Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!

Bugün canım roman yazmak istemedi. Galiba biraz da romanın zor bir dönemecindeyim de ondan. Bugünlük erteledim. Bir yazı yazayım dedim.

Youtube’de Taylor Davis’ten Auld Lang Syne Scottish Medley’i dinliyorum. Bu hüzünlü şarkıyı sonsuza kadar dinleyebilirim, bıkmamacasına. Ayağımın dibinde, yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan, annesini kaybetmiş, iki üç haftalık bir kedi yavrusu ağlayıp duruyor. Bizim Çıta (köpeğimiz) annelik yapıyor ona. Yalıyor, “bak annen benim” dercesine. Bu manzarayı köpekleri aşağılayan, onları tekmeleyen ya da onlardan korkan herkesin görmesini çok isterdim. Ceren, Mardin’den geldiğinde bir videolarını çeker, facebook’a koyarız. Tabii yavru salıya kadar ölmezse. Çünkü bu kadar küçük yavruların hayatı bıçak sırtındadır. Kim bıçak sırtındaysa yardımı hak eder. Dün de Ahmet Hakan’ın Selahattin Demirtaş’la yaptığı programda HDP’nin bıçak sırtında olduğu söylendi de.

Ahmet Tonak arkadaşım, Muhsin Kızılkaya’yla yapılmış bir röportajı facebook sayfasına koymuş, ibret olsun diye. Muhsin Kızılkaya’yı severdim. Hakkari’lerden çıkıp gelmiş, kendini yazarlıkla, edebiyatla var etmiş bir insandı. Komün (Yaba, 2007) romanında Kürtçe olması gereken bir bölümü onun Kürtçeye çevirmesini rica etmiştim, o zamanlar Birgün gazetesinin yazarıydı. Beni kırmamış, çevirmişti. Ben de kitabın dipnotunda ona teşekkür etmiştim. Röportajı tek kelimeyle iğrençti, burada hiç sözünü etmesem daha iyi olur. Kendini edebiyatla var eden bu insan siyasetle yok etmişti kısacası. O kızgınlıkla bir twit attım:

“AKP Mersin MV adayı Muhsin Kızılkaya’nın röportajını okudum. Birisi ‘satılık’ levhasını çevirip ‘satılmıştır’a getirsin.”

Arkadaşım Aytekin Yılmaz bu twitimi retweetlemiş. Bunun üzerine “lesfernidand” hesabından biri Aytekin’e şöyle sitemde bulunmuş:

“Aytekin abi, her şey bir yana şu faşist herifin küfrünü yayıyorsun ya, ne diyim sana!”

Aytekin de onu şu twitle karşılamış:

“Gün zileli devrimci bir dostumdur. Faşizme karşıdır.”

Gülçin Avşar adlı biri de topa girerek Ferdinand’a şöyle bir destek vermiş:

“Zileli denince, Melih’in tweeti ile kahkaha geliyor aklıma =)Tavsiye ederim”

Bu AKP trolleriyle uğraşmak yersiz bir şeydir ve boşa zaman kaybıdır. AKP trollerinin referans verdiği Melih Altınok, biliyorsunuz yandaş medyada cirit atan, gazete sunumları falan yapan, Muhsin Kızılkaya gibi eski bir Birgün yazarıdır. Kısacası, şu anda ikisi de, göğüslerindeki çevrilmiş levhayla birlikte vitrinden kaldırılmış bulunuyorlar.

Bunun ardından bir twit daha attım. Bu twit, basında “200 aydın” diye duyurulan, “Acil Çağrı” başlıklı bildiriyle ilgiliydi. Bu çağrıda benim de imzam vardı. Bildiriyi imzaladım, çünkü AKP diktatörlüğüne karşı bir duruşu ortaya koyuyordu. Fakat sonundaki cümleye dikkat etmemişim. Eğer dikkat etseydim, imzayı isteyen arkadaşa bunu belirtirdim. Katılmadığım son cümle şöyleydi:

“Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü, Türkiye’nin adil bir seçime her zamankinden daha çok muhtaç olduğu bugün, hükümeti, Cumhurbaşkanı’nın toplumsal barışı ve hukuku hiçe sayan müdahalelerine teslim olmayarak, acilen huzurlu ve güvenli bir seçim ortamı sağlamaya çağırıyoruz.”

Bu konudaki muhalefet şerhimi belirtmek için attığım twit şöyleydi:

“Aydınlar bildirisinde (gerçi ben de imzaladım) hükümet değil toplum göreve çağrılmalıydı. Hükümeti çağırmak kurda kuzu emanet etmektir.”

Bu twitim, en çok anarşist arkadaşların (bayrak ve sembollerinden öyle olduğunu anlıyorum) tepkisini çekti. Ağır sözlerle saldırıyorlardı ama bu saldırının nedeni tam olarak anlaşılmıyordu. Muhtemelen, bir anarşist olarak benim (tweeterde kullandığım sembol, İspanyol anarşistlerine ait, üzerinde CNT-FAI yazısı bulunan kızıl/kara bayraktı) seçimleri önemsememe kızmışlardı. Genel geçer anarşist bakış açısından böyle bir kızgınlık normal karşılansa bile, öfkenin tonu bana biraz dengesiz geldi. Sakın bunlardan bazıları, Gezi ve yerel seçim zamanlarında çok rastladığım anarşist kılıklı AKP trolleri olmasındı. Bu troller her türlü kılığa girer, bunu öğrendik artık; internet en son teknoloji de olsa kokusu yoktur. Böyle düşünerek şu twiti attım:

“tweterde dolaşan keskin anarşistler içlerinde kaç tane AKP trolü olduğunu araştırmalılar bence.”

Bu sefer de gelen cevaplara üzüldüm. Bazı anarşist arkadaşların bu “trol” suçlamasına epey alındıkları anlaşılıyordu. Özel olarak kimseyi kastetmediğimi açıklamak zorunda kaldım ama aslında dikkat çektiğim konu önemliydi. Belediye seçimlerinde de anarşist kılığında dolaşan çok sayıda AKP trolüne rastlamıştım. AKP trolleri, anarşizmin parlamento ve seçimler konusundaki genel teorisini ve geneldeki doğru saptamalarını kullanarak AKP karşıtı oy kullanacak olanları bu tutumlarından caydırmaya çalışıyorlardı. Bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Bu durumda anarşizmin seçimler konusundaki tavrını bir kez daha özetlemekte fayda var.

Bireyin öziradesine inanan Anarşizm, her şeyden önce temsiliyet denen saçmalığa karşı çıkar. Anarşizme göre, kimse kimseyi temsil edemez. Dolayısıyla parlamento ve seçimler bireylerin iradesinin çalınması ve bir azınlığın iktidar birikimine hediye edilmesidir. Bu yüzden anarşistler genelde seçimleri şiddetle eleştirirler ve insanlara bireysel iradelerini hiçbir iktidar gücüne teslim etmemelerini önerirler.

Bu böyle olmakla birlikte, Anarşizmi genel bir ezber haline getirmek anarşizme yapılabilecek en büyük kötülüktür. Anarşizm her ne kadar genel doğrularını vazetmekten vazgeçmezse de somut durumun somut tahlilini yapmaktan ve bu duruma göre belli politikalar geliştirmekten de vazgeçemez. Eğer vazgeçerse bir din, bir tarikat durumuna düşer. Oysa anarşizm, canlı, toplumla güçlü bağları olan bir düşüncedir. Toplumun ruh halinden, insanların somut hayatlarından kopmamaya özen gösterir.

Seçimlere ilişkin gerçek yukarıda belirttiğimiz gibi olmasına rağmen, bugünkü somut durumda seçimlere ilgisiz kalmak, doğrudan doğruya özgürlükleri ayaklar altına almakta olan bir iktidar kliğine, AKP diktatörlüğüne hizmet anlamına gelecektir.

Bugün somut durum şudur: Bir diktatörün aleti durumunda olan AKP çetesi adım adım iktidarı bütünüyle ele geçirmiş ve bir devlet diktatörlüğüne dönüşmüştür. Bu seçimlerde eğer oy kaybına uğramazsa ve parlamentoda yeniden tek başına iktidar olacak çoğunluğu ele geçirirse “başkanlık sistemi” adı altında tek kişi diktatörlüğünü ilan edecektir. Eğer böyle bir diktatörlük kurulursa, kesinlikle emin olunmalıdır ki, bugün elimizdeki son özgürlükler de alınacak ve hepimiz bu keyfi diktatörlüğün köleleri haline getirileceğiz. Anarşistler için bireysel irade kadar, hatta ondan bile daha önemli olan, özgürlüklerin kaybedilmemesidir. Anarşistler, var olan özgürlükleri hiçbir zaman “burjuva özgürlükleri” diye küçümsemezler ya da keskin bir sınıfsal tutumla bu özgürlüklere karşı kadir bilmez bir tutum almazlar. Özgürlüklerin her milimi için canları pahasına mücadele ederler. Eğer bir genel seçim, elde kalan özgürlüklerin korunması/kaybedilmesi gibi bir ikilemi önümüze getirip dayatmışsa, burada genel teoriye sırt dayayıp konformist bir tutum almak esasen anarşizmin özüne aykırıdır.

İşte bu yüzden bugün anarşistler, seçimler ve parlamento konusundaki genel teorilerini terk etmeden, hatta bunu söylemekten de imtina etmeden, özgürlüğün savunulması için kurulan barikatlarda yerlerini almalı ve seçimlerde de bu barikata güç verecek bir tutum almalıdırlar.

Bugün “boykot” ya da seçimleri reddetmek bu somut durumda, AKP diktatörlüğünün anarşistlerden talebidir. Bu talebi reddetmeliyiz. AKP trollerinin çıldırması bundandır. Çünkü bu keskin önerileri yutmayan çok sayıda anarşist vardır bugün. Onlar, ellerindeki tuğlaları diktatörlüğü geriletecek barikatlara koyma çağrısı yapmaktadır.

Bu çağrının somut anlamı, AKP diktatörlüğünün en az kırk milletvekili kaybetmesini sağlayacak olan HDP’nin barajı geçmesidir.

Bu yüzden konformist ve keskin olmayan anarşistler, parlamentarizme de, HDP’ye de eleştirilerini bir an bile unutmadan HDP’ye oy ver çağrısı yapıyorlar.

AKP diktatörlüğüne karşı barikata bir taş da sen koy.

Bıçağın sırtından düşen, özgürlükler değil, diktatörlük heveslileri olsun.

Gün Zileli
28 Mayıs 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Tarih Felsefesinde Liderlerin Rolü ya da Kılıçdaroğlu Meselesi

Artıgerçek Tarih Felsefesi’nde son derece önemli bir konu olan “Tarihte bireyin rolü” ya da “önderlerin …

1.744 Yorumlar

  1. Ne keskin ideolojik görüşlerin ne de kırgınlıkların zamanı şimdi. Rubicon geçilmelidir ve AKP geriletilmelidir. 8 Haziran’da mutlu bir güne uyanabilmeyi diliyorum. Tutun ki, geçilmedi. Olsun. Kaldığımız yerden devam edeceğiz ağacı silkelemeye. Küçük kedi yavrusuna da yaşam gücü diliyorum. Halâ bir gün geleceğiz Erdal Hoca ile birlikte.

  2. Her zaman beklerim Akın

  3. Anarşistlerin seçimlere her koşulda karşı olmasına benzer bir durum Kürtlerin radikal kesimlerinde var. HDP’ye karşı olan bu çevreler, amaçları devletleşmek olduğu için HDP’yi bunun önünde engel görüyorlar. Seçimleri Türk devletine entegre olmak olarak görüyorlar.

  4. İdeoloji ezberdir. İnsan zekâsına hakarettir. Hayatın dinamiği karşısında ezberini bozmak istemeyen bir aklın dogmatik çaresizliğidir. “Somut durumun somut” analizi yapıldığı iddiasıyla alınan tavır alçakça bir reel-politik davranışı da olabilir, yeniden nefes almanın yarıklarını da oldurabilir. Aslolan hiç bir kişisel çıkar beklemeden, dogmatik olmadan sorumluluk alarak karar verme iradesidir. Bilerek, sakıncalarını teslim ederek bireysel ve toplumsal özgürleşmede bir adım daha ileri nasıl atılabileceğine ait bir analizi bir dogmatik ezbere ideolojik tutuma kurban etmemektir. Kendimi anarşist görmüyorum. Anarşizmin geleceğin sentezinde önemli bir yer tutacağını düşünüyorum. Ve “anarşizmin” de her dogma gibi bu seçimlerde de oy vermeme iddiasını dogmatik bulurum.
    Gerçek çıplak olarak ortada; HDP barajı geçerse toplumsal özgürleşme yolunda bir yarım adım ileri gideceğiz… Bu bence ancak bir dogma ideoloji ile yok sayılabilir…

  5. Neredeyse hepsi bireysel olarak HDP’ye oy vereceği halde, bunlar kendi anarşist grupçuklarında çoğunluk olduğu halde, utangaç davranarak bunu kolektif şekilde açıklayamayan, seçim meselesine sessiz/nötr giren anarşistlere ne diyorsun? (Benim gördüğüm çevrelerde durum bu)

    Sadece bu mevzu üzerinden değil, örgütlenme hep vasatlaşma anlamına mı gelecek? En yuvarlak, geleneksel konumlanış ve ilkelerin içinde kalınıyor, farklı düşünüp yeni çıkışlar yapmayı caydıran bir ortam oluşuyor gibi. Muhalif görüşler, azınlık görüşleri nasıl sesini kendilerine zemin bulmalı, ne kadar bulmalı anarşist örgütlenmeler içinde? Tersinden hiç bir ön kabul, sınır olmamalı mı, çizginin nereden çekileceğine nasıl karar verilebilir?

  6. Müzik parçasını dinledim, kulaklarımı tırmaladı keman sesi. Sanırım GZ yaşı ilerlediği için o en tiz sesleri tam duyamıyor ona daha güzel geliyor 🙂

    Bu da benden bir devrimci romantik parça, beğeninize sunuyorum. Kiraz Zamanı
    https://www.youtube.com/watch?v=GA0dDsKEIlY

  7. O minik yaşayacak, ben ondaki direnişi gördüm. Ayrıca yılması için hiçbir sebep de yok, sadece talihsiz geldi dünyaya. Meraklanma, müsterih ol Gün Hoca

  8. Olası oy dağılımlarının teknik-aritmetik boyutunu göstermeye yarayabilecek bir interaktif çalışma:
    http://simulator.cilekagaci.com/

  9. Yaşlanmak diye bir şey yoktur. İnanmayın böyle efsanelere. Kulaklarım da çok iyi duyar. Kemanda sana tiz sesler olarak gelen parçanın ruhudur. Bu parçayla ilgili en güzel versiyon bu bence.

  10. devrim karasansar

    az evvel muhsin beyazkaya nın röportajı okudum gazetede. rezalet resmen. hdp ye oy verelim tabi iyileşme sağlar ama kurtuluş devrimde bunu da unutmamalı. burjuva temsili demokrasi oyunu büyük aldatmaca.yetmez ama evet çilerin hazin sonunu yaşamayalım bu kez soldan hdp ile….
    ukrayna da devrimci bir kalkışma olmadı nato rusya ya komşu olmak istedi. arap baharı denilen şey çöle kanlı kar yağdırdı.

  11. devrim karasansar

    ve bence barış sürecinin temelinde kenya komplosu var. onun doğal bilinçsiz uzantısı.

  12. Aslında burada paradoksal bir durum var. İki istenmeyen şeyden birisini seçmekle karşı karşıyayız gibi görünüyor: burjuva demokrasisinde oy kullanmak veya diktatörlüğe razı olmak.

    Böylesi büyük çelişkili durumlarda anarşistlerin diktatörlüğü engellemesi için oy kullanması anlaşılabilir. (Normalde ben de pek oy kullanmayan biri olmama rağmen bu seçimde oy kullanacağım, çünkü diktatörlüğe de izin vermek hiç de tercih edeceğim bir şey değil. )

    Ama oy kullanma işinin de geçici bir çözüm olacağını düşünüyorum. Sadece zaman kazanmak gibi. Elbette kazanacağımız zamanın çok büyük önemi var. (Tabii kullanacağımız oylarla AKP diktatörlüğünü engelleyebilirsek.)

  13. İktidar ve muhalefet olma meselesini görünüşe aldanarak partiler üzerinden ele almak yanlıştır ve bu yüzden hiçbir şey değişmiyor. Gerçekte partiler değil, kara toplumu, kıyı toplumu ve ülkenin bütününü etkilemeyen Kürt toplumu sözkonusudur. Son ikisi arasında mevcut düşmanlık olmasa ve biraraya gelseler bile birincisinin yerini alamazlar.

  14. Anarşizmin de diğer sol ideolojiler gibi devri kapanmamış mıdır? Nasıl ki Marksizm, Leninizm, Troçkizm Marks, Lenin ve Troçki’nin döneminin ürünü olduğundan o dönem bittiği için güncelleşmesi mümkün değilse, Anarşizmin ortaya çıktığı dönemle bugünün koşulları çok farklı değil midir?
    Herşeyden önce artık bütün dünyanın, evrimin başlangıcında yayılıp kopan insanlığın tekrar bütünleşmeye başladığı, bu sürecin giderek hızlandığı yeni bir çağa giriyoruz. Bu nedenle, Demir’in de yazılarında önemle üzerinde durduğu gibi önceliği ulusal sınırları ve ulus devletleri yıkmaya vermek gerekmez mi? Bununla ilgili güzel bir yazı;

    Toprak kimsenin babasının malı değildir (Çağlar Yiğit)

    Yok orası Türklerindi, burası Kürtlerindi, şurası Araplarındı mantalitesinden solculuk, sosyalistlik çıkmaz.

    Yok o tarla senin, bu bağ benim, o daire babamın, bu kaynımın demeyeceksiniz.

    Sosyalistseniz her tür ”mülkiyetçilikten” şiddetle uzak duracaksınız.

    Kapitalist sistemde elinden geldiğince ama sosyalist sistemde muhakkak ve muhakkak her yerde ve her şeyde (havlundan, diş fırçandan bahsetmiyorum) ortaklaşmaya, paylaşmaya çalışacaksınız.

    Düşünsenize,
    Bundan sadece 1000 sene önce Anadolu topraklarında Türkler yaşamıyordu.

    Bundan 2700 yıl önce Anadolu topraklarında Ermeni halkı diye bir halk da henüz yoktu, Traklarla Friglerin Urartularla, Arilerle ve bazı Kafkas topluluklarıyla karışması sonucu ortaya çıktılar.

    Bundan 130 yıl önce bugün Düzce, Adapazarı yöresinde yaşayan Çerkes ve Abhazların hiçbiri orada yaşamıyordu.

    Bundan 70-80 yıl önce İstanbul, İzmir gibi şehirlerde Kürtler yaşamıyordu.

    Bundan 500 yıl önce Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Avustralya kıtalarında hiçbir Avrupa kökenli halk yaşamıyordu.

    Bundan 1200 yıl kadar önce Slavlar (Hırvat, Boşnak, Makedon, Bulgar, Sırp, Sloven, Slovak ve Çekler) Orta ve Güney Avrupa’yı işgal ettiler.

    Bundan 1700 yıl önce Germenler Kuzeybatı Avrupa dan yola çıkıp Avrupa’nın ve hatta dünyanın her yerine yayıldılar.

    Bundan 1400 yıl önce Araplar Kuzey Afrika’yı büyük ölçüde Araplaştırdılar.

    Peki ne diyelim şimdi?

    Hepiniz geldiğiniz yere geri mi dönün diyelim?

    Tek tek çetelesini tutup ”Kim önce neredeydi?”, ”Kim kimin yerini işgal etti?”, ”O buradan değil”, ”Bu buraya sonradan geldi”, ”Burası onların”, ”Şurası bunların” mı diyelim?

    Oraya nereden gelmişlerdi ki?

    Bu soycu sorgulamayı, dinsel, inançsal, milliyetçi ve etnik kinciliği ve mülkiyetçiliği sürdürürsek zannediyorum Afrika’da savanlarda ilkel bir primat olarak sürüler halinde av yaptığımız dönemlere kadar gideriz.

    O zamanlarda da zaten hiçbir yer hiçbirimizin değildi.

    Gözümüzün alabildiği her yer ve her şey bütün canlılığa aitti kimsede yer ve mülkiyet kavgası vermiyordu, yaşayabileceği kadarını alıyor ve fazlası için mücadele dahi etmiyordu.

    Kendilerine ”solcu” diyen birçok liberal, ulusalcı ve gerici zevatın bugün ”modern” diye pazarladıkları bütün düşünce sistematikleri bireyciliği, bencilliği, her türden gericiliği, kimlikçiliği, milliyetçiliği ve mülkiyetçiliği malesef aşamamaktadır.

    İlkel komünal toplumdaki paylaşımcılığı, dayanışmacılığı, mülkiyetsizliği ve sınırsızlığı ”modern” bir zeminde savunup bu toplumsal ve ekolojik yapıyı yeniden inşa etmekten başka bir çıkış yolumuz yok.

    Bu ”modern” dünya ütopyasını savunacak tek güç sosyalistler inşa edecek tek düşünce sistematiği de sosyalizmdir!

    Yani ”Ya barbarlık ya sosyalizm” sözü öyle haybeye söylenmiş bir söz değildir.

    Sosyalizmin kıymetini bilin/bilelim.

    http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/toprak-kimsenin-babasinin-mali-degildir-caglar-yigit-haberi-99571

  15. Bu dehset muzigi -youtube: Andre Rieu Amazing Grace- de,topluca,askeri bicimde,fasistce,showuylada süper..

  16. Mülayim Sert 28 Mayıs 15 / 10pm
    Müzik parçasını dinledim, kulaklarımı tırmaladı keman sesi. Sanırım GZ yaşı ilerlediği için o en tiz sesleri tam duyamıyor ona daha güzel geliyor 🙂
    Bu da benden bir devrimci romantik parça, beğeninize sunuyorum. Kiraz Zamanı
    Gün Zileli Mayıs 29th, 2015 at 09:39
    Yaşlanmak diye bir şey yoktur. İnanmayın böyle efsanelere. Kulaklarım da çok iyi duyar. Kemanda sana tiz sesler olarak gelen parçanın ruhudur. Bu parçayla ilgili en güzel versiyon bu bence.
    Yine anonimden, veya nemo’dan, bir yanıt.
    Yukarıdaki sık sık rastlanan bir halt etme: ideolojiyle bilgi karıştırılmakta. Sanırım yaşlandıkça bazı fizyolojik fonksiyonların dejenere olmasını bilmek için bilim-teknik uzmanlarına sormaya gerek yok. İnsan insan olalı bunu bilir. Ama Gün Zileli için bu geçerli olmayabilir, hiç değilse en son moda olan “bilim-teknik = istatistik veya ihtimal hesapları”, olduğunu iddia edenlere göre.
    Zamanımızın en güçlü mitlerinden biri GENÇLİKtir. Ve konuları bu yaş ölçülerine indirgeyenler (devrimci arkadaş gibi) bu miti yutanlardır.

    Doğru politika Newspeak konuşmak isteyenler bir haber: buna “ageism”, denir.

    Buna çok sevdiğim iki yanıtı vereceğim.

    Ne yazık, gençler, kapitalistlerin sürekli değişen tekniklere salt ayak uydurabilen enayi gençleri bu mitle şişirip koydukları kalıptan bir türlü çıkamıyorlar.

    İkincisi çok güzel bir espri.
    Gençliğin gençlere verilmesi büyük bir heder.

  17. görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.

  18. İnsan yaşlandıkça bazı fizyolojik fonksiyonlar dejenere olur.
    Düşünce babında yaşlı olduğum bu cümlede mi?
    Yoksa sizin yaşlanmak yoktur, o bir efsanedir cümlenizde mi?
    Cahillik mutluluktur !

    Yoksa, tıp dünyasına hakim ve (sadece tıpta değil) olan istatistiksel açıklamalardan bihaber olmakta mı?
    Cahillik mutluluktur !

    Yoksa, gençlik mitini hem bilmediğiniz hem de yutmanızda mı ?
    Ben düşünce babında yaşlı değilim, siz dediklerim anlama yeteneğinden yoksunsunuz.
    Örneğin, geleneksel toplumlarda daha çok yaşlılar değerlidir. Bu ideolojiden kaynaklanır, kişilerin yaş bilgisinden değil. Biraz antropoloji öğrenseniz fena olmaz.
    Yine, cahillik mutluluktur!

    Gençlik miti ilerleme mitinin bir başka şeklidir ve dünyanın her yerinde tüm rejimler gençleri sergiler, ümitlerin onlarda olduğunu ima ederler. Ve siz, biz de bir zamanlar gençtik ve inandık ama bir şey değişmedi, diyeceğinize benim dediklerimin ne anlama geldiğini bile anlamaktan uzak olduğunuzu gösterdiniz. Taraftar toplama isteğiniz beyninize işlemiş.
    Yine, cahillik mutluluktur!

    Fikir katkımı anlamadığınızı söyleyeceğinize anlamış gibi küçük düşürmeye çevirdiniz. Ben düşünce babında yaşlı değilim ve daha önce söylediklerimle bu yazımda da söylediklerimi savunmaya hazırım.
    Ama beni en çok şaşırtan ideolojiyle bilgiyi hâla karıştırıp bana ideolojik bir yanıt vermeniz. Bunun yaptığınızın asıl adı, ne yazık ki anarşistlik adı altında yapılıyor, eskimiş taraftar toplama politikası.
    Sizin gibi bir politikacının bu anarşistlik modasına kapılışı bakirelikle kafayı bozanlara benziyor. Daha henüz denenip pisliği ortaya çıkmamış.

  19. Siz galiba pislik politikası içinde büyüdüğünüz için pisliğinizi görmüyorsunuz. İlk yanıtta da yazdıklarıma karşılık vereceğinize, kişiselliğe döktünüz. Ve dolayısıyla kızmakta haklıydım. İkincide de cahillerin sık sık başvurdukları psikoloji ve terapiye çevirdiniz.

    Çok ayıp ve çok yazık!

  20. Seçim sonuçları belli. En azından AKP ve CHP açısından.
    AKP’nin kazanmasının Batı’daki Kemalist-Devletçi-Faşist kitlenin zararına olması olumludur. AKP iktidarı zaten birçok iç ve dış etkiyle zayıflama sürecinde.
    Seçim sonuçlarını değiştiremeyeceğimiz için – ki zaten seçimler bir şeyi değiştirmez – biraz da olumlu tarafından bakıyorum.

  21. HDP Barajı geçince ne olacak?

    Kemal BURKAY

    7 Haziran seçimlerine şurada bir hafta kaldı.

    Bu seçimde toplum başlıca iki karşıt cepheye ayrılmış: Bir yanda AK Parti, öte yanda AK Parti karşıtları…

    İki cephe arasında amansız bir kavga yaşanıyor. Bir taraf AK Parti’yi düşürmeye, AK Parti ise can havliyle iktidarını korumaya çalışıyor.

    Buraya kadarı aslında normal. Mevcut hükümet konumunu korumaya çalışacak elbet, muhalefet de onu yenilgiye uğratıp iktidar olmak isteyecek.

    Ancak bu seçimde bunun dışında normal olmayan çok şey var, en başta, seçimde bir joker durumuna gelen HDP’nin durumu.

    Bir kesim AK Parti’yi düşürebilmek için HDP’nin barajı aşması gerektiği fikrinde.

    Bu kesimin başında TV’leri ve gazeteleri ile Doğan medyası geliyor. Öylesine kolları sıvamış ki, HDP milyarlar harcasa böylesi bir propaganda çarkını bulamazdı.

    Bir bölüm sol ve liberal aydın da bu iş için seferber olmuş. Bunların çoğu geçmişte reformcu diye AK Partiye destek verenler, hatta onun devrim yaptığını ileri sürenler…

    Son günlerde bu kesime Gülen Cemaati de eklendi. (Cemaat son iki-üç yıla kadar AK Parti ile can ciğerdi, aynı cephede savaşıyorlardı. Ama araya kara kedi girince düşman kardeşlere dönüştüler. Eski dostlar düşman, eski düşmanlar da dost oldu. Böylesi bir değişimi Kafka’nın ünlü romanı bile anlatamaz. Hani adamın biri bir sabah uyanınca kendini hamam böceği olarak bulmuştu ya… )

    Peki nasıl olacak bu, HDP onları AK Parti’den nasıl kurtaracak?

    Varsayalım ki HDP barajı aştı, böylece meclise 50-60 milletvekili soktu ve AK Parti tek başına hükümeti kuracak sayıya ulaşamadı. Ne olacak bu durumda? CHP, MHP ve HDP koalisyonu mu oluşacak? Böyle bir koalisyon oluşabilir mi? Oluşursa ülkeye özgürlük ve demokrasi mi getirecek?..

    Malum, HDP, PKK ile Türk solunun izdivacıyla oluştu… Nikah memuru ise Hakan Fidan, yani MİT’ti. Bunu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay kendi ağzıyla açıkladı: “Hakan Fidan’la Öcalan el ele vererek bu güzel projeye imza attılar,” dedi.

    Bu projenin devlet için önemi ortada: Türkiyelileşme…

    Bu elbet yılların projesi… Kürt kimlikli bir partinin olmaması… Kürtleri temsil ettiğini söylese de onlar için bir şey istememesi… Öcalan zaten bunu yakalanıp Türkiye’ye getirildiği ilk gün açıklamıştı. “Devletin hizmetindeyim; ne bağımsızlık, ne federasyon, ne otonomi istiyorum; bunlar ilkel şeylerdir,” demiş, üniter devleti ve Kemalizmi savunmuş, partisi de biri iki etmeden, “serok”, “güneş” ve “irade” olarak nitelediği Öcalan’ı izlemişti. “Apoculuk” böyle bir şeydir.

    Ama ne olur ne olmazdı… BDP’nin lafta da olsa bir “Kürt Partisi” olması sakıncalıydı. Bir bölüm Türk soluyla yapılan izdivaçla bu iş daha da garantiye alındı. Hani hep derler ya, “etle tırnak gibi” olundu… Kürtçe deyişle “xinamî” olduk. Bundan HDP doğdu.

    HDP’nin bir sözcüsünün Sırrı Süreya Önder olması her şeyi açıklamaya yetmiyor mu?..

    1991 yılında da Erdal İnönü de böylesine önemli bir hamleyi başarmıştı. HEP’in bağımsız adaylarla seçime girmesini önlemiş, onları SHP şemsiyesi altına almıştı.

    Bütün bu ayak oyunları da anlaşılabilir. (Gerçi Kürt canibinde hâlâ bunu anlamamış olan, ya da öyle görünmeyi tercih eden yığınla adam var.) Ama şimdi olan ne? AK Parti’nin kendi eliyle kurduğu HDP şimdi ona karşı mı kullanılıyor?

    Örneğin “Türkiye Türklerindir” şiarını bayrak yapmış Doğan Medyası’nı şimdi cansiperane bir şekilde HDP’nin seçim propagandasının hizmetine sokan, diğer bir deyişle, bu büyük sermaye medyasını PKK ile ve Marksist yoldaşlarla bir araya getiren ne?

    AK Parti gitsin de kim ve ne gelirse gelsin siyaseti mi?..

    Öte yandan, HDP’nin 50-60 kişiyle parlamentoya girmesi AK Parti’yi hükümetten düşürmeye yetecek mi? Bir CHP, MHP, HDP koalisyonu oluşturmak mümkün mü?

    Ya AK Parti seçim sonrası İmralı’daki “sözde masayı” tazeler, “süreç” devam ediyor der ve Öcalan da HDP’ye dönüp “hükümetle anlaştık, destek verin” diye ferman buyurursa ne olacak?

    Büyük ihtimalle de böyle olacak.

    Zaten Demirtaş daha önce kaç kez, AK partiyle bir koalisyona kapalı olmadığını, “Türkiye’yi hükümetsiz bırakmayacaklarını” açık açık söylemişken…

    Bu durumda bütün hesaplarını AK Parti’yi düşürme üzerine kurmuş Doğan medyası, bunu ölüm kalım meselesi yapmış Gülen Cemaati ile bir bölüm solcu ve liberal aydın ne yapacaklar?

    Varsayalım ki Öcalan bunu yapmadı, AK Parti’nin çoğunluğu yitirdiğini görünce 180 derece dönüp, 2010 öncesi pozisyonuna rücu etti; yani yeniden Ergenekonculara yanaştı ve bu kez karşı tarafa yani CHP-MHP koalisyonuna destek verdi. (Bu da ihtimal dışı değil.) O zaman ne olacak?

    Doğan medyası bundan elbet memnun olacak. Ya ötekiler?..

    Görülüyor ki her iki durumda da HDP ya bir AK Parti hükümetine destek olacak, ya CHP-MHP hükümetine…

    Böyle bir durumda Kürt sorunu mu çözülecek, demokrasi mi gelecek?..

    Diyelim ki Kürt sorununun çözümü de demokrasi de ne Doğan Grubu’nun, ne de Gülen Cemaati’nin umurunda. Peki sözde Kürt halkı ve emekçiler adına siyaset yapanlar, demokrat ve sol geçinen aydınlar, siz bu işe ne dersiniz?

    Bütün mesele bu mudur? Kürtlerin, emekçilerin, özgürlük, demokrasi ve insanca bir yaşam isteyen halkın derdi bu mu?

    Yani egemen güçlerin bir kanadından bıkınca diğer kanadının yanına sığınma… Yağmurla dolu arasında gidip gelme…

    Kırk katırla kırk satır arasında bir seçim yapma…

    Bu bir fasit dairedir. Sistem güçlerinin tepişmesine, ayak oyunlarına alet olarak bir yere varılamaz. Kürt hareketi için de Türk solu için de yapılması gereken, önüne doğru dürüst bir program koymak, doğru bir yol seçmek ve o yolda yürümektir.

    Bu şekilde kitleler kazanılıp güç olunursa bu fasit daire yıkılır.

    Yoksa, derin devletin şu veya bu kanadının çizdiği yolda yürümekle, egemen güçlerin kavgasına taraf olmakla özgürlük, demokrasi ve barış kazanılamaz.

    Kimse kendini kandırmasın. Haydi kendini kandırdı, halkı kandırmasın.

    Kendi payıma HDP’nin barajı geçip geçmemesini hiç önemsemiyorum. Gerçi bir yönüyle geçse daha da iyi diyorum. Böylece HDP üzerine boş hayaller kuran bazı çaresiz demokratların ve solcuların belki gözleri açılır.

    Rantçılar ve müridan takımı için bir şey değişmez.

    Hemen her seçimde Kürtlerin birliği adına oyları PKK çizgisindeki partiye yöneltmeye çalışan, “hele bu kez de oy verin” repliğini kullanan, feraseti bağlanmış birilerinin de gözü açılır mı dersiniz? Açılsa iyi, ama zor…

    Biz HAK-PAR olarak elbet barajı geçemeyeceğimizi biliyoruz. Ama halka doğru yolu gösterdiğimize inanıyoruz.

    Böylece aynı zamanda tarihe bir not düşüyoruz. Öyle ki tarih, “herkes şaşırmıştı, ne yaptığını bilmez haldeydi” demesin…

    http://www.marmarayerelhaber.com/kemal-burkay/34772-hdp-baraji-gecince-ne-olacak

  22. Galiba yaşlılığın ‘gerçekten’ başladığı evre, insanın ergenlikteki hallerine geri döndüğü zaman oluyor. İki dönemin ortak paydası, ‘huysuzluk’:-)

  23. peki ben de kişiselliğe dökmeyeyim.

  24. K. Burkay hala İsviçre’de mi?
    Ülkeyi savaşa sürüklemeye hazır, insanların kişisel hayatlarına karışan bir despotizmi görmüyor mu? RTE’nin Başkanlık ile ne yapacağını sanıyor? HDP barajı geçince ortalık güllük-gülistanlık olmayacak. Ülkenin bir yarı-açık cezaevi olduğunu da çok “uzakta” yaşadığı için bilemeyebilir.
    AKP yalakalığının ince hali değil midir bu?
    yazıklar olsun; bu insanı da bu hale getirmişler!
    Yalnızca Suriye Politikası için bile iktidardan gitmesi gereken bu adamlara böyle ince, dolaylı destek vermenin arkasında kuşkusuz kirli şeyler yatar…

  25. Ne yazık ki Burkay, artık küçük AKP projelerinden biri. Yazdığı yazı da bunun kanıtı.

  26. Çok tepkiselsiniz. AKP’li diye suçlamaktan başka bir argümanınız yok.
    Bu ülkenin seçmen kitlesinin ne olduğu belli. Seçimleri görmek için kahin olmaya gerek yok.
    Gezi benzeri direnişler de bir şey değiştirmez. Bir değil, iki değil, üç değil on kere Gezi olsa hükümet değişmez. Anadolu sağcılığının oy kitlesi de değişmez. CHP kıyılara sıkışmış bir getto partisidir. HDP de kendi bölgesine sıkışmıştır. CHP-MHP koalisyon kuramaz. En fazla AKP’yle kurabilirler ama bu bile çok zor.

  27. Başlığı görünce ”aha” dedim, Gün gerçek bir anarşist gibi davranıp ‘ metal Fırtına’ sı ile ilgili bir yazı yazacak, tüm anarşistleri hep savundukları gibi kendi komitelerini kurup ilk defa burjuvaziye geri adım attıran metal işçilerini ve kurulan işyeri komitelerini savunmaya sokağa çağıracak! Bu arada işçileri komunistlere karşı da uyaracak! Meğer ki direniş dediği ”hadi hep beraber HDP ye oy verelim” politikası imiş, birader bunun için anarşist olmaya gerek yok ki, Daha dün AKP anayasasını destekleyen ”Yetmez ama evet” ciler bile aynısını söylüyor! Mir Dengi Fırat gibilerini saymıyorum bileç Valla hala ne varsa sizin Stalinist diye sövdüklerinizde var! Onlar bu işçilere ve kurdukları özyönetim komitelerine baya destek veriyorlar.

  28. ilerde hatırlarsınız bu yazdıklarınızı. Devrilecekler. Hem de gümbür gümbür.

  29. 18 ve 19 numaralı yorumları yazan arkadaşımızı anlıyor ve yazdıklarının çok büyük bölümüne katılıyorum!

    Bu arkadaşımız muazzam bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu işaret etmiş, ama (yanlış anlamış da olabilirim) sayın Zileli yazdığı “Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!” başlıklı yazının içeriği bağlamında, Auld Lang Syne eseri minvalinde ve sayın Mülayim Sert’in yorumları çerçevesinde görüşünü beyan etmiş gözüküyor. Arkadaşımızın işaret ettiklerinin eriyip kaybolmaması için konuyu ilerletiyorum.

    Ümit ederim sayın Zileli bu metni yayınlar ve yine ümit ederim “konuk yazarlar” sekmesinde ayrı bir başlık açarak müzakere yürütülmesi için olanak sağlar.

    (NOT:
    1. Maksadımın, popülerlik peşinde koşmak olmadığını bu yazının sonunda anlayacaksınız!
    2. Bu bir tehdit değil, uyarıdır: Aynı tehlike sayın Irmak Zileli için de geçerlidir!)

    Aşağıdaki metni aktarmakla amacım kimseye hakaret etmek değil; arkadaşımızın işaret ettiklerinin ne kadar mühim olduğunu kanıtlarıyla geliştirmek!

    BAŞLIYORUZ:

    “Turuncu-Mavi-Beyaz…Yaka” ile “Turuncu-Mavi-Beyaz…YaLAka” arasındaki farklar nedir?!

    “Üniversite gençliği” ismi ile kategorileştirilen kesimin artık “roman” değil; “N.L.P. kitabı” okuması gerektiğini kimler, niçin dikte ediyor?!

    Hayat; sadece “S.W.O.T. analizi”nden mi ibaret?!

    Üniversiteden yeni mezun olan bir gencin, hayattaki yegâne gayesinin, istihdam edildiğinde “Junior Manager”lıktan “Senior Manager”lığa ulaşmak olması gerektiğini kimler, niçin dikte ediyor?!

    “Emekli” öğretmenler “Atanamayan” öğretmenler ile omuz omuza vermedikçe hangi sorunun çözülebileceğini zannediyoruz?!

    Özgeçmişlerde (CV) artık “Six Sigma – Black Belt” sertifikası olmasını şart koşmaya başlayan o anlı şanlı “şirketler”, nesilleri nasıl bir otomasyon sürecinde robotlaştırmaya çalışıyor?!

    Metal İşçilerinin yürüttüğü mücadeleye niçin kendini tertemiz zanneden “Beyaz” Yakalar destek vermeye yanaşmıyor?! Bu “Beyaz” Yakalar, niçin patronun ayarladığı “ayrı servis minibüsleri” ile iş yerine, “Diğer” Yakaların toplanmadığı arka bölümlerden gizli gizli giriş yapmaya mecbur bırakılıyor?! Bu “Beyaz” Yakalar niçin ses çıkarmamayı tercih ediyor?!

    “Mustafa İnan” bize ne öğütlemişti?!

    “Wilhelm Reich” bize ne öğütlemişti?!

    Bütün bu sorulara ve daha fazlasına yanıtlar aramak için:

    NOT: Aşağıda okuyacaklarınız herhangi bir ürün & hizmetin satış amaçlı promosyonunu yapmak değildir.

    “Sarp Mogan” mahlası kullanılarak yazılmış “Beyaz YaLAka” (Okuyan Us Yayınları, 2014) kitabı; “sürmekte olan boş bir hayalden uyanmaya başlamak” deyiminin ülkemizdeki güncel örneklerinden biri olmuş.

    “İçeriden gelen eleştiri” ile “dışarıdan gelen eleştiri” arasında doğru orantılı bir ilişki çıkmasını her zaman beklememek kitaba daha geniş bir açıdan bakmamızı sağlayabilir.

    Kitabında Mogan’ın içeriden birisi olarak eleştiri yapması ile “uyanmaya başlamak” görüşü destekleniyor. Peki kitapta anlatılanları dışarıdan birisi hiç mi bilmiyordu ve bunları yazamaz mıydı; tabii ki yazabilirdi. Fakat ilk önce içeridekilerin yavaş yavaş sesini yükseltmeye başlaması, alınması gereken yolda hepimize önemli bir zaman kazandıracaktır. Ve bu “uyanmaya başlamak – ses yükseltmek” devam ettikçe, bir sarmal gibi, her yönden – her “yaka”dan kitle yaşadıklarını içinde saklamaktan vazgeçecek, etkileşim büyüyüp gelişecektir.

    Kitabı okurken ve okuduktan sonra; “ Amansız bir rekabet içinde — bir işte çalışan veya çalışmayan — her renk yakadan insan kendi hayatından ne kadar memnun? ” sorusunu aklımızda tutmayı tavsiye ederim.

    “İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!

    Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor sayın okuyucu!

    Çuvaldızı kendimize batıralım:

    Bu soruyu hakaret etmek için sormuyorum, “gerçekle!” yüzleşmek için soruyorum:

    Bir ebeveyni ele alalım:

    Bir anne-baba (eğer varsa) savunduğu siyasi ideoloji ne olursa olsun; “acaba evladımın geleceği nasıl olacak? Ona iyi bir yarın bırakabilecek miyim?!” korkusunu yaşamış, yıllarca gözüne tek uyku girmediği geceler olmuştur muhakkak!

    Örneği boş yere uzatmamak için, sadece; bu ülke tarihinde simge bir üniversite ismi olduğu için soruyorum (Amacım; aşağıda ismi verilen bu iki nadide kurumumuzu sorgusuz suâlsiz topa tutmak değildir!)

    “Orta Doğu Teknik Üniversitesi”ni ele alırsak:

    (a) 1968 kuşağı öğrencilerinin verdiği mücadele ne idi?!

    (b) Şu anda bu üniversiteden yeni mezun olan bir gencin iş hayatına başlayacağı şirketler hangi siyasi ve iktisadi dünya içinde yaşıyor?!

    Bu çelişki üzerine ciddi ciddi kafa yordunuz mu?!

    2013’ün ilk yarısında “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, özellikle ODTÜ metaforu içinde toplanarak, tekrar kuruldu.

    Günümüzde: Hem bu öğrencilerin mezuniyeti yaklaştığı zaman, hem de varsayalım bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun “Yeni FKF” içinde verdikleri mücadeleden sonra, hayatlarını ne yönde devam ettirecekler; hiç düşündünüz mü?! Cevabı: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin bayraktarlığını yapan “özel sektör!” içinde devam ettirecekler, söylediğinizi duyar gibiyim!

    Eee.. nerede kaldı “1968 ruhu” ?!

    Nerede kaldı “Yeni FKF” ?!

    Gerçekler acıtıcıdır! Yüzleşmeyip kaçarsak acının şiddeti daha da artacak!

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız. Kendinizi, şirketlere ‘pazarlayabilecek!’ kadar çok donanımlı hâle getirmek zorundasınız! Eğer öğrenciliğiniz boyunca bu amaç için çaba harcamazsanız; mezun olduğunuzda kafanızı duvarlara çok vurursunuz! Kendinizi ‘satabileceğiniz!’ bir ürüne dönüştürün, böylelikle hayatta sırtınız asla yere değmez!”

    Akademik hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman mı okumak ister? Yoksa; otobüs-metrobüs-minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı mı okumayı tercih eder?!

    (*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

    Bir konuda emin olabilirsiniz: Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! “Bu bilinçsizliğin tek sorumlusu — her zaman olduğu gibi! — gençlerdir!” cümlesiyle başlayıp beylik lâflar sıralayarak aradan sıyrılmak kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor: Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe; haberleri olmayacak!

    “Proletarya” kelimesini bilmeyen “praxis & praksis”i de keşfedemez;

    “Praxis & praksis”i bilmeyen “lümpenleşme”yi de keşfedemez;

    “Lümpenleşme”yi bilmeyen “snoplaşma~snoblaşma”yı da keşfedemez;

    “Snoplaşma”yı bilmeyen “konformizm”i de keşfedemez;

    “Konformizm”i bilmeyen “vasatlaşma”yı da keşfedemez;

    “Vasatlaşma”yı bilmeyen “oklokrasi”yi de keşfedemez…

    Bu zincir halkalarını gittiği yere kadar uzatabiliriz!

    “Serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı, “Manisa/Soma’nın neyi işaret ettiğini” veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    Birinci örnek:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    İkinci örnek:

    Aralık 2013 / Ocak 2014:

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!

    “Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak 1: http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

    Kaynak 2: http://www.businessweek.com/news/2014-01-21/merck-to-bristol-myers-face-more-threats-on-india-drug-patents

    Kaynak 3: http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

    (Dekkers’in açıklamasının orijinal İngilizcesi: “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)

    “Praxis & praksis” kavramı ve “Diyalektik; gül bitti!” özdeyişi başta olmak üzere, yukarıda yazılan terimlerin ne demek olduğunu hatırlayalım; ama hatırlamakla kalmayalım, en yakınımızdaki kişiden başlayarak herkese anlatmak için çaba sarfedelim!

    21. yüzyılda hayat sadece; “bireysel pazarlama, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma-şirketleşme, piyasada sürekli popüler kalmayı sağlama” sembolleri üzerinden mi yürüyecek?!

    Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; “kişisel pazarlama” denilen kalın ve yüksek bir duvar önünüze dikiliyor!

    İngiltere’yi ziyaret edenler ve ziyaret etme imkânı olanlar bir hususu iyi gözlemlesin. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere’ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle “Doğu Avrupa!” işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere’de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir şirketin “sigorta departmanı müdür yardımcısının evinde!” muazzam bir fizik öğretmeni veya laborant olduğu halde çocuk bakıcısı olarak “karın tokluğuna” yaşamaya hazır nice insanlar var!

    Bizim vatandaşlarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir, Kars/Kağızman’da veya Şırnak/Roboski’de!…

    Ali Akay (prof.), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünv. Sosyoloji Bölüm Başkanı (Mart 2012) uyarmıştı:

    “Bugünkü üniversite sistemine baktığımızda; bilginin değeri ‘bildiğin kaç para ediyor?’ sorusu üzerine kuruludur. Bu görüş 1970’lerde hızla yayılmaya başlamıştır. Steve Jobs ve Mark Zuckerberg gibi kişiler bu konuya verilebilecek en iyi iki örnektir. Bu nedenle bir bilimsel kimlik/başarıya sahip olmanın üstüne ‘businessman-iş adamı’ kavramı inşa edilmeye, bu anlayışa sahip öğrenci profili yaratılmaya çalışılıyor.”

    Celal Şengör (prof.), İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:

    “Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”

    Mustafa İnan (prof.), İnşaat Mühendisi (1911-1967) uyarmıştı:

    “Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar?!

    Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın.

    Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın.

    Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın.

    Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız; buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.

    Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’; para ile organizasyonun çarpımına eşittir;

    Bize göre de kuvvet; ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür.

    Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın, olur mu çocuklar?!

    Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın, olur mu çocuklar?!”

    Wilhelm Reich (prof.), Psikiyatr (1897-1957) uyarmıştı:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

    * * *

    Belki de konunun dönüp dolaşıp geldiği yer şurasıdır:

    “Para kazanmak için mi hayatımızı ekonominin dişleri arasına bırakıyoruz?

    Yoksa çalışmaktan zevk aldığımız için mi yaşamaya devam ediyoruz?”

    Bu iki temel ayrım üzerinde dikkatle durursak, Mogan bu kitabı yazmakla sadece istifra mı etmiş?

    Yoksa cevabını kendisinin de hâlen aradığı bir soru peşinde sistemin dışına çıkmaya çoğumuz gibi cesaret edemeden koşmaya mı çabalıyor? sorularını sormaya başlarız.

    Her sabah 6.45’de servis minibüsünün gelmesini bekleyen bir muhasebe departmanı çalışanı veya bir otomobil-montaj fabrikasında vardiyalı çalışan bir işçi, özellikle bugün, “rekabet” kelimesi hakkında neler düşünüyor?

    “Para için çalışmak / Mutluluk için çalışmak” ikilemi hakkında neler düşünüyor? sorularını sormaya başlarız. Sadece muhasebe çalışanı, fabrikada işçi olmaya takılıp kalmayalım; meslekler çoğaltılabilir.

    “Rekabet” kelimesini “başkalarının ayağını kaydırmak” olarak anlamaya nereye kadar devam edebiliriz?!

    “Okumuş & eğitimli” olmak kusursuzluk mu?! İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi?! “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” demek mi?! Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?!

    “Okumamış & eğitimsiz” olmak bir kusur mu?! Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?!

    “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” özdeyişi; “Kim eğitimli? – Kim eğitimsiz?” ayrımını ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı mı?!

    Bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. Hiç kimsenin size yön göstermesini beklemeyin. Yön, kendi aklınız ve kendi vicdanınız olmalı!

    Aşağıdaki 18 kitap, bir animasyon video, bir belgesel dizisi, bir hiciv metni ve bir röportaj metni dikkatle tahlil edilirse; “Mogan’ı bu kitabı yazmaya sevk eden sebepler neler olabilir?” sorusunun cevabına birkaç adım daha yaklaşılabilir.

    Aşağıdaki liste uzun araştırmalar sonucu ortaya çıkmış değil. Bu kitaplar, hiciv metni ve röportaj okunup, videolar da izlendiğinde; içinde yaşadığımız “serbest piyasa ekonomisinin görmezden gelinen tarafları”nın neler olduğu tam anlaşılacaktır, gibi bir çıkarım da doğru değil.

    Mogan’ı ve umarız çok farklı meslek erbaplarından da gelecek benzeri kitapları daha derinden kavrayabilmek için hazırlanan bu liste, şu an okuduğunuz satırların yazıldığı anda akla gelen birkaç tavsiyeden ibarettir. Bu referanslar tabii ki çeşitlendirilebilir:

    * KİTAP 1: Karakter Aşınması “Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”

    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 2: Prekarya “Yeni Tehlikeli Sınıf”

    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları

    * KİTAP 3: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”

    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 4: İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum

    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 5: Yeni Orta Sınıf “Sinik Stratejiler”

    Yazan: Ali Şimşek
    Yayınevi: Agora Kitaplığı

    * KİTAP 6: Aşk Yüzyılı Bitti

    Yazan: Nuran Yıldız
    Yayınevi: Doğan Kitap

    * KİTAP 7: Modernite Nasıl Unutturur

    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları

    * KİTAP 8: İşsizlik Hakkı

    Yazan: Ivan Illich
    Çeviren: Deniz Keskin
    Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi

    * KİTAP 9: Aylak Sınıfın Teorisi

    Yazan: Thorstein Veblen
    Çeviren: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
    Yayınevi: Babil Yayınları-İstanbul

    * KİTAP 10: Oblomov

    Yazan: İvan Gonçarov
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 11: Mülkiyet Nedir

    Yazan: Pierre Joseph Proudhon
    Çeviren: Devrim Çetinkasap
    Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları

    * KİTAP 12: Leviathan

    Yazan: Thomas Hobbes
    Çeviren: Semih Lim
    Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

    * KİTAP 13: Devlet ve Anarşi

    Yazan: Mihail Bakunin
    Çeviren: Murat Uyurkulak
    Yayınevi: Agora Kitaplığı

    * KİTAP 14: Dönüşüm

    Yazan: Franz Kafka
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 15: Germinal

    Yazan: Emile Zola
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 16: Gelecekten Sonra

    Yazan: Franco Berardi
    Çeviren: Sinem Özer & Osman Şişman
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık

    * KİTAP 17: Huzur

    Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar
    Yayınevi: Dergâh Yayınları

    * KİTAP 18: (İngilizce) A Precariat Charter: From Denizens to Citizens

    (Bir Preker Anlaşması: Toplumsal Soyutlanmışlıktan Adil Vatandaşlığa Geçiş İçin)

    Yazan: Guy Standing
    Yayınevi: Bloomsbury Academic

    Kitap hakkında ön bilgi (İngilizce)
    http://www.bloomsbury.com/uk/a-precariat-charter-9781472510396/

    * ANİMASYON VİDEO (7 dk.)

    El empleo & The Employment
    (Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Adres: http://vimeo.com/32966847

    * BELGESEL: The Century of the Self (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    1. Bölüm: Happiness Machines
    (Mutluluk Makineleri)

    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234

    2. Bölüm: The Engineering of Consent
    (Rıza & İkna etme mühendisliği)

    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840

    3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)

    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787

    4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering
    (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)

    İngilizce video:
    http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news

    * JONATHAN SWIFT’in 1729’da yazdığı ve günümüze ışık tutmaya devam eden hiciv metni.

    18. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa’da iki algı ortaya çıktı:

    (a) Halk, sadece ve sadece bir ülkenin zenginlerinden ibarettir.

    (b) “Çalışan-emekçi-işçi sınıfa” düşük ücret ödenmesi gayet doğaldır; çünkü ücretler arttırılırsa bu insanlar daha az çalışmaya başlar.

    Swift hem bu ekonomik yozlaşmayı gözlemleyerek hem de İrlanda’nın o dönemdeki durumunu temel alarak meşhur hiciv metnini yazar:

    “ Mütevazı bir öneri: Çocuklarımızı niçin bir yiyecek olarak zenginlere satmalıyız? ” :

    http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663

    * YANKI YAZGAN (prof., psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013’te yaptığı röportaj.

    Röportajın tam metni:
    http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html

    “Rekabet & Yarış üzerine”:

    Röportajdan bir bölüm:

    Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”

    “Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.

    Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.

    Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.

    Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.

    Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.

    Diğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?

    Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.

    Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.

    “Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.

    Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.

    Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? Hayat; S.W.O.T.* analizinden ibaret değil! O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu.

    (*S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler. – Bu analiz özel sektörün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır. Analiz ile ilgili işe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte!)

    O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle; “rekabetten uzak” bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz!

    Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!

  30. PATERNALİZM,
    SEÇİM,
    OY KULLANMAK!

    “SEÇİM ÖZGÜRLÜĞÜ” GİBİ BİR KAVRAMDAN BAHSEDİLEMEZ; ZİRA ÖZGÜRCE OY KULLANMA YETİSİNE SAHİP OLDUĞUNU SANDIĞIMIZ TOPLUM, REJİM TARAFINDAN OLABİLDİĞİNCE HİPNOTİZE EDİLMİŞ VE SİSTEMİN ÇİZDİĞİ SINIRLARIN DIŞINA ÇIKMAYI AKLINDAN BİLE GEÇİREMEZ HALE GETİRİLMİŞTİR!

    Yazan: Serhat Halis
    Tarih: 31 Mayıs 2015

    “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi; yasaklanırdı!”
    —Emma Goldman—

    Paternalizm; başta toplum yönetimi olmak üzere uzmanlık gerektirecek meselelerde kararları, ilgili hususta uzmanlığı ya da belirli bir birikimi olan kişilerin vermesi gerektiğini ileri süren tutarlı mantığıyla, Sokrates ve Eflatun felsefelerinin politik alana bıraktığı en “kıymetli” miras. “Eski Yunan”dan kalmış bir başka miras ise, bugün politik ve sosyal hayatı dizayn eden mekanizmanın en önemli lokomotifi olan “demokrasi“.

    Demokrasinin güneş yüzü gördüğü ilk andan günümüze değin özünde ve biçiminde belirli değişiklikler olsa da, kitle bilincini bulandırmak yönündeki esası, kendisini hâlâ korumaktadır. Şöyle ki:

    Demokrasinin bize eşitlik ve özgürlüğün garantörü ve onun bir tecellisi olarak sunduğu seçim/parlamento girdabı, bağrında üç yanılgılı bir önerme taşıyor:

    1) Seçimde oy kullanan seçmenin tercihlerinin esasen egemen aklın ideolojik propaganda bombardımanı altında şekillenmiş zihinlerin ürünü olduğu gerçeğini kamufle edip, her bireyin özgürce karar verdiği yönündeki yanılgılı salınım.

    2) Seçimin, yaşanan toplumsal sıkıntıları ortadan kaldırmak ve yaşanılası bir “yeni hayat“ı yaratmak için biricik çözüm yöntemi olduğu yönündeki yanılgılı salınım.

    3) Toplumun yönetimi ve hayatın düzenli ve müreffeh organizasyonu için gerekli olan kararda, her bir bireyin eşit rey hakkına sahip olduğu gerekçesinden hareketle, seçim ve demokrasinin bir eşitlik düzeni olduğu yönündeki yanılgılı salınım.

    “Herkesin eşit oy hakkına sahip olması” söylemi, kof bir retorikten öte bir şey değildir zannımca. Bu sebeple, bu retoriğin sahibi olan demokrasi, kofun eşitliğinden başka hiçbir kıymet-i harbiye taşımaz nazarımda.

    İçi doldurulmamış bir “eşitlik”, demokrasinin en güçlü silahıdır. Demokrasi denen şey de kapitalizmin en güçlü silahıysa -ki tam olarak öyledir-; denebilir ki demokrasi, kapitalizmin halkın eline tutuşturduğu bir oyuncaktan öte bir şey değildir. Hem de halkın oynamaktan en çok haz aldığı oyuncak.

    Demokrasi bugün kendisini, “seçim özgürlüğü” ve “oy kullanma eşitliği” gibi argümanlar üzerine inşa etmiştir. Oysa, demokrasi ve parlamento tarihi bize öğretmiştir ki ne seçim denen şey tam anlamıyla bir özgürlüktür, ne de oy kullanma denen şey tam anlamıyla bir eşitliktir.

    “Seçim özgürlüğü” gibi bir kavramdan bahsedilemez; zira özgürce oy kullanma yetisine sahip olduğunu sandığımız toplum, rejim tarafından olabildiğince hipnotize edilmiş ve sistemin çizdiği sınırların dışına çıkmayı aklından bile geçiremez hâle getirilmiştir.

    Zaten doğal yapısı gereği “geri” bir unsur olan halkın “bilinç damarlarına”, devletin güdümünde hareket etmesi için “düzene sadık olma” aşısı enjekte edilmiştir. Çok yoğun bir bilinçsizleştirme politikasına ve devletin “tılsımlı” asimilasyonuna tabi tutulmuş olan halkın yapacağı seçimin özgür olduğundan bahsetmek, tutarlı bir tarih ve sınıf ilişkileri ağına dair analizden yoksun olmakla açıklanabilir ancak.

    Egemen sınıfın aracı olan devletin ideolojik propaganda aygıtları ve baskı mekanizmaları tarafından tarumar edilmiş ve alabildiğine egemen aklın çıkarlarına göre hareket etmeye güdümlenmiş bir toplumsal bilincin verdiği kararlara güvenmek ve bu kararlara “saygı duymak” demek olan demokrasi ve seçim, çok açık ki hakim sınıfların “yığınları uyutma organizasyonu”dur.

    Daha açık bir ifadeyle; demokrasi/seçim bir illüzyon, bir sanıdır. Halkın kendi kendini yönettiğini sanmasına “demokrasi” diyoruz.

    Oy kullanma denen şeyin eşitliğinden bahsetmek ve buna güzellemeler dizmek, eşitliği hayvan yarışlarında koşulların eşitlenmesi olarak algılayan statik zihnin lafazanlığından başka bir şey değildir. Zaten seçimi ve oy kullanmayı bir yarışa benzeten egemen akıl da, at yarışlarında atın sırtına binip gerek gördüğü zaman beygiri kamçılayan güç pozisyonundadır.

    Bir yarışta koşulların eşitliği, o yarışı eşit ve objektif kılmaz. Daha doğrusu, o eşitliği sağlayacak şey, sadece katedilecek mesafenin aynı olması ve yarışçıların başlama çizgisindeki eşitlikleri vb. değildir.

    Yarıştaki eşitlik, aynı zamanda, yarışa katılanlar arasındaki denklikle mümkündür. Böylesi bir denklikten yoksun yarışlar, ister oy kullanmak ve seçim isterse de koşmak olsun, hiçbir şekilde eşit değildir. Zira eşitlik, tüm nesnel ve öznel koşulların denklendiği düzlemin adıdır.

    Mesela bir at yarışında yarışa katılan atlardan birisinin üç ayaklı oluşu -yani yarışçılar arasında tutarlı bir denkliğin olmayışı-, bu yarışı, eşitsizlik üzerine kurulu bir yarışa çevirir.

    Özneyi, olayı ve olguyu oluşturan arka plan, geçmiş ve şu an dâhil tüm nesnel ve öznel koşulları eşitlemeden ve buna dair veri oluşturmadan, sadece ‘an’a ve spesifik bir alana ilişkin nesnel zemin yaratılarak eşit bir zemin oluşturulamaz.

    Öznenin tüm “background”u ile “an”daki öznel durumu değerlendirilmeden ve yarışçılar ya da oy kullanıcılar arasında bir denklik oluşturulmadan, eşitlikçi bir yarış sağlanamaz. Oy kullanmak da dâhil olmak üzere bir yarış, ancak denkler arasında olursa eşitlikçidir.

    Bu söylenenlerden hareketle diyoruz ki: “Demokrasilerde oy kullananların oylarının eş değerde olması, sanılanın aksine tam bir eşitsizlik “şaheseridir”.”

    Toplum yönetimine dair hiçbir birikimi, deneyimi, öngörüsü, bilinci ve tutarlı fikri olmayan birey ile bu alana ilişkin çok daha fazla birikime sahip olan bir bireyin oy değerlerinin denk olması, başlı başına bir hak gaspıdır; eşitsizliktir.

    Bilgi, birikim, bilinç, deneyim, öngörü ve hatta zekâ hususlarında denk olmayan bireylerin, toplumun nasıl yönetileceğine dair karar verme hususunda denk sayılmaları; yeryüzünün kendini en iyi kamufle etmiş, en derin eşitsizliğidir. Demokrasi ve seçim, bu anlamıyla, yeryüzünün en büyük eşitsizliklerini yaşamın en ileri eşitlik sistemi gibi gösterme başarısına sahip olan en yalancı rejimin adıdır.

    Bir televizyon spikerinin sokaktaki vatandaşa sorduğu “Türkiye hangi yarım kürededir?” sorusuna “Türkiye orta yarım kürededir.” diyen yüksek “bilgi” ürünü bir çoğunluktan oluşan toplumun, toplumsal hayatın idaresi noktasında oy kullanarak söz sahibi olması ve bu çoğunluğun kullandığı oyun, bahsi geçen hususta belirli bir uzmanlığa ve birikime sahip bireylerinki ile aynı değerde sayılması, eşitliğin değil; tam anlamıyla bir eşitsizliğin göstergesidir.

    Sanata, edebiyata, felsefeye, bilime, politikaya, tarihe, toplum yönetimine ilişkin bilgi birikimine sahip bir kişi ile hayatında hiç kitap okumamış, sadece futbola dair fikir beyan edebilen, ortaokul üçüncü sınıf zekâsıyla konuşup dinleyenleri ‘’Ulan, tüm memleket böyle mi acaba?’’ şaşkınlığına sevk eden bir kişinin, toplumsal yaşamın idaresi ve kendi geleceğimizin inşası konusunda eş değer oy ve söz hakkına sahip olması, dolayısıyla da geleceğimiz üzerine karar verme kudretine ve olanağına aynı ölçüde haiz olması, ancak demokrasilerde görülebilecek bir durumdur.

    Bu durum; doğru kararlar verme ihtimali yüksek olan insanları, yanlış kararlar verme ihtimali yüksek olan insanlara kurban etmekten öte bir şey değildir.

    Deprem mühendislerinin bir binanın yıkılıp yıkılmayacağına dair verecekleri karara, o binanın altında yer alan bakkal dükkânını işleten amcanın da eş değerde bir oyla ya da sözlü-yazılı-fiilî bir müdahaleyle dahil olması gibi tehlikeli bir durumdur bu aynı zamanda.

    Düzen tarafından hipnotize edilmiş ve egemen akıl tarafından istendiği gibi şekil verilebilecek bir “oyun hamuru” hâline getirilmiş olan halkın kullanacağı oylarla vuku bulacak bir seçim, aslında “-miş gibi” yapılan bir oyundan ibarettir. Tam da bu nedenle, “Halkın idaresi, halkın iradesine bırakılamaz.” diyoruz.

    Son söyleyeceklerimiz, düzen tarafından “sevgi yumağı” kıvamına getirilmiş yeni tasarım “solculara” çok can sıkıcı gelecektir; ama sanırım entelektüel mayayla yoğrulmuş ilerici/devrimci paternalizm, bu hususta tutulması gereken ana halka olma niteliğini sürdürüyor!

    http://gezite.org/paternalizm-secim-ve-oy-kullanmak/

  31. Ahmet bu konuda haklı bence. Bazı Anarşistler ve Troçkistler (Marksist Tutum, Küçükaydın gibi) oy vermeyi savunurken, mesela Kurtuluş Cephesi bu konudaki tavizsiz tutumuyla onlardan ileridedir. Oy vermeyi savunan sol, bu konuda bağımsızlıkçı Kürtlerin hatta radikal İslamcıların bile gerisine düşmüştür.

  32. “HDP’YE OY VERELİM” ÇAĞRISI DOĞRU OLMAKLA BİRLİKTE; HDP İÇİNDEKİ “KAPİTALİST HİZBE” DİKKAT EDİLMELİDİR! BU HİZBİN EN ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİNDEN BİRİ “ALTAN TAM” İSİMLİ KİŞİ; “LİBERAL İKTİSAT POLİTİKALARI”NIN SAVUNULMASI GEREKTİĞİNİ HER FIRSATTA YİNELER!

    “CHP” İSE ARTIK BİR PROJE PARTİSİDİR! (“PARALEL YAPI” SAÇMALIĞINI HARİÇ TUTARAK UYARIYORUM!)
    “SELİN SAYEK BÖKE” VE “KEMAL DERVİŞ” İSİMLİ ŞAHISLAR; TAM MANASIYLA BİR KAPİTALİSTTİR! ÖZELLİKLE BU İKİ İSMİN NİÇİN ISRARLA “MEHMET ŞİMŞEK” VE “ALİ BABACAN” İSİMLERİNİ ÖVDÜĞÜ UNUTULMAMALIDIR!

    Bayram değil seyran değil “Kemal Derviş” beni niye öptü!

    Yazan: Ahmet Müfit
    Tarih: 31 Mayıs 2015

    Neo-liberalizmin yani ekonomik ve siyasi bağımlılığın kurumsallaştırılmasına yönelik olarak, 90’lı yıllarda Doğu Bloğu ülkelerinde gerçekleştirilen Dünya Bankası operasyonlarının başındaki isim olarak kazandığı tecrübeyle, 2001 krizi sonrası, ülkemiz ekonomi ve siyasi yapısının benzer şekilde dönüştürülmesi görevini yerine getirmek üzere Türk siyasi hayatına paraşütle indirildi. Kemal Derviş’den bahsettiğimizi anlamışsınızdır. Derviş’in, o tarihten bu güne, hassas dönemlerde ülkemize yaptığı ziyaret ve açıklamalardan birini daha izledik geçen hafta içerisinde.

    Bu sefer Ahmet Hakan aracılığıyla verdi mesajlarını. Son dönemde yerli yabancı piyasacılardan sıkça duymaya alıştığımız şekilde, AKP Hükümetinin ekonomiden sorumlu kıdemli Başbakan Yardımcısı Babacan ve Maliye Bakanı Şimşek’e övgüler dizerek başladı konuşmasına. En önemli mesajı ise Ahmet Hakan’ın, “Şu anda kriz yaşıyor mu Türkiye?” sorusuna “2001 zamanına benzeyen bir kriz yok ve olmayacak da. Biraz şimdi riske giriyorum. Belki bazı CHP’li dostlarım ‘Nasıl olmayacak Kemal Bey?’ diyecekler ama önümüzde finansal kriz görmüyorum” şeklinde verdiği cevap oldu.

    Konuşmasının devamında, “Eğer bir değişiklik olmazsa yavaş büyüme, yavaş büyümeye rağmen oldukça yüksek bir hayat pahalılığı ve enflasyon, işsizliğin yavaş yavaş, hızlı değil yavaş yavaş artması ve dünya yarışında Türkiye’nin yavaş yavaş geride kalınmasını yaşarız” diyerek, “kriz” lafını ağzına almaksızın tam bir ekonomik kriz senaryosu çizdi.

    Büyüme düşecek, işsizlik ve enflasyon yani hayat pahalılığı hızla artacak ancak kriz olmayacak. Bir yandan stagflasyonu yani ekonomik krizi tarif edecek diğer yandan, “finansal kriz olmaz” yani ülkeye borç para girişinde sıkıntı yaşanmaz (pahasının yurtdışına daha çok kaynak aktarmak olduğunu söylemeksizin) diyeceksiniz.

    Özünde doğru olan ancak sıradan vatandaş tarafından, ilk bakışta çelişkili gibi algılanacak bu iki açıklamanın, Derviş gibi, hassas dönemlerde, hassas bölgelerde, hassas görevleri “başarıyla” yerine getirmiş bir insanın yapabileceği basit bir kavram karışıklığı olarak algılanmasının yanıltıcı olacağını, “ekonomik kriz” yerine “finansal bir kriz” denilerek vatandaş gözünde kriz olmayacak algısının yaratılmaya çalışıldığını söylemeliyiz.

    Esas soru ise, Dervişin bu bilinçli yönlendirmeyi, tam da seçimler öncesinde taa ABD’den gelerek niçin yapma gereği duyduğu?

    Dervişin bu zahmete girmesinin üç temel nedeni olduğu kanısındayız.

    Birinci nedenin, 2001 sonrasında kemdi mimarlığında son şekli verilen, övgüye değer bulduğu Babacan eliyle AKP tarafından tavizsiz şekilde uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarını ve bu programın uygulayıcısı siyasileri, kendisinin de açıkça söylediği gibi, yaşanması kaçınılmaz bir ekonomik krizin neden olacağı olumsuz algılardan korumak olduğunu söylemek mümkün.

    İkinci neden de en az birincisi kadar önemli. 12 Eylül Özal-Evren darbesiyle başlayan, yerleşmesi için çok “emek” verilen neo-liberal siyasi ve ekonomik bağımlılık projesinin geleceğini tehlikeye atacak, Yunanistan’daki SYRIZA ya da İspanyadaki PADEMOS benzeri sol, ekonomik bağımsızlıkçı çıkışların önünü kesmek.

    Üçüncü ve sonuncu neden ise bizce en önemlisi. CHP’ye verilen, AKP’nin ekonomik politikalarını çok fazla eleştirip, kriz var falan demeyin, seçim sonrasında vatandaşa çıkacak acı faturanın sorumluluğunu birlikte üstlenmeniz gerekebilir mesajı.

    http://odatv.com/n.php?n=bayram-degil-seyran-degil-demeyin.-dervisin-konusmasinin-3-nedeni-var.-3105151200

  33. Ahmet Müfit’in yazısı çerçevesinde aktarılan uyarıda:

    HDP milletvekili adayı “Altan Tan”ın soy adı yanlışlıkla “Tam” olarak yazılmıştır.

    Düzeltir, özür dileriz.

  34. HDP’NİN (EĞER TEK BAŞINA İKTİDARA GELİR veya KOALİSYON ORTAĞI OLURSA) UYGULACAĞI EKONOMİ POLİTİKALARI HAKKINDA DETAYLI BİLGİ ALMAK İÇİN ŞU VİDEOYU İZMELEMENİZ TAVSİYE EDİLİR:

    HDP İstanbul 2. bölge milletvekili adayı Yrd. Doç. Dr. Sezai Temelli (İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) anlatıyor:

    https://twitter.com/sezaitemelli

    http://www.cnbce.com/video/11-de-ekonomi-1252015

    “Partimiz yeni bir kamuculuk getiriyor!
    Ama ısrarla altını çiziyorum; artık 1960’ların ‘devletçilik’ zihniyeti tarihe karıştı!”

  35. AKP düzenin sadece bir parçasıdır. Bütün partiler, meclis, ordu, yargı, bürokrasi, burjuvazi, devletin para birimleri, okulları, nüfus cüzdanları ve ikametgahları da düzenin diğer araçlarıdır. Bunların hepsini kabul edip AKP’ye karşı mücadele etmek akıntıya kürek çekmektir.

  36. Bunları kabul eden mi vöar. Ama şiu anda bütün bu kurumların kumanda merkezinde AKP var.

  37. Bunları kabul eden var. Örneğin anadilde eğitim ve zorunlu din derslerinin kaldırılması talepleri, kuşkusuz ileri bir adım olsa da, bunu savunanlar aslında zorunlu eğitimi zımnen kabul etmiş oluyorlar.

  38. Ayrıca, düzenin sadece siyasi boyutuna muhalefet ederken ekonomik boyutunu görmezden geliyoruz. İnsanları statükoya bağlayan tüketim ekonomisinin araçları, örneğin bütün şans oyunları, TV’deki gereksiz program ve yarışmalar, futbolun aşırı ticarileştirilmesi gibi. Bazı şeyler de (yiyecek, giyecek, konut, otomobil gibi) ihtiyaç olmasına rağmen israf boyutuna vardırılıyor.

  39. Şu İKTİSAT (EKONOMİ) konusuna kafa yorun diye bağırıyoruz ama tınlayan yok!

    Gün Zileli’nin kendisi ve bu siteyi takip edenler,

    Fazla değil Eylül 2015’ten itibaren:
    Türkiye’nin 1 numaralı gündem maddesi EKONOMİ olacak!

    Ne “Kürt sorunu”,
    Ne “Suriye’ye müdahale”,
    Ne “Fuat Avni’nin kimliğinin ortaya çıkması”,
    Ne “Paralel kovboyların kökünün kazınması”,
    Ne “Fethullah Gülen’in kendini mehdi ilân etmesi”,
    Ne “Gün Zileli’nin ‘Stalinizm’e geri dönmesi”,
    Ne “AKP’nin evrim geçirmesi”,
    Ne “CHP-B’nin iktidara gelmesi”,
    Ne “TÜSİAD’ın ‘fabrika işçilerini’ kızgın kazıklara oturtmaya başlaması”,
    Ne “Figen Yüksekdağ & Selahattin Demirtaş’ın başbakan olması”,
    Ne “Abdullah Öcalan’ın Kandil’e geri dönmesi”,
    Ne “Windows 10 işletim sisteminin 29 Temmuz’da piyasaya sürülmesi”,
    Ne “Cem Yılmaz’ın yeni bir stand-up show’la milleti kahkahaya boğması”,
    Ne “Hulki Cevizoğlu’nun NTV’de program yapmaya başlaması”,
    Ne “Emine Ülker Tarhan’ın CHP-A’ya genel başkan olması”,
    Ne “Kemal Kılıçdaroğlu’nun SGK’nın başına geri dönmesi”,
    Ne “Devlet Bahçeli’nin ülkü ocaklarının başkanlığına terfi ettirilmesi”,
    Ne “Turhan Çömez’in İngilere’den Türkiye’ye dönüp, evrim geçirmiş AKP’nin başına koyulması”,
    Ne “Recep Tayyip Erdoğan ve tayfasının Malezya’ya hicret etmesi”

    Ve daha da çoğaltılabilecek olaylar;

    “EKONOMİ”nin yanında cüce kalacak!

    Sizler inatla “antikapitalizm” temelinde yazılar yazmazsanız;
    Hoş ama boş romantik “geçmişten geleceğe” güzellemeleri ve hicivleri ile kendinizi kandırmaya devam edeceksiniz!

    Derhâl okuyunuz ve öğreniniz:

    “Ekonomiyle ilgilenmeyebilirsiniz. Ancak bu sizi ekonomik krizin sonuçlarına maruz kalmaktan muaf kılmaz!

    2008 yılında ABD’de patlak veren 21. yüzyılın ilk büyük krizi sadece bir ekonomik daralmaya yol açmadı, birçok ülkede emekçilerin yaşamını alt üst eden reformların uygulanmasına da gerekçe oldu!

    Peki:
    Kriz esasen neden ortaya çıktı?
    Nasıl bir dönemin içinden geçiyoruz?
    Türkiye ekonomisinin gidişatı nasıl?
    2008’de yıkıma yol açan politika tercihleri birçok ülkede neden halen geçerliliğini koruyor?
    2014 ile gelen ekonomik çalkantılar küresel krizin yeni bir dalgası mı?

    Yukardaki sorulara ve yüzlercesine 2011’den itibaren Kriz Notları’nda yanıtlar arıyor ve aklımıza gelen notları paylaşıyoruz. Umarız burada paylaştıklarımız, konu hakkındaki daha geniş bir kamusal tartışmanın bir parçası haline gelebilir!”

    New York Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi Ümit Akçay

    http://kriznotlari.blogspot.com.tr/

    https://twitter.com/umitak

    ***

    Hazine eski müsteşarı, Kadir Has Üniversitesi yarı zamanlı öğretim görevlisi Dr. Mahfi Eğilmez

    http://www.mahfiegilmez.com/

    ***

    Erkin Özalp’in yazılarını takip etmek için:
    1. http://ilerihaber.org/yazar/erkin-ozalp/
    2. http://erkinozalp.blogspot.com.tr/

    REFERANSLAR:

    KİTAP: “Borç” İlk 5000 Yıl
    Yazan: David Graeber (Antropolog ve anarşist)
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres:
    http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454

    KİTAP: Aylak Sınıfın Teorisi
    Yazan: Thorstein Veblen (İktisatçı ve sosyolog)
    Çevirenler: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
    Yayınevi: Babil Yayınları (İstanbul)
    Adres:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html

    KİTAP: “Yabancılaşma” Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı
    Yazan: Bertell Ollman
    Çeviren: Ayşegül Kars
    Yayınevi: Yordam Kitap
    Adres:
    http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=185

    KİTAP: İktisat
    Yazan: Prof. Dr. Zeynel Dinler
    Yayınevi: Ekin Kitabevi Yayınları
    Adres:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisat/92072.html

    KİTAP: İktisada Giriş
    Yazan: Prof. Dr. Zeynel Dinler
    Yayınevi: Ekin Kitabevi Yayınları
    Adres:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisada-giris–prof-dr-zeynel-dinler/97370.html

    KİTAP: Mikro Ekonomi
    Yazan: Prof. Dr. Zeynel Dinler
    Yayınevi: Ekin Kitabevi Yayınları
    Adres:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/mikro-ekonomi/97371.html

    KİTAP: Makro Ekonomi “Türkiye’den Örneklerle”
    Yazan: Mahfi Eğilmez
    Yayınevi: Remzi Kitabevi
    Adres:
    http://www.remzi.com.tr/kitap.asp?kitapID=2815&anaKategori=128&kategori=244

    KİTAP: Makroekonomi
    Yazan: N. Gregory Mankiw
    Editör: Prof. Dr. Ömer Faruk Çolak
    Yayınevi: Efil Yayınevi
    Adres:
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/33/Makroekonomi/

    KİTAP: Makro İktisat ve Yeni Makro İktisat
    Yazanlar: Bernhard Felderer & Stefan Homburg
    Çevirenler: Prof. Dr. Oğuzhan Altay & Prof. Dr. Osman Aydoğuş
    Yayınevi: Efil Yayınevi
    Adres:
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/97/Makro+Iktisat+ve+Yeni+Makro+Iktisat/

    KİTAP: Marx’ın İntikamı
    Yazan: Prof. Dr. Meghnad Desai
    Çeviren: Dr. Gökçer Özgür
    Yayınevi: Efil Yayınevi
    Adres:
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/98/Marx_in+Intikami/

    KİTAP: İktisat Kuramının Geçmişine Bakış
    Yazan: Mark Blaug
    Yayınevi: Efil Yayınevi
    Adres:
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/621/Iktisat+Kuraminin+Gecmisine+Bakis/

    KİTAP: Milletlerin Zenginliği
    Yazan: Adam Smith
    Çeviren: Haldun Derin
    Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
    Adres:
    https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=ICQJOHJCQ10SGVOENZJS

    KİTAP: Yeni Başlayanlar İçin KAPİTAL
    Yazan: Mike Wayne
    Çeviren: Ümit Şenesen
    Yayınevi: Yordam Kitap
    Adres:
    http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=221

    KİTAP: Kapital “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” – 1. cilt
    Yazan: Karl Marx
    Çevirenler: Nail Satlıgan & Mehmet Selik
    Yayınevi: Yordam Kitap
    Adres:
    http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=139

    KİTAP: Kapital “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” – 2. cilt
    Yazan: Karl Marx
    Çevirenler: Mehmet Selik
    Yayınevi: Yordam Kitap
    Adres:
    http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=179

    KİTAP: Kapital “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” – 3. cilt
    Yazan: Karl Marx
    Çevirenler: Erkin Özalp & Mehmet Selik
    Yayınevi: Yordam Kitap
    Adres:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/kapital-3-cilt-karton-kapak/369253.html

    KİTAP: Teorisyeniniz Devrimciydi “21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm”
    Yazan: Erkin Özalp
    Yayınevi: Yordam Kitap
    Kitabı doğrudan indirmek ve okumak için tıklayınız:
    http://bit.ly/1AJ8xwA

    KİTAP: Puslu Camın Arkasından
    Yazan: Sadun Aren
    Yayınevi: İmge Kitabevi
    Adres:
    http://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=60444

    Saygılar

  40. AKP karşıtı modern şehirli kitlenin tüketime dayalı yaşam biçimi değişemeyeceği için statik durumları sürecektir. Bu sanayi toplumu böyle devam ettiği sürece insanlar rahat hayatlarından vazgeçerek hayatlarını bir amaç için mücadeleye adayamazlar.

  41. Kişisel siyasal bir bakış açısı değil yazdıklarım…
    Olabilecek olanları kestirmeye çalışıyorum…
    **
    1. olasılık HDP barajı geçti, RTE’nin hali nicedir?
    2. Olasılık…
    Aydın Doğan’ın, N. Ilıcak’ın .. militanlaştığı bir ülkedeyiz! Can Dündar mevzusu ortada…
    Ve HDP barajı geçmezse, 2. bir Türk-Kürt Modernite devrimi yaşanır mı bu ülkede!!!
    RTE’nin hali nicedir..
    *
    Çok ilginç zamanlara doğru yol alıyoruz?
    Sıkı bir hesaplaşma bekliyor ülkeyi…
    RTE bu kadar çok cephede savaşabilir mi?
    Büyük olasılıkla MİT tırları da uluslararası bir suç!
    Hitler o yeraltı sığınağında nasıl da kuşatılmıştı…

  42. (ÖZELLİKLE “KAPİTALİST”) EKONOMİLERDE BİLMENİZ GEREKEN EN BASİT 12 GERÇEK:

    1. Bir hükümet harcama yaptığında bunu er ya da geç o ülkenin vatandaşları öder. Bu ödeme; “vergi” gibi açık yollarla ya da “enflasyon” gibi kapalı yollarla olabilir.

    2. Çoğu insan kamusal ürün ve hizmetler için başkalarının para ödemesini ister.

    3.
    “Piyasa”,
    “Borsa oyuncularının elindeki bilgilerin toplamından oluştuğu için hisse fiyatları”,
    “Faiz oranları”,
    Ve “döviz kurlarının hangi yöne hareket edeceği” hakkında tahmin yapmak zordur.

    4. Bir neslin, maliyetleri sonraki nesillere aktarması uygulanabilir bir durumdur. ABD’nin “Ulusal Borç ve Sosyal Güvenlik Sistemi”nin yaptığı budur.

    5. Arzu edilen çoğu şey uygulanabilir olmayabilir.

    6. “Bireyler” ve “toplumlar” karşılıklı ödünler vermek zorunda kalır.

    7. Diğer insanlar kendi yetenekleri, çabaları ve tercihleri hakkında sizin sahip olduğunuzdan daha fazla bilgi sahibidir.

    8. Sizin yardım etmek istedikleriniz de dahil olmak üzere tüm insanlar teşviklere tepki verir. Bu yüzden sosyal güvenlik programları her zaman istendiği gibi çalışmaz.

    9. “Eşitlik” ile “verimlilik” arasında tavizler söz konusudur.

    10. Bir oyunda veya ekonomide denge hâli olduğunda insanlar seçimlerinden tatmin olur. İyi niyetli kişilerin dışarıdan gelerek koşulları değiştirmesi bu yüzden zordur.

    11. Gelecekte siz de teşviklere tepki vereceksiniz. Bu yüzden de tutmak isteyip tutamayacağınız sözler vereceksiniz. Bir söz vermeden önce, durumlar değiştiği takdirde bu sözü tutup tutamayacağınızı gözden geçirin. Bu şekilde iyi bir üne kavuşabilirsiniz.

    12. Hükümetler ve seçmenler de teşviklere tepki verir. Bu yüzdendir ki hükümetler bazen temerrüde düşer veya verdikleri sözleri tutamazlar.

    Bunları söyleyen “nobel ödüllü!” iktisatçı Thomas J. Sargent’tir.

    http://www.cnbce.com/foto-galeri/ekonomide-bilmeniz-gereken-12-sey/1

  43. “KAPİTALİZM”İN SONU MU GELİYOR?

    (Mahfi Eğilmez, Hazine Eski Müsteşarı, 3 Haziran 2015)

    KÜRESEL SİSTEMİN İTİCİ GÜCÜ “SERMAYE HAREKETLERİNİN SERBESTLEŞMESİYDİ”

    Küreselleşme; sermaye hareketlerinin bütün dünyada serbestleşmesine,
    Sermaye hareketlerinin serbestliği de kapitalist sistemin son konjonktürel yükselişine yol açtı.

    “Gelişmiş ülkelerde” biriken fazla sermaye; sermaye akımlarının serbestleşmesi sonucunda “gelişme yolundaki ülkeler”e aktı.

    Geçmişte; gelişmiş ekonomilerden gelişme yolundaki ekonomilere bu çapta bir kaynak akışı yaşanmamıştı. Bu akımı tetikleyen iki gelişmeden birisi yukarıda değindiğim gibi sermaye hareketlerinin serbest kalmasıdır. İkincisi ise Sovyet blokunun dağılması sonucu bu ekonomilerin kapitalist sermayenin yeni pazarı hâline gelmesidir.

    Aşağıdaki grafik çeşitli bölgelerdeki gelişme yolundaki ekonomilere 1980-2009 yılları arasında net sermaye akımlarındaki gelişmeyi gösteriyor:

    Tıklayınız:
    http://bit.ly/1K9uuqU

    (Kaynak:
    Atish R. Ghosh, Mahvash Saeed Quereshi,
    ‘What Drives Surges in Capital Flows’,
    26 January 2012, Vox CEPR’s Policy Portal.)

    “Küreselleşme” ve “sermaye hareketlerinin serbest kalması” sonrasında gelişme yolundaki ekonomilere doğru yaşanan sermaye akışkanlığı artışı grafikten açıkça görülebiliyor.

    Teorik olarak sermaye hareketlerinin serbestliği; “tahsis etkinliğini”, “verimliliği” ve sonuçta “ekonominin büyümesini” artırarak sisteme yararlı olacak bir hamle olarak kabul edilir. Bu yaklaşım ilk bakışta doğru olsa da bu sonucu elde edebilmek için altyapının sağlam olarak hazırlanmış olması gerekir. Eğer altyapı sağlam olarak hazırlanmamışsa bol paranın yaratacağı pek çok sorun ortaya çıkabilir.

    Başta “Uzakdoğu ülkeleri” olmak üzere birçok ülke; sermaye akımlarının artmasından yararlanarak “inşaat sektörünü kullanmaya” ve bu yolla ekonomik büyümesini hızlandırmaya yöneldi! Gelişme yolundaki birçok ekonomi gibi Türkiye de bu akıma kendini kaptıran ekonomiler arasında yer aldı!

    Bir yandan sermaye akımlarını çekerken bir yandan da inşaat sektörünü kullanarak büyümeyi sağladı. Buna karşılık giderek artan sermaye akımlarının bir gün kesilmesi ya da azalması hâlinde bu bağımlılığın nasıl bir alternatifle dengelenebileceği konusu ihmâl edildi!

    2008’DE BAŞLAYAN “KÜRESEL EKONOMİK KRİZDE” ÜÇÜNCÜ AŞAMAYA NE ZAMAN GİRERİZ?

    Küresel krizin ABD’de ortaya çıktığı, henüz Avrupa’ya sıçramadığı dönemde yazdığım yazılarımda ve konuşmalarımda küresel krizin üç aşamalı bir kriz olacağı yolundaki öngörümü dile getirdim.
    Örneğin:
    (23 Ağustos 2011) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/mahfi_egilmez/kuresel_krizin_ikinci_asamasi-1060981
    (29 Eylül 2011) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/mahfi_egilmez/krizin_ucuncu_asamasi-1064748

    Bu öngörü çerçevesinde ABD ile başlayan küresel kriz Avrupa’ya yayılacak, oradan da gelişme yolundaki ekonomilere sıçrayacak diye düşünüyordum.

    Bu düşüncem zaman içinde doğrulandı:
    Küresel kriz ABD’de başladı,
    Bir süre sonra oradan Avrupa’ya sıçradı,
    Şimdilerde gelişme yolundaki ekonomilere yayılıyor.

    Özellikle Çin’de başlayan yavaşlama ve diğer birçok gelişme yolundaki ekonomide ortaya çıkan sıkıntılar bunun en önemli göstergesi.

    Küresel krizin gelişme yolundaki ekonomilere sıçrayacağına ilişkin düşüncemin altında:
    Yukarıda sözünü ettiğim “yabancı kaynak bağımlılığını dengeleyecek bir çabanın ortaya konulmamış olması”,
    Ve 1990’larda başlayan “büyük sermaye akımının artık sonuna geldiğimize ilişkin tahminim” yatıyordu.

    Buna karşın sermaye akımları; biraz hız kesse de, gelişmiş ekonomilerin uygulamaya koyduğu parasal genişleme programlarıyla tahminimden daha uzun süre devam etti. Hâlâ da iyi kötü devam ediyor.

    Ne var ki bu akımlar sonsuza dek böyle sürmeyecek!

    ABD Merkez Bankası “Federal Reserve – FED”in parasal gevşemeye 29 Ekim 2014’te son vermesi,
    Ve artık “FED’in faiz artırma aşamasına” gelmiş olması,
    Avrupa Merkez Bankası’nın da eninde sonunda aynı noktaya gelecek olması;
    Bir süre sonra sermaye akımlarının hızla düşeceği anlamına geliyor.

    Zaten son dönemde sermaye akımlarında düşüş eğilimleri ortaya çıkmaya başladı.
    Bundan sonraki aşamada likidite akımı:
    “Gelişmiş ekonomilerden” → “Gelişme yolundaki ekonomilere” doğru değil;
    “Gelişme yolundaki ekonomilerden” → “Gelişmiş ekonomilere” doğru olacak!

    İşte o noktaya geldiğimizde de küresel kriz üçüncü aşamasına geçmiş,
    Ve “gelişme yolundaki ekonomilerin krizi” başlamış olacak!

    PEKİ BU “ÜÇÜNCÜ AŞAMA”;
    DÖNGÜSEL BİR KRİZE YOL AÇARAK KAPİTALİZMİN SONUNU GETİREBİLİR Mİ?

    ABD ve Avrupa; küresel ekonominin yaklaşık beşte ikisi büyüklüğünü oluşturuyorlar.

    İkisi aynı anda krize girmiş olsaydı; başlamasına sebep oldukları krizin büyüklüğü küresel sistemde çok daha büyük bir depreme yol açacaktı. Ama öyle olmadı.

    ABD toparlanmaya geçtiğinde Avrupa krizi başladı. Dolayısıyla küresel sistemde etkiler beşte bir ile sınırlı kaldı.

    Buna karşılık; “gelişme yolundaki ekonomiler” küresel ekonomide, sistemin yarısı dolayında bir ağırlığa sahipler. Dolayısıyla bunlarda çıkacak bir kriz; ABD ve Avrupa’nın yaratabileceği krizin toplamından çok daha ağır hasarlar yaratabilir ve bu çapta bir kriz dönüp yeniden ABD ve Avrupa krizi yaratarak kriz döngüsünü yeniden başlatabilir.

    Aşağıdaki şema; küresel krizin döngüsel bir görünüm alması hâlinde ortaya çıkacak durumu anlatıyor:

    Tıklayınız:
    http://bit.ly/1Q6Dy4N

    Eğer gidişat şemada gösterdiğim gibi olur ve “gelişmekte olan ekonomilere” sıçrayacağını düşündüğüm küresel kriz o aşamada durdurulamazsa bu kez en başa dönerek krizi en baştan tetikleyecek konuma gelebilir! Ve eğer bu tür bir durum yaşanırsa; tarihte ilk kez bir krizin “kriz kısır döngüsü” yaratarak sürgit devam ettiğini görebiliriz!

    Kapitalizm; ekonomik sistemler içinde en esnek, en uyumlu olanıdır. Öylesine uyumludur ki; kriz hâlinde dönüp “sosyalizmin yöntemlerini bile” kendine monte edebilmektedir!

    Kapitalizm bugüne kadar irili ufaklı bütün krizleri bu esnek ve uyumlu yapısı sayesinde atlatmayı başardı.

    Ama unutmamak gerekir ki:

    Önceki krizlerin hiçbiri küresel kriz değildi! Çünkü kapitalizm, 2000’ler öncesinde küresel bir sistem değildi. O nedenle de eski krizler “küresel döngü yaratmadan” çözümlenebiliyordu. Kapitalizmin krizinden etkilenmeyen ya da daha az etkilenen ekonomiler vardı. Örneğin şemada yer alan bazı Avrupa ekonomileri, bazı Asya ve Uzakdoğu ekonomileri kapitalist sisteme entegre değildi. Dolayısıyla krizin ucu oralara gelip kalıyor, devre tamamlanamıyordu.

    Bugün ise “kapitalizm” artık küresel bir sistem; yani bütün ekonomiler “devrenin parçaları olarak” yer alıyorlar. Kapitalizmin artık bütün dünyayı kapsaması, devre dışında kalıp da krizi dengeleyebilecek ekonomi bulunmadığını bize gösteriyor. İşte bu yüzden; küresel kriz bir “döngüsel krize” dönüşebilme potansiyeline sahip gibi gözüküyor. Eğer böyle bir “döngüsel krize dönüşürse”; içinden çıkılmaz bir hâl alabilir.

    Büyüdükçe,
    Yaygınlaştıkça esnekliğini kaybeden “kapitalizm”;
    İlk kez çökme olasılığına yakın bir görünüm içinde bulunuyor.

    http://www.mahfiegilmez.com/2015/06/kapitalizmin-sonu-mu-geliyor.html

  44. Yukarıda Mahfi Eğilmez’in yazısına cevap verelim:

    Kapitalizm bitiyor!

    Yeni bir akım geliyor: COMOLOKKOİZM!

    Her yer “tikky” insanlarla dolacak!

    Her yer “AVM” ile dolacak!

    7264 yıllık birkaç tane çınar ağacının dışı çelik-metalle kaplanıp, gelecek kuşaklara numune kalması manâsında korumaya alınıp; AVM’lerin ortasındaki açıklıklarda sergilenecek!

    Dünyayı CEO’lar yönetecek!

    İktisatçılar, CEO’ların başdanışmanları olacak!

    Mars’ta inşa edilecek üslere:
    M.B.A. yapmış,
    En az 7 yabancı dil bilen,
    Comolokkoizmden başka bir hayatı bilmeyen,
    5 adet mobil cihazı aynı anda kullanma meziyetine sahip,
    Prezentabl özellikleri yüksek,
    Steve Jobs, Bill Gates, Elon Musk ve Mark Zuckerberg’i peygamer kabul eden,
    “Beyaz” dışındaki her yakaya düşmanca bakan,
    Küçük haplara sıkıştırılmış nutrientlerle sıvı & gıda ihtiyacını karşılayabilen;
    Sadece ama sadece “tikky” insanlara özel turistik seyahatler düzenlenecek!

    Biz “normal” insanlar mı?

    Dünya gezegeninde:
    Hektarlarca alana yayılmış steril tarım bölgelerinde yetiştirilen maddelere mineral sağlamak için;
    Vücudumuz özel işlemlerden geçirilecek,
    Ve hayatımız yukarıda yazılan “küçük haplar” içinde “tikky” insanların hizmetine sunulacak!

    Bütün bu okuduklarınız saçma mı?

    Ne yazık ki değil!

    Kanıt mı istiyorsunuz:

    13 Mayıs 2014 SOMA cinayeti !

    7 Eylül 2014 Mecidiyeköy asansör cinayeti !

    28 Ekim 2014 Ermenek cinayeti !

    Nisan 2015 Akdeniz açıklarında “hayatını kaybeden” 700’ün üzerinde “kaçak insan” !

    Daha fazla kanıt okumak isterseniz Gün Bey’in sitesine yazmak değil; internet yetmez!

  45. Reformist kafali solcunun secimlerdeki durumu, mart ayindaki disi kediye benzer.. Mutlaka vermelidir mutlaka birine vermelidir…

  46. Olabilir ama kullandığınız dil fazlasıyla maço. Kimse kimseye vermez. Herkes birbirinden alır. Vermek olarak gören sadece maço zihniyetidir.

  47. Hükümetler ve partiler sistemin basit bir icra organıdır, gelip geçicidir. Beyaz Ya(la)kalar ise kalıcıdır. Bu iktidar döneminde bütün dünyada olduğu gibi büyüme yaşamışlardır.

  48. Bütün ülke homojen bir bütünmüş gibi her yerde AKP-RTE diktatörlüğünden söz ediliyor.
    AKP-RTE düşmanlığının egemen olduğu bir yerde yaşıyorum. Burada iktidarın baskısını değil, Kemalist devletçi, aşırı milliyetçi kitlenin mahalle baskısını yaşıyorum. Hiç AKP’li bile yok çevremde – AKP’ye oy vermiş bir eski TKP’li hariç.

  49. Ne demek hangi ülkedesiniz? Tabii ki Türkiye’de. Ama aslında sorunuz doğru. Fanatik Kemalizm ve AKP düşmanlığı bakımından İzmir adeta başka bir ülke.

  50. Bu parça da daha iyi gelecek hayal edenlere gelsin:

    https://www.youtube.com/watch?v=rEgRzLXqWUI&feature=share

  51. AKP düşmanlığını katmasanız size katılabilirdim. Eğer AKP düşmanıysa aferim İzmir’e.

  52. Kemalist Devletçi, aşırı milliyetçi kitlenin mahalle baskısı.. nı yaşamak…
    bu baskı yanlıştır, faşizandır.. Tamam…
    ama ülke topraklarının % 99’u AKP faşizminin hükmünde! Siz bu ülkede o “faşizmden” kaçacak çok yer bulursunuz; ama Gezi İsyanı olmasaydı, o “çocuklar” yapmasaydılar isyanı, istediğiniz olacaktı! O %1 de AKP faşizminin eline geçecek ve sanırım “mutlu” olacaktınız?
    Siz ya siyasal, toplumsal ve insanî duygulara çok kör, ya da AKP faşizminin destekçisisiniz.. Demek ki o % 1 lik Seküler Faşizm yerine AKP faşizminin yüzde 100 lük faşizmini tercih ediyorsunuz…
    Büyük olasılıkla AKP’nin yağma ekonomisi ile dolaylı da olsa bir bağınız vardır…

  53. http://www.adilmedya.com/turkler-birlesik-haziran-hareketi-baraji-asamiyor-h47783.haber

    “Türkler (“Birleşik Haziran Hareketi”) Barajı Aşamıyor”

    Zileli’nin kankası Demir Küçükaydın’ın bu rezil ırkçı faşist yazısını da buraya koyalım. bay iron littlehighbrow yalnızca küstahlık yapmakla kalmıyor, aynı zamanda en leşinden kokan milliyetçi. Hadi Zileli çevir şu küstahın tabelasını, “a-Satılıktır, b-Satılmıştır, c-Piyangodan çıkmıştır!”

  54. Demir Küçükaydın’ı ben de eleştiririm ama ona “satılmıştır” levhasını yakıştırmanız tamamen saçmadır. Demir Küçükaydın hiçbir kimseye satılmayacak, karakterli bir insandır. Benim gerçekten satılık Muhsin Kızılkaya, Melih Altıok vb. ile ilgili kullandığım bir tweeti buraya bu noktada taşımanız anlamsız olmuş.

  55. Gün Abi, iyi güzel de, karakterli insan HDP dışındaki partilere oy veren sosyalistleri “Türkler” diye aşağılayarak onlara hakaret eder mi? Bütün doktrinleri bir kenara, sosyalizm,anarşizm merkezlerine insanlığı koymuyorlar mı? Bu tarz ve üslup insanları sadece uzaklaştırmaya yarar..ne iknaya ne de kalp kazanmaya..Hiç bir teori insandan daha değerli değildir. istersen en büyük teorisyen ol istersen bütün marksist literatürü hatmet, nafile…gerçekten yazık! Demek ki bu topraklardan hakikaten aydın çıkmıyor..

  56. Bunu ben de eleştiriyorum ama daıha önce yorum yazan arkadaş, benim Muhsin Kızılkaya ile ilgili söylediğim “satılmıştır” sözcüğünü Demir’e yakıştırmaya kalakışınca buna karşı çıktım. Demir’i dediğin açıdan eleştirmek ayrı bir şeydir, ona böyle yaftalar yakıştırmaya kalkmak ayrı. Demir’i elli yıldır tanırım. Ona “satılmış” diyecek olan birinin karşısına elbette çıkarım. Bir insan karakterli olabilir ama dünyanın en yanlış şeyini savunmasına engel değildir bu.

  57. Daha önce yorum yazan arkadaşın kullandığı sıfat doğru değil…o sıfatı kullanarak tam da üslubunu eleştirdiğimiz kişinin konumuna düşüyor farkında olmadan…karakter konusunda da haklısın abi…yanlış şeyi savunma daha doğru tanımlama…son olarak, Demir insanlara ettiği hakaretlerle ulus teorisinde söylediği onca güzel şeyi sıfırlıyor aslında…ah şu kibir ve ego…

  58. Adam iflah olmaz bir AKP muhibi liberal şimdi ise HDP gemisine yanaşmış. Ne satılık ne de piyangodan çıkmış sadece egoyu patlatmış bir anti-Marksist hepsi o kadar. Vakit kaybı.

  59. Seçim yoluyla “diktatör” deviren ilk ülke biz olacağız desenize. 🙂

  60. Hayır ama seçimler de bir darbe indirmeyi sağlayabilir. Esas 2017 yılı sonbaharında bir halk ayaklanmasıyla devrilecekler.

  61. D. Küçükaydın’ın yazısı çok acıklı!
    “Satılmış” değil.. ama sanki bu iyi hazırlanmış.
    O “Türkler” dediği kim? BHH, HDP’ye oy vermiyormuş! Nasıl anlamış bunu? BHH’ne katılan, sevinen çok insan ve çevremde MHP’ye oy verebilir dediğim çok insan HDP’ye oy vereceğini söylüyor.
    HDP yüzde 10-11 oy alabilir; bunun en az % 4’ü “Türklerden” gelecek.. Ne acı; bu bir faşistik bir söylem değil mi? Türkler, Kürtler…
    Bu yazarı izlemediğim için geçmişini bilmiyorum.. ama “konjonktürel” olarak böyle bir yazı yazmak kişiyi çok kuşkulu kılar; “Kimi MHP’liler bu durumu, “HDP’nin barajı geçmesini isteyeceğimi rüyamda görsem inanmazdım” şeklindeki ifade etmişlerdir” yazarak kendi iddiasını neden çürütüyor.
    Bu ülkede Türk olmaktan önce hakkaniyet, adalet arayan, Kürtlerin İsyanına gönülden destek vermiş milyonlarca insan var..
    D. Küçükaydın’ın bu olguyu inkâr etmekte kişisel bir beklentisi olduğunu düşünmek yanlış değil; böyle bir yazı, bir entelektüel, bir aydını bir sosyalist düşünce sahibi insana değil, bir Kürt Milliyetçisine yakışır…
    Aylar önce “barajı geçemez” düşündüğüm HDP için sağımda solumdaki insanları etkilemeye çalışıyorum…
    Bu yazı gerçekten kişisel olarak acıklı, içerik olarak utanç duyulacak bir yazı…

  62. “2017 sonbaharı ayaklanma ile devrilecekler…” Abi, bunu tutturursan eğer o zaman “Ulu Şef” olduğunu ben de kabul edeceğim; sevinerek, saygım çoğalarak…
    Dilerim aynen gerçekleşir…
    Ama daha önce “ince işlerle” halledebilirler..
    Sabah radyoda spiker anlatıyor. “Y. Hallaçoğlu RTE’nin yüksek okul diplomasının sahte olduğunu yineliyor… Beni neden mahkemeye vermiyor; versin istiyorum diyormuş.. ”
    Mantıklı! Klozet iddiasını mahkemeye veren adam bunu neden vermiyor?
    Örneğin araştırılıyor… aaa, sahteymiş gerçekten!” Cumhurbaşkanlığı düşüverir..
    Sanırım bu tür yöntemler “egemenler” için daha “sağlıklı!”

  63. ” Hayır ama seçimler de bir darbe indirmeyi sağlayabilir. Esas 2017 yılı sonbaharında bir halk ayaklanmasıyla devrilecekler.” Gün

    Ah gün hocam ah! Öldüreceksin beni gülmekten. Hâlâ mı ayaklanma, hâlâ mı devirim? 🙂 sen daha bana gezi’den 3 ay sonra hükumetin devrilip devrilmeyeceği ile ilgili girdiğimiz bahsin sözünü tutmadın. Hani bana bira ısmarlayacaktın? 🙂

    Neden 2017? Neden sonbahar? Bunları sormuyorum. Şunu soruyorum: bu seçimde hükümet yeterli oyu alamazsa ve düşerse 2015’de “diktatör”den kurtulmuş olacağız. O zaman yine de 2017 sonbaharında ayaklanmamız şart mı, yoksa ayaklanıyor gibi yapsak yeterli olur mu? 🙂

  64. gülmek de devrimci bir eylemdir 🙂

  65. Günün, son yılların, ebedî İktidar politikasının sorusu; acaba
    Diyarbakır “hadisesi”, IŞİD şefi, bay Makyavel’in onayı dışında gerçekleştirilmesi mümkün mü?

  66. Oylar HDP’ne, Ama…
    Garbis Altınoğlu

    Üzerinde, 7 Haziran 2015 genel seçimleri kadar yüzde yüze yakın görüş birliği bulunan bir politika konusu bulmak kolay değildir herhalde. Aynı ölçüde olmamakla birlikte, yüzde 10’luk seçim barajını aşabilmesi için oyların HDP’ne verilmesi ve HDP’nin barajı aşmasının sağlanması konusunda da oldukça yaygın bir görüş birliği bulunduğunu söyleyebiliriz.

    Kürt ulusal hareketinin, değişik yazılarımda değindiğim kusur ve günahlarına rağmen, bu hareketin damgasını vurduğu ve onun hegemonyası altındaki HDP’nin bu seçimden başarıyla çıkmasını dilememizi gerektirecek bir dizi neden var. Bunlar arasında,

    a) AKP’nin yeni bir seçim zaferi elde etmesinin ve bir tek parti-tek adam diktatörlüğü kurmasının önlenmesini,

    b) Gerici İslami Ankara rejiminin Rojava’da ve Suriye’de IŞİD vb. çetelere verdiği çok yanlı desteğin önünün kesilmesini,

    c) Ulusal özlemleri için uğraş veren Kürt halkı da içinde olmak üzere milyonlarca HDP seçmeninin oyunun boşa gitmemesini ve,

    d) Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın emekçi yığınlarının siyasal ve ekonomik taleplerle giriştiği savaşımların ve demokratik hakların alanının genişlemesini sayabiliriz. Bu faktörlerin hepsi de HDP’ne oy verilmesini gerektiriyor. Ancak, birbirlerini etkilemekle ve asla birbirlerinden birer Çin seddiyle ayrılmamış olmakla birlikte bu dört faktörden birincisinin hepsinden önemli olduğunun altını çok kalın bir çizgiyle çizmeliyiz. Neden? Şundan:

    Devlet aygıtını büyük ölçüde ele geçirmiş bulunan Erdoğan kliğinin başını çektiği AKP gericiliği, kabaca 12 Eylül 2010 anayasa referandumundan bu yana Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı konumundadır. Bu bakımdan; gerek özelde seçimlere ilişkin taktikler ve gerek genelde anlamda devrimci politika, -2010 öncesinde devlet aygıtına esas itibariyle egemen olan askeri kliğin yerini almış bulunan- bu kliğin baş hedef olmasını gerektiriyordu.

    Ne yazık ki pek çok devrimci ve ilerici çevre ve kişi baş düşman konumunu, kabaca 2010’a kadar askeri kliğin, yani Türk genelkurmayı ve ortaklarının işgal ettiğini ve bu tarihten itibaren bu durumun değiştiğini unuttular ya da kavramadılar. Ve onlar işte tam da bu nedenle 2010 referandumunda doğru taktiğin “evet” oyu verilmesi olduğunu da kavramadılar. Kemalistlerin ve ulusalcıların “yetmez, ama evet” olarak nitelenen bu tavra yönelik içi boş yaygaralarına rağmen şunu söyleyebiliriz: AKP hakkında herhangi bir yanılsama beslememek kaydıyla o gün referandumda “evet” oyu vermek doğruydu. Kendi Kemalist ve ulusalcı bakış açıları nedeniyle AKP’ni başından bu yana baş düşman sayan bu bay ve bayanlar doğal olarak, liberal aydınların bu konuya ilişkin yaklaşımıyla Marksist-Leninistlerin yaklaşımı arasındaki ilkesel farkı ve bu farkın ideolojik köklerini kavramaktan acizdiler ve hala da öyledirler.

    Burada, HDP’nin önceli olan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (=BDP) 12 Eylül 2010 referandumunda takındığı boykot tavrının da hatalı olduğunu ve aşağıda biraz daha detaylı bir biçimde ele alacağım benzer tavırlarla uyum içinde olan bu taktiğin bir “sol” çocukluk hastalığının ürünü olduğunu belirteyim. BDP’nin ardılı HDP benzer bir hatayı, 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yapacak ve böylelikle R. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesine dolaylı yoldan destek verecekti. Bunda Kürt ulusal hareketinin; 2012 sonu ve 2013 başında başlatılan sözde barış ve/ ya da çözüm sürecine ilişkin derin yanılsamalarının ve/ ya da tutsak konumda bulunan Öcalan’ın telkinlerinin belirleyici bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.

    Aslında sadece Kürt ulusal hareketi değil, devrimci ve ilerici çevre ve kişilerin büyük çoğunluğu da 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde doğru taktiğin, CHP ile MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verilmesini gerektirdiğini anlayamadı ya da anlamak istemedi. O seçimlerde doğru taktik, CHP, MHP ve Ekmeleddin İhsanoğlu hakkında herhangi bir yanılsama beslememek kaydıyla İhsanoğlu’na oy vermeyi gerektiriyordu. Engels, puddingin kanıtının onun yenmesinde olduğunu, yani tüm teorik önerme ve tezlerin pratik alanında sınanmasının gerekli olduğunu söylemişti. Bu çevre ve kişilerin önemli bir çoğunluğu sorunu, “devrimciler gerici bir adaya oy vermez” ya da “iki gerici adaydan biri tercih edilemez” biçiminde özetlenebilecek bir siyasal ilkellik düzeyinde koydu ve ona göre tavır aldı. Gene de, Kürt ulusal hareketi bütün yumurtalarını Erdoğan kliği ve AKP’nin sepetine koymamış, “kaç-Aksaray”daki zalimin cumhurbaşkanı seçilmesine karşı çıkmış, Demirtaş’ı bağımsız cumhurbaşkanı adayı göstermemiş ve CHP ile MHP’nin adayını desteklemiş olsaydı sonuç ve durum bugünkünden farklı olabilirdi.

    Artık bugün gelinen noktada 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden İhsanoğlu’nun zaferle çıkmış olmasının, Türkiye ve Ortadoğu halklarının çıkarları açısından DAHA İYİ ya da aynı anlama gelmek üzere DAHA AZ KÖTÜ olacağını, herhalde konu hakkında düşünen hemen hemen herkes kavramış olmalıdır. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturduğu ve dolayısıyla siyasal iktidarın Erdoğan kliğinin tekelinde OLMADIĞI bir Türkiye DAHA İYİ ya da aynı anlama gelmek üzere DAHA AZ KÖTÜ olacaktı. Böyle bir Türkiye’nin siyasal görünümü bugünkünden daha farklı ve ezilen sınıflar ve Kürt ve Alevi halkları başta gelmek üzere ezilen halkların hak arama savaşımı açısından daha elverişli olacaktı. 28-29 Temmuz 2014 tarih ve “Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru” başlıklı yazımda şöyle demiştim:

    “Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışını yitirmesi AKP diktatörlüğünün yıkılması anlamına gelmeyecektir elbet; ancak böyle bir sonuç siyasal iktidarın tümünün Erdoğan kliğinin elinde toplanmasını engelleyecek, AKP’nin ve egemen sınıfın iç çatışmalarını keskinleştirecek ve ezilen/ sömürülen yığın ve katmanların savaşımının gelişmesi için daha elverişli koşullar yaratacak, onların siyasal öncülerinin manevra alanlarını genişletecektir. Bunun tersi ise, Erdoğan kliğine; Kürt halkı ve ulusal hareketi başta gelmek üzere, işçi sınıfına ve halklara ve demokrasi güçlerine daha pervasız bir tarzda saldırma olanağı verecektir; bu, iş ve kadın cinayetlerini, doğanın ve çevrenin yıkımını, Alevi halkının şeytanlaştırılmasını, kadınların toplumsal yaşamdan daha fazla dışlanmasını, bilim, sanat ve kültüre yönelik saldırıları, toplumsal yaşamın İslamileştirilmesini, sözümona barış sürecinin bir yana tümüyle bir yana bırakılmasını ve Türk ordusunun Rojava devrimine daha pervasız bir tarzda saldırmasını, Türkiye’nin Suriye ve Irak’a üstü örtülü ve açık müdahalesini sürdürmesini vb. onamak anlamına gelecek ve onun Ortadoğu’da yeni askeri maceralara girme ve Irak Şam İslam Devleti, Nusra Cephesi gibi örgütlerin Türkiye’de terör eylemlerine girişme riskini arttıracaktır.”

    Tam da burada stratejik alanda sağlam ve katı bir duruştan yana olan Marksist-Leninistlerin, taktiksel alanda neredeyse sınırsız bir esneklikten yana olduğunun anımsatılması gerekiyor. Lenin, her türlü uzlaşmaya karşı çıkan “sol” komünistleri eleştirirken şöyle demişti:

    “Devletler arasındaki sıradan savaşlardan yüz kez daha çetin, daha uzun ve daha çapraşık bir savaş olan uluslararası burjuvazinin devrilmesi uğruna savaşa girişmek ve önceden dolambaçlı yollara başvurmayı, (bir anlık olsa bile) düşmanlarımızı bölen çelişkilerden yararlanmayı (geçici olsalar da, pek o kadar güvenilir olmasalar da, sallantılı olsalar da, koşullara bağlı bulunsalar da), olası müttefiklerle anlaşma ve uzlaşmaları reddetmek son derece gülünç bir davranış olmaz mı?” (Komünizmin Çocukluk Hastalığı “Sol”

    Komünizm, s. 66)

    İşin tuhafı, hem PKK ve hem de Türkiye devrimci hareketinin özellikle HDP içinde yer alan bileşenleri Lenin’in bu söylediğinin neredeyse tam tersini yapıyorlar; onlar, taktiksel alanda görünüşte çoğu zaman sağlam ve katı, yani çok “devrimci” bir duruş sergiler gözükürken stratejik alanda alabildiğine esnek ve gevşek, daha doğrusu ilkesiz ve reformist bir duruş sergiliyorlar. Onlar Öcalan’ın, çeşitli yazılarımda eleştirdiğim tutumunu, yani Kürt ulusal hareketinin Türk gericiliği ile stratejik uzlaşma çizgisini ve onun 1915 Çanakkale savaşını,

    1918-22 yılları arasında yürütülen Türk “ulusal kurtuluş” savaşını, 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM’ni, Misak-ı Milli’yi savunmasını ve sahiplenmesini vb. asla eleştirmiyorlar; eleştirmek bir yana ALKIŞLIYORLAR. Böylece onlar, Kürt aşiret reislerinin Alpaslan, Yavuz Sultan Selim, II. Abdülhamit, Mustafa Kemal gibi figürlerle bağlaşmasını ve bu bağlaşmanın günümüze uyarlanmasını, yani Kürt halkı ve ulusal hareketinin Türk burjuva devletinin bir yedek gücü ve onun, yeni Osmanlıcı hayallerini gerçekleştirme girişimlerinin bir vurucu gücü haline getirilmesi projesini onaylıyorlar.

    Bugün, hem Kürt ulusal hareketi ve hem de onun basit bir uzantısından başka bir şey olmayan ve olamayacak olan HDP, Erdoğan kliğine ve AKP iktidarına karşı daha net bir tutum takınmış gözüküyorlar. Umarım bu daha doğru tutum kalıcı olur. Ama bu doğru tutumu benimsemek için onların bugüne kadar beklemeleri mi gerekiyordu? Bunun olması için onların, 28 Şubat’ta hükümet ve HDP temsilcilerinin yaptıkları ve PKK’nın silah bırakmasını öngören anlaşmayı açıklamalarının ardından Erdoğan’ın çıkıp,

    “Kardeşim ne Kürt sorunu? Artık böyle bir şey yok. Neyin eksik senin? Bir Kürt olarak sen bu ülkede cumhurbaşkanı oldun mu? Oldun. Başbakan çıkardın mı? Çıkardın. Bakan çıkardın mı? Çıkardın. Devletin en üst kademelerine yönetici gönderdin mi? Gönderiyor musun? Evet. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde varsın? Ne istiyorsun? Ne istiyorsun? Allah aşkına bizden farklı neyiniz var? Her şeye sahipsiniz” (“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan: Kardeşim ne Kürt sorunu ya, neyin eksik senin?”, Zaman, 16 Mart 2015) demesini beklemeleri mi gerekiyordu?

    Ve bunun olması için onların Erdoğan kliğinin ve onun hegemonyası altındaki Türk ordusunun, Suriye’deki gelişmeleri bahane ederek Rojava’ya askeri müdahalede bulunmak için yığınak yapmalarını beklemeleri gerekiyordu? Bu güçlerin yıllardır IŞİD, Nusra Cephesi ve benzer gerici-İslami çeteler üzerinden Rojava halkı ve devrimine karşı sürdürdükleri savaş, AYNI ZAMANDA PKK’ya ve Türkiye Kürdistanı halkına karşı yürütülmekte olan bir savaş değil miydi? Bu ve benzer soruların yanıtları bellidir.

    Kürt ulusal hareketinin yöneticilerinin bütün bu yaşananlardan ve Türk gericiliğine ilişkin yanılsamalarından kurtulmalarını dileyelim.

    Evet bu yazı, bütün bu eleştirel gözlemlere rağmen 7 Haziran 2015 milletvekilliği seçimlerinde oyların HDP’ne verilmesi çağrısı yapmaktadır. Ama, Kürt ulusal hareketinin kusur ve günahlarının unutulmaması ve dostça eleştirilmesi/ eleştirilebilmesi kaydıyla.

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/1899-oylar-hdp-ne-ama

  67. Tam tersine, 2010’da doğru tavır “Hayır”dı.

  68. Hayır çıksaydı bugün AKP-RTE diktası yerine askeri vesayet rejiminin diktası devam ederdi.
    İki durumda da otoriter rejimde değişiklik olmazdı. Rejimin başındakiler değişirdi sadece.

  69. Bugün AKP’nin otoriterleşmesi nedeniyle referandumda Hayır çıkmalıydı demek biraz şunları demeye benziyor: Abdülhamid devrilmemeliydi, çünkü ardından İttihat ve Terakki diktası geldi – veya Osmanlı saltanatı yıkılmamalıydı, yerine Kemalist diktatörlük geldi. Eğer bu yönetimler değişmeseydi tarih olmazdı. Çünkü tarih değişimdir. Askeri vesayetin yerini AKP’nin alması ilerlemedir demiyorum. Ama tarihin akışını durduramazsınız.

  70. yalnız şu var: referandum vesayet rejiminde değil, AKP diktatörlüğü altında yapılmıştı. sizin verdiğiniz örnekten hareket edersek 1910 yılında İttihat diktatörlüğünde ya da 1930 yılındaki Kemalist diktatörlükte yapılmıştı.

  71. Aslında oy meselesi (birçok kişi gibi beni de) pek ilgilendirmiyor. Ayrıca şu saat itibarıyla bir anlamı da kalmamış durumda.
    Üzgünüm ama “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” terimi niye acaba hep aklımı kurcalayıp duruyor?
    AKP NATO emrinde, bu güne dek Türkiye siyasetini belirleyen diğerleri gibi işini yapıyor. NATO ne isterse onu yapıyor. 1950’lerden bu yana (aslında 1930’lar da diyebiliriz) Türkiyenin kaderini belirleyen siyasi “kimlikler” gerici, diktatörlük heveslisi, değersiz, zavallı ama aynı zamanda bütün uşaklarda görülen en değerli haslet olan soğukkanlı katil olabilme yetisiyle donanmış, toprak ağaları ve ticaret erbabı yöneti Türkiye’yi. Ecevit dönemlerinde bile.
    Ancak bu sahipleri tescilli iktidar düşkünlerinin ortak tek hedefi oldu. Yurtsever, gelecekten (dünyanın da geleceğinden) endişe duyan, bağımsız bir siyaset ve iktisat talep eden, yetişmiş aydınlar. Hedef üniversite gençliği olduysa bundandır. İşçileri sendika ağalarının kıskacına alıp sindirmek (nispeten) kolaydı ama gençlik yemiyordu. Yeni numaralar bulundu. “SAHTE SOL”. Gençliğin arasına pıtrak gibi örgütler ektiler. Ve ne yazık ki hala biçiyorlar.
    HDP, KCK, BDP, ve diğer harf kombinasyonları ne ifade ediyor?
    Kürt halkını bu daha birçok kılığa bürünmüş, aslında asırlardır (hatta daha Türkler Anadoluya gelmeden de önce,) emekçi Kürt halkını sömüren aileler, aşiretler, kabilelerin süregiden siyasi temsilcileri değil mi?
    Kafatasçı, gerici, halkları birbirleri arasındaki anlaşmazlıkları kışkırtıp kaşıyarak birbirine düşman eden emperyalist uşaklarının eline mi terkedeceğiz? Ne Türk milliyetçilerine ne de Kürt milliyetçilerine (hatta Laz, Çerkes, Ermeni, Rum milliyetçilerine) yurdumuzu terkedemeyiz. HDP’ye oy istemek sadece Kürt milliyetçilerine (PKK’ya) oy istemek değildir. Tüm emperyalist uşaklarına oy istemektir. Aldanmayalım.
    Kapitalizm çağını çoktan aştık. Artık emperyalizm çağındayız. Halklar kendi kaderlerini tayin etmek istediklerinde ABD başkanı Wilson’un meşhur çağrısını hatırlamalıdırlar. Lenin bu çağrıyı duyamadı. “Halkalar kendi kaderlerini tayin etmelidirler!” Çünkü “ulus devletler” artık başa belaydı ve sosyalist bir kurtuluş çağrısını dahi ulus devletleri parçalamak adına kullanmak mübahtı.

  72. Sayın Zileli,

    Yalçın Küçük hakkındaki görüşleriniz nedir?

  73. Gün Bey,

    Polemik yaratmaya çalışmıyorum, sadece öğrenmek istiyorum.

    Kedi ve köpek başta olmak üzere birçok hayvanın vejetaryen gıda ile beslenmesi yönünde taleplerini ileten vejetaryen (ve ‘vegan’) insanlar var.

    Hangisi doğru, hangisi yanlış diye keskin bir ayrım minvalinde sorumu sormuyorum.

    Böyle bir konu hangi zeminde, dezenformasyona maruz kalmadan görüşülebilir? Kaynaklar nedir?

    Ayrıca sizin şahsi görüşleriniz nedir?

  74. KEMALİSTLERİN YAŞADIĞI TRAVMALAR

    Başlık yanlış anlaşılmasın.

    Bugünkü Kemalistlerin yaşadıklarından ziyade Mustafa Kemal ve arkadaşlarının; Cumhuriyeti kurarken yaşadığı travmalar ve Cumhuriyet sonrası bu travmaların etkileri arasında doğrudan bir ilişki kurmaya çalışacağım.

    Mustafa Kemal ve arkadaşları dar bir elit gruptan oluşuyor. Ortak özellikleri şunlar: Hepsi batılı bir eğitim almış, aynı yaş aralığında, Osmanlı hiyerarşisine göre yüksek mesleklere sahipler (askerlik, memurluk, doktorluk gibi). Bir ortak özellikleri de İttihat ve Terakki cemiyetine katılmış idealistler olmaları. Ancak 1908 ihtilalinden sonra cemiyetin ülkeyi kötü duruma sokması bu dar ekip için ilk travmaya sebep oluyor. Cemiyetin ne kadar dengesiz olduğunu gözlemleyen Kemalistler; milli mücadeleyi başlatırken üyesi oldukları cemiyetten destek alıyor fakat karar mekanizmasını cemiyet üzerinden kurmuyor. İşte tam olarak bu yüzden Sivas Kongresi’ni “ulusal kongre” haline getiriyor. Cemiyetin Anadoluda yer alan yeraltı örgütlerini Anadolu direniş noktaları yani Kuva-yi Milliye’nin temeli haline getiriliyor. Çok akıllıca bir hareket olduğunu kabul etmek gerekiyor: Hem bu sayede cemiyet tasfiye ediliyor, hem de yeraltı örgütleri ve silahlı kuvvetler milli mücadele adına Kemalistlerin kontrolü altında bütünlüklü bir ordu haline geliyor.

    Kemalistler cemiyeti büyük ölçüde etkisiz bıraktıktan sonra tekrar güçlü bir muhalefet çıkmaması için kurulan ilk meclise tüm toplumsal kesimden temsilci topluyor bu sayede muhalif duruma düşebilecek insanlar Kemalistlerin başlattığı milli mücadelenin taşıyıcısı oluyor. Bu mecliste en sert İttihat subayından en gerici din adamına kadar herkesi bulabilirsiniz. Meclis bu konuda çok yararlı olmasına rağmen mücadeleye zarar verici çatlak sesler engellenemiyor. Sadece politikada da değil; cephede bile mücadeleye hızlı başlayan ama sonra Ankara’ya sırtını dönen komutanlar oluyor. Yaşanan bu olaylar; Kemalistleri muhalefet konusunda daha sert bir tutum almaya itiyor.

    Mücadelenin ne zor şartlar altında verildiğine dair uzun uzun ajitasyon yapmaya gerek yok. 1912 yılında 17 milyon insan var ve bunun %25’i kentli, %80’i Müslüman. Savaştan sonra mesela 1932 de 12 milyon insan var ve bunun %18’i kentli ve %98’i Müslüman. Bu istatikler şunu gösteriyor: Gayri-Müslümanlar ve Türk olmayanlara karşı bir asimilasyon politikası izleniyor. Bunun nedeni ise hem bu kesimin yaptığı muhalefet, hem de Türk bilinci altında birleştirilme amacı. Hattâ Fevzi Çakmak Kürt çoğrafyasında millet bilinci oluşmaması için ilginç bir yöntem izliyor. Mesela yol, hastane ve okul yaptırmıyor ki bilinçlenmesin Kürt halkı. Bunun sonucunu 2015 itibariyle gözlemleyebiliriz.

    Kemalistlerin korktukları başka bir alan olan “yüksek köylü oranı”nın üstesinden gelebilmek çin kentlileşme hamleleri başlıyor. “Köy Enstitüleri” ve “Halk Evleri” bunun başarılı ve yararlı örnekleridir.

    Bu zorluklar ve yukarıdaki yazdığım olaylar sonucunda Kemalistlerin “güvenlik takıntıları” meydana çıkıyor. Açmak gerekirse: Kemalistler kendilerini sürekli ipin ucunda hissediyor. Bunun sonucunda Kemalistler her türlü tehdide radikal bir şekilde yaklaşıyor; kimi zaman başarılı oluyor kimi zamansa başarısız.

    Örneklerle başlıyalım:
    Kemalistlerin Osmanlı’dan ziyade bugünkü Türkiye sınırlarının dışına dönük siyaset izlememesi güvenlik takıntılarıyla alâkalı. Öncelik zaten zor olan Anadolu kurtuluşunda hattâ İstanbul’un geri alınması hikayeleri eğlenceli ve enteresandır. Bu politika özellikle 1940’larda ve 50’lerde CHP’ye zarar verir çünkü muhalif bu politikanın yanlış olduğunu düşünmektedir.

    Güvenlik takıntıları muhalefete karşı ezici bir politika izlemelerine sebep oluyor. Cumhuriyetin kurulmasından çok kısa zaman önce yaşanan Bolşevik devriminin Anadolu üzerinde yaratabileceği etki Kemalistleri korkutuyor. Bunun sonucunda 1920’de kurulan TKP önderi Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülüyor. Kimin öldürdüğü hala net olmamakla beraber “Ankara Hükümeti”nin haberi olmadan öldürülmeleri imkânsız gözüküyor. Kurtuluş Savaşı’nda, emperyalist karşıtlığından dolayı doğal bir dostluk besleyen Sovyetler Kemalistlere yardımda bulunuyor ancak bu politikanın ve olayların ardından Sovyetler ile Türkiye’nin arası açılmaya başlıyor.

    Muhalefete karşı korku 1924 Anayasasını şekillendiren en önemli etken oluyor. CHP içerisinde bile eleştirilere; partiye zarar vermediği sürece izin veriliyor. 1924 Anayasası da tek parti ve tek hükümet kurmak zemininin üzerine ilerliyor ancak hiç tahmin etmedikleri bir şekilde çok partili sürece geçince anayasadan “Demokrat Parti (DP)”nin zaferi CHP ve Kemalistleri etkisiz muhalefete sokuyor. Demokrat Parti aslında CHP’nin bir çocuğu oluyor ki bu ayrı bir yazının konusu.

    Objektif bakarsak:
    Kemalistlerin yaptıkları açıkcası yaşadıkları tecrübeler sonucunda şekilleniyor ve daha farklısını beklemek mümkün gözükmüyor.

    Bitirirken fikrimi söyleyeyim:
    Günümüzün Kemalistleri 20. yüzyılın başındaki Kemalizmin aynısı ile mücadele etmeye çalışıyor ve bu yüzden eksik kalıyorlar. Hâlbuki konjonktür ve Kemalistleri şekillendiren etkenler de değişti. Bugünkü Kemalistlerin yaşadıkları (ve aşamadıkları) en büyük travma bu.

    ONUR ÖZER
    4 HAZİRAN 2015
    BİLKENT ÜNİVERSİTESİ
    http://gencgazete.org/kemalisterin-yasadigi-travmalar/

  75. Sevgili Gün,

    1916-34 arasında SSCB’ye karşı mücadele eden “Basmacı Hareketi” vardır, bilirsin. (Rusça: Басмачество, Basmaçestvo / Korbaşılar Hareketi olarak da adlandırılır.)

    Bu hareket ile; günümüzde HDP’nin siyaset arenasında, PKK’nın da militer arenada T.C.’ye karşı mücadele yürütmesi düzleminde benzerlik kurabilir miyiz?

    ABD’den bir örnek verecek olursak:
    Texas bir gün bağımsızlık için ciddi ciddi kalkışırsa, federal hükümete ve U.S. Armed Forces’a karşı mücadeleye girişirse; bu benzerliği günümüz HDP’si ve PKK’sı için kurabilir miyiz?

  76. Seçimde bütün umutlar azami düzeyde gerçekleşti. AKP tek başına hükümet kuramıyor, RTE büyük kaybetti, HDP büyük kazandı, CHP pozisyonunu korudu. Hatta, Sarıgül bile seçilemedi. Olabilecek en büyük zaferle çıkıyoruz. Ne diyorsunuz?

  77. HDP siyasi devrim yapti.
    Sol adina son 50 yilin eniyi durumu bu.. Tamda solun silindinmege baslandigi anda
    Solun canlanmasidir bu..
    Akp yikilmasi vs.önemli degildir..güzel oldu..

  78. 47 NUMARALI YORUMDA “EKONOMİZM” UYARISINI YAPAN ARKADAŞIMIZA CEVAP VERMEK İÇİN 7 HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİNİN BİTMESİNİ BEKLEDİM.

    https://eksisozluk.com/entry/25901582

    CEVAP:

    Evet, haklısınız; hayatı sadece ama sadece bir pencereden bakarak değerlendirmek, hele hele o pencerenin, kapitalizmin sürekli kafamıza çaktığı “ekonomizm” olması tehlikelidir. Bu önemli hatırlatmayı yaptığınız için teşekkürler.

    Bununla birlikte unutulmamalıdır ki; “insan insan olduğundan acıkan karnı doymalıdır, boş laflarla karın doymaz yiyecek ekmek olmalıdır” diye ünlü sözler de vardır!

    Sandıkların tamamının açılması ve hangi partinin ne oranda oy aldığı öğrenildikten sonra:

    7 HAZİRAN 2015 SAAT 23:30 İTİBARİYLE:
    1 ABD DOLARI = 2,7526 TL’YE TIRMANARAK YENİ BİR REKOR KIRDI!

    http://www.cnbce.com/haberler/finans/dolar-secim-sonrasi-rekor-kirdi

    Bu hatırlatmayı; herhangi bir partinin oy kaybetmesi veya herhangi bir partinin oy kazanması çerçevesinde değil; takip etsek de etmesek de, ekonominin hayatımızda ne kadar büyük bir yer işgal ettiğini ispat etmek için yaptım!

    Unutmayınız:

    “Türkiye Cumhuriyeti” isimli ülkenin; cari açığı patlamaya hazır bir bomba!

    “Türkiye Cumhuriyeti” isimli ülkenin; 1 yıl içinde ödemeye mecbur olduğu dış borcu patlamaya hazır bir bomba!

    “Türkiye Cumhuriyeti” isimli ülkenin üretim kapasitesi neredeyse durma noktasına geldi! “Piyasa” dedikleri mekân sadece bankalardan çekilen kredilerin sağladığı kısmi ve uçucu para ile dönüyor, çekler ödenemiyor, üretim için sipariş vermek isteyen artık olmuyor, ödeme yapacak olanlar 2016 ve hattâ 2017’ye kaydırmak için poposundan ter akıtıyor! Orta Anadolu, Akdeniz ve Ege boyunca fabrikalarda kitlesel işten çıkarmalar başladı! Seçim telaşına düştüğünüz için bu haberleri takip edemeyebilirsiniz! Tekirdağ/Çorlu işsizlik konusunda patlamaya hazır bir bomba! İstanbul’daki işçi çıkarımı dalgası da Çerkezköy’den başladı ve hızla yayılıyor!

    Ve hattâ Kınalıada’da huysuz huysuz dolaşan Gün Zileli isimli şahsiyet bile elektrik ve internet faturalarını ödeyemeyecek duruma düşmek üzere! Artık evsizlere tahsis edilen, belediyeye ait spor tesislerindeki derme çatma yataklarda Zileli uyumaya çalışırken, bir bardak sıcak çorba götürenimiz olur umarım aramızdan! Şahsen ben gideceğim kendisini ziyaret etmeye!

    Bütün bunları hasır altı ederek, bütün bunlara kulağımızı sağır ederek, gözümüzü kör ederek; kaçamayız!

    17 Ağustos 1999 depreminden daha da şiddetli yaşayacağımız ekonomik kriz Eylül 2015 itibariyle geliyor! Çünkü o tarihte ABD Merkez Bankası’nin (FED) politika faizini 0;25 baz puan artırma olasılığı artık yükseldi. Bu faiz artışı geldiği an; dünya genelinde ve tabii ki “gelişme yolundaki ülkelerde (Türkiye gibi!)” dolaşan ABD Doları; kendi ülkesine, yani ABD’ye dönecek!

    “Likidite bolluğu” denen “sıcak para” muslukları artık kapandı! Damla bile gelmiyor!

    “Sıcak para” denen ABD Dolarının vatanına dönmesi, Türkiye’de döviz kıtlığı yaratır, kıt olan şeyin fiyatı artar, Dolar/TL paritesi tarihi zirveleri tam gaz test eder!

    ABD Dolarının Türkiye sınırları içinde kalması için, TCMB politika faizini (1 haftalık repo faizi) artırmaya mecbur kalır! Bu durum da ekonomik büyümeyi yavaşlatır, yatırım iştahını azaltır, istihdamı daraltır, işsizliği zıplatır!

    Türkiye; sanayi üretimini devam ettirebilmek için ithalat yapmaya mecbur!

    İthal ettiği hammadde, yarı-işlenmiş mamul, ara-malı gibi onlarca, yüzlerce materyalin ödemesini “ABD Doları” cinsinden yapıyor! Kur yükseldikçe, bu malların fiyatı otomatik artar! Şirketlerin sırtına ek maliyet yüklenir! Şirketler de bu maliyetleri giderebilmek için; ya işçilerin maaşlarından kesinti yapar, ya da işçi çıkartır!

    Burada “ekonomi” isimli alanı sizlere sonuna kadar anlatacak ne zamanım, ne de sayın Zileli’nin yeri var.

    Bu nedenle:
    Yukarıda bir arkadaşımızın yazdığı kitap isimlerini okumanız ve internet sitelerini takip etmeniz ISRARLA TAVSİYE EDİLİR!

    “Ekonomizm” ideolojisinin tuzağına düşmeyelim!
    Fakat bunu yaparken “ekonomi”yi yabana atmayalım!

    Karl Marx’ı sevmek, ona saygı göstermek zorunda değilsiniz. Ama “Das Kapital”de, özellikle iktisadi saptamalarında ne uyarılar yaptığını öğrenmek, öğrenmekle kalmayıp “uygulamak” zorundasınız!

    İlk sırada:
    “Mehrwert” & “Surplus value” & “‘Artık değer’ veya ‘Artı değer'” teorisini,

    İkinci sırada:
    “Arbeitswerttheorie” & “Labor theory of value” & “Emek değer teorisi”ni araştırmanızı öneririm.

    Böylece Renault, TOFAŞ, Türk Traktör veya Ford/Otosan emekçilerinin niçin ayaklandığını daha yakınan anlayacaksınız!

    Gün Bey; peki siz ne cevap vereceksiniz bu yazılanlara?

  79. vegan sitelerine bakılabilir. Olmayacak şey değildir.

  80. Basmacıları biliyorum. Yoksul köylü hareketi olarak görülebilir, Rus sömürgeciliğine karşı. O anlamda benzetilebilir. Teksas’ı bilemeyeceğim.

  81. Evet. Birazdan yazacağım.

  82. bir cevap vermem gerekiyor mu?

  83. “bir cevap vermem gerekiyor mu?”

    sorusunu sormanızın nedeni ne?

  84. yani her şeye cevap veremeyebilirim.

  85. Yukarıdaki ekonomizm savunucularının paylaştığı yazılar bana çok ruhsuz geliyor.
    Ekonomik yapı, toplum düzenini doğru anlayabilmek ve bir şeyleri değiştirebilmek için elbette önemlidir.
    Burada karşı çıktığım, metanın-malın-mülkün yegâne ana değer olduğu materyalist bir ekonomiciliktir.
    Bununla ilgili şu sözler güzel değil mi?

    Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Bilgi hakimdir, mal mahkum. Bilgi sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. Bilgi ruhun gıdasıdır, mal cesedin gıdası. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Bilgi kalbi aydınlatır, mal kalbi katılaştırır. Mal, sahibinin vefatıyla kendisine hizmeti de son bulur, bilgi ise hizmet etmeye devam eder. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır. Mal toplayanlar öldüklerinde unutulur, bilgi sahipleri eserleriyle her zaman yaşarlar.

  86. Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!

    Yazınızı çok sevdim. Hele ta başta kendi kişisel, özel, günlük, gerçek yaşam dokunma duyuları eklemekle yazınıza canlılık, samimiyet katmanız beni çok etkiledi.

    Hayvan sevgisini, gördüğünüz manzarayı, gerçek yaşamı videolara kaydedip zamanımıza egemen imgeciliğe dönüştürmeniz şahane bir fikir. Böylece bilgilerini sadece ve sadece İNTERNET, FACEBOOK, TWITTER, VE YOUTUBE gibi Dünya’ya egemen en BÜYÜK DİKTATÖRLERDEN edinenlere ulaşmanız sizin diyalektik mantığı ne kadar ustaca kullandığınızı gösteriyor. Çok güzel bir kurnazlık!

    Tanınmış tanıdıklarınız, geçmişinizi anımsatan olaylar, yazarlar, gazete veya dergi yazarları, sevmediklerinize kısa ve öz trolleriniz, … tweetler-twitler, retweetler-retwitler, facebooklar, CNT-FAI gibi ünlü anarşist örgütleri tanımanız, anarşistlikte tecrübeli biri olarak yandaşlarınızı hafiyelik yapıp trölcüleri bulup çıkarmaya davet etmeniz, … sizin diğer medya artistleri ve ciritcilerinden biri olmadığınızı veya hiç değilse anarşistliğin ne olduğu tanımını (cahillere bir hatırlatma: tanım iç-dış sınırı çizer) yapacak kadar şiddetli bir anarşist olduğunuzu ve dolayısıyla dokunulmazlık kazandığınızı fazlasıyla kanıtlar.

    Sanırım siz Uluslar Arası Anarşistler Örgütsüz-Örgütü’nün (UAAÖÖ) Ulusal Anarşist Temsilcisiniz (UAT).

    Dünyayı İNTERNET, FACEBOOK, TWITTER, VE YOUTUBE’dan öğrenen ve sadece imgelere bakarlara (bu arapça bir sözcük), kısacası burjuva ruhunun en önemli olanı satıhta kalmayı tam benimsemiş olanlara bir hatırlatma.

    Tüm canlılara saygıya birçok dinde ve devrimcilerde rastlanır. Örneğin, Hinduizm, Jainizm, Budizm, Orfeizm, … mistikler. İslam’da basit bir örnek: bir “efsaneye “göre, hayvanlarla çevrili Rābi’a ile ona yaklaşan sufi Hassan al-Basrî arasında geçenler. Bilgilerini İNTERNET, FACEBOOK, TWITTER, VE YOUTUBE’dan alanlar bunları benden çok daha iyi bilmeli.

    Ne yazık ki, bu hatta taş devrinde taş üzerlerinde bile rastlanan “dinsel” eğilim, modern insanlarda bu kişiselleştirilir, bireycilleştirilir, duygulanma, hislenme, temizlik, beden ve ruh sağlığına erişme yöntemi olur. Ve nihayet tam modern olur, yani ticareti yapılır. Daha da kötüsü, modernler bu yeni dine, twitli-facebooklu anlamsız bir dünyada yaşadıkları ve özellikle cahil oldukları için için daha da büyük şiddetle sarılırlar.

    İşte bu cahilliğe bir örnek:

    “Eğer vazgeçerse bir din, bir tarikat durumuna düşer. Oysa anarşizm, canlı, toplumla güçlü bağları olan bir düşüncedir. Toplumun ruh halinden, insanların somut hayatlarından kopmamaya özen gösterir.”

    Herkesin bildiği gibi din ve tarikatler insan tarihinde, insanların hücrelerine kadar giren inançlarında, insanları biçimlendirmede, toplumun ruhuna hitap etmede, toplumla güç bağları içinde olmada, çok az bir rol oynadılar. Batı, burjuva devrimiyle bu eski püskü din ve tarikatlerden vazgeçip gerçekçi ve herkesin açık açık gördüğü çıplak güce tapmaya geçti. Ve bu yeni din ve tarikat, din ve tarikat değil!

    Anladığım kadar, din ve tarikatçılar sizin gibi Politically Correct (PC) değiller. Özellikle sizin gibi dinamik, tweit- miwit, retwit-metwit, facebook-macebook, falan filan yapmazlar. Oy vermeyenlere şantaj yapıp günahlamazlar.

    Hatırlatırım, “bana bir oy ver, sana bir yalan veririm” CNT-FAI ülkesi anarşist karikatürüdür.

    Dikkat ederseniz PC (yeni Newspeak’iniz) ile CP (eski Newspeak’iniz arasındaki tek fark tersine dönme.

  87. New York Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi Ümit Akçay veya 38 sayılı yorum’a bir “pipsqueak”den yanıt.

    İçinde bulunduğumuz bataklığa, daha kibarca soruna, ” Olmak ya da olmamak” mantığı yerine “Olmak VE olmamak”, veya “Ekonomi HEM çok önemli Hem De bataklığın kendisi”, düşüncesiyle yaklaşılabilinir.

    Örneğin, kafeste olanlar var, kafes dışında olanlar var. Ekonomi kafesin yapısını inceler ve dolayısıyla asıl konuyu anlamayanlar için akademik kariyer olur. Marx bile 19. yüzyıl ekonomi teorisyenlerini inceledeğinde eksikliği etmenden (failden), veya söylediğimi tekrarlarsam, kafestekilerden hiç söz edilmediğinden yola çıkar ve kafesi inceler.

    Sonuçlarını, Rusya, Çin, … veya kısacası ekonominin ne kadar önemli olduğunu anlayanların getirdiklerini, biliyoruz.

    Diğer bir örnek. Bu belki cahillerin dedikleri gibi, dağıtmak gibi olacak ama olsun.

    11. yüzyılda modern çağın temelini atan Rönesans’ın ilk müjdecileri tüccarlar Kilise’den korktukları için yazılarını “Olmak VE olmamak” misali Eski Ahit’den alıntılarla süslerlerdi. İşte bir yazı ve sizin dediğinize bir bir örnek: “Para bilgenin dilini, yargıcın gözünü bağlar.” Sanırım birbirlerine söyledikleri, yani asıl neyin önemli olduğu, apaçık.

    Bu kafesin ne kadar kadim bir kafes olduğu ve dolayısıyla “saygı ve huşu” içinde bakılması gerektiğinin daha da ilerde bir örneği:
    M. Sahlins: Stone Age economics: Age of Abundance

    Veya daha yakıntarihten bir örnek:
    K. Polanyi: Great Transformation
    Bir örnek daha:

    Eleştirilerine ve vahşiliği tercih etmesine rağmen Thorstein Veblen ile Lewis Mumford kıyaslandığında, kafesi inceleyen Veblen’in nasıl “mechanistic” (mekanik veya mekanizma anlatımı) bir tutumla, eninde sonunda, kafes dışındakilere destek olduğunu görürüz.
    Çok kısacası, dedikleriniz hem doğru hem de çok doğru.

  88. Kropotkin Fransa’da hapisteyken gelen mektupların anarşistlerden gelip gelmediğini “toady”lik, “sycophant”lik yapma kıstasıyla ayırt edermiş.

    Anarşistlere benzeyen ilk kinikler yandaşları olmak isteyenleri kovalarlarmış.

    Bu aşağıdaki yazıyı yazan sizin yaşınıza mı yoksa başınıza mı saygıyla mı size “abi” ve “Ulu Şef” diyor. Yoksa o meşhur Anadolu evladı ahlakıyla mı?

    61 ogürsel 5 Haziran 15 / 6pm

    “2017 sonbaharı ayaklanma ile devrilecekler…” Abi, bunu tutturursan eğer o zaman “Ulu Şef” olduğunu ben de kabul edeceğim; sevinerek, saygım çoğalarak

    Siz bu tip övücü lafları maşallah Papa gibi öz, kısa ve yoğun laflarla takdis ediyorsunuz. Eski (taraftar toplama politikacısı) huylardan sıyrılmak çok güç veya yaştan dolayı antenleriniz paslanmış.

  89. Sadece sembolik bir değer ifade eden kağıt paranın, bu sembolik değerinin geniş insan kitlelerince tanınışı bile, burada devletin oynadığı kurucu rolü görmemize yeter.

  90. Ben anarchist oldugumu Iddia etmedim. Yuzde 50 olabilir! Benden 15 has buyuk herkese abi derim. Bu mevzuda bile asagilama sebebi bulanlarin yasi ne olursa olsun Ona abi de demem, insan olarak da kuskulu bulurum. Ekliyorum… Kisilerin degil, düsüncelerin önünde egilirim. Íyí bir sey söyleyin, o zamana ne yapacagima bakin… Ama hayatta olgulara böyle bakanlar íçîn bu pek mümkün olmaz!

  91. anonim 82…Türkçeden anliyorsaniz “tutturursaniz” sözünün ne anlama geldigini de anlamaliydiniz. “bilirseniz” yazmama sebebi ne olaki? Burada yapilan espriyi bile gôrdürmeyen kîsisel bir hinç kendini ele veriyor

  92. Başkalarına “satılık”, “satılmış”, vb. laf atmak kolay. Bir de satılığa çıkmışlar var. Allah’ın işine akıl ermezse kulların işine akıl hiç ermiyor.

    Eski taptığınız asıl şefinizin fırsatçılığını yüzüne vuran kitabın sadece reklam ve satıcılığını yapacağınıza okusanız, veya daha, ve sonsuz daha, anlasanız fena olmaz.

    Tekrar hatırlatayım tanrı ve din adı değişir ama tanrı ve din değişmez. Siz bakire anarşistliğin Türkiye temsilcisi olma coşkunluğuyla içindesiniz ama eski dininizden (Marxist-Leninist-vs.) ve eski tanrınızdan (Lenin) bir türlü sıyrılamamışsınız. Eski ve kokmuş taktikleri yeni ambalajlara sarıyorsunuz: “Gerçekçi olalım!”, oy verelim!

    Hele sizin en azılı ve aynı coşkunluktaki yandaşınız. Transhümanizm, Libertarian transhumanism, vb. teorilerden yola çıkan, kısacası “gerçekçi olalım” (ama hangi gerçek?) safsatasıyla insanı organize olmuş insan yapmak isteyen eski şeflerinizin rüyalarını gerçekleştiren firmaların Türkiye temsilcisi olmak isteyen yandaşınız. CV’sini şatafatlı uzun yazılarla süslemiş, dersini sizin gibi o da çok iyi öğrenmiş!

    Geleyim şu ikinize ortak “gerçekçi olalım” nakaratına.

    Rosa Luxemburg’un 1918’de! (tarihe iyi bakın) Rus Devrimi kitabında eski şeflerinizin (Lenin & bolşevikler) hakkında söyledikleri:

    “Tehlike salt bolşeviklerin zorunluluğu bir erdem yapmasıyla başlar…”

    Ve ardından gelen Stalin felaketleri!

  93. 85 ve 86’ya yanıt:

    Siz sadece ve sadece sizin fikirlerinizi beğenenlere veya fikirlerinize benzeyen fikirlere saygı gösteriyorsunuz. Ve daha da kötüsü bilim hakkında bilginiz sıfır ama politikacılığını yapıyorsunuz. Bilim verilerle başlar. İşte size bir örnek:

    Sizi Ulu Şef’in sitesinde bir özdeyiş “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”, der.

    Benim ilk yazım bilimsellikle (yaşlılık ve getirebileceği fizyolojik sorunlar) ideolojik yaklaşımın ayırt edilmesinde yarar olduğunu dikkat çekmek istedim. Irkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik, bireycilik, … ve bu durumda yaşçılık gibi ideolojilerin bilimsel temellere dayandığını savunanlar çok ve bu açıdan onlara karşı tek korunma bilimle ideolojiyi ayırt etmek.

    İlk yanıtı sizin Ulu Şef verdi: ” görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”

    Ve siz bu verilere bakıp Ulu Şef’in özdeyişteki küçük beyinlilerden olduğunu göreceğinize, dalkavukluk coşkunluğuyla ona savundunuz.

    Ondan sonra da aynı şimdi yaptığınız gibi sözler ve sözlük oyunlarıyla işi başka yöne çektiniz ve şimdi çekiyorsunuz.

    Ve hala her ikiniz de özür dilemiş değilsiniz. Ve eğer bir hınç varsa, evet benim hıncım bu. Sizin hıncınız ve özellikle Ulu Şef’in hıncı hınç değil tabii.

    Sizin yazdıklarınız ve yanıtlarıma gelince: yazdıklarım ne hınçtan ne de kişisel fikirlerden doğmuştur. Eski fikirleri şu an daha da çaresiz gibi bir dünyada “tomurcuk”, “filiz”, “organik”, “tam özgürlük”, “merkezsiz” vs. laflarla süsleyen ve dünyayı saran yalanların bir propaganda olduğunu belirlemekti.

    Makineler ve materyal dünyaya, ve hatta ne yazık ki tüm canlı varlıklara, hakimiyeti insanlara uygulama bu düşüncenin bir modelidir (veya sizin sevdiğiniz paradigmasıdır). Hastalanmaktan, yaşlanmaktan, acı çekmekten, sevip sevilmemekten, vicdan azabı çekmekten, utanmaktan (maşallah! siz ve şefiniz bu noktaya erişmişsiniz), … ve yüzlerce diğer insan olma niteliklerinden kim kurtulmak istemez? Bu sınırları kim aşmak istemez? Bunlar Rönesans’dan beri sadece kendi kendiyle konuşan yalnızlar yığınındaki çaresizlerin soruları. Ve siz ya bu gam yükünün tüccarısınız ya da dediklerimi anlamadınız ve anlamıyorsunuz. Cahilliğinizi benim egom, erdemsizliğim, vb. kişisel saldırılarla kapattınız.

    Eğer fikirler önünde eğilmeye hazırsanız size Marks-Engels, Lenin, Lev Troçki, Stalin gibi eski devrimcilerin teknoloji hakkında aynı sizin dediklerinizi bulacağınız kitapların adları ve belki hatta sayfa numaralarını gönderirim. Üstelik bu fikirleri yeni paketlemelerle yeniden piyasaya sürenler çok, isterseniz size onların da kim oldukları ve ne dediklerini yazar gönderirim.

  94. Sanirim konuyu kisisellikten uzak tutmaliyiz. Ve dusunceler onunde egilecegimi yazdigimi gormemissiniz. Mantik dizgemiz farkli isleyise sahip, bunu kabullenmeli. Sonucta düsüncelermiz de ücüncü kisilerin yrgisina birakilmali. O anilan adamlar eskisi kadar önemli degil! Inkar edilemezler, yeni sentezler icinde yer alacaklar. Bir insan hayati hic bir zaman o büyük “hakikati” anlatamayacak, bu da görüldü. Ve hepimiz bu adamlari kendi “mezhebimize” göre okuyoruz. Bir muz gibi! Yasliliga gelince. Insanlarin birbirine saygili davranmasi iyidir. Büyüge “büyük” diye, çocuga çocuk diye. Hayvana aciz diye. Belli kosullarda kadina gücsüz diye. “Önce kadinlar ve çocuklar!” Ne güzel bir gelenek degil mi.

  95. 89’a yanıt

    Kişiciliği sizin Ulu Şef yaptı diyorum ve kanıtlıyorum (bu sayfaya bakmanız yeterli), siz bana hala ” Sanirim konuyu kisisellikten uzak tutmaliyiz.”, diyorsunuz. Dalkavukluğunuz hem potansiyel hem gerçek sonsuzu aştı.

    Bu ahlaksızlıktan dolayı benden özür dilenmedi, diyorum. Siz ” Insanlarin birbirine saygili davranmasi iyidir.”, diyerek yaltakçılık ve iki yüzlülüğe devam ediyorsunuz.

    Yazımın bir paragrafına ” Eğer fikirler önünde eğilmeye hazırsanız … “, diye başlıyorum, siz bana ” Ve dusunceler onunde egilecegimi yazdigimi gormemissiniz.”, diyorsunuz. Kafa kalınlığınız veya laf cambazlığınız hem potansiyel hem gerçek sonsuzu aştı.

    Ben eski devrimcilerin teknoloji konusunda sizin söylediklerinizin aynısını söylediler diyorum, siz buna fikir ve bilgilerle cevap vereceğinize, her aciz düşenin taktiği olan görecilik ve kişisel görüş farkları laf kalabalığıyla saklambaç oynuyorsunuz. Kafanızı kuma sokmuşsunuz sizi görmüyorlar sanıyorsunuz. Tüm eleştirisini yaptığınız ve size benzer tüm solcuların hafızladıkları parolalarda adı geçen kapitalistler, sömürücüler, burjuvalar, şu an devleti ele geçirmiş olan parti, vs. vs. vs. sizin bana dediklerinizi (pencere, çerçeve, kapı, cam, mezhebim başka, zamanla hakikat değişir gibi her kapıyı açan anahtarlar misali) sözleri, onlar size diyebilirler ve Batı’da öyle yapıyorlar. Sizinle yazışma başlangıcında yazınızın sadece bilim-teknikle olan kısmına yanıt vereceğimi söyledim ve sonra kızmama neden sizin hiç bir şey bilmeden sırf yamaklık etmek için Ulu Şef’i savunmanız oldu. Bir de hiç, sanırım, yüzünüz kızarmadan, “Sonucta düsüncelermiz de ücüncü kisilerin yrgisina birakilmali.”, diyorsunuz. İşte Ulu Şef ile aramızda geçenin üçüncü kişisi: SİZ. Ve SİZ hala O’na yağcılık edip savunuyorsunuz. Osmanlılar yeniçerilik için Hristiyan çocuklar topladığında kafası çalışanları idareci, çalışmayanları asker yaparmış. Ulu Şef sizi asker yapmış.

    Ulu Şef’in antenleri, özellikle medyada ve satıhtaki dalgaları iyi yakalarlar. Galiba paslanmışlar, tabii yaştan değil. Belki de sizin gibi basit beyinlilerle düşüp kalktığından. Her neyse, acaba neden bir anarşist olarak size “politically correct” olmayan “abi” demenize (kafanız o kadar kalın ki Ulu Şef’in kahinlik yapmasıyla dalga geçtiğimi anlamadınız bile), kendi adına konuşmanıza izin veriyor? Ve eğer organik olmayan bağınız, politika-pazarlamacısı stajyerliğiyse, neden “beni taklit et, kes sesini, çırpındıkça çamura daha fazla saplanıyorsun!”, demiyor?

    Benden size bir uyarı: Türkiye’de satıcı temsilciğini ele geçirmek için yaltakçılık ettiğiniz eski-yeni teknolojiyle insanı kurtarma şirketleri sizin kadar cahil ve kalın kafalı birine bu işi vermez. Çünkü bir üçüncü olarak basit bir şeyi bile anlamaktan yoksunsunuz:

    KİŞİLİĞİ ŞEFİNİZ BAŞLATTI ve MÜKEMMEL BİR ASKER OLDUĞUNUZDAN O’NU APTAL APTAL SAVUNDUNUZ!

    Benden size bir hayranlık övgüsü: çok ama boş konuşmada ve utanmamakta Ulu Şefinizi bile geçmişiniz.

    Sizin yüzünüze çarptıklarımı siz ŞEFTEN gelen kutsama yağmuru sanıyorsunuz.

  96. Siz terbiye, insaf, hakkaniyet, insanilik, dürüstlükle bağinizi koparmissiniz. Sorununuz kendinizle ilgili. Size kizmak bile gereksiz. Yolunuz acik olsun. Kime neyi kanitlamak istediginizi anlamadim. Merak da etmiyorum. O espriyi anlamayanin hinci demek size aitmiş… şaşirmadim.. sizin egonuzu da biliyorum… kolay gelsin size, kendinize katlanmak kolay degil, yalanlariniza ve asilsiz ithamlariniza, insanlarin emegine, fedakarliklarina karşi bilinen kronik saygisizliginiz için kimsenin gereken aşagilamayi yapmasina gerek yok. Kendinizle yaşiyorsunuz ya…

  97. Bu tip kisisei tartismalarin ortak bir sitede yapilmasi uygun degil. Mail adresimi yaziyorum. Istediginizi sorun yanitlayacagim. Dilediginizi burada yayinlayin. Mail adresim ogurselerk@hotmail.com

  98. 91, 92, 93’e cevap

    On iki yıl değişik üniversitelerde öğretim üyeliği yaptım senin gibi bir oduna rastlamadım.
    Konu: Fikirlere yanıt yerine işi kişiliğe dökmek.
    1. Bunu ilk önce, bir KOYUN POSTU TİCARETİ yapan eski Ulu Şef’ine sizin gibi yaltakçılık ve yamaklık yapmasına rağmen çiğnenip tükürülen ve şimdi KİTAP TİCARETİ YAPAN sizin yeni-eski Ulu Şefiniz yaptı.
    2. Siz, YALAMAK galeyanına kapılıp, aynı diğer konularda gösterdiğiniz cahillikle O’nu savundunuz ve yine YALAMAK hevesiyle BENİ KİŞİLİĞE DÖKMEKLE SUÇLADINIZ ve hala, YAMAKLIK ruhunuza işlemiş, SUÇLUYORSUNUZ.
    3. Dediklerimin KANITININ (siz tüm çaylaklar gibi episteme, paradigma, tez, anti tez vs. gibi cici bici lafları sevdiğiniz için) algoritması :
    1. At gözlüğünü çıkar.
    2. Bu sayfaya bak.
    3. “Yine anonimden, veya nemo’dan, bir yanıt.”, yazıma ve hemen ardından gelen Ulu Şef’in Mayıs 30th, 2015 at 14:06 tarihli “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.” yanıtına BAK.
    4. Ulu Şef’ini YALAMAYI unut, (varsa eğer) kafanı kullan.
    5. Kimin fikir değil kişilikle kafayı yediğini anlamaya çalış veya bir arkadaşına okut, o size açıklasın.
    Eğer bu da yetmezse.
    Bilim-teknik fetişine tapan ama ne olduğunu bilmeyen sizden bile daha cahil olan Ulu Şefinizin Mayıs 29th, 2015 at 09:39 tarihli “Yaşlanmak diye bir şey yoktur. İnanmayın böyle efsanelere. …” sözü belki sizi uyuduğunuz taş uykusundan uyandırır.
    Her ikiniz de politikacılık, pazarlamacılık, medya tiryakiliği hevesiyle sonsuz cahil kalmışınız. Hele din ve mitler, antropoloji, modern bilim, felsefe gibi konularda insanı kusturacak kadar cahilliğinizde.
    Başınız kumda, arkanızı kimse görmüyor sanıyorsunuz. GÜCE TAPTIĞINIZIN farkında bile değilsiniz.
    Ama bir şeyde haklısınız. Gücü eline geçiren, sözünü de geçirtiyor. Mantıkçı Lewis Carroll’u her ikinize tavsiye ederim. Carroll’a göre önemli olan mantık değil, kimin emir verdiği. Ulu Şefiniz o dünyanın mahsulü ama şimdi başka koyun postu giymiş.
    Ben çok bilgili olduğumu bildiğim gibi sınırlarımı da biliyorum. Ama sizler gibi bilgiyi fetişleştirmediğim için başkalarının cahilliklerini yüzlerine vurmaktan çekinmiyorum ve çok şekerli, “politically correct”, “New Age”, herkes haklı , sana göre-bana göre gibi boş laflarla cahilliğimi örtbas etmiyorum.
    Biraz araştırma yapın ve göreceksiniz, siz yeni kapitalistlerin reklamcılığını yapıyorsunuz! Ya bilerek utanmadan yapıyorsunuz veya gerçekten çaylak ve bönsünüz. ki bu onların medyaya ne kadar egemen olduğunu bir daha kanıtlar.
    İşte sizleri bana en fazla hatırlatan site : http://www.thync.com
    Şefinizin ve sizin rüyalarını benim kabusumu göreceksiniz. Her ikiniz de anarşistlerin hiç de sevmediği Hobbes’ın yeni ve ıslah edilmiş klonlarısınız.
    Bir de şu siteye bakın.
    http://criticallegalthinking.com/2013/05/14/accelerate-manifesto-for-an-accelerationist-politics/
    Biraz da Silcon Valley, Google, IBM, Intel, Apple, Microsoft, … ve siz koyunların çobanları Twitter, Facebooklara beyninizi açın: aynı sizler gibi konuşuyorlar.
    Dahası da var: trilyonların harcandığı araştırma merkezleri MIT, Harvard, Stanford; binlerce araştırıcı nörobilim, bilgisayar bilimi, bioteknoloji, nanoteknoloji teknisyenleri, ve nihayet asıl sizlerin beynine hakim olan “cyborg”lar. Binlerce diğerlerini “ego” safsatanızdan dolayı yazmıyorum.
    Sizin Şef yeni kılıfına girmeden bu yaşam düşmanlığını biz ele geçiririz rüyaları içinde yoğruldu, şimdi o yeni kılıkla, aynı yaşam düşmanlığını beraber savunuyorsunuz.
    Zaten yukarıdaki güçlüler, SİZ VE ULU ŞEFİ GÖRÜNCE korkularından HEMEN size ve size inanan (soyutlar soyutu) İNSANLIĞA gücü teslim edecekler.
    Cahillik ancak bu kadar olur! G. Childe ile bu yaşam düşmanları arasındaki tek fark onun aynı şeyi eski dille anlatması.
    Bir de buna bakın, dediklerinize çok benziyor.
    The New Capitalist Manifesto
    (1) Renewal: Use resources sustainably to maximize efficiencies,
    (2) Democracy: Allocate resources democratically to foster organizational agility,
    (3) Peace: Practice economic non-violence in business,
    (4) Equity: Create industries that make the least well off better off, and
    (5) Meaning: Generate payoffs that tangibly improve quality of life.
    Not: İngilizce bilmiyorsanız Ulu Şef çevirisini yapar.
    Yalanlarınızı veya aptallığınızı örtbas etmek kolay değil. Sizin ve Şefinizin yaşam düşmanlığı tiksindirici.
    Benim sizinle kişisel konuşacak bir şeyim yok. Ben bu sitenin neye hizmet ettiğini göstermek istiyorum. En azından yeni ambalajlara sarılı KİTAP REKLAMCILIĞI ve SATICILIĞI!

  99. 94 numaralı yorumcuya,
    muhtemelen O.Gürsel’in tabirleri dışarıdan bakıldığında “yalakalık” olarak algılanabilir, ama insana dairdir. Hangimiz bir “ağabeyimize” “yalakalık” derecesinde hayranlık duymadık ki, ta ki hayal kırıklığına uğrayana kadar. Bu ilişkiler,duygular gayet normal ve insanca, her zaman da olacaktır. Olması da gerekir çünkü insan budur; toplumun içinde olan bir varlıktır, soyut değildir ki. Eğer birbirimizin en ufak ayrıntısına kadar ahlakını,günahlarını,yanlışlarını vurgulamaya kalkarsak bir süre sonra kendimiz yanlış oluruz. Son olarak,bence, Gün Zileli’ye büyük haksızlık ediyorsun…68 yaşında halen ezilenlerin yanında ve pes etmemiş. Bu ölçüt yeter de artar bile varsın “Kitap Reklamcılığı” yapsın hiç zararı yok!

  100. Siz kibirli bir zuppesiniz. Hic tanimadiginiz bir insana yalnizca ve yalnizca “sizinle zaman yitirmek istememis olabilir” sözlerine dayanarak bu denli asagilama ve hakaret edecek cümleler kurabilmek bir psikopatolojidir. Bilmeyenlere animsatiyorum. Bu zavalli. Cok dilli, cok okumus, insanilikten, vakardan zerre nasibini almamis bu kibirli züppe yalnizca tek bu cümle üzerinden ruhunda bulunan tek seyi, çamuru kusuyor. Ben gun z. Ile bir cok konuda farkli düsünürüm. Devrim, sosyalizm, anarşizm, teknoloji, hayvan haklari… bu zavalli bunlardan habersiz, aralarinda bag kuramadigi bilgi yiginlari icinde salya akitiyor. Uyarmistim, mail adrsimi verdim. Insan gibi konusuruz diye. Bu zuppe gun z. Hakkinda ne biliyor. Nasil yasadigini, gunluk ekmeginin olup olmadigini. Diyojen gibi yasayan insana bir kac konuda farkli dusunuyor diye bu hakaretler neden. Salt fikir ayriligi ile bu denli camurunu dökmek neden. Ögretim görevlisimis. Ben onlardan çok gördüm. O kendi sefil gövdesi, kibre bogulmus bakislari bilirim. Senin tum hayatinin arkasindan kalan yunus emreni , asik veyselin tek cümlesi kadar degerli olmayacak dogulu ezik… odun olmak bile bu batili eziklikten iyidir, kaldi ki bu ne telas.. bu hirs. Nasil bir cok dili ile cogaltilmis cehalet kibu, gun z agabeyime “tutturursan” demeyibile yalakalik olarak algiliyor. Insan utanir, “özür bekliyormuş. O zaman yazdim. Nerede ne konusuldu, gun z gercekten ne dedi, neden dedi bilmiyorum… tanidigim kadariyla dedim.. zamanini iyi kullanmak istemistir. Bu kadar. Salt bu sözden cikarak askerlik, yalakalik, ulu sefim. Vs… yuh.. siz iyi degilsiniz. Ogrendikleriniz o minicik ruhunuza fazla gelmis. Mail adresimi verdim. Yazsaydiniz. Bu mu sizin ögretim üyeligi.. sizin gibi birkac ogretim görevlisiyle dalasmistim. Haksizliga ugrayan arkadasimi savunmak icin ayaga firlamistim. Sizin gibi davranmisti. Iyi mi oldu simdi. Ogürseli gizlenmek için yazmiyorum. Adim osman gursel erkilinc. Egosalliktan kacinmak icin. Siz anoni m olarak bana mail adresini bile vermiyorsunuz. Siz ruhen bitmis, kötücül bir insasiniz. Insanlarin icindeki iyilige inanmiyan bir sefilsiniz. Burada yazdiklarimdan para mi kazaniyorum. Ün beklentim mi var. Bir parim de yok siyasal beklentim de. Derdim ne.. iste bunu anlayamayacak kadar kücük bir ruhunuz var. Ve o minik ruhunuz, bati karsisinda ezik kisiliginiz ile ahkam kesiyorsunuz. Siz bunu o zavalli ögrencilerinize cok yapmis olmalisiniz. Sizin gibi hocalari da biliri m. Yineliyorum.. odunluk yapmayin, adresime yazin…

  101. 95’e yanıt

    Dediklerinize, bazı ince eleyip sık dokumaklığı bir tarafa bırakırsam, katılıyorum. Benim kullandığım aşağı düşürücü lafların nedeni bir haksızlık. G. Zileli söylediklerime yanıt vereceğine bana hakaret etti. Üçüncü bir kişi konuyu bilmeden Zileli’yi savundu, ben hatırlattım ama özür dileyeceğine savunmaya devam etti. Bu yarattığınız çerçeveyi, saygı ve ahlak gibi, aşıp kendisi saygısızlık ve ahlaksızlıktır. Ve duruma nesnel ve akılla bakmamanın, kişi ve ideolojileri körü körüne savunmanın ne kadar zararlı olduğunu tarihte tekrar ve tekrar gördük. Ne G. Zileli ne de üçüncü kişi hatalarını kabullenip benden hala özür dilemiş değiller.

    Üstelik, ve belki uzatıyorum ama, benim ilk yazımda değindiğim ideoloji ile bilimi ayırt etme titizliğinin günümüzde sonsuz önemli olduğuna inanıyorum.

    Üçüncü kişi beni “koca egon var” lafıyla suçladı ama kendisi ve G. Zileli’nin egolarından dolayı özür dilememelerini görmemezlikten geldi.

    G. Zileli’ye haksızlık ediyor olabilirim. O ayrı bir konu. Ama hatırlatmak da isterim. Lenin, Stalin, Hitler, Mao ve benzeri cellatlar da ezilenler yanında yer aldı. Sanırım burjuvaların her şeyi insanlık için yaptıkları propagandasını size hatırlatmaya gerek yok. Siz daha yakında ve içerden baktığınız için daha emin olabilirsiniz; ben dışarıdan bakıyorum ve emin değilim. Örneğin, Kristof Kolomb ve ardından gelenlerin o zaman cenneti aradıkları şimdi unutulmuş bir tarih veya edebiyat. Her neyse. “Buldular ama tanımadılar!”, denir. Yaşamda kalmak için, örneğin kitap reklam ve satıcılığı gibi, zorunlu olduğumuzdan verdiğimiz ödünleri erdem etmek doğru değil. Ben sitede kitap ve yazının eleştirisini yapan birine rastlamadım. Ne var ki, yazının getirdiği zararlar öyle küçümsenek ölçüde değil. Ben bu ve buna benzer son derece önemli konulara değinmek isterdim ama daha baştan yanlış bir yerde olduğumu anladım.

    Konu çok dağıldı ve gereksiz çeşitlenip ağaçlardan orman görünmez hale geldi. Devam etmemin tek nedenini tekrar ediyorum. İlk önce G. Zileli bana bunamışsın diyerek işi kişiliğe döktü, ve ben kızınca özür dileyeceğine alışagelmiş bir rahatlıkla bana “öfkelenme” guru bisküvisi attı. Konu bu ve lütfen , lütfen, lütfen çok dağıtmayın. Ve ne o ne de üçüncü kişi hala özür dilemiş değiller. Konu bu.

  102. Gz 10 yil önce o. Çalışlar , h berktayin yolunu secseydi ihtimal ki o zaman sizin ulu sefiniz olurdu. Rektörün dekanin, ana bilim dali b.nin önünde süt dökmüş kedi gibi miyavlayan o ögretim görevlileri, zavalli ögrencileri karşisinda aslan kesilir. Bu ezikliginiz, bu hasta egonuzun kaynagi bu gecmiş olmali ki, bana mailden yazmadiniz. Bu cirkin diayologlari bana ortalik yerde yaptirdiniz. Bunu siz sectiniz. Adinizi da yazin.. ya da susun.. hala vakariniz kaldi ise eger.

  103. 79 ve 81 NUMARALI ANONİM ARKADIŞLARIMIZA KONUYU DAHA GENİŞ İFADE EDEBİLMEK İÇİN BİR HATIRLATMA DAHA.

    “EKONOMİZM” BİR MORFİN, ADETA EN ÖLÜMCÜL UYUŞTURUCULARDAN BİR TANESİDİR!

    ŞU YAZDIKLARINIZA SONUNA KADAR KATILIYORUZ:
    “Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Bilgi hakimdir, mal mahkum. Bilgi sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. Bilgi ruhun gıdasıdır, mal cesedin gıdası. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Bilgi kalbi aydınlatır, mal kalbi katılaştırır. Mal, sahibinin vefatıyla kendisine hizmeti de son bulur, bilgi ise hizmet etmeye devam eder. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır. Mal toplayanlar öldüklerinde unutulur, bilgi sahipleri eserleriyle her zaman yaşarlar.”

    Bizler her ne kadar hayatın içinde ekonomi ne kadar olmalı / ne kadar olmamalı ayrımını ortaya koyabilsek de;
    Gençliğin çok ama çok büyük bir bölümü “ekonomizm” ideolojisi ile zehirleniyor!

    Anlatmaya çalıştığımız şey şu:

    Çoğumuz iktisadi (ekonomik) tabirlerden, finans terimlerinden, döviz kurlarından, borsadaki dalgalanmalardan, GSYH’nin ne demek olduğundan, GSMH’nin ne demek olduğundan veya CDS’nin (Credit Default Swap) ne demek olduğundan pek hazetmesek de; ekonomi bizle bir oyun masasındaymışız gibi oynuyor! Yani ekonomiyi ne kadar ikinci plâna atarsak atalım; her zaman hayatımızı şekillendiren bir tür “gizli kanser” gibi gelişmeye devam ediyor! Size sadece “enflasyon”un hepimizin hayatını (anarşistler de dahil!) nasıl etkilediğinden bahsetmem yeterli!

    Yukarıda Ümit Akçay’ın uyarısını tekrar yazmak zorundayım:

    “Ekonomiyle ilgilenmeyebilirsiniz. Ancak bu sizi ekonomik krizin sonuçlarına maruz kalmaktan muaf kılmaz!

    2008 yılında ABD’de patlak veren 21. yüzyılın ilk büyük krizi sadece bir ekonomik daralmaya yol açmadı, birçok ülkede emekçilerin yaşamını alt üst eden reformların uygulanmasına da gerekçe oldu!

    Peki:
    Kriz esasen neden ortaya çıktı?
    Nasıl bir dönemin içinden geçiyoruz?
    Türkiye ekonomisinin gidişatı nasıl?
    2008′de yıkıma yol açan politika tercihleri birçok ülkede neden halen geçerliliğini koruyor?
    2014 ile gelen ekonomik çalkantılar küresel krizin yeni bir dalgası mı?

    Yukardaki sorulara ve yüzlercesine 2011′den itibaren Kriz Notları’nda yanıtlar arıyor ve aklımıza gelen notları paylaşıyoruz. Umarız burada paylaştıklarımız, konu hakkındaki daha geniş bir kamusal tartışmanın bir parçası haline gelebilir!”

    Konuyu daha da anlaşılır kılmak için seçimlerden de bir örnek vereyim:
    Türkiye’de “Kürt Sorunu yoktur!” diyen bir MHP var.
    Peki meclise 80 milletvekili çıkaran bir HDP de var mı; evet!
    Bu durumda MHP; nereye kadar “Kürt sorunu yoktur!” diyebilir ?!

    “Ekonomizm”e karşıyız; kabul!
    Ama “ekonomi”yi ikinci plâna attığımız müddetçe; hepimiz olmasa da çoğumuz bir girdapta kaybolmaya devam edeceğiz!

    Şu üç metne de dikkat buyurursanız; yaklaşan tehlikenin büyüklüğünü, “ekonomi”ye niçin önem vermemiz gerektiğini daha yakından anlayacaksınız:

    1. metin:

    Yaşamın pek çok alanında olduğu gibi saçma duygusu ekonomi için de geçerli. Sonuçta içine kapatıldığımız bir sistem var. Kapitalist sistem. Bunun içinde sürekli bir şeyler geliştirmeye çalışmak belki bazı açılardan anlamlı ama bazı açılardan da saçma bir şey. Hayvanat bahçesinde bir kafese kapatılmış bir maymun düşünün. Kafesin dışındaki dünyayı biliyor ama dışarı çıkmayalı uzun zaman olduğu için yavaş yavaş da unutuyor. Bir yandan da sürekli olarak kafesini süslüyor, düzeltiyor. Bundan farklı bir yanımız yok.

    (http://www.mahfiegilmez.com/2015/03/parasal-buyuklukler-ve-aralarndaki.html)

    2. metin:

    ‘Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.’

    Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molası için dışarı çıkıp caddede yürümeğe başlarlar. İçlerinden birisi Kızılderilidir. Yürürlerken Kızılderili bir cırcır böceği sesi duyduğunu söyler. Diğerleri gülerek, bu kadar gürültü arasından cırcır böceği sesinin duyulamayacağını iddia eder. Kızılderili cırcır böceği sesinin geldiğini söylediği yöne doğru gider. Arkadaşlarından birisi onun nereye gittiğini gözlemek için takip eder. Gerçekten de o kadar yüksek binanın arasındaki küçücük bir yeşillik alanda cırcır böceğini bulurlar.

    Arkadaşı “Sende insanüstü güçler var! O kadar gürültü içinden bu böceğin sesini duyman bir mucize” der.

    Kızılderili “Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmak gerekmez” diyerek arkadaşına kendisini izlemesini işaret eder:
    Kaldırımın ortasında durur ve cebinden çıkardığı madeni parayı yere atar. İnsanlar madeni paranın düşme sesini duyunca sesin geldiği yöne bakarak ceplerini yoklamaya ve paranın kendilerinden düşüp düşmediğini araştırmaya başlarlar. Kızılderili arkadaşına dönerek “Önemli olan nelere değer verdiğindir. Her şeyi ona gore duyar ve hissedersin” der.

    (http://www.mahfiegilmez.com/2014/12/ne-pahasna.html)

    3. metin:

    DÜNYA GENELİNDE KABUL GÖREN EKONOMİ YAKLAŞIMINA YÖNELİK ELEŞTİRİLER

    Ekonomi, Adam Smith tarafından ayrı bir bilim olarak sunulduğunda içinde bulunduğu siyasal ortamın ve dolayısıyla biçimlendiği ideolojinin etkisini vurgulayarak siyasal ekonomi (political economy) olarak adlandırılmıştı. Adam Smith ve ondan sonraki klasik iktisatçıların yazdıkları kitaplar hep siyasal ekonomi adını taşıyordu. Ekonomi bilimine ekonomi (economics) denilmeye başlanması Alfred Marshall ile gündeme geldi.

    Marshall’ın Principles of Economics kitabını yayınladığı 1890 yılından itibaren siyasal ekonomi (political economy); ekonomi (economics) oldu.

    İşin içine önce geometri ve fizikten ödünç alınan kavramlar, sonra da cebir girdi. Zaman ilerledikçe matematik giderek ekonominin olmazsa olmazı haline geldi. Ekonominin bilim haline gelmesi Adam Smith ile olmuşsa da bugünkü görünümünü almasında Marshall’ın çok fazla etkisi oldu.

    Bugün analitik araçlarını kullandığımız ekonomi teorisi, özellikle de mikroekonomi teorisi, zaman içinde birçok katkıyla zenginleşmiş gibi görünse de, büyük ölçüde Alfred Marshall ile doruk noktasına çıkmış olan neoklasik yaklaşımın yansımasıdır.

    Bu yaklaşım bir takım varsayımlara dayanır:

    1. İnsanlar rasyoneldir ve aldıkları kararları bu doğrultuda alırlar (rasyonellik varsayımı, homoeconomicus düşüncesi.)

    2. Piyasaların açıklanmasında tam rekabet sistemi örnek alınır (rekabetin yaygınlığı varsayımı.)

    3. Kararlar, marjlar dikkate alınarak verilir (marjinalite varsayımı.)

    4. Tüketicinin amacı elde edeceği faydayı, üreticinin amacı ise kârını en üst noktaya çıkarmaktır (maksimizasyon varsayımı.)

    Bir modelin, bir teorinin varsayımlarını tartışmak ancak o model ya da teorinin gerçeklere uyup uymadığını sorgularken gündeme gelir.

    Uzunca bir süredir yerleşik ekonomi teorisinin gerçek yaşamı tam olarak açıklayıp açıklayamadığı tartışma konusu. Yani dayandığı varsayımlardan çıkarak ulaştığı sonuçlar tam olarak gerçek yaşama uymuyor. Oysa bir teori gerçek yaşamda karşılaşılan olayları basite indirgeyerek, sınıflandırarak ve genelleştirerek anlatmak için kurulur. Ne kadar iyi basitleştirmiş, ne kadar iyi sınıflandırma yapmış ve ne kadar esaslı genelleştirmiş olursa olsun ulaştığı sonuçlar gerçek yaşama uymuyorsa o teori işe yaramaz. Ve o zaman teori bir kenara atılmak yerine varsayımlarının doğru olup olmadığı gözden geçirilmeye başlanır. Uzun zamandır gerçek yaşama tam olarak uymadığı için eleştirilen neoklasik teorinin varsayımları, bu eleştirilerin en önde gelen parçası konumunda bulunuyor.

    Çevremizden gözlemlediğimiz kadarıyla rasyonel davranacağı varsayılan insanlar çoğu kez rasyonel davranmıyorlar. Bu konuda benim irrasyonel davranışlar teorisi başlıklı yazılarım da var. Gerçek yaşamda tam rekabete hemen hiçbir zaman ve hiçbir yerde rastlanmıyor. Gerçek yaşamdaki piyasalar; “monopollü rekabet” ile “oligopol piyasalar” arasında yayılıyor. Kararların marjlar dikkate alınarak verildiği meselesi bazı konularda doğrulanmış olsa da; bazı konularda doğrulanmamış bir varsayım olarak duruyor. Üretici/satıcının “kâr maksimizasyonu” peşinde koştuğu çoğu kez doğrulanmış olsa da; tüketicinin “fayda maksimizasyonu” peşinde koşması çoğu kez sözde kalıyor.

    Neoklasik yaklaşıma dayalı kitaplarda gerçek yaşamdan uzak soyut modeller kurulur ve buradan yavaş yavaş gerçek yaşama gelineceği belirtilerek yola çıkılır. Bu yapılırken birçok koşul sabit tutulur (ceteris paribus.) Her aşama geçildiğinde bir koşul kaldırılarak gerçek yaşama yaklaşıldığı öne sürülür. Ne var ki kaldırılan her koşulun yerine bu kez önceki koşul sabit varsayılarak ilerlenir. Dolayısıyla “ceteris paribus” deyimi neoklasik ekonominin tamamlayıcı parçası olarak sonuna dek devam eder gider. Genellikle de gerçek yaşama tam olarak gelinemeden kitap biter! Gerçek yaşamı işleyenler ancak uygulamalı ekonomi kitapları olur.

    Ekonomi kitaplarında matematik, konuları daha iyi anlatmak ve daha kolay anlaşılmasını sağlamak için bir araç olarak kullanılmaya başlanır ama giderek amaç haline dönüşür. Bir aşamada insan; kitabı ekonomi amaçlı mı okuduğunu / matematiğini geliştirmek üzere mi çalıştığını karıştırmaya başlar. Oysa ekonomi; insanın üretim, tüketim, bölüşüm, yatırım, tasarruf gibi alanlardaki davranışlarını anlamaya ve analiz etmeye yönelik basit bir bilimdir. Ne var ki içinde yaşadığı siyasal sistem ve dolayısıyla üstlenmek zorunda kaldığı ideolojik çerçeve onu gerçek yaşamdan soyutlanmış bir yola götürmüştür.

    Bu noktada neoklasik ekonominin; “kapitalist sistemi anlayıp analiz etmek için mi?” / Yoksa “kapitalizmin ideolojisini yaymak için mi?” geliştirildiği sorusu gündeme gelir!

    Benim düşüncem; neoklasik yaklaşımın, başlangıçta kapitalizmin ekonomik yapısını daha iyi analiz edebilmek amacıyla yola çıkmış olmasına karşın sonunda kapitalizmin ideolojisini yaymak amacına geçtiği yolundadır. Ve bunu, matematik gibi pozitif bilimleri daha çok kullanarak o eski siyasal, sosyal havasından çıkmış, daha bilimsel bir havaya bürünmüş gibi görünerek sinsice yapmaktadır!

    Oysa günümüzde kapitalizmin asıl ihtiyacı; krizlere, sıkıntılara yol açmış bulunan geçmiş ideolojisini yayacak kuramlara dayanmaktan çok; hatalarını gösterecek, bu hataların düzeltmelerini yapacak bir kuramsal çerçevenin gündeme getirilmesidir.

    (http://www.mahfiegilmez.com/2015/06/yerlesik-ekonomi-yaklasmna-yonelik.html)

    SON HATIRLATMA:

    Yukarıdaki metinlerin yazarı bile (3.’sünün sonunda) kapitalizmi “restore” etmekten bahsetmiş; yani “ortadan kaldırmayı” yazmak için eli yetmemiş!

    Bu durum belki de kendisinin daimi bir iktisatçı olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Hani o meşhur pazarlama mottosu vardır ya; “Think outside the box!” & “Belirlenmiş sınırlar içinde düşünme! Kalıplardan kurtul!” sözü bile ekonominin ta kendisi için de geçerli!

    İşin ehli bir iktisatçı bile “ekonomi” üzerine yaygın zihniyetlerin ve “kapitalizm”in bügünden yarına, hemen değişmeyeceğini gözlemliyor…

    Bu sebeple sizlere ısrarla haykırıyoruz:

    Ekonomiyi yabana atmanız, ikinci plâna ötelemeniz; onu yok etmiyor!
    Tıpkı hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya benzer bir yaklaşıma benziyor bu!

    Bu sebeple sayın Gün Zileli’ye ekonomi ile ilgili (“anti-kapitalizm” temelli!) yazılar yazın, eliniz yetmiyorsa dostlarınız yazsın siz yayınlayın diyoruz! Ama inatla umursamıyor! Dünyasını sadece Kınalıada’da geçiriyormuş gibi gözüküyor!

    Bir “pipsqueak” olup/olmamanız hiç önemli değil. Aşağıdaki kitabı dikkatle okursanız; birçok konuda hemfikir olduğumuzu göreceksiniz!

    KİTAP: “Borç” İlk 5000 Yıl
    Yazan: David Graeber (Antropolog ve anarşist)
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres:
    http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454

    Bir marxist olmamakla birlikte Marx’ın şu sözünü tekrar hatırlatıyoruz:

    “Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretirt; es kommt aber darauf an, sie zu verändern”

    “The philosophers have only interpreted the world, in various ways. The point, however, is to change it.”

    “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”

    Feuerbach üzerine tezler (1845)

  104. Yanlis anlasilmasin ben özrü bu siteyi okuyanlardan diliyorum, bu adamdan degil. Tiksinti duygusu ile doluyum…

  105. “Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.

  106. O.gürsel Tartisma olunca merak ederimde konu ne bir anlayabilsem..
    Bir degerli ögretmenimiz heycanla bilinenleri Zileliye anlatiyor.
    Oda ne ekleyimki diyor?Zaten yarim yamalak,derleme bilgi..
    Oda tam heycan… Lenin Sofistlik demesi aklima geliyor
    Sinirlenecek birsey göremiyorum. Birakalim insanlar anlatsin.
    Sitemiz konusmaylada asinmaz..

  107. Karışıklığın önüne geçebilmek için:

    32, 33, 34, 38, 43, 44, 45, 77, 78 ve 99’daki referans metinleri + yorumları + uyarıları yazan kişi aynı anonim kişidir.

    İsmimi açığa vurmayı çok isterdim ama ne yazık ki (en azından “şimdilik”) mümkün değil.

    Ümit ederim;
    “Ekonomizm” zehrine çoğumuzun karşı olduğu,
    Ama “ekonomi”yi yabana atmamamız gerektiği biraz daha net anlaşılmıştır!

    Eğer odanın ortasında bir fil duruyorsa, o fili görmezden gelerek sonsuza dek yaşayamayız!

    Saygılarımla…

  108. Ogürsel’e (85, 86, 96) korkarak bir yanıt

    Ben kısaca eninde sonunda insanız deyip, konuya sakinlikle bakmada yarar olabilir düşüncesiyle yola çıkmak istiyorum. Ama lütfen sabırlı olun, anlatayım.

    Aşağılayıcı sözler kullanmama kızmanızda haklısınız ve üstelik kendinizi savunmaya devam etmeniz beni sevindirip etkiledi. Ama ısrar ediyorum G. Zileli ile ilgili konuda ben haklıyım. Kafanızı bununla şişirmek istemem, ama isterseniz size e-maille bunu ispat ederim. Belki de sadece beni anlayan arkadaş Tezer Özlü’ye (29) bakarsanız yetebilir.

    Sizinle olan konuya gelince, yazışmalarımız fikir alış verişiyle başladı, sonradan bozuldu. Ben sizinle olan farkımızı olmuş bir olayı kısaltıp hikayeye çevirerek anlatmak istiyorum.

    Beyazlarla savaş eden bir halk yiyecek toplama mevsimi yaklaştığından haber gönderip savaşa ara verilmesini isterler. Reddedilir. Durumu tartışmak için halk toplanır ve “… bunlar yemeksiz nasıl yaşıyor?”, “…yaşamak mı önemli, yoksa savaş mı?”, gibi sorular sorulur. Aralarında ileri zekalı olan birkaç kişi (ve emin olun bunu alaylı söylemiyorum, tarihte defalarca gördüm, bütün varlığımla inaniyorum, kısacası zeka katsayısı IQ yüksekler) şu açıklama ve öneride bulunurlar:

    “Biz onların düzenini inceledik ve anladık. Yiyeceklerini köylüler eker biçer, değirmenciler öğütür, fırıncılar ekmeklerini pişirir, …, satıcılar halka yetiştirir,…, elbiseleri ve ayakkabıları da öyle, silah ve aletleri demirciler madencilerin çıkartıkları madenden yapar, …, hatta sırf öldürme sanatının eğitimini yapıp sadece savaş yapan askerleri var, kısacası tüm ihtiyaçlarını binlerce aracılar onlara yetiştirir…vs., vs.”

    Uzatmayacağım. Anladınız.

    Ve işte yanıt:

    “O zaman neden savaşa devam edelim? Onlar gibi olacağız ve savaşmamız için bir neden kalmayacak?”

    Bir örnek daha:

    Bu hayatı zehir edenlerle karşı direnişte şimdiye kadar benim bildiğim üç yol denendi,

    Karşı savaşa gitmek. Eninde sonunda karşı tarafın yöntemlerini kullanmak zorunda kalınıyor ve düşmanla aynı olunuyor.

    İkincisi kaçmak. Eninde sonunda “doğal” zenginlikler (maden, petrol, altın, uranyum vs.) veya turistik zenginlikler (doğa ve deniz güzelliği, yerel giysi ve yiyecekler, yerel müzik ve dans, vs.) bulup geliyorlar.

    Ve en son ben ve bana benzerlerin durumu. İçinde doğuyorsun, seni çiğneyip kusuyor ve (laf) kusturuyor.

    Kısacası daha henüz etkili bir yol bulunmadı.

    Ama bulduğunu iddia edenler var.

    Evet doğru, daha sizinle ilk yazışmalarımızda sizin (ve G. Zileli’nin yazdıklarından onun), bu yukarıdaki ileri zekalılardan (bunu alay ederek değil tüm samimiyetimle söylüyorum ve zaten dünyanın içinde bulunduğu durum bunu fazlasıyla kanıtlar) olduklarınızı gördüm. Yaptığım haksızlık bu insanlara karşı hislerimi veya kinimi (ki siz bunu güzel sezdiniz) size yansıtmak oldu. Bu tespitimim doğru olup olmadığını bilemem. Size bırakıyorum. Ve eğer yanlışım varsa söylediklerimin hepsi için özür diliyorum. Yoksa yine özür diliyorum çünkü sizi G. Zileli’yle olan sorunuma ben sürükledim. Ama lütfen iyi düşünün. Fark, farklı düşünme göreciliği, farklı fikirlere saygı, herkes istediği gibi düşünmede özgür olmalı, vs., vs. değil. Şu an yeni teknolojilerle eski tüketicilik, gelişme, ilerleme, mutluluk rüya ve umutlarına devama teşvik edenler çok. Aynı zamanda bunun imkansızlığını, dünyanın ve özellikle insanın sonu çanları çalındığını ileri sürenler de var. Ben ikinci gruba katılıyorum ve devrimcilerin büyük bir kısmının (-izm etiket farkları ne olursa olsun) hem son 4-5 yüzyıllık tarihte hem şimdi birinci grup içinde olduklarına bütün varlığımla inanıyorum.

    Sizinle G. Zileli arasında bir çok konuda fikir farkları olduğuna da inanıyorum. Burjuvalarla Marksistler birbirlerini yok etme savaşına girdiler ama her ikisi de İlericilik ve Mutluluk’a inanıp vadettiler. Ben sizin bu düşüncelere inandığınızı ve hizmet ettiğinizi gördüm. Ve yine karşımda düşman görmüş gibi oldum.

    Uzatmak istemiyorum. Ben bu konuda çok katıyım.

    Şimdi pek sevmediğim bir konu olan kendi özel hayatıma değineceğim. Bunun sizi incittiğimden dolayı yapıyorum.

    Ben matematik öğrettim. Üst seviyede bu dalı seçenlerle ilişki içinde olduğunuz için sizin sözünü ettiğiniz çirkin gönül ve gurur kırmalar pek olmaz. Konu otoriter bir konu, temelde fikir farkları olamaz. Zaten çok daha derin anlamda T. Kuhn bunun sosyal ilimlerde olmayışından yola çıktı. Alt seviyelerde ta başlangıçta ve sonra hep şunu düşündüm:

    “Ben burada olmak istemiyorum, çok daha genç ve canlılık dolu oldukları için, özellikle onlar burada olmak istemiyorlar. Ama hepimiz burada düzenin soytarılığına devam ediyoruz.”

    Ve ilk fırsatta hocalığı terk ettim.

    Bir şey daha eklemek isterim. Ben sizin dediklerinizden ve kendi bilgilerime ve mantığa dayanarak savunduğunuz fikirleri tespit ettim. Bu bir meslek hastalığı olabilir. Yazılarımda bu fikirlere karşı olduğumu, ve savunanlardan nefret ettiğimi dile getirdim. İsa gibi, benimle beraber değilsen, benim düşmanımsın; veya düşmanımın düşmanı benim dostum değildir, demek istedim. Ve bunları bazı kitap, yazı, tarihle örnekledim. Eğer suçum “siz de haklısınız, ben de haklıyım”, demememdeyse, suçluyum ve söylediklerimi geri alıp özür dileyerek bu konuyu kapatmak istiyorum.

    Sizinle tartışmalarda sözünü ettiğim tüm konuları kendi öğrendim. Yani otodidaktım. Sizin deyişinizle bu psikopatoloji, benim deyişimle uzmanlıktan tiksinti duymaktır. Bununla uzmanlıktan vazgeçilebilir iddaisında bulunmuyorum. Aynı para gibi, zararını biliyoruz ama onsuz, ne yazık ki, yaşayamıyoruz.

    İşte bir züppelik daha , ve özür dilerim çeviremeyeceğim:

    “ … We leave behind us the world of historical ironmasters and banker-historians, geological divines and scholar tobaconnists, with its genial watchword : to know something of everything and everything of something : and through the gateway of the Competitive Examination we go out into the Wasteland of Experts, each knowing so much about so little that he can neither be contradicted nor is worth contradicting.

    Young G. M. Young : Victorian England, Portrait of an Age

    Sizinle e-maille mektuplaşmak istemememin asıl nedenini de yine bir hikayeyle anlatmak isterim.

    Şehirlerde etkenlik, verimlilik, kısa yollar buluculuk, zaman kazanma kavramları içinde büyümüş biri kıra çıkar. Eşşeği sırtında ağaça çıkmış bir köylüye rastlar ve sorar:

    “Sen ne yapıyorsun?”

    “Eşşeğime meyve yediriyorum.”

    “Yahu, aşağı in, ağacı salla, meyveler düşer ve eşşek de onları yer”

    “Neden?”

    “Zaman kazanmak için!”

    “Yahu, eşşek zamandan ne anlar!”

    İşte ben köylüden tarafım ve sizin şehirliden taraf olduğunu sanıyorum. Ben size derdimi anlatamayacağımı gördüm ve vazgeçtim. Ve bu daha önce binlerce defa başıma geldiğinden imkansız olduğunu çok iyi biliyorum.

    Özetimin özeti:

    Burjuva-kapitalist-(ve dolayısıyla) bilim-teknik dünyasının getirdiği insanın kendini bile bir yatırım nesnesi gibi görmesi beni tiksindiriyor. Zamanın saat (-alet) oluşu, ve saatin kendimizi disipline sokma aleti oluşu bunun bir örneği. Ve bu, manastırlarda başladı. Ve bu, kapitalist dünya yaradılışında büyük bir rol oynadı. Sözü gelmişken bu manastırlardaki rahipler hemen hemen tüm işlerini araçlara (bilim-tekniğe) yaptırırlardı.

    Tarihte doğan her şey ölüyor ve ben (İNŞALLAH!) bu da ölür diyorum. Ama belki siz haklısınız daha da sağlıklı olur. Emin olun bunu alay etmek için söylemiyorum.

    Hoşça kalın.

  109. Tezer Özlü’ye (29), (18, 19 dan) bir yanıt.

    Merhaba Tezer Özlü,

    İlk önce yazınızı görmeyip gösterdiğiniz anlayışa zamanında teşekkür etmediğim için özür dilerim.

    Bir sonra da sözünü ettiğiniz kişileri tanımıyorum, Türkiye’de olup bitenler hakkındaki bilgilerim çok kısıt ve tavsiye ettiğiniz birçok kitapları okumadım ve hatta duymadım. Onun için cevabım genel olacak.

    Fakat dediklerinizi kabacada olsa anladığımı sanıyorum. Eğer şakamsı ve abartarak ifade etmek istersem, yazdıklarınızı okurken gözümün önüne sık sık gördüğüm ve beni çok duygulandıran bir manzara geldi. Birbirlerinin dilini bilmedikleri halde birbirleriyle konuşmaya devam edip birbirlerini anlayanlar.

    Başımıza gelen bir olayı anlatarak belki sizin çok daha zengin, çeşitli, uygun uyarılarınızın bir kısmını anladım demek isterim.

    Arkadaşlar bize hazırladıkları bir afişi göndermişlerdi ve bizde kapımıza içerden asmıştık. Afişte Yeltsin elinde Rus bayrağını sallar ve “Dünya Bankacıları Birleşin”, der.

    Bize Birleşmiş Milletler’de çalışan, görevinden dolayı dünyayı sık sık dolaşıp dünya liderleriyle sık sık el sıkışan, gerçekten yüksek zekalı bir hanım gelmişti ve çıkışta afişi gördü.

    – Ha, siz de Yeltsin’i beğeniyorsunuz, dedi

    “Dünya Bankacıları Birleşin”, lafının nereden geldiğini bilmiyordu!

    Bu bence zamanımızı simgeleyen diğer son derece azılı bir saldırının işareti: tarihi silmek.

    Çok güzel örnek ve alıntılarınızla bana umut verdiniz. Ve tavsiye ettiğiniz kitapları da okumak istiyorum. Tanıdıklarım sadece, belki Illich hariç, klasik sayılabilecek Veblen, Proudhon, Hobbes, Bakunin, Kafka, Zola, ve hele Swift ve çok sevdiğim, yazdıklarımda ondan sık sık “çaldığım”, hicivi!

    VE HELE HELE VIDEOLAR!!!

    Sizi sıkmak pahasına da olsa şu son yazdığım bir yanıtın bir kısmını “The Century of the Self” videosuna bir katkım olsun diye size aktarıyorum:

    “Burjuva-kapitalist-(ve dolayısıyla) bilim-teknik dünyasının getirdiği insanın kendini bile bir yatırım nesnesi gibi görmesi beni tiksindiriyor. Zamanın saat (-alet) oluşu, ve saatin kendimizi disipline sokma aleti oluşu bunun bir örneği. Ve bu, manastırlarda başladı. Ve bu, kapitalist dünya yaradılışında büyük bir rol oynadı. Sözü gelmişken bu manastırlardaki rahipler hemen hemen tüm işlerini araçlara (bilim-tekniğe) yaptırırlardı.

    Tarihte doğan her şey ölüyor ve ben (İNŞALLAH!) bu da ölür diyorum. Ama belki siz haklısınız daha da sağlıklı olur. Emin olun bunu alay etmek için söylemiyorum.”

    Hoşça kalın

  110. Gün Zileli Haziran 19th, 2015 at 14:35 yazısına yanıt:

    “Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.

    Haklısınız “bunamış”, demediniz. Ben yalan söyledim ve iftira ettim. Çok özür dilerim, siz, 18 yazıma karşılık
    Gün Zileli Mayıs 30th, 2015 at 14:06’da
    ” görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”, dediniz.

    Ben bu yanıtınızın, yanlışlıkla, fikirlerime karşı değil, beynimin yaşlandığı ve dolayısıyla zırvaladığım anlamına geldiğini, yani kişiliğime döktüğünü sanmıştım. Tekrar özür dilerim.

    Sizin yanıtınızı Tezer Özlü’nün (29) yanıtıyla karşılaştırdığımda zırvalamadığım belli ama “bunamış” demediniz, çok doğru.

    Önemli olan eşanlamlar ve eğer bildiğiniz iki eşanlamlı sözcükler varsa, geçekten merak ediyorum, sizden duymak isterim.

  111. Türkiye’deki solcuların ve Türkiye solunun hali pür melaline çok güzel iki misal O.Gürsel ve 103 numara…Size tavsiyem ilk önce kendinize bir sorun: İyi de biz bu boku niye yedik?

  112. Anonim (99) ve anonim (38)’e (tekrar ve kısmen) bir yanıt.

    Yine ben “pipsqueak”.

    Ben ilk yanıtımın kaynağında bir yanlışlık yaptım ve New York Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi Ümit Akçay’la aynı sandım. Özür dilerim,

    Önce bu adı (“pipsqueak”) neden seçtim? Dediklerinize katılıyorsam da benim iktisat konusunda bilgimin kısıtlı oluşu. Genellikle bilgilerim, eski tazeliğini kaybetmiş olsa bile, daha sonraki yazınızda belirlediğiniz (sosyal yaşamı içeren) siyasal ekonomiyle sınırlı. Ama Weber, Tawney, Veblen, Braudel, Wallerstein ve benzerleri gibi özellikle kapitalizmi inceleyen düşünürlerin çok güzel fikirlerinden yararlandım. Ve bir hayli ekonomi tarihi okudum. Siz de biliyorsunuz ki okuyup en azından yalanlardan uzak durmak başka, belli bir konuda aydınlatıcı bir yazı veya katkıda bulunmak başka. Tavsiye etiğiniz kitaplar (38’de) arasında daha henüz okuamadıklarımı okumaya çalışacağım. Benim de bir katkım olsun. Eğer fırsat bulursanız, aşağıdaki kitabı okumanızı isterim.

    Medici Money: Banking, Metaphysics and art in Fifteenth-Century

    Tim Parks

    Eğer benim katkıda bulunabileceğim bir konu varsa o da bilmekten çok anlamakla ilgili. İşte bir örnek:

    “Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Bilgi hakimdir, mal mahkum. Bilgi sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. Bilgi ruhun gıdasıdır, mal cesedin gıdası. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Bilgi kalbi aydınlatır, mal kalbi katılaştırır. Mal, sahibinin vefatıyla kendisine hizmeti de son bulur, bilgi ise hizmet etmeye devam eder. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır. Mal toplayanlar öldüklerinde unutulur, bilgi sahipleri eserleriyle her zaman yaşarlar.”

    Ben yukarıdakine hiç katılmadığım gibi tehlikeli bile buluyorum. Veya olsa olsa dünyayı zehir edenlerin mazeret ( kalbi aydınlananlar gibi) örnekleri.

    Bu sitede bir E. P. Thomson’dan bir örnek vermiştim, tekrarlayacağım. 17. yy devrimcileri, bir meyhanede alt üst olmuş dünyayı tekrar alt üst etme yollarını ararlar. Biri bilenleri davet edelim bize yardımcı olsun der. Bir kunduracı bilenleri boş ver onlar hep gücün yanındadırlar diye cevaplar. E. P. Thomson da “biz hala bu meydan okumaya bir yanıt veremedik”, der.

    Mala (daha doğrusu metaya ama ben mal sözcüğünü kullanmaya devam edeceğim) önem vermeyle bilgi o kadar iç içeki, ayırt etmek için dahi olmak lazım.

    İşte diğer, ve son derece sevdiğim bir örnek:

    Çocuklar için dünya bir oyuncak, bizim için mal.

    Bu deyişteki çocuklar ya bizim bilmediğimiz ve hatta bilmek istemediğimiz ve hatta hatta bilsek de hiç bir şey yapamadığımız bilgilere sahip veya bizim bilgimiz dünyayı mala çevirme bilgisi.

    Bunu pekiştiren bir örnek:

    Beyazlar Amerika ve diğer “daha önce bilinmeyen” yerlerdeki insanların üzerlerinde oturdukları “doğal zenginliklerin” cahilliklerini görüp, ırkçılıkla ve diğer ideolojilerle, kırımdan geçirdiler. Doğru bilgi kalır, malları yer yer bilgi veya başka bir şey şekliyle ağzımızdan çıkarırız.

    Eskiden köylü asırlara dayanan neyin nerede en iyi yetiştiği bilgisiyle eker biçerdi. Bunun safsatalara dayandığını gören yeni ve ileri bilgili bilim-teknik uzman bilgelerin maşallah akıl almayacak bilgi ve bilgilerine şükür kimyasal ilaçlar, böcek zehiri, yapay gübre ve benzeri mucizeler toprağı, suyu, denizi, havayı kullanılmaz hale getirdi. Şimdi de yeni teknolojileriyle eski masallarını yeni ambalajlarla satmaya çalışıyorlar. Gerçi aynı şey daha dolaylı insanlara da uygulandı ama o ayrı bir konu. Sadece birkaç örnek: elektriğe şükür geceler gündüze döndü ve işçiler ekonominin empoze ettiği geceleri de çalışmaya sürüklendi; televizyona şükür insanlar birbirleriyle konuşacağına inek trene bakar gibi ekonominin empoze ettiği düz ekrana bakarlar; ulaşım ve telefona şükür insanlar komşu veya sevdikleriyle olacaklarına ekonomi empoze ettiğinden arada bir görüşür ve arada bir konuşurlar; … örnekler sonsuza dek çoğaltılabilir.

    Siz ekonomiyi bilmenin öneminde ısrar etmede haklısınız ve katılıyorum. Ne var ki, dünyanın %90’ında bile fazlası tüm gün çalıştıktan sonra zamanlarını televizyon önünde geçirirler, bu konuları çok sıkıcı bulurlar, anlamaları için gerekli tarih ve diğer bilgilerden yoksundurlar, … Kısacası böyle bir proje ancak, aynı Bolşeviklerin veya eski-yeni Bolşeviklerin inandıkları gibi, işi işi bilenlerin ele alıp yürütmesine yol açar.

    İkinci dikenli konu.

    Dünyayı değiştirenler düşünürsek pek iç açıcı bir sahne ortaya çıkmıyor. Devletler, savaşlar, krallar, imparatorlar, generaller, mal tüccarları, bankalar, kapitalistler, burjuvalar, okullar, araç-gereçler, ruh tüccarları, peygamberler,…

    Ama her şeye rağmen siyasal ekonomi ve “anti-kapitalizm” içeren yazıların çok yaralı olacağına inanıyorum.

    Şimdi de size baş belası olacağım.

    Eğer dünya ekonomik güçlerini ellerinde tutan banka, endüstri ve diğer ekonomik kesimleri bilim-teknik teknisyenleri (uzmanlar, eksperler) yönetiyorlarsa, kapitalizm var ama ne burjuva var (sosyal ve kültürel açıdan tüm dünya burjuva oldu anlamda) ne de kapitalist var, diyebilir miyiz?

    Eğer devlet adam veya başkanları ekonomide bir karar vermede bilim-teknik teknisyenlerine danışmak zorundaysa, siyasi güçler bile artık sözüm ona siyasi gücü elinde tutanlarda değil diyebilir miyiz? Bu koca devlet adamları da ekonomi de cahilse, benim cahil olmam daha zararsız değil mi?

    Çok daha kısacası, sadece ekonomide değil bütün alanlarda dünyaya egemen olan teknisyenlerin, egemen olmada pek gözleri olmadıklarını (*) ve maaşlarını veren her efendiye hizmetkarlık etmeye hazır olduklarını ileri sürersek, yanlış mı?

    (*) Bence bu çok önemli, çünkü kurtuluş modelleri tamamıyla değişik bir dünya görüşünden (Weltanschauung) haraket eder. Çok sayıda eski-yeni devrimcilerin söylemi (discourse) ve devrim modelleri gibi. Nitekim bu Rusya’da oldu.

    Bu biraz Marx’ın binyılcı (millenarianists) ve diğer devrimcilere yöneltiği eleştiriye benzer. Asıl düşman kapitalizm yerine artık ölmüş düşman Kilise’ye saldırmak.

    Mal-bilgi alıntıya dönüş.

    Benim bildiğim kadar bilgiyi (ve daha sonra her şeyi) insandan ayırıp ölü kurumlara mal etme Sümer’de okul ve yazıyla başlar. Çok uzatmayacağım. Daha sonra bilgi tekel olur ve sadece maşallahlılara aktarılır (işte size entropinin, bilgiyle bağlamı açısından, arttığı yalanına bir örnek).

    Daha daha sonra ve bilgi birikimini bankacılığa (veya benim deyişimle kabızlığa) dökenlerin bunu yapmayanlara egemen oluşunu hepimiz biliyoruz.

    Ben eğer mal ölenle işlevliğine kaybetse (ki son derece yanlış: özgür toplumlar mal birikiminin siyasi güçle ayırt edilmez olduğunu çok iyi bilirlerdi, önlemeye çalışırlardı ve ekonomi yerine siyasi ekonomi demenin yararı bu) her türlü mal birikimine çoktan razı olurdum ama birikmemiş malsız kapitalizmin doğup gelişmesini düşünebilmem imkansız.

    Şöyle diyeyim: asıl savaş ölüyle yaşayan arasında. Ve daha henüz ölüyü öldürme yolunu bulamadık.

    Borç kitabı çıkalı okumak istedim ama daha henüz olmadı. Mutlaka okuyacağım.

    Kızılderili örnekleriniz şahane. Doğru, biz kafeste etrafını süsleyen maymuna benziyoruz ama 3. metni yazan La Boétie’nin köleliği gönüllü seçenlerden birine benziyor.

    Diğer verdiğiniz bilgiler için teşekkürler.

  113. 106 dahisine:

    Bu bok yiyenlere şahane bir tavsiye: yok kadar az bir azınlık ve siz hariç tüm dünya için geçerli. Kim demiş Türkiye’den dahi çıkmaz? Dahi ressam çıkmaz? Herif bir fırça atmayla, hem zamanda hem mekanda, dünyayı boyadı!!!

    “Meğersem bir Türk bir dünyaya bedeldir”, doğruymuş.

    Ben dünyada tanıdığım bütün solculara telefon edip sizin bu dahi sorunuzu aktardım. Nihayet şifre çözüldü sevinci içindeler.
    Ve sadece solcular değil, en az 7 bin senedir bok yiyen diğer insanlar da biz nasıl bu soruyu kendimize sormadık şaşkınlığı içinde. Hele zengin ülkelerde bu bok yemekten kafayı yemiş olanlar. Siz bir psikiyatrist olarak kafayı yiyenlere bu basit ama derin soruyu kendi kendilerine sormayı leblebi gibi dağıtın, eurolar cebinize leblebi gibi dolar. Siz bu dahisel yeteneğinizi Türkiye gibi geri kalmış bir ülkede boşuna harcıyorsunuz.

    Ne mutlu keskin zekalı, yaratıcı, derin düşünücü, konunun aslına gidici, etkici, verimci, bir an önce sonuç bekleyici, işin özünü bilici, kısacası bir an önce zengin olmak isteyen solcuyum diyene!

  114. (104’e cevaben,
    Yazdıklarına daha dikkatle eğildiğim [107] “pipsqueak” rumuzlu kişinin yazdıklarına kısmi cevap)

    Yanıtınız için teşekkürler.

    103’te sayın Ogürsel’e yazdıklarınızı da okudum.

    Sizle karşılıklı olarak konuyu daha detaylı görüşmek isterdim. Ama ne yazık ki hem zaman, hem mekân, hem de kimlik yönünden sıkıntılarımız var!

    Bu sebeple:
    4 adet alıntıyı aşağıya aktararak; “Günümüzde bizlere neleri unutturmaya çalışıyorlar?” sorusu temelinde birkaç adım ilerlemek için “potlaç” geleneğini hatırlamanızı ve “sosyoloji” alanına daha ciddiyetle eğilmenizi tavsiye ederim.

    (Sadece bir isim vererek koca sosyolojiyi ona sığdırmak niyetinde değilim: Özellikle ve özellikle “Ulus Baker”in yıllar önce bizlere ne anlatmaya çalıştığına bugün tekrar tekrar dikkat kesilmeliyiz!)

    NOTLAR:

    (A)
    Aşağıdaki metinleri “potlaç geleneği” ve “sosyolojinin önemi” temelinde değerlendirmenizi öneririm. Aşağıdaki birçok açıklama, siyasi zeminde şahsınızın da görüşleriyle uyuşmuyor olabilir. Kendimden örnek verirsem; bir anarşistim. Bir metinde bir devletin (mesela Osmanlı “İmparatorluğu” veya Türkiye Cumhuriyeti “Devleti”) güzellemesi çeşitli şekillerde yapılmış. Burada üzerinde durulması gereken husus “potlaç”ın izini sürmek olmalı. Unutulmamalıdır ki; bu gelenek, “devlet” isimli mekanizma dünya genelinde yaygınlık kazanmadan önce de vardı.

    (B)
    “Anarşizm” çok derin bir konu! (Ki bunu bu sitede belirtmek biraz abes kaçar!) Dallanıp, budaklandırmadan ifade edeyim: “Libertarianism”in market-friendly capitalism (piyasa dostu kapitalizm) kılıfına uydurulduğunu tecrübe ettiğimden, “liberal” kelimesinin tam mânâsıyla “patron kıçı yalayan!” bir anlam kazandığını yıllardır tecrübe ettiğimden; “anarşizm” kelimesinin önüne veya arkasına herhangi bir ek koymadan, onu öz hâli ile kabul ettiğimi ve hayatımın bu şekilde aktığını bildiririm. Bu hatırlatmayı yapmamın nedeni; “birey olarak insanın özgürlüğü” algısı ile “kapitalizmin kuyruğundan ayrılmayan ‘bireyci’ler” arasındaki farkın artık yok olduğunu ispat etmek içindir! Birçok yönüyle kendisine karşı olsam da Jean-Paul Sartre’ın şu ifadesinin ne kadar doğru olduğunu her gün daha iyi anlıyorum: “Liberal, iğrenç bir sözcüktür!”

