Benda, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında, “Aydınların İhaneti” (La Trahison des Clercs” başlığını taşıyan bir kitap yazmıştı. Galiba XXI’inci yüzyılın ilk yarısında da: “ ‘Devrimci’ Elitlerin İhanneti” başlığını taşıyan bir kitap yazmak gerekecek! Malûm, devlet iki şey demektir: güvenlik-asayiş ve ekonomi yönetimi… Bu söylediğim, ister sınıf temelli işçi mücadeleleri olsun, isterse kolonyalist egemenlikten kurtulmak olsun ve isterse başka bir şey olsun… hepsi için geçerli. Öyle sanıyorum ki, bundan sonra bir şeyler başarmanın koşulu, bu tür sorunları tartışabilme yeteneğimize bağlı gibi görünüyor…

GZ: Evet, kültüralizm diye adlandırdığın bu sorun önemli. Bu, 1980 sonrası neo-liberal dalganın getirip önümüze koyduğu bir sorun. Herkes kendi kimlik sorunuyla uğraşsın gibi bir şey. 1980 öncesinin tam zıddı. Yani sarkaç bir uçtan öbür uca gitmiş görünüyor. 1980 öncesinde de sömürüden ve “sınıf mücadelesinden” başka bir şeyden söz edilmezdi. Kısmi sorunlar ya da kültürel sorunlar gündeme geldiğinde hemen şu kart gösterilirdi: Sömürü düzeninin toptan yıkılması. O zaman akan sular dururdu. Kadın sorunu mu? Sınıf mücadelesi ve devrim bunu zaten halledecekti. Kadın sorunu devrime tabi kılınmalıydı. Milliyetler meselesi mi? Onu da devrim halledecekti. Diğer her şey de öyle. O zaman bu konulara ilgi azalıyordu ya da bunlara önem vermek isteyenler kendilerini düzen içi bir talebin takipçisi suçlamasıyla karşı karşıya buluyorlardı. Üstelik devrim denilen de ne? Bir partinin iktidarı ele geçirmesi. İşte bu noktada da senin elitizm diye çok güzel özetlediğin durum devreye giriyordu. Devrim adına “öncülüğü” yüklenenler eğer başarırlarsa devleti ele geçiriyor ama aslında devlet kendi yeni elitlerini ele geçirmiş oluyordu.

Bu sarkaçtan kurtulmanın bir yolu olmalı. Geçmişin modası olan devlet devrimciliği (elitizm) de yanlış, günümüzün modası olan kültüralizm de. Kapitalizmi aşmak isteyen insanlığın hem bütünsel devrimci perspektife, hem de bu perspektifle bağdaşma içinde olan, toplumların parçalı kesimlerinin ve sorunlarının çözümü perspektifine. Bugün yapılamayan da bu bence. Böyle bir bakış açısına sahip, yönetici-taban ayrımını reddeden, tüm katılımcıların en aktif katkısını ve dayanışmasını sağlayan bir örgütlenmeye, bir örgüte ihtiyaç var gibi geliyor bana. Ne dersin? Eğer sorunun önemli bir parçası buysa o zaman da ister istemez “nasıl?” sorusunu sormamız gerekiyor galiba.

FB: Alışık olduğumuz şey iflas edince, işe yaramaz hale gelince, işe yaraması muhtemel olanı oluşturma konusunda insanlar bir süre isteksiz oluyorlar sanki. Geride kalan dönemin örgüt modelleri genel bir çerçevede ve esas itibariyle “burjuva” örgüt modelleriydi. Bu sorunu seninle daha önce defaaten tartıştık, gündeme getirmeye çalıştık. O zaman, bürokratikleşme riskinin bertaraf edildiği,  devrimci elitler tarafından gasp edilmeyen bir tarz oluşturmak gerekiyor ama bunu söylemek yapmaktan daha kolay… Hem örgüt olacak, hem etkin olacak, amaca uygun bir işleyişe sahip olacak ve hem de kitleye yabancılaşmayacak! İşte bütün mesele bu. Bence, “yaratıcı ütopya” ne kadar çekici ve insanları ne kadar çok cezbederse, bu kitle katılımının ve katılımın sürekliliğinin güvencesi olabilir. Alınan tüm kararlara herkesin dahil olduğu bir işleyiş asla imkânsız değil. Bunun için de “alışkanlıklardan” kurtularak, geçerli geleneksel/burjuva örgüt modelini ret ederek  yola koyulmak gerekecek. Peki bu hangi durumda gerçekleşebilir? Her bir bireyin gerçek bir yurttaş tavrı ortaya koyduğunda, herkesin kendini her şeye ehil olarak gördüğünde… İşte işin püf noktası burada. Bugünün “sayın seyirci” tipiyle böyle bir şey tabii ki, mümkün olmaz. İnsanlar politikayı kaşarlanmış profesyonel politikacıların işi, onların korunmuş alanı olarak görüyor… Durum “ben sol politika yapıyorum” denince değişmiyor tabii… Her bir yurttaşın aktif özne durumuna gelmediği yerde, sen istediğin kadar etkinliği artıracak model önerisi yap! Bir işe yarama şansı yok… Tabii en azındın neyin neden yürümediğini bilmek de o kadar önemsiz değil ama yeterli de değil, sonuç itibariyle… İnsanlar ayağa kalktıklarında “yeni ve etkili” şeyler keşfetme imkânı da artıyor ama bu bir “kültür devriminin” gerçekleşmesinin güvencesi değil. Buradan Türkiye’deki genel duruma geçersek, neler söyleyeceksin?

G.Z: Ben de aynı şeyi sana sormaya hazırlanıyordum, sen benden önce davrandın. Peki ben bir şeyler söyleyeyim ama esas seni dinlemek isterim bu konuda. Ekonomik alana ilişkin benim söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Sanırım bu konuda da bayır aşağı gidiyorlar ama esas toplumsal ve siyasal planda olanlara bakınca artık “bayır aşağı” deyimi de yeterli olmuyor. Sanırım “uçurumdan aşağı” demek daha doğru. Kendi iç çatışmaları nedeniyle ideolojik hâkimiyet balatalarını artık tamamen işe yaramaz hale getirdiler. Artık “hukuk devleti”, “adalet”, “yargı”, “şeffaflık”, “kuvvetler ayrılığı” gibi, burjuva devlet sisteminin ideolojik “beyazlatıcıları” işe yaramaz halde. İnsanlar olan biteni gördükten sonra bu sözleri duyduklarında gülümsemesinler de ne yapsınlar? Eskiden işkence vardı. Bugün de tamamen ortadan kalkmamakla birlikte işkencenin yerini sahte delil üreticiliği aldı. Adamın evine bir bomba koyarsınız ya da bilgisayarına bir şey yüklersiniz, al sana delil. Ondan sonra uğraş ki, bunların benimle ilgisi yok diye de, dışarı çık. En az beş yılını alır bu. Daha da korkuncu, bu “1984” rejimini George Orwell adına kutsayan yazarların ortalıkta cirit atabilmesidir. Ben şimdilik bu kadarını söylemiş olayım. Esas sen ne diyorsun Türkiye’de olup bitenlere?

