AKP’nin Özü ve Kabuğu

İki gün önce bu sitede “Konuk Yazılar” bölümünde Demir Küçükaydın’ın “AKP’liler AKP’ye Niçin Oy Vermemelidir?” başlıklı bir yazısını yayınladım (Demir, “AK Parti” diye yazmıştı ama ben kendisinden izin almadan “AKP” diye yazdım, yazının içinde de aşağı yukarı hepsini değiştirdim. Bazı şeylerin yazılışları da bir ideolojik bakış açısını yansıtır). Yazıyı, belki de bazı AKP’lileri AKP’ye oy vermekten caydırmakta yararı olur düşüncesiyle yayınladım ama aslında Demir’in bu partiyi tahlil edişindeki bakış açısına katılmıyorum. Bu yazıyı da bakışlarımızdaki farkı ortaya koymak için yazıyorum zaten.

Demir, “eski” AKP ile “bugünkü” AKP arasında taban tabana bir zıtlık görüyor. Dahası, “eski” AKP’yi AKP’nin cismi, yani özü, “şimdikini” de ismi, yani biçimi olarak görüyor. Bunun için de İslam’ın ilk dönemiyle Muaviye dönemi arasındaki farkı örnek vermiş. Bir örneği daha olacaktı ama onu nedense vermemiş, belki de Bolşevik Parti örneğini vermemesinin nedeni, AKP’lilerin bu örnekten pek bir şey anlamayacağını düşünmüş olmasıdır. Eğer solculara hitap ediyor olsaydı bu yazısında, Bolşevik Parti örneğini de verirdi.

Aslında bu bakış açısı temelde Troçkistlerin tarihe bakışlarındaki sakatlıktan kaynaklanmaktadır. Troçkistler, Bolşevik Partisi’nin Stalin’in elindeki partiyle hiçbir ilgisi olmadığını göstermek için bu öz-biçim teorisini ortaya atmışlardır. Bunu da Fransız Devrimi’ndeki Thermidor teorisiyle gerekçelendirmişlerdir. Yani Fransız Devrimi’ndeki Jakobenler devrimin yürütücüsüydüler ama Thermidor darbesiyle iktidar reaksiyonerlerin eline geçmiş ve yozlaşmıştır. Keza Rus devriminin Thermidoru da Stalin’in partiyi ele geçirmesidir. Tarihteki bütün olaylara bu akış açısıyla yaklaşılabilir. Muhammet aslında bir devrimciydi. Ama Muaviye bir karşıdevrimle İslamı rayından çıkardı ve yozlaştırdı.

Ben ise tersini ileri süreceğim. Yani Fransız Devrimini yozlaştıran doğrudan Jakobenler; Rus Devrimini yozlaştıran Bolşevik Parti; İslamiyeti bugünkü bildiğimiz İslam yapan ise doğrudan doğruya Muhammet’in kendisiydi.

Jakobenler, elbette iktidarı henüz ele geçirmeden önce devrimciydiler ama onların esas özü diktatörlüktü. Bu özlerini ancak iktidarı ele geçirerek fiilen ortaya koyabilirlerdi ve nitekim öyle oldu. İktidarı tam olarak ele geçirdikleri anda özlerini ortaya koydular ve Fransız devriminin gerçek devrimci öğelerini tasfiye ederek devrimi yozlaştırdılar. Thermidor darbesiyle Jakobenleri tasfiye edenlerin yaptığı, sadece onların açtığı yolda yürümekten ibaretti.

Bolşevik Partisi iktidara gelmeden önce devrimci bir partiydi. Ama özünde diktatörlük vardı. Bu diktatörlüğünü fiiliyata geçirebilmesi için iktidara gelmesi gerekiyordu. İktidara geldikten sonra diktatörce özünü anında ortaya koydu, içindeki ve dışındaki devrimcileri hızla tasfiye etti ve devrimi hızla yozlaştırdı. Stalin’in, yozlaşmış bir iktidarı kendi ellerine teslim eden Bolşevikleri de temizleyerek yaptığı, sadece Bolşevik Partisi’nin açtığı yoldan ilerlemek, yani bu partinin gerçek özünü tamamen ortaya çıkartmaktan ibaretti. Bu noktada gerçek öz Stalinizm, kabuk ya da biçim ise Bolşeviklerin bizzat kendileriydi.

İslam tarihini pek bilmem ama sanırım orada olan da bundan ibaretti. Muhammet zamanında bugünkü İslamın bildiğimiz uygulamalarıyla çelişen daha eşitlikçi uygulamalar söz konusuysa, herhalde bunun sebebi İslamın henüz iktidara istediği gibi hâkim olamamasıydı.

AKP’ye gelecek olursak. Gerçek AKP bugünkü diktatörlüğün uygulayıcısı AKP’dir. On yıl önceki AKP, henüz devlet iktidarını tam olarak ele geçirememiş olan AKP’ydi, o yüzden de içeride ve dışarıda Demir Küçükaydın’ın sözünü ettiği uygulamalara daha çok cevaz veriyordu. İktidarı ele geçirdikçe tekelleşme yönünde gelişti ve gerçek diktatörlük özünü ortaya çıkardı. Abdullah Gül’ler vb. AKP’nin özü değil, kabuğudur ve bu öz bu kabuğu ister istemez dışına atacaktır.

Gün Zileli
25 Mayıs 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

“Sağcılar Moskova’ya”!!!

Artıgerçek BİR ZAMANLAR BİR SLOGAN VARDI… 1960’lı yıllarda sağcıların en meşhur ve yaygın sloganı “Komünistler …

54 Yorumlar

  1. Buradan, eşitliğin sadece başlangıçta – veya geri toplumlarda mümkün olduğu sonucu çıkmaz mı?

  2. Geri-ileri kavramları da görecelidir. Bu ayrı bir tartışma konusu. Eşitlik ve özgürlük devrimlerin başlangıcında bir an için parlarlar ama sonra bir diktatör parti ya da hareket bunları bastırıp diktatörlüğünü ilan eder.

  3. AKP demokratik değişimleri, özü çok demokrat olduğu için yapmadı, bunları yapmak zorunda olduğu için yaptı. Bu da ülkemizin demokratikleşmesine yaradı. Yoksa AKP düzenle uzlaşmak isteseydi, eski asker-yargı oligarşisiyle de uzlaşabilirdi, eski ortakları cemaatle de. Ama bu yollara başvurmadı.

    Bu sizi düşündürmüyor mu?

  4. Düşündürmüyor. Çünkü iiktidara oturdukça bunların hepsiyle uzlaştı, hatta bizzat kendisi temsil etmeye başladı. AKP bugün orducu, devletçi, vesayetçi bir diktatörlük kliğidir.

  5. Selam Gün,
    Bence çok iyi ve verimli bir tartışma açmışsın. Ama şu ara gördüğün gibi seçimlere kadar benim için taktik görevler aciliyet taşıyor. O nedenle tartışmaya girmem zor. Ama zaten “evergreen” bir konu. Seçimlerden sonra kapını çalarım.
    dostlukla
    Demir

  6. Peki neden uzlaşma yoluna gitmedi? Neden bunlarla kapışmayı seçti? Üstelik ikincisiyle seçimlere kısa zaman kala çarpışmaya girdi. Kolay göz alınacak bir risk değildi bu.

    “Orducu” demek ordunun siyasetteki ağırlığını tekrar elde etmesi demektir. Böyle mi AKP? Orduya siyasette rol veriyor mu?

    “Devletçi” demek, devletin geleneksel statükosunun ve çıkarlarının öne alınması demektir. Böyle mi AKP? Erdoğan’ın, bağımsız Kürdistan kurulursa bunu Irak’In iç işi sayacağı ve sorun yapmayacağı açıklamasını bununla bağdaştırabilir misiniz?

    “Vesayetçi” demek, kendi eline zor bela geçirdiği veya geçirmeye hâlâ çalıştığı iktidarı, başkalarının vesayetine bırakması demektir. AKP böyle mi? Bırakıyor mu iktidarını başka bir güce?

    İstese bunlarla halen daha uzlaşabilir, değil mi? Ama öyle mi?

    Bazı şeyleri fazla düşünmeden savunmayı pek seviyoruz, sol olarak. Ama çoğu doğru çıkmıyor. İlk sorgulamada iskambil kağıdı gibi dağılıyor. 🙂

  7. şunları bakınız: Ermeni meselesinde geleneksel devlet refleksini benimsemiştir; Kıbrıs meselesinde de keza aynı şeyi yapmıştır; Kürt meselesinde açılımdan falan gerihe hiçbir şey kalmamıştır; orduyla ittifaka girmiştir; ulusalcılarla da öyle; rejimi vesayeti altına almıştır. Sonuç olarak AKP eşittir devlet olmuştur. Aynı Bolşeviklerin eşittir devlet olması gibi.

  8. Bir cümleyle şunu söylemek istiyorum; bu halk gerçekten demokrasi,özgürlük vs istiyor mu?Özgürlükten ne anlıyor?

  9. Eşitlik ve özgürlük soyut bir şekilde olumlanır ama kötü sonuçlarının üzerinde pek durulmaz. İnsanlar özgür olunca sonucunu düşünmeden, sorumluluk istemeden canlarının istediğini yapmaya hakları olduğuna inanıyor. Toplumda bencillik, hedonizm, israf yayılıyor. Demokrasiye, insan haklarına, özgürlüğe aykırıdır diye insanların israflarına, cehaletlerine, bağnaz inançlarına, kimliklerine, yaşam tarzlarına karışamıyoruz, uyaramıyoruz. Bunları yapınca jakoben, tepeden inmeci, diktatör deniyor.

  10. AKP’nin uzlaşmadığı şey ideolojiye aittir. Laiklik, seküler, “Atatürkçülük” yerine Sünni İslam İdeolojisinin ikamesidir. Bugün bakıldığında değişen tek şey de budur; daha gerici bir eğitim ve Laiklik karşıtı zihniyetin devlete egemen oluşu… Geriye kalan her şey aynı!
    Tüm tantana bunu için miydi, denilebilir; o kafa için değer!
    ***
    Gün Zileli’nin bu analiz yöntemi gerçekliğin tüm bir süreç içindeki meydana getirdiği büyük “hakikati” ne kadar da yalın ve kolayca anlatıveriyor. Çünkü “mahkûm” olduğu bir tabu-ideoloji yok. Bilinen sol retorik bu mevzu üzerine 20 sayfa yazardı da anlaşılamazdı!
    Diyalektik bu işte; her şey kendi aslına döner! 1400 yıllık İslam toplumları bunca sefil, acz, vahşet içinde kıvranıyorsa “teorinin” kendinde büyük sorun vardır! 1850’li yılların sosyalizmi bu denli değersiz ve etkisiz ise hayata ait önemli süreçleri ıskalamıştır.
    Ben de HDP’nin barajı geçmesini istiyorum, Demirtaş’a da sempati ile bakıyorum. ama buradan sorayım… HDP “aslına” döner mi? HDP bir azınlığın partisi olarak yukarıdaki örneklere tam olarak uymaz ama… Olur da kendi bölgesine hakim bir parti olursa o zaman risk yüksek! Ve bu sorun da öncelikle Kürt Halkını ilgilendirecek. Ve siyasette bugün bu yalnızca bir teorik sorun olarak görülmek zorunda!

  11. AkP Donci yüzünü gittkce gösteriyor..

    Dinin toplumu yönettigi zamanlar ortacagdir.Vahsetdir,zülümdür.gericiliktir.