    Ve ekliyorum (1): “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!

    Ve ekliyorum (2): Özellikle bugün “şirketler”, “devletler”den daha tehlikeli ve ölümcüldür! Bu iki güruha karşı aynı anda mücadele etmezsek; bırakalım “anarşist” olmayı, “iyi insan olmak” tabirinin bile ne demek olduğunu unutmuşuz demektir!

    ***

    Alıntı 1:

    DİRENİŞ ve “ÖZGÜRLERİN EKONOMİSİ”!

    Yazan: Olcay Çelik
    Tarih: 1 Ağustos 2013

    “Hakikatin tek kuralı ve koşulu vardır,
    o da onu inşâ etmiş olmaktır!”
    Giambattista Vico

    Direniş ekonomisinden bahsederken aslında neyi ima ettiğimizi açıkça anlatmamız gerekiyor, zira kavram, bakılan perspektife göre birçok farklı içeriğe ve bağlama işaret edebiliyor. Eğer günlük borsa ve döviz verilerini yorumlayan bir TV yorumcusu ya da iktisat alanında bir akademisyensek, “direniş ekonomisi” bize 18 günlük direnişin ülke ekonomisini ne kadar zarara uğrattığı ile ilgili analizleri çağrıştıracaktır. İşgüzar bir muhabir ya da ülkenin başbakanıysak, aynı kavramdan bu sefer de bu direnişi kimin finanse ettiği ile ilgili soruları anlayacağız muhtemelen. Bir işinsanı için ise, direniş ekonomisi, çoklukla krizi fırsata çevirme ile ilgili stratejilere işaret edecektir… Aslında bu kavrayışların tamamı aynı bakış açısının farklı renkteki filtrelerle resme dökülmüş hâlleridir! Direniş ekonomisine gerçekten farklı bir perspektiften bakmak için, irade ve arzularını başkalarının emrine vermek zorunda kalmış kitlelerin, yani “ücretli emekçiler”in yanında durmamız gerekiyor! Bu da bizi direnişin ekonomi-politiği üzerine konuşmaya zorluyor.

    Tanıklıklar önemlidir. Zira tanıklıklar, tekil olanın kendini olduğu gibi anlatmasına yardımcı olur ve gerçek benzerliklerin soyutlama ile değil, somutların yan yana durmasıyla açığa çıkmasını sağlar. Dolayısıyla direnişe tanıklıklar açısından baktığımızda; ne kaybedilen milyon dolarları, ne gizli güçleri, ne de yeni kâr olanaklarını görürüz! Görülen şey; ekonominin ontolojik unsurlarının, yani her bir somut emeğin, bölüşüme dair “daha önce tatmadığı” bir deneyimdir!

    ÖYLE BİR İSTANBUL GÖRDÜK!
    SORARLAR BİR GÜN SORARLAR!

    Gezi Parkı merkez olmak üzere Harbiye mevkii, Taşkışla’nın sokakları, Tarlabaşı Bulvarı, Gümüşsuyu yokuşları ve elbette Taksim Meydanı; “devlet”in ve “sermaye”nin fiili olarak mevcut olmadığı 11 günlük bir süre boyunca direnişçilerin denetimindeydi!

    Ben de dâhil birçok insanın daha önce yaşamadığı ancak hepimize bir o kadar da âşina gelen bir şeyler vardı bu mekânda. Öncelikle belki de ilk defa size ait bir mülkte yürüyormuş hissiyle adımlıyordunuz meydanı, sokakları ve parkı. Özgürdünüz! Bir noktadan kalkıp diğer noktaya giderken bunu sadece uygun gördüğünüz, yani istediğiniz için yapıyordunuz. Gerçi önceden de özgürce dolaşabiliyordunuz buralarda kimse size “nereye hemşerim?!” diye çıkışmıyordu! Bu sefer farklıydı işte! Örneğin iş çıkışında trafiğe kalmamak için “özgürce” koşmak zorunda değildiniz! Arabaların altında ezilmemek için “özgürce” kırmızı ışığın yanmasını beklemiyordunuz! Akşam saat geç olduğu için “özgürce” eve dönmek zorunda kalmıyordunuz! Karnınızı doyurmak için cebinizden “özgürce” bir 20 TL ödemenize gerek yoktu. 5 yıldızlı otellerin önünden başınızı “özgürce” öne eğerek geçip gitmek zorunda da değildiniz! Hâsılı, sizi önüne katıp akmak zorunda bırakan bir güç dalgası yoktu sanki artık! İlk defa bir şeylerin nasıl olması gerektiğini siz belirliyormuşsunuz gibiydi ki, sizi o bir hafta boyunca mülk sahibi yapan şey de bu otonomiydi aslında! Herkes bu otonomiye sahip olmuştu bir anda: Herkes her şeyin sahibiydi, ve aslında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi de değildi! Bu da kafanızdaki “mülkiyet” kavramının çok da kolay kavrayamadığınız bir biçimde değişmeye başladığını gösteriyordu! Bireye ait mülkiyetten ortak mülkiyete geçişin bebek adımlarını deneyimliyordunuz!

    ANAYASAL DÜZENİ YIKMAYA TEŞEBBÜS!

    “Ekonomi-politik” açısından bu otonomi çok önemlidir, zira emek-gücünün ve iradenin kiralanamıyor, dolayısıyla devredilemiyor olması kâr kavramının da buhar olup uçmasına yol açar! Dolayısıyla biyolojik yeniden üretim ilişkileri açısından toplam iradenin evrileceği iki yön kalır: (1) “İzole bireycilik” ya da (2) “dayanışma”!

    İlkinde herkes kendisine ait kaynakları kullanırken, ikincisinde “kaynak kavramı” ile “mülkiyet kavramı” birbiri ile ilişkisiz hâle gelir! Rock’n Coke Festivali’nde ilk forma evrilecek ve öyle kalacak olan kalabalık; Gezi’de enteresan (!) bir şekilde hızlıca ikincisine yöneldi! Ekonomik karar alma unsurları (bildiğiniz “insanlar” yani), park dışındaki hayatın itici gücü olduğu vaaz edilen kâr güdüsünü ve izole bireyciliği reddettikleri için karar alma eylemi de dolayısıyla artık bireyi değil, kolektifi ilgilendiren bir mesele hâline geldi! Dolayısıyla direnişin ilk günlerinde devletsizliğin ve patronsuzluğun getirdiği “sınırlanmama” hâlinin; özgürlüğün sadece bir yüzü olduğu kavrandığında yeni hayatın kurulabilmesi ve idamesi için gerekli olan güvenlik, barınma ve gıda ihtiyaçları için işbölümü yapmak ve çalışmak gerekiyordu. Bu görevlere sizi kimse atayamazdı! Siz de kimseyi herhangi bir göreve koşamazdınız! Ne yapılacağına, nasıl yapılacağına, ne ile yapılacağına, ne kadar sürede yapılacağına hep birlikte karar vermek ve verilen kararı da yine hep birlikte uygulamak gerekiyordu.

    Başbakan konuyla ilgili olarak; “Gezi Parkı’nda her şey ücretsiz, kaynağı da enteresan!” diyerek, alışıldığı üzere iç ve dış mihraklara işaret etmişti!
    [radikal.com.tr (13 Haziran 2013), “Başbakan Gezi eylemcilerine kızdı: Orası sidik kokuyor!”, Radikal]
    http://www.radikal.com.tr/politika/basbakan_gezi_eylemcilerine_kizdi_orasi_sidik_kokuyor-1137438

    Başbakanın söyleminin açık etmediği nokta; direnişçilerin yeni bir ekonomi-politik deneyimi gerçekleştiriyor olduğuydu! Kaynak aslında değişmemişti: Direnişten önce olduğu ve sonrasında da olacağı gibi, her türlü ekonomik değeri yaratan bu kaynak “insan emeği” idi! Dolayısıyla Gezi Parkı’nı anlamak için sorulan soru yanlıştı! Asıl soru; üretilen değer “neden böyle bölüşülüyor?” olmalıydı!

    Muhakkak ki Gezi Direnişi’nde başından sonuna tam bir kolektif üretimden söz edemeyiz. Bu, teknik olarak mümkün değildi. Öncelikle, direniş alttan ve birbiriyle ilişkisiz kanallardan örgütlendiği için, bütünlüklü bir organizmadan ziyade daha küçük anarşist kolektiflerin yan yana durması ile oluşmuştu: Pratik sorunlara dair çözümler yerelden (çadır mahalleleri, taraftar grupları vb.) gelmişti ve ilk etapta yine bu yerellere dairdi. Yereller arasındaki işbirliği nispeten daha sonra kuruldu. İkinci olarak; yapı nispeten daha bütünlüklü bir işlerlik kazanmaya başladığında bile kolektifi besleyecek, koruyacak ve arıtacak metaların üretimi için gerekli hammaddeler (kuru gıda, şeker, çay vb.) ve üretim araçları (tencere, servis malzemeleri, gaz maskesi vb.) bitmiş ürün olarak “dışarıdan” alınmak zorundaydı. Ancak tabii ki bu faktörleri işlemek için, tarih boyunca olduğu gibi başından sonuna, yine emeğe ihtiyaç duyuluyordu! Bu emek nasıl ve hangi ilkeye göre sarf edilecekti? Ayrıca bu emek ile üretilecek olan yeni değerin nasıl paylaşılacağı da düşünülmeliydi. Bunların hiçbiri sorun olmadı. Kimse neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatmadı. Hattâ bu konuda en ufak bir kuramsal tartışma bile dönmedi. “Mübadele ekonomisi”nin yerini ilk andan itibaren “dayanışma ekonomisi” almıştı. Dolayısıyla bazıları elinden geldiğince yemek pişirilmesine, dağıtılmasına, çöplerin toplanıp barikatların inşa edilmesine katkıda bulunuyordu. Sonunda ise elde edilen artı-değer (ürünler ve imkânlar); bireylerin katkıda bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, herkesle paylaşılıyordu! Böylesine bir kalabalık elbette ki seyyar satıcıların da iştahını kabartıyordu. İlk günler buna engel olunamasa da, sonraki günlerde park mûkimlerinin parktaki her şeyi ücretsiz kılmak adına seyyarları dışarı çıkmaya zorlaması ve son günlere doğru bunu başarabilmiş olmaları, direnişçilerin nasıl bir mikrokozmos kurmaya çalıştığının en açık göstergesiydi! Birçok ağaca asılmış olan “Parktaki her şey ücretsizdir!” tabelaları da “yeni ekonomi-politiğin” ilkelerinden belki de ilkini dillendiriyordu!

    Birçoğu bu kolektif üretime katılmadı elbet. Çekinenler olduğu kadar, böyle bir şeyi “fazla romantik!” bulanlar da oldu! Ayrıca kolektife katılan kesimin tamamının da kuramsal anlamda dört başı mamur bir kolektiflik algısıyla hareket ettiğini söylememiz imkânsız…

    Ancak zaten dikkate değer olan şey de bu “otomatik kolektifleşme pratiğiydi”! Bu; çok net bir şekilde insanın kolektif eyleme yatkınlığının ya da ona duyulan arzunun bir göstergesiydi. Park içerisinde kitaptan ilaca, sigaradan içeceğe birçok metaya bilindik anlamıyla “bedelsiz” erişebiliyor olmak ve birçok insanın kendinden daha büyük ancak aynı zamanda kendini aşmayan bir şey için emek sarf ediyor olması; bu pratiğe aşina olmayanlara yapılabilecek belki de en verimli propaganda biçimi oldu diyebiliriz! Bu eğilimi küçümsememek gerekiyor: Zira direnişçiler ülkenin tam göbeğinde, üstelik tüm tahakküm biçimlerinin nesneleşmiş hâlleri olan “Cami-kışla-AVM troykası”nın inşa edilmesi istenen yerin tam ortasına biraz pilav, biraz fasulye, bir-iki bardak da çaydan oluşan, mütevazı da olsa bir emekçi sofrası kurmuş, haberli ya da habersiz, yeni bir komün deneyimi inşa etmeye çalışıyorlardı! Özümüz olduğu “iddia edilen!” homo economicus gitmiş, yerini “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi almaya başlamıştı; üstelik bunu tüm dünya görüyordu!

    Yaşanan bu deneyimin anayasayla ilişkisini görmek önemli… Anayasal düzlem mevcut ekonomi-politikten ayrı bir alan değil, tam tersi onunla eşbiçimli bir yapıya sahip. Bugün anayasal düzlemde insanlar, Negri ve Hardt’ın da belirttiği üzere, var olan bireyler olarak değil, sahip olan unsurlar olarak tanımlanıyorlar; tıpkı ekonomik düzlemde olduğu gibi. [Antonio Negri & Michael Hardt, “Commonwealth”, sayfa 7, Belknap Press of Harvard University Press, 2009]

    “Sahip olmak” durumu; en geniş anlamıyla anlaşılmalı:
    Maddî bir mülke sahip olmak/olmamak,
    Belirli bir yeteneğe sahip olmak/olmamak (liyâkat),
    İyi bir sicile sahip olmak/olmamak,
    Belirli bir yetkiye sahip olmak/olmamak vb.

    Bu da sosyal alanda karşı karşıya gelen bireylerin değerlerinin karşılaştırılabilir olmasını sağlıyor. Karşılaştırılabilme de “daha fazla” olana “daha az” olanı ezme şansı sağlıyor!

    Daha yüksek fiyatı veren; kamuya ait ihaleleri alabiliyor!
    Yeterli mülke sahip olan; mülksüz insanların emek-güçlerini kiralayıp istediği gibi şekillendirme hakkına sahip oluyor!
    Daha eğitimli olan; toplam bütçeden daha yüksek bir payı hak ediyor!
    Sicili daha temiz olan; daha etkin pozisyonlarda görev alabiliyor!

    Böyle baktığımızda bu “daha” kavrayışını kavram kümesine dâhil etmeyen “Gezi Parkı deneyimi” (uçuk olduğu zannedilen bir yorum olsa da!) potansiyel olarak bizatihi anayasal düzlemi tehdit etmeye başlamıştı diyebiliriz!

    Siyasetin ve bölüşümün “insan” ile “eşya” arasında değil;
    “İnsanlar arasında” gerçekleşen bir faaliyet olduğu düşünüldüğünde:
    Efendi arzudan kurtulup kolektif bir hayat inşa etmeye başlayan bir direnişin bedeli bu süre boyunca akamete uğrattığı finansal değerle değil, gelecekte vaat ettiği ortak yaşamın değeri ile ölçülebilir ancak!

    “Sahip olan” bireylerin, yavaş yavaş “var olan” bireylere dönüşmeye başlaması da;
    Yukarıda açıklığa kavuşturulan “daha!” kavramını savunan insanlar için sanılandan çok “daha!” maliyetli bir kalkışmadır!

    ARZU TRAMVAYINDAN “ÖZGÜRLÜK TRAVMASINA”!
    VE ŞU “ALTERNATİF KAPİTALİZM” DEDİKLERİ!

    11 Haziran 2013 sabahı polisin Taksim Meydanı’na saldırması ve işgal etmesi öncesindeki 11 günlük sürecin sonlarına doğru direnişin iç dinamiklerinin hafif de olsa sekteye uğramaya başladığını biliyoruz. Hattâ öyle ki; direnişçiler arasında esprili bir şekilde “Polis saldırmasaydı zaten 2-3 güne bu direniş bitecekti” muhabbetleri döndüğüne şahidizdir!

    Metin Yeğin “Patronsuzlar” adlı kitabında Brezilya’daki işgal fabrikalarında çalışan bir işçi ile yaptığı röportajlarından birinde sorar; “Patron ile mi çalışmak daha iyi, patronsuz mu?” İşçilerden bazıları; “Patronlu dönem daha iyiydi. Düzen ve disiplin vardı. Öyle herkes her şeye karışamazdı. Toplantı üzerine toplantı yapılmıyordu. Patron ne diyorsa o oluyordu” ya da “Patronla çalışmak daha iyi. Böylece yok genel toplantı, yok üretim toplantısı filan yapmazdık. Bu yüzden bir de Cumartesi, Pazarlarımız gidiyor” şeklinde cevaplar verir. [Metin Yeğin, “Patronsuzlar”, sayfa 83-85, Versus Kitap Yayınları, 2006]

    Gezi’de de birçok kişiden duymuşumdur:
    “Abi, birileri söylesin ne yapmamız gerektiğini de yapalım. Böyle sabaha kadar birbirimizi yiyoruz!”

    Birilerinin neyi nasıl yapacağımızı söylemesi, şüphesiz önceki hayatlarımızdan kalma bir alışkanlık! Hattâ daha fazlası…

    Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.

    Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!

    Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!

    Tabii, varoluşumuzun kesit-zamandaki eğiliminin “efendi arzuya tâbiyet” ya da “küçük arzuları tahakküm altına almak” olması tespitinden “kolektif eylemin insan doğasına aykırı olduğu” sonucunu çıkarmak yanlış olur! Zira bu çıkarım, varoluşun güç ilişkilerinin sosyal ve tarihsel, ve dolayısıyla dinamik ve değişime açık yapısını göz ardı eder.

    Tarih boyunca karşılaşılan amansız hastalıkları ve türümüze ait fiziksel yetersizlikleri “kader” olarak görmeyen bir bakış açısının; insanın ekonomik ve siyasal davranışlarını “değişmez kabul etmesi!” her şeyden önce bu bakış açısının kendi ilkeleriyle çelişmesi anlamına gelir! Medyamızda bu yeni ekonomi-politiğin insan doğasına aykırı olduğunu çekinmeden dile getiren bir grubun dışında; direnişi “herhangi bir siyasal ve ekonomik bir alternatif üretememekle” suçlayanlar da az değildir!

    Bu zevata göre; direniş “kontrolsüz!” ve “hedefsiz!” bir yığın hareketi olarak kalmaya yazgılıdır!

    “Alternatif” kavramından eğer:
    Projelendirilmiş ve fizibilitesi yapılmış-bitmiş,
    Finansman ve eylem plânı netleştirilip rol dağıtımı yapılmış bir dosyayı anlıyorsak;
    Evet, bu direniş hiçbir şekilde “bir alternatif kapitalizm!” saçmalığını ne mutlu ki üretmemiştir!

    Ama eğer kavramın İngilizce kökünün “to alter”, yani “değişmek” olduğunu görebilecek bir göze ve varlığın “bir an” değil de “bir süreç” olduğunu kavrayabilecek birikime sahipsek; bu direniş bize yeni bir ekonominin kapılarının zorlanmaya başlandığını, o koca kapının bir nebze de olsa hareket etmeye başladığını gösterecektir!
    Birçoğumuz için rüya olan bir model; kısıtlı bir ölçekte, kısıtlı bir işlerlikle de olsa 11 gün boyunca vücut buldu nihayetinde!

    Kimse kolay olduğunu söylemedi! Ama bunun “imkânsız” olmadığını artık biliyoruz!

    BEKLENEN ŞARKI ve TÜSİAD + MÜSİAD GİBİ KALELERE KARŞI ÇIKMAYA NİÇİN KİMSE YELTENMEZ!

    Direnişin yeni bir ekonomi-politiğin nüvelerini taşıdığını söylüyoruz. Peki, gerçekten ne beklemeliyiz?

    Sol kesim olarak her daim beklentilerimizin zaten çok büyük olduğu ve bir şeyler kazanmaya pek de alışık olmadığımız gerçeğini göz önünde bulundurarak; ilk etapta bu hareketten neleri “beklemememiz” gerektiğini sıralamanın daha sağlıklı sonuçlar üreteceğine inanıyorum.

    Bu direnişten; “ücretli-emek” ve “bölüşüm” sistemine darbe vurabilecek eylem biçimlerinden biri olan “fabrika işgalleri”ne evrilebilecek bir enerji görmek çok şimdilik gerçekçi olmaz. Zira bu direniş çoğunlukla özgürlük taleplerinin başlattığı bir orta sınıf hareketi ve bu hareket öznelerinin içerisinde üretken emek sergileyen, dolayısıyla fabrikalarda üretimden gelen gücü kullanabilecek ücretli işçiler azınlıkta…

    Üretken olmayan emek sergileyen, yani “beyaz yakalı diye addettiğimiz” ve direnişin yönetici ruhuna daha yakın olan eğitimli kesimin grev ya da iş yavaşlatma tarzı eylemlere kalkışabilmesi de çok olasılık dâhilinde (şimdilik!) gözükmüyor.

    Gezi Direnişi’nin birçoğunun ilk direniş eylemi olduğu ve sola eğilimlerinin kuramsal açıdan çok nitelikli olmadığı düşünüldüğünde, bu grubun tepkilerinin bir süre daha “kimlik-yaşam alanı özgürlüğü”, “partiler siyaseti” seviyesinde kalacağını öngörmek zor değil…

    Direnişin 15. gününden sonra yayılmaya başlayan boykot çağrıları elbette değerli. Ancak bunların birçoğunun hedefini şaşırıp sadece hükümet yanlısı gruplara karşı yapılan boykotlara dönme riski de var! “Sermaye ama iyi!” diye bir şey olmadığını, bu talan ve soylulaştırma (gentrification ) saldırılarının sermayenin bizatihi iç mantığından türediğinin gösterilmesi gerekiyor. Bu gösterilse bile boykotların ne derece uzun erimli aksiyonlar olacağı konusu şüpheli. TÜSİAD+MÜSİAD gibi kalelere karşı çıkmaya niçin kimse yeltenmiyor? sorusu üzerine daha ciddi düşünmeliyiz!

    Peki, “devrim yürüyüşü”ne değilse; nereye doğru evrilecek bu potansiyel?

    Öncelikle teslim etmek gerekir ki; burada bahsettiğimiz “yeni bir ekonomi-politik deneyimi” tespitinin sadece bu konularda düşünmeye ve araştırmaya alışmış sınırlı bir sol sekt grup içindeki tartışmalar olarak kalması riski var! Bu deneyimi devamlı surette hatırlatmak hafızanın canlılığı için önemli!

    Sonuç olarak; bu deneyimden dolaylı bir sonuç beklemek daha mâkul gibi duruyor: Her yerde söylenen ve benim de katıldığım asıl kazanım, kitlelerin politize olmaya başladığı gerçeği, şüphesiz! Direnişi gerçekleştiren orta sınıf, daha doğrusu eğitimli genç nesil artık kendine yeni bir ilgi alanı bulmuş gözüküyor. Bu kuşağın jargonuna “direnmek”, “polis saldırısı”, “kolektif”, “dayanışma”, “isyan”, “devrim” gibi kavramlar hafiften girmeye başladı! Tepkisel düşünebilecek şekilde eğitim görmüş bu kuşak; zihnine dolan bu pratiği kuramsız bırakmayacaktır diye tahmin ediyorum! Bu anlamda “sol idea”yı işleyen yayınlara eğilim artacak ve tartışmalar bu eksene kaymaya başlayacaktır. Sol entelektüellere düşen vazifelerden biri; yeni kavram setleri ve fikir sunumları ortaya atmak olabilir…

    Bu açıdan Amerikalı marksist ekonomist Richard Wolff’un “Democracy at Work” adlı sosyal hareket projesi (http://www.democracyatwork.info/) iyi bir örnek olabilir.

    Wolff, Marksist bir ekonominin ve komünist bir alternatifin gereklerini burjuvazinin pek sevdiği kavramlarla yeniden ifade ederek bir sosyal hareket başlatmış görünüyor. Hareketin kabaca argümanı şöyle: “Başkanı, valiyi seçebiliyor, siyasi anlamda temel hak ve özgürlüklerimi oylarımla belirleyebiliyorum. Peki aynı demokrasiye neden işyerinde sahip değilim? Neden işyerinde alınan kararlarda (ne üretilecek, nasıl üretilecek, gelir nasıl dağıtılacak), siyasette olduğu gibi söz sahibi değilim?”

    Bu projenin amacı kapitalizmi direkt hedef almaktansa patronsuz işyerlerinin avantajlarını anlatmak, dayanışma ekonomisine özendirmek ve daha önemlisi, tamamen işçilerin yönettiği işyerleri arasında dayanışma sağlamak. ABD’de sayısız “Co-op Companies” (Müşterek İşletmeler) deneyimi var ve bu ağ ile birbirleriyle dayanışmaya başladılar. Orta sınıfın şartları büyük ölçekli şirketlerin işgaline imkân tanımasa da; “işyerinde demokrasi” fikrinin tartışmaya açılması ve KOBİ’iler ölçeğinde rastlanması muhtemel oluşumlara destek verilmesi çok da uzak bir hedef gibi gözükmüyor. Böylece hem “demokrasi” hem de “dayanışma” söylemleri üzerinden ekonomiye dokunabilmek mümkün olabilir. Diğer bir deyişle; sınıf mücadelesi “sömürü” üzerinden değil, “otonomi” üzerinden yürütülebilir.

    Diğer bir açıdan; gençlerin yeni somutlanmaya başlayan bu sol pratiği konuşup tartışacakları, hattâ onunla yer yer dalga bile geçebilecekleri ve süreçlere aktif olarak katılabilecekleri yeni bir mekân oluşumu faydalı olabilir. Parkları bu açıdan potansiyel alanlar olarak okuyoruz bugünlerde. Sanal dünya dışındaki mekânların kolektifleşmeyi sağlama potansiyellerinin olması çok da anlaşılmaz bir mesele değil. Üreticilerin ve tüketicilerin birbirlerini görmeden, piyasa için üretim yaptığı ve yabancılaşmanın soyut emek üzerinden gerçekleştiği dünyada; parklar nispeten birbirimize daha fazla dokunabildiğimiz alanlar olduğu için, emeğin bu soyutluğunu ve mübadelenin yüzsüzlüğünü saf dışı bırakmak gücüne sahipler. Dolayısıyla parkla forumların dışında yeni bir ekonominin merkezi de olabilirler.

    “Örgütlenmek” ve “diğer özneler ile ortak iş yapmak” pratiğine daha fazla sahip gözüken devrimci sol örgütlerin de bu mayayı işlemesi, yeni politikleşmiş bu gençlerin solu “kendi anladıkları gibi” yorumlamalarına fırsat vermeleri gerekiyor!

    Tabii; solcu “ablalık” ve “ağabeylik” reflekslerinin ve örgüt yapılarının buna ne derece izin vereceği noktasında büyük şüphelerim var!

    O yüzden; yeni örgütlenme biçimlerinin siyasal partilerden ziyade park ve semt meclislerinde oluşması, gençliğin kendi kimliğini belirleyebilme özgürlüğünü de teminat altına alabilir.

    ÖTEKİ EMEKÇİLER?!

    Tüm bu söylenenler elbette sadece ücretli-emekçi kitlesinin direnişe katılmış ve halihazırda rahatsız olan kesimine dair şeyler.

    Netice itibariyle hükümetin “üretim ve tüketim hayatı”yla tanıştırdığı ve AKP’nin seçmen tabanı diyebileceğimiz geniş bir grup da var. Bu insanlar Cumhuriyet tarihinin kendilerine biçtiği “bidon kafalı!” rollerinin dışına AKP ile çıkabildiler ve hükumetin ekonomi politikaları sayesinde istihdama katılarak (asgari de olsa) bir yaşam standardı yakalamayı başardılar. Ekonomik göstergeler dışında asıl “Türkiye Mucizesi” işte tam da bu kitleyi anlatıyor! Sefalete mâhkum mütedeyyin ve az eğitimli kesim AKP’nin “inşaat yatırımları” ile istihdam çerçevesine girdi ve “kredi kartı borcu”yla da olsa tüketimin güzellikleriyle tanıştı.
    [Sertan Batur, (14 Temmuz 2013) “Haziran Ayaklanması’na dair tespitler, öngörüler ve çıkarımlar”, sendika.org]
    http://www.sendika.org/2013/07/haziran-ayaklanmasina-dair-tespitler-ongoruler-ve-cikarimlar-sertan-batur/

    Gezi Direnişi’ne katılmayan ve hattâ bu direnişe karşı olan bu kesimin çok büyük bir bölümü; doğal olarak mevcut iktidar partisinin yıllardır kendilerine aktardığı, tarih boyunca görmedikleri “güzellikleri!” kaybetmek istemiyor ve karşısındaki her kalkışmayı bir tehdit addediyor! Şehirli-eğitimli ücretli-emekçiler “sömürülmekten öldük bittik!” diye isyan etse bile bu kesim, Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “Biraz da biz ölelim!” diyebilir!

    Dolayısıyla bu kesime “kolektifin güzel yüzünü” anlatmak; hâlihazırda direnişe kalkışmış kitleye anlatmaktan farklı, ve korkarım ki çok daha zor olacaktır!

    Mahalle meclislerinin, park forumlarının bu kesimi kapsayabilecek nitelikte olup olmayacağını birlikte göreceğiz. Ya da topu tekrar “tarihin motoru”na paslayıp her şeyi kökünden sallayabilecek bir ekonomik kriz bekleyeceğiz!

    Adres:
    http://fraksiyon.org/direnis-ve-ozgurlerin-ekonomisi/

    ***

    Alıntı 2:

    GEZİ’DEN “YENİ ARMAĞAN” ÇIKTI!

    Yazan: Deniz Yenihayat
    Tarih: 14 Kasım 2013

    “Bu hareket uluslararası düzeyde, insan hakları, adalet, özgürlük ve halkların refahı adına sorumluluk hisseden herkes açısından bir destek, dayanışma sebebi ve fırsatı olmalıdır.” (Noam Chomsky’nin “Taksim Gezi Parkı Direnişi” hakkında dünya kamuoyuna okuduğu video mesajından)

    2013 yazını törenlerle açan Gezi Direnişi; sürecin sonucu ne olacaksa olsun, şimdiden Türkiye ve dünya siyasi tarihine geçmiş bir olay. Hükümetin ve başbakanın uydurduğu “dış mihraklar, “faiz lobisi”, “ergenekon”, “yahudi lobisi” gibi komik nedenlerle değil belki ama, gerçekten uzun bir sinir birikimi sonucu bir anda ortaya çıktı. Başbakan ve partisi iktidara geldiği ilk günden beri ve en çok da son birkaç yılda, farklı uygulama ve açıklamalarla halkın farklı kesimlerinin kelimenin tam anlamıyla damarına bastı. Farklı görüşteki insanlar ilk kez tepkilerini birleştirebilecekleri ortak bir baskı hissetti. Ülkenin büyük bir kesimi, bu iktidara duydukları ve biriktirdikleri tepkilerine bir de doğa ve kamusal alan katliamını da ekleyip sokaklara döküldü.

    Haftalarca kentlerde direnen halk, bir yandan da aslında hayatlarımıza ve günlük yaşantımıza sürekli müdahale eden başka bir güce daha karşı durdu. Liberal ve kapitalist ekonominin at koşturduğu Türkiye’de ve aslında dünyanın genelinde özellikle gençler, üzerlerindeki bu “sistem baskısı”na tepki göstermeye başladılar. Varolan ekonomik sistemden ve bu sistemin dayattığı yaşam tarzından duydukları derin rahatsızlık gençleri alternatif bir sisteme özlem içinde bıraktı. Bazı noktalarda da bu alternatifler baş göstermeye başladı. Bunlardan biri de Gezi’de kendiliğinden ortaya çıkan, kısa süreli yaşanan, paylaşıma ve adil dolaşıma dayanan alternatif bir ekonomik sistemdi.

    Hani Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük hayali Neo-Osmanlıcılık var ya, onlar bu yolda ilerlerken kendilerine yardımcı olarak Batı tarzı bir liberal ekonomi pratiğini seçtiler. Ama ecdadlarından aldıkları zihniyet mirasına bakılırsa, bunu da sadece biçim olarak uygulamaya çalıştılar, hiçbir gelişimi ve değişen toplumsal ihtiyaçları önemsemediler. Neo-Osmanlı sultanı olarak Ortadoğu’yu ele geçirme gibi naif hayalleri olan bir adam, Osmanlı’nın gelişimindeki en önemli etken olan “potlaç”ın içi boşaltılmış hâli olan neo-liberalizmi Batı’dan göz göre göre ithal etti! Ama anlaşılan o ki, işler Osmanlı’daki gibi yolunda gitmiyor! Batı’da zaten gün geçtikçe daha çok sayıda muhalif çeken bu ekonomik sistemler, Türkiye’de de kabul görmüyor. Buna duyulan tepkilerin en önemlisi tabii ki Gezi Direnişi. Üstelik parktaki gençlere atalarından miras kalan genetik bir bilgi yeniden açığa çıkıyor: “Armağan’ın hası” parka geliyor!

    Önce “potlaç”la tanışalım:
    “Potlaç”; erken dönem ilkel toplumlarda ortaya çıkmış, yeryüzünde binlerce yıl hüküm sürmüş, dünyanın ilk küresel ekonomik sistemi olan “Armağan Kültürü”nün temel kavramlarından biri. Potlaç kavramı; “vermek”, “almak” ve “fazlasıyla iade etmek” gibi bir süreçten oluşur. Sunulan şey, öncelikle ölü ataların ve tanrıların ruhunu taşımaktadır; zenginlik ve talih bu “şey”ler sayesinde dolaşıma girmektedir. “Değiş-Tokuş”un altında yatan bu manevi anlam; askeri, hukuki, ekonomik ve dini anlamda tanınmayı beraberinde getirir. Bu süreç esasen ekonomik olanı belirlemenin yanında toplumsal, politik, ahlaki ve kültürel olanı da belirler. Karşılıklı yükümlülük toplumlarında insanlar ve toplumlar; çıkarlarını gözetmek ve sürdürmek için savaşı değil, bu “değiş-tokuş yöntemi”ni benimsemişlerdir.

    Armağan Kültürü’nün en önemli özelliklerinden biri; salt israfa dayalı sınırsız harcama alışkanlığı/adeti/yükümlülüğünün devrede olmasıdır. Birikim yasaktır ve mülkiyet kolektif bir anlama sahiptir. Bunun en yaygın uygulaması da şölenlerdir. Şölenler; ziyaretçileri türlü ikram ve güzellikleri kullanarak “gebe bırakmak” üzerine kurgulanır. Güç ve prestij gösterileridir. Ziyaretçiler daha fazlası bir şölen düzenleyemedikleri sürece; şölen sahibine gebe kalırlar.

    “İlkel toplumlar”, “armağan kültürü” ve “potlaç ekonomisi” hakkında araştırmalar yapan ve birçok önemli metnin yazarı olan Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında ilkel sosyo-ekonomik-politiği analiz ederken de belirttiği gibi; “İlkel toplumlarda; harcamayan, biriktiren aşağılanmakta, hor görülmekte, cimrilikle suçlanmakta hattâ toplum dışına itilebilmektedir.”

    Potlaç yükümlülüğünü üzerine alan şefler; ölü ruhları, ataları ve tanrıları temsil etmektedirler. Bu yüzden potlaç vermeyen, yani sınırsız tüketim yoluyla hem atalarına karşı “alan el” hem de kabilesine karşı “veren el” olmayan şef; ölü ruhları şereflendirmediği için “persona”sını yitirir ve simgesel anlamda ölür. “Vermek” üstünlüğü ilan eder, “almak” da bağımlı olmayı.

    Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu ilk andan itibaren de bu sistem sayesinde üç kıtada hüküm sürmeye kadar varan bir başarıya nail olmuştur. Osmanlı daima “veren el” olmuş, lütfederek genişlemiştir. Osmanlı, fetih politikasına sahip bir devlettir. Alabildiğine genişlemesinin altında yatan yüzeysel sebep budur: O dönemdeki tek evrensel kültür olan potlaç. Osmanlı (atalar ve tanrıların elçisi olarak) “veren el” konumundaydı. Oğuz Adanır “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında şöyle diyor: “Osmanlı fethettiği ülkelerin toplumlarına yaşamlarını bağışlama büyüklüğünü gösterdiği için sahip oldukları ne varsa aslında Osmanlı’ya geçmektedir.” Ayrıca fetihlerde kazanılan ganimetlerin bir kısmı, askere ve halka dağıtılmakta, geri kalanıysa aslında kolektiviteye ait olan devlet hazinesine aktarılmaktaydı. Hazinedeki bu para da sonuçta halk için ve kalkınma yolunda harcanmaktaydı. Tüm bunlar halkı gönüllü bir bağımlılık altına sokuyordu.

    Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıl sonuna kadar en büyük servetler saray ve çevresindekilere aitti, onlar “veren el”di ve etrafta mülkiyetin m’si bile yoktu. Halkına hoşgörü ve refah vererek halkı kendisine bağımlı hale getirmişti. Ancak problem; saraydan çıkmayan padişahların, kolektif olana ait hazineyi kendi çıkar ve keyifleri için kullanma cüretini göstermesiyle başladı. Ganimetler halka ve askerlere dağıtılmıyor, buna bağlı olarak da imparatorluğun genel motivasyonu yitiyordu. Osmanlı saray eşrafı gününü gün ediyor, devletin bekasını ve yarınları düşünmüyordu. (Bu; ilkel potlaç kültüründeki sonuna kadar tüketme güdüsünün ayyuka çıkmış, şuursuz hâlidir!)

    Bir yandan da Avrupa’nın (potlaç geleneğini ve metafiziği terk edip) aydınlanmasıyla Osmanlı da cazibesini yitirmeye başlamıştı. Avrupa’nın rasyonel bir düşünce sistemini baz alarak kısa zamanda büyük bir medeni gelişim göstermesiyle Osmanlı’nın 3 kıtadaki hükmünü ayakta tutan en büyük yapıştırıcı gücü, yani potlaçın kapsayıcı etkisi yeryüzünde demode olmaya başlamıştı. Bu durumu tersine çevirmek ve yine üstün konuma gelmiş bir devlet olmak için Batı’ya yetişmeye çalışmış, ancak Batı’da ortaya çıkan zihniyeti bir türlü özümseyememiş, aydınlanma çabaları yüzeysel ve içi boş kalmıştı. Sonuç olarak yüzyıllarca sürdürülen “Armağan Ekonomisi”nin artık işe yaramaz ve geçersiz bir sistem olduğunu fark edene kadar Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerini seküler bir yola girmeye karar veren Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. Böylece Batı’nın kültürel ve ekonomik sistemine entegre olmaya çalışan ülkemiz; zaman içinde global trendlere de uyumlanarak “neo-liberal bir ekonomi pratiğini” uygulamaya sokmuştur.

    Genel olarak bakıldığında yeryüzünde hakim olmuş ekonomik sistem ve zihniyetler kronolojik olarak şu şekilde sıralanabilir:

    *Kapitalizm öncesi zihniyet (Armağan Kültürü/Potlaç)
    *İlk kapitalistlere özgü zihniyet
    *Sanayileşmiş kapitalizme özgü zihniyet (devamında da “Neo-liberal kültür”/”İçi boşaltılmış bir potlaç”)

    “Baudrillard’ın tanımladığı simülasyon evreninde kapitalizm; bir ‘vermek-almak, çoğuyla iade etmek’ sistemi olan Armağan Kültürü’nü tersine çevirmiş, kapitalist burjuvaziye özgü zihniyet yalnızca ‘verdiğini çoğuyla geri alan bir düzen’ yaratmıştır!”

    Binlerce yıl yeryüzünde hüküm sürmüş olan armağan kültürü ve potlaç anlayışı; metafizik ve rasyonelin ayrışmadığı zamanlardan sonra uzun bir süre yeryüzünde görünmez olmuştur. Aydınlanma sonrası kapitalist ve liberal ekonomiler ise güçlenmeye başladıkça potlaç kültürünün “artık değeri (artı değeri) tüketme” üzerine kurulu biçimini kopyalamış ancak diğer tüm manevi içeriğini ve “eşyanın ruhu”nu saf dışı bırakarak bunu “tüketim kültürü”ne adapte etmiştir. Şimdiyse dünyalılar bu zalim sisteme direnirken; örneğin Gezi Parkı Direnişi’nde park sınırları içinde potlaçın “ari” biçimi kendiliğinden ortaya çıkmış, ancak bu kez farklı ve günün koşullarına uygun biçimde dönüşmüş, özünü kaybetmeden güncellenmiş bir hâlde pratiğe geçmiştir!

    Dünyanın gerçeklik algısı en çok manipüle edilmiş olan tüm halkları, fiziken ve ruhen insanoğlu için en uygun ekonomik sistemi bulabilmek için ellerinden geldiği kadarını yapmaya çalışıyor. Onlar, onlarca yıldır her şeyi tüketen bir kültüre sahip. Şimdi bu sistemi sorgulamaya çalışıyorlar ve “adaletsiz ekonomik dağılım”, “sosyal haklar” ve “insancıl bir toplum yaşamı” için dünyanın dört bir yanında, özellikle “Occupy hareketi”ni de kapsayan çeşitli örgütlü/örgütsüz protestolar düzenliyorlar. Son birkaç yıldır bu hareketlere Avrupa’daki ekonomik kriz mağduru halklar da eklenince tablo daha da netleşmeye başlıyor. Evet; dünya insanları zalim bir ekonomik sisteme karşı direniş gösteriyor! “Gezi” de temelinde buna dayanan ve diğer sosyal sorunlar tarafından da kışkırtılan çok insani bir haykırış, “yeter!”in ilamı! Üstelik Gezi’nin dünyanın geri kalanındaki benzer direnişlerden bir farkı da “alternatif bir sistemin kendiliğinden pratiğe dökülmüş olması”!

    Gezi’de olan şey, kapitalist sistem tarafından içi boşaltılarak tedavüle sunulan “potlaç”ın içinin zamana uygun biçimde yeniden doldurulmasıydı!

    Yeni Armağan Kültürü’nü yaratmaya çabalayan gençler; bunu içgüdüsel olarak dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkarırken, bu sistemin ilkel dönemlerinde var olan “veren el / alan el” kavramlarını eritmeyi seçtiler. “Aidiyet”, “mülkiyet” ve “sorumluluk” tüm topluluğa ait olmalıdır! Yalnız bunu komünizm ile karıştırmamak da çok önemli! Yeni dünyanın konformist ve egoist insanları bir araya gelirler evet; paylaşırlar, bölüşürler, direnirler, birlikte her şeyi yapabilirler; ancak kimsenin 68’lilerin komün fantezilerini, hippi klişelerini hortlatmak gibi bir niyeti yok! Bireysel yaşamlar ve haklar her zamankinden çok önemli, ve herkes en insani ve konforlu biçimde yaşamayı talep ediyor. Zira yeryüzündeki kaynaklar, artık değerler ve tüketim metaları, bu talebi fazlasıyla karşılayacak büyüklükte.

    Önemli olan rant ve sermaye birikimi üzerine kurulu ekonomik sistemin kökten değiştirilmesinin yolunu açabilmek!

    Oğuz Adanır, potlaç kavramının özünü ve derinliğini şöyle açıklıyor:
    “Değiş-tokuş ettikleri şeyler yalnızca mal ve zenginlikler, mobilya ve binalar, ekonomik açıdan yararlı olan şeyler değildir. Bunlar her şeyden önce nezaket kuralları, şölenler, ritüeller, askeri hizmetler, evlilikler, kadınlar, çocuklar, danslar, bayramlar, panayırlardır. Pazar bunlardan sadece biridir.”

    Bu paragraf hepimize çok yakın zamanda yaşadığımız bir deneyimi hatırlatmadı mı ?!
    Evet; “Gezi”de, polisin ve müdahalelerin olmadığı zamanlarda, insanlar karınlarını doyurabiliyor, çocuklarının eğitimini sağlayabiliyor, birlikte eğlenebiliyor, sağlık ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve tüm bunlar için tek kuruş harcamıyordu! Çünkü herkes sahip olduğunu paylaşıyor, ekonomik metanın ve kültürel enstrümanların dolaşımı adil bir biçimde sağlanıyordu. Böylece dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan yepyeni bir ekonomik sistem arayışı; “kendiliğinden hayata geçmiş” denemelerinden birini Türkiye’de de gerçekleştirmiş oldu!

    Tüm bunların yanında Gezi’den sonraki dönemde “korku eşiğinin aşılması”nın da etkisiyle toplum; gündelik refahlarını tehdit eden her duruma karşı daha tepkisel davranmaya ve protesto yeteneğini geri kazanmaya artık başladı. Artık haklarının çok daha farkında, hukuksuzluklara ve kentsel rantlara boyun eğmeyen, eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerini yaratıcı yöntemlerle ifade eden insanların dönemine giriş yaptık, ki bu bence hükümetin “sözde demokratikleşme paketi”nin bir tarafını yırtsa da başaramayacağı bir şeyi hayata geçirdi; gerçek demokratik sistemlere özgü ifade hürriyeti kendine toplumumuzda yer açmaya başladı! Buna da alışacaklar, şu an hakim ekonomik ve siyasi sistemler ve onun geçici oyuncusu olan karakterler meşruiyetlerini sarsan bu duruma direniyor ve can havliyle şiddete başvuruyor! “İfade özgürlüğü”, “örgütlenme hürriyeti” ve “muhalefet hakkı”nı köreltecek yasalar çıkarmaya çalışıyor, sivil toplum örgütlerinin çalışmasını engelleyen yaptırımlar uyguluyor. Ancak bilinmeyen şu ki; ülkemizde vuku bulan bu direniş, aslında tüm gezegende yaygınlaşmaya başlayan en insani taleplerin sadece bir parçası! Bu; kendini bilmez bir siyasi güruhun bölgesel olarak geçiştirebileceği ve söndürebileceği bir ateş değil! İnsanlar, dünyanın farklı halkları; zenginliğin artık paylaşılması, kaynakların adil kullanımı ve kendilerine layık bir yaşam biçiminin mümkün olduğu konusunda hemfikir! Ve bunun derhâl hayata geçirilmesini beklemese bile, rahatsızlıklarını ve homurtularını “hakim güçlere!” duyuruyor!

    Kapitalizm ve neo-liberalizm belki de tarihinin en tehlikeli zamanlarını yaşıyor! Dünya içten içe yepyeni bir sistemin hayalini kurmaya başladı, şimdi de bunu nasıl gerçekleştirebileceğini düşünme safhasına geçiyor!

    Kaynak ve Referanslar:

    “Occupy/İşgal Et”, Noam Chomsky, Agora Yayınları
    “Osmanlı ve Ötekiler”, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
    “Osmanlı ve Avrupalılar”, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
    “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Niyazi Berkes, Yapı Kredi Yayınları
    “Sosyoloji ve Antropoloji”, Marcel Mauss, Doğu Batı Yayınları
    “Tüketim Toplumu”, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları

    Adres:
    http://denizyenihayat.com/archives/63

    ***

    Alıntı 3:

    FAZLAYA LANET: “POTLAÇ” GELENEĞİ NEDİR?

    “KAPİTALİZM” ADLI ÖLÜMCÜL SİSTEMİN, TARİHİN DOĞAL AKIŞI İÇİNDE KENDİLİĞİNDEN ORTAYA ÇIKTIĞINI ZANNEDENLERE YUMRUK GİBİ BİNLERCE CEVAPTAN BİR TANESİ!

    Tarih: 6 Aralık 2012

    “Güneş; hiçbir zaman almadan verir.”
    Georges Bataille (İktisat ve sosyoloji üzerine önemli eserler vermiş düşünür)

    “Potlaç”; Kuzey Amerika’da pasifik kıyısı veya kıtanın kuzey batısında yaşayan belli başlı bazı halkların, şölen & şenlik çerçevesinde, topluluk hâlinde (komünal) bir esrime olarak gerçekleştirdikleri “yararlılık ilkesi”nin yerini armağan ve paylaşımın aldığı bir ritüeldir. Takasın aksine; ölçülebilirliği, eşdeşliliği ortadan kaldıran bir mülksüzleştirme, kaybetme ve kaybettirme yarışı olarak ortaya çıkar.

    Klasik ekonomi sisteminde; mübadele, birbirini “değer” olarak dengeleyen malların ya da ürünün değişimi olarak görülmüştür.

    Oysa “potlaç”ta bu mübadele şekli; mal edinme ritüeline karşılık gelmediği gibi,
    Tersine;
    “Yitirmek” ve “elden çıkarmak”, “fazlayı yok etmek”e tekabül eder.

    “Fazla”nın ve bu “fazlanın laneti”nin bir tür şölen, bir tür şenlik yoluyla “bağışlanması”, “dağıtılması” anlamına gelen “potlaç”; bir şef tarafından ya da “potlaç” veren aile, kişi tarafından rakibi aşağılamak, ona meydan okumak ve onu daha görkemli bir “potlaç” şöleni sunmaya mecbur bırakmak için uygulanır.

    “Meydan okumak” anlamına gelen “potlaç”, kesinlikle bir geri-bildirim bekler. Ancak bu geri-bildirim ilk “potlaç”cının meydan okumasının üstünü kapatacak bir şekilde ve ondan daha etkili, daha cömertçe olmalıdır; çünkü “potlaç” bir “yükümlülüktür”.

    Ne kadar fazla değerli eşya alırsan bir o kadar, hattâ daha fazlasını vermek “zorunluluğu” vardır. Aynı zamanda ne kadar fazla değerli eşya gözler önünde yok edilirse, ikinci “potlaç”cı da bir o kadar değerli mal yok etmek zorundadır.

    “Potlaç” bir bağış mübadelesi olsa da salt bu (bağış-armağan) yönteme indirgenemez. “Serveti”, “mülkü” bir tören havasında yok etmek de rakibe meydan okumaktır.

    Bu törenlerde bu değerli malların, servetin yok edilmesinin ötesine geçilerek;
    Evlerin, kanoların, değerli bakır külçelerin de uçurumlardan atılarak, denize dökülerek ya da parçalanarak yok edilmesinin de ötesinde;
    Bazı kabilelerde şeflerin insan ve hayvan kurban etmeleri de “potlaç”a konu olmaktadır.

    “Potlaç” bir şölenden ayrı düşünülemez. Eğer “potlaç” veren şef ya da aileler “potlacı” şölenlerden uzak kendi başlarına yapıyorlarsa bu onlara bir prestij katmamaktaydı ya da “potlaç”ta alınan değerli eşyalar yok edilmeyip, armağan olarak sunulmayıp; mülk ediniliyorsa “potlaç” gerçekleşmemiş olurdu. “Potlaç” şenliksiz düşünülemeyeceği gibi bir “potlaç” da bazen şenliğe dönüşebilmektedir.

    “Potlaç” salt “değiş↔tokuş”a indirgenemeyeceği gibi, salt “mülkü yok etmeye” de indirgenemez.

    “Potlaç”taki asli amaç son sözü söyleyenin (son “potlaç”cının) rakibi karşısında bıraktığı prestij, mertebe meselesidir. Ancak bu prestij ve mertebe hegemonik olmaktan çok; dengeleyicidir ve simgeseldir. Çünkü “potlaç”a katılan şef (yoğun olarak kabile şefleri arasında gerçekleşmesine karşın “potlacın” aileler ve kabile mensupları arasında da gerçekleştirilebildiğini hatırlatmanın faydası var…) mülkünden rahatsızlık duyan, bu rahatsızlıktan kurtulabilmek için onu kabilesine dağıtan bir şeftir. ÇÜNKÜ ŞEF & ŞEFLER; KABİLE MENSUPLARININ KENDİLERİNDEN CÖMERTLİK, ARMAĞAN BEKLEDİKLERİNİN FARKINDADIR. BU SEBEPLE DE; “OTORİTE”, “MÜLKİYET” GİBİ KELİMELER HENÜZ KURUMSALLAŞMAMIŞ VE KABİLELERCE İÇSELLEŞTİRİLMEMİŞTİR!

    “POTLAÇ”TA DA “TİCARET” GİBİ BİR MAL DOLAŞIMI VARDIR; ANCAK BU DOLAŞIMDA “PAZARLIK” DIŞLANIR, “POTLAÇ” RİTÜELİNDE “PAZARLIK” YER ALMAZ! Armağanın ve yok etmenin (ya da Baudrillard’ın “Karnaval ve Yamyam”ının…) sahnelendiği şenlikte “kullanım değeri” etkisini yitirmiştir! Pazarlık yapacak bir “değişim değeri” gider; ve yerini ayartıcı, meydan okuyucu yok etme; paylaşma, hediye etme ritüelinde “potlaç”a bırakır.

    Meta üretiminin yaygınlaşması ile birlikte “potlaç” yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamıştır.

    “Değişim değeri”nin, “kullanım değeri”nin önüne geçmesi;
    Yani “mal”dan→”meta”ya dönüşen ürünler, “kullanım ve harcama kuramını” da etkilemeye başlamıştır.

    ÖZEL MÜLKİYETİN KURUMSALLAŞMASI
    VE
    BU KURUMSALLAŞMANIN “DEVLETİN KORUMASI” ALTINA ALINMASI:
    “POTLAÇ” GELENEĞİNİN KÖKÜ OLAN “SERVET BAĞIŞI”NIN YAYDIĞI ERDEMİ;
    “KAPİTALİZM”DE; “SERVET EDİNMENİN”, “STOKÇULUĞUN”, “BENCİLLİĞİN” YAVANLIĞINA İNDİRGEMİŞTİR!

    “Kapitalizm”in ortaya çıkışı ve “gelişmesi!”yle birlikte; “potlaç” geleneği “ilkel” ve “gerici” olmakla itham edilmiştir!

    Fakat kapitalizmin işgaliyle “potlaç” geleneğinin ortadan kalkması:
    Mülkün yok edilmesi, veya mülkün armağan edilmesinin yerini, kapitalizmin “stok mantığı”nın (ya da mantıksızlığının!) alması;
    “Uygarlık” dediğimiz şeyin üstüne “fazlanın laneti”nin çökmesine sebep olmuştur!

    Armağan ya da şölenle “yoksullara” dönmeyen bu fazla;
    Kapitalist sisteme günden güne daha fazla baskı yapıyor!

    Örneğin:
    Ödemeler dengesi fazlası olan ABD, “Marshall Plânı” ile;
    Ödemeler dengesi açığı olan Avrupa!ya karşılıksız yardım yapmıştır.
    Bu yardımın asıl nedeni (geçmişte!) “Sovyet tehdidi!” olsa da;
    ABD, ister istemez bu “fazladan vazgeçerek”; kapitalizmin işleyiş mantığının dışında hareket etmiştir!

    Gene aynı şekilde:
    Yoksulların ayaklanmaları ve yağmalama faaliyetleri; tek taraflı bir “potlacın” yörüngesine gönderme yapmaktadır!

    “Yeni törenler gerek bize
    Yeni törenler; kimi zaman en eski…”

    Cemal Süreya
    “Var”

    Adres:
    http://potlac.tumblr.com/post/52961232789/fazlaya-lanet-potlac

    ***

    Alıntı 4:

    BİR BAŞLANGIÇ İÇİN SONUÇLAR:
    İŞİN REDDİNDEN YOLA ÇIKMAK!

    Tarih: 3 Mayıs 2015

    DURUM:
    Tamamen özelleştirilen, etkisiz hâle getirilen, sömürgeleştirilen kamusal alan, ancak mücadeleler, yeni ifade olanaklarının, yeni sözlerin, demokratik pratiklerin koşullarını bizzat yaratabilecek iletişim-olmayanın, cevap-olmayanın, söz-olmayanın, “genel seferberliğin” reddinin adacıklarını açtığı zaman, süreksiz bir tarzda hayat bulur.

    “Grev”, yalnızca sermayenin değerlenmesini engellediği için değil; aynı zamanda, işçileri, farklı ve rakip işlevlere ve yerlere tahsis edildikleri bir işbölümünden çıkararak “eşit” kıldığı için de etkiliydi.

    Bu çifte koşulu yeniden bulmak, değerlenmeyi durdurmak, iletişim/tüketim/üretim akışlarından çıkmak gerekiyor ve bu durdurma ya da bu çıkışta politik örgütlenmenin koşulu olan eşitliği yakalamak. Bir öznelliğin su yüzüne çıkması için hızlanmaya değil, yavaşlamaya ihtiyacımız var!

    “Zamana, fakat bir kopuş zamanına, sömürü ve tahakküm dispositiflerinin askıya alınma zamanını, bir ‘tembellik zamanı’nı ortaya çıkaracak olan ‘genel seferberliği’ engelleme zamanına ihtiyacımız var!”

    TEMBELLİK:
    Paul Lafargue ve onun “iş dogmasını” çürütmesine bir miktar mizah ve saygıyla yaklaşarak, hem toplumsal işbölümünün rollerini, işlevlerini ve anlamlarını reddeden ve bunlardan kaçan, hem de bu “askıya alma” yoluyla, yeni mümkünler yaratan politik eyleme “tembel” diyorum. İşçi hareketinin sürgüne yolladığı tembelliği neden araftan kurtaralım? Çünkü belki böylece bizi üretim, üretkenlik ve üreticiler (“Gerçek üreticiler bizleriz!”) mutlu döngüsünden çıkaracak etik-politik bir ilkeden yola çıkarak; “işin reddi”ni düşünmeye ve uygulamaya başlayabiliriz. “İş”, “üretim” ve “üreticiler”; komünist geleneğin hem gücü hem zayıflığı olmuştur!

    Emeğin özgürleşmesi mi; yoksa emek sayesinde özgürleşme mi? Umarsız belirsizlik. İşten değil, ne olursa olsun, daima işin reddinden yola çıkmak gerekir!

    SOSYALİZM:
    Yalnızca sanatçılar “tembellik hakkı”na sahiptir!

    “La Paresse comme vérité effective de l’homme” adlı küçük kitabında Kasimir Malevitch; (sayfa 14) “bütün insanlık yalnızca zorlu bir yolu izlesin ve artık geride işe yaramaz tek bir kişi kalmasın diye” gerçekleşen sosyalizmi itham eder. Bugün ultra liberal Avrupa Komisyonunun programı da budur! Malevitch hâlâ, emekten yola çıkılırsa daima emeğe (daha da kötüsü işe) varılacakken, ancak çalışma (Malevitch, Sovyet devriminin ilk yıllarında yazmıştır) yoluyla tembelliğe varılacağını düşünür.

    İŞİN REDDİ (I):
    Tembel eylem, bir “eylemsizlik” ya da bir “minimum eylem” değildir. Her şeyden önce, kapitalist toplumda varoluş koşullarına göre pozisyon almaktır. Kapitalizmde egemen iktidar ilişkisini, yani işi (ücretli) hedef alan öznel bir reddi ifade eder. “Sadece yaşamak için daha fazla çalışmak zorunda olmamız utanç verici, (…) var olmak için çalışmak zorunda olmak rezilliktir” diyordu Marcel Duchamp, bütün yaşamı boyunca Lafargue’ın eserine sadık kalan bu sanatçı! Bilişsel kapitalizme, yeni teknolojilere, “insan sermayesi”ne, facebook, google vs.’ye rağmen, bugün bu hâlâ geçerlidir!

    “İşin reddi” yalnızca işçileri ilgilendirmez; zira bilhassa ve öncelikle, toplumsal işbölümüne ve işbölümüne göre önceden belirlenmiş bir işleve, bir role, bir kimliğe tahsis edilmeyi istememek anlamına gelir! Bu bakış açısından işçi, sanatçı, kadın ya da “bilişsel işçi” tam olarak aynı şeydir, yani “tahsis edilmiş olmaktır”! Doğrudan bir patron tarafından ya da değil; hepsi sömürü ve tahakküm ilişkileri içinde tutulur! Piyasa için üretim; farklı biçimlerde, hepsini, bilgilerinin, yeteneklerinin ve yaşamlarının ekonomik ve öznel bakımdan yoksullaştırılmasına, ele geçirilmesine, normalleştirilmesine ve standartlaştırılmasına boyun eğdirir!

    İŞİN REDDİ (II):
    Neo-liberalizm; işçilerin, büyük endüstrinin montaj hattında çalışmayı reddetmesine bir yanıt olarak kurulmuştu!

    Ona:
    Bireysel girişim aracılığıyla “işte kendini gerçekleştirme”,
    Kişiselleştirilmiş tüketim aracılığıyla elde edilecek “özgürlük”,
    Yaygınlaştırılmış bağlantılılık tarafından sağlanacak bir “toplumsallaşma” vaat ediyordu!

    Bu vaatler; ifade edilmeyen fakat zamanla keşfedilecek şeyler içeriyordu: Bir taraftan “yeni tabi kılma” ve “köleleştirme” biçimleri, diğer taraftan “güvencesizlik”, “yoksulluk”, “bireyselleşme” ve “eşitsizlik”! Tüm bu vaatler; borçlandırılmış insana, resesyona, fedakârlıklara, kemer sıkmaya, daimi kriz hâlinin otoriterliğine yol açarak gerçek doğalarını ortaya çıkardılar!

    2007’den beri kapitalizmi sarsan ayaklanmalarda ifade bulduğunu gördüğümüz ret; yeni bir radikalizm içerir, çünkü hem “insan sermayesi”nin kurallarına göre çalışmanın reddi, hem tüketici, iletişimci, kullanıcı, işsiz olarak çalışmanın reddi, hem de normalleştirilmiş cinsel kimliğin reddi, yani değerlenme teknikleri ile tabi kılma/köleleştirme tekniklerini oluşturan yönetimsellik tekniklerinin reddi söz konusudur.

    İŞİN REDDİ (III):
    “İş” kadar “redde”, belki daha çok bu ikincisine mim koymak gerekir; zira iş değişmişse, reddi ifade eden öznel kopuş, politik eylemi tanımlamanın temeli hâline gelir. Ret; öznelliği dikkate alan bir önce ve bir sonra oluşturarak, zamanın (ya da tarihin) akışını kırar. Bu önce ve bu sonra (Mayıs ’68) arasında öznellikler gerçekleşir ve çözülür.

    ZORUNLU ÇALIŞMA:
    İnsanlık var olduğundan beri çalışmaya en çok zaman ayıran kuşaklar; “sermaye altında doğmak mutsuzluğu”nu yaşayan kuşaklardır!

    Her türlü üretkenlik artışı, bilimin ve tekniğin her türlü keşfi ya da icadı, zamanı özgürleştirmek yerine, sermayeye daha güçlü bir şekilde bağlamışlardır; çünkü kâra dönüştürülmesi gereken şey, zamansallıkların çokluğudur!

    Çağdaş işin reddi; sermayeyi, sadece işçinin işi reddetmesinden daha derin bir şekilde sarsar, zira sömürü bütün bir toplumu ve bütün boyutlarıyla öznelliği ilgilendirir. Söz konusu olan; modernitenin “antropolojisidir” (özne, birey, özgürlük, evrensellik, erile ayarlı her şey).

    HIZ ve HAREKETSİZLİK ARASINDA:
    İşin reddinin bu yeni kiplikleri; kapitalist birikimin kötü sonsuzu ile geleneksel toplumların değişmez istikrarı arasında, para akışlarının hızlandırılmış devri ile işin, tüketimin, iletişimin can sıkıcı tekrarı arasında, “mümkün”ün zamansallığını, mevcudiyetten çoklu uzamlara doğru gevşetilmiş ve genişletilmiş süreyi, en büyük hızlılık ve en büyük yavaşlıkla canlandırılan başka bir uzam-zamanı keşfeden spesifik eylem biçimleridir. Bu “aradaki” süreyi; makinelerin ve teknolojinin yardımıyla örgütlenme zamanına dönüştürmek gerekir. Dolayısıyla hiçbir “teknofobi”ye yer yoktur! Çünkü bir kere değerlenmenin etkisinden kurtarıldığında, en büyük hızlılık gibi en büyük yavaşlık da makinelerin hızı olabilecektir.

    Grev gibi, bahsettiğimiz “ret” de; sermaye tarafından kararlaştırılmış olan genel seferberliği askıya alır ve böylece kronolojik zamanı menteşesinden çıkarır ve başka hareketler, hızlar ve ritimler doğurur. Gilles Deleuze için bu zamansallığa erişim “kâhin”in; Marcel Duchamp içinse “tembel”in ayrıcalığıdır. Bu kavramsal ve varoluşsal kişilikler nasıl politik kişiliklere dönüşebilir?

    ZAMAN:
    Zamanı yaşamanın başka bir biçimine ihtiyacımız var!

    Kapitalist için zaman paraysa, tembel ya da kâhin için “sermayesi zamandır”!

    Sermaye; işin reddinin “özgürleştirdiği” bütün zamanları yeniden ele geçirmektedir. “Zaman” konusu üzerinde ortaya çıkmakta olan yeni mücadele; birikmiş toplumsal zenginliğin temellüküyle el ele gitmelidir. Parayı yeniden boş zamana çevirmek için, zenginliği mümkünlere dönüştürmek için, yalnızca mücadeleler değil; yeni özneleşme süreçleri de gerekir.

    ERİL/DİŞİL:
    “Tembel” eylem, bir kimlik çözme işlemidir. Etkinlik etrafında örgütlenmiş bir dünyaya dâhil olması, kimlikleri, özellikle cinsel kimliği sarsar.

    İlkçağ’dan başlayarak, etkinlik (cinsel, politik, üretken) erkekle özdeşleştirilir. Kadın ise; tersine, cisimleşmiş eylemsizlik ve edilginliktir!

    Yunan demokrasisi politik eylemi sırf erkeklere mahsus bir alan olarak yüceltir. Kapitalizm tarafından gerçekleştirilen “köleliğin demokratikleştirilmesi” politik eylemi değil, üretimi merkeze alır! Bununla birlikte üreticiler daima erkeklerdir ve iş yine bir erkeklik gösterisidir! Eylem (eril) ile eylemsizlik (dişil) arasındaki ayrım; psikanaliz gibi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı arasında ortaya çıkan yeni sosyal bilimlerde bulunur. Freud’da eylem, babanın penisiyle temsil edilir; dolayısıyla buna sahip olmamanız can sıkıcıdır, çünkü bir şeylerden eksiksiniz demektir!

    “Tembel eylem”; kimlikleri askıya alır ve oluşlara açılır. Eylemin ve işin erkekliğini sarsar ve kadının (ama aynı zamanda da “doğa”nın) tahakküm altına alınmasını sorgular.

    ALGI ve DUYARLIK:
    Para üretmeyi amaçlayan sermayenin eylemi; yalnızca ekonomik etkiler yaratmaz. Sermaye bizi bir algı ve bir duyarlıkla donatır, çünkü algılamak ve hissetmek eylemin işlevleridir. Eylemin gerçekleşmesi için gerekli olan şey; görülür ve hissedilir. Algıyı ve hissetme biçimini değiştirmek için eyleme biçimini, aslında son kertede, yaşama biçimini değiştirmek gerekir!

    “Tembel eylem”; kapitalist üretimin ereklendirilmiş eyleminin tam tersidir; sermaye için erek (para) her şey, süreç ise hiçbir şeydir! Süreç, eğer para üretmiyorsa, birebir anlamıyla; var da değildir! Tersine; işin reddi tamamen sürece, oluşa, kolektif tekilleşme kipliklerine odaklanır.

    TEMBELLİK ve İŞSİZLİK:
    İşsiz; bir “tembel” değildir, çünkü işsizlik hâlâ ve daima sermayenin bir zamansallığıdır! İşsiz bir tembele dönüşebilir; fakat herkes gibi, kendi üzerinde bir çalışma; “kendi”, “ötekiler” ve “dünyaya” dair radikal bir perspektif değişimi pahasına.

    YAŞAM:
    Sermayenin yaşamı sömürmesi, yaşamın sermayeyle örtüştüğü anlamına gelmez!

    Ücretlilerde işi işçiden ayırabildiğimiz gibi, yaşamı da eserlerinden ayırmak daima mümkündür. İnsan sermayesinin ilk örneği olarak bakılabilecek sanatçı da bile, eserler yaşamdan ayrılabilir. “Bir modus vivendi (yaşam tarzı), bir tür yaşam anlayışı oluşturmak için resmi ve sanatı kullanmak istedim; yani muhtemelen, yaşamımı tablo formu altında sanat eserleri yapmakla geçirmek yerine, bizzat yaşamı bir sanat eseri hâline getirmeyi denemek için […] Önemli olan, yaşamak ve bir tavra sahip olmaktır. Her durumda izleyicilerin gözünden, yaptığım resim, yaptığım kelime oyunları ve yaptığım her şey bu tavrın buyruğu altındadır.” (Marcel Duchamp)

    Bu ayrım her zaman mümkündür; zira özneleşme süreci her zaman gerçekleşmektedir. Krizle birlikte, neo-liberalizme herkese “otantik” bir yaşam kurma olanağı verme vaadiyle sağlanan katılım; parçalanmaktadır! “Bireysel yaşamı” değil de “kolektif yaşamı” bir sanat eseri gibi tasarlamak ne anlama gelir?

    DEMOKRATİK SÜREÇ:
    Politik eylemi niteleyen şey, üretimden çekip çıkarılan bilişsel ya da gayri maddi ya da daha başka bir tanım değil; toplumsal işbölümünün kategorilerini, kimliklerini, rollerini ret, ve tüm bunlardan kaçabilme ve mümkünler açabilme kapasitesidir. Ret ve bunun politik eylem potansiyeli doğrudan doğruya bağlı olduğumuz “iş”ten, tahsis edilmiş olduğumuz alandan ve işlevlerden çıkarılmaz. [Reddin nedenleri ve amaçları vardır; fakat ifade ettiği kopuş, amaçsız ve nedensiz bir arzu yoluyla oluşur. Gerçek nedeni, nedenselliğin (işbölümü, üretim, değerlenme) kopuşudur ve amaçları, yeni var olma ve eyleme tarzları yaratmaya zorlayan kopuştan önce var olmaz. Nedenlerin (işbölümünün) düzeninde imkânsız olan kopuş, her yeni özneleşmenin koşulu olan zamansız bir mümkün yaratır.]

    Ret, işbölümünden sapan ve bunun içinde imkânsız olan şey üzerine çalışan bir eylemi ima eder. “Tembel eylem”; bilişsel ya da profesyonel hiçbir virtüözlük, hiçbir özel hüner gerektirmez. Herkes tarafından uygulanabilir.

    Peki ama kolektif bir örgütlenme sürecinin motoruna nasıl dönüşebilir?

    Örgütlenme zamanı spesifiktir. “Île-de-France”da “Süreksiz ve Güvencesiz Çalışanlar Koordinasyonu”ndaki son politik deneyimim; bir duraklamaya, seferberliğe son vermeye dayanan demokratik bir sürecin; öznel güçlerin keşfi, üretimi, örgütlenmesi ve yeniden bileşiminin mümkün olabilmesi için, zaman, hem de çok zaman istediğini bana öğretti. Bu problemi çözecek olan; ne demokratik merkeziyetçiliğin, ne de borsada işlem gören sosyal ağların hızı ve basitleştirilmeleridir. Bir mücadelenin ihtiyaç duyduğu heterojen hızları kullanabilme ve düzenleyebilmenin koşulu; seferberliği sonlandırmanın hareketsizliğinde içerimlenen şeyi geliştirmektir!

    SAVAŞ MAKİNESİ:
    Yine de sermayenin düalizmlerini bozguna uğratmak gerekir. Güç ilişkilerini kurma ve sürdürme kapasitesi olmaksızın, işin reddinde içerilmiş olan etkileri ve tekillikleri açımlamak imkânsızdır. (Metropoliten) işin reddi de başka bir şeyle ilgili değildir. İşçinin işi reddi üzerine düşünen kuramcılarda olduğu gibi; partiyle ya da devletle ilgili değildir. Tam tersine; başka stratejik tercihleri (tüm mümkünleri ortaya koyarak işin reddinde ve onun politik potansiyelinde diretmek) ifade eden feminist hareketlerin (ya da güvencesizlerin hareketi) parti-oluşunu ya da devlet-oluşunu düşünmek zordur. Fakat zamansallıkları, heterojen öznellikleri ve onların kuramlarını keşfetmek, üretmek ve yeniden bileşimini oluşturmak gerekliliği; yönetimselliğin tabi kılma ve köleleştirme tekniklerinden sürekli kaçmayı içerir.

    Kitap: Borçla Yönetmek
    Yazan: Maurizio Lazzarato
    Çeviren: Şule Çiltaş
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://www.otonomyayincilik.com/kitaplik/politik-ekonomi/item/92-bor%C3%A7la-y%C3%B6netmek

    Metnin adresi:
    http://isyananarsi.blogspot.com.tr/2015/05/bir-baslangc-icin-sonuclar-isin.html

  115. “pipsqueak”den Tezer Özlü veya 109’a yorum ve yanıt
    Yazınızı giriş, (A) ve (B); ve Alıntı1 – Alıntı 4 şeklinde iki ayrı bölüm olarak okudum. Bu yanıtım giriş, (A), (B), kısmen Alıntı 1’in düşündürdükleri . Potlach çok daha zor ve düşünmek gerektiriyor, şimdilik hafifçe değinme daha akıllı. ” The Century of the Self ” videosu kendi başına bir konu. “GÜNÜMÜZDE BİZLERE NELERİ UNUTTURMAYA ÇALIŞIYORLAR?”a mükemmel bir örnek. Üstelik nelerin söylenmeden geçildiğine de bir örnek. Bilim denilen şeyin zamanın modasına uyması, egemenlerin kullanma aracı olması, mağdurlara acıyacaklarına saçma sapan kuramlara inanan ruh teknisyenlerinin zamanımız teknisyenlerine benzemleri vb. gibi. Ama bunu da sonraya bırakmam gerekiyor.

    Gönül yazdıklarınızı ve düşündüklerinizi, özellikle uzun kış geceleri, karşılıklı oturup konuşmak isterdi.

    Bir uyarı: benim için Batı = aşağı yukarı tüm dünya veya hiç değilse tüm medeni dünya ve gam yükü treninin son lokomotifi.

    Ve aşağıdaki alıntı Batı’yı en iyi tanımlayanlardan biridir.

    “So far as I am aware, we are the only society on Earth that thinks of itself as having risen from savagery, identified with a ruthless nature. Everyone else believes they are descended from gods.”,

    Bazan kişisel bilgiler, kişinin ileri sürdüğü fikirleri aydınlatabilir diye kendi deneyimleri yazım arasına serpmekte yarar olacağını düşündüm. Aksi halde Laurence Sterne’nin hayatını anlattığı gibi iş uzadıkça uzar ve Tristram Shandy ancak 3. ciltte doğar.
    Bazı basit sorulara cevaplar:
    Neden anonim?
    Birçok nedenler var ama hiç biri savunduğum bir ideolojik nedenden değil. Bir tanesi Goethe’den.
    “No one can take from us the joy of the first becoming aware of something the so-called discovery. But if we also demand the honor, it can be utterly spoiled for us, for we are usually not the first. What does discovery mean, and who can say that he has discovered this or that? After all it’s pure idiocy to brag about proiority, for it’s simply unconscious conceit, not to admit frankly that one is a plagiarist.”
    Mekân daha da karışık çünkü ben şimdi Avrupa’dayım ve hatta kağıtsılığımızdan dolayı ihbar edildiğimizden 3 yıldır bulunduğumuz ülkeden dışarı bile çıkamıyoruz.

    Sizden alıntıları büyük harflerle yazacağım.

    SİZİN ““POTLAÇ” GELENEĞİNİ HATIRLAMANIZI VE “SOSYOLOJİ” ALANINA DAHA CİDDİYETLE EĞİLMENİZİ TAVSİYE EDERİM.”, SÖZÜNÜZE BİR CEVAP.

    1 POTLAÇ

    Ben yıllarca ve seve seve “potlaç” değil ama, sanki o gibiymiş gibi kendimizi bile bile kandırarak arkadaşlarla sık sık yaptığımız “potluck” içinde yaşadım. Arkadaşlar (ve bazan ben de) orijinal piyes yazıp sahneye koydular, basım kooperatifinde (kolektif) yazdıklarını veya çevirilerini yayınladılar, dünyada iyice tanınmış ve saygıyla okunan aylık anarşist gazete çıkardılar, kolektif yiyecek mağazaları kurdular. Hatta arkadaşların bir müzik grubu meşhur olunca dağılıp vazgeçtiler. Beraberce kıra gitmeler, kamp kurmalar, “potluck”lar bunun çok sık tekrarlanırdı. “Potluck”lara gelenler dans eder, konuşur, dedikodu yaparlardı.

    Avrupa’dan gelen ve çok daha ciddi solcular bayrak taşıyan gerçek devrimci yerine “Homo Take İt EasyCus”lar bulunca biraz hayal kırıklığına uğrarlardı. Biz de şaka olsun diye onları büyük fabrikaların emekçilere ait kadillaklarla dolu park yerlerine gezdirmeye götürürdük. Hatta bir defasında bir arkadaş ziyarete gelen Ivan Illich’i gece dersi verdiği emekçiler sınıfına götürdü ve emekçiler Illich’e Meksika parasının kuvvetli olup olmadığını, emlak fiyatlarının pahalı olup olmadıklarını sordular. Bunlar pek iç açıcı olmayabilir ama dünyamızın ruhsal açıdan tümü, maddi açıdan gittikçe büyüyen bir parçası. Ümit ederim bu sefilliğe karşı duygusuzluk gibi algılanmaz. Amacım sefillerin kendilerini ezenlere özendiklerini sergilemek. Bir örnek daha vereyim. Avrupalı iyi kalpliler sefillerin sayısını ve nerede nasıl yaşadıklarını bilir, resimlerle sergiler, onların adına konuşurlar ama bir yılda sadece koku (kolonya falan gibi) harcadıkları paranın dünya sefillik, sağlık, eğitim (gerçi bunlar benim insanlar için istek ve savunduklarım değil ama o ayrı bir konu) sorularını çözebileceği istatistiğini bilmezler. Yılda nükleer silahlara harcanan paranı %5’i de öyle.

    Kısacası “Potlaç” geleneğini az çok biliyorum ve alıntı 3’de yazdıklarınıza size severek katılıyorum. Belki biraz çok kısıtlı ama benim “potlaç”ın hoşuma giden bir tarafı şu: ” ‘iyi, eğer zenginliğinden dolayı kendini beğenmişsen, kendini dev aynasında görüyorsan, … kısacası zamanından önce bireyci olmuşsan’ ve “bizim seni alkışlamamızı” istiyorsan, “ya dağıt ya da at gitsin!” “Böylece ekonomik bir güç olman imkansızlaşır.”

    Ben bu ve buna benzeri taktiklere (Avustralya yerlileri; Afrika halkları; ve hatta 20. yy’da bile, nasıl olmuşsa, medeniyetin yaşama değil yaşamda kalmayı kolaylaştıran ıvır zıvırlarından kaçmayı başarmış Orta Amerika Kızılderilileri arasında) rastladım ve genel anlamda “devlet”i önlemeler olarak algıladım.

    Ve hatta şu an hala yaşamakta olan, ama sanırım kısa bir sürede her özgür varlık gibi “asıl özgürlük” yeri öbür dünyaya gönderilecek, potlaç yerine değişik bir taktik kullanan cemaatlar (James C. Scott, The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia) örnek olabilir. Muhammed, “bedevilere dikkat edin, yalandan inanırmış gibi görünüyorlar”, dedi. Araplar ve devlet kafesine alışmış diğer halklar yeni kafese girdikten sonra, sarayda özgürlük türküleri söyleyen şairler için özgürlük simgesi bedevilerdi.

    2 SOSYOLOJİ

    Arıtma amacıyla bilim dallarını ayırmak belirli yöntem saptamak, dağıtma ve karıştırmayı önlemek ve özellikle 19. yy’da daha önce o süreyi yaşayıp başarılı olan doğa bilimlerine benzemek özentisine sempati duymak ve hatta katılmamak zor. Ama gerçek sınırlar varlığına inanmıyorum. Örneğin Marks. Sosyolog mu? Tarihçi mi? Politik-ekonomist mi? Filozof mu? Antropolog veya psikolog mu (fetishism and commodity fetishism (fetişizm); reification (şeyleştirme); alienation; there is no human nature, there is only human condition (Vico gibi, ki zaten Vico’dan aldı); man is species being, primitive communism)?

    Burada çok beğendiğim ve yine hiç bir tanıma sığmayan bir ilahiyatçının (teolog) diğer ilahiyatçılarla toplantıda dalga geçmek için Marks’ın “Din insanların afyonudur!”, lafıyla biten paragrafını son cümleyi atlayarak okur. Diğerleri sorarlar:”Kim bu şahane ilahiyatçı? Benzeri Simone Weil’in başına gelir.

    Hatta son zamanlarda en derin ve yerinde katkıların çoğu meslekleşmiş bilim dallarının dışından gelenler tarafından yapılmakta. Güzel bir örnek: Sven Lindqvist, “Exterminate All the Brutes”

    Ivan Illich diğer bir örnek.

    ÖZELLİKLE VE ÖZELLİKLE “ULUS BAKER”İN YILLAR ÖNCE BİZLERE NE ANLATMAYA ÇALIŞTIĞINA BUGÜN TEKRAR TEKRAR DİKKAT KESİLMELİYİZ!)

    Ulus Baker’e yıllar önce, aynı bu site gibi, tamamıyla tesadüfen İnternet’de rastladım. Kısacası onu son zamanlarda çoğalan “Born again Marksistlerden”, sandım. Tabi bu bir karikatür ve dediklerinize, yani onun anlatmak istediklerinin önemli olduğuna inanarak yanlış bir değerlendirme yapmış olabilirim düşünüyorum. Zamanla düzeltmeye çalışacağım.

    Ben Marks’dan çok şey öğrendim ama Marks ve marksistlerin, hangi kılıfa girerlerse girsinler, burjuva-kapitalistlerle aynı dünya görüşü içinde olduğuna katı bir inatçılıkla inanıyorum. Hatta Marksizm’in, aynı büyük dinlerdeki azizler gibi, koca tanrı uzak olduğundan , insana daha yakın, daha halden anlayan, daha sıcak kanlı ikinci derecede bir mit olduğu düşüncesindeyim. Bazı diğer sorunlar daha var ama konu dışına çıkmış olacağım. Her ikisine ortak asıl mitler İlericilik (ve dolayısıyla Bilimcilik ki birinci ve ikinci nitelik ayırımlar yapılması modern bilim temelinde yatar ve bu ayırıma göre biz insanlar sadece dışarıdan gelen çarpmalara şükür düşünür, hisseder, uyanırız!), Tarih (anlam kaynağı olması anlamda) ve en önemlisi tüm insanları çılgına çeviren Mutluluk serap veya mirajı.

    ALINTI 1 ile ilgili düşündüklerim:

    “Anarşizm” tanımı konusunda, tek “pipsqueak” katkım, anarşizmin bir çözüm değil bir ışık, ve biraz muğlak ve yanlış anlamalara yol açılması önlenmez bir sözcük olan “hayır!”, demek ve direnmek.

    (Ve aslında ve doğru söylemek gerekirse ben anarşist değilim. Sadece çok anarşist arkadaşlarım oldu.)

    “Hayır!”a bir örnek: kira ödeme, yiyecek karşılığı para verme; vergi verme; sınırda pasaport ve vize gösterme; kendisi okula gitme ve çocuklarını gönderme; iş bulup çalışma; araba ve benzeri taşıtları şart kabullenme vs. vs. gibi asıl mutlaklara “evet” denilir ama bireycilik, ifade özgürlüğü, oy verme vs. gibilere gelince kişiler bülbül kesilir. Ben alay etmiyorum. “Normal”, “doğal”, “gerçek dünya”, “insanın doğası” gibi yukarıdaki kafeslere sokmada kullanılan tatlı konuşmalara; Hobbes ve benzerlerinin yalanlarına “hayır”, denilmesini, direnilmesini savunuyorum.

    Anarşizmi politik bir program yapanlara, etkinlik içinde olanlara temelde karşı değilim. Kendim daha çok tarih, antropoloji, arkeoloji, mitler ve dinler, felsefe, bilim tarihi ve felsefesi, şiir ve edebiyat gözüyle bakmayı tercih ettim. Anarşizmin İspanya’da uygulama şansı oldu. O ve ona benzer İlerleme, Endüstri, Emek, Bilim-teknik gibi temel inançlara dayanan tutumları paylaşmıyorum. Bu ve benzeri tutumlar açısından bakınca, etkinlik içinde olanlar bana gülerler ve gülüyorlar. Anarşist olmamamın bir nedeni bu. Özellikle bu dinci, o allahçı; hele hele dünyanın tümünün tam burjuva olduğu bir zamanda hala şu burjuva bu burjuva; bu yerli marksist, bir diğeri ithal anarşist; diğer bir diğeri feodal … gibi etiketler dağıtımı bana çirkin geliyor ama sanırım bazı durumlarda bu çeşit yaftaların kullanmasının kaçınılmaz olduğunu da biliyorum ve ümit ederim kendim iki kullanışı ayırt etme (halt etmeme) yeteneğine sahibim. Özellikle tamamıyla burjuva propagandası olan dine saldırılar beni çok tiksindiriyor. Tolstoy, N. Berdyaev, J. Ellul, I. Illich, hatta Thoreau, Gandhi, Zhuang Zhou, belki Laozi benzeri bir çok düşünürlerin bize verdiklerini böyle etiket ve ambalajlarla hasır altı etmek pek doğru değil.

    “DEĞİŞ-TOKUŞ”UN ALTINDA YATAN BU MANEVİ ANLAM; ASKERİ, HUKUKİ, EKONOMİK VE DİNİ ANLAMDA TANINMAYI BERABERİNDE GETİRİR.

    Sanırım kullandığınız “manevi” ve “din” sözcükleriyle bunların ilkel ve daha sonraki toplumlarda önemli olduklarını demek istersiniz. Bunlar sosyal baskı ve haksızlıklara direnmede çok defa bir söylem (discourse) aracı olarak kullanıldı ve Güney Amerika’da kullanılmakta. Eve yakın örnekler: Mazdak isyanı, Şeyh Bedrettin, Qarmatlar, ve hatta Kızılbaş ve diğer inançlar. Yani, dolaylı da olsa, benim yukarıda söylediklerime katılıyorsunuz.

    “DİRENİŞ ve “ÖZGÜRLERİN EKONOMİSİ”!”

    Sanırım değişik algılama ve anlamaları anladım. Çok güzel bir çözümleme. Tanıklığın önemine vurgunuza tamamıyla katılıyorum. Ama iki ayrı tanık sadece iki ayrı algılamayla kalmıyor ve daha da kötüsü tamamıyla zıt sonuçlar çıkarıyor veya hatta karşı saflara geçiyor. Ben benzerini “The Century of the Self “de de gördüm. “Şuur altı rahatsızlıklarını” yaşayan bazı kişiler bu rahatsızlıkların, diğer ticaret adamları gibi, ticarette kullanılabilecek şahane bir satış aracı olduğuna inandılar.

    Ve eğer bu kuram tüm insanlar için geçiciyse, “utangaç” BBC’nin yeterinden fazla ve gereksiz ürün üreticilerin kendilerinin sonsuz daha sapık, hasta, rahatsızlık olduklarından söz etmemesi ilginç. Belki Jean-Paul Sartre “Liberal, iğrenç bir sözcüktür!, dediğinde BBC, videoyu yapan ve şu an çok moda olan fikirler özgürlük ve göreciliğini düşünüyordu.

    EMEK, EMEKÇİ, “ÜCRETLİ EMEKÇİLER”

    Zorunluk ve baskının uzun tarihini biliyoruz. Nedenleri ne Allah ne de doğa. Her ikisi, örneğin Tanrı veya doğanın cömertliği ileri sürülerek, tam tersi de rahatça savunulabilir. Vico’nun dediği gibi kendimiz yaptık ve belki en iyisi Rousseau’nun “insan her yerde hür doğar, ama her yerde zincirler içinde.”, sözünü anımsayıp tiksinmek. Ama bu kişisel bir tepki. Sosyala döndüğümüzde iş çok karışıyor. İlk ve bence en önemli ve zamanımızda en yaygın durum şu: ezilenler ezenlere hayran, ezenler gibi düşünüyor, ezen olmak istiyor, … Yanlarında olanlara bakıyoruz çoğunlukla bu “yanında durmayı” kendine meslek edinmişler; politik programlara çeviren fırsatçılar; kişisel-psikolojik duygusal boşalmaya aracı olarak kullananlar; “boş konuşmaları bırakıp etkin olalım, asıl önemli olan aktif olmak”, diyenler; …

    Bir örnek:

    Kitaplarını okuyup beğendiğim bir sosyolog kendine karşı düşünen diğer bir sosyologla televizyonda tartışmaya davet edilir. Cevabı, “Televizyonda iki taraf yok, sadece televizyon var!”

    Bu 60larda oldu. Bu şu an kullanılan medya araçlarına karşı yönetilmiş derin bir eleştiri, seyirci toplumunda büyüyenler için, fikirleri anlamak yerine kendisi televizyonda olmak isteyenlere bir uyarıydı.. Buna rağmen medya yıldızı entelektüeller mantar gibi çoğalıyorlar.

    “Emek” fetişleştirildi, tanrılaştırıldı, kutsallık kazandı. Emeğe tapma burjuvalarla başladı ve Marks ve marksitler bu dini emekçilere de yaydı. Bunun zararları çok.

    Her kutsal varlık gibi ona tapma yeter oldu. Varlığına dil uzatmak, zararlarından söz etmek günah oldu, sapkınlıkla suçlandırıldı. Emeğin her zaman var olmadığı unutuldu, şekilselleşti, formelleşti.

    Eğer sömürülenlerin mecburiyetten o duruma düştüğü iddia edilirse, sömürenlerin de zorunlu oldukları ve sapıklıklarının irade dışı olduğu kolayca savunulabilir.

    Şimdi de ben, daha doğrusu tanıdığım arkadaşların söylediği, “uçuk” bir şey söyleyeceğim: “Marksizm herkes orta sınıf olsun ister, biz herkes asil olsun isteriz!”

    Ben bu görüşten yanayım. Ben “Emek”in yok edilmesinden yanayım. Mülkiyet konusunda da aynı düşünüyorum.

    Üretim ve emek yok edilip yerine, hasta ve ölüler hariç ben günlerce, aylarca, yıllarca olduğu yerden kıpırdamayan birini görmediğim için, zevkle yaşamak ve zevkle yapmayı özgür ve otonom insana daha çok yakıştırıyorum. Bir işi sevmediği halde sadece karşılığında para almak için yapmanın ne olduğunu biliyoruz ve buna zorlandıkları için yaptıkları için zorlayanlardan tiksinebiliriz ama bu, bu tarihin yarattığı kabustan uyanmamak için bir bahane olmamalı.

    Var olma/sahip olma ikiliminin tespiti ve anayasaya ilişkisi şahane. Buna benim ufak bir katkım var. Tarihi çağlara bölme zorluklarını biliyorsunuz. Benim sevdiğim “var olma devri”, “sahip olma devri” ve şimdi egemen olan “gibi görünme devri”. Diğer bir baş belası da sizin dikkati çektiğiniz “daha”, yani zamanımızda dünya insan ilişkilerinin nitelik değil nicelikler üzerine kurulmuş olması ve niceliğin merkez düşünce ve kıstas olması. Nicelik aynı zamanda Bilim-Teknik’in temel taşıdır. Modern insanın en derin yapısına girip egemenlik kuran, her türlü yargılarına kıstas olan, eğer bilimselse her türlü yalanı doğru sanmasına neden olan, özellikle İlerleme mitini en fazla destekleyen ve hatta kendi başına bir din olan Bilim-Teknik’e duyarsızlık bence bir eksiklik.

    Gezi’de geçiş konusuyla ilgili zorluklar ve tespitlerinizi de çok yerinde buldum.Yine bir eklemek yapmak isterim. Bu sürede kolay ve alışılmış davranışlara dönmemek çok güç. Bir de çok tehlikeli olan iç ve dış sorunlar. Kapitalist ülkelerin devamlı ve Sovyetlerin ayakta olduğu sürede dış tehlikeleri kullanıp halkı uyutup uslandırdığını biliyoruz. İç tehlikelerden birine değinmek isterim: fırsatçıları ve bazı bahanelerle aynı şeye değişik bir isimle dönme girişimlerinde bulunanları uyarıdan daha ileri gitme ve yasaya benzer kurallara başvurma. Ben o zaman baş belası arandığını düşünüyorum. Böyle durumları “kötü” veya “kötü niyetliler” (kara keçi geleneğine dönüş) diye damgalamakla iş basitleştirilebilir. Bir cizvit rahip “bir çocuğu bana beş yaşına kadar bırak, o benim”,der. Elden gelen tek şey, sanırım dikkatli olup uyarıda bulunmak. Buna tarihten örnekler çok. Hristiyanlık küçük grupların yaşam biçimi olmaktan çıkıp koca bir imparatorluk dini oldu. Ve küçük grubun denetim ve uyarılarından uzak, her gün kafalarına su serpmeyle hristiyan olan yüz binlerce insanları ancak Kilise gibi örgüt idare edebildi. Ivan Illich’in “son” kitabı “La Corruption du meilleur Engendre le Pire”, bunun şahane bir örneği. Diğer güzel örnekler: Blake ve Antinomianism (Anti-Nomizm, İbahilik).

    Eğer kişi kendisi yapmıyorsa, en iyisi sadece uyanık olmak, Rousseau’nun insan “doğuştan iyicildir”! ilkesine sadık kalmak.

    ” BU AÇIDAN BAKILDIĞINDA GEZİ DİRENİŞİ’NDEKİ SINIRLI KOLEKTİFLEŞME VE DAYANIŞMA DENEYİMİNİN AŞILADIĞI YENİ EKONOMİ-POLİTİĞİN KİTLELERE YAYILMASININ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR OLMASININ ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGELİN MADDİ KISITLARDAN ZİYADE; ORTAYA ÇIKAN BU YENİ ÖZGÜRLÜK İLE NE YAPACAĞIMIZI ÇOK DA BİLMEMEMİZDEN KAYNAKLANDIĞI İNANCINDAYIM.”

    Bu alıntınız beni çok düşündürdü ve çok haklısınız demek istiyorum ama özgür-otonom bir varlığa erişmenin uzun zaman alacağına, yeni alışkanlıkların özgür bir şekilde denemelerle doğacağına inandığımdan buna engel olacak veya baltalayacak maddi zorluklar beni, belki “yaşadığım”(*) için, korkutuyor.

    (*) Yanlış bir his yaratmamak için hiç bir zaman sizin ifadelerinizden anladığım politik nedenlerden benzeri bir deneyimim olmadığını eklemek isterim.

    Tabii bu dediklerim sadece sizin yaşadığınızın bana düşündürdükleri. Asıl olan anlattığınız güzel, gerçekten yaşanmışa özgü ve tekrarlanmayacak deneyimler. Bunu fırsat bilip, benim medyaya karşı oluşumun bir nedenini aktarmak isterim: medya her tekrarlanmaz yaşantıyı bir imge, bir görüntü, bir seyircilik nesnesi yapar.

    Alıntı 1’in geri kısmındaki düşünceler çok daha özellikle sosyal sınıflara dayanıyor, ki belki yukarıda söylediklerimden tahmin etmişsinizdir, benim temel eleştiri bakışımdan çok farklı olduğundan pek yararlı bir katkı yapamıyorum. Tekrar edip sizin kafanızı şişirme pahasına da olsa, ben tüm dünyanın burjuva olduğuna inanıyorum.

    İyi geceler

  116. 110 “pipsqueak”e:

    Yakın zaman önce felsefe bölümü mezunu, akademisyen olacakken o yolu seçmeyi reddetmiş, 45-55 yaş arası, çevirmenlik yaparak geçimini sağlayan bir kişiyle saatler süren görüşmemiz oldu. Kendisi Taoism’e meraklı olduğunu söylemişti. Bu merağı o kadar ileri boyutlardaydı ki, o akımdan ciddi çeviriler bile yapıyordu. Görüşmemizin sonunda bana Arthur Schopenhauer’a daha fazla zaman ayırmamı önermiş, sorularımın birçoğuna cevap bulabileceğimden ve yeni sorular sordurtabileceğinden bahsetmişti. Ayrılırken kapı eşiğinde son anda ise “toplumumuzun başında her zaman bir tür ‘Aydınlar zümresi’nin olması gerektiğini düşünüyorum. Başka türlü bizim gibi bir toplumun daha çok yanlış yapacağı kanaatindeyim.” demişti. Onca saat görüşmemizden sonra; kendisinden böyle bir açıklama duymak adeta çelişkiler yumağının daha da çelişkili hale gelmesine yol açmıştı…

    Meseleyi sadece, Aristocu yaklaşımla, bizlere ortaokul-lise çağımızdan beri belletilmeye çabalanan mantıkla ölçüp/tartıp; yukarıda yazdıklarınızın nereleri doğru, nereleri eğri duruyor kısımlarını göstermek niyetinde değilim. Hoş, bu konuda otorite olmadığımı gayet iyi bildiğim gibi; “otorite nedir?” sorusunu da, özellikle bahsettiğimiz konuda, sormamız gerekir. Biraz somutlaştırmak için; N.Ş.A.’da dünya genelinde matematik soru ve çözümleri her yerde aynı olmalıdır. Bu konuda uzman kişileri “otorite” kabul etmek makul bir durumdur. Ama “sosyoloji” gibi; matematikten katbekat geniş bir alanın başındaki otoriteler kim? Sosyolojinin kıstasları nedir? gibi sorular sormak adeta dipsiz kuyuya inmeye çabalamak gibi.

    (Not: Aristo’nun bizzat kendisi ve onun işaret ettikleri yaşam amaçlarından biridir! Kendisine büyük saygım var. Bütün bu saygıma rağmen “Aristocu yaklaşım”ın kendisini ayrı bir yere, “Aristocu yaklaşımın sadece ama sadece kapitalizmin büyüyüp serpilmesi için kasıtlı olarak kullanılması”nı ayrı bir yere koyarım! Bu farkın ileri safhalarını metni okudukça göreceksiniz.)

    *** TV konusu ile ilgili ***

    “Kıraathane”lerin, binyıllardır, bir tür muhabbet mekanları olduğu, “Agora”ların da aynı işlevi gördüğü anlatılır. Her medeniyetin aynı minvalde iş gören (isimleri farklı farklı da olsa) “ortak toplanma alanları” vardır.

    TV’lerin “görüntüyle yaşayan ama eyleme geçmeye yanaşmayan toplumlar” yaratmak için manipülatif yönüyle devasa şekilde kullanıldığını biliyoruz. Bu duruma benzer şu örneği de verebiliriz: Bir yazar; kütüphanelerin kapanmasına, rağbet görmemesine, her yere AVM inşa edilmesine, “tüketim kültürü”nün pompalanmasına isyan eder. Bu yazarın yeni kitabı piyasaya çıkar. Ve AVM’den AVM’ye koşturarak kitap hakkındaki söyleşi platformlarına katılmak, imza kuyruklarındaki talebi gidermek zorundadır! Yayınevinin maliyet ve kâr hesaplarını, anlaşma imzaladıkları reklam ajansına ödeyecekleri ücreti karşılamak ve tabii ki kendi hayatını idame ettirmek için; isyan ettiği kavram ve kurumların tam ortasında iş yapmak (doing business!) zorunda kalır!

    Bu kısa örnekten birçok çıkarım yapabiliriz. Ve hatta daha kallavi örnekler de verebiliriz.

    Belki de en önemli çıkarımlardan biri şu:
    “Eylem” olmadıkça; sadece teoriler içinde yüzerek isyan etmek (ve hatta sadece isyan ede ede ömürler geçirmek) çoğu zaman işe yaramıyor!

    “Televizyonda iki taraf yok, sadece televizyon var!” cümlesini çürütmek için değil; tam tersine, bir gönderme yapmak için yukarıdaki örneği aktardım. Burada içine düşmemek için çok dikkatli davranmamız gereken tuzak şu olabilir: “Pasif yaşamak, eylemsiz yaşamak” ile hayatımızı öyle şekillendiriyorlar ki, TV’yi “televizyonu eleştirmek için bile en mükemmel yer yine ‘televizyonun bizzat kendisi’! Hem böylece onları kendi kalesinde vurmuş oluyorsun!” cümlelerine kanıp, “televizyonu sadece televizyonda bir yayına katılarak eleştirmek görevi”ni yerine getirip köşeye çekilmek (“protesto etme yöntemleri anayasa kitapçığı”na harfi harfine uymak gibi), büyük bir sorumluluğu yerine getirmiş olmak hissine sahip olarak gündelik hayatlarımıza devam etmek tuzağına düşmemeliyiz! Coca-Cola’ya kızıp Pepsi-Cola satın almak gibi! Halbuki hastalık aynı yerde duruyor ve vücuda hızla yayılıyor; biz ise kanal, marka vb. değiştirerek kendimizi rahatlattığımızı sanıyoruz!

    Bu örnekleri, saptamaları halka halka birleştirmek mümkün. Dönüp dolaşıp “emeğin” metalaşıp, metalaşmaması sorunsalına; metalaştıysa ne yapılmalı, metalaşmadıysa ne yapmalı sorularına geliyoruz! Marksist değilim. Ama “emek” başlığı ile ilgili Marks’ın çıkarımlarının; (bilerek ya da bilmeyerek) burjuvanın ekmeğine yağ sürdüğü görüşünün tam manasıyla doğruyu yansıttığını düşünmüyorum.

    (Not: “Marks ve marksistlerin, hangi kılıfa girerlerse girsinler, burjuva-kapitalistlerle aynı dünya görüşü içinde olduğuna katı bir inatçılık” saptamanızın gerçeklik payı oldukça yüksek. Kainatın en katı inatçıları bile olsalar; sırf “emek” konusunda ortaya koydukları hepimize lâzım! Emin olunuz, katılıklarını zamanla yumuşatırız. Belli mi olur, Bakunin’le Marks’ın belki aynı “pub”a takılmasını bile sağlayabiliriz…)

    (Not: Bir agnostiğim. “Koca Tanrı”nın uzaklığı/yakınlığı meselesi de uzun bir konu. “Tanrı”, “God”, “Jesus”, “Allah”, “Adi Shakti”, “Shiva” vb.’lerinin “modernite” öncesi ve sonrası durumu alanlarını da önemle gözden geçirmemiz gerekir! Belki 100-125 yıl kadar önce Depeche Mode diye bir grup olsaydı “Personal Jesus” adlı bir eser yaratmazdı! Belki de “Personal Jesus”; insana daha yakın, daha halden anlayan, daha sıcak kanlı bir mitin (veya “şey”in) özlemi, ya da tam tersi; hicvi olabilir…)

    *** “Potlaç” ve “potluck” konuları da yukarıda (TV) ifade edilenler ile aynı çerçevede ***

    Bahsettiğiniz “potluck” konsepti de (aslında yukarıda “kapitalizmin içini boşaltıp, kendisine uygun şekle soktuğu ‘potlaç'” açıklaması yapılmış, Alıntı 2’de –“potlaç”ın içi boşaltılmış hâli– kısmında ifade edilmişti.) belki bir tür “kendimizi rahatlattığımızı zannetmek”, “lifestyle anarchism” veya “lifestyle potlaç” kavramlarına benziyor (ki zaten bile bile kendinizi kandırdığınızı belirtmişsiniz.)

    “Potlaç” başlığını konuşurken, “modernite”nin bizlere neler getirdiği ve bizlerden neler götürdüğünü de konuşmuş oluyoruz! İlber Ortaylı’nın ve R.T. Erdoğan’ın siyasi pozisyonlarını şimdilik konu dışında tutarsak, Ortaylı’nın şu açıklamalarına dikkat kesilmemiz gerekir:

    (a) 1927’nin demiryolu teknolojisiyle 2014’ün teknolojisini kıyaslayıp, aradaki gelişmeyi kendine mal etmek ancak Erdoğan’ın aklına gelebilirdi.

    (b) Atatürk: “Ey Kanuni; senin zamanında uçak mı vardı, her yere atla gidiyordun! Ey Fatih; sen hiç konuşma, araba bile görmedin!” deseydi olur muydu?

    “Modernite”nin ne demek olduğu ile “modernizasyon”un ne demek olduğu arasındaki ayrımı; İlber Ortaylı, yukarıdaki çıkarımları ile yapmıştır.

    Erdoğan; “modernite”yi (“İslamcılık” penceresinden bakarak) eleştirirken;
    Ortaylı “modernizasyon”u ön plana çıkararak Erdoğan’a cevap veriyor! Halbuki Ortaylı da gayet iyi biliyor Erdoğan’ın “modernite”yi eleştirdiğini!

    “Modernite”: Sosyolojik bir olgudur.
    “Modernizasyon”: Uzun süredir kullanılmakta olan materyallerin güncel hayata uygun zeminde yenilenmesidir.

    İki kelime de birbirine göbekten bağlıdır.

    “Modernizasyon”a karşı olmak boşa çabadır.

    Ve fakat: “Modernite”yi kapitalizmin güdümüne sokmak (tıpkı “potlaç’ın anlamının” boşaltılması gibi) hem tarihe, hem bugüne, hem de geleceğe ihanettir!

    “İlk ve bence en önemli ve zamanımızda en yaygın durum şu: ezilenler ezenlere hayran, ezenler gibi düşünüyor, ezen olmak istiyor” cümlenizi bir de “modernite”nin bizden götürdükleri penceresinden bakarak değerlendirmemiz; belki, daha elle tutulur sonuçlara ulaşmamıza vesile olabilir. Hayatın tam ortasından bir örnek verelim: Doğanın içinde yaşam sürmek en istediğimiz şeylerden biri. Bu konuda en tecrübeli olduğunu düşündüğümüz “köy”e baktığımızda; “köylülerle” konuşup, halleşip, onların hikayelerinden nasiplenmeye çalışırız. Bundan belki 50 yıl önce şu cevabı vermiyorlardı ama bugün veriyorlar! Ve bu cevabı vermelerine yol açan şey yine “Modernite’nin bizlerden alıp götürdükleri”nden biri olabilir: (Köylünün söyledikleri) “Evet ben köyde yaşıyorum ama ‘büyük’ şehre yakında taşınacağım. Orada hayat daha canlı, teknolojiye erişim daha kolay, istediğin vakitte dışarı çıkabiiyorsun, alış-verişe gidebiliyorsun! Ama köyde bunların hiçbiri yok!” Bu örnekte şehir “ezen” olarak, köy ise “ezilen” olarak tasvir edilmiş. Peki bu “öykünme” duygusunu bizlerin hayatının tam ortasına, beynimize yerleştiren “sosyolojik kırılmalar” ne zaman yaşandı?! Ezilen’in ezen olmak istemesi, ezene “öykünmesi”; “doğru olanı yapmak” gerçeğini değiştirmiyor, yani “köy” hayatının “doğru” olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

    (Not: “Yaşama değil yaşamda kalmayı kolaylaştıran ıvır zıvırlarından kaçmayı başarmak” açıklamanız takdire şayan.)

    *** Sonuç yerine ***

    Görüşlerimizi birbirimize aktarmaya çalıştığımız diğer konular gibi bunlar da oldukça uzun. Zaman ve sabır gerekli.

    “Emek” kelimesinin formu ve ona yüklediğimiz anlamlar 21. ve 20. yüzyılda farklı, 19. yüzyıl ve öncesinde farklı olabilir. İlk olarak bu dönemsel farklılıkları dikkate almak zorundayız.

    “Öykünme” hayatımızın her saniyesinde var. Baktığımız pencerelere göre görünümü değişiyor. Sigara içmeye küçük yaşta öykünmek, ünlü bir şair (neye göre “ünlü”?!) gibi yazmaya öykünmek, burjuva hayata öykünmek, aşırı burjuvalaşmaktan bıkıp Gandhi’nin işaret ettiği “high thinking, simple living” konseptine ayak uydurmaya öykünmek (CEO’ların Hindistan’daki “ashram”lara meditasyon yapmaya özel jetleri ile gitmesi örneğindeki gibi! Ve ayrıca; CEO olmak burjuvalaşmanın tanımı mı? bu da ayrı bir tartışma konusu…)

    Belki de mesele doğru pencereleri bulmaya çalışmak ve bulduklarımızı da etrafımızdakilerle paylaşmaktır.

    “Eylem” kelimesini; gündelik hayatlarımızın en kılcal yerlerinden başlatmayı (unuttuysak, hatırlamak!) öğrenmek zorundayız! Belki “televizyon”lar, belki “AVM”ler ancak bu yeniden öğrenişimizden sonra gerçek formlarında bizlere gözükür.

    *
    Never doubt that a small group of thoughtful, committed citizens can change the world. Indeed, it is the only thing that ever has. (Attributed to Margaret Mead)

    In a decaying society, art, if it is truthful, must also reflect decay. And unless it wants to break faith with its social function, art must show the world as changeable. And help to change it. (Ernst Fischer)

  117. 111 veya

    Merhaba Tezer Özlü,

    Uyarı : Sizden alıntılar büyük harflerle yazılı.

    Burası yanıyor ve bilgisayar önünde oturmak delilik. Hava yanıtıma ancak izin verdi.

    Sonsuz (bilgi ve farklı algılar sonsuz, biz sonlu veya “Allahım neden yaşam kısa, ölüm sonsuz”, sorusu gibi) haklı olduğunuz şu sözünüzden başlayarak sohbete devam etmeye hazırlandım. Daoist arkadaşınız lafları, yazınızın sonunda M. Mead ve E. Fischer alıntılarıyla “Eylem” fikri ve hatta “Eylem”in tarihini bağdaştırma …

    GÖRÜŞLERİMİZİ BİRBİRİMİZE AKTARMAYA ÇALIŞTIĞIMIZ DİĞER KONULAR GİBİ BUNLAR DA OLDUKÇA UZUN. ZAMAN VE SABIR GEREKLİ.

    Ama hemen ardından sizin aşağıdaki yazdığınızı tuhaf buldum. Ve size bir soru yöneltmek istedim. Açıklayayım.

    BAHSETTİĞİNİZ “POTLUCK” KONSEPTİ DE (ASLINDA YUKARIDA “KAPITALİZMİN İÇINİ BOŞALTIP, KENDİSİNE UYGUN ŞEKLE SOKTUĞU ‘POTLAÇ’” AÇIKLAMASI YAPILMIŞ, ALINTI 2′DE –”POTLAÇ”IN IÇI BOŞALTILMIŞ HÂLİ– KISMINDA İFADE EDİLMİŞTİ.) BELKİ BİR TÜR “KENDİMIZİ RAHATLATTIĞIMIZI ZANNETMEK”, “LIFESTYLE ANARCHISM” VEYA “LIFESTYLE POTLAÇ” KAVRAMLARINA BENZİYOR (Kİ ZATEN BİLE BİLE KENDİNİZİ KANDIRDIĞINIZI BELİRTMİŞSİNİZ.)

    İlk defa “lifestyle anarchism” sözüne Bookchin’in yazdığı bir kitabın(1995) adında rastladım. Arkasından bununla damgalananlardan biri, David Watson, “Beyond Bookchin: Progress and other Mirages”, adlı kitabıyla yanıtladı. Bence okumaya değer.

    “Potluck”, “potlatch” ile hiç bir ilgisi olmayan, kişilerin yaptıkları yemekleri getirip beraberce yedikleri yaygın bir gelenek ve bu Avrupa’da da var ve tarihi uzun. Ben sizi boşuna ayrıntılarla sıkmamak için bu sadece kelime oyununun kullanışına değinmiştim. Daha geniş açıklamalarınızı içeren “Alıntı 2″yi zevkle okudum. Kendim daha ciddi düşünmem gerektiğini hissettim. Kaba ve biraz da günümüzde zenginliklerinden dolayı kendini beğenenlerle iğneli alay edercesine sizi gülümseteceğini sandığım bir ekleme yaptım. Daha doğrusu, yıllarca önce okuyup genel hatlarıyla bilsem de daha münasip bir yanıt için acele etmemek gerektiğini hissettim.

    Yorumlar çoğu zaman yorumu yapılandan çok yorum yapanı anlatır. Ben ilkel toplumlarda özgürlüklerini kaybetmemek için türlü direnişler gördüm. Ve bunu son 7-10 bin yıl öncesine kadar ve daha sonrası da başaran cemaatlerin varlığı bana ışık tuttu, günümüzü anlamama yararlı oldu.

    Bir örnek: !Kunglar için, mal mülk biriktirme veya mal mülk biriktirmenin getirdiği yaşam biçimlerine karşı olma (“potlatch”da olduğu gibi) söz konusu bile değil. Taşıyabileceklerinden fazlası yaşamda kalmalarına engel baş belası. Daha çok örnekler de var. Hatta “Türkçe” konuşan Yakutlar bile.

    Sorum şu: bu yukarıdaki büyük harfli sözleriniz (buzlu su misali, girip hemen çıkmanın en doğru olduğu) özel hayatım ve sözünü ettiğim arkadaşlarımla ilgili mi?

    Bizim gibi fırında değilsiniz dileğiyle.

  118. 15 Anonim 29 Mayıs 15’e yanıt.

    Uyarı, sizden alıntıları büyük harflerle yazdım.

    Sizin “ANARŞİZMİN DE DİĞER SOL İDEOLOJİLER GİBİ DEVRİ KAPANMAMIŞ MIDIR?”, cümlesiyle başlayan yazınızı okuduğumdan bu yana bir yanıtta bulunmak istedim ama zaman bulamadım.

    Sözünü ettiğiniz Anarşizm (özellikle anarko-sendikalizm) 19.yy’da gelişti. Ve doğal olarak Kapitalizm, Marksizm (ve sözünü ettiğiniz çeşitleri), Sosyalizm ideolojileriyle aynı dünya görüşünü paylaştı ve bazı anarşistler arasında hala paylaşılmakta. Bu görüşe göre endüstri ve bilim-teknik insan cefasını sona erdirecek; yeni keşfedilen “Doğa” ve “Doğa Kaynaklarını” emekle bolluğa çevirecek. Bunun altında yatan mitolojik kavram Avrupa’nın İlerleme ideolojisi- şimdi artık bu sözcük yerine daha somut bolluk vaadi olan Gelişme Ekonomisi kullanılıyor. Düsturu “ya katılacaksın ya kırımdan geçeceksin!”, olan bu akım ve bolluk vaadine zamanla hem Avrupa iç dünyası hem de tüm dış dünya katıldı (hatırlatırım, Avrupalılaşma hareketi bizim veya sizin köyde değil 17. yy’da Osmanlı sarayında başladı ve nihayet bir saray mensubu devlet memuru, M. Kemal, işi bitirdi. Ve klasik anarşist ve solcular aynı yolda yürürler).

    Tüm izmler izmlerdi. Yukarıdaki izmler İnsanlığı ve Doğayı kırımdan geçirmede başarılı olanlara katılanlardı (tarihi kazananlar yazar). Ama bu izmlerle yapılan eleştiriler yararlı olmadı demek değil. Hatta bazıları yukarıdaki İlerleme ideolojisini reddeden günümüz anarşistlerin düşünmeye davet ettikleri görüşleri ifade ettiler.

    1900 yıllarında Voltairine de Cleyre’den bir örnek: insan robotlaşacağına endüstri öncesine dönüp ” yetişme ve çiçeklenmeyi izlese; yaşam zevk ve tüm canlılarla hoş akrabalığı tekrar yaşasa; yaprakların tüm şekil ve renklerini, güneşe dönüş inceliklerini bilen vahşilerin unutulmuş törelerini öğrense …”

    İlericilik, gelişme ekonomisi, bilim-teknik-makineler, endüstri, doğayı araçsallık (enstrümantalizm) gözüyle görme gibi hem insanı hem doğayı yıkan kavramlara dayanan izmleri reddeden bir anarşizm var ama kitap listelerine kitap listeleri eklemek istemiyorum.

    Yukarıdaki asıl konuya giriş.

    Asıl konunun biri şu lafınız: “.. ÖNCELİĞİ ULUSAL SINIRLARI VE ULUS DEVLETLERİ YIKMAYA VERMEK GEREKMEZ Mİ?…”

    Gerek 19.yy anarşizmi ve ona bağlı kalanlar, gerek günümüz anarşizmi Devlet’i reddederler ve Devlet’i en eski ve en büyük düşman olarak görürler. O halde “ANARŞİZMİN DE DİĞER SOL İDEOLOJİLER GİBİ DEVRİ KAPANMAMIŞ MIDIR?”, sorunuzun bağlamı ve anlamı ne?

    İkinci konuya giriş.

    İnsan geleneği; şarkı, türkü ve oyunları; acı ve tatlı hatıraları; atalarının gömüldükleri yerleri; hatta dilde en büyük zenginlik olan çevrelerine bağlı mecaz (metafor) ve şiirsel sözcükleri; doğup büyüdükleri ve iç içe girdikleri çevreleri ile bir bütün olur. İnsan zamanımız canlandırılan cansız, soyut uzay-zaman-madde değildir.

    Zamanımızda, uçak ve seyahat endüstrisine şükür, somut yer geometrik uzay olur; homojenleşir; olsa olsa resmi çekilir ve imge olur, kısacası harabeye çevrilir, kutsallığını kaybeder. Endüstri ve ekonomiye şükür somut ve kalplerde yaşayan yer, doğal zenginlik olur ve yine kutsallığı kaybeder. İnsanlar ışık hızıyla dünyayı dolaşan paranın arkasından uçak, tren, otobüsle koşarlar ve insanı insan yapan hislerden uzaklaşıp, insanı emekçi yapan (doğanın doğal zenginlik yapılması gibi) ekonomik birim olurlar.

    Eskiden Devlet orduları gelir aynı şeyleri kıyım ve kırımla yaparlardı. Ve biz o eskinin çığlık atan mirasçılarıyız.

    Dolayısıyla ve bence, “HERŞEYDEN ÖNCE ARTIK BÜTÜN DÜNYANIN, EVRİMİN BAŞLANGICINDA YAYILIP KOPAN İNSANLIĞIN TEKRAR BÜTÜNLEŞMEYE BAŞLADIĞI, BU SÜRECIN GİDEREK HIZLANDIĞI YENI BİR ÇAĞA GİRİYORUZ.”, iki tarafı keskin kılıç. Ve şu an, dünya insanlarına evrensellik vaat edip tekbiçimlilik (birbirine benzerlik, monotonluk) yaratanların etkin anlamını taşır.

    Ben anarşist değilim ve onlar adına konuşmak istemem ama sanırım kendilerini 19.yy anarşizmden uzak tutan günümüz anarşistleri dediğiniz, ”YA BARBARLIK YA SOSYALİZM” yerine ”Ya barbarlık ya ekonomik- küçülme (yani gelişmenin tersi) ”, derler.

    Hoşça kalın.

  119. Uzun süre beklettiğim için özür dilerim.

    Sayın 112’ye,

    Görüşme yaptığım çevirmen arkadaşımın, ayrılırken, kapı eşiğinde söylediklerine katılmıyorum. O minvalde bir giriş paragrafını niçin yazdığımı daha açık ifade edeyim: Birçok konu başlığı hakkında hem kitabi hem tecrübe babında bir nebze dolu olan kişi/kişilerin biraraya gelip yaptıkları görüşmelerin çok büyük bir bölümü “stream of consciousness” yatağında akar. Bu o kadar da endişe duyulacak bir durum değildir. Fakat “sonuç odaklı düşünmek” hem modernite hem kapitalizm tarafından belleklerimize öyle kazınmış ki; yaptığımız her hamlenin (örneğin yukarıdaki “görüşme” hamlesi gibi) “mutlak sonuçlu” olması gerektiği algısına ister istemez sahip olabiliyoruz! Kapı eşiğinde, ayrılırken son saniyede, o açıklamayı yapmış olması; saatler boyu anlattıklarının büyük çoğunluğuyla çelişmişti! Sadece bunu göstermek için yazdım. Metnimi M. Mead ve E. Fischer’ın sözleri ile bitirmiş olmam ise, o çevirmen arkadaşımın sözünü onaylamak için değildi. Eğer böyle bir algı oluşmuş ise; bunu düzelttiğimi şimdiden belirtirim.

    “Potluck”ın “potlatch (potlaç)” ile ilgisi vardır. İki kavram (ve uygulama) arasında her şeyin %100 bütünleşme içinde olması gerekli değildir. İsim kökü yönünden aynılık olmasaydı bile; yaptıklarınız ile potlaç geleneği arasında paralellikler olduğu saptamasını ben, siz veya konudan haberdar bir başkası zaten yapardı. Sonuçta; “matematik” gibi, “fizik” gibi formül şablonları ile dolu bir alandan bahsetmiyoruz. “Sosyoloji” (tıpkı “felsefe”de, “din”de, “hayat”ta olduğu gibi) oldukça kompleks bir alandır.

    “Sorum şu: bu yukarıdaki büyük harfli sözleriniz (buzlu su misali, girip hemen çıkmanın en doğru olduğu) özel hayatım ve sözünü ettiğim arkadaşlarımla ilgili mi?”

    Özel hayatınızla ilgili olması için; özel hayatınızla ilgili daha fazla doneye sahip olmamız gerekir ki bir görüş, soru vb. iletebilelim.

    [Bahsettiğiniz “potluck” konsepti de (aslında yukarıda “kapitalizmin içini boşaltıp, kendisine uygun şekle soktuğu ‘potlaç’” açıklaması yapılmış, Alıntı 2′de –”potlaç”ın içi boşaltılmış hâli– kısmında ifade edilmişti.) belki bir tür “kendimizi rahatlattığımızı zannetmek”, “lifestyle anarchism” veya “lifestyle potlaç” kavramlarına benziyor (ki zaten bile bile kendinizi kandırdığınızı belirtmişsiniz.)]

    Bunları “sizin yazdıklarınız üzerinden” düşünerek yazdım. Sonuçta kelimeler üzerinden iletişimimizi sürdürüyoruz. Gündelik hayatlarımızı nasıl sürdürdüğümüz ile ilgili daha fazla bilgiye sahip olmadığımızdan “özel hayatınıza yönelik” olması biraz zor gözüküyor. Tekrar etmem gerekirse: Sadece (en azından bu sitede) yazdıklarımız, aktardıklarımız, alıntı yaptıklarımız, kelimelerimiz bizi bağlar; bunlar üzerine görüş alışverişimizi sürdürürüz.

    “Potluck” ile benzer özelliklere sahip bir başka husustan bahsederek, sorunuza cevap vermeye çalışayım:

    Özellikle Mayıs-Haziran 2013’te, “Gezi” Türkiye ve dünya gündemine oturmuşken, “yeryüzü sofraları” isimli bir kavram ve uygulama daha duyulur, daha bilinir hâle geldi.

    Bu kavram ve uygulama, Türkiye genelinde “Gezi”den çok önce başlamıştı. Ama bilinirliğini doruk noktasına çıkaran belki de “Gezi” oldu.

    Şimdi okuyacaklarınız çok önemli:

    “Yeryüzü sofraları”na ben de katıldım. Çünkü “potlaç geleneği”ne birçok yönüyle işaret ediyordu! Ve hattâ çoğu zaman, yemek esnasında, kafamı biraz kaldırıp, upuzun sırayı gözlediğimde “nostalji mavisi gibi” asıl potlacı tasavvur etmeye çalışmadım da değil!

    Fakat sonra ne oldu:

    “Evet sevgili arkadaşlar; ‘yeryüzü sorfraları’ konseptini de toplumunuza iyice tanıtmış, ve misyonumuzu gönül rahatlığı içinde tamamlamış olduk! Şimdi dağılabilir, günlük rutinlerimize devam edebiliriz!”

    “Modernite”nin ve “kapitalizm”in; en ince kılcal damarlarımıza nasıl işlediğinin bir başka göstergesi daha!

    “Eylemde sürekliliği” şimdi daha ciddi düşünmek,

    M. Mead veya E. Fischer’ın sözlerini şimdi daha ciddi düşünmek zorundayız!

  120. Yukarıda “…konseptini de toplumunuza iyice tanıtmış…” kısmında “toplumumuza” olarak düzeltir, özür dilerim.

    Klavyede “n” ve “m” harfleri yanyana olduğundan, kelimeyi yazarken dikkat etmemişim.

  121. 114 veya Tezer Özlü’ye yanıt

    Pipsqueak’den cevap

    Not: Bundan böyle sizinle yazışmalarımda bir yanlışlığa yol vermemesi için kendimi ” Pipsqueak” olarak adlandıracağım

    Arkadaşınızın kapı eşiğinde söyledikleriyle M. Mead ve E. Fischer alıntıları arasında bir ilişki gördüm ama daha fazla bilgim olmadan ve bağlamı bilmediğimden söyleyeceklerim genelliği ve biçimselliği aşmayacaktı. Tahminlerle konuşmak tehlikeli. İşte yazdığım ama “lifestyle anarchism” sözünüze rastlayınca göndermediğim.

    R. Reagan daoist olduğunu söyledi, Anarcho-capitalist Murray N. Rothbard Lao Tzu ile Chuang Tzu’nun ilk anarşistler olduğunu ileri sürdü. Dahaları da var. Sanırım “Allah’n işine akıl ermez.” Veya “Allah ölürse her şey mümkün!” yerine “Kapitalizm, okullar, kitaplar, sahte demokrasi, … kapitalizmle bilim-tekniğin getirdiği ıvır zıvır bolluğuna şükür her şey mümkün!”, denilse daha iyi olur. Murray N. Rothbard, Reagan, Thatcher ve binlerce diğer hem bireyci hem de yaşayanlara ihtiyacı olan virüsler, insan hayatını %99’nun devletsiz yaşandığını unuturlar.

    Daoizm’in bireyci olduğu “doğru” ve bilinir. Aynı zamanda Lao Tzu’nun muğlak, kaypak ve ele geçmez, çelişik duygu taşıdığı da “doğru”.

    Wing-Tsit Chan, Arthur Waley, Ursula Le Guin (&J. P. Seaton), D. C. Lau, ve diğer Lao Tzu çeviri-yorumlarındaki 7., 13.*, 19., 26., 53,. 54., ve hatta 2., 3. bölümlerin bu yukarıdaki Reagan & Şirketi yorumalarıyla çelişki içinde oldukları savunulabilir. Dahası da var ama amacım verdiğim bölümlerdeki yorumların doğru olduğu iddiası değil. Belki de işte bunda Bookchin yeni gelişmeleri eski kılıflar içinde inceledi ve tanım kısıtlaması** yaptı.

    * 13. bence demokrasiye işaret eder ve arkadaşınızın dediğine ters düşer (tekrar ediyorum bu sadece bağlamı bilmeden bir yorum). Sırası gelmişken eklemek isterim. Demokrasinin ne olduğuna dair tonlarca mürekkep döküldü. Aynı zamanda Aristo, ve hatta Aydınlık çağından Montesquieu ve birçok diğerleri demokrasiyi halkın kendi kendini kurayla seçilenler tarafından yönetmesidir diye tanımlar.

    (Ama bu, demokrasinin ne olduğunu incelemelere karşıyım demek değildir.)

    ** Belki bu tanım kısıtlamasına karşı gelme marksistlik ve parti poltikacılığından bir tütlü kurtulamayanlar tarafından “Lifestyle anarchism”, olarak algılanıyor. Daha önce dediğim gibi, bazan yorumlar daha çok yorumcunun ne düşündüğünü gösterir.

    Aynı şekilde ve aynı kitaplarda Lao Tzu’da arkadaşınız yorumuna uyan ve tam tersi olan bölümler de var. 17., 27. (hem uyar hem ters düşer), 49., 57. (özellikle “yeniliğe” veya yeni ve tarihte en güçlü tanrı olan endüstri-bilim-teknik gibi İlericilik ideolojisine karşı tutum), 61., ve dahası da var.

    Bence bu muğlaklıklara karşı esnek olmak ve özellikle zamanımız bağlamına yerleştirmekte fayda var.

    Ben kendim, Lao Tzu’nun dediklerini (Axial Age’de Çin’den Yunanistan’a kadar rastlanan, arada ve en son altmışlarda tekrar doğan) yapaylıklarla dolu medeni yaşamdan vazgeçip, doğal yaşama dönüşe bir davet olduğunu sanıyorum.

    Doğrusu ben ( mistik olmasına rağmen ) çok daha açık konuşan Chuang Tzu’yu tercih ederim.

    Potluck ve potlaç konusu hiç beklemediğim bir yön aldı. Kızılderilerle ilgili çok sayıda okuduğum kitaplardan en beğendiklerimden birinin şu sözlerini sizinle paylaşmak, ve aynı zamanda ben ve arkadaşlarımın iki yaşantı arasındaki farklarını çok iyi bilirdik demek isterim: “Kızılderilileri idealleştirmek onların insan olduklarını inkar etmektir, onları bir kalıba sokmaktır, ve dolayısıyla onları anlamaya gerek duymamaktır.”

    Tabi potlucka dışarıdan bakan değişik bir yorum yapabilir demekte haklısınız. Ne var ki, eğer dışarıdan bakana yer alanların son derece bilgili kimseler olduğu, gururlu, onurlu, ucuz terapilerle veya ucuz devrimciliklerle kendilerini avutan kişiler olmadığı uyarısında bulunmasına rağmen*, dışarıdan bakan hala ısrar ederse, buna ben kendim sosyoloji değil psikoloji veya at gözlüğü takma derim. Hatta ve hatta şimdi çok yaygın ve en ucuz televizyon** psikolojisi, derim. Çağımızda en ufak bir dünya tenkidi bile iç rahatsızlığa işaret olarak algılanıyor, ve ardından antideprasyonlar dahil binlerce kendi kendinle barış içinde olma teknikleri tavsiye ediliyor. Bunlardan tiksinti duyanları bu tuzakların içine düşmüşler olarak görmek terbiyesizlik, çirkinlik, veya daha da kötüsü, çağımız insanlarının her şeyi kişisel psikolojiye indirgeme hastalığı.

    *İstemeyerek bir ek: Arkadaşlar arasında ünlü üniversitelerde doktorasını yapıp bir iki yıl hocalık yaptıktan sonra vazgeçen iki sosyolog vardı. Bahsini ettiğim zamanlarda biri bulaşık yıkardı, diğeri hastanede hastaları arabayla bir yerden bir yere taşırdı. Diğer konularda doktora yapıp vazgeçen benzerleri vardı. İspanya iç savaşında yer alan ve Franko’dan kaçan anarşistler yakın arkadaşlarımız arasındaydı. Marksizmde, feminizmde, lezbyenizmde, ilk çevrecilikte isim yapan ama fikir farklarına rağmen etiket takmayla diğerlerini anladıklarını sanma basitliğine düşmeyen olgun kimseler yakın dostlardı. Örneğin maddi yönden yaşadığım son derece zor bir sürede Jessie Glaberman ve Martin Glaberman kapılarını bana açtılar ve gerekesiz ayrıntılarını vermek istemediğim büyük cömertliklerde bulundular. Matbaa komününde yer alan arkadaşlar içerisiyle aynı fikirde olmamalarına rağmen Radical America’yı (C. L. R. James ve Facing Reality grubunun dergisi diyebiliriz) yıllarca yayınladılar. Ben de dahil bu arkadaşlar, onlara benzerlerin çoğu, Bookchin’in “lifestyle anarchism” etiketiyle bir araya toplayıp suçladıkları, Watson’la aynı fikirde değillerdi. Watson cevap verdi, ve tekrar ediyorum, özellikle endüstri-bilim-teknik fetişizminin şahane bir eleştirisi olması açısından, okumaya değer. Eğer bu konuda daha da geniş bir görüşü merak ederseniz, http://www.socialanarchism.org/mod/magazine/display/23/ sayfasına bir göz atabilirsiniz.

    ** Ben hayatımda sadece ve sadece Türkiye’ye geldiğimde ve akrabaların hatırı için ve mecbur olduğumdan televizyona baktım. Televizyondan nefret ederim, seyredenleri ciddiye almam, televizyonda olup bitenlerden söz edenlerden kaçarım.

    Bookchin “Ecology of Freedom” adlı kitabını tanıtması için geldiği Amerika’nın en ünlü 10-15 üniversitelerinden birine geldiğinde özel olarak arkadaşları görmeye geldi. Ben kendim onu Ivan Illich kadar derin düşünceli bulmadım.

    Kısacası şunu demek istiyorum. “Lifestyle anarchism” son derece kesin ve özel bir konu. Yanıt veren, D. Watson, ve diğer adı geçenlerle farklı düşündüğünü açık açık söyledi. Dengeli bir yargı yapmak için her iki kitabı okumak gerektiğini, özellikle okunulacak kitaplar sayısını düşündüğümde, çekinsem de söylemekten kendimi alamıyorum.

    Bir de tamamen bir mantık problemi var. Şu veya bu bir liberal düşünür denildiğinde, ayrıntılarla kanıtlanması gerekse de, bunu duyan ne demek istenildiğini anlar. Ama birine “Lifestyle anarchist” denildiğinde dinleyen haklı olarak, o da ne demek, diye sorabilir. Kısacası bu terim özel bir terim ve özel bir kişi tarafından kullanıldı.

    Dolayısıyla, ve özür dileyerek, tekrar ve değişik soracağım. Bende, yazdıklarımda, ve tanımadığınız arkadaşlarımda “Lifestyle anarchism” sezmeniz neye dayanıyor?

    Kendim üç örnek vereyim.

    1

    Kısa bir süre önce Kenya’da çalışma yapan bir antropologun anlattığı. Devlet memurları nasıl olmuşsa modernlikten yoksun kalmış vahşileri bulurlar ve bundan böyle kimlik taşımaları gerektiğini emrederler. Kimlik kartları dağıtılır ve üzerilerine resim koymaları buyurulur. Aşiret, 50-60 kişi arasından birini yakın kasabaya gönderir, giden kimse 50-60 kendi resmini çektirir ve geldiğinde kartların hepsine aynı resim yapıştırılır. Ben bunda Atatürk ve 16. yy’dan sonra tüm dünyada Batı taklitcisi maymunların yüzüne tükürme görürüm. Ne yazık ki, ciddi anarşistler hala bu pezevenk maymunların tartışmalarını yaparlar. Aşağıdaki iki kitap demek istediklerimi daha iyi açıklar:

    a) Euclides da Cunh’nın Rebellion in the Backlands (War of Canudos) veya Mario Vargas Llosa’nın The War of the End of the World.

    Ve hiyerarşi genlerine ve beyinlerine girmiş olanlar için bir ek: Canuda’yı içeren Bahia’dan bizi ziyarete gelenler komünistler bendeki Amerika’dan nefreti görünce ısrarla onlarla Bahia’ya gitmemi istediler.

    b) Vittorio Lanternari: The Religions of the Oppressed. Benzeri konuyu daha da derinden ele alır.

    2

    Arada bir karınları acıkınca yiyecek bulup yiyenlere sayın, çok okumuş, önlerinde secdeye varılan bilge antropologlar kendi esaretimizi onlara yansıtıp “avcı-devşirici”, toplumlar derler. Ve bu hala tiksinti duymadan gururla bilgelik taslayanlar tarafından tekrarlanır. Ekonomi yerine ekonomisizlik istenilmez. Azla yetinip çok olmak yerine endüstri-bilim-teknikle bir türlü doyurmayan bolluk hayal edilir ve bunu vaat edenlerin arkasından koşulur. Son 7-8 bin yıldır sadece bir avuç insanın yarattığı ve zorla kabul ettirdiği gerçek-hayali dünya hakiki dünya gibi algılanır. (Ufacık bir yer olan Atina’da ve 2500 yıl önce Platon halihazırda insanlar yalan dünyayı gerçek dünya sanıyorlar, der. Hindistan filozofları, Pers Mani, ve benzeri düşünürlerle hemen hemen tüm peygamber “uyanın”, derler).

    3

    Hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştiren bir düşmanı küçümsememek gerekir. Ve arkadaşlarımın beğendiğim tarafı, her türlü konuda son derece bilgili olmalarına rağmen, alçak gönüllü olup “çözüm” yolu ileri sürmemeleri. Ve benim düsturum, “ben biliyorum, beni izle”, küstahlığını yapanlardan kaçmak.

    Eğer bu çeşit eleştirilerin adı “Lifestyle anarchism”se ben severek kabullenirim.

    Ben kendim sizinle yazışmalarda yazdıklarınızı severek okudum ve her zaman “Allah’ım neden hayat bu kadar kısa, ölüm bu kadar uzun!”, düşündüm. Ben sizi hasır altı edici (pigeonhole) sınıflandırma yapmadım ve aklımdan bile geçmedi. Tabi farkında olmadan genel bir gönderme etikelendirme gibi algılanabilir. Eğer ben size karşı bir etiket takma gafletinde bulunduysam lütfen belirleyin ve şimdiden özür dilerim.

    Hoşça kalın.

    Not: şu iki büyük harfli sizden alıntılara da kendimden katkılarda bulunmak istedim ama çok uzun ve sıkıcı olacak.

    1

    “POTLUCK”IN “POTLATCH (POTLAÇ)” İLE İLGİSİ VARDIR. İKİ KAVRAM (VE UYGULAMA) ARASINDA HER ŞEYİN %100 BÜTÜNLEŞME İÇİNDE OLMASI GEREKLİ DEĞİLDİR. İSİM KÖKÜ YÖNÜNDEN AYNILIK OLMASAYDI BİLE; YAPTIKLARINIZ İLE POTLAÇ GELENEĞİ ARASINDA PARALELLİKLER OLDUĞU SAPTAMASINI BEN, SİZ VEYA KONUDAN HABERDAR BİR BAŞKASI ZATEN YAPARDI. SONUÇTA; “MATEMATİK” GİBİ, “FİZİK” GİBİ FORMÜL ŞABLONLARI İLE DOLU BİR ALANDAN BAHSETMİYORUZ. “SOSYOLOJİ” (TIPKI “FELSEFE”DE, “DİN”DE, “HAYAT”TA OLDUĞU GİBİ) OLDUKÇA KOMPLEKS BİR ALANDIR.

    2

    “YERYÜZÜ SOFRALARI”NA BEN DE KATILDIM. ÇÜNKÜ “POTLAÇ GELENEĞİ”NE BİRÇOK YÖNÜYLE İŞARET EDİYORDU! VE HATT ÇOĞU ZAMAN, YEMEK ESNASINDA, KAFAMI BİRAZ KALDIRIP, UPUZUN SIRAYI GÖZLEDİĞİMDE “NOSTALJİ MAVİSİ GİBİ” ASIL POTLACI TASAVVUR ETMEYE ÇALIŞMADIM DA DEĞİL!

    FAKAT SONRA NE OLDU:

    “EVET SEVGİLİ ARKADAŞLAR; ‘YERYÜZÜ SORFRALARI’ KONSEPTİNİ DE TOPLUMUNUZA (DÜZELTME TOPLUMUMUZA) İYİCE TANITMIŞ, VE MİSYONUMUZU GÖNÜL RAHATLIĞI İÇİNDE TAMAMLAMIŞ OLDUK! ŞİMDİ DAĞILABİLİR, GÜNLÜK RUTİNLERİMİZE DEVAM EDEBİLİRİZ!”

    “MODERNİTE”NİN VE “KAPİTALİZM”İN; EN İNCE KILCAL DAMARLARIMIZA NASIL İŞLEDİĞİNİN BİR BAŞKA GÖSTERGESİ DAHA!

  122. SİTE METNİN BÜTÜNÜNÜ KABUL ETMEDİĞİNDEN İKİ BÖLÜM HÂLİNDE GÖNDERİLMİŞTİR.

    1. Bölüm

    Sayın 116’ya,

    Bir zamanlar bir İngiliz yazar, Shakespeare’i şöyle savunmaya çalışmış: “Bir Afrika kabilesindeki kişi için Shakespeare; balık tutmasını bile bilmeyen bir zavallıdır!”

    Acaba Shakespeare (hiç savunulmaya ihtiyaç duymasa, ve hattâ aklından geçirmese bile!) yukarıdaki gibi savunulduğunu işitse; ne cevap verirdi?!…

    (Not: “Kabile” kelimesini nasıl anlıyoruz?! Niçin aklımıza ilk önce “ilkellik” getiriliyor?!)

    Bebekliğimizden itibaren “mutlak sonuçlu” düşünmeye alıştırılmak neredeyse hepimizin içine düştüğü bir tuzak! İllâ günahkeçileri arayacaksak; yine “modernite”ye ve yine “kapitalizm”e taş atmaya devam edelim. (Bunu hem mecaz hem gerçek anlamıyla yazdım.)

    “Anarşizm” konusunun çok derin olduğu yukarıda ifade edilmişti. Birçok konuda olduğu gibi şu konuda da mutabık olduğumuza eminim: “Anarşizm” bir formüller silsilesi, sarsılmaz şartları olan (günümüzde idrak ettiğimiz şekliyle) bir “ideoloji” değil.

    Reagan, Rothbard ve türevlerinin halının ortasına pislediklerinden daha da ileriye gidersek:
    Mesela “İsa”nın, “Musa”nın, “Muhammed”in de anarşist olduğunu söyleyenler var…

    Yani “söylenenler yanlış mı? – doğru mu?” ayrımına girmiyorum.

    Bütün bunların; konunun kapsamının ne kadar geniş olduğunu tekrar hatırlatarak, “Foucault’nun tespitler silsilesi” çizgisinden hareketle birer testip olduğunu aktaralım ve geçelim. Çünkü “hangi bağlamlara göre anarşistler?” sorusunu sormakla başlarsak; beynimizin gücü yetse bile, parmaklarımızın yetmeyeceği metinler yazmaya girişmek zorunda kalabiliriz…

    “Lifestyle anarchism” tabirini Bookchin’in son şeklini verdiği hâliyle kullandım. Ama şuna da emin olabilirsiniz: Bookchin (veya bir başkası; “sol”dan, “sağ”dan, “anarşizm”den gelsin-gelmesin farketmez) bu tabirin daha bilinir hâle gelmesini sağlamamış olsaydı bile “lifestyle” kelimesinin aynısını veya benzer bir kelimeyi bulup, icat edip kullanacaktık!

    Biraz somutlaştırmak adına:

    Her ne kadar beslendikleri kaynaklar, yetiştikleri medeniyetler farklı olsa da:
    Socrates’in “en iyi bildiğim şey; hiçbir şey bilmediğimdir.” sözü ile;
    Mesela Hristiyanlık’daki “desert fathers”ın,
    Mesela İslamiyet’teki sufiliğin,
    Veya mesela Hinduizm’deki “sadhu”ların (özgürleşme yolunda ilerleyen “sanyasi”ler olarak da bilinir);
    “Ben bilmem.” sözü aynı nehrin yatağından akar.

    Yukarıda (1 Temmuz 2015, 111 numara) “…‘lifestyle anarchism’ veya ‘lifestyle potlaç’ kavramlarına benziyor…” derken “lifestyle”ı potlaç kelimesinin önüne de koydum! “Lifestyle communism”, “lifestyle Kınalıada”, “lifestyle revolution”, “lifestyle love”, “lifestyle peace” gibi çeşitlendirmeler yapabiliriz, sonu gelmez…

    Bu sayfada yürüttümüz yazışmalarda; Marksizm’in tarihi ve güncel konuları, parti, particilik, parti programı, “parlamentoculuk”, seçimler, seçmek, seçilmek…gibi başlıklar üzerine yoğunlaşmadık. Belki de gerek görmedik. Belki de “potlaç” gibi devasa bir geleneğin fısıltılarını duyduğumuzu sandığımızdan, gözlemlediğimizi sandığımızdan da yoğunlaşmamış olabiliriz.

    “Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
    “Eylemde sürekliliğin olmaması”,
    “Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
    Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
    “Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.

    Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” örneğimle aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor olabileceğimiz” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor olduğunuzu aktardığınız gibi.

    “Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
    Yine “lifestyle”dan devam edersek:
    Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin Frankfurt’a yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
    Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
    Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
    Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
    Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!

    “Tarihi kopyala-Bugüne yapıştır”dan bahsetmiyoruz!
    “Mutlak sonuçlu” düşünmekten de bahsetmiyoruz!
    “Soru sormayı” artık bizlere unutturmaya, vazgeçirmeye başladıklarından bahsediyoruz!

    Yoksa Jacques Lacan; “1968” üzerine şu sözleri söylerken haklı mıydı?
    “Görebildiğim kadarıyla:
    Bu gençler babalarına karşı değiller.
    Sadece eski babalarına karşı çıkıyorlar ve yeni babalar arıyorlar!
    Yazık!”

  123. 2. bölüm

    M. Mead ve E. Fischer’ın sözlerini; Tanpınar’dan bir alıntıyı aşağıya aktararak detaylandırıyorum:

    “Unutmak” & “Önemsememek”in getirdikleri ve götürdükleri üzerine (1)

    SORU: Halkı sever misiniz?

    TANPINAR: Hayatı seven herkes halkı sever…

    SORU: Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki; hayatı daha çok seversiniz, yahut kavramları?

    TANPINAR: Halk; hayatın kendisidir! Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir. Halk; çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağızı bulunca da…

    SORU: Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz?! Sefaletleri, ızdırapları, endişeleri, hattâ zevki size kapalı kalıyor! Yani “hepimize kapalı” demek istiyorum. Ben Adana’da çalışırken bunu çok iyi hissettim. Daima kapının dışındaydım; içeri nasıl girileceğini bir türlü çözemedim!

    TANPINAR: Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi; önünde değil, arkasında durduğumuz içindir! Büyük şeylerin hepsi böyledir. Bir formülde hapsetmek için yakalamaya çalıştın mı, senden uzaklaşırlar; küçük sefaletlere inersin! Birisinde; akla, mantığa, şüpheye, inkâra – Öbüründe; imkânsızlığa, acze, isyana gidersin… Hâlbuki “kendinde ararsan” bulursun! Bu bir disiplin, hattâ bir yöntem meselesidir!

    SORU: Peki ama nasıl buluruz?.. O kadar zor ki…

    TANPINAR: Hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir “hazine”, bazen de bir “aldanış”tır! Uzaktan bakınca ucu-bucağı olmayan bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı; 5-10 motifin ve modanın içinde sıkışır kalırsın, yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. “Klasik” dediğimiz şey, yahut “yüksek tabaka” kültürü; ondan birçok yerlerde kopmuşsun… Ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış!

    SORU: Dediğiniz gibi; ip koptu bir kere: Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu 5 ortak kitap bulamayız! Çok küçük bir azınlığın dışında, eskilerden zevk alan gittikçe yok oluyor! Biz galiba son kuşağız! Yarın bir “Nedîm”, bir “Nef’î”, hattâ bize o kadar çekici gelen “eski müzik” ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!

    Ben burada; geçmişe saplanalım, “nostalji içinde kalalım” demiyorum! Ama bir yolu olmalı.. Yüzbinlerce kadim kültürün imbiğinden süzülerek günümüze kadar gelmiş değerler bize yarınlarımız için ışık tutabilmeli! Geçmiş ve geleceğin buluşmasını “bugün” sağlayabilmek için neler yapabiliriz? Ne zaman “geçmişten ders almak” öbeğini kullanmaya yeltensek; hemen yüzümüze; “modern dünya karşıtı”, “geri kafalı”, “hoş ve boş romantik” yaftasını yapıştırıyorlar!..

    TANPINAR: Evet önümüzde zorluklar var. Fakat çözümler imkânsız değil. Şu an bir tepki, bir “reaksiyon göstermek” çağında yaşıyoruz! Kendimizi sevmiyoruz! Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; “Dede Efendi”yi bir “Richard Wagner” olmadığı için, “Yunus Emre”yi bir “Paul Verlaine” yapamadığımız için beğenmiyoruz!

    Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz hâlde çırılçıplak yaşıyoruz!

    Coğrafya, kültür, her şey bizden “yeni bir doğuş” bekliyor; biz; sahip olduğumuz değerlerin hâlâ farkında değiliz. Başka kültürlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz!

    Daha önceleri “sevmekten” bahsetmiştim, fakat artık sevmek de yeterli değil; daha öteye geçmek lâzım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz; hâlbuki halkımız bunu istiyor!

    SORU: Halk hakikaten istiyor mu?! Bana öyle geliyor ki; halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsız, ilgisiz; umursamıyor! Bütün geçmiş boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde âdeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa şüphe içinde.

    TANPINAR: Evet halk istiyor! Tarihe “gündelik ve geçici hesaplar” arasından bakmazsan; bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin!

    Aradaki fark: Bizde “orta sınıfın” adam akıllı meydana çıkmamasıdır; hem “kültürel kapasite!” olarak, hem de sayıca henüz yeterli değiller! Geçmişte bu sınıf her an doğmak için olayları zorlamıştır. Fakat doğamamıştır! “Ayrılık-kopukluk” manzarası buradan gelir! Halkın kayıtsızlığı veya “Aydınlar”dan şüphesi meselesine gelince;
    Bu, yine, “Aydınlar”ın kendi arasında uydurduğu bir masal olsa gerek! Aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir sınıf, bir tür “günah keçisi”! Hani o kısacık ve sadece okuyanın kafasında bir an için parlayan, veya okunan gazete sayfalarında kalan, unutulup giden “anlık zaferler” yok mu; işte onları kazanmak için!..

    Hakikatte: Halkımız münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkân yoktur!

    200 yıldır yaşanan siyasi olaylar bizi bir nevi “gemi düzeni” altında yaşatıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.

    SORU: Ve daima da aldandı?..

    TANPINAR: Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı! Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte aklî bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkânsız! Fakat her türlü cemiyetin binyıllarca birikmiş tecrübesi nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği görünümünü verir. Emin olun; biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik…

    SORU: Fakat halkın ızdırabını görmüyorsunuz?

    TANPINAR: Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum! Halkı mazlûm gördükçe; bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum! Niçin o kadar çok ızdırap çekiyoruz; yani bütün dünya olarak?! Çünkü; özgürlük uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği gözümüzün önüne seriyor! Ben aynı silahlarla mücadele etmeyi artık bırakmak istiyorum!

    “Türkiye’nin bütünü”; benim merceğim, ölçüm ve gerçekliğimdir! Sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa veya Edirne’ye odaklanmak, koskoca ülkeyi adı ön plâna çıkmış birkaç ilden ibaret sanmak.. Bu hataya düştük ve içinde hâlâ debelenip duruyoruz!

    Merceğin çapını genişletmek, camın kalitesini yükseltmek, ve bu merceği daha yukarıda tutup bakarak: “Aaa.. bu Türkiye’de ‘başka’ hayatlar da varmış, ‘öteki’ hayatlar da varmış, gözümüzü kaçırdığımız köyler, seslerini duymayı inkâr ettiğimiz kasabalar da varmış…” diye kendi kendimizi şaşırtmalıyız artık!

    SORU: Bu yeterli değil!

    TANPINAR: Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için yeterli! Hattâ olumlu bir iş görmek isteyen için!

    SORU: Peki nedir bu Türkiye?

    TANPINAR: İşte mesele burada. O’nu bulmakta!..

    YORUM ve CEVAP: Ben bu soruya bazen cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime; “biz gurbetin insanlarıyız” diyorum! Mesafelerin terbiye ettiği insanlar! Onun aşkı, ızdırabı, hürriyeti! Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle…
    Kaynak:

    “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1
    Bir huzursuzluğun romanı:
    Huzur; Ahmet Hamdi Tanpınar incelemesi”

    Yazan:
    Prof. Berna Moran

    İletişim Yayınları, 2012

    ***
    Kenya’da veya ziyaret ettiğiniz diğer medeniyetlerde gözlemlediklerinizi belki de o kadar sert eleştirmemelisiniz. Tecrübelerinize, yazdıklarınıza ve aktardığınız referans kitap isimlerine, şahıslara daha dikkatli bakıp bir kez daha değerlendirdiğimde; o medeniyetlerdeki “hayat tasavvuru”nu daha geniş, daha net anlayacağınızı tahmin ediyorum. (Not-1: “Weltanschauung” başlığının işaret ettikleri ile de bu konuyu görüşebiliriz. Ama o kadar uzatmaya gerek yok.) (Not-2: “Ulus Baker”e yeniden dönmenin sağlıklı bir adım olabileceği tavsiyeme yukarıda katılmıştınız. “Eleştiri” meselesini bu minvalde de düşünebilirsiniz.)

    ABD bağımsızlığını ilan etmeden ve o bölgede düzenin konsolide olmasından yıllar önce, yani “The Americas” hâlâ dağınık ve savaşlar içindeyken; Avrupa menşeli “emperyal!” ülkelerin yöneticileri, the Americas’ın asıl yerlilerine (native) kendilerinden bazı şeyler öğretmeye karar verirler. “Futbol” dediğimiz oyun; bırakalım dünyayı İngiltere de bile tanınan bir şey değilken, futbolun atası diyebileceğimiz bir oyun türüyle; İngiliz yöneticiler, yerlilere “rekabet” kelimesini anlatmak isterler. The Americas yerlilerinden bazılarını ikna ederek maç düzenlerler. Her iki takımda da; hem İngiliz oyuncular, hem “yerli” oyuncular vardır (karma şekilde). Her takım içindeki İngiliz oyuncular, aynı takımdaki “yerli” arkadaşlarına “rekabet”in ne olduğunu bizzat oynayarak gösterirler. İki veya üç maç sonucunda kazanan taraf neresi olursa olsun; kazanan taraf içindeki İngiliz oyuncular sevinç çığlıkları ile ortalığı inletirken, hem kazanan taraftaki, hem kaybeden taraftaki “yerli”ler bu sevinç çığlıklarına anlam veremez. Birkaç maç sonra “yerli”ler de artık her gol sonrası; her kazanım sonrası sevinmeye, kendilerinden geçercesine hareketler yapmaya başlar. Fakat yenilen taraftaki “yerli” dostlarının sürekli üzgün olduklarını görünce bir an duraksarlar! Bu duraksamaya İngilizler de şaşırır. En sonunda kazanan takımdaki “yerli”ler İngilizlere şu cevabı verir: “Biz daha önce kendi aramızda bu derecede yarışmamıştık. Biz burada mutluluk sarhoşu olmuşken, kardeşlerimizin kahrolmasına dayanamayız! Biz ‘rekabet’i sizin anladığınız gibi anlamıyoruz!”

    Yukarıdaki hikayenin aynısını Orta Asya topraklarında yoğrulmuş Türk medeniyetlerinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Veya Güney Afrika’da “Xhosa” medeniyetindeki “Ubuntu” geleneğinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Ek olarak; Edward Wadie Said’in o muazzam uyarısı “Orientalism” başlığından da bahsedip, geçebiliriz…
    (Ve hattâ biraz daha ileriye gidip; “northism”, “southism”, “eastism” veya “westism” tespitlerini bile ortaya atabiliriz!)

    ***
    “Hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştiren bir düşmanı küçümsememek gerekir. Ve arkadaşlarımın beğendiğim tarafı, her türlü konuda son derece bilgili olmalarına rağmen, alçak gönüllü olup ‘çözüm’ yolu ileri sürmemeleri. Ve benim düsturum, ‘ben biliyorum, beni izle’, küstahlığını yapanlardan kaçmak.” O kadar mühim bir açıklama yapmışsınız ki! Yukarıda hatırlatılan; “En iyi bildiğim şey; hiçbir şey bilmediğimdir.” ve “Ben bilmem.” cümlelerinin bir ispatı gibi olmuş!

    Günümüzde özellikle “kendin olarak kalabilmek” gerçekten büyük bir nitelik! (“Kendin olarak” derken; “bireyci”liğe vurgu yapmadığımı tekrar hatırlatırım!)

    Müsterih olunuz:
    Hiçkimse hiçkimseye etiket takmaya çalışmıyor; en azından Gün Zileli’nin şu internet sayfasında…

    ***
    “Unutmak” & “Önemsememek”in getirdikleri ve götürdükleri üzerine (2)

    “Televizyon” ile ilgili söylediklerinizin ekseriyetine katılıyorum. Fakat yine de “televizyon”a dikkat etmeye devamınızı öneririm. “Televizyon”la bağınızı tamamıyla kopardıysanız ve bu bağı tekrar kuracak durumda değilseniz; “internet” içinde bir okyanus olan “sosyal medya”yı (yani “yeni nesil televizyon”u) yabana atmamanızı, bağınızı koparmamanızı öneririm!

    İsim vermek adetim değildir ama iki isim aktararak; niçin hem “televizyon”a, hem “yeni nesil televizyona (‘sosyal medya’ya)” dikkat etmenizi önerdiğimi açayım: “Levent Erden” ve “Sina Afra”! Herşey bu iki isimden ibaret değil elbet; ama “yakın geleceğimizin en tehlikeli sınıfı!”na mensup olduklarını unutmayınız!

    ***
    Diyojen’den de, fıçısından da şikayetçi değiliz. Ama “günümüzde Diyojenler”; artık sadece ama sadece fıçılarında yaşamayı tercih etmemeli!

    İsa bugün geri dönerse; nasıl Beytüllahim’den, Kudüs’ten veya Vatikan’dan taşla sopayla kovulursa,
    Muhammed bugün geri dönerse; nasıl Mekke’den taşla sopayla kovulursa,
    Diyojen bugün geri dönerse; nasıl üniversitelerin kampüs kapılarına daha varamadan taşla sopayla kovulursa;
    Hepsi ve daha fazlası, kapının anahtar yuvasından, tıkalıysa; bacadan “içeri” girmeyi azimle istemeli,
    10 defa kovsalar 1000 defa cüret etmeli;
    Unuttuklarımızı hatırlatmalıdır!

  124. pipsqueak’den 117 ve 118’e cevap
    İki bölüm yazınız ve özellikle Tanpınar’la ilgili karşılıklı söyleşi beni çok etkiledi. Gönderdiğiniz için candan teşekkürler.
    Sizinle bu tatlı sohbetlerimizin devamı için sizden iki ricada bulunacağım.
    Birincisi bu mektubumda, ikincisini hazırlıyorum.
    Birinciye giriş.
    Bazı tarihçiler 1848’le 1789 arasındaki ilişki, 1968’le 1917 arasındaki ilişkiye benzer, derler. Bir çok limitlerine, çocuğumsu heyecanlanmalara, hataları bulunabilecek taraflarına rağmen dünya çapında bir hareketti ve bir çok insanı etkiledi. Islah edildi (“Recuperation (politics)”, özümlendirildi vs.

    1970 sonları ve özellikle 1980lerden sonra canlılığını iyice yitirdi ve ardından bir bunalım yaşandı diyebiliriz. Bu esnada hem 60ların hataları hem de daha önceki politik teori ve düşünceler elekten geçirildi, farklı yaklaşımlar, fikirler, teoriler vs. dile getirildi.

    Bazı konu dışı ama zenginleştirici örnekler.

    En güvenilir sanılan matematik, hemen hemen onun kadar güvenilir sanılan fizik de bile (unified field theory, theory of everything, attempts to unite the fundamental forces …) benzeri bunalımlar yaşandı ve yaşanıyor. Hele sosyal bilimlerde, bildiğiniz gibi, tüm ekollerin anlaşıp birleştikleri bir teori yok.

    Anlaşmazlıkları, farklı görüşleri, kaçınılmaz bulduğum gibi 60larda olduğu gibi bir çoğu insanların hayal dünyasına çekici gelen ve kalplerine dokunan dünya çapında bir hareket olmayışına üzülüyorum. Bilmem söylemeye gerek var mı, tarih benzeri devrelerle dolu.

    Bu ayrı görüşler gerekli, yararlı, zenginleştirici. Aynı zamanda ben teselliyi, kuşlar yuva yapmada bir plan izlemezlerse da her zaman yuva yapmayı başarırlar, sözünde buluyorum. Modern bilimde bile son derece saçma fikirler katkıda bulundular.

    Bana 60ları andıran bir örnek: bulunduğum yerde 60lar gibi kökten eleştirici, son derece yerinde, son derece güçlü ve derin düşünceleri içeren “Décroissance” ve “Moins!” adlı iki şahane aylık gazeteler var. Tabi diğer benzerleri de var. Watson’un kitabı güzel bir kaynak, Charbanneau, Ellul, Rahnema ve yüzlerce daha. Bu iki aylık gazeteler uzun süredir çok sayıda düşünürlerin savundukları fikirleri sunar ve kapsar, bir araya getirip bir bütün yapar. Ben bu aylıklardaki fikirlere tamamıyla katılıyorum. Gönül, bu aylıklardaki fikirler 60lar gibi dünya insanlarının kalbine dokunsun isterdi.
    Giriş burada biter. Ricam aşağıda.

    Çok önemli, asıl ve özel soruma hala bir cevap almış değilim. Entelektüel dürüstlük açısından “Lifestyle anarchism” etiketini arkadaşlarıma yapıştırmadan önce Bookchin’i okuyup dediklerinin arkadaşlarıma uyup uymadığı tespit edilir. Arkadaşlarımı tanımadığınız için bu imkansız. Üstelik ben kitapta adı geçenlerden sadece üçüne aşinaydım. Watson kişisel arkadaşımdı, Fifth Estate kamuya açık gazete, ve Zerzan’ı sadece yazılarıyla tanırdım. Diğerlerini duymuşluğum bile yok. David Watson, yanıt verdi. Eğer konu ilgiye değerse David Watson okunur ve hiç değilse Bookchin ve Watson kıyaslanıp bir değerlendirme yapılır.
    Not 1: Ben anarşist olmadığımdan Bookchin’in dediklerini mantıksal olarak kendi üzerime alınmadım.
    Not 2: Her iki kitabı okudum. Bookchin’in eleştirilerini çok yerinde ve mükemmel buldum. Sık sık bu tip insanlar beni çılgına çeviriyor. Çok sayıda Türkiye’de devrimci özgeçmişleri diplomalarıyla süt ve bal ülkelerine kapak atanlar da buna dahil. Emin olun abartmıyorum Amerika ve hele Avrupa devasa bir “bien-être”, “well-being”, “mutluluk” pazarı. Ama ben bunu son geldiğimde Türkiye’de de gördüm. İşte Bookchin böyle durumları anlayacağına, keyfi etiket dağıtıyor ve fikir polisliği yapıyor gibime geldi.( Sırası gelmişken, belki siz Foucault’u ağzınıza aldığınız için ve Tanpınar da hemen hemen tüm söyledikleri için “Lifestyle Anarchist” ilan edilebilirsiniz.) Ve Watson’un tespitine katılıyorum. Bookchin diyalektik düşünmediği gibi marksistlikten bir türlü kurtulamamış. Bence diğer noksan tarafı, tüm dünyanın burjuva olduğunu, çok beğendiği Avrupa-Amerika’nın dünyayı nihilizme sürüklediğini hala görmemesi veya teorilerine sığmadığından görmemezlikten gelmesi. Şimdiki Çin ve Hindistan, diğer Asya ülkelerinin; daha önceki Japonya dinamikliğine rağmen hala şu meşhur “Asian quietism” kırık plağını çalmakta. Çok daha ayrıntılı notlarım var ama şimdi benim için sonsuz önemli olan konuya döneceğim.

    Lütfen konuyu dağıtmadan benim şu soruma cevap verin: Bookchin’in “Social Anarchism or Lifestyle Anarchism” kitabını okudunuz mu? Watson’u okudunuz mu?

    Hoşça Kalın.

  125. Yine ben “pipsqueak” ve 117 ve 118’e bir “cevap” daha

    Ben yıllar önce, sanırım 1994 ile 1998 yılı arası, Ulus Baker’e kısa bir e-mail ve ilişiğinde Marksim’i ve Avrupa’yı eleştiren bir yazı göndermiştim. Cevabını bulur size gönderirim umuduyla ararken başka bir yazıya rastladım. Yazı “lifestyle anarşizm” üzerine ve bana biri 2000 yılında göndermişti ve ilginizi çeker diye size gönderiyorum.
    =================================
    “Yaşam Tarzı Anarşizmi” Üzerine
    Üstben, genellikle dışsaldır. Daha doğrusu insanlar, üstbenlerini, büyük çoğunlukla kendi doğal çevrelerinin dışından seçerler. Basit bir örnek verecek olursak, kendi köyünüzde allame-i cihan olsanız, kimse sizi takmaz da, dışardan gelen biri, son derece yetersiz de olsa, köylüler tarafından, büyük bir bilginmişçesine dinlenir. 1960’lı yıllardaki köy çalışmaları sırasında bunun birçok örneğini yaşamıştık. Bu yüzden, aynı yöreden olan arkadaşlar, kendi köylerine propaganda çalışmasına çıkmak istemezlerdi. Çünkü köylüler, “bu bizim Topalın Rüştü değil mi,” der, yerli propagandacıya sırtlarını dönüverirlerdi.
    Bu “üstben kompleksini” ulusal çapta genişletecek olursak, halkımız ya da halkımızla aynı alışkanlıkları paylaşan aydınlarımız, ülkenin düşünürlerindense, dışardan çeviri yoluyla aktarılan düşünürlerin söylediklerine daima daha çok kulak kabartır, daha çok önem verirler. “Ulusal” aşağılık kompleksimizi dikkate alarak bu kadarını doğal karşılasak bile, bu tür çevirilerin, atıfta bulundukları rakip düşünürlerin Türkçedeki karşılıkları çevrilmeden ve bilinmeden okunması, kalecisiz bir kaleye gol atmanın ötesinde, büyük düşünsel boşluklara yol açar. Çünkü yapılan eleştiri, ancak eleştirdiği düşünce ve yapılan atıflar asgari düzeyde de olsa bilindiği zaman anlam kazanır, boşlukta asılı kalmaktan kurtulur.
    Ne yazık ki, Türkiye’nin 1960 ve 1970’lerdeki sol yayın furyası içinde, bu durum, genel bir hal almıştır. Örneğin, Marx’ın, Proudhon’u eleştirdiği Felsefenin Sefaleti basılmıştır, ama Proudhon’un eleştiriye hedef olan Sefaletin Felsefesi kitabı, Türkiyeli okuyucunun bilgisine hâlâ sunulmuş değildir. Lenin’in, III. Enternasyonal içindeki “Sol Komünist”leri hedef aldığı Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı kitabı, Türkiye’de kimbilir kaç baskı yapmıştır, ama şu ana kadar, “sol komünistler”in eleştiriye konu olan görüşlerini ortaya koyan hiçbir kitap Türkçede basılmamıştır.
    Böylece, Türkiyeli okuyucu, eleştiri konusu görüşleri bilmeden eleştirileri öğrenmek, daha doğrusu ezberlemek durumunda kalmıştır. Aslında bizim ezberci eğitim sistemimizle çok iyi örtüştüğü için, kimse de bu durumdan pek fazla şikayetçi olmamıştır. Daha da vahimi, çeşitli sol fraksiyonlar, örneğin Lenin’in kitabındaki görüş ve eleştirilere dayanarak rakip fraksiyonları bastırır ya da tasfiye ederken, bastırdıkları bu fraksiyonların görüşlerinin, Lenin’in eleştirdiği görüşlere uygun olup olmadıklarını gerçek anlamda merak bile etmemişlerdir. Bizde fikirler, salt işlevsellikleri açısından ele alınmış ve kullanılmıştır.

    Aynı geleneğin, bugün Türkiye’deki anarşist çevrelerde de geçerli olduğunu görüyoruz. Genellikle anarşist çeviriler basan Kaos Yayınları, iki yıl önce, Murray Bookchin’in, 1995 yılında Amerika’da ve İngiltere’de basılmış olan Social Anarchism or Lifestyle Anarchism: An Unbridgable Chasm adlı kitabını, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi – Aşılamaz Uçurum başlığıyla (Mayıs 1998, çev: Deniz Aytaş) bastı. Ne var ki, kitap basıldığı sırada, Murray Bookchin’in büyük çoğunluğu Amerikalı olan rakiplerinin eleştiri konusu olan görüşleri ve kitaplarından hiçbiri Türkçeye çevrilmemişti. Neyse ki, aynı Kaos yayınları, bu karşılıksızlığın kendisi de farkına varmış olacak ki, Murroy Bookchin’in kitabında şiddetle saldırdığı Amerikalı anarşist yazarlardan John Zerzan’ın Gelecekteki İlkel (Nisan 2000, çev: Cemal Atila) adlı kitabını, yaklaşık iki yıl sonra yayınladı. Ne var ki, Murray Bookchin’in “lifestyle anarşist” genel başlığı altında topladığı yazarlar ıskalası çok geniş olduğundan, ortada yine de büyük bir boşluk durmaktadır. Öyle ki, Bookchin’in ikide bir alıntı yaptığı ya da atıfta bulunduğu yazarların nerdeyse hiçbirini (artık bugün John Zerzan’dan Kaos’un yayınıyla haberdar olduğumuzu söyleyebiliriz) tanımıyoruz. Onların gerçekten ne dediklerini, kendi kaynaklarından okuyup öğrenme olanağına sahip değiliz (İngilizce bilen meraklılarımızı hariç tutmak kaydıyla). Bu yüzden, Bookchin’e bir anlamda mahkûmuz, bu yazarları, onun bize tanıttığı biçimde kabul etmek, onlara Bookchin’in gözüyle bakmak gibi bir handikap içindeyiz.
    Öte yandan, bizzat Bookchin’in yazdıklarından, kökleri, aşağı yukarı 1960’lara kadar uzanan ve 1990’lı yıllarda alevlenen bu tartışmanın, Amerika, hadi bilemediniz İngiltere’ye özgün bir tartışma olduğu, en azından Türkiyeli anarşistlerin içinde bulundukları ve çözüm getirmeye çalıştıkları sorunlara çok az faydası olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de, anarşistler arasında, ne “bireyci anarşist”, “toplumsal anarşist”, ne de “pritimivist anarşist”, “aydınlanmacı anarşist” türünden bir ayrışma yaşanmaktadır. Bu tür farklılıklar uç vermeye başlamış olsa dahi, bu eğilimler, Amerika’da ya da İngiltere’de olduğu gibi belli kutuplarda kristalize olmuş değildir (gerçi bu eğilimlerin, bu ülkelerde de Bookchin’in iddia ettiği kadar kristalize olup olmadığı ya da belli kutuplarda toplanarak netlik kazanıp kazanmadığı tartışma konusudur, bu ketagorileştirmede Bookchin’in bazı yapay zorlamalara gittiği dikkatten kaçmamaktadır). Örnek verecek olursak, Ateş Hırsızı-Kaos Yayınları çevresi, hem Bookchin’in takdirini kazanacak ölçüde “toplumsal anarşist”, hem de Bookchin’in baş hedefleri arasına girecek ölçüde “primitivist anarşist”tir ve bu çevre, John Zerzan’ı basarken, Bookchin’in rakip referanslarını okuyucuya sunmak güdüsünden hareket etmiş değildir. Kaos çevresi, Bookchin’i bastıktan bir süre sonra, okun sivri ucunun kendisine de yöneldiğini farkederek John Zerzan’ı basma yoluna gitmiştir. Çünkü, özellikle teknoloji konusunda bu çevrenin yaklaşımı, Bookchin’den çok Zerzan’a yakındır. Aynı şeyi, Bookchin’in “lifestyle anarşizm” nitelemesini, “gevşek anarşistleri” köşeye sıkıştırmak için diline dolayıp olur olmaz kullanan Efendisiz çevresi için de söyleyebiliriz. Diğer yandan, Bookchin’in özellikle kitabının sonlarında hedef aldığı “kırık tüfekçi”lerin Türkiye’deki tekabülü olan “savaş karşıtları”nın Bookchin’i savunmaya pek gönüllü olmaları da , dediğimizi doğrulayacak niteliktedir.
    Peki, Bookchin’in, Amerika’daki anarşistler arasında cereyan eden şiddetli bir tartışmayı konu alan ve Türkiye’de karşılığı pek bulunmayan bambaşka eğilim ya da eğilimleri hedef alan kitabı, özellikle de kitabın “lifestyle anarşizm” başlığı, nasıl olmuştur da, Bookchin’in yaklaşımıyla oldukça zıt konumda olan Türkiye’deki bazı anarşist çevreler tarafından böylesine benimsenmiş ve bu deyim, adım başı kullanılır hale gelmiştir? Bunun, Bookchin’in ideolojik mücadele hedefleriyle ilgisi olmayan bazı ideolojik ihtiyaçlardan doğduğunu düşünüyorum. Türkiye’de anarşizmi, aynı Marxizm gibi, kendilerinin merkezini oluşturdukları bir politik bir hareket haline getirmek isteyen bazı anarşist gruplar, böyle bir politik hareketin disiplinine girmek istemeyen anarşistleri olsun, anarşizmi bir moda ve gençlik fetişizmi olarak algılayan gençleri olsun, paylamak ve köşeye sıkıştırmak için, Bookchin’in “lifestyle anarşizm” nitelemesini kendileri için biçilmiş kaftan görmüşlerdir. Oysa, ilerlemiş yaşında, “anarşizmin Lenin’i” olmaya karar verdiği anlaşılan Bookchin, bu deyimi, özellikle batı dünyasında gittikçe güçlenen aydınlanma ve modernizm karşıtı anarşistleri gözden düşürmek için ortaya atmıştı.
    Makas, kağıt ya da kumaş kesmek için imal edilmekle birlikte, insan öldürmekte de kullanılabilir.
    1 Ekim 2000

  126. Bookchin’in sözü geçen kitabını okudum.

  127. Gün Zileli
    Temmuz 24th, 2015 at 09:33

    Bookchin’in sözü geçen kitabını okudum.

    Ben size değil 117 ve 118 sayılı yazıları yazan arkadaşa sormuştum. 117 ve 118 yazıları yazan siz misiniz?

  128. Sayın 119 ve 120’ye cevap,

    Söyle bir sonuç ortaya çıkıyor:

    “Lifestyle anarchism” tabirini Bookcin temelli mi, yoksa Bookchin temelsiz mi size ve arkadaşlarınıza yönelttiğimi öğrenmek istiyorsunuz.

    Anladığım kadarıyla; sizin “lifestyle” kelimesi ile değil de Bookchin’in kendisiyle bazı problemleriniz var. (Yanılıyor olabilirim.)

    Yukarıdaki ifademi tekrarlayarak cevabımı iletmeye başlayayım:

    “Lifestyle anarchism” tabirini Bookchin’in son şeklini verdiği hâliyle kullandım. Ama şuna da emin olabilirsiniz: Bookchin (veya bir başkası; “sol”dan, “sağ”dan, “anarşizm”den gelsin-gelmesin farketmez) bu tabirin daha bilinir hâle gelmesini sağlamamış olsaydı bile “lifestyle” kelimesinin aynısını veya benzer bir kelimeyi bulup, icat edip kullanacaktık!

    Kitabın Türkçe çevirisini hiç incelemedim.

    Okuduğum kaynak şurası:
    http://libcom.org/files/Social%20Anarchism%20or%20Lifestyle%20Anarchism.pdf

    Watson ve Zerzan’ı da hiç incelemedim.

    Ulus Baker’in gönderdiğiniz metniyle daha önce hiç karşılaşmadım. Aracılığınızla arşivime yerleştireceğim muazzam bir kaynak için teşekkürler.

    Ayrıca Baker’in metnini şimdilik sadece sayın Zileli’nin sitesinde bulabildim:
    http://www.gunzileli.com/2000/10/01/yasam-tarzi-anarsizmi/

    Galiba sayın Zileli ile yıllara yayılan bir ahbaplığınız var. Belki 2000’de size gönderen O olabilir…

    *
    Galiba şu soruların (ve eklenebilecek binlercesinin) cevaplarına kolay kolay ulaşılamıyor:

    “Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
    “Eylemde sürekliliğin olmaması”,
    “Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
    Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
    “Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.

    Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” örneğimle aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor olabileceğimiz” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor olduğunuzu aktardığınız gibi.

    (“Radical America” dergisine işaret ederek)
    “Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
    Yine “lifestyle”dan devam edersek:
    Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin Frankfurt’ta yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
    Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
    Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
    Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
    Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!
    Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın çağrısıyla “barış yürüyüşü”; niçin Pazar gününe ayarlanıyor da, haftaiçi düzenlenmiyor?!

    Çünkü dönmesi gereken çarklar var değil mi!
    Çünkü bu çarklara çomak sokulursa; ortada ne komünizm kalır, ne libertarianism kalır, ne lifestyle anarchism kalır veya ne faşizm kalır!

    “Azıcık (veya çoğucuk) aşım, ağrısız başım! Mesaim biterse, ve Starbucks’da enfes bir latte içmek istemezsem; protestolara belki katılırım!”

    Bizler sadece haftasonları muhalefet etmeye de alışırız; yeter ki “serbest piyasa ekonomisi” zırvalığı tam gaz devam etsin!

  129. Pipsqueak’den son yazınız 122 veya arada bir atlayarak 117-122 yazılarınıza inatçı bir yanıt
    Sayın Tezer Özlü
    Ben buradaki Marksist solcularla tanıştıktan sonra ( biliyorsunuz genellikle Batı bu özgürlük ve demokrasiyi sevenleri aralarında paylaşıyorlar, dolayısıyla Amerika’da Türk veya Kürt tanıdığım olmadı) Türk solunun Sovyetler, Çin vb. modelini benimsediklerini anladım.
    Daha sonra Emine ve Gün buraya geldiklerinde Gorter’in Lenin’e açık mektubunu getirdiler ve ben o yazıda Türk solunun modelini ve eleştirisini görüp çevirmek istedim. Gün, Türkçe’de çektiğim zorluklar ve hatalarımı düzeltmede yardımcı olacağını söyledi ve gerçekleştirdi. Ardından bana, sanırım Gorter’in yazısının özelde çağırışım yaptığı ama genelde Türkiye’de hem halk arasında hem entelektüeller arasında yaygın bir noksanlığa ve hatta aşağılık duygusuna işaret eden “‘Yaşam Tarzı Anarşizmi’ Üzerine” yazısını gönderdi. Ben bunu sadece Bookchin hakkında değil genelde çok yerinde ve mükemmel buldum (son “makas …” sözü hariç). Gün, Bookchin’e “anarşizmin Lenin’i” dedi, ben “Düşünce Polisi”, dedim. Bookchin’e Watson’un cevabı fazlasıyla yeter ve ben kendim son derece sert eleştiriler yapabilirim ama bence gereksiz. Gün’ün dediği gibi, iki tarafı dinleyip karar vermek gerekir ve siz bunu yapmamışsınız! Benim problemim Bookchin’in arkadaşlarımla ilgili lafları DEĞİL, SİZİN NE DEMEK (BAKIN *) İSTEDİĞİNİZİ ANLAMAK ANLAMAK İSTİYORUM. Bookchin gibi bir düşünce polisiyle mi yazışıyorum yoksa söylediklerinizi anlamıyor muyum? Gün’ün yazısını o amaçla ve okuyup sorumu anlarsınız ümidiyle eklemiştim.
    * Anlamaya çalıştıklarımı aşağıda sıralayacağım.
    Buradaki solculara dönüş. Onlardan çok şey öğrendim.

    Ve ilk önce sizin asıl ne demek istediğinizi anlayıp anlamadığıma birkaç örnek. Çok sevdiğim bir arkadaşım azılı devrimcilerle dalga geçmek için “Manual for Revolutionary Leaders — Micheal Velli” adlı bir kitap yazdı, harıl harıl ısmarlamalar geldi!

    Ben Marks’dan metin parçaları toplayıp kendim yazdım diye buradaki azılı solculara verdim. Onlar da Türkiye’den buraya “panel” konuşmalarına gelen, aralarında devlet memuru üniversite öğretim üyeleri olan, kendilerinden sonsuz emin, kısacası işi asıl bilenlere (bakın **) göstermişler. Uzman Marksistlerin (ve sanırım şimdi onların yerini Uzman Anarşistler almış) kararı kesin ve mutlak: “Bu yazıyı yazan yehova şahitlerinden biri olmalı”.

    Gün’ün yazısını eklememde amacım sizin okuyup benim asıl son derece özel ve kesin bir soru sorduğumu anlarsınız ümidiydi. Siz Watson’u okumamışsınız. Bence bu bir eksiklik değil ve hatta okunulacak kitap sayısı düşünüldüğünde, çok normal. Ama haksız sözler söylemek başka bir şeye işaret ediyor. Kendim ve arkadaşlarımdan çok kısa söz etmeyle günah çıkarma meraklısı solcuların tuzağına düştüğümü anladım, pişman oldum.

    Tekrar ediyorum benim için Bookchinin saldırdığı kişi ona şahane bir cevap verdi ve Gün de bir o kadar şahane bir katkı yaptı.

    Beni korkutan sizin söylediklerinizin buradaki marksist solculara çok benzemesi.

    Buradan bir örnek daha:

    Sıradan kimselerin duvarlarında sinema veya futbol artistleri; azılı solcuların duvarları devrimci kahramanların kiç (kitsch) resimleriyle dolu. Mesaj ve şantaj çok açık: “sen ne yaptın? o halde sen pasif, zamanını kitaplarla geçirmiş birisin”, vb. vb. vb., sonu gelmez solcu-devrimci ilahileri.

    Şimdi size gerçekten olan bir olayı anlatayım. Ben bu marksist solcuları eleştirdiğimde bana “sen gerçek hayatı bilmiyorsun, sadece kitaptan öğrenmişsin”,dediler. Ve bunu $5 için hayatını kaybedeceğin Detroit şehir merkezinde 22 yıl yaşamış birine söylüyorlar!, O zaman Türkler arasında “Ben gerçek devrimciyim, o halde haklıyım” dininin ne kadar yaygın, güçlü ve son derece korkutucu olduğunu öğrendim. Aynı kişiler diğer bir gün Lenin’i eleştirdiğimde “Sen kim oluyorsun da koca koca koca kitaplar yazmış birini beğenmiyorsun?, dediler. O zaman daha yeni bir şey öğrendim: Hiyerarşi Türklerin benliğine işlemiş.

    SİZİN SÖYLEDİKLERİNİZ

    1

    Bahsettiğiniz “potluck” konsepti de (aslında yukarıda “kapitalizmin içini boşaltıp, kendisine uygun şekle soktuğu ‘potlaç’” açıklaması yapılmış, Alıntı 2′de –”potlaç”ın içi boşaltılmış hâli– kısmında ifade edilmişti.) belki bir tür “kendimizi rahatlattığımızı zannetmek”, “lifestyle anarchism” veya “lifestyle potlaç” kavramlarına benziyor (ki zaten bile bile kendinizi kandırdığınızı belirtmişsiniz.)

    2

    “Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:

    “Eylemde sürekliliğin olmaması”,

    “Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,

    Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,

    “Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.

    Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim.

    3

    “Eylem” olmadıkça; sadece teoriler içinde yüzerek isyan etmek (ve hatta sadece isyan ede ede ömürler geçirmek) çoğu zaman işe yaramıyor!

    4

    “Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.

    Yine “lifestyle”dan devam edersek:

    Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!

    Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!

    Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!

    Örneğin Frankfurt’a yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!

    Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!

    Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!

    Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!

    Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!

    BİTTİ

    Bence bu yukarıdakiler buradaki marksist solculardan duyduklarım, mesajlar, ve şantajların tıpa tıp aynısı. Sanki kasete çekilmişler. Daha da kötüsü aynısı Amerika’da da var. Ama oradaki Amerika’ya egemen ideolojiye uygun bir şantaj:”Bu kadar çok biliyorsan, neden zengin değilsin?”

    Bence Amerikalılar solcu ve anarşistlerden sonsuz daha dürüstler. Kıvırmadan asıl konuya, güce tapmaya giriyorlar.

    Bir örnek daha: benim iyi yürekli ve dolayısıyla ne solculuk ne de anarşistliği bile duymamış, okuma yazması yok kadar az komşum her geldiğinde beni kitap okur bulur ve sorardı “Yahu neden hep kitap okuyorsun?”. Nihayet ben bir çare buldum. Bir defasında, “Ben her okuduğum kitabın özetini yapıp kitap evine gönderdiğimde bin frank kazanıyorum”, dedim. Ondan sonra sormaz oldu. Haklısınız EYLEM çok önemli.

    Bir ek daha: ayakı kaydırmak kolay. Terbiyesizlik ucuz. Belki Lacan kendi aradığı babasını Freud’da buldu, 68’de olanlar kendini rahatsız etti, onun için o lafı etti.C. Hill “World Turned Upside Down” kitabına o zamanın devrimcileri değil şu saçma ve yaşanmaz dünyaya uyanların hasta olduklarını söylemekle başlar. Bence Hill sonsuz daha derin bir düşünür ve insancıl. Veya en azından dürüst bir insan, Lacan gibi laf cambazlığı yapan biri değil.

    TEKRAR TEKRAR EDİYORUM BENİM BOOKCHİN’LE BİR PROBLEMİM YOK. Onunla problemi olan ona cevabı verdi ve o cevap Bookchin’in düşünce polisi olduğunu ve ümidini insana değil kendine benzer cansız teknolojiye bağladığını fazlasıyla kanıtladı. Ben kendim Bookchin’in tüm diğer teknolojiye tapan salaklardan biri olduğunu Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Taiwan, Singapur ve hatta Malezyalara rağmen ve hatta Batı’yı Batı yapan asıl tekniklerin Çin, Hindistan ve İslam’dan gelenlerden olduğunu tekrarlayan yüzlerce tarihçilere rağmen hala ırkçı “Asian quietism” sakızını çiğnediğine işaret etmiştim.

    Benim korktuğum:

    1. Hiyerarşi genlerine girmiş olan yeni nesil biyolojik mutasyona uğramış olan azılı uzman, gerçek, anarşist yani yeni devrimciler;

    2. Ben ve arkadaşlarımla ilgili söylediklerinizin Lenin’in Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı kitabında dediklerine aşırı benzemeleri;

    3. Bu çeşit kişilerin (bakın yine **) eski, ölmüş, ve modası geçmiş Tanrılara inanmayıp yeni Tanrıları, yani soyut kavramları kendilerine din ve tanrı yapıp bu inancın heyecanıyla bilir bilmez etrafa saldırmaları.

    Tarihten örnekler:

    4. Müslümanlar evreni ve yaşamı yaratanın, bu akıl almaz varlığın sırrını mağarada birine açıklamasına inanıp elli yılda Kuzey Afrika dahil, Çinden İspanya’ya kadar hakim oldular;

    5. Aynı şeyi Yunan meşalesini karanlık yerlere götürme ırkçılığıyla yapan Avrupalılar yaptılar ve son sarışın mavi gözlü Nazi avatarları hemen hemen başardılar. (Aynı Naziler şimdi Yunanistan’a yapıyorlar!)

    6. Engizisyon rahipleri 600’e yakın resimli ve tasvirli el kitaplarına bakarak sorguya çektikleri kişilerin bedenlerinden çıkan şeytanları tek tek tanırlardı. Bu şaka değil doğru, ben inanıyorum ve azılı ve gerçek devrimcilerden korkum bu nedenden (yine bakın**. )

    Tarih benzeri pek iç açıçı olmayan böyle pasif olmayan EYLEMCİLERLE dolu.

    Dahası da var.

    Eğer Lenin olmasaydı, Marksı sadece meraklı mezar kazıcısı tarihçiler ve belki bazı uyanık devlet memuru SOSYOLOGLAR bulur çıkarır, devreye sokardı. Kapitalizm veya kendi deyişiyle Dünya Sistem’ini krizini inceleyen Wallerstein, krizden kurtulmak için “50 yıl önce olsaydı, Marksizmi seçerlerdi.”, dedi.

    Eğer Mekkeli gözü açık ve ileri zekalılar olmasaydı, Muhammed ve Müslümanlık da unutulurdu.

    Tarih yine sonsuz benzeri örneklerle dolu.

    **

    Asıl özetin özeti, korkumun korkusu, aşağıda.

    Biz aslında burjuvaziden miras kalan veya daha doğrusu burjuva dünyasında yaşıyoruz. Kuşkusuz buna karşı çıkılabilir. Çatışmalar ve hatta sosyal çatışmalar olduğu inkar edilemez. İşçiler kendilerini sömürenlere karşıdırlar. Burjuva sınıfı gücünü kaybetti. Ama bu çatışmaların hiç biri esas konuya değinmez. Çatışma çıkarlar alanında yer alır. Örneğin patronla ücretli işçi arasındaki. Aynı şey iş veren Devlet’le memur arasında da yer alır. Üstelik, çıkar çatışmaları hiç bir zaman temelde bir değişmeye neden olmadılar. İki tüccar, iki esnaf, aynı meta üreten iki endüstri, tüccarlarla endüstri sahipleri, … sanayiciyle büyük toprak sahipleri. Buna rağmen kişi veya gurup olsun hepsi burjuvaydı. Stalin ve Troçki iktidar kavgası yaptılar ama ikisi de Komünisti. Çıkar çatışmaların bireysel düzeyde çok önemli olduğu itiraz götürmez, örneğin ücret artışı ve diğer avantajlar kişinin yaşamında oynadığı rol açısından son derece önemlidir. Ama o kişi burjuva yaşam idealini, burjuvanın insan tanım kavramını, burjuvanın yaşama verdiği anlamı tamamıyla paylaşır ve kabullenir (Gorter’i çevirmek istememin nedenlerinden biri buydu! Watson’un Bookchin’i eleştirisini okumak bu nedenden önemli ). Ne var ki, bu burjuva dünyasında diğer, ve daha önemli, bir çatışmaya şahit oluyoruz: sosyal guruplar kimin bu ideolojiyi (yani burjuva ideolojisini), burjuvanın yarattığı değerleri ve modelleri daha iyi gerçekleştireceği kavgası. Bu guruplar için çabaya ve eyleme tek değer burjuvazi tarafından açık ve kesin ifade edilen yaşam idealidir. Bu açıkça söylenmez. Hep iki yüzlülükle, yalanlarla, ustü kapalı, ima edici, umut verici, gizlice, şifreli, utanmadan söylenir. Bu gurupları asıl meşgul eden soru kim daha etkili olacak, sonuca daha çabuk varacak, istenileni daha çok verecek. Bunlar için tek ve tek sorun, kim bunu başarmada daha yaratıcı hayal gücüne, daha çok enerjiye, daha ileri ve iyi akıl yürütmeye sahip. Ve bu ateşli çatışmada o ünlü hor görülen, sefalet kokan, aşağılık burjuva hızır gibi imdada yetişir. Yeteneksizleri, etkisizlikleri, yollarını kaybetmiş olmaları ve vicdan huzursuzlukları … tespit edilir. İn aşağı alçak burjuva, yerini alacak var. Bir sürü gurup var ve hepsi birbirinin klonu ama olsun. Genel vasıfları hep aynı. Yarın’ın Dünya’sını kuracak bu aday genç ve uyanık, emekçi taraftarı, entelektüel, ileri zekalı, ilerici, bilim-teknik ibadetçisi, komünist veya (ne yazık ki şimdi hatta anarşist), işi üstelemeye hemen hazır, eski ve sahte din ve allaha inanmaz, yeni ve gerçek din ve allaha inanır. Sadece bir şeyi hasır altı etmeliyiz. Bu Yarın’ın Dünya’sı burjuvanın kurduğu temel üzerine kurulur, burjuva planına göre burjuva maddeleriyle inşa edilir, içinde burjuva hayatı sürdürülür, …

    Bir Alman düşünü yıllarca önce bana “Sizin Türkler çok professorial.”, demişti.

    David Watson okumaya değer, hepsi o kadar. Ben “”tavsiye ederim”, “… tekrar tekrar dikkat kesilmeliyiz!”, ““sosyoloji” alanına daha ciddiyetle eğilmenizi tavsiye ederim.”, ” Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!” ve benzeri laflara başvurup professoriallık etmeyeceğim.

    Birçok defa söyledim ama bir koca kocakoca kelle üniversite devlet memuru söyleyene kadar ne kadar derin bir anlamı taşıdığı anlanmayan şu lafı tekrarlayacağım. Hikaye dinlemeyi seven Kızılderiler’in başına gelen en büyük felaket şu oldu: Hristiyanlar için anlattıkları hikaye değil, gerçekti (hakikatti). Bu sadece ve sadece medeniyetlerde rastlanan bir çılgınlık. Getirilen hastalıkların salt kendilerini kırımdan geçirip beyazlara bir şey olmamasının yarattığı korkuyu artık siz ekleyin.

    Medenilerin çılgınlıklarından biri: sadece 40-50 önce (ve hala şimdi bile ama o ayrı hikaye) bir düğmeye basmayla tüm hayata son vereceklerin biri komünistlerdi. Bilgi değil anlamak önemli.

    Hoşça kalın ve (biliyorum kibar çevrelerde söylenmez ama) İnşallah yanlışım anladım.

  130. Sayın 123,

    Daha açık ifade etmeye çalışayım.

    Burada biraz daha netleşmişsiniz:

    Asıl özetin özeti, korkumun korkusu, aşağıda.

    Biz aslında burjuvaziden miras kalan veya daha doğrusu burjuva dünyasında yaşıyoruz. Kuşkusuz buna karşı çıkılabilir. Çatışmalar ve hatta sosyal çatışmalar olduğu inkar edilemez. İşçiler kendilerini sömürenlere karşıdırlar. Burjuva sınıfı gücünü kaybetti. Ama bu çatışmaların hiç biri esas konuya değinmez. Çatışma çıkarlar alanında yer alır. Örneğin patronla ücretli işçi arasındaki. Aynı şey iş veren Devlet’le memur arasında da yer alır. Üstelik, çıkar çatışmaları hiç bir zaman temelde bir değişmeye neden olmadılar. İki tüccar, iki esnaf, aynı meta üreten iki endüstri, tüccarlarla endüstri sahipleri, … sanayiciyle büyük toprak sahipleri. Buna rağmen kişi veya gurup olsun hepsi burjuvaydı. Stalin ve Troçki iktidar kavgası yaptılar ama ikisi de Komünisti. Çıkar çatışmaların bireysel düzeyde çok önemli olduğu itiraz götürmez, örneğin ücret artışı ve diğer avantajlar kişinin yaşamında oynadığı rol açısından son derece önemlidir. Ama o kişi burjuva yaşam idealini, burjuvanın insan tanım kavramını, burjuvanın yaşama verdiği anlamı tamamıyla paylaşır ve kabullenir (Gorter’i çevirmek istememin nedenlerinden biri buydu! Watson’un Bookchin’i eleştirisini okumak bu nedenden önemli ). Ne var ki, bu burjuva dünyasında diğer, ve daha önemli, bir çatışmaya şahit oluyoruz: sosyal guruplar kimin bu ideolojiyi (yani burjuva ideolojisini), burjuvanın yarattığı değerleri ve modelleri daha iyi gerçekleştireceği kavgası. Bu guruplar için çabaya ve eyleme tek değer burjuvazi tarafından açık ve kesin ifade edilen yaşam idealidir. Bu açıkça söylenmez. Hep iki yüzlülükle, yalanlarla, ustü kapalı, ima edici, umut verici, gizlice, şifreli, utanmadan söylenir. Bu gurupları asıl meşgul eden soru kim daha etkili olacak, sonuca daha çabuk varacak, istenileni daha çok verecek. Bunlar için tek ve tek sorun, kim bunu başarmada daha yaratıcı hayal gücüne, daha çok enerjiye, daha ileri ve iyi akıl yürütmeye sahip. Ve bu ateşli çatışmada o ünlü hor görülen, sefalet kokan, aşağılık burjuva hızır gibi imdada yetişir. Yeteneksizleri, etkisizlikleri, yollarını kaybetmiş olmaları ve vicdan huzursuzlukları … tespit edilir. İn aşağı alçak burjuva, yerini alacak var. Bir sürü gurup var ve hepsi birbirinin klonu ama olsun. Genel vasıfları hep aynı. Yarın’ın Dünya’sını kuracak bu aday genç ve uyanık, emekçi taraftarı, entelektüel, ileri zekalı, ilerici, bilim-teknik ibadetçisi, komünist veya (ne yazık ki şimdi hatta anarşist), işi üstelemeye hemen hazır, eski ve sahte din ve allaha inanmaz, yeni ve gerçek din ve allaha inanır. Sadece bir şeyi hasır altı etmeliyiz. Bu Yarın’ın Dünya’sı burjuvanın kurduğu temel üzerine kurulur, burjuva planına göre burjuva maddeleriyle inşa edilir, içinde burjuva hayatı sürdürülür, …

    *
    Yukarıda:
    Bir anarşist olduğumu iletmiştim. Ve sizi inandırmak gibi bir gayret içinde olmadan açıklayayım: Marksist-Leninist değilim ve hiyerarşiye karşıyım.

    Şu yazılanları bırakalım Marksist-Leninistler içinde hiyerarşiyi en mükemmel savunanları; İslamcılar veya “Shaivite”ler bile söylese onları sırtımda taşırım!

    “Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
    “Eylemde sürekliliğin olmaması”,
    “Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
    Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
    “Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.

    Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” örneğimle aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor olabileceğimiz” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor olduğunuzu aktardığınız gibi.

    (“Radical America” dergisine işaret ederek)
    “Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
    Yine “lifestyle”dan devam edersek:
    Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
    Örneğin Frankfurt’ta yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
    Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
    Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
    Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
    Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!
    Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın çağrısıyla “barış yürüyüşü”; niçin Pazar gününe ayarlanıyor da, haftaiçi düzenlenmiyor?!

    Çünkü dönmesi gereken çarklar var değil mi!
    Çünkü bu çarklara çomak sokulursa; ortada ne komünizm kalır, ne libertarianism kalır, ne lifestyle anarchism kalır veya ne faşizm kalır!

    “Azıcık (veya çoğucuk) aşım, ağrısız başım! Mesaim biterse, ve Starbucks’da enfes bir latte içmek istemezsem; protestolara belki katılırım!”

    Bizler sadece haftasonları muhalefet etmeye de alışırız; yeter ki “serbest piyasa ekonomisi” zırvalığı tam gaz devam etsin!

    *

    Bizler, kendi aramızda, yeryüzü sofraları düzenleyerek “potlaç”ın fısıltısını duyacağımızı sanıyoruz!
    Veya bizler Detroit’te 22 yıl yaşamış olmayı bir başka gerekçe gösterip, sadece “burjuva!” dünyaya karşı çıkmakla yetiniyoruz!
    Veya bizler Kınalıada’da roman yazmak için günlerimizi disiplin içinde geçirmeye çabalıyoruz!
    Veya Noam Chomsky, bir drone Pakistan’da bir köyü yerle bir ettikten sonra; “televizyonda!” bir demeç verip, “aydın olmak sorumluluğu!”ndan 5 dakika daha yerine getirerek; Massachusetts Institute of Technology’deki odasına çekilmeye devam ediyor!

    Herkes kapitalizmin vagonlarındaki kompartımanlarında rahat!

    İşin ecı tarafı:
    Bu rahatlığın farkında olup devam edenler!
    M. Mead ve E. Fischer’ın uyarıları bu sebeple önemli!

    Detroit; 2007-8’de başlayıp hâlen süren “küresel ekonomik kriz!”de iflasa devam ediyor!

    Veya McDonald’s da veya Walmart’taki “lümpen proletarya!”; “federal hükümete!” seslerini duyurmaya çalışarak, saatlik ücretlerinin en az $15 olması için “eylem” yapıyor, ve “eylemin sürekliliğini” getirmek için canla başla mücadele ediyor!

    Veya Bangladeş’te “kayıt dışı!” çalıştırılan yüzbinlerce “lümpen proletarya!”;
    “Batı merkezli!” markalara ürettikleri T-shirt’lerin ense kısmına dikilen; kumaş cinsini, yıkama prosedörünü ve beden ölçüsünü gösteren etiketin arkasına “Please! Help me!” yazmaya devam ediyor!

    Veya Dimitris Christoulas, 77 yaşında, çöpten yemek toplamayı onuruna yediremedeğini haykırıp intihar ediyor!

    Veya Hong Kong’a “batı tipi parlamentoculuk!” zihniyetinin yerleşmesi için mücadele eden “Umbrella Movement”ı; “Çin Komünist Partisi parlamentosu!” bastırmaya devam ediyor!

    Veya Tayvan’da ve Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güneyinde; “Apple”larımıza, “Samgung”larımıza üretim yapan “Foxconn” fabrikalarında yüzlerce (bazı verilere göre “binlerce”!) “lümpen proletarya!” intihar ediyor!

    Veya Muhammed Buazizi “ekmek parası uğruna!” kendini yakmaya devam ediyor, ama Arap “Baharı!” başlıyor!

    “Lifestyle (…)” [(…) yerine istediğimiz şeyi yazabiliriz!] tam gaz devam ediyor!

    “Konformizm” tam gaz devam ediyor!

    Ne Türklükten, ne bir Alman düşünürün Türkler hakkındaki fikirlerinden, ne de “Asian quietsim”den bahsediyoruz! Konumuz (en azından şimdilik) bunlar değil…

    Galiba yukarıdaki soruların (ve eklenebilecek binlercesinin) cevaplarına kolay kolay ulaşılamıyor!

    Watson’u okuyacağım, teşekkür ederim.

    Fakat Tezer Özlü’nün de okunmasını salık veririm! Kendisi de “devrimcilikten niçin istifa ediyorum?” sorusuna muazzam cevaplar vermişti!

    (Leyla Erbil’le mektuplaşmalarındaki çelişkilerini de göz ardı etmeden…)

    Esen kalın.

  131. 124’e yanıt
    Son 124 ve daha önce aynı veya benzeri konuları içeren (114, 117, 122) yazdıklarınızı tekrar tekrar okudum. Cevaplarınızı hala anlamadığım için, belki sorun benim Türkçe ifade noksanlığımdan kaynaklanıyor düşüncesiyle Türkiye’de doğmuş büyümüş Yunan asıllı konusu edebiyat ve sosyal bilimler olan bir kadınla kocasını görmeye gittim. Kadın Fransızcayı ana dili gibi bildiği halde çeviriler yerine Türkçe yazıların orijinallerini tercih eder. Çevirimlerimde bana çok yardımcı oldu. Sizin ve benim yazılarımı kocası için Fransızca’ya çevirdik. Kendileri de benim gibi sosyal medyadan nefret ettikleri halde, her ikisi de üniversitede ders verdikleri için öğrencilerinden dolayı sosyal medyanın ne olduğunu biliyorlar, aşinalar (ben ne olduğunu bile bilmiyorum ve doğrusu merakım bile yok). Bana büyük yardımları oldu. Şimdilik onların katkılarını bir tarafa bırakıp katır inatçılığıma döneceğim.

    Konu 1

    Bir yanda, dünyamızın ne halde olduğu sıralanmış. Benim bildiğim kadar eski Mısır’da “The Eloquent Peasant”, Sümer’de “ölümüzü mezara götürmeden alacaklılar oraya geliyor”, halkı ezenleri”korumak” için yazılan Hammurabi yasaları bu durumun ne kadar eski olduğunu gösterir. Bugün okuduğum bir kitaptaki alıntıda verilen isim fena değil: “… even the dead will not be safe from the enemy if he wins. And this enemy has not ceased to be victorious.”Arkadaşım Fredy Perlman tarihte (yani medeniyette) direniş hikayesini (Against Leviathan) kitabında anlatır.

    Diğer yandan, bu baskı, kırım, ezme, haksızlık karşısında tutumlar ve kişilere karşı eleştiriler yapmışsınız.

    Bu eleştirinin özü, eylem yapmamak, dünyayı değiştirmemek ve benzeri suçlamalar. Ne var ki, aynı eleştiriler tüm yazarlar, şairler, filozoflar, sosyal eleştiriciler, kısacası tüm düşünürlere, hatta sizin adlarınızı verdiğiniz yazarlara karşı da yapılabilir.Hem de hem geçmişte hem şimdi.

    Yaşadığım bütün ülkelerde sıraladığınız dünya durumu ve kimsenin buna bir çare getirmediğini televizyon (ve şimdi arkadaşlarımın dediğine göre sosyal medya) aracılığıyla tüm sıradan ve şapşal hödükler bile biliyorlar.

    Nakaratım: bu bilinenleri neden bahane edip ben ve arkadaşlarıma hakaret ediyor sunuz?

    Yukarıda söylediğimi biraz değiştirirsem: “… even the dead will not be safe from the thought police. And this thought police, born in first civilization, unique only among the civilized people, is multicultural, global, eternal. It has many names such as Christian Church, Muslim religion, Bourgeois-Capitalist-Liberal order, Communists, Fascists, Nazis, Schools, Do-gooders, Nationalism, Parties&Candidates and above all the latest and most poweful them all, Media … plus Bookchin and Türkish Anarşists! And this thought police has not ceased to exist.”

    Bu klone polislerin ortak niteliği kör ve sonsuz inanç. Bir çok din tarihçilerine göre tarihte modern insanlar kadar dinci insana hiç rastlanmamış

    Bir şair dahada güzel söyler:

    “And ‘Thou shalt not,’ writ over the door;

    So I turned to the Garden of Love”

    Ben de size, gereklilik alemine HAYIR de ve ÖZGÜRLÜK alemini seç!, derim.

    Amerika’dan gelen ilk haberlerin hepsi şu noktada birleşir:

    “Or, qui les découvreurs du Nouveau Monde virent-ils surgir sur les rivages atlantiques? “ Des gens sans foi, sans loi, sans roi ”, selon les chroniqueurs du XVIe siècle.”

    “Now, according to the chroniclers of the sixteenth century who did the discoverers of the New World saw on the Atlantic shores? “People without faith, without law, without a king.”

    “Eylem ve dünya değiştirmeler sosyal olgulardır, kişi ve küçük gurupları aşarlar. Bu bağlamda ben ve arkadaşlarımı hedef almanız ve hatta lafını bile etmeniz bana çok mantıksız ve tuhaf geldi. Ben hiç bir yazımda sizin kişiliğinizi alçaltıcı laflar etmedim, devamlı saygılı ve hassas davrandım.

    Nakaratım: Siz neden ben ve arkadaşlarımı hakaret yağmuruna tuttunuz? NEDEN? Bu soruma hala cevap vermediniz.

    Yoksa sorularınız şunlar mı?

    Neden parti kurmadınız? Neden örgütleşmediniz? Neden her gün yollara dökülmediniz? Neden devrim yapmadınız?

    Watson kitabında bazı eylemleri anlatır.

    Üstelik eylem kompleks bir fenomen. Sosyal bir fırsat çıksa bile destekçi kişilerin davranışları son derece farklı olabilir.Sizin Gezi’deki örnek: “Abi, birileri söylesin ne yapmamız gerektiğini de yapalım. Böyle sabaha kadar birbirimizi yiyoruz!” ve ardından gelen analiziniz.

    Aynı zamanda Türklerde haklı olarak bireylik kavramına daha ciddi eğilmeye uyarı ve istemlerini sık sık gördüm diyebilirim. Aynı kavram anarşistlikte de merkezi bir rol oynar.

    Ne var ki bu sitede Gün Zileli bana karşı son derece terbiyesizlik ve haksızlık etti. Bir yazıma karşı sizin gibi “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani”, cevabıyla hakaret etti. Ben bunu defalarca eleştirdim ve bir tanesi hariç hepsinde “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani” cevabı hatırlattım. Sadece bir defa kısa kesip “bunamışsın”, dedi, dedim. O da son derece adi ve alçakça işi laf oyununa getirerek ” “Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.” diyerek beni yalancı çıkardı. Ben ve arkadaşlarım böyle bir ahlaksızlığa hiç bir zaman göz yummazdık ve onun bu adiliğini yüzüne vururduk. Halbuki bu sitede hiç kimseden gık çıkmadı. İşte hem anarşist olup bireye önem verme hem de bir bireye oynanan bu alçakça oyuna ses çıkarmama ancak anarşistliğin satıhta kaldığı, sadece bir sembol, isim, bir süs, cici bici yeni bir şey olduğunu gösterir. Asıl ciddi konular lider, parti, örgüt, ideolojik bütünlüğü.Ve hepsinden ötede tüm dünyayı mavi gözlü sarışın yapma!

    Belki anarşist olmak zaman ister. Belki sözünü ettiğim nihilizm ve anlamsız bir yaşam sürme haklı olarak çekilmez bir durum.

    1930larda Barselona’ya gidip bir anarşist toplantısına katılan Almanlar her konuşanı alkışlarlar ve İspanyolların alkışlamadıkları dikkatlerini çeker. Toplantıdan sonra sorarlar. Cevap (hatırladığım kadar): “biz söyleyenleri dinleriz hepsi o kadar!”

    Sorumu inatla tekrarlıyorum: ben size dünyanın içinde bulunduğu son derece vahim durumu göz önüne alarak saygılı ve hassaslık ve hatta hayranlık gösterdim. Siz ise damdan düşer gibi durmaksızın ne dersem ben veya arkadaşlarıma kişisel saldırılara çeviriyorsunuz. NEDEN?

    Konu 2

    Size iki yazı gönderiyorum ve amacım konuları basitleştirip banalleştirmekten sakındığımı açıklamak. İkisi de Fransızca ve sanırım Fransızca biliyorsunuz. Eğer yanılıyorsam lütfen bana yazın İngilizce’e çevirip tekrar gönderirim.

    Birincisi ben ve arkadaşlarımın neden ideolojilere tarihte görülmemiş bir din ve inançla sarıldığını bildiğimiz için daha kuşkulu olduğumuzun bin örneği. (biraz Animal Farm’daki Benjamin)

    “Prenons un exemple. Il y a cinquante ans, Freud pensait avoir découvert l’origine de l’organisation sociale, des contraintes morales et de la religion dans le meurtre primordial : le premier parricide. Il en a retracé l’histoire dans son Totem et Tabou. Au commencement le père gardait toutes les femmes pour lui, chassant au loin ses fils lorsque, l’âge venu, ils provoquaient sa jalousie. Un jour les fils tuèrent le père, le mangèrent et s’approprièrent ses femmes. « Le repas totémique, écrit Freud, qui est peut-être la première fête de l’humanité, serait la reproduction et comme la fête commémorative de cet acte mémorable et criminel… » Étant donné que Dieu n’est pour Freud que la sublimation physique du père, c’est Dieu lui-même qui est tué et immolé dans le sacrifice totémique. « Ce meurtre du dieu-père est le péché originel de l’humanité. Cette culpabilité du sang est rédimée par la mort sanglante du Christ. »

    En vain les ethnologues de son temps, de Rivers et Boas à Kroeber, Malinowski et Schmidt montrèrent l’absurdité de ce premier « repas totémique ». En vain soulignèrent-ils que le totémisme n’est ni universel ni à l’origine de la religion; que pas tous les peuples ont connu l’ « étape totémique »; que déjà Frazer avait prouvé que, parmi les centaines de tribus totémiques quatre seulement connaissaient un rite qui se rapprochât du meurtre et de la consommation cérémoniels du « totem-dieu » (rite dans lequel Freud pensait voir un trait immuable du totémisme); enfin, que ce rite n’avait rien à voir avec les origines da sacrifice puisque aussi bien le totémisme n’apparaît nullement dans les cultures plus anciennes. En vain Wilhelm Schmidt souligna-t-il que les peuples prétotémiques ignoraient tout du cannibalisme, que le parricide y eût été

    ‘psychologiquement, sociologiquement et éthiquement une pure impossibilité [et que]… la structure de la famille prétotémique — donc de la plus ancienne famille humaine dont nous puissions espérer savoir quelque chose grâce à l’ethnologie — n’est ni la promiscuité généralisée ni le mariage de groupe, lesquels, au verdict des anthropologues les plus qualifiés, n’ont jamais existé.’

    Reste qu’il est hautement significatif que malgré toutes les critiques avancées par les meilleurs anthropologues du siècle, des hypothèses aussi délirantes aient pu être saluées comme étant une théorie scientifique sérieuse. On pourrait écrire un livre fascinant sur la signification de l’incroyable succès de ce roman noir frénétique qu’est Totem et Tabou. En nous servant des outils et des méthodes mêmes de la psychanalyse nous pouvons mettre au jour quelques-uns des tragiques secrets de l’intellectuel occidental moderne — par exemple sa profonde insatisfaction quant aux formes éculées du christianisme historique et son âpre désir de renier la foi de ses pères, désir qui s’accompagne d’un étrange sentiment de culpabilité, comme s’il avait lui-même tué un Dieu en qui il ne pouvait pas croire mais dont l’absence lui était insupportable. C’est là la raison qui me fait dire qu’une mode culturelle, quelle qu’en puisse être la valeur objective, est hautement révélatrice : le succès de certaines idées ou idéologies nous révèle la situation spirituelle et existentielle de tous ceux pour qui ces idées ou idéologies constituent une sorte de sotériologie.”

    İkinci 2007’den ve o meşhur potlatch’le ilgili.

    Imaginons maintenant que des anthropologues venus d’une autre planète, disons des Martiens

    Il résulte de tout cela que si l’anthropologie martienne confond les deux sens de « donner », elle confond tout autant don et échange. Et l’anthropologie sociale, également. C’est ce que fait Mauss dans son trop fameux Essai sur le don (qui, à vrai dire, est un Essai sur le « donner » , sans que l’ambiguïté de ce terme ne soit jamais levée). A plusieurs reprises, il soutient en effet que certaines transactions primitives tiennent à la fois du don et de l’échange, et forme à leur propos l’expression de « don-échange » 3 . Or, de deux choses l’une : soit la confusion est dans la tête des primitifs, soit elle est dans celle des anthropologues. La thèse de Mauss — et elle est explicite — est que la confusion est dans la tête des primitifs, et qu’ils sont, sous ce rapport, plus primitifs que les enfants qui, eux, font parfaitement la distinction entre échange et don. Thèse qui se situe en droite ligne de la vieille assimilation (commune à l’anthropologie et à la psychanalyse) primitif = enfant = pathologique. En parfait accord également avec les thèses de Lévy-Bruhl 4 sur la confusion des idées qui caractériserait la « pensée primitive ». Thèses largement partagées à l’époque et sévèrement rejetées aujourd’hui pour ethnocentrisme, sinon pour racisme. Mais lorsque l’on décrie (avec trop d’indignation) Lévy-Bruhl et que l’on encense (avec trop d’ardeur) Mauss, on oublie volontiers l’atmosphère intellectuelle commune dans laquelle ils baignent. Cette atmosphère se traduit par deux grandes thèses qui orientent toute l’anthropologie de l’époque (et une partie de l’anthropologie actuelle) : les sociétés primitives seraient simples, et beaucoup plus que les nôtres, en conséquence de quoi leurs catégories intellectuelles (juridiques, économiques, sociales, etc.) confondraient ce que nous distinguons. Notre position est au contraire que les sociétés primitives sont extrêmement complexes (et, sur de nombreux points, beaucoup plus que les nôtres) et que leurs structures conceptuelles et linguistiques sont fort subtiles (et souvent plus que les nôtres). Ce que l’on verra sans conteste possible en relevant la grande complexité du vocabulaire de ces sociétés relatif au don et à l’échange . En d’autres termes, nous pensons que la confusion n’est pas dans les structures primitives (intellectuelles ou sociales) mais dans la tête des anthropologues.

    Demek istediğimkendim değişik yön, açılarla bakmada ve yazarların eserlerini kıyaslamada yarar gördüm. Örneğin potlatch konusunda Boas, René Maunier, M. Godelier, H. G. Barnett, C. Ginzburg, P. Clastres, …

    İlk yazıdaki amacım zamanın modasına kapılıp düşünce polisliği yapmanın zararlarına işaret etmek.

    Benim fıkra yaratmakta hiç yeteneğim yok ama işte bir tane. Bu moda ve modası geçmişlik aşağı yukarı Rönesans’ta tam başlar.

    O zaman kadar insan insan olalı inanılan bütün tanrılar toplanmış ve terazinin bir kefesine konmuş, diğer kefesin de moda konmuş. Moda o kadar ağı gelmiş ki bütün tanrılar gök yüzüne fırlatmış. İşte o nedenden bütün tanrılar gök yüzünde.

    Kısacası bütün tanrılar bile insanlar arasında moda olan inançları değiştiremezler.

  132. Sayın 125,

    Yazılanları anlayıp-anlamamanız meselesi; satırları yazarken aklımdan hiç geçmedi, anlamadığınızı iletmeniz biraz şaşırttı doğrusu. Yukarıda bütün okuduklarınızı yazarken hiçbir zaman “knock out yapmak” gibi bir niyetin içinde olmadım. İlk üç prensibimden biri; iletişim kurduğum insanları oldukları gibi kabul edebilmektir. Bu sebeple; “liberal” kelimesinden katbekat kapsayıcı olduğunu düşündüğüm “permissive” kelimesini hayatımda gaye etmeye çalışırım.

    Bir diğer husus; eleştirileri, karşı çıkışları, kızgınlıkları, mutlulukları, başarıları, başarısızlıkları, soruları ve benzerlerini; birinci ve ikinci tekil şahıs ekiyle değil; genellikle birinci ve ikinci çoğul şahıs ekiyle yazmayı tercih ederim. Buna sebep; “Asya” medeniyetlerindeki binlerce gelenekten tutun, Ortega y Gasset’in muazzam şekilde ifade ettiği; “‘İnsan’; kendisi ve çevresinin toplamıdır.” sözüne saygı göstermemden kaynaklanır. “Hardcore individualism”in peygamberliğini yapan Ayn Rand, Milton Friedman veya Ludwig von Mises gibi şahısların yumurtlamalarına karşı; “insanın özgün tekilliği ve çevresiyle sosyalliği” konseptini her platformda savunmaya çalışırım. (Not: Gasset; “liberal düşünce”nin en temel, en vakur düşünürlerinden biridir. Onun bu yönünü eleştirmemle beraber; Sartre’ın “Liberal; iğrenç bir sözcüktür!” uyarısındaki “liberal” kelimesine pek benzemediğinden; Gasset’in bir başka “liberal” oluşunu görmezden gelmeye gayret gösteririm.)

    Sizle kurmaya çalıştığım iletişim de; yukarıda aktardığım iki paragrafta ifade edilmiştir.

    ***
    “Against Leviathan”ı hatırlatmanıza o kadar sevindim ki; Thomas Hobbes’un “gerçek yüzünü!” görmek ve göstermek istiyorsak bu kitabı helikopterlerle dünyanın bütün meydanlarına bırakmalıyız! (Ah keşke; “agora”ları, “kıraathane”leri canlandırabilsek!…)

    Yukarıda onlarca cümle, onlarca alıntı, onlarca isim, onlarca kitap, makale adı vb.’lerinden sonra şimdi şimdi netlik oluşmaya başladı:

    Yukarıdaki cümle yapılarıma tekrar göz gezdirirseniz; birinci ve ikinci çoğul şahıs ekini sık kullandığımı daha net anlayacaksınız. Bu sebeple; “Nakaratım: bu bilinenleri neden bahane edip ben ve arkadaşlarıma hakaret ediyor sunuz?” sorunuz geçerli değildir.