FB: Aslında rejimin tüm cephelerde tökezlediğini söylemek mümkün. Resmi söylemle realite arasında bariz bir uyumsuzluk var. Gerçek durum, medyanın, akademinin, “konunun uzmanlarının”… tevatür ettiğinden çok farklı. Bir ülke iç ve dış sömürüye ne kadar açıksa, o ölçüde emperyalist Batı’nın takdirini kazanır ve başarı öyküleri uydurulur. Artık başarı öyküsü uydurmak zorlaşmakta. Geride kalan 12 yılda AKP’nin “başarısı” olarak sunulanın gerisinde iki şey vardı: Birincisi, Türkiye 2001’de derin bir krize girmişti. IMF destekli bir programla kriz atlatıldı. (Tabii ne pahasına atlatıldığından hiç söz edilmedi!) Araç rayına oturtuldu. Derin bir dibe vurmadan sonra yükseliş işin doğası gereğidir. Dolayısıyla AKP kurulmuş, bakımı yapılmış bir aracın direksiyonuna oturtuldu; İkincisi, dış kredi bulmanın, borçlanmanın çok kolay olduğu bir döneme rastlamıştı AKP’nin kuruluşu ve iktidar oluşu. Dışardan sağlanan paraları inşaata yatırdılar, bir de devlete ait olan (aslında kamunun, halkın olması gereken) işletmeleri özelleştirme adı altında sermayeye peşkeş çektiler. Netice itibariyle ekonominin iç eklemlenmesini ve performansını iyileştirecek hiçbir şey yapmadılar ama bozacak çok şey yaptılar… Bütçeyi ve hazineyi yağmaladılar. Siyasi partinin misyonu ve varlık nedeni de zaten bütçeyi ve hazineyi yağlamamak ve yağmalatmaktır… Artık eskisi kadar borçlanmak zor ve satılacak bir şey de kalmadı. Tarımı da dışa açılma saçmalığıyla iflasa sürüklediler. Dolayısıyla genel tablo hızla grileşmekte. İşsizlik tam bir felaket halini almış durumda ve o alanda bir iyileşme ihtimali yok. Gelir dağılımı da skandal kelimesiyle ifade edilebilecek bir dengesizlik tablosu arz ediyor. Nüfusun %’1’i, ülke servetinin (zenginliğinin) % 54,3’üne el koyuyor, sonra da kişi başına işte ne bileyim, 10 bin dolar düştüğünü söylüyorlar… Şahsen, “kişi başına düşmeyen gelir” demeyi tercih ediyorum! Sadece bu durum rejimin meşruiyetini tartışmayı gerektirirdi. Çünkü bu bir skandal, yani utanılacak bir durum. Tabii iktisat profesörü bizimle aynı fikirde değildir. Öğrendiği ve öğrettiği iktisat “bilimine” göre, sermaye sahiplerinin, mülk sahibi sınıfın servetindeki her artış “herkes için mutlaka gereklidir ve iyidir!”… İşsizlik, yoksulluk da işçinin, emekçinin, mülksüzleştirilmiş, yaşam için gerekli asgari araçlardan mahrum edilmiş geniş toplum kesimlerini ilgilendirir… O duruma düşmüşlerdir, zira kafalarını kullanamamışlardır… rasyonel davranmayı becerememişlerdir… Bu işte sistemin bir kusuru yoktur yani…

Aslında tuhaf bir durum ortaya çıkmış görünüyor: Bir taraftan insanları işsiz, aç ve çaresiz bırakıyorlar, öte yandan da yoksullardan alınan vergilerin (Zaten zenginler vergi vermez, tam tersine vergileri yağmalarlar, onların vergi vermesi bir muhasebe oyunudur sadece, zira vergi vermek demek tüketimden kısmaktır. Siz hiç tüketimini kısan bir zengine rastladınız mı? ) oluşturduğu bütçeden sadaka olarak cüzi miktarı yoksullara veriyorlar ama sanki kendi keselerinden veriyormuş izlenimini de yaratarak… Yardım almak için yoksul kâğıdı gerekiyor, yoksul kâğıdı da iktidar tarikiyle veriliyor. Ve tabii oy karşılığında veriliyor. Oy vermeyen kâğıttan olma riskini göze almalıdır ve çaresiz bir insan için hiç de kolay bir şey değildir… Velhasıl, AKP, yoksulları rehin almış durumda… Tabii belirli bir eşik aşıldığında artık bu durumu sürdürmek mümkün olmaz ve o sınıra yaklaşılmakta olduğunu söyleyebiliriz. Lâkin içinden çıkılamaz olan sadece sosyal mahiyetteki sorunlar, kötülükler değil. Ekolojik yıkım da pupa- yelken yol almaya devam ediyor. Giderek çok tehlikeli bir sınıra hızla yaklaşılıyor… Nerdeyse, “imara açılmayan”, satılmayan, bir karış toprak kalmamış gibi… Böyle bir genel sürdürülemezlik tablosu söz konusuyken, rejimin her geçen gün faşizm sathi mailinde hızla yol alması şaşırtıcı değil. Zira başka türlü yönetemiyorlar, yönetemezler… Tabii faşizme koşar adım ilerlerken, “demokratikleşmeden”, “hukuk devletinden”, “hukukun üstünlüğünden” ne kadar söz edilse yeridir…

GZ: Şu “büyüme” aldatmacasına da biraz değinmek gerekiyor galiba. Büyüyen nedir?

FB: Aslında büyüme, sermayenin büyümesi, kârın büyümesi, sömürü, yağma ve talanın büyümesidir. Böylece mülk sahibi sınıfların (kapitalist sınıfın) topluma ait ne varsa, ele geçirmesi mümkün oluyor. Kapitalizm koşullarında, özellikle de şimdiki neoliberal küreselleşme çağında, “ekonomik büyüme” denilen tam bir yıkıma dönüşüyor. Malûm, kapitalist üretim söz konusu olduğunda, insana, topluma, doğaya zarar vermeden ilerlemek mümkün değildir. Zira üretim, insan ihtiyaçları karşılansın diye yapılmıyor, üretimin birinci ve yegâne amacı kâr etmek, kârı büyütmektir. Elde edilen kârın da yeniden yatırılması, sermayeye dönüştürme zorunluluğu var ki, netice itibariyle üretmek, sermaye üretmek şeklinde tezahür ediyor. Her ileri aşamada da zenginlik sınırlı ellerde toplanıyor ve bu bir başarı olarak sunuluyor… Tam bir kepazelik… Bir fikir vermek için, 85 kişinin serveti, 3,5 milyar insanın gelirine eşit… Böyle bir dünyada, barıştan, özgürlükten, insanlıktan, refahtan bahsetmenin bir kıymet-i harbiyesi olur mu? İşte bu durum, onca öğünülen ekonomik büyümenin sonucu. Elbette büyüme gerekiyor, ihtiyaçların karşılanması gerekiyor ama, tam bir kadavra medeniyeti olan kapitalizm dahilinde büyüme insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Canlı yaşam tehdit altında ve vakitlice harekete geçilmezse, kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir… Şahsen kapitalist büyümeye “modern çağın afyonu” diyorum. Kavramın jenerik anlamında komümü ihya etmeden insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak. Herkesin olanı herkese iade etmek, yanlışı düzeltmek neden mümkün olmasın.Aslında kapitalizm bir sapmaydı ama insanlığın yegâne vazgeçilmez ufku ve alternatifsiz olduğunu söylemeye devam ediyorlar ve buna inanan ahmakların sayısı da az değil…