    Bilimi,adaleti,hukuku esas alanlar bu Dinin agirlikla yönetildigi ülkeleri yönetmektedir..

    Nerde din agirlikli yönetimler varsa orda gericilik var..

    Dünyadaki sorunlari cözmek icin havaya bakan insanlardir bunlar..

    HDP nin kazanmasi ülkenin tümü icin kazanctir.Ülkenin demokratlasmasi demektir.özgürlesmesi demektir.
    Bir ülkenin bir bölümü eziliyorsa o ülkeden özgürlükten söz edilmez. O toplumdan özgürlük,demokratik anlayista beklenilmez.
    O ülkenin kalkinmasida,ileriye gitmesi icinde gerekilidir bu..

  12. Gün, İktidarların kirleticiliğini çok özlü örneklerle anımsatmış. HDK ( Halkların Demokratik Kongresi ) HDP’den önce kurulmuştu. Zira HDK meclislere ve komün al kooperatiflere dayalı bir örgütlenme projesi idi ve bir parti, meclislerin ve komün al kooperatiflerin kararları ile, ihtiyaç duyulursa kurulması amaçlanmıştı. Ne var ki Türkiye solu söz konusu projenin farkına varamadı. HDP tüzüğü HDK tüzüğünden daha anti demokratik olarak ortaya çıktı. Bu gerçekten dikkate değer bir paradoks. Demirtaş’ın söylemlerinden projenin bilincinde olduğunu anlıyorum. Dilerim HDP %10 barajı yıkar ve HDK projesi yeniden gündeme girer.

  13. hala türkiyede 1 parti akp bu sistemin yıkılmasını istemeyen kol kanat geren halk kitlesi içinde muhafazakar degerlere sahip halk kitlesi akp 1 parti yapıyor basın ve televizyondan ponpolan reklam kirlliligi herkes istedigi yaşam şekliyle yaşamak zorundadır ŞAYET YAŞATIRLARSA

  14. Genel olarak seçimle ilişkimiz şu gibi: Ehven-i şer durum yaratıldığı an (yaratılabilirse), yani seçimin ertesi günü, “kazanım”ın zirvesidir. Buradan itibaren düşüş başlar, iktidar yozlaştırır. Devrimciler için iş başa düşmüştür. Seçim sırasında desteklenen partiyi (soldan) eleştirme görevi öne çıkar, tabii ki afaki şekilde değil gerçek parametreler (korkaklıklar, beceriksizlikler, ihanetler vs.) üzerinden. Bu seçimde HDP’ye oyumuzu verdikten sonra, barajı aşarsa (ehven-i şer’i ancak böyle tanımlayabiliriz şu mevcut durumda) bu şekilde yaklaşılmalı.

  15. “Emevi saltanatı İslam’dan sapma değil, İslam’ın doğal ve zorunlu sonucu bence. Tıpkı Stalin’in de marksist/devrimci sosyalizmin doğal sonucu olması gibi.
    a) peygamberlik iddiasına itiraz edenlerin çenesini kapatmak için, b) “Hakk”a (hakikate) teslim olup onun için mücadele eden “seçilmiş” bir ümmet olarak kendinizi ayırdığınız insanlığın geri kalanını Hakk’a boyun eğdirmek için, c) ötekilerin “seçilmiş ümmet”ten daha aşağıda bir statüye itirazlarını bastırmak için kaçınılmaz olarak şiddete başvurunca kendi içinizdeki ilişki bir güç/iktidar ilişkisine dönüşür zamanla. Bu ilişki de aranızda şiddete/güce en iyi hükmedenleri itibar sahibi kılar ve fırsatını buldukları anda ellerindeki gücü kullanarak “ümmetin” iplerini ellerine alırlar. “Nübüvvet” ve hilafetin saltanata, Muhammed’in saf ve bağımsız dininin Emevi İslamına dönüşmesinin hikayesi budur kanaatimce.”
    http://nisanyan1.blogspot.com/2013/07/son-diyelim-baska-ckmasn.html?showComment=1375208909636#c4727861070312813832

  16. Gün Bey,

    Konu dışı bir soru olacak ama:

    Sevim Belli’nın sağlığı nasıl?

    Ne yapıyor, ne ediyor?

    En son ne zaman görüştünüz? Hâlâ görüşüyor musunuz?

  17. Sevim Belli’yle en son 46 yıl önce görüştüm. Kendisinden arkadaşlar aracılığıyla haber alıyorum. Sağlığı iyidir.

  18. Sayın Zileli,

    Mahatma Gandhi’yi anarşist perspektifle nasıl değerlendiriyorsunuz?

  19. Pasifist anarşist olarak değerlendirilir.

  20. Ülkede dinci-gerici diktatörlük var, yanı başımızda da IŞİD her gün katliam yapıyor. Siz hala “geri-ileri kavramları görecelidir” diyorsunuz. Gericiye gerici diyebilmeniz için daha ne yapmaları lazım? Stalin fotoğrafları falan mı asmaları lazım?

  21. Benimki de konu dışı olacak ama, sizden bir ricam var. Anarşistlerin seçimlerde oy kullanmama yönünde genel kabulleri var, bunu da teorik olarak gerekçelendiriyorlar. En azından sosyal medyada sıkça gördüğüm şey bu, ve oy kullananlara da seçimlerden konuşanları da tepeden bakarak, dalga geçer tarzda eleştiriyorlar. Siz bu konuda kısaca görüşlerinizi yazabilir misiniz, özellikle yerel olsun genel olsun seçimlerle çok ilgilendiğiniz için soruyorum. Selamlar…

  22. Gandhicilik ile Gandhi arasında önemli farklar var sanıyorum. Gandhicilik pasifizmi mutlak bir değer olarak sunma eğiliminde. Oysa Gandhi için pasifizm sadece bir taktikti. Taktiklerin en yücesiydi ama şiddeti mutlak olarak reddetmiyordu. Öncelikle düşman (İngiliz) kuvvetleri karşısında şiddet kapasitesi olarak mutlak bir zayıflık söz konusuydu en azından önemli bir süre. Pasifist taktikleri, bir lokma bir hırkacılık, kendine yeterlilik, boykot ve mermiler altında ölüme yürümek gibi eylemleri bu bağlamda geliştirdi. Gandhi’ye göre en üstün ve onurlu direniş biçimi binlerce insanın bile bile ölüme yürümesiydi. Böyle bir ayinsel toplu ölüm mutlaka uluslararası kamuoyunu harekete geçirecek, hatta düşmanın kendini sorgulamasına yol açacaktı. Fakat diyelim ki bu derece adanmış fedai bireyler azınlıkta. Bu iradeyi gösteremeyecek olanlar için Gandhi düşmana eldeki tüm imkanlarla en şiddetli şekilde vurmayı ikinci en onurlu seçenek olarak görüyordu. Pasifist mücadele en etkili fakat en zor seçenekti. Bir kısım Gandhicilik için ise daha kolay ve aslında daha etkisiz formları övülüyor. Gandhi için korkaklık en büyük günahtı ve onursuzluk ile eş anlamlıydı ve bu tip insanlar değersizdi. Korkaklığın neo-Gandhici pasifizmle örtülmesi bu açıdan Gandhi’nin kemiklerini sızlatacak bir ironi. Ayrıca anarşist sayılacak çok bir yönü olduğunu düşünmüyorum. Sanıyorum pasifizmi üzerinden anarşizmle bir bağ kuruluyor. Oysa iktidarı (karar alma yetisini) merkezden (kendisinden) aşağı doğru dağıtmak gibi bir yönelimi olduğunu sanmıyorum. Ayrıca, taktiksel olarak fanatizmine karşın politik olarak realist ve uzlaşmacıydı. Ardından bıraktığı düzenin yapısından bu çok kolay görülebilir.

  23. Bu arada Gandhi hakkında söylediklerimin referansı büyük ölçüde Norman Finkelstein. Kendisi Filistin meselesine adanmış bir Amerikalı Yahudi. Gandhi’den çok etkilenmiş birisi. Gazzeli’lerin kadın ve çocuklar en önde olmak üzere yüzbinler halinde İsrail’in duvarına yürüyüp binlerce ölü vermek pahasına bütün dünyayı sarsacak bir eylem yapmalarını İsrail işgaline son verebilecek en etkili eylem seçeneği olarak görüyor.

  24. Her türlü teorik ezber hayatın karşısında yenilir. Anarşizmin seçimlerle ilgili genel tespiti doğrudur. Seçimler bir onay mekanizmasıdır ve sonuçta sisteme hizmet eder ancak her seçim somut durumuyla değerlendirilmelidir. İşte bu noktada çoğu arkadaş hataya ve hiç istemedikleri halde konformist bir konuma düşüyor.

  25. Bu yazıda öyle bir şey yok.

  26. Peki sayın Zileli,

    Gandhi’nin bir pasifist-anarşist olması yanında ülke kuran bir başka ‘kurucu baba’ (Washington gibi, Lenin gibi, Atatürk gibi veya Ho Chi Minh gibi) olduğunu da biliyoruz.

    (Her ne kadar suikasta uğradıysa da; bağımsızlık ilan edildiğinde muhtemelen ilk cumhurbaşkanı veya ilk başbakan olacaktı.)

    Bu noktadan sonra nasıl değerlendirme yapacağız?

  27. 15 no’ya
    Bunların gerici olduğunu söylemenizden Kemalizm ve Esad’ın onlara göre ilerici olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız?
    Bu durumda mesela Muhammed’e ve Osmanlı’ya da ilerici dememiz gerekmez mi? Onlar da Arapları ve Türkleri kabile toplumundan uygarlığa geçirerek “ilerlettiler”.

  28. öyle aşağılık bir görevi kabul edeceğini sanmam. Etmedi de bildiğim kadarıyla.

  29. Tarihçi Halil Berktay, “barbarlıkla” uygarlığı birbirinden ayırt etmenin kıstasları üzerine tartışırken tamamen katıldığımız saptamalar yapıyor:
    “İşte barbarlıkla uygarlık arasındaki önemli farklardan üçü: Şehirlerin yokluğu/varlığı; kralların yokluğu/varlığı; nihayet, kamunun silahlılığının devletin silahlılığına dönüşmesi.” (Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, s. 158.)
    Ne var ki Berktay, uygarlık tarihçiliği yaparken, biz meseleye şehirlerin yokluğunu, kralların yokluğunu ve devletin silahlılığı yerine silahsızlığını tercih eden bir genel görüşle bakıyoruz.
    (Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoksi ve Babailer, s. 85)

  30. Beş yüz yıl arayla tarihin yasasını arayan iki materyalist İbni Haldun ve Engels

    Hiç kuşkusuz İbni Haldun ve Engels’in entelektüel modelleri arasında benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da mevcuttur. Ne de olsa beş yüz yıl arayla çok farklı toplumlarda dünyaya gelmişlerdi. Her ikisi de dünya tarihi için, siyasi yönetim ve rejim değişikliklerini açıklayacak genel modeller geliştirmeye çalıştı. Her ikisi de maddi etkenlere ve insanların hayatta kalabilmek için birlikte çalışma zorunluluklarına önem verdi. Siyasal ve sosyal yapılar hakkındaki argümanları bu ortak temele dayanmaktaydı.