    Daha net olmam adına (yine) yazdıklarımın bazılarını aşağıya aktardım:

    Örnek (1):
    Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” ÖRNEĞİMLE aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor OLABİLECEĞİMİZ” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor OLDUĞUNUZU aktardığınız gibi.

    Örnek (2):
    (“Radical America” dergisine işaret ederek)
    “Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
    Yine “lifestyle”dan devam edersek:
    Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün YARATMIYORUZ?!
    Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün YARATMIYORUZ?!
    Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün YARATMIYORUZ?!
    Örneğin Frankfurt’ta yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor (veya “GÖSTERMİYORUZ”)?!
    Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor (veya “DÜZENLEMİYORUZ”)?!
    Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor (veya “ETMİYORUZ”)?!
    Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor (veya “KALKMIYORUZ”)?!
    Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor (veya “YAYMIYORUZ”)?!
    Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın çağrısıyla “barış yürüyüşü”; niçin Pazar gününe ayarlanıyor da, haftaiçi düzenlenmiyor (veya “DÜZENLEMİYORUZ”)?!

    Örnek (3):
    Bizler, kendi aramızda, yeryüzü sofraları düzenleyerek “potlaç”ın fısıltısını duyacağımızı SANIYORUZ!
    Veya bizler Detroit’te 22 yıl yaşamış olmayı bir başka gerekçe gösterip, sadece “burjuva!” dünyaya karşı çıkmakla YETİNİYORUZ!
    Veya bizler Kınalıada’da roman yazmak için günlerimizi disiplin içinde geçirmeye ÇABALIYORUZ!
    Veya Noam Chomsky, bir drone Pakistan’da bir köyü yerle bir ettikten sonra; “televizyonda!” bir demeç verip, “aydın olmak sorumluluğu!”ndan 5 dakika daha yerine getirerek; Massachusetts Institute of Technology’deki odasına çekilmeye devam ediyor (veya “EDİYORUZ”)!

    “Gereklilik alemine HAYIR de ve ÖZGÜRLÜK alemini seç.” sonuna kadar haklısınız! Cümlenizi şöyle de ifade edebiliriz: “Gereklilik alemine HAYIR diyelim ve ÖZGÜRLÜK alemini seçelim.”

    “Eylem ve dünya değiştirmeler sosyal olgulardır, kişi ve küçük gurupları aşarlar. Bu bağlamda ben ve arkadaşlarımı hedef almanız ve hatta lafını bile etmeniz bana çok mantıksız ve tuhaf geldi. Ben hiç bir yazımda sizin kişiliğinizi alçaltıcı laflar etmedim, devamlı saygılı ve hassas davrandım.” bu cümlelerinize tekrar Tanpınar cevap verebilir. Tanpınar’dan alıntılanan yukarıdaki kısmı bütünüyle aşağıya aktarmak isterdim; çünkü parçalanamayacak kadar bütün! Kısa tutmak adına şu bölüm şimdilik yeterli:

    “…
    SORU: Ve daima da aldandı?..

    TANPINAR: Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı! Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte aklî bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkânsız! Fakat her türlü cemiyetin binyıllarca birikmiş tecrübesi nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği görünümünü verir. Emin olun; biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik…”

    (Not: Okuduğunuz bölümü; Tanpınar’ın yukarıdaki alıntısının bütününden kopuk değerlendirirseniz; yanılırsınız.)

    Sorular şunlar:

    Neden parti KURMADIK? Neden ÖRGÜTLENMEDİK? Neden her gün yollara DÖKÜLMEDİK? Neden devrim YAPMADIK?

    (Notlar:

    [1] “Parti kurmak” ve “örgütlenmek” meselesinde; eğer “parlamentoculuk”, eğer “düzen içi siyaset”, eğer “günümüz sosyal demokratlığı”, eğer “Sovyet politbüro zihniyetinin 2015’lere güncellenmiş hâlini”, eğer “Marksizm-Leninizm’in ‘revizyona’ uğramış hâlini” ve benzerlerini işaret edecekseniz; hiçbirisi olmadığını yukarıda kısaca yazmıştım. Şimdi daha geniş ifade etmiş oldum.

    [2] “Devrim yapmak-yapmamak” meselesinde; eğer 12 Eylül 1980 öncesini hatırlarsanız, o meşhur “Acilciler” hizbinin 2015’lere güncellenmiş hâli olmadığını bilmelisiniz. [THKP-C/HDÖ = Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi / Halkın Devrimci Öncüleri’nin “Türkiye Devriminin Acil Sorunları” metnini araştırmanızı salık veririm.])

    ***
    “Ne var ki bu sitede Gün Zileli bana karşı son derece terbiyesizlik ve haksızlık etti. Bir yazıma karşı sizin gibi ‘görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani’, cevabıyla hakaret etti.” Bu cümlelerinizde; sayın Zileli, kendisini ilgilendiren kısma isterse cevap verebilir. Fakat şahsımın size hakaret edip-etmediği ile ilgili iddianıza cevabım yukarıda ilk iki paragrafta anlattığım şekildedir.

    Sizi ve arkadaşlarınızı özel olarak töhmet altında bırakıp-bırakmamak, size ve arkadaşlarınıza hakaret edip-etmemek konusunda sayın Zileli’nin vermek istediği cevaplar varsa aşağıya yazabilir. Şahsımın yukarıda onca yazıyla işaret ettiklerinin ise; sizin ve sayın Zileli’nin arasında yaşananlarla hiçbir ilişkisi yok. Eğer böyle bir yargıya sahipseniz; yanlış anlamış olabilirsiniz.

    “Sorumu inatla tekrarlıyorum: ben size dünyanın içinde bulunduğu son derece vahim durumu göz önüne alarak saygılı ve hassaslık ve hatta hayranlık gösterdim. Siz ise damdan düşer gibi durmaksızın ne dersem ben veya arkadaşlarıma kişisel saldırılara çeviriyorsunuz. NEDEN?” Bir üst paragrafta yazdıklarım cevabımdır. “Genellikle birinci ve ikinci çoğul şahıs eki kullanmayı tercih ederim” açıklamama biraz daha dikkatli bakmanızı öneririm: Olumlu ve olumsuz ifadeler kullanırken; en başta “kendimi” ve hemen ardından “çevremi” asla dışarıda tutmam. Yukarıda “Örnek (1), (2) ve (3)” de aktardıklarım arasında, büyük harflerle dikkat çektiklerim; ispatımdır.

    ***
    “Birincisi ben ve arkadaşlarımın neden ideolojilere tarihte görülmemiş bir din ve inançla sarıldığını bildiğimiz için daha kuşkulu olduğumuzun bin örneği.” cümlenizi anlamadım. İdeolojilere, tarihte görülmemiş bir din ve inançla sarılanları mı işaret etmek istediniz?

    Ne yazık ki Fransızca bilmiyorum.

    “Potlatch konusunda Boas, René Maunier, M. Godelier, H. G. Barnett, C. Ginzburg, P. Clastres” sayenizde ben de yeni isimler, yeni kaynaklar öğrenmiş oldum; teşekkür ederim.

    En azından şu sayfada “http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/” yürüttüğümüz yazışmalarda; kimse kimseye düşünce polisliği yapmaya çalışmyor; emin olabilirsiniz sayın 125.

    “Moda” konusunda işaret ettikleriniz dikkate değer.

    İlk okumamda bana Andy Warhol’un o “moda” sözünü hatırlattı: “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!”

    Belli mi olur sayın 125:
    “Herkes kapitalizmin vagonlarındaki kompartımanlarında rahat!” olduğundan, belki şu sayfada yazdıklarımızla biz de, farkında olmadan; “moda”yızdır!

    Tanrılar mı? Belki de hep buradaydılar veya hiçbir zaman olmadılar… Hawking de mi “moda” ? …

    Esen kalın

  133. 126 anonim’e “pipsqueak”den cevap

    Sayın Anonim (ama artık tanıyorum diyebileceğim değerli kimse)

    Siteye size bir ek yanıt göndermek amacıyla girdim. Gerçekten samimi ve değerli yazınızı görünce önce sizi okumak istedim. Kişi duygularına saygım sonsuz olduğu kadar taşkınlığa kaçmaktan da kaçınırım: özür dilersem, sizi tam anlamadan kullandığım sert dilimi hoş görüyle karşılayacağınızı sanıyorum ve ümit ediyorum. Eleştirilerde fikirlerle kişileri ayrı tutmak sanıldığı kadar kolay değil. Yargılama da öyle ama zamanımız “dil” çılgınlığından kaçınıp zaman, kibirlikten sıyrılma ve hoş görüyle insanların anlaşabileceğine de inanıyorum. Ama aşırı katı ve inatçı olduğum çok inançlarım da var.

    Dünyada en zor şeyin kendi kendine yalan söylememek olduğunu biliyorum ve kaçınmada yarar olduğuna da inanıyorum. Aynı zamanda Fredy’nin yaşayanları düşünerek söylediği ” Dreams are the stuff the world is made of, and such dreams are self-fullfilling prophesies.” sözüne inancım sonsuz. Ne yazık ki, verdiğiniz örneklerdeki Rayn, Friedman, von Mises ve benzerleri ölüme tapanlar “dream”lerden yoksunlar (“dream”lerinin “dream” olduğunu inkar ediyorlar) ve tüm dünyayı kendilerine benzetmede azimliler.
    Bu ölülerin birey anlamına en güzel cevabı bir eskimo verir, “Ne kadar birey olduğumu düşünsem, o kadar var olduğuma inanamıyorum.”
    Fredy’nin “Against Leviathan”ı hakkında söyledikleriniz onun için en büyük iltifat. Ben kitabı çoktan çevirdim ama diğer çevirilerim gibi amacım tanıdıklara dağıtmaktı. Bence, “history” / “his-story” kelime oyunu aynen bırakılıp kısaca açıklansaydı çok daha güzel olurdu.
    Tanpınar alıntısı metin parçasını tekrar okudum, tekrar beğendim ve ümit ederim ilerde kitabın tümünü okurum.
    Tanpınar’ın bir cümlesi (“Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu 5 ortak kitap bulamayız! Çok küçük bir azınlığın dışında, eskilerden zevk alan gittikçe yok oluyor!”) zamanımızda kullanılan en güçlü silahın (veya sizin “Unutmak”la ima ettiğiniz) tarihi silmek olduğu katı inancıma bir örnek. Aynı zamanda Tanpınar gibi iyimser olup daha geniş düşünmenin yararlı olduğuna da inanıyorum. Ama onu anladıysam, ben de onun gibi işin son derece kompleks ve dolayısıyla siyah/beyaz’a indirgeme hastalığından kaçınmanın daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.
    Ve eğer saçma denilecek kadar bir abartma yaparsam benim 60lardan beri cevabını aradığım sorum şu: bu kadar yüce insan nasıl oldu da televizyon önünde dikizci gibi başkalarının yaptığından haz duyan, küçültülen, kendi kendinden nefret eden, hayatını ancak ücretli işlerde çalışarak kazanabileceğine inanan, okulların beyin yıkama fabrikaları olduğunu görmeyen, oy veren, … vb. nahoş tasvirlerin insanı oldu.
    Yanlış anlaşılmaması için, sadece bir örnek minvalinde, Afrikalı bir antropologun araştırmayla verdiği bilgiyi aktarmak isterim. Şu an kim olduğunu hatırlamıyorum ama notlarım arasından bulup çıkarırım. Aşağı yukarı şu: son 50-60 yıl içinde dünyanın her yerindeki felaketlerde yardımların hemen hemen tümü komşulardan gelmiş. Dış şatafat amaçlı yardımların hemen hemen tümü bürokratlar ve politikacıların ceplerine gitmiş.
    Şimdilik bir önce Fransızca olan iki metinden birinin* İngilizcesini gönderiyorum. Bu daha çok zaman modalarıyla ilgili ama belki modernlerin neden çok dinci olduğuna da dolaylı değinir.
    Modernlerin aşırı dinci olduğuna tüm varlığımla inandığım halde konu zor ve çok düşünmeden bir cevapla kolaylıkla zamanımızın tek mutlak olan göreceleştirme (“relativizing”) hatasına düşmek istemiyorum. Aslında ben göreceleştirmeyi (“relativizing”) severim ama aşırı kullanımını hiç sevmem. Örneğin hangi domatesin daha iyi olduğunu herkes bilir ama fikirler ve bilgilerin hepsi eşit olur.
    Şimdilik, daha özel ve odaklaştırılmış anlamda zamanımız dinine sonsuz bağlılığa çok az bir değinmeyle giriş yapmak isterim. İki yüzyıldır dünyaya yayılan (ve şimdi tam egemen olan) NİHİLİZM diyalektikle tam tersi, her şey gittikçe çoğalacak ve herkes her şeye sahip olacak, AMA SONRA, yani İLERLEME (PROGRESS) miti-dini olur ve tüm dünya insanları buna tüm varlıklarıyla sarılırlar.
    “İDEOLOJİLERE, TARİHTE GÖRÜLMEMİŞ BİR DİN VE İNANÇLA SARILANLARI MI İŞARET ETMEK İSTEDİNİZ?”
    Ümit ederim size bu konuda ilk göndereceğim metin, metinin kendi bağlamı içinde, ideolojiyle din veya mit arasındaki farka değinir.
    İdeolojilerin tanımları ideolojiler kadar çok ve aralarında bazılarını çok severim ama işte şaka minvalinde benim kendi tanımım.
    Çocuğum, dondurmacı geçti, anneme koştum, para istedim. Annem yok dedi ve nedenlerini (fakirlerin ebedi ilahileri) anlattı. Bu anlattığı ideoloji. İstediğimiz olmayınca yerini (ev kirası, yiyecek masrafları, … kısacası “normal” ve “doğal”) izahlar alır.
    İkinci Fransızca metin ” potlatch” kavramını içeren daha geniş konuyla ilgiliydi. Yeni araştırmaların getirdikleri bazı incelik ve arıtımı kapsaması açısından ben yararlı bulmuştum ama sanırım metin parçası “Marcel Mauss was guilty of this in his excessively famous ‘Essay on the gift’ (and, actually, should have been called ‘Essay on giving,’”, yeter
    (*)
    Let’s take an example. It was fifty years ago, Freud believed to have discovered the origin of social organization, of moral restrictions and religion in the primordial murder: the first parricide. He traced the history in his Totem and Taboo. Initially the father kept all women for him, chasing away when his son kept all the women to himself and would drive his sons off as they became old enough to evoke his jealousy. One day, the expelled sons killed their father, ate him, and appropriated his females. “The totemic banquet.” writes Freud, “perhaps the first feast mankind ever celebrated, was the repetition, the festival of remembrance, of this noteworthy criminal deed.” Since Freud holds that God is nothing other than the sublimated physical father, it is God himself who is killed and sacrificed in the totemic sacrifice. “This slaying of the father-god is mankind’s original sin. This blood-guilt is atoned for by the bloody death of Christ.”
    In vain the ethnologists of his time, from W. H. Rivers and F. Boas to A. L. Kroeber, B. Malinowski, and W. Schmidt, demonstrated the absurdity of such a primordial “totemic banquet.” In vain they pointed out that totemism is not found at the beginnings of religion and is not universal: not all peoples have passed through a “totemic stage”; that Frazer had already proved that, of the many hundred totemic tribes, only four knew a rite approximating the ceremonial killing and eating of the “totem-god” (a rite assumed by Freud to be an invariable feature of totemism); and, finally, that this rite has nothing to do with the origin of sacrifice, since totemism does not occur at all in the oldest cultures. In vain did Wilhelm Schmidt point out that the pretotemic peoples knew nothing of cannibalism, that patricide among them would be a
    “sheer impossibility, psychologically, sociologically, and ethically [and that) … the form of the pre-totemic family, and therefore of the earliest human family we can hope to know anything about through ethnology, is neither general promiscuity nor group-marriage, neither of which, according to the verdict of the leading anthropologists, ever existed at all.”
    But it is highly significant that such frantic hypotheses could be acclaimed as sound scientific theory in spite of all the criticism marshaled by the major anthropologists of the century. After 1920 the Freudian ideology was taken for granted in its entirety. A fascinating book could be written about the significance of the incredible success of this “roman noir frenetique,” Totem and Taboo. Using the very tools and method of modern psychoanalysis, we can lay open some tragic secrets of the modem Western intellectual: for example, his profound dissatisfaction with the worn-out forms of historical Christianity and his desire to violently rid himself of his forefathers’ faith, accompanied by a strange sense of guilt, as if he himself had killed a God in whom he could not believe but whose absence he could not bear. For this reason I have said that a cultural fashion is immensely significant, no matter what its objective value may be: the success of certain ideas or ideologies reveals to us the spiritual and existential situation of all those for whom these ideas or ideologies constitute a kind of soteriology.
    Hoşça kalın.

  134. Sayın 127,

    Yukarıda “televizyonla bağınızı tamamıyla kopardıysanız; en azından ‘sosyal medya’ ile (yani ‘yeni nesil televizyonla’) bağınız olsun” diye bir tavsiyede bulunmuştum. “İletişim” başlığı ile ilgili söyledikleriniz çok mühim. Belki de ilk ele almamız gereken başlıklardan biri bu olmalı! Çünkü ötelenirse; devamını getirmek çok zor. “Catch-22” sarmalından kurtulamamak gibi!…

    Yine yukarıda şunları iletmiştim:
    “Anarşizm” çok derin bir konu! (Ki bunu bu sitede belirtmek biraz abes kaçar!) Dallanıp, budaklandırmadan ifade edeyim: “Libertarianism”in market-friendly capitalism (piyasa dostu kapitalizm) kılıfına uydurulduğunu tecrübe ettiğimden, “liberal” kelimesinin tam mânâsıyla “patron kıçı yalayan!” bir anlam kazandığını yıllardır tecrübe ettiğimden; “anarşizm” kelimesinin önüne veya arkasına herhangi bir ek koymadan, onu öz hâli ile kabul ettiğimi ve hayatımın bu şekilde aktığını bildiririm. Bu hatırlatmayı yapmamın nedeni; “birey olarak insanın özgürlüğü” algısı ile “kapitalizmin kuyruğundan ayrılmayan ‘bireyci’ler” arasındaki farkın artık yok olduğunu ispat etmek içindir! Birçok yönüyle kendisine karşı olsam da Jean-Paul Sartre’ın şu ifadesinin ne kadar doğru olduğunu her gün daha iyi anlıyorum: “Liberal, iğrenç bir sözcüktür!”

    Ve ekliyorum (1): “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!

    Ve ekliyorum (2): Özellikle bugün “şirketler”, “devletler”den daha tehlikeli ve ölümcüldür! Bu iki güruha karşı aynı anda mücadele etmezsek; bırakalım “anarşist” olmayı, “iyi insan olmak” tabirinin bile ne demek olduğunu unutmuşuz demektir!

    Bir ekleme daha yapacak olursam:
    Özellikle günümüzde, insanın “kendi” olarak kalabilmesi çok zor! Burada “kendi” kelimesinden kastım; (yine yukarıda) etraflıca üzerinde durduğumuz “bireyci”lik zehriyle ilgili değil! Özellikle “kapitalist sistem”in; neyi savunup, neyi savunmayacağımızı, ve hattâ birşeylere muhalefet edeceksek (yine) kapitalizmin direktifleri doğrultusunda hareket etmemiz gerektiğinin dayatılmasıdır! Örneklendirecek olursam: (Yanlış anlaşılmasın; Noam Chomsky’yi büsbütün eleştirmiyorum! Kendisi çok önemli bir değer.) Chomsky’nin bile şu “kapitalist sistem” içinde nasıl bir muhalif olmaya yöneltildiğini, “muhalefeti nasıl yapması gerektiği!” dayatması ile ilgili şimdi daha açık ifade ettiğimi ve sizin de görebildiğinizi umuyorum! (Şüphesiz; Chomsky gibi bir şahsiyet de bu müşküllüğün farkında. Fakat artık çok geç olduğunun da farkında olup, birşeyleri değiştirme idealinden vazgeçmiş olabilir!)

    “Eleştirilerde fikirlerle kişileri ayrı tutmak sanıldığı kadar kolay değil. Yargılama da öyle ama zamanımız ‘dil’ çılgınlığından kaçınıp zaman, kibirlikten sıyrılma ve hoş görüyle insanların anlaşabileceğine de inanıyorum.” açıklamanız o kadar önemli ki; yukarıda 5 paragraflık yazım bu açıklamanızı sonuna kadar desteklemek içindir! Zamanımızın “dil çılgınlığı”nı (şöyle de ifade edebiliriz: “Sürekli manipülasyona uğrayan iletişimler”, “Belli dere yataklarında akması istenen iletişimler”, “Sistemle uyumlu iletişimler”, “Sisteme karşı çıkmak için bile olsa ‘yine’ sistemin direktifleri doğrultusunda karşı çıkışlar”, “Ne söylendiğinin değil; kimin söylediğinin önemsenmesi gerektiğini dayatan iletişimler” ve “İletişim kazaları” gibi) daha net gözlemleyebilmek için “sosyal medya” ile (yani “yeni nesil televizyonla”) bağınız olsun önerimi tarafınıza yazmıştım.

    Bir Tanpınar müptelası değilim. Çünkü birçokları gibi o da “şimdi tam zamanı; artık onu da ‘moda’ yapalım!” minvalinde değerlendiriliyor! Dindar değilim. Agnostik olduğumu yukarıda iletmiştim. Tanpınar’dan bu mühim alıntıyı sürekli yazmamın nedeni (sizin de işaret ettiğiniz üzere) “unutmak” mefhumu ile ilgilidir! Eduardo Galeano, bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir medeniyette “unutmak” mefhumuna karşı nasıl mücadele ettiyse; ülkede de (ve belki de “Asya medeniyetlerinin genelinde”) Tanpınar aynı mefhuma karşı mücadele etti! Tanpınar’ı, ülkede daha çok “sağ kesim” diye nitelenen tarafın dikkate alması; ona “sol kesim”in neredeyse hiç yaklaşmaması, “diyalektiği” ne kadar yanlış anladığının bir başka işareti olsa gerek!

    ***
    “Freud” çok ama çok derin bir konu…

    [Not:

    Kızı “Anna”nın ve bir diğer düşünce polisi “Edward Bernays”in ne yaptıkları ile ilgili şu bilgileri aktarmıştık:

    “The Century of the Self (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)”
    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)
    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    1. Bölüm: Happiness Machines
    (Mutluluk Makineleri)
    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234

    2. Bölüm: The Engineering of Consent
    (Rıza & İkna etme mühendisliği)
    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840

    3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787

    4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering
    (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
    İngilizce video:
    http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news ]

    Tek tek, her cümlesine sayfalar dolusu görüşler yazılabilir…

    Derinlikte pek boğulmadan ve aktardıklarınızdan cımbızla çekmek niyetinde olmadan;

    Çok “klişe!” olabilir ama: “Freud holds that God is nothing other than the sublimated physical father, it is God himself who is killed and sacrificed in the totemic sacrifice. This slaying of the father-god is mankind’s original sin. This blood-guilt is atoned for by the bloody death of Christ.” ile Nietzsche’nin “God is dead”i aynı kapıya çıkıyor…

    “…a God in whom he could not believe but whose absence he could not bear.” kim bilir içinde ne fırtınalar yaşamıştır!

    Ve en az “Freud” kadar derin bir başka konu daha; “soteriology”…

    Şimdilik yeterli.

    ***
    Yukarıda; “sosyoloji”, “sosyal psikoloji”, “insan psikolojisi” başlıklarına da değinmiştik.

    “Dil çılgınlığı (ve ‘manipülasyona maruz kalan iletişimler’)” nasıl öncelikli başlıklarımızdan biriyse; “sosyoloji”, “eylem” ve “eylemsizlik” başlıklarının da öncelikli olması gerektiği kanaatindeyim. (Bütün bunlar demek değil ki; görüştüğümüz diğer başlıklar hiç önemli değil.)

    Şu aktarımla niçin bir tür öncelik sırası yaptığımı açıklayayım:

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:

    19 Mayıs 2015

    Adres:
    https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    *
    TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    […
    “Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti. “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı. “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
    “İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
    Sanayi işçisi, bin dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez. İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
    …]

    “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Richard Sennett (Sosyolog)
    Ayrıntı Yayınları
    Sayfa 38, 39
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf

    “Yabancılaşma”nın ne demek olduğunu yeniden hatırlamak zorundayız!
    İlk kaynaklardan biri şu olabilir:
    http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=185

    “Doğal Yaşam ve Başkaldırı, Sivil İtaatsizlik Makalesi ve Walden Gölü”nü yeniden hatırlamak zorundayız!
    http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/490

    (Not: “Against Leviathan”ın çevirmeni “İnan Mayıs Aru” ile iletişim hâlindeyseniz; saygılarımı iletiniz.)

    Esen kalın

  135. 126 anonim’e “pipsqueak”den ikinci cevap: modernlerin dini

    Frédéric Chopin: “a person who does not laugh cannot be serious”

    Not 1: Bilgiye ve özellikle eleştirici, saldırıcı ve HAYIR diyen bilgilere saygım sonsuzsa da kendini çok ciddiye alanları ve özellikle (hangi maskeyle olursa olsun) şu rezilliği normal, doğal, mantıksal, … gösterenleri savunanlarla alay etmeyi, özellikle şeylere yeni isimler vererek saygı değer yapanlarla dalga geçmeyi çok severim. Örnekler: asıl adı şişko olana kral, başkan, sultan; asıl adı tefeci olana bankacı; asıl adı yalancı ve umut muhabbet tellalı-pezevenk olana politikacı veya rahip veya hacı hoca; asıl adı köstebek, curnalcı, hafiye olana gazeteci; dedikoducuya televizyon haberleri; endüstri, kapitalist ve devletlere yamakçılık yapanlara bilim adamları (Ortega y Gasset bunlara sıradan insan (mediocre ve mass-man) modeli, der; … sonsuza dek. Eğer bazan aşırılığa kaçar cıvığını çıkarırsam lütfen hoş görün.

    Not 2: Benim entellektüel tanımım: “The intellectual (yes, we know, that’s such a bad word) is someone who devotes himself to ‘the tracking down of prejudices in the hiding places where priests, the schools, the government, and all long-established institutions had gathered and protected them.'”

    Not:3 Ümit ederim Türkçem zayıf olduğundan, daha doğrusu söylediklerimden aynı tadı alamamamdan dolayı, bazı yerlerde İngilizce’yi seçmemi hoş görürsünüz. Bu sadece bir bahane değil ben aynı şeyi başkalarında gördüm. Örneğin J. Joyce’a “neden çok yabancı sözcükler kullanıyorsun, İngilizce’de karşılıkları yok mu?”, sorulur. O da “Var ama tam değil”, der. Bir neden de benim kafamın İngilizce ve Fransızca dolu oluşu.

    1. I believe that more important than the only social revolution that ever occurred in history is the mythic revolution. The social revolution was the result of the competition between cowboys and merchants ( in high circles called state and capitalist-bourgeois) since Sumer in which the merchants prevailed. The mythic revolution is that as opposed to all previous beliefs in which perfection was imagined to have occurred at the beginning of time was now placed at the end of time.
    So again using my sense of humor: the message to poor and helpless man was: “Run baby, run!”

    Or dialectically speaking NİHİLİSM so created became its opposite, the new religion, called PROGRESS, and the consequent total and blind adherence to it.

    Kitap ve yazarlar çok ama okumak zor. Avrupa’da kitaplar aşırı pahalı (eğitim, kültür, entelektüelliğe verdikleri değerden olmalı, her neyse) ve ben bir türlü bilgisayarda okumaya alışamadım, not almam bile bir macera. Yine de hiç değilse Günther Anders’in adını vermek istedim. Kitaplarının çoğu Franzsızca’ya çevrilmiş ama İngilizceye çevrilenler gayet kısıtlı. Orijinaller Almanca.
    ==================
    Esas konuya girmeden G. Anders’in ” The obsolescence of man, vol I , part 2″ kitabından bir alıntı aktarmak isterim.
    Kitabın tümünü “https://libcom.org/book/export/html/51647″da bulur okuyabilirsiniz.

    But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”

    Chapter I THE WORLD DELIVERED TO YOUR HOME
    Section 1
    No Means Is Only a Means.

    The first reaction to the critique to which we shall subject radio and television will sound something like this: such a generalization is not permitted; what is of interest is exclusively what we do with these instruments, how we use them, for what purposes we use them as means: good or bad, human or inhuman, social or antisocial.

    We have all heard this optimistic argument—if we can be permitted to use such an expression—which is a legacy of the era of the first industrial revolution; and in all of its lairs it still lives on with the same unreflective superficiality.
    ===========
    Aşağıdaki bu PROGRESS mitiyle ilgili ve her ne kadar 19.yüzyılda zirvesine eriştiyse de, bu makale 1958’de yazılmıştı.
    Uyarı: üç nokta …, uzatmamak için çıkardıklarım.

    ZAMANIMIZ DİNİ VEYA MİTİ

    One of the difficulties certainly stemmed from the desire to give myth a general definition, one that would be valid for Hindu as well as for Greco-Roman, for Semitic as well as for Western, myths of the twentieth. The temptation to do this was great, for, if myth is the of expression profound, permanent tendencies, then it should be possible to define it in universal terms. But in wanting too much led to excessive abstraction, and thus myth itself lost what seems to be essential-its vitality, its evolutive capacity, its dynamism. A unique definition of myth robs it of the thing that makes myth: the interpretation of a very direct relation between man and the temporal structure of his life. Apart from this relationship there is nothing but dust and absurdity. It seems to me to be impossible to formulate a common definition for our twentieth-century myths and those of three thousand years ago because I am not in the same situation as the man of that era. And if myth is the mirror of reflective man, if it explains man as action, if it is the justification and execution of his hic et nunc situation, if, finally, it is the image, deep within his mysterious self, of his confrontation with a given reality, then it cannot be, by its very nature, identical today and at other times. In its manifestation myth is necessarily specific. But, on the other hand, its characteristics and its reasons are constant and general. Directly related to a given civilization, this mode of expression will obviously assume a form that is most suitable for the man of that civilization. And to the very extent that our civilization is atheist (not a-religious, but simply refusing to recognize a formal divinity worshiped as such), myth nowadays will not take on the guise of a few active gods to be addressed collectively or individually and around whom the traditional patterns of relationship with divinity are organized. But myth always includes an element of belief, of religious adherence, of the irrational, without which it could never express on behalf of man what it was supposed to convey. Religious sentiment can apparently center in everything other than a formal divinity.

    Correlative to a given civilization, myth expresses its profound tendencies. It is not superstructure in that it does not confine itself to being a translation of material structures; neither is it an ideological veil for something that exists but which one would prefer not to see, nor a vulgar justification of an actuality that is felt to be unjust. It is far more than that and, in certain respects, more essential than the material structure itself. Indeed, this structure is nothing in itself; it becomes important only insofar as it is reflected in the conscience of man, (benden not: bunu özellikle bilim-teknik adamları hiç anlamazlar ve ben modern insanların tarihte görülmemiş dincilik içinde olduklarını bunu düşünerek söylemiştim ama daha çok örnekler vermek isterim) who takes a stand in relation to this economic life, this technological development, this expansion of the State.

    New myths appear whenever man is confronted with a radically new situation, one that has nothing in common with its predecessor-as if a fresh “beginning” were taking place, which is actually the case today. A society may have mainly regressive and explanatory myths while ours are PROGRESSIVE AND ACTIVE, yet both express the same fundamental tendencies of the individual. But this individual is not situated in the same economic and political context. However that may be, it is quite certain that in our Western CIVILIZATION MYTHS ARE CONNECTED WITH ACTION AND IMPEL TOWARD IT (benden not: EYLEM miti). As regards action, the definition of myth as the “motivating global image”; is certainly the most exact. It is indeed a vigorous and strongly colored representation, irrational and imbued with the individual’s total capacity for belief. Most often it is an unconscious image, for the religious charge which informs it gives it an aspect of obviousness and certitude so fundamental that to become aware of it is dangerous. Awareness might risk the weakening of certitude, and he who vaguely senses this eludes the lucidity of conceiving myth as it really is, to take refuge in certitude. It is always easy to discern the myths of others – accompanied by astonishment that someone else can succumb to such absurd images. But what reluctance to embark on an analysis of one’s own myths!
    [Not: David Watson bu mutlak inancı çok güzel açıklar ve inceler.]

    To illustrate, we might say that today the two fundamental myths of modem man are HISTORY AND SCIENCE.

    Here we are confronted with a significant change. As everyone knows, history has traditionally possessed a sacred meaning. The concern has been not to describe the facts but to extract an instructive, portentous lesson. History was thus one of the myth’s instruments. Traditionally, its value was inseparable from its incorporation in a myth. We have changed all that by secularizing history. It now consists in relating events without reference to the eternal, in following their sequence without seeking their meaning – in desanctifying it. But, at the very moment that history is being stripped of its sanctity, we witness the creation of the myth of history as a consequence of a prodigious reversal. It is no longer an integral part of the myth; it has ceased to serve the sacred. It has itself and in itself become a myth. No longer does history possess meaning. Rather, it is now “meaning” in itself and by itself. It is no longer considered associated with the eternal because it contains within itself the quality of the eternal.

    Belief in the universal capacity of science causes our contemporaries to plunge into the maddest extrapolations. No one is surprised by Sputnik. We expect much more than that from science. However, we must not dwell merely on the infrastructures, on the foundations of “image-beliefs.” At a higher layer of the myth of science, we see, above all, the growth of image-beliefs of work, of technology, of happiness, and of progress. These are certitudes common to all, which the bourgeois and the proletarian share as brothers.

    This “image-belief” of HAPPINESS likewise builds on SCIENCE. Heretofore blueprints for happiness were invariably based upon individual experience involving the exercise of mind or body and almost always, even in the case of Epicurus, on some sort of discipline. These blueprints have now been replaced by a vision of collective material well-being: happiness assured by the progress of science. Everyone is entitled to it; everyone has been in effect promised it. There is no need for anyone to make sacrifices, acquire an education, reach decisions, or assume responsibility. Happiness is owed to all and consists in a collective increase of wealth, because it is exclusively material in nature. Hence something that had been only a vague dream for the masses and a frantic quest on the part of intellectuals has undergone a complete transformation in our society.

    Reference is sometimes made to a belief in progress. This term is inadequate. Although this belief exists, it is accompanied by an exact and rational image which evokes faith and provokes action. The rationality of this attitude consists in the notion that the past as a whole insures progress and that man’s recollection of his experience in life demonstrates clearly our ever growing means of action. Such simple experiences, common to everyone and shared by all, must find expression in a single word and must lead toward the future: the past guarantees continuation of this movement, and here the element of belief appears.

    Progress is not envisioned in terms of millenniums; it is expected to occur within the lifetime of contemporary man. How then can we escape the obligations of taking sides? And how can we take a negative position if this progress is inevitable? This is another fundemental component of myth: the impulse toward ACTION (benim ek notum: EYLEM miti).

    Everyone believes that contemporary man is better, more intelligent, more capable of effective behavior, than the Athenian of the fifth century. And, if we extend our gaze into the future, we feel sure that the man of tomorrow will be endowed with everything he may need in order to resolve problems which we today are incapable of doing. Thus progress not only exists but is inflexibly good; it has improved man and will continue to do so. What madness it would be, then, to consider judging or opposing it! Myth always enables those who are imbued with it to judge from their arrogant heights whoever remains outside, looking on. Nowadays anyone who entertains doubts on the subject of progress is subjected to the most fierce and contemptuous condemnation by all of political groups, of the right as well as of the left. It is important to remember in this connection that only by virtue of an outmoded tradition is the term “reactionary” still applied to the right wing. The latter, like everyone else, believes in progress, but under somewhat different labels – progress toward the spiritual, toward individualism, toward what is human. After all, it should not be forgotten that the bourgeoisie started the myth of PROGRESS. And so, if left-wingers, invoking one of the embodiments of the myth of progress, can accuse their adversaries of wanting to return to the liberal nineteenth century, the right can, by the same token, accuse the Communists of wanting to bring about a far worse regression: a return to the totally integrated society of primitive times. Consequently, these are family quarrels. Both sides invoke history to which they give the same name: PROGRESS. This concrete act of faith obliterates all problems except those of means. This decisive myth is flanked by others which likewise rest on the foundation of history. Of these we can discern two that are particularly obvious and active: THE NATION AND YOUTH (ben bu GENÇLİK mitine bu sitede kısaca değinmiştim ve siz takdir etmekle beni sevindirmiştiniz!)

    We might perhaps deal briefly with the myth of the nation -, it has been so often analyzed denounced, and criticized. Unfortunately, this provides us with proof that denunciation of the myth does not suffice to exorcize it. And, within a country which seemed to have eradicated it, we see it resurging with considerable vigor. We should note only that this myth of the nation (which transforms the phenomenon of nationalism into a value) appeared at the very moment when awareness of history arose, when, in fact, history became reason, justice, truth, the high judge, and the source of emancipation. It was then that the nation, the instrument of history, found itself clothed with a dignity which served to crystallize political sentiment, emptied by the crises of the eighteenth century, into religious fervor. The nation thus became an object of faith, the prerequisite of action, the criterion of good and evil. Everything that benefited the nation was good. In addition, the nation was an expression of progress. There was exultation in having left behind that vain epoch when there were no nations, those dark eras that could be designated only as intermediate ones, as so many lost centuries, as a middle period: the Middle Ages. The left invented the national myth. It had to offset the plethora of myths such as order and monarchy possessed by the right.

    The nation, as the very image of progress, presented a challenge to the men of the right. Once triumphant, and enthroned in society, it became an agent of order, of European as well as domestic stability. At that point the right wing annexed this myth. Here we have an amusing oscillation which soon led the defenders of the myth to oppose its creators, who in the meanwhile had become not antinationalists but internationalists, thereby in the last analysis consecrating the unimpeachable nation. Such oscillation has often been discussed. An example of it occurred in France in 1943, when nationalism again became the appanage of the left. In actuality, however, like every good and genuine myth, the nation had never quartered itself exclusively in one particular camp.

    The most recent embodiment of this myth is to be found in the contention, frequently reiterated in connection with the Indochinese, Moroccan, and Algerian crises, that the nation is a necessary stage through which peoples must go in order to attain their majority. Here is a delectable prostitution of thought, a curious need, in an era when intellectuals are despised*, to advance in all seriousness, under cover of sociology and political science, theories designed to justify passionate opinions. Where, in what way, and when has it been necessary for civilizations to go through the “national stage” ? How has the nation ever played a formative, educative, maturing role, conducive in any way to the emancipation of mankind ? Everything we know demonstrates the opposite. But passion would have been unable to assert itself to any great degree without experiencing the need for parascientific justification were it not for the fact that its object was a myth which, even within its own religious domain, invariably seeks to don a rational garb.
    ======kısa bir ara==========
    (* not: ben yukarıda” intellectual” tanımını yapmıştım. Ve ” Here is a delectable prostitution of thought, a curious need, in an era when intellectuals are despised” lafına tamamıyla katılıyorum ve medya cambazlığı yapanlar bunu bilmez gibi davrandıkları için beni tiksindiriyorlar. Ben iyimserliğin, optimizmin anarşistin doğasında olduğuna; aynı şekilde, çok sayıda düşünürlerin son derece dürüst olduğuna, ve William Blake’in ” “If the doors of perception were cleansed every thing would appear to man as it is, Infinite.”, sözüne inanıyorum. Belki Hawking’in gördüğü infinite sadece ve sadece SCIENCE mitindeki finite=infinite. Ama doğrusu Hawking hiç ilgimi çekmedi ama Feynman’da bunu gördüm. Tekrar edeceğim Ortega y Gasset’in bilim adamını sıradan insan modeli görüşüne tamamıyla katılıyorum.)
    =====aranın sonu=========

    Resting on a rational basis, because this youth represents the maximum of working strength, of capacity for growth, and of fighting prowess, the myth cannot stop there.To be sure, young people are needed in a period of exuberant technological progress, for they alone can adapt themselves to this incessant process of innovation. It is likewise true that scientific research requires that an always newly recruited – hence youthful – personnel and necessity of increasing production demands an increasing number of young people. But from this obvious truth the argument moves in all seriousness to that familiar tautologism: youth commands the future, which involves automatically a reference to the myths of progress and happiness. I wish it were realized how closely knit our mythology shows itself to be. Actually, this is a characteristic of every mythology; myths reinforce, explain, and supplement each other. The nation is created by and for youth, and youth is the motive power of progress.

    The only true countenance that can be shown to the world is that of youth. It alone inspires confidence and friendliness. A political regime which displays such prepossessing young people simply must be good. The countenance of youth is identical on the cover of Life, Match, and the R.D.A. magazine, just as it was the same on the cover of Communist and Nazi reviews, and on the Fascist and American magazines of twenty years ago. Everywhere youth is the same; everywhere it is photographed the in same way and exploited for the same causes. Everywhere and always it corresponds to the same myth. We ourselves were this youth. Absolutely nothing has happened during the past two generations that can be adduced to justify the myth, but it does not need material proofs to keep on growing. Despite the contradiction supplied by the facts of the case, the myth of youth possesses more vitality today than it had previously. The yesterdays that gladden us are obviously those of youth. Whenever one of civilization’s problems seems insoluble, someone proceeds to tell us: “Yes, but youth is on the way.” Youth will do whatever we are incapable of doing. Poor youth! All this adds up to a convenient way of getting free from these young people by nailing them to a myth from which they no longer have the right to separate themselves. They must without fail perform their role by assuming the burden of our hopes – fitting themselves, therefore, into the prearranged mold. At the very instant when youth becomes the servant of all sociopolitical structures, it is raised either jestingly or by way of compensation to the level of a myth, and the old men proclaim that they believe in it. As a matter of fact, they do.

    The myths we have just described are definitively the real motivating and psychological foundations of our civilization. They are obviously not to be confused with ideologies, because they are not primarily or basically political or politicized. They express the very existence of the collective and universal civilization in which we live. In them we contemplate our own image – our future. We will ourselves, we mirror ourselves, in this way. And, if we confine ourselves to our own epoch, it seems that there are definitely no other myths than these. Apart from the important themes, there is little or no value in what we have called “myths.” However, the term is applied to almost everything either because it is sufficiently vague and pretentious to accord with journalistic style or because it represents an inexact analysis of contemporary civilization that leads one to speak of the Marxist myth or the liberal, nationalist, or imperial myth. In any case, we have indicated that different levels of analysis do exist.

    This explains why a description of those embellishments -brilliant today, tarnished and forsaken tomorrow – is disappointing; for, if the permanent significance which they possess is not perceived, sooner or later it must be admitted that what one mistook for myth is merely a ridiculous story which nobody believes any more. Reality provides us with endless examples because the detail is constantly renewed. The myth of hygiene, based on those of youth and happiness, finds ulterior expression in soap powders and detergents. The myth of the hero, which rests on those of progress and fatherland, takes shape in James Dean ( my additions: or music and sport stars or the founders of Microsoft, Facebook, Twitter, new dynamic young politician who tells the eternal lies and promisses such as democracy freedom riches for everyone etc. ) Here we have merely the result of accidents and coincidences. But one must pass on quickly to the next thing, because myth cannot remain for long fixed within its formal, reinvigorating embodiment, only to become, in the end, disappointing and commonplace.

    Can we, by comparing image-belief to ancient myths, and after noting, to begin with, the vital difference, discover some kinship between them? One thing is certain from the start: myth cannot be individual or personal. Rather, it must describe an instructive and universal action. Face to face with myth, man has no choice but to acknowledge a truth that determines a structure of the real and, at the same time, one form of human conduct. Action as expressed in myth, reality as revealed by it and transported to the level of truth, must be reiterated, just as it is embodied in the hero of the myth.


    … all myth is embodied in heroes who have appeal for everyone, whose history meaningful and symbolic, universal and instructive. But, in order to is ascertain the extent to which these image-beliefs are myths, we must remember who the heroes (using the oldest connotation of the term) are of our own era: the hero of work (the Stakhanovist – or the worker), the hero of the nation (the warrior, the Unknown Soldier), the hero of the cinema (the eternal juvenile lead, the ever-new conqueror of love), the hero of science (the unknown scholar, the human guinea-pig-man, humanity’s benefactor). These heroes, who inflexibly demand imitation, determine our myths with exactitude. And we recognize in them still another characteristic of the traditional myth: they address themselves to the whole man, who takes on the appearance of myth. Indeed, these heroes are simultaneously vision, image, representation – then belief, the adherence of heart and soul to this certitude regarding our progress or our work – and next, idea, thought, and even doctrine. For is not all this based upon reason ? And, finally, they debouch into action, inciting men to an active imitation of the hero.

    No part of modern man remains neutral or indifferent in these myths -even as in the commencement of history by the great religious myths. Why religious? It seems accurate to say that one of the principal functions of myth was to permit the abolition of time and space. To be more exact, man, gripped by the anguish of the times, adhered to a myth that enabled him to master time and to share in a “glorious period.”; At first glance, our image-beliefs do not seem to be of this type, and yet they conform to the same role. More than in any previous epoch, Western man is now excruciatingly aware of the passage of time and of the irreversibility of history.
    And without the necessity of intervention by a great thinker, nineteenth-century man came to realize that all fate was historical. But modern myths answer to that particular anxiety (and not to the perhaps different one of the Greek or Semite); it is precisely that era whose mastery and, in a certain sense, whose abolition they make possible.

    The fact that the myth of progress represents precisely the appropriation of history by man for the service of man is probably the greatest success ever scored by a myth. The myth of nation (which cannot help but be necessary and eternal) and the myth of happiness properly constitute the roads to participation in a glorious destiny which lies beyond time and in which we share inasmuch as it is both reality and promise. Thus everything seems to find its locus exactly at the very center of these creations of the modern mentality. Actually, all this is merely the response in mythical terms to the new situation which has been thrust upon man. But this launches us into a complicated discussion.

    It is customary to think that, because man’s essential situation has always been identical ever since his remote beginnings, his reactions should be similar and the myths created five, six, or ten thousand years ago, which are inscribed in the profoundest depths of our being, should remain within us immutable archetypes incapable of renovation. At the most they might assume some new form, provided that they contained mythical precedents. To us, on the contrary, it seems that during the past one hundred and fifty years, the alteration of milieu in which man is called upon to live is such that, for the first time since the beginning of the historical era, the situation has changed. And just as the great mutation ushered in by fire and iron produced its myths, so the change we know today is destined to be inscribed in the most profound recesses of man in the guise of myths, apparently both defensive and explanatory. Thus these myths exhibit characteristics identical with those of the origins of humanity or civilization ; but, of necessity, they also present new ones. Like all myths, they show us that something has completely revealed itself, that an event which is decisive for each and all of us has really occurred. Like all myths, they explain how it happened. This is enough. It takes the place of a fully satisfactory analysis and replaces the “why.” Myths of work, of progress, and of nation have no other rationale and are in some manner revealers of a mystery. But the origin to which these myths allude is no longer the same, and this is likewise true of the event which they interpret. For us it is no longer the origin of the world and man, for that has ceased to be a real question for the man of today. Nor is it the origin of the gods: the traditional gods are definitely dead. It is no longer the phenomenon of fire or of the city. The origin, the advent, which haunts men, which enchants and obsesses them at the same time, is that of the machine. It is electricity, the mastery of nature, abundance.

    It can certainly be said that, if the myth is invariably a return to the zero point, that point is not always the same. Today our zero point in the Western world is to be found in the period around 1780, that marvelous era when all the latent forces of nature were to be unleashed by a sort of magic for the benefit of man. The myths of work, progress, and nation repeatedly reiterate to us “how” this happened. They make us relive this innovation and enable us to share in its efflorescence. And this takes the us place of “why” and of every justification. But at the same time they show that this was really an inception and not the consummation.

    To be sure, when we speak of a zero point, we do not intend to convey that these modern myths are completely new and severed from traditional, mythical elements. We could easily find mythical precedence for these resurrected images. The myth of Paradise Lost, which we will rediscover at the end of time, is directly related with the myths of progress and happiness. The myth of youth derives some of its roots from the myth of the young god, the bearer of hope, who is always sacrificed. The myth of the nation is related to the myths of the founders of cities and of power. But this is not particularly enlightening for us, since the real question is not what elements of the traditional myths have been able to survive. It is, rather, what has replaced them in our world, what image-forces serve man of today as a means of seeking to explain himself and in virtue of which he acts. The quest merely outlined here reveals to us, at the same time, what it is that conditions the actions of man today and what it is that may take hold of him. It also reveals to us the future which he visualizes and which may well become our future because our myths oblige us to build it in this fashion.

    İyi geceler.

  136. Sayın 129,

    Aktardıklarınız için teşekkürler.

    Kuşkuya mahal vermeden yazıyorum:
    David Watson’a daha önce dikkat etmediğim için hayıflandım! Aktardıklarınız; kendisine (ve kaynaklarına) daha da eğilmem gerektiğinin işareti! Tekrar teşekkürler.

    Bu sayfada (bu ifadeyi pek tasvip etmememe rağmen) “klişe!” kelimesini ikinci kez kullanmak zorunda kaldım. 3 Ağustos tarihli, “128” numarada yazdıklarımı biraz daha dikkatli değerlendirmenizi öneririm. En azından bu sayfada (görünürde) yazışmayı yürütenler olarak ikimiz, sayın Gün Zileli veya bir başkası konuya dahil olmayı tercih edebilir, etmeyebilir. Yazdıklarımızın, görüşlerimizin, yaklaşımlarımızın, alıntı yaptıklarımızın, çelişkilerimizin, karşı çıktıklarımızın, savunduklarımızın vb. neredeyse hepsi “sadece küçük bir fanus (Lifestyle 2.0!)” içinde, yani (en azından) bu site gibi, bu sayfa gibi sanal veya gerçek mecralarda; ansiklopedilerdeki bir tür “article” veya aylık yayın yapan dergilerde bir tür “essays on things” minvalinde kalıyor! (“Klişe” tabirimi daha da genişleteceğim; sadece bu paragraf ile sınırlı değil.)

    “Eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini sadece ama sadece David Watson’un (ve esinlendiklerinin, gözlemlediklerinin…) penceresinden değerlendirmiyorum. Umarım yanlış anlamazsınız; Watson’un “myth (mit)” üzerine saptamaları inkâr edilemeyecek kadar kuvvetli gözlemlere dayanıyor! Fakat; “eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini kullanırken, “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimindeki” kavram ve kurumlardan bahsetmiyorum! Dikkat buyurursanız; “Marxism”, “Leninism”, “Parlamentoculuk” vb. kelimeleri bu sayfada birkaç kez yazdım; ve bu kelimelerin günümüz tezahürleri üzerinde, günümüz “muhalefet anlayışlarını” domine edip etmedikleri üzerinde hiç durmadım. Biraz daha netleşek olursam; bugün “Marxism”in ve(veya) “Leninism”in yok denecek kadar azaldığını, (o meşhur “reel politik!”e bakacak olursak) Küba’dan Çin’e söyleyebiliriz. Venezuela veya Kuzey Kore örneklerini verecekler çıkarsa; sadece (ve “mazide kalan umutlarına üzülerek!”) geçiniz, derim!…

    “Eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerine son kez dönecek olursam:
    Yukarıda yürüttüğümüz yazışmaların ekseriyeti (ne yazık ki!) “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” Burada “sokaktaki insan” derken; en öz hâliyle, hiç bir “political correctness” saçmalığına yer vermeden haykırıyorum! (Yukarıda oldukça uzun görüştüğümüz “lifestyle anarchism” kavramındaki “lifestyle” kelimesine yüklediğimiz karşı çıkışlar ne ise; burada da aynı isyanı — mesela ‘Lifestyle 2.0′ olarak — haykırdımızı bir kez daha işaret ederim!)

    “Sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” uyarısını yaparken, 2 adet kaynağı aşağıya aktararak “eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini; sadece “siyasi ideolojiler” ve sadece “bu ideolojilerin beslendiği ve yeniden yarattıkları mitler” sarmalında değerlendirmediğimi hatırlatırım.

    Belki (bu sayfayı okuyan birçok kişiye) “arkaik!” ve hattâ “gerici!” gelebilir ama yine de haykırmak zorundayız:
    “İdeoloji” denen şey bile “modernite”nin yavrusudur! (Watson’un da bunlara işaret ettiğine eminim. Kendisini bir kez daha değerlendirirken; nelerle karşılaşacağımı az çok kestirebiliyorum.)

    “Niyetlerimiz önemlidir!”

    Unutmayınız, unutmayalım:
    “Kapitalizm”; “Marxism”den de “Leninism”den de daha ölümcüldür! “Marxism-Leninism”e eleştiri oklarımızı (haklı olarak) yöneltmemiz; “kapitalizme karşı mücadelede” hızımızı kesmemelidir!

    Ne yazık ki hızımız kesiliyor!
    Çünkü; kendi içimizde (haddinden çok çok fazla!) kavga ediyoruz! Ve ne yazık ki; kendi içimizdeki bu kavga süreceğe benziyor! Tıpkı “The Judean People’s Front” ile “The People’s Front of Judea” arasındaki kavgalar gibi! (“Kendi içimizdeki kavga” ifadem ile; sadece sayın Zileli’nin bu sayfasında ve sitesinin genelindeki yazışmaları kastetmiyorum. Çok geniş düşünmek zorundayız; Tanpınar’ın “merceğin çapı” uyarısında olduğu gibi!)

    BRIAN (Graham Chapman): Are you the Judean People’s Front?

    REG (John Cleese): Fuck off!

    BRIAN (Graham Chapman): What?!

    REG (John Cleese): Judean People’s Front! We’re “the People’s Front of Judea! (P.F.J.)”

    ANOTHER MEMBER (Michael Palin): Judean People’s Front! Wankers!

    BRIAN (Graham Chapman): Can I join your group?

    REG (John Cleese): No! Piss off!

    BRIAN (Graham Chapman): I didn’t want to sell this stuff! It’s only a job! I hate the Romans as much as anybody!

    ANOTHER MEMBER (Michael Palin): Shhh! Shhh! (Be quiet!)

    JUDITH ISCARIOT (Sue Jones-Davies): Are you sure?

    BRIAN (Graham Chapman): Oh dead sure! I hate the Romans already!

    REG (John Cleese): Listen, if you wanted to join the P.F.J.; you’d have to really hate the Romans!

    BRIAN (Graham Chapman): I do!

    REG (John Cleese): Oh yeah! How much?!

    BRIAN (Graham Chapman): A lot!

    REG (John Cleese): Right, you’re in! Listen: The only people we hate more than the Romans are the fuckin’ Judean People’s Front!

    ALL MEMEBERS: Yeah! Splitters!

    ANOTHER MEMBER (Michael Palin): And the Judean Popular People’s Front!

    ALL MEMEBERS: Oh yeah! Splitters!

    ANOTHER MEMBER (Eric Idle): And the People’s Front of Judea!

    ALL MEMEBERS: Splitters!

    REG (John Cleese): What?!

    ANOTHER MEMBER (Eric Idle): The People’s Front of Judea. Splitters!

    REG (John Cleese): We’re the People’s Front of Judea!

    ANOTHER MEMBER (Eric Idle): Oh! I thought we were the Popular Front!

    REG (John Cleese): People’s Front!

    ANOTHER MEMBER (Michael Palin): Whatever happened to the Popular Front?

    REG (John Cleese): He’s over there!

    ALL MEMEBERS SHOUTING: Splitter!

    Adres:
    https://www.youtube.com/watch?v=gb_qHP7VaZE

    ***
    İşte o kaynaklar:

    İlkini “128” numaralı yazımda okumuştunuz:

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:

    19 Mayıs 2015

    Adres:
    https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    *
    TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    […
    “Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti. “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı. “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
    “İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
    Sanayi işçisi, bin dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez. İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
    …]

    “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    YazabÇ Richard Sennett (Sosyolog)
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Sayfa 38, 39
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf

    ***
    İkinci alıntı:

    (Not: Yukarıda “dünyanın genelinin burjuva hayata eğilimli olduğu” yönünde görüşlerinizi aktarmıştınız [“123” numaralı metninizin son paragrafında — Asıl özetin özeti, korkumun korkusu — daha açık ifade etmeye çalışmıştınız.] Aşağıdaki veriler; birçok yönüyle sizin saptamalarınızı doğruluyor olmakla birlikte, bunun geçerli olmayabileceğini ve “eylemler”e başlanmazsa dünyanın daha tehlikeli bir hâle dönüştürülebileceğinden de bahsediyor!)

    BİR YANDA: Bakımlı, dışarıya kapalı, korunaklı evlerde ve kulüplerde yaşayan zengin bir azınlık;
    ÖTE YANDA: Yardımlarla, boğaz tokluğuna çalışarak ayakta durmaya çalışan, ve sayıları her gün katlanarak artan “işe yaramazlar ordusu!”

    “EĞER BAZI İNSANLAR HIZLA DEĞİŞEN EKONOMİNİN HIZINA YETİŞEMİYORLARSA; ARTIK BU SADECE ONLARIN SORUNUDUR!”

    Bu “işe yaramazlar ordusu!” otomatik olarak:
    Eğitimsizlikle,
    Sosyal beceri yoksunluğuyla ve çalışmaya gönüllerinin olmamasıyla suçlanıyor!

    Ne var ki; yoksulluk çoktan beri toplumun merkezine yerleşmiş durumda!

    VE “YÜKSEK TEKNOLOJİ ÇAĞI!” DEDİĞİMİZ 2000’Lİ YILLARDA BİLE, ÇOĞUMUZ; HÂLÂ BU TEHLİKEYİ GÖRMEZDEN GELEREK, HASTALIĞI KENDİ ELLERİMİZLE YAYIYORUZ!

    “Piyasa ekonomisi!”nin buz gibi mantığı, insanı insan yapan tüm değerleri öldürmüyor mu?!

    “Rekabet!”i hayatın her alanına taşıyan “serbest piyasa öncelikleri!”;
    Birlikteliğimizi zehirledi,
    Herkesi birbirinin korkak rakibine dönüştürdü ve herkesi birbirine karşı savaşa tutuşturdu!

    Korku ve çaresizlik bir toplumun temelini oluşturamaz, bunlar bireyin gelişmesini engeller;
    Dayanışmayı, empatiyi ve güven duygusunu yok eder!

    Dünyada:
    İşsizlerden ve emeklilerden, yetersiz ücretli ya da geçici işlerde çalışma döngüsüne kapılmış milyonlara kadar; her gün daha fazla sayıda insan ülkelerinin refahından dışlanıyor!

    Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir, duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi; ARTIK O GÜNLER GEÇTİ!

    Peki:
    Bizleri yarın ne bekliyor?!

    1. UYGAR NEFRET!

    “Tüketim toplumu”; mevcudiyetini neden “ötekileştirmek! (İngilizce: Alienation)” vasıtasıyla garantiye alıyor?!
    Ve “orta sınıf”; gerçek hayatta yere çakılırken, gözünü neden yukarıya dikiyor?!

    Çokuluslu bir şirketin sözcüsü bir röportajda: “Gıda-yardım merkezlerinden yemek alan insanların kamu yararına işler yapmakla yükümlü tutulması gerektiğini düşünüyorum!” diyor. Bu bağışlar olmaksızın yaşamlarını sürdüremeyecek insanların midelerine girecek lokmaları öncelikle “haketmeleri gerektiğini!” söylemek istiyor! Üst-orta sınıfa mensup, “gıda-yardım merkezleri dünyasını bilmeyen!” şirket sözcüsü bu şahıs nasıl böyle bir fikre varabiliyor?!

    Orta sınıfa mensup, alt tabakanın günlük yaşamının içinde olan bir öğretmen ise: “Gastronomi ve oteller yıllardan beri ‘yalvar yakar’ yetiştirecek eleman arayışında! Aslında bütün suç bu ‘elemanlarda!’; çalışmak istemedikleri için otellerin sunduğu bir meslekte uzmanlaşamıyorlar da!” diyor!

    İşte size “orta tabaka!”nın müdavimler masasından bir manzara:
    Bir grup gazeteci ve akademisyen bir lokantada oturuyor. Karınlar tok, bardaklar kırmızı şarapla dolu. Birisi aniden yoksulluk yardımı alanların ek olarak gıda yardımı almalarını; “iPhone almak istemeleri”ne bağlıyor! Bu korkunç iftira masadaki kimseyi rahatsız etmiyor ve kimse itirazda bulunmuyor! Bu “suskunluk hâli” nasıl olabiliyor?! Hattâ aralarından bazıları eskiden solcu (bugün ise “gerçekçi!” olduklarını öne sürüyorlar!) Bir diğeri onu tasdik ediyor: “Hepsinin elinde son model cep telefonlarından var, ayrıca gıda-yardım merkezlerine gidenlerin giyim kuşamları süper; gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşılamıyor bile!” Başka birisi söylenenleri tamamlıyor: “Isıtma parası aldıklarından beri, deliler gibi ısıttıklarını duydum!”

    Gariptir ki:
    Yoksulların dışlanması ve orta sınıfın onların sırtından üstünlüğünü sergileme çabaları bağlamında yukarıda birkaç örneği verilen “karakteristik öfke!”;
    Zengin bir ülkede “insanların niçin yemek bağışlarına muhtaç duruma düşmeleri sorusuna” karşı değil,
    Bu insanların bir cep telefonuna sahip olmasına ve kış aylarında evlerini ısıtmasına karşı ifade buluyor!
    Ne acı!

    Almanya’da yaşayan her yedi kişiden biri ise yoksulluk sınırında veya altında yaşıyor; 6,7 milyon insan resmi yoksulluk yardımı alıyor! Göreceli yoksulluk, kulağa ne kadar da masum geliyor! Sanki Alman yoksullar, aslında gerçek anlamda yoksul değil de, yalnızca “daha az varlıklılarmış!” gibi: “En azından dünyanın başka bölgelerinde sokaklarda ölen insanlara kıyasla; yani başkalarına bakacak olursak, biz yine iyiyiz!”

    Zengin ülkelerin yoksulları işte bu nedenle en fazla “umursamazlıkla”, ama çoğu zaman öfke ve hor görülmeyle karşılanıyor! Almanya’daki yoksulluğun ağırlığı, yalnızca maddi yoksunluklardan değil; “duygudaşlık ve hoşgörü yoksunluğu”ndan da kaynaklanmakta!

    Bangladeş’teki yoksulluğun da korkunç ve yürek yakıcı olduğu açık. Fakat o insanlar yoksulluklarından dolayı suçlanmıyor. Bir başlarına kalmış ve suskun değiller; hoşnutsuzluklarını, mücadelelerini sokaklara taşıyorlar. Ancak Almanya ve Avrupa’nın diğer “zengin ülkeleri!”nde, yoksullara kederleri bile çok görülüyor! Yoksullukları bile ellerinden alınıyor!

    Ayrıca, madalyonun diğer yüzü var:
    Almanya’da insanlar fakirleştikçe; öbür yanda “daha fazla zenginlik → daha az zümrede” yoğunlaşmaktadır!

    “BU TOPLUMDA KİMSENİN TEMBELLİĞE HAKKI YOKTUR!” açıklamasını yapan eski “Sosyal Demokrat!” başbakan gibi,
    “YOKSULLUĞA KARŞI AŞEVLERİ; DOYURURKEN TEMBELLEŞTİRİYOR MU?!” sorusu temelinde yürütülen tartışma forumları,
    Ve “ALDIKLARI YARDIM PARASININ KARŞILIĞINDA BİR ŞEYLER VERSİNLER!” diyen sokaktaki süslü yurttaşın sözleri ile;
    Her düzeyde sadece “daha adil bir iş ve gelir dağılımı”nın politik olarak başarılamadığı göz ardı edilmiş olmuyor!
    Aynı zamanda “sosyal adalet hedefinin yerine → verime (efficiency) bağlı adalet tanımı”nı koyarak; sistemin kurbanları fail konumuna, “işe yaramazlar ordusu!” içine oturtuluyor!

    Toplum içinde bir talepte bulunma hakkı yalnızca “performans gösterenlere!” mahsustur;
    “ÇALIŞMAYANA YEMEK YOK”tur!

    Kapitalist sistemde “bir maddeden-hizmetten yararlanmak & en yüksek verimlilik (efficiency)” mantığı;
    Aile,
    Okul,
    Ve “sosyal ilişkiler” gibi;
    Aslında iktisadi ilkelere göre İŞLEMEYEN kurumlara giderek daha fazla nüfuz ediyor!

    Bu kitapta yalnızca haksızlıklar teşhir edilmemiştir. Sadece siyasi reformlar yapılmasını talep etmek meseleyi çok basite indirgemek olur; yalnızca biraz daha dayanışma gösterilmesini talep etmek, sosyal vicdana çağrı yapmak belki dünya kiliseler günü kutlamalarında olabilir!

    Kitapta:
    Seçkinlerin insan onurunu hiçe sayan hangi stratejilerle kendi varlıklarını koruyup; hepimizi “mülksüzleştirdiği!”,
    Kimlerin “yoksulluk sayesinde zenginleştiği!”,
    Devlet politikalarının “neden yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!” olduğu,
    Holdinglerin “sosyal girişimcilik pazarlaması!” faaliyetleriyle; neden yoksulluğun yapısını değiştirmediği; hattâ tam tersine sağlamlaştırdığı,
    Ve ilk bakışta rasyonel gözüken ticarileştirilmesinin arkasında, giderek daha fazla onaylanan “tehlikeli bir eşitsizlik ideolojisi!” nin olduğu anlatılıyor.

    2. “…O HÂLDE PASTA YESİNLER!”

    Almanya’da 877 gıda-yardım merkezinden, 1 milyonu aşkın insan haftada bir kez yemek alıyor.

    “Tüm zamanların en büyük sosyal yardım hareketi” olarak böbürlenilen gıda-yardım merkezlerinde fahri görevliler:
    Süpermarketlerden,
    Ucuzluk mağazalarından,
    Ve toptancılardan;
    Satılabilir nitelikte olmamasına rağmen hâlâ yenilebilir gıdaları topluyor!

    Bunlar çoğunlukla; meyve, sebze ve süt ürünleri gibi çabuk bozulan, son kullanma tarihinin hemen öncesinde veya sonrasında toplanan mallar. NORMALDE İMHA EDİLECEK OLAN BU ARTIKLAR; YOKSULLARA DAĞITILIYOR!

    “Gelir dağılımı adaletsizliği” denen tehlikenin derhâl bertaraf edilmesi yerine;
    Sadaka sistemi,
    Başlangıçta evsiz-barksızlar ve uyuşturucu bağımlıları gibi hiçbir sosyal gruba tutunamamış insanlara acil yardım götürmek amaçlı oluşturulan bu kurumlar;
    Bugün, iş piyasalarında başvurulan “reformlar!” sonucunda gıda bağışlarına muhtaç kalacak kadar yoksullaşan yurttaşlara yönelik bir “tedarik sistemi!”ne dönüştü!

    2003-2009 arasında Almanya’daki gıda-yardım merkezlerinin sayısı üçe katlandı! Toplamda gıda-yardım merkezleri Almanya’da yoksullara her yıl 130 bin ton gıda dağıtıyor. Bu miktar Almanya’da her yıl çöpe giden 20 milyon ton gıdanın yalnızca ufacık bir parçası!

    Bir yandan dünya üzerinde 1 milyardan fazla insan açlık çeker ve günde en az 20.000 insan açlıktan ölürken;
    Endüstrileşmiş ülkelerde imâl edilen gıdaların büyük kısmı çöpe gidiyor!
    AVRUPA ve KUZEY AMERİKA’DA İMHA EDİLEN GIDA MİKTARI; DÜNYADA AÇLIK ÇEKEN İNSANLARIN BESLENMESİNE ÜÇ KEZ YETECEK BOYUTLARDA!

    3. KENTSEL SEÇKİNLEŞTİRMEDEN → ZENGİNLERİN SİTELEŞMESİNE!

    Şehirlerde:
    Yoksullar; zenginler tarafından nasıl yerlerinden ediliyor?! Siyaset bunu nasıl destekliyor?!
    (Detaylı bilgi için: “Soylulaştırmak (İngilizce: Gentrification)” kavramını inceleyebilirsiniz.)

    Şehrin merkezinde köhne binaların olduğu işçi semtleri; “kentsel seçkinleştirme!” süreciyle “varlıklı!” semtlere dönüştürülüyor!

    Eskiden; kiralara gücü yeten öğrenciler ve sanatçıların doğaçlama olarak yaratıcılıklarıyla ortaya çıkardığı zarafet ve kentsel yaşam duygusu, bir müddet sonra; bölgenin yüksek tabakalara çekici hâle gelmesine, artan talebin kiraları uçurmasına, “bakımsız!” evlerin lüks dairelere dönüşmesine, ve düşük gelirlilerin merkeze uzak, ucuz evlere taşınmaya mecbur bırakılmasına yol açıyor!

    Yüksek duvarların arkasında izole olanların vurguladığı “güvenlik!”,
    Herşeyden önce bir “statü ve zenginlik sembolü!”

    Villalar bölgesinin “tel örgüleri!”,
    Şaşalı “entrance”lardaki kulübelerinde, fiyakalı (özel ve taşeron!) güvenlik şirketi elemanlarının hâl ve tavırları,
    Teşhir edilen zenginliğin son derece bayağı bir ifadesi!

    İnsanlar burada fakirlere karşı değil; diğer zenginlere karşı duvarlar örüyor: “Kimin tel örgüleri daha uzun, kimin direkleri daha yüksek?!” Buna bir “comparatio genitalis” denebilir; yani zenginler ve iyi eğitimliler arasında bir “tenasül uzvu karşılaştırması!”

    4. “SEÇKİNLER!”İN GÜCÜ!

    Güzel bir numara:
    Sistemi eleştirmek hakkını; sistemden avantaj sağlayanlar kendilerinde saklı tutuyor!

    Sistemin dibini tanıma “imkânı!”na sahip olanlarınsa; öfkeli, kinci ve kıskanç oldukları bahanesiyle kozları ellerinden alınıyor!

    Zenginler; “toplum içinde yaşam”a neden veda ediyor? Ve avantajları için savaşmaya nasıl devam ediyor?

    “İlkokulun 4 yıldan 6 yıla uzatılması reformu” ile; özellikle maddi açıdan güçsüz öğrencilerin daha henüz 4. sınıftan sonra gerçekleşen ayıklanmanın kurbanları olmalarının önlenmesi hedefleniyordu. Üst tabakanın “öğrenmek istiyoruz” başlıklı protesto kampanyasıyla reformun önlenmesi, eğitimin seviyesini yükseltmek için değil; zaten daha iyi konumdaki çocuklarına ilave ayrıcalıklar sağlayan “seçici okul sistemi”nin daha da güçlendirilmesi için yapılmıştı!

    Seçkinler kendilerini “aşağıya karşı!” kapatıyor; “aşağı tabakalar!”dan gelebilecek saldırılara karşı kendilerini daha korunaklı hâle getiriyorlardı!

    Bu durum:
    Aşağıdan kimse yukarıya çıkamazsa; yukarıda hemen hemen her şeyin olduğu gibi kalacağı anlamına geliyor!
    “Steril!” ve “fildişi kulelerde müreffeh bir hayat!” → Kendi kokusunu inatla yayar ama hiçkimsenin kokusunu kendisine yaklaştırmaz!

    Seçkinlerin radikalleşmesinden bahsedilirken, bundan seçkinlerin “kendi çıkarlarını daha büyük bir sertlikle savunması” kastediliyor! Seçkinlerin yalnızca ekonomi, yargı ve bürokrasiye değil; siyasete de yoğunlaşması, yani politikanın giderek “elitleştirilmesi!” sonrasında; demokraside halkın artık ne ölçüde temsil edildiği sorgulanıyor!

    Bir zamanlar demokratik bir şekilde seçilen halkın temsilcileri, artık nüfusun geniş bir bölümünü “hiçe sayarak!” siyaset yapmalarının meyvelerini; şimdilerde ekonomide sahip oldukları cazip işler vasıtasıyla topluyorlar!

    Bir federal çalışma bakanı, taşeron işçilikte süre sınırlamasını kaldırıp ve taşeron işçiliğin yasal çerçevesini “liberalleştirdikten sonra!” görevinden ayrılmış; hemen sonrasında da Almanya’nın beşinci büyük taşeron işçilik şirketinde önemli bir göreve getirilmişti!

    Aynı iş için daha az ücretin ödendiği ve sosyal güvencenin tanınmadığı sürekli yükseliş içindeki bu “modern kölelik süreci!” bütün partilerin katkısıyla gerçekleşiyor:
    Örneğin “Yeşiller Partisi”; sol bir direniş partisinden → bir tür “yeşil astarlı liberal partiye!” dönüşüme ışık tutarken, muhafazakâr görüşleri benimsemeksizin ve ekonomik gücün yanında yer almaksızın muhalefetten hükümete yükselmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını savunuyor!

    5. NİHAYET BİRİSİ; SÖYLENMESİ GEREKENİ SÖYLÜYOR!

    “Bir kısım asalaklar toplumun sırtında bir yük olarak yaşıyor!” → Maddi yönden güçsüzlere karşı yapılan, tırnak içinde ifade edilene benzer saldırılar; akademisyenler ve ciddi medya organlarının bile bu saldırıya katılmasından bu yana iyice belirgin hâle geldi!

    Sorgulanması “istenmeyen!” acı reçeteler topluma şöyle ifade ediliyor:
    “Şık olmamakla birlikte, başka çaresi yok. Maalesef, evet, maalesef uygulamak zorundayız!”

    Böylesi “hoş olmayan gerçekler!”; egemen sınıfın en severek başvurduğu bahane!

    Bir hâkimin bazı vandallara verilen sert cezalarla birlikte söylediği sözler önemli:
    “Toplumun dürüst üyeleri sizin gibilerden bıktı, sizlerden yorulduk!”

    Bu dehşetengiz durum:
    Tarafsızlığını koruması beklenenlerin; yukarıdan aşağıya, adeta tepeden-inmeci bir diktayla başlattığı ve birçok örneği sürekli görülen “ayrımcılık!”tan başka birşey değildir!

    6. DAYANIŞMANIN SONU!

    “Taşeron işçilik”; 1967 yılına kadar Almanya’da yasaktı.

    70’li yıllarda 3,
    1985’de 6,
    1994’te 9,
    1997’de 12,
    Ve 2002’de 24 ayla sınırlandırılmak üzere sürekli uzatıldı!

    2004’ten beri taşeron olarak çalıştırılma için herhangi bir süre sınırlaması yok!

    BİR ÇALIŞAN; BİRGÜN İŞTEN ÇIKARILIP, ERTESİ GÜN DAHA DÜŞÜK ÜCRETLE YENİDEN İŞE ALINABİLİYOR ARTIK!

    Taşeron işçilik; haklardan yoksun bir işçilik, yani “köleliğin modern bir biçimi!”dir!

    İncelemelere göre %20-50’lere uzanan daha düşük ücret almak ile taşeron işçilik, yaşlılık döneminde yoksulluğun başlıca nedeni;
    Çünkü emeklilik hakkı; düşük ücretler ve çalışma aralıkları yüzünden son derece sınırlı!

    Taşeron işçiler; kötü koşullarda ve düşük ücretle çalışmakla kalmıyor, daimi (“kadrolu!”) çalışanların öfkesini de üzerlerine çekiyorlar!

    Taşeron işçiler; “doğru dürüst bir işe sahip olanlar için!” ete kemiğe bürünmüş bir tehdit anlamına gelmekte! İşçilerin üzerinde “bugün sen, yarın onlar” diye sallanan Demokles’in kılıcı; toplu sözleşmelerde reel ücretlerin sürekli düşürülmesine neden oluyor!

    Taşeron işçilik; iş güvencesini yok etmek ve çalışma koşullarını genel anlamda kötüleştirmek için de kullanılıyor:
    EKONOMİK BÜYÜME UĞRUNA DAHA GENÇ YAŞTA ÖLÜNÜYOR! YALNIZCA İŞİN AĞIRLIĞI NEDENİYLE DEĞİL;
    SÜREKLİ GÜVENSİZLİK,
    İŞYERİNİN SIK SIK DEĞİŞMESİ,
    BERBAT ÜCRET ve TAŞERON İŞÇİLİĞİN GİDEREK DEĞERSİZLEŞMESİ SONUCUNDA OLUŞAN PSİKOLOJİK BASKI NEDENİYLE DE İŞÇİLER YIPRANIYOR!

    PSİKOLOJİK SAĞLIK SORUNLARI ve BUNA BAĞLI DEVAMSIZLIKLAR ÇOK YÜKSEK,
    KAS-İSKELET SİSTEMİ SORUNLARINDA İSE DAHA DA YÜKSEK!

    ALMANYA’DA YOKSULLAR ORTALAMAYA GÖRE 7 YIL DAHA AZ YAŞIYOR!

    “Sermaye”nin ve “Alman ihracat endüstrisi”nin etkisiyle, giderek ortadan kalkan “sosyal sigorta” kavramının sonucu şudur:
    Bir tarafta: Sesini çıkaramayacak kadar, hakkını arayamayacak kadar çökmüş, yıpranmış ve korku dolu devasa bir “yedek işçi ordusu!”,
    Öbür tarafta: Yukarıya yaltaklanan ve aşağıya tekmeler savuran özgüvensiz bir orta sınıf!

    Bu ikisinin üstünde ise:
    Adil bir ücret ve makul bir vergi ödemeye razı olmadığını gözlerden kaçırmak üzere; zengin ile yoksul arasındaki derin uçurumu “sosyal sorumluluk masalı!”yla doldurma niyetinde olan “güçlüler!”…

    7. DÜNYANIN KURTULUŞUNUN “ÖZELLEŞTİRİLMESİ! (Privatization)”

    Bangladeşli iktisat profesörü ve bankacı Muhammed Yunus’un; “Merhamet sınırlı; business sınırsızdır!” sözü neyi ifade ediyor?!

    2006 yılı Nobel Barış Ödülü’nü; “yoksullara mikro kredi açma konsepti!”yle alan Yunus, o günden beri ekonomi temelli dünya kurtuluşunun evliyası olarak kabul ediliyor!

    Yunus’un bir sonraki fikri “social business” oldu:
    Belli bir sosyal sorunu çözmek üzere kurulan, fakat elde edilen kârı ortaklara dağıtmayıp; sosyal etkiyi artırmak için yatırıma yönlendiren bir şirket.

    Şirketin bu bağlamda; devlet desteğine ve bağışlara muhtaç olmamak için “rantabl olması!” ve kendi ayakları üstünde durması gerekiyor. Model; bu tür ekonomik faaliyetleri büyük holdingler için de cazip kılan bir önkoşul!

    Yunus;
    “Danone”,
    “Adidas”,
    “BASF”,
    “Veolia”,
    Ve “Otto” gibi çok uluslu şirketlerle “social business” ortaklıkları kurdu!

    “Vicdanlı kapitalizm!”; “sosyal girişimcilik!” anlamına geliyordu artık!

    “Sosyal girişimcilik” sayesinde:
    Yoksulluk gibi sosyal sorunlar; “siyaset” tarafından değil, “şirketler” tarafından çözülecekti!

    İçinde bulunduğumuz 10 yılın mottosu:
    “Daha iyi bir dünya; girişimcilikle mümkün!” oldu: Sosyal hamak anlayışına karşı bireysel sorumluluk!

    BU YAKLAŞIMIN ARKASINDA ASLINDA GÜNÜMÜZDE NEO-LİBERALİZMİN TEMEL İLKESİ HÂLİNE GELEN; “HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR!” BİLGELİĞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY YOK!

    Yunus; bir kuyumcunun oğlu, üst-orta sınıfa mensup ve ABD’de iktisat eğitimi almış. Ekonomik açıdan “rantabl!” kalkınma yardımına, yoksulluğa baktığı gibi “batı gözü!”yle bakıyor.

    BATILI SEÇKİNLERİN DAVRANIŞ BİÇİMİNİ İYİ BİLDİĞİ İÇİN BATILI SEÇKİNLER ONU CİDDİYE ALIYOR! Taraftarları arasında “Hillary Clinton” veya “Nicolas Sarkozy” gibi tanınmış politikacıların yanısıra; “Angelina Jolie” ve “Brad Pitt”, “Bono” ve “Bob Geldof”, bestseller yazar “Paulo Coelho” gibi süper zengin dünya starları da var; Muhammed Yunus da artık bu pohpohlama kültürüne dâhil oldu!

    Süt ürünlerinde dünyada lider konumda olan “Danone”; 2006’da Muhammed Yunus ile işbirliği içerisinde Bangladeş’te bir “sosyal yoğurt fabrikası!” açtı!

    Burada:
    Çocukları kötü beslenmeye karşı koruyan,
    Vitamin ve minerallerle zenginleştirilmiş,
    “Yoksulların cüzdanına uygun!” bir yoğurt üretilmekteydi!

    Yoğurt fabrikasında bölgenin küçük köylerinin sütü kullanılıyor, çevrede yaşayan insanlar çalışıyor, yoğurdun pazarlanması; yoksul köy evlerini kapı kapı dolaşıp kendilerine böylece bir gelir sağlayan satıcı yoksul kadınlar tarafından yapılıyordu. Bu girişim; “social business” konseptinin uygulamalı örneği olarak çok sayıda ödül aldı! Tüm zamanların “yeni sosyal ekonomi mucizesi!” olarak gösterildi!

    Bangladeş’teki uzun gözlem ve görüşmelerden sonra:
    “Danone” satıcısı kadınların satacakları yoğurdu önce satın almak zorunda olduklarını,
    Dolayısıyla “düzenli maaş alamadıklarını!”,
    Bunun “micro business!”ın temel fikri olduğunu;
    Yani kadınların kendi işlerini “mikro krediler!” alarak kurması olduğunu,
    Aslında “Danone’ye daha fazla muhtaç hâle getirildiklerini!” öğrendik!

    ORTAKLIĞIN KURULMASINDAN 2 YIL SONRA “SOSYAL YOĞURT FABRİKASI!” İFLASIN EŞİĞİNE GELDİ!

    Yönetim şu açıklamayı yaptı:
    “Bundan böyle stratejimiz:
    1. Satış yapmak,
    2. Satış yapmak,
    3. Satış yapmak,
    Ve
    4. Masrafları düşürmek
    olarak belirlenmiştir.”

    Oysa bir zamanlar strateji olarak:
    1. Yetersiz beslenmeye karşı mücadele etmek,
    2. Yoksulluğa karşı mücadele etmek,
    3. Kadınların kendi ayakları üstünde durmasını sağlamak,
    Ve
    4. Yeni işler yaratmaktan bahsedilmiyor muydu?!

    Satış yapan kadınların geliri geçinmeye yetmiyor ve ayrıca köylerde hakarete uğruyorlardı!

    Yıllık cirosu 15.2 milyar Euro olan (bu gerçek her fırsatta dile getirilmeli!) borsaya kayıtlı “Danone Holding”:
    Yalnızca yerel üreticiden topladığı sütlerin fiyatlarını böylesine düşük tuttuğu için ayakta durabiliyor!

    “Adidas”,
    “BASF”,
    Ve “Otto” gibi başka “iyilik gönüllüleri!” de buna benzer faaliyetler sürdürdü;
    Ve başarısızlıkla sonuçlanan “Danone sosyal yoğurt fabrikası!” nın ardından bu ortaklıklardan, büyük lafların haricinde herhangi bir şey duyulmadı!

    Her ne kadar Bangladeş, holdingler için başarısız bir “deney laboratuvarı!” hâline geldiyse de; yarının “sosyal seçkinleri!” nin yetiştirilmesi süreci devam ediyor!

    Bu çerçevede “European Business School (EBS)” adını taşıyan ve kendisini “girişimciliğin elit yüksek okulu!” ve “yarının yönetici seçkinlerinin nokta adresi!” olarak gören bir özel üniversite var!

    Bu yüksek okulda Almanya’nın ilk “social business!” kürsüsü kuruluyor. Tahmin edin bakalım kimin sponsorluğunda, yanılmadınız; elbette “Danone”nin!

    8. MİKRO KREDİLER

    Muhammed Yunus, 70’li yılların başında ABD’de bir üniversitede tarımsal ekonomik gelişme dersleri veren bir profesördü.

    1974-75 yıllarında Bangladeş’te büyük bir kıtlık hâkimdi ve Yunus kendini yoksullukla mücadeleye adadı.

    Bir köyde genç bir kadınla karşılaştı. 21 yaşında olan bu kadının 3 çoçuğu vardı ve ailesiyle birlikte derme çatma, damı akan kerpiç bir kulübede yaşıyor ve el işçiliğiyle bambudan sandalyeler yapıyordu.

    Yunus, bu kadının bambu alabilmek için yerel tefeciye borçlanmak zorunda kaldığını öğrendi. Faiz o kadar yüksekti ki, sandalyelerin satışından geçinemiyordu.

    Küçük rakamlar yüzünden birer köleye dönüşen bu insanların listesini hazırladı ve toplam 20 Euro (!) borcu olan 42 kurban (!) bulunduğunu saptadı: “Gördüklerime katlanmam mümkün değildi! Parayı çıkartıp masanın üzerine koydum ve onlara bu paranın yardımıyla ‘özgürleşmelerini’ söyledim!” diyor Yunus!

    Mikro kredi düşüncesinin bu doğuş anından sonra 1983 yılında “Grameen Bank” kuruldu.

    Fikir çok basitti:
    “Mikro kredi sistemi” vasıtasıyla güvence gösteremedikleri için bankalardan para alamayan kişilere düşük meblağlı krediler verilecekti. Bu kişiler; bu küçük kredilerle işlerini büyüterek veya geçimlerini sağlamak için bir iş kurarak kredileri faizleriyle birlikte geri ödeyeceklerdi.

    Böylece fahiş faizli tefeciliğin önü kesilmiş olacaktı. Mikro kredilerin neredeyse tamamı kadınlara veriliyordu; amaç kadınların bağımsızlığını desteklemekti. Kadınlar özellikle güvenilir olarak kabul ediliyor.

    Bangladeş’te 2 milyar Euro’nun üzerinde bir meblağ; mikro kredi olarak dolaşımda bulunuyor ve faizler kuruma göre %20-40 (!) arasında değişiyor.

    BÜTÜN BU SÜRECİN SONU; KADINLARIN ANLATTIKLARIYLA ÖZETLENEBİLİR:
    “ESKİDEN HAYATIMIZ ZOR VE YOKSULLUK İÇİNDE GEÇİYORDU; FAKAT BUGÜNDEN DAHA İYİYDİ! ŞİMDİ HERKES YALNIZCA BORCUNU ÖDEMEKLE MEŞGUL!”

    YAPILAN ARAŞTIRMALARIN SONUCU:
    MİKRO KREDİ KULLANANLARIN YALNIZCA %5’İ KREDİDEN YARAR SAĞLIYOR!
    BUNLARIN YARAR SAĞLAYABİLMESİNİN NEDENİ İSE, KREDİYİ ÇEKMEDEN ÖNCE DE GÜVENİLİR BİR GELİR KAYNAĞINA SAHİP OLMALARI!
    KREDİ ALANLARIN %50’Sİ HAYAT STANDARDINI YÜKSELTEMEDİ, KALAN %45’İN DURUMU İSE BÜYÜK ÖLÇÜDE KÖTÜYE GİTTİ!

    “Mikro krediler”in; yoksullukla mücadelede uğradığı başarısızlık apaçık ortada!

    Mikro krediler, “piyasa ekonomisi!”ni dünyanın en ücra köşelerine götürerek;
    Yoksulların sermaye için ilginç bir alan olduğunu,
    Yoksulların da tüketebileceğini,
    Ve kapitalizmin yoksullar için de işlediğini “finans piyasalarına!” kanıtladı!

    9. GELSİN GÜZEL HAYAT!

    “Siyaset teorisi”,
    “Sosyoloji”,
    Ve “dilbilim” konuları üzerine önemli eserler bırakmış, İtalyan marksist düşünür “Antonio Gramsci”nin emekçilere söylediği:
    “Eğitim görün! Çünkü tüm aklınıza ihtiyacımız var!
    Faal olun! Çünkü tüm çoşkunuza (bize öğretmenize) ihtiyacımız var!
    Örgütlenin! Çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız var!” uyarısı unutulmamalıdır!

    Özellikle 2010’lu yıllarda, birçok ülkede başlayan “kitlesel protesto hareketleri”ni dikkatle tahlil etmek gerekiyor!

    Bu protesto dalgalarında ortak çığlık:
    “Birşeyler harekete geçiyor; daha adil bir düzen için!
    Eşitlik mutluluktur: Adil toplumlar herkes için daha iyidir!
    Eşitsizlik; mutsuz, hasta ve saldırgan yapıyor!”

    UZUN ZAMANDIR İÇLERİNDE BİRİKTİRDİKLERİ “HAKKANİYETSİZLİĞİN YARATTIĞI ÖFKEYİ!” SINIRSIZ BİÇİMLERDE DIŞA VURAN GENÇLERİN DURUMU MÜHİM BİR GERÇEĞİ İŞARET EDİYOR:
    “Dışlama-Dışlanma-Ötekileşme-Ötekileştirme-Yabancılaşma-Yabancılaştırma (İngilizce: Alienation)”:
    Yalnızca bireyi değil;
    Tüm toplumu tahrip ediyor!

    (Not: Yukarıdaki paragrafta geçen “genç” ifadesi; bizim bu sayfada görüştüğümüz [ve eleştiri yönelttiğimiz] “gençlik miti” kavramı ile aynı değildir.)

    “Korku”nun,
    Ve “tüketim toplumunun çılgınlıklarına katılma hırsı!”nın giydirdiği deli gömleğinden kurtulmak isteyenler, yepyeni bir tavır benimsemek zorunda değil!

    Korkusuzca:
    Hepimizin sonuçta “insan!” olduğunu,
    Bu “yıpratılmış!” gezegene muhtaç olduğumuzu hatırlamak,
    Ve içimizdeki “korkuya ve hırsa direnen sesi dinleyerek”;
    Ruhumuzun; “şefkat”, “sezgi” ve “duygudaşlık” gibi değerlerini yeniden keşfetmek yeterli!

    Sayıca kalabalığız ve yalnızca birbirimize sahibiz!

    Herkese yetecek kadar zenginlik var! (Not: “Potlatch”ı hatırlayınız!)

    “Zenginlerin→yoksullara karşı” sürdürdüğü savaşın paralı askerleri olmayalım!

    Ortaklaşarak “eylem”e geçelim!

    Hemen! Şimdi!

    Kitap: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    Almanca satış için:
    http://www.amazon.de/m%C3%BCssen-leider-drau%C3%9Fen-bleiben-Konsumgesellschaft/dp/3896674579/

    Türkçe adres:
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kuresel%20carkin%20disinda%20kalanlar1-16.pdf

    Alıntı için:
    http://www.kitabinomurgasi.com/2014/09/kuresel-carkin-disinda-kalanlar-kathrin.html

    Esen kalın

  137. “Pipsqueak”den son (128 anonim) yazınıza “çok kısa ve yoğun ” bir cevabım.

    Uyarı: yine büyük harflerle yazılanlar sizden alıntılar.

    Siteye 128e yazdığım cevabı vermek için girdim ve sizin 130 nolu yazınızda “3 AĞUSTOS TARİHLİ, “128″ NUMARADA YAZDIKLARIMI BİRAZ DAHA DİKKATLİ DEĞERLENDİRMENİZİ ÖNERİRİM” cümlesini görünce isabet oldu dedim.

    130’u daha dikkat ve rahatlıkla okuyacağım.

    İletişim ve sosyal medya konusu.

    En başta birçok şeyleri prensiplerimizden dolayı reddettiğimizi ve bunları savunmaların akılla değil dünyaya karşı tutumlarla ilgili olduğuna inandığımızı söylemekte yarar görüyorum. Bu prensipler bence erdeme benzerler.

    Matematik ve mantıkta bile mutlaklığın olmadığının mutlak ispatı yapıldı. Kısacası nihilizmin bir eş anlamı olan görecilik mutlaklaştı. Bir ünlü fizik- matematikçi, “Matematik zorla dayatır ama ikna edemez”, der. Yaşantımızın büyük bir kısmının zorla dayatıldığı unutulup haklı olarak ve kolayca her kapıyı açan anahtar yan çizme görecilikle şantajlar yapılır. Örneğin “o halde neden odun yakıp yemek pişirmiyorsun?” ve sonsuza dek benzeri ilahiler. Bu şantajlar sadece insanın ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu gösterir.

    Sosyal medya hakkında bilgiler edindim ve özeti sezgimi kanıtladı: Sosyal medya = new and improved “The Lonely Crowd” of D. Riesman ve post-modern Descartes, “brief but intense.”

    Bazan yazdıklarınızın tümünü tekrar okuyup, daha uygun, daha saygı değer bir yanıt vermek isteğim oldu ama şimdi ben de galiba farkında olmadan sosyal medyaya girmişim, “kısa ama yoğun” olmak zorundayım.

    “ANARŞİZM” ÇOK DERİN BİR KONU!

    Ben anarşist değilim, Detroit’deki arkadaşlarım anarşistti ve anarşistleri severim. Ve anarşistliğin en sevdiğim yanlarından biri yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmek. Kundera’nın dediğini biraz değiştirerek anlatayım. Oedipus annesiyle yattığını öğrenince gözlerini oyar, şimdiki “born again communists”, “born again socialists”,”born again Marxists”,”born again Maoists”ler … ve çoğu anarşistler, “hatırlamıyorum” veya” bilmiyordum” veya hatta “ben anarşistim, istediğimi söylemeye hakkım var”, derler.

    ÖZELLİKLE BUGÜN “ŞİRKETLER”, “DEVLETLER”DEN DAHA TEHLİKELİ VE ÖLÜMCÜLDÜR!

    Bir bakıma bu şirketler sosyal medyanın kendisi veya (yılan-)derisini değiştirmekte olan “yeni” kapitalizm. Yeni deri, eski bilim-teknik çılgınlığı, eski insanı sadece niceliğe indirgeyen düşünce yapısı, cyborglaşma, ümitlerini robotlara veya robotlaşmaya bağlamalar, üretimi arttırma azmi ve hırsı, yeni ve daha iyi teknoloji, çevrecilik, yeşilcilik, ekolojicilik, etrafa zararsız alternatif enerji kaynakları, tüketicilik ve bunu arttırmaya dürtü, Facebook, Twitter, Google, Silicon Valley, Transhumanism, Artifical Intelligence, Microsoft, Apple, … ve benzerleri. Umut hapları dağıtan sağ, sol, büyük bir kesim anarşist “yeni” kapitalizmin savunucusu çığırtkanları ve dalkavukları.*

    Şu kolayca unutulur:

    1. Kapitalistler her zaman birbirleriyle “rat race” içindeydiler ve içindeler, birbirlerini daima yer ve kusarlardı ve kusarlar;

    2. Yeni ve daha iyi kapitalizm ancak büyük kapitallerle gerçekleştirebilir.

    2. Devletle kapitalizmin iç içedir ve üstelik devletlerin kendileri şirketler gibi çalışıyorlar.

    Bunları en güzel gören, en derinden ve kökten inceleyip eleştirien ve eleştirilerini değeri ölçülmez derin ve dürüst** düşünürlerin ışıklarıyla yapan (daha önce adını verdiğim) “Moins!” (daha az!, “less!”) ve “Décroissance” (“anti-growth”, karşı-genişleme) aylık gazeteleri.

    Bir örnek: bu aylıklarda çocuklarını sosyal veya diğer medyadan uzak tutmak isteyen ailelerin, kendi ve çocuklarının en azından nasıl bilgisayar ve cep telefonu kullanmaya mecbur edildiklerini anlatarak ” No Means Is Only a Means”i kanıtlar.

    Bu aylıkları çıkaranlar da “new and improved ” anarşist olmadıklarından buluşmalarımızda verdiğim yazılar ve tanımadıkları yazarları takdir edecek olgunluğa sahipler.

    Tabii diğerleri de var ama elinizdeki okunacak kitap listesini düşününce kendimi frenliyorum.

    * Dalkavuklara örnekler sonsuz. İşte bir tanesi.

    Son derece ünlü bir antropolog, Pauline Wiessner, sosyal medyanın aynısını !Kung People! arasında gözler ve ” They have an intricate system of BANKING their social relationships and calling on them when times get rough. (büyük harfle vurgulama benden)”, der. Bu ünlü antropolog her yerde banka görür!

    ** Dürüstlere de örnekler sonsuz. İşte iki örnek:

    1. A Protest Resignation February 25, 2013

    The eminent University of Chicago anthropologist Marshall Sahlins resigned from the National Academy of Sciences on Friday, citing his objections to its military partnerships and to its electing as a member Napoleon Chagnon, a long-controversial anthropologist who is back in the news thanks to the publication of his new book, Noble Savages.

    2. Bernard Charbonneau

    Tez: Kapitalizm

    Anti-tez: Komünizm (veya ve ne yazık ki, bazı Anarşizm)

    Sentez: Plastik

    “DİL ÇILGINLIĞI”

    Çok yönlü bir kavram olsa da ben bu modanın sadece “distraction”, dikkat dağıtması aracı olduğu anlamında kullandım ve insanlar arasında iletişim zorluğu ticareti yapan cambazları düşünmüştüm (galiba tam anlatmayışım sosyal medyanın kısa ve yoğun yasalarına uymaktan doğdu). İnsanlar iş yerinde, pazarda, bankada, kira ve borçlarını ödemede, devlet dairelerinde ve hastanelerde hakaretleri anlayıp boyun eğmede, sınırlarda pasaport, vize ve kimlik göstermede, televizyondan giysi ve benzeri son modaları ve çocuklarına cici bici isimler vermeyi öğrenmede … birbirlerini gayet iyi anlarlar. Zaten sevişirken pek konuşulmadığı da buna eklenirse sanırım iletişim yoksunluğu sıfır değil ama matematiksel limitteki, azala azala, sıfır olur.

    Üstelik iletişim birbirini anlamak kadar anlaşılmaktan yoksun kılmada veya dışlamakta kullanılır. Bunda en büyük cambazlara Fransızlar arasında rastlanır.

    “FREUD” ÇOK AMA ÇOK DERİN BİR KONU…

    Belki yanlış anlaşıldı diye eklemek isterim. Modanın gücüne değinen Freud’la ilgili yazı, Freud’un genel de doğru veya yanlış olduğu değil, modanın gerçek, bilim, akıldan çok inanç, mit ve dinle ilgili olduğunu gösterir. Ben, sadece tarih konusunu Freud’dan esinlenerek inceleyen şahane (N. Brown, R. Drinnon) kitaplar okudum. Ama psikolojiye karşı son derece katı yargılarım var. En azından, her türlü engel direnci (cemaat, aile, sevgi ve aşk, doğa, …) yok ettikten sonra şimdi insanın ruhuna girip ona da egemen olma hevesi olarak görüyorum. Veya eşsiz lafınız “İNSAN TEKİLDİR”e bir saldırı. “Analyze” sözcüğü çözümleme, parçalama demektir. “Devil”, “diable”, “diablo” ve hatta iblis (grek diabolosdan arapçaya geçme ) kelimelerinin kökeni “double”, yani tümü ayırmadır. Üstelik yukarıdaki kitaplar gibi silahlar kendilerine karşı çevirilebilir. Örneğin akıl hastası bu dünyaya ayak uyduramayan değil, uyduran.

    Kısacası Freud’la ilgili yazı, tüm uyarılara rağmen, biçare Avrupa entelektüellerinin kurtuluş (veya anlamsız dünyayı anlamlı kılma) peşinde olduğuna dokunur. Bu yazı, kurtuluşu, bütün uyarılara rağmen, hala yukarıda sözünü ettiğim “yeni ve daha iyi” kapitalizmde (tabii adı değiştirilir) arayan sağcı, solcu, ve birçok anarşistler için de geçerlidir.

    Sözünü ettiğiniz videoların tümünü seyrettik. Ve mükemmel bulduğumuzu yazmıştım.

    Bence Nietzsche’nin “GOD İS DEAD” (veya Dostoevsky böyle söylemediyse de, “if God did not exist, everything would be permitted”) artık tutunacak hiç bir şey kalmadı, sadece görecilik ve nihilizm kaldı anlamına gelir. Veya Baudrillard’ın dediği, “Şimdiye kadar Batı felsefesinin kökenindeki soru, ‘neden var?’dı; şimdi ise ‘neden yok?'” Freud’la ilgili yazı daha çok buna dayanamayanların aradığı kurtuluşa (“soteriology”) değinir.

    VE EN AZ “FREUD” KADAR DERİN BİR BAŞKA KONU DAHA; “SOTERİOLOGY”…

    Tabii haklısınız. Yalnız son gönderdiğim modernlerin dinciliği (129 nolu yazım) gibi, “soteriology”ye çok genel ve çok soyut bir tanım vermeye kalkışırsak belli bağlamlardaki mitolojik işlevini kaybedebilir.

    İnsan insan olalı her türlü doğal felaket, kıtlık, kuraklık, hastalık, yaşlanma, ölüm, kişisel veya sosyal haksızlık, savaş ve benzeri birçok acı çektiren olayları mitleriyle (özellikle tarihi reddetmeyle) veya inançlarıyla izah edip ve dolayısıyla çekilir, katlanır kıldılar. Kurtuluşu anlamsızlıkta değil anlamlı kılmada buldular.

    Ne var ki, kolonyalistlere karşı ayaklanıp sırtlarından silkmek isteyen yerliler, yukarıda sıraladığım cefalara karşı kurtuluş mitleri olduğu halde, aralarında bir bütünlük yaratmak için eski mitlerine döndüklerinde birleşmede başarılı olamadılar. Bela çok yeni bir belaydı (sanırım biz de o belayla karşı karşıyayız). Ancak Hristiyan olanlar ve özellikle eski ahide daha sadık olan Protestanlığı kabullenenler bu belaya karşı birlik kurma ideolojisini, veya eğer isterseniz dilini, yaratmada başarılı oldular.

    Roma’da köle isyanlarının başını her zaman medeni ülkelerden esir alınan köleler çekti. Zamanımızın azılı ve devrimci kahramanları gibi. Yaltakçılar Zapata’yı başkanlık makamına götürüp başkanlık koltuğunu gösterirler. Zapata sadece köyündeki her hangi bir marangozun yapabileceği bir koltuk görür. Size Zapata yerine, Atatürk, … Lenin, Mao düşünün dememe gerek yok sanırım. Hele şimdi aynı dalkavukluğu yapan, özellikle solculuk, marksistlik, anarşistlik adıyla ne olur ne olmaz belki başkan olabilir diye önde koşanları dilinden düşürmeyen “aydınlar”.

    ŞU AKTARIMLA NİÇİN BİR TÜR ÖNCELİK SIRASI YAPTIĞIMI AÇIKLAYAYIM:

    BİR TOFAŞ İŞÇİSİ ANLATIYOR:

    “Academic sociologists, who take the sale of labor for granted, understand this alienation of labor as a feeling: the worker’s activity “appears” alien to the worker, it “seems” to be controlled by another. However, any worker can explain to the academic sociologists that the alienation is neither a feeling nor an idea in the worker’s head, but a real fact about the worker’s daily life. The sold activity is in fact alien to the worker; his labor is in fact controlled by its buyer.

    In exchange for his sold activity, the worker gets money, the conventionally accepted means of survival in capitalist society. With this money he can buy commodities, things, but he cannot buy back his activity. This reveals a peculiar “gap” in money as the “universal equivalent.” A person can sell commodities for money, and he can buy the same commodities with money. He can sell his living activity for money, but he cannot buy his living activity for money.”

    Bu yazı 1969 yazılmıştı ve ben 1972’de Türkiye’ye ilk döndüğümde hem orijinalini hem de yaptığım çeviriyi yanımda getirmiştim.

    Ardından gelen Mr Smith hikayesi hicivine (irony) kısa bir süre önce kendim şahit oldum.

    Son derece zeki ve Fransız edebiyatı çalışan bir genç kız o akşam Dalai Lama’nın müriti çok ünlü bir Fransız yazar kadının (sanırım şimdi mantar kadar çoğalmış medya yıldızlarından biri olmalı) Cenevre Üniversite’ne “alienation” hakkında bir konferansına gideceğini söyledi. Biraz sonra A. Smith’den söz açıldı ben de şaka olsun diye aman ondan laf etme, midemi bulandırıyorsun, dedim. Bunun üzerine sizin anlattıklarınızın aynısını okuduğunu ve çok beğendiğini (efficacity, efficaciousness, etkileyici, verimlilik, üretkenlik mitleri veya çılgınlıkları) söyledi. Ben de, “o konferansa hiç gitmene gerek yok, “alienation”nın allahını biliyorsun!”, dedim.

    Ama bir şey eklemek isterim, kız anarşist olmadığından dediğimi anladı, ve takdir etti. Ve bu haftada 6 saatı geçmemek üzere, asgari ücretli, ve sadece tamir işi çıkarsa, bana telefon edip çağırdıkları koca bir üniversite öğrenci yurdunda geçti. Aynı yurtta McDonald yiyip coca cola içen bir öğrenciye ne çalıştığını sordum. Cevap: “Çevrecilik”.
    Belki modern kinizmle karıştırılır ve yine kişiliğe dökülüp asıl measjlar kaybolur diye örneklerimi çoğaltmak istemiyorum.

    İNAN MAYIS ARU’yu tanımıyorum ama siz adını edince Fredy’nin çevirisini yapan olduğunu hatırladım.

    Yine de en azından girişte, aşağıdakiler ve benzeri açıklamalar fena olmazdı.

    1. Against His-story = Against History; ve Türkçe kelime oyunu anlamını açılama;

    2. P. Clastres’ın Society Against State and S. Krame’in History Begins in Sumer, eserlerine gönderme yaparak

    Against History = Against State, dolayısıyla Against His-story = Against State; ve yine Türkçe açıklamalar

    3. İlkel ve geleneksel cemaatlerin bu anlamda “Tarih”e direnişleri;

    4. Krallar, imparatorlar, savaşlar, kırımlar, anıtlar, piramitler, … kısacası dünyanın gerçekten değişmesi (= Tarih) ilk medeniyetlerde doğar. Hepsinden önemlisi, saray yamakları tarihçilerin kayıtlarıyla, sürekli değişmenin değişmeyen Tarih’i olur. Ve bu yazılı kayıtlar eskisi gibi aşağı yukarı hatırlamalar olmaktan çıkar ve bir çeşit alın yazısı olur.
    Biraz da solcu, devrimci, marksist, birçok anarşistlerle ilgili gözlemlerimi eklemek istiyorum. Aşağıdaki örnek simgesel.
    Türkiye’den kaçıp buraya yerleşen solcu, devrimci marksistlere göre burası cennet ve dünyada en demokratik ülke. İsviçre 1980’lere kadar küçük çocukları zorla ailelerinden koparıp disiplinli, çalışkan, üretici olmaları için çiftliklere dağıtırdı. Çocuklar ucuz veya bedavaya çalıştırılırdı. Ben bu marksist solcuların kitap okumadıklarını (ve hatta ilk defa sosyal medya lafını onlardan duydum), bildiğim için bu konuda eşsiz kitaplar yerine aşağıdaki videoyu (BBC Documentary Our World 2014 Switzerland Stolen Childhoods, https://www.youtube.com/watch?v=nn1ArKNHd1k) seyretmelerini önerdim. Sadece bir tanesi cevap vermeye tenezzül ettti. Cevap: “Senin çözümün ne, dostum?”

    Ben bunların para ve bolluğa erişince değişitiklerini sanacak kadar enayi değilim. Bu solculuğun ve devrimciliğin özü, asıl anlamı. Solcu devrimler bu nedenden fakir ülkelerde başarılı oldu. Gorter’i onun için çevirmek istedim.

    (Eklemek isterim: bize burada en insancıl davrananlar bizim eşisiz enayi olduğumuzu anlayıp o yüzden bizi sevenler oldu. Yani dediğiniz gibi İNSAN TEKİLDİR)

    Tabi aynı videoyu, ama tamamıyla değişik nedenden size de tavsiye ederim. Üstelik solculuğun ve devrimciliğin öz ruhuna uyan, çocukları “kötü ortamlı” ailelerden koparıp “iyi ortamlı” (yani çalışkan, uslu, itaatkar vs) ailelere yerleştirme ABD’de 1900 yıllarına (ve benzeri sapıklıklar Avrupa’da daha öncesine) uzanr. Bunu kapsayan ve okumaya değer Christopher Lasch’in The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations (1979). Kitapta alkolik, sürekli kavga edilen, şiddet kullanılan, dayak atılan kötü evlerden koparılıp yeni, temiz, kısacası İsviçre’ye benzeyen (buna pezevenk Lenin de katıldı) bu iyi evlere yarleştirilen çocular eski kötü evlerini tercih ederler. Belki bu zamanımız sonsuz katı dinciliğinin at gözlüğü takmada ne kadar başarılı olduğuna örnek olabilir. Bernard Charbonneau bu kapitaizm-komünizm (ve şimdi anarşizmin büyük bir kesimi) ikiz kardeşliği şahane inceler ve ifşa eder.

    Bence anarşizm aynı marksizm gibi at gözlüğü olmaya başladı.

    İnşallah sizin orası da burası gibi yanmıyordur.

    Siz de esen kalın

  138. Sayın 131,

    Yine “eylem” ve “eylemsizlik” konularına odaklanmamızın öncelikli olması gerektiğini kanaatindeyim! “130” numaralı metnimi değerlendirdiğinizde daha net göreceksiniz.

    Bu arada; yukarıda verdiğimiz onca referans kaynağı (tabii ki bunları gözlemleyip, yazanları) ön plâna çıkararak; sadece “academism” & “the domination of intellectualism (particularly ‘academic intellectualism’)” çemberinde kısılıp kalmadığımızı belirtmek isterim. Bu “çember!”i muazzam şekilde eleştiren kişilerden birkaçı; (sizin de işaret ettiğiniz; Jean Baudrillard), Pierre Bourdieu, Edward Wadie Said, Noam Chomsky veya Arundhati Roy’dur…

    “Academic sociologists, who take the sale of labor for granted, understand this alienation of labor as a feeling: the worker’s activity “appears” alien to the worker, it “seems” to be controlled by another. However, any worker can explain to the academic sociologists that the alienation is neither a feeling nor an idea in the worker’s head, but a real fact about the worker’s daily life. The sold activity is in fact alien to the worker; his labor is in fact controlled by its buyer.

    In exchange for his sold activity, the worker gets money, the conventionally accepted means of survival in capitalist society. With this money he can buy commodities, things, but he cannot buy back his activity. This reveals a peculiar “gap” in money as the “universal equivalent.” A person can sell commodities for money, and he can buy the same commodities with money. He can sell his living activity for money, but he cannot buy his living activity for money.”

    Richard Sennett da (veya bir başkası da) farklı şeyler söylemiyor, farklı saptamalar yapmıyor!

    Fredy Perlman’ın 1969 tarihli (yukarıda sizin ilettiğiniz) metnindeki saptamaların,
    Veya Bertell Ollman’ın 1970 tarihli metinlerindeki saptamaların,
    Veya Richard Sennett’in 1996-98 tarihli metinlerindeki saptamaların;
    (kişiler ve saptamalar çeşitlendirilebilir. David Watson’dan tutun David Graeber’e gelin…)
    Ana fikri aynı.
    İşaret ettiklerinin ekseriyeti aynı.
    Uyarılarının ekseriyeti aynı.
    (Naçizane) çözüm önerilerinin ekseriyeti aynı…

    Peki “eylem” ?

    “130” numaralı metnimde:

    […
    “eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini kullanırken, “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimindeki” kavram ve kurumlardan bahsetmiyorum! Dikkat buyurursanız; “Marxism”, “Leninism”, “Parlamentoculuk” vb. kelimeleri bu sayfada birkaç kez yazdım; ve bu kelimelerin günümüz tezahürleri üzerinde, günümüz “muhalefet anlayışlarını” domine edip etmedikleri üzerinde hiç durmadım. Biraz daha netleşecek olursam; bugün “Marxism”in ve(veya) “Leninism”in yok denecek kadar azaldığını, (o meşhur “reel politik!”e bakacak olursak) Küba’dan Çin’e söyleyebiliriz. Venezuela veya Kuzey Kore örneklerini verecekler çıkarsa; sadece (ve “mazide kalan umutlarına üzülerek!”) geçiniz, derim!…]

    diye bir hususu dile getirmiştim.

    “Sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” ibaresini düşerken de “eylem” ile “eylemsizlik”i bugün nasıl anlamalıyız, nasıl düşünmeliyiz, nasıl tahlil etmeliyiz? gibi çeşitlendirme yapmıştım. Ve ardından “Kathrin Hartmann”ın araştırmaları sonucu yazdığı kitabından örnekler aktarmıştım.

    [1]

    Eğer o meşhur “vanguard party and its activities” konsepti ile;

    Never doubt that a small group of thoughtful, committed citizens can change the world. Indeed, it is the only thing that ever has. (Attributed to Margaret Mead)
    +
    In a decaying society, art, if it is truthful, must also reflect decay. And unless it wants to break faith with its social function, art must show the world as changeable. And help to change it. (Ernst Fischer)

    çıkarımlarını bugün yine birbirine karıştırmaya devam ediyorsak;

    Sadece “anarşizm” değil, (belki de) hayatın kendisi at gözlüğü olmaya başladı!

    [2]

    “The Judean People’s Front” veya “The People’s Front of Judea” gibi, yani “amip gibi!” bölünmelere devam ediyorsak;
    Sadece “anarşizm” değil, (belki de) hayatın kendisi at gözlüğü olmaya başladı!

    “Monty Python’s Life of Brian (1979)”
    https://www.youtube.com/watch?v=gb_qHP7VaZE

    [3]

    […
    Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.

    Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!

    Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
    …]

    Bu saptamanın gerçekliği biraz uzun sürecekmiş gibi gözüküyor! Sadece Türkiye özelinde değil; dünya genelinde…

    Örneğin:

    (a) “Are you a fox or a wolf? MLK DAY 2015” & “Don’t confuse non-resistance with non-violent resistance!”:
    http://occupywallst.org/article/mlk-day-2015-fox-or-wolf/

    Mücadelenin ABD ayağı olan “Occupy Wall Street”in aktivistlerinden “Micah White” bile yeni “konsept!”ler üzerinde kafa yormaya başladı:

    (b) “What is THE END OF PROTEST?”:
    http://occupywallst.org/article/what-is-the-end-of-protest-micah-white/

    (c) “Activism in Crisis”:
    http://occupywallst.org/article/crisis-within-activism/

    (d) “Protest is broken”:
    http://occupywallst.org/article/protest-broken-micah-white/

    [4]

    “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!

    Bu çıkarımı “bir bütün olarak” söylemeyi ve çeşitli platformlarda savunmayı tercih ediyorum.

    Çünkü:
    Dünya genelinde “libertarian-capitalist!” + “hardcore individualism!” bombardımanı altında olduğumuzdan; sadece “insan tekildir” kısmını ön plânda tutarsam, en başta bu bombardımanı gerçekleştirenlerin ekmeğine yağ süreceğimi iyi bilirim! Bu nedenle; [“İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!] şeklinde iletmeyi tercih ederim.

    [5]

    “Anarşizm”in çok müşkül durumda olduğu yönünde çıkarımlarınızda yanılıyor olabilirsiniz. Yıllara yayılan tecrübeleriniz, yaşadıklarınız, kitabi kapasiteniz ve benzerleri; sizi bu şekilde düşünmeye sevk ediyor da olabilir. (Bunlar sadece şahsımın tahminidir. Tabii ki görüşleriniz sizi bağlar.)

    Ama emin olunuz:

    Şu sözü motto edinmiş mücadeleci bir yapı (buna anarşistler de dahil) dünyada hâlâ var:

    “Quis custodiet ipsos custodes?”
    [Decimus Iunius Iuvenalis (Juvenal); 1st-2nd century]

    Bu nedenle o kadar karamsar olmamanızı tavsiye ederiz.

    Esen kalın

  139. 132’ye kısa bir cevap

    130-132 yazılarınızla noktasına vardığımızı düşünüyor, en azından bazı birkaç kavramın daha açık ifadesi gerektiğini hissediyorum.

    1. SOKAKTAKİ İNSAN

    Son derece soyut SOKAKTAKİ İNSAN lafını sağ, sol, faşist, dinci seçilmeye aday politikacılar;. Kapitalist-burjuvaların aynı sözü kullanıp SOKAKTAKİ İNSAN’ı kurtarmak istekleri sonsuza dek çeşitli ve uzun. Ve zaten aynı “discourse”. Soyut olduğundan her kapıyı açar ve içi boş olduğundan SOKAKTAKİ İNSAN’a “sen doldur, canımı”, der.

    Sizin tanımınız ne?

    2. EYLEM

    Yüzde yüz burjuva kavramı olan EYLEM de öyle. Solcu- marksist-leninist-maoist ve benzeri gerçek ve azılı devrimciler sürekli kullanırlar. Herkes kullanır ve herkes ayrı anlam verir. Hatta anlayan için EYLEM burjuvanın tanımı sayılır. EYLEM burjuvanın tüm düşünür ve eleştiricileri susturmak için kullandığı en büyük önemsizleştirme silahıdır.

    Sizin tanımınız ne?

    Hoşça kalın

  140. “132”ye yeni bir cevap.

    “132′ye kısa bir cevap” başlıklı yazımı tekrar okuyunca hata ve eksikliklerden dolayı tuhaflığını görüp yeniden yazmaya karar verdim.
    ==============yenisi===============
    130-132 yazılarınızla bir kilitlenme noktasına vardığımızı düşünüyorum. Sanırım buna neden olan iki kavram, SOKAKTAKİ İNSAN ve EYLEM

    1. SOKAKTAKİ İNSAN

    Son derece soyut SOKAKTAKİ İNSAN lafını sağ, sol, faşist, dinci seçilmeye aday politikacılar sürekli kullanırlar. Kapitalist-burjuvaların SOKAKTAKİ İNSAN’ı kurtarmak istekleri sonsuza dek çeşitli ve uzun. Ve zaten aynı hepsi aynı amaçlı “discourse”. Amaç asker veya taraftar toplama. Soyut olduğundan her kapıyı açar ve içi boş olduğundan SOKAKTAKİ İNSAN’a “sen doldur, canımı”, der.

    Sizin tanımınız ne?

    2. EYLEM

    Yüzde yüz burjuva kavramı olan EYLEM de öyle. Solcu- marksist-leninist-maoist ve benzeri gerçek ve azılı devrimciler sürekli kullanırlar. Herkes kullanır ve herkes ayrı anlam verir. Hatta anlayan için EYLEM burjuvanın tanımı sayılır. EYLEM burjuvanın tüm düşünür ve eleştiricileri susturmak için kullandığı en büyük önemsizleştirme silahıdır.

    Sizin tanımınız ne?

    Hoşça kalın

  141. NOT: SİTE, METNİN BÜTÜNÜNÜ KABUL ETMEDİĞİNDEN, PARÇALI GÖNDERİLMİŞTİR.

    [1. Bölüm]

    (Not: Üzerinde görüştüğümüz konu hakkında önemli bir “reel örneği” hatırlattığı için “134”teki anonime teşekkür ederiz.)

    Sayın 133 ve 135,

    Tam olarak göremediniz mi?
    Yoksa;
    Kasıtlı olarak görmezden mi geliyorsunuz?
    Cevabı bulamadık.

    Yukarıda birkaç kez yazdığımızı yineleyelim:
    130 ve 132 numaralı metinlerimizde; “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimine ait” kavram ve kurumlardan bahsetmediğimizi dile getirmiştik. “Eylem” ve “eylemsizlik” başlıklarıyla ilgili görüşlerimizi açıklarken; ısrarla 1980 sonrası (ama özellikle “2000 sonrası”) döneme vurgu yaptığımızı şimdi açıkça ifade etmiş olalım. (Bu demek değildir ki “tarih”i büsbütün yok sayıyoruz.)

    Kilitlenme noktası değil; tam manâsıyla “eylemsizlik” söz konusu!

    Birinci sorunuza:

    “Sokaktaki insan” kavramını; (en azından sayın Zileli’nin bu sayfasında) soyut manâda kullanmadığımızı belirtiriz. Açıklamanızdaki kişi, taraf, grup, ideoloji, hizip, hareket vb. hayatlarımızın en ince kılcal damarlarına bebekliğimizden itibaren sürekli enjekte ediliyor; “sokaktaki insan”, “lifestyle” gibi kelime ve kavramları dile getirdiğimizde; sanki bir veya birden fazla mevziden savunma yapıyormuşuz gibi bir algının bugün tarihte görülmediği kadar çok yaygın olması (ne yazık ki!) normal kabul ediliyor!

    Örneğin; yukarıda “Lacan” ve “Foucault” isimlerini yazdığımızda da; bir veya birden fazla mevzide kendimizi savunmaya aldığımızı, ve o mevzileri korumak için elimizden geleni ardımıza koymayacağımızı düşünmüş olabilirsiniz (bir tahmindir; yanılıyor olabiliriz.) Bu durumu sadece sizin ve bizim, şu internet sayfasında yürüttüğü görüşme çerçevesinde değerlendirmeyiniz. Aynı çizgideki örnekler:
    Sayın Zileli’ye “Stalin” konusunda yapılan göndermeler de “mevziyi savunmak” minvalinde uygulanıyor.
    Veya özellikle 1940’lardan günümüze; meşhur “Orthodox Marxism’in mevzisi” ve “Revisionist Marxism’in mevzisi” çorbasında hepimizin tecrübe ettiği gibi.
    Veya “Adalet ve Kalkınma Partisi” – “Fethullah Gülen cemaati” arasındaki it dalaşında da kimin hangi mevziden olduğu merakla araştırılıyor.
    Veya Richard Nixon’ı başkanlık koltuğundan eden süreci hızlandıran dönemecin “Watergate” olup-olmaması, ve hattâ bu skandalı tertipleyenlerin o meşhur “Kripto-Yahudiler’in mevzisi”nden olup-olmamasının bugün bile araştırılıyor oluşu…
    Örnekleri çoğaltabiliriz.

    “Sokaktaki insan” kim mi? Çok açık (ki aşağıda okuyacaklarınızı siz de çok iyi biliyorsunuz!)

    Bakalım şahsınızın “Soyut olduğundan her kapıyı açar ve içi boş olduğundan SOKAKTAKİ İNSAN’a ‘sen doldur, canımı’, der.” yanlış cümlenizin içini doldurabilecek miyiz:

    (Not: Niyetimiz sizin yaklaşımlarınızı çürütmek değildir! “Siyah” ve “Beyaz” sarmalında dönmek değildir! Niyetimiz; bakış açılarımızı biraz daha genişletebilmek, kılcal damarlarımıza enjekte edilenlerden bir nebze de olsa kurtulabilmektir!)

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kadıköy’deki “bir başka burjuva!” kebap salonunda çalışırken yaz mevsiminin bitişiyle ayrılıp, Ağrı-Patnos’da inşaatı başlayacak ve üç mevsim sürecek TOKİ’lerde beden gücünü satmaya mecbur kalacak, ve bunun sonucunda nur topu gibi bir bel fıtığına sahip olacak insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Sirkeci İstasyonu” ile “Doğubank” arasında akan insan seli arasında kâğıt mendil ve soğuk su satmaya çalışan “küçük!” insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kınalıada’daki görece konforlu evlerinde köpek, kedi ve benzerlerine hamilik yapan kimselerin, bu varlıklara yiyecek-içecek almak için veya bakımlarını yaptırmak için bir pet-shop’a, bir veterinere gittiklerinde; fiyatların yavaş da olsa arttığını gözlemlediklerinde şaşırmaları olgusu sonucunda başı yanacak, ve “maliyetlerin yükselmesi” sebebiyle bu pet-shop’dan, veterinerden yavaş yavaş kovulacak insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Detroit’te $5’a muhtaç hâle getirilen insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Blackpool’da (Lancashire, North West England, United Kingdom) aile içi tacize maruz kaldığı için ağır depresyon yaşayıp “homeless!” statüsü hediye edilmiş, ve ne yazık ki uyuşturucuya alışmış, istasyon giriş ve çıkışlarında, havalimanı gate’lerinde gelen-gidenlerden para istemeye mecbur bırakılan insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    İzmir’deki “D&R” mağazalarında artık hiçbir zaman satılmayacak olan David Watson, Fredy Perlman, Arundhati Roy, Terry Eagleton veya Muzaffer Sarısülük’ün kitaplarından haberleri olamayacak, hayata asgari ücretle tutunmaya çabalayan, turuncu-mavi karışımı “lacoste!” t-shirt giymeye mecbur bırakılan, 35 dakikada bir 1 dal sigara içmek ve WC’ye gitmek hakları olan insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Yukarıdaki t-shirt’i üreten Bangladeş’teki bir “merdiven altı!” fabrikada, ense kısmına diktiği; kumaş cinsini, yıkama prosedürünü ve beden ölçüsünü gösteren etiketin arkasına “Please! Help me!” yazarak boğazı yırtılırcasına çığlık atan insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Modernitenin bir başka patlaması sonrası, Tianjin’den Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan 40 yıllık bir lokanta sahibi insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Batı tipi parlamentoculuk!” zihniyetinin yerleşmesi için mücadele eden “Umbrella Movement”a mensup, “Çin Komünist Partisi parlamentosu!” tarafından biber gazı yemesi sonucunda, Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan yukarıdaki insanın güç-bela açabildiği lokantasına sığınmaya mecbur bırakılan öğrenci-insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kraliçe Madonna’nın “Raising Malawi” isimli “sosyal sorumluluk projesi!” çerçevesinde bölgeye yaptığı ziyaretlerde; gülümseye gülümseye, zıplaya zıplaya kameralara, fotoğraf makinelerine poz vermeye çabalayan, ve bu pozlar verildikten sonra New York, Frankfurt, Liverpool, Moskova, Tokyo veya Cihangir’den bazı “instagram” kullanıcılarından “like” alan “küçük!” insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Tayvan’da ve Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güneyinde; “Apple”larımıza, “Samsung”larımıza, “Lenovo”larımıza, “ASUS”larımıza, “Dell”lerimize, “Acer”larımıza, “Sony”lerimize”, “HTC”lerimize, “LG”lerimize, “Huawei”lerimize, “OnePlus”larımıza, “Hewlett-Packard”larımıza üretim yapan “Foxconn” fabrikalarında intihar eden yüzlerce (bazı verilere göre “binlerce”!) insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Atanamayan!” öğretmen-insanlarla omuz omuza mücadele YÜRÜTMEYEN “emekli!” öğretmen-insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Diktatöryel akademisyenlik hiyerarşisi”ni tırmanmaya mecbur bırakılan “research assistant”-insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Mayıs 2015’te; “Renault”, “TOFAŞ-Fiat”, “Coşkunöz”, “Valeo”, “Ficosa”, “Delphi”, “Yazaki”, “Aunde”, “Lear”, “Mako”, “Maysan Mando”, “AB Rotech”, “SKT”, “Ototrim”, “Farba”, “Tredin”, “Diniz Johnson Controls”, “Beyçelik-Gestamp”, “Borçelik”, “Borusan”, “Borusan-Mannesmann”, “Ford-Otosan”, “Arçelik LG”, “BSH Çerkezköy” ve yüzbinlerce “şirketokraside!” sömürülen, ve “EYLEMLERİ!”; “Türk Metal Sendikası”, “Birleşik Metal İşçileri Sendikası” ve “Çelik-İş Sendikası” üçlüsü arasında boğulmak istenen insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Artvin, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize, Ordu ve Samsun’da 600 kilometrelik alana yayılan Doğu Karadeniz’deki yaylaların birbirine bağlanmasıyla bir “doğa cinayeti” olan “Yeşil Yol projesi”nde hayatlarını kaybetmesi muhtemel fidan, ağaç, dere, çay, kaplumbağa, sansar, atmaca, keklik, ayı, bıldırcın, tırtıl, kelebek, menekşe, kirpi, sincap ve binlerce türü gündeme getirerek “bir yudum hayat!” için mücadele eden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Burjuva Avrupa’da!” daha iyi bir hayata kavuşacağını zanneden, daha çok Yunanistan ve İtalya açıklarında hayatını kaybeden, “kaçak!” statüsü hediye edilmiş, insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN; okuyacağınız haberdeki “gerçekliktir”:
    Yunanistan’daki ekonomik ve sosyal kriz, uluslararası medyaya daha çok “Atina – Kreditörler” eksenindeki gelişmeler ışığında ve diplomatik boyutlarıyla yansıdı. Oysa ülkede ekonomik krizin yarattığı büyük bir toplumsal bunalım yaşanıyor! Sputnik’ten Nikolaos Stelya’ya konuşan üç seks işçisi, ülkedeki krizin görünmeyen yüzünü anlatıyor.

    2009-2010’da Yunanistan’ın ana gündem maddesine dönüşen ekonomik kriz beraberinde toplumsal çöküşü de getirdi. Milyonlarca insan birkaç ay içerisinde yaşam ve iş standartlarının düşüşü ile ülke geneline yayılan umutsuzluğa tanık oldu. Son 5 yılda milyonlarca insan işsizlikle tanıştı. Evli çiftler geçim derdine düşerken, gençler temel gıda maddelerini sağlamakta bile ciddi sıkıntılar çekmeye başladı!

    Böylesi bir kriz ortamında, fuhuş Yunanistan’ın genelinde yükselişe geçti!

    DEVLETİN OLANAKLARI YOK

    Daralan ekonomik kaynaklar nedeniyle, ülkede fuhuşu masaya yatıran akademik, bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az. Devlet bu konuda suskunluğunu korurken, Sağlık Bakanlığı genellikle seçim dönemlerinde cinsel sağlığı ilgilendiren bazı çalışmalar yapmakla yetiniyor.

    İşgücündeki ve maaşlardaki kısıtlamalar nedeniyle şu anda devletin, fuhuş gibi çok boyutlu bir olguyu ele alabilecek yeterli kadrosu ve altyapısı yok.

    TRANS BİREY VASİA: “İLK TECRÜBELERİM KORKUNÇTU!”

    Ekonomik krizin patlamasından hemen önce Atina Politeknik Üniversitesi’nde okuyan Vasia 29 yaşında trans bir birey. Krizin hemen ardından Trikala bölgesi civarında bir köyde yaşayan ailesi büyük zorluklarla yüzyüze geldi. Önce ailenin çiftliği kapandı sonrasında ise ailenin tümü işsizlik kabusuyla tanıştı. O dönemde, ailenin Vasia’ya gönderdiği harçlıklar aniden kesildi.

    Atina’da tek başına ve parasız kalan Vasia, trans bir birey olarak olumlu karşılanmayacağını bildiğinden köyüne geri dönmeyi seçmedi. Atina’da her şeye rağmen özgür bir ortam vardı.

    Sputnik’e konuşan Vasia, 2011 yazında bir trans arkadaşının teklifi üzerine fuhuşa başladığını anlattı: “İlk tecrübelerim korkunçtu! Saldırılara, kötü muamelelere maruz kaldım. Polis şiddetiyle yüzleştim. Buna karşın her gece elde etmeye başladığım gelir beni bugüne dek ayakta tutabildi” diyen Vasia, 2011’den bu yana hayatını bu şekilde sürdürdüğünü söyledi!

    “AŞIRI SAĞCI BİR GRUBUN SALDIRISINA MARUZ KALDIK!”

    Ancak Atina’da da hayat bir trans birey için kolay değil; birkaç gün önce Vasia birkaç arkadaşı ile beraber aşırı sağcı bir grubun saldırısına maruz kaldı ve polise başvurduğunda, kendisine; kadro yetersizliği ve maaş kesintilerinden dolayı saldırı hakkında bir şey yapılamayacağı söylendi!

    EVLİ ve İKİ ÇOCUK ANNESİ “K.”:
    “ÇOCUKLARIM AÇLIKTAN BAYILIYORDU!”

    “Bugüne dek basına hiç konuşmadım. Lütfen ismimi açığa vurmayın!” Bu çekingen ifadelerle sözlerine başlayan K. kendi öyküsünü şöyle özetledi: “2010’da dönemin Başbakanı Yorgo Papandreu’nun ünlü Kastelorizo açıklamasını televizyondan seyrederken eşimin çalıştığı şirket iflas etti! Eşimin işini kaybetmesiyle beraber evimizin kirasını ödeyemez duruma geldik. Bir markette çalışıyordum ve yevmiyem sadece temel gıda maddelerine yetiyordu. İlkokul ve ortaokuldaki çocuklarımın harçlıklarını bile ödeyebilecek durumda değildik artık!”

    Gözyaşlarını gizlemeyen K. sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Bir gün hali vakti yerinde olan bir komşumla durumumu paylaştım. Kendisinden destekleyici ve cesaretlendirici sözler beklerken; fuhuş yapmamı önerdi! Eşinin evde bulunmayışını fırsat bilip, kendisiyle ‘güzel vakit geçirmem şartıyla’ aileme ekonomik açıdan destek olabileceğini söyledi! İlk etapta bu teklifi geri çevirdim. Ancak bir-iki ay sonra boyun eğmek zorunda kaldım! Zira eşimin ve ailemin durumu kötüleşmeye başlamıştı. Eşim kendisini içkiye verirken, sofradaki zorunlu kesintilerden dolayı çocuklarım açlıkla tanıştı. Bir keresinde açlıktan okullarında bayıldıkları bile oldu! Bu dram yüzünden ilkin komşumun teklifini kabul ettim. Sonrasındaysa bir-iki gazeteye ve internet sitesine koyduğum ilanlarla müşteri aramaya başladım!”

    “HER YAŞ ve SINIFTAN İNSAN…”

    Kriz öncesinde, fuhuşun yabancı kadınlar ve mafya ile anıldığını söyleyen K. krizden sonra, her sınıftan ve yaştan insanın fuhuşa itildiğini söyledi!

    19 YAŞINDAKİ ANNA: “HER ŞEYE RAĞMEN HAYALLERİM VAR!”

    Annesini genç yaşta kanserden kaybeden, babasını hiç tanımayan, Girit’te büyükannesi ve büyükbabasının yanında büyüyen Anna ise liseyi zorlukla bitirmiş. Lise yıllarında, birkaç arkadaşının ısrarı sonucunda, Girit’in bazı bölgelerinde faaliyet gösteren, seks işçilerinin sömürüsünden büyük kazançlar elde eden biriyle tanıştığında hayatı değişmiş!

    Anna yaşadıklarını şöyle anlattı: “Öncesinde bir tür oyun ya da macera olarak yaklaştım. Sonrasındaysa, 50’li ve 60’lı yaşlardaki insanlarla tanıştığımda durumun ciddiyetini kavradım! Maruz kaldığım şiddet işin cabasıydı! Tüm bunlara rağmen kriz ortamında elde ettiğim kazanç küçümsenemez. Bunun için şimdilik psikolojik açıdan ayakta kalmaya çalışıyorum!”

    “YUNAN GENÇLİĞİNİN CEBİNDE SADECE ‘AVRUPA PASAPORTU’ KALDI!”

    Anna tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen hayallerinden vazgeçmemiş. Yakın gelecekte küçük bir birikim sağlayabilirse, İtalya’ya gitmek istiyor. Bunun için kazandığı parayla, İtalyanca dersleri alıyor. İtalya’da psikoloji alanında lisans eğitimi almak istediğini söyleyen Anna’ya göre; “Şimdilik, Yunanistan gençliğinin cebinde sadece ‘Avrupa pasaportu’ kaldı!”

    http://odatv.com/n.php?n=cocugum-acliktan-bayilinca-fuhusa-basladim-1408151200

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    28 Ekim 2014’te “ERMENEK maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    7 Eylül 2014’te “MECİDİYEKÖY-Quasar İnşaat’teki asansör cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    13 Mayıs 2014’te “SOMA maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    Fakat sokaktaki insan; “Lloyd Craig Blankfein” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “James P. Gorman” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Klaus Martin Schwab” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “John McFarlane” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Douglas Jardine Flint” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Axel A. Weber” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Paul Achleitner” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Jean Lemierre” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Federico Ghizzoni” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Dennis M. Nally” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Punit Renjen” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “John B. Veihmeyer” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Mark A. Weinberger” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ahmet Muhtar Kent” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Indra Nooyi” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Sundar Pichai” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Tim Cook” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Oh-Hyun Kwon” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Satya Nadella” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Gregory R. Page” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Donald John Trump” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Charles de Ganahl ve David Hamilton Koch” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Fred DeLuca” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Alexandre Behring da Costa” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Andrew James McKenna” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Gregory B. Penner” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Roman Abramovich” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Mukesh ve Anil Ambani” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Jack Ma (veya ‘Ma Yun’)” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Jeff Bezos” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Jack Dorsey” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ratan Tata” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Mustafa Koç” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Güler Sabancı” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ferit Şahenk” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ümit Nazlı Boyner” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Bülent Eczacıbaşı” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ahmet Nazif Zorlu” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Şarık Tara” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Arzuhan Doğan Yalçındağ” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “İzzet Garih” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Hakan Ateş” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ersin Özince” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Turgay Ciner” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Ahmet Çalık” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Murat Ülker” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Firuz Kanatlı” değildir!

    Fakat sokaktaki insan; “Cansen Başaran-Symes” değildir!…

    Örnekler çoğaltılabilir…

    “130” numaralı metnimizde aktardığımız;

    [“Eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerine son kez dönecek olursam:
    Yukarıda yürüttüğümüz yazışmaların ekseriyeti (ne yazık ki!) “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” Burada “sokaktaki insan” derken; en öz hâliyle, hiç bir “political correctness” saçmalığına yer vermeden haykırıyorum!]

    ifademiz ile uyarımızı daha da pekiştirmek için; yukarıda yazdığımız örnekleri daha net görebildiğinize şimdi inanmak istiyoruz!

    Hâlâ “discourse” demeye devam edecekseniz; kusura bakmayın bu kelime “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!”

    Hâlâ “amaç asker veya taraftar toplamak” demeye devam edecekseniz; kusura bakmayın bu ifadeniz “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!”

  142. [2. Bölüm]

    İkinci sorunuza:

    Bu metnin başındaki “Tam olarak göremediniz mi?” ile başlayıp; “Kilitlenme noktası değil; tam manâsıyla ‘eylemsizlik’ söz konusu!” cümlemize kadar yazdıklarımızı tekrar okuyunuz.

    “Yüzde yüz burjuva kavramı olan EYLEM de öyle. Solcu- marksist-leninist-maoist ve benzeri gerçek ve azılı devrimciler sürekli kullanırlar. Herkes kullanır ve herkes ayrı anlam verir. Hatta anlayan için EYLEM burjuvanın tanımı sayılır. EYLEM burjuvanın tüm düşünür ve eleştiricileri susturmak için kullandığı en büyük önemsizleştirme silahıdır.” açıklamanız da ne yazık ki yanlış! (Not: Niyetimiz sizin yaklaşımlarınızı çürütmek değildir! “Siyah” ve “Beyaz” sarmalında dönmek değildir! Niyetimiz; bakış açılarımızı biraz daha genişletebilmek, kılcal damarlarımıza enjekte edilenlerden bir nebze de olsa kurtulabilmektir!)

    Eğer “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimine ait” kavram ve kurumlar üzerine yazışmakta ısrarcıysanız; yukarıdaki paragrafta tırnak içindeki açıklamanızın büyük bölümüne katılıyor, haykırışınızı destekliyoruz. Ama 1980 sonrası (özellikle “2000 sonrası”) döneme vurgu yaptığımızı bir kez daha hatırlatalım!

    (1)
    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    “Mülksüzleştirmek” ve “işçileştirmek” pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun “köle emeği” kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    “Ortak olandan yoksun bırakılmaya” ve “değersizleştirilmeye” meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    “Makine Kırıcılar!”ın gerçek öyküsü:

    “Sanayi Devrimi”nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, “fabrika” denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar “ekmeğimizle oynuyorsunuz” diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar.

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle “Ned Ludd (Edward Ludlam)” isminden türetilmiş “Luddites – Luddit’in takipçileri” ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye “hükümet” ve “büyük sermaye sahipleri” biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır.

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, Ağustos 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan “çalışma hayatı” genel kurallarının ilk adımları atılır:

    Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    “Sosyal sigorta”, “sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu” ve “emeklilik sistemi”nin kurulmasına,

    Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde “dinlenme & tatil süreleri”nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    “Meslekleşme” ve “uzmanlaşma”nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık “Ned Ludd ve Queen Mab”
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    bit.ly/1hgokee

    (2)
    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD-Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W.P.Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    “Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?!”

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    “Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry:
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır !”

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    Kaynak:
    Kasım 2011
    The Economist: “Artificial intelligence – Difference Engine: Luddite legacy”

    Adres:
    econ.st/syGalm

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    “Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı “insan” mı satın alır !?

    “Eylem” ve “eylemsizlik” kelimeleri bunun neresinde !!!???

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    “We won’t fight another rich man’s war!!!”
    http://oldtimewallpapers.com/en/people/original_9280_We-won-t-fight-another-rich-mans-war.html

    Esen kalın

  143. 136’yaçok kısa bir cevap.

    Uyarı: yine dediklerinizi büyük harflerle tekrarladım ve ek olarak bu defa kendimin çok derinden düşünüp inandıklarımı üç yıldız (***) arasına aldım.

    KASITLI OLARAK GÖRMEZDEN MI GELIYORSUNUZ?

    Yazışmalarımızda ve özellikle uzun olduklarından söylediklerinizin hepsine tam veya tatmin edici cevaplar verememiş olabilirim ama görmemezlikten gelmeyi hiç yapmadım. Kaldı ki 134 hiç bir açıklama yapmadığından bizim konuyla ilgili olduğunu tahmin bile etmedim. Ve zaten doğrusu İnterneti kullanışım oldukça kısıtlı (genellikle, sözlük, ansiklopedi ve özel bilgi, email).

    134’dekini hatırlatmanız üzerine okudum. Daha sonra belki ayrıntılı bir yorum yaparım. Devlet beni liseden sonra ABD’ye göndermişti ve ilk dikkatimi çekenlerden biri bu teknolojide ilerlemiş ülkede eğitimin gizemsizleştirilmiş olmasıydı. Kişiler iş yerlerine hazırlanıyor, ve benim açımdan en önemlisi, öğrencilere genelde disiplinli ve özellikle iş yerinde disiplinli olmaları aşılanıyordu. Hatta 1968’de Fransız öğrencilerin isteklerinden biri kendi üniversitelerinin de ABD gibi mesleğe hazırlanmada yoğunlaşmalarıydı. Bence bu adamın dediği daha çok iş ve işçi pazarındaki dengesizlik. Ben çocukken (12-14 arası, yazın, Diyarbakır’da) bir meydana sabah saat 5-6’da kara yollarında çalışmak için işçi toplayan kamyon gelirdi ve aramızdan o gün çalışmak için bazılarımızı toplarlardı. Bu büyük adamın dediğini o zamana uydurursam, gecekondu anneleri yeteri kadar kuvvetli çocuk doğurmuyorlar der gibi bir şey oluyor. Ama unuttuğu bir şey var. Eğitim ve üniversitelerin de, kendi şirketi gibi, artık büyük bir endüstri olup kar peşinde koştukları. Galiba nasıl, zenginin parası fakirin çenesini gevşetirse, büyük konuşan büyüklerin lafları küçüklerin küçük beyinlerini gevşetiyor.

    İlk önce tekrarladığınız iki konu.

    KILITLENME NOKTASI DEĞIL; TAM MANÂSIYLA “EYLEMSIZLIK” SÖZ KONUSU!

    ve

    SOKAKTAKI INSAN (benden ek değme)

    Ben bu iki kavramın, çeşitli ifade edilse de, tarihte sık sık kullanıldığını düşünerek tanımları yapılmadığından veya örneklerle somutlaştırılmayışından kilitlenme noktasına geldiğimizi demek istedim.

    İlk önce tarihte rastladığım bu iki kavramdan benim anladığım şeklini aşırı kaba ve kısa bir girişle aktarmak isterim. Doğal olarak bu, genel ve tarihi olacağından eylem ve sokaktaki insan iç içe olacak ve hatta noksanlıklarla dolu bile olabilir.

    Son 5 yüzyıl dünyaya yayılan ve egemen olan kapitalizmin bir bunalım içinde olduğuna inanıyorum. Ucuz emekçi bulma (kırdan kentlere akışın hemen hemen sona ermesi, örgütlenmemiş yerlere taşınma, …vb. durumlardan yararlanma) güçlüğü; çevreye yaptıkları zararların masraflarını ödemeye zorlanmaları; vergi sorunu; vb. Bu ekonomik yanı. Siyasi tarafta 1789, 1848, 1918 devrimleri ve 1968 devrim girişimi var. 1848 1789’un yetersizlik ve başarısızlığını; 1968 de 1918 yetersizlik ve başarısızlığını açığa vurdu. Ve hepsi başta Avrupa-ABD ve zamanla dünya sokaktaki insanları üzerinde derin etkiler yaptı. Zengin-güçlü ile fakir-güçsüz arasındaki farkı azaltma umutları veren egemen üç siyasi ideolojiler olan liberalizm, sosyalizm veya komünizm, üçüncü dünya gelişme modelleri sokaktaki insanlar açısından sadece başarısız kalmadı, fark daha da arttı, sokaktaki insanların devletlere güvenleri azaldı.

    Sokaktaki insanlar, sizin sıraladıklarınızın da gösterdiği gibi değişik kıtalardan, ülkelerden, farklı dil, din, kütürlerden oluşur. Tek ortak tarafları güçsüz, örgütsüz, birleşik bir eylemden yoksun oluşları. Geleneksel olarak ve özellikle liberalizmin egemen olduğu ülkelerde toplu güçlerini devlet dışı örgütler aracılığıyla veya devlette yer alan temsilcileriyle siyasi alanda gerçekleştirip ekonomik ve sosyal yaşamlarındaki isteklerini elde ettiler. Bu yararlı oldu ama aynı zamanda sokaktaki insanı uslu ve sabırlı olmaya alıştırdı. Bu konular birçok düşünürler tarafından incelendi ve sizin bunları bildiğinizden eminim.

    Sokaktaki insanların şu an yaşamalarında yer alanlar şiddet, zorbalık, uyuşturucu maddeler ve ticareti, azınlık, etnik ve din faklarından doğan savaş ve çatışmalar, silahların, özellikle biyolojik, atomik ve benzeri silahların sadece devletler tarafından değil devlet dışı grupların bile çok daha kolayca ele geçirebilmeleri, … Bunlar korku, güvensizlik, kendi ve çocuklarının geleceklerinden emin olamama endişesi yaratmakta.

    Üstelik hem devletler zayıfladılar hem de bu güçsüzlüklerinden dolayı mafya benzeri örgütlerle beraber çalışmaktalar.

    Geleneksel olarak sokaktaki insanın bu korku karşısında eskiden kendini koruyacağına güvenebildiği devlet ve devlet kurumlarına güveni son derece azaldı.

    Bu girişi terk edip esas konuma dönmeden önce bir şey daha eklemek isterim.

    Monty Python’dan alıntı iç açıcı değil ve biraz da (hatta belki haklı da olsa) alaycı. Yalnız yukarıdaki aşırı kaba özet ve yazdıklarınız durumun çok taraflı tartışma, tereddüt, bireşim (sentez) bulma ümitlerine sürüklediği de bir gerçek. Bu çeşit durumlar sadece yukarıda sözünü ettiğim devirlerde değil, devrimle sonuçlanmayan ama insanları etkileyen çok sayıda çağlarda da oldu.

    *** Ama bu arada kendi ön yargımı da eklemek isterim: son 7-10 bin yıl içinde tarihçiler tarafından karanlık, bilinmeyen, kayıtlardan yoksun, tarihe “çıkmamış”, ve benzeri laflar edildiğinde; daha önce en az 2 milyon yıl hakkında bildiklerimiz çok az denildiğinde, ben anarşi yaşandığına düşünüyorum. Özgür cemiyetlerde tarih olmaz, hatırlayanlar olur, öz geçmişler olur. Hatta şimdi bile halk arasındaki atasözleri, fıkralar, efsaneler, masallar, türküler bu çeşit bilgilere işaret eder.***

    *** Ben (özellikle her şeyi değere çevirmesinden ve sonsuz birikim inancından ötürü) kapitalizmin; endüstrinin, teknolojinin, okulun, yazının; özellikle tek ve tek nicelik dilini anladığından ötürü modern bilim ve tekniğin; tüm yaşamı yok etme yolunda olduğu gibi yaşamı imgeye çevirmede ve insanları insanlıktan aşırı uzaklaştırdığı fikrindeyim.***

    Bu yukarıdaki ne bir ideoloji ne de bir katı akide. Sadece içinde bulunduğumuz duruma ışık tutabilecek bir tutum olduğuna inanmak.

    Yeni kapitalizm, yeni teknoloji, yeni ideolojilerle dünyanın herkes için bir cennet olacağını, olmazsa başka gezegenlere gidip yeniden başlamalar ve benzerlerini ileri sürenler de var ve biliyorum. Daha da kötüsü, her türlü tersini gösteren durumlara rağmen buna sokaktaki insanlar da dahil çok sayıda inananlar olduğunu da görüyorum. Bu iyimserlik kötümserlik değil. Gerçekleri görmek başka, iyimser veya kötümser olmak başka. Son derece iyimserlerin son derece kötümser algı, inceleme ve çözümlemelerine sonsuz sayıda rastladım.

    Şimdi de bu bağlam içinde, bu düşünceme benzer guruplarla yakınlığım, eylemler, sokaktaki insanlara değmeler.

    6 yıl ekolojik bahçesinde sebze ve meyve yetiştiren ve dört gün açık pazarda satışını yaptığımız bir İsviçreli ile çalıştım. Sebzenin en bol, en lezzetli, en ucuz olduğu yaz mevsimi tatile gitme çılgınlığına rastladığı için masrafları karşılamak imkansızlaşırdı. (Hatta şu an daha önce okuduğum bu eğlence ve tatil konusunu 1850-1960 yılları arasında inceleyen şahane bir tarih kitabını tekrar okuyorum. Önce insanları çalışma hayatını düzene soktular, ardından eğlence hayatlarını düzene sokma geldi.) Üstelik büyük mağazalar da aynı ürünleri ve daha ucuza satmaya başladı ve gittikçe arttırdı. Arkadaş önce bahçesini kaybetti ve sonra kamyonu bozulunca iflas etti. İnsanlara değme açısından müşterilerle kimyasal maddelerle dolu yiyeceklerin, türlü hastalıklara yol açıp tıp, sağlık sigortası, ilaç fabrikaları, doktorları zenginleştirdiğini ve onlardan uzak durmayı konuşurduk. Diğer yandan yukarıda sözünü ettiğim egemen güçler ve düşüncelerin her pahasına yaşama son vermeye azimli olduklarını ikna edici örnek ve olaylara işaret ederdik. Eksikler anlatmayla bitmez ama en önemlisi ilişkilerin tamamıyla kapitalist bağlar (kiralar, vergi, enerji ve su, ve diğer masraflar) içinde oluşu ve dolayısıyla paraya dayanmasıydı. Beden ve fiziksel ağır işleri anlatmayı gereksiz buluyorum. Zaten bence bu kendi başına bir konu olabilir. Arkadaşımın anarşistlik bilgisi adını duymuş olmasıydı. Son derece cömert, dürüst, satmaktan çok müşterilerle konuşmayı severdi. Fakirlere büyük indirimler yaptığımı biler, gülerdi. Kendisi fakirler mahallesinde yaşardı. Ve şimdi boğazına kadar borç içinde.

    Yukarıdaki yıldızlar içinde yazdıklarımı sokaktaki insanlarla paylaştığımda, kötümserlik görenler, zamanımızın tarihte en iyi devir olduğunu savunanlar var. Yıldızlar arasında yazdıklarıma çok sayıda katılanlar da var. Ama ne yazık ki, ve bence haklı olarak, ifade edilen çaresizlik hissi. Düşman öyle küçümsenecek bir düşman değil.

    Daha sonra aynı işi yapan diğer bir grupla çalıştım ve çalışıyorum. Hem bahçede hem pazarda çalışanların hepsi aynı saat ücreti alırlar. Ayda bir yapılan toplantılarda kişiler çalışma gün ve saatlerini seçerler. Sokaktakilere değme yukarıdaki gibi ve eksiklikler de öyle. Bu arkadaşların da anarşistlik bilgileri kulak dolgunluğu. Ama kötümserlik konusuna değindiği için bir örnek vermek isterim. Benim eleştiriciliğimi kötümserlik diye yorumlayan bir arkadaş müşteriye yiyecek satarken, bana insanlara inancım olmadığımı söyledi.

    Bir de, daha çok fikir alanında katıldığım iki aylık gazete var. Bu aylıklar, yukarıdaki sıraladığım dünyayı yok etme eylem, düşünce, inanışları ve çılgın tüketimi eleştirirler. İlhamlarını çok beğendiğim Ellul, Illich, Charbonneau, Rehnema, Sahlins, Stanley Diamond, G. Anders, H. Welzer, S. Butler, Luddites, Roszak, D. Macdonald, ve saymayla bitmez yazar ve düşünürlerden alırlar. Biri İsviçre’de ve adı “Moins!”, diğeri Fransa’da ve adı “Décroissance”. “Moins!” değişik şehirlerde toplantılar yapıp bu fikirleri tartışma, yayma ve sokaktaki insanlara ulaştırmaya çalışır. Buraya geldiklerinde hep sorarım ve cevap hep aynı: çok az kişiler ve genellikle sadece yaşlılar ilgi gösteriyorlar. Tabii bunun türlü yorumları var. Sokaktaki insanlara erişememenin bir nedeni, bu aylık pek satılmadığından dergi, gazete ve benzerlerini tekelinde tutan firmanın bayilere dağıtmaması.

    Benim eylemim bu ve insanlara değinmem bu. Ne birine ne de diğerine soyut tanım verecek gücüm var.

    Eğer yanılmıyorsam siz daha çok eylemi eylem eksikliğiyle, insana değmeyi insana değmemekle, yani olumsuz açıdan ifade ettiğiniz için sizin ne demek istediğinizi, hangi eylemlerde bulunduğunuzu ve sokaktaki insanlara nasıl değindiğinizi öğrenmek istedim.

    Burada daha önce biraz değiştirerek aktardığım Kundera’dan alıntımı açıklamak da isterim. Çok kısa olacak.

    1953 Doğu Almanya, 1956 Polonya ve Macaristan, 1968 Çekoslavakya ayaklanmaları birçok uyanmalara neden oldu. 1968 başarısız devrim Sovyet modeli reddetti. Hele 1973’de yayınlanan Aleksandr Soljenitsin’in Gulag Takımadaları kitabından sonra hala marksist-leninist-stalinist, özellikle Türkiye’de, olmaya devam edenler oldu ve şimdi bile hala bu yolda olanlar var. Bence bu kişilikten çok tarihsel bir olguyu simgeler. Siyasi alanda yukarıda adını ettiğim üç model de başarısız oldu. Şimdi cazip seçimlerden birinin anarşist olma modası çok doğal. Freud’un yanlış olduğu halde moda olduğu için tamamıyla benimsenen Totem ve Tabu; zamanımız dini veya miti derin inançlarını anlatan yazılarımı bu nedenden gönderdim. Eylem, sokaktaki insana değme gibi kavramları kullanan fakat değişik bir içeri verdiğini iddia eden marksist-leninist-stalinist ve maocular var.

    ***Benim desteklediğim, beğendiğim yukarıda lafını ettiğim 6-7 bin yıllık medeniyetin dışı Devletsiz toplumlarla 2 milyon yıl medeniyetsiz Devletsiz gayet iyi bir yaşam sürdüren insanlar. Her şeyi değere çeviren kapitalizme, her şeyi niceliğe çeviren modern bilim-tekniğe, modern teknoloji ve endüstriye, araçsalcı (enstrümantalizm) akıl yürütmeye, insan ilişkilerini yok eden ve yerine eğlence, tatil, facebook, twitter. … ve benzeri hem diğerlerinden hem kendi kendinden bile nefret etmeye sürükleyen … düzene tamamıyla karşıyım. Hatta ilk medeniyetlerini çıkışıyla ilgili en beğendiğim kitaplarından birinde, ilk defa ellerini yukarıya açmış dua eden insan heykellerine rastlandığına değinilir.Halihazırda aracı pezevenklerden umut bekleniyor. Ben bu pezevenkliğe karşıyım ve zararlı buluyorum. Marksist-leninist-stalinist ve maocular hala bu ideolojilerin neden sadece fakir ülkelerde başarılı olduğunu ciddilikle ele almazlar.***

    Bu ve benzeri düşünceleri, hatta bazan haklı olarak, eleştirenler var. Bu konu uzun ama genel olarak küçük çapta bahçe ve tarımla ilk medeniyetlerde, Sümer, Mısır, …, rastlanan ve bence ilk makine modeli (çok parçalardan oluşmuş, dışarıdan bir düğmeye basmayla belli amaca erişmek için harekete geçip bir arada çalışan bir parçaların tümü) bir çok insanı organize edip devasa tarlalarda çalışması karıştırılıyor. Birine karşı olma diğerine karşı olma gibi gösteriliyor.

    En azından ben kendim, ucu bucu görünmez, nereden baksan aynı, alanlarda çalışan insanlarla etrafı kuş, böcek, çiçek dolu küçük bahçe veya tarlada çalışan insan arasında büyük fark olacağını düşünüyorum.

    Sizin eylem ve sokaktaki insana değme tanımınız var mı?

    Somut olarak, sizin bir parti veya örgütünüz mü var?

    Sokaktaki insanlara erişmekte, ne gibi eylemlerde bulunuyor sunuz?

    Bu sitede yazdıklarınız dışında yer aldığınız veya desteklediğiniz dergi, aylık, gazete ve benzeri yayınlar var mı?

    Düşüncelerinizi sokaktaki insanlarla nasıl paylaşıyor sunuz?

    Hoşça kalın.

  144. Sayın 138,

    Şu adreslerdeki metinlerin hepsini okumanız (tecrübeli biri olmanız babında) zaman kaybı olabilir.

    Bu nedenle sayfa numaralarını, konu başlıklarını yazdığımız kısımları okumanız, ne tür “eylemler” içinde olduğumuz hakkında fikir verecektir. Ve bu eylemler henüz başlangıç aşamasıdır.

    Uluslararası çapta dayanışma içinde olduğumuz akımları da göz ardı etmeden, uzun tutmamak için şimdilik 2 örnek aktarıyoruz.

    Başlamadan önce birkaç not:

    (A)

    “Monty Python’s Life of Brian (1979)”dan yaptığımız hatırlatma; tam da bugün, daha da katmerli yaşadığımız “amip gibi bölünmek!” hatamıza muazzam bir eleştiri getiriyor! Hayatta; eleştiriler çoğu zaman iç açıcı değildir ve Python ekibinin bu sahnesindeki alaycılığı %100 meşrudur!

    (B)

    “…son 7-10 bin yıl içinde tarihçiler tarafından karanlık, bilinmeyen, kayıtlardan yoksun, tarihe ‘çıkmamış’, ve benzeri laflar edildiğinde; daha önce en az 2 milyon yıl hakkında bildiklerimiz çok az denildiğinde, ben anarşi yaşandığına düşünüyorum. Özgür cemiyetlerde tarih olmaz, hatırlayanlar olur, öz geçmişler olur. Hatta şimdi bile halk arasındaki atasözleri, fıkralar, efsaneler, masallar, türküler bu çeşit bilgilere işaret eder.” Bu açıklamanızın ekseriyetine katılıyoruz. İçinde “insan faktörü”nün ağır bastığı her tür bilim ve disiplin her zaman tartışmalı idi, öyle güzüküyor ki; yarın da tartışmalı olacak.

    Yazdıklarınıza bir ekleme yapalım:
    2012’de kaybettiğimiz, saygın tarihçi Eric Hobsbawm; yıllar önce antropologlarla bir söyleşi yaparken, “milliyetçilik”in gelişimi döneminde “tarihçilerin” bilerek veya bilmeyerek üstlendiği rolden (veya tarihçilere biçilen rolden) şu muazzam açıklama ile bahseder:

    (Kaynak:
    “Ethnicity and Nationalism in Europe Today”,
    “Anthropology Today”, February 1992,
    Page 3:
    http://faculty.washington.edu/charles/562_f2011/Week%209/Hobsbawm%201992.pdf )

    “Historians are to nationalism what poppy-growers in Pakistan are to the heroin-addicts: We supply the essential raw material for the market. Nations without a past are contradictions in terms. What makes a nation is the past, what justifies one nation against others is the past, and historians are the people who produce it. So my profession, which has always been mixed up in politics, becomes an essential component of nationalism.”

    “Milliyetçilik; doğru olmadığı apaçık olan şeylere çok fazla inanmayı gerektirir. Eroinmanlar için Pakistan’daki haşhaş yetiştiricileri ne ise; milliyetçilik için de tarihçiler odur: Piyasa için gerekli hammaddeyi sağlarız. Geçmişi olmayan uluslar birçok yönüyle çelişkiler yumağı içindedir. Bir ulusu ulus yapan, onun ‘geçmişidir’. Bir ulusu diğerlerine karşı meşru kılan, onun ‘geçmişidir’. Ve tarihçiler bütün bunları üreten kişilerdir. Daima siyasetle iç içe olan mesleğim; ‘milliyetçilik’ akımının inkâr edilemez bir öğesidir.”

    Hobsbawm, bu açıklamasıyla; hem (çok talihsiz!) bir gerçeği işaret ediyor, hem de kendi mesleğinin ne hâle düşürüldüğü konusunda keskin eleştirilerinden birini yöneltiyor!

    (C)

    “Ben (özellikle her şeyi değere çevirmesinden ve sonsuz birikim inancından ötürü) kapitalizmin; endüstrinin, teknolojinin, okulun, yazının; özellikle tek ve tek nicelik dilini anladığından ötürü modern bilim ve tekniğin; tüm yaşamı yok etme yolunda olduğu gibi yaşamı imgeye çevirmede ve insanları insanlıktan aşırı uzaklaştırdığı fikrindeyim.” Sanki Foucault konuşuyormuş gibi hissettik! Yazdıklarınıza katılıyoruz!

    “Yeni kapitalizm, yeni teknoloji, yeni ideolojilerle dünyanın herkes için bir cennet olacağını, olmazsa başka gezegenlere gidip yeniden başlamalar ve benzerlerini ileri sürenler de var ve biliyorum. Daha da kötüsü, her türlü tersini gösteren durumlara rağmen buna sokaktaki insanlar da dahil çok sayıda inananlar olduğunu da görüyorum. Bu iyimserlik kötümserlik değil. Gerçekleri görmek başka, iyimser veya kötümser olmak başka. Son derece iyimserlerin son derece kötümser algı, inceleme ve çözümlemelerine sonsuz sayıda rastladım.” Özellikle 1980 sonrası, ’90’lar ve 2000’ler geneli için yapılmış çözümleme örneklerini de incelemenizi tavsiye ederiz:

    Kitap: Yeni Kapitalizm Kültürü
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Aylin Onacak
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres:
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/yeni%20kapitalizm%20kulturu.pdf

    Kitap: Kamusal İnsanın Çöküşü
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Abdullah Yılmaz & Serpil Durak
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres:
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kamusal%20insanin%20cokusu.pdf

    (D)

    “Yukarıdaki yıldızlar içinde yazdıklarımı sokaktaki insanlarla paylaştığımda, kötümserlik görenler, zamanımızın tarihte en iyi devir olduğunu savunanlar var. Yıldızlar arasında yazdıklarıma çok sayıda katılanlar da var. Ama ne yazık ki, ve bence haklı olarak, ifade edilen çaresizlik hissi. Düşman öyle küçümsenecek bir düşman değil.”

    Paralel saptamalar:

    […
    Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.

    Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!

    Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
    …]

    Bu saptamanın gerçekliği biraz uzun sürecekmiş gibi gözüküyor! Sadece Türkiye özelinde değil; dünya genelinde…

    (E)

    “Sokaktaki insanlara erişememenin bir nedeni, bu aylık pek satılmadığından dergi, gazete ve benzerlerini tekelinde tutan firmanın bayilere dağıtmaması.” Emin olunuz; çabalarınızı, “eylemlerinizi!”, bahsettiğiniz dergileri (ve diğer binlerce yayını) “tekel kurmuş firmalar” bayilere dağıtsa bile; okuyan pek olmaz! İlk sebep; “modernite”nın ne derece salgın ve ölümcül bir hastalık olduğunu henüz farkedemedik! İkinci sebep; “philistinism”, “poshlost” ve “ochlocracy” kavramlarının bugün altın çağını yaşıyor olmasından kaynaklanıyor olabilir! (Burada; “118”de Tanpınar’ın işaret ettiklerini ve “126”da Gasset’in yaklaşımını bir kez daha hatırlatırız. Ve ek olarak; Pierre Bourdieu’nun “La Distinction – Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste” eserinde muazzam şekilde işlediği; İngilizce “taste”, Fransızca “goût” kelimesinin tahlilini nasıl yaptığını da not ederiz. Bourdieu’nun bu eserinde; şahsınızın “burjuva ve çeperi” minvalinde yaptığı değerlendirme ve keskin eleştirilerin tahlilini de göreceksiniz. Fransızca aslına ulaşamazsanız; İngilizce’si şu adreste:
    http://monoskop.org/images/e/e0/Pierre_Bourdieu_Distinction_A_Social_Critique_of_the_Judgement_of_Taste_1984.pdf )

    (F)

    “Benim eylemim bu ve insanlara değinmem bu. Ne birine ne de diğerine soyut tanım verecek gücüm var.” Sanırız, “soyutluk” kavramına yüklediğiniz anlam; geçmişte yaşadığınız bazı hayal kırıklıklarından ve aşılması çok zor gözüken eleştiri duvarlarınızdan kaynaklanıyor olabilir (bu açıklamamız sadece tahmindir, yanılıyor olabiliriz.) “Kendimizi haklı göstermek” girdabıyla uzaktan-yakından ilişki kurmadan; 136 numaralı metnimizde yazdığımız 20 (ve daha da çeşitlendirilebilecek) “SOKAKTAKİ İNSAN” örneğimizin SOMUTUN EN SOMUTU OLDUĞUNU bir kez daha işaret ederiz; ki bütün bunların “gerçek”, “somut” olduğunu siz de biliyorsunuz!

    (G)

    “Şimdi cazip seçimlerden birinin anarşist olma modası çok doğal.” Haklısınız; çünkü Andy Warhol’un o “moda!” sözünü yukarıda aktarırken, buna da işaret etmek istemiştik. “Moda” içinde anarşizmin de kendine yer bulması kadar normal bir durum yok (ne yazık ki!) “Modernite” kavramının ve “soylulaştırmak; gentrification” kavramının tehlikelerini boşuna haykırmıyoruz!

    “Eylem, sokaktaki insana değme gibi kavramları kullanan fakat değişik bir içeri verdiğini iddia eden marksist-leninist-stalinist ve maocular var.” Bu açıklamanız üzerine; “Monty Python’s Life of Brian”ın sahnesini yine not düşerek, yukarıdaki ifademizi yine hatırlatalım:

    “124” numaralı metnimizden:

    “…Sizi inandırmak gibi bir gayret içinde olmadan açıklayayım (açıklayalım): Marksist-Leninist değilim ve hiyerarşiye karşıyım (karşıyız).

    Şu yazılanları bırakalım Marksist-Leninistler içinde hiyerarşiyi en mükemmel savunanları; İslamcılar veya ‘Shaivite’ler bile söylese onları sırtımda taşırım (taşırız)!”

    Yukarıda (124), tırnak içindeki açıklamamızı biraz daha net ifade etmek adına:
    Marksist-Leninist-Stalinist-Maocu ve diğer bir sürü hizip, bir sürü “fraksiyon”a karşı kıran kırana mücadele içinde değiliz! Artık “Monty Python’s Life of Brian”ın sahnesini tekrar etmek istemiyoruz! Artık “amip gibi bölünmek!” istemiyoruz! Eğer hedefler koyarak hareket etmeyi, “eylem!” içinde olmayı planlıyorsak; “özgürlüğün” ne demek olduğunu 1960’lardan ve 1970’lerden daha iyi bilerek, günümüzün en ölümcül tehlikesi “kapitalizm”e karşı ortak mücadele yürütmek ilk hedefimizdir!

    (H)

    “Hatta ilk medeniyetlerini çıkışıyla ilgili en beğendiğim kitaplarından birinde, ilk defa ellerini yukarıya açmış dua eden insan heykellerine rastlandığına değinilir.” Bu kitabın tam adını, yazarını, yılını bulabilirseniz; yazmanızı talep ediyoruz.

    (I)

    “En azından ben kendim, ucu bucu görünmez, nereden baksan aynı, alanlarda çalışan insanlarla etrafı kuş, böcek, çiçek dolu küçük bahçe veya tarlada çalışan insan arasında büyük fark olacağını düşünüyorum.” Tek başına değilsiniz; aynısını düşünüyoruz! Ve bunu gerçekleştirmek için “eyleme!” çağırıyoruz!

    ***
    Şimdi 2 örneğimiz:

    Not: Okuyacaklarınızın çok büyük bölümü “Beyaz YaLAka”ların görüşleridir. Şu an okumakta olduğunuz satırların yazarı da bir başka “Beyaz YaLAka”dır!

    (1)

    Plaza ve Büro Çalışanları için Hayatta Kalma Rehberi-1 (“Kaç Bize Gel”):
    https://www.yumpu.com/tr/document/view/29791900/kac-bize-gel-brosur-1

    Plaza ve Büro Çalışanları için Hayatta Kalma Rehberi-2 (“Kaç Bize Gel”):
    http://arkitera.com/files/haber/22882/Kac-bize-gel-brosur-3.pdf

    (2)

    “Express” dergi, sayı 136, “Gezi Direnişi” özel sayısı, Haziran-Temmuz 2013, sayfa 68 ve 69’da yayımlanan “Her yer Taksim, herkes Süpermen” başlıklı, “Plaza Eylem Platformu” ile yapılan söyleşi:

    http://www.mediafire.com/download/l2rwvw1biw2vuj1/Express+136+-+Gezi+Ozel+Sayisi.pdf

    SORU: 1 Haziran’da (2013) hem NTV binası önünde, hem de Kanyon AVM’de protestolar oldu. Bu olaylar; çalışanların öncülüğünde kendiliğinden mi gerçekleşti? Yoksa tepeden mi örgütlendi?

    CEVAP: Bunlar sadece bildiğimiz yerler, başka birçok yerde de protestolar oldu. Birçok arkadaştan; işyerlerinde, yemekhanelerde ya da öğle arası buluştukları yerlerde kendiliğinden eylemler olduğunu duyduk. Duyuruları ilk biz atmadık, ancak zincire hemen girdik. Arkadaşlarımız “Plaza Eylem” yazan dövizlerle katıldılar eylemlere. Sosyal medyadan da takipçilerimize, işyerlerinden A4 kâğıtlarını kapıp, üzerlerine isyanlarını yazıp gelmeleri çağrısı yaptık. Protestoların başlaması ise, direnişe zaten katılmış olanların işe gittiklerinde mail’leşmeleri ve diğer plazalarda çalışan arkadaşlarına da duyurmalarıyla oldu.

    Bir haftadır tecrübe ettiğimiz ve öğrendiğimiz şu: Gezi Direnişi ile başlayan isyan; eskiden beri alışageldiğimiz örgütlenmiş eylem kalıplarını yıktı. “Her Yer Taksim”e mekân ile birlikte zaman boyutu da eklenmiş durumda. Direniş artık herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda. Mesela Kanyon AVM’de günde en az üç kez spontane eylem olabiliyor. Katılımcılar değişebiliyor, toplumun geneline yayılan bir eylemcilik, eylemlilik hâlinden bahsedebiliriz. Böyle bir şeyi örgütlemeye ülkedeki herhangi bir örgütlü güç yetmez.

    SORU: İnsanların çalıştıkları kurumlara duydukları, ancak dışavuramadıkları öfkelerini; NTV’den çıkardığını söylemek ne kadar doğru olur?

    CEVAP: Elbette bunun da etkisi vardır. İnsanlar uzun süredir susuyor, ses çıkarmak lüks görülüyor. Akıldışı, insanlıkdışı çalışma şartlarına karşı herkes için bir nefes alma imkânı sundu bu direniş. Sanki hayattan mola aldık ve yaşadıklarımızı gözden geçiriyor gibiyiz. “Bunlar bir araya gelemez veya zor gelir!” denen bir kesimden bahsediyoruz.

    Ancak; “orta sınıf” için de durum hiç parlak değil. Beyaz yakalının içinde yaşadığı rekabet ve performans gezegeninde yaşamanın ödülü artık iyi bir maaş, iyi bir gelecek de değil. Birçok beyaz yakalının çalışmasının karşılığında alabildiği şey; güvencesizlik ve asgariye öykünen bir maaş.

    Örneğin: Direniş başlamadan bir hafta önce grubumuzda dolaşan mail’in konusu; son toplantıyı Maslak’ta yapmaktı. Biriken ve bizi bıçak üzerinde yürüten bu sürece müdahil olabilmek acil bir ihtiyaç hâline gelmişti. Bununla birlikte; bu kadar geniş katılımlı, meşru ve dayanışmacı bir eylemin nasıl hasıraltı edilebildiğini, haber alma hakkımızın nasıl engellendiğini görmek de insanları NTV’ye karşı protestolarda buluşturdu. NTV ya da Garanti Bankası’ndan demokrat bir tavır beklemiyorduk zaten. Ama NTV ve Garanti’nin beyaz yakalılar açısından sembolik bir anlamının olduğunu söylemek mümkün. Genellikle beyaz yakalıların tüketim evreninde yer alıyorlar. Dolayısıyla, tepkilerin mesela “habervaktim.com”a değil; bu şirketlere yönelmesi normal…

    Beyaz yakalılar şimdiye kadar karşılaşmadıkları bir şeyi öğrendiler; kolektif tavır aldıklarında sözlerinin ve eylemlerinin doğrudan ve güçlü bir karşılığı olduğunu farkettiler.

    “Okumuş” işçiler olarak, her ne kadar “mavi yakalı”lardan daha güçlüymüş gibi görünseler de; aslında oldukça kırılgan konumlarda, yoğun bir baskı ve denetim ortamı içinde çalışıyorlar. Sözüm ona; toplumsal statü, bu tarz psikolojik ezilmişliğin ve “konumunu kaybetme tehdidi”nin önüne geçemiyor. İronik olarak; bu direnişle birlikte, beyaz yakalılar ancak mütevazılıkla gerçek güçlerine ulaşabileceklerini farkettiler. Komşularıyla, esnafla, herkesle birlikte barikatlar kurdular, gaz yediler. Kararlılıkları sayesinde; şirket yönetimleri, çalışanları üzerinde baskı uygulayamadıkları gibi, onların siyasî varlıklarını ve eylemlerini de tanımak, “onlardan biri” olarak görünmek zorunda kaldılar.

    Garanti Bankası CEO’su “ben de çapulcuyum!” dedi mesela. Her ne kadar konuşmanın en çok bu kısmı üzerinde durulsa da; tamamı bu değildi. “Bu bankayı çalışanlar yaratıyor. Çalışanlar da akşam iş çıkışında Gezi Parkı’na gidiyor” dedi CEO. Aslında bu; herhangi bir direnişin işyerine sıçramasını, işyeriyle ilgili konuları dert eder hâle gelebilmesini savuşturmanın çok incelikli bir yoludur! Ancak, öyle bir süreçteyiz ki; biraraya gelebilmenin, çalışma koşullarımızı düşünmemizi ve tartışmamızı sağlayacak bir zemin oluşturabileceğini varsaymak hiç de aşırı iyimserlik değil.

    Bunlarla birlikte; 1 Mayıs’ta yediğimiz gazın öfkesi de vardı, “performans değerlendirmenin kapı duvar kuralları” da. Kentsel dönüşümde evi yıkılanın öfkesi de var, taşeron işçinin, güvencesizliğe mahkûm edilmiş inşaat işçisinin isyanı da, ODTÜ’de öğrencilerin yaşadıklarının yükü de! Gezi bize; “içinde ne varsa söyle, içine atma” dedi.

    SORU: Gezi Direnişi her ne kadar sınıfsal bir temele otursa da, sokağa heterojen bir kitle döküldü. Kimileri Gezi Direnişini orta sınıf kalkışması olarak nitelendiriyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

    CEVAP: Bu zor ve tartışmalı bir soru!

    Gezi Parkı’nda direnişin ilk ateşinin yanmasına yol açan olayların direnişçileri orta sınıftı. Ama genel kitlenin sadece orta sınıf olduğu argümanı iddialı.

    Orası bir kapıyı açtı. Otoriter ve despot davranışlara karşı heterojen bir kitle birarada. Herkesin itirazı farklı olsa da; maruz kaldığımız despotizm hepimizin ortak paydası. Bu; orta sınıfın “bunu bana nasıl yaparlar!” duygusu değil. Bu direniş, orta sınıfın; güvencesizlik, kaygan zeminde çalışma nedeniyle kaybettiklerinin de öfkesi aynı zamanda. Bu anlamda; eskisi gibi bir orta sınıftan bahsedemeyiz.

    Durduğumuz zemin daha kaypak, ücretlerimiz kırpılıyor… “Maslak” gibi plazalarda çalışıp karnını etraftaki restoranlarda doyuracak parayı denkleştiremeyen birçok beyaz yakalı var. Acı bir örnek; polis şiddetinin kurbanı olan Ethem Sarısülük’ün “Ostim” işçisi olduğu yazıldı. Mavi yakalılar da yaşadıkları mahallelerden eyleme destek veriyor. Taksim’e gelemiyor olabilirler. Uzun süredir Taksim’e gelemiyorlar, bu direnişin sebebi biraz da bu. Kentlerin, kent meydanlarının soylulaştırılması, emekçiye üç-beş beden büyük gelen alanlar hâline getirilmesi…

    Rasyonel bir kafayla düşünürsek; bir emekçinin dört kişilik ailesini alıp Taksim’e gelmesi nasıl mümkün olabilir?! 2 liradan 16 lira gidiş-dönüş yol parası, acıktılar, tuvalete gittiler, canları dondurma çekti derken 50 lira da onlara gitse, yuvarlak hesap 70 liraya mâloluyor direnişe katılmak! Emekçinin böyle bir açığı tolere edebilecek bütçesi yok! Ve Taksim projesi zaten ütopik olan bu geziyi imkânsıza havale etmek amacında!

    Yeri gelmişken şunu da belirtelim:
    “Beyaz yakalı” kavram ve söylemini çalıştığımız işyerlerinde “iletişim kolaylığı sağladığı için” kullanıyoruz; hepimiz “işçi” olduğumuzun bilincindeyiz! Ancak işçilik; plazalar çevresinde pek itibar gören bir meslek değil! Sonuç olarak bizim de; “orta sınıf egemenliği” söylemini yaygınlaştırarak bu direnişi benzer bir soylulaştırma işlemine tâbi TUTMAMAMIZ gerekiyor! Zaten iktidarın açıklamaları da bu yönde. Aramızdan akıllı, uslu çocukları seçip; yarası daha derin olanları ötekileştirmek istiyorlar! Böyle yorumlayanlar elbette kötü niyetli değil, yansıyan bu. Ama mercekten geçen her şey kırılır. Mercek ayarını değiştirmek, tüm ücretlilerin önündeki “üçüncü mevkileşme tehlikesi”ni görmek gerekiyor!

    SORU: Eylem esnasında ne tip sloganlar atıldı, kâğıtlara ne tip talepler yazıldı?

    CEVAP: Kâğıtlara yazılanlar daha çok medyayı hedef almıştı: “Kaç paraysa verelim!”, “satılmış medya!” gibi. Gezi Parkı ile kendi konumu arasında kurduğu ilişkiyi tarif eden “beyaz yakalı çapulcular”, “ağaçlar kalacak, Maslak Taksim olmayacak!” gibi dövizler de vardı. NTV önünde atılan sloganlar; “satılmış medya, canlı yayın kaç para!” ve direnişe damgasını vuran “Her yer Taksim, her yer direniş!” gibi sloganlardı. Ayrıca slogan arasında “Gel, gel, gel” denerek bina içindekiler de eyleme çağırılıyordu. NTV önündeki ilk protestoda önde büyükçe bir Türk bayrağı açılmıştı ve arada bir 10. Yıl Marşı da söylendi.

    Aslında EYLEM KONUSUNDA ÇOK DA TECRÜBE SAHİBİ OLUNMADIĞI İÇİN ve işten öğle arasında gelindiği için hazırlık da azdı. Politik repertuarın dar olması da akla ilk gelen şeyleri söyletti. Ama Garanti Bankası önünde binadan “Diren Gezi” pankartı sarkıtıldı. Çeşitli büyük firmalardan örgütlendikleri belli olan arkadaş gruplarının hazırlıklı geldiklerini gördük!

    SORU: Eylemde daha çok hangi pozisyonlardaki beyaz yakalılar vardı? Eylem geniş bir tabana yayılabildi mi? Yoksa uzak durup tepki gösterenler oldu mu? Neler
    yaşandı? Kulak verdiğiniz tanıklıklardan gözünüze çarpan şeyler neydi?

    CEVAP: Şu an içinde yaşadığımız durum bir hafta öncekinden ne kadar farklı?

    “‘Gerçek’ diye yaşadığımız” bizi ne kadar sıkıştırmış:
    Bağırırken ürkek,
    Slogan atmada acemi,
    Tribünden devşirme sloganlar,
    Kenarda durmak, ana protesto alanına girip-girmeme arasında kalmak,
    İlk bağıranlardan olmamak,
    Hafif bir suçluluk duygusunun; daha dik duruşa dönüşmesi;
    İlk gözlemlediklerimiz.

    Pozisyon çeşitliliği; uzmandan-yöneticiye kadar değişiyor, ama görünür olanlar daha çok gençlerdi. On yıl ve daha az süredir iş hayatında olanlar gibiydiler.

    Her pozisyondan insanlar gelmişti, çünkü doğrudan iş hayatı üzerinden örgütlenen eylemler değildi.

    Ortaklaştıran ise: En azından “iş-dışı hayatta” kontrolü elden kaybetmeme talebi!

    İş hayatında:
    “Baskı mekanizmaları”,
    “Performans (efficiency and productivity) ölçümü”,
    “Kamera”,
    “Sıkı iş takibi”,
    “İş-dışı hayatın bile gözetlenmesi”,
    “İşin; cep telefonu, internet, e-mail yoluyla tüm hayatımızı işgal etmesi ve bunun çok olağanmış gibi gösterilmesi”
    (…)
    ve daha bir çok konu “iş-dışı hayatı”mızın ne kadar önemli olduğunu sergiliyor!

    SORU: Maslak’taki eylem hafızalarda yer edinip; gelecekteki eylemlerin yolunu döşeyebilir mi? Yoksa bu “bir seferlik” bir şey miydi? Geleceğe dönük beklentileriniz
    ne? Plazalarda sonuç almak için ne tip stratejiler uygulanmalı?

    CEVAP: Kesinlikle; birşeyler değişti!

    Başkaları da söyledi: Bu bir “haysiyet direnişi”ydi! Haysiyeti geri istemek, aslında onu bir yerlerde kaybettiğini görmek, üzerindeki baskı ve aşağılamanın farkına varmak, ama reddetmek ve direnmek anlamına geliyor!

    Tüm toplum gibi, beyaz yakalılar da unutamayacakları bir tecrübe yaşadılar. Hedef ne olursa olsun; birlikte hareket edebilmek tecrübesi, kolektif davranmak, suskunluk sarmalının kırılmış olması, Maslak’ta, kuşların bile pes perdeden öttüğü bir yerde, ürkekçe de olsa ses çıkarabilmek; bizim yolumuzu döşer!

    Direnmek; “prestijli bir mesai” hâline geldi!

    Eylemler başlamadan önce, iki kişiyi bir araya getiremeyeceğimiz, haklı olduğumuzu, ama işlerin böyle yürüdüğünü söylerdik, bunlar sürekli çarptığımız duvarlardı. Ama gördük ki; işler böyle yürümeyebiliyormuş! O iki kişi buluştu, ve hayat başka türlü aktı!

    Tabii ki bu bizim için birdenbire olmadı. Biz ve bizim gibi yapılanmalar uzun süredir; çalışma koşullarımız ve neler yapabileceğimiz, nasıl dayanışma içinde olabileceğimiz üzerine kafa yoruyoruz. Tecrübe paylaşımı, iş hukuku atölyeleri yapıyor, özellikle sık sık plaza bölgelerinde bildiriler dağıtıyoruz.

    Bugün içimizin içimize sığmaması “uzun süre çevrelenmişlikten” kaynaklanıyor! Bizim için gündem hep yoğundu:
    Tekel,
    IBM grevi,
    ATV-Sabah grevi,
    “Casper” direnişi,
    THY grevi,
    Kıdem tazminatlarına el konulması,
    İşsizlik fonunun sermayeye aktarılması,
    Yoğun işten çıkarmalar,
    “Hizmet alımı” adı altında “taşeronlaşma”,
    İşçi kiralama ofislerini yasallaştırma plânı,
    Çağrı merkezlerindeki (call center) baskı…

    Aciliyeti olan başlıklarımız var, ve bütün bunların uzun soluklu bir mücadele olduğunun farkındayız!

    Her yer Taksim ise; kendi bulunduğumuz alanlara da bu isyanı taşıyacağız!

    Şu anda herkes işten sonra Gezi’ye geliyor. Geçen gün bir arkadaşımız; gündüz “Clark Kent”, gece “Süpermen” olduğumuz benzetmesini yaptı. Biz biraz daha iyimser davranalım. Bir kez Süpermen olan, bir daha Clark Kent olmak istemez ki! Hadi sular duruldu, oldu diyelim; içindeki Süpermen ile tanıştı artık. Dertleri ortak, birlikte direneceklerini umabiliriz. Elbette ALIŞILMIŞ GÜNLÜK HAYATTAN ÇIKIP YENİ BİR HAYATIN YAŞANABİLECEĞİNİ GÖRMEK BİR TEDİRGİNİK YARATABLİR, ancak “özgürlük” kavramının bir tecrübeye, bu tecrübenin de; gururlu, vakur bir hikâyeye dönüştüğü bir dönemden sonra her şeyin aynı şekilde sürmeyeceğini, aynı dille konuşulmaya devam edilmeyeceğini tahmin etmek mümkün!

    Esen kalın

  145. 139’a

    YaLaKa ve broşürler büyük etkiler yaptı. Karşılıklı yazdıklarımızı tekrar okudum ve hatta hepsini çevirerek sosyal medya ve zararları üzerinde araştırma yapan bir tanıdığıma yolladım, cevabı bekliyorum. Bu arada kendim olanları yeniden gözden geçirip notlar aldım. Sanırım gelecek cevabım hem çok uzun hem de çok geç olacak.

    Aşağıdaki istediğiniz:

    “HATTA ILK MEDENIYETLERINI ÇIKISIYLA ILGILI EN BEGENDIGIM KITAPLARINDAN BIRINDE, ILK DEFA ELLERINI YUKARIYA AÇMIS DUA EDEN INSAN HEYKELLERINE RASTLANDIGINA DEGINILIR.” BU KITABIN TAM ADINI, YAZARINI, YILINI BULABILIRSENIZ; YAZMANIZI TALEP EDIYORUZ.

    Kitap: Naissance des Divinités Naissance de l’Agriculture
    Yazar: Jacques CAUVIN, 1997
    ss. 102-013

    À l’opposé du bestiaire franco-cantabrique, la Femme et le Taureau néolithiques nous sont apparus, au Proche-Orient, comme des divinités dont l’émergence au xe millénaire se prolonge par une diffusion dans tout l’Orient ancien. La Déesse, flanquée d’un parèdre masculin assimilé au taureau, sera la clef de voûte de tout un système religieux qui s’organise autour d’elle. Ces Êtres suprêmes pourront changer de visage selon les régions du monde : le « grand Dieu martien » (Henri Lhote) de l’aire saharienne impose une énorme silhouette anthropomorphe, féminine ou asexuée, DOMINANT DES PETITS PERSONNAGES HUMAINS LES BRAS LEVES EN POSITION DE PRIERE (fig. 21 : 1), tout comme le « Bélier à sphère »5 du Sud oranais dont l’entourage est semblable, le buffle de Kef Mektouba (fig. 21 : 2) et bien d’autres exemples6. Le thème de l’« orant » introduit entre le dieu et l’homme une relation de subordination entièrement nouvelle. Or, ces figurations ont ceci en commun qu’elles surgissent toutes, dans leurs zones respectives, au début du Néolithique avant de se perpétuer au-delà.

    Un événement s’est produit, et il est de nature psychique. Nous l’avons défini7 comme une déchirure nouvelle au sein de l’imaginaire humain entre un « haut » et un « bas », entre un ordre de la force divine personnifiée et dominatrice et celui d’une humanité quotidienne dont l’effort intérieur vers cette perfection qui le transcende peut être symbolisé par les bras levés des orants. Génitrice universelle, la Déesse est bien pourvue d’attributs « royaux » explicites, dont le moindre n’est pas son trône de fauves anatolien : nous l’interprétons d’autant plus facilement comme un trône que, parcourant en esprit un cheminement inverse de celui de l’ordre historique, nous songeons aux trônes plus tardifs des premières monarchies orientales, objets cette fois mobiliers mais dont les accoudoirs seront sculptés précisément en forme de protomés de fauves. On sait qu’au moment où apparaîtront les États et où la société humaine elle-même va à la fois s’urbaniser et se stratifier, le souverain, tant en Mésopotamie qu’en Égypte, n’y sera jamais qu’un représentant de la divinité parmi les hommes et qu’il empruntera donc à l’imaginaire religieux les attributs symbolisant sa fonction. Or, il est significatif que la notion même de souveraineté se manifeste en premier, au Néolithique, dans l’imagination artistique bien avant sa transposition sociale qui la fera, si l’on peut dire, descendre sur Terre. Il est encore plus important que l’émergence des figures divines paraisse se produire sur l’Euphrate en introduction au processus de néolithisation lui-même. Cela n’a rien d’étonnant dans la mesure où les civilisations urbaines à écriture, où l’on fait trop souvent commencer notre Histoire, ne font qu’intensifier par une évolution rapide et sans rupture un cycle de transformation inauguré douze mille ans avant nous.

  146. Sayın 140,

    Jacques CAUVIN’in kitabının İngilizce çevirisini bulabilirsek mutlaka inceleyeceğiz.

    ***
    Sizin yazacağınız metne yönelik, metnimizi yazmak için artık eskisi kadar vakit bulamayabiliriz.

    Eylül ayının yaklaşması ile birlikte “özel sektör!” ismiyle hitap edilen arenada kızışmalar başlar. Beygirler yerlerini alır, ve vurulan kamçının şiddetine göre hızını arttırır veya azaltır! Bakalım ne kadar dayanabileceğiz. Ne de olsa, bir Günther Anders, bir Richard Sennett, bir David Watson, bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Pierre Bourdieu veya bir Gün Zileli değiliz…

    Esen kalın

  147. Sosyal medyayı inceleyen arkadaştan gelen cevaptan sonra neden anlaşamadığımızı ve anlaşamayacağımızı çok açık ve iyi gördüm.

    Üstelik ben son 50 yıl (4 defa kısa ziyaretler hariç) yurt dışında yaşadığım için Türkiye’ye yeni giren veya gelenler benim için yeni değil. Örneğin ben ilk defa GENÇLİK mitinden söz ettiğimde, siz bunun Türkiye’ye yeni girdiğini söylediniz. Bu mit 19. yüzyılda kıvamını buldu ve size gönderdiğim modern mitler yazısı 1958’de yazılmıştı. O yazıda GENÇLİK sözünü büyük harflerle vurgulamıştım. Eskiye dayandığından, 2000 yıllarının derin bilgi küpleri, ve özellikle bu bilgi küpleri anarşistlerse, boy ölçüşemeyeceğinden, gözünüzden kaçmıştır. Her halukârda, kökeni reklamcılığa dayanan en son en iyidir düşüncesini çok gülünç buluyorum.

    NE DE OLSA, BIR GÜNTHER ANDERS, BIR RICHARD SENNETT, BIR DAVID WATSON, BIR AHMET HAMDI TANPINAR, BIR PIERRE BOURDIEU VEYA BIR GÜN ZILELI DEĞILIZ…

    Bu cümleniz farkımızı özetler. Siz kendinizi onlardan aşağıda görüyorsanız. Bu sizin değerlendirmeniz. Ama lütfen beni de bu aşağılığa sürüklemeyin. Ben karşımdakileri, okuduğum kişileri kendime eşit görürüm. Ama hayranlığımı saklamam, sadece isim dağıtmak için kullanmam, açıklarım. Siz ise hiyerarşi saplantısı, ünlüyse merdivende daha yüksekte olmalı mantığı yürütüyorsunuz.

    Yine Amerikalılar daha önde. Bunu az farkla, daha çok sokaktaki insanın anlayacağı dilde söylerler: “bu kadar biliyorsan, neden zengin değilsin!”

    Sevdiğim bir şair zamanındaki ünlü bir mistiğe hayran. Ne var ki, şunu da söyler: “O cenneti çok iyi tanıyor ama cehennem bilgisi kulak dolgunluğu.”

    Günther Anders ve David Watson’un medeniyet ve medeniyetin son lokomotifi Batı’yı eleştirileri derin ve kökten. Onlara katılıyorum ve (kişilik anlamında değil, entelektüel anlamda) dürüstler.

    Richard Sennett ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okumadım, tanımıyorum, yargılayamam.

    Pierre Bourdieu ve Gün Zileli bu Batı medeniyetini son derece ciddiye alıp doğal olarak yüzeysel kalanlardan. Batı’nın özgürlükten nefret ettiğini hasır altı ederler. Medeniyetin kanser gibi her girdiği yerdeki insanları ya kırımdan geçirdiği veya kendileri gibi çiğneyip kustuğunu görmemezlikten gelirler. Sanki ilkel ve geleneksel toplumları savunanlar yok. Örneğin, bir Fransız antropologu “sosyologlar bulundukları toplumda rahattırlar, bizim için ilkellerle yaşadıktan sonra toplumuza dönmek çok zor.”, der. Bu nedenden, onları entelektüel açıdan dürüst bulmuyorum.

    İşte ne demek istediğimi daha güzel dile getiren binlerceden sadece iki alıntı:

    1

    Some strange sort of inferiority complex seems to inhibit us—the representatives of European culture—from talking about primitive cultures in just and unprejudiced terms. If we attempt to describe the logical coherence of an archaic culture and discuss its nobility or humanity without stressing the less favourable aspects of its sociological, economic or hygienic practices, we run the risk of being suspected of evasion or even obscurantism. For close on two centuries the European scientific spirit has made prodigious efforts to explain the world so as to conquer and transform it. Ideologically, this triumph of science has manifested itself in a faith in unlimited progress and in the idea that the more ‘modern’ we become the more likely we are to approach absolute truth and the full plenitude of human dignity. However, for some time now the investigations of ethnologists and orientalists have revealed the existence ot highly estimable societies in the past (and in the present too, for that matter) which, although quite devoid of scientific prowess (in the modern sense) or any aptitude for industrial achievement, had nevertheless worked out their own systems of metaphysics, morality and even economics, and these systems have been shown to be perfectly valid in their own right. But our own culture has become so excessively jealous of its values that it tends to regard with suspicion any attempt to boost the achievements of other, primitive or exotic cultures. Having for so long (and so heroically!) followed the path which we believed to be the best and only one worthy of the intelligent, self-respecting individual, and having in the process sacrificed the best part of our soul in order to satisfy the colossal intellectual demands of scientific and industrial progress, we have grown suspicious of the greatness of primitive cultures. The stalwarts of European culture have now reached the point where they wonder whether their own work (since it may no longer be regarded as the peak of man’s spiritual achievement or the only culture possible to the twentieth century) has been worth all the effort and sacrifice expended upon it.

    2

    “See … how cruel the whites look. Their lips are thin, their noses sharp, their faces furrowed and distorted by folds.Their eyes have a staring expression; they are always seeking something; they are always uneasy and restless. We do not know what they want. We do not understand them. We think they are mad.”

    Ben kendim çok daha kaba olduğumdan bu beyazların bitmez tükenmez aile içi kavgalarını kendine meslek edinenlere, “tight ass”, “tight lips”, adını veririm.

    Aşağıdaki, yazdıklarım asıl yazdıklarımın özetinin çok kısa bir özeti, 139’a çok çok kısa bir yanıtı.

    MONTY PYTHON’S LIFE OF BRIAN

    Sadece gülüp geçilecek bir şeyi siz bir birlik aradığınzdan çok ciddiye alıyorsunuz. Herkesin birbirine karşı, Allah’ın da herkese kaşı olduğu İngilterede ilan edilmişti. Sanırm onu da alaya alsalardı, o da son derece güldürücü olurdu.

    “…son 7-10 bin yıl içinde tarihçiler tarafından karanlık …”

    İÇİNDE “İNSAN FAKTÖRÜ”NÜN AĞIR BASTIĞI HER TÜR BİLİM VE DİSİPLİN HER ZAMAN TARTIŞMALI İDİ, ÖYLE GÜZÜKÜYOR Kİ; YARIN DA TARTIŞMALI OLACAK.

    Bu bir yanıttan çok yanıt vermeme. Sokaktaki insanlar “dünya böyle gelmiş, böyle gider”, yani, benim bu konuda bir bilgim yok, derler.

    2012′DE KAYBETTİĞİMİZ, SAYGIN TARİHÇİ ERİC HOBSBAWM.

    In the current world crisis, who better for the BBC to exhume for its listeners than the West’s greatest 20th-century apologist (yani, Eric Hobsbawm) for Soviet communism and excuser of its totalitarian evils.

    Professor Hobsbawm has been all over the airwaves since the credit crunch crisis began, crowing about capitalism’s demise. But then, should one expect anything else from an intellectual who has never apologised for expressing his approval of Stalin’s mass murders?

    On the BBC2’s Late Show in 1994, while being interviewed about the fall of the Berlin Wall, five years earlier, he defended ‘what had to be done’. Interviewer Michael Ignatieff asked: ‘What (your view) comes down to is that, had the radiant tomorrow actually been created, the loss of 15-20million people might have been justified?’

    Hobsbawm’s unhesitating answer was a single word: ‘Yes.’

    This is a man who implacably refused to give up his Communist Party card even when Marxist friends and colleagues were tearing up theirs in disgust as squadrons of Russian tanks rumbled into Budapest to crush Hungary’s cry for freedom in 1956. Indeed, he supported the brutal action.

    Pathetically, he offers an excuse: ‘Of course, we did not, and could not, envisage the sheer scale of what was being imposed on the Soviet peoples.’ Does that mean 20 million is OK, but 50 million is too much?

    Eric Hobsbawm daha önce değindiğim “bilmiyordum” diyenlerden. “Bilmiyordum” demeden, sadece din değiştirmeyle, anarşist olmayla, paçayı kurtaranlar da var.

    Milliyetçilik zırvalamaları da öyle. Daha da kötüsü milliyetçiliğin tarih açısından yeni bir ideoloji oluşu.

    Milliyetçilik dolandırıcıyla enayiyi kardeş yapar.

    Kısa (pek de kısa değil) örnekler:

    Aşağı yukarı M.Ö. 2300 – M.S. 400 yılları arasında sadece Orta Doğu medeniyet ve fırlamaları, 6 000, 17 000, 20 000, 32 000, 80 000, 100 000, 150-200 000, 360 000 sayıda asker toplar, besler ve savaşa gider. Asker sayısı ancak 19.yy’da tekrar bu büyüklüğe erişir.

    Bir Romalı askere günde 1 kg ekmek, 600 gm domuz eti, 1 litre şarap, yaklaşık bir o kadar zeytin yağı verilir. Üstelik kolonize ettikleri yerde “misafirperverlik” yasasına göre her evin üçte birine hakları vardır.

    Sadece bunları tedarik etmek için gereken endüstri, zanaatkarlık, tarım, devlet ve bürokrasi baş döndürmeye yeter.

    SANKİ FOUCAULT KONUŞUYORMUŞ GİBİ HİSSETTİK!

    Çok üzüldüm. İlhamlarını Foucault, ve diğer baş yıldızlar Deleuze, Guattari, Badiou, Tarde, Simondon, Hardt and Negri, Nick Land, Michael Löwy (“surrealism, marxism, anarchism,situationism, utopia”), Mélenchon, Machiavelli, Spinoza, Nietzsche and Marx; Italian autonomism’den alanlar, “emergent cultures of cyber-freedom” ve robotlaşmayı savunurlar. Belki bu isimler size Ulus Baker’i hatırlatır. Hatta aralarında post-anarşizmle post-komünizm sentezi yapan çok daha güncellemek isteyenler var. 2000 yılı reklamcılığını bunlardan mı öğrendiniz?

    Bu yetmez gibi işte bunlardan bir alıntı (eski ama olsun):

    Indeed, as even Lenin wrote in the 1918 text “Left Wing” Childishness:

    “Socialism is inconceivable without large-scale capitalist engineering based on the latest discoveries of modern science. It is inconceivable without planned state organisation which keeps tens of millions of people to the strictest observance of a unified standard in production and distribution. We Marxists have always spoken of this, and it is not worth while wasting two seconds talking to people who do not understand even this (anarchists and a good half of the Left Socialist– Revolutionaries).”

    KİTAPLAR. KİTAPLAR KİTAPLAR (bu son yazılarda baş yıldız R. Sennet)

    Onun işlediği konular da daha Türkiye’ye yeni olabilir, ama okumadım, bilmiyorum.

    BU YANIYLA; “ÖZGÜRLÜK” BİRÇOĞUMUZ İÇİN OKSİJENİN YENİ DOĞAN BEBEĞİN CİĞERİNİ … ORTAYA ÇIKAN BU YENİ ÖZGÜRLÜK İLE NE YAPACAĞIMIZI ÇOK DA BİLMEMEMİZDEN KAYNAKLANDIĞI İNANCINDAYIM.

    Bu çok genel ve soyut bir değerlendirme. Çok kullanılan bir kavramın onun olmadığına işaret ettiğini bir yana bırakacağım. Başta Batı, ardında taklitçi Türkiye, ve şimdi tüm dünyaya sigorta özgürlük diye yutturulur ve yutulur. Bunu da bir tarafa bırakacağım. Günümüze egemen burjuva tanımı aşırı genel ve soyut olduğundan, özgürlük imkansız. Gelelim somut ama rahatsız edici bir iddiaya. Karım ve ben, son derece kısıtlı da olsa, özgürlüğümüzü tüm kullandık. Köleliğe alışmış olanlar, bak “Discourse on Voluntary Servitude”, özellikle sizin sokaktaki insanlar, biçarelilikten bize şantaj yaptılar. Poitikacı ve eylemci, devrimci solcular, aydınlar kudurdular, ağızları köpüklendi. Sizin de aynı şantajları yapacağınızı biliyorum. Sokaktaki insanların özgür insanlardan nefret etme hissi normal. Bütün Devletler özgürlük ve demokrasiden sonsuz nefret ederler. Bunun altlara süzmesi de normal. Tek özgür insan vatandaştır. Karım ve ben bunu kendimiz yaşadık. Bir örnek: karım hep kaçak çalıştığı ve ben yeterince çalışmadığım için emekli hakkımız yok (olmasını istiyoruz demiyorum). Sizin sokaktaki insanları ve sıradan sokaktaki insanları savunanlar bunu hemen banalleştirip şantaja çevirirler. “NE DE OLSA, BIR GÜNTHER ANDERS…” cümlesindeki mantığa benzer. Ben köleysem, herkes köle. Özel durumlara, en azından kısıtlı olduğunu kendimiz kabul etsek de, ne saygı ne de anlayış gösterilir. Havlamalar, diş göstermeler, küçük görmeler, …. Bunu anlayıp sevenler de oldu.

    Aynısı siz yaptınız. Hakkında hiç ama hiç bilginiz olmadığı halde Lenin’in “Left-Wing Communism: an Infantile Disorder” benzeri Bookchin’i okumadan, onun “lifestyle anarchism” lafını kullandınız. Hiyerarşi çok önemli! Yazdıklarımın ne anlama geldiğini bana sorabilirdiniz ve ben açıklardım, aşağıdaki açıklamayı yapardım:

    Detroit arkadaşlarım ve ben aslında tamamıyla aynı sıradan sokaktaki insanlar gibi yaşadık; tek fark, 60ların getirdiği bilinç ve okuduklarımızla sokaktaki insanların düştükleri tuzaklarından uzak kalmamız.

    Son yüzyıl anarşistliğinin marksistlikle aynı temele dayandığı artık biliniyordu. Bookchin ve benzeri birçok anarşistler hala aynı şeyi savunurlar. Sizin Marks, Bakunin ve pub lafını ben çok tuhaf bulmamıştım. Düzenin altında çirkin mahluk mediyet yattığını ve kapitalizm-burjuvanın (dolayısıyla “büyük” devrimlerin) bu çirkin mahlukun son avatarı olduğu da artık birçok düşünürlerin dikkatini çekmiş ve bu konu incelenmeye başlanmıştı. Profesörlük yapıp kitap adları vermek istemiyorum. Özet olarak bu mahlukun son avatarı olan burjuva-kapitalizmin ve “büyük devrimler” taklitlerin göz kamaştırıcı (ve dolayısıyla körleştirdiği) başarıları inkar edilmezdi ama ve bu arada insan ve dünya yok olma yoluna çoktan girmişti. Üstelik bu başarı sadece ve sadece makineler dünyasında oldu. İnsanlarda ilerleme, bazı istisnalar hariç, sıfırdı. İstisnalar da ayıbı örtme donları gibi kullanılır. Hatta insanların hemen hemen tümü çok daha alçak, adi, aşağılık olmuşlardı.

    Önemli olan hiyerarşide yüksek makamlarda olanları dinlemektir! Siz öyle yaptınız ve bu, konformizm veya yaltakçılık değil anarşistlikti.

    Bir filozof, “kendini tanı” dedi. Ardından gelen, “Devleti tanımazsan, kendini tanıyamazsın!”, dedi.

    Bir filozof, “kişi için erişilecek en yüksek erdem, özgürlüktür”, dedi. Ardından gelen, “Bütün dünya insanları özgür olmazsa, kişinin özgür olması imkamsızdır!”, dedi.

    Tamamıyla katılırız, ama yine de, saklanıp özgürlüğünü kullanma, genel akışdan çıkma fırsatlarından faydalanma yolları var. Biz bunu yaptık. Karşılığı adi şantajlar.

    “Potlatch” de aynı.

    Hele o Osmanlılar’da potlatch PROFESÖRÜ! Bu konuda tüm araştırmalar Avrupa ve Amerika’da yapıldı, konu hala incelenir, bitmiş değil.

    Alain Testart, Marshall Sahlins, Philippe Descola, Marcel Mauss, Julian Pitt-Rivers, Eduardo Viveiros de Castro, Clastres, F Boas , Maurice Godelier’in Potlatch entre le lustre et l’usure, Carlo Ginzburg’un PRESTIGE _approche anthropologique de la notion, ve özellikle H. G. BARNETT

    Bir örnek olsun diye aşağıdakini ekliyorum:

    L’obligation de répondre au don, que Mauss avait posé au centre de son essai, n’existe pas dans le cas du potlatch ; et que la possibilité de sanctionner l’absence de réciprocité dans le potlatch par l’esclavage, que Mauss avait attribué aux indigènes Kwakiutl, provenait d’une interprétation erronée d’un passage de Boas, qui de surcroît, ne se référait pas au potlatch.

    The obligation to respond to the gift that Mauss had placed at the center of his essay, does not exist in the case of potlatch; and the possibility of sanctioning the lack of reciprocity in the potlatch by slavery, Mauss had attributed to Kwakiutl native, came from a misinterpretation of a passage Boas, who moreover, did not refer to Potlatch .

    PROFESÖRÜN mantığı: ilkel insan taşı yontarak maddeyi değiştirmiş kendine yararlı kılmış; şimdi de insan uranyum atomunu parçalayarak maddeyi değiştirip nükleer enerji elde edip kendine yararlı kılmış; o halde ikisi de ayni! Rumi, papağan hikayesiyle bunu güzel anlatır.

    Sanırım bu bitmez tükenmez araştırmaları da Python rahatlıkla güldürücü yapabilir. Ve en başta ben kahkahalar atarım. İki ayrı üslupu, biçimi veya janrı birbirine karıştırmam. Komedi başka, tarih başka.

    Potlatch Türkiye’ye yeni olabilir.

    DİĞERİ’Nİ VEYA ‘ÖTEKİ’Nİ” BİR ARAÇ OLARAK GÖRMEYE ALIŞMIŞ ÖZNELER KENDİ EGOLARINI DAYATMAKTAN KENDİLERİNİ ALAMIYORLAR!

    Siz bunu hemen yapmaya başladınız. Çoğu zaman dediklerime cevap getirmektense, binlerce kitap isimleri, binlerce Internet adresleri, binlerce baba ve profesör öğütleri, şatafatlı, övüngen bir havaya girdiniz. Çoğu zaman dediklerimi anlamadığınızı, konuları bilmediğinizi gördüm. Her zaman “biz” diyerek kendinizi hiyerarşide küçük görmenizi bana da mal ettiniz. Beni ve Detroit arkadaşlarımı tanımadan sadece anarşitlik diplomanıza dayanarak sokaktaki insanlar adına çirkin laflar, büyük hırs, heyecan, atılganlık, hız içinde kendinizi kaybederek, terbiyesizlik ettiğinizi görmediniz.

    Farklı görüş ve düşünceleri anlamak, ve bazan kabul etmek daha iyi.

    Sicilya’da hüküm süren 2. Friedrich zamanının en yüksek medeniyet-kültür temsilcisi Endülüs’ten bir müslüman filozofu tartışmaya davet eder. Filozof, “filozof gibi mi yoksa kral gibi mi tarışacaksın?”, diye sorar. 2. Friedrich neden bu soruyu sorduğunu öğrenmek ister. Filozof, “tartışmayı filozof kaybederse kabullenir, kral kaybederse kızar”, der.

    Anlaması daha kolay olduğundan ve televizyona daha uygun düştüğünden, zamanımızda, ilkeleri bile psikolojik sorunlar olarak görmek çok moda. Hatta psikolojinin kendisi her şeyi göreciliğe çevirdiğinden en başta gelen modalardan biri. Dolayısıyla, dünyada ve sokaktaki insanların tümü arasında buna benzer psikolojik görecilik çok yaygın. Nitekim Detroit anılarımı “lifestyle anarchism” ve “içi boş potlatch” bu psikolojik yorumun çok güzel bir örneği.

    Yalnız ben de bir anlamda çekişmeleri bir tarafa bırakmaya katılırım. Bunu en güzel Tagore, Hindistan’ın İngiliz sömürgesi sürecinde olan bir hikayeyle anlatır. Ama sanırım tanıdığınız anarşist veya sosyologlar arasında bu konuyu sonsuz daha en son ve en iyi bilenler vardır.

    PİERRE BOURDİEU’NUN “LA DİSTİNCTİON – DİSTİNCTİON …

    Ben ona Alldieu (allahın ta kendisi) adını takmış ve ciddiye almamıştım. Gençler arasında ve medyada tutturduğu ve ünlü olduğu doğru.

    “SOKAKTAKİ İNSAN” ÖRNEĞİMİZİN SOMUTUN EN SOMUTU OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA İŞARET EDERİZ; Kİ BÜTÜN BUNLARIN “GERÇEK”, “SOMUT” OLDUĞUNU SİZ DE BİLİYORSUNUZ!

    Yine anarşistlik diplomanız ortaya çıkarıldı. Özür dilerim, YaLaKa ve broşürdekilerle sizin birkaç defa sıraladığınız sefil sokaktaki insanlar arasındaki farklar devasa. YaLaKa ve broşürdekiler, eğitim görmüş, bolluk içinde yaşamış, yüksek ücretli işlerde çalışmış orta sınıf zengin ailelerin çocukları.

    Her neyse, işte cici bici isimli Sarp Mogan’ın YaLaKa’sına bir bakış.

    Özür dilerim 2000lerden değil, Kierkegaard’dan, yani eski bir örnek.

    Bir çocuk kendi kendine, “hayatta en önemli nedir?”, diye sorar.

    Cevap: ilkokul;

    İlkokul biter, aynı soru. Bu defa cevap: lise;

    Lise biter, aynı soru. Bu defa cevap: ilahiyat fakültesi;

    İlahiyat fakültesi biter, aynı soru. Bu defa cevap: evlenmek;

    Evlenir ve aynı soru. Bu defa cevap: bir kilisede iş bulmak;

    İş bulur, vaiz kürsüsüne çıkar ama bu defa aynı soruyu kilisedikilere sorar. Tahmin edersin, sessizlik.

    Cevabı kendisi verir: Allah!

    İnşallah anlaşıldı.

    YaLaKa’ya başka açıdan bakayım.

    En az 20-30 yıldır Amerika ve Avrupa’da çok sayıda eski günahlarını (uyuşturucu ilaçlar kullanma, fahişelik, gizli poliste çalışmalar, casusluk, …) itiraf etmeyle sokaktaki insanları gıdıklayıcı, onlara değecek kitap yazıp köşe dönmekçok isteyenler oldu.

    Aynı şekilde komploloru açığa vurma; esrarrengiz, akılla açıklanmayacak olayları anlatma; diğer gezegenlerden gelenler; devlet içinde devletler; Yahudiler, vb.,vb., vb. sonsuz sayıda. Özellikle sizin broşürlerdeki orta sınıf tip sokaktaki insana gerçekten değen kitaplar, videolar, filimler, … Gök yüzü limit.

    Sanırım cici bici isimli Sarp Mogan bunlardan biri.

    YaLaKa’ya bir diğer açıdan daha bakayım.

    Muckraking (kurum veya işletmelerdeki yolsuzlukları ifşa etmeyi hedefleyen yayıncılık).

    Bunu yapanlar bir sürü ve hatta aralarında son derece ciddi ve son derece okumaya değerler, örneğin V. Packard, N. Chomsy, de var.

    “Kaç-bize-gel-broşürleri”ni ve içindekilerini 60larda (yine eski ve kötü, özür dilerim) çoktan bilinen ve “rat race” adı verilen tuzaklardı ve biz uzak durduk. Üstelik broşürün okuma ve düşünmeyi sevmeyen televizyon nesline değmek için televizyonla rekebet içinde, resimlerle süslediğiniz çok açık. İmgeler düşüncelerin yerini alırlar. “Bir resim bin söze bedeldir”, efsanesi.

    Yine ve tekrar Türkiye için yeni olan çok eski bir şey.

    Dünyanın bütün ülkelerinde bu tuzaklara düşenlerin %99,9’u, belki fazlası, durumlarından çok memnunlar. Hatta başlarınaYaLaKa benzeri bir felaket gelse bile tedaviden sonra aynı taş uykusuna dalarlar. Sanırım o yüzden YaLaKa’da aşırı çaresiz bir hastalık seçilmiş. Ve bence bu öcücülük çok ayıp. Benim karım çok ağır bir akciğer kanseri atlattı, kardeşi 40 yaşlarında kanserden öldü, benim en çok sevdiğim ablam 40 yaşlarında kanserden öldü, yeğenimin kocası da öyle. Bunların hiç biri YaLaKa ve broşürlerdekilere benzemezler. Burada kalp krizi ve benzeri yüzlece hastalık geçiren Türk, Kürt ve diğer yabancılar da hastaneden çıkınca aynı hayata devam ederler ve memnunlar. Bizim geçen yıla kadar, İsviçre yasasız kaldığımızı “öğrenince” bizi mecbur edene kadar, bizim hiç bir zaman sağlık sigortamız olmadı. Biz hala hastane, doktor ve ilaçtan günahlarımız kadar nefret ederiz.

    Burada da bilimle ideolojiyi karıştırma var.

    Bazı düşünürler hastalıkların çoğalmasını, insan sağlığının tıplaştırlmasını, hastane, doktorlar ve ilaç şirketlerinin şarlatanlıklarını, … çok daha ciddi incelediler. Bence YaLaKa çeşidi yazılar, şarlatanların aynada yansıları olan şarlatanlar. Karanlıkta bütün inekler karadır mantığı.

    Hatta yaşam biçimiyle bu hastalıklar arasında ilişki kurmak isteyen ama devletler tarafından yasaklanan araştırma merkezleri bile oldu.

    Gezi direnişine değinmemin nedenleri:

    1. Çok farklı gruplar ve insanların katıldığı bir direniş başka ona sahip çıkmak başka.

    2. YaLaKa ve broşürlerle alakası yok. İlişkiyi devrimciler hayallerinde kurarlar. Unutmayın, Fredy’nin “Manual for Revolutionary Leaders — Micheal Velli” kitabına, bu sizin gibi gerçek ve azılı devrimcilerden harıl harıl ısmarlamalar geldi.

    3. Yazdığınız soru-cevap son derece klasik, güzel ama daha önce benzerlerini çok duydum, çok gördüm. Hatta ben olsam, sorulara kuzu kuzu cevap vermektense, soranın ayağını kaydırıp kendisinin çalıştığı yerde ne gibi durumlara katlandığını, maaşının ne olduğunu, hayatından memnun olup olmadığını, seks sorunlarını, karısıyla ilişkilerini, çocuklarıyla yaşadığı sorunları, kurduğu hayalleri ve yüzlerce benzeri sorular sorardım. Ve yaptım da, ve hemen toz oldular. Cevap verenin medya yıldız olma merakı çok apaçık.

    Aynı zamanda Gezi parkının size etkilerine, gönül bağlılığınıza, yarattığı umutları tamamıyla anlıyor ve katılıyorum. Benzerlerini kendimiz bir çok defalar yaşadık. Ama siz bana soracağınıza, tamamıyla hiyerarşiye alışkanlıktan, bazı otoritelere fazla güvenceden benim ve arkadaşlarımın kişisel yaşamlarına dil uzattınız. Bunu doğru bulmadım ve bulmuyorum.