G Z: “AKP, yoksulları rehin almış durumda…”sözün bana çok ilginç geldi. Bunu biraz daha açar mısın? Bu rehin almanın mekanizmalarını. Bir yandan da HES’lere karşı bir köylü direnişi var. Hem de AKP’ye en çok oy çıkan yerlerde. Demek ki, bu rehin alma denen şey o kadar da sağlam değil. Bir yerlerden yarılması mümkün. Yüzde 10 barajlı bir seçim sisteminde oy yoluyla bu pek mümkün görünmüyor. Önümüzde yeni bir seçim var ve muktedirler parlamentoda Anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde etme hesapları peşindeler. Hatta bunu Kürt mücadelesini yanlarına alarak yapmayı planladıkları da ortada.   

FB: Aslında rejim tüm veçheleri itibariyle batağa saplanmış durumda. İktidar partisi olan AKP,  kendini kurtarmanın peşinde ve bu amaçla yapamayacağı, göze alamayacağı bir şey yok. Hârika trajedi yazarı Sophocles,  Antigone adlı ünlü oyununda: “ İnsan, iyiyle kötüyü birbirine karıştırdığında, Tanrılar ruhunu öylesine feci bir felâkete sürüklerler ki, artık felâketin farkına varmak için çok az zamanı kalmıştır” diyordu.  Senin de söylediğin gibi AKP, kendini kurtarmak için Kürt muhalefetini de yanına çekmek istiyor. Din soslu bir dikta rejimini yerleştirmek için Kürtleri aldatma hesapları yapıyor. Kürtler eğer “kısmî” çıkar hesabıyla bu oyuna gelirlerse, bunun vebalinin altından bir daha asla kalkamazlar. Şahsen öyle bir ihaneti göze alabileceklerini sanmıyorum.  Gerçi AKP’nin kendini kurtarması mümkün değil ama Türkiye’nin AKP’den kurtulması mümkün ve bunu da vakitle yapmak gerekiyor. Tabii ondan kurtulmakla da iş bitmiyor, bitmeyecek. Onun yerini alacak olan sadece “daha az kötü” olabilir ve daha az kötüyle düzlüğe çıkma ihtimali yok. Bu da radikal bir paradigma ve perspektif değişikliğini dayatıyor. O halde eğri oturup doğru konuşma zamanı gelip çattı demektir. Bir kere bu araba bu yükü taşıyamaz durumda. O zaman yeni bir arabayla yola devem etmek zorunluluğu var ama önce o yeni arabayı üretmek geriyor ki, yola devam edilebilsin. Kapitalizmden kopmadan, tutarlı ve kararlı bir kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmadan artık karşı karşıya olduğumuz sayısız sorunu çözmek ve yola devam etmek mümkün değil. Fakat acilen müdahaleyi gerektiren bir durumla da karşı karşıyayız: AKP rejimi din soslu, faşizm/bonapartizm karması, tuhaf bir rejime dönüştü-dönüşüyor… Tehlikeli eşik hızla aşılmakta. O zaman bir ortak muhalefet cephesi oluşturmak şart. Tarihte bu tür kritik durumlardaki basiretsizliğin yıkıcı sonuçlarına dair epey örnek var… Onun için, aklını başına almayı gerektiren bir eşikteyiz…

“Rehin alma” meselesine gelince, yaşam araçlarından yoksun, işsiz, aç, hiçbir gelire sahip olmayan insanlara yardım edildiğinde, onlara bir şey verildiğinde, doğal olarak verene kendilerini borçlu hissederler. Dolayısıyla vermek, bir bakıma egemen olmak demektir. AKP de ülke zenginliğini yağmalar ve dar bir oligarşiye peşkeş çekerken, geniş emekçi kesimler işsiz, yoksul, çaresiz duruma geliyor ve açlık sınırında yaşamalarını sağlayacak yardımlar da ona oy olarak geri dönüyor. Tabii bu durumu belirli bir eşiğin ötesinde sürdürmek mümkün değildir. Ama HES’lere direnenlerin durumu farklı. Onlar varlık nedenlerini ortadan kaldıran bir saldırıyla karşı karşıyalar. Suları, toprakları ellerinden alınıyor, toprakları, suları, soludukları hava kirletiliyor ki, bu onların (tabii hepimizin) yaşam koşullarının yok edilmesi demek.  Böyle bir saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları mümkün değil. Fakat bu tür mücadeleler daha kapsamlı bir muhalefet hareketine dönüşmediği zaman, kalıcı başarı şansı yoktur.

G.Z: Galiba daha fazla gecikmemek gerekiyor aşağıdan böyle bir muhalefet hareketi oluşturmak için. “Felaketin farkına varmak ve önlemeye çalışmak için” bizim de çok az zamanımız kalmış gibi görünüyor. Çok teşekkürler bu güzel söyleşi için.

F.B: Asıl benim sana teşekkür etmem gerekiyor her halde!

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yeni Bir Toplumsal Özgürlük Partisi’ne İhtiyaç Var

(Bir yerel seçim sonrası yazısı) Seçim sonuçlarına elbette sevindik. Bu yerel seçim, otoriter bir iktidarın …

26 Yorumlar

  1. hem yirminci yüzyılda hem de günümüzde dünyanın en gelişmiş, refah düzeyi en yüksek ülkelerinin hepsinde kapitalizm, yani liberal bir kapitalizm var. oysa en az gelişmiş, diktatörlükle yönetilen ülkelerin hepsi kapitalist olmayan ülkeler. dün de böyleydi bugün de böyle. dolayısıyla kapitalizm öldürür çürütür gibi laflar fazla indirgemeci değil mi?