    İbni Haldun pek çok sosyal bilimci tarafından modern tarihçiliğin, siyasal bilimlerin ve sosyolojinin kurucusu olarak kabul ediliyor. İngiliz tarihçi Arnold Joseph Toynbee ondan “herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibi” olarak bahsetmişti. Friedrich Engels ise, bilindiği gibi Karl Marx’la birlikte Marksizmin kurucusu.
    Nicholas Hopkins’in makalesi İbni Haldun ve Engels’in toplumların değişim mekanizmalarıyla ilgili düşüncelerinin benzerlik ve farklılıklarına değiniyor. Kahire Amerikan Üniversitesi Beşeri ve Sosyal Bilimler Bölümü dekanlığını yürütmüş olan emekli antropoloji profesörü Hopkins’in Arap tarihi ve kültürü üzerine pek çok çalışması bulunuyor. Bozkurt Leblebicioğlu’nun Türkçeleştirdiği makaleyi ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

    Friedrich Engels hayatının sonlarına doğru 1894 yılında, Karl Kautsky’nin editörlüğünü yaptığı Alman sosyalistlerinin yayın organı olan Die Neue Zeit’ta, erken Hıristiyanlık tarihi üzerine bir araştırma yayımladı.

    Engels makaleye erken Hıristiyanlık ile sosyalizm arasında bir paralellik kurarak başlar: “Hıristiyanlık da işçi sosyalizmi gibi esaret ve sefaletten kurtuluşu öngörmektedir.” (1) Aradaki fark, kurtuluşun Hıristiyanlığa göre ölümden sonra cennette, sosyalizme göre ise toplumun dönüşümü ile bu dünyada gerçekleşecek olmasıdır. Engels daha sonra Ortaçağ’daki köylü ve işçi hareketlerinin dinsel renkler taşımakla birlikte aslında toplumsal hareketler olduğuna dikkat çeker. “Bu isyanlar, ortaçağdaki diğer tüm kitle hareketleri gibi, dini bir görünüm altında giderek yaygınlaşan yozlaşmaya karşı erken Hıristiyanlığı savunuyor gibi görünmekle birlikte, aslında her seferinde son derece dünyevi çıkarlara dayanmaktaydı.” (2) Bu noktada, daha sonra İncil metninin eleştirisine dönüşen makalenin girişinde, Engels konu dışına çıkarak İslam ile ilgili aşağıdaki uzunca dipnotu düşer:

    “Bu noktada olağandışı bir zıtlık, İslam dünyasındaki, özellikle Afrika’daki dini ayaklanmalarda görünür. İslam Doğu’ya, özellikle de Araplara, bir yanda ticaret ve zanaatla iştigal eden şehirlilere, öte yanda göçebe Bedevilere uyarlanmış bir dindir. Ancak burada periyodik olarak tekerrür edecek bir çatışmanın tohumları mevcuttur. Şehirliler zenginleşip şatafata alıştıkça, ‘hukuk’a uymakta kayıtsızlaşırlar. Fakir ve bu yüzden katı törelere bağlı Bedeviler bu zenginlik ve sefahata kıskançlık ve açgözlülükle bakar. Sonrasında, doğru yoldan ayrılmış olan bu dönekleri cezalandırmak, dini ritüeller ile gerçek imanı yeniden tesis etmek ve bunun mükâfatı olarak bu imansızların malına mülküne el koymak için, bir peygamberin veya Mehdi’nin önderliği altında birleşirler. Ancak doğallıkla, aradan yüzyıl geçtikten sonra, devirdikleri döneklerle aynı noktaya gelirler: İmanda yeni bir arınmaya ihtiyaç duyulur, yeni bir Mehdi ortaya çıkar ve her şey yeniden başlar. Afrikalı Almoravid ve Muvahhidlerin İspanya’daki fetih seferberliğinden, Hartum’daki İngilizleri durdurmayı başaran en son Mehdi’nin ortaya çıkışına kadar olanlar bundan ibarettir. İran ve diğer Müslüman ülkelerdeki isyanlar da aynı veya benzer şekillerde tecelli etmiştir. Tüm bu hareketler dini bir görünüm taşımakla birlikte esas olarak ekonomik sebeplerden kaynaklanmaktadır. Ancak bu tür mücadeleler zaferle neticelense bile eski ekonomik koşullara dokunulmamakta, eski ekonomik yapı aynen devam etmektedir. Dolayısıyla eski durum değişmez ve çatışma periyodik olarak tekrar ortaya çıkar. Hıristiyan Batı’daki halk isyanlarında ise dini motif tam tersine sadece köhneleşmiş ekonomik düzene karşı yapılacak olan mücadeleler için bir bayrak ve maske vazifesi görmektedir. Eski düzen alaşağı edilir, yeni bir ekonomik yapı ortaya çıkar ve dünya ilerler.” (3)

    İbni Haldun’da tarihin döngüsel sürekliliği fikri
    Çöllerden ve dağlardan gelen dinamik ve saf Bedevi hareketinin, köhnemiş şehirli hanedanı devirmesiyle ve ardından sıra kendisine geldiğinde miskinleşip yozlaşmasıyla gelişen döngüsel süreklilik düşüncesi İbni Haldun’un 14. yüzyılda yazdığı Mukaddime adlı kitabın en önemli temalarından biridir. İbni Haldun Bedeviler arasında güçlü olan “asabiyye”nin (moral birliği ve grup dayanışması) bir İslami duyarlılıkla pekişmesi sayesinde, şehirlerde tembelce ve lüks içinde yaşayan yönetimlere karşı olan Bedevilerin bir araya gelerek bunları yıkmalarının mümkün olabildiğine dikkat çekmektedir. İbni Haldun bir Mehdi’nin, sosyolojik bir peygamberin rolünü özellikle vurgulamamakla birlikte, Muvahhid hareketinin kurucusu olan Mehdi (4) ile tabii ki Hz. Muhammed’in önemine dikkat çeker. (5) İbni Haldun’un analizine göre başlangıçta sade ve ölçülü olan bir yönetim, zamanla refah içinde yaşamaya, lükse, aşırı tüketime, debdebeye alışır ve düşkünleşmeye başlar. Bu süreç normal olarak üç nesil boyunca, yaklaşık 120 yıl kadar devam eder. (6) İbni Haldun “dönek”, “dinden çıkmış” gibi terimleri kullanmaz, odaklandığı nokta dinin kendisinden ziyade iktidarın sosyal dayanaklarıdır. “Asabiyye”nin dini örgütlenme ve kavrayış ile güçlendirilebileceğine de dikkat çeker. (7)

    Engels’in 1894 yılında düştüğü uzunca dipnotun İbni Haldun’u çağrıştırdığı düşüncesine daha önce Ernest Gellner de dikkat çekmiştir. (8) Gerçekten de dipnotun ilk kısmı Engels’in İbni Haldun’un eserlerini okuduğuna veya düşüncelerine ikincil kaynaklar aracılığıyla vâkıf olduğuna işaret etmektedir. Engels konuya Kuzey Afrika’daki (Batı’daki Müslümanlar veya Araplar) açısından yaklaşmaktayken, İbni Haldun’un çalışmaları erken İslamiyet tarihinden örneklerle doludur. Engels konuyu daha da güncelleştirerek Sudan’daki Mehdi’yi argümanına örnek olarak gösterir. (Engels’in dipnotu yazdığı tarihlerde Sudan’daki Mehdi’nin kuvvetleri sömürgeciliğe karşı başarılı bir mücadele vererek 1881 yılında İngiliz işgalci kuvvetlerini yenmeyi başarmıştı. 1898 yılında İngiliz-Mısır ordularının ikinci işgalinde de mağlup olmamışlardı.) Buradaki anafikir, medeniyetin kapılarına dayanmış olan dinamik ve zinde barbarların periyodik olarak medeniyeti din adına fethetmesi ve sonrasında kendilerinin sadece askeri olarak değil, medeniyetin âdet, gelenek ve yaşam biçimleri tarafından da fethedilmeleridir.

    Engels’e göre Batı ile Doğu
    Şunu da kaydetmek gerekir ki, Engels için asıl mesele İslam tarihindeki döngüsel süreçlerle Hıristiyan Batı’daki ileriye doğru sıçramaların karşılaştırılmasıdır. Buradan hareketle Batı’da Hıristiyanlık adına ortaya çıkan toplumsal hareketleri genellikle ilerici ve kimi zaman sosyalist olarak nitelendirmektedir. Buna karşılık İslam dünyasındaki sosyal hareketler Batı’daki gibi ekonomik nedenlere dayanmakla birlikte, eski ekonomik koşulların alaşağı edilmesiyle sonuçlanmaz; bu yüzden bu şartlar bir süre sonra yeniden tekerrür ederler. Gellner bu noktada Engels’in “durağan Doğu” ile “gelişen Batı” karşıtlığı düşüncesini terk etmediğine dikkat çeker. (9) Aynı düşünce Marx’ın 1853 yılında kaleme aldığı Hindistan üzerine notlarında da mevcuttur. (10)

    Ayrıca şu da not edilmelidir ki, yukarıda bahsi geçen metinden yaklaşık kırk yıl önce, 1850’lerde Engels İslam’ın yükselişinin olası devrimci sonuçlarıyla ilgilenmektedir. 1853’te Marx’a yazdığı bir mektupta; “Muhammed’in dinsel devriminin, diğer tüm dinsel hareketler gibi eski yalın gelenek ve âdetlere dönme iddiası taşıyan biçimsel bir tepki olduğunu” belirtir. (11) Birkaç gün sonra yazdığı mektupta da “Muhammed’in tarihinin … dinleri çözülme evresine girmiş olan, yerleşik ama ahlaki değerlerini kaybetmiş şehirli fellahlara karşı bir Bedevi tepkisi karakteri taşıdığını” ifade eder. (12) Bu mektuplar Engels’in Almanya’daki Köylü Savaşı kitabında dinin oynadığı değişik rollerin analizini tamamladıktan birkaç yıl sonra kaleme alınmıştır. Engels bu kitabında 16. yüzyıl Almanya’sında Martin Luther’in oynadığı nispeten muhafazakâr rol ile daha devrimci olan Thomas Münzer’in rolünü karşılaştırır. (13) O zamanki Alman toplumunu analiz eden Engels belirli sınıf ve grupların mevcudiyetini tespit etmiştir; köylüler, şehirlerde yaşayan yarı özgür pleb kitleler, burjuvalar, din adamları, yoksullaşmış asilzade ve prensler… Engels Almanya’da dini düşünce ve önderliği belirli bir sosyal ve ekonomik bağlama oturtmaya çalışırken İslam’la ilgili yorumlarında böyle bir çabaya pek rastlanmamaktadır.

    Engels ‘Mukaddime’yi okudu mu?
    Şayet Engels İbni Haldun’un Mukaddime kitabından haberdarsa, bu muhtemelen kitabın William MacGuckin de Slane’in çevirdiği, 1858 yılında Paris’te Etienne Marc Quatremére tarafından Fransızca olarak yayımlanan akademik baskısı olmalıdır. (14) De Slane’in çevirisinin tamamı 1862 ve 1868 tarihlerinde Notices et Extraits des Manuscrits de la Bibliothéque Impériale’in XIX. ila XXI. ciltlerinde yer almıştır. (15) Bunun yanı sıra Mukaddime’nin bazı bölümleri ve kitap hakkındaki muhtelif yorumlar 19. yüzyıldan daha önce de yayımlanmıştır (16) ve bunların bir ya da birkaçının Engels’in bilgisi dahilinde olması muhtemeldir. Engels’in 1853’deki yorumları, onun İbni Haldun’un tezinden haberdar olduğunu ya da bir şekilde etkilendiğini akla getirmektedir. Marx’ın 1880’lerin ilk yıllarında Cezayir ile ilgili okuma notlarında, De Slane’in çevirisine atıflar vardır. (17) Engels ile Marx arasında yoğun bir bilgi alışverişi olduğunu düşünürsek, en azından o zamanlarda Engels’in Mukaddime hakkında fikir sahibi olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.