    Şu nu da eklemek isterim. Sorsanız da hayatımızı olduğu gibi anlatmak gibi saçma bir inanışım da yok. Her zaman egemen olan kendi hayatımızı şiirsel süzgeçten geçirmek. Ancak ve ancak şarlatanlarla bizimle yaşam arasına girmiş olan pezevenkler hayal kurmalara karşıdırlar. Tüm edebiyat buna bir örnek, tüm edebiyat bir aşırı abartma.

    Zamanımızın en büyük belalarından biri bilimselliğin ıvır zıvır üretiminde başarılı olduğu için itibarı ve insanların o düşünce tarzına tam köle olmaları. Gerçek ve hakikat hep bilimsel açıdan değerlendirilir. Daha da kötüsü bazı hiyerarşi beynine yerleşmiş olanların karşıdaki kendilerinden daha üstte değilse hemen havlamaya başlamaları.

    … MARKSİST-LENİNİSTLER İÇİNDE HİYERARŞİYİ EN MÜKEMMEL SAVUNANLARI; İSLAMCILAR VEYA ‘SHAİVİTE’LER BİLE SÖYLESE ONLARI SIRTIMDA TAŞIRIM (TAŞIRIZ)!”

    Bookchin ve Watson’u okumadan ben Detroit’deki arkadaşlarımı küçük düşürücü laflarınızı unutmayın. O tavrınız sizin hiyerarşiyi benimsediğinizi göstedi. Sadece Bookcin dedi diye, doğrudur kararına vardınız. Onları hala okumadığınızı sanıyorum. Çünkü Watson Bookchin’in kendine benzeyen bir çok anarşitler gibi marksist-leninistlikten bir türlü kurtulamadığını iddia eder, bence apaçık. Ben İngiltere’de marksist-leninistlik günahlarını çıkarırken anarşistlik stajı yapan birine “artık ürün medeniyeti yaratmaz, medeniyet artık ürünü yaratır”, yazdığımda daha henüz anarşistlik doktora diplomasını almayan ve size benzeyen biri beni defalarca düzeltti. Bolşevikler, amaçları devlet kapitalizmi, modellerinin o zamanki Almanya olduğunu (Osmanlıları düşün), açık açık söylemelerine rağmen hala burjuvalığı, endüstrileşmeyi, kapitalizmi acele yapmak isteyen Bolşevik darbeye “büyük devrim” diyenler var.

    Lenin:Left-Wing Communism: an Infantile Disorder 1920

    Lenin_The State and Revolution 1917

    Lenin: Pravda 5 may 1918 (Bolşevik darbesinden 6 ay sonra) ekonomi altın yumurtaları, Junker Almanya taklitçilik maymunluğu,

    Trotsky: : Terrorism and Communism 1920.

    Taylorizm’i mükemmeleştirme. Senin fetişler: mecburi EMEK ve EYLEM (Cumartesi ve Pazar dahil), yani çalışma. Senin fetişler: ECONOMİSTLER Mill ve Bentham teorileri, kısacası aynı şimdiki anarŞHITler gibi başkalarının adına pezevenklikler. Daha da kısacası senin subay veya polis ruhunun aynısı. Sana biraz bilgi vereyim de belki haddini bilirsin.

    Trotsky: 1905

    “ÖZGÜRLÜĞÜN” NE DEMEK OLDUĞUNU 1960′LARDAN VE 1970′LERDEN DAHA İYİ BİLEREK, GÜNÜMÜZÜN EN ÖLÜMCÜL TEHLİKESİ “KAPİTALİZM”E KARŞI ORTAK MÜCADELE YÜRÜTMEK İLK HEDEFİMİZDİR!

    Ben bunu son derece tehlikeli gördüm. Çabucak en son ve en iyiyi bilenlere cahillik pasaportu olur.1960’lar ve 1970’leri (ki, siz böyle ve benzeri lafları çok kullanıyosunuz, hiyerarşik düşünme ve bazı otoritelere fazla güvenme alışkanlığı olmalı) bırak ben bu tarihlerden önce yazılmış özgürlüğü şahane anlatan binlerce yazı ve daha da önemlisi yaşanmış hayat örnekleri verebilirim. LaBoétie (1549) bir örnek, aşağı yukarı MÖ 369- 286 arasında yaşayan Zhuang Zhou diğeri. Amerika tarihini en güzel anlatan bir kitap şöyle başlar:

    Jollity and gloom

    were contending for an empire.

    alemi neşelilikle doldurmayla

    alemi gam dünyasına çevirmek

    yarışıyorlardı.

    Bu kitap 1980’de yazıldı. Alıntı 1837’de yazılan bir kitaptan.

    Son olarak da sokaktaki insanın (her ikisi) düşündükleri seks, spor, dizi yıldızları. Dünyayı yönetenlerin seksi ev ve yataktan sokağa dökme teşvikleri boşuna değil. Bir yandan senin sokaktaki insanları gözle (burjuvanın sonsuz tercihi duyu) tatmin eder, diğer yandan devrimci püritenlere boşalmayı başka yerde aratır. Bu aslında ciddi ve önemli bir konu.

    Bolşevik darbesinden hemen sonra halk arasında en fazla çözümünü bulmak istenilen seks sorunuydu. Ne var ki seks gibi önüne geçilmez bir isteği sonraya bırakanın, diğer her türlü isteklerini de sonraya bırakmayı kabul edeceğini bilen pezevenk bolşevikler hemen işi, diğer her şeyi yaptıkları gibi, parti üyeleri olmuş bilim adamı uzmanlara havale ettiler. Onlar da bu istekleri köreltmek için çocukların gece nasıl yatmasından tut, giydikleri donlara, ve sandalyede oturmalarına kadar denetim altına alınmalarını ileri sürdüler ve uygulandı. Devletin elinde olan her türlü pezevenkliğin modeli olan okullar da, bu beyin yıkamasını çocuklara aşıladılar.

    YaLaKa yazarına benzeyen biri seks alanında aynı kurnazlıkla para kazanmak amacıyla sokaktaki insan seks düşünmediğinde ne düşünüyor adlı 400 boş sayfa bir kitap yazdı. Ssanırım amacında başarılı oldu. Freud seksin bir hazine olduğunu, boşuna sezmedi. Özellikle YaLaKa ve broşürdeki senin sokaktaki insanlar arasında. Stefan Zweig açık açık, “biz orta sınıflar arasında seks gerçekten büyük bir sorundu, ama fakirler mahallesinde bir sorun değildi”, der Freud’uni diğer bir hazine sezgisi de insanın yaşamdan nefret etmesi ve ölümü araması. Bence konu Freud’un çok derin olması değil, ne bildiğimiz ve daha da önemlisi ne anladığımız. Bu konuda en güzel kılavuz C. W. Mills’in “Sociological Imagination” kitabı.

    Yeni ve daha heyecanlı maçlarınızda daha başarılı olmanız dilekleriyle.

    Sizde esen kalın.

  148. Sayın 142,

    Amaçlarımız:
    Ne konferans vermek,
    Ne anarşizm postuna saklanıp Marksizmcilik oynamak,
    Ne de anarşizmi kainata yaymak.

    Bütün bunların ötesinde; “terbiyesizlik etmek” amaçlarımız arasında hiç olmadı, olmayacak.

    126 numaralı metnimizi:
    Tam manâsıyla anlamadınız mı?
    Yoksa, kasıtlı olarak anlamazlıktan mı geliyorsunuz?
    Bunu çözebilmiş değiliz…

    “Permissive” kelimesini tekrar hatırlatırız.

    Evet bir maç hâlindeyiz! Ama kapitalizme karşı maç hâlindeyiz!

    Bu maç hiç heyecanlı değil; ölümcül!

    Ve bu maçta, kapitalizme karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz!

    ***
    “Yine anarşistlik diplomanız ortaya çıkarıldı. Özür dilerim, YaLaKa ve broşürdekilerle sizin birkaç defa sıraladığınız sefil sokaktaki insanlar arasındaki farklar devasa. YaLaKa ve broşürdekiler, eğitim görmüş, bolluk içinde yaşamış, yüksek ücretli işlerde çalışmış orta sınıf zengin ailelerin çocukları.”

    İşte sorun burada başlıyor.

    Turuncu-Mavi-Yeşil-Beyaz…YaLAka olmayı BİZ Mİ istedik!
    Yoksa, SİSTEM Mİ istedi!

    Niçin bizleri tırnak içinde ifade ettiğiniz şekilde yetiştiren SİSTEMİ; sizler kendi zamanınızda öngördüğünüz hâlde, değiştirmek için “uyarılara” başlamadınız!

    Niçin bizleri tırnak içinde ifade ettiğiniz şekilde yetiştiren SİSTEMİ; “Discourse on Voluntary Servitude”ü çok iyi bildiğiniz hâlde, “harekete geçmediniz”!

    Niçin bizleri tırnak içinde ifade ettiğiniz şekilde yetiştiren SİSTEMİ; sizler kendi zamanınızda öngördüğünüz hâlde, değiştirmek için “eylemlere” başlamadınız!

    Bugün birçok şey faklı olabilirdi, niçin olmadı!

    ***
    2000 yılı reklamcılığını şunlardan öğrendik:
    Jean-Jacques Rousseau,
    Thomas Hobbes,
    Mikhail Bakunin,
    Pyotr Kropotkin,
    Alexis de Tocqueville,
    Henry D. Thoreau,
    René Descartes,
    Baruch Spinoza,
    Karl Marx,
    Friedrich Nietzsche,
    Taptuk Emre,
    Emma Goldman,
    Rosa Luxemburg,
    Bertrand Russell,
    Sigmund Freud,
    Jacques Lacan,
    Edward Bernays,
    Antonio Gramsci,
    Hannah Arendt,
    Şems-i Tebrîzî,
    Ahmet Hamdi Tanpınar,
    Ortega y Gasset,
    Erich Fromm,
    Theodor W. Adorno,
    Herbert Marcuse,
    Martin Heidegger,
    Rigveda,
    Samaveda,
    Yajurveda,
    Atharvaveda,
    Michel Foucault,
    Jean Baudrillard,
    Fyodor Dostoyevsky,
    Franz Kafka,
    Albert Camus,
    Robert Lee Frost,
    Joseph Conrad,
    Eduardo Galeano,
    Gabriel García Márquez,
    Louis P. Althusser,
    Pierre Bourdieu,
    Kurt Vonnegut,
    Jack Kerouac,
    Eric Hobsbawm,
    Noam Chomsky,
    Ivan Illich,
    Zygmunt Bauman,
    Edward W. Said,
    Howard Zinn,
    Gore Vidal,
    Anthony Giddens,
    Bertell Ollman,
    Richard Sennett,
    Fredric Jameson,
    Marshall H. Berman,
    Ulrike Meinhof,
    Malcolm X,
    Martin Luther King, Jr.,
    René Guénon,
    Paul Connerton,
    Guy Standing,
    Miguel de Unamuno,
    David Rolfe Graeber…

    İlk anda aklımıza gelenler.

    ***

    “…sokaktaki insanlar, biçarelilikten bize şantaj yaptılar.”

    Niçin bu “SOKAKTAKİ İNSANLAR!” biçareliğe mahkûm edildi!

    Eğer mahkûm olmasalardı, size yine şantaj yaparlar mıydı!

    Niçin Detroit’te $5 Dolar’a mahkûm edilen bir başka “sokaktaki insan!” size bıçak çekti!

    Eğer mahkûm olmasaydı, size yine bıçak çeker miydi!

    “Detroit arkadaşlarım ve ben aslında tamamıyla aynı sıradan sokaktaki insanlar gibi yaşadık; tek fark, 60ların getirdiği bilinç ve okuduklarımızla sokaktaki insanların düştükleri tuzaklarından uzak kalmamız.”

    Niçin o tuzakları ortadan kaldırmak için, diğer “SOKAKTAKİ İNSANLARI!” da uyarmadınız?! Niçin diğer “SOKAKTAKİ İNSANLARA!” da bilinç aşılamadınız!

    “Sokaktaki insanlar” ile “Özgür insanlar” arasındaki farkları “somut olarak” açıklar mısınız?

    “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!

    ***
    “Bütün Devletler özgürlük ve demokrasiden sonsuz nefret ederler. Bunun altlara süzmesi de normal. Tek özgür insan vatandaştır.”

    Aynı şeyi söylüyoruz, haykırıyoruz, bağırıyoruz ama sesimiz duyulmuyor.

    Devletler ile aynı anda hareket eden “şirketokrasi!”nin daha tehlikeli olduğunu işaret etmeye çalışıyoruz!

    Evlatlarımızın bugün, birer “Turuncu-Mavi-Yeşil-Beyaz…YaLAka” adayı olduğu uyarısını boğazımız yırtılırcasına haykırıyoruz! Ama yine de “amip gibi bölünmeye!” devam ediyoruz!

    ***
    Şu açıklamanız, kusura bakmayın, konu hakkında önyargılı olduğunuzu gösteriyor: “Sizin sokaktaki insanları ve sıradan sokaktaki insanları savunanlar bunu hemen banalleştirip şantaja çevirirler.”

    Yukarıdaki ifadelerimizin hiçbirinde “küçümseme ifadeleri” göremezsiniz.
    Sadece “hâlâ niçin eyleme başlamıyoruz?” sorumuz temelinde tonajı yüksek eleştirilerimizi görürsünüz!

    “Hadi, sistemi değiştirmek için; hareket edelim!” diye haykırmak niçin banalleşme?!

    […
    Benzerlerini kendimiz bir çok defalar yaşadık. Ama siz bana soracağınıza, tamamıyla hiyerarşiye alışkanlıktan, bazı otoritelere fazla güvenceden benim ve arkadaşlarımın kişisel yaşamlarına dil uzattınız. Bunu doğru bulmadım ve bulmuyorum.
    …]

    […
    Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.

    Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!

    Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
    …]

    Ana rahminden yeni çıkmış bir bebek (genellikle) kendini yırtarcasına ağlar. Ebe, hemşire vb. tarafından bebeğin poposuna vurmak bir tür gelenektir. Gerekçesi ise hep şöyle anlatılagelir: “Akciğerlerine oksijen gitsin. Dünyaya alışmaya başlasın.”

    “Gezi” bir nevi “gerçek oksijen”di!

    Akciğerlerimizi öyle şiddetli yaktı ki, “gerçek özgürlük!”le ne yapacağımızı bilemez olduk, ve hâlâ debelenip duruyoruz!

    Niçin?

    Çünkü, hâlâ, beyinlerimize enjekte edilenlerle yaşıyoruz! “Hiyerarşi”yi reddettiğimizi haykırmamıza rağmen, DNA’larımıza bebekliğimizden itibaren kodladıkları yapıyla, yine yeniden hiyerarşi jargonuyla konuştuğumuzun farkındayız!

    Peki siz daha önce bunun farkında olduğunuz hâlde, niçin zamanında bizlere bilinç aşılamadınız!

    [“özgürlüğün” ne demek olduğunu 1960’lardan ve 1970’lerden daha iyi bilerek, günümüzün en ölümcül tehlikesi “kapitalizm”e karşı ortak mücadele yürütmek ilk hedefimizdir!]

    Bu ifademizin öncesini gözden kaçırmanız ne acı!

    İfademizin öncesine bir kez daha bakarsanız; [“Artık ‘Monty Python’s Life of Brian’ın sahnesini tekrar etmek istemiyoruz! Artık ‘amip gibi bölünmek!’ istemiyoruz!] açıklamamızı göreceksiniz!

    Yanlış anlamışsınız, düzeltelim:
    Bugün (yani 1980 sonrası!) “hizipleşme”nin, “fraksiyonlar arası atışma”nın gücümüzü tükettiğini 1960’lardan ve 1970’lerden daha iyi biliyoruz!

    Sadece bunu ifade etmek istemiştik!

    Umarız şimdi anlaşılmıştır!

    Unutmayınız:

    Siz ve çevreniz,
    Gün Zileli ve çevresi,
    Biz ve çevremiz;
    “eyleme” geçmediğimiz müddetçe;
    “Lifestyle (…)”ız!
    Konformistiz!

    [Not: (…)’nın yerine istediğiniz kelimeyi, kavramı, ideolojiyi ve diğerlerini koyabilirsiniz!]

    ***
    “Günümüze egemen burjuva tanımı aşırı genel ve soyut olduğundan, özgürlük imkansız.” İmkânsız değil! Bakınız: “Discourse on Voluntary Servitude!”

    […
    Bir filozof, “kişi için erişilecek en yüksek erdem, özgürlüktür”, dedi. Ardından gelen, “Bütün dünya insanları özgür olmazsa, kişinin özgür olması imkamsızdır!”, dedi.

    Tamamıyla katılırız, ama yine de, saklanıp özgürlüğünü kullanma, genel akışdan çıkma fırsatlarından faydalanma yolları var. Biz bunu yaptık. Karşılığı adi şantajlar.
    …]

    Keşke o şantajları size yöneltenleri ikna etmeye çalışsaydınız!

    […
    Hatta ben olsam, sorulara kuzu kuzu cevap vermektense, soranın ayağını kaydırıp kendisinin çalıştığı yerde ne gibi durumlara katlandığını, maaşının ne olduğunu, hayatından memnun olup olmadığını, seks sorunlarını, karısıyla ilişkilerini, çocuklarıyla yaşadığı sorunları, kurduğu hayalleri ve yüzlerce benzeri sorular sorardım. Ve yaptım da, ve hemen toz oldular. Cevap verenin medya yıldız olma merakı çok apaçık.
    …]

    Niçin “bu eyleminizi!” daha geniş bir alanda yapmaya yanaşmıyorsunuz?! Biz bu eylemi ortak yapmak için size yanaşmaya çabalıyoruz! Hiç kimse yıldız olmaya çalışmıyor, yıldız diye yutturulanların sadece birer “puppet!” olduğunu ortaya koyuyor!

    (Not: Röportajdaki “Garanti Bankası CEO’su” kelimeleriyle başlayan paragrafı tekrar okursanız, röportaja büsbütün katılmasanız bile; o kısmın sizin isyanlarınızla da örtüştüğünü göreceksiniz!)

    ***
    Yaşadığınız hayal kırıklıklarını sık sık “şantaj” kelimesi ile ifade edişinizin aynısını birkaç gün önce, bir tanıdığım da anlattı.

    Adresi şu: https://twitter.com/AFSARTISING/with_replies

    Kendisinin kelimeleriyle aktarıyorum:

    “Yakamın rengi ‘beyaz’ sayılmaz, yine de başımdan geçen bir olayı anlatayım. Yeni mezun mühendis olarak bendeniz, şirkette bölüm sorumlusu olarak çalışırken, bölümüme bağlı diğer çalışanlarla ve (mavi yaka) işçilerle arkadaş olarak çalışacağımıza inanarak çalışmaya başladım. Herhangi bir olay olduğunda, mavi yaka’nın tarafını tutarım. Mavi yaka’nın bir talebi olduğunda, yönetime iletirim. Şirketteki diğer mühendisler benim bu davranışlarıma göz devirir, ama ben yine de bildiğimi okurum.

    Gel zaman git zaman; mavi yaka’larla olan bu yakınlığımın aslında şirkette ‘sevilmememe’ sebep olduğunu gördüm! Bu umurumda değildi, zaten bekliyordum!

    İşin kötü yanı: Mavi yaka’ların tek istediği beni ezmekti! Senelerdir mühendislerin koyduğu tüm kuralların intikamını benden almaktı! Bunu öğrenince şok oldum! İşten eve aynı servisle dönerken, sudan bir bahaneyle kavga çıkarıp bana bağırma-çağırma girişimleri; bardaktan taşan son damla olmuştu! Beklentilerini karşılayamamıştım!

    Bugün; ‘yaşı ilerlemiş mühendislerin’ neden asık suratlı, ters, kaba-saba davrandığını daha iyi anlayabiliyorum! Günlük hayatlarında farklıydılar. Ama şirkette saygı görmek ve işlerini yapabilmek için öyle davranmaları gerekiyordu!

    İşten çıktım!

    Mesleği bırakmayı düşündüm!

    Sonra, tek başına çalıştığım bir işim oldu. Gezdiğim fabrikalarda yine mavi yaka’yla sohbet ettim, yine arkadaş oldum. Onları yine dinledim, dinlemez olaydım! Her sohbette nefret ve saldırganlık!

    Örnekler sonsuz…

    ‘1 Mayıs çağrısı’na ana-avrat söven mi dersin!
    Koca bir oda dolusu adamın, eylemcilere tecavüz etmek dahil, işkence ve öldürme fantezileri mi dersin!
    Ne ararsan var!

    Hadi hepsini geçtim;
    ‘Gezi’de kaç mavi yaka vardı?

    Veya soruyu söyle sorayım:
    2015 Ağustos’una geldik, üzerinden 2 yıl 2 ay geçti; şu an kaç mavi yaka’lı destekliyor ‘gezi’yi?

    Daha gerçek sorular da sorabilirim!

    Bir ateist, Kürt, Ermeni, Yahudi vs. öldürüldüğünde kaç mavi yaka’lı üzülür bir fabrikada?

    Metal işçileri istedikleri zam dışında; sanıyor musunuz ki, herhangi bir toplumsal olayda duyarlılık gösterir? Buna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız; yanılıyorsunuz!

    Burnundan kıl aldırmayan ‘beyaz yaLAka’lar ise hâlâ var! Birçok fabrikada ‘beyaz yaLAka’ların yemek yediği odalar bile farklı yerlerde! Sıraya girip yemek yiyorlar; ‘bizimkiler geliyor!’

    Beni sorarsanız: Ben adam olmadım! Hâlâ bu tip olayları görsem ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE konuşuyorum. Sürüp giden yanlıştan dem vuruyorum!

    1 Mayıs kutlamalarında, şu meşhur ‘tulumlu, yumruğu havada işçi posteri’ni görünce aklıma hep bunlar geliyor, işçilerle sohbetlerimiz geliyor. Bağdaştıramıyorum!”

    [Not: “…ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE…” şimdi daha net görebildiniz mi, niçin DNA’larımıza “hiyerarşi”nin kodlandığını, sevgili 142!]

    ***
    Bir tek konu hariç; hiçbir konuda anlaşmak zorunda değiliz:

    Bir okyanusun ortasıdayız.

    Bir geminin deposunda hapsedilmiş durumdayız.

    Gemide 3 kişi var.

    Gemi = Hayat

    Kaptan = Kapitalizm

    Siz = (A)

    Biz = (B)

    (A) ve (B) hiçbir konuda anlaşamayan iki tutsak. Tek istedikleri; gemiyi, özgürlüğün rotasında yüzdürmek.

    Kaptan’ı tek başına yenmek mümkün değil! Ancak ve ancak (A) ve (B) müttefiklik yaparsa Kaptan yenilebilir!

    “Cath-22” döngüsü içindeyiz!

    (A) ve (B) “ortaklaşarak eylemlere” başlamazlarsa, sonuca ulaşmak mümkün değil!

    Eğer siz, “(A)”, müttefiklik yapmaya yanaşmazsanız, herkes bu gemide ölecek; Kaptan da dahil!

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness – embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    Howard Zinn
    1922-2010

    Evet bir maç hâlindeyiz! Ama kapitalizme karşı maç hâlindeyiz!

    Bu maç hiç heyecanlı değil; ölümcül!

    Ve bu maçta, kapitalizme karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz!

    Hâlâ amip gibi bölüneceksek; esen kalın!

  149. 143 Anonim’e Pipsqueak’den 126’ya yeni yanıtım
    ****Genel Yanıt 1****
    Bu uzun yazım son derece basit bir şekilde özetlenebilir. Siz de Zileli gibi aşağılık yapıp özür dilemediniz ve onun gibi laf oyunlarıyla kıvırdınız. Zamanımızın en büyük sorunu olan insanlıktan çıkmışsınız. İnsan olacağınıza lağım fareleri, daha da kötüsü anarSHIT-devrimci olmuşsunuz. Naziliği anlamak isteyen araştırıcının ilkeler veya inançlar uğruna her şey meşru adiliği. Günter Grass da kitaplarıyla bunu anlamaya çalıştı.
    Başkaları adına konuşmamayı sadece onlara karşı saygı duyduğumdan nüans ve kısıtlı sözlerle sınırlarım. Fikirlerine katıldığım karım, arkadaşlar, yazarlardan öğrenip, simyacı potasında karıştırıp “kendime”mal ettiğim inanç ve ilkeleri size açıklamak istemiştim.
    Yazışmamıza başladıktan kısa bir süre konu hiç beklemedeğim, eğriti mantıklarla yargılayan, soyutlamalarla tümden teke indirgeyen, azılı, heyecandan kabı kabına sığmayan, hoplayıp zıplayan bir devrimcilik salak konuşmalara döndü. Buraya ilk geldiğimde aynı konuşmaları sizlerin eski klonları Türk ve Kürt devrimcilerinden duymuştum. Sizi samimi sanıp hayatımdan ve arkadaşlarımdan sonsuz kısa verdiğim örnekler, düşüncelerim, beğendiğim kitaplar ve yazarlardan alınıtlılar, Nuhtan kalma SOKAKTAKİ İNSANA değinme, EYLEM, EMEK adına marksist-leninist-stalinist-falan filan- eski-ama- yeni anarşistliğin çığırtanlıyla şantaj, hakaret, küçük düşürmelere çevirildi. Tüm uyarılarıma rağmen taş uykusundan uyandıramadım. Bir yazı veya kişiyi eleştirmeyle sizin ve Ulu Şef Zileli’nin köpek havlamaları arasındaki farkı görmeyecek kadar büyü altında kalmış olduğunuz besbelli. Örnekler sonsuz, buradaki Paul’u konuşturan ve eleştirisi, Rehnami ile Illich, C.L.R. James ile E.P. Thompson, J. Goytisolo ile G. Grass, … arasındaki geçenlere bakın. Sizin model, eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama-yeni anarşist, kısacası pezevenk Lenin. Ve “Ne Yapmalı?”
    Fredy çoktan size yakışır bir kitap yazmıştı. Sosyal medyadan topladıklarınızın veri-bankacılığını yapacağınıza, biraz okuyun. Hele Gasset’in en güzel modeli sıradan insan: cahilliğinden gurur duyan politika ticareti uzmanı Ulu Şef!
    143 nolu yazınızda,
    126 NUMARALI METNIMIZI:
    TAM MANÂSIYLA ANLAMADINIZ MI?
    sorunuzdan dolayı 126’yı tekrar okudum.
    Cici bici laf cambazlığınızı geçip Reich’ın “Dinle, Küçük Adam!”la simgelediği zamanımızı canlandıran siz ve Şefinize hitap ettim. Sorun benim anlamamam değil, sizin ne dediğinizi anlamamanız, otomaton oluşunuz. Bu, medeniyetlerde, çok, çok çok eski bir hastalık. Yoga bu otomatonluğa karşı önlem olarak en az üç bin yıl önce geliştirildi.
    Tabii gözümden kaçanlar olmuş olabilir ama ben asıl ve öz olarak algıladıklarıma yanıt vermiştim. Ben birinci, ikinci veya üçüncü şahısları anlamıştım. Öz ve asıl olan şu: sizin sürekli SOYUT kavramları kullanmakla aslında farkında olmadan şantaj, küçük düşürmeniz, hakaretleriniz. Bu tam anlamıyla “life style” ve “içi boş potlatch” saçmalıklarıyla başladı. Ardından sizin aslında ÇOK BÜYÜK ULU ŞEFİNİZ ZİLELİ’DEN bile büyük, eski marksist-leninist- trotskyists -falan filan-yeni anarşist Bookchin’in kitabını bile okumadığınızı anladım. “Potlatch” da öyle. Her ikisinde sosyal medyadan topladıklarınızla veri-bankası hastası olduğunuzu gördüm ve yazılarınızı incelemesi için gönderdiğim sosyal medyanın zararlarını araştıran arkadaştan gelen cevap bu sezgimi tamamıyla kanıtladı.
    Son derece basit örnekler.
    Fredy’nin kitabını övüyorsunuz, Watson’un kitabından bihaber olma sizi hayıflandırıyor, bana kitap üstüne kitap isimleri veriyorsunuz. Hemen arkasından dediklerim ve adını ettiğim kitapların SOYUT SOKAKTAKİ İNSANA DEĞMEZ, EYLEM, EMEK nakaratları, bebek mantığıyla küçük düşürmeler ve hakaretler geliyor.
    Bebek mantığı: Herkes suçlu, o halde biz ve özellikle benim seçtiğim kitap yazmış yüce fetişlerim ve tanrılarım hariç, siz de suçlusunuz.
    Fredy’i okumadığınız, Watson’u okumadığınız, eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist ULU şefinizden daha ULU olan eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist Bookchin’i okumadığınız apaçık.
    Fredy daha başta, ” And we are here as victims, or as spectators, or as perpetrators of tortures, massacres, poisonings, manipulations, despoliations.”, der. Okumadığınız ve diğer sözünü ettiğiniz kitaplar ve yazarlar gibi sadece ve sadece sosyal medyadan toplayıp veri-bankacılığı ettiğiniz ve hatta her banka gibi (bak o derin, derin, çok çok derin Freud) kabız olduğunuzdan arkadan çıkaramadıklarınızı ağzınızdan çıkarıyorsunuz. Günaydın sayın anarSHIT azılı devrimci! Hepimizin bu bokun içinde olduğumuzu, Fredy’nin kitabı çeviren bana hatırlatmayla kalmayıp bunu bahane edip hakaretlere ve dışkılarınızı ağzınızdan kusmaya devam ediyorsunuz. Daha doğrusu Ulu Şefiniz gibi hali vakti yerinde bir ailelerden geldiğinizden avangart-ama-değil oyunuyla, geldiğiniz sınıfın pişmanlığı içinde, hem bağrınızı dövüyorsunuz hem sefilleri şantaj olarak kullanıp horozluk ediyorsunuz. Ben Amerika’ya gidene kadar fakirler (sefiller değil) arasında yaşadım, orada da sıradan insanlarla düşüp kalktım ve burda da öyle. (Yine bak romantik tarihindeki “Paul”un dediklerine ve uyan!) Ben sizin fakirler veya sefillerle bir gün bile geçirmediğinizi çok ama çok açık görüyorum. Sizin etiket dağıtma makinesi olan Ulu Şefiniz KOCA KOCA CAHİL KELLE ZİLELİ buna “popülizm”, der ve siz enayileri uyutur.
    Yukarıda sözünü ettiğim kitapları okumuş olsaydınız şimdiye kadar bana ve arkadaşlarıma eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerin KUTSAL KİTABINDAN KUTSAL ALINTILAR OLAN, SOYUT SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK gibi son derece adi şantajlarınızdan, küçük düşürücü hakaretlerinizden dolayı özür dilerdiniz. Size onun için tarihte modernler kadar dinci insana rastlanmadığını yazdım ve sonra bir yazı gönderdim. Ve bilerek bu dininizin 19.yy’da zirvesine ulaştığını, yazının 1958’de yazıldığını ekledim. Çünkü Ulu Şef’in cahilliğini salt siz görmüş ama bunun Türkiye’ye YENİ olduğunu siz söylemiştiniz. Ama nerede yeni dinin taş uykusundan uyanmak!
    Mantığınız/mantıksızlığınız: BİZİM için kutsal olan, BİZ = HERKES, herkes için kutsal.
    Ben Detroit’de Fifth Estate gibi dünyaca tanınmış ve saygıyla okunan bir aylıktan söz ettim, karşılık: EYLEM havlamaları.
    Size eylemlerinizin ne olduğunu sordum karşılık: cici bici isimli bir şarlatan Sarp Mogan’ın en adi modalardan birinin taklidi ve çocukların okuyacağı broşürler çıktı. Ve bunları utanmadan göndermeniz sizin Fredy, David, Fifth Estate hakkında bildiğinizin sıfır olduğunu, sadece Ulu Şef’inizi Ulu Şefi Bookchin (onu da okumadığınız çok belli) dışkılarını yutan Zileli’den aldığınız emirle karşılık verdiğinizi anladım.
    Ben düşündüklerimi yazdım siz sloganlar, kitap ve yıldız yazar adları, site adresleri gönderdiniz.
    Eğer Fredy ve Watsonu okuyup Bookchin’in yazdıklarıyla kıyaslasaydınız beni ve arkadaşlarımı daha iyi tanır “neden bir şey yapamadınız?” anlamına gelen, “neden bir şey yapmıyoruz? sorusuyla laf cambazlığı, adilik, çirkinlik, dolaylı küçük düşürmeler yaptığınızı görürdünüz. Bu orospu taktiklerin eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama en son ve en iyi anarşistlik olunca değiştiğini sanma uykusundan uyanmanız imkansız olmuş. Bunlar bilgili ve olgun insanların yapmayacağı şeyler. Sizin bilgili değil sosyal medyadan topladıklarınızın veri-bankacısı olduğunu gösterir. Siz aynı Amerika’ya varan, kendi dinlerinin doğru olduğundan emin, püritenlere benziyorsunuz. Benim çok daha farklı düşündüğümü anlayacağınıza SOKAKTAKİ İNSAN’A değmezlik, EYLEM’DEN yoksunluk, EMEK’E saygısızlık SOYUT basmakalıp laflarla ve herkes için doğruysa, sen ve ve arkadaşların için de doğru olmalı, aslında totoloji olan, mantığını/mantıksızlığını kullandığınıza hala uyanmadınız. Ben bunda marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama-yeni anarşistlerin pis kokularını hissettim. En fanatik olan dinlerin, aynı zamanda evrensel olduklarını bile bilmiyorsunuz.
    Zaten siteye yazanlar, sitedeki kitaplar, Zileli’nin eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama-yeni anarşist banal yazıları, sizlerin felsefe ve felsefe tarihi, bilim-teknik ve bilim teknik tarihi, antropoloji, mitler ve dinler, medeniyetin çıkışı ve çıktığı yer ve yayılışı, medeniyet dışında olanların medeniler hakkında görüşleri, hatta çoban göçebelerin (pastoral nomads) bile yerleşmişleri hor görmeleri, bu konularda eleştiriler, … sonsuza dek ve kendi başına sayfalar yazıp örneklerle kanıtlayabileceğim son derece elzem konularda ne kadar uzak ve derin bir taş uykusunda olduğunuz besbelli.
    Hiç utanmadan ve bir düşünüre değil daha çok içi boş bir insanın nihayet bulduğu bir yeni dinin verdiği hız ve coşkunluğuyla, YaLaKa’da yaptığınız gibi, acınacak sefillikleri sıralamayla o dine ne kadar bağlı olduğunuzu kendinizi, ve sadece kendinizi, belki de bir defa Marksist-leninist-stalinist her zaman Marksist-leninist-stalinist Ulu Şefiniz Zileli’yi, ikna etmek istediniz. Ben bu adilikleri sadece medyada ve ayıpları örtmeyi kendilerine meslek edip iyi para kazananlarda gördüm.
    En kötüsü diyalektik düşünmeden yoksunluğunuz. Her şeyi kelimesi kelimesine anlıyorsunuz, hayal gücünden mahrumsunuz. Örneğin, sizin eski dininizin tanrılarından biri olan Ulus Baker’e “born again Marxsist”liğin pezevenkliğini yaptığını yazıp size yazdıklarımın yüzde birini açıklayıcı bir yazı ekledim. Tabii haklı olarak pezevenkliği kabul etmedi ama sizden ve Ulu Şef Zileli’den sonsuz daha bilgili ve okuduklarını ezberlemekten çok anlamış olduğunu gösterip söylediklerimde büyük bir gerçek payı olduğunu kabul etti. Sırası gelmişken, eğer Ulu Şefler Ulu Şef’i Bookchin’i okumuş olsaydın otonomi hakkında ne dediğini bilir ve sizin o kitabı okumadan papağanlık yaptığınızı göreceğimi bilirdiniz.
    Benim için sokaktaki insan et ve kemikten oluşmuş, tek başına hiç bir şey olmayıp korku içinde titreyen, umut, istek, hayal, rüya, karşılıksız aşk, yaşlılıkla gururu çiğnenen, hastalık ve hastanelerde orospu çocukları şarlatan doktorlar tarafından küçük düşürülen (aynısını siz bana yaptınız, insanların kanına girmiş!), hastanelerde doğan ve ölen, aile dertleri içinde olan, çocuklarıyla bile başa çıkamayan, karısı veya kocasıyla sorunlar yaşayan, ölümsüz Devletler ve Kurumlar ve Örgütler tersine ölümlü, kendisiyle çocukları arasına girip kendini çocuklarının gözünde küçülten pezevenk okullara belini bağlayan, başkasına yalan söyleyip kazık atan, kendine yapılınca dert yanan, güvendiğinin dolandırıcı olduğunu iş işten geçtikten sonra öğrenen, sıkmak için uzattığı eli havada kalan, hiyerarşi (sizler gibi) genleriyle doğan, buradaki devrimci orospu Türkler ve Kürtler gibi çocuklarının okullarda başarısıyla ve zekasıyla övünen ve ben “peki aptallara ne olacak?”, diye sorduğumda, hiç çocuğumuz olmadığı için (EYLEM miti) anlamadığımızı ileri süren veya konuyu değiştiren*, çocuk yaptıkça sosyalden daha fazla para alan lağım farelerine dönmüş çelişki dolu somut insan. Çelişkilerden, gecekondu, geto, varoşlardan arınmış insan sadece ve sadece pezevenk bilim-teknik adamları, matematikçiler, pozivist filozoflar, politikacılar, …, kısacası siz ve Zileli gibilerin beyninde. Ben size yazıp ima ettim. Ama şefiniz gibi politikadan başka hiç bir şey bilmemeyi gurur ve erdem yapan sizler (Gasset’i de okumadığınız belli) anlamadınız bile. Matematiğin bile çelişkiden arınamadığı, bunun kuantum fizikde belirsizlik prensibi tecessümü olduğu, çelişkisiz bir teori veya eserin ölü olduğunu bile bilmiyorsunuz. Feyerabend’i okuyun. Hatta ANLAYIN veri-bankacılığıyla politika leblebileri dağıtmaktan vazgeçin!
    *Biz, çocuğumuzun bizim değil medya ve okulun çocuğu olacağını bildiğimizden çocuk yapmadığımızı söylediğimiz halde siz ve Zileli’nin buradaki eski klonları gibi utanmadan sırf bizi küçük düşürmek için yalan söylediğimizi ima ettiler.
    Sanki sizin huşu içinde adları ettiğiniz sosyologlar, psikologlar, tarihçiler, falan filanlar İsviçre ve Avrupa Devletlerine bu devrimci ve demokrasi sevenlerin aslında yüzde bin tüketici lağım fareleri olduğunu ve özellikle en adi, en ucuz, en kitsch malları tüketmede eşsiz olduklarını bu devletlere açıklamazlar. Üstelik o ülkelerde YaLaKa tiplerine benzerler arasında işsizlik sorunu kısmen de olsa çözülür.
    Somut insan, 7-10 bin yaşanmış kölelik, günlük yaşam, ve özellikle okul ve medya (fizikte buna Hawkings ve benzeri süt inekleri, belli bir bağlamda “wild marriage”, derler) evliliğiyle doğan, günleri beyin hamamlarında geçen, binlerce yapay isteklerin hamuruyla yoğrulmuş insan. İnanılmayacak bir uyanmayla evrensellik vaadi yapılmış, ama ardından tekbiçimlilik verilmiş olan bir dünyanın hilkat garibesi insanı, mahluku. Aynı kuşların insan gördüğü zaman kaçması gibi, 7-10 bin yıl yalanlar, vaatler, kırımlar, gaddarlıklar, baskıları ve benzeri binlerce alçaklıkların altında ezilerek, yoğrularak korku içinde yaşayan insan.
    Bundan 10-15 yıl önce sokaktan somut bir insan Meryem Ana büstünün (aman marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist_MODERN-BİLİMSEL şefiniz duymasın) konuştuğunu görür. Bir süre sonra tüm ülkeye yayılır. Her zaman bok üzerine toplanan sinekler olan, gazeteciler, televizyoncular, profesörler, toplum psikoloji uzmanları heyecanlanırlar, fikir yürütürler, tartışmasını yaparlar ve sık sık olduğu gibi konu üzerine kitaplar yazılır. Son karar: toplumsal isteri. Bu karar için bu kadar büyük “spectacle”e gerek bile yoktu ama televizyon seyreden, gazete okuyan, sosyal medyada dolaşan veri-bankalarını meşgul tutma faydalı.
    Çalkantı sona erip etraf sakinleştikten sonra benim tanımadığım bir şair bu konuyla ilgili bir yazı yazdı. Okuyunca yerimden kaldırıp volta attıran yazılar gittikçe ve hızla azalmakta ama bu eşsizdi. Yazan, dürüst bir düşünürdü, medya yıldızı değildi.
    Özet:
    Sıradan insanlar dünyayı başka görünce, toplumsal isteri. Biz şair veya sanatçılar dünyayı başka görünce, şairiz, sanatçıyız. İkimizi de kafese koymuşlar.
    Somut insanların hepsi değil ama çok çoğu haklı olarak gönüllü kölelikten, sistemin sürekli çözüm, yani en son ve en iyi ıvır zıvır dağıtmasına alıştıkları için somut çözüm, somut mucize beklerler. Eğer bunları veremiyorsanız boş konuştuğunuzu anlarlar. Sizi gözü yukarıda olan bir parti üyesi, makam adayı, dilbaz görürler. Hatta ben, tarihte örneklerini gördüğümden istemeyerek, bulunduğumuz bataklığın derinliğinden ötürü, binlerce kitap okumadan, anlamadan kısa ve kestirme çözümlerin sadece imkansız değil şirketlerden bile sonsuz daha zararlı olacağını düşünüyorum. Ve somut insanın bunu yapmaya ne zamanı, ne enerjisi, ne de hazırlayıcı eğitimi var. Bazı, özellikle İngiltere’de, dürüst insanlar bunu bildiklerinden okullar açtılar.
    Bu insanın en büyük düşmanı, “sorun varsa, çözüm vardır” inancı. Çözüm, her zaman bilenlerden, uzmanlardan, benim deyimimle aracı pezevenklerden, ve özellikle hepsinden büyük pezevenk paradan gelir. Sokaktaki somut insanla aramda fark var. Ben onun inandığı dünyasının sonsuz küçüklükte bir bir azınlığın yarattığına inanıyorum eğer sanal dünya varsa, işte tek ve tek sanal dünya bu. Ne yazık ki arttık herkes aynı o dünyada. Hele BOKface ve TWATtter gibi sosyal medya robotu olmuş ilerinin düzeninde apparatçikliğe hazırlanan siz ve bir türlü vazgeçmeyenler sizler ve Zileli. Tabii insan olarak anlıyor ve hatta sempati bile duyuyorum, örneğin yaşıma rağmen çok fena sigara tiryakisiyim.
    Dur, dur hoplayıp zıplama. Sizin SOYUTLAMA hastalığınızı biliyorum.
    Aynı somut insan ilkellerde (yani medeniyet öncesi) de var. Ama hiç bir zaman bir azınlığın “çözüm”ünü yutmamış. İlkellerle medeniler arasında evren kadar büyük bir uçurum var:
    İlkellerde BİZ, bizde TEK.
    Siz heyecanla hoplayıp zıplamaya başlayıp bana şantaj yapacağınızı bildiğim halde ve 60ları ve sizin Bookchin ve yerel şefinizden öğrendiğiniz pislik dağıtma mühendisliğinizi uyguladığınız Detroit yaşamından dolayı, Gezi Park’ı gibi bir olayın sokaktaki somut insana değebileceğine inanıyorum. Sadece ben, bunun kısa ve iz bırakan olarak algılıyorum. Bazılarında derin izler bırakır, Bazıları, siz ve Zileli gibi, ticaretini yapar. Tekrar yaratmak isteyenler, ölüme tapanlardır!, kısaca bunlara örgütleme hastaları.
    Ben tamamıyla tesadüf sonucu, 60lar ve 68 olayları, okumayı ciddiye aldım. Dürüst düşünürlerle arkadaşlığımın payı da çok büyük. Ama Detroit’deki arkadaşların çoğu okumayla uyanmış değilselerse de okumamaktan uzak durmalarının onlardaki zararlarını da gördüm.
    Burada da aynı durum var ve bir örnekle açıklayayım.
    Bir noel partisine bilim-tekniğin zararlarını o güne ait bir örnekle çoğu ekolojist olan arkadaşlara anlatmak istedim.
    Son derece beğendiğim, teolojide tamamen cahil olduğumdan, teoloji dışı hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum ve teknoloji hakkında yazdığı kitapların hemen hemen tüm dillere çevrildiği bir yazarın Hristiyanlara (Kierkegaard benzeri) bir örnekle ne kadar derin bir taş uykusunda olduklarını anlatır.
    Bakın ” İsa’nın doğumunu simgeleyen/gösteren tablo”ya, der. (Python’da başlangıç sahnesi biraz değinir) Çoban, kuzu, eşşek, öküz, sıradan insanlar ve üç müneccim (zerdüş mecusileri) var. Üç müneccim İsa’nın doğduğunu nasıl bildiler? Göğü gözlemlediler, yıldızın kaydığını gördüler, onu takip ettiler. Ne getirdiler? Altın, tütsü, mürrüsafı, yani hediye getirdiler. Peki sıradan insanlar nasıl bildiler. Bildiler. Ne getirdiler? Kendilerini getirdiler.
    Bilim-teknik uzman adamları durmadan bize hediye getiren kıç yalayıcı, süt inekleri. Bir de “ogursel”le aramda geçenleri okuduğunuzu söylüyorsunuz.
    Doğacı, ekoloji ve gezegeni korumaya tam kalbiyle inanan bir arkadaş, aynı ogursel gibi, hiç beklemediğim bir yanıt verdi ve diğerleri, siz cahiller gibi, katıldılar.
    “Ama üç müneccim doğal ürünler getirdiler!” Son moda ve fetiş olan bir inançtan dolayı hem yazar hem ben sıfır olduk.
    Bu arkadaşların çoğu, Detroit gibi, okumaktan uzak, okumayı “entellektüel” bulan veya sadece moda olan konuları okurlar. Bu demek değil ki, yine Detroit gibi, uyanmış değiller.
    Ben, belki yanlışım ama Blake ile aynı fikirdeyim. Cahil saf olamaz.
    Sizin sözünü ettiğiniz “… EGOLARINI DAYATMAKTAN KENDİLERİNİ ALAMIYORLAR!” sorununu sadece düzenin yaltakçıları psikologlar egoya indirgerler. Yani sorun normal olmama, sapkın olma. Marks’ın “… değiştirme … “, lafı bu salak bilim-teknik adamaları için geçerli. Tabi dahaları da var. Örneğin yukarıdaki gibi asıl konuyu bilmemek. Eğer sizler gibi eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistleri ve her kapıyı açan anahtar SOYUT dolayısıyla anlamsız SOKAKTAKİ İNSANAN değinme, EYLEM, EMEK gibi örgütlenme propagandalarını bir yana bırakırsak, Lenin ve benzeri kendilerini dev aynasında gören yıllarca antreman yapıp dilbazlıkta usta* hırslıları bir yana bırakırsak, bireylerin olmadığı yerde bireycilik hastalarını bir yana bırakırsak, insanların farklı oldukları, farklı deneyimlerle büyüdükleri, vb., ve bu nedenden farklı görüşler ileri sürmeleri normal. Düşman gibi birlik olmak, onları taklit etmek şart olmayabilir. Herkes kendinin, haklı olarak, değersiz olduğunu biliyor. Bu sağcılık, solculuk, medya yıldızlığıyla, entellektüel orospulukla sömürülecek bir fırsat olmamalı.
    [*Belki konu dışına çıkmış olacağım ama politikacılıktan başka hiç bir şey bilmeyenlerin hakaretlerine maruz kaldım. Cahillere, sosyal medya veri-bankacılarına, bilmeyi anlamayla karıştıranlara ders vermekten kendimi alamıyorum. “Biliyorsunuz (Allah bilir hayır)”, hatta şimdi moda bile olan, şamanlığa ilk önce Tunguzlar arasında rastlandı. Daha sonra son derece yaygın ve son derece kompleks ve derin bir inanış olan bu inanç Orta Asya Türker’inin inancıydı. (Karadeniz ve Akdeniz kelimelerinin kökenlerine bak.) Müslümanlık karşısında boyun eğip kaybolması türlü nedenli ama en başta sidik yarışmasında usta, özellikle sufiler ve tüccarlar, müslümanların dil cambazlığıyla açıklanır. ]
    SITEDEKI BIR HAVLAYAN KÖPEKDEN ÖRNEK: 106 ANONIM 22 HAZIRAN 15
    TÜRKIYE’DEKI SOLCULARIN VE TÜRKIYE SOLUNUN HALI PÜR MELALINE ÇOK GÜZEL IKI MISAL O.GÜRSEL VE 103 NUMARA…SIZE TAVSIYEM ILK ÖNCE KENDINIZE BIR SORUN: İYI DE BIZ BU BOKU NIYE YEDIK?
    Bu salağa sadece ben cevap verdim. Hepiniz “Okuyup uyarmak yerine, aynı ilk okul çocukları gibi, Ulu Şefim, bak bak ne kadar biliyorum!”, sevdası içinde.
    79 ANONIM 12 HAZIRAN 15
    BILGI MALDAN HAYIRLIDIR. BILGI SENI KORUR, SENSE MALI KORURSUN. MAL VERMEKLE AZALIR, BILGI ÖĞRETMEKLE ÇOĞALIR. BILGI HAKIMDIR, MAL MAHKUM. BILGI SAHIBI CÖMERT OLUR, MAL SAHIBI CIMRI OLUR. BILGI RUHUN GIDASIDIR, MAL CESEDIN GIDASI. MAL UZUN ZAMAN SÜRECINDE TÜKENIR, BILGI UZUN ZAMAN SÜRECINDE TÜKENMEZ VE EKSILMEZ. BILGI KALBI AYDINLATIR, MAL KALBI KATILAŞTIRIR. MAL, SAHIBININ VEFATIYLA KENDISINE HIZMETI DE SON BULUR, BILGI ISE HIZMET ETMEYE DEVAM EDER. MAL SAHIPLERI MALLARININ BITMESIYLE GÜÇLERINI YITIRIRLER, BILGI ISE BITMEYEN, SÖNMEYEN BIR HAZINE VE VARLIKTIR. MAL TOPLAYANLAR ÖLDÜKLERINDE UNUTULUR, BILGI SAHIPLERI ESERLERIYLE HER ZAMAN YAŞARLAR.
    Bu bilgiyi fetişleştirene de uyarıcı cevabı salt ben yazdım. Ne okudunuz ne anladınız. O yazı kendi başına bile sizlerin ne kadar eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistler olduğunuzu, ilkeller ve geleneksel cemaatlerin neden önem kazandığını anlamaktan ve hatta bilmekten ne kadar uzak olduğunuzu, aslında sizin şefin anarSHITliğin resmi bayiciliğin yaptığını görmediğinizi gösterir.
    Eskiden sanatçı insanlara, kaçınılmaz kadere, feleğin kahpeliğine karşı dayanması için cesaret verirdi. Şimdikiler insanlara kendi kendilerini boğazlamaları için bıçak uzatırlar. Bu çok acınacak durum. Çok uzun bir tarihten kaynaklanan bir durum. Sizler bunu sömürmekle kalmıyor sizden ve Ulu Şef’iniz Zileli’den çok daha dürüst ve bilgili olan bana hakaret, şantaj yağdırıyorsunuz.
    Siz tarih boyunca son derece bilinen ve defalarca tekrarlanan bir gerçeği bile görmemezlikten gelmeyi tercih ettiğinizi görmeyecek kada kör olmuşunuz. Ancak saraya yakınlar sarayı ele geçirmenin kolay veya mümkün olduğunu bilirler. Müslümanlara kiralık asker olan vaya köle olan (örneğin Memlükler) Türkler, Bizans ve Pers imparatorluklarında kiralık asker olan Araplar, Roma imparatorları olan Almanlar, parçalanan Olmec kalıntıları ve ardından gelen şehir devletleri halinde birbirlerini yiyenleri birleştiren kiralık asker Aztekler, …, İstanbul ve Ankara gibi “Whore of Babylon”a yakın olduğundan horozlanan siz ve Ulu Şefiniz.
    İlkeller her bireyin tüm diğer bireylerden faklı olduğunu burjuvalardan sonsuz daha iyi biliyorlardı. Potansiyel çıkabilecek sorunlara mitler, ayinler, idelojilerle sonsuz sayıda çözüm getirdiler. Örneğin Avustralaya aborijinler, ideolojileriyle herkesin farklı oduğunu saklar, burjuva-kapitalizm herkesin aynı olduğunu saklar.
    Bu benden: *SOMUT SOKAKTAKİ İNSANININ YARATTIĞI DİYALEKTİK BÜYÜK BİR HAKİKAT.*
    Özet Romantik çağı inceleyen bir kitaptan. Yazar ünlü bir Marksist.
    Mr X, in his book lets Paul say the following.
    ‘You know,’ (Paul) said to his mother, ‘I don’t want to belong to the well-to-do middle class. I like my common people best. I belong to the common people.’
    ‘But if anyone else said so, my son, wouldn’t you be in a tear. You know you consider yourself equal to any gentleman.’
    ‘In myself,’ he answered, ‘not in my class or my education or my manners. But in myself I am.’
    ‘Very well, then. Then why talk about the common people?’
    ‘Because – the difference between people isn’t in their class, but in themselves. Only from the middle classes one gets ideas, and from the common people – life itself, warmth. You feel their hates and loves.’
    This is the way in which Mr X was posing it: education = ideas = middle class: experience (‘life itself) = feeling = the common people. As a protest against the ‘din-din-dinning’ of the Board School, as an affirmation in the face of enervated London literary culture, it is fair enough. But it is scarcely a valid philosophical resolution. Moreover, this kind of attitude can lend support, too easily, to another set of attitudes, strongly present in the working-class movement, about which I have perhaps said too little. The obvious cultural riposte to a class-ridden manipulative educated culture is that of anti-intellectualism:

    The pure in heart may indeed be blessed: But They May Also Offer Themselves AS A FERTILE PASTURELAND UPON WHICH THE DEMAGOGUE AND THE CAREERIST MAY SAFELY GRAZE (bu büyük harfleri sizlerin bu “demagogue”lar olduğunuzu vurgalamak için ben yaptım). It may be true and important to insist that we value men not by their class or educational attributes but by their moral worth: but if men – and especially if educationally-disadvantaged men – begin to value themselves too complacently in this way it can serve too easily as an excuse for the giving up of intellectual effort.
    Saray veya Devlet memurlarının, hemen hemen hepsi dalkavuk olan, kazananların hikayesini tarih diye yutturanlar yerine sosyal yapıyı sansürsüz yansıtan mit ve dinler hakkında bilginiz eksi sonsuz. Kapitalist-burjuva propagandasının tam kölesi, yeni dini eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliğin tam kölesi olan Ulu Şef Zileli şapşal şapşal gururla Kur’an’ın açmadığını söyler. İslam tarihini en derin ve en dürüst inceleyen, (hiyerarşi kanınıza işlediği için ekliyorum, Edward Saïd bile çok beğendi) 3 cilt kitap İslam’ı din değil medeniyet olarak ele alacağını söyler. Modern dinin sizlerde ne kadar derinlere indiğini, ve özellikle kendine marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliği kariyer etme peşinde koşan Zileli’nin kim olduğunu görmekten acizsiniz. Bir de utanmadan “Neden ikna etmediniz?” diyorsunuz ve bunun aslında adi ve ucuz şantajın en son ve en iyi tekrarı olduğunu görmüyorsunuz.
    Size Detroit’de neden asıl sorunun medeniyette olduğu ve bunun 7-10 bin yıllık bir karabasan olduğu sonucuna vardığımızı yazdım. Siz hala Ulu Şefinizin neden marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliği tercih ettiğini, sadece bu konuda papağanlık yetenekleri olduğunu ve SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK SOYUT safsatalarının yeni ve en son anarşistlik adı altında eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan olduğunu görmekten aciz taş uykusundasınız.
    Siz hiç bir EYLEM’DE bulunmamış ama salt altın yumurta yumutamalarla dünyayı değişiterebileceklerini iddia ettiğiniz kitap ve yazarların adını veriyorsunuz, ben düşündüklerimi veya beğendiğim yazarları hiç değilse açıklamalar ekleyerek söz eder etmez SOYUT SOKAKTAKİ İNSAN’A değmez, EYLEM’DEN yoksunluk ilahileriyle şantaj, hakaret, tiksindirici sözler tekrarlıyorsunuz. İşinize gelince zaman farkları ve yeni uyanışlardan söz ediyorsunuz ardından en son ve en iyi reklamcılığı olan “eylemlerden” (YaLaKa şarlatanlığı ve orta sınıf, hayatndan memnunlar için yazılmış aile içi resimli romanveri broşürler) bahsediyorsunuz. Benim hiç ama hiç katılmadığımı ne biliyor, ne soruyorsunuz. Bunlar cahillerin eski marksist-leninist-stalinist-falan filanları yeni ambalajlarla karşı tarafı susturma taktikleri olduğunu görmeyişiniz yanında İsa’nın su üstünde yürüme mucizesi çocuk oyuncağı.
    Ulu Şef’inizi Ulu Şefi Bookchin, Chomsky gibi aslı ve özü eski türkü eski göbek havası olan ilerleme saplantılarından vazgeçemeyenler, kendilerinin sizler gibi içi boş olduklarını görmek istemeyenlerle Fredy’i kıyaslayan sitenin adresini verdim okumadınız. Aksi halde Ulu Şefiniz Zileli ve sizin de aslında içlerinizin boş politikacılar veya kazanabilir politikacılara apparatçik olma hayalleri içinde olduğunuzu görürdünüz.
    Önemli olan ikrar ettiğiniz niyetler değil, beni (ve arkadaşlarımı) tanımadan BÜYÜK laflara ve tamamıyla marksist-leninist BÜYÜK ŞEFLERİNİZE ve hepsinden kötüsü ve onların teorik zayıflığını ve adi politikacılık yaptıklarınızı yutarak durmadan bana adice övüngenlik ve kabadayılık ettiniz.
    En basit örnek: durmadan kitap isimleri, huşu içinde yazarlar, Internet’den siteler, videolar sıraladınız.
    Ben kendim papağanlık yerine [ki size bu türlü söylememiştim ama aynı anlama gelen “konuşan ben değil, beni aracı kullanan o (yani TÜM)] okuduklarımın bana verdiklerini size aktardığımda aynı medya ucubelerinin yaptığını yaptınız. Sanki bunları dün veya daha önce televizyon, gazete veya sosyal medyadan duymuştum. Her halukârda benim gibi bir hıyarın dedikleri sizin toplamak istediğimiz YARDIM etmek istediğiniz, ADINA konuştuğunuz, sizin gibi hayatı seyircilikle geçenlere benzeyenlerin tenine değmez. BÜYÜK marksist-leninist şeflerinizin söylemeden aktardığı hikmete göre bu sokaktaki köpeklere, pardon bu ezilmişlere, kemik vaat etmelisiniz ama bütün politikacılar gibi dolandırıcılığı BÜYÜK laflarla süslemelisiniz. Bana göre, bu kısıtladığım bağlam içinde başkaları adına konuşmak kapitalizmden, şirketlerden, Devletler’den bile zararlıdır. Neden bana kitap ve huşu içinde yazar adları sıraladınız? Neden o yazarları dedikleri sizin sokaktaki köpeklerin tenine değerde, benimkiler değmez? Bu apaçık çelişkeyi görmemeniz size Nazileri ve Sovyet apparatçiklerini hatırlatmaz mı?
    Marks’ın insan doğası yok, insan koşulları var evrensel bir hakikat. Bu, Marks’ın en büyük ve en güzel laflarından biri ama en büyük çelişkilerinden biri. Ve bu çelişki hafife alınmamalı. En basitinden eğer insan doğası yoksa, insanın yabancılaştığı insanın hangi değişmeyen doğası? Siz insanları neye davet ediyorsunuz? Burada ve Türkiye’de plastik yiyip domates sanan ve asıl domateze tercih edenler çok, aynı danon yoğurdunu asıl yoğurda tercih eden Türkler ve Kürtler, İLERİCİLİK kapitalist ve Marksist düşünceleri anarşistlik adı altında satmaya çalışan siz, ogursel ve Zileli gibi. Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist şefiniz Zileli’ye inandığınız gibi. Onun yazdığı yazılara benzer ve onunki gibi Türkiye ile ilgili bir yazıyı benim inceleyip kritiğini yapmam için en parlak yandaşı Fredy’e verir ve o da suratına atıp, “o, böyle boktan şeyleri okumaz!”, der. Sizi çok fena uyutmuş ve bana yaptığı terbiyesizlik, ardından gelen tehdit vari havlamalar tamamıyla eski marksist-leninist-stalinist devrimci taktikleri!
    **** 126’ya Genel Yanıt 2****
    1. Biz buraya “yerleşmeden” önce Avupa’nın, özellikle İspanya ve Almanya’da hayli yaşadım ama hep bize benzerlerle. Bu defa normaller arasına girdik ve karıma, “Amerika’da düzeni savunanın maskesini kürdanla beş dakikada yırtardık, ve ardından zavallılar ‘that is right, we are really screwed (aslında başka bir kelime kullanılrdı ama …’ “, derlerdi. Burada, “maskelerini baltayla bile yırtmak imkansız!”, dedim. Belki binlerce nedeni var ama bir tanesi çok önemli.Amerikalılar, hala kendilerinden sonsuz daha asil, gururlu, onurlu, özgür insanları kırımdan geçirdiklerinin bilinci yaşamakta. Buradakiler eski Yunanlılarla başlarlar, ardından Newton, Galileo, Descartes, Copernic, Darwin … aynı siz gibi yıldızlar beyinlerine işlemiş ama kendileri boş ve nihayet gece gündüz mutluluk arayan tüketici olmuşlar.
    2. Türkiye’nin Avrupalılaşması ateşlendiğinde, sizin Gün şefiniz, bana “sen bizlerden çok daha tecrübelisin, bu konuda bir yazı yazar mısın?”, dedi. Ben yazdım ve o da kabalıklarımı ve kendi gibi efendilere yakışırlara sunulması için düzelterek yüksek makamlara, Birikim adlı bir koca kelleler dergisine gönderdi. Yanıt, hocanın çorba, kepçe ve çorbanın tadının kötü olduğu fıkrası, yani aynı sizin gibi benim yalancı olduğum. Sizlerde salt merdiven basamaklarını atlama hırsı kalmış. İşin kötüsü sokaktaki insanların da aynı durumda olduklarını görmüyor, onlara yol göstermek istiyorsunuz.
    3. Ben sizlerin basmakalıp tanımlarınızı tatsız ve adi buluyorum, eylem ve dünyayı değiştirme merakınız satıhsal ve “poltically correct” olma politikacılığı dışında asıl konularda sıfırsınız.
    “THE PHİLOSOPHERS HAVE ONLY İNTERPRETED THE WORLD, İN VARİOUS WAYS. THE POİNT, HOWEVER, İS TO CHANGE İT.”, lafınızı unutmaydıysanız işte ona güzel bir yanıt:
    “It is not enough to change the world. That is all we have ever done.
    That happens even without us.
    We also have to interpret this change.
    And precisely in order to change it.
    So that the world will not go on changing without us.”
    Benden sizin bu yuttuğunuz afyona bir yanıt:
    Avrupa keşifleriyle yeni yerlerde Marx ve benzeri devrimcileri tanımadıklarından hala taş devrinde değişmeden yaşayan geri zekalılar bulundu.
    Ve işte bulunanlardan birinin dedikleri:
    Hristyanlar geldiğinde İncil onların, toprak bizimdi. Şimdi tam tersi.
    Galeano’nun trilojisi benzeri güzel, sosyalist Charlie Chaplin ile faşist Buster Keaton arasındaki fark da dahil, örneklerle dolu.
    Sizleri istediklerinize daha yakın bir örnek:
    “Kapitalizm insanın insanı sömürmesi, komünizm tam tersi!”
    Eski dünyada, yani size benzerleri çok daha önce “keşfettikleri” yerlerde, tarım yapan ve teknolojik devrime kadar dünyayı sırtında taşıyan, sizler gibi ileri zekalı olmadıkılarında değişmeyen köylüler de öyle
    4. Kolombus ve ardından gelenler sadece baharat aramıyorlardı. İnsafsız, merhametsiz dünyadan kaçıp cennette yaşamak istediler. Cenneti buldular ama tanımadılar. Bu öyle SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK, gibi kolayca söylenen (glib talk) Nuh Tufanından eski ucuz palavralarla, kaypak laflarla çözülecek bir sorun değil.
    Tekrar ediyorum:
    Jollity and gloom
    were contending for an empire.
    Ve yarışmayı siz, Bookchin, Zileli benzeri; daha önce gelen Atı-türk, Lenin; şimdi Obama, islamlık tüccarı Air-Doğan (arapça Air sözcüğünün anlamını ara bul, bel altı sözlere izin verilmediği için çevirisini yapmıyorum) gibi orospular ve binlerce onlara benzer içi boşlar kazandı ve siz bu yolda giderseniz, siz ve Ulu Şefiniz Zileli de kazanacaksınız, hatta henüz kazanmışsınız. Sefiller için istediklerinizi medeniyetin en son ve en iyi avatarı kapitalizmin daha çok, daha etkin, daha en son ve en iyi dağıttığını kendinizden saklıyorsunuz. Ne var ki, başka bir hayat bilmeyen bu sefiller şişkolar gibi yedikçe daha şişko oluyorlar, şiştikçe daha çok istiyorlar.
    5. Bir ara biraz para kazanmak için B.Milletler’e gelen Marksist-leninist-ama-resmi- değil, yani sizin gibi kabız değil, koca kellelere şehri gezdirdim. Benim kan aktığını gördüğüm yerlere onlar, “bak ne güzel”, “bak ne temiz”, “bak ne sağlam yapılmış” vb. deyip durdular. Aralarından birini biraz düşünüre benzediğinden turistik olmayan yerlere götürdüm (tabii belediye, ne güzel!, hemen öldürüyor ama o ayrı bir konu) ve koca fareler gördü. Otelde sizin gibi bilgi küpleri arkadaşlarına söylemiş. Cevap: “Onlar tavşandır, İsviçre’de fare olmaz!” Bu pezevenkler para içinde yüzüyorlar eksik olan siz marksist-ama- değillerin dilinde ” Infrastructure”.
    6. Ben Amerika ve Avrupa’da büyüdüm diyebilirim ama son Türkiye’ye geldiğimde, sefilleri eğlendirmek için yılda heder edilen para aklımı durdurdu. Tabii burada da aynı çılgınlık var.
    Ve 1972’de Türkiye’ye ilk döndüğümde Amarika’da yaşamış olduğumu duyan zenginler beni evlerine davet ettiler. Ben daha henüz Amerika’da bile böyle zenginler tanımamıştım.
    Yani kes artık anarşistlik adı altında eski günah dağıtıcı rahiplik yapmayı.
    7. Benim kahramanım Marks, Lenin, Stalin, Bakunin değil. One Flew Over the Cuckoo’s Nest filmindeki sağır ve dilsiz kızılderili başta ve ardından hala yukarıdakilerin rüyasından uzak yaşayanları temsil eden Mac. Kızılderilinin mesajı şüphe götürmez: beyazları ne duymalı ne de yanıt vermeli. Sizin kahramanlar tımarhane içindekiler ve siyah gardiyanlar.
    8. Burada dilencilik ve yalancılığı erdeme çeviren Alevi derneği, yani hayalinizde sizin istediğiniz birlik ve beraberlik örgütü, bedava 20-25 bilgisayar eline geçirir. İnşallah (?), devletlerin dernekleri sevdiklerini bilirsiniz. Tüzük belli, yerleri belli, saklı gizli birşeyleri olmayan uslu ve edebli evcilleşmiş kuzular. Tek istekleri Atı-Türkle başlayan sarışın mavi gözlü olma yani zengin olma. Yeni bilgisayarlar alan bir şirket sizin idealiniz olan İNSANLARA değmek ister ve ayıpları örtmeyi “gönüllü” üstlenen iyilikseverlerle temasa geçer onlar da kayıtlı ALEVİLER BİRLİĞİ DERNEĞ’İNE bağışlamalarını tavsiye eder.
    Uzatmayım onlar da dernekte bilgi sayarları ağı kurma işini bana teklif ederler. O zaman çok kötü durumda olduğumuzda her gittiğimde 4-5 saat çalışmama karşılık 50 frank (yani sizin o zamanki parayla saatte 15TL) vermelerine razı oldum ve her defasında aynı sizler gibi beni alçaltmadan vermezlerdi. Çok fena sigara tiryakisi olduğumdan bu para benim için ölüm kalım sorunuydu. Her neyse, iş bitti bu defa da kullanamsını öğretmemi istediler. Ben de mantığı bir çok proglamlara yakın ve faydalı olacağını düşünerek “Words”‘i seçtim. Tam sizin SOKAKTAKİ İNSANLAR olduklarından, satır, cümle, virgül, nokta … bilmiyorlardı. Onları öğretmeye başladım ve sizin gibi SOKAKTAKİ İNSANLARA değmediğim mırıldamaları başladı. Asıl istediklerini öğretmiyordum ama asıl ne istediklerinin adını kendileri de bilmiyordu. Soru-cevap seansları sonu baklalar ağızlardan çıktı. Türkiye’deki malları, toprakları, topladıkları kiraları, bankadaki hesaplarını, faizleri, vergileri vb. idareyi kolaylaştıran bir program varmış, excel, onu istiyorlarmış.
    Duvarlarında “benim ka’bem insandır” afişi asılı ve Afrikalı siyahlar hakkında dedikleri siz ve ULU ŞEFİNİZ ZİLELİ’nin hakaretlerine benzer. Tiksindirici ve adi.
    Başka bir şey beklemek mucize. Daha da büyük mucize, biz bunlar-ama-bunlar değiller adına konuşuyoruz diyen siz marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist politikacılar. Alttan yukarı ne kadar fırlamalar olsa da, altta boşalan yerleri fazlasıyla doldurup size politika yemi olanlar her zaman olacak.
    Eskiden mağrip ülkelerinde dilenciler sadaka verenlere, “Allah seni cennete göndersin.”, derlerdi. Şimdi “Allah seni Avrupa’ya göndersin”, diyorlar. Dilenciler siz ve şefinizin kıvırarak, binlerce kitaba dayanarak söylediklerinizi daha rahatlıkla söylüyorlar. HERKES ZENGİN, yani BİZİM GİBİ ORTA SINIF OLSUN! Atı-Türk, Marks, Air-Doğan ve şimdi Islah-Ettin Temiz-Tas ve Kürtlerin allahı Öcücü-Olan.
    Ve işte siz ve şefinize yeni bir şantaj vesilesi, ben nedenlerini bilmiyor veya bilmemezlikten geliyorum gibi salakça laflar.
    9. Son yazdığımda belirlediğim gibi ben ve arkadaşlarım kendilerini dev aynalarında gören marksist-lenistlikte bir türlü kurtulamayan, Bookchin ve özellikle Zileli gibilerden çok daha bilgili olduğumuz halde onlar ve sizler gibi bilgiyi fetiş yapmadığımızdan onların kurdukları merdivenlere farkından olmadan tırmananları çok iyi tanırız.
    10. Ben, bana ve arkadaşlarıma dil uzatma konusunda, Zileli’nin terbiyesizliğini ve değindiğim konuda cahilliğinde bana hakaret ettiğini açık açık söylemediğiniz için size inanmıyorum. İkinci, üçüncü şahıs kıvırma. Son yazdığımda belirlediğim gibi bana soracağınıza yukardan gelen emirlere uyarak ve dilbazlıkla işi kapatmak istediniz. İkinci üçüncü şahıs sadece kibar bir şekilde kimin devrimci olup olmadığı, devrimcilik kalıp tanımlarına dayanarak size yukardan emir verenlerin sözcülüğünü yapmanız. Bana size emir veren marksist-leninist üstlerinizin devrimciliğine katılıp katılmadığımı sormadınız. Bir yandan devamlı şunu oku, bunu oku der durursunuz. Diğer yandan devamlı arkadaşlarım ve beni amacımız olmayan EYLEM çığırtkanlığı yapmadığımızdan dolayı laf cambazlığıyla sadece bilgiyle yetindiğimizi söylemekle asıl renginizi ne kadar gösterdiğinizin, çelişkiler içinde olduğunuzun farkına varmayaşınız yukardan gelen emirlerin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlar. Burada komplo anlamına gelen “conpirer” kelimesinin “co-inspirer” yazarak güzel bir kelime oyununa dikkatinizi tekrar çekmek isterim. (Bu Fransıca daha uygun olduğu için Fransızca ‘inspirer” teneffüs etme analamına geldiğini açıklam da fayda var). Ben size yukardan emir verenlerin dünya değiştirme safsatasına katılmıyorum. Ne de arkadaşlarım katıldı. Ama ütopya ile ideoloji arasındaki farka katılıyorum. İdeoloji (ki bence bu siz ve size yukardan teneffüslerini iletenler de dahil) ” mevcut düzen iyi, doğal, gerçek, ama herkes faydalansın”, der. Ütopya hayır, der. Size yukardan emir verenler bir türlü kendilerinin istedikleri değişmeyi kapitalistlerin çok daha çabuk ve daha etkin yaptığını kabullenmezler, ve Hobsbawm gibi açık açık bu değişmenin milyonların canına yansa da önemli değil demezler. Kırılmış pilak gibi aynı türkü aynı göbek atma. Fark? Senin üstler marksist-leninist ama hayır, hayır, hayır marksist-lenist-anarşistler. Ben Lao Tzu’nun “en büyük salaklık başkaların işine burnunu sokmak, öğüt vermek” öğütüne katılıyorum ama size öğütüm bu bayat formül dağıtan şarlatanlardan uzak durmak. Veya Fredy’nin kitabını çok ciddi okumak. Son yazdığımda Clastres’ın değiştirmek meraklılarına ilkellerin ne yaptıklarına bakın dedim. Sizin gibi aşağılık edip bilerek görmemezlikten geldiniz demiyorum, bu bağlam içinde hatırlatıyorum.
    12. Buradaki lağım fareleri Türkler, Kürtler ve diğer burayı candan seven yabancıları İsviçre sigorta şirketleri asıl ihtiyacı olan yaşlılara ek sigorta vermiyor. Ayni burjuva-kapitalistler gibi, siz ve yaşlılığa inanmayan ebedi GENÇ Ulu Şef Zileli gibi, sadece ihtiyacı olmayan GENÇLERE satıyor. Buna siz azılı ve gerçek devrimcilerin, ve şimdi anarşistlik Türkiye resmi bayicilerinin cevabı ebedi basmakalıp cevap: “Onlar, yani yukarıdaki muhabbet tellaları, bizim gibi asıl ve gerçek devrimci değiller!”
    13. Bana durmadan beni tiksindirici yerel pezevenk taklitçilerin adlarını, soyadlarını, bunlardan bahseden sitelerin adreslerini yazdınız, yani veri-bankacılığı ettiniz. En azında bu kitap satıcısı sitede reklamı yapılan Gorter’i konuyu nasıl gördüğüne bir göz atın ve siz ve sizin şefin hala Gorter’in eleştirdiği tuzakta olduğunu görürsünüz. Kullandığınız kavramların kendileri tuzak. Bunlara yanıt verecek kadar salak değilim. Ve doğrusu hiç bir zaman ciddiye alıp öğrenmek bile istemedim. Yalnız devrimcilik kariyerini seçenler arasında çiğnenen sakız olduğunu çok iyi biliyorum. Bunlar çocuk konuşmaları ama Hitler’in dediklerine de çocuk konuşmaları diyenler olduğunu da biliyorum. Hiç belli olmaz son derece başarılı olursunuz ve yeni düzenin apparatçikleri, veya hiç değilse, tabii sadece taktik icabı desteklenen, Islah-Ettin Temiz-Tas’ın akıl hocaları olabilirsiniz. Zaten Zileli’nin rüyası bu! Başka bir şey yok. Geri kalan edebiyat.
    Her yazınızı böyle didik didik etmek imkansız ama sezgiyle ve ne derseniz deyin sizlerin anarşistlik kılıfı içinde, Chomsky, Bookchin, Zileli ve benzerleri gibi, aslında marsist-leninist, veya en azından ayni aileden olan İLERİCİLİK çılgını olduğunuz çok apaçık. Utopistics kitabında, bir defa daha ve bitmez tükenmez dünya kapitalizm krizini inceleyen Wallerstein, siz ve Ulu Şef Zileli’den çok daha bilgili olduğu için, eğer elli yıl önce olsaydı krizden kurtulmak için marksizmi seçerlerdi der. Kendi kendinizi aldatmaktan başka bir şey yok. Günümüz insanları için zengin olmaktan başka bir şey kalmadı. Buna en üstün, en uygun, en eşsiz, en şahane, en etkin çözümü Marks’ın “insan doğası yok, insan şartları var”, lafını en iyi uygulayan burjuva-kapitalistler buldu. Medeniyet hilkat garibesi günümüz insanının ağzını sürekli (bel altı laflarına izin verilmediğinden kullanmıyorum) sulandırır, hem verir hem verdiğiyle daha da fazlasını isteme müptalası eder. Bolşevikler, sizin Ulu Şef’in BÜYÜK DEVRİMLERİ bunun taklitleri.
    14. Anlamadan anlamada en büyük payı olan imgelerden tiksinen bir sevdiğim yazar, “Our Daily Bread” adlı bir filimi görmeyi tavsiye edince hayret ve merak ettim. 1929 Wall Street iflası sırasında biri bir ekim yeri bulur, cennete çevirir ve elinden iş gelenleri davet eder. Şahane bir yaşam yaratılır. Ama ben son derece derin düşünen ve anarşist olarak bilinen yazarın neden filmi sevdiğini anlamadım. Gelenlerin hepsine ne yapabilecekleri soruluyor ve ona göre kabul ediliyorlardı. Evet kendi yaşamlarını kendi ellerine almış olmaları güzeldi. Ama zamanımız ve burjuva-kapitalistlerin yarattığı cenneten farkı neydi? Bunun anarşistlikle ne alakası var dı? Nihayet sır çözüldü! Bazıları geldi ve sorulduğunda ellerinden hiç bir iş gelmediklerini söylediler. Az bir tereddüt ve arkasından “gelin!”
    O zaman anladım.
    Çünkü aynı yazar çocuğun son derece deforme doğmuş, hastanelerin, doktorların, kliniklerin, hastabakıcıların çocukla daha iyi ilgileceğini bildiğin halde çocuğu evde tutarsan, işte o zaman otomat değil insan olduğunuzu gösterirsiniz demişti. Sizin “ogursel” severek otomat olmak istiyor.
    15. Karım ve ben asla severek yaptığımız şeyler karşılığı para almadık. İlk geldiğimizde, yani hala buradaki size benzer devrimcilerin aslında orospu olduğuna henüz uyanmadan önce, hiç değilse yılda bir defa para beklemeden bir şey yapmak için 1 mayıs kutlamasına yaptığımız çok sevilen bir çeşit kurabiyeleri dağıtmaya götürdük. Meydan kebap, coca cola, orangina, … ve benzeri en nefret ettiğim düşmanıma bile vermeyeceklerimizi satan sizin eski klonlarınız Türk ve Kürt devrimcilerle doluydu. Zileli aşağıdaki yazısında yaptığı YaLaKa benzeri eski günahlarını itiraf modasına uyacağına, bizim neden medeniyet başlangıcına son derece ciddiyetle eğildiğimizi anlamaya çalışırdı.
    “AYDINLIK HAREKETİNİN İKİ NUMARALI İSMİ GÜN ZİLELİ, HATIRALARINDA, PERİNÇEK’İN ORTAKLIK KURUMUNU PARTİ TARAFTARLARINI SÖĞÜŞLEMEK İÇİN İCAT ETTİĞİNİ, PARTİYE MALİ DESTEK SAĞLAMAK İÇİN PARTİLİLERİN KURBAN DERİSİNİ BİLE TOPLADIKLARINI KAYDEDİYOR.”
    Şimdi kendisi anarSHITlık resmi bayiciliği, kitap reklamcılığı ve satıcılığı yapmakla kalmıyor horozlanıp dışkısını ağzından çıkarıyor.
    16. Size bir öğüt daha: “History from Below” tarihçiler ekolünün kitaplarını okuyun. ANLAYIN!
    ****126’ya didik didik ederek cevaplar.****
    GASSET, bence siz ve şefiniz Zileli’yi inceledi. Günümüz sıradan değersizliğini başkalarına yansıtan, saygısız, gurusuz, her akıma kolayca katılan, kişilikte mahrum, sıradanlar. Körlere yol gösteren körler.
    Ben sizin liberaller hakkında basmakalıp lafınıza rağmen, liberaller, aristokratlar, ve ünlülerden bana karşı çok saygı gördüm. Siz ve şefinizden sonsuz daha bilgili, gururlu, dürüst, onurlu ama hatalarını kabul eden liberaller oldu. Koyu inançlı müslamanlar bile oldu. Ama buradaki Türkler ve Kürtler (devrimci veya Öcücü-Olan’a tapan ve sayesinde süt ve bal ellerine ulaşan, pardon demokrasi sever Kürtler) aynı siz ve şefiniz gibi boşluklarını terbiyesizlikle kapatırlar. Söylediklerim, asıl ve hakiki şeflerinin beyinlerine soktuklarına, EYLEM, EMEK, DEĞİŞTİRME, SEFİLLER ve hepsinden kötüsü medya dedikodularına uymadığı için, boş konuştuğumdan emin, aynı sizler gibi yaşamda ölüm rahatlığına dönerler. Onlar da aynı siz gibi kıvırır dururlar. Liberaller arasında sizin gibi başkalarının adına siyasi ticaret yapanlardan benim kadar tiksinenlere çok rastladım.
    Sizler bireylere saygı göstermeyen, hiyerarşiye tapan, karşı tarafa ne demek istediğini sormadan sosyal medyadan toplyıp hazm edemediklerinizi arkadan değil ağzınızdan kusan yeni dinin hırslı askerlerisiniz. Herkesi sizin adi şefler gibi laf cambazları, somut yaşamı soyut formüllere indirgeyenler sanıyorsunuz. Unutmayın bir defa stalinci, her zaman stalinci!
    Zileli cahilliğinden bir terbiyesizlik yaptı. Stalin’e ne kadar benzediğini, site sizin gibi enayi yaltakçılarla dolu olduğundan ve kimsenin yüzüne tükürme cesaretini gösteremeyeceğini biliyordu. Stalin gibi korkmadan ve rahatlık içinde, kendinden emindi. Sitede kimsenin kimseyi pek okumadığını bildiği için küstahlığını ve adiliğini laf oyunu yaparak alçaldı ve yalan söyledi.
    “AGAİNST LEVİATHAN”I HATIRLATMANIZA O KADAR SEVİNDİM Kİ; THOMAS HOBBES’UN “GERÇEK YÜZÜNÜ!” GÖRMEK VE GÖSTERMEK İSTİYORSAK BU KİTABI HELİKOPTERLERLE DÜNYANIN BÜTÜN MEYDANLARINA BIRAKMALIYIZ! (AH KEŞKE; “AGORA”LARI, “KIRAATHANE”LERİ CANLANDIRABİLSEK!…)
    Ama okumadığınız çok belli. Yoksa benden özür dilerdiniz. Zileli’nin ne kadar hala kapitalistliği kardeşçe paylaşan, marksist-leninist geçmişine uyduğu için 19. yüzyıl anarşistliğine sarılmış olduğunu görürdünüz. Din ve mitler, felsefe, antroploji, modern bilim-teknik ve bunun hemen günlük hayatta hem de düşünceler şekil vermede zararlarını, yazının zararlarını, … , ve en azından medeniyetin çıktığı yerdeki olanlar veya eski dünya ve yeni “bulunan” yerdeki insanlar arasında geçenler hakkında utanılacak kadar bilgisiz olduğunu görürdünüz. Salt anarşist olduğu için bundan utanmadan gurur bile duyduğunu görürdünüz. GASSET özellikle sıradan adam simgesinin bu olduğunu söyler. Ve siz Zileli’yi ondan tamamıyla değişik düşünen Anders ve Watson’la aynı kefeye koymazdınız. Tabii bu, Watson’u da okumadığınızı gösterir.
    Ben Allah değilim ama sanırım siz sıraladığınız yazarları da okumadınız. Hep sosyal medyadan toplanmış isimlerle ve üstünkörü anlamalar.
    Bana bir yazınızda bilim-tekniği ve bilim-tekniğin nötr olduğunu savunanla, ogursel, aramda geçenleri okuduğunuzu yazmıştınız. Peki neden ona sıraladıklarınızdan Martin Heidegger ve Ivan Illich’i okumasını, konuyu anlamadığını, konunun SOYUT değil şimdi ve burda (“hic et nunc”) somut ve özel bir konu olduğunu hatırlatmadınız? Bu konu son zamanlarda dünyada en fazla tartışılan bir konu ve ogürsel bundan bihaber olabilir ama uyarmakta yarar var. Size Anders’ten alıntılar gönderdim hala kelime oyunlarıyla kıvırıp durdunuz. Gezi Parkı veya benzeri eylemlerde dürüstlüğünüzü nasıl gösterecek siniz? Benim sizde gördüğüm her koyun kendi bacağından asılır burjuva bireycilik felsefesi. Bunu göreceğimi düşünemeyecek kadar büyük bir salaksınız. AnarSHIT resmi bayicisi Zileli sizi iyice uyutmuş.
    Yerleşik hayata geçtikten sonra bile hala göçebe (pastoral nomad) yaşamdan göbek bağını koparmamış Yahudiler’de bir pislik olduğunda, Yahveh tüm Yahudiler’i cezalandırırdı.
    Hala aşiretlik ruhu içinde yaşayan Yahudiler, aralarında pislik varsa tümünün sorumlu olduğu hissi içindeler.
    Hrıstiyanlık’da ve Müslümanlık’da her koyun kendi bacağından asılır.
    Artık şehircilik ve anonimler birikimi, yani sosyologlar jargonunda toplum safhasına iyice girilmiş. Ve sonucu sizler gibi bilir bilmez konuşanlar. Zileli’ye benzeyen biri çorba yerine, bir gelen bir daha gelmediği halde, 40 yıl su satmış.
    Burada yeri geldiği için tekrar edeceğim: İlkellerde BİZ, bizde TEK.
    Ben gittikçe sizlerin salak Zileli’nin anarşistlik adı altında marksist-leninist-stalinist bir parti-ama-parti değil üyeleri olduğunuzdan şüphe etmeye başladım. Hep aynı konuşuyorsunuz. Kapitalist-burjuva ideolojisinden sıyrılamamışsınız sadece daha cömert olmasını istiyorsunuz.
    Sizler dürüst değilsiniz.
    Bu dürüstlükle ilgili Kropotkin’den bir yorum.
    Kropotkin’e göre Paris Komünü’nün başarısızlığının asıl nedeni, hazineyi yok edeceklerine elde tutup ilkelerine inanmakta samimi olmadıklarını, yani düşmanlarıyla aynı düşüncede olduklarını göstermelerinden oldu. Karşı taraf o nedenden acımasız ve gaddar davrandı. Sizler de öyle. Kapitalist-burjuvalarla aynı rüyadasınız ama başkayız diye bağırıp duruyorsunuz. Hiç değilse dürüst olup zaten başka bir rüyanız olmadığını açık açık söyleyin. Yani herkes burjuva ama bazıları daha burjuva.
    Size Anders’in aşağıda yıldızlar arasındaki alıntıyı gönderdikten sonra bile ogursele daha temkinli olmuş olmasını hatırlatmadınız.
    Her koyun kendi bacağından asılır. Ama bana kitap üstüne kitap isimleri yazılıp cahilliğimi, yani politikacılık, pezevenklik, yapmadığımı hatırlatıp durdunuz.
    *** But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”
    [ Eğer bana hakaret edeceğinize doğru dürüst insan gibi cevaplar verseydiniz, o salak bir defa stalinci her zaman stalinci Zileli’nin Türkiye anarSHITlik resmi bayiciliği etkisi altında kalmamış olsaydınız, size Fifth Estate’de çıkan ANARCHY, NEO-IMPRESSIONISM, & UTOPIA: The Wandering of Humanity adlı eşsiz ve şahane bir yazıyı gönderirdim. Ne yazık! ]
    No Means Is Only a Means.
    The first reaction to the critique to which we shall subject radio and television will sound something like this: such a generalization is not permitted; what is of interest is exclusively what we do with these instruments, how we use them, for what purposes we use them as means: good or bad, human or inhuman, social or antisocial.
    We have all heard this optimistic argument—if we can be permitted to use such an expression—which is a legacy of the era of the first industrial revolution; and in all of its lairs it still lives on with the same unreflective superficiality.***
    Neden benim bilim-tekniğin nötr olmadığı konusuna haklı olduğumu ve ogürselin saçmalamış olduğunu yazmadınız?
    Ben, ogursel siz ve Zileli gibi dibi bulunmaz bataklığa saplananlar 1 milyon kitap okusa bile uyanmayacaklarını görüyorum.
    Bırakın Allah aşkına, her gün televizyon ve gazetelerde açık açık gösterilen göz yaşartıcı ve dolayısıyla sizler gibilere günah çıkartıcı hapları olan ve yüzyıllarca bilinen sefillikleri sıralamayı. Siz fakirlikle sefilliği karıştırdığınızın bile farkında değilsiniz. Marks bile feodalizmin sonsuz daha insancıl olduğunu söyler.
    “POTLUCK” ÖRNEĞINIZLE KENDINIZI BILE BILE KANDIRIYOR OLDUĞUNUZU AKTARDIĞINIZ GIBI.
    Ben bunu sizin olgun bir düşünür olduğunuza, özellikle kara cahil Zileli’nin anlamadığı GENÇLİK mitini anladığınız için, hisler paylaşırız diye yazmıştım. Karşıma okuyup anlamadan bile eski marksist-leninist-trotskyists-falan filan-yeni anarşist Bookchin’in papağanı, azılı devrimcilik horozu, SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, muhabbet tellalı çıktı.
    Siyasi amaçlarınızdan gözleriniz körelmiş hep “…MIYORUZ?”, “… MİYORUZ?”, “…YORUZ”, laflarınızın, özür dilemek yerine, aynı türkü aynı göbek atma olduğunu görmüyorsunuz. En azında ben bunların tatmin edici cevaplarını bilsem, sizin şefler gibi, hemen hatta daha yayınlanmadan çürütülecek, kitap ardına kitap yazıp dünyanın en büyük endüstrilerinden birine katkı yapardım. Fredy acı içinde “… kara tahtalara, kağıtlara döküyoruz”, der. Sizin şefler kabızlıktan arkadan çıkaramadıklarını ağızlarından çıkarmaktan veya sosyal medya veya kağıtlara dökmekten gurur duyar, kendilerini dev aynasında görürler.

    Bu çeşit laflar aslında yeni din askerlerinin marşları. Çok, çok, çok ayıp ve adi. Üstelik ve yine, benim Amarika’ya gidene kadar geçen hayatım sıraladığınız sefillerin çoğuna benzer. Ama biz sefil değil, fakirdik, bol bol gülerdik..
    Ben kendim buradaki Türkiye’den kaçan “fakirlerle” konuştuğumda, onlar benim mahallede olsaydı, ben onları Bill Gate’in ailesinden sanırdım.
    Yukarıdaki Paul’un dediklerine ve ünlü Marksist yazarın eklediklerine katıldığım için, aşağıdakileri utanarak yazıyorum. Amacım bunlardan psikolojik pay çıkarmak değil. Sizin ne kadar SOYUTLAR arasında kendinizi kaybedip, benim de Zileli ve siz gibi hali vakti iyi ailelerden geldiğini bana sormadan varsaymanızı ve kabızlığınızda arkadan çıkramadıklarınızı bana kustuğunuzu, aşağıda analatacağım Nazi deneyindekilere ne kadar benzediğinizi yüzünüze söylemek istiyorum.
    Barakamız aşağı yukarı 5×5 metreydi ve kışın annem hamur yapar, gazete kesip hamurlu gazetelerle delikleri tıkardık. 4-5 baraka aynı helayı kullanırdı. Sabahları yataklar toplanır bir köşede üst üste yığılırdı. Her şey dışarda yapılır ve ayda bir hamama giderdik.
    Annem otellerin çamaşırı yıkardı ve aslında bizi o büyüttü. Annem sürekli, sonra hesap ettim yüzde iki-üç yüz faizle, tefecilerden borç alırdı.
    Ben 4 yaşından 17 yaşına kadar devamlı sinemalarda gazoz, gece gazinolarında o zaman lüks sayılan muz satmak, sabah erken çekilen balıkları çekmede yardım, sebze pazarında, kara yollarında, vb. vb. vb. vb. çalıştım.
    Amerika’ya gidişim ve hatta okulda sınıfları geçişim ilk başta matematik ve doğa bilimlerinde son derece yetenekli olduğumdan ve o zamanki hocaların hala idealist ve iyi kalpli olduklarından kaynaklandı. Sınıfları hep “öğretmenler kurulu kararıyla” geçtim. İlk okula yalın ayak giderdim.
    Amerika’da burs yetmediğinden geceleri fabrikalarda çalıştım.
    Şimdi gülmeler.
    Bir gece yarısı uyandım annem elinde ip kapının kirişine birşeyler yapmakta. Bacılarımı uyandırdım. Biri çok yırtıktı. “Yahu git dışarda bir sürü ağaç var, barakayı üstümüze yıkacaksın!”, dedi.
    Diğer bir gün annem çamaşırlarımızı, eğer anlarsanız, tabii sadece bir entariyle, yıkarken kayar ve düşer. Tabii tüm mal mülk açıkta. Orada çalışan işçilere, “kurban, bir şey görmediniz, değil mi?”, diye sorar. Onlarda, “yok teyze, vallahi hiç bir şey görmedik”, derler.
    Size ben binlerce benzeri anlatabilirim. Ama asıl demek istediğim sizin bu yazılarınızın ve şefinizi hali vekti yerinde ailelerden geldiğinizi göstermesi bile değil (aşağıdaki “‘You know,’ (Paul),” ve ardından gelenin derin anlamları, benim sınıf değil bireye önem vermem), asıl sorun tanımadığınız birine bu şantajlarınız. Sizin gibi buradaki devrimci Türk ve Kürt pezevenkler (%99’u) aralarında bizim için, “o çirkin evde yaşayanlar”, adını takmışlar. Televizyon yok, hayvan gibi deri kanape yok, içi cıncık boncuk dolu dolap yok, duvarlarda azılı devrimci veya Türkiye ve Kürdistan turist manzaralı afişler yok. Ne var ki, burada piyesi sahneye koyulan Paris’den bir tanıdığım Fransız (tabii Türk değil, aksi halde Zileli gibi benimle konuşmaya bile tenezzül etmezdi) gelmiş ve oyuncularla beraber otele yerleştirilmiş. Bana telefon etti, mahkeme duvarları gibi sizlere benzeyen otel kalmak istemediğinden, bize gelmek istedi. Kapıdan girer girmez, “gece gündüz düzene küfür ediyorsun ama kral gibi yaşıyorsunuz!”, dedi. Tabii sizin gibi salakların harfi harfine anlayacağı anlamda değil, estetik hisleri gelişmiş olgun ve görmüş ve zamanımız sizlere benzer, GASSET’in tasvir ettiği sıradan insanlarla dolu olduğunu bilen bir olarak, yani dairemizin kişiliğimizi yansıttığını demek anlamında söyledi. Dairemiz buradaki orospu ve yalancı Türk ve Kürtler gibi mağazaları ve reklamları yansıtmıyordu. Dernek duvarlarında Avrupa sosyal yardım bürokratlarının hoşlarına gidecek yazılar, bilhassa “Benim ka’bem, insandır” yazısıyla süslü, en büyük düşmamıma bile satmayacağım kebap, çocuklara kimyasal madde dolu şekerlemer satma ve üstelik yalanlarla sosyal yardımdan faydalanan para içinde yüzen pezevenk alevilerin, bana siyahlar hakkında ne dediklerini aktarmayacağım, tiksindiricilik ölçüde sonsuz yetersiz kalır. Aynı sizin, ben ve arkadaşlarım hakkında söyledikleriniz gibi.
    Bu, adi ve ucuz psikolojik iyimser/kötümser, sonradan bozulma ve benzeri orospu politikacılığıyla, devrimciliğe devam bayrağını taşımayla kapatılacak, hasır altı edilecek şeyler değil. Bunu yapanlar siz ve şefiniz gibi eski malları yeni ambalajlarla satmak isteyen dolandırcılar. Siz ve Zileli gibi salaklar için kuşlar insanlardan kötümser oldukları için kaçarlar ve siz bu koca kellelerin ninnilerine uyuyorsunuz. Bizim medeniyeti çıkış ve yayılışını, dışında kalanlarla (Aztek ve Inkalar hariç) karşılaştıklarında olanları çalışmamızın altında bunu anlama yatar.
    Size söyledim bir türlü anlamıyorsunuz! Tüm dünya burjuva olmuş ve herkes köpeklere kemik dağıtma yarışı içinde.
    Bizlere (143’e cevabıbım başında yazdığım) “The Grand Inquisitor”ın İsa’ya dediği kalıyor. Kısacası “senin insanlardan istediğin çok zor, yapamazlar, onun için biz pezevenkler araya girdik, neden geri geldin, git ve bizi rahat bırak!”
    Dostoïevski sadece, aynı siz ve ulu şefleriniz gibi, insanın 2 milyon sene pezevenklersiz yaşadığını bilmiyordu. Siz “biliyorsunuz”. Size söyledim. Uyanın bu afyon uykusundan.
    İsa, siz ve şefinize kıyasla sonsuz büyük olduğundan, The Grand Inquisitor”ı haklı bulur, öper, çeker gider. Siz benzeri durumu anlayan ben ve arkadaşlarıma hakaret edip durdunuz. İşte çok çok çok eski ama aynı şeyleri söyleyen iki şiir.
    1

    The darkness drops again ; but now I know
    That twenty cenuries of stony sleep
    Were vexed to nightmare by a rocking cradle,

    2
    Knowledge, why didst thou come, to wound and not cure?
    O power, where art thou, that must mend things amiss?
    Come, change the heart of man, and make him truth to kiss.
    ÖRNEĞIN, SELAHATTIN DEMIRTAŞ’IN ÇAĞRISIYLA “BARIŞ YÜRÜYÜŞÜ”; NIÇIN PAZAR GÜNÜNE AYARLANIYOR DA, HAFTAIÇI DÜZENLENMIYOR (VEYA “DÜZENLEMİYORUZ”)?!
    Ben burjuva-kapitalistlerden çok, sağ veya sol politikacılardan nefret ettiğimden bu adamı ciddiye alamam. Katılmıyorum ve hatta beni tiksindiriyor. Biliyorum tarih boyunca böylelerin pezevenkliğini yapan çok oldu ve dilbazlılıklarını da biliyorum. Hatta hala benim Kürt olduğumda ısrar eden bazı arkadaşlar Türkiye’den bana yazıp ona oy vermemi bile istediler. Bence bu adamın asıl adı ISLAH-EDEN-TEMİZ-TAS.

    VEYA BIZLER KINALIADA’DA ROMAN YAZMAK IÇIN GÜNLERIMIZI DISIPLIN IÇINDE GEÇIRMEYE ÇABALIYORUZ.
    Siz kimsiniz? Bana özür

  150. Pipsqueak’den 143’e yanıt_1
    143’e yanıtım çok uzun:
    143_1 : 143 yazınızı didik didik eden yanıtm
    143_2 : 143 yazınızla aklıma gelen zırvalamalarım
    Aslında bu durumda en uygun ve asil tutum yazışmaya kibarlıkla son vermek.
    Nedenler?
    1. En önemli ayırım. Dünyaya medeniyet içinden bakılır / dışından bakılır. Benim bilgi kaynağım medeniyet dışında yaşamışların ve içinde yaşayıp dışından bakabilenler. Siz bu konuda eksi sonsuzsunuz. Hele Ulu Şefiniz YÜCE ZİLELİ!
    2. Anarşistler, Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni ve en iyi anarşistler gibi birlik ve beraberliğe çağırmazlar. Bunu yapanları sevmezler. Ben nefret ederim.
    Fiodor Dostoïevski, “The Grand Inquisitor” şiiriyle cevaplandırır. “The Grand Inquisitor”, İsa’ya, “senin insanlardan istediğini yapamazlar”, “biz araya girdik, işi idare ediyoruz”, “neden geri geldin, git ve bizi rahat bırak!”, der.
    Dostoïevski iki milyon yıllık pezevenksiz yaşayanlardan bihaberdi. Siz, veri-bankacılığınızdan ve öncüler olma hevesinizden, sözüm ona 2 milyonluk insan tarihini bilirsiniz.
    Rumi boşuna, “İsa’nın mucizelerini boş ver, kendisi mucize”i demedi.
    Siz bu araya girmek, Kilise olmak isteyenlerin veya eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerin etkisi altında kalmışınız.
    Size defalarca ima ettim ama tekrar farkında bile olmadan aynı eski şantajlara döndünüz. Ben bunun da nedenini biliyorum. Siz, eski Marksist-leninist-stalinist-falan filanlıktan bir türlü kurtulamayan en son ve en iyi yeni anarşist Gün Zileli’nin ve onun gibi kendini anarşist tanıtanların etkisi altındasınız. Yani “bütün insanları” aynı-ama-aynı değil yapacak devrimcilik hikayelerinin taş uykusuna uyumuşsunuz. Belki safsınız, belki uyanırsınız diye, size bölümlerden oluşan aşırı uzun bir yanıt vermeye karar verdim.
    Diğerbir nedeni Gorter’in palavracı Lenin’e açık mektubunda.
    3. Ben birlik ve beraberlik yaratma sırlarını bilsem, ilk önce Beyaz Ev ve dünyayı asıl yöneten zenginler beni ayda 1 milyar maaşla işe alırlardı. Böylece orospular ve pezevenkler kardeş kardeş, ahenk ve uyum içinde yaşarlardı. Yine sizlerin cahilliği ortada, Hobbes deyip duruyorsunuz ama devletler ve özellikle iş adamlarının savaş sevmediklerini bilmiyorsunuz! Yani ve tekrar, sizin asıl amacınız, belki farkında olmadan, beni küçük düşürücü şantajlarınız. Bunlara tek tek cevap vereceğim.
    [Not: İster istemez sayısız tekrarlamalar olacak]
    BÜTÜN BUNLARIN ÖTESINDE; “TERBIYESIZLIK ETMEK” AMAÇLARIMIZ ARASINDA HIÇ OLMADI, OLMAYACAK.
    Sizler benim bütün yazdıklarıma yanıt vermediniz ama bu son derece normal. Hatta benim önemli sandıklarım sizin için olmadığından, zaman kısıtlığından, ve benzeri yüzlerce nedenlerden yanıt vermemiş olabilirsiniz. Ben size hiç bir zaman YOKSA, KASITLI OLARAK ANLAMAZLIKTAN MI GELIYORSUNUZ?, demedim. İşte bu terbiyesizlik. Neden şunu veya bunu yapmadınız soruları da şantajlara devam. Bu yüzyılın (boş ver şu son 15 seneyi) en saygı değer ve derin devrimci eleştiricilerinden biri olan Camatte’a sorulur: “Peki eleştirilerinin ne faydası oldu, ne değiştirebildin?”. Tabii alay edici bir cevap verir: ” vejetaryen oldum”. Burjuva devrimi ve taklitçisi Leninler ruhunuza sandığınızdan fazla işlemiş. Hep “peki sen ne bok yedin?”, terbiyesizliği üstü kapalı sordun durdun.
    Neyse biraz gülelim. Ekolji pazara gelenlerin çoğu vejetaryen. Sorarım, bu sözcüğün kökenini biliyor musunuz? Cevap her zaman “vegetable”. Cevap veririm. Hayır, eski taş devrinde ve sanskrit dilinden bir sözcük: beceriksiz avcı demek.
    Ve eğer güldüyseniz, bunu fırsat bilip size haksızsınız demek istemiyorum, kızgınlığınızda sonsuz haklısınız. Son derece tiksindirici bir dünyada yaşıyoruz Sadece beni tanımadığınızı, hiyerarşi ruhunuza işlemiş olduğundan, alışkanlıklardan herkesi siz ve Zileli gibi politik “rat race” içinde kara cahillik mayasıyla yoğrulmuş olduğunu sandığınızdan, tüm imalarıma rağmen özünüz apparatçik ve otomaton olduğundan terbiyesiz laflarınız gına getirdi ve sert karşılıkları hakkettiniz.Bu arada ben kendimin nasıl gördüğümü biraz, çok, çok az öğrenmiş olur ve hatta sosyal medyada satışa çıkarırsınız.
    [Not: hiç değilse arkadaşlardan ikisinin Fredy ve David olduğunu öğrendikten sonra bile, profesörlük yapmanız, benim çok iyi bildiklerimi bana tekrarlamanız, bilgi gösterisi yapmanız doğrusu çok ama çok tuhaf, doğal olarak boş olduğunuzdan şüphe etmeye başladım. Ve zaten “life style” ve “içi boş potlatch” laflarınız beni son derece şüpheye sürüklemişti. ]
    Farklarımız: bu pislik ve sizlerin tiksinidirci “rat race” hastalığının nedenleri, bunlara karşı koymalar, olası çözümleri, …
    Bunları birbirinden ayırma imkansız.
    Tek ayırabileceğim ve emin olduğum, bunun faili olan insanın SOYUT İNSAN olmadığı. İlk medeniyetle başlayan, somut ve çok küçük bir azınlığın kendi rüya ve isteklerini diğerlerine “zorla” kabul ve mal ettirmesi.Ve zamanla bu rüyanın tüm medeniyet içinde yaşayan insanlar tarafından benisenmiş olması.
    İkinci emin olduğum, insanı olduğu gibi kabullenip onunla yaşamak yerine, onun adına “çözüm” bulanların dolandırıcı olduğu. Ben yukardaki küçük azınlığın bu “çözüm” bulanlar olduğuna ve hala onlar olduğuna, ve onları taklit isteyen etmek sizlerin de de aynı rüyaları paylaştığına inanıyorum.
    Bu “kötümserlik/ iyimserlik”, “hayal kırıklığı” ve benzeri psikoljik ilahileriyle çözülecek bir problem değil.
    Ben bu çeşit ilahilerin işi elinde tutan azınlık tarafından, özellikle okullarda, ve sizin ulu şef gibi marksist-leninist-stalinist-ama değiller tarafından beyinlere sokulduğuna inanıyorum. GENÇLİK, MUTLULUK, İLERLEME mitleri çaresizlere yutturulan çözüm ve sizler yutan akıncılarsınz.
    Bunu yaratıp ayakta tutanlar, onları taklit eden siz, anarşist olsun olmasın, devrimciler, bunu dilbazlıkla anlatanlar, içi boş insan/insan değil mahluklar . Belki de devrimcilikte ve EYLEMCİLİKTE başarılı olmaları, dilbazlıklarını kendileri gibi ümitsiz ve içi boşlara cazip gelmesinden kaynaklanıyor. Karım, ben ve arkadaşlarımı hariç tutma gösterişi yapacak değilim ama bunun tam bilincindeyiz. Dünya tarihinin %99,9’u “var olma”yla geçti. Sonra kısa bir “sahip olma”, ve ardından şimdi sizler, yani “gibi görünme”ler devrini yaşıyoruz. Son 7-10 bin medeniyet kanseri yıllarında bile içi boş olmayan halklar, cemiyetler, fakirler çoktu. Şimdi bu, “iletişim”, “elektronik” ve hepsinden ötede tamamıyla devletler ve iş adamlarına alet olmuş okullar ve sizin taptığınız sosyal medyayla evrensel oldu. Tabii bu başlangıçta bile, bilginin kurumlaştırılıp taş binalara hapsiyle yaşamayan, cansız, ölü azınlığın aleti eden Sümer’de başarılmıştı ama o ayrı bir konu. Ve siz marksist-anarşistlersizler bunu hızlandırmak peşinde. Köpeklere daha çok kemik atmayı vaat edenler her zaman başarılı oldular ve siz marksist-anarşistler bu defa da başarılı olacaklar. Ben bu sitede bunun çığırtkanlığının, anarSHITlik altında gizli saklı da olsa, yapıldığını gördüm.
    İlk medeniyetten sonra buna örnekler ve benzetmeler sonsuz. Ben eve yakın bir örnek vermek istiyorum. Dünya dil yaygınlğı haritasına bakarsanız, Türk dili ailesine mensupların Avrasya’da ne kadar yaygın olduğunu göreceksiniz (bu sadece Osmanlı sonrası bir olay değil, daha evrensel bir olayın örneği, ve inşallah Air-Doğan (Air arapça maslahat, erkek kamışı demek) veya ölmüş klonu Atı-Türk duymaz!). Bu gün Katalanya adı goth+alan aşiretlerin kendilerini arkadan itenlerden dolayı kapağı attıklar yerin adı. Kısacası daha önce lafını ettiğim sürekli yayılan kanser benzetmesi. “Sink or swim”.
    Şimdi dünyanın medeniyetten en uzakta kalmış insanlarla konuşsan, onlar da Osmanlı reformlarıyla başlayan ve bir devlet memuru subay Atı-Türkle kıvamına varan, “Eğitim efendim, eğitim. Tüm problemlerimiz eğitimsizlikten geliyor”, nakaratlarını şakırdarlar. Bu yeni dünyaya “uygun” olma hastalığı nakaratını en çok ve özellikle YaLaKa tipleri gibi okullardan sadece meslek kazanmış kara cahillerden duyarsınız. Eğitim, dünyanın en büyük endüstrilerinden biri!
    Bu yukardaki azınlığın daoist arkadaşın azınlığıyla hiç bir alakası yok, hatta tam tersi. Tabii eğer arkadaşınız o lafı, benim anlatacağım anlamda kullandıysa.
    Lao Tzu ilhamını zamanında küçük bahçe ve tarım yapan cemiyetlerden almıştı ve medeniyeti reddedip doğaya dönmeyi savundu. Bu çeşit cemiyetlerde bazı kişiler, hatırlayan, yol gösteren, cemiyetin geleneklerini koruyan, ahlak ilkelerini unutmayan, yapılacak işi özenli yapıp model olma ve bundan bir üstünlük payı çıkarmayan, doğal olarak, azınlık yaşlılardı (eski Türkler’deki beyaz sakallılar, dedeler). Örneğin bak şiir 57. Sanırım Bookchin Türk anarşitlerini Daoizmle flört ettikleri için azarladığından beri anarşistler Daoizm’den korkuyorlar.
    Lao Tzu, doğaya ve cemiyetlere en fazla zararın dünyayı değiştirme meraklılarından geldiğini açık açık söyler. İlkellerin değiştirme meraklılarına ne yaptıklarını Clastres’dan öğrenebilirsiniz.
    Hatta Çin sınırlarının Çin’i özgür yaşayan göçebe veya ilkel insanlarla temas etmesiyle, tarihte çok rastlanan ve adı Altın Çağ olan zamanın, hatırlamalara yol açtığını ileri süren Çin felsefe tarihçileri bile var.
    Bu konuları hem daha ayrıntılı biliyorum ve açıklayabilirim demek hem de ben aştığını kabullendiğimi eklerim.
    SOYUTLARIN SOYUTU SOKAKTAKİ İNSAN laflarıyla beni azarlamakla terbiyesizlik yaptığınızı unuttunuz.
    TC’nin BÜTÜNLÜK, BİRLİK; Bolşevikler’in PROLETERYA; Naziler’in ARYANLAR adına kırımdan geçirdiklerini, asker veya taraftar toplamak için havladıklarını unutuverdiniz.
    HÂLÂ “DISCOURSE” DEMEYE DEVAM EDECEKSENIZ; KUSURA BAKMAYIN BU KELIME “SOKAKTAKI INSANIN TENINE, HAYATINA PEK DOKUNMUYOR!”
    Bu laflarla beni azarlamakla terbiyesizlik yaptığınızı unuttunuz.
    Benim bu kutsal SOKAKTAKİ İNSAN hakkında ne düşündüğümü sormadınız. Şantaj yaptınız. Sırf üniformasından veya makamından cesaret alarak horozlanan bir kimseye benzediğinizin farkında bile değildiniz.
    Urizen’i okuyun.
    Ünlü bir Marksist bile “There is reason and there is reason.”, der.
    BU MAÇ HIÇ HEYECANLI DEĞIL; ÖLÜMCÜL!
    VE BU MAÇTA, KAPITALIZME KARŞI SIZI DE MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ!
    İnsanları avucun içi gibi bilme hastası Lenin, “hala samimiyet ölçen bir makine çıkmadı”, diyerek dert yanar. Böylece tek ve tek taptığı iki şeyi de, tabii anlayana, açık açık söyler: insanları kullanmak ve makineler. Ben bu alçak ruhlu heriften son derece nefret ettiğim için onun izinden gidenlere kinim sonsuz.
    Onun ve benzerlerinin dünyasını simgeleştirecek bir hikaye.
    Stalin Karadeniz’in kuzey kıyısındaki Yunanlıları Orta Asya’ya sürer. Bir parti apparatçiği boşalan bir evi ele geçirir ve babasını ziyaret edip bu becerisini anlatır. Babası, “Bak oğlum, biz bir düşmanımızı öldürdüğümüzde, hayvanlar murdar etmesin, gömülsün diye sahiplerine götürürdük. Siz hem öldürüyorsunuz hem de malını alıyorsunuz. Sen o evi al. Ama ne sen benim eşiğime ayak atarsın, ne ben senin”.
    Şimdi sor yukardaki bayat kalıplar dağıtan Ulu Şef Zileli’ye, bu ne demek diye.
    Cevap hazır: feodal duygular.
    Birey, hiç bir değeri olmadığını bilir ve bunu sezdiği için çılgınca bireycliğe ve psiklojik görecliğe sığınır, sadece gününü gün etmek ister, tüketicilikle imkansız mutluluk peşinde koşar, boşluğunu ve değersizliğini tüketicilikle doldurur. Böyle bir çağda sizler gibi bireyi küçük düşürüyor, SOYUT 10 bin yıldır bilinen saçmalıklarla bireyi hiçe alıyor, salt kendinden yukarıdakilere eğiliyor, altakilere, örneğin bana, tükürüyorsunuz. Bu nedenden ben sizin asıl amacınızın enayi taraftar toplam olduğuna inanıyorum.
    Milliyetçiler, solcu partiler, Bolşevikler … aynı hislerle oynama taktikleri kullandılar. Ve zaten hislerle oynayıp insanları ardından uçuruma sürükleme politikacılığın en güzel tanımı. Anarşist hiç bir zaman bunu yapmaz. Bu, eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerin ucuz taktiği.
    Hiyeraşinin egemen olan her yerde bu böyle. Bu site de öyle ve bunun modeli. Bu konuda, bireylerin küçük düşürüldüklerini inceleyen, özellikle anarşist eyilimli yazarların sayısız kitapları var. Daha dün anarşist olmuş ama hala leninist-stalinist özünü koruyan, bilir bilmez, anlar anlamaz, etrafa leblebi gibi her duruma uyabilir laflar veya banal özetlemeler dağıtan birine hala saygı gösteren siz kuzularla beraber olup kurtlara karşı mücadeleye çağırmanız şakaya benziyor.
    TURUNCU-MAVI-YEŞIL-BEYAZ…YALAKA OLMAYI BİZ Mİ ISTEDIK!
    … “UYARILARA” BAŞLAMADINIZ!
    “Niçin?”lerinize bu bağlamda bazı yanıtlar
    Bu ve buna benzer sorular tekrarlandığından tümüne bir cevap vermek zorundayım ve yine somut olacak.
    Eğer YaLaKa ve Sarp Mogan gerçekse, acı çeken kişiden özür dilerim ama bu her şeyi medyaya dökme hastalığını kınarım.
    Ben size bazı sorular sorayım. Emin olun bunlara çok şahit oldum.
    Eğer sondan bir evvel geldiğimde (1981) Sarp Mogan’a rastlayıp ona tuttuğu yolun varacağı en büyük zirve insan yerine geçmiş olan meta bolluğu, içi boşluk, ve içini doldurmayı salt başkaların acı çektiklerini, sefil olduklarını bildiği sapıklğından geleceğini söylemiş olsaydım beni ciddiye alırmıydı? Salt bana gülmekle kalmaz bunu söylediğim insanların %99,9’u gibi işi psikolojiye çevirip ya başarısızlığımdan, ya kıskançlığımdan, ya kendi kendimle barış içinde olmadığımdan, …, mutfak ve televizyon ve şimdi sosyal medyaya şükür, liste çok uzun, yüzüme tükürmezmiydi?
    Ve bence o haklıydı. Eğer limon gibi beni sıkarsan medeniyet tarihinden (teknik anlamda tarih değil, son derece geniş anlamda) ben bunu öğrendim. Son 7-10 yıl medeniyet ağına takılan insanlar, sorunlarına salt aracı pezevenklerle, devrimci veya değil, çözüm bulmuşlar.
    Ben azılı devrimcilere bile yürüyerek arabadan daha hızlı gidildiğini anlatamadım. Eğer bir arabanın yapılması için harcanan tüm insan emeklerin saatleri hesaplanıp kişi başına bölünse, yani kişisel değil sosyal düşünülse, sanırım anladınız. Tabii marksist ve anarşist-marksist, herkesin arabası olacak veya SOSYAL HAKSIZLIĞA KARŞIYIZ, şimdi herkesin arabası olsun devrimciliğine, EMEK ve EYLEM’den yana olduğuna, İLERİCİLİĞE devam eder ve sloganlar atar.
    Peki sinir içinde araba sürmektense veya tüm dünyayı iş başı eden ve yutan bir canavarın daha da güçlü olmasına neden olmaktansa, yürümek, hele sevdiğinle veya sevdiğin arkadaşlarla sohbet ederek yürümek, çiçekler, ağaçlar, kuşlar, dağlar, nehirler, çaylar, ovaları görmek zevkli olur, daha tatlı olur deseniz, eğer sıradan bir insansa haklı olarak ve dürüstçe “bu dünyayı değiştiremeyiz, böyle gelmiş böyle gider”, der. İleri zekalı, okumuş, hele bir de devrimci anarşist-marksistse, dürüstse “romantikliğime” güler, değilse klişeleri kusmaya başlar. Lao Tzu, özellikle Chouan Tzu bunları, o zaman bile, çok iyi tanır. Bunu bilen çok başkaları da var. Sizin ogursel’e, 19. yy’da yeni ve cesur dünya heyecanı içinde akıllarına bile gelmeyecek bir kuşkunun, yirminci yüzyıl kuantum fiziğin en büyük yıldızlarından biri olan Heisenberg’in paylaşmadığı gösteren bir yazı gönderdim. En son ve en iyi marksist-anarşist hiç utanmadan sadece “böyle birşeyi gördüğümü hatırlıyorum, ama katılmıyorum!” gibi tamamıyla cahilce ve göreceliğe indirgeyici bi yanıt verdi. En son anaşistliğin ne kadar çabuk cahillik anarSHITlik diplomasına döndüğünü gösteren güzel bir örnek.
    Benim sorum, bu ogursel’i nasıl ikna edebilirim? Ortega y Gasset’in sıradan adamı. Cahilliğinden gurur duyuyor.
    Defalarca size aktarmak istedim. Farkımız, bu ve benzeri gerçeklerin varlığı, son avatar kaynağı, ayakta tutanların kimliği değil. Bunlara karşı tutumlar, anlama farkları, kökenleri. Bunları tartışma yerine, soyut formüllerle ve yukardan akan dışkıların yutulmasıyla kusmalar: şantajlar ve terbiyesizlik!
    Ben size derdimi anlatamıyorum, 7-10 yıldır kölelik içinde yaşamış insanlara nasıl anlatacağım.
    Defalarca anlatmak istedim. Ben bu hastalığı, sokaktaki insanları kendine silah edinip düşman korkutuculuğunu poltika partilerde; kendini dev aynasında gören azılı, marksist-leninist-falan filan-yeni anarşistlerde, ve ikisinin arasında kendinden nefret eden binlerce içi boşlarda gördüm. Ben bunlardan sonsuz nefret ediyorum. Hemem hemen hepsi kara cahil ve sadece apparatçik veya en son ve en iyi kuklaya dalkavuk akıl hocalığı peşinde olanlar.
    Bu akıl hocaları gerçek mucize bile yaratacak cambazlar. Örneğin, Kennedy kendi ölüm merasiminde kendi mersiyesi okudu. İnşallah anladınız.
    Ben size Nero hrıstiyanların hissettiklerini hissetmek için Roma’yı yaktı. Lenin boş içini, veya formüller dolu içini, doldurmak için geceleri fakir mahalleleri gezerdi. İçi boş Leninist-Neroist-marksist-anarşist devrimciler sefalati sergileyerek içlerini doldurmak isterler. Bu sizin SOYUT formüllerden vazgeçmeye ikna edermiydi?
    Sizin sokaktaki insanları ben çocukken, ama sefil değil, fakirken çok yaşadım. Buradaki demokrasi aşıkları Türkler ve Kürtleri dinledim. Eğer onlar, siz ve Zileli benim mahallede yaşasaydı ben sizleri Bill Gate’in fırlamaları sanırdım. Böyle şeylerin insanı ölçmede veya değerlendirme zaralı olduğunu bildiğim için ayrıntılara girmeyeceğim. Ama bırakın artık şu sefillerin acı durumlarını şantaj olarak kullanmayı. Televiyon, gazete, medya bunarı sizden iyi sergiliyorlar ve nitekim sizin, sosyal medya veri-bankacısı olarak, kaynaklarınız bu maskaralıkların kopyaları. Sizin Ulu Şef, anarşistlik diplomasına rağmen, anarşistlerin sınıfları temel almadıklarını size söylemeyi unutuvermiş veya gerçek bir anarşist olarak cahilliğini erdeme çevirmiş. 126’ya tekrar cevabımda bunu içeren, hatta çok ünlü bir Marksistin yazdığı, “Mr X, in his book lets Paul say the following” ile başlayan ve ardından gelene yazıya bakın.
    Siz ve Ulu Şefleriniz gibi Leninler’e ve Hitlerler’e saygı ve huşu içinde olanlar beni tiksindiriyor ve insan olduğuma utanıyorum.
    Aynı zamanda medeniyetin (hatırlayın: ” artık ürün medeniyeti yaratmaz, medeniyet artık ürünü yaratır”) başlangıcından beri onun ağına girmişlerin kemik peşinde koşmaktan başka hiç bir seçeneği kalmadığını ve başı çeken pezevenklerin bazılarını azılı köpek olarak kullanıp diğerlerini korku içinde tuttuklarını sizin ULU ŞEFLER’den çok daha iyi biliyorum.
    Önce sonsuz eksikliğinzi (hele şefiniz! eski ve yeni solculuk politikası dışında utanılacak kadar cahil) birkaç şiirle gösterip eğer politikacılık dışında hala insan kalmış taraflarınız varsa, bu sefaletlikleri silah olarak kullanmadan vazgeçin.
    Önce SEFİLLİK:
    London
    I wander thro’ each charter’d street,
    Near where the charter’d Thames does flow,
    And mark in every face I meet
    Marks of weakness, marks of woe.

    In every cry of every Man,
    In every Infant’s cry of fear,
    In every voice, in every ban,
    The mind-forg’d manacles I hear.

    How the Chimney-sweeper’s cry
    Every black’ning Church appalls;
    And the hapless Soldier’s sigh
    Runs in blood down Palace walls.

    But most thro’ midnight streets I hear
    How the youthful Harlot’s curse
    Blasts the new born Infant’s tear,
    And blights with plagues the Marriage hearse.

    Sor bakalım şeflerine, buna ne diyecekler. Cevap çok açık: ama bu şiiri yazan dünyayı değitirmemiş. Yani sizler gibi enayileri peşine takmamış.
    İkincisi başlangıçtan beri size bir tülü anlatamadığım kavramın zararları: SOYUT formüller her kapıyı açar. Araplar eski Yunanlıların eserlerini çevirdiklerinde soyut sözcüğüne tecrit = çekirge dediler, yani herşey yiyip bittikten sonra geriye kalan şefiniz gibi kuru saplar.
    İşte SOYUTluğun nered bulunduğu.
    The Human Abstract
    Pity would be no more
    If we did not make somebody Poor;
    And Mercy no more could be
    If all were as happy as we.

    And mutual fear brings peace,
    Till the selfish loves increase:
    Then Cruelty knits a snare,
    And spreads his baits with care.

    He sits down with holy fears,
    And waters the ground with tears;
    Then Humility takes its root
    Underneath his foot.

    Soon spreads the dismal shade
    Of Mystery over his head;
    And the Catterpiller and Fly
    Feed on the Mystery.

    And it bears the fruit of Deceit,
    Ruddy and sweet to eat;
    And the Raven his nest has made
    In its thickest shade.

    The Gods of the earth and sea
    Sought thro’ Nature to find this Tree;
    But their search was all in vain:
    There grows one in the Human Brain.

    Adi devrimci anarşist falan filanlar cahilliklerini örtbas etmek için veya insan olmaktan çıkıp anarşist olduklarından bu SOYUT’luğu bir barınak olarak kullanırlar.
    Üçüncü benim en sevdiğim ve bence sizin gibi dünyayı temizleme adına daha çok pisliğe sokacaklara bir ders.
    The Little Vagabond
    Dear Mother, dear Mother, the Church is cold,
    But the Ale-house is healthy & pleasant & warm;
    Besides I can tell where I am used well,
    Such usage in heaven will never do well.

    But if at the Church they would give us some Ale,
    And a pleasant fire our souls to regale,
    We’d sing and we’d pray all the live-long day,
    Nor ever once wish from the Church to stray

    Then the Parson might preach, & drink, & sing,
    And we’d be as happy as birds in the spring;
    And modest dame Lurch, who is always at Church,
    Would not have bandy children, nor fasting, nor birch.

    And God, like a father rejoicing to see
    His children as pleasant and happy as he,
    Would have no more quarrel with the Devil or the Barrel,
    But kiss him, & give him both drink and apparel.

    Bir deney yapın. Kendiniz bu şiirleri içtenlikle defalarca okuyup anladıktan sonra ulu şefe gösterin bakalım ne diyecek. Eğer kaynağını bilmezse petit-bourgeois zırvalamaları, bilirse romantik saçmalar, ve hatta din afyonları, vaya, veya , … formül çok, kafa yok.
    Bu aynı zamanda niçin, niçin; sistem, sistem nakaratınıza cevap. “Niçin”lerin neden kaynaklandığını benim bazı yazdıklarımdan siz ve ulu şeflerinizden sonsuz daha iyi bildiğimi gerçekten görmüyorsanız, şefiniz gibi merdivende tırmanma hırsı gözünüzünüzü kör etmiş. Bir tek örneğim, ilk defa insan ellerini kaldırmış aracıdan medet umuyor heykeline ben sizin dikkatinizi çektim. O da yetmiyorsa iletin şu olmuş olayı kara cahil şefinize de politika eğitimi dışında bilgilerin de var olduğunu hatırlasın ve sırf politika alanında ve son derece kısıtlı bir ölçüdeki uzmanlığının sonsuz zararlı olduğuna uyansın.
    Çünkü ben size Detroit’de yaptıklarımı yazdım hemen ulu şeflerinize danıştınız. Onlar da kabızlıklarından arkalarından çıkaramadıklarını ağızlarından size kustular, siz de onları yutup bana kustunuz ve hala kusuyorsunuz.
    Çünkü ben size burada yaptıklarımızı yazdım, sanki okumadınız. Yine ulu şeflerinize danışıp (bir çeşit telepati) aynısını tekrarlıyorsunuz.
    Kısacası her ikisinin de SOYUT formüllere, marksist-leninist-yeni anarşist devrimci praksize uymuyor iddianız.
    Yukarıdaki şiirlerde kendinizi ve ulu şeflerinizi gördünü mü? Soyut olarak sistemin insanları bu duruma soktuğunu 10 bin yıldır söyleyenler oldu. Günaydın! Neden Ulu Şef’inizin yarattığı bir büyü dünyası içinde savaşa hazır asker heyecanlığıyla ve benim dediklerimde eksikler bulma hevesiyle SOYUT formülleri tekrar edip duruyor sunuz? Hala Ulu Şefler’inizin sizi uyuttuklarının farkında değilsiniz. Kitap listeniz de bunu kanıtlar. Birkaç klasik, birkaç okuması şart olanlar. Dünyayı tamamıyla değiştiren ve daha sonra tüm dünyayı kendine benzeten Sümer tarihi bile yok. Ne de acaba kaçınılmaz bir belamıydı düşüncesiyle Aztek ve Inca medeniyetlerini inceleyen kitaplar. Ne de medeniyetlerin, tüm doğal zenginliğine rağmen, ve aynı zenginliklerin hem günümüz kapitalizmi hem de günümüz, siz polislerin, süper büyüğü polisi ABD’yi yaratan Amerika kıtalarına benzeyen Afrika’da, sadece kıyıda kaldıklarının nedenlerini açıklayan kitaplar var. Ne de ilkeller ve “keşiflerle” keşf edilen yerlerdeki insanlarla kırımcı, gaddar, kıyıcı beyazlar arasında geçenleri ve dolayısıyla kim olduğumuzu çok güzel gösteren kitaplar var. Bu da tabii “SOKAKTAKİ İNSANIN TENİNE, HAYATINA PEK DOKUNMUYOR!” Ne var ki, işinize gelince kitap üstü kitap sıralarsınız. Edebiyat ve sanat alanlarını eklemiyorum bile. Bu iki yüzlülük ve sizi bu yola sokan sizin ulu şef! Politika bil, öcülük et, büyük laflar sırala, karşına benim gibi biri çıkınca susturmak için malum formülleri kullan.
    Ben size binlerce kitap adı gönderirim ve aklınızı durduracak şeyler öğrenirsiniz.
    Bir örnek ve 1970lerde (çok çok çok eski). G. Amerika Amazonların’da Hristiyan olmuş ama henüz para bilmeyen bazı yerliler maden çıkarmada çalıştırılır (sizin meşhur EMEKÇİLER). Sizin huşu içinde adlarını ağzınıza aldığınız en büyük ekonomistlerin gözünden kaçıveren paranın şeytan işi olduğunu anlarlar. Kısır olurlar diye kadınlara paraya dokanmak yasaklanır. Parayı alınca hemen harcarlar. Ama bir süre sonra hrıstiyanlıkta vaftizle günahtan sıyrılma akıllarına gelir ve papazı uyutup bebeğin yerine parayı vaftiz ettirirler. Peru ve Kolombiya bunu yasaklayan yasalar çıkarır.
    Fakat önemli olan bunlar değil. ANLAMAK. Siz sadece bilgi diye “information” toplamış ve bunu bie fetişleştirmişsiniz. Anlayışınız, şefleriniz gibi, bunun politika meydanında satma cambazlığında yararlı olacağı sezgisi, yani sıfır.
    “SOKAKTAKİ İNSANLAR” İLE “ÖZGÜR İNSANLAR” ARASINDAKİ FARKLARI “SOMUT OLARAK” AÇIKLAR MISINIZ?
    Bu soru bana mı yöneltilmiş, yoksa ardından gelen açıklamaya bir giriş mi, bilemedim ama cevabı basit.
    Sokaktaki insan medeniyet ağına düşmüş özgürlükte evren kadar uzakta. Hatta özgür insanlar da özgürlük kavranmına ben rastlamadım.
    Fazla uzatmaya gerek yok. Sonsuz sayıda yanıtler var ve işte bir tanesi.
    “when I see multitudes of entirely naked savages scorn European voluptuousness and endure hunger, fire, the sword, and death to preserve only their independence, I feel that it does not behoove slaves to reason about freedom.”?
    Jean-Jacques Rousseau
    Kendini bilimsellik ve ilerleme safsatasına verip pezevenklere iş çıkarmadan önceki Marks’dan diğer bir örnek.
    Gazetede yazı yazdığı sıralarda bir asilin ormanına girip kaçak domuz avlayan bi aç köylü yakalanır ve mahkemede cezalandırılır.
    Marks aslının Las Casas’dan geldiğini bilmediği bir olmuş hikayeyi anlatır.
    Küba yerlileri durmadan beyazlardan kaçarlar. Bir gün aralarından biri işi çözdüğünü ileri sürer. Biz” beyazların fetişlerini (allahlarını) taşıyoruz”, der. Üslerinde ne kadar altın varsa toplar nehire atarlar. Böylece beyazların peşlerinden gelmesinden kurtulurlar.
    Marks, “eğer juri bu vahşilerden oluşsaydı insanı kurtarmak için fetişi (allahı), ormanı yakarlardı”, der.
    Aman politically correct ağaç, hayvan, orman seven yeni marksist-anarşist ekolojistler, sizin şefe veya ona benzeyen ama çok daha zeki ve başarılı olan Daniel Cohn-Bendit duymasın.
    AYNI ŞEYİ SÖYLÜYORUZ, HAYKIRIYORUZ, BAĞIRIYORUZ AMA SESİMİZ DUYULMUYOR.
    Şimdi ben size şefinizden öğrendiğiniz papağanlığı, şantajcılığı, küçük düşürmeyi yapacağım. Duyulmayışının sistemden kaynaklandığını bilmiyor musunuz? Ayıp, ayıp. Şef size çok saçmalıklar öğretmiş ama mantık öğretmemiş.
    Ben ilk defa 1972’de Türkiye’ye döndüm. Üçüncü defa 1981’de. Ve haksızlık ve adaletsizlikten sözettiğimde, Amerika ve Avruapa’da sabah tango, öğlen caz müziği enstrümanı, öğleden sonra gelecek yaz gidecekleri ülkenin dilini öğrenen, akşam meditasyon yapan Marks’ın fırlamaları tersine, kulak verenler oldu. 2010 yılında geldiğimde, ekonomik gelişmeden dolayı durum değişmişti, çoğunluk kolayca zengin olma peşindeydi. Avrupa’ya döndüğümde bana ne gördüğümü sordular. Bir şeyde Türkiye Avrupa’yı ışık yılı geçmiş: Dolandırcılık demokrasisinde. Avrupa’da azınlık dolandırıcı, orada herkes dolandırıcı olmuş. Tabii bu bir abartma ama daha önceki ziyaretlerimle güzel bir kıyas. Belki sizin duyulmamanız bundan kaynaklanıyor. Ve bence endüstrileşme “devrimlerin” salt fakir ülkelerde oluşuyla bu son durum arasında büyük bir ilişki var ve ben o yüzden büyük konuşan “devrimci”, “anarşist”lere inanmıyorum. Fakir ülke için tek model onlara refahlık vaat eden marksist model.
    “HADİ, SİSTEMİ DEĞİŞTİRMEK İÇİN; HAREKET EDELİM!” DİYE HAYKIRMAK NİÇİN BANALLEŞME?!
    Banalleşme bu değil! Banalleşme bunun defalarca denenip başarılı olmadığını bildiğiniz halde hala şefinizin etkisi altında sanki ben cevabını biliyorum gibi bana sormayla şantaja ve küçük düşürme arzunuza devam etmekte. Yukarıda ve bata 1. ve 2.’yi bir daha okuyun. Daha da kötüsü başlangıçtan beri bu derdi benimle paylaşmak, benim ne düşündüklerimi öğrenmektense beni ulu şefiniz gibi salt ve salt devrimcilik politikası edebiyatı bilen, onun gibi gözü her zaman üst makamlardakilerin yanında yer alma isteği olan biri sandınız. Bunu tiksindirici bulduğum sizin şefi rahatsız ediyor. Beni sırf Amerika’da yaşadığımı bildiğinizden siz ve Zileli gibi hali vakti iyi aileden geldiğimi sanıp suçluluk hissi yüklemek istemenizde. Banalleştirme, sistemin değiştirmeyi bir yana bırak, benim sizi sistemin savunucuları olarak görme ihtimalinin aklınıza gelmeyişi. 139 nolu yazımda SANKİ FOUCAULT KONUŞUYORMUŞ GİBİ HİSSETTİK! cümlenize verdiğim cevapta adlar ve akımlardan bilerek söz ettim. Nedeni sizlerin, belki farkında olmadan, onların büyüleri altında kaldığınızda şüphe ettiğimdendi. Çünkü bu sitede olan eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliğin egemen olduğunu sandığımdan.

    “… BÜYÜK ENGELİN MADDİ KISITLARDAN ZİYADE …”
    Ben hiç katılmıyorum. Ama bu daha sonra eklediğiniz,
    “… YENİ ÖZGÜRLÜK İLE NE YAPACAĞIMIZI ÇOK DA BİLMEMEMİZDEN KAYNAKLANDIĞI İNANCINDAYIM.”
    lafınızı küçümsemiyorum. Büyük bir gerçek payı var ama bağlamından çıkarmamalıyız.
    Hegel, “Secure at first food and clothing, and the kingdom of God will come to you of itself.”, der.
    Fredy kitabına “bu canavar sadece ruh değil, bedeni de var” laflarıyla başlar.
    Ben kimse kimsenin yaşamı için gerekenlere el atmazsa, tekele almazsa, geri kalanın, özgürlükte dahil, yaşamın güzelliği olarak görüyorum. Eğer sadece tek bir benzetme yaparsam, değişik insanlarda değişik diller böyle gelişti.
    İşte eşsiz şahane bir örnek.
    Sanırım bilirsiniz ilk etnologların çoğu misyonerdi. Biri mitlerini, örf ve adetlerini, yaşam tarzlarını, dillerini. … çalışmak için Avustalayalı bir grupla dolaşır ve hristiyan (ilahiyat) teolojisini anlatır. Beni ilgilendiren “Allah Büyük” konusu. Yalnız günlerce aç gezip bir av bulduklarında tümünü yediklerini, bitiremezlerse çocukları gönderip diğer grupları bulup getirdiklerini görür. Tüm iyilikseverler (ilk medeniyetler, devletler, kapitalistler, komünistler, sosyalistler, anarşistler gibi) araya girer ve hayvanı tuzla koruyup daha sonra acıktıklarında yemelerini tavsiye eder ama kulak asılmaz. Bir müddet sonra tütsülemekle aynı şeyi yapmalarını öğretmek ister, yine kulak asılmaz. Bir kaç daha dahi ve ileri zekalı Marks, Lenin, Einstein, Darwin, Hawkings, … ulu şefleriniz vari çözümler daha önerir. Nihayet avustralyalı aborjinler bıkıp “Korkma! Allah Büyük!”, derler.
    Ben de, Allaha bile değil, en son ve en yeni daha güçlü aracı pezevenklere belini bağlayan, daha doğrusu büken, misyonerin kendi korkusunu aborijinlere yansıttığı gibi, sizin bitmez tükenmez cahilliğinizi bana yansıttığınızdan bıktım!
    Ben “yaşam acı çekmektir.”, Budist düşüncesini kızılderili yerlilerin (hatta eski Mısırlılarve özellikle ilk devirlerde) yaşamı sonsuz sevip zevkle yaşadıklarınla kıyasladığımda, bundan 2600-2700 yıl önce halihazırda kapılar kapanmış gördüm. İşte sana bir medeniyet harikası daha!
    ANCAK BUNU SADECE BİREYSEL BİR NOKTADAN OKUMAMAK GEREKİR!
    Benim bildiğim anarşizmde birey çok önemlidir. O yüzden kendini dev aynasında gören bir marksist-leninist-yeni anarşist, politically correct şekerlemeler dağıtan bir kimsenin sözünü ettiğim konuda cahilliğini kabul edip özür dilememesini kınamaktan ve sizlerin yüzüne vurmaktan vazgeçmiyorum.
    Bir bakıma çok haklısınız. Bireye önem verme felsefesi rahatça fırsatçılığa, sizin şef gibi bokunda boncuk bulmuşluğa, bencilliğe dönüşebilir. Anarşistliğin en zayıf halkalarından biri de budur. Hatasına karşı sorumlu olup özür dilemeden, anarşistim o halde istediğimi söylerim fırsatçılığı da ayni anarşistlik adı altında savunulabilir.
    Aşağıda Yahudilik ve Hrıstiyanlık arasındaki farkla cemiyetin ne kadar önemli olduğuna değineceğim. Ve tekrar ediyorum bu sitede olan Detroit’de olsaydı, ve orada sizin şeften ışık yılı ilerde bilgililer vardı, cemattekiler bunu yapanın yüzüne vururlardı. Sizler yapamıyorsunuz. O halde kesin kes Bolşevikler, daha da kötüsü bir Stalin altında ezilmişsiniz.
    PEKİ SİZ DAHA ÖNCE BUNUN FARKINDA OLDUĞUNUZ HÂLDE, NİÇİN ZAMANINDA BİZLERE BİLİNÇ AŞILAMADINIZ!
    Aslında bu yine bir şantaj ama cevap vereceğim.
    İlk önce bazı örnekler vermek isterim. Fredy ile benim, Ivan Illich ile arkadaşları, La Boétie ile Montaign, Ellul ile Charbonneau ve Illich ve çok sayıda diğer kişiler arasında karşılıklı tartışma ve bilgi paylaşmaları, sevgi ve saygıya dayanan dostluk, ve özellikle varılan noktaya çok değişik yollardan varılmışsa uzun zaman alır. Ben bu sitedekilerin daha başlangıçta, anarşistlik modasına kapılmış ama ve haklı olarak aslında tam anlamda marksist-leninist-stalinist olduğunu anladım. İşlenilen konular, birkaç doğa, hayvan sevgisi, eşcinselleri hoş görme gibi politically correct eklemeler hariç aynı marksist-leninist-stalinist türküler aynı göbek atmalar. Medeniyetin, evcilleştirmelerin, yazının, şehirlerin, bilim-tekniği çözümleyen, eleştiren tek bir yazı veya bir kitap bile yok. Sümer’le ilgili “Tarih Sümer’de başlar” gibi artık okumayanın utanması gereken kitabı adı bile geçmez. Tabii, siz “ilk anda aklımıza gelenler”, lafınızı eklediğinizden size karşı haksız olabilirim ama sizin kitap listenizdeki eksiklerle ilgili söylediklerim site için daha da geçerli ve hatta utandırıcı. Eğer Fransız’ca bilseydiniz anarşistlik gösterisi içinde olmayan “Moins!” ve “Décroissance” aylıklarda bu siteden sonsuz daha ciddi yazıları size gönderirdim. Medeniyet öncesi uzun çağların bolluk çağları olduğunu özenle analatan Sahlins’i bile bilen yok. Eski burjuvanın tamamıyla yeryüzünden silindiği daha doğrusu artık herkesin burjuva olduğu duyulmamış bile. Zamanımıza egemen olan MUTLULUK ve İLERLEME mitinden sadece bihaberlik değil, kerizcesine savunanlar bile var. Birine artık düzeni doğru dürüst inceleyenlerin tümünün bildiği bilim-tekniğin nötr olmadığını söyledim dam üstünde saksağan vur beline kazmayı bir cevap aldım. İşte cevap:
    TEKNOLOJİ KARŞITLIĞI; TEKNOLOJİDEN VAZGEÇME KONUSUNDA SANIRIM TARTIŞMAK DOĞRU OLMAZ! BU İNSANLIĞIN HİÇ BİR ZAMAN KALKIŞMAYACAĞI BİR ŞEY; SORUN TEKNOLOJİNİN KENDİ DEĞİL; NASIL KULLANILDIĞI…
    Toplumla kullandıkları araçları birbirinden ayrılmaz, tamamıyla iç içe olduklarını, sosyal yaşamdaki yaptığı değişiklikleri, vb. bir yazı yazdım. Tabii o da sizin gibi yaşayan, şimdi ve burada olan (hic et nunc) bir sorunu, her zaman, he yerde geçici, kısacası ölü SOYUT bir tanım ve ayırımla kendinden emin rahat taş uykusuna döndü. O da sizin gibi hiyerarşi kanında olduğundan, bilgide olan bazı basit gelişmelerden habersiz olduğunu kabulleneceğine sadece BÜYÜK salağa, G. Childe, bel bağladığı için haklı olduğunu biliyordu. O da sizin gibi, Gün Zileli ve benzeri aslı marksist-falan filan olanların afyonunu yutmuş. Üstelik ve hatta onu uyutanların kendileri tam bir taş uykuda.
    Aklım durdu. En azından sizin “Quis custodiet ipsos custodes?” veya Marks’ın “öğretmene kim öğretecek ?” laflarından bile bihaberdi.
    En azından belki kıyasla sıfır denilecek kadar az ama sizin sıraladıklarınız arasından Martin Heidegger ve Ivan Illich’i veya Watson ve Anders’i veya Watson’un kitabında adını verdiği son derece tanınmış eleştiricilerden bihaber taş uykusunda.
    Watson’un kitabında bu aslı marksit-falan filan olanların eşsiz eleştirisi yapılır. O eleştirilerdekilerin aynısı olan Zileli ve benzerlerine, size, ogursel’e ders olabilir ve biraz ders çalışmaya dürter diye eve yakın bir örnek vereyim.
    Hala Türk ve Macar dillerinin aynı kökenden olduğu düşünülen sıralarda (hatırladığım kadar 1930larda), Bela Bartok müzikte bunun kanıtlarını bulurum diye Türkiye’ye gelip modernlik bokunun henüz değmediği yerleri dolaşıp müzik notaları ve güfteleri toplamak ister. Tabii hiyerarşi sizin gibi iliklerinde olanlar, o ünlü olduğundan zamanın kültur bakanı refaketinde dolaşmasını uygun bulurlar. Bir yerde bir yaşlı kadın bir ninni söyler ve genellikle kulaktan notları yakalayabilen Bartok, bu ninni çok kompleks olduğunda kayıt aletini çıkarıp tekrar etmesini ister. Yaşlı kadın, “bu şey benim sesimi çalacak, ondan sonra sesimden mahrum kalacam”, diyerek tekrarlamak istemez. Hala insan kalmış hayreti içinde olan Bartok’u “kültür” bakanı, “kusura bakmayın, bizim halk hala cahil”, demeyle Atı-türk’e, veya şimdiki marksist-falan filan anarSHITlere yakışır bir lafla, moderrnler ve ölüler dünyasına geri getirir. Bartok içinden “asıl cahil sensin”,der ve bunu hatıralarında anlatır. Sizler daha konuyu bile anlamamışsınız o yüzden aynı kültür bakanı gibi kendinizden emin horozlanıyorsunuz.
    Hatta ne marksist ne anarşist tam bir liberal olan yüce tarihçi Toynbee’nin 1976’da yazdığı “Mother Earth and Mankind” kitabında insanın yaşamı ve dünyayı yok etme yolunda olduğunu söyler. “Riddles in the Phenomena” ve “Biosphere” bölümleri okumanızı candan tavsiye ederim. Parantez içinde, Toynbee sunusunda sadece Lao Tzu, Buda ve Blake’den bahseder. İnsanları hoplatıp zıplatan Marks ve benzelerini ciddiye bile almaz (ama ben “ne yazık, Marks endüstri ve bilim-tekniğe saplandı” diyen Simone Weil’e katılıyorum. Bunun dışında gerçekten eşsiz devlerden biri). Ogursel’in bu kitabı bile bilmemesi “genelde anarşistlerin marksistlere kıyasla çok daha cahil olduğunu” bir daha kanıtladı. Ben böyle anarşistlere çok rastladım ve Gün Zileli’nin ve diğerlerinin bu sitedeki basmakalıp sloganvari, bilgelik taslayan yazılar da bunu bana gösterdi.
    İşte ünlü marksisten bir alıntı:
    ” How absurd it must seem for an immortal soul to be destined for Heaven or Hell, and yet be sitting in a kitchen, as a maid, or to see oneself objectified as a mechanic! how falsely the usual sunrise waked us, the clock dial, the city street the job! How wrongfully people find themselves in these systems — our time isn’t there, our space isn’t there, our space isn’t even here… the whole social story of waking, and certainly the day of the mechanic, is false.” (1930), p. 27
    Bu körü körüne bağnazlık eden ogursel, bunu sözüm ona “anarşist” bir sitede yapıyor ve kimse onun hatasını görmüyor. Yani kimse benim dediklerimden hem yüz yıl geride hem de, maşallah!, yüz bin yıl ilerde.
    Sahlins’in “The Western Illusion of Human Nature” kitabında bu BİZ / O, LOGOS / PHYSİS (aman şefine gösterme, hemen bu “grek” leblebisiyle işi halleder), KÜLTÜR / DOĞA, Descartes’ın işe yarar salaklığı, RUH / BEDEN, … ve bu çılgınlığın sonuçlarını eleştirir. Bu salak ogursel duymamış bile.
    Descola ilkeller arasında böyle bir ayırım olmadığı gibi baş döndürücü bir kompleksliğe dikkat çeker.
    Kimse ona ne kadar, belki kibarca, salak olduğunu söylemedi. Bence nedeni yine o salak Gün Zileli’nin tüm dikkati tek bildiği marksist-leninist-stalinist-vb.-vb.-vb-falan filancılığa toplayıp milleti uyutması.
    Ben bu nedende sizin okudum dediğiniz kitapları okumadığınızı, sosyal medya dedikodulardan topladığınızı sanıyorum. İnşallah yanlışım. İnşallah uyanıp öğrendiklerinizi anlamayla hakkını verirsiniz.
    İşte size ilkellerin siz, Zileli ve ogursel’den sonsuz daha anarşist olan ve yine ve Avustralya aborijinlerin ok ve yay kullanmayı reddetme nedeni. Avcı avına yaklaşmalı, genç mi, gebe mi, yaşlı mı olup olmadığını bilmeli. Kısacası birine motorlu kayık ve dolayısıyla motor çalıştırmasını öğretip endüstri sahibi pezevenklere esir etmektense, yüzmeyi öğretmeyi tercih ederler.
    Salaklar da “kullanana bağlı” ninnisiyle uyutulur.
    Siz onunla benim aramda geçenleri okuduğunuzu söylediniz. Ya onun gibi hiç bir şey anlamadınız ya da okumadınız.
    Ve ona diyeceğinize bana, “Quis custodiet ipsos custodes?” fiyakası attınız.
    Aman şefinize söylemeyin, bunu yerleyen bir sürü keriz var ve onları biliyordur. Ve sanırım bu konuların altında asıl yatanın ne olduğunu bilmediğinden, ileri zekasıyla parlak etiket takar.
    Sizin Ulu Şef için önemli olan asıl sorun, asker ve taraftar toplama, 1. 2. 3. 4. 5. 6. enternasyonlarda katılanların kahvaltıda ne yedikleri,…, ve nihayet ISLAH-EDEN-TEMİZ-TAŞ’ın sosyal, politik, ekonomik, devrim, anarşistlik, marksistlik, Kürtlük, ekolojik, eşcinsellik, hayvan severlik, alevilik, militarizm, dış ve iş siyaset, muhasebecilik, kırtasiyecilik, ilaçcılık, kitapçılık, futbolculuk, televizyon dizicilik, en son ve en iyi cici bici isimcilik … kısacası falan filan alanlarında yapacağı etki ve bunun yaratacığı yeni dünyada siz en son ve en iyi azılı, devrimci ISLAH-EDEN TEMİZTAŞ gibi ama değil, sokaktaki insan adına konuşanların “ne yapmalı” leblebilerini dağıtır. Bu salaklıkları anarSHITlik özgürlüğü, mutlak olan görecilik adına savunur.
    Üstelik bazı derin konuları hakkını vererek kısa bir şekilde anlatabilmek kendi başına bir sanat. Buna rağmen ben kendimin medeniyete karşı olduğumu ve ilkellerden tamamıyla başka gözlerle bakmayı öğrendiğimi ima ettim ve hatta açık açık söyledim. Ve bir yanıt almayınca, salakça bir etiketle rafa koyulduğunu anladım. Bu konuları çok daha etraflı ve güzel anlatan David’i okuduysan, oradaki kaynakları görmüşsündür. Ben kendim bulup çıkarıp arkadaşlara tavsiye ettiğim Hans Peter Duerr’in Dreamtime kitabını, okumayacağınızı bildiğim halde, özellikle tavsiye ederim.
    Ben size ima ettim ama siz bana akıl verdiniz. Eğer size sosyal medyanın zararlı, TWATırın, faceBOK’un, dünayayı kasıp kavuranların en önde gelenlerinden, televizon seyretme ve gazete okumanın beyinleri samana çevirdiklerimi söyleseydim, siz ve özellikle şefiniz bunu nasıl yorumlardı? Yine biriktirilmiş formüller torbasından bir formül çekilirdi ve belkide benim tutucu, gerici olduğum ilan edilirdi. Ben de Fredy’nin kitabı “doğanın cömertliğnden memnun olan tutucu kendini beğenmişler olduğu gibi kaldılar, rahatsızlar iki ayak üzerine kalktılar …”, laflarıyla başlar deseydim ve sizlelerin, özellikle ulu şeflerinizin, kıçlarına nışadır sürülmüş hep yenilik, hep değişme, hep rahatsız olanlardansınız deseydim, kabullenir miydiniz? Yoksa anarşistim o halde salak kalmaya hakkım var demez miydiniz?
    Burada kimse kimseyle konuşmaz ama 24 saat cep telefonuyla birbirleriyle konuşurlar ve sosyal medya içindeler. Hatta çoğu zaman 4-5 kişi bir arada ama cep telefonunuyla başkalarıyla konuşurlar ve sosyal medyadan sizin gibi sırf dedikodu toplarlar.
    Sizin bu son paragraftakilerden, gerçekten çok dinci, ruhani, olduğunuzu şöyle gösterseydim:
    “The great spirituality of our age means that we are all physically repulsive to one another. The great advance in refinement of feeling and squeamish fastidiousness means that we hate the physical existence of anybody and everybody, even ourselves. The amazing move into abstraction on the part of the whole of humanity – the film, the radio, the gramophone – means that we loathe the physical element in our amusements, we don’t want the physical contact, we want to get away from it. We don’t want to look at flesh and blood people–we want to watch their shadows on a screen. We don’t want to hear their actual voices: only transmitted through a machine. We must get away from the physical.”
    Acaba anlarmıydınız? Daha önce bunu başka bir yazıyla gösterdim, ne oldu? Anlamadınız bile.
    Ben kendim böyle bilgisayarla, hatta bu ve buna benzer hepsini yok ederek, mektuplaşmaktansa arada bir kahve ve çay içerek kouşmanın çok daha tatlı olacağına inanıyorum.
    Ama arada sadece alçak kapitalistler olsa iş çok daha kolay olurdu. Arada ve en başta sizler gibi dünyayı değişirmek isteyen marksist-anarşist şeflere kulak verip saygı duyanlar, ardından kendine güvenini, haklı olarak, kaybetmiş hemen hemen tüm dünya var. O yüzden ben size işi basitleştirip banalleştiriyorsunuz diyorum.
    Siz haksızlık yapan ve yalan söyleyen şefinize bile karşı çıkamıyosunuz! Dünyayı nasıl değiştirecek siniz?
    Son yazımda dokunduğum gibi, asıl düşmanın medeniyet olduğuna inanıyorum. Ben buna biraz değindim ve hemen ardından marksist-leninist-stalinist-yeni anarşist-püriten bir azarlama, hakaret yağmuru, saygısızlık, eylem ilahileri, dünyayı değiştirme ilahileri ve hepsinden daha kötüsü tanışıp hiç de beğenmediğim iki şefin pis kokusu çıktı.
    Yine de devam edip hiç değilse bu konuda değişik düşünceler olduğunu, sizin aslında anarşistlik adı altına aynı şefiniz gibi marksist-leninist-stalinist olduğunuzu ima ettim.
    Hep aynı kabalıklar, hep aynı kitap ve yazar isimleri vermeler, hep aynı konuları sanki ilk defa biliniyor gibi hiç bir incelik veya nüans eklemeden kusmalar.
    Size, Vico hakkında söylediklerinizle onu okumadığınızı, emekçilik ve üreticiliğe indirgediğinizi, sosyal medyadan kopyaladığınızı ima etseydim Allah bilir ne olurdu. Onun Descartes’ın yalanını yakaladığını söyleseydim bana inanır mıydınız?
    Size Adam Smith’in yalanını tek yutmayan çağdaşı Ghanalı Anton Wilhelm Amo olduğunu söyleseydim sanırım yeter artık bu sadece bunamamış kafayı da yemiş derdiniz. Hiyerarşik düşünme beyninize yerleşmiş. Ve sadece ekonomide değil felsefede de, Vico gibi ama değişik bir anlamda, Descartes’ın yalanını da yakaladığını aşağıdaki yazı gösterir.
    “He, Anton Wilhelm Amo, argued against Cartesian dualism in favour of a broadly materialist account of the person. He accepted that it is correct to talk of a mind or soul, but argued that it is the body rather than the mind which perceives and feels.”
    Size Avrupa süper yıldızları Hume, Kan ve Victor Hugo’nun siyahlar hakkında dediklerini ara bul, hatta en önemlisi, tam aynı evrim teorisini bulan Wallace’ın Darwin’e yazdığı mektupta o zaman bereber yaşadığı çıplakların herhangi bir İngiliz kadar zeki olduğunu hatırlatması ve Darwin’in cevabınnı yazsaydım yine Allah bilir ne altın yumurtalar çıkardı. Ne şantajlar tekrarlanırdı.
    Sizin KOCA Atı-türk ve ardından KOCA KOCAMarks ve şimdi KOCA anarşist yıldızlarla beyniniz sulanmış desem, bana inanır mısınız? Size sözüm ona doğa bilimlerinin başangıcı eski Yunanlılar’ın ilk spekülasyonlarını özenle inceleyen Cornford, moderrn bilimde mite metafizik dediler böylece daha kibar ve sindirmesi kolay oldu, dedi deseydim, anlıyacağınıza allah bilir hangi şantaj yumurtalarla hasır altı edilirdi. Kendi mitleriniz olan EYLEM, EMEK, SOKAKTAKİ İNSAN, ÜRETİM gibi safsatalara inamakla aslında sadece mitlerinizi sergiliyorsunuz deseydim, Allah göstermesin, şefiniz gibi, benim gerçekten bunamış olduğuma emin olmaz mısınız?
    Ben sizlerin SOKAKTAKİ İNSAN ve EYLEM ile daha henüz bir devrim yapmamış olmanıza çok seviniyorum. Hala Türkiye’de sevdiğim bazı insanlar var ve gelip görmek isterim.
    Anarşist olan hariciler, Fatımi Devleti’ni kurduktan isyankarlıklarını unuttular. İspanya anarşistlerin sakladıklarını dile getiren Michael Seidman’ın Workers Against Work Labor in Paris and Barcelona During the Popular Fronts kitabına bir göz atın ve sorunu fazla basitleştirmeyin deseydim, acaba ne olurdu?
    Bir örnek daha, Cenevre’den.
    Aynı sizin Zileli’ye benzeyen, Brüksel’de Kürt radyosunda Zileli gibi politically correct olmak için, Türkiye değil, Anadolu müziği hakkında yazılan Fransıxca bir kitabı, kendisi benden yıllarca önce geldiği, devrimci olduğu için sosyal yardımdan ve benim ayda köpek gibi çalışmakla kazandığmzdan 3-4 mislini kazanan (unutmayın, benim asıl mesleğim matematikçilikti, gizli gelirleri de katmayı bilirim) ama doğal olarak Fransız’ca öğrenmeyen ama diğer Türk ve Kürtler gibi çocuklarına kökeni bilinmesin diye cici bici isimler veren, sizin gibi azılı devrimci, bana kısım kısım kitabı Türkçe’ye çevirtip radyoda veya televizyonda okurdu. Bir defasında bana, “biliyormusun Abd-Allah Uçan Mani’yi okuyun, demiş”, dedi. Ben de Bogomiller, Catharlar, Albigeois Haçlı seferi gibi konuları biraz anlattım. Bir hafta sonra yine Abd-Allah Uçan sorusu, bu defa Roma askerlerinin bu inançla ilgili yaptıklarını anlattım. Yine SOKAKTAKİ İNSAN’ın tenine değmiyordum. Her defasında unutuyor aynı fetişinin aynı buluşunu bana söyledi. Nihayet “git o pezevenge söyle belki Mazdak isyanlarından daha çok süt sağar!”, dedim. Siz ve Zileli ve ogursel bu adamın klonlarısınız. İşiniz gücünüz fetiş aramak.
    Bu herif anlamadı, siz anlamıyorsunuz, Zilel, anlamadı, ogursel anlamadı ve daha yüzlerce örnek verebilirim.
    Bunlara karşı neyiniz var: hakaretler, şantajlar, aynı nakaratlar. Sizin sıraladığınız sefillik manzaraları alçaklar alçağı medyada her gün tekrarlanır. Bunu görenler de kendilerinin o durumda olmadığından Devletler’ine şükür edip mevcut düzene daha çok bağlanırlar. Siz daha propagandacıların en güzel propagandanın doğruyu söylemeyi bile keşfettiğini bilmiyorsunuz. Başkaların sefilliğinde kendi mutluklarını veya sizin gibi boş içlerini dolduranlar gerçekten tiksindirici.
    Ben size bunu şimdi söylüyorum: Tavsiyem cahiller cahili ogurselin bana hakaretlerine bir göz gezdirmeniz, cahiller cahili Zileli’nin bana yaptığı alçaklığa bir daha bakın. Onun cahilliğiyle dalga geçip alay etmememe bir göz atın. Kendi durmadan tekrarladığınız hakaret, çelişki, ve şantajları bir daha gözden geçirin.
    Ben 126 yazınızı tekrar okudum ve hatta madde madde cevap verdim. Siz de eğer gerçek anarşist olduğunuza inanıyorsanız (tabii bu da bir çeşit şantaj ve dafalarca kaçındım ama beni mecbur ettiniz) bireye saygınızı, hele bireylerin ayak altında çiğnendiği, sürekli aşağılandığı, tek gerçekte var olanların medya yıldızları, futbolcular, politikacılar, şarkı türkülerle pornografi yapanlar, dizi yıldızları, televizyon yıldızları, … , kısacası her gün değişen ama hiç değişmeyenler olduğu durmaksızın dayatılan bir zamanda gösteriniz. Yaşamın devasa bir güsteri, bir dikizcilik, somut denyimlerin soyut kalıp imgelere çevrildiği bi zamanda varsa cesaretiniz hiç değilse keni adınıza yapmış oldduğunuz yanlışlıklar için özür dilersiniz.
    Karım ve ben en son 40 sene hiç bir zaman severek yaptıklarımızı para kazanmaya çevirmedik. Yaşamak için para kazanmanın kaçınılmaz orospuluk olduğunu bilerek yaptık, saklamadık. Hatta bence asıl orospu sevmediği halde yaptıklarını yapanlar. Yani dayatılan gereklilik dışında, sonsuz kısıtlı da olsa, özgürlüğü seçtik. Biz kendimizden gurur duyarız ve haklı olarak hakaret edenleri affetmem.
    Bu orospular orospusu İsviçre devleti bizi “kağıtsız” olduğumuzu öğrenince, Amerika’ya kesin dönmek istemediğimiz için tek çare Türkiye kaldı diye 2010’da orayı denedik. Bizim yaşta ve emekli maaşı olmayanların orada yaşamasının imkansızlığı bir yana, herkesin köşe dönme merakı bir yana, en fazla işittiğim “yalan”, “yalancı”, “yalan söyledi” kelimer bir yana, ve istemeyerek (yani sizin meşhur şantajınızın hemen aklınıza getireceği salakça ama “nedenleri var” formülü değil, gerçekten ve acıyarak nedenlerini bildiğimiz için) aşağıdakileri orada gördük ve çok üzüldük.
    “The real tragedy of England, as I see it, is the tragedy of ugliness. The country is so lovely: the man-made England is so vile…. It was ugliness which betrayed the spirit of man, in the nineteenth century. The great crime which the moneyed classes and promoters of industry committed in the palmy Victorian days was the condemning of the workers to ugliness, ugliness, ugliness: meanness and formless and ugly surroundings, ugly ideals, ugly religion, ugly hope, ugly love, ugly clothes, ugly furniture, ugly houses, ugly relationship between workers and employers. The human soul needs actual beauty even more than bread.”
    Burada bizi tanıyan ve sizlerin zıddına saygıları olup bizi gerçekten tanıdıklarında bize, daha doğrusu bana, iş bulanlar ve iş verenler var. Üstekil karım bile “aman özel ders verme, zaten kafa yarı gitmiş, tüm gider”, der. Hepsi, ve aynısını Türkiye’de de gördüm, artık bilgi gereksiz olduğundan tüketici olmaya hazırlatılmış. Birkaç dahi yetiyor. Geri kalan her mesleği herkes öğrenebilir. Veya artık meslek yok sadece sürekli staj (training) var. Kısacası eğer siz o “önemli olan ekonomi değil”, ” siyasi ekonomi” diyen kişiyseniz, eğitim sistemleri buna en güzel örnek. Geri kalanlar, düzenin koruyucusu halinden memnun gardiyan köpekler. Hatta ben Detroit’de artık bir torbaya adlar bir torbaya maaş rakamları koyulacak, adı çekilene çekilen maaş bağlanacak, diye “fütürist” bir yazı yazmıştım. Şimdi durum böyle ama ineklere bunu anlatmak deveye hendek atlatmaktan çok daha zor. Veya başka bir yerde aborijen ideoljisi herkesin farklı olduğun saklar, bizimki herkesin aynı olduğun saklar, demiştim. Günümüzde okullar tamamıyla politik enstrüman oldular. Düzeni elinde tutanların etrafında halka halka (sizin YaLaKa’cılar ve Broşürdekiler) koruyucu köpeklikle görevliler yetiştirirler. Herkesin eşit olduğunu saklarlarlar. Herhangi bir kimse, tabii sürekli daha hızlı yapma ve daha çabuk başarma hastalarını bir tarafa bırakırsak, her hangi bir mesleğin erbabı olabilir. Aşağıdaki Ian McEwan’dan alıntıya bakınız.
    Okul kelimesini kökeni eğlence, şimdi okul işkence! Tabii bitirmeyi başaranlar havlar dururlar! Kendi abim bile eleştirdiğimde “şimdikiler bedavaya konmak istiyorlar, ben sokak lambası altında ders çalıştım, devlete şükür yatılı okula gittim ve bursla üniversiteyi bitirdim”, dedi.
    Haklıydı da. Burada salt Avrupalılar’ın vitrin süsü için kullandıkları Türk, Kürt köpekler para içinde yüzerler, bulundukları yerin dilini bile öğrenmezler, eğer sizin gibi beyin yıkamasından geçmişlerse, marks, lenin, che guevara, castro, mao, öcalan, …. ilahiler başlar. Hepsi çocuklarının İngilizce öğrenmesini ister ama çoğu Kürtçe bilmediği halde “bize dilimizi konuşmaya izin vermediler!” sakızını çiğnerler. Kısacası siz, Zileli, ogursel ve 143_4, 27 nolu deneydeki profesörler gibi inanç, hiyerarşiye tapma, üsttekilerin kıçını yalayıp altakilere yaladıklarını tükürme, insan ve dürüst olmanın yerini alır.
    Sizin hedef olarak YaLaKa ve broşürlerdeki seçmeniz doğruyu konuşmaktansa yalanlarla doğruyu konuşmak, somut sokaktaki insanı SOYUTLAŞTIRARAK kemik atanlardan başka kimseyi dinlemediklerini kendinizden saklama, kısacası sizin aslında marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerden olduğunuzu, asker toplama, buradakiler gibi köpek toplama amacınızı fazlasıyla gösterir.
    Siz de veri-bankacılığı zenginliğinizi bilgi ve anlama diye bana sattınız. Ben sizin asıl ne demek istediklerinizi, hemen kusmalara başlamalarınızdan anladım ve sizin medya “junky”si olduğunu sezmiştim. Sosyal medya zararlarını çalışan arkadaş bunu onayladı.
    Siz o yüzden utanılacak kadar cahil ama medya yıldızı olan Zileli’yi Anders ve Watson gibi ışık yılları ilerde olanlarla aynı kefeye koydunuz.
    SIZ VE ÇEVRENIZ,
    GÜN ZILELI VE ÇEVRESI,
    BIZ VE ÇEVREMIZ;
    “EYLEME” GEÇMEDIĞIMIZ MÜDDETÇE;
    “LIFESTYLE (…)”IZ!
    KONFORMISTIZ!
    Tekrar tekrar şantajlar! Ben de tekrar tekrar tekrar ediyorum: siz ve Zileli’yi eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan yeni anarşistler, 139’da adlarını verdiğim grupların (Foucault ve ekibi) aynısı olduğuna inanıyorum. Benim eylemim başkalarına yol göstermek değil, eğer elimden gelirse hizmet ve yardım etmek. Ben hayatım boyunca sıradan sokaktaki insanlarla iyi geçindim ve onları sizden çok daha iyi tanırım.
    Binadaki benden yaşlılar haftada 5-6 defa beni esir alıp yaşamlarından aynı hatıraları anlatırlar. Sizin her zaman genç ve her zaman devrimci dinamik şef Zileli bunlara bunamış der. Mitler ve dinler hakkında eksi sonsuz bilgisini bir taraf bırak, dünyanın her yerinde tarihte olmuş ve o toplumun yaşamında büyük etki yapmış olayların tekrarlanan törenleri de o halde bunamışlık. Bu yaşlılar yaşamlarındaki ıvır zıvırı tuvalette dışkılamış asıl önemli olanları tutmuşlar. Günümüz trajedisinin kaynağı, bencillik veya EMEKÇİLİK = EYLEMCİLİK, ve bu yüzden bu hatıraları dinlemeyi paylaşıp yükü azaltan gençler olmayışı. Bu gençlerin Zileli ve sizler gibi BÜYÜK İŞLER peşinde koşmaları. Günümüz trajedisi buradaki Türkler, Kürtler, aleviler ve diğer yabancıların hayran oldukları boktan fazla para dolu ülkede, en azından, bu yaşlılara bir kattan oluşan etrafı bahçeli bir ev temin etmemeleri. Günümüz trajedisi, siz ve şefiniz gibi ebedi genç olup, BÜYÜK DEVRİM =DARBE’nin gençlerden geleceği şapşallığı. Size modern mitler yazısın gönderdim, galiba şefinizin kara deliğine girdi ve kaldı.
    Bence somut sokaktaki insanda gördüğüm en acı verici kendini aşağı görmesi, hayatı dikizlik ve seyircilikle geçirdiğinden kendini silik görmesi, kendi yaşamından gurur duyucu tecrübeler bulamamsı. Hiçliği (nihilizmi) iliklerinde hissetmesi ve hiç olduğuna inanması.
    Her halukârda, fırsat düştükçe Detroit’de olduğu gibi somut insanlara uyarıda bulunurum ve bulunuruz. Ama politika tüccarı olmadığımız için, ve en geniş anlamda tarihi bildiğimiz için, somut insanın somut sorunlarını az çok bildiğimiz için, eğer somut bir yardımda bulunamazsak, sesimizi keseriz.
    Size bir türlü derdimi anlatamadım! Sokaktaki somut insan olsa olsa sadece ve haklı olarak seks, para, kan ve benzeri kitapları, günlük gazeteleri okuyan, televizyon seyreden, sosyal medyada benzeri iç gıdıklayıcı haberler bulup okuyan ve genellikle, o “zavallı” kaçıp gelen Türk, Kürt, aleviler ve diğer yabancılar da dahil, maddi durumu bizden çok daha iyi olanlar. Daha önemli EYLEMLER, para kazanma, peşinde koşanlardır. Politikayı siz ve şefiniz gibi oy vermeye indirgeyenler, bize, “kafayı çok politikayla bozmuşunuz!”, diyenlerdir. Asıl sefil ve somut insan somut sorununa somut çözüm bekler. Bizde öyle bir güç yok.
    10 bin yıllık orospulukların oluşturduğu insanları EYLEM’e ancak Marksist-leninist-stalinist-falan filan yeni anarşistler çağırır. Daha doğrusu onların adına aile içi kavgada daha güçlü olmak istiyenler.
    Siz işi sonsuz basitleştiriyorsunuz ama Gezi Parkı gibi bir olayda yer alanlar arasında mucizeleri çocuk oyuncağı kılacak bir değişmeye neden olabileceğine de inanıyorum. O zaman tek sorun o canlılığı ayakta tutmak, saldırılara dayanmak, … 68’de başarılamadı. “Rat race”den kopanlar kaçtıkları yerde unutuldular. Siz ve Zileli’den sonsuz daha bilgili olan biri, “68 olaylarının tek faydası, karemsi ve sert görünüşlü mobilya döşeli CEO büroları, köşeleri kare olmayan, yumuşak görünüşlü mobilyalı oldu.”, dedi. Bu kötümserlik! Yaşanmış bir yaşamı ancak sizin gibi ölüme tapanlar yeniden canlandırmak ister. Sizler, üç silahşörler “biz, Zileli ve ben gibi ebedi gençler hala enayiler bolluğuna inanıyoruz! Hala köpeklere kemik atmayla onları kazanabileceğimize inanıyoruz!”, diyorsunuz. Ve tarih sizden yana. Ne var ki, kapitaist-burjuvalar köpekler kemik dağıtmada, faceBOK, TWATter, televizyon ve yüz binlerce benzeri dışkı dağıtmada sizden çok daha tecrübeli ve becerikli. Sizin asıl istediğiniz ISLAH-EDEN TEMİZ-TAS çeneniz kuvvetli olduğu için Avrupa-Amerika’ya gösteri yapmak için size el altından yardım yollaması.
    Tekrar ediyorum. Gezi tecrübesi, hiç değilse sizden algıladığım ölçüde, gerçekten kıyaslanmaz bir deneyim, hayranlığa değer ve ümit verici. Ben bunu daha önce de söyledim, ayrıntılara* girmeden benzerlerini yaşadım imasında bulundum ama benim size aktardıklarım bazı ULU ŞEFLER’in süzgeçinden geçirilip hakarete dönüştürüldü. Siz farkına değilsiniz hepsi o kadar. Tekrar ediyorum siz, Bookchin, Zileli’yi ışık yılları geçmiş bir dünya biliyorum ve yaşıyorum. Ve Watson’un marksist Bookchin’e verdiği cevap bunu fazlasıyla kanıtlar.
    *İspanya’da CNT binasında bedava, parası olan bırakır olmayan bırakmaz, İspanyol anarşist ama yemek yapmasını bilmeyen arkadaşlarla lokanta açtık. Akıl almayacak kadar meşhur oldu. Çok ucuz olduğundan sebze ve fasulyegillerden bizim sonsuz sayıda yemekler yaptım ve yerimizin adı “microbiyotik lokanta” oldu. Lokantayı kapattık, ama haftalarca bizi duyup gelenler oldu. Bu BÜYÜK BÜYÜK ÇOK BÜYÜK ANARSHIT Bookchin ve Zileli’ye göre “life style” falan filan. Binada en az bizimkine benzer, dil öğretmek ve öğrenmeden fotoğrafçılığa kadar, en az 20-30 eylemler yapılırdı. Sokaklar araba trafiğine kapatılırdı. Ama bu açılan çiçeklerin sarışın mavi gözlü olma; seks, eşcinsellik, flamenco ticareti, … ve benzerleriyle Avrupalı’dan daha Avrupalı işaretleri de apaçıkdı. Etrafta ayni sizler ve günümüz Türkiye’si gibi, işi daha ciddi ele almak isteyen muhabbet tellaları da vardı.
    Bu Gezi Parkı yaşanmış deneyim bağlamında ve salt bu bağlamda temel hislerinizde size sonsuz katılıyor ve sizi sonsuz haklı buluyorum. Ama terbiyesizlik yaptınız ve devam ettiniz.
    Bu fırıldaklık değil. Yanıtımlarımla farklarımızı anlatmak istedim. Ben bundan ne gurur duyuyorum ne de doğru buluyorum. Sadece vardığımız noktaya değişik yollardan geldiğimizi ve bu yolların yaptığı izleri anlatmak istemiştim, siz SOYUTLARLA küçük düşürmelere çevirdiniz. Samimi olarak söylüyorum: bu bir mucize, siz hala bunu görmüyor, dilbazlıkla kendinizi kandırıyorsunuz.
    Üstelik ben size kesin ve özgü bir bağlamda konformist olduğunuzu söyledim, siz tekrar aynı ve artık cıvığını çıkardığınız SOYUTLAMA oyunuyla gök yüzüne çıktınız, ve doğal olarak, herkes, daha doğrusu sizin çığırtkanlığını yaptığınız EYLEM’a ka

  151. YORUM HAKKININ KÖTÜYE KULLANILMASI NİTELİĞİNDEKİ, YORUMU AŞAN AŞIRI UZUN YAZILAR KALDIRILMIŞTIR VE BUNDAN SONRA YAYINLANMAYACAKTIR.

  152. hakaret içeren yorum yayınlanmadı.

  153. Hakaret içeren yorum yayınlanmadı.

  154. Hakaret içeren yorum yayınlanmadı.

  155. [KISIM 1]

    (İki kısımdan oluşmaktadır.)

    Sayın “144”, “145” ve “146”:

    1.

    Ne sayın Zileli ile, ne sayın “ogursel” ile, ne de bu sayfadaki diğer katılımcılarla herhangi bir tanışıklığımız yok.

    2.

    [Detroit’de $5 için hayatını kaybedersin lafımı anlamadınız bile, Asıl söylemek istediğim, “şiddete karşı şiddette salt şiddet kazanır”dı. Hemen ucuz politikacılık yaptınız.] MANİPÜLASYONA BAK; ÇAY DEMLE!

    “Size, Detroit’te $5 için bıçak çektiren sistemi sorgulamalıyız ilk önce!” diyoruz; yaptığınız manipülasyona bakın!

    Sayın “pipsqueak”,
    “137” numaralı metnimizde aşağıdaki hatırlatmayı kasıtlı olarak görmüyor musunuz!

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    ” We won’t fight another rich man’s war!!! ”
    http://oldtimewallpapers.com/en/people/original_9280_We-won-t-fight-another-rich-mans-war.html

    3.

    [daha bilgili olan biri, “68 olaylarının tek faydası, karemsi ve sert görünüşlü mobilya döşeli CEO büroları, köşeleri kare olmayan, yumuşak görünüşlü mobilyalı oldu.” dedi.] Peki biz, nelere karşı mücadele veriyoruz? (Aşağıda okuyacaksınız: -A-, -B- ve -C-)

    4.

    [Yaşanmış bir yaşamı ancak sizin gibi ölüme tapanlar yeniden canlandırmak ister.] Acaba “ölüm”e mi tapıyoruz!

    5.

    “Gençlik miti’nin tehlikeleri”nin neler olduğunu bu sayfanın en başında ifade etmiştik! Ve hâttâ sizle görüşmeye başlamamızın temellerinden biri “gençlik miti’nin tehlikeleri” idi!

    6.

    [Üstelik ben size kesin ve özgü bir bağlamda konformist olduğunuzu söyledim, siz tekrar aynı ve artık cıvığını çıkardığınız SOYUTLAMA oyunuyla gök yüzüne çıktınız, ve doğal olarak, herkes, daha doğrusu sizin çığırtkanlığını yaptığınız] KONFORMİST “OLDUĞUMUZUN” FARKINDAYIZ! BİR GÖZÜMÜZ KÖR İSE “İKİ GÖZÜMÜZ DE GÖRÜYOR” DEMEYİZ! KONFORMİSTLİKTEN KURTULMAK İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ; TIPKI SİZLERİ “LIFESTYLE (…)” KONSEPTLERİNDEN KURTARMAYA ÇABALADIĞIMIZ GİBİ! YERSİZ (BAZI) İTHAMLARINIZIN HİÇBİRİ UMURUMUZDA DEĞİL! BİR DİĞER HUSUS; “SOMUTLUK” VE “SOYUTLUK” KAVRAMLARI ÜZERİNDE DURUP DAHA FAZLA ZAMAN KAYBETMEYECEĞİZ! KULLANDIĞIMIZ KELİMELERİ, KAVRAMLARI, “SOKAKTAKİ ‘SOMUT’ İNSANLAR” ÖRNEKLERİMİZİ VE DİĞERLERİNİ; BU SAYFAYA YAZDIĞIMIZ GERÇEK ANLAMIYLA KULLANDIK; “ZAHİRİ” VE “SEMBOLİK” ANLAMLARDA DEĞİL! “136” NUMARALI METNİMİZDE AKTARDIĞIMIZ DÜNYA GENELİNDEN (ŞİMDİLİK) 20 ADET “SOKAKTAKİ İNSANLAR” ÖRNEKLERİMİZ SOMUTTUR! EĞER ŞAHSINIZ BU ÖRNEKLERİ ISRARLA “SOYUT” OLARAK DEĞERLENDİRİYORSA; SİZİ İKNA ETMEYE DAHA FAZLA ÇABA HARCAMAYACAĞIZ!

    7.

    [19. yüzyılda, İngiltere’de halinden memnun olan fakirleri çalışmaya, disiplinli olmaya, okullara gitmeye, ileriye dönük olmaya, kısacası kendileri ve siz “Holy Trinity” gibi dolandırıcı olmaya zorlamak için bilerek geçim masraflarını arttırdılar.] Bakalım aşağıda -A-, -B- ve -C- yi okuduktan sonra; sizle aynı isyanı paylaştığımızı nihayet görecek misiniz!

    8.

    [Siz zor olan anarşistlikle kıyasla banal olan, yani BOLŞEVİK darbesini hayali içindesiniz.] Ha, ha, ha, ha, ha! Hiç güleceğimiz yoktu! “Bolşevik”miş ve hâttâ “darbe”ymiş! Ha, ha, ha, ha, ha! “You’ve got such a splendid sense of humour Mr pipsqueak, haven’t you!”

    9.

    [Şu an maddi bolluğa vardığı ve bunun tatmin etmediğini sezen Amerika ve Avrupalılar bile anarşistliği seçip hiç değilse azla yetinme yoluna seçmiyorlar. Ruhsal, ilahi, kişisel merkezlerini bulma, daha enerjik olma peşinde koşuyorlar. Beraber çalıştıklarım arasında her yıl 2-3 defa Hindistan’a gidenler var. Buna sarf ettikleri para karım ve bana iki-üç ay yeter. Burada “…İKNA ETMEYE…” sorunuza değineceğim. Ben onlara Buda’nın benden bile saldırgan ve mızmız olduğunu, Hindüizm’in ilahilikten uzaklaşıp sadece merasim ve biçimcilik (Upanişadlar’ın doğuşunun ve saldırılarının nedeni) olmasına kızdığını ve Hinduizm’de olan fakat orta direk olmayan bir yönünü (meditation and contemplation) seçtiğini, en büyük Tanrı Indra için “O bile işini yapacağına dünyadaki krallar gibi fiyaka satıyor”dediğini, Batılıların Hinduizm ayinlik ve merasim gerektirdiğinden daha çok zamanını sizlerin EMEK, EYLEM, ÜRETİM tanrılarına tapmayla geçirmeyi, yani para kazanmayı, tercih eden Batılıların Budizm’i seçtiğini söylesem sanırım kibar olduklarından, siz ve şefiniz Zileli gibi devrimcilik tanrılarına tapmadıklarından, bana hakaret edeceklerine, sadece gülerlerdi.]

    Dünyanın heryerine bir örümcek ağı gibi yayılmış “business school”larda; Deepak Chopra ve türevlerinin; Varanasi’deki “ashram”larda her yıl 2-3 defa bir Hindu keşiş hayatı yaşamanın; “genç business men and women” için ve “genç kalmak isteyen yaşlı business men and women” için “efficiency” ve “productivity” arttırıcı özellikler taşıdığı doktrinini yaydıklarını da biliyor musunuz sayın “pipsqueak”!

    Siz gidersiniz Mersin’e, millet gider tersine!

    Bas bas bağırarak hatırlatıyoruz; sorunun belkemiği “kapitalizm” diye! İnadına kulaklarınızı tıkıyor, gözlerinizi kapatıyorsunuz!

    10.

    [Eğer biraz daha CV’ini zenginleştirmek istersen sana sosyal yaşam, endüstriel çevre, yiyeceklerdeki kimyasal maddelerle hastalıklar arasında ilişki kurmada laboratuarlarda yapılan araştırmaların devletler tarafından durdurulduğunu gösteren eserler gönderirdim ama sosyal medyada en son ve en iyilerini bulup satma cambazlığını iyi öğrenmişsin.]

    İşte o cambazlığa birkaç ekleme daha:

    https://theintercept.com/

    http://www.imdb.com/title/tt4044364/

    http://www.amazon.co.uk/gp/product/0241968984

    Yakında “newspeak” dilini de konuşmayı “kapitalistler” bizlere dikte ederlerse; hiç şaşırmayacağız sayın “pipsqueak”!

    11.

    [Orta Doğu’da hikaye ayni şimdiki gibi biter: “Allah’ın sırrına akıl ermez”. Tek fark eski dinciler için Allah hala aynı Allah. Sizler gibi yeni dinciler, “bilim-teknik uzmanların sırrına akıl ermez”, “ekonominin sırrına akıl ermez”…] Bakalım aşağıda -A-, -B- ve -C- yi okuduktan sonra; sizle aynı isyanı paylaştığımızı nihayet görecek misiniz!

    12.

    [Biz herşeyi bırakıp sadece iki sırt çantasıyla geldik.] “Füruzan Yerdelen”i hatırlattığınız için teşekkür ederiz. Gençlik tecrübelerini bizlere anlatırken; sırt çantalarından ne çok bahsetmişti.

    13.

    [sizin medya “junky”si olduğunu sezmiştim. Sosyal medya zararlarını çalışan arkadaş bunu onayladı.]

    Bakalım sezgileriniz sizi yanıltmış olabilir mi!
    Bakalım “o arkadaşınızın” onayı doğru mu, yanlış mı!
    (Aşağıda okuyacaksınız: -A-, -B- ve -C-)

    14.

    Yıllardır (çeşitli sebeplerle) içinizde biriktirdiğiniz hayal kırıklıklarını “şantaj” kelimesiyle niteleminizin yanlışlığını göstermek ve sizi bir nebze yatıştırabilmek için;
    “Weltanschauung” hakkında biraz daha fazla açıklık,
    Niçin size ısrarla “kapitalizme karşı eylemler!” çağrısı yaptığımız,
    Nasıl kimseler olduğumuz hakkında biraz daha fazla örnek:

    (Not: Aşağıdakileri bildiğinizi biliyoruz!)

    (A)

    “David Harvey” ile yapılan röportaj:

    http://vimeo.com/44465815

    “(İstanbul) Tarlabaşı ve Şehirleşme”
    Haziran 2012

    http://www.tarlabasiistanbul.com/

    === David Harvey ===

    ABD-Baltimore’de gözlemlediklerim ile Türkiye-Tarlabaşı’nda gözlemlediklerim arasında muazzam benzerlikler var. İnsanların ortak tarihinin yaşandığı bu meskenlerin aşama aşama bozguna uğratıldığını, ve hattâ yağmalandığını söyleyebilirim. Burada ikâmet eden insanlar mülklerinden dışarı çıkarılıyor ve birkaç ayın ardından bu mülkler yıkılıyor. ve bu tür alanlarda neler yapılacağı konusunda bizlere çok önemli soru işaretleri kalıyor. Bölgeyi baştan aşağı hummalı şekilde yeniden inşa etmek dışında ortada seçim yapma imkânı pek gözükmüyor ve yaşananlar günden güne kötüleşiyor.

    Şehirler de, doğal olarak, değişime tabiidir. Ve bu değişimin önemsiz olduğu söylenemez. Fakat yaşanılan bölgeyi, sokakların yapısını, meskenleri dönüştürürken; orada yaşayanları, insanları da bu dönüşüme ortak etmek, onların kaygı ve beklentilerine önem vermek gerekir. “Coğrafi dönüşüm” adlı esaslı bir kavramdan bahsediyorsak; orada yaşayan insanları bu kavrama dahil etmemek yanlıştır. Mülklerinden uzaklaştırılan insanların, yeniden inşa dönemi bittiğinde, yaşadıkları yere tekrar dönmelerinin yolları açılmalıdır. “Yeniden dönüşüm”, “kentsel dönüşüm” dediğimiz şeyin doğası, sadece bölgenin fiziki yapısının değişmesi ile sınırlı kalmamalı; bir zamanlar orada yaşayan insanların yenilenmiş mülklerine dönmeleri sağlanmalıdır. “Komşuluk” dediğimiz kavram ancak bu şekilde yarınlara taşınabilir. “Orta-üst tabaka”, “yüksek tabaka” adları ile nitelediğimiz sınıfların ücretlerinin satın alacağı şekilde yeniden inşa edilmiş bu bölgeyi yıkımdan önceki hakiki sahiplerine vermemek en büyük hakkaniyetsizliktir. En başta bölgenin bağlı olduğu belediyenin bu dönüşüme büyük destek vermesi, sadece binaların fiziki yapısının değişmesi ile ilgili değil; aynı zamanda bu yeni binalara taşınacak “yeni tabaka”ların gündelik hayata yapacakları etkiden de kaynaklanmaktadır. işte tam da bu noktada “demokrasi” dediğimiz şeyin gerçekten işleyip işlemediğini görüyoruz! Ve sorunlar burada başlıyor!

    “Toplumsal şehirleşme”den daha çok “mali yönden yüksek getiri sağlamak temelli (vested interest) şehirleşme”nin işlediğini görüyoruz. Burada şu an yaşananlar ile araştırma yaptığım birbirinden farklı ülkelerin şehirleşme tecrübeleri ve benim ikâmet ettiğim yer olan Baltimore’da yaşananlar örtüşüyor. Şunu belirtmeliyim: Bir zamanlar oldukça canlı olan “mahalle kültürü”, kentsel dönüşüm bittikten sonra neredeyse ölü alanlar hâline geliyor. Çünkü dönüşüm tamamlandıktan sonra, insanların bir zamanlar hergün temerküz ettikleri o hayatın coşkusuna; son model BMW’lerden, yeni inşa edilmiş binaların o kaliteli pencerelerinin arkasından artık ulaşılamıyor, “muhabbet” dediğimiz şey bitiriliyor. Bir zamanlar bu alanlarda tam manâsı ile “sokak hayatı” vardı. Ama “kentsel dönüşüm” dediğimiz şey yayılmaya devam ettikçe, bunların hiçbiri kalmayacak. Çünkü nihayetinde bu insanlar “soylulaştırılmış” olacak. (Gentrification: Nezihleştirme, burjuvalaştırma, soylulaştırma, seçkinleştirme.)

    Friedrich Engels’in konu hakkında güzel bir saptaması var: “Burjuvazi bu tür sorunları asla çözmez; sadece çevresinde dolanır.” Gözlerimiz önünde yaşanıyor: Yoksulluk ortadan kalkıyormuş gibi yapılıyor, “düşük gelirli yaşam” sona eriyormuş gibi yapılıyor, marjinalleşmeye yol açan şartlar bitiyormuş gibi yapılıyor; hayır hepsi yerli yerinde duruyor, sadece başka yönlere itiliyor! Mülklerinden uzaklaştırılan bütün bu insanlar üzerine sorulan büyük sorular ise: Nereye gidecek bu insanlar?! Yepyeni bir çevrede, en az önceki mülklerinde sahip oldukları kaliteye yakın bir seviyede “muhabbet”i kurabilecekler mi?! Bunu kendilerine gerçekten mesele edinip edinmediklerinden emin değilim ama kentsel dönüşümden önce yaşadıkları yerde yıllardır ördükleri sosyal dokuları, gitmeye zorlandıkları yeni mekânlarda tekrar canlandırabilecekler mi?! şimdi görüyoruz ki; bu dokular altüst edildi. İnsanlar, kendi başlarının çaresine bakmaya terk edildi. bu hâlde mevcut toplumsal sorunlar gittikçe şiddetlenir!

    === Soru ===

    Ne pahasına olursa olsun bir ev sahibi olmak ve bunla doğrudan ilişkili; “borçlanmada artış”ın bu kadar cazip hâle gelmesinin sebebi ne?

    === David Harvey ===

    Konut sahibi olmanın bir güvence olarak algılanması insan hayatında çok ciddi faktörlere işaret ediyor. Doğal olarak insanlar, bu güvenceye ulaşmak zorunda hissediyorlar. Birçok yerde bu güvence; “özel mülkiyet” dediğimiz şeyle gerçekleşiyor. Fakat sadece “özel mülkiyet” yolu ile gerçekleşmesi şart değil; güvenceyi sağlayabilmek için çok farklı sistemler de mevcut. öyle sanıyorum ki, kapitalizm dışı yeni bir sistemin açtığı yol ile başınızın üzerinde bir çatı örmenin başarılı sonuçlanmayabileceğinin yarattığı endişeyle, şüpheyle birlikte; özel mülkün sadece sana ait olması, “burası benim yaşam alanımdır” diyebilmek insanları mülk sahibi olmak hususunda cezbediyor olabilir, buna bir tür çözüm gözüyle bakılıyor olabilir. Sistemi yönlendiren güçler bu algıya ters yönde hareket etmiyorlar; o “mitoloji”yi olabildiğince teşvik ediyorlar! Bu minvalde “özel mülkiyet” olgusunun toplum nezdinde yaygınlaşmasının sağlanması, bir tür “toplumsal pasifleştirme”yi de ilerletiyor. Çünkü: Bir konut sahibi olmak, hayatta çok mühim bir güvence eşiğiymiş gibi insanların beynine zerk edildikçe; insanlar uysal nesnelere dönüştürülüyor, ve problem yaratmadan bu sözde mühim hedefe ulaşanlardan biri daha olabilmek için gündelik koşuşturmalarına devam ediyorlar.

    === Soru ===

    Kentsel dönüşüm konusunda “fakirin suçlu yerine konması” hususunu neye dayanarak çürütüyorsunuz?

    === David Harvey ===

    Yoksulların yaşadığı, “slum” olarak, “gecekondu semti” olarak nitelenen bölgelerde nelerin yaşandığı ile ilgili adeta tarihi, kalıplaşmış bir anlatım durmadan tekrarlanıyor! İplerin ucunu tutan oldukça zengin kesimler (ki büyük çoğunluğunu “Beyaz Yakalı Suçlular & White Collar Criminals” olarak değerlendirmek yerinde bir tespit olacaktır) dünyayı soyup soğana çeviriyor, hayatlarının çok büyük bir kısmı “Wall Street” gibi yerlerde geçiyor. Onların caddesine gidip şunu haykırdığımızı bir hayal etsenize: “Hepinizi temizleyeceğiz, çünkü hepiniz suçlusunuz.” Şu an içinde bulunduğumuz (Tarlabaşı gibi) yerlerde, bizim öncelikli ihtiyaçlarımız; asgari düzeydeki hastalıklar için hizmet verecek sağlık merkezleri, eğitim konusunda meydana getirilecek hizmetler vb. olmalı. Örneğin, uyuşturucu madde bağımlılığı konusunda iyileştirmeler yapabilmek için bu tür hizmetlerin kurulmasına ihtiyaç var. Fakat ne görüyoruz? Burada insanlar tüm bunlardan yoksun bırakılmış. Yerel yönetimler bünyesinde herhangi bir birim tarafından, belediye tarafından, sağlık hizmetleri tarafından olsun; burada yaşayan insanlar onların menziline girmiyor. Her mahalle için tek tek olmasa bile, en azından birkaç mahallenin birleşik kapasitesini kaldıracak sağlık kliniklerinin kurulması, bu mahallelerde yaşayan insanların doğru-dürüst tedavi görmesinin yolunu açabilirdi. Bu mahallelerde yaşanan bu yoksunluk, toplumun diğer katmanlarında da varmış gibi bir yargıya varmak tabii ki doğru değil. Fakat ne yazık ki, “gecekondu semtleri”nde yaşayan sakinlerin “şeytani varlıklar” olduğunu, “kötü insanlar”, “pis kokan insanlar” olduğunu, bu nedenle hiçbir şeyi haketmediklerini; “burjuva sınıfı” damgalıyor, ve algıyı toplum geneline yaymaya çalışıyor! “Düşük gelirli sınıfların” savunmasız olduğunu tekrarlaya tekrarlaya, onları daha da savunmasız hâle getiriyorlar!

    === Soru ===

    Tarlabaşı gibi bir yerde muhalif kanatlarla nasıl bağlar kuruyorsunuz?

    === David Harvey ===

    Şunu belirteyim: Bir “sokak hareketine” veya mahalle sakinlerinin kendi aralarında oluşturduğu muhalefet gruplarına, ne yapmaları gerektiği ile ilgili doğrudan söz söylemem. Eğer bu muhalif gruplar, “sermaye” denen şeyin nasıl işlediğini daha yakından tanımak isterlerse, benzeri genel problemlerin yapısı hakkında konuşmak isterlerse; onlara bunları seve seve anlatırım. Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, bazı gruplar gerçekten öğrenmek istiyor: “Biz Tarlabaşı’nda böyle bir sorun yaşıyoruz. Peki sizin gözlemlediğiniz diğer bölgelerde durum nasıl?” gibi. Onlara bu konuda ışık tutabilirsem çok mutlu hissederim. Fakat samimi konuşmam gerekirse: Akademide, üniversitede devam eden bir başka mücadele var! Benim ve benim gibilerin kavgasını verdiği değerler için üniversiteler eğitime açık yerler değil artık! Benim öncelikli hedefim, üniversitenin kendi alanı dışında inatla tuttuğu veya en azından üniversite alanına paralel gözüken konular hakkında araştırmalar yapmak, toplumlar için “ortak iyi” olan konular hakkında araştırma yapmak! Gündelik hayatım bunun mücadelesini vermekle geçmeli, benim misyonum bu. Araştırma yaptığın konuların bizzat “sokak” içinde geçmesi gerekmiyor; ama görüyorum ki çok büyük bir kısmı “sokak” içinde yaşanmaya devam ediyor, hem de çok acı verici şekillerde!

    (Röportajın sonunda, 8:44, David Harvey; büyük çuvalı ile çöp toplayan bir tarlabaşı sakininin önlerinden hızla geçişini görür ve şunları söyler):

    İnsanlar, bu şekilde yaşamaya nasıl devam edebiliyor?!
    Bu; “vasıflı”, kesinlikle “vasıflı işgücü”dür!

    **********
    (B)

    ‘Gabor Maté’ izah ediyor:
    (Uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi, çocukların gelişim süreci ve stres üzerine eğitim veren Kanadalı doktor)

    “…
    ‘Rekabeti’ temel alan ve gerçekte, sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer insanı sömürmesine dayalı bir toplumda;
    Hakim ideoloji ‘çıkar sağlamak amacıyla özellikle sorun yaratmayı’,
    ‘Başka insanların sorunlarından çıkar sağlamak’ durumunu mazur görür!
    Ve bunu insan doğasının en temel; değişmez özelliklerine bağlar!

    Yani toplumdaki hurafe:
    İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
    Doğuştan bireyci olduğu,
    Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir!

    Gerçek ise tam zıttıdır:
    İnsan olarak belirli ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu; belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir. Buraya kadar her şey normal; ‘doğanın bir parçası olduğumuzu’ elbette kabul ediyoruz.

    Arkadaşlığa ve yakın ilişkilere insanca bir ihtiyaç duyarız;
    Olduğumuz gibi sevilmek,
    Bağlanmak,
    Kabul edilmek,
    Fark edilmek,
    Ve onaylanmak için.
    Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere dönüşürüz.

    Fakat toplumumuzda sıklıkla gördüklerimiz; yukarıda açıkladığımızın tam tersine işaret ediyor:
    ‘İnsan doğasının sınırsız tahribatı.’ Çünkü insanların ‘çok az bir kısmının ihtiyaçları’ karşılanıyor! Evet insan doğası hakkında konuşabilirsiniz. Ama yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından ya da karşılandığında belli özelliklere; karşılanmadığında da farklı bir takım özelliklere sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim.

    Çok farklı şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan,
    Olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine sahip ‘insan organizmasının’;
    Belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, ‘toplumsal zorunluluk’ belirmeye başlar!

    Bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı olduğu gibi;
    İnsan beyninin de gelişiminin her basamağında pozitif çevresel uyaranlara ihtiyacı,
    Ve-fakat aynı zamanda ‘negatif uyaranlardan’ da korunmaya ihtiyacı vardır!

    Yani eğer ‘olması gereken şeyler’ gerçekleşmezse,
    Ya da ‘olmaması gereken şeyler’ gerçekleşirse;
    Gayet açıktır ki: Ortaya yalnızca birbirini izleyen zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil, aynı zamanda ‘birçok zararlı davranış biçimi’ çıkacaktır!

    Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruları sormalıyız:

    ‘Modern dünyada kendi ellerimizle yaratmış olduğumuz koşullar, sağlığımıza gerçekten yardımcı oluyor mu?!’

    ‘Sosyo-ekonomik sistemimizin temelleri; insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda sağlamakta mı?!’

    ‘Yoksa, toplumumuzun şu an içinde bulunduğu eğilim; gerçekte kişisel ve sosyal refahımızı yaratmamız ve korumamız için gereksinim duyduğumuz temel evrimsel ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor?!’
    …”

    **********
    (C)

    ‘John McMurtry’ izah ediyor:
    (Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)

    “…
    Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

    Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

    Her şey ‘John Locke’ ile başladı!

    John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

    1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.
    2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.
    3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla muşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi! Hepimiz gibi siz de zapturapt altındasınız sayın ‘pipsqueak’!)

    Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!

    Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

    İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hattâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde! Locke şöyle diyor:
    [İngilizce] The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.
    [Türkçe] ‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’

    Locke bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!

    Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!

    Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:

    ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’

    Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’

    Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’

    Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin’ ne olduğu hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

    Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!

    Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.

    Locke; ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başlamıştı,
    Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte’ dediği:
    (‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’) ↔ ‘Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil.
    Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur.
    Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise;
    -Piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.’

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)

    Smith devam ediyor:

    ‘İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

    ‘(Yatırımcının & patronun) Bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

    ‘(Yatırımcının & patronun) Ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte -eşitsizlik- (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

    Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):

    Bilirsiniz: İnsanlar ürünleri, malları ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz ve diğerleri bu ürünleri, malları ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları…

    ‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz?

    Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir?

    Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen -piyasanın görünmez elidir-!’ (The Invisible Hand!)

    Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

    [İngilizce]
    ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

    [Türkçe]
    ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
    https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=H08NT6LNV0H3N7GTLUDM ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    ‘İcat edilmiş yeni bir -ırkçılık- anlayışı’,

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,

    Ve ‘-görünmez el- denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde bilgece bir tavır olarak bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu görüyor musunuz!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:
    ‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

    Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr sağlayıcı ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.

    ‘Finans’ kısaca: Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan ‘paranın -ticari mal- olarak kabul edildiği’ bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2015… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme; ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esraregiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
    Bu hayali, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir! Yani; ‘sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!’ yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırladığınızı umuyoruz sayın ‘pipsqueak’!)

    Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şudur ki:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!

    ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

    Kısacası en başından beri kendinizi; ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirleriyle birleşmesinden oluşmuş bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize dikte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz

    Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, git gide daha da ölümcül olan plânlı bir yanılgı ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

    Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi (The Power Elite, 1956, C. Wright Mills)’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
    …”

  156. … esen kalın, diye biten uzun yorum hakaret barındırdığı için yayınlanmadı.

  157. (TEKRAR GÖZDEN GEÇİRİLDİ) KISIM 2'DEKİ HAKARETLER BUĞULANDI

    Hakaretleri çıkarmış olsanız da bu kadar uzun yorumları bundan sonra yayınlamıyoruz. Admin.

  158. KISIMLARIN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİN YAYINLAMANIZI BEKLİYORUZ

    Bu kadar uzun yazı yayınlamıyoruz. Admin.

  159. Sayın '154' pipsqueak'e 2. cevap

    [KISIM 2’Yİ SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN YAYINLAMASINI BEKLİYORUZ…]

    Sayın ‘154’ pipsqueak’e 2. cevap:

    Yanlış kişilere muhalefet ediyorsunuz sayın “pipsqueak”!
    Biz, sizin düşmanınız değiliz!

    Sizle müttefiklik kurmaya çabalıyoruz!

    “EYLEM” & “MÜCADELE” ÖRNEĞİ:

    Milattan önce 18 – Milattan sonra 21 arasında yaşamış “Cherusci” liderlerinden Arminius Armen’ten alınan dersler,

    2015’te “polis”e, “militer kuvvetler”e, “devlet”e ve tabii ki “şirketokrasi”ye karşı nasıl mücadele edilir:

    https://lareviewofbooks.org/interview/the-challenge-of-protest-in-our-time-micah-white-on-social-change-movements-theories-of-revolution-and-moving-on-from-occupy-wall-street/

    Esen kalın !

  160. SAYIN ZİLELİ'YE SORULAR

    Sayın Zileli,

    (a) 150 numarada yazdıklarımızın devamı olan “[KISIM 2]”yi niçin yayınlamıyorsunuz?

    (b) 154 numarada görüşlerini aktaran sayın “pipsqueak”in yazdıklarını sayfadan niçin sildiniz? Ve niçin 154’e cevaben aktardığımız referansı ( https://lareviewofbooks.org/interview/the-challenge-of-protest-in-our-time-micah-white-on-social-change-movements-theories-of-revolution-and-moving-on-from-occupy-wall-street/ ) sayfada tuttunuz?

  161. çok uzun olduğundan yayınlamıyorum. Siteyi izleyen arkadaşlar şikâyet ediyorlar uzun yazılardan.

  162. SAYIN ZİLELİ'YE HATIRLATMA

    Sayın Zileli,

    Sizi de kandırıyorlar!

    Hayatı:

    Sadece 140 karakterlik “twitter hapı” kalıbındaki iletilere,

    Sadece 4140 karakterlik “facebook hapı” kalıbındaki iletilere sıkıştırıp; satmak istiyorlar!

    Ve bu “hap kalıbındaki iletileri” kuru kuru yutturuyorlar, yanında herhangi bir meşrubat vermiyorlar!

    Metinlerin “uzun” olduğunu iddia edenlerin çok büyük bölümü, sahsınıza da;
    “Armut piş, ağzıma düş”çülüğü,
    “Özet geç, Ankara havası olsun”culuğu enjekte etmeye çalışıyor!

    Tuzağı görüyor musunuz?
    Tehlikenin farkında mısınız?

    (Not:

    “Görüyorum.”
    “Farkındayım.”
    gibi cevaplar yazmanızı istemiyoruz.

    Gerekçelerinizi açıklayarak cevabınızı yazmanızı bekliyoruz.)

  163. Sayın 154
    Size “Harvey David’i nasıl okudum”, başlıklı ve alayla eleştiri karışımı bir yanıt yazdım ve göndermek için siteye girdiğimde YANLIŞ KIŞILERE MUHALEFET EDIYORSUNUZ SAYIN “PIPSQUEAK”! yazınızı görünce bir çeşit “utandım” ve vaz geçtim. Eleştirimin, Harvey David’in iyi niyetli olduğunu kabul ettiğim halde, ve alay etmemi çıkarırsam bile, bazı doğru tespitler içerdiğine inanıyorum. Haksızlık ettiğimin de farkındayım. Kaçınılmaz çelişkiler içinde yaşadığımızı biliyorum ve bu çelişkileri başkalarında bulmak kolay ama haksızlık oluyor.
    Ne var ki, ben marksizmle kapitalizmin aynı dünya görüşünü paylaştığına ve bu ikiz kardeşler dışında insanlara cazip gelecek bir dünya görüşü olmadığına çok derinden inanıyorum. Hem tarihte hem şimdi, bu görüşlerin dışında kalanlar duyulmuyor, ciddiye alınmıyor, hatta daha da sonsuz acı verici, kırımdan geçiriliyor.
    Yazdıklarım arasında sadece birine değinerek bu inancımı somut anlatmak isterim. Harvey David’in sağlık merkezleriyle ilgili lafları. Daha yeni 1730larda Almanya’da küçük bir şehirde bir doktorun 1800 kadın sağlık sorunları üzerine yazdıklarını inceleyen bir kitabı okuyup bitirdim. Zamanımızla karşılaştırdığımızda, insanın kendi yaşam deneyimleriyle ( çektiği acılar, ağrılar, vb.) bunları anlatışı arasındaki fark akıl almayacak kadar farklı. Tabi o zaman bile yazan doktor sorunları okulda öğrendiği dille örter (saklama anlamında değil, yorumlama anlamında ) ama günümüzün yazarı sonsuz bir sabırla ayıklar.
    Harvey David bu merkezlere gidenlerin sağlıklarının tıplaştırılacağından ve merkezde çalışanların ilaç fabrikalarının emirlerine uyanlar olacağından söz etmez. Aynı zamanda kendi çalıştığı yerde “değerlerinin” umursanmadığına yakınır. Bu kliniklerde çalışacakların benzeri eğitim kurumlarında yetişecekleri ve sizin broşürdekilere benzeyeceklerinden söz edilmez. Bence en kötüsü DEĞER ile İYİ arasındaki farkdan habersiz gibi oluşu.
    Sorun, başka bir seçenek bile yok gibi değil, doğal ve normal bir ifadeyle dile getirilir.
    Ben kendim kimliğimdeki doğum tarihimin uydurma olduğunu biliyordum. 1972’de ilk defa anneme ne zaman doğduğumu sordum. Cevap: “çok sıcakttı, çok incir vardı.” Zaman, takvim değil, yaşam deneyimi.
    Sümer sadece hayvan ve bitkilerin evcilleştirmesini değil, zamanı (takvim) ve mekanı (şehir) evcilleştirmeyi simgeler. Bu zamanın takvimle evcilleştirilmesi, Orta Doğu gibi bir yerde doğmuş büyümüş bir insana, anneme, hala değmemiş! Biliyorum bunun modern adı cahillik. İşte sadece göz kamaştırıcı bir örnek: Bergson ile Einstein arasında geçen tartışmanın konusu bu.
    Beyaz kağıt üzerindeki çizgileri anlamayana da cahil derler. Ne var ki, insan insan olalı okumakta. Hatta hayvanlar bile. Ama tek okuma medeniyetle başlayan okuma olur.
    Beni üzen, ve eğer sizin lafınızı kullanırsam, sokaktaki insanın maddi sefalete indirgenmiş olduğu yetmez gibi bu sefaletten kurtarma adına varlığının kendini yok etme.
    Bu medeniyet dışında kalanlara gaddarca yapıldı.
    Bu, ne sizi ne de Harvey David’i bir eleştiri. Bu benim en derinde hissettiğimi anlatma veya sizlerin söylemediklerinizi (benim “muhabbet” veya sohbet tanımım: karşı tarafın söylemediği) söyleme.
    Belki bu bir muhalefet. Ben kendim kendi başıma, özellikle dürüst insanlarla sohbet ettiğimde, öyle görmüyorum. Ama yine en derinden inandığım, diğerleri olmasa ben hiç bir şey değilim. Önemli olan BİZ, TEK veya BİR değil. Kendim nasıl görüyorum gerekli ama yeterli değil.
    Gösterdiğiniz samimiyet, candanlık için teşekkürlerimle.
    Siz de esen kalın.

  164. Sayın “157”,

    Tarlabaşı’nda,
    Esenler’de,
    Bakırköy’de,
    Zeytinburnu’da,
    Maslak’da,
    Frankfurt’ta,
    Moskova’da,
    Rabat’ta,
    Taipei’de
    New York’ta,
    Tokyo’da
    Ve hâttâ Detroit’te;

    “Kapitalizmle zehirledikleri hayat”,

    “İnsanlar”ı birer uyuşturucu madde bağımlısı yaparak sillesini vurmuş vuracağı kadar!

    Bu insanları “kurtarmak” için mücadele eden “bilim”, “tıp” veya “farmakoloji”;
    Onları bu bağımlılıktan kurtarıp, kendilerine bağımlı hâle getirmeyecek sayın “157”! Endişelenmenize gerek yok!

    “Bilimizm, “Tıpizm”, “Farmakolojizm” ve binlerce “-izm” tehlikelerinin farkındayız!

    Niçin “endişelenmenize gerek yok” diyoruz? Çünkü kapitalizmin “hayatı robotlaştırmak” amacının tıkır tıkır işlediğinin, sizin gibi, biz de farkındayız! Bu “robotlaşma”ya karşı mücadeleye sizi de çağırıyoruz!

    “Robotlaşma”ya örnek

    Aralık 2013 – Ocak 2014

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden (“şirketokrasi!”) biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!

    “Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve parasal güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak 1

    bit.ly/1FkNNOv

    Kaynak 2

    buswk.co/1cV5i2R

    Kaynak 3

    bit.ly/1uLGSaT

    (Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı
    “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)

    “Geçmişte yapılan hatalardan ders aldık; bunları artık tekrarlamayacağız!” derken; siz, ne yazık ki, bizleri “2000’li yılların reklamcıları & müptelaları” sözünüzle yanlış algıladınız!

    “Gentrification” denen illetin bütün dünyada on yıllardır bir salgın hastalık gibi yayıldığını biliyoruz, biliyorsunuz! Bu tehlikeyi yıllardır gören-duyan-iliklerine kadar hisseden birçok insan vardı! “Eylem”e geçip bu bozukluğu düzeltmeye başlamak için; (örneğin) David Harvey’in çıkıp bu hastalıktan bahsetmesini, “farkındalık yaratmasını!” beklemek zorunda mıydık?! Demek ki: “Sosyal medyada son haberi ilk anons eden olabilmek!” isimli zehir; internet icat edilmeden evvel de varmış!

    ***
    [Bir yanlışlık olur da savaşı kaybederseniz, yine sıradan, klasik, basit bir çözüm, bir model var: Avrupa’ya kaçmak
    Eskiden sizin gibi savaşa gidenler kaybedince Avrupa’ya kapak atıp dilencilikle zengin bile oldular. Eğitimsizler kebap ve benzeri kimyasal zehir dolu şeyler satıp zengin oldu. Çocuklarına kökenleri belli olmayacak isimler verdiler. Sizin gibi ileri zekalılar sosyal yardımlar veya sendikalarda iş bulup çocuklarına EYLEM, YETER, EMEK, ÇAĞDAŞ…isimler verdiler. Yaşamlarını yazdılar. Siz yazmasanız da, çocuklarınızdan biri “Babam veya Annem Anarşistti” diye bir kitap yazıp köşeyi döner. Şu an bunu yapan çok. Sadece anarşist yerine komünist sözünü kullanıyorlar.]

    Hiçbir yere kıpırdayamıyoruz sayın “157”!

    Bırakın bir sendikaya katılmak fikrini; sendikanın “s” harfini aklımıza getirmek bile “senior level manager”larımız tarafından 45 dakika da bir engelleniyor!

    Size boşuna “bizleri zorla Beyaz YaLAka yaptılar!” diye haykırmadık!

    Bebekliğimizden itibaren “birer Beyaz YaLAka olmak!” için yetiştirilmişiz! Bizleri uyaran, ikaz eden, yolun en başında düzeltmeye çalışan hiçkimse olmadı! Ne David Watson’dan, ne de Günther Anders’den haberimiz vardı! Çünkü bütün bunları saklamışlar!

    Bırakın “Avrupa’ya kaçmayı”;
    Sömürüldüğümüz illerin, ilçelerin bir adım dışına çıkma “iznimiz!” yok; “work overloading” yüzünden! (Not: “Ivan Illich”e sevgilerle!)

    O öve öve bitirilemeyen “Avrupa’ya kaçamayız”!

    Çünkü

    1) Paramız yok!

    2) Paraya karşı olduğumuz için paramız yok!

    3) Avrupa’da da “Beyaz YaLAka”lık var! Artık bütün dünya “westernized” sayın “157”; sadece “Avrupa” değil!

    ***
    “Marksizm”i de, “kapitalizm”i de kabul etmek zorunda değiliz!

    Fakat
    Bugün “kapitalizme” karşı mücadele eden her unsurla müttefiklik kurmak için çabalıyoruz; bunlara “marksistler” de dahil! Ve emin olunuz: “Kapitalizm” ortadan kaldırıldıktan sonra; hiyerarşik düzen devam etmeyecek!

    Yukarıda aktardığımız bir başka referansı tekrar hatırlatıyoruz

    bit.ly/1MMRNK1

    Bir tek konu hariç; hiçbir konuda anlaşmak zorunda değiliz.

    Bir okyanusun ortasındayız.

    Bir geminin deposunda hapsedilmiş durumdayız.

    Gemide 3 kişi var.

    Gemi = Hayat

    Kaptan = Kapitalizm

    Siz = (A)

    Biz = (B)

    (A) ve (B) hiçbir konuda anlaşamayan iki tutsak. Tek istedikleri; gemiyi, özgürlüğün rotasında yüzdürmek.

    Kaptan’ı tek başına yenmek mümkün değil! Ancak ve ancak (A) ve (B) müttefiklik yaparsa Kaptan yenilebilir!

    “Catch-22” sarmalında debelenip duruyoruz!

    (A) ve (B) “ortaklaşarak eylemlere” başlamazlarsa, sonuca ulaşmak mümkün değil!

    Eğer siz, “(A)”, müttefiklik yapmaya yanaşmazsanız, herkes bu gemide ölecek; Kaptan da dahil!

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    Howard Zinn
    1922-2010

    Evet bir maç hâlindeyiz! Ama kapitalizme karşı maç hâlindeyiz!

    Bu maç hiç heyecanlı değil; ölümcül!

    Ve bu maçta, kapitalizme karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz!

    Esen kalın !