  2. Kapitalizm bindiği dalı kesmeyeceğine göre “hep yenisini,daha yenisini” isteyecektir.
    Yaşadığım semtte eskiden bakır teli toplanırken şimdi karton,naylon vs toplanıyor.Emekli olmuş,çoluğundan çocuğundan hayır görmeyen insanlar bunlar.
    Kapitalizmin kan grubunu öğrenmek istiyorsak biraz da çöplüklerine bakmamız gerekiyor bence.+ (
    Bazen de nokta atışları yapmak,tıpkı emparyalizm gibi. )
    Özelinde Türkiye’ye bakacak olursak da bir çok şey cidden de “zihniyyet meselesi” . Milli eğitim şurasından Kürtçe seçmeli ders çıkmazken Osmanlıca seçmeli ders çıkıyorsa vardır bir sebebi.
    Hoşçakalın.

  3. İbrahim Özkurt

    İnsanlarda,(özellikle orta sınıf okumuşlarında) reel sosyalizmin çöküşü ile komünist ütopyanın iflasına olan inançları arttığı gibi, kapitalizmin kendisini yeniden üretebileceğine, içinde yaşattığı ekolojik sorunlar ve bu sorunlardan kaynaklı tüm hastalıklar vb’yi de tedavi edebilecek bilimsel yeteneğe sahip olduğunu ve yeri ve zamanı geldiğinde uygulamaya koyabileceğine dair bir inanç var. Bu inanç ki insanları sistemden kopmak ve yeni bir dünya kurmak için arayıştan alıkoyuyor.
    Klasik sol ise eski bildiğinde ayak diriyor. Yaşamın bir çok alanında ise bölük pörçük mücadelelr sürüyor. Sürmemesi zaten mümkün değil. Sistem her ülkede yoksulları bir biçimde, özellikle din ve milliyetçiliği de devreye sokarak kendi taraftarı konumunda tutmayı beceriyor. Tabi ki bunda solun kitlelere anlaşılabilir bir örgütlenme modeli ve ütopya sunamaması da etken.
    Ne yapmalı? sorusu yeterince yanıtlanmamış. Sanırım günümüze klasik Marksist ve Anarşist örgüt-özgürlük çizgisiyle yaklaşarak emekçi kitlelerin ortak mücadele hattında organize olmalarına ön ayak olmak mümkün görünmüyor.
    Sanırım tartışılması gereken temel konu bu olmalı.

  4. Kapitalist toplum toplumsal kapitalzimden Üstün ama..

    Yada Kapitalist Devlet Devlet kapitalizmden Üstün..

  5. Gün abi durruti yi Sence nkvd mi öldürdü

  6. Varsayımlardan biri de bu ama hiç sanmıyorum. Diğer iki varsayım ise şu: Paniğe kapılan milislerden biri ateş edip vurdu; kaçan milisleri durdurmaya çalışırken kendi tüfeğinin askısı arabanın koluna takıldı ve ateş etti. Yani kendi kendini vurdu yanlışlıkla. Bana üçüncü versiyon daha mantıki geliyor. NKVD’nin öldürdüğü anarşistler ve Troçkistler (POUm üyesi ya da yöneticisi) vardır gerçi. örneğin italyan anarşisti Berneri’yi NKVD öldürmüştür. POUM lideri Nin’i de.

  7. bhh dün yeni yürütme kurulu seçmiş gün zileli. senin adını göremedik. ayrıldın mı bhh’den? takip etmiyor musun artık?

  8. Kapitalizmin merkezi artik bati degilUzak doguda oldugunu görmeliyiz..

  9. Böyle söylesiler hic hosuma gitmiyor..Cok sosyalistce.. Birbirlerine destek olunuyor..
    Kapitalistce yapinda birseyler olsun..

  10. Bazı şeyleri atlamamalı bence,franco ispanyası,hitler almanyası ve mussolini italyası. Ya bu devlet ve toplum örgütlenmeleri ve onun savaşları?Yeri gelince ABD/Sovyet ittifakıyla savaşlar kazanılmadı mı ? Öncesi ve sonrasında senaryo nerelerde değişti ?

  11. hayır. ayrılmadım. Yürütme kurullarını ise sevmem.

  12. Ortak “etkin” muhalefet ortak yeni “ütopya” ile olacak… 80 öncesi olduğu gibi! Ama o ütopya öldü! Yeni bir ütopya bulacağız! … Ve yeni Paradigma da bu ütopyanın dünyası içinde yeni bir söz, iletişim, ile birlikte olma hali olarak ortaya çıkacak . FB’nın bu “Ütopya” ve “Paradigma” saptamaları üzerinde çok durulması gerekir diye düşünüyorum..

  13. Haklı bir eleştiri.

  14. indirgemeci götürgeç :)

    bence de “kapitalizm öldürür” lafı hem fazla indirgemeci, hem de fazla götürgemeci. keşke biz de avrupa’daki kapitalist ülke vatandaşları gibi ölsek! keşke bizde de o ülkelerdeki kadar demokrasi, insan hakları, insana saygı, özen, ilgi-alâka olsa.

    “ortak muhalefet cephesi oluşturmak şart”lı şurtlu yazılar, vaazlar da artık sıkıyor ve kimsenin ilgisini çekmiyor. insanlar bu tür demeçlerin hiç bir işe yaramadığını görüyor ve artık önemsemiyor. şart olsaydı zaten oluşturulurdu. şart olsaydı zaten “ortak” değil, belli bir siyasî kesimin başı çekmesiyle böyle bir cephe oluşurdu.

    bence önce solun şu müdahaleci, seçkinci, ben bilirimci, tahakkümcü indirgemeci-götürgeçli zihniyetten kurtulması şart. 🙂

  15. Marxist-Leninist rejimler neydi? SSCB, Çin en belirleyici örnekler çünkü hem büyük ekonomiler hem de rejim devrim yoluyla geldi. Bu rejimlerin özü, kırsal ekonomiye dayalı ülkeleri acil olarak sanayileştirme pratiğiydi. Bu da devlet zoruyla köylülerin amansız bir taarruza maruz bıraktırılıp proleterleştirilmeleri ve topraktan alınıp fabrikalara sokulmaları demekti. Yani burjuvazinin ileri ülkelerde 50-100 sene önce yaptığını Stalin’in ünlü sözüyle “10 yılda başarmak (yoksa bizi ezecekler)”. Uluslararası sistemde de bu çevre ülkelerin yarı-çevre statüsüne yükselme çabası anlamına geliyordu. SSCB, Çin sanayileştiler, askeri dünya güçleri haline de geldiler ama asla bir merkez ülke konumuna gelemediler. Bir ABD, İngiltere, Almanya, Japonya olamadılar. Yarı-çevre ülkeler sanayileşmeyi başardıklarında, katma-değerin irisi yüksek-teknolojik sektörlere kaymıştı bile.