    Engels büyük bir olasılıkla İbni Haldun’un bazı düşüncelerinden etkilenmiş olabilir. Mukaddime’de materyalist bir yaklaşım olmakla birlikte İbni Haldun daha çok çevreye uyumun rolü konusuna odaklanmıştır. Örneğin İbni Haldun Alman İdeolojisi’ndekine benzer bir şekilde şunu belirtmiştir: “Bilinmelidir ki, insanlar arasındaki farklı koşullar, geçimlerini sağlamaktaki değişik biçimlerden kaynaklanır. Sosyal örgütlenme onların en temel ihtiyaçlardan başlayarak belli bir hayat kalitesini ve nimetleri elde etmek üzere işbirliği yapmasını mümkün kılar.” (18) İbni Haldun ayrıca insanlığın varlığını sürdürebilmesi açısından tekniğin ve topluluk yaşantısının çok büyük bir önem taşıdığına dikkat çeker. (19) Mukaddime’de ayrıca toplumsal süreç kavramı ve bir toplumsal durumun nasıl başkasına dönüştüğü konusunda da fikirler bulunmaktadır.

    Bununla birlikte Mukaddime’de Engels’in ilerlemeci ve seküler değişime olan ilgisine uygun düşecek bir yaklaşım bulunmamaktadır. İbni Haldun yaşadığı çağ itibariyle sanayi devriminin sosyal etkilerinden ziyade hanedan ve krallıkların kuruluş ve çöküş süreçleriyle ilgileniyordu. Eğer Engels gerçekten İbni Haldun’dan haberdarsa, tekrarlamalı model ve yapıya karşı bu ilgi, onun Doğu ve özellikle İslam dünyasının her nasılsa erken modern ve modern Avrupa’dan niteliksel olarak farklı olduğu yönündeki (Avrupa’da da çok yaygın olan) düşüncesini teyid etmiş olabilir.

    ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’nde İbni Haldun izleri
    Engels’in Mukaddime’de İbni Haldun’un ileri sürdüğü fikirlerin farkında olduğunu kabul ettiğimizde, onun en önemli eserlerinden olan, ilk defa 1884 yılında yayımlanmış Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabının bazı bölümlerini de bu gözle yeniden okumamız gerekmektedir. (20) Bilindiği üzere kitabın temel argümanları bariz bir şekilde Lewis Henry Morgan’ın 1877 yılında yayınlanan İlkel Toplum’undan türetilmiştir. (21) Engels Morgan’daki evrim aşamalarını daha da geliştirerek materyalist bir temele dayandırmaya ve yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Engels’in çalışmasındaki en önemli konulardan biri, aile ve kabilelere dayanan küçük ölçekli topluluklardan klasik antik dönemdeki tam teşekküllü devlete, politik biçimlerin evrimiyle ile ilgilidir. Engels’e göre özel mülkiyetin ortaya çıkışı, kaçınılmaz bir şekilde, mülkiyet haklarını garanti altına alacak bir devlet yapısının ortaya çıkarmıştır.

    Burada bizi ilgilendiren, kitabın Cermenlerle ilgili olan yedinci ve sekizinci bölümleridir. Engels Cermenleri (Gotları, Frankları vs.) Haldun’un terimlerini kullanacak olursak “sınır halkları”, “Avrupa’nın Arapları” olarak nitelendirir. Keltler gibi eski Cermenler de kanbağı temelli “gentile” şeklinde sosyal yapılarla karakterize olmuştu. Engels Romalı senatör ve tarihçi Tacitus’dan alıntı yaparak Cermenlerin en azından Roma’yı zapt edene kadar aile konusunda Romalılara kıyasla daha “erdemli” olduklarını belirtir. (22) Engels’e göre Cermenler devletin ortaya çıkışından önce, “en yüksek” derecede gelişmiş bir devlet öncesi politik örgütlenme yapısı oluşturmuşlardı. Bu örgütlenmede “halk meclisi, gens şefleri konseyi ve monarşik bir iktidar için mücadele eden bir askeri lider” bulunmaktaydı. (23)

    Cermenler çoğunlukla Roma İmparatorluğu’nun sınır bölgelerinde yaşıyorlardı. Roma İm-paratorluğu’nun güçlü bürokratik yapısı imparatorluğun sınırlarında yaşayan herkes için hayatı son derece zorlaştırıyordu. Roma düzeni bunlar için “en kötü düzensizlikten daha kötüydü”. (24) Çünkü Roma’nın dünya hâkimiyetinin sonucunda “her yerde yoksulluk yaygınlaşıyor, ticaret, zanaat ve sanat hayatı geriliyor, nüfus azalıyor, şehirler zayıflıyor, tarım üretimi önemli ölçüde azalıyordu”. (25) Roma’nın zafiyetinin en önemli nedeni köle gücüne bağımlı olmasıydı. Bu şartlar altında Cermenler giderek Roma İmparatorluğu’nu işgal etmeye ve ele geçirmeye başladılar. Engels Cermen başarısının “barbarlıklarına ve gensler (kandaş gruplar) biçiminde örgütlenmelerine” bağlı olduğunu belirtir. (26) Böylece Cermen savaşçıları zapt ettikleri toprakların büyük bir kısmını kendilerine ayırıp, akrabalık ilişkilerine göre paylaştılar. Akraba grupları yerel gruplar haline dönüşerek yeni ortaya çıkan devletlere eklemlendi. Yeni sosyal düzen kölelikten çok patronaj ve himaye ilişkisine dayanıyordu. Ancak bu da payidar kalamadı ve nihayet 400 yıl sonra bu Cermen (Kuzey Fransa’da da Frank) düzeni, Norman istilasıyla yerle bir edildi: “Tıpkı Roma İmparatorluğu’nun 400 yıl önce Frankların ayakları altına serilmesi gibi, Charlemagne’ın ölümünden elli yıl sonra, Frank İmparatorluğu da Normanların ayaklarının dibinde öylece savunmasız halde uzanıyordu.”(27)

    Çürüyen medeniyete barbar aşısı
    Bununla birlikte bu ikisi arasındaki fark, “özgür Frank köylüsü” ­idi; ancak daha sonra serf haline dönüşecekti. Köleliğin yerinde feodal sistem ve “Batı Avrupa insanlığının gelecekte yapacağı tarihin temellerini oluşturacak yeni form ve yapılar olan modern milliyetler” vardı. (28) Bu geçiş sürecinde barbar Cermenleri önemli kılan ve Romalıların çoktan yitirmiş oldukları özellikler, “bireysel kabiliyet ve cesaretleri, özgürlük anlayışları ve demokratik içgüdüleri” idi. (29) Bu özelliklerin en önemli dayanağı da toplumlarında kandaş bağların son derece güçlü olması idi. Engels bu pasajı şu cümlelerle tamamlar:
    “Cermenlerin Roma Dünyasına zindelik ve yaratıcı yaşam gücü olarak aşıladıkları tek şey, barbarlıklarıydı. Çökmekte olan bir uygarlığın sancılarını çeken bir dünyayı ancak barbarlar gençleştirebilirdi. Cermenlerin göçlerden önce ulaşmış ve içinde gelişmiş oldukları barbarlığın en yukarı aşaması, bu süreç için en uygun aşamaydı. Bu, her şeyi açıklamaktadır.” (30)

    Engels’in bu analizi, İbni Haldun’u biliyor olsun veya olmasın kesinlikle onu çağrıştırmaktadır. Hanedanlar silsilesinin birbirlerini takip etmesi kavrayışı -Yunan’dan sonra Roma’nın, Roma’dan sonra Cermenlerin, Cermenlerden sonra Normanların gelmesi- ile barbarların sahip olduğu zindelik ve yaşam gücü düşüncesi, İbni Haldun’un fikirlerini yansıtmaktadır. Engels’teki Cermenlerde kanbağının (“gentile” örgütlenmesi) merkezi önemi ve aile meselelerindeki erdemleri gibi fikirler, asabiyye kavramının karşılığı olarak görülebilir. Elbette ki Engels’in düşüncelerinin İbni Haldun’unkilerden farklı olduğu nokta, onun düşüncesinde her sürecin bir öncekinden eninde sonunda farklı olmasıdır. Örneğin Roma’nın çöküşü köle tipi üretim tarzının ve köleci toplumun da çöküşüdür. Cermenlerin yükselişi de feodal toplumun yükselişine tekabül etmektedir. Daha sonra feodalizmin içindeki çelişkiler kapitalizmin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bu model Normanların tarihteki rolünü marjinal kılar; Normanlar yeni bir üretim biçimine yol açmadıkları için tarihteki etkileri kalıcı olmamış ve tarih sahnesinde kısa bir süre için var olabilmişlerdir.

    Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabındaki düşünceleri İbni Haldun’a borçlu olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu konuda ancak spekülasyon yapabiliriz. Bununla birlikte aralarında Herder ve Hegel’in de bulunduğu bazı Alman düşünürler “Cermenler” ve “Araplar” arasındaki paralelliklere dikkat çekmektedir. Hegel’e göre Cermen ve Arap kabilelerinin tarihsel konumları benzerlikler göstermektedir. Roma İmparatorluğu’nun Cermen, antik uygarlığın da Arap paganizmi tarafından zapt edilmiş olması Hegel’in bu benzerliğe dikkat çekmesine yol açmıştır. (31) Daha yakın bir zamanda da Avusturyalı oryantalist von Grunebaum biraz da kıskançlık duygularıyla bir saptama yapmıştır: “İslam, din değiştiren Arapları evrensel bir dünya görüşünün, zamanı gelince de evrensel bir devletin merkezine oturtmuştur. Cermenler bir meşruiyet ihtiyacına gereksinim duyarken ve değiştirmeye çalıştıkları âdetleri sürdürürken, Müslüman Arap’ın çekim merkezi kendisi olmuştur. Halkı seçilmiş bir halk olup, hâkimiyet hak olarak seçilmiş olana aittir.” (32)

    Beş yüz yıl arayla iki materyalist sosyal bilimci
    Hiç kuşkusuz İbni Haldun ve Engels’in entelektüel modelleri arasında benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da mevcuttur. Ne de olsa beş yüz yıl ara ile çok farklı toplumlarda dünyaya gelmişlerdi. Her ikisi de dünya tarihi için, siyasi yönetim ve rejim değişikliklerini açıklayacak genel modeller geliştirmeye çalışmıştı. Her ikisi de maddi etkenlere ve insanların hayatta kalabilmek için birlikte çalışma zorunluluklarına önem vermişti. Siyasal ve sosyal yapılar hakkındaki argümanları bu ortak temele dayanmaktaydı. Birbirlerinden çok farklı yollarla yaptıkları analizlerde, her ikisi de dinsel yapı, fikir ve şahıslara yoğunlaşmıştı. İkisi arasındaki en göze çarpan fark, İbni Haldun’un süreçsel yapı hakkındaki düşüncesiydi. Bu düşünceyle İbni Haldun rejimleri canlılara benzeten bir metaforla gelişme ve çöküş açısından inceliyordu.(33) Bu yaklaşım Engels’in çizgisel ilerleme düşüncesine bağlılığıyla karşıtlık içindeydi. Engels bu düşüncesiyle toplumlardaki önemli dönüşümleri, sadece siyasi rejim değişiklikleri olarak değil aynı zamanda üretim biçimindeki değişiklikler olarak algılıyordu. Netice olarak İbni Haldun’a göre toplum ve siyasal rejim Allah’ın rızası altında olan ekolojik faktörlerin bir ürünüdür; bu düşünce tarihsel olmayan bir tür yapısalcılık anlayışıdır. Engels aynı zamanda teknoloji ve toplumsal örgütlenmenin altını çizer. Ancak Engels’e göre tarihin itici gücü toplumlardaki temel çelişkilerin yarattığı toplumsal güçlerdir. Son söz olarak, Engels İbni Haldun’u okumamışsa bile, rahatlıkla, eğer okusaydı mutlaka onun düşüncelerini takdir ederdi diyebiliriz.