  165. pipsqueak’den 150e cevap

    Ayrı diller konuşmuyoruz ama ben sizi çok iyi anlıyorum. Klasik, sıradan, basit. 17-18. yüzyıldan bu yana daha önce sadece saray ve çevresindekileri ilgilendiren politik konuları artık her sıradan vatandaş izler. Kendi adına olan bitenleri öğrenir böylece politika hayatına katılmış hisseder. Kitle iletişimi (“mass media”); radyo, televizyon, gazete; ve şimdi sizler gibi daha yetenekli, daha eğitimli, daha ileri zekalı, daha hırslı olanların izlediği sosyal medya sizleri bu politika kuruntusunda meşgul tutar. Sizleri heyecanlandırır, başkalarına son olanın ilk haberini vermekle diğerlerindeki tepki ve şaşırtma yaratarak, onlara sır aktarmayla üstünlük hissi kazandırır. Değersizlere, hiçlere, milliyetçiliğin yarattığı vatandaşlara tamamıyla etkisiz de olsalar da etkili olduğunu sanma hissi verir.
    Bu işin olumlu tarafı. Bakalım olumsuz tarafına.
    Sosyal medyanın zararlarının inceleyen arkadaş bu sosyal medya (tabi televizyon, gazete, kısaca “mass media”) müptelalarında “belleksizlik” veya “hatırlamamalar” çok yaygın dedi. Son derece normal. Bu her gün değişen (ama hiç değişmeyen) haberleri akılda tutmak bir mucize.
    Örnek 1
    “şiddete karşı şiddette salt şiddet kazanır” Bunda manipülasyon yok.
    Daha önce şiddete karşı şiddet kullanılırsa, tarih bize düşman gibi olmak zorunda kalacağımızı gösterir demiştim. Yani sadece şiddetin kazandığını yazmıştım. Tarihte suçluyu cezalandırmanın (Detroit’de suç işleyeni cezalandırmak gibi şiddete karşı şiddet kullanma örneği) hiç bir faydası olmadığı bilinen bir konu. Bu kısaca, yasa suçluyu bulabilir ama suçu yok edemez lafıyla ifade edilir.

    Siz kendiniz “Gereklilik alemine HAYIR de ve ÖZGÜRLÜK alemini seç.” sonuna kadar haklısınız!, dediniz. Savaş gereklilik dünyasıdır. Ve siz savaşa hazırlanıyorsunuz.
    Unutmuşunuz!
    Örnek 2
    EZENLER ÖZGÜRLÜĞÜ ASLA GÖNÜLLÜ OLARAK VERMEZLER;
    Yine soyut bir formül! Tarih buna örneklerle dolu. Sizin lafını ettiğiniz aşağıdaki somut anlamı vermemeniz sizin ne kadar tarih bilmediğinizi gösterir. Yani modern anlamda devrim yapmak.
    Bu, Lenin (Rusya’yı kapitalist yapma amacının açık açık yazıldığı kitapların isimlerini göndermiştim, unutmuşunuz!) ve taklitçilerinin devleti ele geçirmek, yani darbe yapmak için, her duruma uyan SOYUT formülleri enayilere yutturdukları mitler.
    Rusya kendiliğinden çöküp özgürlüğü seve seve verdi. Doğu Almanya, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya daha önce denedi ama aynı SOYUT formülle özgürlük verilmedi. Diyalektiğin cilveleri! Diğerleri hemen arkasından. Çin tüm bir barış içinde seve seve tekrar kapitalizme döndü.
    Fransız devriminden önce İngiltere ve Amerika’da kapitalist-burjuvalar devrim yaptılar. Fransa’da koşullar çoktan oluşmuştu. İngiltere ve Fransa’da aristokratlar kapitalist olmaya çoktan başlamışlardı. Kısacası sosyal devrim 11.yy’dan beri pişmekteydi.
    Çok çabuk unutuyorsunuz ve tarih bilmiyorsunuz.
    Her neyse uzatmada yarar yok. Siz çok çetin bir savaşa hazırlanıyorsunuz. Üstelik, sanırım anarşist olduğunuzdan, amacınız devleti ele geçirmek, darbe, değil. SOKAKTAKİ İNSANA çok ama çok değecek amaçlarınız var. İnşallah fazla kan akmaz.
    Asker, yiyecek, içecek, barınak, taşıt araçları, telefon, telgraf, faks, cep telefonu, sosyal medya, uçak, helikopter, denizaltı, internet, gazete, afiş, doktori hastabakıcı, ilaçlar, … ve binlerce benzeri şeyleri nasıl bulacaksınız?
    Şimdi neden broşürlerinizle eğitim görmüşleri çağırdığınızı da anladım. Onları daha teknik işlerde bilirkişi, uzman, eksper olarak kullanacaksınız.
    Bir uyarı: sakın o pis kapitalistlerden bir şey almayın, hepsini ya zorla alın veya kendiniz yapın. Dış yardımlara da dikkat ediniz, sizi kendilerine bağlarlar. Aranıza casuslar, kışkırtıcılar tam inanmayanlar, dönekler girebilir. Gizli polislere de ihtiyacınız olacak.
    Ama en önemli sorum şu: katılanlara ne vaat edeceksiniz?
    Her halukârda, Kenan Yavuz’un dediklerini hatırlayın! Unuttuysanız size gönderirim. Savaşa savaş bilenler, experler, savaş teknisyenleri, uzman savaşçılar topladıktan sonra gidin.
    Bir yanlışlık olur da savaşı kaybederseniz, yine sıradan, klasik, basit bir çözüm, bir model var: Avrupa’ya kaçmak
    Eskiden sizin gibi savaşa gidenler kaybedince Avrupa’ya kapak atıp dilencilikle zengin bile oldular. Eğitimsizler kebap ve benzeri zehir satıp zengin oldu. Çocuklarına kökenleri belli olmayacak isimler verdiler. Sizin gibi ileri zekalılar sosyal yardımlar veya sendikalarda iş bulup çocuklarına EYLEM, YETER, EMEK, ÇAĞDAŞ, SAVAŞ … isimler verdiler. Yaşamlarını yazdılar. Siz yazmasanız da, çocuklarınızdan biri “Babam veya Annem Anarşistti” diye bir kitap yazıp köşeyi döner. Şu an bunu yapan çok. Sadece anarşist yerine komünist sözünü kullanıyorlar.
    Size iyi bir savaş ve çok düşman kanı dilerim.
    Öğüt 1: aynı “ölme eşşeğim yaz gelsin” misali, iyi havaları bekleyin.
    Öğüt 2: Bazan düşman baş kaldıranlara köleliklerini hatırlatma taktiği kullanır. Bu tuzağa düşmeyin! Herodot (MÖ 484- MÖ 425) buna güzel bir örnek anlatır. Ama o tarih. Siz devrimler tarihini bile bilmiyorsunuz. Siz EYLEM ve SAVAŞ uzmanı olmuşsunuz.
    Öğüt 3: Sun Tzu’nun “The Art of War”, kitabını diğer kitaplar gibi okumadan okumuşkluk etmeyin. Bu bir EYLEM kitabı. Sonsuz önemli.

  166. Sayın 159'a cevap

    Sayın (pipsqueak) 159’a cevap,

    KAPİTALİZMİN DİKTE ETTİĞİ;
    “EFFICIENCY”,
    “PRODUCTIVITY”,
    “GENÇLİK MYTH”İ,
    Ve hâttâ “YAŞLILIK MYTH”İ HAKKINDA BİR ÖRNEK DAHA!

    UYGULAMALI FİZİKÇİ VE DİLBİLİMCİ, 61 YAŞINDAKİ YUSUF GÜRSEY, ANTALYA’DA, BAYRAM GÜNÜ SOKAKTA KALMA RİSKİYLE KARŞI KARŞIYA!

    DİLBİLİM ÇALIŞMALARI VAR!

    TEKLİF GELMESİ HÂLİNDE, ÜNİVERSİTELERDE FİZİK DERSİ VEREBİLECEĞİNİ DE BELİRTTİ!

    GÜRSEY, KALACAK BİR YER VE ÇALIŞMALARI İÇİN İNTERNET İSTEDİ!

    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29584395.asp

  167. İlk not: Sayın 158
    Yanıtınz SAYIN “157″ ile başlıyor ama sadece 157’ye cevap olmadığı gibi daha henüz yayınlanmadığı için daha yeni gönderdiğim 159’a cevap. Nasıl oldu da daha yayınlanmamış bir yazıyı okudunuz?
    157 yazımla ben sizler gibi görmediğime kibarca bir örnek vermek istedim. Somut bir yazıyı somut bir şekilde inceleyip ne kadar noksan olduğunu, ne kadar klasik insanları kurtarma adına herkesi kendilerine benzetmek isteyenleri ciddiye almadığımı göstermek istedim.
    David Harvey ve sizler gibi suçlulara parmak uzatmak benim için yetmez. Hem “sağlık” merkezleri hem de evleri yıkılanların yeni ve modern binalara yerleştirme ve diğer arzuları aslında beni gerçekten tiksindirdi ama bu konuda sizinle de bir türlü anlaşamadık. Size herkes burjuva olmuş demiştim unutmuşsunuz adını değiştirip bana hatırlatıyorsunuz. Size tanrıların bile karşı gelemedikleri felek gibi, artık kapitalistlerin bile tamamıyla kölesi oldukları ve kapitalizmin yerini almış bir gerçekten bihabersiniz. Dolayısıyla benim hemen gördüklerimi sizin hiç görmüyorsunuz. Eğer gerçekten okuduysanız, David ile G. Anders’i anlamadığınız belli aksi halde hem David Harvey’in hem de diğerlerinin klasik düşünürler olduklarını ve size benzediklerinden dolayı beğendiğinizi görürdünüz. Neden David Harvey ve diğerlerinin yazılarını eleştirici bir gözle okumadınız? Bana hep adres veya alıntı gönderiyorsunuz. Verdiğiniz çoğu isimler yeni kapitalizmin başını çekenler dedim, bir cevap almadım. Kapitalizmle komünizmin ve sizlerin beğendiğiniz anarşistliğin aynı dünya görüşünü paylaştığını söyledim, ve hatta bazılarını kanıtlayıcı kitap (Lenin, Trotsky, …) kitap isimleri verdim, benimle alay ettiniz. Sizin bu sosyal medyadan topladıklarınızı tek tek okuyup bana ters düşen taraflarını bulacak ne zamanım var ne de isteğim. Aslında bunun dürüst adı son derece bilinir: eleştirisel okuma (“critical reading”).
    Defalarca ve kibarca ben sizi anlıyorum ama siz beni anlamıyorsunuz dedim. Eğer Fredy, David ve G. Anders’i anlamış olsaydınız benin bu kibarca söylediklerimi çoktan anlardınız.
    Şimdi de daha önce yazdığım ve uzun olduğu için kırpılan kısım.
    [yani, 143 (ve şimdi 150e)Anonim’e Pipsqueak’den 126’ya yeni yanıtımın sığmayan kısmı.]
    Tabii bazı temizlemelerden geçen versiyon.
    Göndermemin asıl nedeni yayınlanmasında ısrar etmeniz.
    VEYA BIZLER KINALIADA’DA ROMAN YAZMAK IÇIN GÜNLERIMIZI DISIPLIN IÇINDE GEÇIRMEYE ÇABALIYORUZ.
    Siz (“bizler”) kimsiniz? ZİLELİ mi? Yoksa parti-ama-parti-değil-parti üyeleri mi?
    Her halukâda ben sizler gibi disiplinli olma sevdasında değilim. Disiplinli olma kapitalist-burjuvaların kara sevdası, tüm pezevenklerin sırtına binmek istedikleri eşşeklere aşılamak istedikleri. Üstelik ve yine, biraz tarih, özellikle modern bilim tarihi, ve felsefe öğrenseniz fena olmaz. Saat, manastırlarda disiplinli olmak için geliştirildi ve kapitalizmin gelişmesinde büyük rol oynadı. Zaman, sosyal anlamda, insanların kendi kendilerini disipline sokmaları için icat edildi, veya daha doğrusu insan bilincine zorla yüklendi.
    Bu hikayeyi ogursele anlatmıştım, tekrar etmede fayda var. Sizin gibi biri, kırda gezerken ağaca eşşeğini sırtına alıp çıkmış bir köylüye rastlar ve sorar,
    – Yahu , ne yapıyorsun?
    – Eşşeğime elma yediriyorum.
    – Aşağıya in, ağacı salla, elmalar düşer, eşşek de yer.
    – Neden?
    – Zaman kazanmak için.
    – Ulan eşşek zamandan ne anlar!
    Modern dünyanın her şeyi etkinlik, yararcı (utilitarian) ve enstrümantal-araçsal açısından görme hastalığı.
    “GEREKLİLİK ALEMİNE HAYIR DE VE ÖZGÜRLÜK ALEMİNİ SEÇ.” SONUNA KADAR HAKLISINIZ! CÜMLENİZİ ŞÖYLE DE İFADE EDEBİLİRİZ: “GEREKLİLİK ALEMİNE HAYIR DİYELİM VE ÖZGÜRLÜK ALEMİNİ SEÇELİM.”
    Peki neden beni de, sorup anlamaktansa, sizin gereklilik dünyasına sokmak için şantajlara boğdunuz, hakaret ettiniz? Arkadaşlarıma pis dil uzattınız?
    NEDEN PARTI KURMADIK? NEDEN ÖRGÜTLENMEDİK? NEDEN HER GÜN YOLLARA DÖKÜLMEDİK? NEDEN DEVRIM YAPMADIK?
    Tekrar ediyorum benim bu konularda ne düşündüklerimi bilmiyorsunuz, bana sormadınız, üstelik buna benzer kavram ve düşünceleri kendinize fetiş etmişiniz ve benim de katılacağımı varsayıyorsunuz. Sanırım benim devrimcileri hiç sevmediğimi artık anlamışınızdır, bu konuyu uzatmayacağım.
    SAYIN ZILELI, KENDISINI ILGILENDIREN KISMA ISTERSE CEVAP VEREBILIR. FAKAT ŞAHSIMIN SIZE HAKARET EDIP-ETMEDIĞI ILE ILGILI IDDIANIZA CEVABIM YUKARIDA ILK IKI PARAGRAFTA ANLATTIĞIM ŞEKILDEDIR.
    Kimseye “anarşist değilsin” denilememesi anarşistliğin en güzel özelliklerinden biridir. Anarşistliğin tanımını yapmak yasaklanamaz ama her tanım kapsar ve dışlar. Anarşizm dışlamaz. Kesin kes bir tanımın sonsuz zor olması, anarşistliğin en yüce ve aynı zamanda en zayıf noktasıdır. Sayın dediğiniz Zileli bunu eski marksist-leninist-stalinist olduğu alışkanlığı içinde bana karşı hafif, baştan savucu, adi bir laf oyunuyla beni yalancı yaparak anarşistliği de istismar ettiğinin farkına bile varmadı. Anarşistliğin en yüce diğer bir ilkesini ayağının altında çiğnedi: hatasını kabul etme sorumluluğunu üstüne almadı! Bunun tek yorumu Zileli’nin “Animal Farm”da Napolyon olduğu ve etrafı aynı Napolyon gibi koruyucu ve ısırıcı gardiyanlarla çevrili olduğu. Bu nedenden cahilliğinden utanmadan rahat konuşur.
    BİRİNCİ örnek.
    24 ANONIM 31 MAYIS 15 / 7AM
    GALIBA YAŞLILIĞIN ‘GERÇEKTEN’ BAŞLADIĞI EVRE, INSANIN ERGENLIKTEKI HALLERINE GERI DÖNDÜĞÜ ZAMAN OLUYOR. İKI DÖNEMIN ORTAK PAYDASI, ‘HUYSUZLUK’:-)
    GÜN ZILELI MAYIS 31ST, 2015 AT 09:20
    DOĞRU.
    İKİNCİ örnek Ogursel, bu kendi başına bir hilkat garibesi: “Ben Şefimizi tanıyorum böyle bir şey yapmaz.”, der.
    ÜÇÜNCÜ örnek biraz zaman aldı ama nihayet belli oldu: SİZ!
    İşte başkan Zileli’den seçmeler:
    1
    “EĞER VAZGEÇERSE BIR DIN, BIR TARIKAT DURUMUNA DÜŞER. OYSA ANARŞIZM, CANLI, TOPLUMLA GÜÇLÜ BAĞLARI OLAN BIR DÜŞÜNCEDIR. TOPLUMUN RUH HALINDEN, INSANLARIN SOMUT HAYATLARINDAN KOPMAMAYA ÖZEN GÖSTERIR.”
    Modern ideolojilerin üstü örtülü teoloji olduğunu bilmiyor!
    2
    MARDIN’DEN GELDIĞINDE BIR VIDEOLARINI ÇEKER, FACEBOOK’A KOYARIZ.
    a) Her üç büyük dinin tarhindeki ikonoklazmndan habersiz. Nedenlerini ve zamanımız imge hastalığını da bilmiyor.
    b) FaceBOK ve TWATer gibi kapitalizmin en önde savunucusu ve sadece reklamla dünyanın en zenginleri arasına girenleri boykot edeceğine iftiharla kullanıyor.
    c) Beyinsizlerin imgeleri tercih ettiğinden bihaber.
    d) Susan Sontag’ın fotoğraf hakkında yazdığını bile bilmiyor.
    e) Siz Feuerbach’dan söz ediyorsunuz ama bu konuda ne dediğini bilmiyorsunuz. Sanırım Zileli marksistlik günlerinde belki Feuerbach’ın adını duymuştur.
    “But for the present age, which prefers the sign to the thing signified, the copy to the original, representation to reality, appearance to essence … truth is considered profane, and only illusion is sacred. Sacredness is in fact held to be enhanced in proportion as truth decreases and illusion increases, so that the highest degree of illusion comes to be the highest degree of sacredness.”
    f) In societies dominated by modern conditions of production, life is presented as an immense accumulation of spectacles. Everything that was directly lived has receded into a representation.
    g) Filozof Blaise Pascal benzerini 17. yy’da söyledi.
    3
    ARISTOKRASI SADECE BATI’DA VARMIŞ.
    Bu defa konuları sınırlamak için kullanılan analitik yöntemlerle dünyayı anlamakta kullanılan sentez düşünme arasındaki farkı bilmeden etiket dağıtma makineciliği yapıyor.
    1. Harvard University Press, Harvard-Yenching Institute Monograph Series 93
    The Destruction of the Medieval Chinese Aristocracy
    2. In 1301, Uthman, an Uzbek of the Ottoman clan, overthrew the Seljuk aristocracy and proclaimed himself the Sultan of Asia Minor.
    3. Colonial State and Landed Aristocracy in India by Arun Kumar.
    4. Abbasiler Araplar’ın aristokrasisine karşı isyandan faydalanıp Emevileri yıktılar.
    SİZİ VE ARKADAŞLARINIZI ÖZEL OLARAK TÖHMET ALTINDA BIRAKIP-BIRAKMAMAK, SİZE VE ARKADAŞLARINIZA HAKARET EDİP-ETMEMEK KONUSUNDA SAYIN ZİLELİ’NİN VERMEK İSTEDİĞİ CEVAPLAR VARSA AŞAĞIYA YAZABİLİR. ŞAHSIMIN YUKARIDA ONCA YAZIYLA İŞARET ETTİKLERİNİN İSE; SİZİN VE SAYIN ZİLELİ’NİN ARASINDA YAŞANANLARLA HİÇBİR İLİŞKİSİ YOK. EĞER BÖYLE BİR YARGIYA SAHİPSENİZ; YANLIŞ ANLAMIŞ OLABİLİRSİNİZ.
    Ben buna inanmıyorum. Veya en azından 143’e cevabımda yazdığımı burada da tekrarlayacağım.
    Burada komplo anlamına gelen “conspirer” kelimesinin “co-inspirer” yazarak güzel bir kelime oyununa dikkatinizi çekmek isterim. (Bu Fransıca daha uygun olduğu için Fransızca ‘inspirer” teneffüs etme anlamına geldiğini açıklam da fayda var). Siz aynı havayı teneffüs ede ede şefiniz gibi olmuşsunuz farkında değilsiniz. Aksi halde yazdıklarıma karşı yaptığınız şantajları size hatırlattığım, arkadaşlarımdan bazılarının adını öğrendiğiniz, ben size arkadaşlarımla hangi sonuçlara vardığımızı anlatığım halde, ne Zileli’nin, ne de ogursel’in cahilliğini gördünüz ne de özür dilediniz. Daha değişik bir şakilde şantajlar devam ettiniz. Aşağılaşıp beni de sizin gibi, Watson ve Anders gibi dürüst devleri bir tarafa bırak, Zileli gibi her nabıza şerbet bulan, daha dün en son ve en iyi anarşist olan birinin seviyesinin altına indirdiniz. Ve yine özür dilemediniz. Çünkü siz aynı Nazi taraftarları ve Bolşevik apparatçikleri gibi haklı olduğunuzu biliyosunuz. Siz Hannah Arendt’i okumuşsunuz ama diğer okuduklarınız gibi veri-bilgi bankanıza yatırım olmuş, anlamamışsınız.
    Benden size bir uyarı: ÖNEMLİ OLAN YAŞAYAN BİREY!!!!
    Zileli’nin tek bildiği,tek erişmek istediği, varlığı, bir türlü vazgeçemediği, Fredy’nin “Manual for Revolutionary Leaders — Micheal Velli” kitabının tasvir ettiği devrimci ve devrimcilik.
    Tekrar tekrar ediyorum, benim arkadaşlarım, SOKAKTAKİ MOKAKTAKİ insan saçma bahaneleriyle, bu başkanın bana yaptığına hiç bir zaman müsamaha göstermezlerdi.
    Burada bir olmuş olay daha analatacağım. İki arkadaşım, Orta Doğu ve Türkiye’yi yazdıkları tarih kitabından dolayı gezdiler. Benden öğüt istediklerinde, şehirlerden ve yabancı dil ve dış ülkelerin varlığını bilenlerden, yani siz ve şefiniz gibi durmadan kıvıranlardan, uzak durmalarını söyledim. Döndüklerinde Türklerin eşsiz misafirperver olduklarını (ki şehirlerden uzak duran çok sayıda kişiden daha duydum ve ben de şahit oldum), Arapların anarşist ruhlu ama Türklerin çok köle ruhlu olduklarını, ve annemin arap olduğunu bildiklerinden, anarşist olmadığımı bildikleri halde, tabii şakamsı benim anneme çektiğimi, söylediler. Bruce Chatwin gezilerinde aynı gözlemde bulunur. İnşallah yine bunun nedenleri var ilahilerine başlamazsın. Ben buna hem üzüldüm hem sevindim. Ben annem Arap babam Kürt olduğu halde kendim tam bir Türk olarak büyüdüm.
    Bir Bizans tarihçi, “Araplar ne dostum, ne de düşmanım olsun isterim”, der.
    Devrim çılgınlığıyla horozlanan çığırtkan anarşistlerle kıyaslamada utanç duyacağım anarşist olmayan, kapitalizm-burjuva-liberalizm-hümanizm-anarşizm-komünizm ve benzeri binlerce aracıların tenine değmediği fakir ama sefil olmayan bir kimsenin yaptıklarını ve söylediklerini size göndersem belki uyanırsınız.
    Sovyetler zamanından bir duvar yazısı: “Onlar komünistiz gibi görünüyorlar, biz de inanıyor gibi görünüyoruz.” İşte sana Hobsbawm gibilerin adilikleri. İşte sana Zileli gibi ta 1920lerde ilan edilen Rusya’da devrim olmadı, Bolşevik darbesiyle çabuk kapital birikimine geçildi (tabii size gönderdiğim ve bunu açık açık söyleyen Bolşevik liderlerin kitaplarını yasak olduğundan okumadınız) diyenlere rağmen marksist-leninistliği savunan ve bunu şimdi yaptığı gibi sadece ve sadece içi boş bir insan olarak içini tüm politikacılar gibi başkalarına hükmetmek istekleriyle dolduran biri hala Bolşevik darbesine BÜYÜK DEVRİM der, ve siz de yutarsınız.
    Bolşevik darbesi olduğunda çok sayıda asil ruhlular, B. Russel dahil, insanlığın rüyası gerçekleşti coşkusuyla Rusya’ya gittiler. Bazı diğer ülke komünist partililer, idarenin partilar arasında sıra ile yapmayı ileri sürdüler ve tabii reddedildi. Ama Zileli ve Hobsbawm gibiler hariç diğerlerin hepsi işin özünü anlayıp bu yaşadığımız gam dünyasına döndüler.
    Tekrar ediyorum, sizin için en son ve en yeni olan benim için çok çok çok eski.
    Kısacası ben hep işin özü olan, arkadaşlarımdan en az ikisini, Fredy ve David, tanıdıktan sonra bile küstahlığınıza devamınızı görüp karşılık vermek, size bilgi vermek, bu sorunların ve nedenlerini sizin şeften (ben de dahil) binlerce ışık yılı ilerde olanlar tarafından incelendiğini, son derece güzel eleştiriler yapıldığını, siz ve şefinizin bu konuda son derece cahil olduğunuza, veya hiç değilse belki şefinizi çoktan aştığınızın farkında olmadığınıza sizi uyarmak istedim. Veya sözü daha güzel söyleyene bırakayım:
    “Do go out of the way of the bad odour! Withdraw from the idolatry of the superfluous!”
    “Do go out of the way of the bad odour! Withdraw from the steam of these human sacrifices!”
    Karşılığınız, eğer olursa, ne olacak? Bilim-teknik konusunda taş uykusunda olan bu site anarşistiyle aramda olanlar gibi işi psikolojiye dökmek. Nazilik ve Bolşevikliği yutanlar gibi, uyumaya devam etmek. Eminim siz de aynı şeyi yapacaksınız.
    VEYA BIZLER DETROIT’TE 22 YIL YAŞAMIŞ OLMAYI BIR BAŞKA GEREKÇE GÖSTERIP, SADECE “BURJUVA!” DÜNYAYA KARŞI ÇIKMAKLA YETİNİYORUZ!
    Ben bununla ne demek istediğinizi anlamadım bile.
    Ben size Detroit’de içinde bulunduğumuz durumun vahim olduğunun bilincinde olduğumuzu ve bazı faaliyetlerimizi yazdım. Üstelik sizin broşürler kıyasla dünyaca tanınmış ve dünyaca okunan Fifth Estate adlı bir aylıktan söz ettim. Türkiye’de daha yeni yeşermeye başlayan anarşistlerin Türkçe yazdıkları yazıları severek aylıktaki arkadaşlara çevirirdim. Karşıma devrim heyecanı içinde hoplayıp zıplayan, sefilleri de kendine benzetmek isteyen bir “tight lip”, bir püriten çıktı. Hakaret, çirkin ve tiksindirici laflar, SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK, BURJUVA (lütfen biraz dürüst olun ve artık herkesin burjuva olduğunu kabullenin). Kısacası daha yeni anarşistlik diplomasını alan Zileli gibi eski marksist-leninist-stalinist-ama-yeni anarşist çıktı. Ve onun gibi tüm uyarılarıma rağmen özür dileyeceğine “anarşistim o halde haklıyım!” veya “haklıyım o halde haklıyım!” diyen, düşünürden çok Zileli gibi politika ticareti yapan biri çıktı.

  168. Sayın 161'a cevap

    haddinden uzun yorumlar basılmıyor. Admin.

  169. Sayın 161'e cevap

    Sayın 161,

    David Harvey’in veya bir başkasının avukatı değiliz.

    Kusura bakmayın:
    Metinlerden işinize gelen kısımları değerlendirip, işinize gelmeyen kısımları hasır altı ediyorsunuz!

    “Kaybedilen muhabbet” kısmını niçin KASITLI OLARAK görmezden geliyorsunuz!

    Harvey’in veya bir başkasının “gentrification”u savunduğunu mu zannediyorsunuz! Eğer gerçekten böyle düşünüyorsanız geriye söylenecek tek şey kalıyor: Aymazlık!

    “Gabor Maté”in ve “John McMurtry”nin yaptığı hatırlatmaları “critical reading” süzgecinizden geçirme ihtiyacı hissetmediniz, çünkü: Yaptıkları hatırlatmaların %100 gerçek, %100 ölümcül olduğunu siz de gayet iyi biliyorsunuz!

    “Sol” kanatla o kadar büyük sorunlarınız var ki; kapitalizme sarılmak aklınızdan geçiyor mu, geçmiyor mu; endişe etmiyor değiliz!

    Yukarıdaki metinlerimizde size “haksızsınız” hiçbir zaman demedik, yazmadık! “NİÇİN ‘EYLEM’E GEÇMİYORSUNUZ?!” DİYE SORDUK, SORUYORUZ, SORACAĞIZ!

    Yıllar boyu içinizde biriktirdiğiniz hayalkırıklıklarını “şantaj” kelimesiyle yoğurup birçok konuda yersiz ithamlarda bulunuyorsunuz!

    Kapitalizm yüzünden insanlar ÖLÜYOR sayın “161”!

    Size “NEDEN PARTİ KURMADIK? NEDEN ÖRGÜTLENMEDİK? NEDEN HER GÜN YOLLARA DÖKÜLMEDİK? NEDEN DEVRİM YAPMADIK?” diye sorduk; aldığımız cevap: [Sanırım benim devrimcileri hiç sevmediğimi artık anlamışınızdır, bu konuyu uzatmayacağım.]

    Kapitalizme karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz; yanaşmaya tenezzül etmiyorsunuz!

    SADECE İŞİNİZE GELEN KISMA BAKARSANIZ ANLAMAZSINIZ:
    “Veya bizler Detroit’te 22 yıl yaşamış olmayı bir başka gerekçe gösterip, sadece “burjuva!” dünyaya karşı çıkmakla yetiniyoruz!”

    O kısmın “bütününe” bakmaya niçin tenezzül etmiyorsunuz!
    (“124” numaralı metnimiz, 24 Temmuz)
    Bizler, kendi aramızda, yeryüzü sofraları düzenleyerek “potlaç”ın fısıltısını duyacağımızı sanıyoruz!
    Veya bizler Detroit’te 22 yıl yaşamış olmayı bir başka gerekçe gösterip, sadece “burjuva!” dünyaya karşı çıkmakla yetiniyoruz!
    Veya bizler Kınalıada’da roman yazmak için günlerimizi disiplin içinde geçirmeye çabalıyoruz!
    Veya Noam Chomsky, bir drone Pakistan’da bir köyü yerle bir ettikten sonra; “televizyonda!” bir demeç verip, “aydın olmak sorumluluğu!”ndan 5 dakika daha yerine getirerek; Massachusetts Institute of Technology’deki odasına çekilmeye devam ediyor!

    Herkes kapitalizmin vagonlarındaki kompartımanlarında rahat!

    TEKRAR:
    Kusura bakmayın:
    Metinlerden işinize gelen kısımları değerlendirip, işinize gelmeyen kısımları hasır altı ediyorsunuz!

    Umarız bu sayfada yürüttüğümüz görüşme;
    “Critical reading”den “Ad hominem”e evrilmez!

    Esen kalın !

  170. SİZ HANGİ HADDEN BAHSEDİYORSUNUZ SAYIN ZİLELİ!

    Sayın Zileli,

    Sizi de kandırıyorlar!

    Hayatı:

    Sadece 140 karakterlik “twitter hapı” kalıbındaki iletilere,

    Sadece 4140 karakterlik “facebook hapı” kalıbındaki iletilere sıkıştırıp; satmak istiyorlar!

    Ve bu “hap kalıbındaki iletileri” kuru kuru yutturuyorlar, yanında herhangi bir meşrubat vermiyorlar!

    Metinlerin “uzun” olduğunu iddia edenlerin çok büyük bölümü, sahsınıza da;
    “Armut piş, ağzıma düş”çülüğü,
    “Özet geç, Ankara havası olsun”culuğu enjekte etmeye çalışıyor!

    Tuzağı görüyor musunuz?
    Tehlikenin farkında mısınız?

    (Not:

    “Görüyorum.”
    “Farkındayım.”
    gibi cevaplar yazmanızı istemiyoruz.

    Gerekçelerinizi açıklayarak cevabınızı yazmanızı bekliyoruz.)

  171. haddinden uzun yorumları yayınlamıyoruz. Admin

  172. SAYIN 163
    SAYIN EYLEM, SOKAKTAKİ İNSAN, EMEK, KAPİTALİZM, GÖZYAŞI DÖKME POLİTİKACISI, GÜNAH ÇIKARAN ve SUÇLU HİSSEDEN ve BUNLARIN ESNAFLIĞINI YAPAN, BAŞKALARINA YANSITAN, DEVRİMCİ ORTA SINIF ÇOCUĞU, … ve hepsinden kötüsü VERİ-BANKACISI!
    Aşağıdaki deney sizlerin SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK, BERABERLİK gibi SOYUT ilkelerinizin aslında ne olduklarını gösterdi.
    Ailesi Nazi Almanya’dan kaçan bir profesör ailesinden duyduğu inanılmaz anılar, ve sürekli bunun nedenini anlamak isteği içinde büyür. Nihayet kurnaz bir deney bulur. Üniversite gazetesinde bilgibilim (epistemology) üzerinde deneye katılmaya gönüllüler arar ve bulur.
    Deney çok basit: bir cam, camın arkasında denekler. Camın önünde 1’den 10’a kadar düğmeler. Ama denekler aslında tiyatro artistleri. Deneğe sorular sorulur ve cevabı öğrenene kadar gönüllüler 1 ile 10 arasında düğmelerle elektrik şokları verirler. Artistler basılan düğmelere göre kıvranıp acı çekme numaraları yaparlar. Deney biter. Gönüllülerin arasında çoğu 2. veya 3.’ü geçince vazgeçerler. Sadece aynı üniversitede hocalık yapanlar 8,9,10 numaralı düğmelere basarlar.
    Neden? Siz “Holy Trinity” gibi SOYUT ilkelere sizler gibi derinden inandıkları için. Tabii aynı sonuç Avrupa ve Amerika çoğunluğu için geçerli ama ayrı bir konu.
    Siz, Zileli ve ogursel aynı o hocalara benzersiniz! İnançlarınız için her şeye hazırsınız!
    1939’da Neruda Paris’de Şili konsolosu. Ağustos 1939’da Franco’dan kaçanlardan sadece komünistleri Şili’ye giden gemiye alır, anarşistleri reddeder. İdeoloji böyle büyük bir insanın bile gözlerini kör eder. Zileli, siz ve ogurselin bana yaptıkları beni hiç şaşırtmadı.

    Şimdi de şu yuttuğunuz David Harvey hikayesi.
    Önce çok çok çok çok derin Freud’un adını satacağına oku, OKU! Bankacıları kabız olanlara benzetir ve siz çok fena kabız olmuşsunuz.
    İyi kalpli David Harvey’in evi yıkılanları yeni binalara yerleştirilmelerini isteği. Acaba sonuçlar ne olabilir? Sonuçları bilmek için dahi olmak gerekmez. Türkiye ne komşuluk ne muhabbet eden çıtı pıtı kibrit kutularında yaşayan insanlarla dolu. Üstelik Piano Piano Bacaksız filmi bir durumda ne olduğunu gösterir.
    Defalarca sosyal medyadan toplayıp sıraladığınız kişilerin hemen hemen hepsinin sizlere benzer ilerici kapitalist-komünist yeniden doğan marksist olduklarını, yeni gezegenlere hazırlandıklarını, robotlaşmak istediklerini yazdım. Cevap: EYLEM, SOKAKTAKİ İNSAN, EMEK, KAPİTALİZM, GÖZYAŞI DÖKME POLİTİKACILIĞI, GÜNAH ÇIKARAN ve SUÇLU HİSSEDEN ve BUNLARIN ESNAFÇILIĞINI YAPAN DEVRİMCİ ORTA SINIF ÇOCUĞU, VERİ-BANKACILIĞI kırık plağı, hafızlık. David Harvey’in dediklerini sizlere benzediği için yuttunuz.
    Arap Emirliklerinden birinde David Harvey’in istediği yapılır, bedeviler yeni binalara yerleştirilir. Bedeviler dairelerin kokusunu sevmezler ve çölden kum getirip odaları kumla doldurup çadır kurarlar. İspanya, aynı şeyi çingeneler için yapar. Çingeneler evdeki tüm demirbaş, musluk, ocak, vb. eşyaları söküp satarlar. Bir eskimoya New York gezdirilir ve sonra çarpıcı bir şey gördümü diye sorulur. Siz, David Harvey, sizin SOKAKTAKİ İNSANLAR gibi heyecandan hoplayıp zıplamaz ve tersine eskimo “hayır”, der. Israr edilir, yine hayır. Siz ve David Harvey ve milyonlarca size benzer kibrit kutularında doğmuş büyümüşler hala ısrar ederler. Nihayet eskimo, “evet, bir vitrinde beyaz ayı gördüm”, der. Bunu anlatan büyük tarihçi Toynbee ve amacı sizlerin ne kadar at gözlükleri takmış olduğunuzu ve dünyanın burjuvalıştığını (utanmadan benim bu lafımı bunu bana siz yazdınız) belirlemek. Buna cevap: EYLEM, SOKAKTAKİ İNSAN, EMEK, KAPİTALİZM, GÖZYAŞI DÖKME POLİTİKACILIĞI, GÜNAH ÇIKARAN ve SUÇLU HİSSEDEN ve BUNLARIN ESNAFLIĞINI YAPAN DEVRİMCİ ORTA SINIF ÇOCUĞU, VERİ-BANKACISI kırık plağı, hafızlık.
    David Harvey’i size benzediği için onun dediklerinde benim gördüklerimi hala görmüyor bir de üstelik “siz nasıl bizim sayısız ilahlarımızdan bir örneği olan DAVİD HARVEY gibi KOCA KOCA KOCA bir İLAHIMIZ, bir ÜNLÜ PROFESÖR ” Harvey’in veya bir başkasının “gentrification”u savunduğunu mu zannediyorsunuz!” Bazan kendimi fareyle oynayan kedi sanıyorum. Eğer İspanya iç savaşı esnasında bir anarşist, anarşistliği baltalayan Staline “karşı devrimci” deseydi gerçeklerle sözleri karıştıran bilgizisiz çaylak siz, eski/yeni Zileli gibiler, doğal olarak şaşırırdı.
    David Harvey’in dediklerini ona benzeyen iyilik sever marksist sizler gibi aynı anlamak zorunda değilim. Siz veri-bankanızı sergiliyorsunuz. Ben yuttuğunuz hapları sergileyince diğer bir yazımda değindiğim ve bir marksistin söylediğinin tıpkı aynısı ortaya çıkıyor. ” The obvious cultural riposte to a class-ridden manipulative educated culture is that of anti-intellectualism … when idiots begin to value themselves too complacently in this way it can serve too easily as an excuse for the giving up of intellectual effort.” Bilgizisiliğinizi klasik “anti-intellectualism” olan EYLEM, SOKAKTAKİ İNSAN, EMEK, KAPİTALİZM, GÖZYAŞI DÖKME POLİTİKACILIĞI, GÜNAH ÇIKARAN ve SUÇLU HİSSEDEN ve BUNLARIN ESNAFLIĞINI YAPAN KARŞI TARAFA YANSITAN DEVRİMCİ ORTA SINIF ÇOCUK OLMANIZ, VERİ-BANKACISI kırık plağı, hafızlığıyla saklamaya çalışıyorsunuz. Çok safsınız. Bilgisizliğiniz gerçekten sonsuz apaçık.
    Bolşevik darbesi hakkındaki bilginiz insanı utandıracak kadar sıfır. Yüzlerce açıklama yaptım, cevap: EYLEM, SOKAKTAKİ İNSAN, EMEK, KAPİTALİZM, GÖZYAŞI DÖKME POLİTİKACILIĞI, GÜNAH ÇIKARAN ve SUÇLU HİSSEDEN ve BUNLARIN ESNAFLIĞINI YAPAN DEVRİMCİ ORTA SINIF ÇOCUK ve VERİ-BANKACILIĞI kırık plağı, hafızlık. Hobsbawm’ın kim olduğunu, Zileli’nin de Hobsbawm gibi bir defa marksist her zaman marksist olduğunu açıkladım, cevap: EYLEM, SOKAKTAKİ İNSAN, EMEK, KAPİTALİZM, GÖZYAŞI DÖKME POLİTİKACILIĞI, GÜNAH ÇIKARAN ve SUÇLU HİSSEDEN ve BUNLARIN ESNAFLIĞINI YAPAN DEVRİMCİ ORTA SINIF ÇOCUĞU, VERİ-BANKACISININ anti-intellectual kırık plağı, hafızlık.
    Daha önce yazdığım aşağıdaki hatırlatmalar (iki * arasındakiler) siz ve Zileli’nin “black hole” kara deliğinize girip kayboldular. Daha doğrusu bilgisizliğinizi gördüğümü gösterdi.
    *Lenin:Left-Wing Communism: an Infantile Disorder 1920
    Lenin_The State and Revolution 1917
    Lenin: Pravda 5 may 1918 (Bolşevik darbesinden 6 ay sonra) ekonomi altın yumurtaları, Junker Almanya taklitçilik maymunluğu,
    Trotsky: : Terrorism and Communism 1920.
    Trotsky: 1905
    Taylorizm’i mükemmeleştirme. Senin fetişler: mecburi EMEK ve EYLEM (Cumartesi ve Pazar dahil), yani çalışma. Senin fetişler: ECONOMİSTLER Mill ve Bentham teorileri …*
    Aynı şekilde şu aşağıda yazdıklarım da aynı kara deliklere girip kayboldular:
    *Bolşevik darbesinden hemen sonra halk arasında en fazla çözümünü bulmak istenilen seks sorunuydu. Ne var ki seks gibi önüne geçilmez bir isteği sonraya bırakanın, diğer her türlü isteklerini de sonraya bırakmayı kabul edeceğini bilen pezevenk bolşevikler hemen işi, diğer her şeyi yaptıkları gibi, parti üyeleri olmuş bilim adamı uzmanlara havale ettiler. Onlar da bu istekleri köreltmek için çocukların gece nasıl yatmasından tut, giydikleri donlara, ve sandalyede oturmalarına kadar denetim altına alınmalarını ileri sürdüler ve uygulandı. Devletin elinde olan her türlü pezevenkliğin modeli olan okullar da, bu beyin yıkamasını çocuklara aşıladılar.*
    Foucault ve ekibi hakkında söylediklerim de öyle. Hepsi bana sizin aşırı bilgisiz ama heyecanlı bayrak taşıyan bir asker olduğunu fazlasıyla gösterdi.
    ‘GABOR MATÉ’ İZAH EDİYOR:
    (UYUŞTURUCU MADDE VE ALKOL KULLANIMININ EN AZA İNDİRGENMESİ-ÖNLENMESİ, ÇOCUKLARIN GELİŞİM SÜRECİ VE STRES ÜZERİNE EĞİTİM VEREN KANADALI DOKTOR)
    Bu salağın en son moda olan ve hastalıklarda her türlü kapıyı açan “stres” kelimesini kullanması size ne kadar benzediğini, kavramları hafife aldığı, asıl uyuşturucu olan tüketicilik, seyircilik, ve binlerce diğer sözüm onasizin gibi “normal” insanların aslında hasta olduklarını duymamış olması bana fazlasıyla onun ne olduğunu söyler. Siz yine hap yutmuşunuz.
    (KANADA ‘GUELPH ÜNİVERSİTESİ’NDE FELSEFE PROFESÖRÜ)
    “…
    ŞİMDİ, HERHANGİ BİRİMİZ ÇIKIP; ‘BUNLARIN HEPSİ NEREDE BAŞLADI?’ DİYE SORABİLİR.
    BUGÜN SAHİP OLDUĞUMUZ; TAMAMIYLA ÇÖKMEK ÜZERE OLAN BİR DÜNYA!
    HER ŞEY ‘JOHN LOCKE’ İLE BAŞLADI!
    Bu salak da, sizin gibi taş uykusunda.
    “Tying the emergence of the State machine to a transformation of the social structure results merely in deferring the problem of that emergence. For then one must ask why the new division of men into rulers and ruled within a primitive society, that is, an undivided society, occurred. What motive force was behind that transformation that culminated in the formation of the State? One might reply that its emergence gave legal sanction to a private property that had come into existence previously. Very good. But why would private property spring up in a type of society in which it is unknown because it is rejected? Why would a few members want to proclaim one day: this is mine, and how could the others allow the seeds of the thing primitive society knows nothing about – authority, oppression, the State – to take hold? The knowledge of primitive societies that we now have no longer permits us to look for the origin of the political at the level of the economic.That is not the soil in which the genealogy of the State has its roots. There is nothing in the economic working of a primitive society, a society without a State, that enables a difference to be introduced making some richer or poorer than others, because no one in such a society feels the baroque (bizarre) desire to do more, own more, or appear to be more than his neighbor. The ability, held by all cultures alike, to satisfy their material needs, and the exchange of goods and services, which continually prevents the private accumulation of goods, quite simply make it impossible for such a desire – the desire for possession that is actually the desire for power – to develop. Primitive society, the first society of abundance, leaves no room for the desire for overabundance.”
    İŞTE, KANADA ‘GUELPH ÜNİVERSİTESİ’NDE FELSEFE PROFESÖRÜ, DEMİŞSE DOĞRUDUR KÖLE RUHUNA BİR ÖRNEK.
    Esen kalın, taş uykusunda kalın! Cehalet mutluluktur!

  173. Sayın 166'ya cevap

    Yorumunuz fazla uzun. Admin

  174. Yorumunuz fazla uzun. Admin

  175. SAYIN ZİLELİ, OYUN OYNAMAKTAN VAZGEÇİN!

    Sayın Zileli,

    Sizi de kandırıyorlar!

    Hayatı:

    Sadece 140 karakterlik “twitter hapı” kalıbındaki iletilere,

    Sadece 4140 karakterlik “facebook hapı” kalıbındaki iletilere sıkıştırıp; satmak istiyorlar!

    Ve bu “hap kalıbındaki iletileri” kuru kuru yutturuyorlar, yanında herhangi bir meşrubat vermiyorlar!

    Metinlerin “uzun” olduğunu iddia edenlerin çok büyük bölümü, sahsınıza da;
    “Armut piş, ağzıma düş”çülüğü,
    “Özet geç, Ankara havası olsun”culuğu enjekte etmeye çalışıyor!

    Tuzağı görüyor musunuz?
    Tehlikenin farkında mısınız?

    (Not:

    “Görüyorum.”
    “Farkındayım.”
    gibi cevaplar yazmanızı istemiyoruz.

    Gerekçelerinizi açıklayarak cevabınızı yazmanızı bekliyoruz.)

  176. Sayın (pipsqueak) 166'ya cevap

    Sayın (pipsqueak) 166’ya cevabımız aşağıdaki adreste:

    http://sayin-166ya-cevap.tumblr.com/post/130069881149/say%C4%B1n-166ya-cevap

  177. yorumunuz çok uzun. Admin

  178. Sayın 166
    dogmatik ML’lere ait eleştirileriniz, doğrusu aşağılamalarınızın adresi yanlış. Gün Zileli 1917’yi darbe olarak adlandırır; en iyimser bakışla da “devrim teşebbüsü” denilebilir. Sonuç olarak da “Darbe” olduğunu zaman göstermiştir.
    Bence siz yanlış sitede, burada olmayan kişilere saldırıyorsunuz. Başka sitede okuduklarınızı burada eleştiriyorsunuz. Kendi adıma söylüyorum.. Tüm ideolojlerin reddi ya da sentezi sürecindeyim. Aslolan Devrim değil; Süreç! Süreç devrime yol açar; insanlar değil!
    Neyse.. Okumayacak, düşünmeyecek, yalnızca saldıracaksınız.. Kolay gelsin.. ki kolay da galiba…

  179. Sayın 172, ben 166
    Aşağıdakileri okuyun. Gönderme yaptığım sözcükleri büyük harfle yazdım.
    Soru-Cevap Köşesi
    37 karpuzkafa 23 Ocak 14
    iktidar özünden mi kötüdür, yoksa iktidarı kötü yapan, onun kullanılış tarzından mı gelir? iyi iktidar diye bi şey mümkün müdür? hatta soruyu şöyle formüle edeyim: politik iktidarı bıçakla sembolize etseydik, anarşistler bu bıçağı eline alan herkesin katil olduğunu söylüyor olurdu. marksizm bıçağın kudretini eline aldığında ondan bir anti-katil yaratacağına inanır. bu neden mümkün olmasın?
    abi benim öyle teorik donanımım filan yok, safiyane sorularımdır bunlar, anneye anlatır gibi cevaplar sevinirim.
    Gün Zileli
    Ocak 23rd, 2014 at 18:16
    İktidar özünden kötüdür. İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar yozlaştırır, bugün aratık insanlığa mal olmuş, genel kabul gören bir sözdür ve çok doğrudur. Marksizmin pratiği de bunu doğruluyor. iktidar, TARIHIN EN BÜYÜK DEVRIMINE ÖNDERLIK EDEN BOLŞEVIKLERI DE YOZLAŞTIRMIŞ VE DEVRIMCILERDEN BÜROKRATLARA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR.
    Lütfen bilmeden ve yine verilerden çok tahminlere dayanan konuşmalarınızı frenleseniz fena olmaz.
    Size öğütüm SÜREÇ lafınızı iyi düşünün. İnsanları yapısalcılar (“structuralist”) en son ortadan silmeye çalıştılar ve sonuçlarını öğrenmenizde yarar olabilir.

    Bu konu benim çok iyi bildiğim ama sizin tamamıyla bihaber olduğunuz bir konu: Anarşist kılıfına (marxism-anarchism-situationism-utopia sentezi yapanlar) giren yeniden doğan marksistlerin bilgisizleri arkalarına takma taktiğidir. Eğer Fransızca veya İngilizce biliyorsanız bu kişilerin kimler olduklarını ve ne istediklerini ve son kapitalizmin sözcüleri olduklarını içeren yazılar gönderirim.
    İşte çok çok kısa bir ipucı:
    Foucault müritleri; ve Deleuze, Guattari, Badiou, Tarde, Simondon, Hardt and Negri, Nick Land, Michael Löwy), Mélenchon, Machiavelli, Spinoza, Nietzsche and Marx, Italian otonomistler.
    Yine uzun ve saçma yazışmalar pahasına da olsa ve anlaşılmayacağını adım gibi bildiğim bir hatırlatma yapmak, sizi dikkatli olmaya çağırmakta yarar olabilir.
    Marks bile zamanına dek ekonomistlerin teorilerini okuduğunda, ve bir dev düşünür olduğundan, şahane incelemesine, “Peki, iyi, ama bunları yapan insan nerede?”, diye sormakla başladı.
    İdeolojisiz yaşamaya ancak kendi ideolojilerinin ideoloji değil hakikat olduğuna inananlardır. Hristiyanlar, Müslümanlar, Marksistler, Anarşistler, Milliyetçiler, Kapitalist-burjuvalar, …
    Ben bunlara çoktan tek ve tek, asık putperestler adını takmıştım.
    Defalarca yazdım tüm sitede anlayan çıkmadı: Her 30-40 kilometrede bu dünyanın sırrını açıklayan değişik bir hikaye olduğuna alışmış Kızılderililer’in trajedisi Hrıstiyanlar, anlattıkları hikayenin hikaye değil, HAKİKAT olduğuna inandıklarının farkına varması oldu.
    Siz önce modern bilim, matematik gibi en güvenilen bilgilerin bile artık güvence vermediğini gösteren modern bilim ve matematik felsefesiyle tarihi öğrenseniz fena olmaz.
    Her neyse, yine de hoşça kalın.
    Not: ML ne demek?

  180. Marksist-Leninist demek

  181. Sayın 172, yine ben 166.
    “Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy.”
    Barikat = Bu sitenin yöneticisi.
    Taş = Sert, özür dilerim “uzun”, ve hoşa gitmeyen, özür dilerim, “uzun “, yazılarım.
    Her neyse, konu o değil. Aşağıdaki sıraladiğım ideolojilere (iki * arasındaki) bir kaç tane daha eklemek istedim. Komünizm, faşizm, nazizm, liberalizm, totalitaryanizm, ırkçılık, yaşçılık, seksizm, homofobilik, … liste uzar gider. Belki de en tehlikelisi “anarşistim o halde haklıyım” ideolojisi.
    *İdeolojisiz yaşamaya ancak kendi ideolojilerinin ideoloji değil hakikat olduğuna inananlardır. Hristiyanlar, Müslümanlar, Marksistler, Anarşistler, Milliyetçiler, Kapitalist-burjuvalar, …*
    Şunu da okuyun. Sorun bakalım Zileli’ye biz bunları tartışırken o hangi BÜYÜK DEVRİM peşinden koşuyordu.
    Sizin peşini tuttuğunuzu biz henüz 1970lerde şöyle kestirmiştik. Kapitalin kendi başını almasıyla sizler gibilerin türeyeceğini sezmiştik. İşte üç olası akıbet. Hangisi olduğunuzu siz anarşist özgürlüğü içinde seçin!
    1. Sermaye tam özerklik kazanır, mekanik bir ütopya yaratılır. İnsanın salt ve basit aksesuar olur ama yöneticiliğini elinde tutar.
    2. İnsan mutasyonu, daha doğrusu türün bir değişmesi. Homo sapiens türünün tüm özelliklerini kaybetmiş, sizin taptığınız tekniklerle, mükemmel bir biçimde programlanabilir, sizin gibi, varlıklar üretilir. Bu mükemmel insanın gereken her şeyi yapılabileceğinden otomatize sisteme gerektirir kalmaz.
    3. Genel, dünyaca yaygın çılgınlık. İnsan yerine, insanın günümüzdeki sınırları temeline dayanarak, sermaye, insanların normal veya anormal tüm arzularını karşılar. Ama insan bir türlü kendini bulamaz ve haz ve mutluluk sürekli gelecekten beklenir. Kapital kendi başını alır gider ve insanları da peşinden koşturur.
    Serin kalın.

  182. Sayın 173'e cevap

    Sayın 173,

    [Size öğütüm SÜREÇ lafınızı iyi düşünün. İnsanları yapısalcılar (“structuralist”) en son ortadan silmeye çalıştılar ve sonuçlarını öğrenmenizde yarar olabilir.]

    İngilizce’de “hint” isimli bir tabir vardır.

    Şöyle:

    “hint”: (Noun), (Indirect Statement) Something that you say or do that ​shows what you ​think or ​want, usually in a way that is not ​direct.

    Sayın 173,

    Galiba, bu sayfada yazdıklarınızın çoğunun, anlaşıldığını sanıyorsunuz. Bu sayfaya görüşlerini yazanların, en azından bir tutam, ele-avuca gelir, dişe dokunur “background”a sahip olduklarını düşünüp; yazdığınız herşeyin bir çırpıda anlaşıldığını, anlaşılacağını ummuş olabilirsiniz.

    Eğer gerçekten yukarıda ifade ettiğimiz gibi: En az sizin kadar yoğun görmüş-geçirmişliğe, en az sizin kadar yoğun kitabi bilgiye, en az sizin kadar yoğun tecrübeye, en az sizin kadar yoğun insan sarraflığına; bu sayfada görüşlerini yazan diğer herkesin sahip olduğunu düşünüyorsanız; yanılıyorsunuz!

    Emin değiliz, eğer yukarıda izah ettiğimiz “yanılgıya” sahipseniz:
    Ortaya “hint”ler atıyorsunuz; hemen altına hem kitabi bilginizden, hem görmüş-geçirmişliğinizden birkaç satırlık veya paragraflık cümleler diziyorsunuz, ve yazdıklarınızın bir çırpıda anlaşılmasını istiyorsunuz, bu yetmiyor; şahsınıza “haklısınız tabii ki” methiyelerinin düzülmesini umuyorsunuz. Anlaşılmadığınızı görünce de; en başta “cahil” ve “şantaj” kelimeleriyle saldırılara başlıyorsunuz!

    Sayın 173,

    Size samimiyetle soruyoruz:

    Ortaya “hint”ler atıp geriye çekilmeyiniz!

    [Size öğütüm SÜREÇ lafınızı iyi düşünün. İnsanları yapısalcılar (“structuralist”) en son ortadan silmeye çalıştılar ve sonuçlarını öğrenmenizde yarar olabilir.]

    Siz öğretin! Bekliyoruz! Niçin öğretmeye yanaşmıyorsunuz?

    Sayın 173,

    Size samimiyetle soruyoruz:

    Ortaya “hint”ler atıp geriye çekilmeyiniz!

    [Bu konu benim çok iyi bildiğim ama sizin tamamıyla bihaber olduğunuz bir konu: Anarşist kılıfına (marxism-anarchism-situationism-utopia sentezi yapanlar) giren yeniden doğan marksistlerin bilgisizleri arkalarına takma taktiğidir. Eğer Fransızca veya İngilizce biliyorsanız bu kişilerin kimler olduklarını ve ne istediklerini ve son kapitalizmin sözcüleri olduklarını içeren yazılar gönderirim.]

    Madem “bihaber”iz; haberdar ediniz!

    Kimin hangi dili bildiği, okuduğu, konuştuğu, yazdığı apaçık değil; en azından İngilizce olanları bir zahmet Türkçe’ye de çevirerek, ikisini birden gönderin bakalım; biz de en az sizin kadar öğrenmiş olalım, sizi anlamaya çalışalım!

    Sayın 173,

    Size samimiyetle soruyoruz:

    Ortaya “hint”ler atıp geriye çekilmeyiniz!

    [İşte çok çok kısa bir ipucı:
    Foucault müritleri; ve Deleuze, Guattari, Badiou, Tarde, Simondon, Hardt and Negri, Nick Land, Michael Löwy), Mélenchon, Machiavelli, Spinoza, Nietzsche and Marx, Italian otonomistler.
    Yine uzun ve saçma yazışmalar pahasına da olsa ve anlaşılmayacağını adım gibi bildiğim bir hatırlatma yapmak, sizi dikkatli olmaya çağırmakta yarar olabilir.]

    Yazdığınız onca ismin kulu kölesi olup-olmadığımız sonucuna, onları “ilah”, “ulu”, “şef” yerine koyup-koymadığımız sonucuna nasıl ulaşabiliyorsunuz! Siz “esotericism” ile ilgilenen, modern zamanlar simyacısı mısınız!

    Daha hiçbirşeyi “açıklamamışken”;
    Niçin “anlaşılmayacağınızı adınız gibi bildiğinizi” peşin peşin yazıyorsunuz!

    Sayın 173,

    Size samimiyetle soruyoruz:

    Ortaya “hint”ler atıp geriye çekilmeyiniz!

    [İdeolojisiz yaşamaya ancak kendi ideolojilerinin ideoloji değil hakikat olduğuna inananlardır. Hristiyanlar, Müslümanlar, Marksistler, Anarşistler, Milliyetçiler, Kapitalist-burjuvalar, …
    Ben bunlara çoktan tek ve tek, asık putperestler adını takmıştım.]

    İşte bir başka “hint”iniz daha: […asık putperestler adını takmıştım.]!

    Açın bakalım, içini doldurun bakalım, bizlere anlatın bakalım, bizlere öğretin bakalım; “putperestler” derken neyi, neleri kastediyorsunuz! Bu sayfada görüşlerini yazanlar, sizin kadar tecrübe sahibi değil ki!

    Sayın 173,

    Size samimiyetle soruyoruz:

    Ortaya “hint”ler atıp geriye çekilmeyiniz!

    [Defalarca yazdım tüm sitede anlayan çıkmadı: Her 30-40 kilometrede bu dünyanın sırrını açıklayan değişik bir hikaye olduğuna alışmış Kızılderililer’in trajedisi Hrıstiyanlar, anlattıkları hikayenin hikaye değil, HAKİKAT olduğuna inandıklarının farkına varması oldu.
    Siz önce modern bilim, matematik gibi en güvenilen bilgilerin bile artık güvence vermediğini gösteren modern bilim ve matematik felsefesiyle tarihi öğrenseniz fena olmaz.]

    İşte bir başka “hint”iniz daha: [HAKİKAT]!

    Hadi bakalım; açın!

    Yine, ne yazık ki, “modernite”nin üslubuyla soralım:

    O meşhur “bilimsel sosyalizm”in de “hakikat”i vardı?

    Kapitalistlerin de; “herkes bireyci olur ve bireysel emelleri için yaşarsa, toplumsal refah kendiliğinden gelir” özünde savundukları “hakikat”te var?

    Her dinin hem ayrı ayrı, hem aynı aynı ifade ettiği “hakikat”te var?

    “Şeriat”, “Tarikat”, “Marifet”, “Hakikat” silsilesinden mi bahsediyorsunuz?

    Asya’nın genelinde yaygın olan; sanskritçe “Moksha (Mokṣa)” yolundan giderek “Ātman”laşmaktan mı bahsediyorsunuz?

    Sadece ama sadece antropologların haykırdığı “hakikat”ten mi bahsediyorsunuz?

    Soruları çoğaltabiliriz…

    Yukarıda sıraladıklarımız size; yine “cahilce” gelebilir, yine “anlaşılmamışım” diye dizinizi dövebilirsiniz!

    Soruyoruz:

    Yukarıda sıraladıklarımız değilse; bize öğretin!

    Hemen öfkelenmeyin!
    Hemen heybenizde biriktirdiğiniz taşları kafamıza atmayın!

  183. Sayın 174'e cevap

    Sayın 174,

    “Ad hominem” yaptığınız yetmiyormuş gibi şimdi “demagoguery” yapmaya da başladınız!

    Ne yazık!

    [Kapitalin kendi başını almasıyla sizler gibilerin türeyeceğini sezmiştik. İşte üç olası akıbet. Hangisi olduğunuzu siz anarşist özgürlüğü içinde seçin!
    1. Sermaye tam özerklik kazanır, mekanik bir ütopya yaratılır. İnsanın salt ve basit aksesuar olur ama yöneticiliğini elinde tutar.
    2. İnsan mutasyonu, daha doğrusu türün bir değişmesi. Homo sapiens türünün tüm özelliklerini kaybetmiş, sizin taptığınız tekniklerle, mükemmel bir biçimde programlanabilir, sizin gibi, varlıklar üretilir. Bu mükemmel insanın gereken her şeyi yapılabileceğinden otomatize sisteme gerektirir kalmaz.
    3. Genel, dünyaca yaygın çılgınlık. İnsan yerine, insanın günümüzdeki sınırları temeline dayanarak, sermaye, insanların normal veya anormal tüm arzularını karşılar. Ama insan bir türlü kendini bulamaz ve haz ve mutluluk sürekli gelecekten beklenir. Kapital kendi başını alır gider ve insanları da peşinden koşturur.]

    Kim, kimin peşinden koşuyor?!

    Ne, neyin peşinden koşuyor?!

    Ortaya “hint”ler atıp, geriye çekilmekten bıkmadınız!

    Cevaplarımız:

    “Veri-bankamız”dan:

    (1)
    “150” numaralı metnimizdeki (A), (B) ve (C) hatırlatmaları.

    (2)
    http://sayin-166ya-cevap.tumblr.com/post/130069881149/say%C4%B1n-166ya-cevap

    (3)
    https://lareviewofbooks.org/interview/the-challenge-of-protest-in-our-time-micah-white-on-social-change-movements-theories-of-revolution-and-moving-on-from-occupy-wall-street/

    (4)
    “No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies”
    http://www.tcnj.edu/~allyn/No%20Logo%20-%20Naomi%20Klein.pdf

    http://www.amazon.co.uk/No-Logo-Naomi-Klein/dp/000734077X/

    (5)
    “L’egemonia culturale”
    “Critica della ‘economicismo'”
    “Quaderni del carcere”

    http://www.amazon.co.uk/Notebooks-European-Perspectives-Antonio-Gramsci/dp/023115755X/

    http://www.amazon.co.uk/Selections-Prison-Notebooks-Antonio-Gramsci/dp/0853152802/

  184. Kim bilir bir telaş var belki de…
    “Hint” ortaya atıp çekilme eleştirisine tümü ile katılıyorum.. Ama sanki “deli saçmasının” kıyılarında geziniliyor
    Dünyanın tüm siyasi, felsefi sorunları ve bu sorunlara yaklaşım yöntemine ait eleştiriler kusarcasına boca ediliyor..
    **
    Sorun-çelişki ne ise , en önemli görüneni, yalnızca biri alınsın.. açıklansın.. Birer, birer, Acelemiz yok! Daha devrime çok var!
    .. Bundan böyle böyle olmadıkça bu toptancı, çuvalı ortaya döken yöntemle konuşmamaya çalışacağım..

  185. Sayın (ogürsel) 177'ye cevap

    Sayın “ogürsel” (177),

    “Sanki” kelimenizle olasılık belirtmişsiniz.

    Emin olabilirsiniz;
    Sayın “pipsqueak”in, 25 Mayıs 2015’den beri, en azından bu sayfaya aktardıkları kesinlikle “deli saçması” değil!

    Sayın “pipsqueak”in içinde devasa öfke birikimi var!

    Bu öfkesini azaltmayı bir istese; bu sayfada yürüttüğümüz görüşme bambaşka bir dere yatağında akacak!

    Ne yazık ki; öfkesini azaltmaya yanaşmıyor!

    Umarız yanılırız!
    Umarız azaltmaya başlar!

  186. Sayın 175,
    Not: sizden alıntılar büyük harflerle yazılacak.
    Cevaplar yazmaza fazlasıyla hazırım ama birkaç engel var. En büyük engeli en sona koydum.
    “YAZDIĞINIZ ONCA İSMİN KULU KÖLESİ OLUP-OLMADIĞIMIZ SONUCUNA, ONLARI “İLAH”, “ULU”, “ŞEF” YERİNE KOYUP-KOYMADIĞIMIZ SONUCUNA NASIL ULAŞABİLİYORSUNUZ! SİZ “ESOTERİCİSM” İLE İLGİLENEN, MODERN ZAMANLAR SİMYACISI MISINIZ!”
    (Not. Siz esotericism ve simyacı sözcüklerini sonsuz yanlış ve küçük düşürücü kullanıyorsunuz. Sizi asıl ilahiniz olan moden bilim-teknik, görünen dünyanın ardında yatan görünmeyen dünyayı görmeyle mümkün. Üstelik Newton sizler gibi olgucu (positivist), püriten, her şeyi satıhta anlayanlardan korktuğu için simya deneylerini gizli yapardı. Bir de, o zaman değmeden kuvvet etkisi ve dolayısıyla harekete geçirmeye inanılmadığı için, sizler gibiler “güneş nasıl uzakta olan dünyayı dokanmadan çeker, siz esotorikçi misiniz?, dediler)
    En büyük engel daha başta şimdiye kadar milyarlarca kişiden işittiğim ve genellikle bilgisizliğini bilmeyen, sıradan insanların başvurdukları zamanımızda tek mutlak olan yukarıdaki büyük harflerle yazılan görecilik sorunu, zamanımıza mutlak egemen olan nesnel konuları psikoloji veya bireysel görüşlere indirgeme. Bunun yanlış olduğunun ispatı imkansız gibi görünse de aşağıdaki örnekler çoktan bilindiğini ve çürütüldüğünü gösterir.
    Ayrıca kitaplar okumuşsanız bir süre sonra kaşılaştırmalarla, dürüst yazarları, eleştiricileri derin düşünürleri tanımak öyle çok zor bir şey değil. Kitap kritiği yapan dürüst ve ciddi dergiler de var. Belki hepsinden önemlisi bilgili ve dürüst entelektüel arkadaşların olması.
    Fakat ki temel de sonsuz farklı görmeler olabilir. Ama bunlar ifade edilebilirler ve ben bunları zamanı geldikçe açıklayabilirim.
    Bunu M.Ö. 5.-4. yüzyıllarda yaşayan Plato çürüttü (Bak.Theaitetos’da Plato’nun Protagoras’ın göreciliğine yanıtına) Arada bir çok düşünürler alay etti. Bir örnek: Adorno’nun Minima Moralia (1951)
    “The illegitimate absolutism which philosophy is reproached for, the allegedly conclusive stamp, originates precisely in the abyss of relativity.”
    Bendeki Fransızca kitapta s.122
    (“Sözüm ona kesin bir karar olan felsefenin yanlış mutlaklık hatası, aslında düşülen görelilik uçurumundan kaynaklanır.”)
    Tabii, daha basit örnekler var. Matematik ve doğa bilimlerinde buna benzer görecilik hiç olmaz. Görecilik teorisinin adı bile yanlış. Asıl adının Mutlakiyet teorisi olması daha iyi, çünkü değişik ölçüler, düzeltmeler yapılınca, aslında tek bir olgunun ölçüsü olduğu ortaya çıkar. Daha da basiti: pazarda iki maldan hangisinin daha iyi olduğunu herkes bilir. Bilmedikleri konularda işi görecilikle kapatırlar.
    Ben sonsuz görececiyim. Yalnız bunu öznel (psikolojik) değil nesnel daha doğrusu kamuya has (son derece geniş kapsamda tarihten) bilgi edinme çalışmalarımda kullanırım. Görecilik inceleme ve eleştiride eşsiz bir yöntem. Ama cahilliği örtmede tiksindirici.
    İkinci engel kimin kim olduğu. Siz “172 ogürsel” misiniz? O halde Zileli’nin Bolşevik darbesine BÜYÜK DEVRİM demeyeceğini ileri sürmüştünüz. Bence şu an 173 nolu yazımda bunu kanıtladığımı kabullenmenizle en büyük dürüstlüğü göstermiş olursunuz.
    Fakat ve tabii size bilgilerimin nerelerden geldiklerini de yazacağım ve bu DEVRİM /DARBE konusu nesnelliğin şahane bir örneği olur. Uzun yazılara izin verilmediğinden kısımlar olarak yazacağım.
    Şimdilik, sözü bu darbeyi yapanlara bırakıyorum. Bir de bu sitedeki Gorter’i okursanız hiç fena olmaz.
    Lenin:Left-Wing Communism: an Infantile Disorder 1920 (“Sol” Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı)
    Lenin_The State and Revolution 1917 (Devlet ve Devrim)
    Lenin: Pravda 5 may 1918 (Bolşevik darbesinden 6 ay sonra ve ekonomide Junker Almanya’ya hayranlık ve taklit isteği, aynı taklit isteğini Osmanlılarda da görürüz.)
    Trotsky: Terrorism and Communism 1920.
    Taylorizm mükemmeleştirme zirvesine erişir. Mecburi EMEK ve EYLEM (Cumartesi ve Pazar dahil). Economide Mill ve Bentham teorilerini benimseme.
    Bu kitaptan bir alıntı.
    “The entire history of humanity is a history of the organization and education of social man for labor, with a view to obtaining from him greater productivity.”
    (İnsanlığın tüm tarihi, sosyalleşmiş insanı, en fazla üreticilik elde etme amacıyla eğitmek ve örgütlemek”)
    Trotsky: 1905
    Bir sorun daha var. Cenevre’ye ilk geldiğimde ilk defa Türk ve Kürt devrimcilerle tanıştım. Bir süre sonra bir deney yaptım.
    Karl Marks’ın bir yazısını ben yazdım dedim ve değerlendirmelerini istedim. Cevap: “çoktan beri yurt dışında olduğundan yazmasını unutmuşsun, anlaşılmıyor.”
    Aynı yazıyı diğer devrimcilere verdim ama bu defa Karl Marks’ın yazdığını söyledim. Cevap: “çok ağır ve derin, anlaşılması güç.”
    Yüksek matematikte bir kitabın yazarının “apaçık ki”, “besbelli”, “dolayısıyla” laflarıyla varılan sonuçların boşluklarını doldurmak sayfalar tutardı.
    Diğer bir örnek olarak sorduklarınızdan cevabı kolay olan birini seçeceğim.
    Tarihte putperestlik tanrıları temsil imgelerin tanrı sanılması olarak bilinir: sözüm ona, gerçekle gerçeğin temsilcisi, aslıyla temsilcisi karıştırılır.
    Kitaplı ve tek tanrılı dinlerde temsilci olan kitap veya vahiy veya peygamberin lafları gerçeğin veya hakikatin yerine geçer. Gerçek veya hakikatle onu temsil eden; vahiy, peygamberin sözleri, Kitap karıştırılır.
    Hakikat veya gerçeğe iki yolla varılabileceğini laiklik veya sekülarizmin ilk filozofu Ibn Ruşd ileri sürdü: Allah’ın dediği (vahiy) veya akıl.
    Benzeri biçimde, Ibn Ruşd’un ikinci yolunu seçenlerde, modern bilimlerde, teoriler, tabi biraz kıvırma ve laf oyunlarıyla, gerçek veya hakikatin yerini alır.
    Bunların sosyal yapılar oldukları ve özellikle dille ifade edildikleri bilinen konular. Dillerin de tamamıyla sosyal kurumlar oldukları, içine doğduğumuz, beyin ve düşüncemizin o dille şekillendiği de bilinen konular. Bunlar da “hint” mi yoksa?
    İlkellerin kendi yapmış oldukları temsilcilerle gerçek veya hakikati karıştırma putperestlik olur; bizim kendi yarattığımız modernlerin inandıkları dinler, mitler (İLERLEME, BİLİM-TEKNİK), politik ideolojiler (üstü örtülü dinler) GERÇEK veya HAKİKAT olur.
    Not: bence gerçekle hakihat birbirinden sonsun bir özenle ayırt etmeli. Gerçek / hakikat = İngilizce reality / truth = Fransızca réalité / verité, olarak ayırt edilir. Ve günümüze mutlak egemen olan ve beni tiksindiren gerçek =reality =réalité.
    Verdiğim örnek Kızılderililer’in bizler gibi iki yüzlü olmadıklarını, bilinmeyen dünyayı çeşitli hikayelerle anlatmanın mümkün olduğunu göstermek içindi.
    Ben ilk önce son derece önemli olan DEVRİM / DARBE konusuna eğileceğim. Ama ilk şartım şu:
    Zileli’nin (1920lerde henüz bilinen) Bolşevik darbesine BÜYÜK DEVRİM dediğini ispatladım ve sizin açıkça “Evet, haklıymışsınız, Zileli bir hata etmiş”, demeniz.
    Dürüstlüğe davet ediyorum!
    Serin olun.

  187. Sayın 179'a cevap

    fazla uzun yorum. Admin

  188. Sayın 179'a cevap

    Sayın 179,

    Cevabımızı aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:

    http://sayin-179a-cevap.tumblr.com/post/130211051979/say%C4%B1n-179a-cevap

    Esen kalın.

  189. pipsqueak’den
    Sayın 176
    Sayın SOSYAL MEDYA HASTASI, VERİ-BANKASI, EYLEM ve GÖZ YAŞARTICI ESNAFI!
    150 Anonim 20 Eylül 15 / 1am
    NE SAYIN ZILELI ILE, NE SAYIN “OGURSEL” ILE, NE DE BU SAYFADAKI DIĞER KATILIMCILARLA HERHANGI BIR TANIŞIKLIĞIMIZ YOK.
    Dediniz. Yayınlanmayan yazımı okumuşsunuz. Size sordum bu nasıl oldu diye, cevap vermediniz. Yönetici Zileli “tanışıklığı” olmayan bir yaltakçısına cevabımın tümünü okutmuş. Sizlerde Nazi deneyindeki ruhlar var. Asgari bir dürüstlük bile kalmamış.
    172 ogürsel 29 Eylül 15 / 5am
    … GÜN ZILELI 1917′YI DARBE OLARAK ADLANDIRIR; EN IYIMSER BAKIŞLA DA “DEVRIM TEŞEBBÜSÜ” DENILEBILIR. SONUÇ OLARAK DA “DARBE” OLDUĞUNU ZAMAN GÖSTERMIŞTIR.
    Dedi. Yalanını yüzüne vurdum (Soru-Cevap Köşesi 37 karpuzkafa 23 Ocak 14.) yüzüne yağmur yağdı sandı. Laf cambazlığı hastalığına dikkat çekmek isterim. Aynı yaltakçılığı daha önce de yapmıştı, o zamanda yalanını yüzüne vurmuşum. Onda da NAZİ ruhu var. İnandığı ilkeler için her şey muaf. O da dürüst değil.
    Onun yerine neden onu “tanımayan” siz cevap verdiniz?
    O müritlikte daha aşağı kademede olmalı.
    Ben üç seçeneği ogursele yazmıştım, neden size battı? Kendinizi mi gördünüz?
    Eğer 1970lerde tartışılan kapitalizmin tüm otonomi kazanmasıyla ilgili bilgilere değindim, siz bu konuda cahilmişsiniz. Suç benim değil. Suç Sayın Şef Zileli’nin: kendisi öğrenip size öğretmemiş. Marksist-leninist günlerinde ve özellikle 68 olaylarından ilhamlarını alanları, en azından marksist teorisyenleri Italian communist left ve Bordiga’yı tanımaması çok çok ayıp. O zamanlar onların kitapları Detroit’deki basım evi kooperatifde basılmaktaydı.
    Tabii siz hoplayıp zıplayan EYLEMCİ, DEVRİMCİ, GÖNÜLLÜ ASKER açısından bunlar bilmeye değmez. Ama Zileli gibi dahi bir teorisyen için gerçekten affedilmez bir eksiklik. Sizleri daha iyi eğitmeliydi.
    Sizin Freud, Bookchin, Ivan Illich, David Watson, Vico, Fredy Perlman ve yüzlerce diğer adlarını sıraladığınız yazarları okumadığınızı yüzünüze vurdum, yağmur yağdı sandınız. 142 nolu yazımda Foucault müritleri; ve Deleuze, … taraftarlarının manifestosunu gönderdim ve ardından Lenin ve Trotsky kitaplarını ve kitaplarından manifestoya benzeyen kısımları aktardım. Eski İlahınız Baker’in de bu müritler arasında olduğunu ekledim, yine suratınıza yağmur yağdı sandınız. Sizin ilahilerle övdüğünüz “saygın tarihçi Eric Hobsbawm”ın kim olduğunu açıklayan bir yazı gönderdim, yine suratınıza yağmur yağdı sandınız.
    David Harvey’in sıradan klasik bir marksist gibi konuştuğunu ve dediklerini yuttuğunuzu ayrıntılı yüzünüze vurdum. Ve en azından okudum dediğiniz Ivan İllich’i okumadığınız apaçık ortaya çıktı ama yine suratınıza yağmur yağdı sandınız. Diğer iki iyilik sever salakların haplarını da yuttuğunuzu açıkladım, cevap yok.
    Tek cevap cahillerin en sık başvurdukları görecilik. Hiç bir zaman olgun ve bilgili bir kimsenin böyle görelik bir aşağılık yapmadığını bile bilmiyorsunuz. Ben adiler ve cahiller hariç şimdiye kadar bunu yapan bir düşünüre rastlamadım. Önemli olan diğerinin inandıklarına katılmadığınızı ve nedenlerini açıklamak.
    O yazıda “esotericism” ve simyacısı lafları kullanışınız, sizin bu konularda ne kadar sonsuz cahil olduğunuzu gösterdi, açıkladım, yine yağmur yağdı sandınız. Utanma kalmamış.
    Tek bildiğiniz parti sloganları EYLEM, EMEK, DEVRİM …
    Liste sonsuz. Eğer suratınıza yağmur yağmasında utanacağınızı bilsem, tek tek yazarım.
    Sizin bu yalanlarınız ve sürekli bukalemunluk yaptığınız çok apaçık. Sizde utanma yok. Sanırım sizin bu utanmazlığınız, sitede kimsenin kimseyi okumadığını bilmeniz.
    177 ogürsel 30 Eylül 15 / 8am
    Yalanını yüzüne vurmuştum. Suratına yağmur yağdı sandı ve hatta ferahlamışa benzer. O da sizin gibi ağzında DEVRİM emziği, uslu uslu şefine yağ çekmeye devam ediyor.
    Her üçünüz, Zileli, ogursel ve siz NAZİ deneyin bulup çıkardığı ruhta sıradan insanlarsınız. Reich’in “Listen Little Man!” (Dinle Küçük Adam)
    Yağmur yağdırdığımda ikiyüzlüğünüzün faydası var, diğer yüzünüz temiz kalıyor. İşte temiz kalan yüzünüze de bir yağmur.Bana “discourse” sözcüğünü SOKAKTAKİ İNSAN safsatnızla yasaklamıştınız. Yine sosyal medyacılığın hastalığı unutkanlık. “Esotericism”, “hint”, “Ad hominem”, “demagoguery” … lafları, hele maşallah! maşallah! sanskritçe “Moksha (Mokṣa)”, “Ātman” … vb.
    Yağmurlarımın sizi serinletmesi ümidiyle.
    Not: Ben bu site dışında yazıları okumak istemiyorum. Burada başladı, burada devam etmeli. Ben sosyal medya hastası değilim. Ve zaten sizin ve ogurselin utanmadan kıvırmaları yeteri kadar gına getirdi. Ben yaptım, siz de yapın. Kısım kısım gönderin. Kendi düşüncelerinizi yazın. Adres ve ilahların adlarını yazıp durmayın!

  190. Sayın (pipsqueak) 182'ye cevap

    fazla uzun. admin

  191. Sayın (pipsqueak) 182'ye cevap

    Sayın 182,

    “Ad hominem”e ısrarla devam ettiğiniz için; size aynısını yapacağız sayın KASITLI OLARAK GÖRMEZDEN GELEN,
    HAYALKIRIKLIKLARI İÇİNDE BOĞULMAKTAN ZEVK ALAN MAZOŞİST,
    “ŞANTAJ” KELİMESİNİ YERLİ-YERSİZ SİLAH OLARAK KULLANMAKTAN GOCUNMAYAN,
    ANTI-INTELLECTUALISM’İN TÜREVLERİ OLAN; “Philistinism” ve “Poshlost” KAVRAMLARINI ISRARLA HASIR ALTI EDEN,
    “HISTORY MINING” veya “ANTHROPOLOGICAL FACT-CHECKING” HASTALIĞINA YAKALANMIŞ,
    “MENTORSHIP SCHIZOPHRENIA”DAN MUZDARİP PIPSQUEAK!

    Cevabımızı aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:

    http://sayin-182ye-cevap.tumblr.com/post/130224704122/say%C4%B1n-182ye-cevap

    Esen kalın !

  192. neyin tartışıldığını anlamıyorum. Keçi boynuzu bir sürü cümle. Dert nedir? 1917.. yakın zamana kadar devrim olduğunu sanırdım! Son bir kaç yılda bu düşünceden uzaklaştım. Büyük olasılıkla GZ’nin de kendi takvimi vardır. Bu “doğal hal” üzerine bu denli laflama, suçlama ne tuhaf?
    *
    Sarhoş muhabbeti sanki. Girilen yer neresi, varılan yer neresi, aradan çıkmalar, yol kaybetmeler… Yıkılıp kalmalar…
    Mevzu nedir, nerede kalmıştık?
    Somut, daha somut lütfen.. “biraz daha ışık” gibi?
    “Filanı okudun mu?” Derdin ne; orada ne yazıyor; neden önemli?
    19. yy. Sosyalizmi midir eleştirilen? Ve hangi açıdan? Kapitalizm eleştirisi midir temel izlek? Anarşizm mi aşağılanan?
    *
    Bu konuşma-tartışma-aşağılama hezeyanları kimseye yarar sağlamaz; nasıl oluyorsa da bilemem ama bir kişisel tatmin sağlar belki?
    Hayatın bu denli karmakarışık olduğunu sanmıyorum; kafalar karmakarışık; hayat değil…
    O yazılan, anılan kitaplar da pek işe yaramamış; üsluptan, dağınıklıktan, şaşkınlıktan belli…
    *
    Yıllar önce 20 yaş cıvarında, Sirkeci’de bir din kitapları sergisine denk gelmiştim. O çift tuğla kalınlığında yüzlerce kitaplara baktım; merak ettim; bu adamlar bu kadar kitapta ne yazıyorlardı? Yaklaştım, birini elime aldım. 3-5 sayfa okudum. İçimden güldüm; “Lan dedim bu saçmalıklarla kitap yazılıyorsa, ben bunların iki katını yazarım” diyerek uzaklaştım.
    Bu tip kitaplar yalnızca İslamcı-Dincilerde değil, her ideoloji, her “düşünce dünyası” içinde yazılır… Nice keçi boynuzu kitaplar var…
    Züppelik olarak görüyorum bu yöntemi.. Faydalı olmak istiyorsan adam gibi o kitapta ne bulduğunu, savını, kanıtlarını.. yaz.. Neresini beğendiğini, hangi bakış açısını kazandırdığını…Yoksa bana ne ne okuduğundan, ne anladığından… Sanki bir kitap okunulunca herkes aynı şeyi anlayacakmış gibi.. Sanki her okuyan okuduğunu anlıyormuş gibi…
    *
    Okumak, öğrenmek, anlamak, kavramak, bağlamını bilmek, sentez yapabilmek; bilginin yaşanılan zamanın içinde işlevini keşfedebilmek; çelişkilerinden arındırabilmek; özünü yakalayarak işaret ettiği yolda yeni bilgilere doğru yürüyerek geliştirmek…
    *
    İşte bunları yapamayan da oradan buradan kitap kapaklarını “kopyalayıp-yapıştırır!”

  193. pipsqueak’den, Sayın 176
    Sayın SOSYAL MEDYA HASTASI, VERİ-BANKASI, EYLEM ve GÖZ YAŞARTICI ESNAFI!
    İlk önce öfke konusu. Sizinle olanlarda öfkemin nedeni son derece karışık. Ama ogurselle ortak olan tarafına değineceğim.
    Cemiyet yapısından sonsuz uzaklaşmışız ve yıllarca bunun yarattığı kuralsızlık (anomie), şaşkınlık, boşluk içinde yaşanan, …, bir toplumda yaşıyoruz. Binlerce dürüst yazarlar (Gasset, Lasch, İllich, Fredy, David, Clastres, Ellul, Anders, Charbonneau, Mumford, Eliade, Duerr, Sahlins, Polanyi, LaBoétie, Camatte, Debord, …) bu konuyu incelediler. İnsanlara yardım olacak, şu andaki durumlarını anlayacak, tarihte yerlerini bilecek ve egemen canavarın izin verdiği ölçüde hem diğerlerinle bu bilgileri paylaşmak hem de çok kısıtlı da olsa tuzaklardan uzak durmada bazı yollar, kendi kendine karar vermenin ama bunu yaparken 2 milyon senelik insan yaşamını ve tüm dünyayı da düşünmeleri unutmamayı aşılamaya çalıştılar. Binlerce yazar, binlerce şarlatan tam tersini yaptılar. Bir de tarihin getirdiği ve son 5-6 yüzyıl dünyaya egemen olan, kökeni Sümer’e giden ve medeniyet adı verilen 1) kapitalizm-burjuva, 2) marksizm-sosyalizm-komünizm, ve her ikisiyle temel görüşte, basitleştirme ve tekrarlama pahasına da olsa, İLERLEME mitine inanan 3) 19. yüzyıl anarşizm var. Ben bu sitede anarşizm adı altında bu üç aynı aileden olanların arasındaki kavgaları gördüm. Her üçü de aynı dünya görüşünü paylaşır. Bence bu görüşün yanlış olduğu fazlasıyla kanıtlandı. Doğru veya yanlış olabilirim. Sadece başka bir gezegen bulup orayı da harabe etme umudunu paylaşan bir sürü insanlıktan çoktan çıkmış (insan mutasyonundan geçmiş, türün bir değişmesiyle ortaya çıkan yeni bir yapay mahluk olan, Homo sapiens türünün tüm özelliklerini kaybetmiş ogurseller var ve onların benim yanlış olduğumu kanıtlayacaklarından eminim.)
    Öfkenin kaynağı bu değil.
    1. Siz sizden son derece daha bilgili olan bana ve arkadaşlarıma karşı kendi göz yaşartıcı sahne şantajlarıyla ahlaksızlık ettiniz ve özür dilemediniz;
    2. Zileli gençlik ile ilgili yazımı anlamadı ve bilmediği bir konuda ahlaksızlık etti ve ardından yalan söyledi. Özür dilemedi;
    GÜN ZİLELİ MAYIS 29TH, 2015 AT 09:39
    YAŞLANMAK DİYE BİR ŞEY YOKTUR. İNANMAYIN BÖYLE EFSANELERE.
    Böyle bir saçmalık yapan bir adamdan her şey beklenir. Taraftar toplamak DNA’sında, zavallıda irade kalmamış.
    İşte bir dalkavuk daha:
    24 ANONIM 31 MAYIS 15 / 7AM
    GALIBA YAŞLILIĞIN ‘GERÇEKTEN’ BAŞLADIĞI EVRE, INSANIN ERGENLIKTEKI HALLERINE GERI DÖNDÜĞÜ ZAMAN OLUYOR. İKI DÖNEMIN ORTAK PAYDASI, ‘HUYSUZLUK’:-)
    Yine her nabıza şerbet veren kendisi dalkavukluk yaparak büyüymüş Zileli’nin cevabı.
    GÜN ZILELI MAYIS 31ST, 2015 AT 09:20
    DOĞRU.
    Benim önümde bu konuda derlediğim ve sentez yaparak yazdığım sayfalar tutan bir yazım var. Sadece bir “hint” vereceğim, anlamazsanız, daha öncesi gibi yapacak bir şeyim yok.
    Aslında bunu en güzel, anlayan, Nietzsche söyler.
    “Bazı yerlerde daha hala cemiyetler ve sürüler var, ama bizde yok kardeşlerim: bizde devletler var.

    … her cemiyet kendi iyilik ve kötülük diliyle konuşur: komşusu onu anlamaz. Bu dil, yasalar ve törelerle yaratılmıştır.
    Devlet bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyler ve ne söylese yalan!.”
    Yukarıdaki dalkavuk ve dalkavuğa “doğru” diyen dalkavuk her dilde yalan söylenlerden.
    “Hint”e devam.
    Cemiyetler ve özellikle ilkel cemiyetler yasa ve törelerini sadece beraber yaşamak için yarattıklarını çok iyi bilirler. Yeni yıl ayinlerinde feshederler. Bu cemiyetlerde yaşlıların bunu artık gördükleri bilinir ve onlara her zaman ve ne zaman isterlerse feshetme ayrıcalığı tanınır.
    Bu işin derin “hint” tarafı.
    Diğer yandan, modern toplumlarda yapılan araştırmalar yaşlıların zavallı gençler gibi (tabii kendim de o safhalardan geçtim) serap, miraj, ıvır zıvır peşinden koşmadan (sizin broşürleri sırf devrimcilik yapmak için yaratmışsınız ama kendiniz anlamamışsınız!, onlar aynı ıvır zıvır peşinden, sizler “devrim” peşinden koşuyorsunuz, ne yazık!) vazgeçtiklerinden daha rahat, daha halinden memnun olduklarını göstermiştir. Chomsky gibi bir dev bile uzun yaşama yollarını aradığını açık açık söyler, salak ve cahil taraftar toplayıcısı “yaşlanmak diye bir şey yoktur. inanmayın böyle efsanelere.”, diye saçmalar. Ve DEVRİM bayrağı taşımaktan başka hiç bir şey bilmeyen siz askerlerden hiç biriniz bu saçmalığı yakalayamaz.
    3. Nadir rastlanacak bir dalkavuk olan ogursel iki defa saçmaladı. İki defa sitedeki hala mevcut yazılarla hatasını yüzüne vurdum. Cevap vermeyecek kadar aşağılık yapma bir tarafa saçma sapan konuşmalara devam etti.
    Özet: Her üçünüzde son derece cahil olduğunuzdan sizlerle fikir tartışması imkansız. Zaten BÜYÜK ŞEF korkusundan uzak duruyor.
    ÖZETLER ÖZETİ: SİZ ÜÇÜNÜZÜ ÖZÜR DİLEMEKLE GERÇEK ANARŞİST OLDUĞUNUZU, İNANCI YÜZÜNDEN HER TÜRLÜ AHLAKSIZLIĞI YAPAN NAZİ OLMADIĞINIZI İSPATA DAVET EDİYORUM.
    Geri kalanı en güzel bir İranlı şair dile getirir.
    “Dünya eski bir kitap, ilk ve son sayfa ilelebet kaybolmuş.”
    150 Anonim 20 Eylül 15 / 1am
    NE SAYIN ZILELI ILE, NE SAYIN “OGURSEL” ILE, NE DE BU SAYFADAKI DIĞER KATILIMCILARLA HERHANGI BIR TANIŞIKLIĞIMIZ YOK.
    Dediniz. Yayınlanmayan yazımı okumuşsunuz. Size sordum bu nasıl oldu diye, cevap vermediniz. Yönetici Zileli “tanışıklığı” olmayan bir yaltakçısına cevabımın tümünü okutmuş. Sizlerde Nazi deneyindeki ruhlar var. Asgari bir dürüstlük bile kalmamış.
    172 ogürsel 29 Eylül 15 / 5am
    … GÜN ZILELI 1917′YI DARBE OLARAK ADLANDIRIR; EN IYIMSER BAKIŞLA DA “DEVRIM TEŞEBBÜSÜ” DENILEBILIR. SONUÇ OLARAK DA “DARBE” OLDUĞUNU ZAMAN GÖSTERMIŞTIR.
    Dedi. Yalanını yüzüne vurdum (Soru-Cevap Köşesi 37 karpuzkafa 23 Ocak 14.) yüzüne yağmur yağdı sandı. Laf cambazlığı hastalığına dikkat çekmek isterim. Aynı yaltakçılığı daha önce de yapmıştı, o zaman da yalanını yüzüne vurmuşum. Onda da NAZİ ruhu var. İnandığı ilkeler için her şey muaf. O da dürüst değil.
    Onun yerine neden onu “tanımayan” siz cevap verdiniz?
    O müritlikte daha aşağı kademede olmalı.
    Ben üç seçeneği ogursele yazmıştım, neden size battı? Kendinizi mi gördünüz?
    1970lerde tartışılan kapitalizmin tüm otonomi kazanmasıyla ilgili bilgilere değindim, siz bu konuda cahilmişsiniz. Suç benim değil. Suç Sayın Şef Zileli’nin: kendisi öğrenip size öğretmemiş. Marksist-leninist günlerinde ve özellikle ilhamlarını 68 olaylarından alanları, en azından marksist teorisyenleri Italian communist left ve Bordiga’yı tanımaması çok çok ayıp. O zamanlar onların kitapları ve diğerleri Detroit’deki basım evi kooperatifde basılmaktaydı.
    Tabii siz hoplayıp zıplayan EYLEMCİ, DEVRİMCİ, GÖNÜLLÜ ASKER açısından bunlar bilmeye değmez. Ama Zileli gibi dahi bir teorisyen için gerçekten affedilmez bir eksiklik. Sizleri daha iyi eğitmeliydi. Tabi en iyi asker, kafasız asker!
    Sizin Freud, Bookchin, Ivan Illich, David Watson, Vico, Fredy Perlman ve yüzlerce diğer adlarını sıraladığınız yazarları okumadığınızı yüzünüze vurdum, yağmur yağdı sandınız. 142 nolu yazımda Foucault müritleri; ve Deleuze, … taraftarlarının manifestosunu gönderdim ve ardından Lenin ve Trotsky kitaplarını ve kitaplarından manifestoya benzeyen kısımları aktardım. Eski İlahınız Baker’in de bu müritler arasında olduğunu ekledim, yine suratınıza yağmur yağdı sandınız. Sizin ilahilerle övdüğünüz “saygın tarihçi Eric Hobsbawm”ın kim olduğunu açıklayan bir yazı gönderdim, yine suratınıza yağmur yağdı sandınız.
    David Harvey’in sıradan klasik bir marksist gibi konuştuğunu ve dediklerini yuttuğunuzu ayrıntılı yüzünüze vurdum. Ve en azından okudum dediğiniz Ivan İllich’i okumadığınız apaçık ortaya çıktı ama yine suratınıza yağmur yağdı sandınız. Diğer iki iyilik sever salakların haplarını da yuttuğunuzu açıkladım, cevap yok.
    Tek cevap cahillerin en sık başvurdukları görecilik. Hiç bir zaman olgun ve bilgili bir kimsenin böyle görelik bir aşağılık yapmadığını bile bilmiyorsunuz. Ben adiler ve cahiller hariç şimdiye kadar bunu yapan bir düşünüre rastlamadım. Önemli olan diğerinin inandıklarına katılmadığınızı ve nedenlerini açıklamak.
    O yazıda “esotericism” ve simyacısı lafları kullanışınız, sizin bu konularda ne kadar sonsuz cahil olduğunuzu gösterdi, açıkladım, yine yağmur yağdı sandınız. Utanma kalmamış.
    Tek bildiğiniz parti sloganları EYLEM, EMEK, DEVRİM …
    Liste sonsuz. Eğer suratınıza yağmur yağmasında utanacağınızı bilsem, cevapsız bırakılan yağmurlarımı tek tek yazarım.
    Sizin bu yalanlarınız ve sürekli bukalemunluk yaptığınız çok apaçık. Sizde utanma yok. Sanırım sizin bu utanmazlığınız, sitede kimsenin kimseyi okumadığını bilmenizden kaynaklanıyor.
    177 ogürsel 30 Eylül 15 / 8am
    Yalanını yüzüne vurmuştum. Suratına yağmur yağdı sandı ve hatta ferahlamışa benzer. O da sizin gibi ağzında DEVRİM emziği, uslu uslu şefine yağ çekmeye devam ediyor.
    Her üçünüz, Zileli, ogursel ve siz NAZİ deneyin bulup çıkardığı ruhta sıradan insanlarsınız. Reich’in “Listen Little Man!” (Dinle Küçük Adam)
    Yağmur yağdırdığımda ikiyüzlüğünüzün faydası oluyor, diğer yüzünüz temiz kalıyor. İşte temiz kalan yüzünüze de bir yağmur.Bana “discourse” sözcüğünü SOKAKTAKİ İNSAN safsatanızla yasaklamıştınız. Yine sosyal medyacılığın hastalığı unutkanlık. “Esotericism”, “hint”, “Ad hominem”, “demagoguery” … lafları, hele maşallah! maşallah! sanskritçe “Moksha (Mokṣa)”, “Ātman” … vb.
    Yağmurlarımın sizi serinletmesi ümidiyle.

  194. Aşağıdaki arkadaşa saygımı ifade etmeyi tekrar ve tekrar unutuyorum.
    164 SIZ HANGI HADDEN BAHSEDIYORSUNUZ SAYIN ZILELI! 25 EYLÜL 15 / 8PM
    169 SAYIN ZILELI, OYUN OYNAMAKTAN VAZGEÇIN! 28 EYLÜL 15 / 6PM
    Eğer kırpmaların nedeni televizyon önünde büyüyenlerin çabuk bıkmalarına ve kanal değiştirme alışkanlığına ödün vermekten kaynaklanıyorsa, çok ayıp. Ama nedenler teknik nedenlerse, bu da ve bir daha nasıl bir esaret içinde yaşadığımızı ve teselliyi büyük laflarda bulduğumuzu gösterir. Bu durumda hiç değilse çaresizliği ifade eden bir cevap verilir.
    Hoşça kalın

  195. 185e cevap
    Sayın şaşkınlıktan kurtulan ve nihayet herşeyi bilen, ışığa kavuşan, en son moda anarşist olup onu da cahilliğiyle kirleten 185 ogürsel
    1917.. YAKIN ZAMANA KADAR DEVRIM OLDUĞUNU SANIRDIM! SON BIR KAÇ YILDA BU DÜŞÜNCEDEN UZAKLAŞTIM.
    Eğer bu yukarıdakine inanıp uzaklaştıysan, belki uzaklaşman gereken sonsuz sayıda inançların vardır.
    YILLAR ÖNCE 20 YAŞ CIVARINDA, SIRKECI’DE BIR DIN KITAPLARI SERGISINE DENK GELMIŞTIM. O ÇIFT TUĞLA KALINLIĞINDA YÜZLERCE KITAPLARA BAKTIM; MERAK ETTIM; BU ADAMLAR BU KADAR KITAPTA NE YAZIYORLARDI? YAKLAŞTIM, BIRINI ELIME ALDIM. 3-5 SAYFA OKUDUM. İÇIMDEN GÜLDÜM; “LAN DEDIM BU SAÇMALIKLARLA KITAP YAZILIYORSA, BEN BUNLARIN IKI KATINI YAZARIM” DIYEREK UZAKLAŞTIM.
    Belki modernlik hapını yuttuğundan, okuduklarını anlamadın. Sen önce Atatürkçülük hapını yutmuşsun (tabi yerli değil, ithal), sonra Marksizm hapını yutmuşsun (tabi yerli değil, ithal), şimdi de anarşizm hapını yutmuşsun (tabi yerli değil, ithal). Üçünün de sahtekarlar tarafından yutturulduğuna belki ve inşallah ölmeden önce uyanırsın. Kendi dininin ne olduğunu bilmiyorsun!Vah zavallı her yeni modayı gerçek sanan şaşkın. Her şeyin alıştığın televizyon gibi kısa ve hazmı kolay olmasını veya bu sitede daha güzel söyleyen “Armut piş, ağzıma düş” isteyen bebek.
    Bir kitap okuduğunda anlamadığın göndermeleri arayıp öğrenmen senin görevin.
    Aslında ben o din kitaplarda ne okuduğunu bilmiyorum ama , BEN BUNLARIN IKI KATINI YAZARIM demekte haklısın.
    Örneğin, ” Tüm ideolojlerin reddi ya da sentezi sürecindeyim. ” İdeolojisiz ve hele mitsiz (yeni dilde dinsiz) beraber yaşamanın mümkün olmadığını bilmeyen bir cahilsin. Sonsuz daha saçmalıklar yazmaktasın ve kendini avutuyorsun. Ama laf çok cici bici, cahiller arasında ÇIFT TUĞLA KALINLIĞINDAKİ solcu kitaplar arasında yer alacağından eminim. Düzenin ne dediğini bilmeyenlere ihtiyacı büyük. Eğer şanslıysanız eleştirisi bile yapılabilir. Eğlence devam etmeli! (“The show must go on!”)
    İki defa dalkavukluğunu yüzüne vurdum ve ispat ettim, hala utanmıyorsun. Sanırım sen daha büyük saçmalıklara inandığından, utanacağına “1917.. yakın zamana kadar devrim olduğunu sanırdım!” demekle ne olduğunu bir daha ispat ediyorsun.
    İşte sana “kes kopya”. Kundera’dan.
    Oedipus suçunu öğrendiğinde gözlerini oyar. Zileli ve sen “bilmiyorduk” deyip, yeni bir dine sarılıyorsunuz!
    SANMAYA DEVAM! DÜNKÜ BEBEK.

  196. Sayın (pipsqueak) 186'ya cevap

    Sayın 186,

    Cevabımızı aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:

    (Not: “182” numarada yazdıklarınıza gönderdiğimiz cevabın aynısını tekrar gönderiyoruz. Çünkü okumamışsınız!)

    http://sayin-182ye-cevap.tumblr.com/post/130224704122/say%C4%B1n-182ye-cevap

    **********
    [Yayınlanmayan yazımı okumuşsunuz. Size sordum bu nasıl oldu diye, cevap vermediniz. Yönetici Zileli “tanışıklığı” olmayan bir yaltakçısına cevabımın tümünü okutmuş. Sizlerde Nazi deneyindeki ruhlar var. Asgari bir dürüstlük bile kalmamış.]

    Sayın KASITLI OLARAK GÖRMEZDEN GELEN,
    HAYALKIRIKLIKLARI İÇİNDE BOĞULMAKTAN ZEVK ALAN MAZOŞİST,
    “ŞANTAJ” KELİMESİNİ YERLİ-YERSİZ SİLAH OLARAK KULLANMAKTAN GOCUNMAYAN,
    ANTI-INTELLECTUALISM’İN TÜREVLERİ OLAN; “Philistinism” ve “Poshlost” KAVRAMLARINI ISRARLA HASIR ALTI EDEN,
    “HISTORY MINING” veya “ANTHROPOLOGICAL FACT-CHECKING” HASTALIĞINA YAKALANMIŞ,
    “MENTORSHIP SCHIZOPHRENIA”DAN MUZDARİP PIPSQUEAK!

    İlk önce; sabırlı olmayı öğrenmenizi tavsiye ederiz!

    Yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdıklarınıza cevabımızı;
    ( http://sayin-182ye-cevap.tumblr.com/post/130224704122/say%C4%B1n-182ye-cevap ) adresinde size gönderdik. Niçin okumadınız?!

    İşte o cevabımız:

    Gün Zileli, sizin yorumunuzu yayınladığı tarih ve saatte, yorumunuzu olduğu gibi kopyalayıp “veri-bankamıza” kaydettik. Ve size cevabımızı yazmaya başladık.

    Siteye geri döndüğümüzde, Gün Zileli yorumların “uzun” olduğunu iddia ederek; hem sizin yazdıklarınızı, hem de bizim yazdıklarımızı silmiş!

    Fakat:
    Biz “veri-bankamıza” sizin yorumunuzu ilk yayınlandığı anda kaydettiğimiz için, bir sorun teşkil etmedi!

    Siz ise paranoya içinde boğulmaktan haz duyan bir mazoşiste dönüştünüz! Hâlâ; Gün Zileli’yle, “ogursel”le veya bir başkasıyla bağımız olduğu yanılgısına sahipsiniz!

    **********
    (1) Eğer hâlâ “ad hominem” yapacaksanız; biz de size aynısını yapacağız sayın KASITLI OLARAK GÖRMEZDEN GELEN,
    HAYALKIRIKLIKLARI İÇİNDE BOĞULMAKTAN ZEVK ALAN MAZOŞİST,
    “ŞANTAJ” KELİMESİNİ YERLİ-YERSİZ SİLAH OLARAK KULLANMAKTAN GOCUNMAYAN,
    ANTI-INTELLECTUALISM’İN TÜREVLERİ OLAN; “Philistinism” ve “Poshlost” KAVRAMLARINI ISRARLA HASIR ALTI EDEN,
    “HISTORY MINING” veya “ANTHROPOLOGICAL FACT-CHECKING” HASTALIĞINA YAKALANMIŞ,
    “MENTORSHIP SCHIZOPHRENIA”DAN MUZDARİP PIPSQUEAK!

    (2) Ortaya “hint”ler atıp, geriye çekilmekten vazgeçiniz!

    (3) Öfkenizi azaltmaya çalışınız!

    (4) Yazdıklarınızı anlamıyoruz, çünkü; sizin kadar tecrübeli değiliz!

    Esen kalın !

  197. 188..
    haydi modernite üzerine konuşalım.. Derinlemesine.. her yönden.. yalnızca bunun üzerine.. sıraya koyalım.. sonra da seçeceğiniz başka bir konu üzerine… Bakalım derli-toplu yazabilecek misiniz?
    İkincisi, düşman değiliz. Farklı düşüncelerimiz olabilir. Düşmanlıktan beslenenlerdenseniz size daha iyi düşmanlar bulalım… (not, ben anarşist değilim..)

  198. Bazı eğitim sistemleri habire “veritabanı kaydı” açmaya yönlendirir.
    İyi okuıllar düzenli ve düzgün kayıt açma öğretisi sunar, bazı kişi ve akımlar bu işlem ötesi bir meşguliyeti bilmez ve tanımazlar. Değerlendirme ve yargı referansları, kayıtların miktarı veya düzgünlüğü ile sınırlıdır.
    “ogürsel”, “GZ, “Mülayim Sert” gibi katılımcılar, kayıtların _kullanılması_, bu yönde kullanılabilir kayıt açımı ve kayıtlararası bağlantılar gibi konularda çok mahirler. Hatta yazılarının veritabanlarının düzgün kullanımı konusunda ‘öğretici’ olduğu bile söylenebilir.
    Çalakalem kayıt açıp, gelişigüzel kayıt dizilimi artık herkesin bıktığı bir yöntem. AKP ve destekçileri bunu 13 yıldır yapıyor.
    Özellikle Davutoğlu bu ‘yöntem’ sayesinde bir de ülkeyi ateşe attı…
    Sözün özü: Kilerde veya buzdolabındaki malzemeleri sıralamak, kap kacak listelemek değildir maharet -> yemek pişirmektir.

  199. Sayın (ogürsel) 190'a cevap

    Sayın (ogürsel) 190,

    “Modernite” konusunu görüşürken bile; yine “modernite içinden beslenen kaynaklarla” görüşeceğinizi unutmayınız!

    Sayın “pipsqueak” bile “modernitenin içinde kaybolmuş bir dünyada” yaşadığının farkında olmadığından;
    “History mining” veya “anthropological fact-checking” yaparak ortalığı darmadağın bırakıp hep geri çekiliyor! Ortaya sürekli “hint”ler atıp, sürekli geri çekiliyor!

    Kendisi, büyük ihtimalle, hayalkırıklıkları içinde boğulduğundan artık mücadele etmekten vazgeçmiş olabilir!

    “Modernite” tehlikelidir!
    “Modernite” ölümcüldür!
    Ve kapitalizm “modernite”nin yavrusudur; tıpkı “komünizm”in de modernite’nin yavrusu olması gibi!

    Ne yazık ki, bir türlü anlamıyor:
    Kapitalizme ve elbette “modernite”ye karşı mücadele etmek için “eylem” gerekir!

    Sayın “pipsqueak”; öfkeli olmaktan memnuniyet duyan birisine benziyor!

    Ama kime söylüyoruz; anlamak istemiyor!

    Esen kalın !

  200. Sayın (Mert Boytak) 191'e cevap

    Sayın (Mert Boytak) 191,

    Bu sayfada; bazen Fransızca, bazen İngilizce, bazen de Türkçe:
    “De-schooling”,
    Ve
    “De-growth”
    tabirleri yazıldı.

    En başta; bu iki tabirin ne demek olduğunu araştırmanızı tavsiye ederiz.

    Niçin “yemek pişiremiyoruz?”
    Niçin, çok öfkeli olduğu hâlde, sayın “pipsqueak”in aktardıklarının ekseriyeti doğru?
    Daha net idrak edeceksiniz.

    (Ek bilgi:
    “Yemek pişirmek”; artık kapitalizm tarafından dikte ediliyor, bunu da unutmayınız sayın “Mert Boytak”!

    Kapitalizm, herkesin;
    Zorla “efficient”,
    Zorla “productive”
    Davranması için yüzbinlerce tuzaklar hazırlıyor; her saat, her dakika, her saniye!)

    Esen kalın.

  201. isllm.files.wordpress.com/2011/11/02b9_37e7.jpg

    Bu linktekilerin altına bir de modernizmi koyarsak resim tamamlanmış olur bence. 188 numaralı arkadaş da bu gerçeği güzel ifade etmiş.

  202. Sayın 194'e cevap

    Sayın 194,

    “Modernizasyon”,
    “Modernizm”,
    Ve “Modernite”;
    Kök olarak birbirine bağlıdır.

    Fakat bu üçü arasında en tehlikelisi; “modernite”dir.

    Örnek olarak gönderdiğiniz:
    https://isllm.files.wordpress.com/2011/11/02b9_37e7.jpg
    resmi bile “modernite’nin tahayyül edebileceği kadar dar bir çerçevede” anlatmaya çalışıyor.

    Kadim kültürlerde yaşanan kırılmaların, sapmaların, hizipleşmelerin ayırdına varmadan; gönderdiğiniz resim bile “modernite’nin içinde”dir!

    “Modernite” başlığını şöyle de değerlendirebilirsiniz:
    Edward Wadie Said’in son kez uyarması gibi; “orientalism” tehlikesinden kurtulmak için, ilk olarak “orient”in ne olduğunu – ne olmadığını öğrenmek gerekir!

    Esen kalın.

  203. Modernite” konusunu görüşürken bile; yine “modernite içinden beslenen kaynaklarla” görüşeceğinizi unutmayınız!”

    Yani.. siz tanrıyı aklınızla anlayamazsınız; o aklı size o verdi..
    Farkı yok bu lafın öncekinden..
    Pes!
    bir “peygamber” olduğu belliydi!

  204. Sayın (ogürsel) 196'ya cevap

    Sayın (ogürsel) 196,

    [Yani.. siz tanrıyı aklınızla anlayamazsınız; o aklı size o verdi..
    Farkı yok bu lafın öncekinden..
    Pes!
    bir “peygamber” olduğu belliydi!]

    Bu yargıya nasıl vardınız; anlayamadık.

    “Modernite”yi niçin doğrudan; “din”, “peygamer”, “Allah”, “God”, “Tanrı”, “the Great Architect of the Universe”, “Supreme Power” ve benzerleriyle değerlendirmeye başladınız.

    Peki, sizin başlattığınız yerden gidelim:

    “Modernite”:
    “Din”, “peygamer”, “Allah”, “God”, “Tanrı”, “the Great Architect of the Universe”, “Supreme Power” ve benzerlerinin “varlığı-yokluğu alanı”na girmez!

    “Modernite”:

    “Din”, “peygamer”, “Allah”, “God”, “Tanrı”, “the Great Architect of the Universe”, “Supreme Power” ve benzerlerini,

    “Ruhu”, “ruhsuzluğu”,

    “Hissi”, “hissizliği”,

    “Aklı”, “aklı reddetmeyi”,

    ve yazmakla bitiremeyeceğimiz milyarlarcasını;

    “Tüketilebilir” ve “daima haz alınabilir” kılmak için mücadele eder!

    Esen kalın.

  205. Yemek pişirme analojisi/metaforu ‘kesmediyse’ -> müzik üzerinden soyutlama yapılabilir.
    Bkz. Melodi – Armoni – Ritm.

    Bu üçlüyü “olmazsa olmaz” görmeyen kakafoni özgür bir tarzdır, tabii ki tercih edilebilir.
    Ama “referans” değildir.

    İyi bir müzisyenden beste de beklenmeyebilir, lakin düzgün icra da kalite, saygı ve disiplin göstergesidir.

    Esenlikler, bilmukabele:-)

  206. “Modernite” konusunu görüşürken bile; yine “modernite içinden beslenen kaynaklarla” görüşeceğinizi unutmayınız!”
    *
    Bu bütün cümle öylesine kuşkucu ki.. Bildiğimi bilmiyorum! diyor sanki…
    Sonra tuhaf ve saçma olan, son 300 yıl öncesi bilgi de ancak son 300 yılın aklı ile anlamlı-örgün bir anlam-değer bulabilir.
    *
    Modernite, 400-500 yıllık modernizasyonun sonucudur; her şeyde olduğu gibi ne külliyen iyi, ne külliyen kötüdür. Tarihsel bir süreçtir; sürecin vardığı yerdir; nasıl evrilmesi gerektiği tartışılacaktır. Üzerinde Ahlaki önyargılarla değil, tarihsel teknik analizlerle konuşulması yararlı olur..
    **
    artık karıştırıyorum.. ama o kendini bilir..
    peygamber ağzı ile yazılmış çok cümle var… Burada “allahı” olmayan çok adam var ve peygamberler de sevilmez!

  207. Türkiye’de temel sınıf çelişkisi emek ve sermaye arasında değil, merkezi bürokratik devlet sınıfları (ordu/idare/yargı/eğitim) ile Kürt ulusal hareketi ve rejim muhalifi aydın zümreler arasındadır. Türkiye’de sivil toplum olmadığı için sermaye de, “işçi sınıfı” denilen halk çoğunluğu da merkezi bürokrasinin, yani devletin bir parçasıdır. Kapitalizmde devlet egemen sınıf olan sermayenin hizmetindeyken, Türkiye gibi Asyatik ülkelerde sermaye egemen sınıf olan devletin hizmetindedir.

  208. Sayın (ogürsel) 199'a cevap

    Sayın (ogürsel) 199,

    [Bu bütün cümle öylesine kuşkucu ki.. Bildiğimi bilmiyorum! diyor sanki…
    Sonra tuhaf ve saçma olan, son 300 yıl öncesi bilgi de ancak son 300 yılın aklı ile anlamlı-örgün bir anlam-değer bulabilir.
    *
    Modernite, 400-500 yıllık modernizasyonun sonucudur; her şeyde olduğu gibi ne külliyen iyi, ne külliyen kötüdür. Tarihsel bir süreçtir; sürecin vardığı yerdir; nasıl evrilmesi gerektiği tartışılacaktır. Üzerinde Ahlaki önyargılarla değil, tarihsel teknik analizlerle konuşulması yararlı olur..]

    “Sonra tuhaf ve saçma olan, son 300 yıl öncesi bilgi de ancak son 300 yılın aklı ile anlamlı-örgün bir anlam-değer bulabilir.” cümlenizle; modernite’nin tuzaklarını görebildiğinizi gösterir sayın “ogürsel”. İster Gün Zileli’nin sitesinde olsun, ister evinizin balkonundaki masa etrafında olsun farketmez; “modernite” başlığı üzerine ne görüşürsek görüşelim; “modernite’nin baskın olageldiği bir dünya içinde” ulaşabildiğimiz kaynaklarla görüşürüz, ne yazık ki böyle! Bunun; ne “din” & “dinsizlik”, ne “Allah” & “Allah’ı red”, ne de “akıl” & “aklı red” ile bir alakâsı var.

    “ne külliyen iyi, ne külliyen kötüdür.” cümleniz eksik. “Modernite’nin kötülüğü” yaygındır! Buna karşı mücadele edilmelidir. Bu “mücadele”nin de farkındasınız ki [nasıl evrilmesi gerektiği tartışılacaktır.] notunuzu düşmüşsünüz.

    [Üzerinde Ahlaki önyargılarla değil, tarihsel teknik analizlerle konuşulması yararlı olur..] yukarıda ısrarla dikkatinizi çekmeye çalıştığımız yer burasıydı; “tarihsel teknik analizler” bile modernite’nin işgali altında; bu tehlikeyi küçümsememeliyiz!

    “Ahlaki önyargılar” konusuna gelince:
    Şimdi okuyacaklarınızı lütfen bir tür “ahlâkçılık taslamak”, bir tür “ahlâk-izm” gibi algılamayın;
    “Modernite öncesi dünya”nın sahip olduğu; “his”lere, “kaygı”lara, “kızgınlık”lara, “üzüntü”lere, “sevinç”lere ve binlercesine, bugün durduğumuz yerden yaklaşmak, bugün durduğumuz yerden anlamak çok zor!

    Diyelim ki; bugün birileri, yine durdukları yerden bakarak, “modernite’nin dünyaya getirdiklerini ve dünyadan götürdüklerini” görebildiğini söylerse; buna inanıp peşlerinden mi gideceğiz?!

    Yukarıda sayın “pipsqueak”in; ısrarla “history mining” yaparak, bizlere sordurtmaya çalıştığı soru bu idi!

    Evet, “modernite”ye karşı mücadele etmeliyiz. Fakat bunu yaparken, yine “modernite”nin kurduğu tuzaklar olan; “efficiency”, “productivity” gibi kuyulara düşüp ölmemek şartıyla.

    Esen kalın.

  209. 185 ogürsel'e yanıt

    hakaret içeren yorumlar yayınlanmıyor.

  210. 185 ogürsel’e yanıt
    Not: Büyük harfler sizden alıntılar.
    NEYIN TARTIŞILDIĞINI ANLAMIYORUM.
    Tartışmaların sınırları aşması, esas konunun unutulması, sık sık olur. Bir hatırlatmayla düzeltilebilir. Daha derin anlamda iyi öğrenciler her şey, yetiştikleri ailede ve gittikleri okulda satranç masası gibi düzenli olsun isterler. Daha da kötüsü, zamanımıza egemen olan televizyon vari veya medya vari çabuk, kısa, hazmı kolay, yoğun, imgelerle süslü, …, olsun isterler. Bir çeşit postmodern Descartes: net-belirgin ve aşikar olmalı. Böylelere Anders aşağıdaki cevabı verir:
    But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”
    Ama kral oğlunun ana yollardan çıkıp yer yer dolaşarak kendine öz fikirler edinmesini istemedi. Oğluna araba ve atlar verdi. “Artık yürümene gerek kalmadı”, dedi. Ama aslında: “Artık yürümene izin verilmeyecek”, demek istedi. Günümüz ve gerçek dünyada ” artık yürüyemeyeceksin”, demektir. Robot olmak, diğer gezegenlere gitmek isteyenler Anders’ı kolayca anlar. Her neyse.
    İşte bir daha asıl konu ama önce bir giriş. Eğer aşağıdaki yazıda verdiğim basit bir örneği (“huysuzluk” konusu) özenle okur düşünürseniz, sizler için basit, banal, sıradan olanların benim için çok karışık, saygıyla hesaba alınması gereken ve hatta insan incelikleri ve geçmişi önünde dilimi yutacak, hayretler içinde bırakacak derinlikler kapsadığın gösterir.
    Sizin en yazılarınızdan birinde, dine inanlar hakkında aşırı lakayt bir şekilde söylediğiniz lafları derinden incelemek bile istemiyorum, yüzlerce sayfa tutar. Marks gibi birinin bile inananlar hakkında şefkatla söyledikleri tüyler ürpertici. Dini inançları ciddiye almayanın Güney Amerika’da olup bitenleri anlaması mucize. Kendinden emin olmak, yaşamda ölüm demektir. Yine, her neyse.
    İşte benim sizlerden tek ve tek ve tek beklediğim. Ve eğer nedenini anlamak isterseniz uğraştığınız ulus kavramının doğuşunda taşıdığı çirkin bir çelişkiye baksanız yeter. Özgürlük birey açısından olumsuz tanımlanır, yani özgürlüğü ulus verir. Ve ulus çoğunluğun iradesini ifade eder. “Hint”, denilmemesi için bu kadar ayrıntılara giriyorum. Zileli ve siz bana karşı haksız yargılarda bulundunuz ve özür dilemenizi istiyorum. Aşağıdakiler diğer bir kişiye yazdıklarımın aynısı ve demek istediklerimin ayrıntıları.
    1. Siz (o yazıştığım kişi) sizden son derece daha bilgili olan bana ve arkadaşlarıma karşı kendi göz yaşartıcı sahneler çağırıştırarak haksız ve yersiz yargılarda bulundunuz. Ve özür dilemediniz;
    2. Zileli gençlik ile ilgili yazımı anlamadı ve bilmediği bir konuda yersiz bir yorum yaptı ve ardından kelime oyunu yaparak beni yalancılık yapıyor gösterdi. Düzeltim ama özür dilemedi.
    İlk yazımla ilgili bir not:
    Gençlik miti, İlerleme mitinin değişik tezahürüdür. İdeolojilerden çok daha güçlüdür ve insanı çok daha derinden etkisi altına alır. Kapitalist-burjuva, marksizm, liberalizm, faşizm, nazizm, 19. yüzyıl anarşizm ve bu sitedeki anarşistlerin çoğunun ideolojileri farklı ama hepsi İlerleme’ye inanır.
    GÜN ZİLELİ MAYIS 29TH, 2015 AT 09:39
    YAŞLANMAK DİYE BİR ŞEY YOKTUR. İNANMAYIN BÖYLE EFSANELERE.
    Bu cümlenin akıl alıp almazlığının yargısını size bırakıyorum.
    Ve işte konuyu anlamadan katkıda bulunan birinin dedikleri.
    24 ANONIM 31 MAYIS 15 / 7AM
    GALIBA YAŞLILIĞIN ‘GERÇEKTEN’ BAŞLADIĞI EVRE, INSANIN ERGENLIKTEKI HALLERINE GERI DÖNDÜĞÜ ZAMAN OLUYOR. İKI DÖNEMIN ORTAK PAYDASI, ‘HUYSUZLUK’:-)
    Ve Zileli’nin cevabı.
    GÜN ZILELI MAYIS 31ST, 2015 AT 09:20
    DOĞRU.
    Benim önümde bu konuda derlediğim ve sentez yaparak yazdığım sayfalar tutan bir yazım var. Sadece bir “hint” vereceğim, anlamazsanız, daha öncesi gibi yapacak bir şeyim yok.
    Aslında bunu en güzel, anlayan, Nietzsche söyler.
    “Bazı yerlerde daha hala cemiyetler ve sürüler var, ama bizde yok kardeşlerim: bizde devletler var.

    … her cemiyet kendi iyilik ve kötülük diliyle konuşur: komşusu onu anlamaz. Bu dil, yasalar ve törelerle yaratılmıştır.
    Devlet bütün iyilik ve kötülük dilleriyle yalan söyler ve ne söylese yalan!.”
    Değişik düşünceleri anlamamak noksanlık değil. Bana yaşlandığım için huysuz olduğumu söylemek HAKARET değil, tasvip etmek HAKARET değil. Bunun da yargısını size bırakıyorum.
    “Hint”e devam.
    Cemiyetler ve özellikle ilkel cemiyetler yasa ve törelerini sadece beraber yaşamak için yarattıklarını çok iyi bilirler. Buna mitleri ve daha kısıtlı anlamda ideolojileri diyebiliriz. Yeni yıl ayinlerinde bu inançlarını feshederler. Bu cemiyetlerde, yaşlıların bunu artık gördükleri ve ne amaca hizmet ettiğini bildikleri bilinir. Ve onlara her zaman ve ne zaman isterlerse feshetme ayrıcalığı tanınır.
    Bu, modernlerde, yani Zileli gibi ebedi gençler ve 24 ANONIM için “huysuzluk”, olur.
    Bu işin derin “hint” tarafı.
    Diğer yandan, modern toplumlarda yapılan araştırmalar yaşlıların zavallı gençler gibi (tabii kendim de o safhalardan geçtim) serap, miraj, ıvır zıvır peşinden koşmadan vazgeçtiklerinden daha rahat, daha halinden memnun olduklarını göstermiştir. Siz broşürlerinizi (Kac-bize-gel-brosur ve YaLaKa kitabı dolaylı bunu kanıtlar) devrimcilik yapmak için yaratmışsınız ama kendiniz anlamamışsınız! Onlar aynı ıvır zıvır peşinden koşup hasta olanlar değil mi? Sizler de “devrim” peşinden koşuyorsunuz! Chomsky gibi bir dev bile uzun yaşama yollarını aradığını açık açık söyler, taraftar toplayıcısı Zileli “yaşlanmak diye bir şey yoktur. inanmayın böyle efsanelere.”, der. Siz kıyaslayın. DEVRİM bayrağı taşımaktan başka hiç bir şey bilmeyen sizler benim gördüğümü görmüyorsunuz.
    3. Ogursel iki defa bilmediği ve hatta kolayca onaylayabileceği iki konuda (hatırlatmak için not: yaşlılık ve darbe / büyük devrim konularında) söylediklerimin asılsız olduğunu ileri sürdü. İki defa sitedeki hala mevcut yazılarla hatasını kanıtladım. Cevap vermedi ve konudan uzaklaştı.
    Özet: Her üçünüz de 19. yüzyıl anarşistliği sınırları içindesiniz. Her üçünüz de sosyal medya yıldızlığı kapsamı içindesiniz. Sizlerle fikir tartışması imkansız.
    ÖZETLER ÖZETİ: SİZ ÜÇÜNÜZÜ ÖZÜR DİLEMEKLE YAPTIĞINIZ HAKSIZLIĞI KABUL ETMEYE DAVET EDİYORUM. EĞER BEYNİME BİR SİLAH TUTULUP MUTLAKA ANARŞİSTLİĞİN BİR TANIMINI YAPMAYA MECBUR EDİLSEM, “BİREYE SAYGIDIR”, DERİM. SİZDEN BUNU BEKLÜYORUM.
    ****Esas konu bu. Hatanızı kabul edip özür dilemeniz!***
    Sahte saygılı gösterisi yapmak istemediğim için yazımı şekeri çok ikiyüzlülük laflarıyla bitirmek istiyorum.
    Not 1: Ben bilim küpü değilim ama devrim/darbe, ulusun doğuşu, “artık ürün” efsanesi, modernite, ideolojiler ve cemiyet ve toplumlarda işlevleri konularında hayli bilgim var. Bu konuları eleştirme ve çözümlemeyi severek yaparım.
    Not 2: Ben bilginin, tüm diğer insanı insan yapan özellikler ve güzellikler gibi, çalınıp beyin yıkama fabrikalarına banka gibi yatırıldığına inanıyorum. Ama bu öyle basit bir konu değil. Burada söylemek istediğim, bilgi benim için ne güç kaynağı ne de fetiş. Kendi çabalarımla atılan kırıntıları toplamış olduğumu söylemek istiyorum ve paylaşmaya hazırım. Basit olmadığına örnek. Eğer bilgili insan, bilim adamları ve meslek sahiplerinden söz etmiyorum, bilgisini sıradan kişilerle paylaşmaya kalkışsa benim gibi rezil olup çıkar. Bu hayli bilinen ve acı bir gerçek. Eve yakın iki örnek: Hallâc-ı Mansûr ve Pir Sultan Abdal.
    Not 3: Eğer benim sizlere karşı kullandığım çirkin kelimeler için özür dilememi istiyorsanız, ben çoktan hazırım. Ama bilmediğiniz veya anlamadığınız konularda hakaret edici sözler sizlerle başladı.

  211. Sayın 201
    Ben, sanırım, ogurselin bu büyük harflerle yazacağım alıntısı kendimi “pipsqueak” ( sözlükde ” zayıf ve güçsüz tip” olarak çevrilmiş ve bence doğru) olarak adlandırdım. Tabii asıl ve derin nedeni içinde bulunduğumuz nesnel ve egemen dünyanın bizi indirgediği durumu biraz alaylı, biraz kırgın, biraz isyankarlıkla simgelemekti.
    Ben kendim hayal kurmalara, rüyada yaşamaya, kendi başına, karşı değilim. Ama çok sayıda insanlar bilerek veya bilinç altı kabul etmekten kaçındıkları için aslında bir avuç insanın yarattığı sahte bir dünyada yaşadığımız hakikatini görmek istemiyorlarr. Ben “pipsqueak” adını halimizin böyle olduğunu pekiştirmek ümidiyle kullanırım.
    Ogurselden alıntı:
    ARTIK KARIŞTIRIYORUM.. AMA O KENDİNİ BİLİR..
    PEYGAMBER AĞZI İLE YAZILMIŞ ÇOK CÜMLE VAR… BURADA “ALLAHI” OLMAYAN ÇOK ADAM VAR VE PEYGAMBERLER DE SEVİLMEZ!
    Şimdi ciddi bir insan önce kendi kendine “peygamber” ve “allah” sözcükleri artık kullanılmıyorsa, modası geçmişse acaba onların yerlerini alanlar var mı? sorusunu sormalı.
    Ben kendim mitler, dinler, peygamberler, mistikler hakkında fiyaka satacak kadar bilgili olduğuma inanıyorum. Ve be dünya tarihinde günümüz insanları kadar dinciye gerçekten rastlamadım. Bir bakıma bu normal bile. Bir hiçlik, bir akıl almayacak gaddarlık, bir sapıklık seviyesine erişmiş örneğin bir 350 ailenin dünyanın üçte ikisinin zenginliğine sahip olduğu, … bir dünya. Sanırım bunları saymama gerek yok, biliyorsunuz. Ve artık insanlar bunun işine akıl ermeyen Allah, materyal dünyanın o 350 aile gibi sapık, pinti, çirkin olduğu, insan doğası masalları, kişilerin doğuştan getirdiği eksiklikler, ve benzeri nedenlerden kaynaklandığına inanmıyorlar. Dünyayı yönetenler bile artık bu rezillikleri sergilemekten utanmıyorlar.
    Bu durumda zamanımız insanlarının bazı inançlara tarihte görülmemiş bir şiddetle sarılırlar.
    Basit ve herkesin bildiği örnekler: faşistlik, nazilik. Diğer basit bir örnek ırkçılık.
    Kişisel bir not: ben kendim ne Allah’a inanırım ne de, İsa’yı çok beğendiğim halde, ne bir peygambere. Asıl nedeni çocukluğumda böyle bir inancın aşılanmadığı. Ve dinleri çalışırken çok zorluk çektim. Bu konuda bilgim ve hissim sıfırdı. Çoğu zaman, çok şeyleri bir türlü anlamadım. İnanan veya konuyu daha iyi bilenlere sorardım. Hatta bazan en basit şeyleri anlamam hayli zaman aldı.
    Hristiyan ve derinden inanır bir aile Naziler’den kaçan filozof, Yahudi ve komünist olan Simone Weil’i saklarlar. Hem ateist hem de komünist olduğunu bilirler ve uzak dururlar. Bir gün küçük çocukları hiristiyan din eğitimi ilmihal ev ödevinde anne ve babasından yardım ister. Anne ve baba yardım edemezler. Simone Weil sadece çocuğa yardım etmekle kalmaz. Aile onun hiristiyanlık konusundaki son derece bilgili olduğunu görüp şaşırırlar.
    Biraz uzaktan gibi olacak ama filozofla peygamber arasındaki fark şöyle açıklanabilir. Filozof ilhamlarını “bundan ötürü”, “görüyoruz ki”, şu veya bu nedenlerden”, kısacası akıl yürütmeye dayanarak aktarır. Peygamber ilhamını, “bu böyle”, “şu öyle”, “bunu yap”, şunu yapma” gibi laflarla dile getirir. Ama her ikisi de basit ve günlük yaşamda görünmeyen dünyanın habercileridir. Dünya son 4-5 yüzyıl Allah’ı bilim-teknik, peygamberleri bilim-teknik adamları olan ogursel gibilerle doldu. Bunlar inançlarının inanç olduğuna inanamayacak kadar katı dinciler.
    Bu konu fazla işlenmiş, üzerinde çok durulmuş bir konu. Yeni din ve Allah ve peygamberleri eski dinlerle satır satır inceleyip kıyaslayarak benzerliklerini gösteren düşünürler çok. Bunları bilmemek bana garip gelmiyor.
    Benim aklımın almadığı bu fanatik müminlerin yeni Allah ve peygamberlerinin suyu içilmez, havayı teneffüs edilmez, denizi içine girilmez, yiyecekleri yenilmez hale getirdikleri gözümüzün önünde olan bir hakikati görmemeleri. Her şey, her zaman hızır gibi yetişen yardım kapitalizmle açıklarlar. Bu yeni Allah ve peygamberlerin her efendiye aynı itaatkarlıkla hizmet ettiklerini ve edeceklerini bilmezler. Ne yazık!
    Bu yeni Allah ve peygamberlerin harap ettikleri sosyal hayatı inceleyen düşünürler, şiirler, eleştiriler, romancılar da sonsuz.
    Kendini düşünür sayan birinin, dinin sosyal yaşamı yansıttığını bilmemesi son derece ciddi bir eksiklik. Eski ve modası geçmiş dinlere saldırmak için böyle böbürlenmeye gerek yok. Blake, Tolstoy, Illich, Ellul, Gandhi gibi anarşist inanırlar; marksist ve christian olup her ikisinden uzaklaşan Berdyaev*, inanan ve eşsiz sayılacak bir filozof olan ve 4-5 yüzyıl devrimcilere ışık ve ilham olan Boehme, bu adlar şu an hatırladıklarım.
    İnanıp inanmamak başka, bilgisizlikten dolayı konuları banalleştirmek başka.
    * Ogursel Aleksandr Soljenitsin’in “The Gulag Archipelago” kitabında Berdyaev hakkında söylediklerini öğrense fena olmaz.
    Walter Benjamin gibi marksist ve ateist “modern politik ideolojiler üstü örtülü teolojilerdir”, der.
    Asıl cesaret, kendi Allah ve peygamberlerini görebilmek!
    Siz benim bunu söylemeye çalıştığımı anlamışsınız, ogursel anlamamış ve hakaretlerle asıl sorunu kendinden saklamaya çalışıyor. Ben sadece ve sadece yapmış olduğu hatalar için özür dilemesini istedim ve bu siteye yazmaya devam etmemde asıl neden de bu. Büyük ilkeler, büyük inanışlar, büyük ideolojiler adına zaten kişiler gece gündüz küçük düşürülür. İş yerinde, otobüste, bankada, hastanede, pazarda, … Aynısını bu sitede gördüm ve konu uzadıkça uzadı. Tek istediğim hata edenlerin özür dilemesi.
    İkinci alıntı:
    “NE KÜLLİYEN İYİ, NE KÜLLİYEN KÖTÜDÜR.”
    Buna yanıtı en güzel siz verdiniz ama ogursel buna benzer “yetiş ya hızır”, formülleri çok kullandığından kendimden bir ekleme yapacağım.
    Bu dediği her şey, her durum, her olgu, kısacası her kapıyı açan bir anahtar. Mantıkta bir ilke var: eğer bir kavram her şeyi açıklarsa, hiç bir şeyi açıklamaz. Tabii en güzel ve en çok kullanılan örnek “insanın doğası”: hem saldırganlık hem barışçılık; hem cömertlik hem tamahlık, …
    Bütün yazdıklarım aslında size teşekkür etme isteğimin süslemeleri,

  212. 204’e.. “Dünya son 4-5 yüzyıl Allah’ı bilim-teknik, peygamberleri bilim-teknik adamları olan ogursel gibilerle doldu. Bunlar inançlarının inanç olduğuna inanamayacak kadar katı dinciler.”
    ***
    Bu sitede din ve Tinsellik üzerine yazdıklarım hakkımdaki yargınızı kuşkulu kılar.. bence

  213. 203’e .. neden dolayı özür dileyeceğimi bilmiyorum. Ama bir şekilde, kastım olmadan incittiysem, kendini incitilmiş duyumsuyorsan.. özür dilerim. Bilseydim, bu bana dert olurdu; incittiğimi bilerek özürden kaçınmam. Bir çocuğa da haksızlık etsem özür dilerim. Egomuzdan kaçamıyoruz ama elden geldiğince onu terbiye etmek zorundayız. Bu konuda ben de iyi değilim.. Çok çalışmam gerekir…
    Bence siz de çaba harcamalısınız. Bence gerçek, hakikate yakın bilgi, durudur; sadedir. Sizden bunu bekliyorum. Akıllı ve bilgilisiniz ama toparlayamıyorsunuz.. iletemiyorsunuz.. “siz de emek verin” tavrı egosal tutumdur.. Aksine her nesil bir sonrakine daha çok şeyi daha az zamanda öğreneceği bir yöntemle yaklaşarak, gelecek nesli kendinden akıllı oldurma çabasında olmalı!
    Ve bence G. Zileli de bu çaba hep var. En bilgili-deneyimli olan insanlar gibi, elbette o da her şeyin en doğrusunu bilmiyor. Ama “bilmediğini biliyor!” Ve bildiklerini aktarmak için çırpınıyor. Sezgilerini de kullanıyor! Yüksek bilgi’nin sezgileri önemlidir.
    Sanırım siz de deneyim eksik.. Bilgi deneyimle harmanlanmayınca (ki bilim adamları deney süreçlerinde “otör” olurlar) dağınıklık ortaya çıkıyor.
    İnsan-doğa hayatı için çok, çok önemli olanla, ihmal edilebilir “gerçekler”, aynı paragrafta bir araya geliyor.. Karışıklık ortaya çıkıyor… Sağlıcakla kalın..

  214. Sayın (pipsqueak) 203 ve 204'e toplu cevap

    fazla uzun. admin.

  215. Modernitenin – veya daha doğru ve somut bir ifadeyle sanayileşme ve kentleşmenin – belki de en tehlikeli sonucu toplumun temeli olan ailenin geleceği açısından gençliğin durumudur – özellikle kızların. Yaşam biçimleri anneliğe ve aile hayatına elverişli olmayan şehirli kızların gelecek nesilleri nasıl yetiştireceği düşünülmüyor.

  216. çocuk yetiştirmek kadınların görevi mi yani? Esas bu anlayışı dağiştirmek gerekli.

  217. Sayın (pipsqueak) 203 ve 204'e toplu cevap

    Sayın (pipsqueak) 203 ve 204,

    Cevabımızı aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:

    http://203e-ve-204e-pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/130564970735/say%C4%B1n-pipsqueak-203-ve-204

    Esen kalın.

  218. Sayın 210'a cevap

    Sayın 210,

    Bırakın kadınlar nasıl istiyorsa öyle yaşasın.

    “Moderniteye karşı mücadele etmek”
    ile
    “Tahakkümü & Baskıcılığı (Submissiveness & Dominance)” birbirine karıştırmayınız.

    Esen kalın.

  219. Tabii ki değil. Fakat annenin durumu daha önemli. Anneye daha yakın olduğu için babadan kopmak çocuğu çok etkilemez ama anneden kopması, ona anne yerine bakıcının ve anaokulunun bakması doğru mudur?

  220. yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  221. yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  222. Sayın 213'e cevap

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  223. Sayın Gün Zileli'ye (209) sorular

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  224. Sayın 203 & 204 (pipsqueak)e toplu cevap

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  225. Sayın 203 & 204 (pipsqueak)e toplu cevap

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı. Bundan böyle de bu tür yorumlar yayınlanmayacaktır.

  226. Sayın 203 ve 204 (pipsqueak)e toplu cevap

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  227. yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  228. zaten yazılar kendi içinde “karmaşık” .. bari bir rumuz olsun.. birbirine karışıyor. “pipsqueak”.. tamam. Uygun zamanda sohbeti sürdüreceğim.. (lütfen bu rumuz olsun!)
    Bu 218 kendine bir rumuz bulsun.. bu pipsqueak değil mi? Ben günde 8-10 saat çalışan bir insanım.. Bu konuya da değinirim.. lütfen

  229. Sayın 203, 204 ve 219 (pipsqueak)e toplu cevap

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  230. Sayın 203, 204 ve 219 (pipsqueak)e toplu cevap

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  231. SAYIN 203, 204 VE 219 (pipsqueak)e SON CEVAP

    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.

  232. Söylesem tesiri yok, sussam gönül râzı değil.

    Fuzûlî
    1483-1556

  233. Sayın “Pipsqueak”, bu sözcük “kendini bir şey sanan önemsiz tip” olarak da çeviri yapılıyor. Rahatsız oldum. “Zayıf ve güçsüz” hissiniz gerçekse … Bu dağarcığınıza yakışmaz. Kimi zaman öfkeli atışmalarımızda sergilediğiniz kişiliğe de. Bence tüm bunları bir yana bırakalım. Burada “yüz’süz”, “ısı’sız” bakışsız yazıyoruz. Kastımız, meramımız bir cümle içinden keşfediliyor.
    *
    Bir yerde yazmıştım. Sezdiğim şu. Hiç bir “izm” hayatı kucaklamıyor. Az önce birine yazdım. “Aydınlanma sekülerizmdir. Vazgeçilemez. İdeolojiler de onun ‘ergin” aklına ait ürünler!”
    Bu bağlamda insan kendini “yanlış” tanımlasa da yanlış anlamaları önlemek için yazacağım. Sanırım ben yüzde 50 anarşist, yüzde 25 Marksist, yüzde 25 Tinsel’ciyim! Ve her bir parçanın bölünemez ‘sentezini’ içselleştirmek istiyorum. Zaman içinde oranlar değişebilir!
    Hiç bir şey mutlak değil; iyi kötüye, kötü iyiye dönüşebilir! Bu dönüşümleri erken kavrayabilen birey-toplumlar “ayakta kalır..” … vs..
    **
    Kişisel bir iddiam yok; siyasal, maddi, ün vb. aramıyorum. Bu nedenle adımı kısaltıyorum. Devlet teröründen çekindiğim için değil. Tam adım Osman Gürsel Erkılınç. “ogürsel” yeter bana; tek bir insana faydalı olmak… en geç 20 yıla ölürüm. “değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez!”
    *
    Bir kitabım yok! Olur mu bilmem. O da işe yarayacaksa olsun!
    *
    Demem o ki, size ait bir kastım yok; sanırım barışçı bir insanım. Bu sebeple “barıştırmak” adına, şu “yüzsüz-bakışsız” yazışmaların komplikasyonunu önleme adına davrandım. Özür dilerim.
    *
    Lütfen hayata, size yapılan haksızlıklara ait öfkenizi bir kenara bırakın; burada, bu sitede.
    *
    Doğrusu ben sizin kadar okumadım. O ne diyor, şu ne diyor çok takılmadım. 40 yıla yakındır tarihi merak ettim. Bugünü yaratan geçmişi okudum. Yalnızca Türkçe! Son yıllarda çok güzel kitaplar çevrildi. Ruhumla okudum.
    Örneğin Derrida. “Marks’ın hayaletleri!” Beş para etmez bir kitap; bir keçi boynuzu. Çizdim üstünü. O kadar zamanım yok. Seçmek zorundayım.
    Dinsel metinler, hadisler tartışır gibi, kim ne demiş.. Takmıyorum. Bu işin sonu yok! Hakikat kimsenin tekelinde değil! Ve bu hakikati aramanın bulmanın yolu yalnızca bu adamların yollarından geçmiyor. O kadar akıllı olsalardı hayatı değiştirecek daha büyük etkide bulunurlardı.. Değerlerini takdir edelim ama hepsine de laf yetiştirecek, anlamaya çalışacak zamanımız da yok…
    Bu nedenle önerileriniz bana uygun değil.
    ***
    Samimi olarak soruyorum..
    Lütfen söyleyin.
    Kapitalizm her zaman kötü müydü? Başında da.
    Siyasal, sosyal kötülük nedir?
    7 milyar insan bilim ve teknoloji olmadan nasıl beslenir?
    ***
    Yeni çözüm yolları ortaya konmadan, eskinin yıkılmasının erken ve geç sonuçları neler olabilir?
    Yeni bir hayatı vaadeden düşünce, sınıf-güç nedir; kimlerdir?…
    *
    Bu konuda düşüncelerim var ama ham, muğlak..
    Sizinle sizin ortaya atacağınız konuları konuşmak, daha çok dinlemek de isterim. (mail adresim. gurselerk@hotmail.com)
    sağlıcakla kalın
    (not. Pipsqueak ile tartışan arkadaş-lar.. somut, uzatmadan, makul ve en önemlisi kendimizi değil, site okurlarını tatmin edecek üslup ve içerikte yazmaya çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.)

  234. “ergin” olmuş, (cinsel de olsa) olgun anlamında da kullanılır. “ergen” daha iyi. Bu ifadeyi şöyle yazmalıydım…
    ***
    Aydınlanma tam anlamıyla bir sekülerizmdir ve vazgeçilemez; ama aydınlanma’nın evlatları ideolojiler birer “ergen aklıdır” ki hiç biri tek başına hayatı-hakikati tümü ile ‘henüz’ kucaklayamamışlardır.
    ***
    Bu “sorun” ve yanıtlarımı aşağıya yazıyorum. Bu “somutluklar” üzerinden konuşmak isterim. Size-sizlere uymuyorsa bu bana uymaz! Özür dilerim.. Bu bir “köşelilik” mi, bir disiplin mi? Karar sizin. Lütfen. “Avara kasnak” olmayalım. (Bu bir “ilerlemeci” zihniyet mi? Evet. O zaman bir soru daha “İlerleme, nereye doğru, hangi amaçla, ve hangi yöntemlerle yürüdüğünüz yoldan bağımsız bir kötülük müdür?)
    ***
    “Yeni-Platoncu tözcüler, Aydınlanma ile başlayan her türlü toplumsal düzen oluşturma girişimini, bu girişimler bağlamında oluşmuş olan ideolojileri, insanın özgürlüğünü kısıtlayan kötü, faşizan yaklaşımlar olarak görürler.”
    *
    Mesele neden siyah-beyaz ikileminde ele alınıyor? Aydınlanma tam anlamıyla bir sekülerizmdir ve vazgeçilemez; ama aydınlanma’nın evlatları ideolojiler birer “ergen aklıdır” ki hayatı tümü ile kucaklayamamışlardır.

    “Her türlü toplumsal düzen” oluşturmayı reddetmek mümkün değildir ve saçmalıktır. Ama “özgürlükçü bir toplumsal düzen” arayışı kadim bir süreçtir ve sürecektir. İnsan toplumsal bir varlık ise… Bir “uzlaşma” (birey özgürlüğünün aleyhinde olmayan bir toplum düzeni ve birey özgürlüğünü geliştirerek “mutlu toplum” sürecini yakalayacak bir düzen!) bulunacaktır ve büyük olasılıkla binlerce yıl daha vaktimiz var!
    *
    “Onlar için bireysel özgürlük her şeyin üzerindedir ve bu özgürlüğü kısıtlayacak her türlü yapı kötüdür.”

    Bireysel özgürlükler toplamı bir toplumsal özgürlük meydana getirir mi? Binlerce yıldır toplum için birey feda edildi. Sonuç ortada. “İnsan bencil, vahşi bir etobur hayvandır! Kontrol edilmelidir.” İnsan yalnızca bunlar değil; aynı zamanda çıkar ve ortak çıkarı görebilen pragmatik akıllı bir hayvandır. Duygusuz değildir; ihtiyaçları karşılanmadığında vahşileşmeye yatkındır; vahşetini uyaran da adaletsiz toplumlardır. Bu nedenle genel olarak yasalar özgürlükler lehine olmalıdır. (Psikopatik, cinaî, manyakça davranışların özgürlük sayılarak verilen örnekler kabul edilemez.)

    “Çünkü onlara göre tüm ideolojiler, ideal tözümüzün ortaya çıkmasını engelleyen, yaradılışımızın bize verdiği o saflığı, temizliği ortaya koymamızı engelleyen insan icadı gereksizliklerdir.”

    Bu düşünceye tümüyle katılıyorum. Doğrusu bunları okumadan son 6 ayda “kendi-kendime” vardığım bir sonuçtur bu.
    *

    ” Zizek, ideolojisi nedeniyle diğer insanlara acı çektirenleri şöyle konuşturur: “Elbette bütün o zavallı kurbanlar için yüreğim kanıyor. Bunun bütün sorumlusu ben değilim, ben sadece Büyük Öteki’nin tarafında hareket ediyordum. Ben şahsen kedileri, küçük çocukları severim.”

    Lenin’i aynı zamanda Kronstad isyanına tavrı ile ele alın. Stalin’i de unutmayın. En başa dönelim; 1917 bir darbeydi! Devrim teşebbüsünün darbeye dönüşmüş hali; zamansız, yersiz, sınıfsız yapılmış!
    *****************
    NOT. KİMİN NE DEDİĞİNİN “CANI CEHENNEME”! NE ANLADIĞINIZI YAZIN! NEYE İNANDIĞINIZI.
    “PEYGAMBERSİZ”, ULEMASIZ, SİZDE KALANI…

  235. Pipsqueak’den (zayıf ve güçsüz tip) genel bir açıklama
    Kadın ve modernite sonsuz önemli, günümüzün sorunları olmaları açısından yerinde ve fikir yürütmeye değer konular.
    “Fazla uzun” ve ” fuzuli işgal” engellerinden ötürü tartışılamaması üzücü.
    Kadınlar konusunda 210, 212, 216 insanı çekici düşünceler ileri sürdüler. Sadece bir kişi kendini suyun akıntısına bıraktı, politikada doğru yer ve yolda olmak istedi ve “çocuk yetiştirmek kadınların görevi mi yani? Esas bu anlayışı dağiştirmek gerekli.”, diyerek ölü balık oldu, rahat yüzmeyi tercih etti.

  236. Sayın ogursel (227)
    “Pipsqueak” adının iki anlamı var ve (hemen hemen her şeyde olduğu gibi) ikisi iç içe.
    ABD’de, FBI ve CIA, kişiler hakkında gizlice tuttukları dosyaları isteyenlere göndermeye mecbur edildi. Bence 20. yüzyılın en önemli devrimcilerinden biri olan arkadaşıma dosyasını görmek ister mi diye sordum. ” Yok canım, bu çılgınlar benim gibi pipsqueakı ciddiye alacak kadar aptal değiller.”, dedi.
    İkincisi, günümüzde, bireylerin kendilerini anlamsız, öneme alınmadıkları bir dünyada bulup, baş kaldıracaklarına boşluğu tüketicilik veya bireycilikle avutmalarını alaya almak.
    Sizin söylediklerinize de, araştırmalarınız anlamında, ben İranlı bir şairin şu lafıyla katılıyorum: “Bu yolda yürüyenler yorulmazlar, çünkü bu, hem yol ve hem de amaçtır.”
    Ne var ki bu çeşit girişimler, bence, özel ve kişisel yaklaşımlar oldu, ve ardından maddi zenginlik ve okulların artışıyla büyük bir boyut kazandı. ( belki bu, “Kapitalizm her zaman kötü müydü? Başında da.” sorunuza dolaylı bir cevap.) Uzatmamak için üç örnek vereceğim.
    1. Dahi kendine öz bir dünyada yaşar. Zanaatkarın komşuları var. Kısa bir ek. Zanaatkar derinliği sezer ama dili, o derinliği anlatacak uzman dili değil. Dili, ortak ve paylaşılan mit, efsane, atasözü, masal, alegori, türkü, bilmece, anlam hazinesi semboller, gelenekler, yazılı olmayan töreler, … , sonsuz. Zaten her kişiden yukarıda lafını edilen yolu tutmasını beklemek fanatiklik, delilik.
    2. Bu ikinciye tarih ve felsefede çok örnek var ama ben Budizm’i seçeceğim. Yaşamın kendisi acı çekmek. Sonsuz derin ve çekici ama bu, bir örnek seçersem, Kızılderililerde tam tersi: yaşam bir haz, bir neşe ve hatta kendini aşma coşkunluğu.
    Üçüncüsü ve devamı bununla ne demek istediğimi daha iyi açıklar.
    3. Ben sadece kendi bağımsızlığını korumak için açlık, kılıç, ateşli silahlara karşı direnen, kölelik yerine ölümü göze alan, zevk ve nefsine düşkün Avrupalıları hor gören, tamamen çıplak vahşi yığınlarını görünce, kölelerin özgürlük tartışmasını abes buluyorum.
    J. J Rousseau
    Bana göre, asıl önemli olan ve çok kısaca şu: yiyecek, barınak, ve sağlık elimizden alınmış.
    Önce yiyecek ve elbise güvencini sağla, ruhsallık (tinsellik) kendiliğinden gelir. Bunu söyleyen Marks değil, Hegel.
    İnsan toplumunun iticisi, en son tahlilde, ekonomidir. Bunu söyleyen Marks değil, Freud.
    (Not: bunları Marks’ı küçümsemek için söylemiyorum.)
    Ben ciddi olarak medeniyet sonrası tinselliği bu akıl almayacak güzellikteki materyal (maddi) dünyayı cehenneme çevirenlerden kaçanların sığınağı olarak görüyorum. Sanki tek özgürlük orada.
    Yiyecek, barınak, ve sağlık tekele alınmasın geri kalanlar: insan güzellikleri, çeşitlilikleri, değişik görüşler, değişik beraber yaşama yolları bulma, değişik diller, değişik müzik, …, sonsuz. Özgür cemiyetlerde tarih olmaz, özgeçmiş (biyografi) olur. Birinin unuttuğunu bir diğeri hatırlar, birinin anlamadığını bir diğeri anlar, birinin yapamadığını bir diğeri yapar, …, sonsuz.
    Tamamıyla nesnel ölçülerle değerlendirdiğinde, dünyada teknolojide en yetenekli ve başarılı insanların Eskimolar olduğu tespit edilir.
    Tarih araştırması yapan bir arkadaşımın tarihi bir yerde (yok edilen ilkellerin yaşadığı yerler müze oldu) başına geleni bana anlattığı: “Çölde bir çalının yanından geçtim ama sonra yanında bir yazı olduğunu hatırlayıp geri döndüm. Çalıdan ve meyvelerinden, ip, elbise, içecek, yiyecek, boya, ilaç, sepet yapmışlar!”
    Bence bu kaybımız medeniyetin doğuşuyla başladı. Ve eğer sizin tinselliğinizi biraz değiştirerek kullanırsam, ben “gerçek”in rüyalardan oluştuğuna inanıyorum. Ama medeniyetin doğuşundan bu yana bir avuç azınlığın rüyasını kendi rüyamız sanıyoruz.
    Ben bunun, kesin kes, çıkmaza girmek değil, çıkmazdan çıkmaya başlangıç olduğunu düşünüyorum. Ben bununla, kesin kes, başarıları küçültmek, yaratılan güzellikleri görmemezlik etmek, insan güzelliklerini görmemezlik etmek ve değersiz kılmayı ima etmek istemiyorum. Bu benim tarihte ve şimdi ne gördüğüm. Bu nedenden karşı tarafı anlasam da, karşı taraf genellikle benim söylediklerimi yararsız buluyor ve hatta bir arkadaşın deyişiyle “sanki ben kansere karşı konuşuyorum sanıyorlar.”
    En basit örnek. Tüm dünya kapitalist-burjuva oldu. Tüm dünya belli düşünce sistemleriyle inceleniyor ve anlaşılıyor.
    Somut sorularınızı düşünüyorum ama doğrusu sonsuz zor sorular. Ama samimiyetinizden dolayı, tatmin etmeyeceğini kendim de bildiğim kısa cevaplar vereceğim.
    a) “Kapitalizm her zaman kötü müydü? Başında da.” Kesin evet, ama ek bir nüans. Kapitalizm sadece asıl kötülüğün son avatarı.
    b) “Siyasal, sosyal kötülük nedir?” Siyasal kötülük Devlet’in var oluşu. Sosyal kötülük emir verenle emire boyun eğip emir alan oluşu. Daha değişik söylersem: çocuklar için dünya oyuncak, bizim için meta.
    c) “7 milyar insan bilim ve teknoloji olmadan nasıl beslenir?” Burada iki aylık gazetenin bu sorunuza verdiği cevaba katılıyorum. Azla yaşamak ve ekonomik gelişmeyi tersine çevirmek.
    Ben katkım: “bilim ve teknoloji”, oldukça ne 7 milyar insan beslenir ne de bu insanlar yaşama karşı dolaysız sorumluluk üstlenmek özgürlüğüne kavuşurlar.”, derim.
    Ama emin olun kendim de bu cevapların muğlak olduklarını biliyorum ve sadece kitap adları vermek de istemiyorum. Düşüneceğim, derleyeceğim, elimden geleni yapmaya çalışacağım, başarırsam yazacağım.
    Esen Kalın

  237. Aslında bu soruna bütün yönleriyle bakarak olumlu sonuçlarının da olabileceğini düşünmem gerekirdi. Bu yüzden 210 no’lu yorumumda biraz tek taraflı ve karamsar olduğumu kabul ediyorum. Örneğin modernitenin diğer bir tehlikeli sonucu bu aşırı nüfustur. Eğer bu sayede bu artış durabilir hatta gerileyebilirse, niceliği düşük niteliği yüksek bir nüfus olabilirse bu iyi bir gelişmedir.

  238. 230’a .. yazdıklarınızı “enine boyuna” düşünerek ve en ekonomik “boyutta” ve sohbet olarak katılacağım.
    ilk aklıma geleni yazmak istedim.
    İdeal koşullarda elbette değiliz. Ama.. İnsanlığın geldiği şu vahşet ve barbarlık, halen yine de “uygarlık” olarak adlandırılsa da.. Verili koşullar altında “çözüm”, “göreli adalet” içeren öneriler üretimine zorunlu olduğumuzu düşünüyorum.
    Verili koşullar altında!
    Örneğin II. Friedrich (1194-1250) .. Sicilya. Kurulan devlet yapısı. ve Campenella’nın Güneş Ülke’si. 16-17. yy da bu ülke üzerinden hayal edilmiş.
    Belki sizin hayallerinize ait önemli kısımları içeren kurgular… Ama hayatın kendi yasaları..
    Sanırım türümüzün, toplumsal verili yasalarımızın, insanî-hayvanî zorunluluklarımızın; ilişkilerin zorunlu diyalektiğinin hesaba katıldığı “hayaller” gerçekleşme şansı içerir…
    (Not; Tinselliğe yüzde 25 verdiğimi yinelemeliyim. Azaltabilirim de..)

  239. son cümle şöyle olmalı …
    Türümüz imkânları ve koşullanmışlıkları içinde, toplumsal, tarihsel verili yasalarımızın, insanî-hayvanî zorunluluklarımızın; ilişkilerin zorunlu diyalektiği uyarınca ve vardığımız tarihsel kavşakta, önümüzdeki 20-30 yıllık süreçte “yüce adalet” arzusunun tatmini-oldurulması için atılacak ilk bir kaç adım ne-neler olmalı????????
    Bu “tanrısal” yanıtı vermenizi beklemiyorum! Ama bu tür soruların yanıtına ait diyalog arayışındayım…

  240. SAYIN 'PIPSQUEAK'E SON MESAJIMIZ!

    Sayın “pipsqueak”,

    Aşağıda; “tehlikeli kavramların” kurum ve temsilcilerinin isimlerini okuyacaksınız!

    Bizler, beğenmemekte %100 haklı olduğunuz, ve bizim de kurtulmak istediğimiz “Beyaz YaLAka”lar olarak;

    AŞAĞIDA OKUYACAĞINIZ “KAPİTALİST”LERE KARŞI SİZİ DE MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ!

    Şu adreste ( http://203e-ve-204e-pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/130564970735/say%C4%B1n-pipsqueak-203-ve-204 ) size yazdığımız cevabımı okurken; aşağıdaki kısma dikkat ediniz:

    [Özet: Her üçünüz de 19. yüzyıl anarşistliği sınırları içindesiniz. Her üçünüz de sosyal medya yıldızlığı kapsamı içindesiniz. Sizlerle fikir tartışması imkansız.
    ÖZETLER ÖZETİ: SİZ ÜÇÜNÜZÜ ÖZÜR DİLEMEKLE YAPTIĞINIZ HAKSIZLIĞI KABUL ETMEYE DAVET EDİYORUM. EĞER BEYNİME BİR SİLAH TUTULUP MUTLAKA ANARŞİSTLİĞİN BİR TANIMINI YAPMAYA MECBUR EDİLSEM, “BİREYE SAYGIDIR”, DERİM. SİZDEN BUNU BEKLÜYORUM.
    ****Esas konu bu. Hatanızı kabul edip özür dilemeniz!***]

    Sizden hiçbir zaman “anarşizmin tanımını yapınız” diye bir talepte bulunmadık.

    Öyle sanıyoruz ki:
    [BİREYE SAYGIDIR] derken bir şeyi gözden kaçırıyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    Yukarıda ne yazmıştık:

    “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!

    İNSAN:
    NE YAPAYALNIZ BİR BİREY,
    NE DE BİR KOYUN SÜRÜSÜ GİBİ SOSYALDİR!

    Bu ikisini beraber düşünmediğiniz müddetçe; [BİREYE SAYGIDIR] saptamanız hatalı sayın “pipsqueak”!

    İzah edelim:

    19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başından günümüze değin; “insan”, mutlak hedonism temelindeki “bireyci”liğe özendiriliyor! (Bakınız: “The Century of the Self”, Adam Curtis, 2002)

    “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu “tekilliğe” saygı gösterilmelidir! “Birey”in yegâne anlamı bu “tekillik” olmalıdır! Ama artık değil, ne yazık ki!

    Bugün:
    Ters-yüz edilmiş,
    Deforme edilmiş,
    “Hakiki” anlamından kasten saptırılmış bir “birey”le, bir “bireycilik”le karşı karşıyayız sayın “pipsqueak”!

    Özellikle şu 6 isim; “bugünkü birey”in, “bugünkü bireycilik”in ilahları kabul ediliyor:
    Ayn Rand!
    Ludwig von Mises!
    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    Bu isimlerin hepsi “modernite” için olmasa da; “kapitalizmin Zeus’ları ve Hera’ları”dır! (Not: Bu 6 isim; o meşhur “John Locke”un, o meşhur “Adam Smith”in torunlarıdır! “150” numaralı metnimizde hatırlattığımız “Gabor Maté”in ve “John McMurtry”nin ikazlarını daha dikkatli okumanızı öneririz!)

    Öve öve bitirilemeyen “The United States of America”nın founding father’larından biri olan Thomas Jefferson tarafından bir amentü hâline getirilişini ispat edelim:

    (Tarih: 1776) “We hold these truths to be self-evident, that all men are created equal; that they are endowed by their Creator with inherent and inalienable Rights; that among these, are Life, Liberty, and the pursuit of Happiness…”

    Acaba Thomas Jefferson “Liberty, and the pursuit of Happiness” derken; insanın tekilliğine mi vurgu yaptı?!
    Yoksa; mutlak hedonism temelindeki “bireyci”liğe mi vurgu yaptı?!

    [BİREYE SAYGIDIR] saptamanızın bugün nasıl ölümcül hâle getirildiğini,
    “Mutlak hedonism temelindeki bireycilik”in dünyayı nasıl pençesine aldığını,
    Günümüzdeki tehlikeyi daha yakından tanımak için aşağıdaki 5 adresi dikkatle incelemenizi öneririz:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    İSİMLER:

    Lloyd Craig Blankfein,
    James P. Gorman,
    Klaus Martin Schwab,
    John McFarlane,
    Douglas Jardine Flint,
    Axel A. Weber,
    Paul Achleitner,
    Jean Lemierre,
    Federico Ghizzoni,
    Dennis M. Nally,
    Punit Renjen,
    John B. Veihmeyer,
    Mark A. Weinberger,
    Ahmet Muhtar Kent,
    Indra Nooyi,
    Sundar Pichai,
    Tim Cook,
    Oh-Hyun Kwon,
    Satya Nadella,
    Gregory R. Page,
    Donald John Trump,
    Charles de Ganahl ve David Hamilton Koch,
    Fred DeLuca,
    Alexandre Behring da Costa,
    Andrew James McKenna,
    Gregory B. Penner,
    Roman Abramovich,
    Mukesh ve Anil Ambani,
    Jack Ma (veya “Ma Yun”),
    Jeff Bezos,
    Jack Dorsey,
    Carly Fiorina,
    Ratan Tata,
    Mustafa Koç,
    Güler Sabancı,
    Ferit Şahenk,
    Ümit Nazlı Boyner,
    Bülent Eczacıbaşı,
    Ahmet Nazif Zorlu,
    Şarık Tara,
    Arzuhan Doğan Yalçındağ,
    İzzet Garih,
    Hakan Ateş,
    Ersin Özince,
    Turgay Ciner,
    Ahmet Çalık,
    Murat Ülker,
    Firuz Kanatlı,
    Mark Zuckerberg,
    Ethem Sancak,
    Cansen Başaran-Symes,

    Levent Erden
    https://twitter.com/leventerden/with_replies

    Sina Afra
    https://twitter.com/SinaAfra/with_replies

    [Liste devam ediyor…]

    Sizden “kapitalizme karşı mücadeleye katılmanız” dışında başka bir talebimiz yok!

    Hoşçakalın!

  241. SAYIN ZİLELİ, TEŞEKKÜR EDERİZ!

    Sayın Zileli,

    “234”teki mesajımızı yayınladığınız için teşekkür ederiz.

    Siz de “tehlike”yi görmeye başladınız; minnettarız!

  242. Pipsqueak’den, sayın ogursel (227 ve belki 231 & 232 de dahil)
    Aşağıdaki daha demin okuyup bir kısmını Türkçe’ye çevirdiğim bir haber. Bu haber, 230 no’lu yazımda dolaylı değindiğim “her şeyi tekele alma veya insanlardan çalıp yeniden geri satma”, sapıklığını, bence, kanıtlar.
    New York mahkûmları dünya tartışma ekiplerinde en üst yeri alan Harvard Üniversitesi ekibini yendi.
    Geçen ay, Doğu New York Islah Tesisindeki mahkûmlar, büyük güvence altındaki kilitli bir yerde yapılacak bir tartışma şartı altında, Harvard ekibine meydan okudu.
    Dersleri mahkumlara cezaevi yakındaki Bard College öğretim üyeleri verirler ve mahkûmlar da bir popüler tartışma kulübü kurarlar.
    Dostça rekabet hapishane takımın galibiyetiyle sona erdi. Ve bu Doğu New York Islah takımı için ilk galibiyet değildi.
    İki yıl önce başladığından bu yana Vermont Üniversitesi ve ABD’nin West Point’teki Askeri Akademisi ekiplerine meydan okudular ve yenilgiye uğrattılar.
    Harvard ekibinin hem ulusal hem de dünya şampiyonluğu kazandığı göz önüne alındığında, mahkûmların Harvard’a karşı zaferleri en büyük başarıları olabilir.
    Tartışma hakemliği nötr bir jüri tarafından yapıldı.
    Bu başarı, Bard üniversitesinden mahkûmlara ders verenler arasında özel bir şaşırma veya surpriz yaratmadı.
    Hoşça kalın

  243. Sayın “pipsqueak”,
    230’daki tespitlerinize katılıyorum. Tümüyle. Başkalarının gerçeğini rüya edinerek yaşamak; her insanın küçük burjuva konformizmi ile zehirlenmiş oluşu… Bilim ve teknolojinin ARTIK… son 50 yıl diyelim, insanlığa gezegene zarar vermeye başladığı, zararın artarak süreceği…
    Önemsiz ayrıntılar bir yana sanırım aramızdaki temel görüş farklılığı Bilim ve Teknoloji’ye ait. Yanlış anlamadıysam siz reddediyorsunuz; ben ise “at sahibine göre kişner” olarak değerlendiriyorum.
    Son yıllarda gözlediğim bir şey var. Belki birileri de yazmıştır. Marks’ın devrimci işçi sınıfı yeni doğuyor! Kalifiye, üniversite okumuş işçi’ler! Öyle ki, patronlar, şirket sahipleri olmadan tüm üretim düzeni olduğu gibi sürer. 1789 da olduğu gibi! Ekonomik süreçlerde hakim olanlar, siyasal, toplumsal egemenliği devralır.
    Bu işçi sınıfı “olağan” koşullarda kendi içinde ekip çalışması geleneğinden gelmiş olmaları, eğitimleri nedeniyle hiyerarşiyi aşma imkânları v.s..
    Bu konuda bir yazı-makale okudunuz mu? Paylaşırsanız sevinirim.
    Gezi İsyanı bu yeni işçi sınıfına ait bir “haberci” gibi de okunabilir.
    *
    Hapishanedeki yarışma sonucu beni şaşırtmaz. Zaten nice çok zeki çocuğun bu bencil-açgözlü haydutlar tarafından harcandığını düşünürüm. Ve belki en akıllıları daha kolay suça sürüklenir. İsyankârdır; isyanının hedefini bilemez…
    Ve bu insanlar Bilim ve Teknolojiyi insan-toplum-tabiat-dünya arasında uzlaştırarak kullanabilirler düşüncesindeyim..

  244. Sayın (ogürsel) 238'e

    Sayın (ogürsel) 238,

    [Son yıllarda gözlediğim bir şey var. Belki birileri de yazmıştır. Marks’ın devrimci işçi sınıfı yeni doğuyor! Kalifiye, üniversite okumuş işçi’ler!]

    Bunun gerçekleşeceğini söyleyenlerden biri de Marks’dı, haklısınız. Belki de Adam Smith’in kavramlaştırdığı-sistemleştirdiği “kapitalizme”; en keskin karşı çıkışlardan birini Marks (ve Engels) yaptığı için; bu kadar ünlü olabilirler.

    Marksist değil; anarşist olduğumuzu yukarıda belirtmiştik. Fakat tespitlerimizi doğru yapmak zorundayız. Haklı Marks olduğu gibi Haksız Marks da var. Mesele mevcut hâlde bunlar değil.

    “234” numarada sayın “pipsqueak”e yönelik gönderdiğimiz metni:
    Yukarıda köşeli [] parantez içinde sizin aktardıklarınız temelinde değerlendirirseniz; “yaklaşan tehlike” demekle ne kastettiğimizi daha net anlayacaksınız!

    Açalım:

    Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz.

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor!

    Bu; “buzdağının görünen kısmı” dedikleri türden sadece bir örnek!

    Tehlikenin boyutlarını görebilmeniz umudumuzla…

    Esen kalın.

  245. Pipsqueak’den sayın 234’e, bu da benim son mesajım olsun.
    İlk önce bütün varlığım ve bütün samimiyetimle neden benim sonsuz basit, öz, asıl, temel dediğimi anlatamadığımı anlamıyorum.
    Siz Bookchin’den (hiç beğenmediğim bir kimse) anlamadan ve okumadan kopyaladığınız bir terimle ve “potlatch” konusunu ciddi konuşmaktansa politik-psikolojilk alışkanlıklarla bana ve arkadaşlarıma hakaret ettiniz ve hala hakaret ediyorsunuz.
    Ben kendimin sizin saygı ve huşu içinde adını ettiklerinize eşit, çoğunundan da, siz de dahil, çok daha yüksekte olduğumu bildiğim ve düşündüğüm aklınızdan bile geçmiyor.
    Buna katılmayabilirsiniz. Ve dolayısıyla “siz hakaret saydığınız lafları hakkettiniz, …, adını ettiklerimizle kıyasa bile değmez aşağılık bir kimsesiniz, eylemci değilsiniz, …, kafayı yemişsiniz, … “, demektense, aynı nakaratları tekrarlıyorsunuz: bana akıl vermek, kitap, kişi ve internet adresleri okumamı tavsiye etmek. Okuyor, salaklıklarını gösteriyorum, unutuyorsunuz. Bir daha lafı bile dilmiyor. Sıfıra dönüş: eylem, eylemsizlik, sefillik, sokaktaki insan …. Devrim hafızı.
    Bana ve arkadaşlarıma karşı somut bireyler olarak, somut bir durumda, somut hakaretleriniz için özür dilemeye davet ettim. Ve bu bağlamda genelleştirerek bireylerin gece gündüz (iş yerlerinde, devlet dairelerinde, okullarda, hastanelerde, … saymakla bitmez) hakaretlere maruz kaldıklarını ve siz anarşistlik iddia ettiğinizden böyle şeylere karşı daha da hassas olmanızı hatırlattım. Tabii büyük bir hata yaptım. Size tekrar bulutlar arasında uçmaya, soyutluklar ormanında kaybolmaya bahane vermiş oldum.
    Birçok salt Fransız eşsiz sosyologları arasından bir dev örnek, A. Touraine (ve onun altında eğitimini yapıp Türkiye’de kadınlar hakkında çok güzel bir eser yazan sosyolog Nilüfer Göle), yerine medya yıldızlığına hevesli Bourdieu’yu seçmeniz bilgiden çok sosyal medya antenlerinizin gücünü gösterdi. Sayısı benzeri gaflar.
    Fransız sosyologlarından okuduklarım ve beğenip beğenmediklerimin listesini yapsam uzun olacak, sizin seviyenize ineceğim ve en kötüsü hemen EYLEM antenleriniz ( alıcılarınız, reseptörleriniz) maşallah çok güçlü hemen EYLEMSİZLİK ayıbımı yakalayacaklar.
    Ben kendimi sizin tanrılar gibi adlarınızı sıraladıklarınızın çoğundan çok daha ileride görüyorum ve o nedenden hakaretlere devamlarınızı artık cahilliğinize veriyorum.
    Hiyerarşi genlerinizde, farkında değilsiniz. Bunun yarardan çok zararı var.
    İşte aşağıda sizin tanrıların benim için tanrılar olmadığını örnekleyen daha bugün okuyup kısmen Türkçe’ye çevirdiğim bir haber. Ben buna benzer sayısız örneklere şahit oldum ve sayısız çok daha derinden inceleyen ama tanınmayan yazarlar okudum. Ekonomide baş yıldızlarınızın yalanlarını yakalayan bir Ghanalı’da söz ettim, karşılık bile yok. Diğer örneklerim de kara deliğe gittiler.
    “New York mahkumları dünya tartışma ekiplerinde en üst yeri alan Harvard Üniversitesi ekibini yendi.
    Geçen ay, Doğu New York Islah Tesisindeki mahkumlar, büyük güvence altındaki kilitli bir yerde yapılacak bir tartışma şartı altında, Harvard ekibine meydan okudu.
    Dersleri mahkumlara cezaevi yakındaki Bard College öğretim üyeleri verirler ve mahkumlar da bir popüler tartışma kulübü kurarlar.
    Dostça rekabet hapishane takımın galibiyetiyle sona erdi. Ve bu Doğu New York Islah takımı için ilk galibiyet değildi.
    İki yıl önce başladığından bu yana Vermont Üniversitesi ve ABD’nin West Point’teki Askeri Akademisi ekiplerine meydan okudular ve yenilgiye uğrattılar.
    Harvard ekibinin hem ulusal hem de dünya şampiyonluğu kazandığı göz önüne alındığında, mahkumların Harvard’a karşı zaferleri en büyük başarıları olabilir.
    Tartışma hakemliği nötr bir jüri tarafından yapıldı.

    Bu başarı, Bard üniversitesinden mahkumlara ders verenler arasında özel bir şaşırma veya supriz yaratmadı.”
    Somut kişiler olan sizden çok daha bilgili, çok daha olgun, çok daha devrimin ne olduğunu bilen, sizden çok daha önce anarşist olanlara (bana ve arkadaşlarıma), somut nedenlerden (salak Bookchin’in formülü, “life-style anarchism” ve “potlatch” konusu), somut bahanelerle (eylemsizlik, sokaktaki insan, emek, sefiller) ve bir sürü saçmalıklar konuşan tanrılara sığınarak hakaretler yağdırdınız. Ve hala anlamıyorsunuz.
    “özetler özeti: siz üçünüzü özür dilemekle yaptığınız haksızlığı kabul etmeye davet ediyorum. eğer beynime bir silah tutulup mutlaka anarşistliğin bir tanımını yapmaya mecbur edilsem, “bireye saygıdır”, derim. sizden bunu bekliyorum.”
    Lafımdan ben sizden anarşistliğin tanımını talep ettiğim sonucunu çıkarmanız sizin zeka miktarını ve şimdiye kadar sergilediğiniz zeka miktarını gösteren eşsiz bir örnek.
    Salak Harvey’in kim olduğunu açıkladım, şimdi onun adı çıktı. Diğer iki iyi kalpli salaklara az değindim fırsat bu fırsat, onları okumalıyım. Onların yazdıklarını okuyup kanılarımı yazdım, neden tekrar edip duruyor sunuz? Buna benzer şeyler aramızda sonsuz defa oldu. Siz ciddi değilsiniz!
    Bu heriflere benim cevabım sonsuz güzel atasözü: “koyun can derdinde, kasap et derdinde.”
    Ben belki baştan sizin kim olduğunuzu anlamayıp çamurluğa batacak kadar aptalım ama sizin gibi en basit bir şeyi anlamayanlarla ellerinde nükleer güçler olan ve kullanacak kadar çılgın olanlara karşı mücadeleye gidecek kadar aptal değilim. Ben sizin “kapitalizm” lafıyla ne demek istediğinizi bile bilmiyorum. Tek anladığım, KAPİTALİZM = BÜYÜK ÖCÜ ve bu öcünün sosyal medyada topladığınız hasarları.
    Ne yazık ki bu sitede, aramızda olanları, mahkumlarla Harvard Üniversitesi ekibini arasındaki tartışmayı değerlendirecek bir hakem ve nötr bir jüri yok.
    Çok çok yazık. Gibi görünmek artık evrensel olmuş.

  246. Sayın (pipsqueak) 240'a

    Sayın “pipsqueak” (240),

    Size yazdığımız cevapları Gün Zileli “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarıyla yayınlamadığı için; adresler içinde size gönderdik, ama yine okumamışsınız!

    Cevabımızı bir zahmet şu adresten okuyun:
    http://203e-ve-204e-pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/130564970735/say%C4%B1n-pipsqueak-203-ve-204

    Yukarıdaki adrese tıklayın ve size cevabımızı okuyun.

    Sizle görüşmelerimizi kısır döngüye soktunuz; çıkamıyoruz. Sizden öğrenmek istediğimiz daha fazla konu var ama kısır döngüyü ısrarla sürdürdüğünüzden o konulara birtürlü gelemiyoruz! BİR KEZ DAHA İFADE EDELİM: DAVID WATSON, FREDY PERLMAN VE GÜNTHER ANDERS BAŞTA OLMAK ÜZERE YAZDIĞINIZ NİCE İSMİ İLK KEZ SİZDEN ÖĞRENDİK! TECRÜBELERİNİZDEN DAHA DA FAZLA ŞEY ÖĞRENMEK İSTİYORUZ DİYE SİZE ISRARLA SORULARIMIZI SORARKEN NİÇİN GÖNÜLSÜZ DAVRANIYORSUNUZ?!

    *********
    [Ben sizin “kapitalizm” lafıyla ne demek istediğinizi bile bilmiyorum.]

    Bunu yazarken şaka mı yapıyorsunuz? Ciddi misiniz?

    Şu an yaşadığınız yer neresi ise, size “kaynakları” kargo ile göndermek isterdik. Ama cebimizde kargo masrafını ödeyecek para olmadığı için kara kara da düşünürdük!

    BİZ SİZE “KAYNAK” YAZINCA; SİZ SANIYORSUNUZ Kİ “ÖĞRETMENLİK, PROFESSIORAL’LIK” TASLIYORUZ! HAYIR, SAYIN “PIPSQUEAK”! SİZE KARGO İLE GÖNDEREMEDİĞİMİZ KAYNAĞI WEB ADDRESS İÇİNDE YAZIP GÖNDERMEYE MECBUR KALIYORUZ! İNCELEMENİZİ İSTİYORUZ, BUNLARA KARŞI NASIL MÜCADELE EDİLMELİDİR, SİZİN TAVSİYELERİNİZ NEDİR DİYE SORUYORUZ. AMA SİZ; KAFAMIZA TAŞ ATMAKTAN BAŞKA ŞEY YAPMIYORSUNUZ!

    Sayın “pipsqueak”; aşağıda okuyacağınız “kaynak”lar SİZE ÖĞRETMEK İÇİN DEĞİL! BİLDİĞİNİZİ BİLİYORUZ!

    [Ben sizin “kapitalizm” lafıyla ne demek istediğinizi bile bilmiyorum.]
    “KAPİTALİZM” LAFIYLA İŞARET ETTİĞİMİZ TEHLİKELER AŞAĞIDA SAYIN “PIPSQUEAK”!

    SİZDEN İSTEDİĞİMİZ:
    BUNLARA KARŞI MÜCADELEDE SİZİN TAVSİYELERİNİZ NELERDİR?

    Özellikle şu 6 isim; “bugünkü birey”in, “bugünkü bireycilik”in ilahları kabul ediliyor:
    Ayn Rand!
    Ludwig von Mises!
    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    Bu isimlerin hepsi “modernite” için olmasa da; “kapitalizmin Zeus’ları ve Hera’ları”dır! (Not: Bu 6 isim; o meşhur “John Locke”un, o meşhur “Adam Smith”in torunlarıdır! “150” numaralı metnimizde hatırlattığımız “Gabor Maté”in ve “John McMurtry”nin ikazlarını daha dikkatli okumanızı öneririz!)

    [BİREYE SAYGIDIR] saptamanızın bugün nasıl ölümcül hâle getirildiğini,

    “Mutlak hedonism temelindeki bireycilik”in dünyayı nasıl pençesine aldığını,

    Günümüzdeki tehlikeyi daha yakından tanımak için aşağıdaki 5 adresi dikkatle incelemenizi öneririz:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    UMARIZ SAYIN “PIPSQUEAK”, ŞU YUKARIDAKİ 5 ADRESE BİR ZAHMET TIKLAYIP GİRERSİNİZ, İNCELERSİNİZ DE; BİZE MÜCADELE KONUSUNDA TAVSİYELERİNİZİ GÖNDERİRSİNİZ…

    Cevabınız bizim için çok önemli!

    David Watson, Fredy Perlman, Günther Anders ve bu sayfada hatırlattığınız nicelerinden sonra; şimdi yazacağınız cevap bizim için daha önemli!

    Umarız yine yanlış anlamazsınız.

    Umarız yine kafamıza taş atmazsınız.

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz…

    Esen kalın.

  247. Kısaca açıklamalıyım. Kuşkusuz bu “eğitimli” insanlar öncelikli olarak burjuvazinin kötülüklerinin suç ortağı olmayı sürdürecekler.
    Ancak büyük bunalım, büyük işsizlik krizleri, yaygın yıkıma sürüklenen savaş süreçleri.. Bu koşullarda devrimcileşebilir.
    Devrimin dayanacağı sınıf bu olabilir.
    Bilinen işçi sınıfı devrimci değildir; onun yerine k. burjuvalar konuşmaktadır…. Allah adına söz alarak siyaset yapanlardan ne kadar farklı bu yöntem?

  248. bunlar ile ilgilenmediğinizi biliyorum. Bir yanı ile bu mevzu belki 20 yıl sonra gündeme gelecek. Ve belki bir yıkım da yetmez “akıllanmaya!”
    Bizim için de yakıcı, acil bir sorun değil.
    İşte bir sorun daha.. Gelişmiş bir burjuva demokrasisi yaşanmadan, Seküler ortak bilinç olgunluğu gerçekleşmeden, “ileri sosyalist-anarşist, özgürlükçü” bir siyasal, toplumsal hayat mümkün mü? (Bu soruyu ve diğerlerini her kes yanıtlayabilir elbette…)

  249. Sayın ogursel (pipsqueak’den)
    238’de sözünü ettiğiniz konuya özgü hiç bir bilgim yok. Eğer buna özel olarak değinen yazılara rastlarsam, size seve seve yollarım.
    [Parantez içinde, bende hemen yarattığı düşünceler: genel olarak artık kapitalist kalmadı. Özellikle Batı’da ve benzeri ülkelerde buna inanmak belki zor olabilir ama bence çok doğru. Hele burjuva çoktan yok oldu yerini herkes aldı. Ben bütün dünya insanlarının burjuva olduğuna tüm varlığımla inanıyorum.
    Aslında sizin dediğiniz, Bolşevikler ve darbe/devrim konusunda biraz saklıydı ve üzerinde özellikle durmadık. Bolşevikler ve halefleri kapitalistsiz kapitalizm olabileceğini kanıtladılar ve zaten amaçları da oydu.]
    231’e yanıt olacak hem ciddi hem de dağıtmanın bazan kaçınılmaz zor esprisi içeren bir yazı hazırlamaya niyetim de var. Şimdilik dağıtmaya hazırlık niyetimin örnekleri:
    1. Kapitalizm, başarılarıyla insanlarda ütopyaya vardırma umutları ve dolayısıyla ütopyacılar yaratır. Ama aynı zamanda büyük sefalet yaratır. Ütopyacılar (alay etmek için söylemiyorum) ne yardan ne serden geçenler.
    İşler daha da karışır.
    Campenella Katolik (sözcük anlamı evrensel). Güneş ülkesini zamanda değil uzayda kurgular. Ayni diğer katolik Thomas More gibi. Her ikise de 227’de sorduğunuz sorulara:
    “Kapitalizm her zaman kötü müydü? Başında da.”
    “Siyasal, sosyal kötülük nedir?”
    kötülüğün kaynağını daha kapitalizmin başında mülkiyette bulmakla benden çok daha erken ve çok daha güzel cevap verirler.
    Üstelik sık sık (entelektüel anlamda subjektif olan) Descartes’la karıştırılan Campenalla tamamıyla psikolojik anlamda öznel (subjektif). Modern dünyamızın temel taşlarından biri subjektiflik. İyi veya kötü demiyorum, moderniteden söz etmiştiniz, bağlamak veya dağıtmak (şaka ediyorum) istiyorum.
    Diğer yandan, bilim-tekniğin babalarından en önde gelenlerden ve en büyüklerinden biri olan F. Bacon aynı şimdiki gibi ütopyayı zamana yerleştirir. Daha sonra bu, İlericilik miti olur. Bilim-teknik bu mitin diğer bir tezahürü, diğer bir dışa vurumu.
    Dağıtmadan bu iç içe girmiş konuları anlatmak, açıklamak bir sanat. Hele temalar birbirine bağlı, iç içe, ve genel bir düğümde bağlanmışlarsa, ancak kitaplar halinde aktarılabiliyor.
    2. Bir de, “Yanlış anlamadıysam siz reddediyorsunuz; ben ise “at sahibine göre kişner” olarak değerlendiriyorum.”, çok güç olan bu konu var.
    Eğer şu an, ve laf oyununa benzer bir cevap verirsem, atın sahibinin bile atın tabiatına uymaya mecbur olduğuna işaret etmek isterim. Dolayısıyla atın doğasının ne olduğunu bilmemiz gerekir. Büyük materyal hasarların geri dönülmez bir noktaya vardığı iddiaları yanı sıra, bilim ve teknolojinin temel varsayımlarıyla metotlarını, kullandığı dili, doğaya bakış felsefesini (metafiziğini) incelememiz gerekebilir. Atı zorla evcilleştirme belki artık normal gelebilir, doğayı belli kavramsal deli gömleğine sokmak artık normal gelebilir ama kibirimizin sınırlarını bilmek kolay değil.
    Bir Avrupalı beyaz, attığı bir iple atı yere düşürüp yakalar ve zorla evcilleştirir. Kızılderili haftalarca kovalar, at yorulup yere düşünce atın gözlerini örtüp burnuna üfler, ve “ben senin akrabanım”, der. Soranlara da “atın gururunu incitmemeli”, der
    3. Ek olarak, 238’de ” her insanın küçük burjuva konformizmi ile zehirlenmiş oluşu…”, demiştiniz. Daha yaygın olduğunu düşündüğümü örnekleyen kısa bir yanıt vermek istedim.
    Kendi rüyamızdan mahrum edilmiş olmayı anlatan olmuş bir olay var. Yeni “keşfedilen” yerlerde vahşileri doğru yola getirmek isteyen misyonerler Hristiyanlığı anlatırlar. Roma’ya yazdıkları raporlarda vahşilerin büyük bir saygı, merak, dikkatle dinlediklerini, beğendiklerini ama ertesi gün sanki duymamış gibi eski inançlarına devam ettiklerini yazarlar. Vahşiler arasında doğadan çıkıp kültüre girecek çocuk kamptan uzaklaşır. Kendi rüyasını görene kadar oruç tutar, tek başına yaşar. Nihayet yüce varlıkla temas kurup kendine öz rüyasını görür ve kampa döner. Rüyasını genel hatlarıyla bir dansla anlatır. Eğer birine rüyasının tümünü ayrıntılarıyla anlatırsa, bu anlattığı kişiyi kendine hayat boyu arkadaş seçti anlamına gelir. Doğal olarak, dinleyen, saygı, merak ve dikkatle dinler.
    Bir süre sonra vahşiler aralarında, “bu misyonerlerin hepsi aynı rüyayı anlatıyor, kendi rüyaları yok!”, derler ve misyonerlere” bükülmüş ağaç”, adı takarlar.
    Kısacası, ve çok sevdiğim İsa bir rüya görür, rüyadan mahrumlar o rüyayı anlatıp dururlar.
    Tabi bu da bir çeşit “hint” ve kaçma algılanabilir. Ama benim rüyamdaki insanları, bir Afrikalı’nın bir Fransız’a dediği “Sizde saat çok, bizde zaman çok.”, simgeler.
    İnsanların bu rüyalarını birbirlerine anlatmasını, rüyaların ilham vermesini, yeni rüyalara girmesini ben eşsiz güzel buluyorum.
    Son sözüm: 1., 2. ve 3. maddelerde söylediklerim iç içe. İçine girip dağıtmadan çıkmak çok zor olacak.
    Size güzel bir hafta sonu dilerim.

  250. Sayın 241’e (pipsqueak’den)
    Size aşağıdakiler tüm samimi ve candan cevaplarım.
    1. Ben kapitalizme karşı ne yapabileceğini kesin kes bilmiyorum. Bildiğim tek şey, eğer kapitalizme karşı nefretimi haykırmaya çevirsem evreni yerinden oynatır.
    2. Bence siz doğru yoldasınız. Çok beğendiğim ve daha henüz ekoloji lafı bilinmeden önce kapitalizm, komünizm ve bilim-tekniğin dünyayı yok etmeye azimli olduklarını görenlerin sloganlarına uygun bir yoldasınız. Slogan şu, “Küresel düşün, yerel eylem yap!”
    [Gerçi onların sloganını yıllar sonra bir banka vitrininde gördüm, yani düşman öyle sıradan bir düşman değil!]
    3. Sizinle olan atışmamı (taş atmalarımı) bir söyleşi özetler. Sürekli ve hep solculara saldıran sevdiğim bir anarşiste, “neden hep sola saldırıyorsun? sağ kusursuz mu?”, sorusu yöneltilir. Cevap: “Yahu sağın ne bok olduğu belli, saldırmaya bile değmez. Sol doğru yolda, eleştiriye değer.”
    Tabi aynı kişi sürekli mevcut düzeni ve o düzene yaltakçılık eden sağ ve solu eleştirir. Bence cevap daha çok şiirsel.
    4. “Bunu yazarken şaka mı yapıyorsunuz? Ciddi misiniz?” Hem şaka hem ciddi. Kapitalizmi çok iyi bilen Bolşevikler kapitalin kölesi oldular. Ve 60larla 90lar (tarihleri biraz kafadan atıyorum), Türk solu kapitalizme karşı olmayla, tabi değişik yani Bolşevik veya Mao tipi, zengin olma isteklerini hem aynı gördüler hem aynı gösterdiler.
    Bu konuya fazla değinmek istemiyorum, çünkü ben sadece ücretli emeğe karşı değil, emeğe karşıyım. İyi ile değeri karıştırmaya karşıyım. “Emek” değerin fırlaması. “İyi” insanın kalbi.
    Taşlama bitti. Ama sizi tatmin edici bir yanıt veremediğim için gerçekten üzgünüm. Eğer siz kapitalizmi yok edecek bir yol bulursanız, bana yazın, emin olun ertesi gün ve yaşıma rağmen yanınızda yer almayı söz veriyorum.
    Esen kalın.

  251. Sayın 241’e (pipsqueak’den) unuttuğum bir ek
    4. maddede, “Bunu yazarken şaka mı yapıyorsunuz? Ciddi misiniz?” sorunuza Ayn Rand’le ilgili bir ek yapmak istemiştim, unutmuşum.
    1981’de Kızlderililer hakkında harika bir kitap okudum. Yazar 25 yıl ABD ortabatısnda yaşayan kızılderililer arasında yaşar, dillerini, mitlerini, efsanelerini, törelelerini, örf ve adetlerin öğrenir. İngilizce yazdıklarını yaşlılara çevirir ve onlar onayladıktan sonra kesinleştirir. Tabii milyonlarca eleştirisi yapıldı, milyonlarca yanlışlıklar bulundu, milyonlarca kızılderililer kendilerinin kalıba sokulduklarını iddia ettiler. Ama benim konum o değil.
    Kitapta bir çocuk doğar ve kısa bir süre sonra “medicine man” onda özel bir kimse olduğu işaretleri görür. Çocuk büyürken yaşadığı her önemli deneyimlerini o deneyimi (geleneklerindeki semboller ifade eden) belli bir anlamla bağdaştıran güzel taşlardan oluşan bir kolye yapar.
    Kuzey Amerika aşiretlerinin geleneklerinde unvanı “shirt man” olan, bütün aşiretlerin beraberce seçtiği ve aralarında bütün aşiretlerin saygı gösterdikleri bir kimse var.
    Çocuk büyüyüp o unvanı kazandığı gün, “medicine man” kolyeyi ona verir.
    Bu “shirt man” çocukluğundan beri hep kanlı, dehşet verici, şiddet dolu ve halkının kırımdan geçirildiğini korkusunu yaşattıran kabuslar görür ve bu kabusların nedeninin, duyduğu ama hiç tanışmadığı beyazlar olduğunu sezer. Sürekli beyazlarla tanışıp konuşmak ister. Nihayet fırsat gerçekleşir.
    (Bu bana da bir fırsat verir. Tarihte hep ezilenler ezenlerin dilini öğrenirler.)
    Bir çadırda ve çevirici bir kızılderili ve beyazla barış tütünü içilir. Beyaz hemen bir soru sorar: “Kolye kaça?” Çevirici çevirmek istemez. Çevirici kolyenin ve “shirt man”in ne olduğunu biliyor. Ama çaresiz, çevirir. “Shirt man” konunun dağılmasını istemediğinden, esas konuya girmek için kolyeyi çıkarır ve beyaza verir. Beyaz bir soru daha sorar: “Bu kolyeye benzerlerini yapıp satmak ister mi?”
    Ben bunda kapitalizmin özünün ne olduğunun örneğini gördüm.
    Meğer yazar kadın Ayn Rand’in hayranı ve müridiymiş. Neyse o da “şaşırtmadı” (maşallah her şeye alışıyoruz!).
    KADINA GÖRE GÜNÜNDEKİ BEYAZLARDA “SHİRT MAN”, RONALD REAGAN!
    Yazdıklarınızda bu ve benzeri akıl alır / almazları bildiğiniz belli. Benim kuşkulu olmam sizi şaşırtmamalı.
    Tekrar esen kalın.

  252. Sayın (pipsqueak) 245'e

    Sayın (pipsqueak) 245,

    [BİREYE SAYGIDIR] saptamanızın bugün nasıl ölümcül hâle getirildiğini,

    “Mutlak hedonism temelindeki bireycilik”in dünyayı nasıl pençesine aldığını,

    Günümüzdeki tehlikeyi daha yakından tanımak için aşağıdaki 5 adresi dikkatle incelemenizi öneririz:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    diye yazmıştık.

    Bu siteleri incelediniz mi?

  253. Size yalnızca “pipsqueak” diyeceğim. Sanırım on yıldan daha önce “ben hep ve hiç’im” vargısına ulaşmıştım. Bana “hiçhep” de diyebilirsiniz; bir insan bir “hiç’tir”, tek başına ne de zavallıdır. Ve bir insan “hep’tir!” Evrimin en ileri noktası. Ortaklaştığı düşünce ile tüm bir hayatı değiştirebilecek. Bilgeleri anımsayın.. Büyük devrimciler.. Spinoza, Aristoteles, Herodot.. Heraklit, Diyojen, İsa, Sokrat… 200 bin yıl önce “insan” denilen bir kaç yüz kişilik kabileden gelenlerin bir halkası. Ve tam da “hep” olduğunu sandığında bir “hiç” olduğunu unutarak “hep” kötülüklerin anası olabilecek yaratık… Kendini yaratan Tabiat’ı unutan hain…
    *
    Olguları değerlendirişinize büyük bir yakınlık duysam da rasyonel tarafımla hayatı “verili” gerçeklik üzerine nasıl inşa edebiliriz saplantısı içindeyim. Daha geriye gitmek mümkün değil; o zaman nasıl ileriye giderek “geriye” dönebiliriz? Bu konuda sanki bir şeyler söyleyebileceksiniz.. Dilerim ömrünüz olur, sanki kıyısındasınız… İleri giderek “geriye” gitmek! Bu yol belki bir “Einstein formülü!” Ama peşine düşmeye değer; hem de olamayacaksa bile; belki ancak böyle bir yolculuk kendi içinde olağanüstü bir imkânı taşır…
    *
    Şu söyledikleriniz inkâr edilemez bir analitik zekayı kanıtlar. “Eğer şu an, ve laf oyununa benzer bir cevap verirsem, atın sahibinin bile atın tabiatına uymaya mecbur olduğuna işaret etmek isterim. Dolayısıyla atın doğasının ne olduğunu bilmemiz gerekir.” Bu yaklaşımı bir sözoyunu görmedim; daha derin düşünme adına bir uyarı olarak algıladım.. Bir kısaltma olarak kullanmıştım bu sıradan söylemi.. Yine de bu “ayrıntıları” atladığımın farkına vardım..
    Bilinen Kapitalizm, bilinen modernite canavarlığı ile taçlandı. Ama.. ama.. 1200-1800 yılları arasındaki Avrupa tarihi Kapitalizm ve Modernite’ye ulaşsa da, bu aslında aynı zamanda bir “maymundan” bir uygarlık yaratma tarihiydi… Küçümsenmemesi gerektiğini düşünüyorum.. Sanırım günümüz “maymunları” bu “insanî” başarıyı aşamadıkları için şaşkın yargılar içinde ve kendi tarihlerine tam da bu nedenle düşman!
    *
    G. Child’ın şu sözü beni şaşırtmıştı. Tür başarısı olarak bakıldığında, insan türü başarılı sayılmalıdır. (1750 sonrası nüfus artışı!) Son 250 yıl bu anlamda, tür, başarısını kanıtlar ve bu yazık ki kapitalizmle gerçekleşti!
    Ama bu belki de düz bir bakış açısı… Para kazanma ve bencillik hırsı ile mi kapitalizm ve “başarı” gerçekleşti. Oysa biz biliyoruz ki nice büyük bilim ve sanat insanı bu duygulardan uzaktı?
    **
    Aptalca olabilir.. Naif.. Ben insanın ve en büyük bilim-siyasal-sanatsal devrimci insanın kapitalist-bencil olmadığını düşünüyorum.. Çoğunun..
    Ve insanın, bilim ve teknolojiyi “insanlık” adına yapabileceğine inanıyorum…
    *
    Kapitalizm ve “modernite” başlığı altında olsa da insanlığın bugün ulaştığı noktada artık “köle emeğine” ihtiyaç duymadan, sömürüsüz bir dünya kurabilme imkânlarını var etmiş olarak, son 200 yılın, “tarihsel” olarak “iyi” olduğunu düşünüyorum. Bu sağlanmadığı sürece “kötü” olarak adlandırılmasını da “normal” buluyorum.
    Oysa “un, yağ ve şekeri” sağlayan son 200 yılın, hala “helva” olmamasının bundan böyle “bizim”, yaşayan insanlığın sorumluğu olduğunu düşünüyorum. Her bir insan suçludur; artık suçlu ne kapitalizm, ne emperyalizm, ne falan-filan şu adamdır!
    Sorumlu ve suçlu olan biziz!
    Ne korkunç ki, ne kadar çok biliyorsan, o kadar çok sorumlusun! Lütfen bu sorumluluğu da taşıyarak; bu yükü hissederek “adım, adım” yürünülecek süreci de konuşalım…
    Saygılarımla…
    **************
    +++
    247’ye
    Bu peygamber söylemi hoş değil. Siz kimsiniz? Hangi kutsanmış teba! Hakikati, değişmez ve ebedi hangi gerçeği keşfetmiş hangi tarikat… Ne anlamışsanız söyleyin? Peygamber veya havarilerinin ya da düşmanlarına ait söz ve linkler yerine, ölümlü “pipsqueak” ya da “hephiç” cümleler bulun lütfen. “Ötedünyadan” seslenircesine kurulu retoriğiniz belki 1000 yıl önce işe yarardı…

  254. Okuduğum kadarıyla..Kızılderililerin Tanrı-Tabiat inanışlarına büyük saygım var; saygıdan öte.. yakınlık, dinselbağ hissederim… Örneğin kızına ad veriyor; “Ayışığı!” daha güzel isim var mı? “Günışığı”. Asıl tanrı bu değil mi? Ve bu tabiat tanrılı insanlarla alay eden züppeler… Depremde, Tsunamide zırlar; aptal-zavallı tanrısından yardım dileyenler; tanrı yamağından! Sahte tanrıdan! Oysa asıl tanrısını bilseydi, dilinden de anlardı! O’nun doğasını, dilini anlamaya çalışsaydı “kuşkusuz!” daha sevilesi bir dünya olurdu burası!
    ***
    Ve Zapatista’lar. Ve Subcamandante Marcos!
    Yıllardır Zapatista’ların bu ülkede neden hak ettiği ilgiyi bulamadığını düşünürüm. Yanıtım elbette var.. Orada burada yazmıştım.. 19. yy Arkaik Sosyalizmi, neden bu hareketi, söylemi görmezden gelir? Yanıtı belli; tam da andığınız ” kapitalizmi çok iyi bilen Bolşevikler” nedeniyle!
    ***
    Ama şu cümleler de kafamda henüz çözemediğim iddialar. “…ben sadece ücretli emeğe karşı değil, emeğe karşıyım. İyi ile değeri karıştırmaya karşıyım. “Emek” değerin fırlaması. “İyi” insanın kalbi.” Emeğe inanıyorum; karşılığında övgü, para istemeyen emeğe. Bu emekle, böylesi emekle dünya-gezegen ve tüm canlılar “cenneti” var edebilir salaklığına…
    (Not. Zapatista ve Subcamandante Marcos hakkında ne düşünüyorsunuz?)

  255. Subcomandante… Zapatistalar…
    Söylevleri ne müthiş..
    “Maniheist” olmakla aşağılanacağını biliyorum.
    Alçakların da en entelektüel terimler üreterek binlerce yılın damıttığı en güzel insanlık değerlerini çamura bulayacak birikimi ile aklı da çamurlara yatıracak gücünü bilerek yazıyorum.
    Ne “mutlu” ki bize, havuz medyası yazarları kanıtlıyor… on bin yılın “hakikati”, evrensel bir ahlâk değeri bile uygun ücret karşılığı tanınmaz hale getirilebilir…
    Ve Maniheizm de, yani “iyi-kötü” bile bu satılık, alçak, aşağılık adamlar sayesinde tanınmaz kılınabilir.
    Satılık entelektüeller ile Maniheizm değersizleştirilebilir; bu kavram ruhunu satmamış “bilinçli” insanlar için onbinlerce yıldır hiç değişmemiştir; sömürü, emek hırsızlığı, mazlumu gözetmemek, öldürmek, çalmak, emretmek, bencillik, tokken yiyeceğini paylaşmamak.. vb. kötüdür!
    Çanak yalayıcı felsefeciler malum Kral’ı giysili göstermeye çalışanlardır… Ve Maniheizm’i aşağılayanlarda bu havuz medyası ruh’lu alçaklardır…

  256. 210’la ilgili belki de asıl tehlike aile kurma imkanından çok (imkan her zaman bulunabilir) isteğinin ortadan kalkmasıdır. Genç kuşakta bazıları, en başta hep yalnız olmuş bazı erkekler, karşı cinsi aile ve çocuk sahibi olmak için değil, sadece ve sadece birlikte olmak için ister. Yaşı ilerledikçe ve yalnızlığı uzadıkça karşı cinse de güveni kalmayacağı için bu isteğini de kaybedebilir. Bütün insanlarla bağları kopar, hiçbir aidiyeti kalmaz. Tabii böyleleri azınlıkta olacağından belki toplum çoğunluğunu etkilemez ama daha çok bencilliğe ve çürümeye neden olur.

  257. “Bir zamanlar bir film vardı, Fahrenayt 451 diye. Bütün kitapların yakıldığı her şeyin bir sayıya ve resme döndüğü bir dünyayı anlatıyordu. (Aslında şimdi aşağı yukarı öyle bir dünyada yaşıyoruz. En devrimci yayın organları bile, haberleri, yazıları kısa yazmaktan söz ediyorlar. Analitik düşüncenin yok oluşuna teslim olup onu yeniden üretiyorlar. Çözümün değil sorunun bir parçası olduklarının farkına varmıyorlar.) O dünyada insanlar kitapları ezberleyerek ve bu sefer bizzat kendileri o kitabı yakarak yaşatmaya çalışırlar. Belki bu günün dünyasında, şu gerici denerek, eski dinlerin, inançların değerlerini (Bu Marksizm de olabilir, her hangi bir kapitalizm öncesi dinin değerleri de olabilir.) yeni kuşaklara aktarmaya çalışanlar, belki de o kitapları ezberleyen direnişçiler gibidirler.”

    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/10/chenin-che-olmadan-onceki-yolculuklar.html

  258. Sayın (ogürsel) 248'e [ve sayın pipsqueak'e]

    Sayın (ogürsel) 248,

    (Ve sayın “pipsqueak”e),

    [247’ye
    Bu peygamber söylemi hoş değil. Siz kimsiniz? Hangi kutsanmış teba! Hakikati, değişmez ve ebedi hangi gerçeği keşfetmiş hangi tarikat… Ne anlamışsanız söyleyin? Peygamber veya havarilerinin ya da düşmanlarına ait söz ve linkler yerine, ölümlü “pipsqueak” ya da “hephiç” cümleler bulun lütfen. “Ötedünyadan” seslenircesine kurulu retoriğiniz belki 1000 yıl önce işe yarardı…]

    Sayın “ogürsel”,
    28 Mayıs 2015’ten beri yürüttüğümüz görüşmelerde:
    İlk katılımınızı; 28 Mayıs, 31 Mayıs, 4 Haziran, 5 Haziran, 6 Haziran, 15 Haziran, 16 Haziran, 17 Haziran, 18 Haziran, 19 Haziran’da yapıp bu sayfayı terketmişsiniz.

    Halbuki bizler, yani “Beyaz YaLAka”lar, sayın “pipsqueak”le olan görüşmemize; Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim itibariyle devam ediyoruz. Eğer bu aylar içinde kendisiyle yazışmalarımızda ifade ettiklerimizi okursanız; hiçkimsenin “peygamberlik” kisvesine bürünmediğini, hiçkimsenin “kutsanmış teba” ve benzeri binlerce tabirle uzaktan-yakından ilgisi olmadığını, ve niçin “çoğul şahıs eki” kullandığımızı anlayacaksınız.

    * * *
    Sayın “pipsqueak”in; ne kadar tecrübeli, ne kadar kitabi kapasitesi kallavi, ne kadar görmüş-geçirmiş bir kişi olduğuna artık eminiz. Kendisine saygımız sonsuz; bunu bütün samimiyetimizle bir kez daha not düşüyoruz!

    * * *
    [Oysa “un, yağ ve şekeri” sağlayan son 200 yılın, hala “helva” olmamasının bundan böyle “bizim”, yaşayan insanlığın sorumluğu olduğunu düşünüyorum. Her bir insan suçludur; artık suçlu ne kapitalizm, ne emperyalizm, ne falan-filan şu adamdır!
    Sorumlu ve suçlu olan biziz!]

    Sayın “ogürsel”,
    Eğer vakit ayırıp, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim itibariyle yazdıklarımızı okursanız; [Sorumlu ve suçlu olan biziz!] ifadenizi, “SOMUT & VERİLİ ÖRNEK”, “SOKAKTAKİ İNSAN” ve “HEPİMİZ KONFORMİSTİZ” ikazlarımızla defalarca tekrara mecbur kaldığımızı göreceksiniz! Yani sizin, üst kısımda 3 (üç) satırla yaptığınız tespiti, yukarıdaki onca metnimizle hem sayın “pipsqueak”e hem de sayfanın tüm ziyaretçilerine ilettik; ama çoğunlukla yanlış ve eksik anlaşıldık. Ne yazık ki; sayın “pipsqueak”le aramızda, hiç ama hiç yeri yokken, bir sürtüşme doğdu ve konularamızı genişletemedik!

    Artık, en azından Gün Zileli’nin şu sayfasında, “birbirimizin kafasına taş atmayı” bitirdiğimizi umarak; açıklama ve sorularımıza devam ediyoruz.

    * * *
    Sayın “ogürsel”,
    Sayın “pipsqueak”e yönelik iki temel sorumuz vardı:

    1. “Kapitalizme karşı mücadelelere katılmaya niçin gönülsüz davranıyor?”
    2. “Tecrübeli olduğu hâlde niçin bizlere yardım etmeye yanaşmıyor?”

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sorularımızı beslemek için onlarca metin yazdık, gönderdik, hâlâ gönderiyoruz.

    Tespitimiz şu:

    “Kapitalizm” ismiyle yüz yıllardır tahakküm altında tutulmamız sebebiyle, kahrolarak ifade etmek zorundayız; “kapitalizm”i bir tür karbondioksit gibi solumaya alıştırıldık! O meşhur “kimya!”nın bize anlattığı üzere; karbondioksit ölümcüldür! Fakat yüz yıllardır kapitalizmi (“karbondioksit”i!) soluya soluya, öyle muazzam bir bağışıklığa erişmişiz ki; kapitalizmi (“karbondioksit”i!) artık sorgulamaz hâle dönüştürülmüşüz! Artık “kapitalizmi öksürmeyi unuttuk”! Hepimize “kapitalizmi öksürmeyi unutturuyorlar”!

    (Not 1: CEO’ların, entrepreneur’ların dikte ettiği şu zırva gibi: “Öldürmeyen güç, kuvvetlendirir!” Bunun eş anlamı şudur: “Ölmek istemiyorsanız, sıtmaya razı olmaya mecbursunuz!”

    Not 2: Konunun ehemmiyetini daha berrak idrak etmeniz açısından; o meşhur “twitter”ın, o meşhur “facebook”un kapatılmasına zorla alıştırılışımızı da benzer çervede değerlendirebilirsiniz!

    Not 3: “Zorla alıştırılmak” ikazımızı kendi ifadenizle de değerlendirebilirsiniz sayın “ogürsel”:
    [Şu söyledikleriniz inkâr edilemez bir analitik zekayı kanıtlar. “Eğer şu an, ve laf oyununa benzer bir cevap verirsem, atın sahibinin bile atın tabiatına uymaya mecbur olduğuna işaret etmek isterim. Dolayısıyla atın doğasının ne olduğunu bilmemiz gerekir.” Bu yaklaşımı bir sözoyunu görmedim; daha derin düşünme adına bir uyarı olarak algıladım.. Bir kısaltma olarak kullanmıştım bu sıradan söylemi.. Yine de bu “ayrıntıları” atladığımın farkına vardım..])

    Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz.

    Bu araştırmalarımıza ek olarak; “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarının birer dişi olmak için bebekliğimizden itibaren “submissive schooling” sultasından geçtik! “Şirket” denen yerlerde “istihdam” edilmek için yıllarca programlandık! Her gün, görüşmeler yaptığımız “gençlik myth”leriyle şu sonuca ulaştık: Eğer, en azından, Adam Smith’in sistemleştirdiği-kavramlaştırdığı, bir tür “motor” haline getirdiği kapitalizmin, bu “gençlik myth”inin beynine ne zaman ve nerelerde zerk edildiğini keşfedemezsek; sarhoş kavgası içinde debelenip dururuz!

    İşte bu kısır döngüde kısılmamak için saha araştırmalarımızı yaptığımız esnada, ve “şirket!”lerimize gelen çeşitli yaştaki ve eğitim seviyesindeki kişilerle görüşürken, başlangıcın yoğunlaştığı (start line) yerlerin; eğitim merkezleri olduğunu, özellikle de “üniversiteler” olduğunu gözlemledik.

    Ve OLDUKÇA KISALTMAK, ÖZET GEÇMEK ZORUNDA KALARAK! sizlere şunu ilettik:

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor!

    Bu; “buzdağının görünen kısmı” dedikleri türden sadece bir örnek!

    Tespitimizi daha “verili!” hâle getirmek için, şu 5 (beş) adresi, incelemenizi ısrarla isteyerek, dikkatinize sunduk:

    [BİREYE SAYGIDIR] saptamanızın bugün nasıl ölümcül hâle getirildiğini,

    “Mutlak hedonism temelindeki bireycilik”in dünyayı nasıl pençesine aldığını,

    Günümüzdeki tehlikeyi daha yakından tanımak için aşağıdaki 5 adresi dikkatle incelemenizi öneririz:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    Yukarıda ilettiğimiz bu 5 (beş) “veri”yi, “kurum”u, “kavram”ı, “start line!”ları inceleyip-incelemediğinizi bilmiyoruz.

    Şimdiye kadar hiçbirinizden bir cevap gelmediğine göre; incelemediğiniz sonucuna ulaşıyoruz!

    Eğer Gün Zileli’nin şu sayfasında, görüşmelerimizi, sayın “ogürsel” sizin de ifade ettiğiniz gibi [Ama bu tür soruların yanıtına ait diyalog arayışındayım…], bir sonraki safhaya geçirmek için; işaret ettiğimiz “start line!”ları ötelemeye devam edersek sarhoş kavgası içinde debelenip dururuz!

    “Bir sonraki safha” derken;
    Asla “efficiency”i,
    Ve asla “productivity”i KASTETMEDİĞİMİZİ bir kez daha hatırlatalım!

    Tehlikenin boyutlarını görebilmeniz umudumuzla!

    Esen kalın.

  259. Kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele öncelikle kişilere, kurumlara doğrudan şiddet ile yapılamaz. Zaten şiddet bir yöntem olarak benimsenemez.
    Dünyada özel mülkiyet ve kapitalizm aslında 5-8 bin yıllık bir süreç; modern kapitalizm de aynı geleneğe sıçrama yaptırmıştır yalnızca.
    Bu denli “uygarlıkla” iç içe, bu denli kadim bir “alışkanlığa” karşı mücadele için öncelikle “kendi” tarafının teorik çerçevesi sağlam olmalıdır. Var mı? Yok!
    İkincisi bu teori içinde mücadele yöntemleri, ilkeleri nedir; biliniyor mu? Yok!
    O zaman tüm söylenenler boşlukta kalıyor…

  260. Sayın (ogürsel) 254'e

    Sayın “ogürsel” (254),

    Siz de konuya bodoslama “şiddet” başlığıyla girmişsiniz: [Kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele öncelikle kişilere, kurumlara doğrudan şiddet ile yapılamaz.] Yazık!

    Günümüzdeki tehlikeyi daha yakından tanımak için aşağıdaki 5 adresi dikkatle incelemenizi öneririz diye defalarca yazdık, yazıyoruz:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    Hiçbiriniz, şu 5 (beş) adreste nelerin beynimize enjekte edildiğini incelemediniz, ve [Dünyada özel mülkiyet ve kapitalizm aslında 5-8 bin yıllık bir süreç; modern kapitalizm de aynı geleneğe sıçrama yaptırmıştır yalnızca.] açıklamanızla geçiştirdiniz! Yazık!

    [Bu denli “uygarlıkla” iç içe, bu denli kadim bir “alışkanlığa” karşı mücadele için öncelikle “kendi” tarafının teorik çerçevesi sağlam olmalıdır. Var mı? Yok!
    İkincisi bu teori içinde mücadele yöntemleri, ilkeleri nedir; biliniyor mu? Yok!]

    “Var mı? Yok!” lar yaza yaza tekrara düşmeniz; “zorla alıştırılmış” olmamızın sonuçları!

    [İkincisi bu teori içinde mücadele yöntemleri, ilkeleri nedir; biliniyor mu? Yok!]

    Kimden hangi mücadele yöntemlerini, hangi ilkeleri bekliyoruz?!

    Niçin “birilerinin yöntem ve-veya ilke yazmasını” bekliyoruz?!

    Yüzyıllardır yöntemlerle, ilkelerle yaşıyoruz ve elbette yaşayacağız; peki “eylem”ler nerede?!

    Siz de sormadınız mı sayın “ogürsel” [Oysa “un, yağ ve şekeri” sağlayan son 200 yılın, hala “helva” olmamasının bundan böyle “bizim”, yaşayan insanlığın sorumluğu olduğunu düşünüyorum. Her bir insan suçludur; artık suçlu ne kapitalizm, ne emperyalizm, ne falan-filan şu adamdır!
    Sorumlu ve suçlu olan biziz!]

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    [O zaman tüm söylenenler boşlukta kalıyor…] Nasıl bu kadar eminsiniz?!

    “Değişim” denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım “devrim” denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI elbette biliyoruz!

    Peki, tamam da; hani nerede “diyalog”?! [Ama bu tür soruların yanıtına ait diyalog arayışındayım…] diye talepte bulunanlardan biri de sizdiniz sayın “ogürsel”!

    [İkincisi bu teori içinde mücadele yöntemleri, ilkeleri nedir; biliniyor mu? Yok!
    O zaman tüm söylenenler boşlukta kalıyor…] “Diyalog masası”nı kurmak uğruna marangoza gitmek için yol hazırlıkları yaparken, niçin yolun en başında geri çekiliyorsunuz sayın “ogürsel”?! Kendi kendinize çeliştiğinizin farkında değil misiniz?!