    Gerçekte var olan bu “sosyalist rejimler”i doğru anlamadan ne bugün solun vizyon ve ütopya eksikliğini anlarız, ne de hangisi ileri hangisi geri çözemeyiz. 4 numaralı yorumda hortlak’ın kapitalizm savunusu hevesiyle söylediği, sadece bir yönüyle doğrudur. Gelişmiş ülkeler için elbette burjuva kapitalizmi, devlet kapitalizmine “üstündür”. Çünkü zaten toplum tarihsel zemin olarak daha ileridedir. Ve geri ülkenin atılım projesi ileri ülkenin ütopyası vazifesi göremez. Ama geri ülkede de devlet kapitalizmi “üstündü” ortaya çıktığı zaman ve dünya sisteminin parametreleri içinde.

  16. Tezer Ozlu Yasiyor!

    ÜNİVERSİTELERİN “İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER” FAKÜLTELERİNİ İNCELEMEDİĞİNİZ MÜDDETÇE;

    YAPTIĞINIZ SAPTAMALARIN EKSİK KALMASI MUHTEMEL!

    EN BAŞTA SAYIN GÜN ZİLELİ OLMAK ÜZERE,

    BU SAYFANIN TÜM ZİYARETÇİLERİNİ AŞAĞIDA YAZILAN UYARI METNİNİ DİKKATLE DEĞERLENDİRMESİNİ TALEP EDİYORUM:

    ” HAFIZA-İ BEŞER NİSYAN İLE MALULDÜR ! ”

    * “Turuncu-Mavi-Beyaz…YAKA”

    ile

    “Turuncu-Mavi-Beyaz…YAlaKA” arasındaki farklar nedir ?!

    * “Rekabet” kelimesini bebekliğimizden itibaren bize nasıl öğretiyorlar ?!

    * Çamlıca’da sevgili ile birlikte artık “roman” değil; “NLP kitabı!” okumamız gerektiğini bize kimler, ne zaman söyledi ?!

    * Hayat sadece “S.W.O.T. analizi” nden mi ibaret ?!

    * ” P r o l e t a r y a ”

    ile

    ” P r e k a r y a ” nın aynı sorunu işaret ettiğini niçin görmezden geliyoruz ?!

    * “Wilhelm Reich” bize ne öğütlemişti ?!

    Bu sorulara ve daha fazlasına yanıtlar aramak için:

    İlk önce 7 dk.’lık animasyon video:

    El empleo & The Employment

    (Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Adres:

    http://vimeo.com/32966847

    NOT: Aşağıda okuyacaklarınız herhangi bir ürün & hizmetin satış amaçlı promosyonunu yapmak değildir.

    “Sarp Mogan” mahlası kullanılarak yazılmış “Beyaz YaLAka” (Okuyan Us Yayınları, 2014) kitabı; “sürmekte olan boş bir hayalden uyanmaya başlamak” deyiminin ülkemizdeki güncel örneklerinden biri olmuş.

    “İçeriden gelen eleştiri” ile “dışarıdan gelen eleştiri” arasında doğru orantılı bir ilişki çıkmasını her zaman beklememek kitaba daha geniş bir açıdan bakmamızı sağlayabilir.

    Kitabında Mogan’ın içeriden birisi olarak eleştiri yapması ile “uyanmaya başlamak” görüşü destekleniyor. Peki kitapta anlatılanları dışarıdan birisi hiç mi bilmiyordu ve bunları yazamaz mıydı; tabii ki yazabilirdi. Fakat ilk önce içeridekilerin yavaş yavaş sesini yükseltmeye başlaması, alınması gereken yolda hepimize önemli bir zaman kazandıracaktır. Ve bu “uyanmaya başlamak – ses yükseltmek” devam ettikçe, bir sarmal gibi, her yönden – her “yaka”dan kitle yaşadıklarını içinde saklamaktan vazgeçecek, etkileşim büyüyüp gelişecektir.

    Kitabı okurken ve okuduktan sonra; “ Amansız bir rekabet içinde — bir işte çalışan veya çalışmayan — her renk yakadan insan kendi hayatından ne kadar memnun? ” sorusunu aklımızda tutmayı tavsiye ederim.

    “İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!

    Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor sayın okuyucu!

    Çuvaldızı kendimize batıralım:

    Bu soruyu hakaret etmek için sormuyorum, “gerçekle!” yüzleşmek için soruyorum:

    Bir ebeveyni ele alalım:

    Bir anne-baba (eğer varsa) savunduğu siyasi ideoloji ne olursa olsun; “acaba evladımın geleceği nasıl olacak? Ona iyi bir yarın bırakabilecek miyim?!” korkusunu yaşamış, yıllarca gözüne tek uyku girmediği geceler olmuştur muhakkak!

    Örneği boş yere uzatmamak için, sadece; bu ülke tarihinde simge bir üniversite ismi olduğu için soruyorum (Amacım; aşağıda ismi verilen bu iki nadide kurumumuzu sorgusuz suâlsiz topa tutmak değildir!)

    “Orta Doğu Teknik Üniversitesi”ni ele alırsak:

    (a) 1968 kuşağı öğrencilerinin verdiği mücadele ne idi?!

    (b) Şu anda bu üniversiteden yeni mezun olan bir gencin iş hayatına başlayacağı şirketler hangi siyasi ve iktisadi dünya içinde yaşıyor?!

    Bu çelişki üzerine ciddi ciddi kafa yordunuz mu?!

    2013’ün ilk yarısında “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, özellikle ODTÜ metaforu içinde toplanarak, tekrar kuruldu.

    Günümüzde: Hem bu öğrencilerin mezuniyeti yaklaştığı zaman, hem de varsayalım bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun “Yeni FKF” içinde verdikleri mücadeleden sonra, hayatlarını ne yönde devam ettirecekler; hiç düşündünüz mü?! Cevabı: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin bayraktarlığını yapan “özel sektör!” içinde devam ettirecekler, söylediğinizi duyar gibiyim!

    Eee.. nerede kaldı “1968 ruhu” ?!

    Nerede kaldı “Yeni FKF” ?!

    Gerçekler acıtıcıdır! Yüzleşmeyip kaçarsak acının şiddeti daha da artacak!

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız.”

    Akademik hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman mı okumak ister?

    Yoksa; otobüs-metrobüs-minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı mı okumayı tercih eder?!

    (*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister?

    Yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

    Bir konuda emin olabilirsiniz: Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! “Bu bilinçsizliğin tek sorumlusu — her zaman olduğu gibi! — gençlerdir!” cümlesiyle başlayıp beylik lâflar sıralayarak aradan sıyrılmak kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor: Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe; haberleri olmayacak!