    Nicholas S. Hopkins Çev.: Bozkurt Leblebicioğlu

    DİPNOTLAR
    1) Frederick Engels, “Erken Hristiyanlık tarihi üzerine”, Karl Marx ve Frederick Engels, Din Üzerine, Moskova, Progress Publishers, 1975, s.275.
    2) Age, s.276.
    3) Age, s.276.
    4) İbni Haldun, Mukaddime: Tarihe Giriş. Franz Rosenthal çevirisi. (Princeton University Press, 2. Baskı, 1967.) C.1, s.323, 471.
    5) Age, s.415.
    6) Age, s.344.
    7) Age, s.321.
    8) Ernest Gellner, Müslüman Toplumu, Cambridge University Press, 1981, s.46.
    9) Age, s.47.
    10) Karl Marx, “Hindistan’da İngiliz Yönetimi”, Robert C. Tucker, The Marx-Engels Reader, New York, W.W. Norton, İkinci Baskı, 1978, s.653-658, “Hindistan’daki İngiliz Yönetimi’nin Gelecekteki Etkileri”, Age., s.659-664. Bu makaleler The New York Daily Tribune gazetesinde 25 Haziran ve 8 Ağustos 1853 tarihlerinde basılmıştır. Bu makalelerle Engels’in Marx’a İslamla ilgili olarak yazdığı mektupların 1853 yaz aylarında yazılmış olması dikkat çekmektedir.
    11) Engels, “Engels’den Marx’a, 26 Mayıs, 1853” Engels ve Marx, Din Üzerine. (Moskova: Progress Publishers, 1975) s.105.
    12) “Engels’den Marx’a 6 Haziran, 1853”, Din Üzerine, s.109.
    13) Bkz. Eric Wolf, “Almanya’da Köylü Savaşı: Sosyal Tarihçi Olarak Frederick Engels”, Science and Society, 1987, s.82-92.
    14) Franz Rosenthal, “Çevirmenin Önsözü”, İbni Haldun, Mukaddime, Princeton University Press, 1967.
    15) Age.
    16) Walter J. Fischel, Seçilmiş Bibliografya, İbni Haldun, Mukaddima, Princeton University Press, 1967.
    17) Marx’ın notları M.M. Kovalevski’nin Moskova’da 1879’da yayınlanmış Le sytéme foncier communautaire; causes, déroulemet et conséquences de sa décomposition eserine atıfta bulunmaktadır. İbni Haldun ile ilgili bir metin olarak alıntılanmıştır. Bkz. Maurice Gaudelier, Sur les sociétés précapitalistes: Textes choisis de Marx, Engels, Lénine (Paris: Editionsa Sociales, 1973), s.383
    18) İbni Haldun, s.249. Örneğin karşılaştıralım: “Yaşamın üretilmesi, hem kişinin emekle kendi hayatını, hem de doğumla yeni bir yaşamın üretilmesi anlamında ikili bir ilişki olarak belirir: Bir yandan doğal diğer yandan sosyal ilişki. Sosyal ilişkiden anladığımız hangi şartlar altında, hangi şekilde ve hangi amaçla olursa olsun birkaç kişinin işbirliğidir. Buna göre belirli bir üretim biçimi veya sanayi üretimi her zaman için mutlaka bir işbirliği ve sosyal aşamayı gerektirir ve bu tür bir işbirliği bizzat bir ‘üretici güç’tür.” Karl Marx ve Frederick Engels, The German Ideology (New York: International Publishers, 1970), s.50.
    19) Age, s.89.
    20) Frederick Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, New York: International Publishers, 1972.
    21) Lewis H. Morgan, İlkel Toplum, Londra: Macmillan, 1877.
    22) Engels, age, s.200.
    23) Age, s.205.
    24) Age, s.208.
    25) Age, s.209.
    26) Age, s.215.
    27) Age, s.213.
    28) Age, s.215.
    29) Age, s.216.
    30) Age. s.216.
    31) Bkz, Georg Stauth: “Ruhu Uygarlaştırmak: Alman Oryantalistler”, Kaskul, Wiesbaden: Otto Harrassowitz,1989 s.159.
    32) G. von Grunebaum, “İslami Uygarlığın Kökenleri”, The Cambridge History of Islam, Cambridge University Press, 1970.
    33) Ferial Ghazoul, “The Metaphors of Historiography: A Study of Ibn Khaldun’s Historical Imagination”, In Quest of an Islamic Humanism, The American University in Cairo Press, 1984.

    http://kollektifbilgi.blog.com/2013/04/04/bes-yuz-yil-arayla-tarihin-yasasini-arayan-iki-materyalist-ibni-haldun-ve-engels/

  31. Şurada Erdoğan’ın putlaştırılmasından yakınıp konuyu gericiliğe, ortaçağa, demokrasiye, aydınlanmaya bağlayan bir yazı var.
    Putlaştırılmanın ötesinde bütün ülkenin ulusal tanrısı ilan edilen devletin kurucusunu savunan bir Kemalistin bunları yazmasından daha büyük ikiyüzlülük olmaz.
    Bir gerçek ancak bu kadar ters yüz edilir.
    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/286367/Putlastirmak.html

  32. Yazıya katılmıyorum. Biçim-öz tartışması, kaçınılmaz olarak gerici-ilerici tartışmasını da çağırmış, yorumlarda yazının açmak istediği tartışmanın dışına çıkılmış mecburen.

    Demir hoca, pragmatist bir yaklaşımla (ki bence ak parti diye kullanması da bu yüzden) yeni akp’yi eski ak parti’yle karşılaştırıyor. bu yazıyı teorik olarak eleştirirken, ak parti’nin mi yoksa akp’nin mi ‘gerçek öz’ olduğunu tartışmak anlamlı değil. Toplumsal yapılar, kurumlar, mesela partiler, elbette ki zaman içinde değişirler. Her kurumun belirli bir süre sonra kuruluş amacından uzaklaşma ve sadece kurumsal yapının sürekliliğini korumayı amaç edinme eğilimi vardır. Bu ‘uzaklaşma’ değil ama kurumun varlığını sürdürme çabası, elbette kurumun iradesiyle mümkün olur, Hatta kurum tam da bu noktada sağlamlaşır, amatörlükten çıkarak ustalaşır, güç ve iktidarla buluşur.

    Bu süreçte bir öz arayacaksak, kurumsal iradeyi bir ‘öz’ olarak almamalıyız. O zaman AKP’nin aklının önden kurulduğu, akp’nin bugüne kadar kendi amacını takip ederek geldiği ve akp’nin takiyye yaptığını söylemek durumunda kalırız. AKP (veya bolşevik parti, veya muhammet) diyelim ki en başta bile kendi tarihlerini yaşandığı biçimde yaşamayı hedeflemiş olsunlar, yine de onları böyle üstün güçlü özneler olarak görmeye hakkımız yok. Ben kendi adıma sadece şansları yaver gitmiş, demeyi tercih ederim.

    ‘Öz’ü arayacaksak, durgun ve akıllı görünen kurumların gizil amaçlarında değil, yine toplumun hareketinde aramalıyız, toplumun hareketli olduğu yerde. aynı terminolojiyle ve aynı noktadan tarif etmemekle birlikte, Demir hoca’nın yaklaşımına daha yakınım bu noktada. Ak Parti, her ne kadar aklında bilemediğimiz gizli ve kara bir planı olursa olsun, toplumun özgürlük talebinin bir sonucu olarak yükseldi, bu özgürlük talebinin ürünüydü. Bu ‘özgürlük’ talebinin kısmi olduğu, toplumsal özgürlüğü sağlamadığı söylenebilir -ki bolşevikler için de aynısı söylenebilir- ama zaten adaletsizliğin anlamı da bu: Toplumun bir kesiminin adaletsizliğe karşı kendi hakkını ve hakkından fazlasını talep etmesi gerekir genelde.

    işte toplumsal ‘öz’, hareketliliğin olduğu nokta, adalet talebinin değil ama adaletsizliğe karşı çıkışın, toplumun sahte bölünme eksenlerinin yerini yapısal bölünmelere (Ak Parti pratiğinde laiklik vs. sınıfsal bölünme) terk edişinin yaşandığı bu noktada bulunuyor. İktidar olmuş bir Ak Parti’nin bölünme eksenini yeniden ve kendi kurumsal gücünü koruyacak biçimde düzenlemeyi denemesi anlaşılırdır. Toplumsal ‘öz’, çünkü bu noktada durmayacaktır, adaletsizlik ve eşitsizlik var olduğu sürece, görünür tartışmaları gerçek fay hattına çekilmeye zorlayacaktır. AKP, başörtüsü ve darbeyle hesaplaşma gibi meseleleri bu yüzden ancak soğuduğu noktada, yaratacağı toplumsal heyecan ve pozitif hissiyatın ‘kurucu’ negatif hissiyattan (ezildik, mazlumuz, darbeye maruz kaldık) güçlü olamayacağı bir noktada karşıladı. kurucu adaletsizliği unutturup yaraları sarmadı ki, onu güçlü kılan ve onu çağıran toplumsal ‘öz’ün, sınıfsallaşan kinin, suyunu çıkartsın. (hatta aşırı bir iddiada bulunayım, doğru olmasa bile derdimi anlatmak için: gezi’yi doğuran enerji, barış isteyen enerjiyle aynı kaynaktan, aynı ‘öz’den geliyor, Ak Parti’yi iktidara taşıyan ‘öz’ de aynı. Barış olasılığı belirmese, toplumsal barışın yarattığı pozitif heyecan olmasa, Gezi yaşanmayacaktı, Bu yüzden, Gezi’yi bitirmek için de barış talebini karşılamamak, mümkün değilse olabildiğince ertelemek gerekiyor. Perinçek’le AKP’nin bugün buluştuğu nokta tam burası bence.)

    Kısacası, Ak Parti, temelden kötücül planı doğrultusunda halkı kandırarak gerçek özüne, AKP’ye ulaşmadı. Bu kadar güçlü bir öznelik, ne muhammette, ne bolşeviklerde, ne de jakobenlerde mevcut olabilir. Aksine, toplumsal ‘öz’ Ak Parti’ye bu gücü verdi. AKP’nin başarısı, gerçekten kabuğa dönüşmesinde, toplumun bu itici enerjisini zaman içinde kendi kurumsal varlığını sağlamlaştıracak biçimde soğurabilmesi, aşağıdan yükselecek lavları, yukarıda yarattığı fırtınayla dondurabilmesinde olabilir. Ak Parti lavların sıcaklığıyla serpilen bir çekirdekse, AKP yoğunlaşmış güçtür, kabuktur. Çatlarsa ne ala, çatlamazsa bir süre daha güçlenecek demektir.