    Günümüzdeki tehlikeyi daha yakından tanımak için aşağıdaki 5 adresi dikkatle incelemenizi öneririz diye defalarca yazdık, yazıyoruz:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    Bu sitelerin hiçbirisini incelemeye yanaşmıyorsunuz ki; “diyalog”a başlayabilelim!

    Keşke “kapitalizmi öksürmeyi isteyebilseniz!” NİÇİN “HEPİMİZ KONFORMİSTİZ” DİYE ISRARLI İKAZLARIMIZI, UMARIZ ŞİMDİ DAHA NET ANLAMIŞSINIZDIR!

    Esen kalın!

  261. sayın 255.. (kaç kişisiniz bilmiyorum..)
    gördüğünüz gibi ben “pratik” düşünen bir adamım. Dolayımlamalardan hoşlanmıyorum.
    100 güzel insanın öldürüldüğü, bir kaç yüzünün sakat bırakıldığı günün sonunda mistik, dolayımın dolayımı söylemler hoş değil.
    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    “Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!” ifadesi şiddeti onaylayan söylem değildir.
    Komplocu, istihbaratçı, terörist politik örgütlenmeler iktidarların ömrünü uzatsa da son kertede yığınlar son sözü söyler.
    Dünya bir günde kurulmadı ve bir günde yıkılmayacak. Şiddetsever adamlar da sonunda sömürücü tahakkümseverlerin yerini alacaklardır. Bakınız tam da RTE böylece orada oturuyor.
    1789 ve 1917 de de gerçekleşen buydu..
    Özgürlük ve adalet savaşçıları, özgürlük ve adaletin gardiyanları oluverdi. Yeni şeyler söyleyin!
    *
    O sitelere şöyle baktım. Ve İngilizcem yetersiz.. Böyle imalı, çok okumuş, çok anlamış yaklaşımlar bana ters. Doğrudan söyleyin.. Anlayan, kavrayan için bir kaç cümlede çok şey anlatılır..
    Yapmayın bunu.. Beklediğiniz kadar “derin” olmayabilirim! Ama bunca yazdığınız şeyden sonra “anladığınızı” ifade etme konusunda sizi de yeterli görmüyorum.
    Kendi okuma programımı değiştirmem için neden önerdiğiniz site ya da kitaplara zaman ayıracağım?
    Daha iyi ne var orada.. Açıklayın..

  262. Sayın (ogürsel) 256'ya

    Sayın (ogürsel) 256,

    [(kaç kişisiniz bilmiyorum..)] yazmışsınız.

    28 Mayıs 2015’ten beri yürüttüğümüz görüşmelerde:
    İlk katılımınızı; 28 Mayıs, 31 Mayıs, 4 Haziran, 5 Haziran, 6 Haziran, 15 Haziran, 16 Haziran, 17 Haziran, 18 Haziran, 19 Haziran’da yapıp bu sayfayı terketmişsiniz.

    Halbuki bizler, yani “Beyaz YaLAka”lar, sayın “pipsqueak”le olan görüşmemize; Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim itibariyle devam ediyoruz. Eğer bu aylar içinde kendisiyle yazışmalarımızda ifade ettiklerimizi okursanız; hiçkimsenin “peygamberlik” kisvesine bürünmediğini, hiçkimsenin “kutsanmış teba” ve benzeri binlerce tabirle uzaktan-yakından ilgisi olmadığını, ve NİÇİN “ÇOĞUL ŞAHIS EKİ” KULLANDIĞIMIZI ANLAYACAKSINIZ.

    * * *
    10 Ekim’de yaşanan Ankara bombalaması ile devam eden süreçte;
    Özellikle son 5 yıldır, yüksele yüksele gelen onlarca “tsunami dalgası”ndan birini daha yedik! (Ve ne yazık ki; bu dalgalar devam edeceğe benziyor!)

    “256” numaralı yorumunuzda ilk kısımdan anlıyoruz ki:
    Bu bombalama olayının harareti nedeniyle; 28 Mayıs 2015’ten beri “açmaya çalıştığımız diyalog yolu”; yine, yeniden ertelenecek!

    Ve yine göreceksiniz, yine şahit olacaksınız, yine iliklerinize kadar hissedeceksiniz sayın “ogürsel”:
    Yarın, öbür gün, yeni bir “SOMA cinayeti” yaşanacak, yeni bir “Mecidiyeköy-Torunlar inşaat asansör cinayeti” yaşanacak, ve yüzlercesi yaşanacak; yine Gün Zileli’nin sitesine geleceksiniz, geleceğiz; “Kahrolsun Kapitalizm!” diye diye, yaza yaza, hönküre hönküre, tahlil üstüne tahlil yapa yapa, saptama üstüne saptama yapa yapa, tarihten örnek üstüne örnek aktara aktara gündelik konformizminize devam edeceksiniz, konformizmimize devam edeceğiz!

    Peki; “eylem”ler nerede sayın “ogürsel”?!

    [gördüğünüz gibi ben “pratik” düşünen bir adamım. Dolayımlamalardan hoşlanmıyorum.] Sizle aynı yöntemi takip ediyoruz! Peki “eylem”ler nerede?!

    [Böyle imalı, çok okumuş, çok anlamış yaklaşımlar bana ters. Doğrudan söyleyin..] Keşke “ters” olmasaydı! Görüyoruz ki; “modernite’nin zamanınızı programlaması” sizi de sıkıştırıyor! Kapitalizme karşı mücadeleyi öteleye öteleye odaktan uzaklaştığınızın farkına varmak istemiyorsunuz!

    [Kendi okuma programımı değiştirmem için neden önerdiğiniz site ya da kitaplara zaman ayıracağım?
    Daha iyi ne var orada..]

    O 5 (BEŞ) SİTEDE “DAHA İYİ” HİÇBİR ŞEY YOK!
    DAHA KÖTÜ,
    DAHA TEHLİKELİ,
    DAHA HIZLI YAYILAN,
    DAHA ÖLÜMCÜL VİRÜSLER VAR SAYIN “OGÜRSEL”!

    BU SİTELERİ İNCELEMEYİ ÖTELEDİĞİNİZ MÜDDETÇE; NE TÜR CANAVARLARLA KARŞI KARŞIYA OLDUĞUNUZU ASLA AMA ASLA ÖĞRENEMEYECEKSİNİZ!
    VE BİR AN GELECEK;
    ANİ BİR KALP KRİZİNE MARUZ KALMAK GİBİ,
    BU CANAVARLAR TEK HAMLEDE SİZİN DE CANINIZI ALACAK!

    ANKARA BOMBALAMASI’NDAN SONRA MASLAK’TAN, KADIKÖY’E VE TAKSİM’E DOĞRU GÖZLEM YAPMAYA ÇIKTIK!
    BAHSETTİĞİMİZ O 5 (BEŞ) SİTE İLE BEYİNLERİ ZEHİRLENMİŞ YÜZLERCE KİŞİNİN; PAZARTESİ SABAHI ŞİRKETLERİNDE YAPACAĞI TOPLANTI ÖNCESİ “WHISKY PARTY” İLE MOTİVASYON BİRİKTİRMEK İÇİN CUMARTESİ & PAZAR GÜNLERİNE ÖZEL MEKÂN ARADIKLARINI, AMA BOMBALAMA NEDENİYLE MEKÂNLARIN KAPALI OLDUĞUNU ÖĞRENMELERİNDEN SONRA ANA AVRAT KÜFÜR ETTİKLERİNİ BİLEMEZSİNİZ SAYIN “OGÜRSEL”! ÇÜNKÜ BU SİTELERİN HİÇBİRİNİ İNCELEMEDİNİZ! NASIL BİR “BEYNİ YIKANMIŞ GENÇLİK MYTH”İNİN KOŞAR ADIM GELDİĞİ HAKKINDA FİKRİNİZ YOK!

    “KAPİTALİZM” İSİMLİ ÖLÜM VÜRÜSÜ;
    OKUMA PROGRARIMINIZI DEĞİŞTİRMENİZE ENGEL OLUYOR, BUNU NİÇİN GÖRMEK İSTEMİYORSUNUZ?!

    UNUTMAYINIZ SAYIN “OGÜRSEL”:

    ANKARA BOMBALAMASININ FAİLLERİ DE BULUNMAYACAK!

    TIPKI MARAŞ & ÇORUM KATLİAMLARINDA DA BULUNMADIĞI GİBİ!

    TIPKI REYHANLI KATLİAMINDA DA BULUNMADIĞI GİBİ!

    TIPKI SURUÇ KATLİAMINDA DA BULUNMADIĞI GİBİ!

    PEKİ SONRA:
    HER YIL 10 EKİM’LERDE, ANKARA GARI ÖNÜNDE TOPLANIP, O 95 (ve belki de daha fazla!) KİŞİNİN İSMİ TEK TEK HAYKIRILIP, “YAŞIYOOOOOR!” DİYE BAĞRILACAK! ÖTESİ YOK!

    ANKARA GARI ÖNÜNDE “BARIŞ İÇİN”, ÜLKENİN ONLARCA ŞEHRİNDEN YOLA ÇIKAN, YÜZLERCE İNSANIN EKSERİYETİ “SOL” CENAHTANDI! ÇOK BÜYÜK BÖLÜMÜ “SENDİKAL MÜCADELE” VERİYORDU! VE İÇLERİNDE “Beyaz YaLAka” DOSTLARIMIZ DA VARDI!

    PEKİ:
    NİÇİN ANKARA GARI ÖNÜNDEKİ MÜCADELE AZMİNİ, 1 MAYIS’LARDA; “TÜSİAD”IN, “MÜSİAD”IN, “KOÇ”UN, “SABANCI”NIN, “ŞAHENK”LERİN, “ZORLU”LARIN, “BOYNER”LERİN, “ŞARIK TARA”LARIN, “ETHEM SANCAK”LARIN, “TURGAY CİNER”LERİN, “MUHARREM YILMAZ”LARIN, “MURAT ÜLKR”LERİN VE YÜZLERCESİNİN “YÖNETİM KERKEZİ BİNALARI” ÖNÜNDE GÖSERMİYORUZ!

    İŞTE YUKARIDAKİ O 5 (BEŞ) SİTEYİ İNCELEMEDİĞİNİZ MÜDDETÇE SAYIN “OGÜRSEL”;
    [İkincisi bu teori içinde mücadele yöntemleri, ilkeleri nedir; biliniyor mu? Yok!
    O zaman tüm söylenenler boşlukta kalıyor…]
    DİYE HAYIFLANMAYA DEVAM EDERSİNİZ!

    Ankara bombalamasının failleri de bulunmayacak! Ama o garın önünde hayatlarını kaybeden yoldaşlarımızın anısı uğruna; kapitalizmi ortadan kaldırmak için eylemleri yükseltebiliriz!

    12 EKİM & 13 EKİM İÇİN “GREV” KARARI ALINDI?! KAÇ KİŞİ BU MÜCADELEYE KATILACAK?! HİÇ!

    “HEPİMİZ KONFORMİSTİZ!” SAYIN OGÜRSEL!

    EN AZINDAN O 5 (BEŞ) ZEHİRLİ SİTEYİ İNCELEYİP; NE TÜR CANAVARLARLA KARŞI KARŞIYA OLDUĞUNUZU ÖĞRENMENİZ UMUDUMUZLA!

    (Not: Eğer İngilizceniz yeterli değilse; şu zehirli sitelerle başlayabilirsiniz:

    http://www.3hhareketi.org/

    http://www.ikincicumhuriyet.org/

    http://www.gencsiviller.net/

    http://www.liberal.org.tr/

    http://serbestiyet.com/

    http://www.derindusunce.org/ )

    Esen kalın!

  263. Söyleminiz, kimi adları öne çıkartmanız bana sonunda Neçayev’i anımsattı. Sergey Neçayev!
    *
    “İşutin çevresi içinde bu görevi yerine getirmek üzere, gizlilik içinde çalışan ve isimsiz bir yeraltı yaşamı süren çileli terörist kadroların oluşturduğu ‘Cehennem’ adıyla küçük bir grup örgütlendi. … Işutin, Cehennem’in, her taraftaki monarkları ortadan kaldırmayı amaçlayan, Avrupa çapındaki bir devrimci örgütün Rus seksiyonu ol¬duğu fikrini yaymış, böylece Neçayev’in, bir güzel sanat haline getireceği gizemlileştirme tekniğinin öncülüğünü yapmıştı… ” …Rus devrimciler toplumsal bir altüst oluşun kıvılcımını çakmak, var olan düzeni un ufak edecek bir Pugaçev isyanı çıkarmak amacıyla Çarlık ailesinin ortadan kaldırılması çağrısı yapıyorlardı…. “Gecikmeden, çarlığın önemli şahsiyetlerini, parıldayan üniformaları insanların kanıyla kirlenmiş bu canavarları imha etmeye başlamalıyız. Genel isyandan önce bu soyguncular sürüsünü yoketmeliyiz.”.. Bu yazıyı, ilk etapta öldürülmesi hedeflenen görevlilerin listesi takip ediyordu: İçişleri Bakanı, üst düzey memurlar, Siyasi Polis Amiri ve Siyasi polis generalleri ilk kurbanlar olarak gösteriliyordu.
    *****
    Dünyayı ölüler yönetir! Devrimciler önce bu “ölüleri” yok etmek zorundadır.. ki aslında bu “ölüleri” toplumsal süreç içinde halklar yok eder; devrimciler ise sonunda gelir, tabela çakarlar!
    Kapitalist sistemin aktörleri hem suçlu hem de tarihin “kurbanlarıdır.” 60-70 li yılların nice devrimcisi nasıl da kapitalizme teslim oldu? GZ bunları anlatır ama anlayan çok az.. Siz de anlamamışsınız… Kapitalizm kişilerden bağımsız bir ekonomik sistemdir. 8 bin yıllık. Meta üretimine dayalı olanı 250 yıllık. Bu bir şekilde insanların ve hala sosyalistlerin bile uzlaştığı ekonomik ilişki tarzıdır; bugün de çoğu Devlet kapitalizmini solculuk sanır.
    Bu koşullar altında bu denli “tepeden konuşmanızı” yadırgıyorum. Sanki bu adamları ve kurumları “temizleyelim” sorun bitecek diyeceksiniz. Neçayev ve benzerleri gibi. Bu yüzden tarih önemli.. Bu yapıldı ve tüm sürecin nasıl yaşandığı ve Stalin’le de taçlandığını biliyoruz. Sanırım Stalin Neçayev’den çok şey kapmıştı; engisizyon taktiklerinden de…
    Fanatik İslamikler de son yüz yıllık mücadele biçimlerini evirip, çevirip duruyor. Olmuyor kardeşim! Olmuyor! Teoride açık var; 19 yy sosyalist teorideki açıklar bile hala inkar ediliyorsa..
    Bence yolunuz, yol değildir..

  264. Sayın (ogürsel) 258'e

    Sayın (ogürsel) 258,

    Yazık:
    Sayın “pipsqueak” gibi; siz de “eylem” yönünden çoktan vazgeçmişsiniz, çoktan konformistleşmişsiniz!

    28 Mayıs 2015’ten beri işaret etmeye çabaladıklarımızın Sergey Nechayev ve türevleriyle uzaktan-yakından ilgisi yok!

    Siz de eksiksiniz ve bunun farkında değilsiniz: KAPİTALİZM KİŞİLERDEN BAĞIMSIZ BİR EKONOMİK SİSTEM DEĞİLDİR! BİZZAT KİŞİLERİN ELLERİYLE İCAT ETTİKLERİ ÖLÜMCÜL BİR ZEHİRDİR! BUNU BİLMEYECEK KADAR TECRÜBESİZ BİRİSİNE BENZEMİYORSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    [Tepeden konuşmacı] olup-olmadığımız sonucuna nereden, nasıl varıyorsunuz; anlamakta güçlük çekiyoruz! Sizlere sadece ama sadece, kapitalizm isimli ölüm virüsünün tespit ve tahlilini yapmanız için “verili kaynak”lar sunuyoruz; ötelemek için bahaneler üretiyorsunuz!

    SAYIN “OGÜRSEL”; SİZLERE SADECE “START LINE”I İŞARET EDİYORUZ! [Sanki bu adamları ve kurumları “temizleyelim” sorun bitecek diyeceksiniz.] bu hatalı sonuca ulaşan sizsiniz! Ne yazmıştık “255” numaralı metnimizde: “‘Değişim’ denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım ‘devrim’ denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI elbette biliyoruz!”

    [Bu yüzden tarih önemli.. Bu yapıldı ve tüm sürecin nasıl yaşandığı ve Stalin’le de taçlandığını biliyoruz.] Hayır, bilmiyoruz! Çünkü: Sizin yazdığınız şu köşeli [] parantezdeki cümle; olayı bir tek kütle içinde, yani sadece “Sovyetik tarih anlayışı” içinde değerlendirmenizden kaynaklanıyor! Şunu hiçbir zaman unutmayınız sayın “ogürsel”: SSCB tarihi boyunca, o coğrafyada, kapitalizme karşı hem “bilimsel!” olarak hem de “kültürel!” olarak mücadeleye hiçbir zaman girişilmedi! Kendinizi de, bizi de kandırmayın! SSCB’nin tek derdi: Kendi despotluğunu sovyet içinde hakim kılmak, ve yayılabildiği kadar Avrupa’ya yayılmaktı! Josip Broz Tito gibi bir başka despotlar sürüsü de önlerinde engel olursa; ezip geçmekti! Her harfini amentü kabul ettikleri “Marx-Engels”in giriş yaptığı “kapitalist iktisadın ve kapitalist hayat görüşünün eleştirisi” tezlerinin kıyısına bile yanaşamadı SSCB! Niçin?! “Eylemsizlik” yüzünden!

    [Bence yolunuz, yol değildir..] Bu ifadeniz, yukarıda yazdığımızı tekrarlamak zorundayız; konformistliğinizden kaynaklanıyor!

    “Beyaz YaLAka”LAR DA KONFORMİST! VE BUNDAN NEFRET EDİYORUZ! SİZLERİ DE KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ! ÇÜNKÜ TEK BAŞINA HİÇBİR ŞEY YAPAMAYACAĞIMIZI BİLİYORUZ!

    NE YAZMIŞTIK:
    12 EKİM & 13 EKİM İÇİN “GREV” KARARI ALINDI?!
    KAÇ KİŞİ BU MÜCADELEYE KATILACAK?!
    HİÇ!

    EN AZINDAN O 5 (BEŞ) ZEHİRLİ SİTEYİ İNCELEYİP; NE TÜR CANAVARLARLA KARŞI KARŞIYA OLDUĞUNUZU ÖĞRENMENİZ UMUDUMUZLA!
    BÜTÜN BUNLARIN BİRER “START LINE” OLDUĞUNU UNUTMAYINIZ SAYIN “OGÜRSEL”!
    SERGEY NECHAYEV VE TÜREVLERİYLE UZAKTAN-YAKINDAN İLGİSİ OLMADIĞINI ARTIK ANLAYINIZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    (Not: Eğer İngilizceniz yeterli değilse; şu zehirli sitelerle başlayabilirsiniz:

    http://www.3hhareketi.org/

    http://www.ikincicumhuriyet.org/

    http://www.gencsiviller.net/

    http://www.liberal.org.tr/

    http://serbestiyet.com/

    http://www.derindusunce.org/ )

    Esen kalın!

  265. Sayın herkes (pipsqueak’den)
    Çok acı olaydan ötürü bir süre sessiz kalmayı seçtim.
    Bu arada okumamı istenilen 255’deki siteleri okumuş, boşluk hisleri içinde notlar almıştım ama beklemek istedim.
    Siteye sadece biraz belki herkes bir yas içindedir, paylaşmada yarar olur diye girdim.
    255’deki sitelerdekileri okuduklarım midemi bulandırmıştı. Ama onların asıllar değil kazanan takımı alkışlayan mide bulandırıcı dalkavuklar olduğunu bilmemek ve hala görmemek kadar tarih bilgisinden yoksunluk daha da mide bulandırıcı.
    Asıllar çoktan başarılı olmuşlar. En büyük zaferlerinden biri tarihi silmek.
    Bilgi düşmanlığının (259) devrimci-eylemci-solcular arasında çok yaygın olduğu da mide bulandırıcı bir gerçek.

  266. 248, 249, 250 ogursel – hiçhep
    pipsqueak’den
    Ben dağıtmayı, gezip dolaşmayı ve hatta zırvalamayı bilgiyi fetişleştirmeye ve daha da yaygın olan bilgi düşmanlığına tercih ederim.
    Dağıtmalarıma örnekler (şaka ediyorum).
    Dağıtma 1
    Örneğin Rönesans’da sizin “hiçhep” en fazla kurgulanan (spekülasyonu yapılan) kavram. Küçük evren (mikrokozma, minimum) ve evren (makrokozma, maksimum) eşitlği veya uyuşumu. Ve sizin bu düşünceye varışınıza iç monolog dersek bu, sevdiğim bir arkadaşımın alaylı lafıyla, Eski Yunanlılar’da bu à. monolog büyük harfle başlayan “Felsefe”, olur.
    En tanınan ve ünlülerden birkaçı: Nicholas of Cusa, Paracelsus (halkın dilini konuşmayan “bilgelerle” alay etmek için kendi kendine Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim adını takar), Giordano Bruno ve diğerleri. Ben hepsini çok sevdim. Ama en çok sevdiğim Jakob Böhme.
    Dağıtma 2
    Gerçi 250’de sözünü ettiğiniz Maniheist ve Maniheizm kime gönderme yaptığını bilmiyorum ama sevdiğim Jakob Böhme üzerinde derin etkisi olduğundan o konuya biraz değinmek istedim.
    250 ogürsel 9 Ekim 15 “Maniheist” sözünüze bir küçük yanıt: Avrupa’da ilk Haçlı Seferi Maniheistlere karşı yapıldı. Maniheistler kırımdan geçirildikten ve Maniheizm yok edildiğinden sonra salt alt sınıflar arasında yaşadı ve Jakob Böhme Maniheistliğin büyük etkisi altında yazan bir kunduracı. Aziz Augustinius’dan sonra “Kozmos, Kaos & Dünyanın Geleceği” (“Cosmos, Chaos & the World to Come: the Ancient Roots of Apocalyptic Faith”), kitabıyla Maniheizm’e (daha doğrusu Maniheizm’in kaynağı olan Zerdüş’lüğe) en büyük entelektüel saldırıyı Norman Cohn yapar.
    Eğer sizin ” da rasyonel tarafımla hayatı “verili” gerçeklik üzerine nasıl inşa edebiliriz”, lafınızı yukarıdaki Rönesans çağının “insan evrenselliğinin sezgisi”, coşkunluğu bağlamında yorumlarsam, size katılıyorum.
    Bu arada benim unutmak istemediğim arka planda doğayı araççıllaştıran (enstrümantalleştiren) veya araçsallaştıran kapitalizm var. Geleneksel olarak tanrıların becerisi olan mahareti (konudan daha da fazla uzaklaşmamak için tanrının zanaatkarlara benzetildiği felsefi veya dinsel spekülasyonları da işin içine sokmaktan kaçınacağım) kapitalizm ve onsuz imkansız olan modern bilim-teknik, doğayı istediği gibi parçalara ayırıp ve istediği gibi yeniden bir araya getirmeyi göz kamaştırıcı bir şekilde başarır.
    Daha sonra bu başarı, sosyal bilimler aracılığıyla insanı da istenildiği gibi parçalara ayırıp, istenildiği gibi yeniden bir araya getirilmede kullanılır. Bu arada aynı sosyal bilimlerin bunu eleştirdiklerini unutmuyorum. Bazı örnekler vermek isterim.
    Marshal Sahlins “Taş Devri Ekonomisi: Bolluk Çağı”, kitabıyla Orta Doğu’da medeniyet, dolayısıyla sınıflar, dolayısıyla mülkiyet, dolayısıyla kapitalizm, … tezinin temel varsayımı olan doğayla kavga veya diğer bir deyişle kendi çıkarı için kullanmak düşüncesinin doğru olmadığını ileri sürdü ve bana göre kanıtladı. Uzatmamak için bu görüşü savunanlardan bir tanesini yazıyorum. Aynı yazar daha sonra hastalığın kökünde doğa ve kültür ayırımının yattığını ileri sürer. Batı, insan doğası kuruntusu (illüzyon, yanılgısı) içinde yaşıyor der. Ona göre bu, Eski Yunanlılar’dan bu yana, bana göre Sümer’den bu yana. Örneğin Gılgamış Destanı, Enkidu Gılgamış’ın doğal ötekisi.
    Her neyse, benim daha da sevdiğim ve sizin “Modernite’ye ulaşsa da, bu aslında aynı zamanda bir “maymundan” bir uygarlık yaratma tarihiydi.”, lafınıza yukarıdaki görüşü daha dolaylı da olsa dile getiren şu alıntıyı eklemek isterim:
    “Bildiğim kadar biz (Batılılar) Dünya’da kendinin vahşilikten geldiğine ve gaddar doğayla aynı sayan (bir tutan, tanımlayan) tek toplumuz. Diğer bütün toplumlar tanrılardan geldiklerine inanırlar.”
    Dağıtma değil 3 (sorunuza bir cevap.)
    “Zapatista ve Subcamandante Marcos hakkında ne düşünüyorsunuz?” Bilgim sıfır kadar az.
    Dağıtma 4
    Ben “emek” sözcüğüyle ücretli emek, ölçülen emek demek istiyorum, yani 18. ve 19. yüzyıllardaki ekonomistlerin “bulduğu” ve özellikle Karl Marks’ın meşhur ettiği, yüzyıllarca en derin düşünürlerin bile bir türlü anlamadığı: “nasıl oluyor da bir çift ayakkabı iki kilo elma ediyor?”, sorusuna cevap. Kısaca, emek değer teorisi. Benim için emek herhangi etkinlik veya faaliyet değil. Daha açıklarsam, biri fakir denildiğinde, emeği ölçülmüş ve sıfır bulunmuş ve sıfır ücret verilmiş anlarım. Daha güldürücü, (ama alay edici değil, abartarak farkı vurgulamak amacıyla) bir örnek vereyim. Bir ayı ormanda yürürken bir armut ağacına rastlar, ağzı sulanmaya başlar, ağaca yaklaşır bir armudu yemek ister. Armut ağacı, “dur arkadaş, ben güneşten gelen ışınlardaki elektro manyetik enerji taşıyan fotonları fotosentezle parçaladım, biyolojik enerjiye çevirdim, emek verdim, karşılığını isterim”, der. Güldürücü bir sürü daha örnek düşünülebilir. Ama olmuş bir olay daha güzel anlatır. Güney Afrika devleti gezici insanların bazılarını yerleşik yaşamaya mecbur eder. Diğerleri direnir, eski yaşamlarına devam ederler. Bazan aç kaldıklarında yerleşik akrabalarını ziyaret edip yiyecek isterler. Yerleşik olanlar yiyeceklerine emek verdiklerinden eskisi gibi paylaşmak istemezler. Gelenler bundan hiç bir şey anlamazlar. Buna benzer çok sayıda yaşanmış olay var.
    Belki bu da, tüm dünyanın burjuva olduğu iddiamı dolaylı onaylar.
    Dağıtma 5
    Benim de saplantım var. Ben hala günümüzdeki durumun sorumlularının bir avuç insanla onların beyinsizce dalkavukluğunu yapan bir avuç insan olduğuna bütün varlığımla inanıyorum. Belki, sizin lafınızı size karşı kullanmakla, biraz haksızlık etmiş olacağımm ama aksi halde umudunuzun olması bana imkansız gibi; aksi halde, evet bilgim sıfır ama, Zapatistaların varlığı bana imkansız gibi geliyor.
    Ne yazık ki, lafınız, ” Sorumlu ve suçlu olan biziz!” de doğru. Aynı zamanda, çoğunluğun durumu anlamak için ne zamanı, ne enerjisi, ne bilgi birikimi, ve ne de bence çok haklı olarak, istekleri var. Hatta insan bebeğin kafası büyük olduğunda yaşama hazır olması annenin rahmi (biraz kanguru hariç hayvanlarda yaşama hazırlanma rahimde olur) dışında ama en fazla 7-8 yıl sürer. Şimdi 20-30 yıl sürüyor. Lütfen affedin dağıtma içinde dağıtmak istemiyorum ama bence bu haddinden uzun ve gereksiz.
    Belki sorun ölçü hiyerarşisinde düğümleniyor veya karışıklık yaratıyor. Gezip dolaşanlar arasında çatışmalar iki-üç günü geçince, “haydi yeter, yoksa hepimiz öleceğiz”, diyerek kavgaya son verirler. Yerleşik toplumlarda günümüzdeki anlamda aylar ve yıllar sürebilir savaşlar başlar. Komşular arasında anlaşmazlıklar bazan kötü sonuçlara varabilir ama kimsede etrafı viraneye çevirecek güç yoktur.
    Dağıtma 6
    “Lütfen bu sorumluluğu da taşıyarak; bu yükü hissederek “adım, adım” yürünülecek süreci de konuşalım…” Bu soruyla bağlı saplantım ve engeller daha da zor. Ben bu sorunu daha çok somut durumlarda alınacak yol olarak hayal ediyorum. Çok aptalca görünebilir ama benim için soru, sokağımızı nasıl temizleyeceğiz? olmalı. Sanırım sizin demek istediğiniz bu değil. Zaten ben İsviçre’de yaşıyorum ve henüz devrim gerçekleşmedi. Aksi halde incelenmesi gereken konular kalıyor. Onları da, görüyorsunuz, dağıtmadan incelemek güç olduğu gibi zaman alıcı ama denemeye değer. Konuyu ve başlamayı size bırakıyorum.
    Not: 242’de bana mı hitap ediyor sunuz? 243’deki sorunız bana mı yöneltilir? Bilmediğim için cevap vermedim.
    Hoşça kalın

  267. Sayın (pipsqueak) 260'a

    Sayın (pipsqueak) 260,

    Nihayet sizden bir ses duyabildik; minnettarız.

    Sitelere giriş yaptığınızı, incelemeye başladığınızı yazmışsınız; teşekkür ederiz!

    Gün Zileli’nin bu sayfasını ziyaret edenler ve yeni ziyaret etmeye başlayanlar için; hangi ” zehirli ! ” sitelerden bahsettiğimizi hatırlatalım:

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    6.
    http://www.ikincicumhuriyet.org/

    7.
    http://www.gencsiviller.net/

    8.
    http://www.liberal.org.tr/

    9.
    http://serbestiyet.com/

    10.
    http://www.derindusunce.org/

    Sayın “pipsqueak”,
    Anladığımız kadarıyla, incelemeniz sonucunda detaylı bir cevap hazırlıyorsunuz: [Sitelerdekileri okuduklarım midemi bulandırmıştı. Ama onların asıllar değil kazanan takımı alkışlayan mide bulandırıcı dalkavuklar olduğunu bilmemek ve hala görmemek kadar tarih bilgisinden yoksunluk daha da mide bulandırıcı.
    Asıllar çoktan başarılı olmuşlar. En büyük zaferlerinden biri tarihi silmek.]

    Bu köşeli [] parantez içindeki ifadenizle cevabınızın gidişatını henüz öngöremiyoruz.

    Umut ederiz: Hazırladığınız cevap; ilk önce bu 10 sitenin tahlili olur, sonra tecrübelerinize dayanarak görüşlerinizi yazarsınız.

    Sayın “pipsqueak”,
    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sizle yürüttüğümüz görüşme; “Kaç Bize Gel” ve “Plaza Eylem Platformu” başta olmak üzere, bütün dayanışma ağlarımız tarafından dikkatle takip ediliyor! Aktardıklarınızın, bizim için ehemmiyeti ne kadar yüksek olduğunu bilmenizi isteriz!

    Yukarıdaki 10 site hakkında detaylı cevabınızı sabırla bekliyoruz…

    Esen kalın.

  268. 259’a ..
    hani demiş ya “bana bir dayanak noktası verin, dünyayı yerinden oynatayım.”
    Bu dayanağınızı açık olarak göremiyirum..
    *
    Gençlik yıllarımda o uzun, uzun dünyayı tahlil eden sayfalar dolusu retorik içerikli yazıları okudum. O uzun, uzun cümlelerde kerametler aradım. “Solcuların” kendilerine kurdukları dünyada kendilerine ait kurguda tekrar tekrar başa döndüklerini uzun yıllar sonrasında anladım. Sıkıldım artık; şu ünlü e-mc kare, 3 sayfalık makale miydi?
    *
    Uzatmayalım! Kuşkusuz ki kapitalizm bugün iğrençtir; tüketim toplumu ve bencilliği yeniden, yeniden üreterek hem vahşi savaşları, vahşi bireysel kapışmaları hem de gezegeni-tabiatı mahvetmektedir.

    Bu gerçek yerine ne konulacağına ait inandırıcı, gerçekçi bir örgütlenme modeli sunamadığı sürece yaşanılmak zorundadır.
    Konformizm bu “inandırıcı” teori ve pratiğin belirdiği zamanlara karşın hareketsiz, umursamaz kalanlara ait bir eleştiri olarak kabul edilebilir.
    Tutup bir takım “aracı kurumları”, kapitalist emperyalist bireyleri teşhir etmekte amacınızı kestirmekte zorlanıyorum.
    **
    yaşlandım ve sabırsızım; kapitalizmi değiştirme adına teori ve önerilen pratiği merak ediyorum.
    Şu anda yaşanılan kapitalizm yerine konulacak sürece girme adına atılacak ilk adımı bana söyler misiniz?
    *
    Bu özgüveninizi de sağlıklı bulmuyorum. Söyleminizdeki kapalılık ve gereksiz göndermeler akıllı olduğunuzu kanıtlamaz; lütfen.. havarilere ait söyleminize dikkat edin; bir mehdi edasıyla “kurtuluşa ereceğimiz” o ışıklı yolu gösterenlerden olduğunuza ait üslubunuzu gözden geçirin; tam da onlar gibi muğlak, dolayımlı anlatımların çağımızda sıkıcı olduğunu unutmayın.
    *
    Ben yazılarımda da dikkat ediyorum. Her biri birer kitap olacak imkanı taşısa da bize kapitalizmi aşma yolunda başlıklarınızı olsun yazın…
    Verilen isimler bana iyi niyetli gelmiyor.
    *
    Yineliyorum; kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır. Bunu anlayamayan tarihsel-toplumsal-siyasal diyalektiği kavrayamamış ezberci zihinlerdir. Ve bu denli basit bir gerçekliği-hakikati çözememiş kişi ya da örgütlerin geçmişteki acıklı ve utanç verici hikayelerine örnek ne de çoktur…
    Amacı ve yöntemine ait siyasal mücadele içeriğini net biçimde ortaya koyamayanların kimseye ileri-geri laf etmeye hakkı olduğunu sanmıyorum…

  269. Sayın (ogürsel) 263'e

    Sayın (ogürsel) 263,

    [Tutup bir takım “aracı kurumları”, kapitalist emperyalist bireyleri teşhir etmekte amacınızı kestirmekte zorlanıyorum.] Özellikle “sol cenah” arasında; şüpheci algının “paranoya derecesine yükselmiş olduğu”nu görünce, şaşkınlıktan ağzımız açık kalıyor ve kahroluyoruz!

    Şunu yazan siz değil miydiniz sayın “ogürsel”: [gördüğünüz gibi ben “pratik” düşünen bir adamım. Dolayımlamalardan hoşlanmıyorum.] En az sizin kadar “dolayımsız” davranmaya ve sizlere “start line”lerı işaret etmeye çabalıyoruz; görmemek için direniyorsunuz!

    Niçin şu yazdığımızı görmezden geliyorsunuz: “Ne yazmıştık ‘255’ numaralı metnimizde: ‘Değişim’ denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım ‘devrim’ denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI elbette biliyoruz!”

    [yaşlandım ve sabırsızım; kapitalizmi değiştirme adına teori ve önerilen pratiği merak ediyorum.
    Şu anda yaşanılan kapitalizm yerine konulacak sürece girme adına atılacak ilk adımı bana söyler misiniz?]

    İLK ADIM:
    “ÖLÜMCÜL ZEHİRLERİN” NELER OLDUĞUNU, ÜNİVERSİTELER BAŞTA OLMAK ÜZERE, BÜTÜN EĞİTİM KURUMLARINDA NASIL YAYILDIĞINI TAHLİL ETMEK! BUNUN İÇİN SİZLERE; YAPTIĞIMIZ SAHA ARAŞTIRMALARI SONUCUNDA KEŞFETTİĞİMİZ “VERİLİ” KAYNAKLARI, ÖLÜMCÜL ZEHİRLERİN KÖKLERİNİ İŞARET EDİYORUZ! YANİ SİZLERE “START LINE”LARI GÖSTERİYORUZ! “İLK ÖNCE TAHLİL YAPILMALI!” DİYE HAYKIRIYORUZ! SİZLER İSE; “DEĞİŞİM”İN BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA NASIL OLACAĞINI ISRARLA SORUYORSUNUZ! DAHA SİZLER HİÇBİRŞEYİ TAHLİL ETMEMİŞKEN; HANGİ “DEĞİŞİM”DEN, HANGİ “DEVRİM”DEN BAHSEDİYORSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    PARANOYA DERECENİZ O KADAR YÜKSEK Kİ; ADETA HAVALE GEÇİRİYORSUNUZ, ADETA KOMPLOVARİ HALİSÜNASYON GÖRÜYORSUNUZ! YUKARIDA SAYIN “PIPSQUEAK” İLE GÖRÜŞÜRKEN DEFALARCA YAZDIK; ARTIK 1960’LARIN, 1970’LERİN DÜŞTÜĞÜ HATALARIN FARKINDAYIZ! BUGÜN AYNI HATALARI YAPMAMAK İÇİN DAHA DİKKATLİYİZ! HİZİPLEŞMENİN EN ZAYIF YÖNLERİMİZDEN BİRİ OLDUĞUNU SİZLERE HAYKIRDIK, HAYKIRIYORUZ! HERHANGİ BİR “HİYERARŞİK ÖRGÜT”LE, HERHANGİ BİR “HİYERARŞİK ULU ŞEF”LE, HERHANGİ BİR “HİYERARŞİK İLAH”LA VE TÜREVLERİYLE BAĞIMIZ YOK! SADECE; ÜNİVERSİTELERDE YÜRÜTTÜĞÜMÜZ SAHA ARAŞTIRMALARIMIZ SONUCUNDA KEŞFETTİKLERİMİZ ve İLİKLERİMİZİN SÖMÜRÜLDÜĞÜ “ŞİRKETOKRASİ!”YE GELEN KİŞİLERDEN EDİNDİĞİMİZ TECRÜBELERİMİZ VAR! SİZLER BU ALANLARDA BULUNMADIĞINIZ İÇİN; NASIL BİR ZEHİRLE BEYİNLERİ YIKANMIŞ “GENÇLİK MYTH”İNİN YAKLAŞMAKTA OLDUĞU HAKKINDA BİR FİKRİNİZ YOK NE YAZIK Kİ! KENDİ AKVARYUMUNUZDAKİ KONFORMİSTLİĞİNİZDE OYUN OYNUYORSUNUZ, “YAŞLILIK”I BAHANE EDEREK ve SAÇMA SORULARLA “TAHLİL”E YANAŞMIYORSUNUZ; BUNLARI YAZARKEN ÇOK ÜZÜLDÜK, ÇOK KAHROLDUK AMA GERÇEK BU SAYIN “OGÜRSEL”!

    [Bu özgüveninizi de sağlıklı bulmuyorum. Söyleminizdeki kapalılık ve gereksiz göndermeler akıllı olduğunuzu kanıtlamaz]

    ORTADA; KİMİN AKILLI, KİMİN AKILSIZ OLDUĞUNU SORGULAMAMIZ GEREKEN BİR EMARE YOK Kİ! SADECE “TAHLİL” İÇİN SİZLERE “START LINE”LAR İŞARET EDİYORUZ; AMA KONUYU İNATLA BAMBAŞKA YERLERE ÇEKEREK “ZAMAN! ve ENERJİ!” KAYBEDİYORSUNUZ, KAYBETTİRİYORSUNUZ! (Ne yazık ki; yine “efficiency!” ve yine “productivity!” metaforlarını yazmaya mecbur kaldık!)

    [Verilen isimler bana iyi niyetli gelmiyor.
    *
    Yineliyorum; kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır. Bunu anlayamayan tarihsel-toplumsal-siyasal diyalektiği kavrayamamış ezberci zihinlerdir. Ve bu denli basit bir gerçekliği-hakikati çözememiş kişi ya da örgütlerin geçmişteki acıklı ve utanç verici hikayelerine örnek ne de çoktur…]

    Sayın “ogürsel”,
    [Verilen isimler bana iyi niyetli gelmiyor.] diye yazmanız; hâlâ ama hâlâ [kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır.] hatanızda ısrar etmenizden kaynaklanıyor! Ve ne yazık ki “muğlak ifadenizle!” hatanızı pekiştiriyorsunuz: [Bunu anlayamayan tarihsel-toplumsal-siyasal diyalektiği kavrayamamış ezberci zihinlerdir. Ve bu denli basit bir gerçekliği-hakikati çözememiş kişi ya da örgütlerin geçmişteki acıklı ve utanç verici hikayelerine örnek ne de çoktur…]

    Yine, yeniden, sizlere “muğlak olmayan!”, “verili kaynaklardan” işaretler gösterelim:

    LÜTFEN DİKKAT BUYURUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”; 2015 İTİBARİYLE SÜREN “ÖLÜMCÜL KAPİTALİZM HASTALIĞI”NI, BİR MAKİNE MEKANİZMASI GİBİ, BİR TÜR MOTOR GİBİ, “SİSTEMATİK SÖMÜRÜ ve ÖLÜM CANAVARI” HÂLİNE GETİREN “İSİMLER!”, “BİREYLER!”, “ZİHNİYETLER!” KİMLERMİŞ?! NELERMİŞ?! GÖRÜNÜZ:

    (Yukarıdaki “150” numaralı metnimizden)

    ‘John McMurtry’ izah ediyor:
    (Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)

    “…
    Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

    Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

    Her şey ‘John Locke’ ile başladı!

    John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

    1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.
    2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.
    3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla muşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi! Hepimiz gibi siz de zapturapt altındasınız sayın ‘ogürsel’!)

    Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!

    Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

    İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hattâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde! Locke şöyle diyor:
    [İngilizce] The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.
    [Türkçe] ‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’

    Locke bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!

    Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!

    Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:

    ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’

    Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’

    Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’

    Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin’ ne olduğu hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

    Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!

    Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.

    Locke; ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başlamıştı,
    Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte’ dediği:
    (‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’) ↔ ‘Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil.
    Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur.
    Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise;
    -Piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.’

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)

    Smith devam ediyor:

    ‘İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

    ‘(Yatırımcının & patronun) Bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

    ‘(Yatırımcının & patronun) Ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte -eşitsizlik- (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!’

    Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):

    Bilirsiniz: İnsanlar ürünleri, malları ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz ve diğerleri bu ürünleri, malları ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları.

    ‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen -piyasanın görünmez elidir-!’ (The Invisible Hand!)

    Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

    [İngilizce]
    ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

    [Türkçe]
    ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
    https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=H08NT6LNV0H3N7GTLUDM ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    ‘İcat edilmiş yeni bir -ırkçılık- anlayışı’,

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,

    Ve ‘-görünmez el- denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:
    ‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

    Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr sağlayıcı ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.

    ‘Finans’ kısaca: Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan ‘paranın -ticari mal- olarak kabul edildiği’ bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2015… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme; ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esraregiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
    Bu hayali, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir! Yani; ‘sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!’ yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırladığınızı umuyoruz sayın ‘ogürsel’!)

    Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şudur ki:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!

    ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

    Kısacası en başından beri kendinizi; ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!

    Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

    Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi (The Power Elite, 1956, C. Wright Mills)’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
    …”

    Sayın “ogürsel”,

    Mayıs 2015’te; “Renault”, “TOFAŞ-Fiat”, “Coşkunöz”, “Valeo”, “Ficosa”, “Delphi”, “Yazaki”, “Aunde”, “Lear”, “Mako”, “Maysan Mando”, “AB Rotech”, “SKT”, “Ototrim”, “Farba”, “Tredin”, “Diniz Johnson Controls”, “Beyçelik-Gestamp”, “Borçelik”, “Borusan”, “Borusan-Mannesmann”, “Ford-Otosan”, “Arçelik LG”, “BSH Çerkezköy” ve yüzbinlerce “şirketokraside!” sömürüldükleri için isyan eden emekçilerin işaret ettiği tehlike: Sizin [kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır.] yanılgınızdır!

    Artvin, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize, Ordu ve Samsun’da 600 kilometrelik alana yayılan Doğu Karadeniz’deki yaylaların birbirine bağlanmasıyla bir “doğa cinayeti” olan “Yeşil Yol projesi”nde hayatlarını kaybetmesi muhtemel fidan, ağaç, dere, çay, kaplumbağa, sansar, atmaca, keklik, ayı, bıldırcın, tırtıl, kelebek, menekşe, kirpi, sincap ve binlerce türü gündeme getirerek “bir yudum hayat!” için mücadele eden insanların işaret ettiği tehlike: Sizin [kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır.] yanılgınızdır!

    “Mecidiyeköy-Torunlar inşaat asansör cinayeti” ile HAYATLARI ELLERİNDEN ALINAN emekçilerin işaret ettiği tehlike: Sizin [kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır.] yanılgınızdır!

    “SOMA maden cinayeti” ile HAYATLARI ELLERİNDEN ALINAN 301 EMEKÇİNİN işaret ettiği tehlike: Sizin [kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır.] yanılgınızdır!

    Sayın “ogürsel”,

    “Değişim” denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım “devrim” denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI elbette biliyoruz!

    İlk adım:
    Hepsi birer “start line” olan şu 10 zehirli zihniyeti “tahlil etmek” ile başlıyor!

    1.
    https://www.aynrand.org/

    2.
    http://atlassociety.org/

    3.
    http://www.libertarianism.org/

    4.
    https://mises.org/

    5.
    http://www.3hhareketi.org/

    6.
    http://www.ikincicumhuriyet.org/

    7.
    http://www.gencsiviller.net/

    8.
    http://www.liberal.org.tr/

    9.
    http://serbestiyet.com/

    10.
    http://www.derindusunce.org/

    Esen kalın!

  270. “Neçayev’e”.. (dilerim alınmazsınız..)
    ***
    Sevgili arkadaşlar, dostlar, sizi anlamaya çalışıyorum. Lütfen yaparsam söyleyin; birbirimizi küçümsemeden konuşalım. Benim 30 yaşında oğlum var; ona seslendiğim gibi sesleneceğime emin olun. Denilir, 25 yaşından sonra herkes aynı yaştadır. Doğrudur! Yanınızdan ama bir
    Alçakgönüllülük yapmayacağım; ingilizce kaynaklardan yararlanmadan da, hele kimi yararlananları gördükçe de (örneğin Ahmet!) bir eksiklik duygusu hissetmeden, siyaset ve hayatın diyalektiğini kavradığımı düşündüğümü söyleyeceğim.
    ***
    Yazdıklarınızı dikkatle okudum ve elimden-birikmiş aklımdan geldiğince açıkça ve dolayımsız eleştireceğim.
    1.Hiç bir insan nörolojik-sosyolojik-sınıfsal koşullardan bağımsız değildir. Ölümcül zehirler” her insanda yaşar. O “bebeğin” doğduğu koşullar ve yaşadığı ilişkilere göre “meyve” verir. Ölümcül zehir her insanda vardır. Ölümcül zehir taşıyan ve yayan insanlar, asıl enerjilerini birikmiş toplumsal ilişkilerden, geleneklerden, koşullanmışlıklardan alır; aynı zehri aynen yaymaya hazır inanılmaz yedek “zehir yayıcıları” yedekte bekler. Bu zehirli insanları üreten tarihsel ve toplumsal bataklıktır ki, bataklığın kurutulması ile bu “zehirli insanlar” arasında, tek tek bireylerden bağımsız bir ilişki vardır.

    2. Devrim, dincilerin yanılsaması “cennet” masalının seküler hali olarak dolaşıma sokulmuştur. Çünkü Devrim bireylerin, örgüt ya da partilerin yapabileceği bir “dönüşüm” değildir. Devrim insanlığın birikmiş çabasının “olağan” sonucudur; kendi ekseni etrafında dönen dünyanın yer yüzü kabuğunda biriken bir gerilimdir; zaman içinde birikir ve kopar; deprem olur; insanlar “tepinerek” deprem-devrim yapamazlar. Devrim olur ve insanlar boyun eğer; devrimi beslediğini sanarak çaba harcayanlar, hangi “fay hattını” kıracaklarını bilemez; ve kendileri o yarıklar içine düşebilir. Devrim birikmiş insanlık iradesinin hayata geçmesidir; insanların değil. Devrim yapılmaz; olur. Devrimcilik en idealist, en “iyi”,en özgeci bireyler için ancak bir “gübre” olarak işlev görebilir; devrimi gören bir devrimci, devrimci değil, kariyeristtir. Ve Mahir, Deniz ve ölen gençler de devrimcidir; devrimci ancak ölerek devrimci olur… Ve kim bilir kaç on ya da doğrusu yüz yıl sonra gerçekleşecek devrimin gübresidir.
    İntihar bombacıları da bu anlamda “devrimci” görünebilir ki onları bu korkunç katliama sürükleyen de “devrimci” duygulardır. Bu nedenle ölü bir “devrimcinin” bile bir aşağılık katil mi, “insanlığa yararlı bir birey-insan” mı olduğunu anlamak zaman alır.
    3. Her şey ‘John Locke’ ile başladı! John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı”
    Her şey “benim” demekle başladı. J. Locke bu durumu betimledi. “Adamcağızın” suçu yok! O yazmasa zaten yazılacaktı; çünkü hayattır aslolan! Hayat üretir düşünceleri. İlk devlet 5000 yıl önceydi. Özel mülkiyet ve tahakküm sürecinde J. Locke’in bir kabahati yoktur!
    4. Piyasa ekonomisi 8000 yıl önce de vardı. Büyücülükte işe yarayan kıymetli taşların takası da ona göreydi. Arz, talep yasası o zaman da vardı.
    A. Smith de ne olup bitiyorsa onu anlattı; yorumladı. Olmuş, olmakta ve olacak olana katkısı yoktu!
    5. “Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık..”
    Beni duygusuz sanmayın; çocuk cinayetlerinden yola çıkarak sosyalist ve ateist oldum. 40 yıl önce. Ama şunu da biliyorum. 1750 yılındaki insan nüfusunun kapitalist ekonomi sayesinde bugün 7 milyarı geçtiğini. Meta, ya da modern kapitalizm (çünkü klasik kapitalizm her zaman vardı) sayesinde tür başarısı öyle tartışılamaz kesinlikte ki; bu başarı öyle korkunç ki, böyle giderse gezegenin tükenmesine yol açacak. Ve duygusuz, taş yürekli bir tarihçi ağzı ile konuşmak gerekire “Kapitalizm 2000’lere doğru artık “kötü” bir ekonomik sistemdi; hem de sömürü ilişkileri gerekmeden, müthiş bir üretim gücü ile gezegeni ve tüm türleri, tabiatı koruyabilecek bilim ve teknolojiye ulaşılmasını temin ettikten sonra…”
    Finans kapital ve kapitalizme ait “kötülükler” konusunda farklı düşünmüyoruz. Aramızdaki fark.. geçmişi değerlendirmeye ait; ve belki bu nedenle de çözüm yöntemlerine ait.
    Sonuç..
    “Kötülük” konusunda farklı düşünmüyoruz. Ama bu
    “Kötülüklerin” kaynağı, üreten, büyüten, yayanlar ve bunlara bağlı çözüm konusunda farklı düşünüyoruz. “İnsanları sopa ile cennete gönderemezsiniz!” Ve “sizin cennetiniz” belki de onların cehennemidir!
    İnsanlığın geldiği bu evrede Kapitalizm kuşkusuz ki artık insanları, tabiatı, geleceği zehirleyen hasta bir ekonomik üretim tarzıdır. Ama bu üretim tarzının değiştirilmesi kesinlikle ve kesinlikle kapitalizmi üreten şirket ya da bireylerin yok edilmesinden geçmeyecek! Kapitalizmin kendisi, bu şirket ve bireyleri üretme konusunda öylesine “manyak” yetenekte ki; onun “aşil topuğu” kesinlikle andıklarınız, hedef gösterdikleriniz değil..
    Peki nedir? Bunu çok düşünmem gerekli. Ama kesinlikle andıklarınız olmadığına inanıyorum.
    Sevgi ve saygılarımla..

  271. 262’ye cevap (pipsqueak’den)
    İlk 5’e 5 tane daha eklemişsiniz. 1., 2., 4. Türkiye’de olan son olayın asıl sorumluların sözcüleri.
    1. aynrand.org/; 2. atlassociety.org/; 4. mises.org/: kesin kes çöp tenekesine atılacak, okumaya değmez, çoktan bitmiş ve kazanılmış maçın papağanları.
    5. 3hhareketi.org/:
    Sadece Yaël Ossowski’nin “The European Union’s fate lies in its embrace of open borders” yazısını okudum: bir çeşit politika ödevini iyi yapan ileri zekalı bir öğrenci.
    Kapitalizmin başlangıçtan beri yararlandığı kırdan kente göçler, sendikaların olmadığı yerlere taşınma, kadınları iş pazarına sokmak ve benzeri yeni kan bulma ve emme şimdi bu coşkun Yaël Ossowski diliyle kazan-kazan oyunu olur ve beyazların en büyü kabiliyeti olan yalan ve doğruyu aynı anda söyleme becerisini bir daha kanıtlar.
    Avrupa’da serbest dolaşanları aynı iş ve işi pazar yasalarına uyma kaçınılmazlığı yanı sıra, kendisi gibi olmayanların dil farklarından dolayı çekecekleri zorlukları yerine ucuz politikacı konuşması: “ümit boş sayfası benden, doldurması sizden”
    Konuştuğu dil insanı kusturacak ve dünyaya son 5 yüzyıl egemen olan ekonomi dili bile değil, tamamıyla işletmecilik dili (“business” dili).
    Kapitalizmde ÖZGÜRLÜK kısıtlama yoksunluğu, yani pozitif değil negatiftir. Modern Ulus’da da bireye tanınan özgürlük negatiftir. Özgürlük salt Ulusundur. O da, iradesinin temsilini çoğunluğu temsil eden, DEVLET ve HUKUK aracılığıyla kişilere tanır veya tanımaz. Kısacası bireyin özgürlüğü negatif ve hele gruplara, Ulus bireylerden oluştuğundan, hiç bir özgürlük tanınmaz. Örneğin azınlıkların cefaları. Sitenin adındaki “hoşgörü” de bunlara rağmen söylenenleri hoşgörüyle karşılamak olmalı.
    Aynı dalkavukluğu yapan çok oldu. Son zamanlarda ünlü, şimdi hatırladığım, taraf değiştiren Mario Vargas Llosa.
    Yaël Ossowski’nin insanların kaçmalarını daha iyi bir hayat aramaya tercüme etmesi en azından çok üzücü.
    Bunlar yalanlar.
    Şimdi de doğrular. Benim ABD’de ve Avrupa’da gördüğüm, konuştuğum, tanıdığım bütün yabancılar hayatlarından fazlasıyla memnunlar. Belki sizi hayal kırıklığına uğratacak ama bence Yaël Ossowskiler haklılar.
    Ama yine bence, eğer kapılar geçekten açılsa, ne Avrupa, ne Kanada, ne ABD ve ne bankalar, ne işletmeler, ne Yaël Ossowskiler kalır. Hiç değilse başlangıçta ve inşallah!
    Tabi yine sorun ne mantık, ne akıl yürütme, ne de olgulara işaret etmeyle çözülebilir. Sorun ideolojik farklardan doğuyor.
    6. ikincicumhuriyet.org/: Liberalliğin ne olduğunu sanırım siz benden iyi biliyorsunuz. Ben, sadece Fransa’da eğitim yapan birinin liberal devletin çelişkilerini işleyen eserleri bilmemesi, Mehmet Altan’ın düşünürden çok, hangi çıkara hizmet amacıyla yaptığını bilmiyorum, taraftar toplayan, ki diğer sitelerde bende aynı hissi yarattılar, veya yeni bir düzene akıl hocası olmak isteyen biri.
    7. gencsiviller.net/ : anlamadım bile, fırsatçılık gibi bir şey.
    8. liberal.org.tr/: doğrusu insanın kusması geliyor.
    9. serbestiyet.com/: daha çok sıradan bir gazeteye benziyor.
    3. libertarianism.org/: sağcı, kapitalizmi savunan anarşistler. Devlet olmasa kapitalizmin bir gün bile ayakda duramayacağına inanıyorum. Geriye az devlet masalı kalıyor ve bu konu benim için çok teknik bir konu ve hatta kafamın çalışmadığı bir alan. Örneğin yolsuz meta taşınmaz, yol vergilerle yapılır. Sınırlar, telif haklarını devletler korur ve garantiler. Sonsuz cahil olduğum ama işin içinde sahtekarlık olduğunu hissettiğim bir alan. Üstelik zarlar çoktan atılmış.
    Çok kısa ve çok kaba oldu. Özür dilerim. Üstelik bence siz bunları benden iyi ( lütfen 245 no’lu yazımın samimiyetine inanın) anlamışsınız. Neden benim de bakmamı istediğinizi anlamadım. “Zehirli” lafınıza tek ekleyecek lafım biraz cesaret kırıcı olabilir. Bu siteler bana parayla dolup taşanlara benziyor ve sizin bana gönderdiğiniz “Kac-bize-gel-brosur-3″lerindekileri genç ve ileriye dönük kariyercilerle dolu. Çok güçlüler. Bu konuda ve diğer bir konuda size söylemek istediklerim var, ama sonra.
    Gelelim 10.derindusunce.org/: bence bu şahane bir site, çok beğendim, October 2015 (15) yazılarının çoğunu, yukarıdakilerin tersine ve sizin beni tekrar konformist olmayla itham etme pahasına da olsa seve seve, okudum.
    Görünmeden görenin iktidarı: Big Brother, Panoptikon ve Foucault ; Endişe verici mükemmellik: Kubrick, düzen ve kaos; Katliamın Rengi; Parçalanmış Hayat-Postmodern Ahlak Denemeleri; Tüketim.
    Tek bilmediğim ve tüm yazıları okumadan ve siteyi iyice dolaşmadan şu: modernite ve postmodern düşünceler güzel eleştirilmiş ama kendilerinin savundukları veya aşılamak istedikleri bazı düşüncelerin olup olmadığı.
    “28 Mayıs 2015′ten beri bu sayfada sizle yürüttüğümüz görüşme; “Kaç Bize Gel” ve “Plaza Eylem Platformu” başta olmak üzere, bütün dayanışma ağlarımız tarafından dikkatle takip ediliyor! Aktardıklarınızın, bizim için ehemmiyeti ne kadar yüksek olduğunu bilmenizi isteriz!”
    Bir iltifat ama ağır bir yük. Tekrar ediyorum farklarımız var ama sizin iğrençliği gördüğünüz apaçık. Hatta benden çok daha ilerde ve keskin. Ben isterseniz kendi okuduğum ve beğendiğim yazarların adlarını gönderirim. Bu yazarlar yukarıdaki “zehir” saçanları çok iyi tanıyan ve incelemesini yapanlar. Örneğin yukarıdaki 9 sitenin, kısmen de olsa, röntgenini çeken: C. B. Macpherson’un “The Political Theory of Possessive Individualism”.
    Şimdilik bu kadar ve esen kalın.

  272. 236 ve 252’ye cevap
    Bu, Gün Zileli, sitesinde email istenmemesi bende hayranlık yarattı. Siz hemen emaile bağlattığınız için cevabı burada verdim.
    “BILIM, SANAT, POLITIKA VE MILLIYETÇILIK” YAZISINA BIR KATKI.
    İlk önce milliyetçiliğin bir tanımı: enayiyle dolanıdırıcyı kardeş yapar.
    İnsan 2 milyon dünyada (gittikçe daha gerilere gidiyor, ama 2 milyon yeter). Dil, ateş, tekerlek, mitler, ayinler, törenler, dans, müzik, oyunlar ve hatta saymakla bitmeyecek ve onlarsız insan ve yaşam düşünülmeyecek olanları insanlar buluşmuşlar.
    Daha öteye de gidebiliriz. Akira Kurosawa’nın bir filminde, o zamanlardan bu tarafa nasıl kaymışsa, sözüm ona bir “animist” yanındaki Rus subaya döner ve güneşe işaret edip, “O dünyada en önemli adam, o olmasa yaşam olmaz”, der.
    Bunların yanı sıra son iki yüzyıl zırvalamaları ve özellikle endüstri, kapitalizm ve devletlere süt inekliği eden Albert Einstein gibi bilim adamlarının konuları dışına çıktıklarında salak salak konuşmalarını ciddiye almak biraz tuhaf.
    Şu doğru: zamanımızda olup bitenlerden kendimizi uzak tutamayız. Ama, binlerce arasından örnek vermem gerekirse, hemen hemen 3 bin yıl önce yoga, dışarıdan gelen milyarlarca dürtü çokluğuna karşı önlem olarak geliştirildi.
    Somut bir örnek: Bir arkadaş laf arasında bir adla örnek verdi ama anlamadım, sordum kim diye. Hayret etti. Çok ünlü bir futbolcuymuş. Ondan sonra o futbolcunun adını tişörtlerde, afişlerde, duvarlarda, … görmeye başladım. Reklamcıların temel tekniklerinden biri bu.
    Bence biraz daha temkinli olmada yarar var.
    Esen kalın

  273. Yorum gönderilemiyor…

  274. Sayın (ogürsel) 265'e [1. KISIM]

    1. KISIM

    [2 KISIMDAN OLUŞMAKTADIR.]

    Sayın (ogürsel) 265,

    NOT: AŞAĞIDAKİLERİ SAYIN “PIPSQUEAK”İN DE OKUMASINI TAVSİYE EDERİZ. [C. B. Macpherson’un “The Political Theory of Possessive Individualism”] ESERİYLE İLİŞKİLİ BAZI ÖNEMLİ HATIRLATMALARIMIZI GÖRECEK. BUNLAR DIŞINDA; GERİYE KALANLARIN BÜYÜK BİR KISMINI DAHA ÖNCE KENDİSİNE YAZDIĞIMIZDAN O KISIMLARI ATLAYABLİR.

    **********
    Sayın “ogürsel” (265),

    “Sergey Nechayev” ile uzaktan-yakından bağımız olmadığını yukarıda dile getirmiş olmamıza rağmen; tarihi “sadece Sovyetik” pencereden okumaya alıştığınızdan, bizlere (belki başkalarına da!) nasıl göndermeler yapmaya çalıştığınızı görüyoruz!

    Aramızda “Marxist” dostlarımız oldukça fazla. Şahsınızın beslendiği akımlar ne, neler; tam olarak bilemeyiz. Fakat “sadece Sovyetik” pencerede takılıp kaldığınızı görünce üzülüyoruz!

    Size istediğimiz kadar “Sergey Nechayev ile bağımız yok!” diye yazalım; pencerenizi değiştirmeyeceğiniz endişesini taşıyoruz! Bu nedenle, gereksiz yere uzatmamak için, son kez yazalım “Sergey Nechayev ile bağımız yok!” Öyle gözüküyor ki; size bu hususta ne desek, ne yazsak boş!

    **********
    Oğlunuzun (varsa; diğer evlatlarınızın da) bir “Beyaz YaLAka” olduğunu unutmayınız sayın “ogürsel”!

    Siz de yıllar önce “kapitalizmi öksürmeyi terk ettiğiniz için”; hepimizin ebeveyni gibi siz de evladınızı “kapitalizmle uyumlu yaşayacak şekilde!” yetiştirdiniz! İlk önce; bu tespiti hatırlatalım!

    Yukarıda sayın “pipsqueak” ile görüşmelerimizde; “anarşist” olduğumuzu defalarca yazdık. Sizler sayın “ogürsel”, yani “biyolojik olarak yaşça bizlerden büyük olanlar”; “Stalinizm”e karşı kullandığınız enerjinin aynısını, aynı anda “kapitalizm”e karşı da kullanmış olsaydınız; dünya bugün bambaşka bir yer olabilirdi! Stalin gitti ama Putin geldi! Reagan gitti ama Obama geldi! Özal gitti ama Erdoğan geldi! Peki; “kapitalizm” hâlâ yerli yerinde duruyor mu? Evet, yerli yerinde duruyor! Gitgide ölümcülleşiyor mu? Evet, gitgide ölümcülleşiyor! “Eylemsizliğinizin” nedeni ne?! BU ÖLÜMCÜLLÜK APAÇIK ORTADAYKEN, BU ÖLÜMCÜLLÜK BUGÜN AZIYA ALMIŞKEN; hâlâ, karşılıklı olarak, birbirimize tarihten örnekler (“history mining!”) yaza yaza nereye varmayı umuyoruz?! “Eylem” çağrısını ısrarla “Sergey Nechayev” ile ilişkilendirerek hata yaptığınızı niçin görmek istemiyorsunuz! Asıl sebep; konformistliğimiz olabilir! Unutmayınız sayın “ogürsel”; istasyonları biz inşa edeceğiz! Varacağımız yerleri artık biz belirleyeceğiz!

    **********
    [3. Her şey ‘John Locke’ ile başladı! John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı”
    Her şey “benim” demekle başladı. J. Locke bu durumu betimledi. “Adamcağızın” suçu yok! O yazmasa zaten yazılacaktı; çünkü hayattır aslolan! Hayat üretir düşünceleri. İlk devlet 5000 yıl önceydi. Özel mülkiyet ve tahakküm sürecinde J. Locke’in bir kabahati yoktur!
    4. Piyasa ekonomisi 8000 yıl önce de vardı. Büyücülükte işe yarayan kıymetli taşların takası da ona göreydi. Arz, talep yasası o zaman da vardı.
    A. Smith de ne olup bitiyorsa onu anlattı; yorumladı. Olmuş, olmakta ve olacak olana katkısı yoktu!]

    John Locke’a (sayın “pipsqueak”in de 240’da ifade ettiği üzere [BİREYE SAYGIDIR]); “birey” kelimesine önem atfetmesi, “özgürlük” denen şeyi anlamaya ve yorumlamaya çalışanlardan biri olması sebebiyle saygımız var. Fakat bu demek değildir ki; John Locke da bir ilahdır ve her sözü amentü kabul edilmelidir!

    Aynı örneği “Jean-Jacques Rousseau” için de söylüyoruz! (En az Adam Smith kadar “kötü” olan!) Thomas Hobbes’a en okkalı cevaplardan birini veren kişidir Rousseau; bu nedenle saygımız var! Ama “düzenli ordu” denen kurumun inşaatını başlatan kişilerden biri de Rousseau olduğundan, “militarism”e bilerek-bilmeyerek su taşımış kişilerden biri olduğundan Rousseau’ya öfke de besliyoruz!

    [“Kötülüklerin” kaynağı, üreten, büyüten, yayanlar ve bunlara bağlı çözüm konusunda farklı düşünüyoruz. “İnsanları sopa ile cennete gönderemezsiniz!” Ve “sizin cennetiniz” belki de onların cehennemidir!
    İnsanlığın geldiği bu evrede Kapitalizm kuşkusuz ki artık insanları, tabiatı, geleceği zehirleyen hasta bir ekonomik üretim tarzıdır. Ama bu üretim tarzının değiştirilmesi kesinlikle ve kesinlikle kapitalizmi üreten şirket ya da bireylerin yok edilmesinden geçmeyecek!]
    EVET, BU İFADENİZE KATILIYORUZ! DETAYLARI AŞAĞIDA OKUYACAKSINIZ.

    [Kapitalizmin kendisi, bu şirket ve bireyleri üretme konusunda öylesine “manyak” yetenekte ki; onun “aşil topuğu” kesinlikle andıklarınız, hedef gösterdikleriniz değil..]
    HAYIR, BU İFADENİZ EKSİK! DETAYLARI AŞAĞIDA OKUYACAKSINIZ.

    Öncelikle sayın “ogürsel”,

    [Piyasa ekonomisi 8000 yıl önce de vardı.] sözünüzde büyük eksiklik var.

    Ve [A. Smith de ne olup bitiyorsa onu anlattı; yorumladı.] sözünüz tamamıyla hata!

    Açalım:

    “Kapitalizm” kavramıyla “ticaret” kavramını birbirine karıştırdığınızı üzülerek bildiriyoruz sayın “ogürsel”!

    Gün Zileli’nin şu sayfasında, 28 Mayıs 2015’ten beri yürüttüğümüz görüşmede, şu an itibariyle, bir de “ticaretin tarihini” & “kapitalizmin tarihini” birbirimize yazarak; enerjimizi yanlış odağa yönlendirmeyelim! Ama öyle gözüküyor ki; aradan kopup gitmiş “devasa!” bilgi parçacıkları, konuyu sağlıklı değerlendirememenize yol açıyor!

    Antropologlar başta olmak üzere, “tarih” ile (hem “bilimsel”, hem “akış” olarak) ilişkili onlarca dalda yapılan araştırmalar; “kapitalizm” isimli sistemin (tıpkı “komünizm” de olduğu gibi) “man-made”, yani “insan yapımı” olduğunu gösterir!

    “Hunter & Gatherer”lara kadar başa giderek izah etmeye kalkarsak; bitiremeyiz!

    “Ticaret”in özü; tarihi akış içinde “takas”tır.

    Öve öve bitirilemeyen, o meşhur şahıs “Marx”; “Ursprüngliche Akkumulation” & “Primitive accumulation of capital” teorisiyle; “ticaret”in el değmemiş doğasının nasıl bozulmaya başladığını, insanın en önemli, hayati davranış biçimlerinden olan “ticaret”in rahminden “kapitalizm” isimli hastalığın nasıl doğurulduğunu bir bir anlatır! Konuyu, yine gereksiz yere uzatmamak için, burada kesiyoruz.

    Size “ticaret”in henüz bozulmamış hâlinden bir örneği aktaralım:

    MÖ 2000’de Gucerat’lı (Gujarat) ticaret erbapları; hem yeni coğrafyalar keşfetmek isteğinin verdiği heyecan, hem de mallarını takas edebilecekleri yeni mallara ulaşmak için, okyanusta kaybolup hayatlarını kaybetme pahasına da olsa, süresi belirsiz yolculuklulara çıkmış, ve Endonezya kıyılarına ulaşmışlar. Endonezya’ya vardıklarında; akıllarında, ne hemen “kolonileştirmek”, ne hemen “misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak”, ne hemen “Hint emperyal görkemini enjekte etmek” amaçları vardı! İLK İSTEDİKLERİ, İLK SORDUKLARI ŞEY; Gujerat’tan getirdikleri mallar karşılığında, Endonezya’dan alabilecekleri mallar ne olabilirdi? “Ticaret”in öz hâli; işte bu soru kadar basittir! Kompleks değildir!

    2010’da, Endonezya’ya yaptığımız “iş görüşmesi ziyareti!”mizde; Endonezyalı ticaret erbaplarından, ülkelerindeki Gucerat’lı insanların, onların geleneklerinin, iş yapma anlayışlarının ne kadar yaygın olduğunu öğrendiğimizde çok şaşırmıştık. “Kapitalizm” isimli hastalık doğmadan önce; “ticaret”in ne kadar masum, ne kadar vakur olduğunu idrak edince hem özlem duyduk, hem üzüldük!

    Sayın “ogürsel”, yukarıda (264 numaralı metnimiz) yazdığımıza bir kez daha dikkat ederseniz; size, bir makine mekanizmasına dönüştürülmüş olan ticaret, bir motor hâline getirilmiş olan ticaretten bahsettik: “Kapitalizm!”

    2015 itibariyle (ve önümüzdeki onlarca yıl boyunca!) sürmekte olan makine, motor, sistem: Adam Smith’in temelini attığı, “ticaretin doğasını bozduğu!”;
    1759 tarihli “The Theory of Moral Sentiments”,
    Ve 1776 tarihli “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” teorileridir!

    David Ricardo “mukayeseli üstünlükler teorisi”ni;
    Adam Smith’in yarattığı hastalık üzerine inşa etmiştir!

    Karl Marx & Friedrich Engels “Manifest der kommunistischen Partei” & “Das Kapital, Kritik der politischen Ökonomie” teorilerini;
    Adam Smith’in yarattığı hastalık üzerine inşa etmiştir!

    John Maynard Keynes “The General Theory of Employment, Interest and Money” teorisini;
    Adam Smith’in yarattığı hastalık üzerine inşa etmiştir!

    Milton Friedman 1962 tarihli “Capitalism and Freedom” zırvalamalarını, tekrar popüler hâle getirdiği “Greed is good!” & “There ain’t no such thing as a free lunch!” sözlerini;
    Adam Smith’in yarattığı hastalık üzerine inşa etmiştir!
    (Not: Bu iki sözü ilk kez Friedman dile getirmemiştir. Ama Friedman’ın zırvalamalarından sonra bu sözler popüler hâle gelmiştir!)

    2007-2008-2015…küresel finans krizi; Adam Smith’in yarattığı hastalık üzerine inşa edilmiştir sayın “ogürsel”, “Gucerat & Endonezya” örneğinde gördüğümüz üzere “bozulmamış ticaret” üzerine değil!

    Liste uzayıp gidiyor…

    Sayın “ogürsel”, yukarıda (264 numaralı metnimiz) yazdığımıza bir kez daha dikkat ederseniz; ısrarla “Corporatocracy & Şirketokrasi” tabirini işaret ettik!

    “Ticaret” henüz bozulmamışken; nasıl “cottage”lar, nasıl “han”lar, nasıl “pazar”lar, ve hattâ nasıl “agora”lar varsa; bugün de “şirket” isimli mekânlar var!

    Yukarıda (136 ve 234 numaralı metinlerimiz) yazdığımız onlarca “şirket” ismi ile, onlarca “marka” ismi ile, onlarca “CEO”, “Yönetim Kurulu Başkanı” ismi ile; bunların fiziki olarak ortadan kaldırılmasını, yıkılmasını, öldürülmesini DEĞİL; “şirketokrasi” ideolojisinin kökünü kazımamız gerektiğini işaret ediyoruz! Siz ise bizi “Sergey Nechayev” ile eş tutuyorsunuz sayın “ogürsel”!

    Şu satırları sizler okur-yazarken, bizler okur-yazarken kullandığımız; akıllı cep telefonlarının, “tablet”lerin, dizüstü, masaüstü bilgisayarların üreticisi olan: Samsung, Apple, Microsoft, Acer, Asus, Sony, Huawei, HTC, Alcatel, Google, Nokia, Toshiba, LG, Sharp, Beko, Vestel, Motorola, Arçelik, Dell, Blackberry, Panasonic, Lenovo ve yüzbinlercesinin fabrikalarında “istihdam ettiği!”, “zapturapt ettiği!”, ve en sonunda “intihar ettirdiği!” emekçilerin çığlığına sebep; “şirketokrasi” ideolojisidir sayın “ogürsel”!

    Mayıs 2015’te; Renault, TOFAŞ-Fiat, Coşkunöz, Valeo, Ficosa, Delphi, Yazaki, Aunde, Lear, Mako, Maysan Mando, AB Rotech, SKT, Ototrim, Farba, Tredin, Diniz Johnson Controls, Beyçelik-Gestamp, Borçelik, Borusan, Borusan-Mannesmann, Ford-Otosan, Arçelik LG, BSH Çerkezköy ve yüzbinlerce “şirketokraside!” sömürüldükleri için isyan eden emekçilerin işaret ettiği tehlike: Sizin [kapitalist emperyalist sistem isimlerden, bireylerden bağımsızdır.] yanılgınızdır sayın “ogürsel”!

  275. Sayın (ogürsel) 265'e [2. KISIM]

    2. KISIM [SON]

    Sayın “ogürsel” (265),

    Gün Zileli’nin sitesi arıza verdiğinden; size cevabımızın [2. KISMINI] ayrı adreste göndermek zorunda kaldık.

    Yukarıda okumuş olduğunuz [1. KISIM] ile bütünlüğün sağlanması, konunun tam anlaşılması için; aşağıdaki adresi ziyaret ediniz:

    [2. KISIM]

    http://sayin-265-ogursel-cevap-kisim2.tumblr.com/post/131243241486/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-265e-2-kisim

    Esen kalın.

  276. Sayın (pipsqueak) 266'ya

    Sayın (pipsqueak) 266,

    [Üstelik bence siz bunları benden iyi ( lütfen 245 no’lu yazımın samimiyetine inanın) anlamışsınız. Neden benim de bakmamı istediğinizi anlamadım.]

    ABD-Detroit ve İsviçre başta olmak üzere oldukça tecrübe kazanmışsınız. Ve bütün bunlara ek olarak; 103 numaralı metninizde [Ve ilk fırsatta hocalığı terk ettim.] yazmıştınız. Akademideki branşınız ne idi?

    [Neden benim de bakmamı istediğinizi anlamadım.] Çünkü; bu sayfada yürüttüğümüz görüşmenin odağı kaymıştı. Size en başından beri işaret etmeye çabaladığımız bu 10 “zehirli!” kavram ve kurumlar idi. Konular çok dağıldığı için; bu önemli hususta sizin cevabınızı öğrenmek istedik. Cevabınız (266) kısa da olsa, sizden daha detaylı bir cevap da ummuş olsak; yine de teşekkür ederiz.

    103 numaralı metninizde [Ve ilk fırsatta hocalığı terk ettim.] yazmıştınız. Bunu da hesaba katarak; detaylı bir cevap yazacağınızı ummuştuk.

    SORU:

    [Kapitalizmde ÖZGÜRLÜK kısıtlama yoksunluğu, yani pozitif değil negatiftir. Modern Ulus’da da bireye tanınan özgürlük negatiftir. Özgürlük salt Ulusundur. O da, iradesinin temsilini çoğunluğu temsil eden, DEVLET ve HUKUK aracılığıyla kişilere tanır veya tanımaz. Kısacası bireyin özgürlüğü negatif ve hele gruplara, Ulus bireylerden oluştuğundan, hiç bir özgürlük tanınmaz. Örneğin azınlıkların cefaları. Sitenin adındaki “hoşgörü” de bunlara rağmen söylenenleri hoşgörüyle karşılamak olmalı.]

    ifadenizi tam anlayamadık. Biraz daha detaylı izah eder misiniz?

    SORU:

    [Benim ABD’de ve Avrupa’da gördüğüm, konuştuğum, tanıdığım bütün yabancılar hayatlarından fazlasıyla memnunlar.]

    Yukarıdaki metinlerinizin çoğunda, örnek 107, 111, 119, 123, 144, 161, 230, 244, 261 gibi, [ben tüm dünyanın burjuva olduğuna inanıyorum] diye yazmıştınız.

    […fazlasıyla memnunlar.] derken yine [burjuva] kavramına gönderme mi yapıyorsunuz?

    Cevabınız “evet”se; daha detaylı izah eder misiniz?

    Cevabınız “hayır”sa; ne demek istediğinizi daha açık yazar mısınız?

    SORU:

    [Ama yine bence, eğer kapılar geçekten açılsa, ne Avrupa, ne Kanada, ne ABD ve ne bankalar, ne işletmeler, ne Yaël Ossowskiler kalır.]

    [eğer kapılar gerçekten açılsa] derken ne demek istediniz?

    “Kaçak insan!”, “mülteci!” sıfatlarıyla konumlandırılan Suriyeli, Afgan, Pakistanlı vb. ülkelerden Avrupa’ya, Kanada’ya, ABD’ye, Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya ulaşabilenlere kapıların gerçekten açılmasından mı bahsediyorsunuz?

    Cevabınız “hayır”sa; ne demek istediğinizi daha açık yazar mısınız?

    SORU:

    [“Zehirli” lafınıza tek ekleyecek lafım biraz cesaret kırıcı olabilir. Bu siteler bana parayla dolup taşanlara benziyor ve sizin bana gönderdiğiniz “Kac-bize-gel-brosur-3″lerindekileri genç ve ileriye dönük kariyercilerle dolu. Çok güçlüler. Bu konuda ve diğer bir konuda size söylemek istediklerim var, ama sonra.]

    [Bu konuda ve diğer bir konuda size söylemek istediklerim var] diye bitirmişsiniz.

    Yazılarınızı bekliyoruz…

    (Not:

    http://www.derindusunce.org şahane gözüktüğü kadar tehlikeli de bir site!

    “Beyaz YaLAka”ların, gece, yatmadan önce, sehpanın üstünde hazır tuttukları “Elif Şafak!” türevi “Mustafa Akyol” ve onlarcasının zırvalamaları da var “derindusunce.org”da!

    Mustafa Akyol, Taha Akyol’un oğludur. Ve aynı zamanda Mustafa Akyol; Eser Karakaş’ın ve Atilla Yayla’nın çömezidir!

    Sadece bir kişinin [Mustafa Akyol] ismi üzerinde yoğunlaşarak; “derindusunce.org”un hepsini çöpe atmak tabii ki doğru değil. “derindusunce.org”; Mustafa Akyol’un kişisel blog sitesinden esinlenerek yaratılmış bir oluşum. Ama bu oluşumun iklimi tam manâsıyla Akyol’unkiyle aynı kulvarda ilerlemiyor elbette. Bir elma sepetindeki çürük elmaları görmek, ayırmak gerekir!

    Hani yukarıda bizleri, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”ları “yıldızlığa özenmekle!” itham etmiştiniz ya sayın “pipsqeuak”;
    İşte “Mustafa Akyol” kişisi tam da sizin ithamlarınızı hakediyor!

    Bize değil de;
    Mustafa Akyol gibilerinin kafasına taş atmış olsaydınız, attığınız taş isabet ederdi:
    http://www.mustafaakyol.org/ )

    Esen kalın.

  277. Sayın (pipsqueak) 266'ya DESTEK

    Sayın (pipsqueak) 266’ya destek,

    Aşağıdaki metni, hiçbir değişikliğe uğratmadan dikkatinize sunuyoruz.

    Sizin dile getirdiklerinizin çok büyük bölümüyle uyumlu olduğunu göreceksiniz!

    ***
    DON’T LET THE NOBEL PRIZE FOOL YOU!

    ECONOMICS IS NOT A SCIENCE!

    THE AWARD GLORIFIES ECONOMISTS AS TELLERS OF TIMELESS TRUTHS, FOSTERING HUBRIS AND LEADING TO DISASTER!

    Written by “Joris Luyendijk”
    11 October 2015

    (Mr Luyendijk is the author of “Swimming with Sharks: My Journey Into the World of the Bankers”. He used to write the Guardian’s Banking Blog, which looked at the world of finance from an anthropological perspective.)

    Business as usual. That will be the implicit message when the Sveriges Riksbank announces this year’s winner of the “Prize in Economic Sciences in Memory of Alfred Nobel”, to give it its full title. Seven years ago this autumn, practically the entire mainstream economics profession was caught off guard by the global financial crash and the “worst panic since the 1930s” that followed. And yet on Monday the glorification of economics as a scientific field on a par with physics, chemistry and medicine will continue.

    The problem is not so much that there is a Nobel prize in economics, but that there are no equivalent prizes in psychology, sociology, anthropology. Economics, this seems to say, is not a social science but an exact one, like physics or chemistry – a distinction that not only encourages hubris among economists but also changes the way we think about the economy.

    A Nobel prize in economics implies that the human world operates much like the physical world: that it can be described and understood in neutral terms, and that it lends itself to modelling, like chemical reactions or the movement of the stars. It creates the impression that economists are not in the business of constructing inherently imperfect theories, but of discovering timeless truths.

    To illustrate just how dangerous that kind of belief can be, one only need to consider the fate of Long-Term Capital Management, a hedge fund set up by, among others, the economists Myron Scholes and Robert Merton in 1994. With their work on derivatives, Scholes and Merton seemed to have hit on a formula that yielded a safe but lucrative trading strategy. In 1997 they were awarded the Nobel prize. A year later, Long-Term Capital Management lost $4.6bn (£3bn)in less than four months; a bailout was required to avert the threat to the global financial system. Markets, it seemed, didn’t always behave like scientific models.

    In the decade that followed, the same over-confidence in the power and wisdom of financial models bred a disastrous culture of complacency, ending in the 2008 crash. Why should bankers ask themselves if a lucrative new complex financial product is safe when the models tell them it is? Why give regulators real power when models can do their work for them?

    Many economists seem to have come to think of their field in scientific terms: a body of incrementally growing objective knowledge. Over the past decades mainstream economics in universities has become increasingly mathematical, focusing on complex statistical analyses and modelling to the detriment of the observation of reality.

    Consider this throwaway line from the former top regulator and London School of Economics director Howard Davies in his 2010 book The Financial Crisis: Who Is to Blame?: “There is a lack of real-life research on trading floors themselves.” To which one might say: well, yes, so how about doing something about that? After all, Davies was at the time heading what is probably the most prestigious institution for economics research in Europe, located a stone’s throw away from the banks that blew up.

    All those banks have “structured products approval committees”, where a team of banking staff sits down to decide whether their bank should adopt a particular new complex financial product. If economics were a social science like sociology or anthropology, practitioners would set about interviewing those committee members, scrutinising the meetings’ minutes and trying to observe as many meetings as possible. That is how the kind of fieldwork-based, “qualitative” social sciences, which economists like to discard as “soft” and unscientific, operate. It is true that this approach, too, comes with serious methodological caveats, such as verifiability, selection bias or observer bias. The difference is that other social sciences are open about these limitations, arguing that, while human knowledge about humans is fundamentally different from human knowledge about the natural world, those imperfect observations are extremely important to make.

    Compare that humility to that of former central banker Alan Greenspan, one of the architects of the deregulation of finance, and a great believer in models. After the crash hit, Greenspan appeared before a congressional committee in the US to explain himself. “I made a mistake in presuming that the self-interests of organisations, specifically banks and others, were such that they were best capable of protecting their own shareholders and their equity in the firms,” said the man whom fellow economists used to celebrate as “the maestro”.

    In other words, Greenspan had been unable to imagine that bankers would run their own bank into the ground. Had the maestro read the tiny pile of books by financial anthropologists he may have found it easier to imagine such behaviour. Then he would have known that over past decades banks had adopted a “zero job security” hire-and-fire culture, breeding a “zero-loyalty” mentality that can be summarised as: “If you can be out of the door in five minutes, your horizon becomes five minutes.”

    While this was apparently new to Greenspan it was not to anthropologist Karen Ho, who did years of fieldwork at a Wall Street bank. Her book Liquidated emphasises the pivotal role of zero job security at Wall Street (the same system governs the City of London). The financial sociologist Vincent Lépinay’s Codes of Finance, a book about the division in a French bank for complex financial products, describes in convincing detail how institutional memory suffers when people switch jobs frequently and at short notice.

    Perhaps the most pernicious effect of the status of economics in public life has been the hegemony of technocratic thinking. Political questions about how to run society have come to be framed as technical issues, fatally diminishing politics as the arena where society debates means and ends. Take a crucial concept such as gross domestic product. As Ha-Joon Chang makes clear in 23 Things They Don’t Tell You About Capitalism, the choices about what not to include in GDP (household work, to name one) are highly ideological. The same applies to inflation, since there is nothing neutral about the decision not to give greater weight to the explosion in housing and stock market prices when calculating inflation.

    GDP, inflation and even growth figures are not objective temperature measurements of the economy, no matter how many economists, commentators and politicians like to pretend they are. Much of economics is politics disguised as technocracy – acknowledging this might help open up the space for political debate and change that has been so lacking in the past seven years.

    Would it not be extremely useful to take economics down one peg by overhauling the prize to include all social sciences? The Nobel prize for economics is not even a “real” Nobel prize anyway, having only been set up by the Swedish central bank in 1969. In recent years, it may have been awarded to more non-conventional practitioners such as the psychologist Daniel Kahneman. However, Kahneman was still rewarded for his contribution to the science of economics, still putting that field centre stage.

    Think of how frequently the Nobel prize for literature elevates little-known writers or poets to the global stage, or how the peace prize stirs up a vital global conversation: Naguib Mahfouz’s Nobel introduced Arab literature to a mass audience, while last year’s prize for Kailash Satyarthi and Malala Yousafzai put the right of all children to an education on the agenda. Nobel prizes in economics, meanwhile, go to “contributions to methods of analysing economic time series with time-varying volatility” (2003) or the “analysis of trade patterns and location of economic activity” (2008).

    A revamped social science Nobel prize could play a similar role, feeding the global conversation with new discoveries and insights from across the social sciences, while always emphasising the need for humility in treating knowledge by humans about humans. One good candidate would be the sociologist Zygmunt Bauman, whose writing on the “liquid modernity” of post-utopian capitalism deserves the largest audience possible. Richard Sennett and his work on the “corrosion of character” among workers in today’s economies would be another. Will economists volunteer to share their prestigious prize out of their own acccord? Their own mainstream economic assumptions about human selfishness suggest they will not.

    Source:
    http://www.theguardian.com/commentisfree/2015/oct/11/nobel-prize-economics-not-science-hubris-disaster

    (Not:

    Sayın “pipsqueak”,

    Vaktiniz olursa şu adresteki http://www.theguardian.com/profile/joris-luyendijk diğer yazılarını da okumanızı öneririz.

    Yazılarının çoğunda, “Beyaz YaLAka”ların düzenbazlıklarını okkalı bir şekilde ifşa ediyor!)

  278. yazdıklarınızı okudum.
    anlatamadığım şey, sistem-kapitalizm-tüketim toplumu-şirketokrasi konularında temelde farklı düşünmüyoruz. Burada bir sorun yok. Bu yolda zaman yitirmeye de gerek yok.
    Bu şirketokrasi-tüketim toplumu gelenekleri, militarist-faşist devlet sistemleri… ve kapitalizm NASIL DEĞİŞTİRİLEBİLİR?

    1) Nasıl bir üretim-tüketim ilişkisi olmalıdır?
    2) Anti-kapitalist sınıf-devrimci sınıf; dönüşümü yaratacak insan topluluğu KİM?
    3) Bu anti-kapitalist devrim süreci hangi yöntemlerle gerçekleşebilir? Teoride de olsa ilk adım ne olabilir?

    Somut konuşuyorum.
    Şunu iyi görmeli. Herkes eleştiriyor, aşağılıyor. Ama sistemden de yararlanıyor. Uçağa biniyor. Ultra sağlık teknolojilerinden yararlanıyor. Otomobil kullanıyor.
    Pipsqueak gibi tutarlı insan çok az ve sonunda bu koşullarda o tür insanların da sinirleri çok bozuk oluyor.
    Siz şimdilik sizin gibi düşünmeyenlere hakaret ederek rahatlıyor, akibetinizi öteliyorsunuz.
    **
    Gündelik sorunları konuşmuyoruz. Tarihsel, devasa içerik ve karmaşıklıkta insanî meseleleri ele alıyoruz. Alçakgönüllülük ve “aceba” içerecek üslup olmadığında, istemeden de olsa ortaya sevimsiz bir “mehdi” söylemi çıkıverir.

    Yineliyorum; yaşanılan ekonomik sistem ve sahipleri, köpekleri, politikacılarını aşağılama, reddetme, tasfiye etme zorunlulukları konusunda aramızda bir uzlaşmazlık yok; yukarıda andığım 3 soru-sorun üzerinde tartışma bence daha verimli olacak.
    Hoşçakalın…

  279. ekleme yapayım. anlattıklarınızdan yola çıkarak…
    bu şirketler ve sahipleri mi topun ağzına ilk konulacak? Bu mudur?

  280. Sayın (ogürsel) 273 ve 274'e

    Uzunluğu nedeniyle yayınlanmadı. Admin

  281. Arkadaşlar, neden bu denli uzun yazıyorsunuz? 3 soru sordum; kısaca yanıtlayın. Burada, bu yorum köşesinde, Evrenin tüm sorunlarını çözmeniz, herkese akıl vermeniz de gerekmiyor.
    O üç soru dışına çıkmasanız.. Ve kısa yazsanız.. Sanırım çok insan için sıkıcı oluyordur. O eleştirileriniz zaten burada genel kabul görür ama çözüm adına kısaca yazarsanız mutlu olacak çok insan var..

  282. Sayın (ogürsel) 273, 274 ve 275'e

    Sayın (ogürsel) 273, 274 ve 275,

    Gün Zileli; tekrar “fazla uzun!” iddiası nedeniyle yazımızı yayınlamadı! Kendisi bu hatasında ısrar ediyor; ama “gerçeklik!” bir gün kafasına dank ettiğinde çok geç olmuş olacak!

    Sayın “ogürsel”,
    “273” ve “274” numaralı metinlerinize yönelik yazdığımız cevabımızı AŞAĞIDAKİ ADRESTEN OKUYUNUZ:

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    Esen kalın.

  283. Sayın (ogürsel) 273'e, 274'e ve 276'ya

    Sayın “ogürsel”,
    Ve
    Sayın Gün Zileli:

    “UZUNLUK!” konusunda ikiniz de hatalısınız! Çünkü: Bizlerden “biyolojik olarak yaşça büyük olmanıza rağmen!”; “ÇABUK TÜKETİM!”e alışmış gözükmektesiniz!

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    Sayın “ogürsel”; (273) ve (274) numaralı metinlerinize yönelik yazdığımız cevabımızı AŞAĞIDAKİ ADRESTEN OKUYUNUZ:

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    Esen kalın.

  284. Bu tür “tasarımlarda” olduğu gibi bence sizin tasarımınızda da temel hata hayatın akan ırmağının yatağını değiştirmeye kalkışmak! Hayatın diyalektiği bu tür tasarılarla ilgilenmez.
    insanın temel gereksinimleri, güven arayışı; elindeki imkanları sonuna dek kullanma arzusu, ancak umutsuzluğa sürüklendiğinde bir başka umudun peşine takılması v.b..
    İnsan bu suyun akış hızını kontrol edebilir; çöpünü, pisliğini temizleyebilir; çamurunu dibe indirebilir vs.. Ama “akan yatak” değiştirilemez. Bu yatağı devrimler-depremler değiştirir görünse de “insanlığın tür eğilimleri” yönünde akış sürecektir!
    Önce bu akan yatağı iyi tanımak gerekli ki doğrusu bu konuda sizi yeterli göremedim.
    ***
    Rekabet’ten vaz geçilebilir mi;
    hep böyle oluyor. Külliyen red! Bu mümkün mü? Hepimiz çocukluğumuzda futbol maçı yaptık; ne keyifliydi. “Rekabet” yok muydu?
    Adını unuttum; kitabın da adıydı. “Agonistik yarış!” Bir anlamda sportmence!
    Ve bu doğamıza uygun olan; çelişir olmayan..
    **

    Sorun kâr için üretimdir.. Bir çocuk oyunu, futbol maçı iddiası taşıyan “sportmence” yarış ruhu içinde ve tüm çocukların-insanların fırsat eşitliği olduğunda bilim ve teknoloji bugüne göre çok daha büyük ivmelerle gelişebilir.
    Kısaca.. hayatın temel süreçlerinden koparak, bir anda 500 yıl ileriye atlayamazsınız. Adam 1744 olabilir, 2144 de hala Kralın olacağına dair bir “tasarım” yapıyordu.
    Bu bile ne tuhaf yaratıklar olduğumuza kanıt..

  285. Sayın (ogürsel) 279'a

    Sayın “ogürsel” 279,

    Gün Zileli’nin sitesi, yine arıza verdi ve yazımızı yayınlamadı.

    Bu kez:
    Sayın Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarıyla değil;
    ( http://www.gunzileli.com/ ) tabanlı bir sorun var gibi gözüküyor.

    “279” numaralı metninize yönelik yazdığımız cevabı aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:

    http://sayin-ogursel-279a-cevap.tumblr.com/post/131344279874/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-279a-cevap

    Esen kalın.

  286. Sanırım “Bu tür tasarımlarda” ile başlayan cümlenin başı eksik olmuş..
    şöyle
    ***
    1700 lü yıllarda Fransa’da bir çok kurgu, ütopik toplum modellerine ait yazı-romanlar yazılmış… Ve sanırım Marks da aynı şeyi yapmış!
    ***
    Marks sanırım sosyolojik olarak bir dahi ama siyasal olarak peygamberliğe soyunduğu oranda çamura batmış…
    Yazmıştım.. Sanırım bir Neo Marrksizme ihtiyacımız var..
    ve sanırım KİM sorusu’nun yanıtını veremiyorsunuz.
    Ve oğlumun hayatına bakarak görüyorum; YENİ İŞÇİ SINIFI bu çocuklar.. o adını verdiğiniz şirket ve patronları defolup gitseler bu çocuklar tüm o şirket ve fabrikaları kimse bir şey hissetmeden çekip çevirebilir.. Tam da devrim.. Tam da 1789 gibi!
    Ve elbette herkesin ortalama 4 saat çalışıp, aptalca tüketmediği bir üretim ve uzlaşı…
    Gezegeni-tabiatı koruyan, akıllı insanların ekip çalışması içinde..
    Siz ingilizceye hakimsiniz.. ben hiç değilim..
    Şu ortak aklı bu yola devşirseniz….

  287. Sayın (ogürsel) 281'e

    Sayın (ogürsel) 281,

    Şimdi okuyacaklarınızı görünce biraz sinirlenebilirsiniz ama yine de yazmak zorundayız:

    1. SİZE YAZDIĞIMIZ CEVAPLARI OKUMAMIŞSINIZ !!!

    2. CEVAPLARIMIZI YA GÖRMEMİŞSİNİZ !!!
    YA DA GÖRMEK İSTEMEMİŞSİNİZ !!!

    3. TARİHE HÂLÂ AMA HÂLÂ “SADECE SOVYETİK PENCEREDEN” BAKIYORSUNUZ !!!

    4. “KAPİTALİST SİSTEM”İN HÂL AMA HÂLÂ, HAYATIN AKIŞI İÇİNDE, KENDİLİĞİNDEN DOĞDUĞUNU ZANNEDİYORSUNUZ !!!

    5. “TİCARET” KAVRAMI İLE “KAPİTALİZM” KAVRAMINI BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ !!!

    6. İNGİLİZCE BİLİP-BİLMEMENİZ O KADAR MÜHİM DEĞİL! SADECE YAZDIĞIMIZ CEVAPLARI OKUYUP, ANLAMAYA ÇALIŞMANIZ; “İLK ADIM” İÇİN YETERLİ !!!

    **********

    İlk önce 2. sorunuzla başlayalım:

    [2) Anti-kapitalist sınıf-devrimci sınıf; dönüşümü yaratacak insan topluluğu KİM?]

    CEVAP: “HEPİMİZ!”

    **********

    [1700 lü yıllarda Fransa’da bir çok kurgu, ütopik toplum modellerine ait yazı-romanlar yazılmış… Ve sanırım Marks da aynı şeyi yapmış!

    Ve oğlumun hayatına bakarak görüyorum; YENİ İŞÇİ SINIFI bu çocuklar.. o adını verdiğiniz şirket ve patronları defolup gitseler bu çocuklar tüm o şirket ve fabrikaları kimse bir şey hissetmeden çekip çevirebilir.. Tam da devrim.. Tam da 1789 gibi!
    Ve elbette herkesin ortalama 4 saat çalışıp, aptalca tüketmediği bir üretim ve uzlaşı…
    Gezegeni-tabiatı koruyan, akıllı insanların ekip çalışması içinde..
    Siz ingilizceye hakimsiniz.. ben hiç değilim..
    Şu ortak aklı bu yola devşirseniz….]

    ÜTOPİK OLAN NE – ÜTOPİK OLMAYAN NE; BU KIRILMA NOKTASININ BİTTİĞİ YERE, “REKABET” KELİMESİNİN BİZE NASIL DAYATILDIĞINI ÖĞRENİNCE ANLAYACAKSINIZ !!!

    AŞAĞIDAKİLERİ DİNGİN BİR ZİHİNLE, “ANLAMAK İÇİN” OKUMANIZI CAN-I GÖNÜLDEN İSTİYORUZ:

    http://sayin-ogursel-279a-cevap.tumblr.com/post/131344279874/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-279a-cevap

    Esen kalın.

  288. sayın 282… kısır bir döngüye girdik. Biraz ara verelim. hepimiz konuştuklarımızı, yazdıklarımızı düşünüp, dinlendirelim. Hoşçakalın.

  289. 271e cevap (pipsqueak’den)
    Sorularınızın hepsine cevap vermek istiyorum ama sitenin kurallarını biliyorsunuz. Sorular içinde sorular çıkıyor ve yoldan uzaklaşıyoruz. Bu beni rahatsız etmiyor (Anders-kral-oğlu hakkında söyledikleri) ama odak kaymaları da oluyor.
    Aşağıda branş, 10 zehir, özgürlük negatif, kapıları açma sorularına iç içe girmiş bir şekilde cevaplandıracağım.
    Dünyanın burjuva olduğu (“fazlasıyla memnunlar” daha çok burjuvalaşmanın yarattığı virane dünya mahsulü), buna bağlı olarak kapitalist de kalmadığı, solun teorik çözüm yoksunluğu, aramızdaki ve gruplar arasındaki farkların doğal olduğu gibi konulara bir sonra değineceğim. Şimdilik sadece farkların doğallığıyla ilgili bir özet:
    Beyazlar tarafından “bulunana” kadar çoğu taş devrinde yaşayan insanlar kendi aralarındaki anlaşmazlıkları bazı yollarla çözmeyi gayet iyi başarmışa benzerler. Eve daha yakında (son 7-10 bin yıl), teknolojik devrime kadar dünyayı sırtında taşıyan tarım köylüleri de aralarındaki anlaşmazlıkları hayran olacak bir şekilde çözebilmişler. Ve o meşhur DEĞİŞME TANRISINA kurban olmamış, kurban vermemişler. Benden daha iyi biliyorsunuz, “değişmeyen dünya” imkansız ama bu kavram daha çok modern zamanımızın saplantısı veya bulutlar arasındaki felsefe veya salak-dahi antropologların fantezileri. Olası “doğru” olan bu toplumların zamanı nesnelleştirme tuzağına düşmeyi veya “zamana düşmeyi” reddetmeleri.
    Saklambaç oynamıyorum. En katı bilim adamı bile “sevgilisiyle ilk tanıştığı an”, “ilk çocuğunun doğduğu gün”, vs., vs., vs., … gibi sözler ettiğinde, zamanın niteliğini ifade eder.
    Akademideki asıl branşım MATEMATİKTİ. FİZİK dersleri de verdim ama daha çok uygulama-matematik olarak.
    Belki 60ların uyandırıcı etkilerinin tarihi yazılmıştır, ben bihaberim. O zamanki insanlara yaşamı, sizin dilinizle, ZEHİRLEYEN, başta kapitalizm olmak üzere; kapitalist-burjuva değerlerin benimsenmesinde ve tekrarlanmasında aracı olan okul ve aile; bu yaşamın medya, propaganda, televizyon ve filimlerde normal, doğal, iyi, hatta en iyi yaşam modelleri olduğunu aşılaması; devlet, ordu ve silah şirketleri, üniversitelerde yapılan araştırmalar aralarındaki sıkı bağlar; şirket ve firmalar, bankalar, özellikle hazır bol nakit para kazanan sigorta şirketleri sık sık konuşuldu, eleştirildi, açıklayıcı teorik kitaplar okundu. 17-19’uncu yüzyıllar filozoflar ve düşünürler, ekonomistler, örneğin Hobbes, Locke, Adam Smith ve diğerleri, Rousseau ve aydınlık çağı. Marks’ın kitapları, Marksistlerin kitapları, anarşist düşünürler, liste uzun. Bu listeye etkili olma açısından hafife alınmayacak akımlar, kişiler, eleştirici filmler, dergiler, aylıklar (aranızda Marksistler olduğunu söylediniz, ekleyeyim, başlarda çok sevdiğim ve devamlı okuduğum Monthly Review, Telos, Science & Society, … ). O zaman yaşayan, 60lar, 70lerin “Zeitgeist”ini simgeleyenler de çok etkili oldular.
    Diğer bir uyanış, Sovyetler’in aslında kapitalistsiz kapitalizm veya devlet kapitalizmi olduğuydu.
    Sizden farklı olduğunu sandığım bir bilince de o zaman vardık: ne burjuva kaldı (dünya burjuva oldu); ne kapitalist kaldı (yerini üretim araçlarına sahip olmada gönlü, arzusu bile olmayan sizin CEO’lar aldı); ne de kapitalizm kaldı (yerini “kapitali nasıl?” aldı).
    [Bir “hint”: sözüm ona her alanda moda olan “dematerialization” masalı veya eski/yeni kapitalizm masalı. Türkiye’de halk arasında bile madde yerini enerji aldı, asıl olan işin yapılması değil daha çabuk yapılması oldu (iş, bir şeyi belli bir mesafe götürme; enerji, bunu zamanla orantılama).]
    Başlarda, 60 ortaları, Güney Amerika, Orta Doğu, Afrika, Hindistanlardan gelen öğrencilerle toplanır bu konuları ve okuduğumuz bu konularla ilgili kitapları tartışırdık. Ama odağımız kapitalist ülkelerin fakir ülkelerdeki oyunlarıydı (kültürel ve ekonomik “emperyalizm”).
    Sizin YaLaKa, broşürlerde çağırdıklarınız, gönderdiğiniz sitedeki ileri zekalılar ve uyum gösterenlere “rat race”e katılanlar ve “strait”lerdi. Aralarında çok sayıda Amerika’ya gelmeden önce Amerikalı olmuş “yabancılar” da vardı. Diğer taraftakiler “drop out”lar ve “hippy”lerdi. Benim “drop out” olmam Amerikalı arkadaşlarıma kıyasla, bürokratik nedenlerden (yabancı olmam, pasaport, vize sorunları), daha uzun zaman aldı.
    Ümit ederim şimdi “Neden benim de bakmamı istediğinizi anlamadım.” lafımı dolaylı da olsa biraz daha etraflı anlatmış oldum. İsviçre’de de o sitedekiler gibilerle ilişkim sıfır. (Size taş atmıyorum. İnanın, Avrupa’da, ilk başlarda, normal halktan ABD hakkında duyduklarımız karım ve bana “ulan biz ABD hakkında bir bok bilmiyormuşuz”, dedirtti.) Yalnız bir defa yaptığım bir işten dolayı Cenevre Üniversitesinde eğitim yapan hem yabancı hem İsviçreli yüzü aşkın öğrencilerle ilişkim oldu.
    “Bu konuda ve diğer bir konuda size söylemek istediklerim var, ama sonra.” sözüme bu bağlamda güzel bir örnek verebilirim.
    Öğrencilerle ciddi konuşmalarımızda, çoğu zaman, yaptığım eleştirileri artık evrensel kırık plak olmuş “o senin fikrin” diyerek kapatmadılar. Ama istesem de istemesem de kabul etmek zorundaydım: üniversite onlara ümit vermekle kalmıyor, “gerçek” mesleklere hazırlıyordu. Kendi hayatlarını kendi ellerine almalarını düşünmeleri imkansızlaştırılmış. Biz bunu sıfır kadar az yaptık. Ne kadar zor olduğunu biliyorum. (aklıma gelen, Fromm: “Escape from Freedom”, yakın bir örnek.)
    Örneğin, yukarıda sözünü ettiğim öğrencilerin odaları en son ve en pahalı eşyalarla doluydu ama tüketiciliğe de karşıydılar. Elinde McDonald ve coca cola bir öğrenciye ne çalıştığını sordum, cevap, “çevrecilik.” Sosyal bilimlerde olanlar dünyanın bütün üniversitelerinde okutup öğretilen “sosyal bilim adamlarının” kitaplarıyla beslenmekte. Benim dediklerim “ilginç”di.
    Bir kara sevdalıya lazım olan aşk teorileri (teoriye karşıyım demek istemiyorum) değil, bir öpücük. Sokaktaki insanlar için de aynı. İçinde bulundukları zorlukların nedenlerini öğrenmek değil, çözüm bekliyorlar.
    [ Bu noktada ayrı görüşlerimiz var ama sonra. Yalnız saklambaç oynamakla suçlanmamak için bir azınlığı tüm İnsanlık gibi görmeye, tüm İnsanlığa yansıtmaya katılmıyorum. Hangi İnsan, hangi İnsanı yapmış? Daha da kötüsü, bunu meşhur eden, daha çok koşulların insanı yaptığı hikayesini anlatır. Bir Avustralyalı aborijin gencin gezerek (“Walk About”) “dünyayı” yaratmasından çok farklı. Ama o gencin bizim gibi burnu havada değil. Acaba bu kibir farkının kaynağı ne? ]
    Sizin tuttuğunuz yol hem asil hem doğru: kendi durumumuzu ve sokaktaki sefalete zorla sürüklenmiş insanları düşünmek. Sefaletin tamamıyla siyasal bir kavram ve kültürel bir yaratık olduğunu görmeniz. Kısacası sefalet ne doğal, ne dünya veya hayat cilvesi, ne materyal koşullar, ne insanın doğal tembelliği (ataleti, dürtmezsen kımıldamaz masalları) … Bence asıl konu bu. Öpücük veremiyoruz, ama hiç değilse yaltakçılık da yapmamalı.
    Aramızda farklar var ve belki zamanla daha iyi anlatırım ama tecrübelerimden size aktaracağım bir şey veya eleştirim şu: yazdıklarınız ve düşündüklerinizi sizlerin anladığınız gibi anlamak, düşündüğünüz kadar kolay değil. Elit olduğunuza gözünüzü yumuyorsunuz. Ama bu taş atma değil. Uzmanlıktan nefret eden Mumford bile “eğer uzmanlığa yol açan tarihsel şartlar ortadan kalksa bile, insanlar, ne yazık ki, uzman olmaya devam edecekler”, der.
    Ben tecrübelerimi ifade edeni güldürücü söylersem, eğer sokaktaki insanların çoğu çenelerini tutsalar onlar için canımı veririm, açınca dışarı televizyon& ve Obamalar& (= günümüze egemen ideoloji) kusuluyor.
    Ben ne bu öğrencilere, ne de gaddarlar gaddarı düzenin ne yapacağını bilmez hale getirmiş, sözüm ona sıradan, sokaktaki insanlara gösterecek somut bir yol biliyorum.
    Sanırım, “devrimden laf etmek aptallık ama diğer bütün konulardan laf etmek çok daha büyük bir aptallık”, sözünü “situationistler” söyledi. Katılıyorum ve çözüm arayanlara bu güzel lafın yanı sıra söyleyecek başka laflarım da var ama bu, en güzellerden biri. Siz sanki bunu şimdi hatırlatmak istiyorsunuz.
    Yoldan çıktım, başladığım 60lara döneceğim. Birçok anarşistlere ve eşsiz düşünürlere model olan meslek ahilikleri (“guildler”) verimlilik (daha güzeli, işgüzarlık) önünde ezilip tarihe karıştılar. Bunların kendi iç çelişkilerini biliyoruz: işi yapmada ustalığın iç/dış sınırlamaları. Okullar güçlü antenleriyle iş ve işçi piyasanını algılayıp ona göre değişik renklerde (sizin lafınız) yakalıları hazırlıyorlar, geri kalanların canı cehenneme. Okulların bürokrasi ve kadrosunu teşkil edenlerin kendileri aynı yoldan geçmiş, aynı değirmende öğütülmüş, ileri zekalılar. Başarılarını lağıma atacak kadar enayi değiller. Ve bence en büyük başarıları okul kurumunu ve kurumun vereceği nimetleri diğer tüm endüstriler gibi cici bici laflarla süslemeleri. Amerika’da matematikte fakültesinde dehalar vardı ve ben onlar kadar salak insanlara çok az rastladım. Örneğin, 60larda ve 70lerde, “dün akşam televizyonda BAŞKANIMIZ … VIETNAM …” benzeri laflar eden, tımarhanedekilere hakaret olsa da, oraya tıkılmayı fazlasıyla hak eden, çocuklaştırılmış gerçek zavallılar. Ne var ki, zavallı ama insanlıktan kopmuş, laboratuvarda, araştırma merkezlerinde, … bir düğmeye basmayla sadece yer üstündekileri değil yer altındakilerini bile bulup yok etmeyi seyrettikleri televizyon ekranındakiler gibi gerçek /ötesi veya dışı veya içi veya üstü veya altı gibi algılayan, ekrandakileri ilginç imge veya son haber sanan midesi dolu kafası boş nobel dahileri. Ne yazık! Lao Tseu’nin çok sevip katıldığım, “iyi kral halkın midesini doldurur, kafaların boşaltır”, bu dahiler için geçerli.
    Şu an benimsediğim azla yaşamak (veya çok olup aza sahip olmak) ve ekonomik gelişmeyi tersine çevirmek. Polanyi’nin, Marks’ın kurtuluş hızırı ve liberallerin “sabırlı ol” üretim çılgınlığını eleştirisine katılıyorum. Azla geçinmeyi sefillere tavsiye edecek kadar dahi-salak değilim ve üstelik azla geçinmenin imkansızlaştırıldığını da biliyorum. Elektriksiz, gazsız, hastanesiz-doktorsuz, ulaşım araçsız, asansörsüz, … Liste sonsuz, asıl nobel ödülü ‘-sız’ yaşamayı bulana verilmeli. Geri kalan eski masal, aynı türkü, aynı göbek atma. Hatta İsviçre’de fakir olmak, kelimesi kelimesine, yasak. Avrupa ve Amerika’da da (sanırım Türkiye’de de) mutlu olmamak yasak.
    Bu arada sık sık unutulan bir soruna da değinmek isterim. Sizin dikkate değer Kapitalizm / ticaret ayırımı. Dürüst (ekonomi) tarihçiler, salt kapitalizmin çıkışı zamanını ele aldıklarında, Orta Doğu-İslam, Hindistan, ve Çin’de pazarları ve tüccarlar arı kovanlarına benzetirler. Portekiz’lerin ilk Umman Deniz’ine vardıklarındaki tasvirleri bunu iyi kanıtlar. Ayn şey Orta Amerika için de geçerli. Soru, kapitalizme geçiş neden Avrupa’da oldu? Bu konuyla ilgili şu an aklıma gelen Fernand Braudel ve (şaşırtıcı ama bana göre çok normal, bir bilim tarihçisi) Joseph Needham. Doğrusu bu kendi başına ve çok dallı budaklı bir sorun. Eğer mavi gözlü sarışınların gökten zembille inen özel insan gurubu olduğu kapalı/dolaylı/açık teorilerini bir an unutursam, “kendi” görüşümü günümüz diliyle özetlersem, medeni toplumlarda topluma egemen olanla (devlet), egemen olana en büyük rekabet olan (ticaret ve servet birikimini yapanlar) arasındaki sonu gelmez sevgi/nefret, aşksız evlilik ilişkisi. Ben mavi gözlü sarışın teorilerini çok ciddiye alıyorum, derinden inanıldığına inanıyorum.
    Sizin “Gucerat” örneğe benim katkım: Pazar yeri, dedikodu, haberleri paylaşma, kısıtlıktan evrenselleşmeye geçiş, pazarlık yaparken ozanların atışmalarına benzeyen laf oyunları, espriler belki en güzel ve kısa tabiriyle OYUN yeri. [Bu konuda iki isim: Huizinga, “Homo Luden” ve Callois, “Les Jeux et les Hommes” (İnsan ve oyun) ]
    KAPITALİZMDE özgürlük bireyin pazardaki metalara erişmesine engel koyulmamasıdır, seçme özgürlüğü. NEGATİF ÖZGÜRLÜKLE bunu demek istedim. Paran yoksa bile, ekmek almana engel yok. (Ne güzel!) Hatta istersen çalabilirsin. Beceri yakalanmamakta. “Kapıları gerçekten aç” lafımla da engelleri gerçekten (parasızlık, sınırlar, polis, ordu, yasalar, vs.) ortadan kaldır bakalım ne olacak demek istedim.
    ULUSDA birey, kimliksiz yaşama, okula gitmeme, istediği zaman adını değiştirme, istediğiyle kimseyle istediği gibi yaşama … ÖZGÜRLÜKLERİNDEN MAHRUMDUR. Bireyin kendisi değil, Devlet, ulusu oluşturan vatandaşların çoğunluğunun adına yaratılan anayasa ve yasalara dayanarak bireylere özgürlük tanır. Ulus, kendi içinde, çoğunluğun iradesiyle bireyin özgürlüğü arasındaki çelişkiye çözüm getiremez.
    Ulus sözcüğünün çıktığı yerlerdeki adı, özgürlükle ulus arasındaki çelişkiyi daha açık vurgular. “Nation” doğum kökeninden gelir. En başta o ulusta doğmayanları dışlar. “Kapıları gerçekten aç” bu bağlamda da aynı anlamı taşır.
    Benim Türkiye hakkında bilgilerim yok denilecek kadar kısıtlı. Mustafa Akyol’u ilk defa sizden duydum. Siteye tekrar bakmama neden kalmadı, size inanıyorum. Yalnız “kafasına taş değil, bok atmayı” daha uygun bulurdum. Türkiye’deki bir kız yeğenim bana Elif Şafak’dan söz etti (idol aramalar ve medya gücü), baktım, adını Shefucks’a çevirip yeğenime geri göndermiştim.
    Sizler de esen kalın.

  290. Sayın (ogürsel) 283'e

    Sayın “ogürsel” 283,

    Kısır döngüye GİRMEDİK !

    Cevabımız şu adreste:
    http://sayin-ogursel-279a-cevap.tumblr.com/post/131344279874/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-279a-cevap

    Kusura bakmayın:
    “Kapitalizmi öksürmekten yıllar önce vazgeçtiğiniz için”; işaret ettiğimiz tehlikeleri görüşmeye mecaliniz kalmamış!

    Kusura bakmayın:
    “Değişim” denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım “devrim” denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI yaza yaza, parmaklarımız kan revan içinde kaldı! Anlamak istemiyorsunuz!

    Kusura bakmayın:
    Oğlunuz (varsa; diğer evlatlarınız da!) gözleriniz önünde eriyip gidiyor! Gözleriniz önünde; “Beyaz YaLAka”laşıyor!

    [a]
    İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz
    Giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret ediniz
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [b]
    Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf
    Giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret ediniz
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [c]
    Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri
    Giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret ediniz
    http://bit.ly/1CkYv08

    [d]
    Idiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi
    Giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret ediniz
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [e]
    Borç – İlk 5000 Yıl
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [f]
    Asrın Vebası – Narsisizm İlleti
    http://bit.ly/1G7FIx8

    BİR BEBEĞİN; EMEKLEMEYİ, AYAKTA DURMAYI, YÜRÜMEYİ, KOŞMAYI, DÜŞMEYİ, ZIPLAMAYI ÖĞRENMESİ GİBİ;
    BİZLER DE “REKABET ETMEDEN YAŞAMAYI” BİR BEBEK GİBİ, EN BAŞA DÖNEREK YENİDEN ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ!

    Esen kalın!

  291. Lütfen kendinize bir ad bulun.
    Örneğin “doğal anarşist”.. yazışma kolaylığı, diğer anonimlere karışmasın gerekçesiyle.
    *
    yineliyorum, mevcut durumun analizinde temelde farklı değiliz.
    *
    şimdilik kısaca söyleyeyim. Araştıracağım. Ama bence “rekabet” doğanın temelinde mevcut. Dayanışma, yardımlaşma da.
    Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!
    *
    Ve rekabet hayatın olmazsa olmazıdır!
    Ama gelişmiş ve doğayı aşarak “insan” olma çabamızda bence Rekabet, “sportmence yarışmacı” bir hale getirilmelidir. Yineliyorum; Külliyen red arkaik bir tutumdur, diyalektik değil…
    O andığınız kitaplara bakacağım.
    Ama bu tür kitaplardan çok şey öğrenildiği gibi saçmaladıklarını da biliyorum. Ayrıtı yayınlarında buna benzer bir çok kitap okumuşumdur..
    Hoşçakalın…

  292. Sayın (pipsqueak) 284'e

    Sayın “pipsqueak” 284,

    [Elit olduğunuza gözünüzü yumuyorsunuz.] BU İFADENİZİ; “TAŞ ATMAK!” OLARAK GÖRMÜYORUZ!

    “Elit olduğumuzun” farkında bile değildik!

    O kadar devasa bir bocalama içindeyiz ki:
    “Elit ne?” & “elit olmayan ne?” sorularının cevaplarını sanki hiç bulamayacak gibi hissediyoruz! Bu soruyu sormak gerekli mi; bundan bile emin değiliz! Bütün bunları yazarken; gerçekten samimiyiz, gerçekten ciddiyiz; şaka yapmıyoruz!

    Sizler, sayın “pipsqueak”, yani “biyolojik olarak yaşça büyük olanlar”; rakamların ne ifade ettiğini bir şekilde öğrenmişsiniz. Bu nedenle; fonksiyon, logaritma, trigonometri, integral, türev, pisagor teoremi gibi yüzbinlerce konuda işlem yapabiliyorsunuz!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”lar; RAKAMLARIN NE İFADE ETTİĞİNİ “MERAK ETMEMEMİZİ BİLE SAĞLAYACAK!” BİR ORTAMDA YETİŞMEDİK!

    Bizlere; bebekliğimizden itibaren sadece ama sadece “Beyaz YaLAka” olmamız gerektiği telkin edildi!

    Bizlere; bebekliğimizden itibaren “kapitalizme boyun eğmemiz gerektiği söylendi!”

    Bizler; bebekliğimizden itibaren “akıllı, uslu çocuklar olun! Sakın SOKAKTAKİ EYLEMLERE KARIŞMAYIN!” nasihatlarıyla büyüdük!

    Bütün bu okuduklarınıza “maruz kalan!” bizler; gerçekten suçlu muyuz, yoksa suçsuz muyuz; emin değiliz! Cevabı bulamıyoruz! Yazdıklarımızı asla ama asla “aşağılık kompleksi” ile karıştırmayınız! Bu kompleks; “Edward Bernays” ve çömezlerinin ürettiği bir tür “psikanalist reklamlar nasıl üretilir?!” propagandasıdır!

    Günther Anders’in şu açıklamasını hatırlatmanızın sebebi; az önce okuduklarınız olsa gerek:
    [But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”]

    Bu temelde; size aşağıdakileri tekrar göndermek ihtiyacı hissettik. Niçin ısrarla size “tecrübelerinizi bizlerle paylaşmaya yanaşmıyorsunuz?! Kapitalizme karşı mücadeleye niçin omuz vermeye yanaşmıyorsunuz?!” sorularımızı sorduğumuzu biraz daha yakından anlamanız için:

    (Detaylı cevabımızı şu adresten okudunuz mu, bilmiyoruz.
    Çünkü sayın Zileli; “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarıyla bazı cevaplaramızı yayınlamadı!
    http://pipsqueake-cevap-2nci-kisim.tumblr.com/post/130061237608/kisim-2-son )

    Gün Zileli’nin şu internet sayfasında, sizin aktardıklarınızdan niçin haberimiz yoktu sayın “pipsqueak”?

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “hiyerarşik zihniyetten” kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “rekabetçi olmazsan; ölürsün!” telkinlerinden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-schooling”in neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-growth”un neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “Decadence” kuyusu içinde uyuşturulmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bizleri “philistinism” ve “poshlost” terimleri ile nitelelen kişilerle karıştırıyor olmanızdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Taksim Gezi Parkı’nda “potlatch daydreaming” içinde kaybolmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Sebepler listesini uzatabiliriz…

    “Veri-bankacılığı”nın ne kadar tehlikeli nesiller yaratabileceğini (Not: “Dunning-Kruger” hâli!) yıllar önce öngördüğü hâlde; bizleri bu öngörü temelinde yetiştirmeyen insanları, yani “sizleri!”, bir nebze avutacaksa;

    Sizlerden özür dileriz!

    **********

    [Sizin dikkate değer Kapitalizm / ticaret ayırımı. Dürüst (ekonomi) tarihçiler, salt kapitalizmin çıkışı zamanını ele aldıklarında, Orta Doğu-İslam, Hindistan, ve Çin’de pazarları ve tüccarlar arı kovanlarına benzetirler. Portekiz’lerin ilk Umman Deniz’ine vardıklarındaki tasvirleri bunu iyi kanıtlar. Ayn şey Orta Amerika için de geçerli. Soru, kapitalizme geçiş neden Avrupa’da oldu? Bu konuyla ilgili şu an aklıma gelen Fernand Braudel ve (şaşırtıcı ama bana göre çok normal, bir bilim tarihçisi) Joseph Needham.]

    [Fernand Braudel] ve [Joseph Needham] isimlerini ilk kez sizden öğrendik. Teşekkür ederiz sayın “pipsqueak”.

    Bir başka “kapitalizme teşne iktisatçı!” Jacques Attali’nin yazdığı “Geleceğin Kısa Tarihi” isimli kitapta da [kapitalizme geçiş neden Avrupa’da oldu?] sorusuna cevaplar aranıyor.

    Eğer isterseniz okumanızı öneririz:
    https://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=76633

    Aşağıdaki başlıklarda, bir tür “kategori” yapmış Jacques Attali:

    “Bugüne dek ‘Ticari düzen’ dokuz ardışık biçim geçirdi” diye başlamış kitabını yazmaya:

    1. Brugge (1200-1350) Ticari Düzenin Öncülleri (Kıç Dümeni),

    2. Venedik (1350-1500) Doğu’nun Fethi (Karavel Gemisi),

    3. Anvers (1500-1560) Matbaanın Zamanı (Basım),

    4. Cenova (1560-1620) Vurgun Sanatı (Muhasebe),

    5. Amsterdam (1620-1788) Filinta Tekne Sanatı (Filinta Gemisi),

    6. Londra (1788-1890) Buharın Gücü (Buharlı Makine),

    7. Boston (1890-1929) Makinelerin İstilası (Pistonlu Makine),

    8. New York (1929-1980) Elektriğin Zaferi (Elektrikli Makine),

    9. Los Angeles (1980-?) Kaliforniya Göçerkonarlığı (Mikroçip)

    **********

    [Ben ne bu öğrencilere, ne de gaddarlar gaddarı düzenin ne yapacağını bilmez hale getirmiş, sözüm ona sıradan, sokaktaki insanlara gösterecek somut bir yol biliyorum.
    Sanırım, “devrimden laf etmek aptallık ama diğer bütün konulardan laf etmek çok daha büyük bir aptallık”, sözünü “situationistler” söyledi. Katılıyorum ve çözüm arayanlara bu güzel lafın yanı sıra söyleyecek başka laflarım da var ama bu, en güzellerden biri. Siz sanki bunu şimdi hatırlatmak istiyorsunuz.]

    Evet; nihayet sayın “pipsqueak”, nihayet görmeye başladınız!

    [Siz sanki bunu şimdi hatırlatmak istiyorsunuz.] yazarak; sizlerden nasıl bir beklenti içinde olduğumuzu nihayet görmeye başladınız!

    “Situationist”leri; bugün (2015’li yıllar reklamcılığı tuzağına düşmeden! “Edward Bernays”in kurduğu tuzaklara düşmeden!) YENİDEN KURABİLMELİYİZ!

    BU NEDENLE SAYIN “PIPSQUEAK”;
    SİZİN GİBİ TECRÜBELİ KİŞİLER GERİ ÇEKİLMEMELİ!

    “YAŞLILIK MYTH”İ’Nİ DE YIKABİLİRİZ!
    “GENÇLİK MYTH”İ’Nİ DE YIKABİLİRİZ!

    Artık:
    “Öncü cephe” & “Vanguardism” kavramlarına ihtiyacımız yok!

    BİR BEBEĞİN; EMEKLEMEYİ, AYAKTA DURMAYI, YÜRÜMEYİ, KOŞMAYI, DÜŞMEYİ, ZIPLAMAYI ÖĞRENMESİ GİBİ;
    BİZLER DE “REKABET ETMEDEN YAŞAMAYI” BİR BEBEK GİBİ, EN BAŞA DÖNEREK YENİDEN ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ!

    KAPİTALİZMİ BESLEYEN: “REKABET”TİR!

    EĞER ADIM ATMAK NİYETİNDE İSEK:
    İLK ADIM: “BİRBİRİMİZLE REKABET ETMEYİ BIRAKMAK” OLMALI!
    (Not:
    “Birbirimizle” derken asıl bahsettiğimiz: “Corporatocracy & Şirketokrasi” hastalığının bizlere enjekte edilmesiyle yaratılmış, “artificial!”, “benliği çalınmış birbirimiz”i işaret ediyoruz!

    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    Giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret ediniz:
    http://bit.ly/1dX0lOW )

    ALIŞKANLIKLARIMIZI TERK ETMEK O KADAR KOLAY OLMAYACAK!

    Esen kalın.

  293. Sayın (ogürsel) 286'ya

    Sayın “ogürsel” 286,

    Daha “anarşizm”in bile ne olduğunu kavrayamadık ki; kendimizi [doğal anarşist] olarak niteleyelim!

    Sizin gibi, sayın Gün Zileli gibi, sayın “pipsqueak” gibi; tecrübeli olduğuna kanaat getirdiğimiz kişilerden öğrenmeye çabalıyoruz.

    Eğer, kafamıza silah dayansa ve “ne” olduğumuz sorulsa; belki “we are anarchists without adjectives!” diye haykırırdık!

    **********

    [Ama bence “rekabet” doğanın temelinde mevcut. Dayanışma, yardımlaşma da.
    Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!]

    “Hayatın akışı içinde yaşanan rekabet”
    ile
    “Kapitalizmin dayattığı rekabet”in
    farklarını yavaş yavaş hissetmeye başlamışsınız sayın “ogürsel”!

    […100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] ifadeniz; “hayatın akışı içinde”dir.

    Bu döllenme sonucunda, ana rahmiden çıkan bebeklerin beynine “kapitalizmin dayattığı rekabet” enjekte edilir!
    Unutmayınız: Siz de oğlunuza enjekte ettiniz!
    Bizim ebeveynlerimiz de bize enjekte etti!

    Sonra bu bebekler; “kapitalist kategorileştirmeye” maruz bırakılır:
    “Turuncu Yaka” → “Turuncu YaLAka”
    “Siyah Yaka” → “Siyah YaLAka”
    “Pembe Yaka” → “Pembe YaLAka”
    “Yeşil Yaka” → “Yeşil YaLAka”
    “Mavi Yaka” → “Mavi YaLAka”
    “Beyaz Yaka” → “Beyaz YaLAka”

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar!

    Hangi tür rekabete karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz; umarız şimdi hissetmişsinizdir sayın “ogürsel”!
    Niçin size ısrarla “kapitalizmi öksürmeyi yıllar önce terk ettiniz” diye yazdık; umarız şimdi hissetmişsinizdir sayın “ogürsel”!

    **********

    [O andığınız kitaplara bakacağım.
    Ama bu tür kitaplardan çok şey öğrenildiği gibi saçmaladıklarını da biliyorum. Ayrıtı yayınlarında buna benzer bir çok kitap okumuşumdur..]

    Bu kitapların hiçbiri; “ÖNCÜ CEPHE” YÖNTEMİYLE, “VANGUARDISM” YÖNTEMİYLE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ SUNMUYOR!

    Bu kitaplar; sadece ama sadece “tespit”ler yapıyor! Tıpkı bizlerin de 28 Mayıs 2015’ten beri şu sayfada yaptığı gibi sayın “ogürsel”!

    “ÇÖZÜM ÖNERİLERİ”Nİ GETİRECEK OLAN “HEPİMİZ”İZ!

    YANİ SİZ SAYIN “OGÜRSEL”; ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GETİRECEKSİNİZ!
    YANİ SİZİN “Beyaz YaLAka”LAŞMAK YOLUNDA ADIM ADIM İLERLEYEN OĞLUNUZ; ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GETİRECEK!
    YANİ SAYIN GÜN ZİLELİ; ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GETİRECEK!
    YANİ SAYIN “PIPSQUEAK”; ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GETİRECEK!

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar!

    BİR BEBEĞİN; EMEKLEMEYİ, AYAKTA DURMAYI, YÜRÜMEYİ, KOŞMAYI, DÜŞMEYİ, ZIPLAMAYI ÖĞRENMESİ GİBİ;
    BİZLER DE “REKABET ETMEDEN YAŞAMAYI” BİR BEBEK GİBİ, EN BAŞA DÖNEREK YENİDEN ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ!

    ALIŞKANLIKLARIMIZI TERK ETMEK O KADAR KOLAY OLMAYACAK!

    Esen kalın.

  294. Her tür tanımı reddetmiş olanlara..
    *
    Sanırım 10-12 yıl önce bir söz okumuştum. “Eskinin bittiği ama yeninin henüz doğmadığı zamanlarda yaşamak”.. Tam da o zamandayız.
    Ve geleceğe bir “esin” olarak ne bırakacağız. ..
    Gün Zileli bu esinlenmeye ciddi katkı sunacak; ölecek ve görmeyecek. Ben de görmeyeceğim. Ama yöntem, analitik yaklaşım olarak bu olasılığı yüksek görüyorum.
    Hümanistik, tabiatçı, şiddeti reddeden; Makyavel iktidar arzularından uzakta, ego’su ile kavga eden; samimi, insani, cinsel arzuları ile hesaplaşmaya açık..
    *
    Size gelince..
    Akıllı, özgüvenli, idealist olduğunuz çok açık..
    Ama.. ama..
    kaçırmış olabilirim.. Bence bir yerde hata yapıyorsunuz..
    Birincisi çok fazla peygamberiniz var!
    Yöntemsel olarak bu denli gönderme, bu denli X, Y, Z kitaplar alıntınızda rahatsız eden bir şey seziyorum.
    İyi bakın; hiç kimse salt hakikati temsil edemez.
    Bize, kendinize bir hayrınız olacaksa o 250 sayfalık her hangi bir kitaptan bir paragraf bize alıntılayın; onu konuşalım.
    Çok bilmiş çok okumuş edası her zaman sevimsizdir. Lütfen. Yapmayın. O kadar çok uzun yazıyorsunuz ve hepsi genelleme..
    O kadar çok göndermeniz var; ne olursunuz; o andığınız her bir kitaptan bize tek bir cümle alıntılayın ve yazın.. Bu belki 50 cümle yapar; ve bir insan ömrünün ardından söylenmemiş, yazılmamış tek cümle bırakıyorsa.. o dâhilere aittir…
    *
    Daha somut, daha açık, daha dolayımsız.. İçeri, içeri.. kalbe, beyine doğru yolculuk.. lütfen…

  295. 286’ya kısa bir yanıt (pipsqueak’den)
    Sayın Ogürsel,
    Ben insanın tamamıyla kültürden oluştuğuna, insanı doğal dünya (biyoloji, fizyoloji, hatta evrim) çerçevesi içinde düşünmenin tehlikeli bile olduğuna çok derinden inandığım için bir yanıt vermek istedim.
    Bu konu daha derinden incelemeye değer ama şimdilik temaya giriş babında genel gözlemler ve bazı basit örneklerle bu düşüncemin nedenlerine hafifçe açıklayacağım.
    Yalnız baştan bazı yanlış anlamaya yol açabilecek düşünceleri öngörüp aşağıdakileri eklemek istedim.
    1. Sizin demek istediğinizle benim anladığım arasında fark olabilir.
    2. Amacım insanları övmek değil.
    3. Amacım insanları doğal dünyanın bir parçası olduğunu reddetmek değil.
    4. Bence insan biyolojisi, insanın tanımında, kültürüne kıyasla sıfır kadar az.
    5. Önemli olan belli bir vasıfın veya özelliğin doğanın temelinde var mı, yok mu sorusu değil, o verilerle ne yaptığımız.
    Canlı varlıklar arasında salt insan uzmanlığı seçmemiş. Gözleri bir kartalınki gibi keskin değil ama dürbün yapmış. Şahin kadar hızlı değil ama uçak yapmış.
    Dil ve düşünme geliştirerek doğadan tamamıyla kopmuş ve içgüdüler yerine kültür geliştirmiş. Dille bilgi birikimini nesilden nesile aktararak, kültür aracılığıyla, kendi evrimini kendi yapmış. Siz de insanın, rekabete değişik bir içeri verebileceğine inanıyorsunuz. Bunu kültürü aracılığıyla yapacağını açıkça söylemediniz ama sanırım asıl doğal olan bu olduğundan söylemeye gerek görmediniz. Bu, bizde artık bir çeşit bilinç altı bir bilinç olmuş.
    Konuşmak için bazı organlar şart ama o organların varlığı bir şiirin yarattığı dünyayı veya çeşitli diller konuşulmasını açıklamada önemini yitirir. Aklı aşan bir dil aracı, metafor (mecaz) yaratmış. Önünde o an olmayan, görünmeyen, dokunulamıyanlar yerine geçen semboller kullanmış.
    Sosyali biyolojiye indirgemeyi savunanlar var. En ünlüsü ve baş rolü oynayan E. O. Wilson, konunun Türkçe adı sosyobiyoloji.
    Sizin söylediklerinizde buna katılıp katılmadığınızı gösteren bir taraf görmedim.
    Üstelik sizi ilk okuduğumda ve sadece bilim-tekniğin nötr olmadığı kısmında anlaşamadığımız yazınızda, eğer yanılmıyorsam, Childe’den tasvip ederek söz ettiğiniz “insan kendini yapar”, bu sosyobiyolojicilerin düşüncelerine uymayacağından onlara katılmadığınızı tahmin ediyorum.
    Ben bu indirgemelerin bilimsel ispatına kalkışılsa yüz binlerce yıl alacağını düşünüyor, yararını ve “Allah’ın işi” demekten farkını görmüyorum. Bence sorun ideolojik ve o nedenden tehlikeli.
    Bir örnek:
    MIT üniversitesinde aşağı yukarı 300 nöronlı (sinir hücreli) “beyin” bağlantı şeması bilinen “C. elegans nematod” adlı minik hayvan üzerinde son 20-30 yıl disiplinlerarası çalışmalar yapılmakta ve daha hala bu minik hayvanın ne yapacağını önceden bilemiyorlar. İnsan beynindeki nöron sayısı 100milyar.
    Hoşça kalın

  296. 1978-1979 ders yılı. Tıp F.si, FKB’deyim. Fizik, Kimya , biyoloji. Ama ben 05’lere kadar Marks, Engels, Lenin okuyorum. Elektrikler kesiliyor. Mum ışığında sürdürüyorum. çalar saat kâr etmiyor. Uyanamıyorum. Yılın sonunda beş dersin dördünden bütünlemeye kalıyorum…
    *
    Okumak, öğrenmek, içselleştirip sentez yapabilmek. Yaşadığın çağa, gündelik hayatta da kullanabilmek. Ne zorlu süreçler. Tüm hayatımız nice yalanı ayıklayarak elimizde kalan bir avuç “bilgiye” güvenerek yol almak…
    Örneğin o yıllarda Stalin bir peygamber; şanlı, yüce, tapınılası. Tapınılıyor. Marks, Lenin, Stalin demiş ki.. denildikten sonra sıkıysa aleyhte bir cümle kur bakalım. IŞİD bombacısının bomba kuşanmamış müritleri seni oracıkta paramparça ediverir!
    *
    Taşradan gelmişim. O büyük büyük konuşanlara saygı duyuyorum. Özgüvenlerine hayranım..
    Ve 12 Eylül 1980. Bu saygımın ne denli temelsiz olduğunu görüyorum.
    Not ediyorum; “zamanın ruhunun” önüne kattığı yaprakların hızı kendilerine ait değil; rüzgar diniyor ve yalnızca çöp oluveriyorlar.
    *
    Aradan 37 yıl geçiyor.
    Soruyorum. Bu “devrimi” KİM yapacak. “BİZ” diyor birisi. Gülümsüyorum.
    Bence sosyolojik olarak Marks büyük bir iş yapmıştı; sınıf bakış açısı ile insanlık tarihi karmakarışık olmaktan çıkmıştı.
    Ve bu bağlamda “BİZ” kimdi? Sınıfı ve “büyük hayali” olmayanlar ne yapabilirdi ki bu dünyada?
    Devrim ayrı hikâye; bin yılın sonunda mehdi beklemek gibi; bir seküler cennet vaadi sanki..
    Devrim aslında iradi olamazdı; ve BİZ hiç kimseydi.
    Devrim olabilirdi ama 10 bin yıllık insanlık tarihinin 2 devrimi vardı. Neolitik ve Endüstri devrimi…
    Ve belki saban, kıç dümeni, demirin ergitilmesindeki ucuz yöntem, matbaa, buhar motorları.. da “büyük” ve sessiz devrimlerdi. Daha büyük değişim-dönüşümlere yol açıyordu; ama ortalıkta kıyım, katliam olmadan yaptığı için “devrimciler” bu tür devrimleri görmezden geliyordu.
    *
    Evet hayat adaletsizdi; ama bu her zaman böyleydi.
    Cennet neredeydi; bu gezegende mi, öldükten sonra yaşanılacak gezegende miydi?
    *
    1.5-2 milyar Müslümanın şu salak, kadın, bilim, hakikat düşmanı, utanmaz egosu nereden besleniyordu? Bangladeş, Pakistan, Nijerya, Mısır, İran, S. Arabistan ve Türkiye.. Ve IŞİD!
    10 Ekim Ankara Katliamı.. O sıcacık gülen genç çocukları katleden Adıyaman’lı zavallı intihar bombacısı bir gün olsun neden o sıcacık gülümseyişi taşıyan bir yüzü edinemedi?
    Okuyoruz; 1300’lü yılları. 1700 lü yılları. O sessiz ölülerden bize ulaşan “derin” düşünceleri..
    Ve paramparça Suruç’ta, Ankara’da o gencecik güzel insanlardan geleceğe kalacak nedir? RTE midir tek suçlu? 1980’lerde korkunç işkenceleri alkışlayan ana babaların evlatları cinayetlerine devam ederken, o yılların mazlumlarının evlatları mı orada katledilen?
    Hayatın diyalektiği.. Suriye, Irak’ta olup bitenler.. Haydut ve katil Sultan’ların ve onu önleyemeyenlerin kaderi… Bıçak sırtı gidiyoruz… Her şey mümkün; iyimserim ama; kıl payı iyimser…
    *
    Şirketokrasi’dir katiller! Tüketim toplumunun salak tüketicileridir suç ortakları.
    Ve seçimin olası tahmini. Katiller % 40; ırkçı suç ortakları % 15. Fırsatını bulsa.. potaniyel katiller de % 5..
    Ne kaldık; yüzde 40 mı?
    bunun da yarısı iktidar nemasını bekleyenler; öç, hınç alıcılar. Yaşanılan rezaletin eski suç ortakları..
    Ne kaldık? % 20 mi?
    En iyimser rakamlarla yüzde 20!
    *
    Sayın Doğal anarşistler; sırtımızda 10 bin yıllık uygarlık tarihi, iki yüz bin yıllık doğa tarihi var…
    Bu topraklarda henüz “adalete, doğruluğa, güzelliğe” ilk adım atılmadı; bu ilk adımı yazın.. konuşalım…
    Kendinden başka herkesi, her şeyi suçlamak gelenektir burada..
    Sanırım önce kendimizi suçlayacağız..
    O ilk adım öneriniz nedir?
    Somut, pratik, anlaşılır…

  297. Sayın (ogürsel) 289'a ve 291'e

    Sayın “ogürsel” 289’a ve 291’e,

    Kusura bakmayın:
    Sizin tek beklentiniz; “KURGULADIĞINIZI DUYMAK, KURGULADIĞINIZI GÖRMEK, KURGULADIĞINIZI OKUMAK, KURGULADIĞINIZIN ONAYLANDIĞINI İÇEREN CEVAPLAR!” Bunlar dışındakiler; size göre çöp kutusuna gitmeli! Böyle anlıyoruz ve umarız yanılıyoruz!

    İLK ADIM’I: “HEPİMİZ” ATACAĞIZ! SİZ DE DAHİL! ARTIK KLAVYE BAŞINDA OTURUP, “YAŞLILIK BAHANESİ!”YLE TARİH MADENCİLİĞİ YAPMAK YOK! İŞTE BU YÜZDEN SİZE ISRARLA KONFORMİSTSİNİZ DİYE YAZDIK! VE BİZLERİN, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YAlaKA”LARIN ZATEN BEBEKLİKTEN İTİBAREN KONFORMİST OLARAK YETİŞTİRİLDİĞİNİ DE YAZDIK!

    NE “ÖNCÜ CEPHE”! NE “VANGUARDISM”! HİÇBİRİSİ DEĞİL!

    MARX’DAN ALDIĞIMIZ DERSLER VAR! FAKAT BUGÜN; 19., 20. YÜZYIL DEĞİL; 21. YÜZYILDAYIZ!

    SİZE BİR TEK GERÇEKLİĞİ HAYKIRIYORUZ:

    TÜSİAD’A & MÜSİAD’A KARŞI SES ÇIKARAMAYAN “MAVİ & BEYAZ YAlaKA” ORDUSU VARSA;
    [Bu topraklarda henüz “adalete, doğruluğa, güzelliğe” ilk adım atılmadı; bu ilk adımı yazın.. konuşalım…]

    NE “ADALET”, NE “DOĞRULUK”, NE “GÜZELLİK” VAR!

    SİZE HAYKIRDIK, SES TELLERİMİZ KOPTU: “KAPİTALİZMİ ÖKSÜRMEKTEN VAZGEÇMİŞSİNİZ!” SAYIN “OGÜRSEL”!

    [Kendinden başka herkesi, her şeyi suçlamak gelenektir burada..] YAZDIKLARIMIZDAN BİR TEK KELİME ANLAMADIĞINIZ ORTADA SAYIN “OGÜRSEL”! ÇÜNKÜ YAZDIKLARIMIZI “ANLAMAK İÇİN” DEĞİL; ÇÜRÜTMEK İÇİN OKUYORSUNUZ!

    OKUYUN BAKALIM; KENDİMİZİ ELEŞTİRİYOR MUYUZ, ELEŞTİRMİYOR MUYUZ?!

    ÖRNEK 1:

    […100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] ifadeniz; “hayatın akışı içinde”dir.

    Bu döllenme sonucunda, ana rahmiden çıkan bebeklerin beynine “kapitalizmin dayattığı rekabet” enjekte edilir!
    Unutmayınız: Siz de oğlunuza enjekte ettiniz!
    Bizim ebeveynlerimiz de bize enjekte etti!

    Sonra bu bebekler; “kapitalist kategorileştirmeye” maruz bırakılır:
    “Turuncu Yaka” → “Turuncu YaLAka”
    “Siyah Yaka” → “Siyah YaLAka”
    “Pembe Yaka” → “Pembe YaLAka”
    “Yeşil Yaka” → “Yeşil YaLAka”
    “Mavi Yaka” → “Mavi YaLAka”
    “Beyaz Yaka” → “Beyaz YaLAka”

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar!

    ÖRNEK 2:

    Sizler, sayın “pipsqueak”, yani “biyolojik olarak yaşça büyük olanlar”; rakamların ne ifade ettiğini bir şekilde öğrenmişsiniz. Bu nedenle; fonksiyon, logaritma, trigonometri, integral, türev, pisagor teoremi gibi yüzbinlerce konuda işlem yapabiliyorsunuz!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”lar; RAKAMLARIN NE İFADE ETTİĞİNİ “MERAK ETMEMEMİZİ BİLE SAĞLAYACAK!” BİR ORTAMDA YETİŞMEDİK!

    Bizlere; bebekliğimizden itibaren sadece ama sadece “Beyaz YaLAka” olmamız gerektiği telkin edildi!

    Bizlere; bebekliğimizden itibaren “kapitalizme boyun eğmemiz gerektiği söylendi!”

    Bizler; bebekliğimizden itibaren “akıllı, uslu çocuklar olun! Sakın SOKAKTAKİ EYLEMLERE KARIŞMAYIN!” nasihatlarıyla büyüdük!

    Bütün bu okuduklarınıza “maruz kalan!” bizler; gerçekten suçlu muyuz, yoksa suçsuz muyuz; emin değiliz! Cevabı bulamıyoruz! Yazdıklarımızı asla ama asla “aşağılık kompleksi” ile karıştırmayınız! Bu kompleks; “Edward Bernays” ve çömezlerinin ürettiği bir tür “psikanalist reklamlar nasıl üretilir?!” propagandasıdır!

    Günther Anders’in şu açıklamasını hatırlatmanızın sebebi; az önce okuduklarınız olsa gerek:
    [But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”]

    Bu temelde; size aşağıdakileri tekrar göndermek ihtiyacı hissettik. Niçin ısrarla size “tecrübelerinizi bizlerle paylaşmaya yanaşmıyorsunuz?! Kapitalizme karşı mücadeleye niçin omuz vermeye yanaşmıyorsunuz?!” sorularımızı sorduğumuzu biraz daha yakından anlamanız için:

    (Detaylı cevabımızı şu adresten okudunuz mu, bilmiyoruz.
    Çünkü sayın Zileli; “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarıyla bazı cevaplaramızı yayınlamadı!
    http://pipsqueake-cevap-2nci-kisim.tumblr.com/post/130061237608/kisim-2-son )

    Gün Zileli’nin şu internet sayfasında, sizin aktardıklarınızdan niçin haberimiz yoktu sayın “pipsqueak”?

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “hiyerarşik zihniyetten” kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “rekabetçi olmazsan; ölürsün!” telkinlerinden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-schooling”in neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-growth”un neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “Decadence” kuyusu içinde uyuşturulmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bizleri “philistinism” ve “poshlost” terimleri ile nitelelen kişilerle karıştırıyor olmanızdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Taksim Gezi Parkı’nda “potlatch daydreaming” içinde kaybolmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Sebepler listesini uzatabiliriz…

    “Veri-bankacılığı”nın ne kadar tehlikeli nesiller yaratabileceğini (Not: “Dunning-Kruger” hâli!) yıllar önce öngördüğü hâlde; bizleri bu öngörü temelinde yetiştirmeyen insanları, yani “sizleri!”, bir nebze avutacaksa;

    Sizlerden özür dileriz!

    **********

    SİZE BİR TEK SORU SORUYORUZ:

    ANKARA BOBMALAMASINDAN SONRA; O ANLI-ŞANLI SENDİKALAR; 12 EKİM ve 13 EKİM TARİHLERİ İÇİN “GREV” DUYURUSU YAPTILAR!

    KİM KATILDI?!
    CEVAP: “HİÇ KİMSE”!

    SAYIN “OGÜRSEL”,

    TARİH MADENCİLİĞİ YAPMAK KÖTÜ BİR ŞEY DEĞİLDİR! GEÇMİŞTEN ALACAĞIMIZ DERSLER DAİMA VAR!

    “EYLEM”E GEÇMEDİĞİNİZ SÜRECE (SİZ DE DAHİL!); NE “ADALET”, NE “DOĞRULUK”, NE “GÜZELLİK” VAR!

    BİR BEBEĞİN; EMEKLEMEYİ, AYAKTA DURMAYI, YÜRÜMEYİ, KOŞMAYI, DÜŞMEYİ, ZIPLAMAYI ÖĞRENMESİ GİBİ;
    BİZLER DE “REKABET ETMEDEN YAŞAMAYI” BİR BEBEK GİBİ, EN BAŞA DÖNEREK YENİDEN ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ!

    KAPİTALİZMİ BESLEYEN: “REKABET”TİR!

    EĞER ADIM ATMAK NİYETİNDE İSEK:
    İLK ADIM: “BİRBİRİMİZLE REKABET ETMEYİ BIRAKMAK” OLMALI!
    (Not:
    “Birbirimizle” derken asıl bahsettiğimiz: “Corporatocracy & Şirketokrasi” hastalığının bizlere enjekte edilmesiyle yaratılmış, “artificial!”, “benliği çalınmış birbirimiz”i işaret ediyoruz!)

    ALIŞKANLIKLARIMIZI TERK ETMEK O KADAR KOLAY OLMAYACAK!

    Esen kalın!

  298. Sayın pipsqueak
    Yazmışsınız. “Ben insanın tamamıyla kültürden oluştuğuna, insanı doğal dünya (biyoloji, fizyoloji, hatta evrim) çerçevesi içinde düşünmenin tehlikeli bile olduğuna çok derinden inandığım…”
    İnsanın hayatı anlamlandırma özelliği biyolojik mi; kültürel mi?
    İnsan bir “sürü hayvanıdır”. Yani insan sıcaklığını, bakışını arar, arzular. Bu karakter kültürle değiştirilmeli mi? Beslenmeli mi? Bu tür karakteri kültürel olarak inkar edilirse canavarlar mı çoğalır..
    Cinsel arzu’nun biyolojik olması kültürleri ne kadar etkiler? Cinsel doğa kültürle yok edilebilir mi?
    *
    Çok daha büyük sorun, kültür aktarılan bir şeydir; aktaranların “ideal kültür” taşıması mümkün mü?
    Bir insanda ego kültürel baskın yöntemle tümüyle öldürülebilir mi?
    Ego tümüyle öldürülemezse rekabet de tümüyle öldürülemez; cinsel arzu duyduğun kadınla yatmak için de rekabet-yarışma gerekebilir? Ve tür karakteri “döllemek” için birini seçer! Kadın da seçer… Biz bunu yarışma yapalım!
    *
    Kültürün, bebeklikten başlayarak koşullanma, öğretilmesi ile “yepyeni bir insan” yaratılabilir; bu doğrudur; sorun şu; bu yepyeni insanın nasıl bir şey olmasına kim karar verecek ve uygulayıcılar ne kadar buna yatkın?
    İddiam şu; VERİLİ KOŞULLARDAN hareket ederek eskiyi dönüştürebiliriz; eskide var olan “iyiyi” büyüterek, hakim kılarak..
    Tür olarak doğadan kopuyoruz ama ne kadar bağımız da kalmalı? Tümüyle “sentetikleşme” savunulabilir mi?

    Yine geldik DOZ MESELESİNE!
    Bu iş hep böyle; hiç bir şey külliyen hakim, doğru, baskın olamaz.. Sentez!
    Yeni bir molekül!
    hoşçakalın..
    **********************
    Adsız dostlar kusura bakmasın.
    Yeni bir dünyayı yapamamışların, “eski dünyayı” yok etme arzusu bana saçma gelir.
    Şu anda ülkemizin acil sorunu
    1. Faşizmden kurtulmaktır.
    2. Seküler-Laik bir dünyanın egemen olmasıdır.
    3. Yerel özerklikler dahil daha özgür bir ülke olma yolunda uzlaşıdır.

    Yabancı dil bilenlere önerim..
    tüm dünyada şirketlerde, üniversitelerde, arge kurumlarda, fabrikalarda çalışan 30 ‘lu yaşlardaki insanları bir internet sitesinde bir araya getirip aralarında konuşturun; kriz çıktığında işten atılacak elemanlarla…; savaşlarda öldürtülecek insanlarla.. yeni işçi sınıfı sizsiniz ve patronlara ihtiyacımız yok; her şeyi biz yapıyoruz…
    **
    bu yaştan sonra aptalca, nihilist eylemlerle işim yok benim…

  299. Sayın 287ler (pipsqueak’den)
    Ben çekilmiyorum. Sürekli yarattığınız ve genişlettiğiniz ormanda yolumu kaybediyorum veya (tabii krallara çok saygılı olduğumu artık anlamışınızdır) Anders’den alıntıdaki kralın tavsiyesini krala geri verip dolaşmayı seçiyorum.
    Elit lafımla bilgi ve bu bilgiden kaynaklanan dünya bilincinizin yüksek olduğunu demek istedim. Ben de elit sayılırım. Ama sanırım, bu zoraki dersem, katılırsınız.
    Medenilerde bilgi nesilden nesile olduğu gibi aktarılmıyor. Yüksek yerlerdeki dahiler buna bilimsel “yasa” derler ve adı kendilerine benzer: “bilgi yitimi” (entropi). Ekonomi uzmanlarına kıyasla ayakları daha yerde bir bankacı tarihsel “olgu” sefilliğe, belki hayatında ilk defa sefillerin somut acısını düşünerek, “para yitimi” yasası derdi.
    Belki tekrarlama (tekrarlama lafı bile kafamda tilkilere cirit attırıyor; insan dil geliştirmesinde tekrarlamayla beyninin sözcük biriktirme bölgesini yarattı, eskiden tekrarlama öğretmede çok kullanılırdı, kimsenin şimdiki gibi acelesi yoktu, …) olacak, daha önce size kafamdaki “tilkiler ciritini” aktarmıştım. Bu bağlam içinde ve bankacılardan söz açılmışken, “yazı” medenilerde bilgi bankası olur ve bilgi sadece hesabı olanlara verilir.
    Biliyorsunuz konu bu kadar basit değil ama özünde bu var.
    [Victor Turner’in “The forest of symbols” veya Mircea Eliade bilginin daha değişik aktarıldığını işleyenler arasından iki isim. T. Eagleton’ı tanıdığınızı biliyorum. Onun alanında ama daha çok beğendiğim Northrop Frye’ın bizde iki çeşit bilgi arasındaki farkı çok güzel anlatır. Richard Leakey daha da ileri gider ve kültürün bedende taşınması olasılığını sergiler. Neyse, sanırım yine ormanda yolumu kaybettim.]
    Kısacası başka çaremiz yok. Ben kendimi, Allah’ın mutlu etmek için eşşeğini kaybettirip bulana benzetiyorum. Daha doğrusu ve aslında, öğrenmeye değil, yaşamaya geldik.
    Fırsat bu fırsatken, “… bir azınlığı tüm İnsanlık gibi görmeye, tüm İnsanlığa yansıtmaya katılmıyorum …”, lafımı tekrar edeceğim.
    Şimdi de 287’de olan-olmayan bir konu. Yukarıdakine bağlı ama tehlikeli bir konu. Tehlikeli olduğu için genel bir giriş yapmakta fayda olacak.
    Genel giriş.
    Bazan en büyük kaybımızın, dilin tekel altına alınıp veya kapitale özümlenerek ardından kusmayla yozlaşması; söylenenin aile, okul, günlük hayat, Devlet, … sentezinin yarattığı dünya görüşü (weltanschauung) aracılığıyla tercüme edilip anlaşıldığını düşünüyorum. Bu solda da var ve örnek: saldırmak veya haksız demek için değil, aramızda taşlamalara neden olduğunda aşikar olan Bookchin’in “ciddi olalım” düşüncesi.
    Siz “Elit ne?” & “elit olmayan ne?” derseniz, ben de ona “ciddi olmak ne?”, sorarım ve işin cıvığı çıkar. Ama bana göre “ciddi olma” tanımı sadece aksisi olan “oynama” olmaması.
    Tekrarlarım: “çocuklar için dünya oyuncak, bizim için meta.”
    Genel giriş bitti.
    Tehlike: sizin bana “ciddi olalım” taşını atmanız beklentim. Cenevre uzak, ulaşmaz, korkmuyorum.
    1. Sizin savaşınız yaşamla ölüm arasındaki savaş. Ölüyü öldürme yolunu daha henüz bulamadık.
    2. Ben bir ara bir lokanta açtım ve giriş kapısının üstüne, üst kısmında “Dünya Emekçileri”, alt kısmında “Eğlenin” yazılı Pieter Bruegel’in Düğün Dansını (Wedding Dance) afişini astık.
    3. Goya’nın, kaynayan kum (akıcı kum) üstünde birbirleriyle kılıç kılıca girmiş iki şövalye resmi.
    4. Ben bir ara ekonomistliğe heveslenip bir defaya mahsus büyük bir teori ileri sürdüm: yaş 60’a kadar emeklilik, daha sonra çalışma.
    5. Amerika tarihi kitabının başındaki,
    Jollity and gloom
    were contending for an empire.
    ( alemi neşelilikle doldurmayla
    alemi gam dünyasına çevirmek
    yarışıyorlardı.)
    6. Bu düzenin en uygun adı “yaşamdan nefret”. Buna karşı çıkmak, direnmek: yaşamak ve yaşamı sevmek. Hatta yaşamanın bir tanımı direnmek olabilir.
    Bunları neden yazıyorum ve asıl tehlike sizin taşlar değil, bu dediklerimin piyasada en fazla satılan meta olduğu. Ve bu kapitalizmin en temel vasıflarından, en güçlü temel taşlarından biri: kapitalizm her şeyi özümler.
    Sizden gelecek taşların bana ulaşmayacağını söyledim. Şimdi sıra baklayı ağzımdan çıkarmada.
    Siz elitsiniz, büyük bir birikiminiz var, bu eşsiz bir başarı. Bilginin kendisi zevk verici. Evet, bu kendimin daha önce söylediklerimle çelişir. Evet, yaşamaktansa ölçer biçeriz, doğru. Ama sanırım artık biliyorsunuz, ben ilkelleri çok seven biriyim ve onlar bizim gibi çelişkiyi ciddiye almazlar. Bizim gibi aptallaştırılmamışlar. Örneğin semboller çeşitli çelişkiler içerirler. Mitleri incelerseniz tanrılar tamamıyla “çelişkili” vasıflıdırlar. Bence bu çelişkiden korkma, “hakikat” saplantısı, mantıklı olma biraz sizin aile ve okullarda işittiğiniz hem doğru hem yalan öğütlere benzerler. Herkesin kendi paçasını kurtarma dünyasında size aşılanmak istenilenler boş laf değiller. Hata, bu lafları söylenlerin kendi düştükleri tuzakları görmemelerinde. Veya ideolojinin en güzel tanımlarından birini kullanırsak: aşılamak istedikleri dünyanın normal, doğal, doğru olduğuna inanmaları, ideoloji olduğunu görmemeleri.
    Görüyorsunuz benim çenem düşük ve yine kralın öğütünü dinleyeceğime, sizin ormanda kayboldum.
    Kendi çelişkime bir örnek daha.
    Ben, matematik hakkında aşağıdaki söylenenlere bütün varlığımla katılıyorum.
    “matematik pinti bilimidir”;
    “No more fiction, for now we calculate; but that we may calculate, we had to make fiction first.
    “İblis’in Allah’a baş kaldırıp onun yerini alma isteği”
    “Matematik önerileri gerçek dünyaya uygulandığında güvenilmez; şüphe götürmez olduğunda da gerçek dünyayla alakası yok.”
    “Matematik zorlar ama inandıramaz.”
    Bunları söylenlerin hepsi matematik ve fizik dahileri. Yani bilim-teknik uzmanlığını aştıkları için insan gibi konuşabiliyorlar.
    Ne var ki, matematiğin güzelliğini övenleri de anlıyorum.
    Ama benim çelişkim dahi-antropologun çelişkisi yanında çocuğumsu ve zararsız. Belki inanmayacaksınız ama son iki yüzyıl sürdürülen antropoloji biliminin, doğal olarak düzenin yaltakçıları arasında, en büyük amacı bizim ilkellerden üstün olduğumuzu onaylamak ve kanıtlamak. Bu antropolojiyi öğrenmek için iki ders yeter.
    Birinci gün tumturaklı burnu havada dahi-antropolog profesörü sorar:
    “Biz neden ilkellerden üstünüz?”
    Biliyorsunuz öğrenciler öğrenmekten çok sınavda hangi soru çıkabilir veya alay edilme olasılığının kaygısı içindeler. Sessizlik.
    Koca kelle kendi cevap verir:
    “Çünkü biz çalışkanız ve hayatı kolaylaştırmak için (daha doğrusu banalleştirmek için ama o kendi başına bir konu) çok çalıştık, onlarsa tembel, oldukları yerde kaldılar!”
    Ertesi gün aynı sahne aynı soru ve yine dahi kendisi cevap verir:
    “Çünkü onlar salt hayatta kalmak için gece gündüz çalıştılar ama bizim eğlenmek için (yani televizyon önünde geviş getirmek için) bol zamanımız var!”
    Ama şu doğru.
    İlkellerle aramızdaki en önemli farklardan biri onlarda fiil çok, bizde isim çok.
    Ne yazık ki, asıl sorun olan ölüyü öldüremiyoruz.
    Esen kalın
    Not: diğer konulara da değinmek isterim, sonra.

  300. Sayın (ogürsel) 293'e

    Sayın “ogürsel” 293,

    [Ego tümüyle öldürülemezse rekabet de tümüyle öldürülemez; cinsel arzu duyduğun kadınla yatmak için de rekabet-yarışma gerekebilir? Ve tür karakteri “döllemek” için birini seçer! Kadın da seçer… Biz bunu yarışma yapalım!]

    Biz ne yazıyoruz! Siz ne anlıyorsunuz!

    “Hayatın akışı içindeki rekabet”i nasıl değiştirebiliriz! Bu mümkün değil!
    Sizin yazdığınız bütün rekabet örnekleri; “hayatın içinden”.

    Peki biz ne yazıyoruz size: “Kapitalizmin dayattığı rekabet”!

    Siz bu ikisi arasındaki farkı ANLAMAK İSTEMEDİĞİNİZ İÇİN; OĞLUNUZ ÖLECEK! TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?

    **********

    [Şu anda ülkemizin acil sorunu]

    Bizler sadece [ülkemiz]den bahsetmiyoruz! “Beyaz YaLAka”lık dünyanın en ücra köşesinde bile bir salgın hastalık gibi yayılıyor! Türkiye öleli; 20 yıldan fazla oldu! Ama dirilmesi için hâlâ enerji var!

    Ankara Bombalamasından sonra; “anlı-şanlı!” sendikalar “grev” duyurusu yaptı! Niçin katılan olmadı? Bu soruyu ilk önce kendinize sorunuz sayın “ogürsel”!

    Yarın, öbür gün, oğlunuzdan bir torun elde ederseniz (ve elbette ömrünüz yeterse) o zaman görürsünüz; torununuz da nasıl “Beyaz YaLAka”laşıyor!

    Torununuz da bir “Beyaz YaLAka” olacak ve onunla oturup hiçbir konuyla ilgili konuşamayacaksınız!
    Niçin?
    Çünkü: Torununuzun beyni de “Beyaz YaLAka” olmak için programlandığından; sizin [eski dünya]nızı sıkıcı & boğucu bulacak, ve yanınıza yaklaşmak istemeyecek! (Not: Sayın “pipsqueak”in ısrarla ikaz ettiği “gençlik myth”i tehlikesi buydu işte!)

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    Örnek:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?

    KUSURA BAYMAYIN SAYIN “OGÜRSEL”:
    “BİYOLOJİK OLARAK YAŞÇA BÜYÜK OLAN” BAZI İNSANLARDA PEK UTANMA DUYGUSU KALMADIĞINI BİR KEZ DAHA GÖRDÜK; KAHROLDUK!
    “KAPİTALİZMİ ÖKSÜRMEYİ YILLAR ÖNCE TERK ETTİĞİNİZİ” SÖYLEYECEK CESARETİNİZ YOK SAYIN “OGÜRSEL”!

    NİÇİN “YENİ BİR DÜNYA YAPAMIYORUZ?”

    ÇÜNKÜ: SİZLER BİZE [ESKİ DÜNYA]YI ANLATMADINIZ, ÖĞRETMEDİNİZ!

    ÇÜNKÜ: SİZLER BİZE; “TEST SORUSU ÇÖZ, YÜKSEK PUAN AL, İYİ BİR ÜNİVERSİTEYE KAPAK AT, YÜKSEK MAAŞLI BİR İŞE YERLEŞ, BEYAZ YAlaKA OL!” ZEHİRLERİNİ BEYNİMİZE ENJEKTE ETTİNİZ! TIPKI OĞLUNUZA DA YAPTIĞINIZ GİBİ!

    ÇÜNKÜ: SİZLER “KAPİTALİZMİ ÖKSÜRMEKTEN VAZGEÇTİNİZ!”

    [bu yaştan sonra aptalca, nihilist eylemlerle işim yok benim…]

    Bir kişi kaybettik; üzgünüz!

    Siz kaybolduğunuz için sayın “ogürsel”; torununuz da kayboldu: İki katı üzgünüz!

  301. Sayın (pipsqueak) 294'e

    Sayın “pipsqueak” 294,

    [Not: diğer konulara da değinmek isterim, sonra.]

    Sabırla bekliyoruz.

    **********

    Sayın “pipsqueak”,

    Eğer İstanbul’ü ziyaret etme plânınız varsa;
    Sizle yüz yüze görüşmek isteriz.

    “Kapitalist rekabet”in dayattığı hiyerarşiye boyun eğdirdikleri için, “Maslak” ve çevresinde attığımız her adım; “Human Resources Directors (H.R.D.)” ve “Chief Executive Officers (C.E.O.)” tarafından takip ediliyor!

    Yani; “Edward Snowden” isimli bir “young high-tech genius!”;
    N.S.A.’nın (National Security Agency) bütün dünyayı dinlediğini 2014 yaz mevsiminde bütün dünyaya (Daniel Ellsberg’in 1970’lerdeki hâli!) duyurması gibi;

    H.R.D.’ler ve C.E.O.’lar da bizlerin, yani kendilerine köle yaptıkları “Beyaz YaLAka”ların attığı her adımı, her nefesi takip ediyor! Çünkü: Bütün enerjimizi “efficiency!” ve “productivity!” için kullanmamızı dikte ediyorlar!

    İşte bu sebepten ötürü: Gerçek isimlerimizle değil; rumuzlarımızla iletişim kurmaya mecbur kalıyoruz!

    Eğer İstanbul’a gelme plânınız var ise,
    Eğer bizlerle yüz yüze görüşmek için 1, 2 saat ayırmak isterseniz;

    Cumartesi ve/veya Pazar sabahları periyodik olarak yapmaya gayret gösterdiğimiz kahvaltılara veya öğleden-sonralarına sizi de davet etmeyi isteriz.

    Endişelenmenize gerek yok:
    Herhangi bir siyasi partinin “gençlik teşkilatı” değiliz.
    Sivil polis değiliz.
    Sivil “M.İ.T.” değiliz.
    “Vanguardism” ile uzaktan-yakından ilgimiz yok.

    Eğer yüz yüze görüşmek isterseniz; arkadaşlarla iletişime geçeceğiz, e-posta yoluyla hareket edeceğiz.

    **********

    7 dakikalık animasyın video:

    “El empleo” & “The Employment”
    (Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Adres: http://vimeo.com/32966847

    Esen kalın.

  302. Günümüzde solun bütün sınıfları burjuva ve işçi/emekçi diye ikiye ayırması gerçeği açıklamakta yetersiz kalmıyor mu? Bunların dışında, rahat bir yaşam süren halk kesimlerine küçük burjuva veya orta sınıf demenin yetersizliği ortada değil mi? Bu kitlenin “ezilen” bir sınıfa mensup olduğu söylenemez; bunlar için yoksulluk, kötü çalışma koşulları, siyasi baskı, kadın sorunu gibi sorunlar sözkonusu değil artık. Bunların yerini yeni ve daha kişisel/özel sorunlar alıyor. Bu değişimin nedeni sanayi uygarlığının, bilginin, teknolojinin yayılmasıdır kuşkusuz. Yoksa hakları için mücadele eden insanların kazanımları değil.

  303. Kapitalizmin kâr amaçlı üretiminin yarattığı popüler tüketim kültürü maddeciliği, bireyciliği besleyebildiği gibi bunun tersi bir rol de oynayabilir. Maddeciliğin eleştirisi olan fikirler popüler kültür yoluyla da yayılabilir. Bunun bir örneği için;
    http://www.youtube.com/watch?v=HMUKGTkiWik

  304. 1. Rekabet bir bütündür. Cımbızla çekip alamazsın. Kapitalistik rekabet genel rekabetin en hastalıklı biçimidir. Rekabet sorununu çözemedikçe bu sorunu çözemezsin. Bunu anlayacak olgunluğa bile ulaşamamışsınız.
    2. Sorunumuz ölüm değil; nasıl olsa öleceğiz; sorun nasıl yaşayacağız? Bu da ancak evrensel-doğal-kültürel insanlaşma sürecini kavrayanların “teorileri”, pratiği içinde şekillenecek. Ve hala bu durumdan çok uzağız. Yineliyorum, kimsenin öyle tepeden konuşma hakkı hala yok. Sosyalizm rezaleti bile hakkınca analiz edilmedi? NEDEN? NEDEN! NEDEN; Stalin’le taçlandı?

    3. Siz yalnızca Beyaz Yalakalar içinde yaşayanlardan mısınız ki ufkunuz, hedefiniz bu kadar dar; toplumsal kötülükleri üreten asıl kaynağın uzağında oyalanıyorsunuz. Kapitalist şirketler büyük “kötülüğün” nedeni değil; sonucudur! Bu kavrayışınızla ancak Don Kişot’a duyulacak saygıyı hak ediyorsunuz.
    4. O kadar alıntıladığınız şeyleri anladığınızı sanmıyorum. Buna zamanınız bile olmamıştır. Tarihsel süreçleri anlamak yerine buna “madencilik” diyenler, okumuş cehalete mahkumdur. Sığlık içinde boğulur.
    5. ““pratik, tek bir teorik hatayı bile cezasız bırakmaz”. Bu sözü az önce bu sitede bir yorumda okudum; bu sizi anlatıyor. Ağır bir teorik hata içindesiniz. Cezasız da kalmayacaksınız!

  305. Sayın (ogürsel) 299'a

    Sayın “ogürsel” 299,

    [Kapitalistik rekabet genel rekabetin en hastalıklı biçimidir.]

    Nihayet:

    “Hayatın içindeki ‘doğal’ rekabet”
    ile
    “Kapitalizm zehrinin dayattığı rekabet!”
    ARASINDAKİ FARKI HİSSETMEYE BAŞLAMIŞSINIZ!

    Eğer [ağır bir teorik hata içinde] olduğumuzu iddia ediyorsanız; niçin bizleri, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”ları; uyarmadınız, [eski dünya]yı anlatmadınız, öğretmediniz!

    Niçin, yıllardır kapitalizmi öksürmüyorsunuz! Ne oldu da, nasıl bir kapana kısıldınız da; kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiniz!

    [Cezasız kalmayacaksınız!] diye bir ifade kullanmışsınız! “Gelecek zaman kipi” ile yazmışsınız! Hatanız var!

    BİZE YILLARDIR CEZA KESİLİYOR SAYIN “OGÜRSEL”!

    ÇÜNKÜ: SİZLER BİZLERİ “KAPİTALİZME BOYUN EĞECEK ŞEKİLDE” YETİŞDİRDİNİZ! OĞLUNUZU DA BÖYLE YETİŞTİRDİNİZ! İTİRAF ETMEYE CESARETİNİZ YOK!

    BİZE YILLARDIR CEZA KESEN KİMLER, NELER?!

    CEVAP:

    “Kapitalist rekabet”in dayattığı hiyerarşiye boyun eğdirdikleri için, “Maslak” ve çevresinde attığımız her adım; “Human Resources Directors (H.R.D.)” ve “Chief Executive Officers (C.E.O.)” tarafından takip ediliyor!

    Yani; “Edward Snowden” isimli bir “young high-tech genius!”;
    N.S.A.’nın (National Security Agency) bütün dünyayı dinlediğini 2014 yaz mevsiminde bütün dünyaya (Daniel Ellsberg’in 1970′lerdeki hâli!) duyurması gibi;

    H.R.D.’ler ve C.E.O.’lar da bizlerin, yani kendilerine köle yaptıkları “Beyaz YaLAka”ların attığı her adımı, her nefesi takip ediyor! Çünkü: Bütün enerjimizi “efficiency!” ve “productivity!” için kullanmamızı dikte ediyorlar!

    7 dakikalık animasyon video:

    “El empleo” & “The Employment”
    (Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Adres: http://vimeo.com/32966847

  306. Sayın (ogürsel) 299'a EK CEVAP

    Sayın “ogürsel” 299,

    Görmek istemiyorsunuz!

    Dünyada sadece “Beyaz YaLAka”lar yok!

    Ne yazmıştık size; “288” ve “292” numaralı metinlerimizde:

    […100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] ifadeniz; “hayatın akışı içinde”dir.

    Bu döllenme sonucunda, ana rahmiden çıkan bebeklerin beynine “kapitalizmin dayattığı rekabet” enjekte edilir!
    Unutmayınız: Siz de oğlunuza enjekte ettiniz!
    Bizim ebeveynlerimiz de bize enjekte etti!

    Sonra bu bebekler; “kapitalist kategorileştirmeye” maruz bırakılır:
    “Turuncu Yaka” → “Turuncu YaLAka”
    “Siyah Yaka” → “Siyah YaLAka”
    “Pembe Yaka” → “Pembe YaLAka”
    “Yeşil Yaka” → “Yeşil YaLAka”
    “Mavi Yaka” → “Mavi YaLAka”
    “Beyaz Yaka” → “Beyaz YaLAka”

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar!

    **********

    “136” metnimizden bir kez daha aktaralım!

    “Kapitalizmin zehirlediği renkler oldukça fazla!”

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kadıköy’deki “bir başka burjuva!” kebap salonunda çalışırken yaz mevsiminin bitişiyle ayrılıp, Ağrı-Patnos’da inşaatı başlayacak ve üç mevsim sürecek TOKİ’lerde beden gücünü satmaya mecbur kalacak, ve bunun sonucunda nur topu gibi bir bel fıtığına sahip olacak insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Sirkeci İstasyonu” ile “Doğubank” arasında akan insan seli arasında kâğıt mendil ve soğuk su satmaya çalışan “küçük!” insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kınalıada’daki görece konforlu evlerinde köpek, kedi ve benzerlerine hamilik yapan kimselerin, bu varlıklara yiyecek-içecek almak için veya bakımlarını yaptırmak için bir pet-shop’a, bir veterinere gittiklerinde; fiyatların yavaş da olsa arttığını gözlemlediklerinde şaşırmaları olgusu sonucunda başı yanacak, ve “maliyetlerin yükselmesi” sebebiyle bu pet-shop’dan, veterinerden yavaş yavaş kovulacak insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Detroit’te $5’a muhtaç hâle getirilen insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Blackpool’da (Lancashire, North West England, United Kingdom) aile içi tacize maruz kaldığı için ağır depresyon yaşayıp “homeless!” statüsü hediye edilmiş, ve ne yazık ki uyuşturucuya alışmış, istasyon giriş ve çıkışlarında, havalimanı gate’lerinde gelen-gidenlerden para istemeye mecbur bırakılan insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    İzmir’deki “D&R” mağazalarında artık hiçbir zaman satılmayacak olan David Watson, Fredy Perlman, Arundhati Roy, Terry Eagleton veya Muzaffer Sarısülük’ün kitaplarından haberleri olamayacak, hayata asgari ücretle tutunmaya çabalayan, turuncu-mavi karışımı “lacoste!” t-shirt giymeye mecbur bırakılan, 35 dakikada bir 1 dal sigara içmek ve WC’ye gitmek hakları olan insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Yukarıdaki t-shirt’i üreten Bangladeş’teki bir “merdiven altı!” fabrikada, ense kısmına diktiği; kumaş cinsini, yıkama prosedürünü ve beden ölçüsünü gösteren etiketin arkasına “Please! Help me!” yazarak boğazı yırtılırcasına çığlık atan insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Modernitenin bir başka patlaması sonrası, Tianjin’den Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan 40 yıllık bir lokanta sahibi insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Batı tipi parlamentoculuk!” zihniyetinin yerleşmesi için mücadele eden “Umbrella Movement”a mensup, “Çin Komünist Partisi parlamentosu!” tarafından biber gazı yemesi sonucunda, Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan yukarıdaki insanın güç-bela açabildiği lokantasına sığınmaya mecbur bırakılan öğrenci-insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kraliçe Madonna’nın “Raising Malawi” isimli “sosyal sorumluluk projesi!” çerçevesinde bölgeye yaptığı ziyaretlerde; gülümseye gülümseye, zıplaya zıplaya kameralara, fotoğraf makinelerine poz vermeye çabalayan, ve bu pozlar verildikten sonra New York, Frankfurt, Liverpool, Moskova, Tokyo veya Cihangir’den bazı “instagram” kullanıcılarından “like” alan “küçük!” insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Tayvan’da ve Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güneyinde; “Apple”larımıza, “Samsung”larımıza, “Lenovo”larımıza, “ASUS”larımıza, “Dell”lerimize, “Acer”larımıza, “Sony”lerimize”, “HTC”lerimize, “LG”lerimize, “Huawei”lerimize, “OnePlus”larımıza, “Hewlett-Packard”larımıza üretim yapan “Foxconn” fabrikalarında intihar eden yüzlerce (bazı verilere göre “binlerce”!) insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Atanamayan!” öğretmen-insanlarla omuz omuza mücadele YÜRÜTMEYEN “emekli!” öğretmen-insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Diktatöryel akademisyenlik hiyerarşisi”ni tırmanmaya mecbur bırakılan “research assistant”-insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Mayıs 2015’te; “Renault”, “TOFAŞ-Fiat”, “Coşkunöz”, “Valeo”, “Ficosa”, “Delphi”, “Yazaki”, “Aunde”, “Lear”, “Mako”, “Maysan Mando”, “AB Rotech”, “SKT”, “Ototrim”, “Farba”, “Tredin”, “Diniz Johnson Controls”, “Beyçelik-Gestamp”, “Borçelik”, “Borusan”, “Borusan-Mannesmann”, “Ford-Otosan”, “Arçelik LG”, “BSH Çerkezköy” ve yüzbinlerce “şirketokraside!” sömürülen, ve “EYLEMLERİ!”; “Türk Metal Sendikası”, “Birleşik Metal İşçileri Sendikası” ve “Çelik-İş Sendikası” üçlüsü arasında boğulmak istenen insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Artvin, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize, Ordu ve Samsun’da 600 kilometrelik alana yayılan Doğu Karadeniz’deki yaylaların birbirine bağlanmasıyla bir “doğa cinayeti” olan “Yeşil Yol projesi”nde hayatlarını kaybetmesi muhtemel fidan, ağaç, dere, çay, kaplumbağa, sansar, atmaca, keklik, ayı, bıldırcın, tırtıl, kelebek, menekşe, kirpi, sincap ve binlerce türü gündeme getirerek “bir yudum hayat!” için mücadele eden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Burjuva Avrupa’da!” daha iyi bir hayata kavuşacağını zanneden, daha çok Yunanistan ve İtalya açıklarında hayatını kaybeden, “kaçak!” statüsü hediye edilmiş, insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN; okuyacağınız haberdeki “gerçekliktir”:
    Yunanistan’daki ekonomik ve sosyal kriz, uluslararası medyaya daha çok “Atina – Kreditörler” eksenindeki gelişmeler ışığında ve diplomatik boyutlarıyla yansıdı. Oysa ülkede ekonomik krizin yarattığı büyük bir toplumsal bunalım yaşanıyor! Sputnik’ten Nikolaos Stelya’ya konuşan üç seks işçisi, ülkedeki krizin görünmeyen yüzünü anlatıyor.

    2009-2010’da Yunanistan’ın ana gündem maddesine dönüşen ekonomik kriz beraberinde toplumsal çöküşü de getirdi. Milyonlarca insan birkaç ay içerisinde yaşam ve iş standartlarının düşüşü ile ülke geneline yayılan umutsuzluğa tanık oldu. Son 5 yılda milyonlarca insan işsizlikle tanıştı. Evli çiftler geçim derdine düşerken, gençler temel gıda maddelerini sağlamakta bile ciddi sıkıntılar çekmeye başladı!

    Böylesi bir kriz ortamında, fuhuş Yunanistan’ın genelinde yükselişe geçti!

    DEVLETİN OLANAKLARI YOK

    Daralan ekonomik kaynaklar nedeniyle, ülkede fuhuşu masaya yatıran akademik, bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az. Devlet bu konuda suskunluğunu korurken, Sağlık Bakanlığı genellikle seçim dönemlerinde cinsel sağlığı ilgilendiren bazı çalışmalar yapmakla yetiniyor.

    İşgücündeki ve maaşlardaki kısıtlamalar nedeniyle şu anda devletin, fuhuş gibi çok boyutlu bir olguyu ele alabilecek yeterli kadrosu ve altyapısı yok.

    TRANS BİREY VASİA: “İLK TECRÜBELERİM KORKUNÇTU!”

    Ekonomik krizin patlamasından hemen önce Atina Politeknik Üniversitesi’nde okuyan Vasia 29 yaşında trans bir birey. Krizin hemen ardından Trikala bölgesi civarında bir köyde yaşayan ailesi büyük zorluklarla yüzyüze geldi. Önce ailenin çiftliği kapandı sonrasında ise ailenin tümü işsizlik kabusuyla tanıştı. O dönemde, ailenin Vasia’ya gönderdiği harçlıklar aniden kesildi.

    Atina’da tek başına ve parasız kalan Vasia, trans bir birey olarak olumlu karşılanmayacağını bildiğinden köyüne geri dönmeyi seçmedi. Atina’da her şeye rağmen özgür bir ortam vardı.

    Sputnik’e konuşan Vasia, 2011 yazında bir trans arkadaşının teklifi üzerine fuhuşa başladığını anlattı: “İlk tecrübelerim korkunçtu! Saldırılara, kötü muamelelere maruz kaldım. Polis şiddetiyle yüzleştim. Buna karşın her gece elde etmeye başladığım gelir beni bugüne dek ayakta tutabildi” diyen Vasia, 2011’den bu yana hayatını bu şekilde sürdürdüğünü söyledi!

    “AŞIRI SAĞCI BİR GRUBUN SALDIRISINA MARUZ KALDIK!”

    Ancak Atina’da da hayat bir trans birey için kolay değil; birkaç gün önce Vasia birkaç arkadaşı ile beraber aşırı sağcı bir grubun saldırısına maruz kaldı ve polise başvurduğunda, kendisine; kadro yetersizliği ve maaş kesintilerinden dolayı saldırı hakkında bir şey yapılamayacağı söylendi!

    EVLİ ve İKİ ÇOCUK ANNESİ “K.”:
    “ÇOCUKLARIM AÇLIKTAN BAYILIYORDU!”

    “Bugüne dek basına hiç konuşmadım. Lütfen ismimi açığa vurmayın!” Bu çekingen ifadelerle sözlerine başlayan K. kendi öyküsünü şöyle özetledi: “2010’da dönemin Başbakanı Yorgo Papandreu’nun ünlü Kastelorizo açıklamasını televizyondan seyrederken eşimin çalıştığı şirket iflas etti! Eşimin işini kaybetmesiyle beraber evimizin kirasını ödeyemez duruma geldik. Bir markette çalışıyordum ve yevmiyem sadece temel gıda maddelerine yetiyordu. İlkokul ve ortaokuldaki çocuklarımın harçlıklarını bile ödeyebilecek durumda değildik artık!”

    Gözyaşlarını gizlemeyen K. sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Bir gün hali vakti yerinde olan bir komşumla durumumu paylaştım. Kendisinden destekleyici ve cesaretlendirici sözler beklerken; fuhuş yapmamı önerdi! Eşinin evde bulunmayışını fırsat bilip, kendisiyle ‘güzel vakit geçirmem şartıyla’ aileme ekonomik açıdan destek olabileceğini söyledi! İlk etapta bu teklifi geri çevirdim. Ancak bir-iki ay sonra boyun eğmek zorunda kaldım! Zira eşimin ve ailemin durumu kötüleşmeye başlamıştı. Eşim kendisini içkiye verirken, sofradaki zorunlu kesintilerden dolayı çocuklarım açlıkla tanıştı. Bir keresinde açlıktan okullarında bayıldıkları bile oldu! Bu dram yüzünden ilkin komşumun teklifini kabul ettim. Sonrasındaysa bir-iki gazeteye ve internet sitesine koyduğum ilanlarla müşteri aramaya başladım!”

    “HER YAŞ ve SINIFTAN İNSAN…”

    Kriz öncesinde, fuhuşun yabancı kadınlar ve mafya ile anıldığını söyleyen K. krizden sonra, her sınıftan ve yaştan insanın fuhuşa itildiğini söyledi!

    19 YAŞINDAKİ ANNA: “HER ŞEYE RAĞMEN HAYALLERİM VAR!”

    Annesini genç yaşta kanserden kaybeden, babasını hiç tanımayan, Girit’te büyükannesi ve büyükbabasının yanında büyüyen Anna ise liseyi zorlukla bitirmiş. Lise yıllarında, birkaç arkadaşının ısrarı sonucunda, Girit’in bazı bölgelerinde faaliyet gösteren, seks işçilerinin sömürüsünden büyük kazançlar elde eden biriyle tanıştığında hayatı değişmiş!

    Anna yaşadıklarını şöyle anlattı: “Öncesinde bir tür oyun ya da macera olarak yaklaştım. Sonrasındaysa, 50’li ve 60’lı yaşlardaki insanlarla tanıştığımda durumun ciddiyetini kavradım! Maruz kaldığım şiddet işin cabasıydı! Tüm bunlara rağmen kriz ortamında elde ettiğim kazanç küçümsenemez. Bunun için şimdilik psikolojik açıdan ayakta kalmaya çalışıyorum!”

    “YUNAN GENÇLİĞİNİN CEBİNDE SADECE ‘AVRUPA PASAPORTU’ KALDI!”

    Anna tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen hayallerinden vazgeçmemiş. Yakın gelecekte küçük bir birikim sağlayabilirse, İtalya’ya gitmek istiyor. Bunun için kazandığı parayla, İtalyanca dersleri alıyor. İtalya’da psikoloji alanında lisans eğitimi almak istediğini söyleyen Anna’ya göre; “Şimdilik, Yunanistan gençliğinin cebinde sadece ‘Avrupa pasaportu’ kaldı!”

    http://odatv.com/n.php?n=cocugum-acliktan-bayilinca-fuhusa-basladim-1408151200

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    28 Ekim 2014’te “ERMENEK maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    7 Eylül 2014′te “MECİDİYEKÖY-Torunlar İnşaat’teki asansör cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    13 Mayıs 2014’te “SOMA maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    Esen kalın!

  307. Sayın (anonim) 297'ye cevap

    Sayın ‘anonim 297’,

    Günümüzdeki ‘sol’;
    Bütün sınıfları ‘burjuva’ ve ‘işçi & emekçi’ diye İKİYE AYIRMIYOR!

    Günümüzdeki ‘sol’un gitgide azalmakta olan bazı kesimleri; sadece 19. ve 20. yüzyıl konseptleri içine sıkışıp kalmış!

    Emin olabilirsiniz:

    Günümüzdeki ‘sol’un azımsanamayacak bir bölümü; yaklaşmakta olan tehlikenin farkında ama derdini bir türlü anlatamıyor!
    Çünkü: Günümüzdeki ‘sol’; [eski dünya]yı çöpe atmakla itham ediliyor, ve bu yetmiyormuş gibi [yeni dünyayı kuramamış] olması sebebiyle kendisine kahkahalarla gülünüyor!

    Eğer;
    {Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in; ‘geçmiş↔bugün↔gelecek’ akışında yapmış olduğu en sağlam tespitlerden biri nedir?}
    diye bir soru sorulsa; buna verilebilecek 1. cevap:
    ‘Ezen’ler ile ‘ezilen’ler arasındaki mücadelenin kökleri, bugünü ve yarını üzerine yaptıkları uyarılarıdır!

    Bu uyarılarına dayanak da;
    Adam Smith’in ‘The Wealth of Nations’ zırvalamasında; bir motor hâline getirdiği ‘kapitalizm’dir!

    Ticaret’in doğasını bozup; onu ölümcül bir hastalık hâline getiren İLK KİŞİLERDEN BİRİ; Adam Smith’tir! Ve bu ölümcül hastalığın adı: ‘Kapitalizm’dir!

    Bugün yürütmemiz gereken mücadele:
    Kapitalizmi besleyen, yine ‘kapitalizmin dayattığı rekabetçi zihniyet türleri’nden vazgeçmektir!
    Ticaret’in bozulmuş doğasını; yeniden, sabırla, metanetle, sebatla onarmaktır!

    Bu konuda detaylı bilgi edinmek için; yukarıda ‘264’ ve ‘269’ numaralı metinlerimizi dikkatle okumanız önerilir.

    **********

    [Bunların dışında, rahat bir yaşam süren halk kesimlerine küçük burjuva veya orta sınıf demenin yetersizliği ortada değil mi? Bu kitlenin ‘ezilen’ bir sınıfa mensup olduğu söylenemez; bunlar için yoksulluk, kötü çalışma koşulları, siyasi baskı, kadın sorunu gibi sorunlar sözkonusu değil artık. Bunların yerini yeni ve daha kişisel-özel sorunlar alıyor. Bu değişimin nedeni sanayi uygarlığının, bilginin, teknolojinin yayılmasıdır kuşkusuz. Yoksa hakları için mücadele eden insanların kazanımları değil.]

    Yukarıda köşeli [] parantez arasına aldığımız; sizin görüşleriniz NE YAZIK Kİ; ‘KAPİTALİZM ZEHRİNİN BEYİNLERİMİZE SALGILADIĞI TOKSİĞİN DİLİMİZE VURDUĞU RETORİK’TEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLDİR!

    Kainatta; ‘eylem’e geçilmeden elde edilen şeyler; YOK DENECEK KADAR AZDIR! Buna en okkalı örnek, sayın ‘pipsqueak’in (290) numaralı metninde hatırlattıklarıdır: [Canlı varlıklar arasında salt insan uzmanlığı seçmemiş. Gözleri bir kartalınki gibi keskin değil ama dürbün yapmış. Şahin kadar hızlı değil ama uçak yapmış.
    Dil ve düşünme geliştirerek doğadan tamamıyla kopmuş ve içgüdüler yerine kültür geliştirmiş. Dille bilgi birikimini nesilden nesile aktararak, kültür aracılığıyla, kendi evrimini kendi yapmış.]

    Şimdi ‘anonim 297’,

    [yoksulluk, kötü çalışma koşulları, siyasi baskı, kadın sorunu gibi sorunlar sözkonusu değil artık.] ifadeniz,

    Ve

    [Bunların yerini yeni ve daha kişisel-özel sorunlar alıyor. Bu değişimin nedeni sanayi uygarlığının, bilginin, teknolojinin yayılmasıdır kuşkusuz. Yoksa hakları için mücadele eden insanların kazanımları değil.] ifadenizin; yukarıda bahsettiğimiz ‘retorik!’ten nasıl beslendiğini açıklayalım:

    === ÖRNEK 1 ===

    (Yukarıda ‘119’ numaralı metnimizden)

    ABD bağımsızlığını ilan etmeden ve o bölgede düzenin konsolide olmasından yıllar önce, yani ‘The Americas’ hâlâ dağınık ve savaşlar içindeyken; Avrupa menşeli ’emperyal!’ ülkelerin yöneticileri, the Americas’ın asıl yerlilerine (native) kendilerinden bazı şeyler öğretmeye karar verirler.

    ‘Futbol’ dediğimiz oyun; bırakalım dünyayı, İngiltere de bile tanınan bir şey değilken, futbolun atası diyebileceğimiz bir oyun türüyle; İngiliz yöneticiler, yerlilere ‘rekabet’ kelimesini anlatmak isterler. The Americas yerlilerinden bazılarını ikna ederek maç düzenlerler.

    Her iki takımda da; hem İngiliz oyuncular, hem ‘yerli’ oyuncular vardır (karma şekilde).

    Her takım içindeki İngiliz oyuncular, aynı takımdaki ‘yerli’ arkadaşlarına ‘rekabet’in ne olduğunu bizzat oynayarak gösterirler.

    İki veya üç maç sonucunda kazanan taraf neresi olursa olsun; kazanan taraf içindeki İngiliz oyuncular sevinç çığlıkları ile ortalığı inletirken, hem kazanan taraftaki, hem kaybeden taraftaki ‘yerli’ler bu sevinç çığlıklarına anlam veremez.

    Birkaç maç sonra ‘yerli’ler de artık her gol sonrası; her kazanım sonrası sevinmeye, kendilerinden geçercesine hareketler yapmaya başlar. Fakat yenilen taraftaki ‘yerli’ dostlarının sürekli üzgün olduklarını görünce bir an duraksarlar!

    ‘Yerliler’in bu duraksamasına; İngilizler de şaşırır!

    En sonunda; kazanan takımdaki ‘yerli’ler İngilizlere şu cevabı verir:
    Biz daha önce kendi aramızda bu derecede yarışmamıştık. Biz burada mutluluk sarhoşu olmuşken, kardeşlerimizin kahrolmasına dayanamayız! Biz ‘rekabet’i sizin anladığınız gibi anlamıyoruz!

    Yukarıdaki hikayenin aynısını Orta Asya topraklarında yoğrulmuş Türk medeniyetlerinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Veya Güney Afrika’da ‘Xhosa’ medeniyetindeki ‘Ubuntu’ geleneğinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Ek olarak; Edward Wadie Said’in o muazzam uyarısı ‘Orientalism’ başlığından da bahsedip, geçebiliriz…

    === ÖRNEK 2 ===

    (Yukarıda ‘137’ numaralı metnimizden)

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar.

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 20 Ekim 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ’emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    === ÖRNEK 3 ===

    (Yukarıda ‘137’ numaralı metnimizden)

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?!}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır !}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    ‘Eylem’ ve ‘eylemsizlik’ kelimeleri bunun neresinde !!!???

    **********

    BİR BEBEĞİN; EMEKLEMEYİ, AYAKTA DURMAYI, YÜRÜMEYİ, KOŞMAYI, DÜŞMEYİ, ZIPLAMAYI ÖĞRENMESİ GİBİ;
    BİZLER DE ‘REKABET ETMEDEN YAŞAMAYI’ BİR BEBEK GİBİ, EN BAŞA DÖNEREK YENİDEN ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ!

    KAPİTALİZMİ BESLEYEN: ‘REKABET’TİR!

    EĞER ADIM ATMAK NİYETİNDE İSEK:
    İLK ADIM: ‘BİRBİRİMİZLE REKABET ETMEYİ BIRAKMAK’ OLMALI!

    (ÖNEMLİ NOT:

    ‘Birbirimizle’ derken asıl bahsettiğimiz: ‘Corporatocracy & Şirketokrasi’ hastalığının bizlere enjekte edilmesiyle yaratılmış, ‘artificial!’, ‘benliği çalınmış birbirimiz’i işaret ediyoruz!

    ‘Hayatın içindeki {doğal} rekabet’
    ile
    ‘Kapitalizmin dayattığı rekabet’
    ARASINDAKİ FARKI ANLAMAYA GAYRET GÖSTERİNİZ!
    Konu hakkında detaylı bilgi için; yine ‘269’ numaralı metnimizde hatırlattıklarımıza odaklanabilirsiniz.)

    ALIŞKANLIKLARIMIZI TERK ETMEK O KADAR KOLAY OLMAYACAK!

    {Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!}

    Martin Luther King, Jr.
    ABD, Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    Esen kalın.

  308. Sayın ogürsel (293) (pipsqueak’den)
    Sanırım tam anlatamadım. Soyutlama yaparsam, dünya (ve tarih) kültürlerle ve aynı şekilde insanlarla dolu. Sizin dedikleriniz biyolojik veriler tüm insanlarda aynı, sanırım buna “içgüdü” derler. Farklı kültürler bu verileri farklı yönlendirirler veya biçimlendirirler.
    Cinsel arzu güzel. Üç örnek vereceğim.
    1. Marco Polo İpek Yolunda rastladığı bir geleneği anlatır. Yaşlı kadınlar geçen bir yabancıyla yatması için genç kızları yol kenarına getirirler. Marco Polo, “bir daha geldiğimde genç İtalyanları yanımda getiririm”, der. Bu cemiyeti çalışanlar iki yorum yaparlar.
    a) Dünyanın her yerinde rastlanan yeni gen ihtiyacı. Aksi halde hastalık ve özellikle geri zekalılık yayılır.
    b) Genç kızın ilk cinsel tecrübesi kız için şok olursa veya şiddetli bulursa cemiyet içinden birinin bu incinmeye neden olmuş olmaması daha iyi.
    Her halükarda, İtalya’da, 13. yüzyılda, cinsel ilişki halihazırda aynı şimdi gibi açlık olmuş.
    2. Eskimo kadınlar kendilerini okşamadan hoşlanmaları için gelen misafirin yanına otururlar. (Parantez içi: geleneklerine sadık kalmış bir eskimo kadın, yazdığı hatıralarında beyazların eskimolar arasındaki yoğun aşk hissini modası geçmiş bulup alay etmelerine dert yanar.)
    3. Hawaii adalarını en fazla çalışan bir antropolog, (birçok kitap yazdı ama en güzellerinden birinin adı “Tarih Adaları”) bizde para neyse, onlarda cinsellik ve güzellik o, der. Ve ekler “ben oralılarla yaşamayı tercih ederim!”
    Aynı biyolojik veri, üç (hatta dört, eğer günümüzle aynı olan 13. yüzyıl İtalya cinsellik açlığını da katarsak) değişik kültür biçimlemesi.
    İnsan yiyeceksiz ve barınaksız yaşayamaz. Bu bir biyolojik veri. Siz kar peşinden koşmayacak 30’lu yaşların bu ihtiyaçların üretimini elinde tutan ve sadece kar için yapan kapitalistlerden devrimle kendi ellerine geçirmesini arzuluyorsunuz. Sanırım bu arzunuzun kaynağı kültür desem yanılmamış olurum. Kaynak ahlak ilkesi.
    Ahlak insanın, hayvanlara kıyasla, en önemli kültürel yaratığı. Ne yazık ki, hayvanlarda ahlak yok ama ahlaksız değiller, bizde ahlak var ama ahlaksızız!
    Benim demek istediğim buydu. Tabii aynı zamanda biyolojik verilerin hiç önemli olmadığına derinden inanıyorum. Kültürü biyolojiye indirgemek isteyenleri son derece tehlikeli algıladığım da çok doğru. Ama o ayrı bir konu.
    Diğer ayrı olan konu, insanın yeni genetik teknolojiyle kendi biyolojik evrimini kendi eline alabileceğini savunan biyolojistler de var, örneğin Richard Dawkins’in “Gen Bencildir”, kitabı.
    Sorduğunuz sorulara cevap vermememin nedeni, sadece daha önce yazdığımı açıklamak. Ama bence ” Canlı varlıklar arasında salt insan uzmanlığı seçmemiş.”, belki sorularınıza dolaylı bir cevap. Takdirini size bırakıyorum.
    Hoşça kalın

  309. Sayın 296 ( numaralar benim kafam kadar karıştı 296’yı keyfi seçtim.) pipsqueak’den
    Not 1: Nihayet http://pipsqueake-cevap-2nci-kisim.tumblr.com/post/130061237608/kisim-2-son sitesine girip okudum.
    Not 2: 7 dakikalık animasyon video: “El empleo” & “The Employment”. Daha önce yazmıştınız ve görmüştük.
    Not 3: http://www.theguardian.com/profile/joris-luyendijk sitesine de baktım. Hatta birden fazla yazıyı okudum. Guardian dürüst bir gazete ve eskiden, Le Monde’la birlikte haftalık çıkardı ve sık sık okurdum.
    Not 4: Burada ancak 144-145-146lere ve çok azına bir cevap bulacaksınız.
    Not 5: sizden alıntılar [] içinde.,
    [Yıllardır (çeşitli sebeplerle) içinizde biriktirdiğiniz hayalkırıklıklarını bir nebze yatıştırabilecekseniz]
    Belki Modernite’nin en temel direklerinden biri subjektiflik ve hemen ardından psikoloji. Hemen onun da ardından çok yaygın, ucuz, basit, her kapıyı açan, hiç bir bilgi gerektirmeyen, benim televizyon konuşması adını verdiğim, televizyon psikoloji gelir. Bu taş atma değil.
    [Stalin gitti ama Putin geldi! Reagan gitti ama Obama geldi! Özal gitti ama Erdoğan geldi! Peki; “kapitalizm” hâlâ yerli yerinde duruyor mu? Evet, yerli yerinde duruyor! Gitgide ölümcülleşiyor mu? Evet, gitgide ölümcülleşiyor!]
    Bu sizin dediğiniz ve diğer benzeri hatıratmalarınız da bağlam dışında rahatça “hayalkırıklıkları” gibi algınabilir. Ama anlatmak istediğiniz ve asıl olan nesnel bir dünya. Birey böyle bir durumda çok farklı kişisel tepkilerde bulunur. Bir tanesi hayalkırıklığı olabilir. Ve diğer olası tepkilere kıyasla pek öyle kötü bir tutum değil. Birey bilgi ve olgunluğu ölçüsünde bunu idrak edip o hissin kendine hakim olmasını engelleyebilir. Burada ben, psikoloji bilim-meslek jargonu değil, tamamıyla edebiyat ve tarihte öğrendiğim birey tepkilerinden söz ediyorum. Fırsatçılık, alaycı (kinik), nemelazımcılık, ısıramadığın eli öpmek, gençlik coşkunlukları veya idealizmi yorumuyla yanlış yoldan çıkıp doğru yola girmek ve hatta itiraf kitabı yazarak köşeyi dönmek, … Bence sonunda “yahu boş ver bu terapi televizyon konuşmalarını, bu olgular dünya tarihin oluşturmuş, önemli olan o”, demek en iyisi.
    Kendimden söz etmeyi pek sevmem (konuşan ben değil, benim ağzımla konuşan o, “nesnel” dünya, olduğuna çok inanıyorum). Bazan mecbur kalıyorum. Biraz kendimizden örnek vereyim. Detroit’de yaptıklarımıza ben eylem derim. Onların sonu geldi. Yapay, içli ve duygusal hislerle veya ideolojik saplantılarla tekrar ve tekrar yaratmak istemedik. Zaten böyle şeylere karşıyız,. Fırsat çıkınca değerlendirdik. Son örnek, buradaki “moins” = daha azla yaşamak = diğeri “décroissance” = “De-growth” aylıklara destek verdiğimiz gibi. Sözü gelmişken J. Attali “De-growth”ın tersini savunur ve sanırım siz de biliyorsunuz. Doğrusu onu hiç bir zaman okumak istemedim; G. Standing batmak üzere olan gemiyi kurtarmaya çalışara benziyor; Vincent de Gaulejac tam bir sıradan kariyer sosyolojist.
    Bu konu da hayli karışık. Yargılarım hatalı olabilir ama sanmıyorum. Daha ciddi konuşursak, eğer bu yargılarımı kanıtlama zorunda kalırsam, kitaplarını okumam gerekir. Benim seçtiklerim ve çok severek okuduklarım kesin kes eleştiri yapanlar, “hayır” diyenler. Sadece bilgi için okursam kalitelerinden emin olmaya çalışırım. Eskiden araştırırdım, arkadaşlara sorardım, bazı çok güvenilir yorum dergilerine bakardım. Ama artık genellikle buna neden kalmadı. Kaliteli olanların çoğunu tanıyorum.Örneğin Barudel ve Needham, sizin Attali hakkında dediklerinize dayanırsam, kapitalizmin geçtiği safhalarını değil, neden Avrupa’da sorusuna cevap getirmeye çalışırlar. En önemlisi dürüst ve derin düşünür olmaları. Attali bence bir cambaz. Şu da doğru: zamanımızda cambazlarla dürüstleri ayırmak çok zor. Bir unsur da düşünürün kendi genel varsayımlarını sezmek. Marks kendi zamanını ve burjuva devriminin etkisi altında insanın doğadan yararlanmak için doğayla çatışma içinde olduğu varsayımından yola çıktı (zaten Darwin kapıyı açmıştı.). Sahlins ve Cauvin bu varsayımın yanlış olduğunu gösterdiler. Marks Orta Doğu’da doğan sosyal baskı düzeniyle diyalektik gelişen “kurtulma” spekülasyonlarını dünyaya yansıttı. İşin garibi, kapitalizm ve eş anlamı olan gaddarlığa şükür, Avrupalılar öyle düşünmeyenleri silip süpürdüler ve Marks “haklı” çıktı. (Bu konuyu Vittorio Lanternari: “The Religions of the Oppressed: A Study of Modern Messianic Cults” kitabında çok güzel inceler.)
    [Ne bir “You’re welcome” ifadesinin;
    Ne de “I don’t care what you’re saying” ifadesinin beklentisi içindeyiz! ]
    Beklentiniz olmasa da ve geç de olsa “You’re welcome” ve ikinci dediğiniz elimden geldiği kadar kaçındığım ve hiç sevmediğim umursamama.
    [Hiçbir şakaya mahâl vermeden; samimiyetle soruyoruz:
    Bu kişileri salondan uzaklaştırmayı mı tercih ederdiniz?]
    Bu ağırlıklı bir soru. Evet doğru kızgınlık içinde size taşlar attım ve kötü ve küçümseyici laflar ettim ama temelde sizi eşitim gördüm veya öyle varsaydım. “Lecture” salonunu unutur ve karşılıklı çay kahve içip konuştuğumuzu hayali içinde olduğumu düşünün. Sözünü ettiğiniz yazarların en fazla 10-15%’ini tanıyorum, sitelerin hiç birini tanımıyorum, hele verdiğiniz bazı kişi isimleri, sıfırın sıfırı. Bu halde sizin yakından tanıdığınız, incelediğiniz, iyi bildiğiniz konuların eleştiri veya çözümlemesini yapmadan ben size nasıl dinlemeye değer olumlu bir yorum sunabilirim? Benim okumaya değer bulduğum yazarları tanıyıp tanımadığınızı bile bilmiyordum. Şu an ve çok kabaca sezgi, üstünkörü, sadece son sözünü ettiklerinize baktığımda, Attali, Vincent de Gaulejac, hatta çok beğendiğiniz Guy Standing benim için okumaya, zaman kaybına bile değmez. Ama ispat edemem.
    [“Atı- …”, … ve diğerleri].
    İsimlerle oynama bende bir huy ve sevdiğim Charles Dickens’i taklit. İsimlerle kişileri tanımlamak.
    [Anarşistler, … birlik ve beraberliğe çağırmazlar. Bunu yapanları sevmezler. Kusura bakmayın; bildiğiniz hatalı!
    Anarşistler: Birlik ve beraberliğe daima çağırırlar. Daima “co-operative”; yani “dayanışmacı” davranırlar. ]
    Hata yaptım ama sizin beni suçladığınız hatayı yapmadım. Örgütleşmeyle birlik ve beraberliğe çağırma arasında fark çok ince. Birbirleriyle benzeri görüşleri paylaşanların birbirlerini birlik beraberliğe çağırmalarına gerek kalmaz. Sizin ne demek istediğinizi siz benden iyi bilirsiniz, benim yorumum, içinde bulunduğumuz bağlamda, örgütleşmeye çağırmaydı.
    144, 145, 146 yazınızdaki bütün noktalara tek tek cevap vermek isterim ama diğer bir cevabımda dediğim gibi, devamlı büyüttüğünüz ormanda yolumu kaybedip zırvalamada nobel kazanacak bir kitap olur.
    Ama eğer anladıysam, esas nokta şu: ben sanki birşeyler yapabilirim ama yapmıyorum.
    1. Ben yazar değilim. Bildiklerimi paylaşmam sözlü (oral) ve dolayısıyla tanıdıklarımla kısıtlı.
    2. Eylem de öyle.
    3. Siteye tamamıyla tesadüf, G. Zileli’yle tanışmış olduğumdan merak ederek girdim. Ama görüyorsunuz arkasından gelen tartışmaları hafife almadım.
    4. Benim başlangıç noktam medeniyetin çıkışı ve yayılışı. Ve doğal olarak ilkellerle geleneksel toplumlar.
    5. Kapitalizmin dünyayı viraneye çevirdiğini biliyorum ama bence asıl sorun medeniyet ve getirdikleri.
    6. Yukarıda lafını ettiğim gibi Marks hata yaptı. Medeniyet üretimi arttırmak dürtüsünden doğmadı. Sahlins, Cauvin ve birçok diğer düşünürler bu başlangıç hatasını sergilediler. Daha sonra Polanyi ekonominin ve özellikle üretimin merkez alınmasındaki hatayı ve hasarı gösterdi.
    7. Size gönderdiğim “modern myths” yazısında Marksizmin ana mit bile olmadığı fikrine tamamıyla katılıyorum. Marksizm ve kapitalizm aynı düşünceleri, aynı amaçları paylaşırlar, fark varış araçları. Anarşistlerin büyük bir çoğunluğu da öyle.
    8. Son 40 yıldır okuduğum eserlerin çoğu medeniyet ve daha sonra geçtiği dönüşümün (transformasyon) hasarları, özellikleri, dünyaya yayılışı, … sadece şu an hala yaşayan ama bilim-tekniğe şükür kısa zamanda ölüme mahkum cemiyetleri James C. Scott, “The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia” kitabında anlatır.
    Son derece kısa bir özet şu:
    a) aramızda bulunduğumuz noktaya geliş yollarımızın yarattığı küçüğe alınmayacak farklar var;
    b) sizin geldiğiniz yollar çok farklı da olsa, bence siz temelde şu anki durumu çok iyi biliyor ve anlıyorsunuz;
    c) sizinle katılabileceğim tek eylem, coğrafyadan dolayı, karşılıklı yazışmalar ve tartışmalar.
    Not: 144, 145, 146 yazınızı bir defa hızlı okudum. Tekrar okuyacağım.
    Bartok ve anneanne yaklaşımı şahane.
    Şimdi sizi şaşırtacağım, yok, yok, özür dilerim hayalkırıklığına uğratacağım. Sorular bittikten sonra sıraladığınız kişilerden birini bile tanımıyorum. Tanımak da istemiyorum. Sizden öğrendiğim şeyler var. Bu heriflere gelince ben size tüm samimiyetimle söylüyorum: bu herifler güçlü, doğru; düşmanını tanı, doğru; eğer bunların insan ve yaşam düşmanı olduğunu açığa vurmak isterseniz okumak, didik didik etmek gerekli, doğru; …
    Ama okumaya ve tanımaya değer, bunlar gibi ölüme tapmayan, okumayla insanın yalnız olmadığı hissini veren çok sayıda şahane düşünürler var. Şu an yazımın başında sizin söylediğiniz lafı tekrar hatırlatacağım.
    [Stalin gitti ama Putin geldi! Reagan gitti ama Obama geldi! Özal gitti ama Erdoğan geldi! Peki; “kapitalizm” hâlâ yerli yerinde duruyor mu? Evet, yerli yerinde duruyor! Gitgide ölümcülleşiyor mu? Evet, gitgide ölümcülleşiyor!]
    Unutmayın bu herifler mantar gibi çoğalıyorlar. Köklerini kazma yolunu bulursanız yazın, hemen eyleme geçerim.
    Esen kalın.

  310. sadece sonuçları görüyorsunuz. 10 bin yıl önce hayat nasıldı; nasıl acılar çekiliyordu. MS 300-500 yıllarında hayat nasıldı? Bugünkünden daha mı az vahşiydi?
    Doğu imparatorlukları ne alemdeydi? Kast düzenleri?
    *
    Çocuklar gibisiniz. Anlattıklarınız akla değil, duygulara seslenir. Duygu sömürüsüdür.

    Sonuçta Modern kapitalizm sağlamış olduğu olağanüstü üretim gücü ile, sömürünün gereksizleştiği bir dünya imkanı veriyor.
    Bakış açınız bunu göremez.
    Marks ne demişti; köle emeği olmasaydı Eski yunan uygarlığı da endüstriyel devrim de olmazdı…
    Oldu.. Ne yapalım ki oldu;
    Bugün sanayi-modern toplum köleliğine ait anlatılarınız çok sıkıcı. Bilinmediğini mi sanıyorsunuz?
    *
    17 yaşındaki delikanlının gözü ile bakıyorsunuz hayata, neden-sonuç ilişkilerini yani diyalektiği göremiyorsunuz.
    Ve eğer Kapitalizm yıkılacaksa dışarıdan yıkılmayacak; o kendini mahvedecek!
    Ve bu koşullarda yerine yenisi konulamazsa, o kendini onaracak! 1789 Devrimi de, 1917 de var olan egemenlik yapısının kendi büyük hataları ile ağır sarsıntıları sonrası gerçekleşmiştir.
    *
    Öyle “sabah erken kalkanın”, “en akıllı, en zeki” insanların kalkışmasıyla olmayacak devrim.
    Siz şimdilik yıkılacak olanın yerine ne konulacak onu düşünün.

  311. Pipsquek’a
    “Siz kar peşinden koşmayacak 30′lu yaşların bu ihtiyaçların üretimini elinde tutan ve sadece kar için yapan kapitalistlerden devrimle kendi ellerine geçirmesini arzuluyorsunuz.”
    Bu eksik olmuş; çok ciddi, insanlığı felakete sürükleyecek Kapitalizm’in sefaletinden sonra.. bu koşullarda “ele geçirmesi” yolunda hazırlıktan bahsediyorum! Kendini-gezegeni yemiş canavarın, bir canavar olduğu ve takatsiz (ama hala ölü değil) olduğu bir zamanda…
    **
    İnsan davranışının kültürel ve biyolojik temelleri meselesine gelince.
    R. Dawkins’in o kitabını okudum. Tipik ün kazanmayı isteyen, Amerikan budalalarına seslenen bir kitap olduğunu düşünüyorum. R.Dawkins sonuçta Ateizmiyle olumlu bir tarafta.
    Ama “bilimsel” bakış açısıyla şarlatanca tanımlar uyduruyor. Popüler anlamda da yararlıdır elbette…
    Bu konuda bir inceleme bir sitede yayınlanmıştı. Ama “eski dostum’un” sitesi bir milliyetçi faşist çizgiye sürüklendiğinde o yazıları sildirmiştim..
    Ve R. Girard “Kültürün Kökenleri” adlı kitapta bebeğin kopyalaması ve “günah keçisi” düzeneğini çok güzel anlatır..
    Ama o kitapta şu açıklanmaz.. Öğrenilmiş olunan kültür de bir yanı ile biyolojik imkanların içindedir.
    İnsanın oluşumunda kültürel baskınlığa itiraz etmem ama sanırım bu “kültürel” aktarımlar, “baskınlık” bir şekilde biyolojimizin sınırları içindedir.
    Geçen yüzyılın başında Darvinist görüşlerin Hitler faşizmine yol açtığını da biliyoruz.
    Sonuç olarak ancak biyolojik baskınlıklarımızı da tanıyarak “insan” olma sürecimizi geliştirebileceğimizi düşünüyorum..
    *
    ve belki de en önemlisi yaşadığımız çağda hala hayvana çok yakın davranış kalıplarını koruyan kültürel yapı ile de hesaplaşmak için, hayvanlardan aldığımız, taşıdığımız, “olmazsa olmazları” keşfetmek zorundayız.
    Belki bu konuya İsviçre’den bu şekilde bakılması tutarlı görünebilir; ve orası ile burası arasında en az 200 yıllık bir tarih uzaklığı var…
    Biyolojik davranışsal zorunlulukların orada çok farklı değerlendirileceğini kestirebiliyorum.
    Merak ediyorum; orada insanın bir sürü hayvanı olduğuna ait “temel-reddedilemez” gerçekliğin toplumsal mutluluk-mutsuzlukla ilişkisine ait gözlemleriniz neler?
    ***
    Avrupa’da faşizm yükseliyor. Korkarım bu eğilim artarak sürecek.
    Faşizm bir yanı ile insanın hayvan ve “sürü” doğasını kurumsallaştıran organizasyon. Bu nedenle “kolayca” bulaşıcı bir karaktere sahip.
    Ve bu “hayvan doğa” ile yeterince hesaplaşılmadığı için faşizm yeniden, yeniden hortluyor.
    Ve insanın biyolojik zaafları, biyolojik davranış eğilimleri bence ancak iyi tanınarak “ehlileştirilebilir”.. Bu nedenle bu “tür karakterine” ait eğilimler ihmal edildikçe, “baskın olanın geri dönüşüne” ait komplikasyonları da yaşamak, yeniden karşılaşmak kaçınılmazlaşır…

  312. Sayın (ogürsel) 305'e

    Sayın Gün Zileli,

    Sayın “ogürsel” 305’e yazdığımız metni niçin yayınlamıyorsunuz?!