    “Proletarya” kelimesini bilmeyen “praxis & praksis”i de keşfedemez;

    “Praxis & praksis”i bilmeyen “lümpenleşme”yi de keşfedemez;

    “Lümpenleşme”yi bilmeyen “snoplaşma~snoblaşma”yı da keşfedemez;

    “Snoplaşma”yı bilmeyen “konformizm”i de keşfedemez;

    “Konformizm”i bilmeyen “vasatlaşma”yı da keşfedemez;

    “Vasatlaşma”yı bilmeyen “oklokrasi”yi de keşfedemez…

    Bu zincir halkalarını gittiği yere kadar uzatabiliriz!

    “Serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı, “Manisa/Soma’nın neyi işaret ettiğini” veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    Birinci örnek:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”
    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    İkinci örnek:

    Aralık 2013 / Ocak 2014:

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!

    “Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak 1: http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

    Kaynak 2: http://www.businessweek.com/news/2014-01-21/merck-to-bristol-myers-face-more-threats-on-india-drug-patents

    Kaynak 3: http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

    (Dekkers’in açıklamasının orijinal İngilizcesi: “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)

    “Praxis & praksis” kavramı ve “Diyalektik; gül bitti!” özdeyişi başta olmak üzere, yukarıda yazılan terimlerin ne demek olduğunu hatırlayalım; ama hatırlamakla kalmayalım, en yakınımızdaki kişiden başlayarak herkese anlatmak için çaba sarfedelim!

    21. yüzyılda hayat sadece; “bireysel pazarlama, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma-şirketleşme, piyasada sürekli popüler kalmayı sağlama” sembolleri üzerinden mi yürüyecek?!

    Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; “kişisel pazarlama” denilen kalın ve yüksek bir duvar önünüze dikiliyor!

    İngiltere’yi ziyaret edenler ve ziyaret etme imkânı olanlar bir hususu iyi gözlemlesin. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere’ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle “Doğu Avrupa!” işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere’de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir şirketin “sigorta departmanı müdür yardımcısının evinde!” muazzam bir fizik öğretmeni veya laborant olduğu halde çocuk bakıcısı olarak “karın tokluğuna” yaşamaya hazır nice insanlar var!

    Bizim vatandaşlarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir, Kars/Kağızman’da veya Şırnak/Roboski’de!…

    Ali Akay (prof.), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünv. Sosyoloji Bölüm Başkanı (Mart 2012) uyarmıştı:

    “Bugünkü üniversite sistemine baktığımızda; bilginin değeri ‘bildiğin kaç para ediyor?’ sorusu üzerine kuruludur. Bu görüş 1970’lerde hızla yayılmaya başlamıştır. Steve Jobs ve Mark Zuckerberg gibi kişiler bu konuya verilebilecek en iyi iki örnektir. Bu nedenle bir bilimsel kimlik/başarıya sahip olmanın üstüne ‘businessman-iş adamı’ kavramı inşa edilmeye, bu anlayışa sahip öğrenci profili yaratılmaya çalışılıyor.”

    Celal Şengör (prof.), İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:

    “Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”

    Mustafa İnan (prof.), İnşaat Mühendisi (1911-1967) uyarmıştı:

    “Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar?!

    Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın.

    Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın.

    Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın.

    Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız; buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.

    Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’; para ile organizasyonun çarpımına eşittir;

    Bize göre de kuvvet; ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür.

    Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın, olur mu çocuklar?!

    Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın, olur mu çocuklar?!”

    Wilhelm Reich (prof.), Psikiyatr (1897-1957) uyarmıştı:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

    * * *
    Belki de konunun dönüp dolaşıp geldiği yer şurasıdır:

    “Para kazanmak için mi hayatımızı ekonominin dişleri arasına bırakıyoruz?

    Yoksa çalışmaktan zevk aldığımız için mi yaşamaya devam ediyoruz?”

    Bu iki temel ayrım üzerinde dikkatle durursak, Mogan bu kitabı yazmakla sadece istifra mı etmiş?

    Yoksa cevabını kendisinin de hâlen aradığı bir soru peşinde sistemin dışına çıkmaya çoğumuz gibi cesaret edemeden koşmaya mı çabalıyor? sorularını sormaya başlarız.

    Her sabah 6.45’de servis minibüsünün gelmesini bekleyen bir muhasebe departmanı çalışanı veya bir otomobil-montaj fabrikasında vardiyalı çalışan bir işçi, özellikle bugün, “rekabet” kelimesi hakkında neler düşünüyor?

    “Para için çalışmak / Mutluluk için çalışmak” ikilemi hakkında neler düşünüyor? sorularını sormaya başlarız. Sadece muhasebe çalışanı, fabrikada işçi olmaya takılıp kalmayalım; meslekler çoğaltılabilir.

    “Rekabet” kelimesini “başkalarının ayağını kaydırmak” olarak anlamaya nereye kadar devam edebiliriz?!

    “Okumuş & eğitimli” olmak kusursuzluk mu?! İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi?! “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” demek mi?! Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?!

    “Okumamış & eğitimsiz” olmak bir kusur mu?! Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?!

    “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” özdeyişi; “Kim eğitimli? – Kim eğitimsiz?” ayrımını ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı mı?!

    Bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. Hiç kimsenin size yön göstermesini beklemeyin. Yön, kendi aklınız ve kendi vicdanınız olmalı!

    Aşağıdaki 18 kitap, bir animasyon video, bir belgesel dizisi, bir hiciv metni ve bir röportaj metni dikkatle tahlil edilirse; “Mogan’ı bu kitabı yazmaya sevk eden sebepler neler olabilir?” sorusunun cevabına birkaç adım daha yaklaşılabilir.

    Aşağıdaki liste uzun araştırmalar sonucu ortaya çıkmış değil. Bu kitaplar, hiciv metni ve röportaj okunup, videolar da izlendiğinde; içinde yaşadığımız “serbest piyasa ekonomisinin görmezden gelinen tarafları”nın neler olduğu tam anlaşılacaktır, gibi bir çıkarım da doğru değil.

    Mogan’ı ve umarız çok farklı meslek erbaplarından da gelecek benzeri kitapları daha derinden kavrayabilmek için hazırlanan bu liste, şu an okuduğunuz satırların yazıldığı anda akla gelen birkaç tavsiyeden ibarettir. Bu referanslar tabii ki çeşitlendirilebilir:

    * KİTAP 1: Karakter Aşınması “Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 2: Prekarya “Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları

    * KİTAP 3: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 4: İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum
    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 5: Yeni Orta Sınıf “Sinik Stratejiler”
    Yazan: Ali Şimşek
    Yayınevi: Agora Kitaplığı

    * KİTAP 6: Aşk Yüzyılı Bitti
    Yazan: Nuran Yıldız
    Yayınevi: Doğan Kitap

    * KİTAP 7: Modernite Nasıl Unutturur
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları

    * KİTAP 8: İşsizlik Hakkı
    Yazan: Ivan Illich
    Çeviren: Deniz Keskin
    Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi

    * KİTAP 9: Aylak Sınıfın Teorisi
    Yazan: Thorstein Veblen
    Çeviren: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
    Yayınevi: Babil Yayınları-İstanbul

    * KİTAP 10: Oblomov
    Yazan: İvan Gonçarov
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 11: Mülkiyet Nedir
    Yazan: Pierre Joseph Proudhon
    Çeviren: Devrim Çetinkasap
    Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

    * KİTAP 12: Leviathan
    Yazan: Thomas Hobbes
    Çeviren: Semih Lim
    Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

    * KİTAP 13: Devlet ve Anarşi
    Yazan: Mihail Bakunin
    Çeviren: Murat Uyurkulak
    Yayınevi: Agora Kitaplığı

    * KİTAP 14: Dönüşüm
    Yazan: Franz Kafka
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 15: Germinal
    Yazan: Emile Zola
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 16: Gelecekten Sonra
    Yazan: Franco Berardi
    Çeviren: Sinem Özer & Osman Şişman
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık

    * KİTAP 17: Huzur
    Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar
    Yayınevi: Dergâh Yayınları

    * KİTAP 18: (İngilizce) A Precariat Charter: From Denizens to Citizens
    (Bir Preker Anlaşması: Toplumsal Soyutlanmışlıktan Adil Vatandaşlığa Geçiş İçin)
    Yazan: Guy Standing
    Yayınevi: Bloomsbury Academic
    Kitap hakkında ön bilgi (İngilizce)
    http://www.bloomsbury.com/uk/a-precariat-charter-9781472510396/

    * ANİMASYON VİDEO (7 dk.)

    El empleo & The Employment
    (Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Adres:
    http://vimeo.com/32966847

    * BELGESEL: The Century of the Self (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    1. Bölüm: Happiness Machines
    (Mutluluk Makineleri)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    2. Bölüm: The Engineering of Consent
    (Rıza & İkna etme mühendisliği)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787

    4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering
    (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
    İngilizce video:
    http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news

    * JONATHAN SWIFT’in 1729’da yazdığı ve günümüze ışık tutmaya devam eden hiciv metni.

    18. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa’da iki algı ortaya çıktı:

    (a) Halk, sadece ve sadece bir ülkenin zenginlerinden ibarettir.

    (b) “Çalışan-emekçi-işçi sınıfa” düşük ücret ödenmesi gayet doğaldır; çünkü ücretler arttırılırsa bu insanlar daha az çalışmaya başlar.

    Swift hem bu ekonomik yozlaşmayı gözlemleyerek hem de İrlanda’nın o dönemdeki durumunu temel alarak meşhur hiciv metnini yazar:

    ” Mütevazı bir öneri: Çocuklarımızı niçin bir yiyecek olarak zenginlere satmalıyız? ” :

    http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663

    * YANKI YAZGAN (prof., psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013’te yaptığı röportaj.

    Röportajın tam metni:

    http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html

    “Rekabet & Yarış üzerine”:

    Röportajdan bir bölüm:

    Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”

    “Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.

    Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.

    Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.

    Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.

    Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.

    Diğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?

    Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.

    Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.

    “Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.

    Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.

    Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? Hayat; S.W.O.T.* analizinden ibaret değil! O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu.

    (*S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler. – Bu analiz özel sektörün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır. Analiz ile ilgili işe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte!)

    O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle; “rekabetten uzak” bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz!

    Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!

  17. Evet.Ahmet hocamiz gibi her pahasina Sosyalist devletlerin daha iyi oldugunu savunmuyorsak Kapitalist devletlerin Üstün oldugunuda demeliyiz.
    Kapitalistler bile kapitalizmi elestirirken bizimkinlerin hala islemeyen sosyalist devletleri savunmaga calismasi anlamak mümkün degil..
    Bu ülkeler aslinda Devlet kapitalizmi demekte yeterli degildir.. Islemeyen karsiz,zararina calisan isletmelrdi..

    Bu ülkelerin Üstün bir Ekonomik yapiya ulasmasi mümkünde degildi..
    Stalinin Sanayilestirme bile( nasil olursa olsun..ister zorla,kölece) yampirikti..
    Saniyilesmek sadece,Barajlar kumak,demir celik,tank,uzay araci,birazda Traktor,makina,tv den ibaret degildi..

    Nasil kitap fuarinda onbinlerce kitap görüyorsaniz ayni sekilde sayisiz sanayi ürünleri vede bunlar sürekli yenilenen ürünleri görürsünüz..
    Bu ürünleri üretmek icin fikir gerek,organize gerek,güc gerek.. Bunlardan bir haber oldugu gibi olusum kosullarinida yok eden bir sistem yaratildi.. Olsa olsa kopyalama yapilmaga calisildi..

    Cin ise hic bir Zaman sanayilesmedi 1980 e Kadar.
    80 Italyan ekonomisin yarisi kadardi.italyada almanyanin yarisiydi.. hala öyledir.
    Simdi cin her 2 senede 1 Italya her dört senede bir Almanya yaratiyor. Nasilmi? Kapitalizmi uygulayarak..

    Dünyanin yarisi Kadar celik,cimento.et,barbunya,vs. üreterek degil ayni zamanda yeni yeni ürünler pazarliyarak.Patent sayilari almanlardan,ingilterden cok fazla olarak..

    Simdiye Kadar denen sosyalis Devlet modelleri cökmüstür.. Bu devletlerin cogu basa zaten halk devrimiyle olmamisti…Ama yikimlari ise Bizlerin hayali olan tam bir halk ayaklanmasiyla olmustur..

    Su an cinde sadece Kapitalist modeller degil cesitli bicimde kominist,sosyalist köy modelleri deneniyor.
    Örnegin bir kapali bir kasabada Fabrikalar,isletmeler topluma ait vede herkesin zengin bir yasam sürdügü piril piril bir yer.
    Ispanyada bir köy gene öyle yasiyor.. Fanatik bir solcunun önderliginde herkesin güzel bir evi,arabasi,isi var..
    Genede bunlar marksi ikna etmege yetmiyor..

    Kapitalizmi birakalimda önce kendimizle ugrasalim..Iktidara gelince daha iyi bir toplum nasil kurulucak,daha özgür,daha adaletli daha insancil,vs..esitde olmasin…
    Ne icin örgütleniyoruz?? ne icin mücadele ediyoruz bir bilelim..Yalanla propagandaylami olacak bu isler?

  18. Kapitalizmle neyi kastettiğinizi net bir şekilde tanımlar mısınız?
    Toplumsal düzenin tamamını, bütün yönlerini mi, yoksa emperyalist politikalar, emek sömürüsü gibi yönlerini mi?
    Aynı soru devlet için de geçerli. Devletin baskı aygıtlarına karşıysak, devletin sağladığı toplumsal kurum ve hizmetlerden nasıl yararlanacağız?
    Kapitalizm de, devlet de bir bütün olduklarına göre, anti-kapitalizm ve devletsiz toplum tasavvurları gerçek dışı değil midir?
    Kabile toplumundan çıkıp uygarlaştıktan sonra -üstelik bu düzenin bütün dünyada yerleştiği günümüzün sanayi toplumunda- eşitlikçi, sınıfsız, sömürüsüz toplum düzenine geri dönmek mümkün müdür?