  33. Diyalektikle ilgili bir yorumda hata yapılmış. diyalektik, her şeyin asına rücu etmesi değil, “etmemesi!” olarak tarif edilebilir ancak: Hiçbir hareket, başlangıç noktasına dönmez, diyalektik böyle tarif edilebilir. AKP’nin gelişimini diyalektik bir metaforla anlatacaksak, ne Ak Parti’yi yükselten toplumsal özgürlük talebinin, ne de AKP’nin aynı noktada olmadığını, ikisinin de bu süreçte değişmiş olduğunu söylemeliyiz. Bugün AKP’ye alternatif bir pratik ortaya konacaksa, Ak Parti’nin kurulduğu dönemin değil, bugünün toplumsal özgürlük talebine yanıt aranmak zorunda kalınacak.

  34. Öz de önemli…Hem de epey önemli…(Bunu söylemek diğer faktörlerin önemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmemeli.)

    İncir çekirdeğinden incir çıkar, elma çıkacak hali yok….Doğru çok uzun zamanla incir evrilir ve başka ağaçlara filan dönüşebilir. Ve her incir bir önceki incirden farklıdır. Ama yine de incir çekirdeğinden incir çıkar, elma çıkmaz diyoruz. Ya da koşulların elvermemesi yüzünden incir de çıkmaz veya bozuk bir incir çıkar, ama elma çıkmasını yine de bekleyemeyiz. AKP’den bazıları çok şey bekledi, Bolşeviklerden bekledikleri gibi, ya da incir ağacından elma çıkmasını bekledikleri gibi. Böyle bir şey olmaz.

    AKP zaten özünde Bolşevikler gibi otoriter bir parti idi. Doğru her defasında AKP değişiyor, ama bu otoriterlik halen var. Yani kısaca otoriter ideoloji AKP’nin genetik kodlarında var idi fakat şartlar müsait olmadığı için kendisini tam göstermiyordu; bu kodlar bugün de var ve üstelik bugün de bu otoriter kodlar onun yaptıklarını önemli ölçüde belirliyor.

    Genetikte önemli değişimler bir anda olup bitmez, zaman gerektirir. Tabii şu var kültürel evrim ve değişme genetik evrime göre çok hızlı olabilir. Genetikte büyük değişimler , bir türün çok farklı bir türe dönüşmesi, binlerce, milyonlarca yıl içinde oluyorsa kültürde önemli değişimler birkaç ya da onlarca, yüzlerce yıl içinde olabilir. Ama değişimin ne tarafa doğru olduğu da önemlidir. Öte yandan başlangıç koşulları bu konuda oldukça belirleyici olabilir. Örneğin bir memeli türünün başka bir memeliye dönüşmesi onun ağaca dönüşmesine göre çok daha kolaydır.

    AKP’ye gelirsek. AKP kendisini geliştirse bile daha çok otoriter olma yönünde geliştirdi. Aynı zamanda buna son derece yatkın olduğu için bu böyle oldu. Toplumsal özden bahsediliyor ama toplumda tek bir öz yok ki, AKP toplumda otoriter muhafazakâr geleneğin en önemli bir temsilcisi gibi şu anda. Tabii AKP’yi yükselten asıl önemli güçlerden bir tanesi de küresel sermayedir bu da görmezden gelinemez. AKP’nin ekonomik kriz sonrası iktidara geldiği, iktidara geldiğinden beri neoliberal politikaları uyguladığı ve küresel sermayenin çıkarlarını savunmada neredeyse sınır tanımadığı da görülmektedir. Aslında AKP Türkiye’de küresel sermayenin truva atıdır. Özü de aynı zamanda buna dayanır. Yani küresel sermayenin neredeyse istediği biçimde yönlendirdiği ve kullandığı, kullanabildiği muhafazakârlıktan söz ediyoruz. Bu açıdan AKP toplumun özgürlük talebinden ziyade küresel sermayenin bu talebi yönlendirmesi ve sonra da AKP’yi de topluma dayatması sonucu açığa çıkmıştır. Aslında Türk İslam ve Yeşil kuşak projeleri ile bu tür talepleri önemli ölçüde oluşturanın ve yönlendirenin de küresel sermaye ve büyük burjuva olduğu söylenebilir.

    Gezi ile muhafazakâr geleneğin dünyaya bakış açılarında bazı konularda benzerlikler olsa da önemli farklılar da var: Örneğin muhafazakâr gelenek için türban çok önemli bir özgürlük iken geziye katılanların önemli bir bölümü için türbanı savunmak o kadar da önemli değildi. Ve bu gelenek, muhafazakar gelenek, toplumun diğer özlerini (özgürlük yanlısı ve laik yanlısı taraflarını) da yok ediyor ya da onların taleplerini görmezden geliyor ve AKP’ye bu konuda büyük destek veriyor. (Gezide onca olaya rağmen AKP’nin oyu gerilemedi.) O yüzden bunlar aynı zamanda çatışan iki kültürdür. Çatışmaya ve şartlara bağlı olarak bu yüzden tabanları da giderek farklılaşabilir ya da geçen zamanla iki tarafta ortak bazı noktalarda buluşabilir.

    Kısaca tüm bu gelişmeler AKP’nin baştan beri sahip olduğu otoriter kültür ve onu destekleyen otoriter geleneğe sahip kitlesiyle de son derece uyum içindedir.

  35. Ek:

    Bir takım genetik manipülasyon ve yönlendirmelerle incir ağacından elma da çıkabilir.(Yukarıda verdiğim örnekteki incir ağacı için bunun olmadığını varsaydım.) Öte yandan bu kolay değildir ve herkes de bunu yapamaz.

    Öte yandan AKP için bu şu şekildedir: AKP neoliberal politikalara uygun bir şekilde aşılanmıştır. Ve zaten özü de zaten bu şekilde belirlenmiştir.

  36. Sorun, “kurumsallaşma”dır.
    Her yeni eğilim, oluşum, yapı, gövde, kurumsallaştıkça; tekleşme eğilimi gösterir, bir tür “devlet”leşir. Kendi savunma (baskı) mekanizmaları uzuvlaşarak evrim yaşar. İlerleyen süreçte, ilk çıkış anındaki söylemine bizatihi düşman bir modele varması kaçınılmaz olur.
    Herhangi bir ilk dönem jakobeni, devrimin ileriki aşamalarında yapının kabuğundan atılmayıp yaşasa, Fransa’nın vardığı burjuva kapitalizminin karşısında yine devrimci olacak; Hz. Muhammed bugün yaşasa yeri AKP içinde mücadele olmayacak, belki de onu Antikapitalist Müslümanlar içinde görmemiz kaçınılmaz olacaktı. Ancak sorun tek tek dönemin ilericileri bugün ne yapardı sorusu değildir. Sorun, her türlü yapının kurumsallaşma yönünde yaşadığı evrimin kendi çıkış anına düşman bir devletleşme ile nihayete ermesidir.

  37. Önce kafanda bir iyi bir de kötü imge yaratacak, bunun doğruluğuna din gibi inanacaksın. Sonra kötü imge hiç bir yerde dile getirmemiş olsa dahi , sırf kötü olduğu için dile getirmiş olabileceği varsayımını kullanarak bir sav ileri süreceksin . Ve buna karşı sav geliştireceksin. Bunları yaparken mutlaka marxizme gönderme yapacak, tanık olarak da( her ne kadar son yıllarda marxı eleştirir bir moda giren, ona tepeden bakan ) A. Öcalan’ı göstereceksin. “… Marx’ın değer teorisi yanlış. Aslında Marx’ın değer değer teorisini çok iyi inceleyemedim, ama son tahlilde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının birleşip pay alma savaşıdır. Rosa Luxemburg Marx’ı eleştiriyor, pre kapitalist toplum olmadan işçi sınıfı yaşayamaz diyor. Rosa’nınki daha doğrudur. İşçi sınıfı ile burjuvazi birleşip, sonra toplumu sömürüyorlar. Değer teorisinin özü budur. İşçi sınıfının bu eksenli devrimciliği safsatadır…” ( Öcalan Demokratik Konfederalizm ) Tanığın tanıklığı tam olarak ikna edici olamıyorsa mutlaka üst yapısal kavramlara sarılacaksın, mesela dine… Kötüyü bile dinsel bir imgeye dönüştüreceksin . Örneğin , Firavun , Muaviye, Yezid v.b… Ancak , kimsenin senin ” Marxistliğini ” sorgulamasına müsaade etmeyeceksin!…

    (Küçükaydın’ı eleştiren bir yorumdan)

  38. Gün bey, tşk zevkle izliyorum sitenizi.

    Tarih kanıtları ile dolu değil mi efendim acaba “siyasal partiler egemen olmak, yönetmek için kurulur, sevgi tomurcukları dağıtmak için değil. Solu da böyledir, dincisi de. Güç birinci derecededir her zaman. Sistem o kadar sizi kendine benzetmek ister ki mütedeyyin Hristiyanlarla kurulan ve ‘işe’ yumuşak başlayan eskilerin ABD’sini bile bugün eli kanlı hale getirdiler. Sınai askeri kompleks uyarıları dinlenmedi aksine önüne gelen engeller yıkıldı, tam tersi yapıldı. Sosyalist SSCB de militarizme (güç) yenildi. Bu dünya sisteminde olup da güç kullanmadan iktidar olmak mümkün değildir. Sevenlerde güç yok, güçlülerde sevgi yok! Sevgiler 🙂