    YAYINLAMANIZI SABIRLA BEKLİYORUZ!

    **********

    Sayın “ogürsel” 305,

    [Bugün sanayi-modern toplum köleliğine ait anlatılarınız çok sıkıcı. Bilinmediğini mi sanıyorsunuz?]

    KONYA EREĞLİ’DE,
    24 ARALIK 2013’TE,
    40 GÜNLÜK “AYAZ BEBEK” NİÇİN ÖLDÜ SAYIN “OGÜRSEL”?!

    http://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu
    http://www.hurriyet.com.tr/40-gunluk-ayaz-bebek-zaturreden-oldu-25435786

    BUNUN BİLİNMEDİĞİNİ Mİ SANIYORUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!

    BİZ BUGÜN; 19. YÜZYILDA MI YAŞIYORUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!

    YİNE “DUYGU SÖMÜRÜCÜLÜĞÜ”MÜ YAPIYORUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!

    “AYAZ BEBEK”İN NİÇİN ÖLDÜĞÜNÜ ANLAMAK İÇİN:
    “İSMAİL BİLEN”İN KİM OLDUĞUNU ARAŞTIRMAKLA BAŞLAYIP,
    “ALBERTO BAYO GIROUD”UN KİM OLDUĞUNU ÖĞRENMEMİZE KADAR,
    “FAUST”LA GİRDİĞİMİZ MÜNAKAŞALARDAN,
    “ANDREI TARKOVSKY” KRİTİKLERİNE KADAR GENİŞ BİR YELPAZEDE “TARİH MADENCİLİĞİ” YAPMAMIZ MI GEREKİYOR SAYIN “OGÜRSEL”?!

    İSTERSENİZ;
    “MİRSAİD SULTAN-GALİEV”İ DE ARAŞTIRALIM! “AYAZ BEBEK”İ ÖLDÜREN SİSTEM KAPİTALİZM MİYMİŞ, DEĞİL MİYMİŞ; BELKİ GALİEV’DEN ÖĞRENİRİZ SAYIN “OGÜRSEL”!
    İSTER MİSİNİZ?!

    […Bilinmediğini mi sanıyorsunuz?]

    MADEM SİZ DE BİLİYORDUNUZ; NİÇİN ŞİMDİYE KADAR ELİNİZİ TAŞIN ALTINA KOYMADINIZ SAYIN “OGÜRSEL”?! SİZLER “KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEYE” YILLAR ÖNCE BAŞLAMIŞ OLSAYDINIZ, BİZLERE ÖRNEK OLSAYDINIZ; ŞİMDİ SIRTINIZDAKİ AĞIR YÜKÜ HAFİFLETMİŞ OLACAKTIK, SİZİN BAŞLATTIĞINIZ MÜCADELEYE BUGÜN BİZ DE OMUZ VERECEKTİK!

    AMA SİZ; YILLAR YILI HİÇBİRŞEYE BAŞLAMAMIŞSINIZ Kİ! HİÇBİRŞEYE!…
    KUMBABA GİBİ OTURMUŞSUNUZ!
    GÖBEĞİNİZİ ŞİŞİRMİŞSİNİZ!
    KIZLARINIZI DA, OĞULLARINIZI DA, BİZLERİ DE; “KAPİTALİZME BOYUN EĞMEMİZ İÇİN” YETİŞTİRMİŞSİNİZ! BUNU İTİRAF EDECEK CESARETİNİZ YOK!

    (Not: “Siz” diye yazarken; şahsınız “ogürsel” de dahil olmak üzere, bizlerden biyolojik olarak yaşça büyük nesillerin ekseriyetinden bahsediyoruz!)

    NİÇİN SADECE “TARİH MADENCİLİĞİ” YAPMAYA DEVAM EDİYORSUNUZ; “EYLEM”LERE NİÇİN HİÇ YANAŞMIYORSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    SU İÇMEK İSTİYORSANIZ;
    BİR ZAHMET ELİNİZE BARDAĞI ALMAK,
    BİR ZAHMET SÜRAHİDEN BU BARDAĞA SU DÖKMEK,
    VE BİR ZAHMET BARDAĞI AĞZINIZA YANAŞTIRIP SUYU İÇMENİZ GEREK!
    “ENERJİ SARFETMEK ZORUNDASINIZ!”

    “DİYALEKTİK GÜL BİTTİ!”

    “DİYALEKTİK” VE “PRAXIS” KONULARINDA BİZLERDEN DAHA TECRÜBELİ OLDUĞUNUZU SANIYORUZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    [Ve eğer Kapitalizm yıkılacaksa dışarıdan yıkılmayacak; o kendini mahvedecek!]

    […o kendini mahvedecek!] MİŞ! MİŞ! MİŞ!

    SİZE HAYKIRIYORUZ, SES TELLERİMİZ KOPTU, CİĞERLERİMİZ CAYIR CAYIR YANIYOR; OĞLUNUZ “Beyaz YaLAka”LAŞTI, OĞLUNUZ ÖLÜM DÖŞEĞİNDE ACIDAN KIVRIM KIVRIM KIVRANIYOR! TORUNUNUZU BİLE KAYBETMEK ÜZERESİNİZ SAYIN “OGÜRSEL”! HÂLÂ UTANMADAN […o kendini mahvedecek!] YAZABİLİYORSUNUZ!

    BUGÜN ÜNİVERSİTELERİN İ.İ.B.F.’LERİNDEN,
    MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİNDEN,
    “ÖĞRETMEN YETİŞTİRDİĞİNİ İDDİA EDEN!” EĞİTİM FAKÜLTELERİNDEN,
    TIP FAKÜLTELERİNDEN HABERİNİZ VAR MI?! BÜTÜN BUNLARDAN HABERİNİZ YOK! SADECE “TARİH MADENCİLİĞİ” YAPARAK KAPİTALİZMİ YENECEĞİNİZİ ZANNEDİYORSUNUZ! “239”, “253” ve “264” NUMARALI METİNLERİMİZDE NASIL UYARILAR YAPMIŞIZ; DAHA DİKKATLİ İNCELEYİN İSTERSENİZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    [Öyle “sabah erken kalkanın”, “en akıllı, en zeki” insanların kalkışmasıyla olmayacak devrim.]

    YAHU SAYIN “OGÜRSEL; SİZ YAZDIKLARIMIZI OKUMUYOR MUSUNUZ?!

    ENERJİ HARCANMAMIŞ, TER AKITILMAMIŞ, ÇABA SARFEDİLMEMİŞ BİR “DEVRİM” YOK!

    “ÖNCÜ CEPHE” & “ÖNCÜ SAVAŞI” DENİLEN ŞEYİN 2015’TE OLMADIĞINI, “VANGUARDISM” DENEN ŞEYİN 2015’TE OLMADIĞINI DEFALARCA YAZDIK! NİÇİN ANLAMAK İSTEMİYORSUNUZ!

    SİZİN GİBİ TECRÜBELİ BİR KİŞİYE; “MAHİR ÇAYAN’IN 1970’Lİ YILLAR TEORİLERİ” ile “2015 KAPİTALİZM KOŞULLARI” ARASINDAKİ BENZERLİKLERİ ve FARKLILIKLARI MI ANLATALIM!

    DEFALARCA YAZDIK, YİNE YAZALIM:
    “Değişim” denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım “devrim” denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI elbette biliyoruz!

    [Sonuçta Modern kapitalizm sağlamış olduğu olağanüstü üretim gücü ile, sömürünün gereksizleştiği bir dünya imkanı veriyor.]

    YAHU SİZ HANGİ “SÖMÜRÜNÜN GEREKSİZLEŞTİĞİ”NDEN BAHSEDİYORSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”!

    KUSURA BAKMAYIN:
    AKLINIZI MI YİTİRDİNİZ!

    KAPİTALİZMİ YILLAR YILI ÖKSÜRMEZ DE; İÇİNİZDE BİRİKTİRİRSENİZ, VE HÂTTÂ OĞLUNUZA DA BULAŞTIRIRSANIZ; OLACAĞI BU SAYIN “OGÜRSEL”!

    OKUYUN BAKALIM, GÖRÜN BAKALIM, HİSSEDİN BAKALIM: KAPİTALİZMDE SÖMÜRÜ GEREKSİZLEŞTİ Mİ?! GEREKSİZLEŞMEDİ Mİ?!

    “Komünist rejimle yönetildiği iddia edilen! Emekçi dostu olduğu iddia edilen!” Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güney eyaletleri,
    Tayvan,
    Melazya,
    Endonezya,
    Vietnam,
    Kamboçya
    başta olmak üzere;
    “Uzak Asya” ülkelerinin (Neye göre “Uzak!” İşte modernite’nin bir başka tuzağı daha!) genelinde yaşanan “EMEKÇİ İNTİHARLARI!”ndan örnekler!

    Şu an hepimizin elinde tuttuğu, dizüstünde kullandığı, masaüstünde kullandığı: “Samsung”larımıza, “Apple”larımıza, “Lenovo”larımıza, “ASUS”larımıza, “Dell”lerimize, “Acer”larımıza, “Sony”lerimize”, “HTC”lerimize, “LG”lerimize, “Huawei”lerimize, “OnePlus”larımıza, “Hewlett-Packard”larımıza…yüzbinlercesine üretim yapan “Foxconn” adlı ŞİRKETOKRASİ’deki ölümler listesi:

    [18 HAZİRAN 2007]

    “Hou” → Yaş: 19 → Erkek → Fabrikanın banyosunda kendini astı, hayatını kaybetti!

    [16 TEMMUZ 2009]

    “Sun Dan-yong” → Yaş: 25 → Erkek → iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlayarak hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [OCAK-MAYIS 2010 arası]

    “Ma Xiang-qian”,
    Bay “Li”,
    “Tian Yu”,
    Bay “Lau”,
    Sao Shu-qin,
    Bayan “Ning”,
    “Lu Xin”,
    “Zhu Chen-ming”,
    “Liang Chao”,
    “Nan Gan”,
    “Li Hai”,
    Bay “He”→→→
    Yaş: 17-29 arası → Binadan atlayarak hayatlarını kaybettiler!

    [20 TEMMUZ 2010]

    “Liu” → Yaş: 18 → Erkek → Bir yurdun altıncı katından atlayarak hayatını kaybetti!

    [7 OCAK 2011]

    “Wang Ling” → Yaş: 25 → Kadın → Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [26 MAYIS 2011]

    “Adı bilinmiyor → Yaş: 20 → Erkek → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [TEMMUZ 2011]

    “Cai” → Yaş: 21 → Erkek → Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [23 KASIM 2011]

    “Li Rongying” → Yaş: 20 → Kadın → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [14 HAZİRAN 2012]

    “Adı bilinmiyor” → Yaş: 23 → Erkek → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [24 NİSAN 2013]

    “Xu Lizhi” → Yaş: 24 → Erkek → Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    [27 NİSAN 2013]

    “Adı bilinmiyor” → Yaş: 23 → Kadın → Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    Kaynaklar:
    http://www.vimeo.com/17558439
    http://www.sacom.hk/?p=740
    http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/

    Yukarıda adı geçen “marka!”ların ürettiği teknolojiye değil; bu teknolojiyi üretirken “sömürücü zihniyet”e sahip olmalarına karşıyız!
    Bu dehşet durum; sadece “Uzak!” Asya özelinde değil; dünya genelinde yaşanıyor!

    [28 ŞUBAT 2014]

    “Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan; av tüfeğiyle intihar etti!”

    http://www.radikal.com.tr/turkiye/atanamayan-bir-ogretmenin-vedasi-1178984/
    http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228

    [20 OCAK 2015]

    “İcralık olan kadın öğretmen bankada kendini bıçakladı!”

    http://www.milliyet.com.tr/icralik-olan-kadin-ogretmen-gundem-2000881/

    [26 EYLÜL 2015]

    “Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi.”

    http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    YAZIKLAR OLSUN SAYIN “OGÜRSEL”! YAZIKLAR OLSUN!

    [Siz şimdilik yıkılacak olanın yerine ne konulacak onu düşünün.]

    FİİLLERİ “ETKEN” KULLANACAĞINIZA; “EDİLGEN” KULLANMAYA ÇOKTAN ALIŞMIŞSINIZ!

    KUSURA BAKMAYIN:
    KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEDEN KAÇIYORSUNUZ!

    YAZIKLAR OLSUN SAYIN “OGÜRSEL”! YAZIKLAR OLSUN!

    37 yıldır bir tek kişi bile sormadı mı size “kapitalizmi niçin öksürmüyorsunuz?” diye!

    EĞER 37 YIL SONRA, BİZLERDEN, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİİZ “Beyaz YaLAka”LARDAN BU SORUYU DUYUYORSANIZ; ÖLMÜŞÜZ DE AĞLAYANIMIZ YOK!

    KAHRETTİNİZ BİZİ!
    HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLAMAKTAN GÖZLERİMİZ KAN ÇANAĞI OLDU!
    ÇÜNKÜ: BİZ DE EVLATLARIMIZI “Beyaz YaLAka” OLMALARI İÇİN YETİŞTİRMEYE MECBUR BIRAKILIYORUZ!

    SİZİN YÜZÜNÜZDEN!
    ÇÜNKÜ: BİZE HİÇBİR ZAMAN “KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELE NEDİR?” & “KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEDE NELER YAPILABİLİR?” SORULARINI SORDURTMADINIZ!
    ÇÜNKÜ: BİZLERİ “KAPİTALİZME BOYUN EĞMEMİZ İÇİN” YETİŞTİRDİNİZ!

    SADECE AMA SADECE “TARİH MADENCİLİĞİ” İÇİNDE KAYBOLURSAK,
    “KAPİTALİZME KARŞI EYLEM”LERE GEÇMEZSEK;
    “AYAZ BEBEK”LER KAPİTALİZM TARAFINDAN ÖLDÜRÜLMEYE 21. YÜZYILDA DA DEVAM EDER!!!

  313. Evet, siz Neçayev’siniz!
    Olumlu anlamda, duygularınıza saygı duyarak ve bir “hitap” adı “uydurma” olarak böyle yazıyorum.
    19 yaşındaydım. İ. Selçuk’un o yazısını dün gibi anımsıyorum. “Yeniçeri yere yatırdığı Yahudi’ye kılıcını sokacak. “Siz” demiş, “İsa’yı öldürdünüz!” Adam can havliyle “ama bu 1500 yıl önceydi” diyebilmiş. Yeniçeri kükremiş, “onu, bunu bilmem; ben yeni öğrendim!”
    *
    Durumunuz aynen bu!
    *
    Güney Amerika’nın yağmasını da okumuşsunuzdur. Aztek, İnka uygarlıklarının İspanyol yağmacılarca nasıl yağmalandığını. Ve eski dünyanın hastalıkları kırılan milyonları. Anlattıklarınız bu vahşet yanında çerez kalır!
    Ne yapacağız şimdi; İspanyolları, Portekizlileri katledelim mi? “Ben yeni öğrendim!”
    *
    Yineliyorum. Kaçırmış olmalısınız. O andığınız şirket ve yöneticileri Kapitalizm’in nedeni değil, sonucudur!
    *
    Yakıştıramadım size; iyi bilirsiniz; “Ad Hominem” miydi? Yani Gergedan tekniği. Olguyu kişiselleştirmek. Sorun bu değil; düşüncelerimiz için “gerektiğinde” hayatını koymak; vakti geldiğinde bedelini ödemekten kaçınmamak! Bırakın bunu; bu zaten o insanın hayatla arasında olan bir “namus meselesidir”; namussuzluk yapan da hayatın adaleti içinde layığını bulur.
    **
    Duygu sömürüsü yapmayı sürdürüyorsunuz.
    Çünkü düşünceleriniz, felsefenizin içi boş!
    *
    İyi bakın; insanlık andığım imkânlar içinde bu denli sefalet ve vahşet içinde yaşıyorsa, bu çelişkinin de ne denli karmaşık olduğunu gösterir.
    Trilyon dolarların aktığı Arap-Müslüman toplulukların sefaletini yalnızca Kapitalizm-Emperyalizmle açıklamaya çalışan bence ya kara cahil, ya çanak yalayıcıdır; en azından.
    Anlattığınız örneklerin hiç birisi İslam dünyasının çektiği acıların tırnağı olamaz; ve çekilen acıların en büyük nedeni o toplumların Seküler kavrayışa ulaşamamış olmalarıdır.
    Sorun Kapitalizmde değil, bu toplumların Kapitalist evre öncesinde kalmalarının toplumsal evrimi önleyen süreçlere bağlıdır.
    **
    Bizim ve Müslüman toplumların birincil ve hayatî sorunu dünyayı-evreni aklı ile kavrama yolunda evrimsel sürece dahil olmamalarıdır.
    O iki zavallı intihar bombacısı.. 102 ölü dışında bir 100 kişiyi daha sakat bıraktı. Çocukları, ana-babaları. Tüm hayatları nasıl bir anlamsızlığa, kahra boğuldu?
    Biz daha buradayız! İsviçre, Danimarka, İsveç ya da Londra toplumlarının çektiği acıların 100 katının çekildiği topraklarda.
    O Cizre kuşatmasında kendinizi 14 yaşında bir erkek çocuğu olarak hayal edin. Ana-babanızın size ekmek veremediği, evinde tutsak acısına, öfkesine, gözyaşına tanık bir ergen delikanlı olarak.. Bu Cizre vb. zalimliği yalnızca Kapitalizm’le açıklayamazsınız; aynı zamanda geç orta çağ Sultan’lık acımasızlığını da anımsamalısınız.
    **
    Yazık; düşünceleriniz, bakışınız, duygularınız kadar keskin değil.
    *
    zaten “Düşmanın” da istediği bu; soğukkanlılığınızı, akılcılığınızı, analitik kavrayışınızı bozmak, yozlaştırmak.
    Bu amacını sizde gerçekleştirmiş sanki…

  314. Ek. (unutmuşum)
    Sultan Galiyev’e gelince burada yazmıştım. Ve Gün Zileli de değinmişti.
    Galiyev’e gelince; ona bir sözüm yok.. İdealist, “ruh” olarak saygı duyulacak adamlardan olabilir…Ama günümüz bilinciyle Galiyevizm’e gelince..
    tam bir cehalet örneği.. Ve o kadar alıntıladığınız laflar, modernite hastalıklarını eleştiren modernite hastalıklı kitap gönderileri sonunda geldiğiniz yer ne acınası; Galiyevizm ha! Ne gülünç..
    Bu konuda yazılı makale bu sitede duruyor.
    Galiyevizm tarihsel süreci anlayamayan bir “kasabalı” aklıdır. Durumunuz feci görünüyor… O çok dilli “aklınız” sonunda bir kasabalı bilinç torbasına bu kadar kolay giriveriyor demek. Ya okuduğunuz anlamıyorsunuz; ya da anladığınızı sandığınız meselelere ait yeterince kafa yormuyorsunuz.
    **
    Yazık; o kadar cafcaflı yazar-kitaplar gönderilerinden sonra Galiyev meselesinde sınıfta kalıverdiniz işte!
    İşte Tarih böyle bir şey! Yaşayan tarih ve ölü tarihi ayırdedemeyen -Galiyev ölü bir tarihtir!- onu bunu “tarih madenciliği” ile suçlamakta haddini de aşıverir.
    *
    Yalnızca gözünün gördüğü kadarı ile insanlığın acılarına gözyaşı dökenler, çok masum insana da gözyaşı döktürür.
    *
    Bu “kafa”, o “intihar bombacılarının” kafasına ne çok benziyor.
    Onlar da “kötüleri” paramparça ederek bize cennet yolunu gösteriyorlardı; kendileri de oraya erkenden ulaşmak istiyorlardı; biliyorsunuz, “cennet” kontenjanı sınırlı; rezervasyon yok; erken giden yer bulur-muş!-

  315. Sayın (ogürsel) 308'e ve 309'a

    Sayın (ogürsel) 308 ve 309,

    Sizin bir tek amacınız var:
    O da; SADECE “tarih madenciiği” yaparak, klavye başında pinekleyerek; kapitalizmin kendi kendini bitireceğini zannetmeniz!

    Kusura bakmayın:
    “Kapitalizme karşı eylem”lerin ne demek olduğunu yıllar önce unutmuşsunuz!

    Kendiniz itiraf ettiniz:
    37 yıldır hiç kimse size “kapitalizmi niçin öksürmüyorsun?” diye sormamış. 37 yıldır konformistleşmeye devam ediyorsunuz!

    “İsmail Bilen”, “Alberta Bayo Giroud”, “Mirsaid Sultan-Galiev” ve onlarcası, yüzlercesi; bütün bu isimlerin GÜNÜMÜZDE HİÇBİR KARŞILIĞI OLMADIĞINI HAYKIRDIĞIMIZI DUYAMAYACAK KADAR, “TECÂHÜL-İ ÂRİF” YAPTIĞIMIZI HİSSETMEYECEK KADAR UZAKSINIZ!

    Size bir tek soru soruyoruz:

    Konya Ereğli’de
    24 Aralık 2013’te
    40 günlük “Ayaz Bebek” niçin öldü?! Öldüren ne idi?!

    Sizin “Beyaz YaLAka” oğlunuz yaşındaki yoldaşlarımız; sabah yaptığımız yönetim kurulu toplantısında “patrondan yediği!” azarlardan sonra “kalp krizinden!” öldü! Kucağımızda ambulânsa yetiştirirken; gözümüzden akan yaş okyanuslardan fazla!

    Bunların hiçbirisinden haberiniz olamaz!
    Çünkü: “Kapitalizmin ölümcüllüğü”nü tecrübe etmeyi unutmuşsunuz! Kapitalizm 1978-1979 ders yılında da vardı; şimdi de var!

    Utanmadan [duygu sömürücülüğü] ile yaftalıyorsunuz! Utanma arlanma kalmamış!

    “İNSANLAR ÖLÜYOR!” diye haykırmak; eğer [duygu sömürücülüğü] ise, size pek fazla tamah edemeyiz!

    “SOMA cinayeti” eğer [duygu sömürücülüğü] ise, size pek fazla tamah edemeyiz!

    Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nde, sizin & bizim kullandığınız çok akıllı cep telefonlarının, tablet bilgisayarların, dizüstü bilgisayarların, masaüstü bilgisayarların üretildiği fabrikalarda “intihar eden!” insanları haykırmak; eğer [duygu sömürücülüğü] ise, size pek fazla tamah edemeyiz!

    “Gamze Filiz Arslan niçin öldü?! Öldüren ne idi?!”
    “Ali Saygı niçin öldü?! Öldüren ne idi?!” diye haykırmak eğer [duygu sömürücülüğü] ise, size pek fazla tamah edemeyiz!

    Bütün bunlara el olarak:

    [Trilyon dolarların aktığı Arap-Müslüman toplulukların sefaletini yalnızca Kapitalizm-Emperyalizmle açıklamaya çalışan bence ya kara cahil, ya çanak yalayıcıdır; en azından.
    Anlattığınız örneklerin hiç birisi İslam dünyasının çektiği acıların tırnağı olamaz; ve çekilen acıların en büyük nedeni o toplumların Seküler kavrayışa ulaşamamış olmalarıdır.
    Sorun Kapitalizmde değil, bu toplumların Kapitalist evre öncesinde kalmalarının toplumsal evrimi önleyen süreçlere bağlıdır.
    **
    Bizim ve Müslüman toplumların birincil ve hayatî sorunu dünyayı-evreni aklı ile kavrama yolunda evrimsel sürece dahil olmamalarıdır.
    O iki zavallı intihar bombacısı.. 102 ölü dışında bir 100 kişiyi daha sakat bıraktı. Çocukları, ana-babaları. Tüm hayatları nasıl bir anlamsızlığa, kahra boğuldu?
    Biz daha buradayız! İsviçre, Danimarka, İsveç ya da Londra toplumlarının çektiği acıların 100 katının çekildiği topraklarda.
    O Cizre kuşatmasında kendinizi 14 yaşında bir erkek çocuğu olarak hayal edin. Ana-babanızın size ekmek veremediği, evinde tutsak acısına, öfkesine, gözyaşına tanık bir ergen delikanlı olarak.. Bu Cizre vb. zalimliği yalnızca Kapitalizm’le açıklayamazsınız; aynı zamanda geç orta çağ Sultan’lık acımasızlığını da anımsamalısınız.]

    CİZRE’DEKİ YOLDAŞLARIMIZ “OTONOM YÖNETİM” KURMAK İÇİN CANLA-BAŞLA MÜCADELE EDİYOR!
    SIKIYSA AYNI MÜCADELEYE YELTENİN BAKALIM KADIKÖY’DE, CİHANGİR’DE, MODA’DA, BEBEK’TE!
    KLAVYE BAŞINDA OLMAZ BU İŞLER!

    SİZ DE;
    “ACILARI KIYASLAMAK!”
    “ACILARI YARIŞTIRMAK!”
    “ACILARI KATEGORİZE ETMEK!” TUZAĞINA DÜŞMÜŞSÜNÜZ!

    [en azından.
    Anlattığınız örneklerin hiç birisi İslam dünyasının çektiği acıların tırnağı olamaz]

    Böyle bir tuzağa düşmüş kişiyle;

    Ne; SADECE tarih madenciliği yapmanın, bugün artık yeterli olmadığı işaret edilir,

    Ne de; “kapitalizme karşı eylemler nedir?!” sorusu üzerine konuşulur!

    Bir başka “Beyaz YaLAka” olan oğlunuzun ölmemesi ümidimizle!

    Hoşçakalın !

  316. Sayın ogürsel veya hiçhep (306) (Pipsquek’den)
    Sanırım ve yanılmıyorsam, yine sözler ve anlamlarının yarattığı karışıklık araya girdi. Ben sizin daha iyi bir dünya olabilir düşüncenizin ahlak ilkesinden kaynaklandığını belirlemek istedim.
    (Ahlak ilkesinin de evrimle doğadan geldiğini iddia edenler var ama konular çabuk dağılıyor. Eğer bunu ilginç veya doğru buluyorsanız, sanırım, birbirimize yazdıklarımız değişik bir yola girer. Daha önce de, size “hiçhep” diyebileceğimi dediğiniz yazı bağlamında odaklaşmak için konuyu siz seçin demiştim. Aynısı burada da geçerli.)
    Ben burada bu “ahlak” konusunu odak olarak seçtim. Bununla da Dawkins hakkında söylediklerinize ve genel olarak savunduğunuzu sandığım bazı ve bu konuyla yakından ilgili bazı fikirlere değineceğim (örneğin, “kimin elinde olduğuna bağlı” ve “nihilizm”). Bu da odak alınıp genişletebilinir.
    Bu konuda güzel örnek kapitalizm beraberinde gelişen modern bilim-teknoloji, endüstrii) geliştiği ve onu en iyi inceleyen Marksı içeren (biliyorum tarihçiler başlangıcını sürekli geri itiyorlar ama) aramızda 17.-19. yüzyılların en fazla göze çarptığına, belki, anlaşabiliriz.
    Marks zamanının bilimselliğin sonsuz göz kamaştırıcısı başarısının etkisi altında, tarihi, yani sosyal değişmeyi bilimsel incelemek istedi. Dünyayı ahlak temelinden yola çıkarak kendinden bile sert ve yerinde eleştirileri son derece iyi biliyordu: Eski Ahit peygamberlerinden Orta Çağa hakim Kilise ve Hristiyanlık’ın çökmesiyle binyılcılık hareketlerine kadar. İdealist felsefe ve hatta felsefenin kendisinde dile getirilen düşüncelerde eksikliğini de benzeri bilimsellisizlik benzerı nedenlerden, dünyaya bir bilim adamı gibi bakılmadığında buldu. Özet Ütopist Sosyalizm kitabı.
    Bir gerçek bilim adamı gibi çalıştığı nesneyi, tarihi, laboratuvarına aldı ve inceledi. Konuyu dağıtmamak ve ahlaka bağlamak için daha ileri gitmeyeceğim.
    Bulduğu ve düşünürleri son derece derinden etkileyen sonuç: değişmenin ahlakla alakası yok, kafamızdaki fikirlerle de (idealist felsefe) alakası yok, aynı nasıl su 100 derecede kaynarsa, şartlar oluştuğunda değişme olacak.
    Not: konuyu bildiğimiz sol jargonundan uzak ve daha geniş tutmak için “devrim”, demiyorum.
    1. Ben sizde hem ahlaka dayanan hem de Marks gibi istesek de istemesek de olacak düşüncesi seziyorum. Marks diyalektik mantığı çok özel bir anlamda kullandı: ahlakla dünya değişmesi arasında değil, insan bilinciyle dünyanın değişmesi veya değiştirilmesi arasında.
    Sizin ahlak ilkesinden yola çıktığınızı sanmayla sizi yanlış mı anladım? Yoksa Marks’ın ileri sürdüğü ve kısaca kapitalizm tarihsel akım içinde kendi mezarını kazıyorun yeni bir yorumu mu? Sıradan emekçiler yerine kalifiyeli emekçiler mi devrim yapıp ve yeni nesillere bunun idaresini belli bir ahlak sınırları içinde yapacağını güvene alıp miras bırakacak?
    Ahlak (ki geleneksel olarak dinin mahsulü sayılır) da kültürel bir varlık olduğundan, sizi ahlakla kapitalizmi veya kapitalizmin hazırladığı dünyayı ele geçirip zamanla ve yine ahlaklı kimselerin elinde daha doğru bir yola sokmanın olasılı olduğuna inanır gibi konuşuyorsunuz. Eğer bu kadar devasa bir değişim sadece ahlakla başarılırsa ve ahlak da kültürel olduğundan, kültürün önemi tüm biyolojik verileri gölgede bırakmaz mı?
    Bu nedenden sizin temel bir inanışınız olduğunu algıladığım “kimin kullandığına bağlı” inancınızın bu konuyla ilgili sandım.
    Biliyorsunuz seçimlerden devlet idaresinin, komünizmin, Hristyanlığın, Müslümanlığın, liberalizmin, ve hatta Uzak Doğu dinleri ve hatta ve hatta faşizmle nazizmin bile yanlış ellere düştüğünden yozlaştığı savunulur.
    “Ve bu koşullarda yerine yenisi konulamazsa, o kendini onaracak! 1789 Devrimi de, 1917 de var olan egemenlik yapısının kendi büyük hataları ile ağır sarsıntıları sonrası gerçekleşmiştir.”
    1789 sarsıntı sonrası liberal kapitalist-burjuva egemenliğiyle zirveye ulaştı. 1917 hakkında dedikleriniz pek açık olmadığı için, nihayet yıkılıp doğru yola, yani kapitalizme döndü mü demek istiyor sunuz? Unutmayın sizin sözünü ettiğiniz 30lar kadrosu 1917 yıkılışında Rusya’da Türkiye’ye kıyasla çok daha ileriydiler ama işi ele almadılar. Aynı şey Avrupa ve Amerika’da ve diğer çok gelişmiş kapitalist ülkelerde fazlasıyla geçerli. Şimdi bir de Çin, Hindistan, Brezilya , Rusya gibi devlerle G. Kore, Singapur ve benzeri bir sürü bilim-teknik uzmanları dolu ülkeler de sahneye girdiler. Tekrar edeceğim: bunların koşullar açısından 30ları işi ele geçirmemelerinde neden ne olabilir?
    Yukarıdaki çağlarla ilgili ve bence bu temayla ilgili diğer bir gözlem.
    Burada girişi ünlü bir Marksist’in lafıyla yapacağım: ” tüm modern ideolojiler üstü örtülü teolojilerdir.”
    Din etkisinden kurtulma, doğayı olduğu gibi görme, eski Yunan’ı keşfetme, Rönesans, ardından kapitalizm ve temsilcisi burjuva, bilim-teknoloji, endüstri. Avrupa’da bu konunun arka fonunu oluşturan sahnenin son derece kaba bir özeti oldu.
    Avrupa’da daha önceki dinde ve genel olarak dinlerden bazı temel niteliklerle (d1, d2, d3, …) bu yeni çığırın bu niteliklerle ilişkileri (b1, b2, b3, …) olarak sıralayacağım:
    d1) bilinmeyen dünyaya açıklamak;
    b1) bilinmeyen dünyayı açıklamak, ama somut sonuçlarla (ürünler) açıklananın doğru olduğunu göstermek.
    d2) bilinmeyen dünyaya karşı korkudan kurtarıp güven vermek;
    Not: Bu son yanlış anlaşılabilir: kısaca ve ünlü örnek Eski Ahit’de Hz. Eyüp veya dinsel bir törenden çıkan veya dine inanan bir kimsenim kendini anlamsız, tesadüfler eseri bir dünyada bulmaması.
    b2) Bilinmeyen dünyaya karşı şimdi ve hemen değilse bile zamanla tüm egemen olma umuduyla güven vermek, İlerleme miti veya dini;
    d3) Bilinmeyen dünya ve tanrılara hakim olmak (tabii hiç bir zaman tam bir hakimiyet olmaz), olası zararları önlemek ve hatta fayda elde etmek için kurban vermek, mum yakmak, namaz kılmak, dua etmek, ayinlere katılmak, … ;
    b3) Bilinmeyen dünyaya (yani doğaya, evrene) olası zararları önlemek ve faydalar sağlamak için ona doğru sorular sorup sırrına vakıf olmak, ona hakim olmak (tabii hiç bir zaman tam bir hakimiyet olmaz),
    d4) Cennet ve mükemmellik dünyanın sonunda;
    b4) Cennet ve mükemmellik ilerde ve hatta sonunda bile diyebiliriz çünkü o aşamadan sonra değişme durur, yapılacak bir şey kalmaz. Yine İlerleme miti.
    Dahası var ama sanırım benzerlikler ve farklar apaçık. Bence en önemlilerden biri bulunan bu yeni güç ve güç kaynağının o zamana kadar inanılan bütün dinler ve tanrılardan çok daha güçlü olduğu ve müritlerine muğlak vaatler yerine gerçek ürünler vermesi.
    Önemli olan bu yeni inanışın bazı özel ve çarpıcı kavramları. İlerleme ve Mutluluk vaadi, Akıl yürütme, Emek ve Üretim, Bilimsellik ve Teknoloji.
    Doğa felsefesine başlayan eski Yunanlı filozofların aslında daha çok eskiye giden ve derinlerde yatan (resmi Yunan dini Olimpos tanrıları değil) dinden esinlendikleri gösterildi. Örneğin “her şey sudur”, “her şey ateştir”, her şey “4 elemandan oluşur” ve benzeri öneriler dünyanın aslında tek bir şeyden oluştuğu düşünceleri doğayı gözlemlerden değil daha önce inanılan kaynağın tek olmasından gelir. 4 eleman da aslında teke bağlanır ve hatta aralarında öneriler arasında dine bağlılığı en bariz. Ama burada başka bir konuyu anlatmam gerekiyor.
    Din sosyal yaşamı ve sosyal yapıyı yansıtır. Dinde doğayı aşan tanrı dile benzer. Herkes Türkçe bilir ama kimse Türkçe’nin tümünü bilmez. Dil onu yaratan toplumu aşar.
    4 elemanın aslında tek olduğu, 4 elemana ayrılışı toplumun belli bir zamanda 4 farklı totem klana (oymak, boy) ayrılmış olduğunu yansıtır. Her eleman kendini doğal ait olduğu yere dönmek ister. Örneğin Aristo’da taş yere, ateş havaya döner. Üstelik bu dört eleman arasındaki zıtlıklar aslında teke, ayrılmamış topluma, geri döndüklerinde kaybolur. Buna modern bilimde zerrecikler, atomlar, vs. adı takılır. Daha sonra Hristiyanlıkta Müslümanlığa geçen İblis kelimesini aslı “diabolos”, yani ayıran demek.
    Çok uzatmadan bir de modern bilimin temelini atanların manastırda rahiplerdi. En önemlilerden biri William of Ockham (c. 1287–1347) nominalizmin yaratıcısı ve nominalizmsiz modern bilim düşünülemez. Roger Bacon ilk defa “deneysel bilim”den söz eden bir rahipti. İslam’da, daha heniz kapılar kapanmadan önce Yunanca’dan ilk çeviriler doğa bilimi kitaplardı (isterseniz size doğa bilimlerde son derece başarılı İslam düşünürlerin adlarını gönderirim ve şu an bunları bilenler İslam’ın yanlış ellere, bir örneğin barbar Türklerin eline düşmesiyle yozlaşıtığını savunanlar var). Pazar yerindeki bir tartışmada Ali al-Reza (765 – 818) “bütün dinler şarlatanlık, sıradan insanlar birbirlerini boğazlamasın diye korkutmak için bir araç”, der. Bir “dinci” de “peki hakikate nasıl varacağız?”, diye sorar. Ali al-Reza “akıl yürütmeyle” cevap verir. İnançlı, “ama kimin aklıyla, sen şu düşünürün aklına uymuyorsun, o diğer birinin aklına uymuyor, o da öbür birinin aklını beğenmiyor … “, peki ne yapacağız?, der. Ali al-Reza eşsiz bir cevap verir “başka çaremiz yok!” (Ben Ali al-Reza’yla beraberim ama cahillerin modalara uyarak yürüttükleri akıllara karşıyım). İlk defa hakikate iki yoldan, akıl ve vahiyle tezini İbn Rüşd ileri sürdü ve kitapları Avrupa’da yasaklanmıştı.
    Ayrıca moden bilim bazı kavramları ispatsız kabul eder ama adına inanç veya din diyeceğine metafizik der. Bir tanesi daha sonra değineceğim bir konu için çok önemli: dünya hareket eden maddelerden oluşmuştur. İnsan hisleri sadece ve sadece bu maddelerin duygu organlarımıza çarparak yarattığı etkilerdir.
    Özet için tekrar edeyim: inançlar veya din toplumun yapısını yansıtır.
    Modern dünyanın dini, aslında diğer dinler gibi karşılıklı pekiştiren değişik parçalardan oluşur ama, bilim ve ona inanç dersek bu inancı özümleyen kişi haklı olarak karşı çıkabilir. İnancının hakikatin kendisi olduğunu ileri sürer. Ama bu, bütün dinlerde aynı. Baan buna fetişizm denir. Temsilciyle hakikati aynı sanmak.
    Bütün bu dediklerimi belki başıma gelen bir anekdot çok daha iyi özetler. Maya harabe ve kalıntılarını görmeye gitmiştim. Bir kılavuzla arkasında turistleri gördüm ve kılavuzun anlattıklarını işitmek için takıldım. Bir kabartmada kesilmiş bir fışkıran kanlar insan, bitki, hayvan, , dağlar, nehirler, denizler, yıldızlar, ay, güneş oluşturur. Bir turist bunun anlamın sorar. Kılavuz, “Bu bir maçta yenen takımın kaptanın kesilen kafası. Çıkan kanlar dünya. Tanrının bu dünyanın olduğu gibi tutup bir kaosa çevirmemesi için, nasıl o bize en güzel şeyleri vermişse, bizde ona en iyimizi kurban veriyoruz”, der. Turist bunu vahşi bulur. Kılavuz “siz dünyanın aynı kalması için trafik kazaları, madenlerde ve diğer yüzlerce insan sağlığına zaralı yerlerde çalıştırdığınız ilçiler, savaşlar,…, açlık ve sefalet yaymakla milyonlarca fazla kurban veriyorsunuz!”, dedi.
    Daha da kısacası ve son derece ünlü ve dürüst bir Marksist’in dediği ve Ali al-Reza’yla beraber olduğum gibi “evet akılla ama hangi akılla?, kimin aklıyla?”
    Zamanımızda 4 büyük bilim filozofundan biri olan Thomas Kuhn fizikçiydi ve sosyal bilim adamları konferansına gider. Sosyal bilim adamları arasındaki anlaşmazlığa hayret eder. Bilimde metafizik ve teoriler tüm uygulayanlar tarafından kabul edilip iş başına geçilir. Temelde ayırım yoktur. Zamanla bazı olgular temelle çelişkiye düşerler ama bazı eklemelerle iş halledilir. Ama çelişki artık ufak tefek yamalarla halledilmez hale gelince, bilimdae yapısal devrim olur. Newtondan Einstein’e geçiş gibi. Şimdi de hala bir türlü toparlanamayan kuantum fizik var. Kuantum fizik bir sonraki konuya güzel bir giriş. Sizin bazı arkadaşlara karşı kullandığınız “nihilizm” sözü.
    Einstein ile N. Bohr tartışmasında, Einstein bu “yeni” görüşüne eleştirisini, “Allah!ın bizimle zar oyunu oynadığına inanmıyorum.”, der. N. Bohr, éAllah’ın işine karışma “, der (kısalttım). 18. yüzyılda, bilimde ampirikliği savuna D. Hume benzeri bir söz söyler: “Bir şey, bir şeye neden oldu diyemeyiz, ard arda geldi, gözlem bu.”, der. Bu her iki dişünce aslında Üslam felsefesine çok uygun: her an Allah atomlarla dünyayı yeniden yapar. Ama bildiğim kadar daha henüz İslam çığırtkanlılar arasında daha henüz bunu reklamını yapmadı.
    Doğa bilimlerinde ve matematikte en önemli unsurlardan bir kullanılan sözcükleri muğlak olmaması (günlük hayatta bu imkansız ve bu yüzden analitik felsefe çalışmaları başladı ve devam etmekte).
    Günlük hayata nihilizm isteyen istediği anlamı vermekte özgür. Bu na diyeceği yok.
    Ben daha çok “bilimsel” daha doğrusu tarih bilimi kapsamında anlatacağım.
    Avrupa’da önce romantik yazar ve şairler bilimselliğin, akıl yürütmenin (romantiklerin en titiz akıl yürütcüsü oldukları da bilinir), endüstrinin dünyayı anlamsızlığa götürdüğünü iddia ettiler. Daha sonra filozofler da aynı şekilde Avrupa’nın dünyayı hiçliğe, anlamsızlığa, nihilizme götürdüğünü ileri sürdüler. En ünlü Dostoyevski’nin (hala tam böyle demediği tartışılan) lafı: “Eğer Allah yoksa, her şey mümkün.” Bunun şimdiki versiyonları:
    1. Bir gün dışarı çıktık, termometre yok!
    2. Batı dünyasının felsefesinde baştan beri temel sorusu “Neden var?”. Şimdiyse “Neden yok?”
    Daha basitleştirici bir örnek verirsem her şey olasılıkla, beklenmedik kazalarla olur ve hiç bir anlam taşımazlar. En iyisi çalış, emekliliğine hazırlan, kaza ve ölüm için sigorta al, kafanı rahat tutmak için de var olanın şimdiye kadar olanların arasında, hiç değilse şimdilik, en iyisi olduğuna inan. Anlam arama, ne yazık ki yok.
    Şimdi sizin nihilist dediğiniz arkadaşlarla ben de anlaşamıyorum ama ben onları nihilizme karşı gelenler görüyorum, sizi de çünkü siz onlara benziyorsunuz, örneğin 30ların işi ele alması ve onların diğerleri gibi olmayacakları. Neden onları nihilist gördüğünüzü anlamak isterim.
    R. Dawkins, çok kısaca bence şu an çoğunluk olan yeni tanrılara tapanlardan biri. Ve Amerika budalaları değil son güçlü bir akımın dili: genetik manipülasyonlarla evrimin yarattığı kendimizi aşmak ve ve bilim-teknikle de gezegenimizi aşmak.
    Bence Dawkins’in din bilgisi biyolojide ilk okul çocuğunun bilgisi kadar. Son derece bariz bir hatırlatma 2. ve 3. dünya savaşları, komünizm, kapitalizm, faşizm ve nazizmin kıydığı can sayısı tarihtaki tim savaşlarda kıyılan can sayısın aşar ve din savaşları değillerdi.
    R. Girard çok daha önemli ve eğer isterseniz onu bir sonra ele alırım.
    Hoşça kalın.

  317. “Yolunuz açık olsun” desem iyiliğinizi istememiş olacağım; yolunuzun çıkacağı yer belli.

    Sanırım Don Kişot” adı size yakışıyor; bu adı kullanın.
    Okudukları ile kafası karmakarışık olmuş ve yalnızca “sistemin” sonuçlarına saldırıyor. Kendi görüşüne aykırı olana da.

    Ve ne acı ki; sizden hiç bir şey öğrenmedim; kusuru eşit paylaştırsam, size yarısını versem bile öfkelenirsiniz sanırım; sizin “imanınızda” galiba hiç kuşku yok..

    Kendinize dikkat edin; meseleyi soğukkanlılıkla değerlendirin.. sağlıcakla kalın.

  318. Pipsqueak,

    Sanırım “ahlak” sürü hayvanının yarattığı bir şey. Dinden önce vardı. Din “beyin gelişiminin belli bir evresinden sonra ortaya çıkmış olmalı. Korkularını anlamlandırma seviyesine vardığında. Beyin hacmi büyüdükten sonra. Ama örneğin maymun, köpek vb sürü hayvanlarında ortak yaşam, avlanma veya çocuk bakımı gibi “gelenek-ahlak” vardı. Bu önemli mi; sanırım Din gibi iddialı bir alan için önemsenebilir; ve Tek tanrılı Dinler Din’i yaratan “ahlakı” gaspettiler; İnsan-tabiat.. için değil “Allah için” bir ahlak çıktı ortaya.. (Akıl yürütüyorum!)
    *
    Ben ahlak ilkesinden yola çıkmıyorum. Yapabildiğim kadarıyla “insan-toplum” makinasının düzeneklerini kavramaya çalışıyorum. Mars’ın sınıf-çıkar mücadeleleri açıklaması temelinde tarihi anlamaya çalışıyorum. İkincisi “verili koşulların” analizinin önem taşıdığını düşünüyorum.

    Kısaca yazdım; yanlış anlaşıldı sanırım. A. Tocquevill’in iki kitabını okudum; bir kaç kez. Eski Rejim ve Devrim… Dikkatle okunursa çok şey anlatır; bazı sorunlara bakış açısını düzeltir.. Ve 1789 öncesi süreci didik didik eder.
    !917’ye Devrim diyesim gelmiyor ama hadi diyelim ve 1789 ve 1917 devrimlerinin ikisinin de toplumsal dağılma, yönetenlerin yönetemediği şartlar görülür. Bu nedenle aslında bu koşulların “beklenmesi” suçlamasını sineye çekeceğim; oysa bu “bekleme” değil, hazırlanma gerektirir. Bu bağlamda eğer Rus sosyalistleri bu “beklenti” ile hazırlansalar, bu koşullarda devrim’e inansalardı.. bu denli katı, tahakkümcü, despot bir parti olmayacak ve faşizan gelenekler biriktirmeyecekti.. Yani bu mesele bu denli basi ele alınamaz.
    İkincisi 1789 devriminden öğrenilen bir şey var; alt yapı hazırdır; yalnızca üst yapı değişir ve “makine” yoluna daha hızlı devam eder! 1917 de üst yapı değişti ama makine tekledi ve NEP’e de dönüldü.
    Ve gelecekte büyük bir işsizlik, yıkım, savaş, ölüm koşullarında var olan “makine” bu yeni işçi sınıfı tarafından olduğu gibi devralınabilir; “makine” yürür, teklemez; hızlanır. Ve “kâr” gözetilmeden bir üretim, adail paylaşım yöntemi kurulabilir. …Özetle bu.. Burada ahlaki değil doğrudan çıkar vardır. Kapitalizm krizi ile işsizlik, ölüm, sefaletten nasıl korunabiliriz amaçlı…
    ***
    Din, bilim ilişkisi için bu benzerlikler öne sürülebilir. (Bu arada bilim gelişmesine ait anlattıklarınızı ben de okudum; tümüyle katılıyorum.. İlginç olan İslamiyette Ruhban sınıf olmayışı da, kurumlaşma yokluğu mu “yerinde saymayı” koşulladı..)

    İtirazım şu; bilimin bu iddiaları din gibi peşin ortaya konulmadı; zaman içinde bu tür eğilimler, iddialar meydana geldi. Ve “başka çaremiz yok!”
    **

    İlerleme mi’ine gelince. Tüketimci, mülkiyetçi, “rekabetçi” hırsın ilerleme mit’i ile yine “geleceği gören” ortak çıkarın ilerleme yolu neden aynı sayılıyor.. Yazmıştım bu ilerleme farklılığını. “Nominal” olmayan bir yaklaşım bu! İlerleme bir sözcüktür yalnızca; bir kavram! Hayattaki karşılığını insanlık somutlayacak; ve bu önlenemez.. Temel bir yasa. Bu sebeple de “Neçayev” veya “Don Kişot’ yazıyor ve uyarıyorum. Temel yasaları inkâr edene Nihilistçe dedim. Ve Kapitalizmim sonuçlarına saldırdıkları için; nedenlerini bilmedikleri için.

    Turistler ve Kılavuz arasındaki diyalog hem akıllıca, hem bize göre değil; sıradan, çağının kötülüklerini “olağan” görenlere verilen “doğru” bir yanıt ama Kapitalist-emperyalist sistemi aynı nedenle eleştirenlere çok yanlış bir cevap olur! Biliyorsunuz bu zaten “günah keçisi” düzeneğine ait müthiş “yararlı” bir kurban eylemidir.

    **
    R. Girard da Dawkinsi eleştirmişti. Bir ara o paragrafı yazarım.. Ben onun Mem-Gen kitabını okumuş, incelemiştim. Tanrı yanılgısı sıkıcı geldi; zaman vermek istemedim. Yargıö buna dayanır..

    Esasen Din savaşları da Din savaşları değil; biliyoruz çıkar, yağmanın maskeli hali.. Ve Sonuçta tüm savaşlar gasp amaçlı..
    Ve artık “gasp’a” gerek kalmayan, ihtiyaçlarımızın üretimindeki imkânların görmezden gelinmesini anlayamıyorum…

  319. Sayın 296 (pipsqueak’den)
    Buradaki eylemlerimden biri de (kimya maddeleriyle dolu yiyecek yerine dürüst sebze ve meyve yetiştiren kooperatifde yer almam, vs.)
    Bununla ilgili size tavsiye edebileceğim bir yazıyı okudum. Adresi aşağıda.
    http://www.bbc.com/news/business-34538641
    Daha önce sözünü ettiğim bir kişiyle ilgili bir yazı da aşağıda. Basmakalıplığa sokma korkusundan bana etkisini ve içimden gelenleri eklemeyeceğim.
    Chiara Vigo: The last woman who makes sea silk
    Silk is usually made from the cocoons spun by silkworms – but there is another, much rarer, cloth known as sea silk or byssus, which comes from a clam. Chiara Vigo is thought to be the only person left who can harvest it, spin it and make it shine like gold.
    Villagers stare as I knock on the door of Chiara Vigo’s studio, otherwise known as the Museum of Byssus, on the Sardinian island of Sant’Antioco. One sign on the door says: “Haste doesn’t live here.” Another adds: “In this room nothing is for sale.”
    Vigo is sitting in a far corner of the room surrounded by yarns and canvasses, holding hands with a young woman whose eyes are full of tears. She caresses her and braids a bracelet while staring intensely at the girl.
    Then she hums a song with her eyes closed and fixes the bracelet on the girl’s wrist. She reaches for the window and opens the shades to let the sunlight in and instantly the dark brown bracelet starts to gleam.
    The girl is flabbergasted but this is no magic.
    The bracelet is made of an ancient thread, known as byssus, which is mentioned on the Rosetta stone and said to have been found in the tombs of pharaohs.
    Some believe it was the cloth God told Moses to lay on the first altar. It was the finest fabric known to ancient Egypt, Greece and Rome, and one of its remarkable properties is the way it shines when exposed to the sun, once it has been treated with lemon juice and spices.
    Another is that it is extraordinarily light. Chiara Vigo asked me to close my eyes and extend my hand. I knew what she was going to do, but still I could not tell when a small square of the cloth touched my skin.
    The raw material comes from the glistening aquamarine waters that surround the island. Every spring Vigo goes diving to cut the solidified saliva of a large clam, known in Latin as Pinna Nobilis.
    She does it early in the morning, to avoid attracting too much attention, and is accompanied by members of the Italian coastguard – this is a protected species. It takes 300 or 400 dives to gather 200g of material.
    Then she starts weaving it, but as the sign on the door says, it is not for sale.
    “It would be like commercialising the flight of an eagle,” Vigo says.
    “The byssus is the soul of the sea. It is sacred.”
    She gives the fabric to people who come to her for help. It may be a couple who have decided to marry or who have married, a woman who wants a child, or one who has recently become pregnant. Byssus is believed to bring good fortune and fertility.
    “Before it was emperors [who wore byssus], now it is young women and newlywed couples,” Vigo says. “I weave for outcasts, the poor, people in need.”
    A steady stream of them, mostly Italian, arrive throughout the day. If they bring a child’s christening dress, she will embroider it.
    Vigo’s father died when she was eight and her mother was an obstetrician who mostly worked away from home, so much of the time she was looked after by her grandmother – and it was her grandmother who taught her the art of working and embroidering with byssus. She in turn had learned it from her own mother, and so on, back through the generations.
    “Weaving the sea silk is what my family has been doing for centuries,” Vigo says. “The most important thread, for my family, was the thread of their history, their tradition.”
    They have never made a penny from it, she points out. She herself married a coal miner, and they live on his pension and the occasional donation.
    According to Vigo, the skill was brought to Sant’Antioco by Princess Berenice, great-granddaughter of the Biblical Herod, Herod the Great, during the second half of the First Century.
    Her family remains Jewish, unlike many others in southern Italy and Sardinia who converted to Christianity long ago, but continued to set a table for the Sabbath on Friday evenings well into the 20th Century, without knowing why.
    According to Gabriel Hagai, professor of Hebrew Codicology at the Ecole Pratique des Haute Etudes in Paris, Vigo is “the last remnant” of a combination of Jewish and Phoenician religious practices that was once far more widespread in the Mediterranean.
    “I met Chiara through a fellow professor in Paris, and I was sceptical at first,” he says. “This craft combined folklore and religion [but] she has allowed us to reconstruct a forgotten and missing part of our history.”
    Up until the Mussolini era there were still a number of women in Italy who were skilled with byssus, says Evangelina Campi, a professor of Italian history and author of La Seta del Mare (The Silk of the Sea).
    Some even tried to set up a business and make money from it.
    “The factory ran out of business in three months,” Campi says. “This is a thing you cannot profit on. Strangely, something bad has happened to people who wanted to manufacture byssus on a large scale in the past. It’s like God sending a message.”
    Even now, there are still a few elderly women in Apulia (the heel of Italy) who can weave it, Campi says, but none who can make it shine, or dye it with traditional colours, in the way that Vigo can. And Vigo is the only person in Italy who still harvests it.
    In the evening, Vigo spends a couple of hours teaching people how to weave with byssus.
    After that, at sunset, I go with her to a deserted cove where she prays twice a day.
    “You have to be respectful to the place you live in. You are just passing by, these places are here to stay. And the sea has its own soul and you have to ask for permission to get a piece of it,” she says.
    Her chant, which mixes ancient Sardinian dialect and Hebrew, echoes off the rocks.
    “I pray for what has been and what will be,” she says.
    One thing that will be is that Vigo’s daughter – currently a student in northern Italy – will one day tread in her mother’s footsteps.
    “My daughter, although I will leave very little to her, will have to continue this tradition,” she says, “so humankind can benefit from it.”

  320. Sayın (ogürsel) 312'ye

    Sayın “ogürsel” 312,

    “Ad hominem” nedir?

    Biz size; “sayın ‘ogürsel'” şeklinde hitap ediyoruz. Tıpkı; “sayın ‘pipsqueak'” ve “sayın ‘Gün Zileli'” hitaplarımızda olduğu gibi.

    Siz ise; “Sergey Nechayev”, “Don Kişot” ve türevleri ile hitap ettiniz!

    Böylece (hiç gereği yokken!) “ad hominem”in tanımının ne olduğunu bir kez daha hatırlatmak zorunda kaldık.

    **********

    [yalnızca “sistemin” sonuçlarına saldırıyor.] MUŞUZ!

    Sayın “ogürsel”,

    Size:
    “Ticaret” ile “Kapitalizm”in birbirinden FARKLI akımlar olduğunu hatırlattık, fakat; anlamak istemediniz!

    “Ticaret ne idi?” sorusuna cevap olarak, yüzbinlerce örnekten şimdilik “Gucerat & Endonezya” örneğini gösterdik, fakat; anlamak istemediniz!

    “Adam Smith” isimli şahsın; “‘ticaret’in doğasını bozduğunu!”, günümüzde sürmekte olan “kapitalizm” isimli akımın, motorun, mekanizmanın baş müsebbibi olduğunu kaynaklarıyla ispat ettik, fakat; anlamak istemediniz!

    ( 1759: “The Theory of Moral Sentiments”
    http://www.econlib.org/library/Smith/smMSCover.html

    1776: “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations”
    http://www.econlib.org/library/Smith/smWNCover.html
    https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=ICQJOHJCQ10SGVOENZJS )

    21. yüzyılda BİLE, 40 günlük bebekler “kapitalizm yüzünden!” ölüyor diye ikaz ettik; [duygu sömürücülüğü] yaftasını yedik!

    Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güney eyaletlerinde yaygın olan, daha çok “Foxconn” isimli şirketokrasinin fabrikalarında “intihar eden!” emekçileri işaret ettik! Ve şunu da ekledik: “Foxconn fabrikalarında üretilen ‘marka’ların teknolojisine karşı değiliz. Bu üretim esnasında uygulanan ölümcül zihniyete, ölümcül sömürücülüğe, ölümcül rekabete karşıyız!” diye yazdık; [duygu sömürücülüğü] yaftasını yedik!

    21. yüzyılda BİLE, “SOMA cinayeti” işlendi! Bunun müsebbibi “kapitalizm”dir diye ikaz ettik; [duygu sömürücülüğü] yaftasını yedik!

    Ankara Bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın mücadelesini sürdürmek için, “anlı-şanlı!” sendikalar “grev” duyurusu yaptı. Bu “grev”e hiçkimse katılmadı! Niçin?! diye soru sorduk; [duygu sömürücülüğü] yaftasını yedik!

    Cizre’de yoldaşlarımız “otonom yönetim” için canla başla mücadele ediyor! Bizler ise, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”lar; patron kıçı yalamak için plazalarda sürünüyoruz! Ebeveynlerimiz tarafından “kapitalizme boyun eğecek şekilde” yetiştirildik! Siz de, sayın “ogürsel”, oğlunuzu bir “Beyaz YaLAka” olması için yetiştirdiniz diye ikaz ettik; [duygu sömürücülüğü] yaftasını yedik!

    Bir “şirketokrasi cuntası!” olan TÜRK SANAYİCİLERİ VE İŞADAMLARI DERNEĞİ’ne (TÜSİAD),
    Bir başka “şirketokrasi cuntası!” olan MÜSTAKİL SANAYİCİ VE İŞADAMLARI DERNEĞİ’ne (MÜSİAD),
    Ve bu cuntalara benzer yüzbinlerce cuntaya karşı niçin sesinizi soluğunuzu çıkarmıyorsunuz? diye soru sorduk;
    [İlk önce, siz ergenler; 19. yüzyılı öğrenin, ‘tarih madenciliği’ yapmayı da öğrenin; ondan sonra konuşun.] cevabını aldık!

    Bizlere omuz vermenizi umarken,
    “Kapitalizmi öksürmenizi umarken”;
    Siz, sayın “ogürsel”, sadece yaftalama yapmak ile yetindiniz!

    **********

    [Ve ne acı ki; sizden hiç bir şey öğrenmedim]

    Sayın “ogürsel”,

    Maksadımız:
    Size de,
    Sayın Zileli’ye de,
    Sayın “pipsqueak”e de;
    BİRŞEYLER ÖĞRETMEK DEĞİL!

    Eğer sabırlı davransaydınız, 28 Mayıs 2015’ten beri yürüttüğümüz görüşmelerde “neye işaret etmeye çabaladığımızı” görmek isteseydiniz; bu satırları yazmamış olurduk!

    Sayın “pipsqueak” işaretimizi gördü! İşte kanıtları:

    (“284” numaralı metninden)

    [Ben ne bu öğrencilere, ne de gaddarlar gaddarı düzenin ne yapacağını bilmez hale getirmiş, sözüm ona sıradan, sokaktaki insanlara gösterecek somut bir yol biliyorum.
    Sanırım, “devrimden laf etmek aptallık ama diğer bütün konulardan laf etmek çok daha büyük bir aptallık”, sözünü “situationistler” söyledi. Katılıyorum ve çözüm arayanlara bu güzel lafın yanı sıra söyleyecek başka laflarım da var ama bu, en güzellerden biri. SİZ SANKİ BUNU ŞİMDİ HATIRLATMAK İSTİYORSUNUZ.]

    (“304” numaralı metninden)

    [Şu da doğru: zamanımızda cambazlarla dürüstleri ayırmak çok zor. Bir unsur da düşünürün kendi genel varsayımlarını sezmek. Marks kendi zamanını ve burjuva devriminin etkisi altında insanın doğadan yararlanmak için doğayla çatışma içinde olduğu varsayımından yola çıktı (zaten Darwin kapıyı açmıştı.). Sahlins ve Cauvin bu varsayımın yanlış olduğunu gösterdiler. Marks Orta Doğu’da doğan sosyal baskı düzeniyle diyalektik gelişen “kurtulma” spekülasyonlarını dünyaya yansıttı. İşin garibi, kapitalizm ve eş anlamı olan gaddarlığa şükür, Avrupalılar öyle düşünmeyenleri silip süpürdüler ve Marks “haklı” çıktı. (Bu konuyu Vittorio Lanternari: “The Religions of the Oppressed: A Study of Modern Messianic Cults” kitabında çok güzel inceler.)]

    (“304” numaralı metninden)

    [G. Standing batmak üzere olan gemiyi kurtarmaya çalışıyor, buna benziyor]

    (“304” numaralı metninden)

    [eğer anladıysam, esas nokta şu: ben sanki birşeyler yapabilirim ama yapmıyorum.]

    **********

    [Siz şimdilik yıkılacak olanın yerine ne konulacak onu düşünün.]

    Fiilleri “edilgen” kullanmaya alışıp, “etken”liğin ne olduğunu unutanlar; “kapitalizme karşı mücadele”ye omuz vermeye pek yanaşmazlar!

    [yıkılacak olanın yerine ne konulacak]

    İşte cevap:

    Cevaplarımıza başlamadan önce iki hatırlatma:

    [a] “Değişim” denen şeyin (yine çok bilinen bir deyimi de kullanalım “devrim” denen şeyin!) BUGÜNDEN-YARINA, AKŞAMDAN-SABAHA OLMAYACAĞINI elbette biliyoruz sayın “ogürsel”!

    [b] Aşağıda okuyacaklarınızın hepsini ve-veya çoğunu;

    “Biz, bir zamanlar gençken, sizin bu yazdıklarınızı uzun uzun düşünmüştük zaten! Kendi aramızda tartışmıştık zaten! Hattâ kavgalar bile etmiştik zaten! Geçen yıllar içinde ve bugün hâlâ aynı şeylerin söylenmesini, hâlâ aynı ‘çözüm önerileri’nin getirilmesini, hâlâ aynı ‘eylem çağrıları’nın yapılmasını, hâlâ aynı ‘taktiklerin uygulanması’nı yine yeniden görünce; yüzümüzde alaycı bir tebessüm oluşuyor ve oradan hemen uzaklaşmak istiyoruz! Çünkü: Hiçbirşeyin değişmeyeceğini artık biliyoruz! Sizler, yani şu tabirle anılmaktan nefret ettiğinizi yazdığınız ‘Beyaz YaLAka’lar, tıpkı bizim gençlik dönemimizde sahip olduğumuz heyecana, ateşe sahip gözüküyorsunuz! Siz henüz toysunuz! Siz henüz hamsınız! ‘Hayat’ dediğimiz şey; sizin de üzerinizden bir silindir gibi geçtiği an; bize hak vermeye başlayacaksınız! Siz de ‘kapitalizmi öksürmekten vazgeçeceksiniz’! Eğer nasihatımızı dinler de; önünüzde daha upuzun bir yol varken, ‘gençliğiniz heba olmamışken!’, kapitalizme adapte olmaya çabalarsanız; kendinize iyilik etmiş olursunuz! Eğer nasihatımızı dinlemezseniz; bizce yolunuz, yol değildir!”

    minvalinde değerlendirme ihtimalinizi göz ardı etmeden cevaplarımızı yazıyoruz sayın “ogürsel”!

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    Cevabımızın tamamı için adres:

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    **********

    Sayın “ogürsel”,
    “Kapitalizme karşı mücadele”yi unutmuşsunuz!
    Kapitalizmin sizi de robotlaştırdığını inkâr ediyorsunuz!
    Kapitalizmin SADECE “tarih madenciliği” yaparak biteceğini zannediyorsunuz!
    “Eylem”e geçmeye niyetiniz yok!

    Nihayetinde, bizi daha da endişelendiren durum şu:

    Bir başka “Beyaz YaLAka” olan oğlunuzun (varsa; diğer evlatlarınızın da) ölme riski!

    “Beyaz YaLAka”laşma yoluna girmeye ebeveynleri tarafından mecbur edilecek (varsa veya doğacaksa) torunlarınızın ölme riski!

    “Ölme riski” derken; tecâhül-i ârif yapmıyoruz!

    “Ölme riski” derken; hiçbir “ölüm”ü ve hiçbir “acı”yı kıyaslamıyoruz, yarıştırmıyoruz, kategorize etmiyoruz!

    [a]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [b]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [c]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [d]
    “Idiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [e]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [f]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Tehlikenin farkına varmanız,
    “Kapitalizmi öksürmeye başlamanız” ümidimizle!

    Esen kalın !

  321. 315’teki eleştirilere katılıyorum:

    “Ticaret” ile “Kapitalizm”in birbirinden FARKLI akımlar olduğunu hatırlattık, fakat; anlamak istemediniz!

    “Adam Smith” isimli şahsın; “‘ticaret’in doğasını bozduğunu!”, günümüzde sürmekte olan “kapitalizm” isimli akımın, motorun, mekanizmanın baş müsebbibi olduğunu kaynaklarıyla ispat ettik, fakat; anlamak istemediniz!

    Cizre’de yoldaşlarımız “otonom yönetim” için canla başla mücadele ediyor! Bizler ise, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”lar; patron kıçı yalamak için plazalarda sürünüyoruz! Ebeveynlerimiz tarafından “kapitalizme boyun eğecek şekilde” yetiştirildik! Siz de, sayın “ogürsel”, oğlunuzu bir “Beyaz YaLAka” olması için yetiştirdiniz diye ikaz ettik; [duygu sömürücülüğü] yaftasını yedik!

    Ben de bir örnek eklemek isterim. Aşağıda bir bölümünü alıntıladığım bir yazı var, 2006’ta yazılmış, o günden bugüne geçerliliği azalmıyor, artıyor. Buraya almadığım devamından da görüleceği gibi yazar kapitalizm öncesinin geri, totaliter bir dünya görüşüne mensup. Dahası, bizler bu konuda pek bir şey yapmazken, bunları yazanlar, bu eleştirileri yapanlar, bunları gündeme getirenler genellikle bu geri çevreler oluyor:

    Lüks ve Gösteriş Hastalığı

    1945’te ikinci dünya harbi sona erdi, Amerika’nın silah yapan fabrikaları başka şeyler üretmeye başladı, ülkemize çok az sayıda buzdolabı, çamaşır makinası, elektronik ev eşyası geldi. O tarihlerde evlerde yemekleri muhafaza etmek (saklamak) için teldolabı kullanılırdı. Taşrada çok sıcak havalarda tencerelerin, kavun ve karpuzların sepetlerle kuyulara sarkıtıldığını hatırlıyorum.
    Diyelim beş bin nüfuslu bir Anadolu şehrine on adet buzdolabı geldi. Bunları satın alanlar, mutfağa koymazlar, misafir odasına, salona koyarlardı. Hattâ, buzdolabının üzerine işlemeli örtüler sererlerdi. Görülsün…
    1945-50 yılları arasında Amerikan çamaşır makinalarının da salonlarda “teşhir” edildiğini hatırlıyorum.
    Havva hanımların 24 lambalı bir radyoları vardı. Evlerine her gelene, dindarane bir üslupla “Bizim radyomuz 24 lambalıdır” derlerdi.
    Şimdi o günler geride kaldı. Onların yerini otomobil, lüks televizyon, lüks ve pahalı cep telefonu fetişizmi aldı.
    Söylemiyor ama lisan-ı halinden anlaşılıyor:
    – Otomobilime bak, ne kadar pahalı, ne kadar lüks, ne kadar güzel…
    Cebinden küçük bir telefon çıkartıyor. Sadece telefon değil, aynı zamanda bilgisayar. Bitmedi, dijital resim çekiyor. Bir sürü marifeti var. Her çalışında sahibi pişmiş kelle gibi otuz iki dişini göstererek sırıtıyor.
    Japonlar veya Çinliler yakın zamanda, konuşanların birbirlerini görerek iletişim kuracakları telefonlar çıkartacaklardır. Zırrrr… Açıyorsun, ekranda sırıtkan bir sima “Hello!” diyor. Aman ne medeniyet ne medeniyet…
    Ben otomobili, cep telefonunu, televizyonu tenkit etmiyorum; onların fetiş, statü, değer, prestij, gurur, kibir, övünç, üstünlük sebebi sayılmasını tenkit ve hicv ediyorum.
    Geçenlerde küçük, fakat çok güzel bir otomobil gördüm. Yenisinin fiyatı 20 bin YTL’nin altındaymış. Bizim otomobil fetişizmi mübtelâsı böylesini almaz. Gider tank gibi, lök gibi çok pahalı bir cip alır. Gösteriş için, gurur için, kibir için, statü için.
    Sadeliğin, tevâzuun, orta halliliğin fazilet olduğunu böylelerine anlatmak mümkün değildir.
    Herif milyonla dolar vermiş, bir rezidansın yirmi beşinci katında lüks bir daire edinmiş. Dayamış döşemiş ve yerleşmiş. Bu adam bilmiyor mu ki, iki seneye kalmaz, İstanbul’da elektrik sıkıntısı başlayacak ve sık sık kesintiler olacaktır. Eve geliyor, asansöre biniyor ve küt elektrik kesiliyor. Ne halt edecek?
    İstanbul civarındaki lüks bir mahal… Etrafı, bir devletin sınırları gibi kapalı ve gözetim altında. Üç yüz kişi oturuyor, üç yüz yirmi kişilik bir koruma ve hizmetkâr kadrosu var. Diyelim ki, oraya birini ziyarete gittiniz. Gümrük veya sınır kapısı gibi bir yere geliyorsunuz. Kim olduğunuzu ve kime gitmek istediğinizi söylüyorsunuz. Kimliğinizi istiyorlar, telefon açıp soruyorlar. Vize verilirse giriyorsunuz, yoksa geri dönüyorsunuz. Devlet içinde devlet.
    Bilhassa bazı medya mensupları halktan, toplumdan çok koptular.
    Ayda on binlerce dolar maaşlar. Boğazda, başka lüks yerlerde korular içinde köşkler. Otomobil eve yaklaşıyor, kapılar telsizle açılıyor. Her taraf gizli kamera, alarm dolu. Mutfak ameliyathane gibi. Mikro dalga ördek pişirme makinesi ayrı, tavuk pişirme cihazı ayrı. Salonda bar var, onlarca çeşit pahalı içki. İçki onlara göre uygarlığın anasıdır…
    Taksimle Dolmabahçe arasında lüks bir lokanta varmış, bir kişi 350 liraya yemek yiyormuş. Dört kişi gitseler 1500 lira. Randevu alarak gitmek gerekiyormuş, yoksa yer bulamama tehlikesi varmış.
    İstanbul’un, Ankara’nın böyle lokantaları hakkında renkli fotoğraflarla süslü küçük bir kitap çıkartacaksın, bundan bir milyon nüshayı Türkiye’nin en fakir bölgelerinde halka dağıtacaksın. Acaba ne reaksiyon olur? Halk kızar ve öfkelenir mi, yoksa, “Ah biz ne zaman böyle yerlerde yemek yiyeceğiz?..” diye ağlar mı?
    Türkiye son birkaç on yıl içinde çağ atladı. İyiye mi gidiyor, kötüye mi? Bu soruya Müslümanlar bile aynı cevabı vermiyor. Bazısı tenkit ediyor, kötüye gidiyor diyor, bazısı da pembe ufuklara dört nala koştuğumuzu, geleceğimizin çok parlak olduğunu iddia ediyor.

    http://www.milligazete.com.tr/haber/Luks_ve_Gosteris_Hastaligi/91256

  322. Vay vay vay!

    Zileli’nin sitesinde, uzun zaman sonra kapitalizm tartışması görmek çok şaşırtıcı bir durum!

    Olaya bir de şöyle bakalım:

    Türkiye’de yerleşik, ihracat & ithalat yapan şirketlerin çok büyük bölümünün elde ettiği gelir, Euro cinsi.
    Aynı şirketlerin borçları ve ödemeleri ise, Dolar (USD) cinsi.

    Türkiye’nin yüksek kâr ettiği ihracat pazarlarından biri Irak’tı. Özellikle 2011’den beri tansiyon yüksek olduğundan artık Irak’a yapılan ihracat eskisi kadar gelir getirmiyor.

    Avrupa Birliği (A.B.) üyesi olan veya olmayan ülkeler ise, 2008 Eylül’de ABD’li yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşüyle birlikte krizin kendilerine sıçramasından sonra toparlanmaya henüz başlamadılar.

    Yunanistan,
    İtalya,
    İspanya,
    Portekiz,
    Ve hattâ İzlanda bile halâ yaşadıkları krizden kurtulmaya, kurtuldularsa bile, kriz sonrası stres bozukluğunu üzerlerinden atmaya çırpınıyor!

    Fransa gibi bir büyük A.B. üyesi ülke de bile ekonomi yavaşlamaya başladı!

    Avrupa Birliği Merkez Bankası (European Central Bank, ECB), 2015 Mart’ta parasal genişleme programını başlattı. Ama bu genişleme, piyasaları canlandıracak etkiyi henüz göstermedi. Uzun dönem de göstereceğe benzemiyor!

    Bütün bunlara ek olarak:
    Çin’de ekonomik büyüme hızı yavaşlama eğiliminde. Bu şu demek: Dünya genelindeki talep daralması nedeniyle, Çin’deki fabrikalara geçilen siparişlerde de azalma başladı!

    Brezilya’nın ekonomisi darmadağın olmak üzere!

    Arjantin, Venezuela gibi ülkeler, zaten yıllardır doğrulamıyorlar!

    Japonya, 1992-93-94’ten beri aynı tas aynı hamam! (Dile kolay, 20 yıldan fazla!)

    Rusya, her ne kadar Suriye çemberine girmeye karar vermişse de, Ukrayna ile yaşadığı sorunların sonucunda kendisine uygulanan ekonomik ambargoları kaldıracak güçte değil! Doğalgaz rezervlerinin yüksek olması en büyük avantajlarından biri, ötesi pek yok!

    ABD Merkez Bankası (Federal Reserve, FED) ise, kendi ülke sınırları içinde ekonominin canlanıp canlanmadığına bir türlü emin olamıyor. Çünkü ABD TÜFE’si (enflasyonu) bir türlü yerinden kıpırdamıyor. Eğer FED, ABD TÜFE’sinin kıpırdayacağına emin olursa: Ya Aralık 2015’te, ya da 2016 içinde ilk faiz arttırımını yapacak!

    Fakat FED’i endişelerinden sadece ABD TÜFE’sinin bir türlü yükselemiyor oluşu değil. Dünya genelinde ekonomilerin yavaşlaması nedeniyle de, FED, faiz arttırımına başlayamıyor! Eğer ABD’nin ürettiği malları ihraç edebileği canlı piyasalar dünya genelinde yoksa, FED, faiz arttırımını geciktirecektir. Peki, ne zamana kadar? İşte bütün mesele bu! Çünkü FED, faiz arttırımını geciktirdiği sürece, yeni balonların oluşmasına da yol açtığını gayet iyi biliyor! 2008’de krizi dünyaya yayan sebeplerden birini, yani faizi düşük tutmayı, FED tekrar etmek istemiyor!

    ‘2007-08’ krizin başlangıç dönemi öncesinde FED’in bilançosu: 900 milyar Dolar (USD)’ye yakındı.
    2015 itibariyle FED’in bilançosu: 4,8 trilyon Dolar (USD)’ye dayandı!
    FED’i korkutan senaryolardan biri, işte bu aşırı şişmiş balonun patlama olasılığı!
    FED, imkân yakaladığı an faizi arttıracak, bu balonu yavaş yavaş söndürecek.

    Fakat: Türkiye gibi gelişme yolundaki ülkeler, Dolar (USD)’ye eroinman gibi bağımlı olduğundan ve borç yapılanması Dolar (USD) üzerine inşa edildiğinden, FED’in faiz arttırmasıyla, bizler krize koşar adım gireceğiz! Çünkü, Dolar (USD) bizleri hızla terkedip, anavatanına yani ABD’ye dönmeye başlayacak!

    Şimdi:

    Dünya genelinde böyle bir konjonktür varken,
    Ve Türkiye sadece inşaat ekonomisiyle büyümeye alıştığı için,
    İlk tsunami dalgasını FED’den gelebilecek faiz arttırımıyla yiyecek!
    Sonrasında Türkiye’ye neler olacağını kimse kolay kolay kestiremiyor!

    Bu arada: FED, faiz arttırımına başlarsa, gelişme yolundaki ülkelerden Dolar (USD) çıkışı hızlanacağından, Türkiye gibi ‘çok kırılgan’ ülkelerin merkez bankaları da (yani o meşhur TCMB gibi!) faiz arttırmak zorunda kalacak!

    Dönelim tekrar başladığımız yere:

    Türkiye’deki enflasyonun kronik şekilde yükselmesinin nedeni artık ‘talep’ bazlı değil, ‘maliyet’ bazlı!

    İç talep bile, yavaş yavaş erime eğilimine girdi. Çünkü şirketlerin hem kendi aralarında yaşadığı, hem de bankalarla yaşadığı borç/alacak mekanizması artık durma, ve hattâ çökme aşamasına geldi!

    Dolar/TL kurunda, Dolar (USD)’nin yükselmeye devam etmesi ‘maliyetleri yükseltir’!

    Çünkü, ithal edilen ürünlerin ödemesinin çoğu Dolar (USD) cinsi ile yapılır! (Ve yurtdışı şirketlerle + bankalarla yaptığımız mali ortaklıkların, borç yapısının da çoğu Dolar cinsi iledir!)

    Maliyetlerin yükselmesi, şirketlerin yatırım plânlarını ertelemesine yol açar!

    Yatırım plânlarının ertelenmesi, siparişlerin azalmasını hızlandırır!

    Siparişlerin azalması, şirketleri, gereksiz yere harcama yapmamaya, şirket içi tasarruf önlemleri almaya teşvik eder!

    Şirketler içinde, gereksiz departmanlar kapatılır, maliyet arttırıcı unsurlar elenir!

    ‘Az işçi, az personel ile çok iş yapmak’ zihniyeti esmeye başlar!

    Birçok işçi ücretli ve/veya ücretsiz izne gönderilir! Yakın zaman sonra, işten çıkarıldıklarına dair telefon gelir!

    Daha ileriki aşamada ise, yığınsal işten çıkarmalar başlar!

    Dananın kuyruğunun kopmaya başlayacağı yer de işte burasıdır!

    Türkiye’de ekonomik kriz vardır!

    Bu kez hızlı hızlı değil,
    Yavaş yavaş geliyor!
    Yaka yaka geliyor!
    Yıka yıka geliyor!

    Yukarıda okuduklarınızın hiçbiri ‘felaket tellallığı’ değil!
    Şu an yaşadıklarımızdır!
    Yarın yaşayacaklarımızdır!

  323. Bu girişim hangi çalınacak minarenin kılıfı acaba?
    Bu denli basit bir gerçeği inkâr çabası da neden? (Para, altın vb. kullanılarak) Kapitalizm ve ticaret iç içedir; biri diğerini üretir. Birbirini besler. Modern olsun olmasın biri olmazsa diğeri olmaz. Birbirinden ayırmak saçmalıktır. Yumurta – tavuk’tur o.. Ve yer de değiştirebilirler!
    **
    Böyle düşünüyordum. Net’i karıştırdım.
    Buyrun..
    ***
    2.) Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır?

    Sorudan, sadece
    bir ekonomi biçimi mi
    yoksa
    toplum sistemi mi anlaşıldığına bağlıdır.
    ***
    Bu soruyu en kısa Marks yanıtladı: Kapitalizm = GW-W’-G’. Parayla (=G) bir meta (=W) alın. Aldığınızı sattığınız ve karşılığında öncekinden daha fazla para (=G’) alabildiyseniz, başlangıçta yatırdığınız paranın sermaye olduğu ortaya çıkar. Ancak burada metanın kendisinin değişimi de söz konusudur: ister başka bir metaya dönüşmesiyle, isterse de bir yerden başka bir yere nakledilmesiyle. Bu değişimin sonucunda aynı şey değildir; W, W’ olmuştur ve formülümüz şimdi (GW- W’-G’)dür. (1)

    Bu formül kapitalizmi ortaya çıkaran ve ayakta tutan güçler hakkında az şey söyler. Robert L. Heilbronner (1919-2005) bu konuda bir öneride bulunuyor. Ona göre kapitalizm, piyasanın yönlendirdiği hakimiyettir. Kapitalizm öncesi çağlarda »güce«, »prestije« ve »hakimiyete « ulaşma gayreti ekonomi dışı şiddet aracılığı ile gerçekleşmekteydi, şimdi ise piyasanın yardımıyla. (2)

    Kapitalizm, G-W-W’-G’ hadisesi olarak
    antik çağda, feodalizmde ve hatta »Halk İktisatının Planlanma ve Yönetiminin Yeni Ekonomik Sistemi«nin DAC sosyalizminde dahi –
    yani kapitalist olmayan sistemlerde de var olmuştur.

    Orada kâr, bu biçimde çoğalan araçların yardımıyla yapılmıştır. Ortaçağda ve Yeniçağda Japonya’da, Hindistan’da, Çin’de ve İslam Dünyasında iktisat böyle işlemiştir. Ancak bu kapitalizmler, her defasında kapitalist olmayan toplumlardaki alt sistemler olmuşlardır.

    Marks istisnaen »kapitalizm« kelimesini kullandığında, her zaman sadece bu iktisat tekniğini (»üretim tarzını«) kast eder, bir toplum sistemini değil. Ancak 1902’de Werner Sombart bütün toplumları »kapitalizm« olarak nitelendirmiştir.

    Aradaki fark Marks’ın »Kapital«inin ilk cümlesinde okunabilir. Orada şunlar yazılıdır:

    »Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği kendini ‘muazzam bir meta birikimi’, tek bir meta ise bunun birimi olarak gösterir.» (3)

    Burada ne görüyoruz? Yanıt: İçeriği olan bir toplum. Bu içerik, topluma ait olan, ama zorunlu olarak onunla özdeş olmayan »kapitalist üretim tarzı«dır. Bu üretim tarzı toplumun saf içeriği olarak sadece bir alt sistem olurdu. Biraz önce anılan alıntıda ise »egemen«dir. Ancak bu durumda toplumsal sistem olarak kapitalizmden bahsedebiliriz. Marks bu alıntıda kelimeyi (kapitalizm) sakınmıştır.

    Kapitalizm alt sistem olarak çok eskidir; bütün bir toplum olarak ise yaklaşık 1500’den bu yana varlığını tanıyoruz. Tabii ki buradan, [kapitalizmin] yeniden sadece bir alt sistem olacağı, geleceğin kapitalist olmayan toplumunun tasavvur edilebilir ve belki de arzulanabilir olup olmayacağı sorusu çıkar.
    **********************
    kuşku duyuyorum; bu kavramları-tarihi çarpıtarak uydurulmuş ticaret savunuları yoksa İslamiyet’in ticaret kutsamalarını aklamak için mi?
    *
    Ticaret Modern Kapitalizmin BABASIDIR! Dölleyen o’dur…
    ***
    Şimdi çuval, çuval yazı gelecek!
    alıntıladığım sayfadaki şu cümleyi de eklemek zorundayım!

    “Sadece bir deli, on bilgenin sorabileceğinden fazla yanıt verir.”

  324. Kabaca bakıldığında, ama temel olarak değerlendirildiğinde, Önceki ve Modern kapitalizm arasındaki fark..
    ücretli emeğin ortaya çıkmış olmasıdır. Emeğin insandan “kopartılarak” ticarete dahil edilmiş olması ki, bu belki de günümüz ticaretini ahlaki olarak daha da kirli-acımasız görmemize yol açsa da..
    örneğin Roma’lıların köle emeğine dayalı ürettikleri buğday veya zeytinyağının ticareti mi daha temiz? Kutsal.
    MS 600 lü yıllarda yapılan ticaret kutsal mıydı?
    **
    Bu süreçler yargılanamaz ama yağma ve Ticaret bilinen Modern Kapitalizm için sermaye birikimi sağlamıştır.. Modern kapitalizm de yine yağma ve ticarete devam ediyor. Köle emeği yerine ücretli emek kullanıyor!
    Geçmiş zamanlara güzelleme yapanlar.. şu köle, köle ticareti, köle emeği üzerinde biraz bir şeyler okusalar iyi olacak…

  325. Ne çılgın cümle.
    Ben kimlerle “konuşuyor muşum?”
    O ingilizce paralamalar, o kitap adlarından sonra bu cümle de nedir?
    Alt yapısı güçlü 14 yaşında bu iddiada bulunamaz..

    “Adam Smith” isimli şahsın; “‘ticaret’in doğasını bozduğunu!”, günümüzde sürmekte olan “kapitalizm” isimli akımın, motorun, mekanizmanın baş müsebbibi olduğunu kaynaklarıyla ispat ettik, fakat; anlamak istemediniz!
    ***
    Vay be Adam Smith ne yapmış? Adam Neolitik Devrim ile varılan 1700’lere bakıldığında, 7 bin yıllık insanlık ekonomik sürecinin yatağını değiştirmiş…
    *
    Doğrudur; Nihilizm bir yanı ile cehaletten de beslenir..

  326. Kuşkulanıyorum; bu “işin” altından Dinsel Metinlerin yaptığı bir zihin ve iddia çıkacak…

  327. KAPİTALİZM'LE İLGİLİ ZAFER CÖMERT'TEN GELEN UYARI!

    2013’te Gezi parkı protestoları esnasında “devlet tarafından!” katledilen “Abdullah Cömert”in ağabeyi “Zafer Cömert”in yazdıkları aşağıda.

    Zafer’in mesleği “mühendis”lik.

    Türkiye’de hakkında yakalama ve göz altına alma kararı çıkarıldığı için Zafer Türkiye dışına çıkmak zorunda kaldı!

    Daha çok Rusya ve Ukrayna arasında bulabildiği işlerde çalışmaya gayret ediyor.

    === 14 EKİM 2015 ÇARŞAMBA ===

    Size kısa bir şey anlatayım: Yeni başladığım iş; bir A.V.M. (Alışveriş Merkezi) içinde “kablo değişim”.

    A.V.M. gündüz açık olduğu için sadece geceleri çalışıyoruz.

    20’den fazla adam peşinde koşuyorum. Bütün gece A.V.M. koridorlarını aşındırıyorum. Yorulunca; müşteri koridorlarına konulan koltuklara oturuyorum.

    Koltuklara oturduğum için güvenlik personeli uyarıyor; yasakmış! “Yerim ben bu yasağı!” diyerek kalkmıyorum! Dün, beni baya bi zorladılar!

    Dün “dışarı atmakla” tehdit ettiler! “Yazılı kâğıt verin; kendim çıkarım.” dedim. Daha ileri gidip; polis çağırma tehdidinde bulundular!

    Kahkaha atarak; “polis çağırma gerekçenizi çok merak ediyorum!” dedim.

    Ben twitter adresime bu olayları yazarken yine geldiler! Dinlenince koltuktan kalkacağımı, soyledim. Baya tartıştık! Sonra; “dinlendim zaten!” diyerek kalkıp A.V.M.’de turumu attım.

    Şimdi tekrar oturuyorum! Sorun çıksın istemiyorum ama oturmadan da olmuyor (125000 metrekare alandan bahsediyoruz!) Peşimde dolanıyorlar!

    === 15 EKİM 2015 PERŞEMBE ===

    Merhaba arkadaşlar, sakın gülmeyin: Beni bugün tutanak tutup dışarı attılar!

    Şu an A.V.M.’ye girişim yasak. İşimin başında değilim!

    === 16 EKİM 2015 CUMA ===

    Sanırım bugün işten çıkarılacağım. Dünya devi bir markanın A.V.M.’sinde “koltuğa oturuldu!” gerekçesiyie işten eleman attırdığını bir kenara yazın!

    İşten çıkarma olursa markanın ismini duyurmakla yetinmeyip; hukuksal olarak mahkemeye gitmeyi düşünüyorum!

    Skandal bir olay: “‘Koltuğa oturdu’ diye işten attırma!”

    “‘Koltuğua oturdum’ diye özür yazısı imzala; işine devam et!” diyorlar. Ne yapayım?! İlk tepkim “imzalamak istemiyorum”; ama işi de kaybedemem!

    “İmzalamayacağımı” söyledim! “Ortada özür dilenecek bir durum yok!” dedim! Kendilerinden cevap bekliyorum.

    (NOT:
    Zafer, arada geçe sürede neler yaşandığını henüz açıklamadı. Muhtemelen işten atılmadı. Yazdıkları aşağıda.)

    === 21 EKİM 2015 ÇARŞAMBA ===

    Sanırım 12 saate yakındır ayaktayım. Mesai bitimine daha 2,5 saat var.
    Ayağımın biri su toplamış, ötekisi kanıyor!
    Çalışıyoruz işte!

    (Zafer’e bir arkadaşı soru soruyor)
    Evde, sokakta infaz edilmekten iyidir! Kolaylıklar diliyorum gözüm!

    (Zafer’in verdiği cevap)
    Yok! Hayır! İnfaz edilmek köle olmaktan iyidir; buna inan!

    (Zafer’e bir arkadaşı yazmaya devam ediyor)
    Yanılıyorsun iki gözüm! “Emek”; devrim yapmış Dünya’yı altüst etmişti! Yine edecek! Kuşkun olmasın! Görmesekte olur!

    (Zafer’in verdiği cevap)
    O EMEK, ŞİMDİ “KULAK ARKASINI BİLE SÖMÜRTMEK”TEN GAYET MEMNUN!
    DEVRİM, KENDİLİĞİNDEN OLMAYACAK, BİLİYORUZ!
    BOŞUNA ÖLMÜYOR ÇOCUKLAR!

    Eve yeni girdim.
    Dün olduğu gibi; tüm gün iş yerinden taciz etmezlerse biraz uyumaya çalışacağım!
    İyi geceler!

    **********

    Zafer’in mesajlarının hepsi aşağıdaki adreslerde:

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654400534661722112

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654400970177294336

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654401416426094592

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654401743435001856

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654402820653883392

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654411527894757376

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654412121493651456

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/654807661905506304

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/655031830245187584

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/655032149523959808

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/655032808575008769

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/655038060892155904

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/655045696089956352

    21 Ekim ve sonrasında yazdıkları için adresler:

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/657024220187238400

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/657025647685058560

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/657027597616988160

    https://twitter.com/Abdocan_Comert/status/657068101511585792

    Esen kalın !

  328. Sayın (ogürsel)'e

    Sayın (ogürsel),

    Ne zaman 2015’e ulaşacaksınız; bilmiyoruz!

    Size sadece ama sadece “yaklaşmakta olan tehlikeyi” işaret etmeye çabalıyoruz! Siz ise içinizde paranoya biriktiriyorsunuz!

    Umarız; “322” numaralı metinde “Zafer Cömert”in yazdıklarını da okumuşsunuzdur!

    Son olarak:

    Bizim de yararlandığımız

    http://www.antimai.org/bs/rosa9soru.htm

    sitesinden alıntıları paylaştığınız için teşekkürler!

    Esen kalın !

  329. Sayın (ogürsel)'e EK CEVAP

    Sayın (ogürsel),

    [Bu girişim hangi çalınacak minarenin kılıfı acaba?
    Bu denli basit bir gerçeği inkâr çabası da neden? (Para, altın vb. kullanılarak) Kapitalizm ve ticaret iç içedir; biri diğerini üretir. Birbirini besler. Modern olsun olmasın biri olmazsa diğeri olmaz. Birbirinden ayırmak saçmalıktır. Yumurta – tavuk’tur o.. Ve yer de değiştirebilirler!]

    Yazdıklarımızı gerçekten anlamıyor musunuz?
    Anlamak mı istemiyorsunuz sayın “ogürsel”?

    “Kapitalizm”; ticaretin rahminden doğmuştur! Evet; haklısınız!

    [Vay be Adam Smith ne yapmış? Adam Neolitik Devrim ile varılan 1700’lere bakıldığında, 7 bin yıllık insanlık ekonomik sürecinin yatağını değiştirmiş…]

    “Adam Smith” isimli şahıs; “‘ticaret’in rahminden doğan ‘kapitalizm’i” bir motora, bir makineye, bir mekanizmaya dönüştürmüştür! Binyıllara yayılan akımların, geleneklerin, konseptlerin, alışkanlıkların; sırf “kökleri sağlam” diye değiştirilemeyeceğini mi, ve hâttâ bozulamayacağını mı zannediyorsunuz sayın “ogürsel”?! Peki öyleyse “Galileo Galilei” ne yaptı?! Peki öyleyse “Giordano Bruno” ne yaptı?!

    “Hrant”ımız faşizm tarafından katledildikten sonra, ne demişti Rakel Dink:
    “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim!”

    Aynı söz: Kapitalizm için de geçerli!
    Bugün “tavuk” da zehirli, “yumurta” da zehirli! “Horoz”un da zehirli olduğunu söylememize gerek yok herhâlde!

    Karl Marx & Friedrich Engels’in “Das Kapital”ini ezberlemişsiniz, biz de ezberledik sayın “ogürsel”!

    Fakat:

    “Das Manifest der Kommunistischen Partei”nin,
    Ve “Das Kapital”in temelini oluşturan:

    1759 tarihli “The Theory of Moral Sentiments”
    http://www.econlib.org/library/Smith/smMS.html
    (Türkçe’ye henüz çevrilmedi.)

    Ve

    1776 tarihli “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations”
    https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=ICQJOHJCQ10SGVOENZJS

    teorilerini de incelemeyi niçin geciktiriyorsunuz sayın “ogürsel”?!

    http://www.antimai.org/bs/rosa9soru.htm sitesinden yaptığınız alıntıların benzeri;
    https://www.marxists.org/
    http://theanarchistlibrary.org/special/index
    https://libcom.org/
    başta olmak üzere, yüzlerce adreste de var!

    Niçin şimdiye kadar “sol cenah”:
    “The Theory of Moral Sentiments”in,
    ve
    “The Wealth of Nations”ın içindeki ölümcüllükleri incelemedi de; sadece “Marxist literatür”le yetindi?!

    Keşke 1978-1979 ders yılında, “Marx” & “Lenin” okurken;
    Arada bir “John Locke”, “Adam Smith”, “David Ricardo”, “John Maynard Keynes”, “Ayn Rand” veya “Milton Friedman” da okusaydınız; belki “kapitalizmi 37 yıldır öksürmeye devam ediyor olurdunuz!” sayın “ogürsel”!

    **********

    [Kabaca bakıldığında, ama temel olarak değerlendirildiğinde, Önceki ve Modern kapitalizm arasındaki fark..
    ücretli emeğin ortaya çıkmış olmasıdır. Emeğin insandan “kopartılarak” ticarete dahil edilmiş olması ki, bu belki de günümüz ticaretini ahlaki olarak daha da kirli-acımasız görmemize yol açsa da..
    örneğin Roma’lıların köle emeğine dayalı ürettikleri buğday veya zeytinyağının ticareti mi daha temiz? Kutsal.
    MS 600 lü yıllarda yapılan ticaret kutsal mıydı?]

    Şimdi de “kutsal”lık kelimesi meydana çıktı!

    Sayın “ogürsel”,

    Eğer, 28 Mayıs 2015’ten beri yürüttüğümüz görüşmelerde; “bugünü terkedelim, geçmişte yaşayalım!” zihniyetinde olduğumuz sonucuna vardıysanız; size ne desek, ne yazsak boş!

    HRİSTİYANLIK İÇİNDE “AMİŞ” İSİMLİ BİR AKIM VARDIR (İngilizce: “Amish” & Almanca: “Amisch”).
    “AMİŞ” AKIMININ YOLUNDAN GİDENLER:
    “ELEKTRİK” KULLANMAKTAN, ELEKTRİKLE YAŞAMAKTAN KAÇINIRLAR!
    HASTALANDIKLARINDA “MODERN TIBBI UYGULAMAYI” GENELLİKLE REDDEDERLER!
    19. YÜZYIL VE ÖNCESİ KIYAFETLER GİYMEYİ TERCİH EDERLER!
    KADINLARIN SADECE EV VE ÇEVRESİNDE YAŞAMASINI, “ANNE”LİK MİSYONU DIŞINDA HİÇBİR ŞEYİ BENİMSEMEMESİNİ İSTERLER!
    MOTORLU TAŞIT KULLANMAKTAN KAÇINIRLAR, AT ARABASI VE BENZERLERİ İLE ULAŞIM İHTİYAÇLARINI GİDERİRLER!
    (…)
    LİSTEYİ UZATABİLDİĞİMİZ KADAR UZATABİLİRİZ!

    Eğer, sayın “ogürsel”,

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”lar;

    “Modernite”yi eleştirirken “geçmişte yaşamaya özenç!” duyduğumuzu sanıyorsanız,

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz YaLAka”lar;

    “Foxconn” fabrikalarında “ölümcül rekabet” nedeniyle “intihar eden!” emekçilerin çığlıklarını duyurmak için mücadele ederken, o fabrikalardaki teknolojiye karşı olduğumuzu sanıyorsanız (“307” numaralı metnimizde detaylarıyla izah ettik!);

    Size ne desek, ne yazsak boş!

    “238” numaralı metninizde ne yazmıştınız:

    […ben ise “at sahibine göre kişner” olarak değerlendiriyorum.] Bu hususta sizle aynı görüşü paylaşıyoruz!

    **********

    [Modern kapitalizm de yine yağma ve ticarete devam ediyor. Köle emeği yerine ücretli emek kullanıyor!]

    İŞTE BU YAZDIĞINIZ HUSUS İLE İLGİLİ; “KAPİTALİZME KARŞI” TARİH BOYUNCA DAİMA MÜCADELE EDİLDİ!

    “KAPİTALİZM” HİÇBİR ZAMAN KENDİNİ KENDİNİ BİTİRMEZ! SÜREKLİ SÖMÜRECEK YENİ ALANLAR YARATIR!

    “KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELE ETMEDEN” NE “DEĞİŞİM” GERÇEKLEŞTİREBİLİRİZ, NE DE “DEVRİM” YAPABİLİRİZ!

    İşte örnekler:

    === ÖRNEK 1 ===

    (Yukarıda ‘118’ numaralı metnimizden)

    ABD bağımsızlığını ilan etmeden ve o bölgede düzenin konsolide olmasından yıllar önce, yani ‘The Americas’ hâlâ dağınık ve savaşlar içindeyken; Avrupa menşeli ‘emperyal!’ ülkelerin yöneticileri, the Americas’ın asıl yerlilerine (native) kendilerinden bazı şeyler öğretmeye karar verirler.

    ‘Futbol’ dediğimiz oyun; bırakalım dünyayı, İngiltere de bile tanınan bir şey değilken, futbolun atası diyebileceğimiz bir oyun türüyle; İngiliz yöneticiler, yerlilere ‘rekabet’ kelimesini anlatmak isterler. The Americas yerlilerinden bazılarını ikna ederek maç düzenlerler.

    Her iki takımda da; hem İngiliz oyuncular, hem ‘yerli’ oyuncular vardır (karma şekilde).

    Her takım içindeki İngiliz oyuncular, aynı takımdaki ‘yerli’ arkadaşlarına ‘rekabet’in ne olduğunu bizzat oynayarak gösterirler.

    İki veya üç maç sonucunda kazanan taraf neresi olursa olsun; kazanan taraf içindeki İngiliz oyuncular sevinç çığlıkları ile ortalığı inletirken, hem kazanan taraftaki, hem kaybeden taraftaki ‘yerli’ler bu sevinç çığlıklarına anlam veremez.

    Birkaç maç sonra ‘yerli’ler de artık her gol sonrası, her kazanım sonrası sevinmeye, kendilerinden geçercesine hareketler yapmaya başlar. Fakat yenilen taraftaki ‘yerli’ dostlarının sürekli üzgün olduklarını görünce bir an duraksarlar!

    ‘Yerliler’in bu duraksamasına; İngilizler de şaşırır!

    En sonunda; kazanan takımdaki ‘yerli’ler İngilizlere şu cevabı verir:
    Biz daha önce kendi aramızda bu derecede yarışmamıştık! Biz burada mutluluk sarhoşu olmuşken, kardeşlerimizin kahrolmasına dayanamayız! Biz ‘rekabet’i sizin anladığınız gibi anlamıyoruz!

    Yukarıdaki hikayenin aynısını Güney Afrika’da ‘Xhosa’ medeniyetindeki ‘Ubuntu’ geleneğinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Veya Orta Asya topraklarında yoğrulmuş Türk medeniyetlerinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Ek olarak; Edward Wadie Said’in o muazzam uyarısı ‘Orientalism’ başlığından da bahsedip, geçebiliriz…

    === ÖRNEK 2 ===

    (Yukarıda ‘137’ numaralı metnimizden)

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar.

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 23 Ekim 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ‘emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    === ÖRNEK 3 ===

    (Yukarıda ‘137’ numaralı metnimizden)

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?!}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır !}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    ‘Eylem’ ve ‘eylemsizlik’ kelimeleri bunun neresinde !!!???

    BİR BEBEĞİN; EMEKLEMEYİ, AYAKTA DURMAYI, YÜRÜMEYİ, KOŞMAYI, DÜŞMEYİ, ZIPLAMAYI ÖĞRENMESİ GİBİ;
    BİZLER DE “REKABET ETMEDEN YAŞAMAYI” BİR BEBEK GİBİ, EN BAŞA DÖNEREK YENİDEN ÖĞRENMEK ZORUNDAYIZ!

    KAPİTALİZMİ BESLEYEN: “REKABET”TİR!

    ALIŞKANLIKLARIMIZI TERK ETMEK O KADAR KOLAY OLMAYACAK!

    “İLK ADIM”I ATMAK İÇİN; DAHA FAZLA CESARETE İHTİYACIMIZ VAR!

    Esen kalın !

  330. sevgili arkadaşlar,
    niyetiniz elbette iyidir. Çıplak, açık, acımasız, işkenceci denilebilecek bir örgütlenme sayılması gerekli Modern Kapitalizm karşısındaki duygularınızı paylaşıyorum.
    beni üzen ve şaşırtan böylesi “devasa” bir kötülük makinesi karşısında YÖNTEMİNİZE AİT SORUNLARDIR. Yazdıklarınızı okuyorum; yineleyerek yazıyorsunuz. Okuyorum.
    Ama şu cümleniz bence ne kadar çok dili bilirseniz bilin, ne çok kitap okumuş, incelemişseniz inceleyin, bence hayatın diyalektiği konusunda yine bence, tarihsel süreçlerin kaçınılmaz diyalektiği konusunda yine bence “zırva” hanesine girer. Bu cümlenin arkasında o kadar dil ve kitap varsa eğer durum çok vahimdir. Yardımcı olmak için yazıyorum. Olmaz; yok böyle bir şey.. Bu cümle böyle yazılıyorsa okuduklarınız ya yanlış okumuşsunuz; ya sindirememişsiniz, ya o kitapların kimisi saçma sapan..
    cümleniz şu;

    “Adam Smith” isimli şahsın; “‘ticaret’in doğasını bozduğunu!”, günümüzde sürmekte olan “kapitalizm” isimli akımın, motorun, mekanizmanın baş müsebbibi olduğunu kaynaklarıyla ispat ettik, fakat; anlamak istemediniz!”
    ———————————-

    Bu zaten peygamber vahyi retoriğinde yazılı; bu da ayrı bir sorun.
    ——————————-

    “Onlara tuttukları yolun yanlış olduğu söylendi; şeytanın yöntemine sarılmışlar fakat yolları cennete çıkar sanıyorlardı; uyardık; dinlemediler!”
    *

    Benden de bu kadar!

  331. Çok çaba harcıyorsunuz; emek veriyorsunuz. saygı duyuyorum. Ama korkarım müritlerinizi yanlış yerde arıyorsunuz; emeğinize yazık olacak. Sağlıcakla kalın.
    (Ve sizi anlamayanlara sakın öfkelenmeyin; gerçek peygamber ruhu “yanlış yolda” olanlara kızmaz; onlar için üzülür…)

  332. Sayın Gün Zileli'ye

    Sayın Zileli,

    Bu sayfada; daha çok sayın “pipsqeuak” ve sayın “ogürsel” ile görüşmelerimizi sürdürüyoruz ama umarız yazdıklarımızı siz de okuyorsunuzdur.

    Çünkü:

    Bir başka “Beyaz YaLAka” olan evladınız, ve bizim dostumuz, sayın “Irmak Zileli”nin de yaşadığı ve yaşayacağı problemler; sizlere işaret etmeye çabaladıklarımızla aynı!

    Esen kalın !

  333. Sayın 316 (yine pipsqueak’den)
    Not 1: Sanırım siz birbirini tanıyan arkadaşlarsınız ve kendinizde minimum ortak bulduğunuz nokta YaLaKa’lar olmanız. Ve siteye gönderdiğiniz yazılar hem bireysel hem de YaLaKa ruhunu ifaderler.
    a) Tahminim doğru mu? Örneğin 316 “315′teki eleştirilere katılıyorum” sözüyle başlar ama bana göre sanki aynı “kişi” yazmış gibi.
    b) Sizlere, çok sevdiğim “efficiency” yaşamına uymak amacıyla “YaLaKa’lar diye hitap edebilir miyim?
    Not 2: 296 no”lu yazınızda beni kahvaltılara veya öğleden-sonralarına davet etmiştiniz ve ormanda devamlı kaybolduğumdan teşekkür etmeyi unuttum. Gösterdiğiniz yakınlığa teşekkürler. Kısaca bizim İsviçre dışına çıkmamız yasak. Başvurumuz bir sonuca bağlanır gibi ama Allah’ın, özür dilerim Devlet’in işine akıl ermez. Bekliyoruz.
    Siz benim sizin ışığınızı gördüğümden söz ettiniz. Şimdi ben de yarı şaka yarı sonsuz ciddi siz de benim ışığımı görmeye başlamışa benzer gibisiniz diyeceğim. Kanıtı mı? 316’da “kapitalizm öncesinin geri, totaliter bir dünya görüşüne mensup”. Bartok ile anneanne arasındaki benzerlik.
    Ben kendimi seve seve, solcular, devrimciler, marksistler, ilericiler, kapitalist-burjuvalar, yeni nesil YaLaKa’lar, büyük bir kesim anarşistler arasında öcü bilinen tutucu (“reactionary”) sayarım. Bir anekdot. Fredy’nin “Against His-Story”, kitabının bitip basılışı şenliğine katılmaya Boston’dan gelen Fredy’nin yakın bir dostuyla daha sonra üçümüz kıra gezmeye gittik. Arkadaş bir an Fredy’ye döndü ve “anlayacağın dinozorlardan bu yana yokuş aşağı”, dedi ve üçümüz de kahkahalara boğulduk. Ben buna bütün varlığımla katılıyorum. Ne yazık ki, bu görüşün dünyamızı anlamada bir ışık olduğunu anlamayanlar, Obama (isterseniz A. Smith’i seçin)+televizyon ilahilerine başlarlar (daha sonra bunlara kukla oyununda sahne ardında konuşanlar adını vereceğim): saat geri çevrilmez, nüfus çok, İstanbul’dan Adana’ya uçak varken yürüyerek mi gideceksin? (Anders’le ilgili bir not *), buzdolabı varken pencereden mi asacaksın veya o cahil geri kalmışlar gibi ağaca mı asacaksın?, hasta olursan kocakarıya mı gideceksin?, doktor ve hastane varken karının çocuk yapmasını ebeye bırakmak akıl dışı … sonsuz ilahiler. İsterdim biri bunun bir listesiyle gölge oyunlarında olduğu gibi her lafın aslında sahne arkasında kimin konuştuğunu gösteren bir kitap yazsın. Kitap en az 50-60 cilt olur.
    Olmuş bir olay: İngiltere’de bir partide bir cici bici İngiliz hanım “doğrusu bütün kusurlarına rağmen, ben mağarada yaşamaktansa günümüzde yaşamayı tercih ederim”, der. Bilimin sınırlarını çizen kitabıyla dünyayı sarsan, Positivist Viyana Ekolüne davet edilip gittiğinde bilim ve olumlu düşünce tanrısının Kilisesi baş piskoposlarına sırtını çevirip Tagore’nin şiirlerini okuyan, Wittgenstein, “evet ama mağara adamı öyle düşünmez”, der.
    YaLaKa olmayan bütün antropologların ilkellerle ilk temasında söyledikleri laflar: “çalar saat yok, para yok, borç yok, banka yok, çalışmak yok, emir verip emir alan yok, seks açlığı yok, kira yok, …, sonsuz”
    *Anders’le ilgili not: Sırası gelmişken, Anders’den alıntı buna da değinir. Şimdi o baş belası bedeni bile aşacağız. Etkin (“efficient”) olmayan eski Allahın yanlış evriminin yerini alan yeni ve daha iyi (“new and better”) Allah’ın coşkunluk dolu melekleri genetik YaLaKa mühendislerine şükür, insan salt işe yarayan beyine indirgenecek. Ben şaka etmiyorum. Bu fikrin kökeninin kapitalizm-bilim-tekniğin başlangıcında benzeri bir süreç yaşandığında tamamen çelişki (paradoksik) gibi görünmesine rağmen Avrupa’ya Sicilya’daki Müslüman Araplardan geçtiği sanılır. Biraz basit ve kabaca açıklayayım. Hristiyan’da Allah babadır ve hatta yarattığı evlatlarının acılarını anlamak için yeryüzüne bile iner veya oğlunu gönderir. İslam’da ise her şey Allah’ın elinde, istediğin yapar. Kapitalizm-ticaret-doğa-bilim-teknik- endüsrti-ilerleme- yeryüzünde mutlulık peygamberleri hemen iş başı ederler: bu işi Allah’ın elinden kendi elimize almaya çalışmalıyız!, tembellik bitti! emek devri başladı!
    Şimdi de sizin 316 yazınızda değindiğiniz ve günümüzde dönen dolapları bulup ifşa ettiklerinizi eşsiz, şahane bulduğumu ve övgüye fazlasıyla değer olduğunu eklemek istiyorum.
    Ama diyeceklerim var (taş atma değil). Daha önceki yazdıklarımda sizler tamamıyla haklı olarak hangi eylemlerle bu canavarlar durdurulabilir dünyası içinde olduğunuzdan, konuyu sadece ve sadece eylem kıtlığına veya yanaşmamaya bağlamanıza değinmek istiyorum.
    Bu yaklaşımınızdan biri olan “sokaktaki insan” sözünüzle alay etmiştim. şimdi siz çok güzel bir örnekle durumu somutlaştırdınız. Veblen’i hatırlatırım, Baudrillard da Marks’ı eleştirisinde benzeri kavramlardan yola çıkar: “Lüks ve Gösteriş Hastalığı”
    Şu an, bana defalarca sergilediğiniz, dürüst bir insana intihar etmekten başka hiç bir seçenek bırakmayan, sefillikler ve bunları zevkle yaratanlara karşı ne yapabiliriz sorusu var. Doğru.
    Bence bu sefillerin “Lüks ve Gösteriş Hastalığı”na yakalanmamaları ellerinde değil. Ben kendim bunu yaşadım. Suriye sınırında kaçakçılar Lübnan’dan gelen Avrupa malları getirirlerdi. Türk malı lamba camı daha takmadan çatlardı, Avrupa malı yere atsan kırılmazdı. Aynısı kürk karşılığı Avrupalılar’dan demir eşya alan Kızıldeililer’in başına geldi ( bakın aşağıdaki, 17. yüzyıl felsefesi (=age of reason) Not**)
    Aynı zamanda, Avrupa, Amerika, ve sayısız ülkelerde “şunsuz olmaz”, “bunsuz olmaz”, kısacası boşluklarını daha fazlayla dolduran ve bunu frenleyebilecek milyonlarca insan var. Her ne kadar bunların da sefiller gibi seçeneksiz olduğu, yukarıdan verilen emirlere karşı çıkamaz oldukları, asıl seçenek ve kararların kendi ellerinde değil üretim yerlerinde olduğunu bilmeyen, robotlaşmış, çocuklaştırılmış, hala verilenler “ne kadar güzel” türküleri söyleyenler, … çok. Hatta “peki bu nimetlerden neden yararlanıyorsun?”, diyerek tarih ve akıl ve bilgi dışı ve aslında bana göre insan dışı şantaj yapan utanmazlar bile var.
    17. yüzyıl felsefesi (=age of reason) Not**: Aslında bu konu son derece hassas. Biraz, çok az, alaycı bir havada genişletmek isterim. Fredy’le uzun uzun konuştuğumuz bir soruydu, nasıl oldu da bu zamanımızda cici bici adlarla süslenen “akıl yürütme”, “age of reason”, “akılcılık”, ” ampirizm” gibi sarışın mavi gözlü Avrupalıların geçtikleri olgunlaşma, çocukluktan kurtulma çağlarından geçmemiş, eski Yunanlıların torunları olmayan vahşiler demirden bir tencereyle toprak veya killi topraktan yapılan bir tencere arasındaki farkı bildiler. Bir antropolog, “ilkeller, bizim daha bilimsel olduğumuza inanan laboratuvar süt inekleriyle keriz sıradan insanlara kıyasla sonsuz daha bilimsel olmasalar, yaşadıkları ortamda bir gün bile hayatta kalamazlar”, der. Daha da büyük mucize olur. Aralarından bazıları kızılderilileri uyarır: “eğer bu yoldan giderseniz, bataklığı girersiniz, köle olursunuz, …” öngörülerinde bulunurlar. Hadi eski Yunan dahileri, yeni ve daha iyi Avrupalı dahilerini duya duya, herkes bildiğinden biz de biliyoruz. Peki bu ileriyi bu kadar iyi gören dahiler nereden çıktı. İnanmayacaksınız, bazı yerliler, dünyanın M.Ö. 4400 yılında yaratıldığını iddia eden Avrupalılara fosiller gösterdiler. Daha büyük bir mucize hiç bilinmez. Medeniyet yolunda, zaman uyarlaması yapınca, Avrupalılar kadar gelişmiş bir toplum geri ormanlara döner. Çoğu sanki yemek pişirirken bırakıp diğerlerin katılmışa benzer. Daha çok örnekler de var. Bir yerde bir yanlışlık var ama nerede bilemedik. Olsa olsa köpeklere atılan kemikler çok olduğundan bu masallara inanıp inanmamanın önemi kalmamıştı. Belki şimdi benim daha önce “pezevenk” lafımı neden sık sık kullandığıma hak verirsiniz.
    Not bitti.
    Örneğin Cenevre’de, aynı tüm Avrupa, Amerika, … Singapur, …. gibi, herkes ağzı bir karış açık mutluluk içinde sırıtır. Sonsuz ciddiyim, mutlu olmamak yasak. Aynı zamanda Cenevre, adam başına en çok psikiyatrist olan bir şehir. Parmağın kesilsin, hastaneye veya doktora git ilk soru: “stresden mi oldu?”. Bunu soranlar doktorlar! kafayı yemişler! Ama ne güzel! Hiç değilse kocakarı değiller!
    En azından, bu bolluk içinde yaşayanların, insanlıktan uzaklaşmışlar olduklarını anlamaları, daha azla yetinmeyi, yukarıdakilerin dünyayı soyup soğana çevirme gaddarlığından asla vaz geçmeyeceklerini anlayıp, tekrar insan olup, sefilliğe neden olanları beslemektense kendi Avrupa tarihinde defalarca denenmiş (en ünlülerden biri Assisili Francesco), uygulanmış, fakir yaşamanın güzelliklerine dönmeyi deneyebilirler. Ama ne yazık ki, çoğu yukarıdan gelen emirleri eleyip kişisel seçeneklere dönüştürüp kendilerine uyanları seçiyorlar. Yüz binlerce mutluluk teknikleri ve haplarını yutuyorlar. Böylece özgürlüklerini, tembel tembel oturup yaşamdan hoşlanmaktansa, (hadi bir taş atayım) sizin eyleme çeviriyorlar, aktif oluyorlar, daha ileri gidiyorlar (*Anders’le ilgili not’a bakın).
    Size bir yazının bbc’deki adresini ve bana göre gerçek insan olan “Chiara Vigo: The last woman who makes sea silk” yazısını ekledim. Bunların içerileri bence sizin broşürlerdeki ve Sarp Mogan’ın YaLaKa’sı uyarılarınıza benzerler.
    Para içinde yüzen, düşmanlarının aynada yansıları olanlar ve aslında kim oldukları biraz şüpheli olan, örgütler bile yüz yüze savaşa gidemiyorlar. Belki diğer eylemler yanı sıra bu eylemler kara sevdalıya öpücük olurlar.
    Yine çenem düştü, duracağım.
    Hoşça kalın

  334. Mehdi’lere öneri..
    örneğin gelin yalnızca (bir süre) 1300-1400 yılları arasındaki Avrupa’yı konuşalım. Aynı zaman dilimindeki dünyayı…
    Bakalım okuduklarınız bir işe yarıyor mu?
    (T. Zeldin der, zihniyetler değiştirilemez ama bakış açısı genişletilerek ağırlığı azaltılabilir.. böyle bir şeydi yanılmıyorsam.. deneyelim mi?)

  335. Sayın Gün Zileli (327)ye

    Sayın Zileli,

    [okumuyorum] cevabını vermişsiniz.

    Yazık!

  336. “Türk toplumu siyasetçisiyle, medyasıyla, eğitim sektörüyle, halkıyla reddedici ve muhafazakâr olmak üzere iki kesime ayrılmıştır. Bu Türk tarihçiliğinde Türk-merkezci, Batı-merkezci, İslam-merkezci vesaire gibi birtakım ideolojik eğilimler yansıtan bir tarih anlayışı doğurmuştur. Bu anlayışın çok tabii bir neticesi olarak tarih, ya bir sövgü veya kutsal bir iman alanı haline dönüştürülmüş, yapılan araştırmalar genellikle ya en çirkinin veya en kötünün yahut en ideal, en iyi ve en güzelin tarihini yansıtır olmuştur.”
    Kemalist, Marksist, Türk-İslam sentezcisi, muhafazakâr-ilahiyatçı tarihçileri ve Alevi ideologların tarih yazımını eleştiren Ocak’a göre, bu ‘saptırılmış tarih şuuru’ tarihimizin çok-renkli vasfını unutturmuş, “hızla geriye doğru giderek kendi içindeki etnik, kültürel ve dini farklılıkları dışlama” yönüne gitmiştir.

    http://www.milliyet.com.tr/bilimsel-tarihcilik-kitap-1389457

    İşte bütün bunlar, Türkiye’de uzun zamandan beri, fakat özellikle de 1960’lı yıllardan bu yana, yaşanan sosyal ve ideolojik çalkantılar, buhranlar yüzünden, yalnız popüler tarih yazıcılığında değil, ona temel oluşturması gereken akademik tarih yazıcılığında dahi egemenliğini sürdüren, değişik ideolojik motivasyonların güdümündeki bir tarihin saptırılması (déformation historique) sürecinin yaşanmakta olduğunu gösteriyor.
    Bu sürecin, kısmen II. Meşrûtiyet yıllarına dayanan bir alt yapısı bulunmakla beraber, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren -belki o zamanlar için bir ölçüde haklı sebeplere dayanıyor görünen bazı mazeretler olsa da- önce bizzat devlet tarafından başlatıldığını biliyoruz. Aslında çok önemli bir boşluğu doldurmak amacıyla kurulan Türk Tarih Kurumu bu misyonu o zamanlar resmen yüklenmiş bulunuyordu.
    Kemalist tarih tezinin, İslâmî dönemi devre dışı bırakarak daha çok İslâm öncesi Türk tarihi başta olmak üzere, antik Anadolu ve Mezopotamya tarihine referans veren milliyetçi bir yaklaşım içinde, batı kültürüyle entegre olmaya yönelik bir tarih perspektifı içerisinde yürüttüğü bu “saptırılmış tarih” yaklaşımı, 1960’lardan itibaren, o zamanlar Türkiye’de henüz yükselmeye başlayan marksist ideolojinin tarih perspektifıyle karşılık gördü. Bu yeni perspektif de, kendi amaçlarına yönelik yeni bir “saptırılmış tarih” veya “tarihi saptırma” süreci başlattı. Pek çok tarihî konu ve kişi bundan nasibini aldı. Bu arada milliyetçi kesim de buna tepki olarak kendi tarih anlayışını ve yaklaşımını ortaya koyarken, aksi yönde bir başka “tarihi saptırma” kapısını açıyordu. Daha sonra 1970’li yılların sonlarıyla 1980’li yıllarda buna, İslâmcı kesimin -halen de sürmekte olan- “saptırılmış tarih”
    perspektifinin eklendiği görülür.
    Günümüzde ideolojiler, kendilerine tarihsel bir alt yapı yaratmadan başarılı olamıyacaklarını bildikleri için, Türkiye’nin az gelişmiş sosyal ve kültürel yapısı içinde tarihi kullanabileceklerini görüyorlar. Çünkü diğer sosyal bilimler arasında özellikle tarih, geçen yüzyılda Batı’da da örnekleri görüldüğü gibi, kanaatimizce ideolojik eğilimlerin en iyi yansıtıldığı, toplumsal şuura hitap ve nüfuz etme imkânını en yaygın ve geniş ölçüde tanıyan bir alan olduğu için, bu tür saptırmalara da en elverişli hedefi teşkil etmektedir. Eğer Türkiye’de böyle bir süreç yaşanıyorsa, kanaatimizce bu, akademik tarihçiliğin yetersizliğinin, zayıflığının göstergesi sayılabilir. Çünkü bu saptırmaları belirli bir dengede tutması ve kontrol altında bulundurması gereken, akademik tarihçiliktir.
    Bu tarih saptırması nelere sebep olmaktadır? Bunun ne gibi olumsuz sonuçları doğuyor? Bizce bir defa bu, Türkiye’deki tarih araştırmalarının çoğunda, yalnız aydınların değil, bütün kesimleriyle toplumun hafızasını bulandıracak anakronizmlere (zamandışı anlayış ve algılayışlara), yanlış bilgilenmelere yol açmaktadır. Türk toplumu şu anda sürekli olarak, “kafası karışmış”, eski tabirle “muhtellü’ş-şuûr” bir halde, geleneksellik ile modernizm, evrensellik ile öznellik arasında gidip gelen bir toplum olarak, bu anakronizmi ve yanlış bilgilenmeyi neredeyse en uç noktalarında yaşamaktadır. Modernizm-post modernizm tartışmalarının yapıldığı Batı toplumlarının aksine, Türkiye toplumu henüz geleneksellikten modernizme geçişin krizini yaşarken, bu geçişte belki kendisine en iyi yardımcı olacak, kafasını toplamasını sağlayacak, ufkunu, dünya görüşünü genişletecek araçlardan birinden, sağlıklı bir tarih perspektifinden yoksun gibidir. Son yirmi otuz yıldır yaşananlara bakılırsa, aslında bu yoksunluğun, yalnız Türkiye için değil, hemen bütün müslüman ülkeler için bahis konusu olduğu görülecektir.

    (Ahmet Yaşar Ocak / Fuad Köprülü, Sosyal Tarih Perspektifi ve Günümüz Türkiye’sinde Din ve Tasavvuf Tarihi Araştırmalarında “Tarihin Saptırılması” Problemi)

  337. Sınıflar, sınıf mücadelelerinin neden olduğu zor ve şiddet her zaman olacaktır. Bunun birkaç nedeni var. Sınıfları var eden ilk neden iş bölümüdür. Diğer canlılardan farklı olarak insan için toplumsal yaşam zorunludur. Çünkü insan beslenme, barınma, giyinme, ulaşım gibi ihtiyaç ve isteklerini tek başına elde edemez. Bu da farklı zanaatları, iş bölümünü, yönetimi ve sınıfları yaratır.
    Bunun yanı sıra, bir arada yaşam olunca çıkarlar ve istekler çatışır ve bu çatışmalar zaman zaman zora ve şiddete neden olur. Bu çatışmaların tamamen önlenmesi imkansızdır ancak uzlaştırılması ve mümkün olduğunca azaltılması zorunludur. Bunun için kurallar, kuralları uygulayacak gücü ve örgütlenmeyi elinde bulunduran yönetici sınıfların varlığı gerekir. Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: İnsanlar, akıl ve düşünceleriyle bunlara gerek kalmadan uzlaşmaya varabilirler. Bu doğrudur fakat bence insanların sadece bir bölümü için geçerli olabilir. Bütün insanların bu aşamaya varması uzun zaman alacak, çok çaba gerektirecek zor bir iştir.

  338. HERKESE CEVAP

    Sayın “ogürsel”e,
    Sayın Gün Zileli”ye,
    Sayın “pipsqueak”e,
    Ve bu sayfanın bütün ziyaretçilerine:

    Sayın “ogürsel”, ısrarla “ad hominem” yapmaya devam etmiş!

    Yukarıda defalarca yazdık, yine yazalım:

    Herhangi bir “new-age religion (dini akım)” ile,
    Herhangi bir “Stalinist” hizip ile,
    Herhangi bir siyasi partinin “gençlik teşkilatı” ile,
    Herhangi bir “Sergey Nechayev” ile,
    Herhangi bir “Don Kişot” ile,
    Herhangi bir “Amiş türü hayat” özenci ile,
    Herhangi bir “mesih”lik organizasyonu ile,
    Herhangi bir “ulu şef” ile,
    Herhangi bir “ilah” ile,
    Herhangi bir “politbüro diktatörlüğü” ile,
    Herhangi bir “A Would-like-to-be [Wanna-be] Celebrity community (‘yıldız’ olmaya özenenler topluluğu)” ile,
    Herhangi bir “peygamber” ile,
    Herhangi bir “hacı” ile
    Herhangi bir “hoca” ile
    Herhangi bir “derviş” ile
    Herhangi bir “mehdi”lik organizasyonu ile,
    Herhangi bir “şeyh” ile,
    Herhangi bir “keşiş” ile,
    Herhangi bir “guru” ile,
    Herhangi bir “imam” ile,
    Herhangi bir “papaz” ile,
    Herhangi bir “kardinal” ile,
    Herhangi bir “rahip” ile,
    Herhangi bir “müezzin” ile,
    Herhangi bir “rahibe” ile,
    Herhangi bir “haham” ile,
    Herhangi bir “akademi + üniversite cuntası” ile,
    Herhangi bir “zinde kuvvetler” ile,
    Herhangi bir “öncü cephe” & “öncü savaşı” & “vanguardism” ile,
    Herhangi bir “paramiliter örgüt” ile,
    Herhangi bir “militer örgüt” ile,
    Herhangi bir “polis” ile,
    Herhangi bir “M.İ.T.” ile,
    Herhangi bir “devlet” ile,
    Herhangi bir “iktidar” ile,
    Herhangi bir “şirketokrasi” ile,
    Herhangi bir “hiyerarşik zihniyet” ile,
    (…)
    Ve yüzbinlerce türeviyle BAĞIMIZ YOK!

    Sayın “ogürsel”; [1300-1400 yılları arasındaki Avrupa’yı konuşalım.] yazmış.

    [1300-1400 yılları arasındaki Avrupa] ile ilgili bilgimiz hiç yok.

    Bilgimiz olsaydı bile;
    “2015 Kapitalizm Dayatmaları’na ne zaman ulaşacağız?!” sorusuna ne zaman kafa yormaya başlayacağımız ile ilgili endişeye kapılırdık!

    Artık sayın “ogürsel” ile ilgili büyük endişelerimiz yok.
    Artık sayın Gün Zileli’yle ilgili büyük endişelerimiz yok.
    Artık sayın “pipsqueak”le ilgili büyük endişelerimiz yok.

    En büyük endişemiz; sayın “ogürsel”in ‘Beyaz YaLAka’laşmış oğlu, varsa diğer evlatları, varsa torunlarının bugünü ve yarını için!

    En büyük endişemiz; sayın Gün Zileli’nin ‘Beyaz YaLAka’laşmış kızı, bizim dostumuz, sayın “Irmak Zileli”nin bugünü ve yarını için!

    En büyük endişemiz; sayın “pipsqueak”in ‘Beyaz YaLAka’laşmış akrabaları, kendisinden biyolojik olarak yaşça genç olan bütün çevresinin bugünü ve yarını için!

    Bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde, hepinize;
    Yaklaşmakta olan devasa bir tehlikeyi işaret etmeye çabalıyoruz!

    Bütün dünyada,
    “Şirketokrasi cuntası”nın H.R.D.’leri ve C.E.O.’ları,

    (H.R.D. = Human Resources Director
    C.E.O. = Chief Executive Officer)

    “Turuncu Ya-LA-ka”lara,
    “Siyah Ya-LA-ka”lara,
    “Pembe Ya-LA-ka”lara,
    “Yeşil Ya-LA-ka”lara,
    “Mavi Ya-LA-ka”lara,
    “Beyaz Ya-LA-ka”lara,
    Ve diğer bütün “kategorileştirdikleri kölelere”;

    Şunu dikte ediyor:

    [İngilizce]
    “It’s not important to win, it’s important to make the other guy lose!”

    [Türkçe]
    “Sizlere sadece kazanmanızı emretmiyorum! Kaybedenlerin acı içinde nasıl kıvrandığını görüp; feyz almanızı da şart koşuyorum!”

    **********

    “Tarih madenciliği”ne karşı değiliz! Bunu nihayet anladığınızı umuyoruz!

    Sadece “tarih madenciliği” ile yetinmeyip; “kapitalizme karşı eylemlere” de omuz vermenizi umut ediyoruz! Çırpınışlarımızın, çabalarımızın, çalışmalarımızın, ajite edici üslup kullanmalarımızın, haykırışlarımızın, çığlıklarımızın sebebi bu!

    “Hayatın içinde akan, doğal olan, ovymu dölleyen REKABET”

    ile

    “Kapitalizmin dayattığı ölümcül REKABET”

    arasındaki FARKI hissetmeniz umudumuzla!

    Hoşçakalın !

  339. 1300-1400 yılları modernite’nin ana rahmine düştüğü yıllar sayılabilir. 50-100 yıl öne arkaya alınmasının zararı yok..O dönem. Bu sefil beyaz yalakaların da embriyo hali.
    ..
    Aşk ve nefret bilinir; aşk bitmemiştir; birbirine dönüşür. Bu nedenle 70 li yılların fanatik solcuları da kolayca kapitalizmle uzlaşıverdi.
    Bu nefret ideolojilerine aşık adamların da sonu bellidir. Salya sümük geri dönerler ya da masum insanlara zarar verirler.
    *
    Gösteri toplumunu okur ama bir şey anlamazlar, egosal gösterilerine devam ederler.

    İnsanlığın sorunlarını şahsi sorunları sanır, peygamberlik taslarlar.
    “onları uyardık; elçi öfkelenmez; sevinç çığlıkları atmaz; lanet okumaz dedik! Dinlemediler; onları azlettik!”
    **
    Öyle yağma yok; “fan fin fon” gösterilerle peygamberlik yapamazsınız. Bir sürü şey yazıp, hiç bir şey söylemeyen yönteminizle hesaplaşmak zorundasınız.
    İnsanlığın insan olma sürecinde Avrupa Tarihi önemlidir.
    Yalnızca sonuçlara bakarak yargılamak cehalettir.
    19. yy öncesi istediğiniz dönemi ele alalım.
    Bu süreçleri anlayamazsanız, çağımıza ait “reçete” yazamazsınız..
    Sahte doktor olursunuz.. ve galiba öylesiniz..

  340. Sayın (ogürsel) 334'e

    Sayın “ogürsel” (334),

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    Cevabımızın tamamı için adres:

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    Eğer “anlamak için” okursanız; 19. yüzyıl ve öncesinin de tahlil edilmiş olduğunu göreceksiniz!

    Daha sizle “rekabet” kelimesi üzerine uzlaşamadık ki; “reçete!” lerden bir tanesini anlayasınız!

    Ve “doktor”luk kim; biz kim! Vazgeçemiyorsunuz “ad hominem”den!

    Esan kalın !

  341. yayınlanmadı.

  342. Bu saçmalıklara devam ettiğiniz sürece mesajlarınız yayınlanmayacak.

  343. Sayın ogürsel veya hephiç, ben pipsqueak.

    (Yorumunuz çok uzun. Admin)

  344. Ogürselin tartistigi kisiler büyük bir heycanla,cok yüzeysel olarak bilgi salataligiyla usa da hortlamis sayentoljik safsatalari
    hatirlatlamaktadir..
    Bu arkadaslar kapitalizm karsi degiler.Bilime,bilim adamlarina,uygarliga karsi gelmektedir..

    Toplumdaki bozukluklarindan toplum bilim adamlarini,dogadaki bozukluklardan doga bilimcilerini sorumlu tutmaktadirlar.
    .
    Acikca dincilerden duydugum düsünce tarzi!
    das kapital i yazan marx kapitalizmi kurmusmus!!
    Zirvaligin,komedinin siniri yok..

    Ayi,mayi,ayakkabi,takas deyip güya Dünyada kimsenin elestirmege bile tesebbüs edemedigi marksin deger terisini cürütülüyor.. kesinlikle bu kisiler marx in kitabi eline bile almamislardir.

    Takas ticareti iyiymis. Avrupalilar incik,boncukla neleri takas etmedilerki???,,,Bir havlu karsiligi almanyaya ülkesinin yarisini veren nabibya kralimi?
    Gene sizi bir daha delirtelim! Genede ticaret ticaretdir..iyidir!

    Ticaretin kapitalzmle Iliskisi; Kapitalim üretim araclarinin,ok,yay,sapan sulama,degirmen vs,vs. gelismesiyle ,toplumda arti ürün,fazladan ürün cikmasi sonucu takas,mübadele ve bu mübadelenin ölcüsü olarak gene kendisi bir ürün olan parayla ölcülmüstür..

    Art ürün bir yandan kapitalimi filizlendirmis,diger yandanda ticareti yaratmistir..
    Gene sanayi devrimiyle ürünler piyasada para karsiliginda degistirildi.Üretilen ürünler pazarda mal olarak satilirken ürünleri üretilirken harcanan verilmis somut emegin,toplumsal genel olarak ölcülmüs soyut emege dönüsülmesi olayidir..

    Yani soyut olarak kar piyasadan degil,mal icin harcanan insan emeginin sonucudur..
    Kapitalist üretim seklinin tüm topluma hakim olmasina Ticaret kapitalin destegi olmustur..

    Kenyada bir pamuk iscisi 1 dolara,cukur ovada 20 dolara abd de 100 dolara calismaktadir.. Abd dek makinalar sayesinde 100 kati üretmektedir.. Gelinde kapitalizme bu sekilde karsi gelin…

  345. Sayın Hortlak 339
    Çok haklısınız. Oürsel ile tartışanlar aynı dinciler gibi konuşuyorlar. Yazınız yerinde gözlemlerle dolu ama anlaşılması güç olan yerler çok. Yazınızı biraz düzeltseniz bir daha okumaya, bazı, özellikle kapitalizmin çalışma mekanizmasıyla olan kısımları, ticaretle ilişkisi vs. öğrenmeye değer.
    Herkes kapitalizme saldırıyor ama kimse sizin gibi ne olduğunu açıklamıyor. Bilhassa değer teorisini anlamak hayli güç, size zahmet onun da ne olduğunu anlatır mısınız?
    iyi geceler

  346. bu konuda düşündüklerimi defalarca ifade etmiş biri olarak ve polemik olmasın diye bu tartışmalara girmeyi uygun bulmuyordum, şimdiye kadar….

    yeri geldi de bir kaç cümlede özetleyim fikrimi….

    bence mesele asıl olarak mülkiyet meselesi…..yani devletin “veraset ve intikal” yasalarıyla bizi soktuğu cendere….bu yasalar sayesinde ister istemez gayrimenkulü mülk ediniyor ve onu varislere intikal ettirmeye “mecbur” bırakılıyoruz….başka bişey yapmak mümkün değilmişcesine…..başka türlü yaşamak olanaksızmışçasına….

    bütün sorun burada…..

    eğer bu mülkiyet ve onun veraset ve intikali meselesi halledilebilse, yani devlet dışı bir yaşam olanağı/yolu/yordamı bulunabilse…..mesele çözülür bence

    (bu yüzden katılımcı kent demokrasileri/kantonlar inşa etmek iyi bir yöntem, yol olabilir….en azından başlangıç için…oralarda mülkiyet, veraset ve de intikali yasaları gereksizleşir….örneğin babanızdan kalan evde yaşamak tamirci dükkanını devam ettirmek isteğiniz için komşuların, kent-daşların, hemşehrilerin tanıklığı yeterlidir)

    rekabet meselesine de burdan baıklması taraftarıyım…rekabet ya da dayanışma diye kavramsal mutlaklaştırmalara gitmeden, böyle bir idealist karşıtlaştırmaya düşmeden….diyebilirim ki….

    rekabet de gerektiğinde kötü birşey olmayabilir….insanın bazen böyle motivasyonlara ihtiyacı da olabilir, bence….sovyetlerde rekabet-yarışma kültürü yokedildiğinde yerini alkoliklik doldurmuştu, hatırlarsak….

    rekabetin kapitalizmi doğurduğu meselesine cevabım, yukardaki çerçevede düşünülmeli….

    mülkiyete ve mirasa dönüşmedikçe (ki bunun devlet yasalarıyla olduğu belli) kapitalizmi doğurması olası değil kanımca… keza piyasanın tehlikelileşmesi de aynı devlet ve lmülkiyeti meselesidir…bence….

  347. Sayın (hortlak) 339'a

    Sayın “hortlak” 339,

    Sayın Gün Zileli, size yazdığımız cevabı sitesinde yayınlamadı!

    Cevabımız aşağıda. Okuyabilirsiniz:

    http://hortlak-339a-cevap.tumblr.com/post/131959322031/say%C4%B1n-hortlak-339a-cevap

    Esen kalın.

  348. Sayın (pipsqueak)e cevap

    Sayın “pipsqueak”,

    Sayın Gün Zileli, yazdığınız metni sildi! Buna ne yazık ki; bir kez daha şahit olduk! Keşke bu tavrından bir an önce vazgeçse!

    Sayın Zileli’nin sildiği metninizi, ve bu metne yazdığımız cevabı aşağıdaki adresten okuyabilirsiniz:

    http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap

    Esen kalın.

  349. Sayın ogürsel veya hephiç, ben pipsqueak
    Yazımın tümü uzun olduğundan yayınlanmadı, 1. bölüm ve 2. bölüm olarak gönderiyorum.
    1. Bölüm
    Pazar günü sizinle karşılıklı yazdığımız yorumları gözden geçirip bir kuş bakışı anlayışa varmak ve özet yapmak istedim. Pek başarılı oldum diyemem. Sorunlar ve görüş dünyası farklarını kısaca, hiç değilse benim için, anlatmak güç olsa bile bence değer. Bana göre çok önemli olan sorunlara değindim ama düşüncelerinizi tek tek inceledim, bir sentez yaptım diyemem. Buu, anlaşmazlıklara neden olan bazı noktalara dürüstçe bir yanıt.
    Sayın ogürsel veya hephiç, ben pipsqueak.
    Sayın 313 demek istedim ama aslında bu sizin ve benim yazdıklarımı gözden geçirmeye başladığımda daha başta sizin 228 no’lu yazınızda takıldım. Fakat amacım (228 yazınıza dönüşle) mezar kazıcısı olmak değil. Genel bir giriş yapıp anlaşmada çok güçlük yaratan asıl konuya gireceğim. En sonda , benim için asıl önemli olan düşüncemi, yine bir özet halinde, yazacağım.
    Giriş:
    1. Ben bilgisayarı sadece ve sadece sözlük, ansiklopedi (özellikle sevdiğim kitapların çevirilerini yaptığımdan), bazı kesin ve özgül konularda bilgi, e-posta için kullanırım. En az 30 yıldır çok az (genellikle günümüz olaylarını içeren aylık eleştirici) gazete okurum. Televizyondan her zaman nefret ettim ve seyredenleri de sevmem. Aynı şekilde günlük olayları kendine sorun edenleri de sevmem. Bence bu, seyircilik veya dikizcilik. Başkalarının yaşamından kendine pay çıkarıp gıdıklanmak. Hatta modern yaşamın tümünün salt bir seyircilik olduğuna inancım sonsuz. Bu siteye girişim tamamıyla tesadüf. G. Zileli’yle tanışmıştım ve bir şey ararken siteye rastladım, merak ettim.
    2. Belki bir yanlışlık yaptım ve iki konuya takıldım. Her ikisi de benim için artık unuttum bile diyecek kadar eski, kapanmış konulardı. Biri sizinle bilim-teknik konusunda tehlikeli sandığım bir tutuma kısa bir yorumum ve cevabınız. Bilim-tekniğin insana yararlı olduğuna inananlar olduğunu biliyordum ve ama samimiyetle söylüyorum buna anarşizme meyili olanların sitesinde görmem, haklı veya haksız, beni şaşırttı. İkincisi, yine tehlikeli bulduğum, bilgiyle ideolojiyi karıştırmaydı. Yeni doğmuş bir çocukta, kaza geçirmiş birinde, yaşlanmayla organların eskisi gibi iyi çalışmamasında rastlanabilecek fizyolojik bir veriyi hemen düşünmeden yaşlanmaya bağlanmasında, zamanımız çok tanrılı dininin en büyüklerinden biri olan Gençlik ideolojisi tuzağını hissettim ve uyarmak istedim. Her ikisinde de akıl almayacak sorunlar çıktı. Benim bunla söylemek istediğim, (sizinle son yazılarımızda aynı sorunu yaşadım), başka bir örnekle şu: kadının fizyolojisi başka, kadına karşı tutumu besleyen ideoloji başka; hayvan başka, hayvana karşı tutumu besleyen ideoloji başka; insan başka, o insanın biyolojisini ideolojik amaçlarla kullanmak başka; doğa başka, doğayı “doğa kaynağı” gören ideoloji başka; insanları eşit olduğu başka, insanların eşit olduklarını saklayan ideoloji başka; insanların eşit olmadıkları başka, insanların eşit olmadıklarını saklayan ideoloji başka; …
    Siz kısmen Marksist olduğunuzu söylüyorsunuz, iki marksist antropologlardan örnek vereceğim.
    a) İlkel bir toplumu inceleyen Marksist bir antropolog o cemiyette asıl gıdayı tedarik edenlerin ve belki daha da önemli çocukları sosyallaştıran ve dil öğretenlerin kadın olduğu tespit eder. Ne var ki, klanda ve klanlar arası politik güç erkeklerin elinde. Bir çeşit çelişki. Nihayet sorunu çözer. Erkekler avcı. Çok büyük bir av getirdiklerinde yiyip bitirmek için bütün klanları davet ederler, prestij kazanırlar.
    b) Avrupalılar 17. yüzyılda erkeklerin egemen olduğu bir kolonilerinde yarattığı işlerde salt kadınları işe alırlar. Bir süre sonra cemiyette kadınlar egemenler olur.
    3. Kısa bir süre sonra kendimi zamanımızda tek mutlak olan görecilikle karşı karşıya buldum. Hatta daha da büyük bir bataklığa saplandım ve çırpındıkça daha çok battım. Tüm dünyaya yayılan, merkezi Avrupa olan bir deprem, 16-17. yüzıllarda Osmanlı sarayında hissedilir ve çareler aranır. Önce Atatürk, sonra Karl Marks’ın sarsmasıyla, zaten artık televizyonlarda her gün kanıtlanan Avrupa-Amerika üstünlüğü nihayet sıradan halk ve okumuşlar arasında da hissedilir. Sonuç ve benim bataklığım: Türkler arasında çok yaygın geri kalmışlığın (isterseniz diyalektiği diyelim) üstünlük hevesi, hiyerarşiye tapma, profesörlük, bilgi küpü olma, tecrübe küpü olma sevdalarıyla karşı karşıya kaldım. Belki hepsinden daha kötüsü, modern Avrupa’nın tanımı bile olabilecek, “fikirleri psikolojiye” indirgemelerle karşılaştım.
    Şimdi ben sizin bir karıncayı bile incitmeyeceğinize sonsuz inanıyorum ama bakın şu sizi söyledikleriniz ben nasıl anladım;
    *”Akıllı ve bilgilisiniz ama toparlayamıyorsunuz.. iletemiyorsunuz.”
    ” en bilgili (G. Zileli) -deneyimli olan insanlar gibi …”
    “Sanırım siz de deneyim eksik.”*
    Okuduğum bu laflarınızla bana en büyük hakaretlerde bulunduğunuz gibi sizin genel tutumunuz olan akılcılık yerine kehanette (yazılarımdan benim kim olduğumu bilme kehaneti) bulundunuz desem, acaba inanır mısınız?
    Marks, sık sık kişinin ne dediğine bakma, yaptığına bak der. Hatta hiyerarşik haddimi aşarsam, Marks’ın tüm felsefesi, söylenenle yapılan arasındaki farka işaret etmesi derim (yukarıda gerçek ve ideolojisi diye geçti). Veya çok değişik bir açıdan ve yine hiyerarşik sınırları aşarsam, çok sık söylenen “artık filozof yok, felsefe profesörleri var!”, lafı ne demek istediğimi daha iyi betimler. Sizin yaptığınız beni küçük düşürücü laflar. Ama bunu kasıtlı yapmadığınıza inancım sonsuz.
    I
    Günther Anders’in “İnsan Artık Demode Oldu” kitabından bir alıntı:
    “Hiçbir araç sadece araç değildir.
    Radyo ve televizyon eleştirildiğinde ilk tepki şöyle olabilir: böyle genelleştirmeler tartışma götürmez; asıl olan bu araçlarla ne yaptığımız, nasıl kullandığımız, hangi amaçlarla kullandığımız: iyi ya da kötü, topluma yaralı ya da zararlı.
    Eğer şöyle ifademize izin verilirse, bu iyimser argümanları hepimiz duyduk, bunlar ilk endüstri devrinden kalan miraslar. Bu düşünce, akılsızlık ve satıhsallıkla hala o mirasın gizli barınaklarında yaşarlar.”
    Sayısız Anders’e benzer fikirler savunan, dünyaca tanınan ve okunan J. Ellul, L. Mumford, I. Illich, B. Charbonneau, F. Perlman, J. Camatte, M. Sahlins, D. Watson, Joseph Weizenbaum, Theodore Roszak, Mircea Eliade ve diğer yüzlerce örnek de var. Bunlar sadece bu fikri savunanların satıhsal olduğunu söylemekle kalmaz kim olduklarını da ifşa ederler.
    Medeniyetin çıkış ve gelişmesini candan tasvip eden 20. yüzyılın en büyük tarihçilerinden biri olan Toynbee, 1976’da “Anatoprak ve İnsanlık” kitabıyla fikrini değiştirdi ve insanların içinde bulundukları bilim-teknik çılgınlığı içinde, “bildiğimiz kadarıyla, evrende tek yaşam olan bir gezegeni ve içindeki yaşamı yok etme yolunda”, uyarısında bulundu. Toynbee Marks’ın lafını bile etmez. (Zaten Lenin olmasaydı Marks çoktan unutulurdu.) Kitabının girişinde benim sonsuz sevdiğim Blake’den söz eder. Ve kitabının hiç bir yerinde “kullanana bağlı” gibi bir laf etmez. Blake Toynbee’nin 1976’da gördüğünü18. yüzyılda görmüştü. (Belki bu da Marks ve benzerlerinde kör noktalar olduklarına işaret etmede güzel bir örnek ve bu yazımın özü bu bile diyebilirim, yani kişinin dediklerine değil diplomasına, cv’sine bakma hiyerarşi düşünme hastalığı.)
    Son yazımda da belirledim. Aynı lafı Hristiyanlar, Müslümanlar, komünistler … ve hatta devleti ele geçirmek isteyen partiler bile söylerler. Soyut bir formül, Yanlışlığının ispatı imkansız bir formül.
    Siz katılılıp katılmayabilirsiniz.
    Ama eğer sizi yukarıdaki dünyaca tanınmış düşünürlerle kıyaslar da sizde aşırı bilgi eksikliği sonucuna varsam, 200 yıl geride kalmışınız desem, ne düşünürlerin fikirleri ne de sizden bahsetmiş olurum. Salt benim doğuştan hiyerarşiyi genlerimde veya beynimde getirdiğimi açıklar.
    II
    Eğer doğa / kültür konusunda, Richard Leakey, Ashley Montagu, Leslie White, Pierre Clastres, Paul Radin, Marshall Sahlin, Dorothy D. Lee, Tim Ingold, P. Descola, …, ve diğer birçok son derece ünlü ve dünyaca okunan paleontolojistler ve antropologlar ve hatta medyada en çok tanınan Chomsky’nin bile kültürü biyolojiye indirgeme sevdasında olanların kim olduklarını, bunun kaynaklandığı siyasi görüşlerin neler olduklarını bildiklerinden, aslında bunun bilimsellikle alakası olmadığını, ideolojik bir tutum olduğunu defalarca yazdıklarını size hatırlatsam, yine katılıp katılmayabilirsiniz.Ama ardından sizin bilgi kıtlığınızı eklesem, yine sizden çok kendi hiyerarşi tutkumdan bahsetmiş olurum.
    Ayrıca, antropolog P. Descola birçok ilkel cemiyetlerde kültür / doğa ayırımının (pişmiş/ham, logos/ phusis, ben/o, düşünce /materyal dünya, biz/doğa, …) saçma olduğunu, çok sayıda “ben” ve çok sayıda “doğa” olduğunu gösterir.
    M. Sahlins, bunun Batı Dünyasının hastalığı olduğunu ve yaşadığımız bu yaşanılmaz dünyanın bu temel kavramdan kaynaklandığını eski Yunanlılardan, Thucydides, Aziz Augustine, Machiavelli en ünlülerden Hobbes, ve nihayet Federalist Yazılar’dan geçerek, zamanımızdaki sosyobiyolojistlerin saplantısı ve aslında bir ideoloji olduğunu savunur. Ekleyeyim, M. Sahlins marksist.
    Aynı yazar: “Bildiğim kadarıyla Biz (Batı ve sizden anladığım kadarıyla kafaları Batı dolu Türkler ve diğer sarışın mavi gözlü olma sevdası içinde olanlar) kendilerinin acımasız ve amansız bir doğadan, vahşilikten yükseldiğine veya geldiğine inanan Yeryüzünde tek bir toplumuz. Diğer bütün insanlar tanrıların çocukları olduğuna inanırlar.”, sözünü ekler.
    Buna katılıp katılmayabilirsiniz. Ama ben sizi M. Sahlins gibi bir devle kıyaslayarak sizi yargılarsam, sizin düşüncelerinize cevap vermektense, kendimin hiyerarşi müriti olduğumu gösteririm.
    III
    Lucien Febvre, Marc Bloch, Fernand Braudel, Georges Duby, Jacques Le Goff izinde yürüyen, kapitalizmin içinden çıkmaz bir bunalım içinde olduğunu iddia eden, bu bunalımı inceleyen, daha önceki ayağı yerden kesik Ütopya düşüncelerin gerçek dünyadan başlamadıkları için pek yararlı olmadıklarını düşünerek kitabına ” Ütopistik” adıyla 21. yüzyılda ne yapabileceğimizi ne gibi umutlar besleyebileceğimizi belirleyen Immanuel Wallerstein “bundan 50 yıl öncesi bunalımdan kurtulmak için Marksistliği seçerlerdi”, der.
    Eğer bütün samimiyetimle kendimin 60larda ve 70lerde Marksizmle hesaplaştığımı, ne olduğunu anladığımı, Marks’ın tam bir burjuva olduğunu, gördüm. Marksizm’in 2015 yılında ciddiye alınması beni şaşırttı desem tefrit, eksik beyan olur. Marksizm’in Avrupa’yı merkez alıp tüm dünyaya yansıtmasının ırkçılık olduğunu, egemen olmayla doğru olmayı karıştırdığını, görmemek bence hayret edici. Türkiye’ye etkileri açısından haklı olarak sizler hala yolunuzu 17.-19. yüzyıllarda arıyor ve günüze anlam vermek istiyorsunuz. Ben bunda, “ısıramadığın eli öpenler”, köleliğini görüyorum. Artık dünyanın insan tamamıyla mal bolluğuyla tanımlanıyor. Wallerstein gibi bir devin bunu diğer bir bağlamda ve dolaylı da olsa teyit ettiğini ileri sürsem, katılıp katılmayabilirsiniz.
    Ama sizi, dünyaca tanınan, okunan, Türkiye büyük tarihçilerinin de izledikleri bir ekolden gelen Wallerstein’a kıyaslayıp çok geri kalmışınız desem, yine siz ve inanışlarınızı ciddiye alacağıma hakaret etmiş, kendi hiyerarşiye kölelik ruhumu göstermiş olurum.
    IV
    Daha önce etraflıca nihilizmin tarihi kökenlerini yazdım. Avrupa’nın dünyayı nihilizme sürüklediği, başardığı, ve şimdi nihilizm içinde yaşanıldığı çoktan biliniyor. Avrupalılaşma sevdası içinde olan Türkler arasında, en azından büyük şehirlerde, yaşandığını 2010’da geldiğimde kendim gördüm. Kökenini dünyadan kutsallığı, anlamı yok edip yerine tesadüf, olasılık, ekonomi, banka, para, mal bolluğu, her koyun kendi bacağından asılır, bireycilik, kendi paçanı kurtar geri kalanın canı cehenneme getiren üç silahşörler kapitalist-burjuva/ bilim-teknik/ endüstri olduğu romantik çağda bile bilinirdi. Ben nihilizmin tanımının tarihsel anlamının (sözlük veya tahmin değil, gerçi genel anlamda buna karşı değilim) bu olduğunu açıkladım.
    Ben şimdi, örneğin kabakça, acaba Türkiye geri kalmış bir ülke olduğundan, özellikle Avrupa saplantısından dolayı, siz bu bilgilerden habersi kalmışınız desem, yine sizden değil kendi salaklığımı sergilemiş olurum.
    Saygılarımla, hoşça kalın

  350. Sayın ogürsel veya hephiç, ben pipsqueak
    2. Bölüm
    V
    Modern anlamda bilim-tekniği bir yandan bilgi, diğer yandan teknikle karıştırma çok yaygın. Bu işin akademik ve tarihsel yanı. Asıl olan ümitleri ona bağlama ve kökenin İlerleme miti olması. Marksizmle kapitalizmin temelinde bu inanış yatar. Marks yüzde yüz bir burjuva olduğundan zamanına egemen ve asıl din olan İLERLEME tuzağına düşer. Basit bir kanıtlama: kapitalist-burjuva, faşist, nazi hepsi ilerlemeye inanır ama Marksizme karşıdırlar. Diğer yandan, bir marksistin ilerlemeye inanmaması imkansız. Ayrıca bu İLERLEME dininin Avrupalılara aşılanması kolay olmadı. Tek bir örnek: J. B. Bury’nin “İlerleme İnancı (fikri)” kitabında, Aydınlık devriyle başlayan, bilim-teknikle, akıl yürütmeyle, ve diğer o zamanlar kapitalizmin getirdiği yeniliklerle insan koşullarının daha iyi olacağı inancını inceler. Sırası gelmişken, bence bu inançların hezimete, fiyaskoya uğrmasıyla Freud ve Marks toplumda insanlara asıl yön veren, göze görünmeyen, temel unsurları aradılar ve birinde bilinçaltı diğerinde sınıf kavgası, buluşlarla epistemolojik alanı genişlettiler.
    Diğer bir gözlem: Ben şimdiye kadar, tamamıyla sıradan bilim-teknik teknisyenleri, bilim dalında sıradan devlet memurları profesörler dışında, tek bir bilim adamının bilimi, bilimin verdiği mal bolluğuyla savunduğuna rastlamadım, hatta tam tersi, üretilen (biliyorum yanlış ellerde olduğundan, ama yukarıda buna değindim) eşyaların çoğunun insanlara zarar getirdiğini söylerler. En azından bilimin hakikate varmada en güvenilir bir yöntem olduğunu, ama daha çok, aynı din gibi bu dünyanın sırrına erişmek, nerden geldik, nereye gidiyoruz sorularına cevap getirmek olduğunu savunurlar.
    Hatta son derece büyük bilim adamlarının diğer bilim adamlarına yönelttikleri eleştiri tecrübesizlikleri ve hayatların laboratuarlarda geçirdikleri (örneğin şahane Loren Eiseley ve biliyorum bu biraz çelişki gibi ama bunu da daha etraflı açıklayabilirim, şimdilik asıl konu bu değilse de kısaca fenomenoloji felsefesi böyle başladı demekle yetineceğim).
    VII
    Aşağıda çift yıldızlar (**) arasında sorduğunuz, son soru hariç, hepsine cevap verdim (hatta sizin kendi ütopya temanızdan örneklerle) ama cevap almadım. Son sorunuzda sevmediğim marksizm ve sınıf-güç var o yüzden girip kaybolmak istemedim. Tüm dünya insanları burjuva oldu (isterseniz bu konuyu işleriz, örnekler ve tarihteki yayılışı, özellikle apaçık olan ana vasıfları, … ). Sorunuza cevap vermemin diğer nedeni de artık kapitalizm kalmadı. Yerini “kapitali nasıl?” aldı. Bence, sizin 30lar veya kalifiyeli emekçilerin önemine işaretiniz bunu kanıtlar. Bolşeviklerin ve diğer komünist ülkelerin kapitalistsiz ve kapitalizmsiz kapitali idare etmenin olasılığını kanıtladılar. Bugün Avrupa, Amerika ve diğer birçok ülkelerde asıl tanrı kapital, bir çeşit “görünen köy kılavuz istemez”. Eğer bu Türkiye’de daha henüz açık açık görülmüyorsa anlaşmamızda zorluk olacak. Kapitali, şirketlerin veya üretim araçlarının sahipleri değil, “kapitali nasıl”ı bilenler yönetiyorlar. Yeni kapital savunucuların bu eski kapitalizme saldırısı ve yerine en son, en iyi, çok daha ilerde, çok daha mal edinme vaatleri belli ki ve doğal olarak aşağılara sızmış. Ama asıl cevap vermeyişimin nedeni sizin bunu sezerek ümidi 30lar’a bağlamanızla alay etmek istemediğimden, yine eski havaya girmekten kaçındığımdan oldu. Diğer arkadaşlara bu akımın başını çekenlerin bir listesini göndermiştim.

    VIII
    Siz tarihi bilen ve genel bilgileriniz olan bir kişisiniz. Ciltler tutacak tecrübesi sıfır ama dedikleri dünyanın yolunu değiştiren veya insanlara etkisi devasa olanların listesini yapmam gerekir mi?
    Ama emin olun benim tecrübelerim hayli fazla. Eğer dediğiniz tecrübe noksanlığı yine hakikat yerine hiyerarşiden kaynaklanıyorsa, yani politikacılık yapma anlamda yorumlarsam, bu tecrübe henüz başlangıçta (60larda) beni tiksindirdi. Hiç bir parti veya gruba katılmadım. Hepsinde fırsatçılık, fanatiklik, cahillik ve hepsinden kötüsü, bence, hepsi düşmanlarına benziyorlardı. Gizlilik ve iç/dış ayırımları içerdekilere, bu hiç bir değerimizin kalmadığı bir dünyada, hesaba alınma hissi veriyordu, kişiye değer kazandırıyordu.. Aynı kendileri adına kendilerini temsil eden Devletlerin vatandışlarında yarattığı hisler gibi. Hepsinden daha tuhafı emeğe verilen önem ve zengin olma vaatleriydi. Bu Batı’da henüz günlük hayat olmuştu. Marksizmin salt fakir ve geri kalmış ülkelerde tutturmasın görmemezlikten gelmesini beni hala anlamakta zorluk çekiyorum. Tabii saf değilim. Bazı markist edebiyatı bilenlere, sendikacılığı meslek edinmek isteyenlere, kendini yukarıda sözünü ettiğim örgütlemeye verenlere, … bir sürü iş çıktı. Hatta benim çok yakın bir arkadaşım bu tiplerle dalga geçmek için baskı kooperatifimizde Micheal Velli adı altında “Devrimcilere El Kitabı” yazıp yayınladı. Çok sayıda ısmarlama gelince şaşırmadık ama hem güldük hem üzüldük. Ben bu yüzden sitedeki Gorter’in kitabını, bunu Türkiye’de yapmış olanlar okur ve kendilerini görürler diye tercüme etmiştim. Zaten bence sol içinde bu “tecrübe” saplantısı kendi başına incelemeye değer. Daha yüksek yerlerde buna dualizm denir, ben “solun şizofrenikliği”, diyorum. Modernlerin en büyük hastalıklarından biri kendi hastalıklarını insanlık hastalığı ilan etmesi. Hatta kendi yaşamını evrenselleştirip tüm insanlara mal etmesi. Daha henüz 16. yüz yılda, Amazon ormanlarında “asıl, bozulmamış, saf, … insanı” arayan beyazların bu hastalığını anlayan yerliler, onlardan kurtulmak için ormanın daha derin yerlerine işaret ederler. Yok eğer tecrübeyi daha geniş bir kapsam anlamda kullanıyorsanız, ben 4 yaşından sonra simit, gazoz, muz, buz ve kar sattım, yıllarca (9 yıl) açık pazarda, karayollarında günlük amele, denizden balık çekme işlerinde çalıştım. 22 yıl dünyanın cinayet baş şehri olan Detroit’in merkezinde yaşadım. Lütfen izin verin de biraz tecrübeli olayım.
    Bu yukarıda iki yıldız (*) arasındaki sözler bilgiden çok kafayı etiketle, diplomayla bozan hiyerarşi genlerine işlenmiş insanlar arasında çok yaygın. Tekrar edeceğim: bu hastalık Atatürk ile başladı Karl Marks ile zirveye ulaştı. Ben buna Türkler arasında “mavi gözlü sarışın olma sevdası”, adını taktım.
    Beni tanımıyorsunuz, sitedeki yüzlerce soruyu ayıklamam zor, vardığımız noktalara varışta tuttuğumuz yollar değişik, okuduğumuz kitaplar farklı, sizin hayatınız Türkiye’de benimki Türklerin rüyası benim karabasanım olan Avrupa ve Amerika’da geçti. Marksistler, kapitalistler, ve 19. yüzyıl anarşistlerin hemen hemen hepsi, 20. yüzyılda anarşistlerin çoğu aynı görüşü paylaşırlar. Görüşlerimi ancak böyle kısa ve kabaca anlatabilirim. Siz Sokrat’dan söz etmiştiniz. Onun amacı zamanına egemen olan düşüncelere inananları sarsmaktı. Kendini bu sitedeki gibi herşeyi bilen, her şeyi göreciliğe indigeyen, her şeyi kişisel ve psikolojik algılara indirgeyen sofistler karşısında bulunca, bir dayanılacak Arşimed noktası aradı, a, a’dır; a ve a’nın zıddı çelişkidir; ya a ya da a’nın zıddı ” akıl yürütme yasaları” böyle doğdu diyen felsefe tarihçileri de var. Modernliğin en önemli vasıflarından biri, Orta Çağ’a kıyasla, mantık yerine sistem geliştirme. Bu da yaşadığımız nihilizmin bir simgesi, çelişki dolu laflar hiç umursamadan kullanılıyor.
    Aynı yazınızda aşağıdaki sözleriniz,
    **”Lütfen hayata, size yapılan haksızlıklara ait öfkenizi bir kenara bırakın; burada, bu sitede.”
    “Samimi olarak soruyorum..
    Lütfen söyleyin.
    Kapitalizm her zaman kötü müydü? Başında da.
    Siyasal, sosyal kötülük nedir?
    7 milyar insan bilim ve teknoloji olmadan nasıl beslenir?
    Yeni bir hayatı vaadeden düşünce, sınıf-güç nedir; kimlerdir?…”**
    yukarıda değindiklerimi unutup olumlu bir tartışmanın daha yararlı olacağına ve sizin samimi olduğunuza beni ikna etti. Sadece ilk lafınızın psikolojiye indirgeme (lütfen **”not: psikolji”ye bakın) olması beni rahatsız etti. Burada diğer tartışmaya girdiğim arkadaşlara söylediğimi tekrarlayacağım: her gün her yerde küçük düşürülen; haksızlığa uğrayan; kendini yaşam, evren, dünya bir tesadüfler eseri nihilizmi içinde bulan; bu nihilizmi eğitim görmüşlerin gururla akla en yatkın ve bilimsel bulup bu yeni cesur dünyadan korkmayanların özentisi içinde olan, kendisi o hiçlikten istediği kadar alamadığı için dert yanıp yaşama anlam kazandıran “eski püskü” dinlere sığınan; sefaletini belki de sizin aptalca bulacağınız anlamsız olduğuna inanmayan bir insan (Marks bile bu şekilde düşünenlere karşı son derece duygulu ve saygılı davranır; size diğer ünlü Marksistlerden de örnekler verebilirim ve hatta bir tanesi “artık tek ciddiye alınacak eleştiri aşkın varlığa inananlardan geliyor”, der ); kendini ve hayat tecrübelerini eğitim görmediğinden veya zengin olmadığından dolayı silik ve değersiz bulan; … bireylere saygılı olmalı (“sanırım avanak ol”, demediğimi biliyorsunuz)
    **”not: psikolji: Bence, nesnel yaşanılan dünyayı eleştirmeleri psikolojiye indirgeme ve bunu sıradan insanların yapısına sindirmesi kapitalist-burjuva veya modernliğin en büyük başarılarından biri. Bu çılgınlık sadece zengin ülkelerde değil, son geldiğimde, orta sınıfın artmasından ve televizyondan olacak, Türkiye’de de çok yaygın buldum. Kendimden söz etmeyi sevmeseydim, yukarıda biraz mecbur oldum, sizin yukarıda, başlarda, iki yıldız (*) arasında söylediklerinizin ne kadar tuhaf olduğunu ispatlardım.
    Asıl asıl olan nokta: farklı düşünceler fikirler dünyasının tuzu ve biberi ama hiyerşik düşünmek, nesnel hayatın eleştirilerini yapanı psikolojik kalıba sokmak tat vereceğine tat kaçırıyor. Tanımadığınız bireylere karşı daha saygılı davranmak, hiç değilse yukarıda verdiğim örneklerde belirlediğim zamanımıza egemen nihilizm ve kişinin değersizlik içinde çırpınması bağlamında, bence daha temkinli ve akıllıca bir tutum.Amaç farkları yok etmek değil, farkların kaynaklarına inmek ve incelemek
    Şu an benim kimseye yol göstermeye ne isteğim var, ne de bir yol biliyorum.
    Bana en yakın kendimden başlamak zorundayım. Ben azla yetinmeyi (ve bunun kendi kendine meydan okuma gibi algılamasını), ekonomik gelişmeyi tersine çevirmeyi savunuyorum. Eylem olarak da ekolojik (organik) sebze ve meyve yetiştiren ve açık pazarda satan bir kooperatifteyim. Bence ölülerle uğraşmaktansa, yaşama hizmet edici şeyler yapmak daha iyi. Örneğin, karım ve ben, birçok hastalıklara karşı kullanılacak çok sayıda doğal bitki tedavisi biliyoruz. İnsanları, doktorların, ilaç şirketlerinin, gıda şirketlerinin, sigorta şirketlerinin ve en başta rüya fabrikaları medya şirketlerinin amansız kıskacından kurtaracak somut eylemlerde bulunmak çok daha somut ve alçak gönüllü.
    Ama saf değilim. 2010 yılında Türkiye’ye geldiğimde bu çeşit girişimleri Avrupa ve Amerika’da esen rüzgarları güçlü antenleriyle algılayıp kapitali yönlendirenlerin oyunlarını ve bundan istifade eden antenleri hayli güçlü okul ve eğitim görmüşlerdeki coşkunluk gözümden kaçmadı. Bu yeni “kapitali nasıl?”da yer alanlar gerektiğinde eski kapitalist-burjuvalardan kalan miras sandığına dalıp bazı eski kurnazlıklara başvurarlar: en etkini, “hiç bir şeyi değiştirmemek için, her şeyi değiştirme”. Nitekim, bence, sizin 30lar bu. “Kapital insanları daha da insan olmaya iter”, “kapital insanı daha da yaratıcı olmaya iter”, … ve benzeri bilinçler benim için çok eski. İyilik severler, dünyayı daha da iyi yapacaklarına inandıklarını saklamadan ilan etmekteler ve bunun ancak ve ancak eldeki kapital, bilim-teknolojiyle varılabileceğini iddiaları benim için eski bir masal. Belki Türkiye için yeni ve heyecana değer.
    Hatırlatmak isterim. Modern anlamda tarihte keşfedilen ilk makine insanlardan oluşan emekçiler yığınıydı. Büyük tarihçiler her şeyin gittikçe küçüldüğü gözleminde bulunurlar. Belki nihayet her insan bir makine olur ve birkaç teknisyen düğmelere basar.
    Saygılarımla, hoşça kalın.

  351. 343’ün “tumblr.com..” cevabını okudum. ANLADIM!
    Rekabet karşıtı geçinenlerin “ölümcül-katil” rekabet hırsı içinde yaşadıklarını…
    Tuhaf biçimde ısrarla oğlumdan söz etmelerini gülümseyerek geçiştirirken, GZ’nin kalp rahatsızlığını kötücül şekilde andıklarında.
    Nevrotik şekilde geçmişe ait yinelemelerini anımsatışları da. yerini buldu böylece.
    Sanal ortam giderek gerçek hayatın birebir kopyası olmakta! Symbiotik canlılar; parazitik ilişkiler, viral-bakteryel hastalık bulaştırıcılar.Kanser, yüksek tansiyon,şeker hastalığı.. Aynen burada da aynı şekilde insana zarar verebilecek potansiyelleri taşıyor.
    ***
    Bilim kurgu gibi.. Bu siteye hangi gezegenden geldiler acaba? Hangi hastalığı bulaştırmaya..
    *
    Kendi ezberleri dışında konuya girmiyorlar. Bir robot programı taşıyorlar sanki. Belli eğik-kıvrık şekilleri yineleyin diyorum. Oralı değiller.
    Bu yeni bir TROL düzeneği mi?
    *
    Cehaletleri ortaya çıkıyor. Haberleri yok. Programlamaları mı çok ilkel.
    Hep aynı standart kusmuk paragraflar.
    *
    Beni Alzheimer’a karşı koruyacak deneyim olarak görmek istiyorum; sanki yeterli değiller!…
    *
    Sanırım bir başka gezegeni denemeleri gerekecek….

  352. Anonim 340 a /bu aradada bana verilen linkteki)

    Dediginzde dogru..Yazdigimi gönderdikten sonrada kendim farketmistim.Ya kafam daginik oldugundan yada abuk sabuk yazilara takildim galiba demistim..

    Bu kibarca hep yanlis ithamda bulunduguma dair kisa cevablar geldi. Bu cevablarin icinde maalesef en büyük itham olan kendilerinin SCIENTOLOG i iliskisisine cevabsiz biraktilar..

    Bu arkadaslara karsi uyanik olmak gerek cünkü;
    kendilerinin sürekli story anlatiklarina birde kendi yasadigim dan örnek vereyim.
    Birisi beni durdurur telasla.Kendisinin bir isadami oldugunu suan cüzdanini yitirdigini der ve elindeki 3000 eu.luk koca,koca altinlari bana 1000 satmak ister.Ben altinlari sevmem,anlamam desemde o 500 e 100 e nefret etigimi bedava versende almam desemde 50 ye 20 e düser.Niyetini anladigimda parmagimla adami iteklerim.
    Daha sonra Tv.den ögrenince bunlar en basit en pasli,pis denir parcalarini altin vari birseyle boyayip,cilayip yuturuyorlar.

    Bu arkadaslara tavrimiz böyle olmali..Bunlar en basit,en zararli fikirlerini binbir cesit ansiklopedik bilgilerde degil,büyük düsünürlerin secme laflariyla cilalayip altinmis ,cevhermis gibi bize sunuyorlar.Parmagimizin ucuyla iteklemeliyiz .daha fazla ciddiye alamayiz.
    Kaptalizme marxtan karsi olduklarini yaziyorlar ama hic bir bilimselligi yok,yalnizca olaylar,kabile,kizildereli storyleryle kafa bulunuyor.
    Marx gibi Tarisilmaz bilimsel,axiomatik aciklamari yerine böyle kizildereli hikayeleri dinlersek kapitalzmin kölelerinin kölesi oluruz!!

    Bu arkadaslar acikca made in usa yapili sceintopgi Sirketinin acentaligini yapiyorlar. Hal böyle olunca ana dilde ingilizce,hikayelerde ordan,sahneye koyulus,pazarlama seklide SHOW Bussines! Nazilerde böyle yapti..ne anlatiklari önemli degil.nasil anlatiklari.. oparacilardan ders alinarak..

    Bu kisiler bu sitede etkileme calistiklari icinde Marx in kapitalzm yorumunu aciklamakta o sordugun sorularla devam edecegim..

  353. Sayın (ogursel) 346'ya

    Sayın “ogürsel” 346,

    Üzülerek bildiriyoruz:
    İçinizde paranoya biriktirmekten başka yaptığınız bir şey yok!

    [Rekabet karşıtı geçinenlerin “ölümcül-katil” rekabet hırsı içinde yaşadıklarını…
    Tuhaf biçimde ısrarla oğlumdan söz etmelerini gülümseyerek geçiştirirken, GZ’nin kalp rahatsızlığını kötücül şekilde andıklarında.]

    Size gönderdiğimiz cevapta:
    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap
    Yukarıda köşeli [] parantez içindeki sonuca nasıl bir gözle, nasıl bir okumayla, nasıl bir beyinle ulaştınız; anlamakta güçlük çekiyoruz!

    Hâlâ göremiyor musunuz?!

    [Tuhaf biçimde ısrarla oğlumdan söz etmeleri]

    Siz bencil ve nepotist birisine benzemiyorsunuz sayın “ogürsel”! DEFALARCA YAZDIK; SİZİN OĞLUNUZ “DA” BİR BEYAZ YA-la-KA!

    “DA” EKİNİ NİÇİN AYRI YAZDIK?! SADECE SİZİN OĞLUNUZ “BEYAZ YA-la-KA” DEĞİL! BUNU ANLAYAMAYACAK KADAR ÇOK İÇİNİZDE PARANOYA BİRİKTİRMİŞSİNİZ!

    Plazalarda patron kıçı yalamaya mecbur bırakılan “bizlerden” DE bahsettik!
    “Beyaz Ya-LA-ka”laşma yolunda ilerleyen sayın Irmak Zileli’den DE bahsettik!
    “Beyaz Ya-LA-ka”laşma yolunda ilerleyen sizin oğlunuzdan DA bahsettik!
    (…)
    Örnekleri çoğaltabildiğimiz kadar çok çoğaltabiliriz!

    Peki bütün bunların sebebi ne?!
    Çünkü:
    Siz ve sizin gibiler “kapitalizmi öksürmeyi” yıllar önce terk etti!
    Evlatlarınızı “kapitalizme boyun eğecek” şekilde yetiştirdiniz!
    Ebeveynlerimiz bizleri, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ları; “kapitalizme boyun eğecek” şekilde yetiştirdi!
    Bunları itiraf edecek cesaretiniz yok sayın “ogürsel”!
    Niçin, tereyağından kıl çeker gibi kendinizi ayırıyorsunuz! “Da”, “de” eklerini görmüyor musunuz?!

    **********

    [Bilim kurgu gibi.. Bu siteye hangi gezegenden geldiler acaba? Hangi hastalığı bulaştırmaya..
    *
    Kendi ezberleri dışında konuya girmiyorlar. Bir robot programı taşıyorlar sanki. Belli eğik-kıvrık şekilleri yineleyin diyorum. Oralı değiller.
    Bu yeni bir TROL düzeneği mi?
    *
    Cehaletleri ortaya çıkıyor. Haberleri yok. Programlamaları mı çok ilkel.
    Hep aynı standart kusmuk paragraflar.
    *
    Beni Alzheimer’a karşı koruyacak deneyim olarak görmek istiyorum; sanki yeterli değiller!…
    *
    Sanırım bir başka gezegeni denemeleri gerekecek….]

    Sayın “ogürsel”,

    28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece iki sorumuza cevaplar aradığımızı GÖREMEYECEK PARANOYANIZIN DERECESİ YÜKSEK SAYIN “OGÜRSEL”!

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Esen kalın !

  354. Sayın Hortlak (347)
    Nihayet siz ve biz cahilleri savunan bu olur olmaz konuşanlara haddini bildiren sizin gibi cesur bir asker çıktı. Kişiliğiniz en temel diyalektiğin eşsiz sentezi: yazdıklarınız (=teori) ve yazınız (praksis) çelişkisiz.
    İLKELERİMİZİ TEKRARLAMALIYIZ!
    1. Dinimiz zengin olmak;
    2. Din kitabımız Kapital’e, peygamberimiz Marx’a (s.a.s.) sadık kalmak;
    3. Bizi tatlı laflarla kandırıp bu yoldan çıkaran şeytanlara uymamak;
    4. Bu şeytanlar Marxist bile olabilirler. Sakın kafanızı kullanmayın, inanın yeter;
    Düsturlarımızın devamını MARXTOLOG veya KİTAB-I MARXADDES’de bulabilirsiniz.
    Ama burada bu şeytanların yaydıkları bazı yalanlardan örneklerini asıl ve sadık marx- mü’minlerimize aktarmayı borç biliriz.
    1. Weitling adında bir Alman terzi, Marx’ı ziyaret eder. Weitling emek hareketinin denenmiş fedakar çocuğuydu; bacakları Prusya cezaevleri demirlerinin yara izleriyle doluydu; geçmişi Alman emekçileri adına özverili ve cesur çabaları içinde geçmiş bir işciydi. Marx ile adalet ve kardeşlik ve dayanışma gibi konuları görüşmeye gelmişti. Bunun yerine sosyalizmin “bilimsel ilkeleri” sınavının acımasız çapraz sorgusuna maruz kaldı. Zavallı Weitling’in kafası karışmıştı, cevapları yetersizdi. Baş sorgu hakimi Marx ayağa kalkar, odada kızgınlık içinde volta atar ve “Cehalet henüz kimseye yardımcı olmadı” diye bağırır. Duruşma sona erer.
    Not: Karşısında Weitling yerine seni bulsaydı eminim Marx intihar ederdi.
    2. Marx Bakunin’i casusluk iftirasıyla Fransız polisine gammazlık eder ve yurt dışına atılmasına, Rus polisinin eline düşüp Sibirya’ya sürülmesine neden olur. Zamanının ünlü bir yazarı yalanını yüzüne vurup gazetesinde yalan söylediğini açıklamasını ister. Marx Bakunin’in yurt dışına çıkarılmasını bekler, sonra yalanını itiraf eder.
    3. Marx’ın damadı katır gibi emek vermektense tembel olmanın daha iyi olduğunu savunur.
    Ve milyonlarca şeytan kıvırmaları daha var. Dikkatli olun!
    Aslında bu yukarıdakilerin hiç biri Marx ile ilgili değil. Çabuk zengin olmayla Marxizmi aynı sanan Marx-mü’minleri arasında yaygın bilgi ve düşünme düşmanlığına işaret etmek. Marx bile “ben Marxist değilim”, dedi.
    Senin gibiler şimdi Avrupa’da döner satıyorlar. Zenginliğe kavuşmanın daha kısa yolunun Marx mü’mini olmak yerine esnaf, kapitalizmin köleleri olmakla muratlarına ererler, asıl ışığı gördüler. Marxizmin fakir ülkelerde kurnaz politikacıların eline geçip başarılı olması ve zengin olunca da çöp tenekesine atılması boşuna değil.
    Sana tavsiyem şu Suriye olaylarından yararlanıp o eski Marxsist / yeni kapital köleleri gibi kapağı yurt dışına atmak.
    Not: adın da çok uygun: ölüler dünyasından.

  355. Siraladiginiz 4 maddeye yes diyesim geliyor..

    Marx ekonomi bilmin kurucusudur,tanrisidir…Sizde Tanri olun onu yikin..
    Insanlarin zengin,refah icinde yasamasindan yanayim..
    Sizin gibi kizildere,kabile yasamini asla dilemem..
    Öyle yasama sizinde katlanabilecegini hic sanmiyorum cünkü cocuklugunuzdaki cektiginiz yasamdan cok daha zor olacaktir..

    Bilime karsi degilmissiniz ama onun uygulanmasina,teknolojiye karsiymissiniz.. Zorla anladigim kadariyla…
    Bakin bu konu cok hassas ve derin konu…hata insani insan yapan konu..
    Su dediginiz tartisilir..Cogu kimse 17-19 ,yüzyillardan kalma fikirleri bügünde tartisiyor…
    Sizin bu teknoloji düsmanligi fikri ise gene ozamanlar vardi…
    Kaptalimin dogum siralarinda is makinalarini yok eden isyanlar vardi..Bu konular hic yeni degil bize tam Kitschig, yavan,banal,kisir,matrak,soyut,degersiz,basit konu geliyor..

    marxin ögretisi;
    Insanlar yasamak icin calisirlar,dogaya mücadele ederler..Diger hayvanlar kadar güclü,becerikli olmassada insan o nefret etiginiz üretim araci alet kullanarak (INSAN ALET KULLANAN HAYVANdir-Franklin)
    Kendisini hayvanlar gibi dogaya uydurmak zorunda kalmaz dogayi kendine uydurur..
    Bu alet artik onun bir eline el eklemesidir..
    Bu aleti üretmekle sadece dogayi egemenligine almaga baslamz ayni zamanda onun entellektuel yönünüde gelistirmege yol acar…Bu intelegent calisma sonucu tüm toplum da ekonomk gelismege,sekilenmege baslar..
    Toplumda isbölümu ve onun sonucu,takas,mübadele,sonunda paranin hakim olugu kapitalist düzen olusur..

    Bügün cagimaza hakim olan comyuter telefon ,kisacsi iletisim araclari nekadar toplumu zenginlestirdiyse sanayi devrimine yol acacak,buharli makinalarin,-Manchester 2 ogulun dokuma sanayisinde uyguladiginda bir gecede bu makinalar sayesinde bir iscinin 200 kati üretililmisti.. Gelde dünyayi ele gecirme..-Gene faradayin elektirik akimini bularak bügünü bile etkiliyen tam bir cigir acacak teknolojisi sayesinde ,bu ve buna benzer kimyasal,tibbi,optik vb.vb.. alandaki gelismeler ingiltereyi Dünya imparatoru haline getirdi..

    Neyse.. Biz abd deyince hep aklimiza sekteler geliyor…Marksizmde belki dünya sektesiyde diyebilirsiniz..
    Sizinki nedir?Neden kendi görüsünüzü ackca ortaya koymuyorsunuz? O söyledikleriniz tatli hikayelerden hicbir anlam cikmiyor..fikirler ise cok bilinen ,duyulan seyler..
    Su yukarda yazdiginiz marxla ziyaretcinin mevzusu bile nedir ya..

  356. >Bari su sorumu cevaplayin..
    Marx abd ye hic ugramadi derler..

    Neden ABD Komunist?!.. HII.. söylermisiniz Niye cok komunist ülke??
    Bizde size neden marx in Kapitalist oldugunu aciklariz..
    Yagma yok..alisveris,ticaret takas,polac,molac karsilikli olmali!

  357. Sayın (hortlak) 339'a, 340'a ve 347'ye toplu cevap

    Sayın “hortlak” 339’a,
    Sayın “anonim 340″a,
    Ve yine sayın “hortlak” 347’ye toplu cevap,

    Başlangıcı sayın “hortlak” 339 numaralı metni ile yapmış. Ardından onu destekleyici görüşler yazılmış.

    Öncelikle; sayın “hortlak”ın 339’da ve 347’de yazdıklarının büyük kısmıyla uzlaştığımızı belirtiyor olmakla beraber, yazdığı birçok şeyin de “hamaset edebiyatı!” olduğunun altını çizeriz!

    Üzülerek bir kez daha ifade ediyoruz:
    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde görüyoruz ki; “sol cenah” arasında paranoyanın bu kadar yüksek olması hiç iyi değil!

    Sayın Zileli’nin sitesinin başında, “aşk ve devrim” yazısının hemen altında, sık sık değişen sözler var. Okuduğu kitaplardan, makalelerden, röportajlardan, izlediği belgesellerden, filmlerden ve benzerlerinden bir seçki oluşturmuş.

    İki tanesi şu:

    “Fikirlerinize sonuna kadar karşıyım. Ama onları ifade etme özgürlüğünüzü hayatım pahasına savunurum.” [Voltaire]

    “Eleştiri bittiğinde, çürüme başlar…”

    Gözlemlerimiz sonucunda:
    (En azından bu sayfada) Fikirlerini yazan kişilerin, “eleştiri” yapmak değil; “çürütme”nin ilk amaçları arasında olduğunu kahrolarak anlıyoruz!

    Hâlbuki, 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; amacımız asla ama asla [PROFESSORIAL]lık taslamak değil! “Birşeyler öğretmek sevdasıyla” yanıp tutuşmak hiç değil!

    Hadi o dillere pelesenk olmuş, “Marxist” jargonla yazalım: Amacımız “reaksiyoner” bir tavır sergilemek değil! Hele hele “şirketokrasi canavarı!”nın diktatörlüğünü bütün dünyada hızla yaydığı şu 1980’ler, 1990’lar, 2000’ler, 2010’lar, 2015’ler akışında “reaksiyoner” bir tavır sergilemek hiç hiç hiç değil!

    Amacımız; sadece ama sadece bir tür işaret fişeği çakmak, uyarı notunu sizlere de iletmek, yaklaşan devasa bir tehlikeyi sizlere de haber vermek için!

    Bu amacımızı defalarca yazmaktan parmaklarımız kan içinde kalmasına rağmen; hâlâ ama hâlâ içlerinde paranoya biriktirme heveslisi kimseler çok fazla (bazen sayın “pipsqueak”, bazen sayın “ogürsel”!) Umarız hem paranoyalarını, hem de “ad hominem” tavırlarını azaltmak için biraz çaba sarfederler!

    **********

    Şimdi sayın “hortlak”ın dile getirdiği “emek-değer teorisi” ve “artı (artık) değer teorisi” başlıklarına deyinelim.

    Başlamadan önce:
    Aşağıdakileri açıklayan bizlere, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lara, yine bu sayfada hiç gereği olmayan bir “teori özeti denemesi” yaptırttığınız için kahroluyoruz!

    “‘Şirketokrasi’nin ölümcüllüğü üzerine nasıl önlemler almalıyız?! ‘Şirketokrasi’ zehrini nasıl ortadan kaldırabiliriz?!” soruları üzerine sizlerle birlikte kafa yormamız gerekirken; inatla Marx’ın, Engels’in ve takipçilerinin teorilerine yine yeniden dönmek (en azından “sol cenah” arasında) bu kadar sık olmamalı!

    Başlıyoruz:

    === “EMEK-DEĞER” TEORİSİ ===

    http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/post/132092927284/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    === “ARTI (ARTIK) DEĞER” TEORİSİ ===

    http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/post/132099923326/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    **********

    Evet; sayın “hortlak”:
    Yukarıda özetin de özeti olarak izah ettiğimiz teorileri okudunuz!

    Şimdi:

    [Bu cevablarin icinde maalesef en büyük itham olan kendilerinin SCIENTOLOG i iliskisisine cevabsiz biraktilar..] cümlenizdeki zırvalara gelelim!

    Öncelikle, sizin iddia ettiğiniz [SCIENTOLOG] kelimesinin anlamı nedir; bilmiyoruz!

    Size “342” numaralı metnimizde ne cevap vermiştik sayın “hortlak”:

    ( http://hortlak-339a-cevap.tumblr.com/post/131959322031/say%C4%B1n-hortlak-339a-cevap )

    “Bilim”i savunuyoruz. Fakat “bilim-izm” ideolojisine karşıyız!
    “Tıp”ı savunuyoruz. Fakat “tıp-izm” ideolojisine karşıyız!
    “Akademi”yi (üniversiteyi) savunuyoruz. Fakat “akademizm” ideolojisine karşıyız!
    “Modernizasyon”u savunuyoruz. Fakat “modernite’nin kötülüklerinin yayılması”na karşıyız!

    İLK ÖNCE, YUKARIDA 4 SATIRLA İFADE ETTİĞİMİZİ ANLAYAMAYA GAYRET EDİNİZ; ONDAN SONRA İTHAMLARINIZIN NE KADAR SAÇMA OLDUĞUNU GÖRÜNÜZ SAYIN “HORTLAK”!

    [Bu arkadaslara tavrimiz böyle olmali..Bunlar en basit,en zararli fikirlerini binbir cesit ansiklopedik bilgilerde degil,büyük düsünürlerin secme laflariyla cilalayip altinmis ,cevhermis gibi bize sunuyorlar.Parmagimizin ucuyla iteklemeliyiz .daha fazla ciddiye alamayiz.
    Kaptalizme marxtan karsi olduklarini yaziyorlar ama hic bir bilimselligi yok,yalnizca olaylar,kabile,kizildereli storyleryle kafa bulunuyor.
    Marx gibi Tarisilmaz bilimsel,axiomatik aciklamari yerine böyle kizildereli hikayeleri dinlersek kapitalzmin kölelerinin kölesi oluruz!!

    Bu arkadaslar acikca made in usa yapili sceintopgi Sirketinin acentaligini yapiyorlar. Hal böyle olunca ana dilde ingilizce,hikayelerde ordan,sahneye koyulus,pazarlama seklide SHOW Bussines! Nazilerde böyle yapti..ne anlatiklari önemli degil.nasil anlatiklari.. oparacilardan ders alinarak..

    Bu kisiler bu sitede etkileme calistiklari icinde Marx in kapitalzm yorumunu aciklamakta o sordugun sorularla devam edecegim..]

    SİZİN DÜŞMANINIZ OLMADIĞIMIZI DEFALARCA DİLE GETİRDİK SAYIN “HORTLAK”! NİÇİN SİZ DE İÇİNİZDE PARANOYA BİRİKTİRİYORSUNUZ?!

    NEYMİŞ: [Bu arkadaslara tavrimiz böyle olmali..Bunlar en basit,en zararli fikirlerini binbir cesit ansiklopedik bilgilerde degil,büyük düsünürlerin secme laflariyla cilalayip altinmis ,cevhermis gibi bize sunuyorlar.Parmagimizin ucuyla iteklemeliyiz .daha fazla ciddiye alamayiz.] YAZMIŞSINIZ!

    YUKARIDA HEM SİZİN ÖVE ÖVE BİTİREMEDEĞİNİZ “KARL MARX”DAN, HEM MARX’IN TESPİTLERİNİN TEMELİNİ OLUŞTURAN “CANAVAR ‘ADAM SMITH'”DEN TEORİLERİ DE GÖSTERDİK! BÜTÜN BUNLARA RAĞMEN; HÂLÂ AMA HÂLÂ UTANMADAN [Bu arkadaslara tavrimiz böyle olmali..Parmagimizin ucuyla iteklemeliyiz .daha fazla ciddiye alamayiz.] YAZABİLİYORSUNUZ SAYIN “HORTLAK”! NE YAZIK Kİ; ÇOĞUNUZDA UTANMA-ARLANMA KALMAMIŞ!

    “Karl Marx” da,
    “Adam Smith” de,
    “John Locke” da,
    “Thomas Hobbes” da,
    “Niccolò Machiavelli” de,
    “Vladimir Lenin” de,
    “Joseph Stalin” de,
    “Adolf Hitler” de,
    “George Washington” da,
    “Mustafa Kemal Atatürk” de,
    “Mao Zedong” da,
    “(Peygamber) Muhammed” de;
    Ve daha yazabileceğimiz yüzbinlercesi de İLAHIMIZ, ŞEFİMİZ, ÖNDERİMİZ DEĞİL!

    UTANMADAN: [Bu arkadaslar acikca made in usa yapili sceintopgi Sirketinin acentaligini yapiyorlar. Hal böyle olunca ana dilde ingilizce,hikayelerde ordan,sahneye koyulus,pazarlama seklide SHOW Bussines!] YAZABİLİYORSUNUZ SAYIN “HORTLAK”!

    [Bu kisiler bu sitede etkileme calistiklari icinde] YAHU HANGİ [etkileme]DEN BAHSEDİYORSUNUZ SİZ SAYIN “HORTLAK”! NİÇİN İÇİNİZDE PARANOYA BİRİKTİRİYORSUNUZ?!

    Okuyun bakalım, ne yazmışız:

    28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece iki sorumuza cevaplar aradığımızı GÖREMEYECEK KADAR PARANOYANIZIN DERECESİ YÜKSEK SAYIN “HORTLAK”!

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    BUGÜN:
    EN BAŞTA BÜTÜN İ.İ.B.F.’LERİ,
    MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİNİ,
    “ÖĞRETMEN YEİŞTİRDİĞİNİ İDDİA EDEN!” EĞİTİM FAKÜLTELERİNİ,
    TIP FAKÜLTELERİNİ,
    VE YÜZBİNLERCE EĞİTİM KURUMUNU;
    TEHDİT EDEN TEHLİKELER AŞAĞIDA:

    Thomas Hobbes!
    Adam Smith!

    Ayn Rand!
    https://www.aynrand.org/
    http://atlassociety.org/

    Ludwig von Mises!
    https://mises.org/

    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    http://www.libertarianism.org/
    http://www.3hhareketi.org/
    http://www.ikincicumhuriyet.org/
    http://www.gencsiviller.net/
    http://www.liberal.org.tr/
    http://serbestiyet.com/
    http://www.derindusunce.org/
    http://www.mustafaakyol.org/

    Esen kalın !

  358. Sayın (soruYorum) 241'e cevap

    Sayın “soruYorum” 241,

    [bence mesele asıl olarak mülkiyet meselesi…..yani devletin “veraset ve intikal” yasalarıyla bizi soktuğu cendere….bu yasalar sayesinde ister istemez gayrimenkulü mülk ediniyor ve onu varislere intikal ettirmeye “mecbur” bırakılıyoruz…..başka bişey yapmak mümkün değilmişcesine….başka türlü yaşamak olanaksızmışçasına….

    bütün sorun burada…..] yazmışsınız.

    Ve devamında şunları dile getirmişsiniz:

    [(bu yüzden katılımcı kent demokrasileri/kantonlar inşa etmek iyi bir yöntem, yol olabilir….en azından başlangıç için…oralarda mülkiyet, veraset ve de intikali yasaları gereksizleşir….örneğin babanızdan kalan evde yaşamak tamirci dükkanını devam ettirmek isteğiniz için komşuların, kent-daşların, hemşehrilerin tanıklığı yeterlidir)

    rekabet meselesine de burdan baıklması taraftarıyım…rekabet ya da dayanışma diye kavramsal mutlaklaştırmalara gitmeden, böyle bir idealist karşıtlaştırmaya düşmeden….diyebilirim ki….

    rekabet de gerektiğinde kötü birşey olmayabilir….insanın bazen böyle motivasyonlara ihtiyacı da olabilir, bence….sovyetlerde rekabet-yarışma kültürü yokedildiğinde yerini alkoliklik doldurmuştu, hatırlarsak….

    rekabetin kapitalizmi doğurduğu meselesine cevabım, yukardaki çerçevede düşünülmeli….]

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; “rekabet” kelimesi ile ilgili bu sayfanın bütün ziyaretçilerinin dikkatini çekmeye çırpındığımız yaklaşıma en yakın cevabı siz yazmışsınız! Teşekkür ederiz sayın “soruYorum”.

    İşaret fişeği çakmak için çabaladığımızı yukarıdaki onlarca metnimizde ifade etmiştik. Bu metinlerimize dönüp görebilirsiniz.

    Öncelikle:

    Sayın “ogürsel”in de düştüğü hatayı bir kez daha göstermek, ve sizin de aynı hatayı yapmamanız için bir noktayı açık açık yazalım:

    Hayatın akışı içinde olan, “doğal” olan, ana rahmindeki yumurtalığı dölleyen, ve hâttâ spor müsabakalarındaki “rekabet” zihniyeti; normaldir. Doğanın bir parçası olan “insan içinde” de rekabet özelliklerinin olması gayet normaldir. DNA’larımıza kodlanmış bu özelliğimizi değiştirmemiz mümkün değil.

    Fakat:
    Size anlatmaya çabaladığımız için parmaklarımızın klavye tuşlarına basmasıyla kanamasına yol açan tehlike: “KAPİTALİST SİSTEMİN DAYATTIĞI ÖLÜMCÜL REKABET”tir!

    Yukarıda izah ettiğimiz “farklılığı” lütfen görünüz sayın “soruYorum”. Sayın “ogürsel”in düştüğü hataya düşmeyiniz!

    Sizin [sovyetlerde rekabet-yarışma kültürü yokedildiğinde yerini alkoliklik doldurmuştu] ifadeniz yanlış.

    Sovyetler’deki rekabet kültürü; neredeyse kapitalist sistemdeki ile eşdeğerdi! Bunu özellikle Lenin’in uygulamaya çalıştığı “NEP (Novaya Ekonomicheskaya Politika)” ismiyle nitelenen “state capitalism” yani “devlet kapitalizmi” ile ifade etmek mümkün. Özellikle ve özellikle 1920’lerin başında, Moskova-politbüro içindeki ekonomi komiserlerinin, Ukrayna Sovyeti’ni bir tür laboratuvar olarak mimleyip; Ukrayna’daki maden ocaklarında ve fabrikalarda uyguladığı “ölümcül rekabet!” stratejilerini hatırlayınız! “Emeğin gücünden daha daha daha fazla istifade edebilmek için ‘insanlara’ ne tür takviyeler yapılabilir?” sorusuna cevaplar bulabilmek için; Ukrayna Sovyeti’ndeki insanların çok büyük bölümünü bir tür “kobay hayvanı!” olarak kullandılar!

    […yerini alkoliklik doldurmuştu] ifadenizin ise; [rekabet kültürü] ile bir ilişkisi yok.

    Alkolikliğin bir anda yükselişinin nedeni; 1989-90-91 sürecinde, sütten çıkmış ak kaşığa dönen, tüyleri yolunmuş tavuğa dönen Sovyet cumhuriyetlerinin; ne yapacaklarını bilemeden ortalıkta aylak aylak dolaşmasından ibarettir! “(Sovyet) Moskova hakimiyeti” bittikten sonra; 1991’den itibaren, asıl o zaman, o cumhuriyetler “kapitalizmin dayattığı rekabet”le acı çeke çeke tanıştılar! 2015’te bile; canavarların en büyüklerinden olan “Stalin”e hem Rusya’da hem diğer (eski) Sovyet cumhuriyetlerinde özlem duyuluyorsa; BUNUN İLK SEBEBİ: 1991’den günümüze değin yaşadıkları “kapitalist rekabet sistemi”dir!

    “KAPİTALİZMİN DAYATTIĞI ÖLÜMCÜL REKABET” İÇİN AŞAĞIDAKİ ADRESİ DİKKATLE OKUMANIZI ÖNERİYORUZ SAYIN “soruYorum”:

    (Yukarıda, “150” numaralı metnimizden)

    http://341e-soruyoruma-rekabet-cevabi.tumblr.com/post/132088280494/say%C4%B1n-soruyorum-341e-%C3%B6l%C3%BCmc%C3%BCl-rekabet-ile

    “ÖZEL MÜLKİYET” KAVRAMININ NASIL YAYGIN HÂLE GETİRİLDİĞİ İLE İLGİLİ AŞAĞIDAKİ ADRESİ DİKKATLE OKUMANIZI ÖNERİYORUZ SAYIN “soruYorum”:

    (Yukarıda, “150” numaralı metnimizden)

    http://341e-soruyoruma-mulkiyet-cevabi.tumblr.com/post/132088774142/say%C4%B1n-soruyorum-341e-%C3%B6zel-m%C3%BClkiyet-ile-ilgili

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece iki sorumuza cevaplar arıyoruz sayın “soruYorum”:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Esen kalın.

  359. Sayın (soruYorum) 341'e cevap [ÖZÜR]

    Yukarıda sayın “soruYorum”a cevabımızı yazarken, yanlışlıkla “241” numara demişiz.

    Doğrusu; “341” numaradır.

    Düzeltir, özür dileriz.

  360. FRANSA'DA EKONOMİK KRİZ!

    Air France’da Ekonomik Kriz tırmanıyor…

    (29 Ekim 2015)

    Fransa’nın ulusal havayolu şirketi Air France çalışanları ve yönetim arasındaki kriz aşılamıyor.

    Air France yönetiminin 2017 yılına kadar yaklaşık 3 bin çalışanı işten çıkartma planı ile başlayan ve bazı işçilerin şirket yöneticilerine fiziksel saldırıda bulunmasının ardından haklarında disiplin soruşturması başlatılması sonrası derinleşen kriz tırmanıyor.

    Sendika yönetimi, arkadaşları hakkına disiplin cezası istemiyle açılan soruşma kaldırılana kadar şirket yönetimi ile pazarlığa oturmayacaklarını açıkladı.

    Şirket ile müzakereleri yöneten sendika yönetiminin yaptığı yazılı açıklamada, “Haklarında disiplin cezası istenen arkadaşlarımızla ilgili başlatılan soruşturma askıya alınana kadar müzakerelere oturmayacağız” denildi.

    Sendika yönetimi ayrıca, 19 Kasım’da toplu grev çağrısında bulundu.

    Air France yönetiminin işten çıkartma kararı almasının ardından ülke genelinde başlatılan protesto eylemlerinin birisinde Air France Yönetim Kurulu Başkanı Frederic Gagey ve İnsan Kaynakları Müdürü Xavier Broseta ile yöneticilerden Pierre Plissonier şirket çalışanlarının fiziksel saldırısına uğramıştı.

    Air France yönetiminin planına göre şirket, 2016-2017 yıllarında 300 pilot, 700 kabin görevlisi ile yaklaşık bin 900 yer görevlisinin işine son verecek. Air France ayrıca zarar eden bazı uçuş destinasyonlarını da kapatacak.

    http://www.ntvpara.com/haberler/dis-haber/air-france-da-kriz-tirmaniyor

  361. rekabetin sportmence( örneğin tavla oynarkenki haliyle, diyelim ki daha iyi beste yapma gibi küçük egocuk gösterileri olarak) olmaktan çıkıp “ölümcül” hale gelmesinin nedenini ben, mülkiyete dönüşen sermayeye bağlıyorum….ki bu da devlet sayesinde olabiliyor….

    eğer bu engel (yani mülkiyetin tayin edicisi olarak devlet) ortadan kaldırılamzsa, çözüm olmaz bence….rekabet kapitalizmi üretmeye yani sermayenin, emeğin toplumsallaşması olmaktan çıkıp toplumu yıkan bir mülkiyete dönüşmesine yol açmaya devam eder….

    rekabetin insan doğasına içkin bir hal olduğuna da bir itirazım yok; tıpkı dayanışmanın da aynı doğanın gereği olması gibi….bunlar, canlının hayatta kalma mücadelesinde zaman zaman birini diğerine tercih etmek durumunda kalabildiği doğal güçler oluyor bence…

  362. “mülkiyete dönüşen sermaye” yıkıcı rekabeti körüklüyor. Tahakküm de üretmeyecek “Manevî” kazanca ait “rekabet”, sportmence bir yarışa dönüşüyor.
    ***
    bilinen devlet olmasa da tahakküm ve maddi zenginlik hedeflememiş bir “yarışmacı” toplumsal örgütlenme-değerler ortak paydasını koruyan-geliştiren olarak demokratik amorf bir yapı olabilir.
    ***
    Bilim, sanat, spor.. alanlarında yalnızca çevresinin, “kız”, ya da “erkeklerin”, toplumun beğenisini ve saygısını hedeflemiş yarış…
    *
    “En aşağıda, en aptallıkta, en tembellikte buluşalım’ın toplumu değil!
    Teknoloji ve sahiplerinin kölesi değil, teknolojiyi kendine “köle” yapan toplum!

  363. 352 ve hortlak
    Nihayet!.
    Tencere yuvarlandı kapağını buldu. Dilenciliği açık açık savunan hortlakla dilenciliği dolaylı savunan yalakalar dalaştılar. Her iki taraf da hem yalnız kendi kendilerinle konuşuyorlar, hem de aynı şeyleri söylediklerinden, karşı tarafla konuşuyorlar.
    Hortlak, Marx-ilmihalinin huşusu içinde sitenin sol üstündeki CNT-FAI’i ne görüyor ne de zaten görse anlar. Zavallı dev Marx, maskaraların maskarası oldu.

  364. Sayın (soruYorum) 356'ya

    Sayın “soruYorum” 356,

    Eğer bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde yazdığımız metinleri okuduysanız; anarşist olduğumuzu ifade etmiştik.

    “İktidar olmak” fiiline daima karşı olmak gerekir! Çünkü: Bu fiil, “hiyerarşik zihniyet”i daima besler!

    “İktidar olmak” fiilinin uygulandığı mekanizmaların en devlerinden biri (özellikle 2015’li yıllarda!) artık sadece “devlet”ler değil!

    “Devlet”lere karşı nasıl mücadele ediyorsak;
    Bugün:
    “Şirketokrasi”ye karşı da aynı dirayetle mücadele etmek zorundayız!

    Çünkü: “Kapitalizmin dayattığı ölümcül rekabetçi zihniyet”i besleyen yegâne kaynaklar, bugün; “şirketokrasi”dir!

    Bugün “devlet”ler; ağır ağır, gıdım gıdım, yavaş yavaş “şirketokrasi”nin paravanları hâline gelmektedir! Bunun en açık örneğini; hangi ülkede olursa olsun farketmez, genel seçimler öncesi birbirleriyle yarışan siyasi partilere yapılan “campaign donation” & “endorsement” kisvesi altında; “milletvekili satın almak projesi”nde gözlemleyebilirsiniz!

    Sayın “soruYorum”,

    Size; hem “özel mülkiyet” konusu, hem de “kapitalizmin dayattığı ölümcül rekabet” konusu ile ilgili iki önemli bilgiyi “353” numarada göndermiştik. Bu bilgileri okuyup okumadığınızı bilmiyoruz.

    “Özel mülkiyet” konusu ile ilgili şu adresi dikkatle okumanızı öneriyoruz:

    http://341e-soruyoruma-mulkiyet-cevabi.tumblr.com/post/132088774142/say%C4%B1n-soruyorum-341e-%C3%B6zel-m%C3%BClkiyet-ile-ilgili

    “Kapitalizmin dayattığı ölümcül rekabet” konusu ilgili şu adresi dikkatle okumanızı öneriyoruz:

    http://341e-soruyoruma-rekabet-cevabi.tumblr.com/post/132088280494/say%C4%B1n-soruyorum-341e-%C3%B6l%C3%BCmc%C3%BCl-rekabet-ile

    Bugün:

    Sadece “devlet”lere karşı mücadele etmemiz yetmiyor!

    Aynı mücadeleyi “şirketokrasi”ye karşı da göstermek zorundayız!

    SORU: Peki “ilk adım” ne?

    CEVAP: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    BUNU YAPABİLMEK İÇİN “EYLEM”LERE BAŞLAMAK ZORUNDAYIZ!

    “EYLEM”LERE BAŞLAMAK İÇİN; DAHA FAZLA CESARETE İHTİYACIMIZ VAR!

    Unutmayınız sayın “soruYorum”:

    10 Ekim Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; “anlı-şanlı!” sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihleri için “grev” duyurusu yapmıştı. Bu “grev”e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!

    En kısa zamanda aşağıdaki eserleri okumanızı öneriyoruz:

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    Adres:
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    Adres:
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    Adres:
    http://bit.ly/1CkYv08

    [4]
    “Idiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    Adres:
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [5]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    Adres:
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [6]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    Adres:
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Esen kalın.

  365. Bazilarin algiladigi gibi kapitalizmi kapitalist burjuvalar planlayip kurmadilar..Kapitalzm insanlarin bilincinden ayri olarak kendiliginden olusmus toplumsal olgudur..
    En ilkel toplum + ürünün yani kendisine yeterli olandan FAZLA ürünü pazarda degistirme olayindan baslar..
    Bu Pazar piyasa ekonomisi topluma egemen degildir..köleci,feodal toplumlarda pazar ekonomisi henüz kücük bir rol oynar.. Endüstri ,sanayi devrimle kapitalzm toplumun üretim sekline hakim olmustur.. Buda binbir cesit yeni üretim araclari mümkün olmustur..

    Öyleyse kimse önceden planlayip kapitalzmi kurup yaratamaz..
    hele hele Adam smith yada marx asla..
    Ticaret sermayesi,yada banka gücüyle desteklensede bu olusum kücük bireysel isyerindan,atolyeler,maufaktur ve dev makinalarla fabrikalara gecis bir olusumdur..

    Her ikiside,marx yada smith toplumun ekonomik olarak yasamasi icinde birseyler ürettigini bu üretileninde yaratici emek oldugunu vurgularlar. . Zenginlik baskalarinin emegine hükmetmektir. En zengin ülkesi size kalsa,tekbasina birsey üretemeyceginizden yasamak icin yapacaginz tek sey saraylardan kacip dogada kus,tavsan,ot toplarsinz. yani tas devrine dönersiniz..

    Marx i digerlerinden 2 ayri noktadan farkli tutulmali..

    Birincisi onlardan önemli bir adim öte giderek malllarin degerini ona harcanmis emek versede pazarda , birbiriyle
    leriyle degistirldiginde ortaya bir baska gercek cikiyor. Buda kar.. Bu kar sanildigi gibi piyasadan,pazardan degil iscinin üretigi fazla emek sonucu cikiyor.. Üretim araclarina,fabrikasina sahip olan kapitalist iscinin isgücüyle fazla üretmesi demektir.Iscinin sömürü olayi..
    Ama bu bir piyasa örtüsü icinde gerceklesmektedir..

    Vardan yok,yokdan var olmayacagini bilen marx bu karin herhangi bir mal icin üretilmis onda cisimlesmis,somutlasmis emekte degil,onunda diger emeklerle kiyaslandigi toplumsal ortalamasiyla soyutlanarak elde edilildigini aciklar.

    Piyasada mallar gercek degerinin altinda yada cok üstünde degisebilir..Kimi zarar kimi cok karli cikabilir. A karlidir B az karlidir C zararlidir.. Geneline Toplumsal olarak bakildiginda biz hepsinden soyutlayarak su kadar kar tespiti yapariz.

    Bu kisim daha aciklanabilir..

    Ikincisi marx digerleri gibi kapitalzmi savunmaz. kapitalzmin üretimin toplumsal oldugu halde üretimine yabanci kalmis onu alamayan bir toplum bir yandan ürettigine satamayan malin sahibleri sonucu,devasa krizlerin,toplumsal sorunlarin kacinilmazligini ispat eder.

    Sizin Kapitalizm tahlili ne? Ismini bile kullanandan nefret!

  366. Sayın Hortlak,
    Bilginin zararlarına işaret etmekle gözümüzü açtığınıza, biz enayileri kandırmaya çalışan, bin bir kitaplardan bin bir bilgi çıkartıp bizi doğru yoldan çıkartmak isteyen hayatları kitap okumayla geçenlerin kurnazlıklarından kurtardığın için biz Marx müminleri size can-ı gönülden müteşekiriz.
    Biz de sizin gibi bu yayılan yalanları yakalayıp tüm müminleri uyarmak için etrafı yokladık. Tabii, haşa huzurdan, sizin gibi keskin ve derin bilgimiz olmadığından sadece satıhsal olanları topladık.
    1. Bu yalancılara göre Marx da hayatının büyük bir kısmını kütüphanelerde, müzelerde, ve kitap okumayla geçirmiş. Tövbe, tövbe. Ona bildikleri, aynı Muhammed gibi, vahiyle Allah’dan indi! Marx sizin gibi sivri zekalı olduğundan ve dinciliğin modasının geçtiğini bildiğinden, bildiklerini kitaplardan öğreniyormuş görünmek istedi.
    2. Bu yalancılara göre SCIENTOLOG müminleri de aynı bizim gibi bilenlerin kendilerini yoldan çıkarmasından korkarlarmış. Onlar da aslında bizler gibi zenginlik peşinden koşuyorlarmış.
    3. Rekabet, eşitlik ön şartına dayanırmış. Ortaya çıkan antitez hiyerarşi özünde bastırdığı antitezi olan eşitliği içerirmiş.
    4. Siyasi eşitlik hakları aristokratların fakir halkın desteklediği tiranlara karşı savundukları bir kavrammış. Bir de utanmadan, yine bizim gözlerimizi boyamak için, Numa Denis Fustel de Coulanges’ın “Medîne-i Evvelîn’”, kitabını ve İngiltere’nin “Magna Carta”sına bakın derler.
    Dahası da var ama biliyorsunuz sayın Hortlak, bizim kafalar çabuk karışıyor.
    Biz ancak ve ancak bilgi kaynağı ilahi olan ve gökden kendine zembille inen Marx’a inanırız. gibi vahiye değil bilgiye dayananları ifşa etmemiz yeter.
    Milli marşımız Orwell’den:
    “Dört ayak iyi, iki ayak kötü!”

  367. Sayın (anonim 358'e) ve (hortlak 360'a) cevap

    Sayın “anonim 358″e,
    Ve sayın “hortlak” 360’a toplu cevap,

    Öncelikle sayın “anonim 358”,

    [Tencere yuvarlandı kapağını buldu. Dilenciliği açık açık savunan hortlakla dilenciliği dolaylı savunan yalakalar dalaştılar.] yazmışsınız! Üslubunuzdan anladığımız kadarıyla siz sayın “pipsqueak” olabilirsiniz, ama yanılabiliriz! Eğer sayın “pipsqueak”seniz size cevap göndermiştik, okumamışsınız: “343” numaralı metnimiz ( http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap )

    Anlaşılıyor ki; 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde yazdığımız metinleri:
    Ya okumamışsınız,
    Ya okuduğunuzu anlamamışsınız,
    Ya da okuduğunuzu anlamak istememişsiniz!

    Sayın “hortlak”a niçin karşı olalım?!
    Niçin [tencere] & [kapak] olmak zorundayız?!

    Öve öve bitiremedikleri “Karl Marx”ın; “emek” konusunun fetişleştirilmesini doğru bulmadığını bas bas bağırdığını bilmiyor musunuz sayın “358”! (Ve hâttâ sayın “pipsqueak” bile, Marx’ın “emek” konusundaki bu fetişleştirmeyi tehlikeli bulduğunu yukarıda yazdığını hatırlatırız! Sayın “pipsqueak”in eleştirilerinde haklılık payı var.)

    İlk önce, 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada neler yazmışız, zahmet olmazsa okuyunuz! “Anlamak için” okuyunuz! Kafamıza taş atmak için değil!

    Ve son bir hatırlatma:
    “Karl Marx” hiçbir zaman maskara değildi, bugün de değil, yarın da olmayacak!

    C.E.O. kıçı yalamak için “kapitalizmin cuntası altında sömürülen!” turuncu, siyah, pembe, yeşil, kırmızı, mavi, beyaz Ya-LA-ka’lar; sizi de “kapitalizme karşı mücadele”ye çağırıyor sayın “358”!

    **********

    Sayın “hortlak” 360,

    [Bazilarin algiladigi gibi kapitalizmi kapitalist burjuvalar planlayip kurmadilar..Kapitalzm insanlarin bilincinden ayri olarak kendiliginden olusmus toplumsal olgudur..] yazmışsınız!

    Sayın “ogürsel” ne diyorsa, aynısını tekrarlıyorsunuz! İçine düştüğünüz kuyudan kurtulmak istemiyorsunuz sayın “hortlak”!

    Yukarıda defalarca yazdık, parmaklarımız kanadı yazarken:
    “Ticaret”in rahminden doğan “kapitalizm”i; bir tür motor hâline, bir tür mekanizma hâline, bir tür makine hâline dönüştüren, ona işlerlik eklemleyen İLK KİŞİ: “Adam Smith”tir!

    Smith’den önce, kapitalizme işlerlik eklemlemeye çabalayan hiç kimse Smith kadar etkili bir sonuç elde edemediği için; bugün “kapitalizmin babası Adam Smith” olarak anılıyor! (Bu cümleden ne anlıyoruz? Cevap: Demek ki Adam Smith’den önce de kapitalizm varmış. Tahta oturan Adam Smith olmuş! Bunu anlayınız artık!)