  19. Derin bir konu..Temel bir konu…

    Tam bir esilikci,mutlak adaletli bir toplum olmayacaktir..

    Öte yandanda Herhangi bir Kapitalist ülkenin issizligi olmadigi,askeri,polisi,lüzumsuz memuru,Dine harcamalarin olmadigi,tutuklusu olmadigi,politkacisi olmadigi
    anlamsiz lüxs harcamalarin olmadigi bir toplum,saglikli,egitimli bir toplumla insanligin temel sorunlarini cözmekte olasidir,zorunluluktur..

    Zorlamayla degil nedenleriyle cözmek..

    Zorla,gasp yapmak igren oldugu gibi..insanlari bir yasam bicimine zorlamak dahada igrenc fasistliktir..
    Simdiye Kadar yapilan deneylerde bunu dogrulamistir..

  20. Konuşmacıların sözlerinde Amerikan emperyalizmi yok.
    Liberal-etnik savlar yine baş tacı edilmiş.
    Başkaya,zaten AKP düzeninin ilk kutsayıcılarından.
    Başkaya-nın tüm sorunu Cumhuriyetle.
    Başkaya gibi AKP düzeninin uzantılarının kimi sözleriyse gözlerinize serpilmiş kum taneleridir.
    Zileli ise artık hiç bir ütopyası kalmamış,kapitalizmi ve sistemi savunan biri.F tipi Gladyo-yu savunmaktadır.

  21. Kapitalizme karşı olmak emperyalizme de karşı olmayı gerektirir.

    Yani en önemli unsurlardan birisi kapitalizme karşı olduğunu (devlet kapitalizmi de buna dahil) söylemektir. Tabii tek başına söylem yeterli değil. Yani sadece lafla olmuyor bu işler.

    Şimdi İşçi Partisi ABD emperyalizmine karşı olduğunu söylüyor. Peki İşçi Partisi iktidara gelse ABD emperyalizminin isteklerini yerine getirmeyeceğini nereden bileceğiz? Pekala iktidar olunca, başa geçince söylediklerinin tam tersini de yapabilir. Üstelik bu işçi Partisi daha önce ABD destekli 12 Eylül darbesinin yanında durmadı mı? Durum böyleyken neden İşçi Partisine güvenelim?

    En önemlisi kapitalizme karşı durabilmektir. Bunu yapmayan bir oluşum ABD emperyalizmine karşı çıksa ne olur çıkmasa ne olur….Gidip işçi sınıfını köle haline getirmiş emperyalist Çin’e övgüler düzen, onun yapmak istediklerini yapmaya çalışan bir oluşum Türkiye’de işçi sınıfının sorunlarını çözemez.

  22. İşçiye, köylüye endeksli ütopyanın Türkiye koşullarında tutma ihtimali kalmamıştır. Boş hayallerle kitle yaratamazsınız. Önce gerçekçilikle yola çıkalım. Yüzde elli civarında bir taban bulmuş teokratik diktatörlük kurumsallaşmıştır. Okullarda bir süre sonra cumhuriyeti, mustafa kemali, laikliği, kadın erkek eşitliğini, giyim kuşam serbestliğini, din ve vicdan özgürlüğünü, aydınlanma felsefesini, ilerici çağdaş değerleri öğretmek bir yana, savunmak bile zorlaşacak. Öğretmenlerin kahir ekseriyeti dinci militan gibi. Bu şartlarda kitleselleşmesi imkansız uçarı hayalci taleplerle yola çıkılmaz. Hele ki bu tablonun oluşmasına 12 yıldır katkı veren ve emperyalizmin güdümünde etkin rol oynayan, mandacı medyada yıllardır hain takkeli liboş takımı ile beraber beynimizi didikleyen kürt ayrılıkçı hareketi ile beraber hiç olmaz. Herkes kendi yoluna.

  23. Söylemeyi unuttum. Yine Ayanağlu gibi düşünüyorum. İlk çıktığı ve yasak olduğu yıllarda Paradigmanın İflası’nı okumuştum. Başkaya ile yollarımızın aynı olmadığını o günden beri biliyorum.

  24. kesinlikle katılıyorum.

  25. Sınıflar ve eşitsizlik olmadan toplumun varolamayacağını savunan görüşlere örnek olarak şu alıntıları paylaşmak isterim;

    “Eğer dünyada servet eşit olsaydı kimse kimseye hizmet etmezdi. Herkes bir Efendi kesilip ortada hizmet edecek adam bulunmazdı. İnsanları birbirine hizmet zorunluluğunda bırakan ancak ihtiyaçtır. Küçük büyük herkes anlamıştır ki, medenî cemiyetten murat insan için gerekli şeyleri elbirliği ile elde etmektir. Ekmekçi yalnız beş on para kazanabilmek için sanat icra etmiyor. Medenî cemiyette ekmek yapmak hizmeti kendisine düştüğü için yapıyor. Tarım, endüstri, ticaret gibi hizmetlerde hizmet edici kimdir, hizmet edilen kim. Bütün insanlar hizmet edici ve yalnız medenî cemiyet hizmet edilendir. Bir hamal sizin yükünüzü taşıdığı zaman yalnız sizden alacağı iki kuruşa muhtaç olduğu için taşımıyor. Siz de yükünüzü taşıtmak için hamala muhtaçsınız. Demek oluyor ki hamal sizin yükünüzü taşıyarak size hizmet ediyor. Siz de hamala para vererek ona hizmet ediyorsunuz. Yani ikiniz de hizmet edicisiniz. Ortada hizmet edilen biri varsa o da yalnız toplumdur.”
    A. Cerrahoğlu – TÜRKİYE’DE SOSYALİZMİN TARİHİNE KATKI

    İlhan Arsel Şeriat ve Eşitsizlik kitabında Gazali’den şu alıntıyı yapıyor;
    “Din yoluna ancak muayyen kimseler girebilir. Eğer herkes aynı vera’ (1) yolunu takip etse nizam bozulur; alem harab olurdu. Çünkü takva ve vera’ yalnız ahirette büyük mevki sağlama yoludur. Nitekim dünyalıkta da herkes üstün mevkiler elde etmek için çalışsa, hepsi birden alelade sanatları terketseler yine nizam bozulurdu. Düzenin bozulmasıyla dünya da harab olurdu.” (2)
    (1) “Vera” deyimi “din buyruklarına uymak”, “dine bağlılık” anlamlarına gelir.
    (2) Gazali, İhyau ulumi’d-Din (1975), c.II, s.276.