  39. İdeolojilerin sahip oldukları dar, sekter ve doğmatik yapısal bünyeleriyle insanlığı kurtaramayacağını anlamamız gerekiyor.. Kitleler üzerinde tersi yöndeki ideolojik yanılsamalar, ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Bu nedenle, ideolojilerin bireyler üzerinde yarattığı bu hayırhah tutum ve beklentinin önüne geçmek gerekir. İnsanlar, hayal dünyalarındaki “cennete” gedebilmeleri için verilen kararlara itiraz edip, adam öldürmeyecek kadar özgür olabilmelidirler. İki dudak arasından çıkan kararlar karşısında diz çökmekten, hizaya gelmekten kendini kurtarmalıdırlar. Bireysel kararlılık ve özgürce karar vermenin gücünü ve hakkını kendilerinde bulmalıdırlar artık. Bu kararlılığı ve gücü kendinde bulmayan kişiliklerin, esiri olduğu ideolojik yapılanmalarla hesaplaşamayacağını baştan bilmek gerekir. Bizi yani insanlığı kurtaracağını savunarak yola çıkan, bu yönde ölüme gitme kararlılığında bulunan bireylerdeki bu kararlılık maalesef kendini özgürleştirme sürecinin çok önündedir. Hatta burada gösterilen “cesaret”, ideolojik örgütlülüklerin içinde adeta teslimiyete dönüşmektedir. İdelojilerin göreceli gücünün de bu paradoksal trajedide yattığını düşünüyorum.
    İnsanlar arasındaki ideolojik bölünmelerin, sadece bireyler için değil, insanlık için de ciddi bir tehlike kaynağı olduğunu sıkça vurgulamak durumundayız. İnsana veya bireye, sahip olduğu ideoloji için degil; insan olduğu için değer verilmelidir. Her kişide bir miktar da olsa, insanlık vardır diye düşünerek yola koyulmak gerekiyor.
    Kendi aralarında iktidar kavgası veren ideolojiler, kendi çıkarlarını koruyup, kollamak için bireyleri esir alıp bir nevi köleleştirmişlerdir. Şöyle bir düşünelim: Eğer ideolojilerin elinden bu esirler alınıp, özgürlüğüne kavuşturulurlarsa ne olur? Cevabı esasında sorunun içinde gizli. Tabiiki savaşlar olmaz, insanlar öldürülmez. İnsanlar arasında barış ve kardeşlik, eşitlik ve serbestlik hayat bulur. İnsanı insana düşman eden önyargılar ortadan kalkar. Bölünmüşlükler, parçalanmışlıklar yok olur. İşte o zaman, ideolojilerin hiç bir zaman başaramayacağı bu gelişmeler hayata yayılır. Hayat renklenir ve yeniden şekillenir. Yaşam bir başka tad ve haz verir insana. İnsanlar kendileriyle barışık ve kardeşçe yaşarlar. Renklerinden, inançlarından veya din, dil farklılıklarından yani kısacası kültür farklılıklarından dolayı yaşamlarından olmayacak kadar kaynak kaynak özgürlükler fışkırır toprağın derinliklerinden.
    Barış içinde ve korkulardan uzak, yaşanabilinen bu toprak parçasında, özgürlük söylemi, kendi yaşam şartlarını başkalarını öldürme, yok etme fikri üzerine kurmiş ideolojik örgütlerdeki gibi bencil ve zalimkar bir karakter taşımayacaktır. Tersine, toplumda herkesin yararlanabileceği, herkesin onu yaşatma sorumluluk ve bilincini kazanmasını sağlayabilcek bir nitelik kazanacaktır. Yaşamın onsuz olamayacağını içine sindirmiş bireylerin ortak bir davası durumuna kavuşacaktır. Özgürlük, farklılıkların birarada yaşamalarını olanaklı kılacak ve dolayısıyla toplumsal bir karaktere sahip olacaktır.
    Oysa ne ideolojiler ne de ideolojilerin savunduğu özgürlük anlayışı bu işlevi yerine getiremeyecektir. İdeolojilerin özgürlük anlayışı, dar, sekter ve totaliter bir karakterdedir. İçinde, -ne söylenirse söylensin-, baskı ve şiddeti taşır durumdadır. Sonuçta deolojiler birleştirici değil, bölücüdür. Toplumu ve bireyleri ideolojiler böler ve onları biribirine düşman eder. Tarih, kapitalist olsun, dini totaliter rejimler olsun; ya da adına sosyalist denen ideolojik sistemlerin insanlığın bir bölümünü yok etmekle, daha doğrusu katletmekle yaşamını ya da iktidarlarını devam ettirmek istediklerine, bunun için olmadık zulüm ve zorbalıklara baş vurduklarına yeterince tanıklık etmedi mi?
    İdeolojilerin insanlığı kurtaracak söylemlerde bulunmalarına kanmamak gerekir. Bu söylemlerinde haklı gözükseler de, durum oldukça nettir. İdeolojilerin bu söylemlerine inanıp teslim olan birey, kuşku duyma duygusunu kaybeder. Bu durum ideolojinin gücünü pekiştirir. İdeolojilerin gücü de zaten, etkiledikleri bireylerin özgürlüklerinden feragat etmesinden kaynaklanır.
    Her ideoloji insanlığın sadece bir bölümünü kurtarmayı hedef alır. Böyle olunca da, planlarını başka ideolojilerin yok olması üzerine kurması doğaldır. Örneğin burjuva ideolojisi ezilenleri, emekçileri kurtarmayı hedef almaz. Emekçiler, ezilenler özgürlüklerine kavuşunca, haliyle burjuva ideolojisi yaşama şansını kaybeder de ondan dolayı böyle bir şeyi istemez. İslam ideolojisi, diğer dinsel ideolojilere karşı şiddete baş vurmadan yaşayamaz. Şiddet, onun yayılma ve insanlığı tümden “cennete” götürme planları ile örtüşür doğal olarak. Bugün, şiddet gibi bir niyetlerinin olmadığını savunan dinsel ideolojilerin söylemleri bizi yanıltmamalıdır.
    Sosyalist ideoloji de, sınıf ideolojisi olduğunu; hatta sadece işçi sınıfı ideolojisi olduğunu söyleyerek bölücü bir karakter taşıdığını açığa vuruyor. İşçi sınıfının diktatörlüğünü -bu da yaşanan deneyler ışığında parti diktatörlüğü anlamına geliyor- alenen savunuyor. İşçi sınıfı diktatoryasını savunan bir ideoloji de haliyle tüm insanlığı kurtaramayacağını ilan ediyor demektir. Tarihin şahit olduğu gibi, “revizyonistler”, “parti düşmanları”, “ajanlar” hatta “küçük burjuvalar”ın kafası koparılacak, çeşitli sıfatlandırmalarla insanlar –işçiler ya da emekçiler de dahil- işkenceden geçirileceklerdir. Milyonların hayatına mal olsa da bu ideoloji, “kararlılığını” göstermekten kaçınmayacaktır. Bu ideolojik kararlılık ve kendini koruma içgüdüsü hemen hemen bütün ideolojilerde ortak bir özelliktir.
    Sosyalist ülkelerde yaşanan deney ve tecrübeler, bu ideolojinin işçi sınıfını da kurtaramayacağını göstermiştir. Çünkü bu ideolojinin iktidarda olduğu hiç bir sosyalist ülkede, işçi sınıfının değişik örgütlenmelerine müsaade edilmemiştir. Ekim devriminden sonra Rusya’da 1921 yılında ayaklanma bahanesi ile Kronstadt şehrinde binlerce işçi katledildi. Oysa Kronstadt işçileri fikir özgürlüğünü, serbest sendikal örgütlenmeyi ve adil işçi konseyleri seçimlerini talep ediyorlardı. Çünkü bu ülkede devletin yan örgütleri olarak kurulan sendikalar dışında sendikalara örgütlenme hakkı verilmiyordu. Değişik işçi partilerinin kurulmasına olanak yoktu. Görüldüğü gibi ideolojiler, kendi içlerinde de tahammülsüz ve hoşgörüsüzdürler.
    Sosyalist ve kapitalist sistemlerin demokrasi ve insan hakları alanında, sosyalistlerin geri kaldığı bile söylenebilir.. Kapitalist ülkelerdeki nispi demokrasi ve bireyin sahip olduğu “özgürlükler” hiç bir sosyalist ülkede yaşanılır bir seviyeye ulaşamamıştır. Sosyalist ülekelerde yaşanan pratik olgular, kapitalist sistemlere karşı ınsanı daha da hayırhah tutum almaya zorlamıştır adeta. Reel durumda kapitalist sistem, sosyalist sistemlere göre göreceli özgürlükler bakımından daha çok çekim merkezi olabilmiştir.
    Hitler faşizminden veya kendi ülkerinde yaşanan baskılardan kaçıp “sosyalist anavatana” sığınan bir çok ülkenin sosyalist ve komünisti maalesef öldürülürken, kapitalist ülkelerde hapis yatanların sağ kurtulması, sorgulanması gereken ciddi bir fenomendir. Kısacası sosyalist ülkelerde yaşanan acımasız kıyımlar, kitleleri kapitalist sisteme “rıza” gösterir bir duruma zorlamıştır da diyebiliriz.
    Kapitalist sisteme yarayacak korkusu nedeni ile sosyalist ülkelerde yaşananları dile getirmekten kaçınmamız mı gerekir? Gerçeklerin acımasız olduğu hep söylenir. Yoksa kapitalist sistemin, sosyalist sistem hakkında söyledikleri, tümden yalan ya da gerçek dışı iddialar mıydı?
    Doğrudur. Sosyalist ülkelerde yaşananları kapitalistler kendi çıkarları için kullanmışlardır. Kendilerini “temize çıkarmak” için bu olumsuzluklardan yararlanmışlardır. Yaşananlar büyük bir ilgiyle izlenmiş ve insanlığa teşhir edilmiştir. Burada abartıların olması olasalığı mevcuttur. Bir yanıyla bu doğaldır da. Fakat asıl sorumuz şu olmalıdır: Suç, sosyalist ülkelerde yaşanan cehennemi yaşamı yaratan ya da bu hataları yapanlarda mı, yoksa, bu hataları abartarak anlatan kapitalistlerde midir? Burada daha çok neyi, nasıl ve de kimleri sorgulamamız gerekir?
    Sosyalistler burada büyük bir çıkmazın içindedirler. Bir yanıyla yapılan sürgün ve katliamlar, zorunlu çalışma kampları; bireyi hiçe sayan zorba rejimlerin yöntemleri kısmen eleştirilse de (yada bunların doğruluğu onaylanarak) yapılanların, yaşananların ciddi bir sorgulanması yapılmıyor. Hatta onlara kalırsa bunları eleştirmek, burjuvazi ile aynı “dilden” konuşmak anlamına geliyor. Varsa başka diliniz, lütfen sizler de bu dilinizle konuşun. Burjuvazi, iki kere iki, dört eder dediğine göre, bizim aynı dilden konuşmamamız için başka bir matematik işleme mi başvurmamız gerekiyor?
    http://mamikiye.blogspot.co.uk/2006_10_01_archive.html

  40. Bolşevikler ve müslümanların tarihinde şöyle bir benzerlik var belki:
    Lenin’in durumu Muhammed’e, Stalin Muaviye’ye, Stalinistler Emevilerle başlayan İslam saltanatlarına, Troçki ve Troçkistler de sonradan muhalefete düşen Ali’ye ve Şiilere benziyor. Anarşistler de bunların hepsine karşı olan Hariciler veya Muhammed’in son günlerinde ve onun ardından halife olan Ebubekir döneminde dinden dönerek ayaklanan kabilelerdir diyebiliriz.

  41. Araplarda meşhur bir söz vardır: Ben kardeşime düşman olabilirim; fakat amcamın oğlu aleyhine de ona yardım ederim; ama mücadeleye girişen, yabancı bir soydan olursa kardeşimle, amcamın oğluyla el ele tutuşur, onun aleyhine yürürüm. Bu hüküm gereğince o gün, Ebu-Süfyân’ın Ali’ye taraftarlık gütmesi ve Ebubekir’in aleyhine kalkışması yerindeydi. Hâşimoğullarıyla Ümeyye riyaset için çekişmişlerdi; fakat her iki boy da Abdumenaf soyundandı. Riyasetin bu soydan çıkması tehlikesi, onları birleştirebilirdi. Ebubekir’in mensup olduğu Teyim boyu, en az adama sahip ve Kureyş’in en zebun boyu sayılırdı. Ömer’in mensup olduğu Adiyy boyu da böyleydi. Bu boyların ikisi de Kureyş kabilelerinin en yüce ve büyüğü olan Kusay’dan gelmiyordu. Abdumenaf oğullarıysa Kusay’dan türemişti; bu bakımdandır ki bu boydan olanlar, Ali’nin tarafını tutuyorlardı. Ebu-Süfyân’ın, Hz. Peygamber’in amcası Abbas’la ayni iddiaya kalkışması, ancak kabile taassubu yüzündendi; başka bir düşünceyle değildi. Bu düşüncelere kapılmayan tek kişi Ali idi; bundan dolayı da, zâhiren onlara üst olamadı.

    Hz. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a), vefâtından sonra ansârın Sakife’de, Şa’d b. Abâde’ye taraftarlığı da kabile gayretinden doğmuştu; nitekim ansârın, Evs boyunun Ebubekir’e biat etmesi de, Sa’d’in, Evs boyuna karşı olan Hazreç boyundan olmasındandı. İslâm’ın kaldırdığı soy-boy gayreti, cahiliye devrinde Evs’le Hazreç boyları arasındaki savaş ve münasebetin hatırası, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.a), muhteceb olmasıyla birden alevlenmişti. Ali’nin fikriyse böyle şâibelerden arınmıştı; o, riyâseti, Kur’ân’ın hükmünü, dînin emirlerini yerine getirmek için istiyordu. O, Selman, Ebû-Zerr ve Ammâr (r.a) gibi soy-boy gayretinden arınmış kişilere dayanıyor, Ebu-Süfyan gibi dünya ve soy-boy taassubu güdenleriyse yanından uzaklaştırıyordu. Bir yandan soy-boy taassubu güden, bir yandan da Müslümanlıkta fitne ve fesat çıkarmayı dileyen Ebu-Süfyan, Ali’ye, ne diye bu işi, Kureyş kabilesinin en küçük ve ehemmiyetsiz boyuna teslîm ediyorsun? Müsâade edersen, Medine’yi atlılarla, yayalarla doldururum demişti. Fakat Ali, böyle bir şeye âlet olacak yaratılışta değildi. Ebu-Süfyan’a yüz vermeyince Ebu-Süfyan, hilâfeti alanların da kendisinden kuşkulandıklarını anlamıştı. Ömer, Ebubekir’e gitti; bu adamcağız geldi dedi; şerrinden emin olunmaz bunun. Rasulullah da onu hoş tutmuştu. Sadakadan, beytülmaldan ona bir şeyler vermek gerek. Ebubekir, Ömer’in sözünü tuttu; onu razı etti; o da Ebubekir’e biat etmekten çekinmedi (El-İkd’ül-Ferid, 3, 113 İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belâga Şerhi, 2, 212; Mu’te gazvesinin şerhi; El-İkd’ûl-Frid, 3, 62). Tabarî’nin rivayetine göreyse Ebu-Süfyan, Suriye’ye gönderilen orduya, oğlu Yezid’in kumandan tayin edildiğini haber alıncaya dek Ebubekir’e biat etmemişti(11, 449).

    http://balaghah.net/old/nahj-htm/tur/nahjj/nehc/5bolum.htm

  42. Buradaki devamlılık sadece ilk dönem ile sonraki müslüman devletler için değil, aynı zamanda İslam öncesi ve sonrası için de geçerlidir.
    Kabe’de putlar varmış ve insanlar bu putlara taparmış. Sorulduğunda ise “Biz puta değil onun temsil ettiği ruha tapıyoruz, put ilahımızın bir simgesi” derlermiş.
    Muhammed Mekke’yi fethettiğinde Kabe’deki putları kırmıştır. Artık Kabe’nin kendisine tapılmaya başlanmıştır. Sorulduğunda “Biz Kabe’ye değil Allah’a tapıyoruz ve Kabe de Allah’ın simgesel bir evidir” derler.
    Ne fark var puta tapmakla Kabe’nin etrafında dört dönüp elini yüzünü Kabe’ye sürmek arasında?

  43. 41’dekine ek olarak bir de şu var;

    “Yüzünü göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni memnun olacağın bir kıbleye elbette çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir; ve (hepiniz) nerede olursanız olun, yüzünüzü o yöne çevirin.” (2.144)
    Cevap:
    Reddeden – Bu küçük bir putperestlik midir? Hayır, büyük putperestliktir.
    Savunan – Biz Müslümanlar putperest değiliz, put kırıcıyız, çünkü Kâbeyi tanrı olarak görmeyiz.
    R – Sizin putperest adını verdikleriniz de putları tanrının kendisi saymıyor elbette; onlara yüzünü dönerek tanrıya ibadet ediyor. Eğer put kırıcı iseniz neden Kâbe’de büyük bir put olan İbrahim taşını (hacer-i esved) kırmıyorsunuz?
    S – Kuran bize yüzümüzü Kıble’ye dönerek ibadet etmemizi emrediyor. Tanrının emrine itaat eden bir insan putperest sayılamaz.
    R – Purana’larda da sizin Kuran’ınıza benzer (ibadetin yönüne ve şekline ilişkin) emirler vardır. Bazıları Purana’ların, büyük tanrının vücut bulmuş bir şekli olan Vyasa’nın sözü olduğuna inanırlar. Putperestlik açısından sizinle bunun arasında fark yoktur. Tersine, siz büyük putperestsiniz, onlar ise küçük putperesttir. Müslümanların hali, evden kediyi kovarken arka kapıdan devenin girmesine göz yuman adama benzer. Tıpkı bu adam gibi Müslümanlar küçük putları dinlerinden çıkarmıştır, ama buna karşılık Mekke’deki koca ev ve onun içinde olan kara taş, büyük bir put olarak İslam’a girmiştir. Bunu küçük putperestlik sayabilir miyiz? Gerçekte, bizim gibi Veda dinini kabul ederseniz her türlü putperestlikten ve buna benzer kötülüklerden kendinizi arındırırsınız. Büyük putunuzu reddetmedikçe, küçük putlara tapanları eleştirmekten utanmanız gerekir. Putlarınızı terk ettiğiniz zaman kendinizi yüceltmiş ve arındırmış olacaksınız.
    SN notu: Kâbe-merkezli ibadet, İslam dininin partizan ve (diğer inançları) dışlayıcı niteliğinin önemli bir simgesidir. Bu anlamda İslam, aklı ve vicdanı öne koyan bir evrensel ahlak öğretisi değil, belli bir zümrenin putunu kutsallaştıran bir putperestlik inancıdır.
    http://www.facebook.com/notes/sevan-nişanyan/tefrika-12-kısım/10151155075653859

  44. Dikkatinizi çektiyse bugün elimizde bulunan Kur’an’ın düzenlenişinde bir anormallik göze çarpar; surelerin ve ayetlerin dizilişi iniş sırasına göre yapılmamıştır.
    Şöyle ki; herkesin bildiği üzere ilk inen ayetler olan “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye başlayan Alak suresinin yerine ilk sırada beşinci sure olan Fatiha suresi vardır.
    İkinci inen ayetler olan “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar!” diye başlayan Müddessir suresinin yerinde de ikinci sırada Medine’de inen Bakara suresi vardır.
    Bununla Muhammed’in nasıl yoksul halkla yola çıkıp hakim sınıfın yanında yer aldığı gizlenmeye çalışılmıştır.

  45. Peki aşağıdaki alıntının son cümleleri Demir’in bu konudaki görüşünü doğrulamaz mı?

    Bir Oğuz boyunun bir kümesini oluşturan Selçuklunun başkanı Tuğrul Bey, Horasan’da saltanat peşinde koşmaya başladığında, şair ve hekim Nasır-ı Hüsrev, bu Oğuzlardan küçümseyerek söz ettiği şiirlerden birinde, “Tuğrul Türkmen ile Çağrı’nın ne devlet ne de faziletle işi olur” demişti. Ümmi bir başkan olan Tuğrul Bey, Togan’a nazaran “… İslam memleketinin usulüne istinaden kendisini ‘sultan’ ilan etti ve riyasetini İslam usulünce ‘hutbe’ ile ‘sikke’ ve nihayet halifenin menşuru vasıtasıyla Müslüman tebaaya tanıttı ve o nispette Türkmenlerce bir ‘mütegallibe’ kesildi.” Bütün bu usuller İslam’ın değil “Devlet”in usulleridir. Fakat Selçuklu, Türkmen için gerçekten mütegallibe kesilecektir. Çünkü gösterişsiz bir alp olan Tuğrul, devlet kapısından pek çabuk geçecektir.
    [Türkiye Tarihi 1 – Osmanlı Devletine Kadar Türkler – s. 168]

  46. Yukarıdakine ilaveten, şu alıntılar da aynı şeyi göstermiyor mu?

    Müslümanlığın “altın çağı” ve özellikle dört halife döneminde Ali’nin çabaları, Ömer’in yönetim şekli, adeta devletten bilinçli bir kaçışı sergilemektedir. Dikkat edilirse dört halife, sözcüğün çağrıştırdığı gibi “Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri” değillerdir ve böyle bir temsili kendileri şiddetle reddetmektedirler. Toplumun kendi yararlarını (şüphesiz Kuran’ın zorlayıcı çerçevesi içinde) oluşturma yolları, henüz açıktır. Ama “İslam devletleri” ortaya çıktığında (ki bizce bu dönem net olarak Muaviye ve Emevîlerle başlar) İslam’ın devlet süzgecinden geçirilişiyle karşılaşırız. Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü veziri Nizamülmülk, aşağıdaki cümlesiyle bu süzgeçten geçirilmiş ve “resmîleştirilmiş” İslam’ın güzel bir örneğini sunmaktadır:
    “Allah her asır ve zamanda halkın içinden birini seçerek onu padişahlık sanatları ile övülmüş ve süslenmiş kılar. Dünyanın işlerinden ve kulların huzurundan onu sorumlu kılar…” (Nizamülmülk, Siyasetname, İstanbul, 1981, s.28.)
    Sanırız Nizamülmülk “halkın içinden” derken kendi döneminin sultanlarının “emirler içinde birinci” olması özelliğinden yola çıkıyor. Çünkü daha sonra daha da “süzülmüş” bir “İslam devleti”nde, Osmanlı Devleti’nde, “Allah”ın bu sefer hanedanın içinden seçim yaptığını göreceğiz. Dört halifeyi bile “Allah” seçmemişken sultanları “Allah” seçiyor resmî İslam’da.
    … Sonuçta Bizans hükümdarlarına hayli benzeyen Selçuklu “sultanları” görülmeye başlandı.
    … Örneğin Nizamülmülk’ün ünlü Siyasetname’si gibi yüzlerce nasihat ve övgü kitabına, Bizans’ta da rastlamak mümkündür. Üstelik bu kitaplar “kâfirlerin” isimleri dışında tıpatıp aynıdır.
    [Tarih, Heterodoksi ve Babaîler – Reha Çamuroğlu – s. 57, 159, 163]

  47. “Hakiki hilâfet başka, şeklen (görünürde) hilâfet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır. Bu çeşit hilâfet, sûreten ve zâhiren hilâfet şeklinde ise de gerçekte hilâfet değildir. Bütün Ehl-i Sünnet âlimlerinin ittifak halinde açıkladıkları bir hakikattir ki Emevî ve Abbâsî halifelerinin halifelikleri bu ikinci çeşittendir. Çünkü bunların hilâfetleri milletin arzu ve seçimiyle meydana gelmemiş, kahır ve istilâ, zorlama ve galebe yoluyla elde edilmiştir. Gerek Emevî halifeleri ve gerekse Abbâsî halifeleri hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife denmesi insanlar arasında böyle bir örfün olmasındandır. Nitekim Zemahşerî gibi birçokları, Abbâsî ve Emevî halifeleri hakkında gâsıp ve mütegallibedirler, kendi kendilerine halife ismini takmışlardır gibi ifadeler kullanmışlardır. Hatta İbnü’l-Hümâm’ın belirttiğine göre, Hanefî mezhebinin ileri gelenlerinden bir kısmı Muâviye’ye bile halife demeyip, melik ve sultan demişlerdir. Osmanlı padişahları da hiçbir zaman Arap dünyasında halife olarak tanınmamışlar, hatta Osmanlı âlimleri bile padişahlarına halife dememişlerdir.”
    -İzmir mebusu Seyyid Bey’in mecliste hilafetin kaldırılması tartışılırken yaptığı konuşmadan-