    Bütün bu okuduklarınızı kıçımızdan uydurmuyoruz! Biraz tarih kitaplarını karıştırırsanız; kapitalizme işlerlik eklemleyen kişiler arasında en etkili (ve en ölümcül!) teorileri geliştiren kişinin “Adam Smith” olduğunu siz de öğreneceksiniz sayın “hortlak”!

    Ve yine üşenmez de, o öve öve bitiremedikleri “Das Kapital”in 3 cildini de elinize alıp “anlamak için” okursanız; Karl Marx’ın Adam Smith’e ne kadar keskin eleştiriler yönelttiğini de göreceksiniz sayın “hortlak”!

    [En ilkel toplum + ürünün yani kendisine yeterli olandan FAZLA ürünü pazarda degistirme olayindan baslar..
    Bu Pazar piyasa ekonomisi topluma egemen degildir..köleci,feodal toplumlarda pazar ekonomisi henüz kücük bir rol oynar.. Endüstri ,sanayi devrimle kapitalzm toplumun üretim sekline hakim olmustur.. Buda binbir cesit yeni üretim araclari mümkün olmustur..

    Öyleyse kimse önceden planlayip kapitalzmi kurup yaratamaz..
    hele hele Adam smith yada marx asla..]

    Biz mi anlatamıyoruz?!
    Siz mi anlamak istemiyorsunuz?!

    “Kapitalizme işlerlik eklemleyen” kişi Adam Smith’tir diyoruz! Siz hâlâ; “kapitalizmin kurucusu Adam Smith” olarak yanlış anlıyorsunuz! Hangi gözlerle okuyorsunuz yazdıklarımızı sayın “hortlak”?!

    “Ticaret”in yaşandığı alana “pazar” veya “piyasa” denir.
    “Ticaret”in temeli; sadece ama sadece “takas”tır.

    Yukarıda iki satırla izah ettiğimiz doğal düzenek dışında ticarete “eklemlenen” her şey; yapaydır, “artificial”dır!

    İşte bu sebeple; Adam Smith tehlikeli bir kişidir!
    İşte bu sebeple; Karl Marx (ve Friedrich Engels) Adam Smith’i keskin şekilde eleştirmiştir!

    **********

    [Her ikiside,marx yada smith toplumun ekonomik olarak yasamasi icinde birseyler ürettigini bu üretileninde yaratici emek oldugunu vurgularlar. . Zenginlik baskalarinin emegine hükmetmektir. En zengin ülkesi size kalsa,tekbasina birsey üretemeyceginizden yasamak icin yapacaginz tek sey saraylardan kacip dogada kus,tavsan,ot toplarsinz. yani tas devrine dönersiniz..

    Marx i digerlerinden 2 ayri noktadan farkli tutulmali..

    Birincisi onlardan önemli bir adim öte giderek malllarin degerini ona harcanmis emek versede pazarda , birbiriyle
    leriyle degistirldiginde ortaya bir baska gercek cikiyor. Buda kar.. Bu kar sanildigi gibi piyasadan,pazardan degil iscinin üretigi fazla emek sonucu cikiyor.. Üretim araclarina,fabrikasina sahip olan kapitalist iscinin isgücüyle fazla üretmesi demektir.Iscinin sömürü olayi..
    Ama bu bir piyasa örtüsü icinde gerceklesmektedir..

    Vardan yok,yokdan var olmayacagini bilen marx bu karin herhangi bir mal icin üretilmis onda cisimlesmis,somutlasmis emekte degil,onunda diger emeklerle kiyaslandigi toplumsal ortalamasiyla soyutlanarak elde edilildigini aciklar.

    Piyasada mallar gercek degerinin altinda yada cok üstünde degisebilir..Kimi zarar kimi cok karli cikabilir. A karlidir B az karlidir C zararlidir.. Geneline Toplumsal olarak bakildiginda biz hepsinden soyutlayarak su kadar kar tespiti yapariz.

    Bu kisim daha aciklanabilir..

    Ikincisi marx digerleri gibi kapitalzmi savunmaz. kapitalzmin üretimin toplumsal oldugu halde üretimine yabanci kalmis onu alamayan bir toplum bir yandan ürettigine satamayan malin sahibleri sonucu,devasa krizlerin,toplumsal sorunlarin kacinilmazligini ispat eder.

    Sizin Kapitalizm tahlili ne? Ismini bile kullanandan nefret!]

    Sayın “hortlak”,

    Kusura bakmayın, siz; tereciye tere satacağınızı zannediyorsunuz!

    Size dostane bir tavsiyede bulunalım:
    Bize “Adam Smith”i veya “Karl Marx”ı öğretmeye çabalamamanızı öneririz!

    Biz, sizin düşmanınız değiliz sayın “hortlak”! Yanlış kişilere muhalefet ediyorsunuz!

    Yukarıda, “352” numaralı metnimizde, size 2 (iki) adres gönderdik sayın “hortlak”.

    Okudunuz mu?

    === “EMEK-DEĞER” TEORİSİ ===

    http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/post/132092927284/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    === “ARTI (ARTIK) DEĞER” TEORİSİ ===

    http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/post/132099923326/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    İlk önce; yukarıdaki adreslerde yazılanları, sakin bir zihinle okuyup anlayınız. Sizin de işaret ettiğiniz bozukluklarının aynısını göreceksiniz! Aynı şeyleri birbirimize papağan gibi anlatıp; enerjimizi yanlış odağa yönlendiriyoruz sayın “hortlak”!

    Ve son bir hatırlatma:
    [marx digerleri gibi kapitalzmi savunmaz. kapitalzmin üretimin toplumsal oldugu halde üretimine yabanci kalmis onu alamayan bir toplum bir yandan ürettigine satamayan malin sahibleri sonucu,devasa krizlerin,toplumsal sorunlarin kacinilmazligini ispat eder.] yazmışsınız.

    Bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların, yukarıdaki onlarca metnimiz içinde, nerede gördünüz [Marx’ın kapitalizmi savunduğuna] dair cümlelerimizi! Lütfen zırvalamayın, lütfen saçmalamayın sayın “hortlak”!

    Size ne yazıyoruz?!
    Siz ne anlıyorsunuz?!

    Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in) en kallavi yapıtı olan “Das Kapital”in TEMELİ; kapitalizme yönelik eleştirilerdir!

    3 cilt hâlinde basılan, öve öve bitiremedikleri bu yapıtta; “Adam Smith”, “David Ricardo”, “Thomas Robert Malthus” gibi, dönemde kendinden söz ettiren şahısların teorilerinin keskin şekilde eleştirildiğini göreceksiniz!

    Artık saçmalamaktan vazgeçiniz sayın “hortlak”!

    Tereciye tere satmaya çırpındığınızın farkında değilsiniz sayın “hortlak”!

    28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar aradığımızı size tekrar hatırlatıyoruz sayın “hortlak”!

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    BUGÜN:
    EN BAŞTA BÜTÜN İ.İ.B.F.’LERİ,
    MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİNİ,
    “ÖĞRETMEN YETİŞTİRDİĞİNİ İDDİA EDEN!” EĞİTİM FAKÜLTELERİNİ,
    TIP FAKÜLTELERİNİ,
    VE YÜZBİNLERCE EĞİTİM KURUMUNU;
    TEHDİT EDEN TEHLİKELER AŞAĞIDA LİSTELENMİŞTİR:

    Thomas Hobbes!
    Adam Smith!

    Ayn Rand!
    https://www.aynrand.org/
    http://atlassociety.org/

    Ludwig von Mises!
    https://mises.org/

    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    http://www.libertarianism.org/
    http://www.3hhareketi.org/
    http://www.ikincicumhuriyet.org/
    http://www.gencsiviller.net/
    http://www.liberal.org.tr/
    http://serbestiyet.com/
    http://www.derindusunce.org/
    http://www.mustafaakyol.org/

    Esen kalın !

  368. Hortlak’ın “Bazilarin algiladigi gibi kapitalizmi kapitalist burjuvalar planlayip kurmadilar..Kapitalzm insanlarin bilincinden ayri olarak kendiliginden olusmus toplumsal olgudur..” tespiti önemli. Bu herşeyin üst üste bindiği bir tarihsel süreç. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi bir anlamda. Avrupalıların yayıldığı bölgelerde bulunan ürünleri dünyaya ihracı ve bu ürünlerin giderek dünyanın her yerinde üretilmesiyle gelişti.
    Tabii bu süreç aynı zamanda eski doğu uygarlıklarına da dayandığından sadece Avrupa’nın sömürgeciliğine bağlamak da eksik olur. Kağıt, kahve gibi bazı ürünleri ilk ihraç eden doğudur mesela.
    Sanayileşme de böyledir. Örneğin barut ve ateşli silahlar önce doğudan yayıldı.
    Kapitalist batı ile kapitalizm öncesi doğu arasında kopukluktan çok devamlılık var.
    Hatta doğu kadar olmasa da dünyanın diğer bölgelerini de es geçemeyiz. Orta ve Güney Amerika’nın yerli uygarlıkları yıkılmasına rağmen etkisini sürdürdü ve kuzeyin aksine oradaki melez halkın önemli bir kısmını oluşturdu.

  369. Sayın Gün Zileli,

    Nihayet, sizden de “kapitalizme karşı bir ses” duyabildik! Minnettarız!

    Size aşağıdaki soruyu soran arkadaşa da teşekkür ederiz:

    http://www.gunzileli.com/sorucevap/#comment-197622

    Gün Zileli, 30 Ekim 2015, saat 8.45:
    [İktisatçı sonuç olarak kapitalizm sınırları içinde düşünür. Anarşizm bunu aşmayı öneriyor.]

    ***

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    28 Mayıs 2015′ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde yukarıdaki 2 (iki) sorumuza cevaplar; sizlerden yavaş yavaş gelmeye başladı!

    BUGÜN:
    EN BAŞTA BÜTÜN İ.İ.B.F.’LERİ,
    MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİNİ,
    “ÖĞRETMEN YETİŞTİRDİĞİNİ İDDİA EDEN!” EĞİTİM FAKÜLTELERİNİ,
    TIP FAKÜLTELERİNİ,
    VE YÜZBİNLERCE EĞİTİM KURUMUNU;
    TEHDİT EDEN TEHLİKELER AŞAĞIDA LİSTELENMİŞTİR:

    Thomas Hobbes!
    Adam Smith!

    Ayn Rand!
    https://www.aynrand.org/
    http://atlassociety.org/

    Ludwig von Mises!
    https://mises.org/

    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    http://www.libertarianism.org/
    http://www.3hhareketi.org/
    http://www.ikincicumhuriyet.org/
    http://www.gencsiviller.net/
    http://www.liberal.org.tr/
    http://serbestiyet.com/
    http://www.derindusunce.org/
    http://www.mustafaakyol.org/

    Esen kalın !

  370. 358. CNT-FAI GÜN ZILELI nin anlamini cözemedim tam. Cinayet faili GZ mi yoksa Cenet failimi ne?

    361.komik,garip birseyler yaziyor.cözecegim yakinda.
    Bende ona bir hikaye anlatayim. Adamin bir birgün attan düsmüs.

    Esas tarttistigim 362 ise hic anlamadim. Hatta kendiside kendini anladiginindan süphem var..

    363.arkadas beni bende onu anladigima sükür ediyorum..

    Evet su bilgi beni bile sasirtti. 1840 larda nerdeyse komunist manifestonun yazildigi siralar CIN sanayisi ABD 30 kati daha güclüymüs. daha sonra Ingiltere 20-30 yilligina 1 numara oluyor arkasindan bugüne kadar ABD…

  371. CNT, İspanya’nın, zamanında 1 milyon işçiye önderlik etmiş anarko-sendikalist sendikasının adıdır. FAI, İspanya anarşistlerinin örgütüdür. CNT-FAI, İspanya iç savaşında toplumsal devrim ve anti-franko mücadelede önemli bir rol oynamıştır.

  372. Sayın Hortlak (350’ye)
    349 no’lu yazıma karşılığınız olan 350 no’lu yazınıza ancak cevap zamanı buldum.
    ” Su yukarıda yaziginiz marxla ziyaretcinin mevzusu bile nedir ya..” cümlenize cevabım tüm yazınıza cevap olacak.
    Anlamadığınıza hayret ettim. Sizin gibi bir sivri zekalı nasıl anlamaz! Ner neyse anlatayım sayın Hortlak.
    Marx’ı ziyaret eden Weitling’in emek hareketinin denenmiş fedakar çocuğu, bacaklarının Prusya cezaevleri demirlerinin yara izleriyle dolu, geçmişi Alman emekçileri adına özverili ve cesur çabaları içinde geçmiş bir işçi olması, Marx için önemli değildi. Önemli olan onun sizin gibi sivri zekalı olup nedenlerini bilmesiydi. Daha sonra Lenin bunu çaktı, senin gibileri etrafına topladı, parti kurdu, ve nihayet devleti ele geçirdi.
    Eğer hala anlamadıysanız bazı örnekler daha:
    1. Önemli olan fakirliğin cefasını çekmek değil, neden fakir olduğunu bilmek. Bak, YaLaKa’lar gece gündüz yorulmadan bunu yapıyorlar. Sizin gibi yarına hazırlık bilgileri topluyorlar.
    2. Önemli olan işçi olmak ve katır gibi çalışmak, yorulmak, yaşamda ölü olmak değil, Marx ve sizin gibi sivri zekalı olup nedenleri bilmek.
    3. Önemli olan neden çok çalışıp az kazanmak değil, sizin gibi sivri zekalı olup nedenlerini bilmek.
    Binlerce daha örnekler var ama yarının bir ihtimal Marxist devletinde memurluğa hazırlanan sizler zaten henüz doğru yoldasınız. Kitabınız Kapital-ı Marxaddes, amacınız sıradan bir insan ama zengin olmak.
    Hala anlamakta güçlük çekiyorsanız size daha basit ama anlamasının güçlüğü, Kitabınız Kapital-ı Marxaddes’i, siz sivri zekalı Hortlak’ı, soytarıya çevirdiğiniz, dilencilik filozofu yaptığınız KarlMarx’ı ışık yılları aşan bir örnek vereyim;
    Her insan görür ama daha kimse nasıl veya neden gördüğümüzü bilmiyor. Tabii siz, Marx, YaLaKa’lar ve bu sitede sayılmakla bitmez ilerici ve ileri zekalılar hariç.
    Bol Bol Esin Durun

  373. Tesekkürler sayin zileli..

    366.ya;

    Sizi anlamam icin zekami biraz daha sivritmem gerekiyo..

  374. Sayın (hortlak) 365'e cevap

    Sayın “hortlak” 365,

    [Esas tarttistigim 362 ise hic anlamadim. Hatta kendiside kendini anladiginindan süphem var..] yazmışsınız!

    Hem size, hem bu sayfanın bütün ziyaretçilerine yönelik YAZDIĞIMIZ HER KELİME BÜYÜK TİTİZLİKLE HAZIRLANMIŞTIR, HAZIRLANIYOR!

    Yukarıda köşeli [] parantez içinde aktardığımız ifadenizden anlaşılıyor ki; size yazdığımız cevapları OKUMUYORSUNUZ SAYIN “HORTLAK”!

    Önce size yazdığımız cevapları okuyunuz, ondan sonra görüşlerinizi yazınız!

    === “EMEK-DEĞER” TEORİSİ ===

    http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/post/132092927284/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    === “ARTI (ARTIK) DEĞER” TEORİSİ ===

    http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/post/132099923326/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    İlk önce; yukarıdaki adreslerde yazılanları, sakin bir zihinle okuyup anlayınız. Sizin de işaret ettiğiniz bozukluklarının aynısını göreceksiniz! Aynı şeyleri birbirimize papağan gibi anlatıp; enerjimizi yanlış odağa yönlendiriyoruz sayın “hortlak”!

    28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar aradığımızı size tekrar hatırlatıyoruz sayın “hortlak”!

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    BUGÜN:
    EN BAŞTA BÜTÜN İ.İ.B.F.’LERİ,
    MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİNİ,
    “ÖĞRETMEN YETİŞTİRDİĞİNİ İDDİA EDEN!” EĞİTİM FAKÜLTELERİNİ,
    TIP FAKÜLTELERİNİ,
    VE YÜZBİNLERCE EĞİTİM KURUMUNU;
    TEHDİT EDEN TEHLİKELER AŞAĞIDA LİSTELENMİŞTİR:

    Thomas Hobbes!
    Adam Smith!

    Ayn Rand!
    https://www.aynrand.org/
    http://atlassociety.org/

    Ludwig von Mises!
    https://mises.org/

    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    http://www.libertarianism.org/
    http://www.3hhareketi.org/
    http://www.ikincicumhuriyet.org/
    http://www.gencsiviller.net/
    http://www.liberal.org.tr/
    http://serbestiyet.com/
    http://www.derindusunce.org/
    http://www.mustafaakyol.org/

    Esen kalın !

  375. MARX'IN MEZARI ZİYARETLERİNDEN ÜCRET ALMAK!

    “Highgate Mezarlığı Dostları Vakfı”nın, Karl Marx’ın, İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan mezarını görmek isteyen ziyaretçilerden 4 sterlin (yaklaşık 18 TL) ücret alması tartışmaya neden oluyor. Vakıf, aynı zamanda mezarlığın yöneticisi.

    “Wall Street Journal”ın haberine göre; yeni nesil Marksistler, mezarlık yönetimini, Marx’ı kapitalizme alet etmekle suçluyor. “Ben Gliniecki” ismindeki Marksist, ücret alınmasına karşı çıkarak; “Bunun berbat olduğunu düşünüyorum! Kapitalistler bir şeyden para kazanacaklarını düşündüklerinde, düşecekleri zevksizlik ve ironinin sınırı yoktur!” diyor.

    Marx’ın naaşının bulunduğu mezarlığı yöneten “Highgate Mezarlığı Dostları Vakfı” ise, ziyaretlerden elde edilen gelirin 170 bin kişinin yattığı mezarlığın masraflarını karşıladığını belirtiyor. Mezarlığın sorumluluğunu 1990’larda üstlenen vakfın üyesi “Ian Dungavell”; “İnsanlar şikayet ediyor ve Marx’ın mezarında ters döneceğini söylüyorlar. Ancak ben de bunun uygulamada yeniden dağıtım olduğunu söylüyorum, çünkü bizim aldığımız bütün para mezarlığa geri kazandırılıyor.” diyor.

    1839’da kurulan mezarlığın büyük bir mali krize girmesinin ardından vakıf tarafından yönetilmeye başlanmıştı. Vakıftan önce ise Marx’ın mezarını görme karşılığında ücret alınmıyordu.

    http://odatv.com/kapitalizm-marxin-mezarini-bile…-3010151200.html

  376. Sayın 366'ya (pipsqueak'e) cevap

    Sayın “pipsqueak” 366,

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde, sizin düşmanınız olmadığımızı defaatle haykırmamıza rağmen; kafamıza şevkle taş atmaktaki ısrarlarınızın sebeplerini açık açık yazar mısınız?

    Sayın “pipsqueak”,

    Yuakrda “343” numaralı kısımda, size cevabımızı göndermiştik.

    Ve hâttâ; SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN SİZİN METNİNİZİ SİLDİĞİNDEN DE BAHSETMİŞTİK! OKUDUNUZ MU?!

    Sayın “pipsqueak”,

    Eğer zahmet olmazsa, size gönderdiğimiz cevabı aşağıdaki adrese girerek okuyunuz:

    http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap

    Esen kalın !

  377. Sayın Hortlak (365’e bir önemsiz ek)
    CNT-FAI ile ilgili bir ek.
    Sizin Karl Marx, Kapital-ı Marxaddes, ve o konuda da Nuh’un zamanından kalan çocuk masallarından başka bir dünyadan habersiz olduğunuz belli.
    İspanya iç savaşı bittiğinde Franko’nun gazabından kaçanlar oldu. Şili’li şair Neruda 1939’da Paris’de Şili konsolosuydu. Neruda bir marxist. 1950’de Stalin barış ödülü, 1971’de Nobel ödülü kazandı.
    Belki bu kadar bilgi sizin secdeye varmanıza yeter ve kalkıp kendinizi bulmanız yıllar sürebilir. Bu sadece sizde olan bir ruh sorunu değil, bu sitede çok rastladığım bir vasıf, ve genel olarak Türklerin tanımı bile olabilir. Marx’a benzerler ve sizin gibi çok bilenler arasında bunun adı HİYERARŞİ. Benim buna verdiğim adlar “MERDİVEN TEORİSİ” ve “BİLİMSEL IRKÇILIK”. En üst basamakta mavi gözlü sarışın ırk Avrupalılarla Amerikalılar yer alır. Karl Marx bu merdiveni olduğu gibi kabul etti ve merdivenin basamaklarının nasıl inşa edildiğini sizin gibi çocuklara uyutmak için anlattı. Siz ve bu sitede yazanların hemen hemen hepsi bu uykudaki çocuklarsınız, Marx gibi düşünüyor ve onun merdiveninde basamak atlamak sevdası içindesiniz, basamak atlamak için can atıyorsunuz.
    Parantez içi bir ek, aslında alçak kapitalistler genetik manipülasyonla herkesi sarışın mavi gözlü yapma yolunu çoktan buldu ama daha henüz piyasaya sürmediler. Tarihte görülmemiş bir devrim olmasından korkuyorlar.
    İnşallah Neruda’nın ünü ve marxist oluşunu öğrenmekle girdiğiniz huşudan, vecitten, ektasiden, esriklikten, mest olmadan uyanıp ayaklarınız tekrar dünyamıza basmıştır.
    Eğer öyleyse, Neruda’ya dönelim. Neruda, Ağustos 1939’da, Franco’dan kaçanlardan sadece komünistleri Şili’ye giden gemiye alır, anarşistleri reddeder. İdeoloji böyle büyük bir insanın bile gözlerini kör eder! Sizleri taş uykusuna yatırmış! Uyanmanız imkansız!
    Dahası da var, sözüm ona “işçilere önderlik eden bu CNT-FAI ÖRGÜTLER, “, işçilerin çalışmayı “ne kadar sevdiklerine” inançlarından, işçilerin iş yerlerindeki sabotajlarını ve işten kaytarmalarını hasır altı ettiler. İşte sana kendi inançlarının doğru olduğuna inanan ve inandıklarının herkes için geçerli olduğuna inancı olan yüce, ulu, alim, yazar, kısacası modern dünyanın büyük hastaları. Ne yazık ki, bunların fırsatçı ve doğuştan köle ruhlu müritleri bu uluların masallarına inanmayanlara adlar takarlar ve üzerilerine köpekler salarlar. İşte sana KOCA LİDERLER! İşte sana onların köpekleri!
    İyi uykular

  378. Oraya kapıdan değil, duvardan atlayarak girmek en doğrusu. Bunu Londra’da yaşarken defalarca yaptım. Highgate mezarlığında yıkık bir duvar vardır, oradan giriyordum. Londra dışından ziyarete gelen arkadaşları da bu yoldan sokuyordum. Umarım o duvar tamir edilmemiştir. Edilmişse bile başka gedikler bulunabilir.

  379. 352 dahileri YaLaMa’lar
    İlk not: Ben “pipsqueak” değilim. Adı “pipsqueak” olan başka bir “pipsqueak”im.
    Aşağıdaki laflarınızı ne kadar doğru! Ne kadar derin! Ne kadar sır ve üstü kapalı mesaj dolu! Bütün mantığımla katılıyorum. Bu hikmet dolu sözleri bulduğunuz sitelerin adreslerini verir misiniz?
    “Kapitali” savunuyoruz. Fakat “kapitali” savunanlara karşıyız!
    “Bilim”i savunuyoruz. Fakat “bilimi” savunanlara karşıyız!
    “Teknolojiyi” savunuyoruz. Fakat “Teknolojiyi” “savunanlara karşıyız!
    “Tıp”ı savunuyoruz. Fakat “tıp”ı savunanlara karşıyız!
    “Akademi”yi (üniversiteyi) savunuyoruz. Fakat“Akademi”yi (üniversiteyi) savunanlara karşıyız!
    “Modernizasyon”u savunuyoruz. Fakat “Modernizasyon”u savunanlara karşıyız.
    (Not: sayın YaLaMa’lar modernizasyon modernliğin yayılması demektir. Sizi işbaşı etmeye, işgüzarlığa, laf cambazlığına, boş laflarla bilge gibi görünmeye, politikacı olmaya, reklam uzmanı olmaya mükemmel hazırlayanlar biraz da mantık, biraz da totoloji nedir, biraz da akıl yürütme öğretmiş olsalardı dahilikte Michel Foucault’ları bile geçerdiniz!)
    “Devlet”i savunuyoruz. Fakat “Devlet”i savunanlara karşıyız!
    “Bankalar”ı savunuyoruz. Fakat “”Bankalar”ı savunanlara karşıyız!
    “Para”yı savunuyoruz. Fakat “Para”yı ” savunanlara karşıyız!
    “Ekonomi”yi savunuyoruz. Fakat “Ekonomi”yi savunanlara karşıyız!
    “YaLaMa”lığı savunuyoruz. Fakat “YaLaMa”lığı savunanlara karşıyız!

    XYZ’i savunuyoruz. Fakat XYZ’i savunanlara karşıyız!
    “Her şey”i savunuyoruz. Fakat “Her şey”i savunanlara karşıyız!
    Sizin diyalektik ustalığına hayranım! A = A’nı zıddı. Modern yaşamın temel taşı nihilizme eşsiz örnek! Zaten bu sitede hem doğruyu hem tersini aynı anda söyleyen diyalektik ustaları sayısız.
    ÖZET:
    Biz Türkler bir türlü BAKİRELİK SAPLANTISINDAN KURTULAMIYORUZ. HER ZAMAN BAKİRE PEŞİNDEYİZ!
    Lenin bile bu bağlamda ne demiş: “başkasının su içtiği bardaktan su içmem!”
    YAŞASIN HER ŞEYİN ASLI, ÖZÜ, HAKİKİSİ, GERÇEĞİ! YAŞASIN BU BAKİRE EL DEĞMEMİŞLERİ BİLEN ALLAH, ÖZÜR DİLERİM BİLİMSEL TÜRKLER!
    BİR TÜRK (YALAMA’LAR VE BU SİTEDEKİ DİĞER DAHİLER GİBİ) SADECE DÜNYAYA BEDEL DEĞIL, TÜM DÜNYANIN GELMİŞ GEÇMİŞ VE GELECEK DÜŞÜNÜRLERİNE, FİLOZOFLARINA, PEYGAMBERLERİNE, … DEĞER! BÜYÜK FİLOZOFLAR, DÜŞÜNÜRLER ve PEYGAMBERLER DAHA ALÇAK GÖNÜLLÜYDÜLER: VARSAYIMLA BAŞLADILAR. SİZ TÜRK DAHİLER BİLİYORSUNUZ!!!
    Not: YaLaMa’lık düşündüğünüz kadar kötü değil. Sizleri eşsiz dahiler, çığır açıcılar yapmış. Akıl, mantık (klasik olsun, diyalektik olsun), düşünme, hakikat, gerçek sınırlarını, kısıtlamalarını yırtıp en büyük kardinal sayıyı bile aşmışsınız. Matematikde her birinize bin nobel ödülü vereceklerinden eminim. Fizikde de her birinize bin nobel ödülü vereceklerinden eminim. Bulgularınızı FaceBOK’da ve TWATter’da yayınlayın. Bu buluşlarınızı bir kitapta toplayın. Pek zor olmaz. 10 bin sayfa site adresleri, medyada adı geçenler, okumadığınız kitapların isimleri, ekonomistler, sosyologlar, … Uyku sorunu olanlara yardımcı olursunuz. Belki tıpta da nobeli kazanırsınız.

    Eski marxist-leninist Türklerin yerini alan, aynı eski masalları yeni ambalajla piyasaya süren sayın YaLaMa’lar, doğru yoldasınız. İleride Transhümanizm, Siborg, Postcinsiyetçilik, Liberteryen transhümanizm … dünyaya egemen olduğunda ve teknoloji daha da ileri olacağından bu site yeni ve daha iyi YaLaMa’lar tarafından taranacak ve analizden geçirilecektir. Bu sitedeki sarışın mavi gözlülere tapanlar, zenginliğe tapanlar, teknolojiye tapanlar, makinelere tapanlar, ölüme tapanlar ve kısıtlı insandan nefret edenler, kısıtlı insan düşmanı olduğunuz hatırlanacaktır! Biz “Affet Allah’ım ne yaptıklarını bilmiyor”, deriz. Sizi bulup çıkaran robotlar aslında sizin farkında olmadan yeni düzenin saf ve sadık müritleri ve müminleri olduğunuzu tespit edeceklerdir. Sizlerin bu saf, sadık ve temizliğiniz mükafatsız kalmayacaktır. Her zaman olduğu gibi, düzene boyun eğenlere sivri zeka gerektiren görevler verilecektir. Sizi bBu inançları diğer gezegenlerde yaymaya gönderecekler!
    Ne yazık! Yukarıdakilerin rüyaları aşağıdaki tamamıyla sıradanlara sızdığından, tarih boyunca her zaman rastlanan bir transformasyonla cehennem cennet sanılıyor. Ama bir fark var. Şimdi etraf kendini dev aynasında gören bir sürü okumuş ama anlamamışlarla dolu.
    Ama bunları ciddiye almayın, sizlerle oynuyorum.
    Keynes ne demiş?
    “Eninde sonunda hepimiz ölmüş olacağız!”
    Atatürk ve Karl Marx ve şimdi de Anarşist belaları öncesi hala kafaları çalışan Türkler ne demiş?
    “Ölüm hariç hepsi yalan!”
    Ben ne diyorum?
    “Eninde sonunda hepimizin yanlış olduğu anlaşılacak!”
    Ama yine de sizlerin hikmet ve bilgi dolu okumadığınız yazar ve kitapların isimlerini, site adreslerini, medya yıldızlarının isimlerini, neden, nasıl, ne zaman, kim gibi açıklamalar dolu yazılarınızı gözlüksüz dört gözle bekliyorum.

  380. 370
    Size cevap, Gün Zileli’ye övgü.
    Bütün farklı düşünmelerime rağmen, Zileli’ni eposta ve kendini tanıtmayı şart koşmaması hayran olacak bir tutum.
    Ben bu siteyi kamuya açık algılıyorum, ki bu da bu sitenin hayran olunacak bir özellıği: herkes okusun ve herkes düşündüklerini yazabilsin.
    Site, bazı bilmediğim, ve doğrusu bilmek bile istemediğim, teknik veya diğer nedenlerden bazı yazıları yayınlanmıyorsa da gerekli düzeltme yapılıp geri gönderildiğinde reddetmiyor. Tekrar övgüye değer bir tutum.
    Ben bu sitedeki tartışmaların bu sitede devam etmesine taraftarım ve başka sitelerde verilen cevapları okumayacağım.
    Sizin verdiğiniz site adresleri ve isimleri de okumak istemiyorum.
    “Kapitalizme kıyasla feodalizm çok derinden insancıl”
    Karl Marx
    Kötülüğü, cefayı, acı çekmeyi, sefaleti ancak politikacılar teraziyle ölçerler. Yaptığınız sonsuz ayıp!
    Bence fazlasıyla yeter. Bu şekilde devam ederseniy yazılarınızı artık okumayacağım.

  381. TÜRKİYE'DEN İSVİÇRE'YE ALTIN İHRACATI 7 ARTTI!

    SEÇİMLERDEN ÖNCE TÜRKİYE’DEN İSVİÇRE’YE ALTIN İHRACATI %627 ARTTI!

    Türkiye’nin Eylül ayında İsviçre’ye yaptığı altın ihracatı, bir önceki yılın aynı dönemine kıyasla %627 artarak 539 milyon dolara ulaştı.

    BBC Türkçe’den Enis Şenerdem’in haberine göre Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, Eylül’de İsviçre’ye yapılan toplam ihracat içerisinde altın gibi kıymetli madenlerin oranı ise %88’e ulaşıyor.

    Buna göre geçen ay İsviçre’ye yapılan kıymetli maden ihracatı 474 milyon dolar oldu.

    Türkiye’den İsviçre’ye altın ihracatı yeni karşılaşılan bir durum değil. Yine bu yıl içerisinde İsviçre’ye yapılan ihracat Şubat ve Nisan aylarında 1 milyar dolar seviyesini aşarak normal seyrinin çok üzerinde bir çizgi izlemişti.

    O aylarda da yine ihracatın büyük bölümünü kıymetli madenler oluşturuyordu.

    Türkiye’nin kıymetli maden ihracatındaki dalgalanmayla örtüşen bir diğer veri ise (TCMB) Merkez Bankası’nın her ay açıkladığı cari denge verisinin içerisinde yer alan “net hata noksan” kalemi.

    Ülkeye nereden geldiği belli olmayan para akışını gösteren “net hata noksan” ve altın ihracatı arasında da bir korelasyon gözüküyor!

    Piri Reis Üniversitesi Ekonomi Profesörü Erhan Arslanoğlu, “net hata noksan” ve kıymetli maden ihracatı arasındaki ilişkinin rastlantısal olmadığı görüşünde.

    BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Arslanoğlu, “Net hata noksanın içerisine bavul ticareti de giriyor. Altın ihracatının yükseldiği dönemlerde bu bavul ticaretinin içerisine altın da dahil oluyor” diyor.

    “TÜRKİYE’DEN İSVİÇRE’YE İHRACAT: KÜLÇE ALTIN”

    Mücevher İhracatçıları Birliği Başkanı Ayhan Güler ise BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlarken İsviçre’ye yapılan kıymetli maden ihracatının daha çok “külçe altın” olduğunu ifade ediyor ve Türkiye’nin hurda altını işleyip İsviçre’ye satan bir ülke konumuna geldiğini söylüyor:

    “Ülkemizdeki altın rafinerileri aldıkları hurda altını işleyip küresel standartlara uygun külçe altına dönüştürüyor. İsviçre de daha ucuza mal edildiği için işlenen külçe altınları Türkiye’den almayı tercih ediyor.”

    Ayhan Güler, İsviçre’ye yapılan tüm kıymetli maden ihracatının külçe altın olduğu varsayılırsa yapılan ihracatın 13 ton külçe altına denk geleceğini de ifade ediyor.

    Türkiye’deki İsviçre Ticaret Odası Derneği Başkanı Doğan Taşkent ise her ne kadar zaman zaman Türkiye’nin İsviçre’ye yaptığı en büyük ihracat kalemi olsa da altın ihracatını hiçbir ekonomik değerlendirmelerine dahil etmediklerini aktarıyor ve “Biz altın, kıymetli maden tarafına bakmıyoruz. Tamamen özel sektör tarafından yapılan imalat ihracatına odaklanıyoruz. Değerlendirmelere de hep altın hariç olarak bakıyoruz” diyor.

    ( http://odatv.com/secimlerden-once-turkiyeden-isvicreye-dikkat-ceken-satis-3110151200.html )

  382. JOSE MUJICA:

    “Filozof Seneca der ki, yoksul çok şeye ihtiyaçı duyandır, çünkü ona hiçbir şey yetmez. Ben yoksul değilim, sadece aklım başımda. Bir şeyi paranızla değil, hayatınızın o parayı kazanmak için harcadığınız kısmıyla alırsınız. Az harcarsam sevdiğim şeyleri yapmak için daha fazla zamanım olur. Özgürlük budur. Basit bir hayat sürüyorum ama varoluş şeklimi kimseye dayatmak istemiyorum. İnsanların çok mutsuz yaşaması beni endişelendiriyor; hep ödenecek borçlar var, para yetmiyor, ümitsizler. Bunun bir sınırı olması lazım. Bunu uzun süre hiçbir şeyim olmadan hücrede kaldığımda öğrendim. Bana yatak verdikleri gece mutlu olmuştum çünkü. Sonuçta dünyaya gelirken çıplağız, dünyadan ayrılırken de.”

    ( http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/400457/_Harcadiginiz_para_degil__hayatiniz_.html )

  383. Sayın (pipsqueak) 372'ye ve 373'e toplu cevap

    Sayın “pipsqueak” 372’ye ve 373’e,

    Kusura bakmayın, şunu şahsınıza sormak zorunda kaldık:
    Niçin “anlamamakta” direniyorsunuz?!

    [Ben bu sitedeki tartışmaların bu sitede devam etmesine taraftarım ve başka sitelerde verilen cevapları okumayacağım.
    Sizin verdiğiniz site adresleri ve isimleri de okumak istemiyorum.] YAZMIŞSINIZ!

    YAHU SAYIN “PIPSQUEAK” 372 ve 373,

    SAYIN GÜN ZİLELİ; HEM SİZİN, HEM DE BİZLERİN, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YA-la-KA”LARIN ONLARCA METNİNİ “FAZLA UZUN!” VE “FUZULİ İŞGAL!” İDDİALARIYLA SİLDİ! ŞAHİT OLMADINIZ MI?!

    SİZE NE YAZIYORUZ: SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN BU “METİN SİLME ALIŞKANLIĞI!” SEBEBİYLE, SİZLERE CEVAPLARIMIZI “tumblr” ADRESLERİNE YAZARAK GÖNDERMEK ZORUNDA KALIYORUZ!

    YUKARIDAKİ AÇIKLAMAMIZDAN SİZ NE ANLIYORSUNUZ SAYIN “PIPSQUEAK”?!
    MESAJLARIMIZI GÖZLERİNİZLE OKUMUYOR MUSUNUZ?!

    SAYIN GÜN ZİLELİ; GÖNDERDİĞİMİZ METİNLERİ SİLDİĞİ İÇİN, SİZLERE “tumblr” ADRESLERİNE YAZARAK GÖNDERMEK ZORUNDA KALIYORUZ! BUNUN NERESİNİ ANLAMIYORSUNUZ SAYIN “PIPSQUEAK”?!

    NİÇİN İÇİNİZDE PARANOYA BİRİKTİRİYORSUNUZ SAYIN “PIPSQUEAK”?!

    EĞER “ZAHMET OLMAZSA!”; SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN YAYINLAMADIĞI METNİMİZİ (VE SİLDİĞİ SİZİN METNİNİZİ!) OKUMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ ADRESİ ZİYARET EDİNİZ!

    ÜRKMENİZE GEREK YOK! “CLICK” YAPMAKLA PARMAKLARINIZ YORULMAZ SAYIN “PIPSQUEAK”!

    ÜRKMENİZE GEREK YOK! SİZE YAZDIĞIMIZ CEVABIN İÇİNDEN HORTLAKLAR ÇIKMAYACAK SAYIN “PIPSQUEAK”!

    28 MAYIS 2015’TEN BERİ SİZLE SÜRDÜRDÜĞÜMÜZ GÖRÜŞMELERDE:
    “KAPİTALİZME KARŞI” OLDUĞUMUZU YÜZLERCE KEZ BELİRTTİK!
    “KOMÜNİZME KARŞI” OLDUĞUMUZU YÜZLERCE KEZ BELİRTTİK!
    “ANARŞİST” OLDUĞUMUZU YÜZLERCE KEZ BELİRTTİK!
    SİZİN YAPTIĞINIZ İSE; “KAFAMIZA TAŞ ATMAK” VE “SARIŞIN BULMA DEDEKTÖRÜ İCAT ETMEK” SAYIN “PIPSQUEAK”!

    28 MAYIS 2015’TEN BERİ SİZLE SÜRDÜRDÜĞÜMÜZ GÖRÜŞMELERDE, SİZE SADECE 2 (İKİ) SORU SORUYORUZ:
    “KAPİTALİZME KARŞI EYLEM”LERE NİÇİN OMUZ VERMİYORSUNUZ?!
    “KAPİTALİZME KARŞI EYLEM”LERDE SİZİN ÖNERİLERİNİZ NEDİR?!

    İÇİNİZDE PARANOYA BİRİKTİRMEKTEN VAZGEÇMENİZİ TAVSİYE,
    VE AŞAĞIDA SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN YAYINLAMADIĞI CEVABIMIZI OKUMANIZ İÇİN ISRAR EDİYORUZ:

    http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap

    Esen kalın sayın “pipsqueak” !

  384. KAPİTALİSTLERİN ÖZLÜ SÖZÜ!

    “İflassız kapitalizm, cehennemsiz dine benzer.”

    ABD’li 1920’li, 1930’lu, 1940’lı, 1950’li yıllar şirket yöneticilerinin amentüsü

  385. Daha önce de yazmıştım. Latin Amerika devrimcilerinden öğrenilecek çok şey var.
    Avrasya Sosyalizmi, tahakkümcü, ideallerine karşıt yöntemi ile duvara tosladı. Stalin, bir rastlantı değil, zorunluluktu!
    ***
    Zapatista’lar..
    ve 375 no’lu yorumda anılan hikâye..

    “Karşımızda 80 yaşında, gülünce gözleri kaybolan tatlı bir adam var. Uruguay’ın eski devlet başkanı, Pepe lakaplı Jose Mujica’nın sınırları aşan şöhreti “dünyanın en yoksul başkanı” olmasından geliyor. Bu onun göbek adı gibi hatta. Protokol sevmiyor, kravat takmıyor, tarifeli uçakla uçuyor. Görevi esnasında şatafatlı başkanlık konutunda değil, 30 yıllık tek göz bahçeli evinde yaşamayı tercih etti. Yardımcısı yok, emektar vosvosunu kendi kullanıyor ve hatta otostop çeken gördüğünde durup alıyor. Güvenlik sorumlusu da üç bacaklı köpeği Manuela.

    Saatlerce hikâyelerini dinlemek isteyeceğiniz tatlı bir ihtiyar var karşımızda. Mujica’da macera hakikaten bol. Senatörlük, bakanlık, milletvekilliği ve ardından başkanlık koltuğu derken, uzun legal siyaset tecrübesinin öncesinde gerilla mazisi var mesela. 60’larda “Robin Hood Gerillaları” olarak da anılan Tupamaroların liderlerinden. Hani lüks bir gece kulübünü basıp duvarlarına “Ya herkes dans edecek ya da kimse” yazanlar… ”
    ***
    Bilinir, Latin Amerika bu dünyada çok acı çekmiş bir kıta’nın evlatlarının torunları. Ve yazık ki, acı insanı bilgeleştiriyor.
    Türk’lerin çektiği acı, Anadolu halklarının yaşadıkları bu insanlara “çerez” gibidir..Ve Türk faşizmi de bu “eksik acıdan” mı beslenir? Zulüm görmüş ama çok daha fazlasını azınlıklara yansıtmış!
    ***
    Hiyerarşinin, kibrin, tahakkümün ve silahla-terörle hükmetmenin aşağılandığı bir kültürel ortak akıl oldurulmadıkça, “sol”, sahte bir sol olacak..
    Ve halk haklı olarak bu sol’u sevmeyecek! Sevilesi değildir zaten!

  386. Sayın 363 ve Hortlak (saf ve avanak bir gericiden)
    Bu site bir öğrenim gezegeni, sivri zekalılarla dolup taşmakta.
    Soru-cevap köşesi.
    Kapitalist-burjuvasız kapitalizm nasıl oldu? TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ
    Tüccarsız ticaret nasıl oldu? TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ
    350 aile dünyanın üçte ikisinin zenginiliğine sahip. Bu nasıl oldu? Her şey (para para üstüne) üst üste bindi. Bu, sadece 350 aile değil tüm toplumu içeren bir TOPLUMSAL OLGU + sadece 350 aile değil tüm toplumu içeren TARİHSEL SÜREÇ!
    Max Webere ve R. H. Tawney’e göre dini inançlar, özellikle Protestanlık, daha özellikle püritenlik ve daha daha özellikle eski Ayetullah-Kalvin, kapitalizmin gelişmesinde büyük rol oynadılar. Kalvin, Erdoğan- Ayetullah gibi kapitalizmin dizginlerini ellerinde tutmak isteyenlerden önce gelir ama, aman Erdoğan duymasın!, ticareti, köle ticareti de dahil, Muhammed’den sonra barbar Avrupalılara Müslümanlar öğretti! Fakat bu tarih değil, bunlar kişisel fikirler. Tekrar edelim esas olan: TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ
    Güney Amerika’da melezler oluştu ama Kuzey Amerika’da melez yok kadar az. Bu mutlaka bir TOPLUMSAL OLGU ve ÜST ÜSTE BİNEN VEYA BİNMEYENLERİN TARİHSEL SÜRECİ OLMALI.
    Aslında, insanların hepsi HAYVANLIK TARİHSEL SÜRECİNDEN çıkıp İNSANLIK TARİHSEL SÜRECİNE girdikten bu yana kapitalizmin TOPLUMSAL istemi içindeydiler. Ama ancak bu, bu sitedeki gibi bilgi küpü dahiler azınlığın bu insanlığın altta yatan istemini sezip (dahi Freud altın yumurtalarını hatırlatmak isterim) TOPLUMSAL OLGU’ya çevirdiler ve tüm dünyaya yaydılar. Böylece hop diye olmuş bir azınlık TOPLUMSAL OLGUSU + TARİHSEL SÜRECİ, hayır özür dilerim, TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ, insanlığın TOPLUMSAL OLGUSU + TARİHSEL SÜRECİ oluverir.
    Aynı çağlardaki bazı (sonsuz çok az) TOPLUMSAL OLGU örnekler:
    Akıl yürütme (daha önce bu sitedeki gibi dahiler yoktu, benim gibi avanaklar vardı), modern bilim-teknik, endüstri, insanların doğuştan bencildir, insanlar doğuştan vahşidir ve şiddet sever, herkes birbirine karşı Allah da herkese karşı, insan sonsuz bitmez tükenmez isteklerle doludur, vahşilik, gaddarlık, şiddet, mal mülk servet hırsı insanın doğasındadır ve gem vurulmaz, frenlenmezse toplum anarşiye döner, … binlerce hala geçerli, çok yaygın, ve özellikle bu sitede bol bol rastladığım altın yumurtalar bu çağlarda yumurtlanır.
    Sivri zekalı Newton bu sıralarda ne demiş:
    Tembellik varlıkların özündedir, iteklemek gerekir.
    Daha sivri zekalı kapitalistler ne demiş:
    Çalışmak, emek zenginliğin kaynağıdır
    Daha daha sivri zekalı Marx ve Marx’ın müminleri ne demiş:
    Bu TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜREÇ
    Modası geçmiş eski Allahlara inanan eski dinciler ne demiş:
    Her şey Allah’ın elinde. Her şey onunla şeytanın (kapitalizmin eski ismi) işi.
    Bu cahiller bunun aslında TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜREÇ olduğunu bilmezler, yeni dinin SEKÜLER-LAİKLİK olduğundan bihaberler!
    Akıl var, mantık var. 2-3 yüz yıldır SEKÜLER-LAİK sarışın mavi gözlülere bak! Zenginlik, özür dilerim, özgürlük ve demokrasi içinde yüzüyorlar. Uyanın ya tutucu, gerici, yobazlar! Bakın Erdoğan bile bilime ve kapitalizme canla başla sarılmış.
    Sivri zekalı Newton bu sıralarda ne demiş:
    Her varlık birbirini iter ve çeker ama dengede durur.
    Daha sivri zekalılar da bu dengeyi, önce Avrupa ve şimdi tüm dünyada, politik güç halkındır ama TOPLUMSAL OLGU değildir düşüncesiyle, halkın yerine bu sitedeki sivri zekalı dahilere benzeyenler işi idare edip bu birbirlerini boğazlamaya can atan halkı dengede tutarlar, böylece TOPLUMSAL OLGU olur.
    Bir azınlığın TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜREÇ olması, hatta gelmiş geçmiş ve gelecek dünyaya yansıtılması ne yazık ki cahiller arasında çok yaygın ama doğrusu artık gerçek ve hakikat.
    Bu etrafımızı 24 saran ve başlangıcı 7-10 bin yıl önceye varan gerçek ve hakikate inanmamak için yobazın yobazı olmalı. İnanmak için beyin yıkanması ve kölelik ruhu yeter! En iyisi bu düzende fırıldaklık etmek! TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜRECE uymak.
    Bu sıralarda binlerce sizler gibi şehirlerde büyümüş ve yeniden doğan canavarın yakınında olduğundan onun dilini konuşan binlerce sivri zekalı filozoflar, tarihçiler, politikacılar, mistikler, ekonomistler, “doğa” bilimcileri, roman yazarları, sanatçılar, şairler, düşünürler katılıp aynı sizler gibi derin düşünceleriyle sıradan, banal, burjuva, pazar ekonomisi dili, … korosuna katılırlar. Bu ne TOPLUMSAL OLGU ne de TARİHSEL SÜREÇ! Bu, bir laf oyunu, her kapıyı açan anahtar, basmakalıp laflar, ideolojik beyin yıkamalarından geçmişlerin papağanlığı. Kölelerin, hala ve yine, köleliklerinin nedenini dağların arkasında, bulutların arasında, doğada, nesnel dünyada, tarihte, kısacası fetişlerinde araması. Bu düşünce yüzde yüz kapitalist-burjuva düşüncesinin özüdür. İspatlamaya hazırım ama şimdilik bu kadar.

    Size soyutluklar dilerim.

  387. 366.371.
    GZ nin Cözümü bilimde aramanin yanlis oldugunu söyleyince,seninde sivri mivri yazilari okuyunca aklima“ esas allahcilar burdaymis lo” geldi..
    Burdaki deyisi güney,güney dogululularin aveller,saftrikler icin demesidir. Bizde usa da falan dinci,minci arayip duruyoruz..

    Gene aklima S. Dallinin kedi biyiklarini sivritip sivri sivri ” Ben tanriyim” dedigini ilk duydugumda ; Sana bu hakki veriyorum! dememi hatirladim..

  388. 1 KASIM SONRASI HASAR TESPİT RAPORU!

    1 KASIM SONRASI HASAR TESPİT RAPORU!

    Tek başına iktidar devam ettiğine göre, TCMB’nin üzerindeki baskı da devam edecek.

    Nisan 2016’da Erdem Başçı’nın görev süresi doluyor. Başçı devam eder mi, yoksa yeni bir kişi mi seçilir, şimdiden bilemeyiz. Ama her halükarda TCMB üzerindeki baskının devam edeceği kesin!

    Önümüzdeki 6 ay ila 1 sene içinde (ABD Merkez Bankası FED’in para politikası kurulu) FOMC’un faiz arttıracağı neredeyse kesinleşti. Çünkü FED bilançosu 4,1 ila 4,8 trilyon Dolar’a dayandı! Bu sayı, çok büyük bir balonun daha patlaması tehlikesinin ve küresel ekonomik krizin yeni bir evreye girme tehlikesinin olduğu gerçeği demek!

    FOMC faizi arttırdığı an, Dolar/TL’de Dolar lehine yeni rekorların kırılacağını sağır sultan bile duydu!

    Türkiye’nin ekonomisindeki kötüleşme önümüzdeki dönemde siyasi satranç tahtasını yeniden düzenleyebilir!

    Eğer Türkiye’deki ekonomik kriz tırmanmaya devam ederse, 2019 öncesinde ‘erken seçim’ bile gündeme gelebilir!

    Bütün bunlara ek olarak:

    Yabancı yatırımcı, Türkiye’de tek başına iktidarın devam etmesine rağmen, ‘tek adam’cı, ‘benim dediğim olur’cu kafanın devam ettiğini de görürse, Türkiye’ye daha temkinli yaklaşacak!

    Unutmayınız:

    Yabancı yatırımcının Rusya’ya iştahla yatırım yapmamasının sebebi, Putin kleptokrasisinin ülkeyi çıkmaza sokmasından kaynaklanmakta!

    Şimdi, Türkiye’de de, bir kleptokrasinin kök saldığı 1 Kasım seçim sonuçları ile tescillendi! Yabancı yatırımcı, Rusya’ya nasıl şüpheyle yaklaşıyorsa, bundan sonra Türkiye’ye de öyle yaklaşacak!

    Unutmayınız:

    Ekonomi masadır.
    Siyaset masaörtüsüdür.

  389. Sayın 363 ve Hortlak (saf ve avanak bir gericiden)
    Bu site bir öğrenim gezegeni, sivri zekalılarla dolup taşmakta.
    Soru-cevap köşesi.
    Kapitalist-burjuvasız kapitalizm nasıl oldu? TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ
    Tüccarsız ticaret nasıl oldu? TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ
    350 aile dünyanın üçte ikisinin zenginiliğine sahip. Bu nasıl oldu? Her şey (para para üstüne) üst üste bindi. Bu, sadece 350 aile değil tüm toplumu içeren bir TOPLUMSAL OLGU + sadece 350 aile değil tüm toplumu içeren TARİHSEL SÜREÇ!
    Max Webere ve R. H. Tawney’e göre dini inançlar, özellikle Protestanlık, daha özellikle püritenlik ve daha daha özellikle eski Ayetullah-Kalvin, kapitalizmin gelişmesinde büyük rol oynadılar. Kalvin, Erdoğan- Ayetullah gibi kapitalizmin dizginlerini ellerinde tutmak isteyenlerden önce gelir ama, aman Erdoğan duymasın!, ticareti, köle ticareti de dahil, Muhammed’den sonra barbar Avrupalılara Müslümanlar öğretti! Fakat bu tarih değil, bunlar kişisel fikirler. Tekrar edelim esas olan: TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ
    Güney Amerika’da melezler oluştu ama Kuzey Amerika’da melez yok kadar az. Bu mutlaka bir TOPLUMSAL OLGU ve ÜST ÜSTE BİNEN VEYA BİNMEYENLERİN TARİHSEL SÜRECİ OLMALI.
    Aslında, insanların hepsi HAYVANLIK TARİHSEL SÜRECİNDEN çıkıp İNSANLIK TARİHSEL SÜRECİNE girdikten bu yana kapitalizmin TOPLUMSAL istemi içindeydiler. Ama ancak bu, bu sitedeki gibi bilgi küpü dahiler azınlığın bu insanlığın altta yatan istemini sezip (dahi Freud altın yumurtalarını hatırlatmak isterim) TOPLUMSAL OLGU’ya çevirdiler ve tüm dünyaya yaydılar. Böylece hop diye olmuş bir azınlık TOPLUMSAL OLGUSU + TARİHSEL SÜRECİ, hayır özür dilerim, TOPLUMSAL OLGU + TARİHSEL SÜREÇ, insanlığın TOPLUMSAL OLGUSU + TARİHSEL SÜRECİ oluverir.
    Aynı çağlardaki bazı (sonsuz çok az) TOPLUMSAL OLGU örnekler:
    Akıl yürütme (daha önce bu sitedeki gibi dahiler yoktu, benim gibi avanaklar vardı), modern bilim-teknik, endüstri, insanların doğuştan bencildir, insanlar doğuştan vahşidir ve şiddet sever, herkes birbirine karşı Allah da herkese karşı, insan sonsuz bitmez tükenmez isteklerle doludur, vahşilik, gaddarlık, şiddet, mal mülk servet hırsı insanın doğasındadır ve gem vurulmaz, frenlenmezse toplum anarşiye döner, … binlerce hala geçerli, çok yaygın, ve özellikle bu sitede bol bol rastladığım altın yumurtalar bu çağlarda yumurtlanır.
    Sivri zekalı Newton bu sıralarda ne demiş:
    Tembellik varlıkların özündedir, iteklemek gerekir.
    Daha sivri zekalı kapitalistler ne demiş:
    Çalışmak, emek zenginliğin kaynağıdır
    Daha daha sivri zekalı Marx ve Marx’ın müminleri ne demiş:
    Bu TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜREÇ
    Modası geçmiş eski Allahlara inanan eski dinciler ne demiş:
    Her şey Allah’ın elinde. Her şey onunla şeytanın (kapitalizmin eski ismi) işi.
    Bu cahiller bunun aslında TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜREÇ olduğunu bilmezler, yeni dinin SEKÜLER-LAİKLİK olduğundan bihaberler!
    Akıl var, mantık var. 2-3 yüz yıldır SEKÜLER-LAİK sarışın mavi gözlülere bak! Zenginlik, özür dilerim, özgürlük ve demokrasi içinde yüzüyorlar. Uyanın ya tutucu, gerici, yobazlar! Bakın Erdoğan bile bilime ve kapitalizme canla başla sarılmış.
    Sivri zekalı Newton bu sıralarda ne demiş:
    Her varlık birbirini iter ve çeker ama dengede durur.
    Daha sivri zekalılar da bu dengeyi, önce Avrupa ve şimdi tüm dünyada, politik güç halkındır ama TOPLUMSAL OLGU değildir düşüncesiyle, halkın yerine bu sitedeki sivri zekalı dahilere benzeyenler işi idare edip bu birbirlerini boğazlamaya can atan halkı dengede tutarlar, böylece TOPLUMSAL OLGU olur.
    Bir azınlığın TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜREÇ olması, hatta gelmiş geçmiş ve gelecek dünyaya yansıtılması ne yazık ki cahiller arasında çok yaygın ama doğrusu artık gerçek ve hakikat.
    Bu etrafımızı 24 saran ve başlangıcı 7-10 bin yıl önceye varan gerçek ve hakikate inanmamak için yobazın yobazı olmalı. İnanmak için beyin yıkanması ve kölelik ruhu yeter! En iyisi bu düzende fırıldaklık etmek! TOPLUMSAL OLGU ve TARİHSEL SÜRECE uymak.
    Bu sıralarda binlerce sizler gibi şehirlerde büyümüş ve yeniden doğan canavarın yakınında olduğundan onun dilini konuşan binlerce sivri zekalı filozoflar, tarihçiler, politikacılar, mistikler, ekonomistler, “doğa” bilimcileri, roman yazarları, sanatçılar, şairler, düşünürler katılıp aynı sizler gibi derin düşünceleriyle sıradan, banal, burjuva, pazar ekonomisi dili, … korosuna katılırlar. Bu ne TOPLUMSAL OLGU ne de TARİHSEL SÜREÇ! Bu, bir laf oyunu, her kapıyı açan anahtar, basmakalıp laflar, ideolojik beyin yıkamalarından geçmişlerin papağanlığı. Kölelerin, hala ve yine, köleliklerinin nedenini dağların arkasında, bulutların arasında, doğada, nesnel dünyada, tarihte, kısacası fetişlerinde araması. Bu düşünce yüzde yüz kapitalist-burjuva düşüncesinin özüdür. İspatlamaya hazırım ama şimdilik bu kadar.

  390. Kapitalistler gokten zembille inmis seytanlar

  391. 380, Sayın Hot-Look
    Çok haklısın (zaten cahiller her zaman haklıdır!), USA’nın dünyayı ele geçirmesi, etrafa şiddet saçması, endüstride, zenginlikte en başta gelmesi allahçılarla dolu olduğundan. Daha doğrusu senin gibi allahı zenginlik, bilim, teknoloji, para, mal bolluğu olan allahçılarla dolu olduğundan.
    Hop! yine karşımıza Marx’ın salaklara mirası diyalektik çıktı. Sen hem koyu allaçı hem değilsin. Veya sadece bir isim sorunu: USA Allah’ının adı Kapitalizm; senin Allah’ının adı soytarıya çevirdiğin Marx ve Marxizm. Ama her ikinizin taptığı esas Allah aynı: bol mal.
    Galiba “GZ nin Cözümü bilimde aramanin yanlis oldugunu” söylediğini yaşadığın hortlaklar dünyasında okudun, ama öyle olsun. Çok haklısın, bu yanlış düşünce ancak bilimde en çok nobel ödülü kazanan Allahçı dolu USA’da geçerli.
    Sana bir Marxist öğüt vereyim: yabancı klavyeyle Türkçe yazman senin ne kadar salak olduğunu ele veriyor. Marx bayrağı taşıyan hepinizin bu kadar salak olması imkansız. Aranızdan biri sana Türkçe klavyeye çevirmeyi öğretsin. Marx, “bilimsel sosyalizm”, bilmeyen terziye kızdı, senin cahilliğin karşısında ya intihar eder ya da seni pencereden dışarı atardı.
    Marxizm, senin gibi “bize kemik at”, diyenlerin salaklığından böyle adileşti.
    Marxizm, senin gibi dualara cevap vermeyen artık eskimiş allahla din yerine Marxizmi koyanların yüzünden böyle bayağılaştı.
    Hiç değilse Marx’ı “din insanların afyonudur”, cümlesiyle biten yazısını oku, salaklığını gör.
    Hiç değilse, Dali’nin bıyıklarını senin gibi kıvırması gibi televizyonlara yakışır salak konuşmalar yerine, İspanya iç savaşında Dali’nin BOC (bu senin adın değil) aracılığıyla komünizm, komünist partisi, Marx ile ilişkilerini öğrensen böyle salak salak konuşmalardan belki (imkansız ama, belki) vaz geçersin. Dali komünist partisinin senin gibi burjuva salaklardan oluştuğunu, günlüğünde kendisinin aslında anarko-sendikalist olduğunu yazar.
    Hatırlıyormusun:
    “CNT-FAI GÜN ZILELI nin anlamini cözemedim tam. Cinayet faili GZ mi yoksa Cenet failimi ne?”, lafını? Fakat hala yerin dibine batacağına, arkandan çıkaramadıklarını ağzından çıkarmaya, utanmadan “yazı” (eğer yazı diyebilirsek) yazmaya devam ediyorsun.
    Hiç değilse Marxist Walter Benjamin’in “modern siyasi ideolojiler üstü örtülü teolojilerdir.”, dediği yazıyı bul oku, senin gibi Marxizmi mal bolluğuyla karıştıran salakların yüzünden çöpe atıldığını öğren.
    Marxist Ernst Bloch’un “Hristiyanlıkta Ateizm”, kitabını oku adam ol, salak salak konuşma.
    Marxist Horkheimer, “şimdi tek derin eleştiri yapanlar, inananlardır”, der.
    Marxist tarihçi Christopher Hill’in “Alt Üst Dünya” kitabını oku, İngiliz devrimi esnasında Allah’a inananların ne dediklerinden birşeyler öğrenirsin. Marx’ı okumuş ama anlamadığından kabız olup arkandan çıkaramadıklarını ağzından çıkarmaktan vaz geç. Senin bu dilenciliğin yüzünden asil bir düşünce salakların ağzında ciklet oldu.
    Bunlar Marxislerin dedikleri.
    İşte sana bazı anarşistlerin çok az dediklerinden örnekler :
    Bir Marxistin sınıf-bilinci, kendinin sıradanlık-bilincidir.
    Bayağı Marxizmi terkedip, Marxismin bayağılığına dönmek lazım.
    Marxistler herkes sıradan insan olsun isterler, biz anarşistler herkes asil olsun isteriz.
    Sen Marxistlerin Marxistisin. Sonsuz sıradansın, bravo, şimdi sana bürokrat olacağın bir devrimi beklemek kalıyor. Çin bile vaz geçti. Türkiye zenginlik vaat eden allahçıları tekrar seçti. Uyu uyu yat uyu. Sen hala apparatçik olma rüyaları içindesin. Hepsinde ötede, cahilliğinden utanıp çekileceğine soytarılık yapmakta devam ediyorsun.

    Not: Aslında senin cahilliğinle oynuyorum, güldürücü oluyor, beni eğlendiriyor. Salaklık ayıp değil, salaklığını sergilemek ayıp!

  392. KAPİTALİZM = TÜSİAD = 1 KASIM SONUCU

    TÜSİAD, 1 KASIM SEÇİM SONUCUNDAN MEMNUN !

    TÜSİAD, 1 Kasım seçimi sonuçlarından duyduğu “memnuniyeti” dile getiren bir açıklama yaptı.

    TÜSİAD’tan yapılan açıklama şöyle:

    “26’ncı Dönem Milletvekilliği Seçimlerinin tüm yurtta güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesi ve seçimlere katılım oranının oldukça yüksek olması büyük memnuniyet vericidir. Seçim sonuçlarının ülkemize huzur, başarı ve refah getirmesini diliyoruz.

    1 Kasım Milletvekilliği Genel Seçimleri sonucunda oy oranını önemli ölçüde artırarak iktidarını sürdüren Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ve TBMM’de temsil edilecek Cumhuriyet Halk Partisi’ni, Halkların Demokratik Partisi’ni ve Milliyetçi Hareket Partisi’ni kutlar, yeni parlamentonun Türkiye’deki özgürlük alanlarını genişletme, demokratik standartları yükseltme, hukuk devletini güçlendirme ve refah seviyesini artırma yolunda uyum içinde çalışmasını arzu ederiz.

    İş dünyasının:
    Kurulacak hükümetten ve TBMM’den beklentisi; ilerletilmesi ve geliştirilmesi gereken siyasi reform ve kamu yönetimi, kalkınma ve rekabet gücü alanlarında bir dizi düzenlemenin süratle hayata geçirilebilmesi, AB üyelik sürecinin güçlendirilmesi ve bir süredir yıpratıcı düzeyde keskinleşmiş olan toplumsal kutuplaşmanın sona erdirilmesi yönünde, ortak akıl ve uzlaşı anlayışı içinde hareket edilmesidir.”

    ( http://odatv.com/patronlar-kulubunden-ilk-secim-aciklamasi-0211151200.html )

  393. bunlar diplomatik açıklamalar, kıymeti harbiyesi yok.

  394. Marx bosuna burjuva devriminden devrim diye bahsetmemeis.Bosuna sanayi devriminden dewrim diye bahsetmemis..

    Sen önce burjuva devrimcisi olda konus.yoksa ilkellige atlarsin..

  395. Biz batiyi tek disi kalmis canavar deyip elestririz..
    Peki batili kapitalistler ne düsünmüs bizim icin?..

    Üretim araclari,teknolöji deyince ESEK ten baska birsay akillarina gelmez demisler. Üretim araciymis,enerji yola hepsine kullandigimiz aracmis..

    Esekten bize bulasan bir huyda hic kimildamadan bekler arada aniririz..
    en sevdigimiz küfürde essogluessek!

  396. 386 Hortlak
    Rus komünizmi yıkılmadan önceden Moskova’da bir duvar yazısı: Onlar (senin gibi makama hazırlanan yamakların parti üyeleri) komünist gibi görünüyorlar, biz de inanıyor gibi görünüyoruz.
    Senin baban da “komünistliğine” şükür Avrupa’ya kapak atmış, köpek yiyeceklerini döner kebap diye satmış, köşeyi dönmüş, Türkiye’de mal mülk almış. Size mal mülk mirasını bırakmak yetmez gibi kurnazlığının sırrını da anlatmış. Bu başarısını doğal olarak Marx’a borçlu, hem baban haklı hem sen haklı. Avrupalı sosyal yardım memurlarını Marxist-komünist masallarıyla uyuttu sanmış, görevliler de inanır görünmüşler. Aslında Marx’ın sanayi devriminden ilk faydalanan Avrupalı Marx sanayicileri bir yandan, daha sonra faydalanıp Avrupa pazarlarına süren Marx sanayicileri diğer yandan yüzlerce milyar insana yeter adi eşyalar ürettiğinden, bu adi eşyaları alacak adi ruhlu insanlara ihtiyaçlarını böyle giderdiler (biraz kalın kafalıya benziyorsun, inşallah son espiriyi anladın). Baban bu arada senin kafanı bu köşe dönmesine neden olan adileştirdiği komünistlik dini, dinin bayağılaştırdığı allahı Marx laflarıyla doldurmuş. Tabii sen esas mesajı çakmışsın: para, mal, eşya biriktirmek için her türlü yalan söylemek, her türlü ahlaksızlık, her türlü utanmazlık, her türlü kıç yalamak caizdir. Klavyeni değiştirmez, doğru dürüst yazmasını öğrenmeysen, Marx amcan gelip seni bir belleyecek. Hiç değilse yazını göndermeden hücre şefinize göster.
    Avrupa’da senin babalarına çok rastladım. Düşündükçe kusmam geliyor. Doğrusu çoğunun çocuğu senden çok farklı. Babaları gibi yalancılığa gerek duymuyorlar. Diğer Avrupalılar ve Amerikalılar gibi ıvır zıvır karşılığı gönüllü köleliklerinden memnunlar. Türk solcuları da aynı şeyin peşinde ama her dinci gibi istediklerini süslü püslü laflarla kendilerinden saklıyorlar.
    Erdoğan gibi birinin başarısı bile solu uyandırmıyor. Sadece daha hırslı oluyorlar. Sanırım senin gibi Marx delisi solcular daha çok boynuzlu kocaya benziyorsunuz, hakikati, adi insanlara kemikle eğlence dağıtma hakikatini, en son siz öğreneceksiniz.

  397. Ya bu arkadas mütamadiyen birseyler anlatiyor..
    Kendiside hersey anlattigini saniyor….
    Masasasinda cay kahve yerine icki var sanirim….

    Ben kaputalist olacagim. Sana bir wahsi bir semere atacagim.sende cok is var.. Senden para cikir..
    10 sene hicgimildamadan dur..

  398. 387 & 389 Hortlak
    BEN SENİ HEP SALAK SANMIŞTIM, AMA FİKRİMİ DEĞİŞTİRDİM.
    CNT-FAI’nin ne olduğunu bilmezsin, bu sitedeki kitapların sadece adları bile seni uyandırmaz, İspanya iç savaşı senin için televizyon dizisi, sitedeki kitaplara inek trene bakar gibi bakmışsın, anarşistlerin Marx ve marxistler hakkında ne düşündüklerini bilmezsin ve diğer yüzlerce cahiller cahili olduğunu gösteren yazılar. Üstelik senin kendi yazını okusan kendin utanırsın ama sen kendini o kadar bayağı görüyorsun ki utanmak anlamını kaybetmiş.
    Eğer Batı yerine biz (sanırım senin gibi bir şapşal için biz demek Türkler demek olmalı) onların yaptıklarını yapsaydık ve onlar senin gibi eşşekleri kullansaydılar, bu seni daha mutlu mu edecekti?
    İnsanlıktan çıkmışsın! Aşağılık genlerine işlemiş! Adilik kanında! Artık bu aşağılığından ne dediğini bile işitmiyorsun!
    FAKAT BİRDEN UYANDIM.
    Sen bu sitedikilerin kıvırarak söylediklerini utanmadan söyleyecek kadar adi olduğundan aslında bu sitedekilerin tümünün ve Türklerin çoğunluğunun ruhunu dile getiriyorsun.
    Dış gazetelerin hemen hemen hepsi Erdoğan’ın zaferinin nedeni Türklerin emir verenleri sevmelerinden kaynaklandığını yazdılar. Daha önce ben de yazmıştım Türkler köle ruhlu. Senin gibi doğuştan genlerinde getirirler. Bak nasıl, sitedeki diğer Batı ve zenginlik hayranları ve yaltakçılarının üstü örtülü dediklerini, sen salak olduğundan açık açık söylüyorsun.
    Neyse bu işin şakası.
    Senin gibi bir dönerci çocuğuna bir sanayicilik haberi fısıldayacağım, partinizde veya sana benzer ateşlilerin toplantısında fiyaka satarsın.
    İnsanların uyumakla sanayide zaman kaybı sürekli kapitalistleri çok rahatsız ederdi. İnsanın uyuduğunda sanayiye katkı yapmıyordu. Senin kıçlarını yaladığın kapitalistler ellerinden geleni yaptılar. 20. yüzyıl başlarında insanlar ortalam 10 saat, bir nesil önce ortalama 8, şimdi 6 saat uyuyorlar. Senin gibi eşşeklere binmemek için, kapitalistler, Batılıları şimdi bir buluşlarıyla sadece 2 saat uyutacaklar. Ama hiç değilse bunda senin gibi Türkler ilerdesiniz. Yaşayan ölü, hortlak olmuşsunuz.

  399. 390.
    Yazdiginda tam uyku ilaci ha…

    Gene birseyler satiyorsun ama bes para etmez.kimse almaz on kurusa..
    iflaz edip gene yasasin esseklik diyeceksin..
    Hicgimildama daha iyi..

  400. Eğer kapitalizmi, kapitalist egemen sınıfın tahakkümünden çok, kâr amaçlı üretimin yarattığı tüketim toplumu olarak tanımlayacak isek (ki kanımca daha doğru, çünkü egemen sınıflar bütün sınıflı toplumlarda olduğu için kapitalizmin ayırdedici özelliği olamaz), o zaman kapitalistler yerine öncelikle bu tüketicilik ile mücadele edilmesi gerekir. Bu, geniş kitleler için eğitim ve aydınlatma yoluyla sağlanamaz. Bunun için en kısa ve kolay yol zor ve şiddettir. Eski şark despotlarının (örneğin içki, tütün ve kahveyi yasaklayan, meyhane ve kahvehaneleri kapatan IV. Murat) ve dinci hareketlerin (IV. Murat’ı destekleyen Kadızâdeliler, Hanbelî mezhebi, Vehhâbî hareketi vb.) yaptığı gibi.

  401. 390 Hortlak
    Sayın Hortlak’dan öz deyişler :
    Medeniyet = Batı ;
    Medeniyet dışı = biz Türkler ;
    Sen bu sitedekilerin yüzlerine tükürüyorsu, farkında bile değiller. Senin dönerci babanla ona benzerler her deliğinden seni pompalıyırlar, kuzu gibi itaat ediyorsun. Kölelik ruhunda. Yazılarında taklidini ettiğin kimseler belli. Zaten ırkçısın, bu taklidin ırk.ılığını iyice kanıtlıyor.
    Hepiniz, taklitçi Atatürk, burjuva Marx’dan bu yana, Batı kıçını çok yalayıp duruyorsunuz. Maymunluk ve kölelik ruhuna işlemişler “politically correct” ve anarşistlik sevdalarından senin yüzüne tükürüp faşist ruhluve ırkçı olduğunu söyleyecek benden başka kimsede cesaret olmayışı çok fazla tuhaf. Bilgelik gösterileriyle devrim dininin ve Türkiye solunda son moda anarşistliğin papağanı olmuşlar.
    Salakça konuşma, ırkçı olma, faşist ruhlu olmayı Batılılar gibi hoş görüyle karşılamayı taklit ediyorlar. Solcuların bitmez tükenmez maymunluk hastalığı. Salaklar hoş görünün asıl nedeninin zavallı Avrupa, Amerika ve diğer zengin ülkelerdeki halka asıl kapıların kapalı olduğunda habersizler. Hem zenginlik hem bilgi tamamıyla tekele alındığından sıradan halk senin gibi zırvalayıp duruyor. Senin gibi tüm bilgilerini televizyon önünde geviş getirerek öğrenmişler.

    Senin dünyada, az da kalmış olsa, ilkel ve geleneksel cemiyetlere karşı ırkçılığın ne kadar alçak ve bayağı salt güce tapan köleliğin tiksindirici, çirkin, yaygın zengin olma dininin yobazlığı.

    Neyse, sen benimle kafayı buluyorsun, ben de seninle. Ama senin oyunun, sen farkında olmadan ruhunu açığa çıkarıyor.

    IRKÇILIĞINA DEVAM, HİTLER GENÇLİK’İ KALINTISI.
    Maşallah her yerde mantar gibi çoğalıyorsunuz.

  402. SAYIN (pipsqueak'e) SORUMUZ VAR

    Sayın “pipsqueak”,

    Ne yazık ki bu sayfada yine, yeniden odak kayması yaşanıyor…

    Sayın “hortlak” ile giriştiğiniz münakaşa bunun ispatı! Sayın “hortlak”ın ilk önce; öve öve bitiremedikleri Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in) denediği “Emek-Değer” teorisi ile “Artı (artık) değer” teorisinin ne demek olduğunu öğrenmesi lâzım!

    Sayın “hortlak”a bu teorileri açıkladık! Ne yazık ki anlamak istemedi! Kendisiyle daha fazla vakit kaybetmemenizi öneriyoruz sayın “pipsqueak”.

    “Emek-Değer” teorisi nedir:

    http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/post/132092927284/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    “Artı (artık) değer” teorisi nedir:

    http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/post/132099923326/say%C4%B1n-hortlaka-ve-b%C3%BCt%C3%BCn-ziyaret%C3%A7ilere

    **********

    Öncelikle sayın “pipsqueak”;
    Sayın Gün Zileli’nin yayınlamadığı, size yazdığımız cevabı okumanız için ısrar ediyoruz! Aşağıdaki adreste size yazdığımız cevabı okuyunca, kafanızdaki birçok soru işareti ortadan kalkacak:

    http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap

    **********

    Sayın “pipsqueak”,

    Size sorumuz şu:

    Bugün (4 Kasım 2015, öğle arası) şirketteki 17 arkadaşımız daha işten atıldı!

    Size, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler arası tecrübelerinize dayanarak temel bir soruya cevap yazmanızı istiyoruz:

    “Rekabet” kelimesi hakkındaki görüşleriniz nedir sayın “pipsqueak”?

    Cevabınızı yazarken, sayın Gün Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarının tuzaklarına lütfen düşmeyiniz sayın “pipsqueak”! Sayın Zileli’yi de kandırmışlar, ne yazık ki henüz farkına varamamış!

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak”.

    Esen kalın.

  403. Sayın (anonim 392'ye) cevap

    Sayın “anonim 392”,

    Ne yazık ki; [zor] ve [şiddet] ile bir yere varamayız!

    ÇÜNKÜ “ŞİDDET”, “ŞİDDET”İ DOĞURUR!

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    **********

    Kapitalizme karşı atacağımız “ilk adım”:
    Birbirimizle “rekabet” etmeyi bırakmak olabilir!

    Yukarıdaki metinlerimizin çoğunda, sayın “ogürsel”e yönelik yazdığımız cevabı sizin de okumanızı öneriyoruz sayın “anonim 392”:

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    Cevabımızın tamamı için adres:

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    Esen kalın.

  404. 394
    Ben sizin samimiyetinize hatta diğer yazıştıklarım kişilerin bile samimiyetine inanmıyorum. Kaç defa haydi dalalım daha derine dedim, cevap yok. Siz zaten aynı nakaratı tekrarlayıp duruyorsunuz. Siz ne benim yazdıklarımı ne de kitaplar okuyorsunuz. Anders’in ” No Means Is Only a Means.” cümlesiyle başlayan paragrafı okumuş gibi göründünüz. Ne var ki, hala “kapitalin kimin elinde olduğuna bağlı” salaklıkları tasvip etmekle kalmadınız, kendiniz de inandığınızı eklediniz. Ben böyle burjuva dedikodusundan başka bir şey olmayan fikirlere inananlardan nefret ediyorum, kusmamı getiriyor. Eğer kendilerini devrimci sananlar, düzeni yönetenlerin istedikleri gibi düşünüyorsa, ümit nerede?
    Bu “elinde olana bağlı” masalının, ne doğru ne de yanlış olduğu kanıtlanabilir. Üstelik insan tarihini sonsuz az bilen bir kimse bile bunun insan doğası gibi içi boş ama her şeyi izah edici bir basmakalıp cahillik sakızı olduğunu bilir veya bilmeli.
    İnsan kültürü 3 milyon, insan biyolojisi (Homo sapiens) 50 bin yıllık ve insan biyolojisi insan kültürünün eseri. Gel bunu bile bilmeyenlerle insan doğası zırvalamalarını tartış.
    Hortlak kendi başına bir hilkat garibesi ve sizin onu ciddiye almanız samimi olmadığınıza kesin bir kanıt.
    Ben siz ve diğerleriyle yazışmaya başladığımdan beri üretim, ilerlemi bilim-teknik hakkında sonsuz cahilliklerle karşı karşıya geldim.
    Defalarca Marshall Sahlins’in özellikle taş devrinin bolluk devri olduğunu belgelerle kanıtladığını yazdım (tabii o diğer birçok aynı düşüncede olanların arasında salt biri tanesi ama nispeten daha çok tanınanı). Kitabının başında ilkellerin ekonomisini “İSTEMEZSEN, EKSİK DEİĞLDİR”, lafıyla özetler. Karşıma 17. ve 18. yüz yıllarda başlayan 19. yüz yılda zirvesine erişen fikirleri savunan, konuyu bile anlamayan, bollukla hakikati ayırt edemeyen, bilgiyle bilim-teknik arasındaki farktan habersiz, teknikle modern bilim arasındaki farkı bile duymamış, çaresiz zavallılarız diyeceğine, ben inanıyorum ve bütün köpekleştirilmiş Türkler ve köpekleştirilmiş dünya insanları inanıyor o halde haklıyım demekten başka zerre kadar bir derinlik göstermeyen dibi kırık bilgi küpleri çıktı. Kırımdan geçirildiklerinden temsilciklerinin sadece ve doğal olarak antropologlar olduğu insanları hor gören bu lağım fareleri tiksindirici ırkçılar ırkçı olduklarının farkında bile değiller. Irkçı merdivenin bir basamağında yukarıya atlama ümidi içindeler. Aşağılık hisleri beyinlerine işlemiş ve köle ruhlu bilgelik taslayan zavallı boynu bükük Türkler. Çok yazık, bu aşağılığın kökeninde sadece mal miktarının yattığını görmeyecek kada gözleri kör olmuş Türkler.
    Bir örnek:
    Ben kendim defalarca bu üretim çılgınlığından vaz geçilmesini, azla yaşamayı, fakirlikle (zaten fakirlik politik bir kavram) sefilliğin karıştırılmamasını, azla yaşayıp çok olmanın yüceliğini ve benzeri fikirleri tekrarladım ne anlayan ne de duyan oldu. Bu ve buna benzer fikirlerin 60lardan bu yana yaltakçılar hariç tüm dürüst düşünürlerin savunduklarını defalarca yazdım. Bu fikirlerin tersini savunanların düzenin köpekleri olduğuna işaret ettim. Bu fikri eski burjuva-kapitalist, ve aynı aileden kardeşleri olan marxist, 19. yüz yıl anarşistler, şimdiki cahil anarşistlerin hala savunduklarını defalarca yazdım. Bunu diğer ve şimdi savunanların yeni kapitalin yamakları olduklarını, eski kapitalist-burjuvaların yerini alan “kapitali nasıl?” olanlar olduğunu, sözcülerinin aşağıya süzüldükçe her zaman olduğu gibi cahillerin cennet sanacaklarını çok iyi bilen ve gerçekten bilgili kimseler olduğunu da belirledim. Bu yamakların fikirleri temeli 17. ve 18. yüz yıllarda atılan ve artık insanı kusturacak kadar pis kokmuş düşünceler ve bu sitedeki hepiniz bu fikirlere katılıyorsunuz.

    En ünlü hedonist olduğu sanılan Epikür bile mutluluğun en azla yetinmek olduğunu söyler ama bizim hiyerarşik genlerinde doğmuşlar, başkan Jose Mujica ve Seneca yan yana gelince başları seccadeye varır. Tabii medeniyet başlayalı fakirliği savunanlar sayısı saymakla bitmez. Bu medeniyet içi meşale taşıyanlar başka, Sahlins ve diğer antropologların söyledikleri başka. Medenilerde asil ruhluların taşıdığı ışık bile seyircilik, dikizcilik, psikoloji, televizyon vari duygusal sömürme olur.
    BU AKIL ALMAZ TUTUMUN TEK NEDENİ, CAHİLLİK, CAHİLLİĞİNİ GÖRMEMEK ve hatta GURUR DUYMAK.
    Ben hem değerle iyiyi karşılaştırdım hem de rekabeti açıkladım. Neden okumadınız? Hatta yazdıklarımın hiç birini okumadınız. Sizde utanma olsa bana artık soru yöneltmezsiniz. Ben sizler gibi kıç yalayan “poltically correct” anarşistlerden değilim, Örneğin Hortlak gibi ırkçı ve faşist ruhlu birini ciddiye almak ve hoş görmek, salaklığını yüzüne tükürmemek gibi. Bilgim bu sitedeki damlalara kıyasla bir okyanus ve benim için bu bir psikoloji sorunu değil, nesnel bir gerçek. Avrupalı salaklarla da aynı sorunu yaşadım, Amerikalı salaklarla da. Size söylemiştim, ben kendilerini üniversitede memurluk etmeyle yetinen gerçekten bilgili olanları istemeyerek sizler gibi boş konuşanlara çok daha tercih ediyorum (Ulus Baker ile aramda geçen buna çok güzel bir örnek, hiç değilse ne demek istediğimi anladı). Burada nefret ettiğim bilim-teknik inekleri veya teknisyen veya … veya … veya sıradana memurlardan söz etmiyorum. Siz bilim-tekniği ve benzeri soytarılıkları benimsediğinizi laf oyunlarıyla hallettiniz. Bu da sizin ve sitedeki hepinizin asıl konuyu bile bilmediğinizi, son 50 yıl eleştirilerden tamamıyla habersiz salt sıradan cahiller olduğunuzu fazlasıyla gösterdi. Sizlerle Hortlak arasındaki tek fark onun salaklığını ve ırkçılığını açık açık gösterme cesareti. Sizler Marx, Marxistler ve anarşistlerin Avrupa ırkçılığını bir adım daha ileri götürdüğünü görmekten acizsiniz desem kibarlık etmiş olacağım, saf ve öz kara cahillik daha uygun. Hortlak sizleri şeffaf kılar.

    Çok sevdiğim bir filozof, “insan ruhunun bu kadar çirkin olduğunu ileri suren Freud’un teorisi doğru olmasa bile, son derece çekici.”, der. Ben bu laf bu sitedekiler için haydi haydi geçerli derim. Mal, ıvır zıvır bolluğuna tapma yolunda ne gurur, ne onur, ne de mala ve ıvır zıvıra tapmayanlara saygı kalmış. “Eskiden daha kötüydü” nakaratının dünyanın her yerinde, bütün köle ruhlu insanların milli marşı olmuş olması bile sizleri bu taş uykusunda uyandırmıyor.
    Bana gönderdikleriniz lağımlık yazılar. Benim size gönderdiklerim de öyle, haklı olarak çöpe atmışsınız. Sizler hep yukarıdan birinden, Jose Mujica ve Seneca gibi, gelmesini bekliyorsunuz. Beyniniz televizyon olmuş, televizyon beyniniz olmuş. Alçak gönüllü bir somut proje gerçekleştirmesi yerine ünlü olmak peşinde gibisiniz. En nefret ettğiğim şey psikoloji ama geçekten ben sizlerde ruh bozukluğu var olduğunu düşünmeye başladım.
    Benim açık açık söylediğimi tekrar ediyorum: benim için medeniyet, bilim-teknik, endğstri, sanayi, ilerleme, mutlu olma, rahat yaşama, ıvır zıvır biriktirme ve tüketme, üretim, kalkınma, okul, yazı, banka, para, kapital, din, marxizm, kapitalizm, devrimciler, solcular, büyük bir kısmıyla anarşizmin, ideolojiler, Avrupalı olma sevdasında olanlar biz pipsqueak insanlarla yaşam arasındaki gereksiz pezevenkler. Ne kendiniz rahatsınız ne bizi rahat bırakıyorsunuz. İşiniz gücünüz kişisel veya ulusal merdivende basamak atlamak. Siz ve size benzerler ölü, biz yaşayanlarız. Bunları kıvıra kıvıra savunanlar benim en büyük düşmanlarım. Beni tiksindiren, benim kusmamı getiren düzenin muhafız köpekleri. Size bir ara güvendim, işin içinden parti çıktı.
    Kendinizin şu veya bu olduğunuzu söyler durursunuz ama benim için siz bir Hortla’ın klonlarısınız.
    Eğer siz de biraz dürüstlük varsa, hem size hem diğerlerine yazdıklarımı bir gözden geçirin. Beni haksız bulursanız, bu yazımda söyledim dediklerimi söylemediğimi kanıtlarsanız, ben bu kötü laflarımdan dolayı sizden özür dilerim.
    Bir şey daha var. Bu odak kaymasını siz tanımlıyorsunuz. Benim için odak ilerlemeye inanma, üretime inanma, herkesin burjuva olduğu, biz/doğa ayırımının deliliği, 4 milyon yıl insanların devletsiz yaşamaları, medeniyetin doğuş yeri ve yayılması, mitler ve dinlerin önemleri ve toplumu yansıtmaları, bilim-tekniğin temel varsayımları ve bunun günümüz insanını en büyük bir beyin yıkaması ve kendini silik görmesine neden olduğu, felsefenin önemi, Sümer’i çok iyi bilme, tarihi çok iyi bilme, antropoloji ve arkeolojiyi paleontolojiyi iyi bilme, …
    Siz sizi köle edenlerle kafayı yemişsiniz. Başka hiç ir şeyi derinlişine incelememişsiniz. Çıkış noktanız Hortlak’la aynı:”En iyi biziz ama bazıları daha iyi”.
    Fakat ben mal bolluğu için onuru, kendine ve diğer insanlara saygısı kalmamış; umudunu insan olmaya değil kapital ve bilim-teknikle bolluğa erişmeye bağlamış ruhu dilencilik olmuş olan sizlerle hiç bir ortak tarafım yok. Dünya tarihinde görülmemiş bir alçaklık, bayağılık, çirkinlik içinde doğmuş büyümüş sizler (ve sizin özellikle hayran olduğunuz zengin ülkelerin gönnüllü köleleri) isyan etmektense, sizi bu hale getirene, kapitale, tapıyorsunuz. Tabii ve doğal olarak kendi ruh pisliğinizi ve köleliğinizin (Freud’un yansıtma kavramı) her yerde ve her zaman olduğu düşüncesi sizleri rahata kavuşturuyor.
    Aşağıdaki 14. yüzyılda, bir nevi daha dün diyebiliriz, Karl Marx’ın ilham aldığı bir dev Ibn Khaldun’dan. Ben çoğu zaman 7-10 bin yıl öncesinden söz ediyorum. Hortlak ve diğer cüce cahiller televizyonda gördükleri veya dedikodu kitaplardan öğrendikleri, özet olarak “en iyi biziz ama daha da iyileri var” köle milli marşıyla cevap veriyorlar. Bu cahillerin benim dediklerimi anlamaya hazırlamam yıllar alır.
    Örneğin bu yukarıdaki göçebeler, veya çobanlık cemiyetleri. “Asıl “nomad” bile değiller. Sırası gelmişken ben “avcı ve devşirici”, lafını bir akademisiyen artık o dalda yerleşmiş olduğundan zoraki kullandığını anlar ve hatta tasvşp ederim. Ama bu bağlam dışına çıkıldığında hala “avcı ve devşirici”, lafını kullanananın inek olduğunu hemen anlarım.
    Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization.
    —Ibn Khaldun on nomads
    Haz duyp hoşlandıkları vahşilik bu göçebe yaşayanların özyapıları, doğaları. Yetki altına girmemeyi, önderlere köle olmamayı böyle başarırlar. Bu doğal yaradılışlıkları medeniyetin reddi ve zıddıdır.
    Gel bunu kafayı mal ve ıvır zıvır bolluğuyla bozmuş adi Hortlak’a ve diğer kara cahillere anlat.
    Gel şu an bile benzeri insanlar Devet kskacı altına almaktan kaçanlar var. Bunların bazıları yarı çıplak veya tam çıplak. Aman faşist ruhlu, ırkçı Hortlak duymasın, belki Anatole France’ın “Penguen Adası” kitabındaki Histiyan misyonerin güncellenmişi Marxist apparatçik görevlisi olarak bu terbiyesiz çıplaklara o çok sevdişi Avrupa medniyetini öğretmeye gider.
    İşte san büyüi bir yazarı dünyayı Avrupalı etme çılgınlığıyla alay etmesi; işte sana her arkasından çıkaramadığını aşzından çıkaran Hortlak. Gel bu cahile derdini anlat. Hortlak mal derdinde, ben insanların ümidi derdinde.

  405. Sayın (pipsqueak 396'ya) Sorumuzu Tekrarlıyoruz

    Sayın “pipsqueak” 396,

    28 Mayıs 2015’ten beri sizle sürdürdüğümüz görüşmelerde; sizin kadar tecrübeli olmadığımızı defalarca yazdık!

    Şunu göremiyor musunuz:
    “Eğer sizin gibi olsaydık; zaten size soru sormazdık!”

    Siz yukarıda, tırnak içindeki cümlemizden şunu anlıyorsunuz, ve yanlış anlıyorsunuz:

    “Ben (yani ‘pipsqueak’); David Watson’ı, Fredy Perlman’ı, Günther Anders’i ve diğerlerini kendimden yüksek veya alçak görmüyorum. Bütün bunları benle konuşan benim gibi bir insan olarak görüyorum. Siz, yani olmaktan nefret ettiğinizi söylediğiniz ‘Beyaz Ya-LA-ka’lar ise; bu insanları ‘ubermensch’ yerine koyuyorsunuz!”

    Bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların; sizin bu sayfada aktardığınız “insan isimleri”, “kitap isimleri”, “kitap alıntıları”ndan haberimiz yoktu, ilk kez sizin sayenizde öğrendiğimizi defalarca yazdık; sizin yaptığınız tek şey kafamıza taş atmaya devam etmek oldu, bütün bu isimleri “yüce şef, ulu şef!” yerine koyduğumuzu sanmanız oldu!

    Size defalarca yazdık sayın “pipsqueak”:

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar; de-schooling’in ne demek olduğunu bilmeden, öğrenmeden, uygulamadan yetiştirildi!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar; de-growth’un ne demek olduğunu bilmeden, öğrenmeden, uygulamadan yetiştirildi!

    Size “feleğin çemberinden geçtiğinizi” yazmıştık! Okudunuz mu? Hayır, okumadınız! Sayın Gün Zileli sizin de, bizim de metinlerimizi yayınlamadı! Bir zahmet aşağıdaki adrese girerek, size yazdığımız cevabı okuyun, diye yazdık; okumadınız sayın “pipsqueak”!

    ( http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap )

    Eğer “size soru sormamız” nedeniyle hâlâ kafamıza taş atacaksanız; görüşmeye nasıl devam edebiliriz ki!

    Bizleri, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ları; dünya gezegenine ilk kez gelmiş bir tür uzaylı gibi düşünün, ana rahminden çıkmış bir bebek gibi düşünün; o zaman belki kafamıza taş atmaktan vazgeçersiniz!

    Şimdi sorumuzu tekrarlıyoruz:

    4 Kasım 2015, öğle arası; şirketteki 17 arkadaşımız daha işten atıldı!

    Size, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler arası tecrübelerinize dayanarak temel bir soruya cevap yazmanızı istiyoruz:

    “Rekabet” kelimesi hakkındaki görüşleriniz nedir sayın “pipsqueak”?

    Cevabınızı yazarken, sayın Gün Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarının tuzaklarına lütfen düşmeyiniz sayın “pipsqueak”! Sayın Zileli’yi de kandırmışlar, ne yazık ki henüz farkına varamamış!

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak”.

    Esen kalın.

  406. Partnerini buldun. Tango nuza devam edin.Elinizde heykel gibi bir seyi gururla tutup birseyler öterek dans edin.entel olmanin yolunuda amali.dolayli anlatimlarda sananlar kendi aptalligini sergilerler..
    Anlatiklari düsünceler ise düsünceye karsi sacmaliklar. Sefiligin,sefilce savunulmasi..
    Üstüni nsan yok ama asagilik,ve asagilik düsüncelerin olduguna inanirim..Burdaki düsünceler ise insana insanliga karsidir..
    Okadar asagiliktirlarki uygarliga karsi gelirler ellerindeki bilgisayari bize ögretecek kadarda kullanirlar..

  407. Sayın (hortlak) 398'e cevap

    Sayın “hortlak” 398,

    “Kapitalizme karşı” ortak mücadele yürütmemiz gereken yerde; birbirimize “Emek-Değer” teorisini ve “Artı (artık) değer” teorisini anlata anlata nereye varmayı umuyoruz?!

    Kapitalizm bütün kuvvetiyle üzerimize çullanmaya tam gaz devam ederken, kapitalizm her saniye yüzbinlerce “insan”, “varlık” ve hâttâ “yokluk” katlederken; birbirimizin kafasına taş atmamızın sebebi ne sayın “hortlak”?!

    Eğer zahmet eder de, 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmeleri “gözünüzle” ve “dingin bir zihinle” okursanız; sayın “pipsqueak”in o meşhur ifadeyle “gerici!” olmadığını anlarsınız!

    Acaba şahsınızda böyle bir çift “göz” ve böyle bir “dingin zihin” var mı; şüphe içindeyiz sayın “hortlak”!

    Size yukarıdaki metinlerimizde defalarca yazdık sayın “hortlak”:
    Bu sayfada; hiç kimse hiç kimsenin düşmanı değil!

    “Kapitalizme karşı kullanmamız gereken enerji”yi, birbirimizin kafasına taş atmak için harcarsak; ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Siz de rumuzunuzu “hortlak” olarak seçmişsiniz ki; hâlâ içinizde birleylerde bir tutam “kapitalizme karşı enerji” olduğuna inanıyorsunuz ve “horlak” da olsanız mücadeleye devam etmeye çabalıyorsunuz!

    Kapitalizm zehrinin kainatı kapladığını artık görünüz, ve kapitalizme karşı mücadeleye siz de omuz veriniz!

    Esen kalın!

  408. EVSİZLER 'YİYECEK' KARŞILIĞINDA 'İNTERNET' TAŞIYACAK!

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

    ÇEK CUMHURİYETİ’NDE EVSİZLER, ÜZERLERİNDE “KABLOSUZ İNTERNET (Wi-Fi) MODEMİ” TAŞIYACAK!

    Prag’da bir “yardım kuruluşu!”; sokaklarda yaşayan evsizlere bir “kablosuz internet bağlantı modemi (Wi-Fi)” ve “şarj cihazı” taşımaları karşılığında; yiyecek, giyecek ve barınma olanağı sağlıyor!

    Çek medyasında yer alan haberlere göre Yaşam İçin Kablosuz Bağlantı (WİFİ4Life) adlı yardım kuruluşu, başkent Prag sokaklarında yaşayan evsiz insanları “kablosuz modem” olarak kullanma projesi başlattı.

    Projeye göre, sokakta yaşayanlara internet bağlantı noktası olarak bir modem ve şarj cihazı veriliyor.

    İhtiyacı olanlar bu modem üzerinden internete bağlanabiliyor ve şarj cihazıyla telefonlarını şarj edebiliyor. İnternet ve şarj hizmeti veren evsizlere yaptıkları hizmet karşılığında yiyecek, giyecek, harçlık ve barınma imkanı veriliyor.

    Projenin başkanı Lubos Bolecek, evsiz kişilerin sürekli sokaklarda yaşadığını ve hiçbir iş yapmadığını belirterek, “İnternet sunmak onların yapabileceği işlerden bir tanesidir” dedi.

    Bolecek, projenin hem evsiz insanları topluma entegre etmek için hem de internete veya şarja ihtiyacı olan turistler için çok faydalı olduğunu söyledi.

    İnternetin ücretsiz sunulduğu ve bazı firmaların projeyi finanse etmek üzere iki aylığına sponsor olduğu belirtildi.

    Projenin ilk uygulayıcısı Kamil Krtil, haftada 5 gün ve günde 8 saat metro istasyonunda hizmet verdiğini söyledi. Kritl, “İnternet modemi, gazeteler veya dergiler kadar ağır değil. Üstelik internet için gazete ve dergilerde olduğu gibi başta para ödemeye gerek yok. Buda önemli bir avantaj bizim için” ifadelerini kullandı.

    (5 Kasım 2015)

    Kaynak:
    ( http://www.ntvpara.com/haberler/dis-haber/cek-cumhuriyeti-nde-evsizlere–internet-modemi )

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

  409. 397
    Anlamayacağınızdan emin olduğum bir örnek vereceğim. Ve bu fırsattan yararlanıp sizin beni eşitiniz gibi görüp karşılıklı tartışma ve bilgi paylaşması yerine Türklerin genlerine işlemiş hiyerarşi (işte sana belki değerin en iyi tanımı) huşusu içinde Jose Mujica ve bu dahilerden oluşmuş sitedekilerin hepsinin oturdukları merdiven basamağının binlerce basamak altına, ama Hortlak gibi bir eşsiz salak ırkçının bir üstüne koyduğunuz için size teşekkür ederim. Yine bu fırsattan yararlanıp belki bir kaç basamak atlarım ümidiyle ve övgünüzün heyecan ve coşkunluğuyla bir bilgi gösterisi yapayım.
    Son iki bin yıl Batı (salaklara bir not: Batı, Orta Doğu medeniyetinin en son fırlamasıdır) dünyasına egemen üç ideoloji, Hristiyanlık, İslam ve Marxizm kıyas edilir. Sadece Hristiyanlığın aslına kıyasla bozulduğu ama Marxizm (Hortlak ve milyonlarca diğer örnekler gibi) ve İslam’ın (örneğin son vahşet, gerçi kapitalizm yanında hala sıfır kalan bir vahşet ama gaddarlık kıyaslaması bizi ancak dibi olmayan kuyuya indirir) aslına sadık kaldığı ileri sürülür.
    Beyinsizlere bir açıklama: Hristiyanlık temelde şiddete karşıdır ama Marxizm ve İslam temelde şiddete karşı değiller.
    Bu bozulma devrini (M.S. 200-300 arası) çok iyi bildiğim halde bu yeni bağlam içinde tekrar gözden geçirmek istedim. İncelediğim kitaplar arasında Fransa ve dünyada en ünlü basım evinin yayınladığı ve bu devri anlatan kitabı okudum. Girişi hazırlayan çok, çok, çok, çok bilgili (aman bu sitedekiler duymasın, Avrupalı+Fransız+Çok Bilgili+Ünlü +… hemen kendilerini yere atar vecde gelirler) koca kelleler, “İleri zekalı Hristiyanlar Devlet ile Hristiyanlığın evlenmesinin kaçınılmaz olduğunu sezer ve düğüne hazırlanırlar. Geri zekalı (benim gibi) şapşal Hristiyanlar yiyeceklerini paylaştıkları ve beraberce türkü söyledikleri merasimlerine devam ederler.”, derler.
    20. yüz yılda anarşist bir antropolog, boynu ve beli bükük doğmuş Türklerin önlerinde el ve ayaklarını öpmeye can atacak yukarıdaki koca kellelerle dalga geçer. Paraguay Devlet’i ormanda çıplak dolaşanları yerleşik yaşamaya zorlar. Aman ırkçı Hortlak duymasın, Marxist terbiyesine uyarak onlara döner veya elbise satmaya gider ve adına “sanayi nimetleri” der. Anarşist antropolog, “ileri zekalılar hayatta kalmak için Paraguay Devlet’ine uymayı çakarlar, aptallar ve geri zekalılar (benim gibi) konuyu anlamaz eski yaşamlarına, ormanda özgür dolaşmaya devam ederler.”, der.
    İhtimal hesaplarına göre büyük bir ihtimalle evrende bir benzeri olmadığı sanılan bu eşsiz güzellikteki dünyayı bu lağım fareleri Hortlaklar, Marxistler, kapitale inananlar, en azından bu site anaşistleri, kısacası yeni burjuvalar, kafayı daha da fazla istemekle bozanlar, umudu bu dünyayı harabeye çeviren bilim-tekniği iyi kalpli tanıdıklara bırakmada bulanlar, yüzyıllarca eleştirisi yapılan “kimin kullandığına bağlı” akıl almaz salaklığa devam edenler, görünen köye kılavuz istemez atasözü yerine dünyadaki kötülükleri doğadan geldiğimize bağlayanların peşinde koşan enayiler (nedeni besbelli, sonsuz cahil bile “insanın tabiatında”, der işin içinden çıkar) ve binlerce bir avuç insanın kurdukları hayal dünyada yaşayan ölü canlılarla dolup taşıyor.
    Not: Güney Amerika Devletlerinin bu vahşilere ne yaptıklarını bilmeyenler, çenelerini tutsalar daha iyi olur ama ilerleme adına her türlü gaddarlık ve ahlaksızlığa göz yummak artık televizyon seyretmek kadar yaygın ve banal oldu (adını sıraladığınız Hannah Arendt’i okumadığınızdan eminim ama o, bunu işler) .
    Size istemeyerek sadece iki öğütüm var.
    1. En önemlisi. İşinizden çıkın. Ben sizin genç olduğunuzu tahmin ediyorum. Başka ve çok daha doyum getirici, etrafınızda var olan yakın ve somut insanlara yaralı olacak binlerce yollar bulacağınızdan eminim. Simit satsanız daha iyi. İnanın ben benzeri işleri sayısız defa yaptım. Yıldız olmaktan, gelecekteki emir verenlerin kulları olmaya hazırlamaktan vazgeçin. Gorter’i aklım sıra bunu yapan Türk Marxist solcuları ifşa ederim diye çevirmiştim ama sizler ve bu sitedekilerin tümü yanlış düşündüğümü, bir daha, kanıtladı. Silik ruhlu insanlar böyle değer kazanırlar. Diğerlerini siz zaten tanıyorsunuz (YaLaKa’lar ve umurlarında değil). Anarşizm bir politik ideoloji değil, gönül ister, yaşanan bir hayat biçimi olsun. Tabii enayi değilim, bu da özümlendi ve hatta bu site bunun bir örneği.
    2. Bir an gaflete düştüm ama yanıldığımı sonra anladım. Aramızda, hiç bir ortak noktamız yok. Ben son mektubumda bizim gibi geri zekalılarla yaşam arasına girmiş pezevenkleri sıraladım. Bu sitede bu aracıları savunan ve size benzeyen çok sayıda sivri zekalılar size daha çok faydalı olur. İşte bu sitede Batı, Marxizm, Kapitali Nasıl?, Anarşizm, vs.,vs, vs. savunan cahil cücelerin yüzlerine tüküren dünya çapında bir devin dedikleri:
    “It’s all been a huge mistake. My modest conclusion is that Western civilization has been constructed on a perverse and mistaken idea of human nature. Sorry beg your pardon; it was all a mistake. It is probably true, however, that this perverse idea of human nature endangers our existence.”
    “Devasa bir hatanın sonucunu yaşıyoruz. Benim alçak gönülle vardığım sonuç: Batı medeniyeti insan doğasının yanlış ve sapık fikri üzerine kurulmuştur. Özür dilerim ama bütünü ve tamamı bir hata. Ne var ki, bu sapık insan doğası düşüncesi varlığımızı yok edebilir.”
    Not. aynı kitap yüzlerce değişik insan doğalarından hayran olunacak örnekler verir. Tabii bu sitedeki dahiler gibi aslını televizyon dedikodusundan öğrenen, günlük hayatın durmaksızın pekiştirdiği, aynı güneşin dünya etrafında dönenlerin bildikleri gibi tek ve tek bir insan doğası olduğunu bilenler o kadar çok ki, dünyanın her yerinde Erdoğan gibilerin çoğunluğu ardına takmaları beni şaşırtmaz. Beni şaşırtan özü Erdoğan, sözü başka olan bu sitedekiler.

  410. “399
    Sizlerin Hortlak…” diye başlayan yorum hakaret içeardiğinden yayınlanmadı.

  411. Sayın (pipsqueak) 401'e sorumuz var

    Sayın “pipsqueak” 401,

    İLK ÖNCE:
    “397” numaralı metnimizin girişinde yazdığımız:

    Şunu göremiyor musunuz:
    “Eğer sizin gibi olsaydık; zaten size soru sormazdık!”

    açıklamamızı anlamaya çabalamanızı umuyoruz.

    İKİNCİ OLARAK:
    Size “feleğin çemberinden geçtiğinizi” yazmıştık! Okudunuz mu? Hayır, okumadınız! Sayın Gün Zileli sizin de, bizim de metinlerimizi yayınlamadı! Bir zahmet aşağıdaki adrese girerek, size yazdığımız cevabı okuyun, diye yazdık; okumadınız sayın “pipsqueak”!

    ( http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap )

    ÜÇÜNCÜ OLARAK:
    4 Kasım 2015, öğle arası; şirketteki 17 arkadaşımız daha işten atıldı!

    Size, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler arası tecrübelerinize dayanarak temel bir soruya cevap yazmanızı istiyoruz:

    “Rekabet” kelimesi hakkındaki görüşleriniz nedir sayın “pipsqueak”?

    Cevabınızı yazarken, sayın Gün Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarının tuzaklarına lütfen düşmeyiniz sayın “pipsqueak”! Sayın Zileli’yi de kandırmışlar, ne yazık ki henüz farkına varamamış!

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak”.

    Esen kalın.

    EK BİLGİ

    Aşağıdaki haberi de dikkatle değerlendirmenizi umuyoruz sayın “pipsqueak”!

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

    ÇEK CUMHURİYETİ’NDE EVSİZLER, ÜZERLERİNDE “KABLOSUZ İNTERNET (Wi-Fi) MODEMİ” TAŞIYACAK!

    Prag’da bir “yardım kuruluşu!”; sokaklarda yaşayan evsizlere bir “kablosuz internet bağlantı modemi (Wi-Fi)” ve “şarj cihazı” taşımaları karşılığında; yiyecek, giyecek ve barınma olanağı sağlıyor!

    Çek medyasında yer alan haberlere göre Yaşam İçin Kablosuz Bağlantı (WIFI4Life) adlı yardım kuruluşu, başkent Prag sokaklarında yaşayan evsiz insanları “kablosuz modem” olarak kullanma projesi başlattı.

    Projeye göre, sokakta yaşayanlara internet bağlantı noktası olarak bir modem ve şarj cihazı veriliyor.

    İhtiyacı olanlar bu modem üzerinden internete bağlanabiliyor ve şarj cihazıyla telefonlarını şarj edebiliyor. İnternet ve şarj hizmeti veren evsizlere yaptıkları hizmet karşılığında yiyecek, giyecek, harçlık ve barınma imkanı veriliyor.

    Projenin başkanı Lubos Bolecek, evsiz kişilerin sürekli sokaklarda yaşadığını ve hiçbir iş yapmadığını belirterek, “İnternet sunmak onların yapabileceği işlerden bir tanesidir” dedi.

    Bolecek, projenin hem evsiz insanları topluma entegre etmek için hem de internete veya şarja ihtiyacı olan turistler için çok faydalı olduğunu söyledi.

    İnternetin ücretsiz sunulduğu ve bazı firmaların projeyi finanse etmek üzere iki aylığına sponsor olduğu belirtildi.

    Projenin ilk uygulayıcısı Kamil Krtil, haftada 5 gün ve günde 8 saat metro istasyonunda hizmet verdiğini söyledi. Kritl, “İnternet modemi, gazeteler veya dergiler kadar ağır değil. Üstelik internet için gazete ve dergilerde olduğu gibi başta para ödemeye gerek yok. Buda önemli bir avantaj bizim için” ifadelerini kullandı.

    (5 Kasım 2015)

    Kaynak:
    ( http://www.ntvpara.com/haberler/dis-haber/cek-cumhuriyeti-nde-evsizlere–internet-modemi )

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

  412. 396 ve 401.. çok şey biliyor olduğunuzu sanıyorsunuz ama siz anomali yaratan genlerin bir sonucu gibisiniz. Ucube..
    Egonuz öyle şişmiş ki, tabiatın ve tarihin dışında bir yerde oturuyorsunuz sanki..
    Yoksa tanrı siz misiniz?
    **
    Kendinize gelin; ne içtiniz, ne yediniz?
    Aramıza, şu sefil insanlar içine girin.
    *
    Maymundan, kuyruksuz tilkilerden, salak primatlardan buraya kadar gelebildik; aramızda henüz gelemeyenler de var..
    Ne olmuş; üzerine basıp, süpürge sapıyla gebertecek misiniz fareyi, o atanızı..
    Pardon; siz Tanrı’ydınız; fareden, primatlardan gelemezdiniz..
    **
    Zekasını, çok okumuşluğunu, çok bilmişliğini kendine de düşman bir Frankeştayn haline getirmek bir yabancılaşmadır.
    Bu makale altında gelişen bu diyalog saçmalık ve ilginçlik arasında gidip geliyor.
    Siz şimdilik “ilginçlik” içinde yer alırsınız.
    Türk lafzı ile ırkçı aşağılamalar ruhunuzdaki sapkınlığı ele verir. Kendi adıma kendimi ilk insansı bir kaç bin insanın devamı görürüm; ama bu tür bir kabile aşağılamalarının arkasındaki ezikliği de sezdiğimi düşünürüm..
    kendinize, zekanıza, birikiminize yazık etmeyin..
    Hayat ve insanlık karmaşık ve onca sefalete karşın çok hoş bir şeydir.. Çaykovski, Tolstoy, Einstein..
    bilirsiniz, o maymunların evlatları..
    Kendi çağımızın sefaleti, insanlığın yüz bin yıllık macerasının görkemini örtmesin..
    Yalnızca son iki yüz yıldır insan olmaya başladık; Antik Yunan’ı da, 1200-1600 Avrupa sürecini de inkâr etmeden…
    Tamam; belki yüzde 3-5 insan güruhu lokomotif oldu; yine de evrimsel koşullar, diğer o % 95-98 onları üretti..
    Daha az kötümserlik ricasıyla..

  413. Doğu Batı’nın gerisinde kalmışsa bunun en başta gelen nedeni Doğu’da bireyden ziyade cemaatin olmasıdır. Yüzyıllar boyunca cami-kışla-mektep cemaatlerinin bir parçası olan kişilere birey denemez. Bu cemaatler Türkiye’de bugün bile hala güçlü olduğundan bu ülke fazla değişmedi.
    Diyebilirsiniz ki bunlar Batı’da da var. Var ama bunlar bireyin ve sivil toplumun oluşmasını engellememiş, tam tersine geliştirmiş.
    Dinleri bile uluslaşmalarına hizmet etmiş. Katolik Roma ve Ortodoks Rum kiliselerinden ayrılarak kendi mezheplerini kurmaları bugünkü Hıristiyan ulusların oluşumunda rol oynamış.

  414. 404’e yanıt
    Benim hakkında söyledikleriniz doğru veya yanlış olabilir. Ben kendim sizin haklı olduğunuzu severek kabul ediyorum ama bu öznel bir yargı. Nesnel bir yargıyı ancak dışaırdan tarafsız ama çok bilgili bir kimse, dediklerimin doğru veya yanlışlığını, tespit edebilir. Avrupa ve Amerika göz kamaştırıcı zenginliği ve dünyaya ölüm saçması altında yatan düşünce sisteminin siz ve size benzerlerin düşünceleriyle aynı olduğunu ancak çok bilgili biri karar verebilir. Siz o kadar konulardan uzaksınız ki, “Hitler öldü, yaşasın Hitler”, sloganını bile duymamışsınız.
    Cahilliğinizden dolayı farkında bile olmadan ırkçı ve köle ruhlu bir insan olduğunuz yazılarınızda çok sarih.
    İlk cahilliğiniz.
    Darwin ile aynı teoriyi bulup geliştiren Wallace, Darwin’in kitabı çıktığında ona mektup yazar ve insana gelince evrim artık geçersizdir uyarısında bulunup, “ben burada çıplaklarla yaşıyorum ve hepsi her hangi bir İngiliz kadar zeki.”, der. Siz ve Hitlerin torunlarına benzeyen Darwin aynı size yakışır bir cevap verir: “Eğer bu mektubun senden gelmiş olduğunu bilmeseydim, çöpe atardım!”, der.
    İkinci cahilliğiniz.
    Eğer bu konuyu ve evrim teorisine dayanarak farkında olmadan varsayılan ırkçılığı biraz bile olsa ciddi kurcalarsanız, sadece 1600-1800 değil, ki bu sizin ırkçılığınızı çok güzel dile getirir, tüm Batı medeniyetinin bir hata olduğunu yazan senin gibi milyarları aşan birinden habersizsiniz. Ve binlerce dahasından da. Antik Yunan’ın da Avrupalıların, ayni saray yaltakçı tarihçilerine secere uydurmasın emreden krallar ve hanedanlar gibi, bir kurgusu olduğunu bile bilmiyorsunuz. Hatta meşruluğu geçmişte veya uydurma tarihte arama evrensel eğilimini bile bilmiyorsunuz. Kelimeleri leblebi dağıtır gibi dağıtıyorsunuz. Örneğin Fransa’yı “kuranlar” slavlar ama sizin gibi tam ırkçı olan Fransızlar başka yerde bulurlar.
    Üçüncü cahilliğiniz.
    Sosyal konularda sizin gibi iyi kalpli ama salak salak konuşan Einstein’in tek özelliği siz köle ruhluların gözlerini onun becerileriyle kamaştıran okullar, medya, propagandası. Bunu bir tiyatro eseriyle Brecht vari bir yazar çok daha sizin gibi televizyon bilgisini sevenlere en uygun olacak bir şekilde sahneler. Kendim bunu ispata hazırım.
    Dördüncü cahilliğiniz.
    Tolstoy’ın ölmeden önce oğluna Darwin’in evrim teorisiyle ilgili yazısını, ve sunusunu Gandhi’nin yazdığı Hindistan milliyetçilerine yazdığı açık mektubun okursanız belki, belki, belki esas konularda ne kadar cahil olduğunuzu, iliklerinize işlemiş ilericiliğin sadece bir ırkçılıkla kalmayıp ölüm saçtığını şapşal şapşal tasvip ettiğinizi belki, belki, belki, görürsünüz.
    Beşinci cahilliğiniz.
    Endüstri, bilim-teknik, kapitalizm, marxism, anarşizm siz eşyaya tapanların ve insanı eşya birikimleriyle ölçen çılgınların beni çılgına çevirmesi çok normal. 17. yüz yıl İngiliz devrimcilerini eşsiz anlatan Christopher Hill kitabını en başında, benim gibi deliye dönenlerin aslında deli olmadıkları; siz, Hortalk ve benzeri elektrik, buzdolabı … ıvır zıvırlarla alık alık rahat içinde kıvırarak sırıtanların aslında deli olduklarını söyler. İngilizce bilmiyorsunuz ama en azından ranters, enragés, diggers, antinomians’lara Internet’in Türk vikpediasına bakarsanız şu cahilliğinizi görür, ve neden sizin farkında olmadan ırkçı merdiven teorisini tamamıyla sindirip özümlediğinizi belki, belki, belki anlarsınız.
    Altıncı cahilliğiniz.
    Tanıdık iyi kalplilerin elinde olmayan teknikde dünyada, günümüz sizin taptığınız Batı da dahil, en yetenekli insanların Eskimolar olduğu bilinir. Ama sizin istediğiniz televizyon, araba, saç kurutma makineleri … pislikler onlarda yok. Sözüm ona mantık kullanmayan, bilim-teknikden, yani sizlerin taptığınız ıvır zıvırdan yoksun olduklarından ötürü, doğayı anlamadıkları ileri süren sizin gibi ırkçılarla dalga geçen son derece ünlü, ve sizin gibi bir cahille kıyaslaması ayıp olacak, bir antropolog, “bunlar İstanbul veya diğer sizin huşuyla andığınız medeniyet eseri şehirlerde yaşayan, ücret köleliği karşılığı tüm istedikleri verilen salaklar olsa, doğa hakkında keskin ve yerinde gözlemler yapıp değerlendirmeselerdi, bir gün bile yaşayamazlardı!”, der. Maşallah siz ücret köleliği ve sosyal sigorta dilenciliğinden utanmadığınız gibi, gurur bile duyuyor ve daha da gelişmesini istiyorsunuz. İşte sizin bu salak bilim-teknik saplantınız. Ben yüzde yüz eminim, siz ne modern bilimin metafizik varsayımlarını, ne felsefesini ne de tarihini biliyorsunuz. “Biz de saç kurutma makinesi var sizde var mı?”, sizin bilim-teknik hakkında tek bildiğiniz. Bana neden bilim, teknoloji yerine “bilim-teknik” yazdığımı bile hiç sormadınız. Doğru dürüst bazı şeyler öğrenirdiniz, En azından modern bilimin kapitalizmin fırlaması ve aynı bilinç altı varsayımlar, düşüncelere dayandığını, en azından taptığınız Galileo Galilei ve diğer ilk sizin taptıklarınızıni zamanlarını dökümhane gibi yerlerde geçirdiklerini öğrenirdiniz. Kısacası bu konularda tek bildiğiniz ıvır zıvır bolluğu,
    Yedinci cahilliğiniz: “Yalnızca son iki yüz yıldır insan olmaya başladık.”
    Bu ırkçılığın ta kendisi. Daha önce yazdım, insan kültürü 4 milyon sizin bu zırvaladığınız insan biyolojisi 50 bin yıllık ve insan biyolojisi insan kültürünün eseri. Sizin 404’de yazdıklarınızın çoğu her yerde her zaman geçerli mutfak ve televizyon felsefesi. Bu sonsuz önemli konular kesinlik, hassalık, belirlilik gerektirir. Örneğin eğer 1600-1800 yıllarını, veya Antik Yunan’ı incelemek istiyorsanız “her yerde iyisi de var, kötüsü de”, “insanın doğası böyle”, “tarihte çok şey olmuş” gibi laflar değil, bazı zamanımıza etkileri yönünden kesin kes tanımlanan bir konu olarak ele alınır. Siz daha biçimsel düşünceyle tözel düşünce arasındaki farkı bile bilmiyor bütün kapıları açar anahtarlarla diğer cahillerin yuttuklarını bana da yutturmak istiyorsunuz. İnsan doğası veya biyolojisiyle dünyayı anlatmaya çalışanlar hakkında zerre kadar bilginiz yok, onlar gibi hala sapık konuşmalara devam ediyorsunuz.
    Sekizinci cahilliğiniz.
    Ben kötümser değilim, asıl siz kötümsersiniz. İnsanı günümüzdeki sefilliğini insan doğası, insan biyolojisi, maymun işi, genler, ırklar gibi ninnilerle sizleri uyutanlar yukarıdaki kötümser düşünenler, daha doğrusu salakları buna inandırmaya çalışan dalkavuklar. Bunu bile göremeyecek kadar sizi uyutmuşlar. Yüz binlerce dürüst düşünürler benden çok daha sert ve sizin gibi cahillere çok daha büyük hakaret edici yazılar yazmış, siz bilmiyorsanız kabahat bende değil.
    Dokuzuncu cahilliğiniz.
    Size bir düşünüre yakışmaz bir şekilde lakaytlık içinde kullandığını “nihilizm” sözcüğünün asıl nereden geldiğine ve günümüz yaşamının bir simgesi olduğuna kısaca değindim. Eminim sizin bu konuda hiç bir bilginiz yok. Bu durumlarda tecrübem sonsuz.Karşı tarafın tepkisi bana bilgisizliklerini, konunun ne kadar güncel ve yıkıcı olduğuna uyuduklarını gösterir. Televizyon vari bilgilerin zararları.
    Onuncu cahilliğiniz.
    Size uzun bir yazı yazdım ve seçin konuyu girelim dedim. Cevap yok. Ama sizlerin ve çoğu Türklerin ırkçı ve köle ruhlu olduğunuzu yazınca hemen horozlanıp yaltakçıların, size benzerlerin, katılacağının güvenci, destekleyeceğinin eminliği içinde hemen bir cevap uydurdunuz.
    On birinci cahilliğiniz. ” Ve Zapatista’lar. Ve Subcamandante Marcos!”
    Bu lafları televizyon vari duygusal sömürü, iyi kalpliliğinizi, doğru yolda olduğunuzu kendi kendinize terapi yapacağınıza, Marcos’ın yerlilerle ilk tanıştığında aralarında geçenleri okusaydınız belki, belki, belki ırkçılık merdvinenin zamanımız insanların genlerinde olduğunu görür, beni, ve kızgınlığımı anlardınız. Örneğin ben Güney Amerika edebiyat yazarlarının Türk edebiyat yazarlarına kıyasla sonsuz daha az kıç yalayıcısı olduğunu çoktan gördüm. Bir nedeni Marcos’ın anlattığında bulunabilir. Sizler bir türlü saç kurutma makinesi tutkusundan, tamamıyla ve anlamadan Batı’yı benimsemekten kurtulamıyorsunuz.

  415. Sayın (ogürsel) 404'e

    Sayın “ogürsel” 404,

    Metninizin sonundaki [Yalnızca son iki yüz yıldır insan olmaya başladık] kısmını biraz daha geniş izah eder misiniz?

    Esen kalın.

  416. 404’e Yeni
    En önemli cahilliğinizi eklemeyi unuttum.
    “Maymundan, kuyruksuz tilkilerden, salak primatlardan buraya kadar gelebildik; aramızda henüz gelemeyenler de var..”
    Aşağıdaki sizden ve bu sitede yazanlardan yüz milyar daha bilgili birinden bir alıntı:
    “Bildiğim kadarıyla tüm Dünya’da biz (Avrupa-Amerika) vahşilikten geldiğine inanan ve kendimizi gaddar (insafsız, acımasız, zalim) doğayla tanımlayan (aynı tutan ) toplumuz. Diğer bütün toplumlar tanrılardan geldiklerine inanırlar.”
    Tabii sorun onun sizden milyarlarca bilgili olduğu ve dünyanın her yerinde okunduğu değil, asıl konuyu bilmesi. Sizin gibi enayileri kandırma ideolojisinin zehirini ve yaygınlığını bilmesi. Bu ideolojinin altında yatan alçak, adi, ırkçı fikirleri bilmesi. Bunları savunanları bilmesi.
    Her neyse,
    “Pardon; siz Tanrı’ydınız; fareden, primatlardan gelemezdiniz..”, lafınız benim için değer biçilmez bir iltifat! Yine farkında olmadan saçmaladınız ama bu defa sevdim.

  417. Çok okumuş, anlamamışa…
    ***
    Şu yöntem çirkin; cehaleti kanıtlamadan birine cahil demek. Ve en büyük budalalık çok kitap okumakla cahillikten sıyrılabilineceğini sanma. Tarihsel süreçlerin dinamiğini anlamamış olanın bilgisi artsa da cehaleti sürer.
    Kim olursa olsun; şu cümleler salakçadır. Sizin deviniz ama benim cücem!
    “Devasa bir hatanın sonucunu yaşıyoruz. Benim alçak gönülle vardığım sonuç: Batı medeniyeti insan doğasının yanlış ve sapık fikri üzerine kurulmuştur. Özür dilerim ama bütünü ve tamamı bir hata. Ne var ki, bu sapık insan doğası düşüncesi varlığımızı yok edebilir.”
    Bu medeniyet Avrupa’da doğmasaydı, Çin’de de doğabilirdi! Kaçınılmazdı. Bir kaç yüz yıl sonra da olsa.. Olacaktı. Çünkü bu tam da insan doğasının zorunluluğuydu; sapıklık sizin yazarınızın uydurması.. Çünkü insan aklı Tanrı’yı yaratmışsa, buhar makinesini de yaratır!
    Bence de bu cümle ve taraftarları cahil.. Ve bu cümleden devamla daha iyi kanıtlarım..
    *
    Okuduklarınızı anlayacak, bağlantı kuracak durumda değilsiniz; bence de bu nedenle cahilsiniz; öznelliğinizden dolayı sonuçta cahilce çıkarsamalar yapıyorsunuz.. (Bu üslubu terk ederseniz ben de terk ederim!)
    kim bilir nelere karşı öfkeniz, gerçekliği nesnel olarak görmenizi önlüyor.
    Kişisel dileklerimle size yaklaşabilirim ama bu benim süreçleri görmeme ve değiştirebilme adına, adım-adım gitmeye ait düşünsel bütünlüğe ait zorunlulukları inkar etmemi gerektirmiyor.

  418. Doğanın tahribine karşı olmanın zorunlu şartı sanayi ve teknolojiye tümden karşı olmak mıdır? Bunlar doğaya zarar vermeyecek şekilde kullanılamaz mı?
    İnsanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayan teknolojiler bile -örneğin bir gözlük- sanayi devriminin ürünü değil midir?
    Ulaşımı, iletişimi, habere ve bilgiye erişimi yaygınlaştıran araçlar ille de doğanın tahribi anlamına mı gelir?
    Ben burada fikirlerimi paylaşabiliyorsam, yabancı site ve kanallara, müziklere, filmlere, dizilere, aradığım kitapların bazılarına doğrudan erişebiliyorsam teknoloji sayesinde değil mi?

  419. 399 Hotlak, diye başlayan yorum hakaret nedeniyle yayınlanmadı.

  420. 410′ a
    diye başlayan yorum hakaret nedeniyle yayınlanmadı.

  421. “Pozitivizm’in hükümrânlığı”nın getirdikleri ve götürdükleri alanına kayacaksa bu sayfadaki görüşmelerimiz; tıkandık kaldık!

    Yazık!

  422. Sayın (anonim 411'e) cevap

    Sayın “anonim 411″e,

    Öncelikle;

    “Joseph Alois Schumpeter”in,
    Ve;
    “John Maynard Keynes”in kim olduklarını araştırmanızı, ve teorilerini öğrenmenizi tavsiye ederiz.

    Bunları yaptıktan sonra aşağıdaki metni daha net anlayacaksınız:

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    “(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    “İtiraz ve soru”:

    Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!

    Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    ***
    Peter Joseph’in cevabı:

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var: “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!

    “Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    “Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,

    “Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,

    “Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve “yeşil doğa devriminin” hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen çıkıp bunlardan 10 adet satın alacağım ve ben de devrime küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz: “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    “Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    “Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiç bir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık/şeffaf” tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!

    “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”

    Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    (İngilizce):
    https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1

    ***

    NOT: Yukarıdaki metnin daha detaylı, örneklendirilmiş hâli için aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneririz:

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    Esen kalın.

  423. ogürsel, Bunlara tanri falan degil.manito,kurtarici manitolar demen gerekirdi Kizildere romantizmini
    yasayanalara..

    Bunlarin celiski yumagi,ipin neresinden tutsan elinde kalan düsüncesiz düsünce yapilarini anlamak istiyorsak;
    Bu baylarin dedikleri yeni birsey degil..
    L.feuerbach da hayatinin son döneminde Kapitalizmin sonucu olarak sehirlesmenin insan tabiatina ters oldugunu düsünür ve kendini köye atar..

    Insanlar belli yasa gelince stressiz,sakin bir hayat aradigida dogrudur..

    Özetleyelim:: Kabile yasammi iyi? modern yasammi?
    Hangisi daha insani?

    Insanlik,atesi kesfetti insanliga isi,ve isik,beslenmesine olanak sagladi..
    Insanlik hayvancilk ve tarimi kesfetti inanlarin insanca yasamasi icin..
    Insanlik TEKERLEGI kesfetti insanlarin insanca yasamasi icin.
    Kanalisazyonlar,sulama kanallari,setler,körüler,yollar kasfetti insanca yasamasi icin.
    Insanlar makinalari kesfetti daha insanca,rahat yasamak icin..
    Insanlik elektrigi kesfetti barajlarlari sadece su icin degil ayni zamanda sellerden ve elektrik üretti insanca yasamak icin..
    Insanlik mikroskop,rontgeni kesfetti insanca yasamak icin…..

    Insanlar hertürlü sanat ve kültürel calismalar üretiler insan olmalari icin..
    Insaniktaki bu gelismelerin daha özeti sudur!: Oranin icinde bir yangin ciksa kabilediler sadece dans eder! Simdikiler ise,karadan,havadan,hertürlü arac ve gerecle müccadele eder!

    Sorunun baska bir cevabi ise; Kizilderiliyi Newyorkta görebilirsin ama bir newyorklu uyusturucu kullanmadig ölcüde asla kabile yasantisina girmez..

    Bu baylarin fikirlerini biraz daha desildiginde su sonuc cikar;
    Yasamak gibi bir zorlugu niye seciyorsunuz!!! ölün!

  424. İzmir’in Konak ilçesinde ‘Emek, Demokrasi ve Barış’ konulu söyleşiye katılan Mujica, şunları söyledi:

    “Kimse köle olarak doğmadı. Her insan özgür olarak doğdu ve bu yönde mücadele ediyor. Ama hayatımızda emeğin, çalışmanın da bir yeri var. Ama yaşamak için de zamana ihtiyacımız var. Aksi halde hayat dediğimiz şey kölelikten başka bir şey olamaz. Bu yüzden de emeğinizin karşılığını almak zorundayız.”

    6 Kasım 2015
    [ http://www.diken.com.tr/saraysiz-baskan-mujica-somayi-da-es-gecmedi-sendikal-orgutlenme-haktan-ote-bir-gorev/ ]

  425. Sayın “pipsqueak”in bazı eleştirilerinin doğruluğuna destek:

    HOW NOT TO BE REPLACED BY ROBOTS:
    BETTER BRUSH UP ON YOUR SOCIAL SKILLS!

    (Written by “Victoria Stilwell”
    October 19, 2015)

    Dennis Mortensen, the founder of a technology startup, had a simple request for Amy Ingram: set up a meeting with a journalist.

    Within minutes, Amy sent an e-mail with a preferred date and time and two alternatives. She reached out again in the middle of the night about nine hours later after getting no response: “I wanted to follow up with you about this meeting with Dennis.” Four hours after that, she fired off another e-mail: “I haven’t heard back from you yet about this meeting. Is this time convenient?”

    Some would call Amy persistent, others might say she’s overly aggressive or even annoying. What can’t be argued is that she got the job done. A meeting was scheduled less than 24 hours after the initial request.

    Amy Ingram is a virtual personal assistant created by New York-based Mortensen and his team at x.ai. Her initials are also those of artificial intelligence, and her last name refers to a model used in helping machines understand human speech.
    Her single-mindedness is an example of the need to imbue such programs with social skills, so Amy remains a work in progress, Mortensen said in the interview arranged by her.

    JOB POLARIZATION

    Efforts to make agents of artificial intelligence more sentient threaten to erode one of the biggest competitive advantages humans have over robots: the ability to summon social skills, including reading a person’s feelings, managing emotions, working in teams and communicating effectively, to complete a task. Machines’ capacity to do routine jobs that don’t require a personal touch — think assembly-line workers, bank tellers or grocery store checkout clerks — has been behind the so-called labor-market polarization that has contributed to the hollowing out of middle-class professions.

    (CHART 1)
    “Fadig Factory Work”
    There are 7.2 million fewer factory jobs than in 1979, when the industry saw peak employment
    Link:
    http://bit.ly/1lbRZXD

    David Deming, an associate professor of education and economics at Harvard University, has found that jobs requiring social interaction are growing relative to work that doesn’t, and such skills may offer some protection from robotic takeover. Certain high-level professions that demand technical expertise and low-skill work that can be done by a greater share of the population often have in common a need for language, creativity, flexibility and physical dexterity, all things humans currently can do better than machines.

    Almost all job growth since 1980 has been in work that is social-skill intensive, according to research from Deming published in August. Occupations that require high levels of analytical and mathematical reasoning but little social interface — for example statistical clerks and machinists — have “fared especially poorly,” he wrote. Meanwhile real wage growth has been strongest in jobs that require workers to have both math and social skills, such as registered nurses, designers and financial managers.

    ‘UNCONSCIOUS PROCESS’

    Social interaction is “an unconscious process” for people, Deming said in an interview. “It’s really hard to write a program that does that as well.”

    While true for now, it’s only a matter of time before robots catch up to humans in this area too, argues Pedro Domingos at the University of Washington in Seattle. He says machines are already making impressive headway on at least mimicking social skills. One day that computer on the other end of the customer service line will be so good you won’t need to keep pressing zero to reach a human operator.

    In Domingos’s labor market of the future, having a person do something a robot can do for less — tend bar, wait tables — will be a luxury. Jobs like that “will remain, but they’re going to be comparatively very highly paid jobs and there are going to be fewer,” he said. Even technical workers such as computer scientists will be out of work eventually, as machines become more nimble at understanding natural language, said Domingos, who is the author of “The Master Algorithm,” a book on machine learning published last month.

    BRIGHTER FUTURE

    For David Autor, an economics professor at Massachusetts Institute of Technology in Cambridge who is considered a leading expert in the field of job polarization, the future is brighter, although there is likely to be some hardship in the form of lost jobs along the way. Automation has put people out of some type of work — agriculture, manufacturing, dishwashing — for the past 200 years, and mankind always bounces back, he said.

    “People tend to underestimate that, as we mechanize one set of things, we think of all kinds of new things to do,” Autor said in an interview. The way we respond “is through our creativity and also through educating ourselves. We continue to make ourselves relevant.”

    In the meantime, women may have the upper hand. Jobs that require social skills have become more female-dominated, and women consistently score higher on tests of emotional intelligence, according to Anita Williams Woolley, an associate professor of organizational behavior and theory at Carnegie Mellon Tepper School of Business in Pittsburgh.

    That may help explain why labor force participation for men in their prime working years is hovering at an unprecedented low near 88 percent, she said.

    (CHART 2)
    “Missing Men”
    Labor force participation of prime-age men has been hovering around a historical low
    Link:
    http://bit.ly/1GPWgdd

    “To some degree, you should see women start to have an advantage,” Woolley said.

    Mortensen agrees, though his invention may soon put some out of work. In 2014, about 94 percent of secretaries and administrative assistants were women, according to Labor Department data.

    Asked how he feels about Amy being a potential job-killer, Mortensen was quick to say that few people are lucky enough to have an assistant — he’s just trying to democratize the job.

    The hope is that humans will no longer have to spend time on “e-mail ping-pong,” Mortensen said. “I still think there’s room for us, and at the next level. That’s just the optimist in me.”

    ( http://www.bloomberg.com/news/articles/2015-10-19/social-skills-are-last-line-of-defense-for-humans-seeking-work )

  426. Son iki yüz yılda “insan olduk” sorusunu yanıtlayayım.
    ;insan kendini de bir araştırma “nesnesi” gibi önüne koydu.
    Kendi içindeki hayvanı “hayvanı”, “kendini” tanımaya, bilmeye çalıştı.
    Ve insan olma yolunda bence ilk adımı attı!
    Örneğin “insan eşref-i mahlukattır” diyen zihniyet bu eşiği geçemiyor, yani kendini bir araştırma nesnesi olarak göremiyor ve “hayvanlığına” devam ediyor; baştan verili, değiştirilemez, teklif edilemez..”şerefli” ya!
    İnsan bir “anlayan” hayvan ise 19. yy a dek on binlerce yıl “anlaşılanlara” baktığımızda görürüz; dünya bile düzdür..
    “anlamak sevgilim o müthiş bahtiyarlık
    gideni ve gelmekte olanı”
    ***
    Pozitivist değilim!
    Bu gerçeklikler temelinde “insanlık ormanının ruhunu” inkar etmeyen bir “doğal tinselliğe” de inanırım. (Yazılarımda var..)
    İnsan yabancılaşmış dinlerden kurtularak, bilim ve teknolojiyi yalnızca insanın-gezegenin-tabiatın hizmetine sokarak..ve tabiata-insan ortak güzelliklerine TAPARAK.. sanata, bilime… o büyük yolculuğunu tamamlayacak… diye düşünüyorum..

  427. Sayın (ogürsel) 419'a Cevap

    Sayın (ogürsel) 419,

    İzahınız için teşekkür ederiz. Kafamızdaki perdeler büyük ölçüde kalktı.

    Şimdi tekrar:

    “Kapitalizmin dayattığı ölümcül rekabet”

    Ve

    “Kapitalizme karşı mücadelede eylemler”

    konularımıza vakit kaybetmeden dönmek zorundayız!

    Esen kalın.

  428. SAYIN (PIPSQUEAK'E) SORUMUZU TEKRARLIYORUZ!

    Sayın “pipsqueak”,

    İLK ÖNCE:
    “397” numaralı metnimizin girişinde yazdığımız:

    Şunu göremiyor musunuz:
    “Eğer sizin gibi olsaydık; zaten size soru sormazdık!”

    açıklamamızı anlamaya çabalamanızı umuyoruz.

    İKİNCİ OLARAK:
    Size “feleğin çemberinden geçtiğinizi” yazmıştık! Okudunuz mu? Hayır, okumadınız! Sayın Gün Zileli sizin de, bizim de metinlerimizi yayınlamadı! Bir zahmet aşağıdaki adrese girerek, size yazdığımız cevabı okuyun, diye yazdık; okumadınız sayın “pipsqueak”!

    ( http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap )

    ÜÇÜNCÜ OLARAK:
    4 Kasım 2015, öğle arası; şirketteki 17 arkadaşımız daha işten atıldı!

    Size, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler arası tecrübelerinize dayanarak temel bir soruya cevap yazmanızı istiyoruz:

    “REKABET” KELİMESİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ NEDİR SAYIN “PIPSQUEAK”?

    Cevabınızı yazarken, sayın Gün Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarının tuzaklarına lütfen düşmeyiniz sayın “pipsqueak”! Sayın Zileli’yi de kandırmışlar, ne yazık ki henüz farkına varamamış!

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak”.

    Esen kalın.

    === EK BİLGİ ===

    Aşağıdaki haberi de dikkatle değerlendirmenizi umuyoruz sayın “pipsqueak”!

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

    ÇEK CUMHURİYETİ’NDE EVSİZLER, ÜZERLERİNDE “KABLOSUZ İNTERNET (Wi-Fi) MODEMİ” TAŞIYACAK!

    Prag’da bir “yardım kuruluşu!”; sokaklarda yaşayan evsizlere bir “kablosuz internet bağlantı modemi (Wi-Fi)” ve “şarj cihazı” taşımaları karşılığında; yiyecek, giyecek ve barınma olanağı sağlıyor!

    Çek medyasında yer alan haberlere göre Yaşam İçin Kablosuz Bağlantı (WIFI4Life) adlı yardım kuruluşu, başkent Prag sokaklarında yaşayan evsiz insanları “kablosuz modem” olarak kullanma projesi başlattı.

    Projeye göre, sokakta yaşayanlara internet bağlantı noktası olarak bir modem ve şarj cihazı veriliyor.

    İhtiyacı olanlar bu modem üzerinden internete bağlanabiliyor ve şarj cihazıyla telefonlarını şarj edebiliyor. İnternet ve şarj hizmeti veren evsizlere yaptıkları hizmet karşılığında yiyecek, giyecek, harçlık ve barınma imkanı veriliyor.

    Projenin başkanı Lubos Bolecek, evsiz kişilerin sürekli sokaklarda yaşadığını ve hiçbir iş yapmadığını belirterek, “İnternet sunmak onların yapabileceği işlerden bir tanesidir” dedi.

    Bolecek, projenin hem evsiz insanları topluma entegre etmek için hem de internete veya şarja ihtiyacı olan turistler için çok faydalı olduğunu söyledi.

    İnternetin ücretsiz sunulduğu ve bazı firmaların projeyi finanse etmek üzere iki aylığına sponsor olduğu belirtildi.

    Projenin ilk uygulayıcısı Kamil Krtil, haftada 5 gün ve günde 8 saat metro istasyonunda hizmet verdiğini söyledi. Kritl, “İnternet modemi, gazeteler veya dergiler kadar ağır değil. Üstelik internet için gazete ve dergilerde olduğu gibi başta para ödemeye gerek yok. Buda önemli bir avantaj bizim için” ifadelerini kullandı.

    (5 Kasım 2015)

    Kaynak:
    ( http://www.ntvpara.com/haberler/dis-haber/cek-cumhuriyeti-nde-evsizlere–internet-modemi )

    KAPİTALİZM DAİMA SÖMÜRÜR!

  429. 411e
    Daha önce baştan savıcı bir cevap verdim. Şimdi daha ciddiye alıp sonsuz kısa ve başlangıç babından yanıtlar vereyim.
    Sorun aslında ideolojik. Bence ideoloji insanlar arasında bağ kurması bakımından milliyetçilik ve dine benzer. Sanayi ve teknolojinin hem doğayı hem de sosyal hayatı perişan ettiği, insanları yalnızlar kalabalığına çevirdiği, insanların gerilediği, salt makinelerin ilerledikleri, doğanın geri dönülmez kadar tahrip edildiği, suyun içilmez, havanın teneffüs edilmez, yiyeceklerin yenmez olduğu en az son 50-60 yıldır düşünürlerin üzerinde odaklaştığı bir tema oldu. Buna karşılık vermek isteyen düzen savunucuları harekete geçip zaten şartlanmış olanları ve zaten hiç bir gücü olmayanlara hiç değilse kişisel terapi olan “ama bizde saç kurutma makinesi var, onlarda var mı?” milli marşını hep bir ağızdan söyletmeyi başardılar.
    Biliyorum, hiç bir olgu, hiç bir kanıt ideolojiye veya dine rahatlıkları için sarılanlar üzerinde bir etki yapmaz. Doğru yolda olduklarından şüphe etmek tüm hayatlarının yalanlar içinde geçtiğini sergiler.
    Bu genel bir giriş, gelelim detaylara.
    1. “Doğanın tahribine karşı olmanın zorunlu şartı sanayi ve teknolojiye tümden karşı olmak mıdır?”
    Bu sorunuza mantığa dayanan bir cevap verilemez ve hatta öyle bir cevap gerçekten cevap olmaktan çok laf oyununa dönüşür.
    Önce Avrupa, sonra Türkiye’de olan ve aşina olduğumuz bir örnek vereyim.
    Modernliğin temel ilkelerinden biri dinsel düşüncelerin insanları birbirine düşürdüğü, düşman ettiği, yersiz inanışlarla insanlara yollarını kaybettirdikleri, cahilliğe sürdüklerini ileri sürdü ve en azından toplumun yönetilmesinden tamamıyla yok edilip yerine laikliğin gelmesi savunuldu.
    Bir din adamı topluma zararlı olan dine karşı olmak dinin tümüne karşı olmak mıdır? Din insanların afyonudur ama tümünün afyonu mudur? Acaba bu iddia doğru mu? İspat edilebilir mi? ve benzeri mantıksal sorular sorabilirdi.
    Bu mantıksal sorulara ancak bir cevap var: ya evet ya da hayır.
    Bakalım tarihte ne oldu. Dinin kökü tamamıyla kazılmadı. Avrupa’da yeni düzen (laiklik), dinle, “ruhunu sen al, bedenini bize bırak”, uzlaşmasıyla işi halleti. Ama din bireyin günlük yaşamındaki önemini, özellikle Batı’da, kaybetti, dünyayı anlamasında sıfıra indi ve din yerine insan tamamıyla okullarda öğretilen bilgilerle ve iş yerindeki yaşamıyla şekillendi. Dinin kökünü kazmanın başarılı olmaması mantıksal soruya “ya, ya da” cevaptan kaynaklanmadı.
    Diğer bir örnek Marxizm.
    Yaşanılan dünyanın insanlara zaralı olmasından yola çıkılır. Nedeni nasıl bulundu? İlkel toplumların komünal yaşamından ilham alındı ve tarihte belli bir zamandan sonra meydana gelen sınıflardan birinin diğerini ezmesi, sömürmesi, tam insan olmasına izin verilmemesi insanların kendilerinin kendi kendilerinden uzaklaşıp yabancılaşması ve birçok benzeri nedenlerden buna neden olan sınıfın kökünün kazılmasının kaçınılmaz olduğu ileri sürüldü.
    Evet ama ezen sınıfın tümünün kökünü kazmak gerekir mi? Acaba bu teori doğru mu?
    Yine bu mantıksal sorulara da ancak bir cevap var: ya evet ya da hayır.
    Bakalım tarihe. Bolşevikler ezenleri işten anladıkları için seve seve kullandılar, Rusya ışığı görüp taptıkları kapitali “kapitali nasıl?” bilenlere bırakmaya döndüler. Çin de öyle. Marxist rejimler kapitalist rejimler kadar insanı ve doğayı tahrip ettiler.
    Şimdi biraz daha yakından bakacağım.
    Bana göre sizin cümlenizin altında yatan üç düşünce var.
    1. Acaba sanayi ve teknolojiyi değiştirip doğayı tahrip etmemesi sağlanabilir mi?
    2. Acaba sanayi ve endüstri aynı kalır ama el değiştirirse doğayı tahrip etmemesi sağlanabilir mi?
    3. Acaba sanayi ve endüstrinin zararlı olanları yok edilip sadece yararlı olanlar elde tutulabilir mi?
    Şu an bunların her birini veye bazı karışımlarını savunan yeni kapitalistler var. Başlarında Microsoft, Apple, Yapay Zeka, Robotlaşma ve gezegen değiştirme (transhümanizm), Silico Valley, Facebook, Twitter, Venüs projesi, güneş ve rüzgar enerjisi, dalgaların kıyıya çarpmasında enerji üretme, ve diğerleri.
    Bunların haklı olduklarını varsayalım (ama isterseniz yalanlarla dolu olduklarını gösteren belgeleri çevirip yollarım) ama asıl olan siyasi soruna cevap getirmiyor. Neye kim, nasıl, ne zaman karar verecek? Devletler, kapital birikimi, bankalar nasıl bir rol oynayacaklar. Ve bu son adını saydıklarım olduğu sürece, kararları, şimdiye kadar olduğu gibi, tüm insanlar adına bunlar mı verecek?
    Tam işlemem imkansız ama bu bir başlangıç.
    Diğer bir konuya değinmek istiyorum.
    Peki eğer Marx ilkellere giderek bozulmanın kaynağını bulduysa, ondan sonra aynı kaynaklara gidenler ve Marx’ın zamanından çok daha bilgilere sahip olanlar tamamıyla değişik bir sonuca vardıysalar, bunu ciddiye almamak dinsel bağnazlığın, rahatlık veren eski ideolojilere sarılma bence dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike.
    Bu uzmanlık çağında kişilerin bilgi yetersizliği artık biliniyor.
    Yapılan çalışmalar bilginin (burada sosyal bilgilerden söz ediyorum) zirvesine bile ulaşmış olanların arasında günde 3-4 saat dergi ve gazete okuyarak ne olup bittiğini anladıklarını gösterdi. Sıradan insanlarla daha çok doktor, mühendis, avukat, teknisyenlerin zaten yorgunluktan televizyon seyretmekten başka bir bilgi edinme araçları yok. Duyduklarını ve okuduklarını anlayacak alt bilgilerden tamamıyla yoksunlar.
    Son 50-60 yıl bulguları kaba sıralayacağım.
    1. Marx’ın varsayımına göre, ki Darwin’in yaşam kavgasına çok benzer, yaşamda kalmak için doğayla girilen ilişki, maddi yoksunluktan ileri gelir. İnsan yığınlarıyla yapılan organize tarım ve hayvancı göçebelerle alış verişin bu eksiklikten doğduğunun yanlış olduğu ispat edildi. Dolayısıyla medeniyetin doğuşunu buna bağlayan teorinin yanlış olduğu anlaşıldı. (diğer çok önemli yanlışlıklar daha var ama şu anki konumuzun dışında kalıyor). Bu bilgileri bilmemek bence normal ama hatırlatınca modernliğe inancı olanların yobazlık edip eski dinlerinin ilahilerini okuması iki yüzlü olduklarına ve çelişkiye düştüklerine işaret eder. Modernlik bağnazlığa ve yobazlığa karşı geldi, inançların bilgi ve akıla dayanmasını savundu. Ne var ki, cevaplar sanki bir kasete kaydedilmiş bilmemenin yarattığı kelime dizme cambazlığı veya daha da kötüsü evrensel görecilikle işi kapatmak.
    2. Aynı Marx gibi acaba bu bozukluk nasıl başladı sorusundan yola çıkan ve Marx’ın zamanına kıyasla çok daha geniş bilgilere sahip olanlar, binlerce ilkellerde insan (kültür) / doğa ayırımı yapılmadığı, çoğunun insanların hayvanlardan değil, hayvanların insanlardan geliştiğine inandığını tespit ettiler. İnsan / doğa ayırımı, doğayı vahşi görme heniz Sümer’de başlar ve fırlama dölleri ve taklitçileri Mısır, Babilonya. Hindistan, Çin, Hitit, Medler ve Persler,Yunan, Roma, … ve nihayet son Sümer dölü Batı medeniyetiyle devam eder. Sümer’de Gılgamış /Enkidu ikilimi ve Marduk’un ana tanrıçayı, yani doğayı, parça parça edip evreni yaratması ve egemen olması. Eski Ahit’de Yahve, “şimdi git yerde sürünenleer, dört ayaklılara, uçanlara, yüzenlere, …hakim ol!”, der. Antik Yunan’da Hesiod, Thucydides ve birçok diğerleri doğadan gelen insanın doğadan getirdiği vahşiliğini kendinde taşıdığını, Hristiyanlarda bedene cinsel arzulara karşı nefret, genel olarak medeniyetlerde doğayı temsil eden kadına karşı nefret ve korku. Hobbes ve benzerlerinin doğayı görüşleri, Darwin’in yaşam kavgadır; Kropotkin yaşam karşılıklı yardımdır dediklerinde benim yukarıda işaret ettiğim ideolojinin, kültürünün, insanın görüşünü belirlediğini demek istediğime bir örnek. Size Paris’de Kropotkin ile Turgenev arasında geçen bir konuşmayı iletip bu söylediğimi daha da güçlendirmek isterdim ama bilgi düşmanlığı bu sitede ukalalık erdemi olmuş.
    Ama ve doğrusu benim için en önemli olan konuyu bir türlü anlatamıyorum. Sizde deneyeceğim.
    İlkellerde mitler, bilgiler, müzik, dans, ve benzeri yüzlerce kültürel birikimler nesilden nesile olduğu gibi aktarılır. Ne zenginlik, ne bilgi, ne müzik, ne siyasi güç ne de diğer kültürel birikimler bir grubun tekeline girmemiştir ve binlerce yollarla bu tekelcilik bilerek önlenir. Teknolojik açıdan çevreye egemenlikleri tamdır. Daha önce de söyledim. Bizim gibi yüz binlerce aracıya bağlı değiller, özellikle ve en kötüsü bizim gibi ücret kölesi değiller. Her yandan kıskaçlar içinde yaşıyoruz ve bu bir zorunluluk, bir mecburiyet sonucu diyeceğimize bir avuç insanın hepimiz olduğu hayali içinde kendimizi avutuyoruz. Bunu derinden inceleyip açığa vurulanlar tanınmıyor veya son derece ayıp bir görecilikle “karanlıkta bütün inekler siyah”, oluyor.
    Uzatabiliriz ve gerçekten uzatmaya ve yeniden ele alıp daha hassas incelemeye değer bir konu. Ama kısacası tekrar siyasete dönüyorum. Eğer sorduğunuz sorulara cevabı Devlet’i, Kapitali, Okulu, Bankaları, Bilim-Teknik’i, Bilgi’yi elinde tutanlar vereceklerse, siz kendiniz farkında olmadan, soruyu bana yöneltmekle çelişkiye düşüyorsunuz. Onlara,yani bu işi asıl yapma gücü olanlara sormanız gerekir.
    İlerlemenin sadece ve sadece makinelerde olduğu, insanların daha da alçaldığı çok iyi bilinir. Bence bu çok basit kanıtlanabilir ama insan kendinin bu alçaklığını, bana göre iyi ki, kabullenmiyor.
    3. ” Ben burada fikirlerimi paylaşabiliyorsam, yabancı site ve kanallara, müziklere, filmlere, dizilere, aradığım kitapların bazılarına doğrudan erişebiliyorsam teknoloji sayesinde değil mi?”
    Farz edelim yurt dışındasınız ve Türkiye tarihi hakkında bir konferansı dinlemeye gittiniz. Konuşanlar üniversitelerde profesörler ve Türkiye’ye tarihini değişik devirlerinde uzmanlar. Sanırım hemen hemen hiç bir şey anlamayacağınızı kabul edersiniz. Ekonomi, fizik, kimya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, felsefe tarihi, ve yüzlerce daha sayabilirim, aynı tecrübeyi yaşayacaksınız. Yukarıdaki söylediğiniz propagandacıların zavallıları kandırması. Veya gezi acentelarının tatil yerlerine gitmekle o ülkeyi tanıyacakları reklamı.
    Bu durumun iç açıcı olmaması, insanı küçük düşürmesi başka, zaten başka çare yok en iyisi akıntıya yüzmek başka.
    Ben kendim bu sizin dediğiniz haberlerle daha da salaklaştığına her gün şahit oluyorum. Kendim bilgilerimi sergileyip bana aktarılanların çocuk konuşmaları, televizyon seyirciliği mahsulü olduğu, propaganda için yazılmış veya yayınlanmış insanın bilgisizliğinden istifade eden şarlatanların uydurmaları olduğunu söyleyince, hep aynı cevap: sen kendini ne sanıyorsun.
    Hadi bırakalım bu okumuş, haberleri izlemiş, dizileri seyretmiş, kitap okumuş bilge cahilleri bir yana, dünya nüfusunun %90’nı eve geldiklerinde bu sizin dediklerinizi eğer hatta erişebiliyorlarsa bir çeşit (iyi ki) eğlence algılıyorlar. Aynı branşda olan uzmanların bile birbirlerinin anlamadığı bir çağda, araçla gerçeği karıştırmak çok vahim. Ben 2010’da bir yıl görece fakir sayılacak Yakacık/Kartal’da kaldım. Bir yılda 8-10 pastane, lokanta, kahve ve benzeri iş yerleri açıldı. Türkiye’de sıradan halkı eğlendirmek için harcanan para aklımı durdurdu. Örneğin insanları iyice aşağılığa sürükleyen ve başkalarının zevkiyle zevk içine giren dikizcilere çeviren binlerce diziler ve benzeri akıl almaz ve tiksindirici, insanın ne kadar alçaldığını çok açık kanıtlayan seyircilik alametleri. Yaşadığım şehirde de her gün değişen binlerce eğlenceler. Bunlar insanın ne kadar adi olduğunu ve güçsüzlüğünden utanacağına, bir düşünürün dediği gibi, asıl kararın yukarılarda alındığını görüp düştüğü duruma isyan edeceğine, saçma sapan bahanelerle “ama bizde saç kurutma makinesi var, onlarda var mı?” zavallılar milli marşına devam eder.
    Daha da güzelini bir filozof söyler, “hayatta en zor şey kendi kendine yalan söylememek!”

  430. 420 ve 421..
    arkadaşlar.. lütfen..
    burada kapitalizmin kötülüğünü zaten inkâr eden yok..
    Ama bu kötülükle NASIL savaşılır konusundadır görüş ayrılığı. Bu konuda lütfen ARI-DURU yaklaşımlar sunun; ve kimin ne dediği bir yana, ne anladığınızı kısaca yazın. Ve okuyoruz, endişelenmeyin; tekrar etmeyin..
    Soyutsunuz, muğlaksınız; hatta kusura bakmayın sinsisiniz. İnsanların zayıf yönlerini arar gibisiniz. Bu en başında “ideallerinize” aykırı yöntemlere savrulacağınızı düşündürüyor..
    sağlıcakla kalın..

  431. not..
    Pozitivist değilim ama Pozitivizmin insanlığa katkılarını inkâr etmem. İnsan bilime hizmet etmeli; ve bilim insanlığın mutluluğu için olmalıdır! Bilimi kendine hizmet ettirmek isteyen kapitalist ve bilimin parazitleri aşağılanmalıdır…

    Ateistim ama Kilise kurumunun engizisyonun yanısıra bilim ve felsefeyi doğurduğunu da inkâr etmem..
    İnsanlık macerasında geçmişimize ait analizde toptancı inkârlar bence aptalcadır; henüz düşünmeye zaman bulamamış ergen aklıdır.
    Yaşayanların, bu tür ilişkilere kafa yoranların olacaksa geleceğe bir yararı, geçmişte geleceğe taşınabilecek “iyi şeyleri” aramak; titiz bir arkeolog gibi minik keskilerle toprağı kazmak, küçük süpürgelerle tozu süpürerek o “iyi şeyleri” bulmaya çalışmak..
    Burada çok kepçe operatörü var sanırım!

  432. 410′ a temiz
    Cahiller din kitabından hafızlanmış koyu ve bağnaz salaklıklara devam edin. Sizlerde utanma kalmamış.
    1. “Bu medeniyet Avrupa’da doğmasaydı, Çin’de de doğabilirdi! Kaçınılmazdı.”
    Bunun adı falcılık, bilgi değil.
    Üstelik G. Childe’i okudum demiştiniz, tabii cahilliğinizi örtme heyecanı içinde unutuverdiniz. Medeniyet Avrupa’da değil Mezopotamya’da başladı ve orada Mısır’a ve Hindistan’a, ve Avrasya göçebeleri tarafından Çin’e gitti.
    Yazdıklarıma yanıt vereceğinize görecilikle kurtulmaya baş vuruyorsunuz. Hep aynı nakarat: ya falcılık ya görecilik ya da saç kurutma makinesi.
    “Devasa bir hatanın sonucunu yaşıyoruz. Benim alçak gönülle vardığım sonuç: Batı medeniyeti insan doğasının yanlış ve sapık fikri üzerine kurulmuştur. Özür dilerim ama bütünü ve tamamı bir hata. Ne var ki, bu sapık insan doğası düşüncesi varlığımızı yok edebilir.”
    Bu lafı eden, tekrar ediyorum derin bir düşünür. Adını verip biraz araştır derim ama egemen nihilizmin göreciliğinden yararlanıp kendine terapi yapmaktan hiç bir zaman vaz geçmezsin. Kaç defa seni daha derinden ve daha kesin tanım vererek bir konuyu incelemeye hazırım dedim, korkup kaçtın. Şimdi de göreciliğe şükür, ve tüm insanlıktan çıkmış mal toplama bankaları olmuşların milli marşı olan “kapitalizme şükür, bizde saç kurutmam makinesi var, televizyon var, … var, ….var”, nakaratına döneceksiniz.
    “Bu medeniyet Avrupa’da doğmasaydı, Çin’de de doğabilirdi! Kaçınılmazdı.”, lafınızı bir doğru dürst tarihçiye sorun. Bakalım ne diyecek? Doğa bilimlerinde bile “kaçınılmaz” aptallığından vaz geçildi. Bilim-tekniği methedeceğinize biraz, örneğin kuvantum fiziği öğrenseniz bu “kaçınılmaz” masalına son vermede yararı olur.
    Ne yazık bu sitede mal bolluğuna tapanlarla dolu ve hiç kimse sizin bir ideoloji saplantısından kurtulamadıpğınızı size yazacak kadar bilgiye sahip değil. Hortlak gibi birinin sizi desteklemesi belki sizi uyandırır.
    2. ” Bence de bu cümle ve taraftarları cahil.. Ve bu cümleden devamla daha iyi kanıtlarım..”
    Varsa sizde cesaret size kanıtlamaya meydan okuyorum. Tek korkum aranızda yargı yapacak kadar bilgiye sahip kimsenin olmayışı. Hepiniz bize kim daha çok verirse, ondan yanayız felsefesi savunuyorsunuz. Benimsediğiniz ideoloji başarılı olmuş. Size inandıklarınızın normal, gerçek, doğru, ve hakikat olduğundan eminliğini, rahatlığını sağlamıi. Kendimi, özellikle sizi destekleyen Hortlak karşısında, Hitler Gençliği’yle karşı karşıya buldum. Faşistlik ve Naziliğin ve Totaliter rejimlerin sizin sevgiliniz Batı’da çıkmış olması bile sizi taş uykusundan uyandıramıyor. “Hitler öldü, yaşasın Hitler” zamanında yaşıyoruz.
    Siz sonsuz ırkçısınız ve şu son dedikleriniz, Hortlak’ın sizi desteklemesi, bolluk sarhoşluğu, bunu görmeyi imkansızlaştırır.
    Kafayı saç kurutma makineleri verenleri fetişleştirmeyle bozmuşsunuz.
    Tekrar ediyorum. Asıl sorun sizde utanma kalmayışı ve görecilikle sıyrılmak. Zaten bu dünyaya yayıldı.
    Sizde biraz eleştirici ruh olsa o öğrendiğiniz saçmalıkların kaynağı olan kitapların yazarları hakkında biraz araştırma yapıp, sizin gibi Batı ve mal bolluğu dalkavukları olduğunu bulup çıkarırdınız.

  433. Temiz 399 Hotlak, YaLaMa”lar, Batı, Ticaret, Ekonomi, Sanayi, İlerle, Seyircilk, … falan filan televizyon dedikoduları
    Not: yazımı asıl önemli olan büyük harfli NAKARATLARLA süsleyeceğim. Yaşasın cahillik. Yaşasın hem kapitalist olma hem de kapitalizme karşı olma diyalektiği!
    YaLaMa’lar 1.
    Sizlerin Hortlak gibi ırkçı birini ciddiye almanız sizin de ırkçı olduğunuzu fazlasıyla kanıtlar. Zaten bu merdivende doğuyorsunuz, zaten Doğa’da var (Bak Great Chain of Being).
    AMA TABİİ ÖNEMLİ OLAN VE ASIL AMACIMIZ IRKÇILARLA, İLERİCİLERLE, MAL BOLLUĞUNA TAPAN BİLİM-TEKNİK ve KAPİTALİZM HAYRANI SAPIKLARLA BİRLEŞMEK!
    Zaten İnsan Doğa’sında var, zaten artık tüm insanlar inanıyor. Hele bu sitede nuh öncesi zırvalıklarla nehrin akıntısına kapılmış olan ölü balıklar!
    Ama ümit var! Hortlak, Paraguay ormanlarına gidip, hem ormanlardaki çıplak kadınların ayıplarını örtecek hem de onlara hafızladığı Marx’ın safhaları masalından ticareti öğreteme misyonerliği, hem de çıplaklar arasında babasının döner kebapçılığını yapacakmış. Böylece onlara merdivende yukarı basamağa atlamanın nesnel koşullarını oluşturmayı zorla ikna edecekmiş. Bak kokmuş kokmuş G. Childe.
    AMA TABİİ ÖNEMLİ OLAN VE ASIL AMACIMIZ IRKÇILARLA, İLERİCİLERLE, MAL BOLLUĞUNA TAPAN BİLİM-TEKNİK ve KAPİTALİZM HAYRANI SAPIKLARLA BİRLEŞMEK!
    YaLaMa’lar 2.
    Siz taraftar toplamak istiyorsunuz ama “düşmanımın düşmanı dostum değildir”, sloganını işitmemişsiniz.
    Sizin bu taraftar toplama, birleşmeye çağırmalarınız milliyetçi, faşist, nazi ve benzerlerin mide bulandırıcı çağırmalarıyla ayni olduğunu görmak istemiyorsunuz. Siz ve size benzer ilericiler benim için kapitalistlerin tıpkı aynısı. Ve bu sitedeki diğerlerine yazdıklarınız, onlar ve sizin yüzde bin kapitalist ruhlu olduğunu fazlasıyla kanıtlar. Ne derseniz deyin sizin temelde tek bir düşünceniz var: mal bolluğu. Tek bir isteğiniz var: ıvır zıvır bolluğu.
    Hortlak bir noktada haklı: ben hem gericiyim hem de tutucu. Marx’ın kıvırarak taklit ettiği Hegel “Salt saf ruhlular hayvanlardır”, der. Fransız tarihçisi Michelet de aynısın ama daha ısırıcı bir şekilde söyler.
    AMA TABİİ ÖNEMLİ OLAN VE ASIL AMACIMIZ IRKÇILARLA, İLERİCİLERLE, MAL BOLLUĞUNA TAPAN BİLİM-TEKNİK ve KAPİTALİZM HAYRANI SAPIKLARLA BİRLEŞMEK!
    Ben ilericilerden günahlarımdan çok nefret ederim.
    YaLaMa’lar 3.
    Hortlak çıplak kadınları ayıplarını örtmekten vazgeçmiş. Sadece ayıp olduğunun teorik bilgisini vermekle yetinecekmiş. Tabii asıl amacı değişmemiştir. Marx amcası ve dönerci babasından öğrendiği kapitalizm teorisiyle kalmayıp Marxist prick-sasini uygulamak için topladığı cincik boncukların ticaretini yaparak, onlara ticaretin kaçınılmaz bir safha olduğunu, zorla da olsa öğretecekmiş. Hortlak, marxsist-leninist-…- mal bolluğu dininin misyonerliği özverisi karşılığı, marxist-dönerciler derneği şefinden, üstünde Türkiye’de ilk defa bu yola tam giren Atatürk resimli, bir diploma alacakmış.
    Hortlak, ayrıca şimdi afişlerle maceraya katılacak kendileri gibi azılı marxist devrimci fedakar gençler arıyor. Ağızlarını da ne ile sulandırdığını tahmin edersiniz.
    Seks açlığı nedense çok yaygın ve modern bir problem. Hortlak yine sivri zekasını kanıtladı.
    Bence sizler ona katılın. Claude Lévi-Strauss’un çektiği Internet’de bu çıplakların fotoğrafları var. Kadınlar şahane güzel ve medeni kadınlar gibi daha henüz seks aleti olmaya mecbur edilmediklerinden çıplaklıkları karşılığı para beklemiyorlar. Bu konuda Hawaii ile Captain Cook arasında geçenler eşsiz bir örnek.
    AMA TABİİ ÖNEMLİ OLAN VE ASIL AMACIMIZ IRKÇILARLA, İLERİCİLERLE, MAL BOLLUĞUNA TAPAN BİLİM-TEKNİK ve KAPİTALİZM HAYRANI SAPIKLARLA BİRLEŞMEK!
    Diğerleri de var ama asıl olan kapitalizme karşı enayi taraftar toplamak, marxist, anarşist olma umutsuzların umut terapisi.
    Bu misyonerliğinizde aklınızda tutmanı gereken uyarılar.
    1. Bu çıplaklar yamyam. Çok ciddiyim.
    2. Onların düsturu: “Biz sadece düşmanlarımızla ticaret yaparız!”
    3. Hortlak gibi babası dönerci gibi konuşma veya bazı Türklerin konuşma biçimini taklidiyle ne kadar derinden ırkçı olduğu bir yana, vahşilerin güzel konuşmaya hayranlığı çok bilinen bir özellikleri. Aman Hortlak’ı konuşturmayın! Bu güzel konuşmaya hayranlığı daha yakından görmek isterseniz, Rusları Orta Asya!ya egemen olma sürecinde, Rus antropologlarla Orta Asya Türkleri arasında geçenleri okuyun.
    AMA TABİİ ÖNEMLİ OLAN VE ASIL AMACIMIZ IRKÇILARLA, İLERİCİLERLE, MAL BOLLUĞUNA TAPAN BİLİM-TEKNİK ve KAPİTALİZM HAYRANI SAPIKLARLA BİRLEŞMEK!
    Not: Siteye size bu yazımı göndermek için girdim. 411’in bolluk nakaratını gördüm. Bolluk bu kadar mı insanların gözünü kapatıyor?
    “Doğu Batı önünde,
    Sabır ve derin bir aşağılama içinde,
    Eğilir.”
    Thomas Babington Macaulay (1800-1859)
    Alıntıyı kitabında yazan, bu 411’den milyarlarca daha bilgili, dünyaca tanınan ve okunan, William Morrisin düşüncelerini Seylan’da uygulayan, Rabindranath Tagore’nin edebiyat grubunda yer alan, İngiltere’de her biri 411 ve bu sitedeki Atatürkle kıvamına erişen Batı yalamaktan başka birşey bilmeyen ırkçıların binlerce trilyonundan daha değerli William Blake, John Ruskin, and William Morris gibi devlerin beklentileri, umdukları toplum fikirlerini yayma teşebbüsünde bulunan ve en az 8-10 dili ana dili gibi bilen bir düşünür.
    İnşallah ve nihayet başta Hortlak olmak üzere ırkçılık ve hiyerarşiyi genlerinde getirmiş, veya analarının sütüyle emmiş bu tiksindirici tutumu benimsemenin Türklerin ruhunda ve özellikle devrimci ve solcular arasında çok yaygın olduğunu göstermeyi başardım.

  434. Doğanın bozulmasına sebep olan şey teknolojiden ziyade aşırı nüfustur. Dünya bu nüfusa yetmemektedir. Ve gelecekte en büyük sorun bu olacaktır. Şu anda da en büyük sorundur aslında, ama görmezden gelinmektedir. Çünkü hiç kimse bu gerçeği kabul etmek istemiyor.
    Nüfus şu anda durdurulsa bile dünyanın kaynakları ne şimdi ne de gelecekte yeterli olacaktır. Şu anda olduğundan fazla tarım alanı açılması da çözüm olmaz. Çünkü bu tarım alanları kirlenmenin ve tahribatın sebebidir zaten. Sonunda daha fazla kuraklığa ve kirlenmeye yol açacaktır.

    Afrika’nın nüfusu korkunç derecede artıyor. Son 50 yılın grafiğine bakarsanız görürsünüz. Önümüzdeki 50 ya da 100 yıl içinde Afrikalıların ne yapacağını tahmin etmek için bugün ne yaptıklarına bakın: canları pahasına Akdeniz’i geçmeye çalışıyorlar bugün.
    Asya’da Bangladeş dünyanın en yoğun insan barındıran bölgesi. Çin geçen hafta çocuk sınırlaması yasasını kaldıracağını açıkladı.
    Yani, nüfus planlaması yerine daha çok artırma gibi çılgınca bir yarışa girilmiş.
    Çin açısından bunun sebebi basit: kapitalist batının ucuz işçileri oldular ve devletin sahipleri bunların sırtından iyi para kazanıyor. Dolayısıyla, ne kadar çok insan o kadar çok dolar. İyi de bu nereye kadar gidecek?
    Çin’in her karışını tarım arazisi yapsan bile sana besin kaynağı olarak yetmez. Ki, artan şehirleşme, atıkların da artması,ormanların kaybolması ve sonunda yine kuraklık olarak geri dönecektir.

    İnsanlar yaşarken etkinlikleriyle sürekli olarak kirlilik yaratırlar, yollar yapılırken ormanlar, bitki örtüsü yok edilir. Ve bu devri daimlerin sonunda hep daha az doğal kaynak kalır elde.

    Aşırı tarım yapmak hem toprağın kalitesini tedricen bozar hem de çevreye kirlilik saçar.

    Kısacası tüm dünya nüfusunu doyuracak. başını sokacak bir çatı altı bulacak bir kaynak yok dünyada, O yüzden, Afrika’da insanlar aç ve ilkel kulubelerde yaşıyor. Asya’nın bir çok yerinde de öyle. Buna karşın AB ve ABD başta olmak üzere bir bölümü de bolluk ve refah altında yaşıyor.

    Ya nüfus planlamasına derhal başlanmalı ya da süper teknolojiler yaratarak yapay gıda çözümleri bulunmalıdır.
    Tarım alanları kısıtlanmalıdır, dünya artık daha fazla tarım alanı kaldıramaz.
    Öncelikle Afrika gibi korkunç nüfus artışı olan ülkeler ikna edilmelidir. İkna olmazlarsa zor kullanarak ikna edilmelidir, çünkü başka seçenek kalmadı.
    Yağmur ormanları Amazon’da ve diğer kıtalarda uluslararası güçlerin zoruyla korunmalıdır.
    Dünya artık herkesin kendi bölgesinde racon kestiği bir yer olamaz.

  435. “bu medeniyet” dediğim 18-19. yy endüstri devriminden söz ediyorum. Zihninizi aşağılama cümleleri yerine konuyu anlamaya ayırsaydınız, bunu anlardınız.
    İkincisi, merak etmeyin, gereken araştırmaları yapıyorum. Bir parça bilimsel analitik olmaya denesiniz, şurada iki insan gibi konuşurduk;
    o derin düşünüre gelince, böyle aptalca cümle sarfeden çok “düşünür” var..
    1270’de mekanik saat yapıldı. 1730’larda da bir saatçi İngiltere’de “mekik sistemi” ile su değirmeni ile çalışacak dokuma tezgahını geliştirdi.
    Saat yapıldı ise bu süreç kaçınılmazdı…
    ***
    Nüfus meselesine gelince. Tümüyle haklısınız. Dünya nüfusu artış eğrisi korkunç. Bir söyleşide E. Hobsbawm 2034 yıllarında bir denge kurulmaya başlayacağını umduğunu söylüyor ama ekliyor. “Yoksa felaket”…
    *
    Ortadoğu kaosunda nüfus ilk 3 sorundan birisidir. Batı’dan gelen aşı, ilaç, hijyen bilgisi… yeni doğan ölüm azaltma.. Ve bu nüfusa uygun ekonomik gelişme yok!
    Aşağılanan modern kapitalizm yaptı bunu! Bir Tür başarısı olarak, türün çoğalması ölçü alınsa, Kapitalizm çok başarılı bir model! Ama hayat böyle; “iyi” olan zaman gelir “kötü” olur. Örneğin gelişme aşamasında büyük, başarılı 1000 yıl süren imparatorluklar kurmuş İslamiyet, zaman gelir bizzat o toplumu mahveden geleneklere dönüşmüştür..
    *
    Kapitalizm de… iki büyük savaş da göstermiştir; kapitalizm artık insanlığın, tabiatın, gezegenin düşmanıdır. Son 50 yıldır diyelim..
    Bu arada nüfus patlamasına gereken dikkat verilmiyor. Bu da belki ucuz işçilik, aciz insanları kolay yönetme vb. egemenlerin işine geliyor. En yüksek nüfus artış hızı Müslümanlar arasında. Afrika kıtasında.. Sonra da birbirlerini yiyorlar…

  436. …”Lancashire’li yoksul bir saatçi John Kay, 1733′te bulduğu Uçan mekikte denilen “Çabuk mekikler”le öncülük etti; dokuma, tezgâhının her iki yanına yerleştirdiği savak kutularındaki mekikler, o güne dek elle çalıştırılan mekiklerin yerini alıyordu. Bu mekikler mekanik olarak bir o yana, bir bu yana gidip gelmekle el gücünden çok daha hızlı çalışıyordu. Dokumacılar bu yeni aygıt sayesinde daha hızlı iş çıkarmakla kalmıyor, şimdiye kadar dokuduklarının bir katı daha genişlikte kumaş dokuyabiliyorlardı.

    İlk mekanik dokuma tezgahı ,1785’te İngiliz mucit Edmund Cartwright tarafından gerçekleştirilmiştir.1786 yılında R.Miller tarafından geliştirilen dokuma tezgahı ,bugünkü makineleşmiş dokumacılığın çıkış noktası oldu….”

  437. 416 Hortlak Efendi,
    Dünyayı idare edenler gizli saklı olan ama modası geçtiğinden ve artık açık söylemediklerini sizler ve bu sitedekilerin hemen hemen hepsi açık açık cesurca söylemeniz eski/yeni bir çığır açtı. Zaten sizlere benzer Aryan ırkından Hitler Gençler hortlakları birçok Avrupa ülkelerde etrafta dolaşmaya başladılar.
    Sayın medeni Hortlak efendi, onlarla temas kurup sizin yazılarınızı olduğu gibi gönderdim. Yazmasını bilmez gibi görünmekle nefret edilen azınlıkları, geri kalmışları, saydığınız medeniyet nimetlerinden tam faydalanmamış olmayı taklidinizde sizin eşsiz bir “skin head” olduğunuzu hemen anladılar. Sizin sadece ulusal değil uluslar arası bir ırkçı olduğunuza hayran oldular. Sizinle derhal temas kurmak istediler ama Türk olduğunuzu söyleyince işler değişti.
    “Türkler ormandaki maymunlara daha yakın”, “çoktan beri bu maymunluklarını bizim gibi olma hevesiyle fazlasıyla kanıtladılar”, “bizim yüce ırklara has yaratıcılık çalıkanlığımızla yarattığımız medeniyet ‘insanlığa’ mal etme laf cambazlığıyla bize yaltakçılık yapıyorlar ama biz bunu yutmayız, onlar bedavaya konmak isteyen kibar dilenciler”, “hepsi ülkelerimize gelmekta veya gelme istemi içinde yanıp tutuşuyorlar”, “gelenler de ırkımza bir leke oldular, güzel şehirlerimizi pislikleri ve çirkinliklerle doldurdular”, “biz önce onlar gibileri temizleyeceğiz”, “yeter bu geri kalmışların sırtımızdan geçinmesi”, “aralarında bilimde teknolojide katkısı olan bi kişi bile yok”, “her şeyi bizden alıp bir de utanmadan ‘insanlık’ yapmış laf cambazlığıylasanki kendilerinin de bir payı var utanmazlığı yapıyorlar”, … daha binlerce buna benzer siz merdivenin altında olanlara, sizin daha aşağıdakilere hakaretlerle onlara yaltakçılık etmenize benzer, hakaretlerle dolu cevap aldım. Korkmadım desem yalan. Üstelik ben kendim bir yahudiyle evliyim. Bir yanda o hortlaklar, diğer yandan siz hortlaklar, ağzınızdaki son moda çiğnediğinz sakız “stres” nasıl olmasın?
    Neyse, bir de şansımı yeni kapitalin ham madde arayıcıları, daha doğrusu medeniyetin son safhasında olan yeni endüstrilerde gerekli maddeleri arayıcılarının uğradıkları engelin ormandaki vahşi yerliler olduğunu bildiğimden onlarla temas kurdum. Cevap hemen geldi. Sizi ormandaki vahşileri kırımdan geçirme özel ekibine şef yapmak istiyorlar. Sitede sizin gibi “bizde saç kurutma makinesi var, vahşilerde var mı?”, milli marşını söylemekten yorulmayan, Mekke’deki ka’be yerine Batı’ya dua edenlerin yazılarını da cevap gelir gelmez postaladım. Cevap yine derhal geldi. Onları da silahlarla donayıp sizin altınıza koymak istiyorlar.
    Aşağıdaki gelen cevaptan bir kısa alıntı.
    “Biz Türklerin ne kadar vahşi ve gaddar olduklarını Ermenilere, Kürtlere, Yunanlılara ve diğer azınlıklara çektirdiklerinden biliyoruz. Aynı zalimlikle şu işe yaramaz geri kalmış ormanlarda hala hayvan gibi yaşayan ve medeniyeti bir adım daha ileri götürmek için istediğimiz değerli ham maddeleri çıkarmamıza engel olanları kırımdan geçireceklerinden eminiz. Böylece medeniyetin daha da gelişmesine katkıda bulunacağız ve tarih ilk defa bilim ve teknolojide bir katkısı olan Türklerin de bunda bir rol olduğunu kayıda geçecek. Biliyorsunuz, Batı’da halk bu gaddarlıklara karşı çıkıyorlar, yumuşamışlar, kadınlaşmışlar. Bize pala bıyıklı insafsız tam erkek lazım. Ve özellikle Marxist olmaları şahane. Onlar daha bağnaz, daha yobaz, daha zalim, daha derinden inananlar olduklarından (sitedekilerin yazıları fazlasıyla bizi ikna etti), ilerleme adına her türlü engeli hiç acımadan kasıp kavururlar. Zaten biliyorsunuz bu marxist kapitalist oyunu, aile içi bir anlaşmazlıktı. İki taraf ölüme tapanlardan oluşur. Tabii sanayimizle üreteceğimiz malları, geri kalmış ve merdivende daha aşağıda olmalarına rağmen, biz batılılara hayran olduklarından Türklere de cüzi bir fiyat karşılığı satacağız. Hortlak ve diğer ilerici askerlere de heykeller dikeceğiz.”
    Sayın Hortlak ve sitedeki ilericiler. Eğer isterseniz Avrupa ve Amerika’da dolaşan hortlakların veya kapitalin yeni idarecilerinin adreslerine size gönderirim. Siz bir veya diğeriyle, medeniyetin en büyük başarışı olan özgürlük sayesinde, teması seçiniz.
    Sayın Hortlak efendi. Eğer ikinci gruba katılmaya karar verirseniz, o gruptan aldığım mektupta adınızı Horror Lackey’e çevirmeinizi tavsşye ettiler.
    Uyarı: Avrupa’ya gelmeden önce, hortlakların eline düşmemek için, saçlarınızı sarıya boyatmanızı tavsiye ederim. Döner falan da yemeyin.
    İyi avclılık dilekleriyle

  438. Kafasini sackurutma makinasina takan arkadas,

    sen onunla sacini degil kafanin icindekileri fönle!
    Cok rahatlayacagini adamin biri söylemis.ben degil haa!

    Odemis,budemis,sudemisci arkadas, Medyaya,tv.ye karsiyim diyorsun ama senin dediklerini hep ordan duyuyoruz.Fönle onlari sen! rahatlarmissin…

    Fönle kafandaki TR deki halkaKizildereli gibi yasamanizi savunmalari..
    Fönle sen Afrikalilarin eskimolar gibi yasamasini savunmalari.

    Maalesef fikirlerinz cok fukara.. O yüzdende Avrupa hicbir dönerci sizlere döner vermez..cok yalvarmayin.kafanizida takmayin..
    Yazdiklarini üstünkörü okuyunca aklima nedense hitlerin esek türlerden daha iyi düsünür demesi geldi..
    Bosver odemis,budemisi sen döner ye,kafayi fönle..
    Insanlar nasil isterse öyle yasarlar..Kimse kimseyi zorlayamazlar..Sende öyle yap ..kendine bir kamp kur bizde seyredelim..

  439. Bütün sitedekilere,
    Müjde!, Müjde!, Müjde! Özellikle Hortlak ve ogürsel’e Müjde!
    Siteye bir doğuştan ırkçı, hayatı televizyon önünde geçmiş Arif Kuş’a hoş geldiniz diyen çıkmadı, ben diyeyim.
    Hoş geldiniz Hitler’in torunu Arif Kus bey. Kusmalarınıza devam ediniz lütfen. Nüfus kontrolünün salakları meşgul edici fikri 60larda başladı ve Malthus’a kadar geri gider. Fazlalıkları yok etme çok eski bir masal. Son zamanlarda, yukarıdakiler yavaşlattılar ama, alttak, cahiller ağzında çiğnenen sakız oldu. Konuyu ve asıl nedenleri bilmeyince ne güzel, ne güzel bir tahmin. Maşallah! Maşallah!
    NÜFUS AZALSIN, YİYECEK ARTTSIN, ÇEVRE TEMİZLENSİN, FAZLALIKLAR GEBERTİLSİN, …
    Bu dahi Arif Kus savaşların nüfusu azaltma ve salakları eleme için yapıldığı teorilerini bile duymamış! Yaşasın televizyon bilgileri!
    Biraz da dünyayı yönetenlerin sözcüsü sahtekar politikacı konuşmasına benziyor, değil mi? Boş laflar! Sen doldur! Asıl mesajı anlayan anlar. Bizim Kus bey anlamış. Ölüm saçmak.
    Ari Kus’un hikmet dolu sözleri aslında dünyayı hem harabeye çeviren hem de temizlemeye çalışan kapital idarecilerinin hali vakti yerinde olanlara televizyon yoluyla telkin ettikleri propaganda.
    Ne var ki, böyle bir temizleme ve üretme teknolojisini ancak bu mühendis bey Arif Kus’dan ışık yılları ilerde süt inekleri teknisyenler ve mühendislerle dolup taşan Amerika ve benzeri teknolojide ilerlemiş ülkeler başarabilecek. Peki ya temizleme elektrik süpürgesini tavşan gibi çoğalan, teknolojide hiç bir katkısı olmamış fazlalık Türkleri silip süpürmede kullanırlarsa ne olacak? Sanırım Arif Kus, “ben sizin yaltakçılığınızı yaptım, unuttunuz mu?”, diyerek paçayı kurtarmaya hazırlanıyor.
    Ben bu temizleme işine bir türlü kurtulamadığımız ırkçı ve öjenik temizlik mühendislerini ve özellkile “made in Türkey” temizlik mühendisi Arif Kus’u temizlemeyle başlarım.
    Siteye bir ırkçı daha girdi, maşallah sitede ırkçılar tavşanlar gibi çoğalıyor.

  440. 431 Sayın Hortlak Bey Efendi, Lütfen bana kızmayın!
    Siz Türklerin medeniyete (başta sen ve ogürsel, ardında diğer Batı taklitçileri bu site maymunları için medeniyet = bilim ve teknoloji) hiç bir katkısı olmadığını ben değil size benzeyen Avrupa ırkçı hortlakları söyledi.
    Müslümanlar bile medeniyette büyük adımlar atan İslamlığın Türklerin gelmesiyle durduğunu açık açık söylüyorlar.
    Bazı düşünürlere göre, önce Müslümanlığı, sonra Atatürkle milliyetçiliği ve Batı’yı, daha sonra Marxistliği, daha daha sonra anarşistliği, şimdide hepsinin karışımı bir çorbaya çevirdikleri ne olduğu belli olmayan ama hala merdiven tırmanan bu yaratıcılıktan yoksun maymunlar olduklarını fazlasıyla kanıtlar. Osmanlıların zaptı altında yaşayan birçok doğu Avrupa halkları da benzeri fikirler ileri sürüyorlar.
    Üstelik benim annem Arap, babam Kürt, karım Yahudi. Sen, ogürsel ve diğer bu site ırkçılarının gaddar pençelerine düşmek istemem.
    Daha da üstelik, böyle ırkçılar genellikle sadece zalim değil, çok salak oluyorlar. Örneğin seni bir türlü kandıramıyorum. Eline düşüp tatlı laflarla kurtulma ümidim sıfır.
    Not 1: Avrupa hortlakları bana tekrar yazdılar. “O senin lafını ettiğin Türk malı Hortlak, Erdoğana dua etsin, aksi halde Türkiye’ye gidip onu ve ona benzer tüm Türkleri silip süpürürdük.”, dediler. O da yetmezmiş gibi, yeni bir laser saç makinesine benzer ama aslında akıllı silah olan ve 20-30 kilometre uzaktan seni bulacak en son ve en iyi teknolojik silahlarla donanarak gelirlermiş.
    Not 2: Dikket edersen ırkçılığına hedef olan halkları senin gibi biriyle yazışmamda onlara hakaret etmiş olduğumu düşünerek ağzıma almıyorum.
    Not 3: Dünyayı senin gibi ırkçılardan faydalanarak gizlice temizlemek isteyenler, senin bu iş için en mükemmel aday olduğunda ısrar ediyorlar. Horror Lackey bey, bu işte taptığınızın altında yatan ve asıl olan çok para var. İyi düşünün.

  441. 428 & 429
    Sizi anlattıklarınız analitik değil ansiklopedik.
    En derin düşünceleriniz de ucuz ve banal.
    Olan olmuş, olmuşsa kaçınılmaz olduğundan olmuş, yağmur yağarsa kaçınılmazdı onun için yağdı, yağmazsa da öyle, Osmanlı devleti yıkılmaktan kaçınlmayacağı için yıkıldı, Çin yıkılmayacağı için yıkılmadı, kapitaliz kaçınılmazdı onun için çıktı, medeniyet de öyle, kısacası her olan olacağı için olmuş, olmyacağı için olmamış. Her şey hem iyi hem kötü olabilir.
    Size her dalda nobel vereceklerinden eminim ama siz bu konuşmalarınızın yerine her olan Allah’ın işi deseniz daha kolay olmaz mı?
    Ben size fizik de bile kaçınılmazlık masalı bitti dedim, cevap yok.
    Ben size modern bilimin temel varsayımlarını, metafiğini, bilmiyorsunuz; modern bilimle bilgiyi karıştırıyorsunuz, modern bilimle teknik arasındaki farkı bimiyorsunuz dedim, cevap yok. Veya bana ilk okullarda öğretilien çocuk masalları anlatıyorsunuz.
    Dört modern bilim filozoflarından biri olan Paul Feyerabend’ı okuyun bakalım o bu çocuklara anlatılan masallar hakkında ne diyor.
    Ama okumanıza gerek yok.
    Bilge bilgi küpü ogurselin hikmet dolu lafı: Paul Feyerabend yanlş düşünüyor! Hepsi o kadar.
    “o derin düşünüre gelince, böyle aptalca cümle sarfeden çok “düşünür” var..”
    Not: O yazar Antik Yunan’dan başlar (açıklamak istediğii tezinin Antik Yununa’da çok daha sarih dile getirildiği için) hatta sizin gibi ırkçı ve bağnaz dindarları da içeren zamanımıza kadar gelir.
    Sizin “Bu medeniyet Avrupa’da doğmasaydı, Çin’de de doğabilirdi!” lafınız damdan düşer gibi ve zaman falan belirlenmeden, ve yine her kapıyı açan koca karı falı olan “burda olmasaydı, şurada olurdu” cevapta cahilliğiniz o kadar fazla ki, size Orta Doğu’da Sümerle başlayan medeniyetin en ünlü iki yazarının adlarını ve kitaplarını veeiyim, biraz esas konuları anlamış olursunuz ve bu çocuk masallarıyla laf oyunlarında vazgeçersiniz.
    1. Kramer: Tarih Sümer’de başlar;
    2. Bottero; Sümer Şimdi
    Bilge bilgi küpü ogurselin hikmet dolu lafı: her ikisi de yanlış.
    Şu yukarıdaki cümle (yani, “o derin düşünüre gelince, böyle aptalca cümle sarfeden çok “düşünür” var..”) sizin ne kadar her yerde, her zaman, her kapıyı açan ve dünyanın yerine egemen olan cahillerin görecilikle cahilliklerini kapattığı bir bahane olduğunu bile bilmiyor ve daha da kötüsü, kullanmaktan utanmıyorsunuz.
    Bilgiyi eski dinci bağnazlar bile, kişisel terapi, eski püskü akidelerin rahatlığından vazgeçmemek uğruna bu kadar aşağılamadılar
    Siz son “kapitali nasıl” ideolojisinin son derece bilgisiz bir sözcüsünüz. Bütün kalbimle ve inanarak söylüyorum siz bağnaz bir dincisiniz. Yalnız dinizin adı başka. Sizinle tartışmak aynı dinciler gibi imkansız. Sanırım Hz. Ömer’in İskenderiye kütüphanesini neden yakmalarını emrettiğini biliyorsunuz. Hortlak, siz, ve bu sitedekiler aynı onun gibi dinci. Ben başka fikirlerin de var olduğunu, onlara da bakmanız gerektiğini söylüyorum, hepsi o kadar.
    Haydi analitik olalım. Sizin bu ucuz ve banal önerilerin veya cümlelerin dünyanın sonu gelene kadar ne doğru ne de yanlış olduğunun ispat etmenin imkansızlığını söylersem, haklımıyım haksız mı? Bu analitik mi değil mi?
    Sizinle analitik olmak imkansız.
    Modern bilim teorileri bile dünyanın sonu gelene kadar doğru veya yanlış oldukları yüzde yüz ispat edilemez. Siz bunu bile bilmiyorsunuz.
    Size tavsiyem bu bana yazdıklaraınız, yarın ya yağmur yağacak ya da yağmacak benzeri laflarınızı, kaçınılmaz safsatasını, lütfen, lütfen bilgili birine gösterin ve ondan sonra bana yazın.
    Ben sizin Hortlak gibi bir soytarı olmadığınıza, öğrenmeye önem verdiğine, insancıl olduğuna gerçekten inanıyorum. Fakat en az 60larda (tabii daha önce de var dı ama fazla dağıtmamak için 60lar diyorum) denenen ve başarısızlıkla sona eren girişimlerden bu yana sonsuz sayıda araştırmalar yapıldı ve siz bu konulard acahillerin cahilisiniz..
    Bir daha analitik olayım.
    Tarihçilerin sordukları sorulardan sadece beşi:
    Eğer nehirler medeniyetin çıkışında (başka unsurlar da var ama kısıtlamak zorundayım) önemli bir rol oynadıysa, neden diğer büyük nehirler aynı rolü oynamadılar. (Bunu ben değil büyük tarihçi Toynbee sorar).
    Sizin cevabınız: bir yerde olacaktı, kaçınlımazdı.
    İslam, Hindistan, Çin’de pazarlar ve ticaret arı kovanı gibiydi (Orta Amerika da öyle). Neden kapitalizm Avrupa’da gelişti?
    Sizin cevabınız: birinden birinde olacaktı, kaçınılmazdı,
    Osmanlılar Akdenize tüm egemendi ve hatta Piri Reis hala hayranlık yaratan dünya ve denizler haritası yaptı, peki neden Osmanlılar Atalantik okyanusuna açılmadılar (inşallah keşfedilen yeni dinyanın kapitalizmin gelişmesindek devasa rolünü artık biliyorsunuzdur)?
    Sizin cevabınız: Osmanlılar yapmadıysa Avrupa yapacaktı.
    Çin ilk denize açılma girişimlerinde günümüz Güney Afrika’ya kadar indiler, peki neden devam etmediler?
    Sizin cevabınız: devam etmemeleri kaçınılmazdı.
    Biraz daha daha analitik olayım.
    Sizin verdiğiniz cevapların hepsi sizin durmadan savunduğunuz modern bilim hakkında hiç birşey bilmediğinizi gösterir. Olumsal dünyayla, gerekli dünya arasındaki farkı bilmiyorsunuz. Tüm bilginiz, ne olmuşsa mutlaka olacaktı, onun için oldu.
    Daha da vahim bir sorun var. Tariçiler ve diğer düşünürler bu sorulara cevap aradıklarında sizin cevaplara sonsuz benzeyen “Allah’ın işi” deyip boşuna kafa patlatmazlardı. Asıl öğrenmek istedikleri, ve benim kısmen de olsa üzerinde ısrarla durduğum, neden değişik kültürler çevreleriyle değişik ilişik kuruyorlar, neden değişik yorum yapıyorlar, neden örneğin dünyanın yuvarlak olduğu, dünyanın evren merkezi olmadığı, 2 bini aşan yıllar önce biliniği halde insan kültür ve psikolojisinde etki yapmadı. Amarika kıtalarına gidip gelen çok sayıda insan olduğu halde, neden Kristof Kolomb’un “buluşu” buluş oldu, neden kapitalizmin gelişmesinde devasa rol oynayan Amerikalar kadar doğal kaynaklar açısında zengin olan ve bütün medeniyetlerin kapı komşusu olan Afrika’ya girilmemiş, sadece kıyılarda kalınmış?
    Ve belki hepsinden önemlisi bu biligilerle siz, Hortlak ve diğer bolluk dini müminlerinin yuttukları haplardan kaçınabilir miyiz?
    Sizin cevabınız: tarih öyle, öyle olmuş, bazı şeyler oluyor bazı şeyler olmuyor.
    Ben bunu gördüğüm için size çok kibar iki uzun yanıt yazdım ve konuyu siz seçin dedim. Cevap çıkmadı.

  442. Sayın (ogürsel) 423'e

    Sayın “ogürsel” 423,

    […hatta kusura bakmayın sinsisiniz. İnsanların zayıf yönlerini arar gibisiniz.] yazmışsınız.

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde:
    [sinsi] olup/olmadığımız,
    [İnsanların zayıf yönlerini arar] olup/olmadığımız;
    yargılarına nasıl kapılıyorsunuz?! Anlamakta güçlük çekiyoruz!

    Eğer yukarıda yazdığımız onlarca metne tekrar geri dönerseniz; hiçkimseye “laf çakma!” niyetinde olmadığımızı anlayacaksınız! Hele hele [sinsi]likle uzaktan-yakından ilgimiz yok!

    “Soru sormak” fiilinin ne demek olduğunu unutmayalım! “Soru sormak” fiilini manipüle etmeyelim sayın “ogürsel”!

    (Not: Anladığımız kadarıyla, sayın “pipsqueak”in içine düştüğü tuzaklardan biri; bu “soru sormak” fiiliyle ilgili, onun bilgilerini, tecrübelerini “test etmek niyetinde olup/olmadığımız” yanılgısına sahip olması gibi gözüküyor! Umarız böyle bir yanılgıya sahip değildir!)

    Şahsınız bazında ifade edecek olursak; 37 yıldır size “o soru!” sorulmamış! Bu nedenle yıllar sonra “o soruyu!” okuyunca, duyunca, görünce, hissedince; şartelleriniz atıyor sayın “ogürsel”!

    Bir diğer husus:

    [burada kapitalizmin kötülüğünü zaten inkâr eden yok..] zaten “kapitalizmin kötülüğü”nü acı çeke çeke tecrübe etmiş (ve eden!) nice insanın bu sayfada da görüşlerini beyan ettiğini gözlemlediğimiz için sizlerle iletişim kurduk.

    [Ama bu kötülükle NASIL savaşılır konusundadır görüş ayrılığı. Bu konuda lütfen ARI-DURU yaklaşımlar sunun]

    Sayın “ogürsel”,

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; 2 (iki) sorumuza cevaplar aradığımızı nihayet anladığınızı ummak istiyoruz:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    37 yıldan fazla “kapitalizmi öksürmeyi unutmuş” bir insanla görüşürken, kendisine bu “unuttuğu!” gerçeği aktardığımızda; [“Yeniçeri yere yatırdığı Yahudi’ye kılıcını sokacak. “Siz” demiş, “İsa’yı öldürdünüz!” Adam can havliyle “ama bu 1500 yıl önceydi” diyebilmiş. Yeniçeri kükremiş, “onu, bunu bilmem; ben yeni öğrendim!”] ifadenizle; konuyu bambaşka bir yere çektiniz! Bizlerden, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lardan; şüphelenmeye başladınız! “Sembolik yazdığımız!” yanılgısına kapıldınız sayın “ogürsel”!

    Sayın “ogürsel”,

    Siz de okyanusta bir damla bile değilsiniz! Bizler de, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar da okyanusta bir damla bile değil!

    Fakat sizler, yani biyolojik olarak bizlerden yaşça büyük olanlar, eğer 37 yıldır kapitalizme karşı mücadelenizi dirayetle sürdürmüş olsaydınız; bugün bambaşka konuları görüşüyor olurduk! “Anlamak istemediğiniz” yer işte burası! [“ama bu 1500 yıl önceydi”] ifadenizin yanlışlığı burada sayın “ogürsel”! Kapitalizmi öksürmeyi unuttuğunuzu kendinize itiraf edecek cesaretiniz olmadığı için; tarihten örneklerle “yanlış” bağlamlar kurup vicdanınızı rahatlatmak telaşına düşüyorsunuz! Ve yalnız değilsiniz, kendi ebeveynlerimizle yaptığımız görüşmelerde de; onlar da sizin gibi tarihten örneklerle “yanlış” bağlamlar kurup vicdanını rahatlatmak telaşına düşüyor!

    Örnekler:

    “1960’lı yılların Çetin Altan’ı” ile “1980’li yılların Çetin Altan’ı” AYNI DEĞİLDİR!!!
    Peki aynı mı olmalıydı? Evet, aynı olmalıydı! Ne yazık ki “kapitalizmi öksürmekten vazgeçti!”
    Oğullarını da nasıl yetiştirdiğini her gün görüyoruz! ( http://www.ikincicumhuriyet.org/ )

    37 yıldır sayın “ogürsel” kapitalizmi öksürmekten vazgeçti!

    Bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların ebeveynleri kapitalizmi öksürmekten vazgeçti!

    Ne yazmıştık sayın “ogürsel”:

    (Sayın “pipsqueak”e yönelik yazdığımız cevabın aynısı sizin için de geçerli:
    http://pipsqueake-cevap.tumblr.com/post/131960345195/say%C4%B1n-pipsqueake-cevap )

    Sayın “pipsqueak”,
    Sayın Gün Zileli,
    Sayın “ogürsel”,

    Sizler ve sizin gibilerin çoğu; feleğin çemberinden geçmiş kişilersiniz!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar; feleğin çemberine zorla yaklaştırılıyoruz!

    Hem “düşünsel” yönden, hem “maddi” yönden; yetkinliğinizin çok büyük bölümünü ömrünüz boyunca kullandınız. Ve ne güzel ki; kullanmaya devam ediyorsunuz…

    Bu vakitten sonra, sizin gibilerin sırtı yere kolay kolay değmez. (Sayın Zileli’nin 2014’te geçirdiği kalp krizi gibi ani durumlar hariç!)

    Daha açık ifade edelim:
    Sizin gibiler, manipüle edilecek yaşı (hem “biyolojik” olarak, hem “düşünsel” olarak) çoktan geçtiniz! İşte bu sebepten ötürü; sizlerle ilgili büyük endişelerimiz yok.

    PEKİ; EN BÜYÜK ENDİŞEMİZ NE?

    En büyük endişemiz; sayın “ogürsel”in ‘Beyaz YaLAka’laşmış oğlu, varsa diğer evlatları, varsa torunlarının bugünü ve yarını için!

    En büyük endişemiz; sayın Gün Zileli’nin ‘Beyaz YaLAka’laşmış kızı, bizim dostumuz, sayın “Irmak Zileli”nin bugünü ve yarını için!

    En büyük endişemiz; sayın “pipsqueak”in ‘Beyaz YaLAka’laşmış akrabaları, kendisinden biyolojik olarak yaşça genç olan bütün çevresinin bugünü ve yarını için!

    Bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde, hepinize;
    Yaklaşmakta olan devasa bir tehlikeyi işaret etmeye çabalıyoruz!

    Bütün dünyada,

    “Şirketokrasi cuntası”nın H.R.D.’leri ve C.E.O.’ları,

    (H.R.D. = Human Resources Director
    C.E.O. = Chief Executive Officer)

    “Turuncu Ya-LA-ka”lara,
    “Siyah Ya-LA-ka”lara,
    “Pembe Ya-LA-ka”lara,
    “Yeşil Ya-LA-ka”lara,
    “Mavi Ya-LA-ka”lara,
    “Beyaz Ya-LA-ka”lara,
    Ve diğer bütün “kategorileştirdikleri kölelere”;

    Şunu dikte ediyor:

    [İngilizce]
    “It’s not important to win, it’s important to make the other guy lose!”

    [Türkçe]
    “Sizlere sadece kazanmanızı emretmiyorum! Kaybedenlerin acı içinde nasıl kıvrandığını görüp; feyz almanızı da şart koşuyorum!”

    [Bu konuda lütfen ARI-DURU yaklaşımlar sunun]

    Sunuyoruz; anlamak istemiyorsunuz sayın “ogürsel”! Böyle deyince de; peygamber zırvasını tekrarladığımızı, “uyardık ama anlamak istemediler!” gibi mehdilik palyaçoluğuna soyunduğumuzu sanıyorsunuz sayın “ogürsel”!

    Yukarıda defalarca yazdık: “Sembolik yazdığımız!” yanılgısına kapıldınız sayın “ogürsel”!

    BİR KEZ DAHA:

    KAPİTALİZME KARŞI EYLEMLERDE ATABİLECEĞİMİZ “İLK ADIM”LARDAN BİR TANESİ AŞAĞIDAKİ OLABİLİR:

    Hayatın akışı içinde olan, 100 milyon spermin yarış hâliyle ovymu dölleyen, spor müsabakalarındaki, “hayvanlar alemindeki” DOĞAL REKABET anlayışı

    İle

    “Kapitalizmin dayattığı ÖLÜMCÜL REKABET”

    arasında FARKLAR VARDIR!

    “İlk önce: Birbirimizle ‘rekabet etmeyi!’ bırakmalıyız!”

    Peki devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    Yukarıda okuduklarınız, size çok uzak gözükebilir sayın “ogürsel”!

    “Şirketokrasi!”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Detaylı cevabımızı şu adresten okuyabilirsiniz:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap )

    Esen kalın.

  443. bak wahsi cocuk,sen 5 kg.lik döner eti ver sana böyle kafa üteleyenlere karsi madem sackurutma makinasina karsisin vereyim bir yelpaze..
    Yok beyazadamin teknolojisine karsiysan;
    Yelpazeyle kafayi yelleme kaffayi yelpazeye karsi sallarsin..cokta yakisir.

    Bende su sackurutma makinalarina sevmem.Senin gibi cok gürültü yapiyor!
    Istersen motor kismini duvarin arkasina tutup hortumla uzattirarak bunu cözebiliriz..
    Ozaman bir öküzlük döner eti sermaye gerekiyor..

  444. HERKESE 'TEKNOLOJİ' İLE 'TEKNOLOJİZM İDEOLOJİSİ' ARASINDAKİ FARKLAR

    İNSANLARIN “SADECE MATEMATİKSEL BEYİNLE HAREKET ETMEYE PROGRAMLANMIŞ ROBOTLARA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ TEHLİKESİ” İLE İLGİLİ TESPİTLER AŞAĞIDA!

    “Bilim” ile “Bilim-izm ideolojisi”,

    “Teknoloji” ile “Teknolojizm ideolojisi”,

    “Tıp” ile “Tıp-izm ideolojisi”,

    “Farmakaloji” ile “Farmakalojizm ideolojisi”

    (…)

    arasındaki farklar için:

    === ÖRNEK 1 ===

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 8 Kasım 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ‘emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    === ÖRNEK 2 ===

    (Aralık 2013 – Ocak 2014) Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden (“şirketokrasi!”) biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!

    “Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve parasal güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    (Kaynak 1)
    http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

    (Kaynak 2)
    http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

    (Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı
    “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)

    === ÖRNEK 3 ===

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950′lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?!}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır !}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı ‘eylem’lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya daha çoooook devam ederiz!

  445. Düzeltme ve özür

    “437” numaralı metnimizin girişinde yazdığımız yanlış ifadeyi düzeltiyoruz:

    “Farmakoloji” ile “Farmakolojizm ideolojisi”

    Doğrusu yukarıdaki gibidir.

    Düzeltir, özür dileriz.

  446. Aslında uzun yıllardır merak etmiştim. Ama Son 3 yıldır araştırıyorum. Endüstri devrimi neden Batı Avrupa’da meydana geldi?
    Benim komplekslerim yok; herkes salaklık yapabilir.. Ben de! O düşünürlerin de salak anlarını, cümlelerini kendine yakın bulanların sorunu beni ilgilendirmiyor. Onların tümü de tek başına hakikati temsil etmiyor..)
    Bir çuval laf ediliyor ama konunun özünden kaçınarak.
    1270 de saat yapıldıysa endüstri devrimi kaçınılmazdır lafına değinen yok..
    Endüstri devrimi kaçınılmazdı! Bunun Avrupa’da ortaya çıkmasının en önemli nedenleri
    1. Çoklu devletçikler, Merkezî tahakküm olmayışı
    2. Özgürlük!
    3. Toprakta özel mülkiyet
    4. Rekabet…
    (Bu konuyu enine boyuna da konuşabiliriz.. Şu düşünürlere gelince.. bence önemli olan olguları konuşmak; bu düşünürler de bu olgulardan yola çıktıysa.. başkalarının yanlış doğrularını konuşmayalım.. olguları konuşalım..)

    Bunlar Doğu’da yoktu ama örneğin Çin.. Endüstri devrimi burada isterse 500-1000 sene sonra olsun.. olurdu!
    **
    Derdimiz ne..
    Kapitalizm kötüdür!
    Tamam…
    Yerine ne, nasıl konulabilir..
    İlk adım ne? Sosyal, siyasal yeni bir teori mi bulunacak, Marksizm rehabilite mi edilecek?
    Bunları konuşalım.. Gerisi gevezelik..

  447. Ilkel toplumu savunanlardan marxin düzeltilmesini beklenemez..
    Insanlik essek gibi yerinde durmadi..Sürekli gelisti,gelistiriyor..

    Bana kalirsa suan yasadiklarimizi 2000 yil öncede yasayabilirdik..Eski yunanlarlilar biraz daha ileri götürebilselermis.. Motor deneyleri ismi dahi 3 bin yillik. Miknatisla biraz daha oynasalarmis elektrigide,ucma düsüncesi zaten enaz 3 bin yillik..

    Bu arkadaslar kiyamet tellaligi yapan peygamberlere benziyor..
    Yakinda kiyamet kopacak allahindan bulacaksiniz,benim dedigimi yapmazsaniz!
    NNe binlerce yil kiyamet koptu nede kapitalizmin 200 yillik tarihinde kiyamet koptu..
    Üstelik millet kapitalzme kosuyor..
    Anlatilan hikayelerdende hep kapitalzmin üstünlügü sonucu cikiyor! Örnek verilen wahsi kapitalist sömürüleri hep geri kalmis ülkelerden örnek verilir. Bangladeste 20 dolara,cinde 250 dolara.kenyada,20 dolara,30 dolara cay üretici hindistanda vb.bs..
    Eger o ülkeler gelismis kapitalist olsalardi o maasa isci calistiramayackti..Esas sebeb ohalde o ülkeler kapitalst olmadigindan!! O yüzde VW kendi isci icin 5000,ispanyadaki isci icin 2500,Slovakyadakine 700, Cindekine 500 eu.harcar!

    Cindeki son 10 yilda maaslarin 3 misli artmasi nedeniyle bir Alman firmasi” Ayni ücrete dogu avrupada isci bulurum,burda anormal bicimde artan ücretlerle ugrasacagima,maliminda 2-3 ay yolda kalagina” der..
    Bu tür örnekleri geri kalmis ülkelere anlatirsaniz milletde kapitalizme hucum eder..yasanan gercekte bu..

    Su anlatiöan Ford hikayesine cok girmek isterdim.Cünkü o Kapitalzmin hikayesidir.trajedisidir..Konunun ne kadar derin oldugunu gösterir..

    Bu arkadaslarda toplumsal olaylari degerlendirirken Soyulama yöntemine girmediklerinden nasil marx Kapitalizm kendi mezarini eser dedigi gibi bunlarda kendilerini öldürüyorlar.. O demis bu demis,sonu gelmez hikayeler..

  448. Sayın (pipsqueak'e) ve sayın (ogürsel'e)

    Sayın “pipsqueak 422” neler yazmış:

    [Neye kim, nasıl, ne zaman karar verecek? Devletler, kapital birikimi, bankalar nasıl bir rol oynayacaklar. Ve bu son adını saydıklarım olduğu sürece, kararları, şimdiye kadar olduğu gibi, tüm insanlar adına bunlar mı verecek?]

    BU SORUYU SAYIN “OGÜRSEL” DE SORDU:

    (“439” numaralı metninden)
    [Derdimiz ne..
    Kapitalizm kötüdür!
    Tamam…
    Yerine ne, nasıl konulabilir..
    İlk adım ne? Sosyal, siyasal yeni bir teori mi bulunacak, Marksizm rehabilite mi edilecek?
    Bunları konuşalım.. Gerisi gevezelik..]

    “İLK ADIM NE?” & “İLK ADIM NE?” & “İLK ADIM NE?” & “İLK ADIM NE?” & “İLK ADIM NE?” & “İLK ADIM NE?” & “İLK ADIM NE?”…

    CEVABI YAZDIK! OKUMAMIŞSINIZ!
    OKUMUŞ OLSANIZ BİLE HER KELİMEMİZİN ALTINDA “SEMBOLİZM” MADENCİLİĞİ YAPMAKTAN ÖTEYE GEÇMEK İSTEMİYORSUNUZ!

    KAPİTALİZME KARŞI EYLEMLERDE ATABİLECEĞİMİZ “İLK ADIM”LARDAN BİR TANESİ AŞAĞIDAKİ OLABİLİR:

    Hayatın akışı içinde olan, 100 milyon spermin yarış hâliyle ovymu dölleyen, spor müsabakalarındaki, “hayvanlar alemindeki” DOĞAL REKABET anlayışı

    İle

    “Kapitalizmin dayattığı ÖLÜMCÜL REKABET”

    arasında FARKLAR VARDIR!

    “İlk önce: Birbirimizle ‘rekabet etmeyi!’ bırakmalıyız!”

    Peki devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    Yukarıda okuduklarınız, size çok uzak gözükebilir sayın “ogürsel”!

    “Şirketokrasi!”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    (Eğer zahmet olmaz da, yukarıda “415” numaralı metnimizi okursanız; göreceksiniz!)

    http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/post/131335872846/say%C4%B1n-og%C3%BCrsel-273e-ve-274e-cevap

    **********

    Sayın “pipsqueak 426” neler yazmış:

    [Siz ve size benzer ilericiler benim için kapitalistlerin tıpkı aynısı. Ve bu sitedeki diğerlerine yazdıklarınız, onlar ve sizin yüzde bin kapitalist ruhlu olduğunu fazlasıyla kanıtlar. Ne derseniz deyin sizin temelde tek bir düşünceniz var: mal bolluğu. Tek bir isteğiniz var: ıvır zıvır bolluğu.]

    28 MAYIS 2015’TEN BERİ BİZLER, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YA-la-KA”LAR SİZLE BOŞU BOŞUNA MI GÖRÜŞTÜK SAYIN “PIPSQUEAK”?!

    “EN ÇOK KARŞI ÇIKTIĞIMIZ ŞEYLERİ!” YUKARIDA KÖŞELİ [] PARANTEZ İÇİNDE AKTARDIĞINIZ İFADENİZLE NASIL SAVUNDUĞUMUZU İDDİA EDERSİNİZ SAYIN “PIPSQUEAK”?!

    SİZ AKLINIZI MI YİTİRDİNİZ SAYIN “PIPSQUEAK”?!

    [Yaşasın hem kapitalist olma hem de kapitalizme karşı olma diyalektiği!]

    [AMA TABİİ ÖNEMLİ OLAN VE ASIL AMACIMIZ IRKÇILARLA, İLERİCİLERLE, MAL BOLLUĞUNA TAPAN BİLİM-TEKNİK ve KAPİTALİZM HAYRANI SAPIKLARLA BİRLEŞMEK!]

    [Siz taraftar toplamak istiyorsunuz ama “düşmanımın düşmanı dostum değildir”, sloganını işitmemişsiniz.]

    Bu sayfada “sembolik üslûp” kullanmadığımızı defalarca yazdık sayın “pipsqueak”!

    Sorun bakalım sayın “ogürsel”e,
    Sorun bakalım sayın “hortlak”a,
    Sorun bakalım sayın Gün Zileli’ye:
    HEPSİ KAPİTALİZME KARŞI!

    Siz de kapitalizme karşısınız sayın “pipsqueak”:

    (“304” numaralı metninizde ne yazmıştınız! Unuttunuz mu?!)

    {{{ [Stalin gitti ama Putin geldi! Reagan gitti ama Obama geldi! Özal gitti ama Erdoğan geldi! Peki; “kapitalizm” hâlâ yerli yerinde duruyor mu? Evet, yerli yerinde duruyor! Gitgide ölümcülleşiyor mu? Evet, gitgide ölümcülleşiyor!]
    Unutmayın bu herifler mantar gibi çoğalıyorlar. Köklerini kazma yolunu bulursanız yazın, hemen eyleme geçerim. }}}

    KAPİTALİZMİ ORTADAN KALDIRMADIĞIMIZ SÜRECE:
    “POZİTİVİZM”, “AHLÂK”, “MANEVİYAT”, “DİN”, “ATEİZM”, “IRKÇILIK”, “GERİCİLİK”, “İLERİCİLİK”, “ANARŞİZM”, “DEVRİMCİLİK” VB. VB. VB. KONULAR HAKKINDA GÖRÜŞME YAPMAMIZIN PEK ANLAMI YOK SAYIN “PIPSQUEAK”!

    NİÇİN PEK ANLAMI YOK?!

    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “POZİTİVİZMİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “AHLÂKINI PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “MANEVİYATINI PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “DİNİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “ATEİZMİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “IRKÇILIĞINI PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “GERİCİLİĞİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “İLERİCİLİĞİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “ANARŞİZMİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!
    ÇÜNKÜ: KAPİTALİZM, HERKESİ “DEVRİMCİLİĞİNİ PAKETLEYİP PİYASADA SATARAK KÂR ETMEYE” MECBUR BIRAKIYOR!

    SİZE HAYKIRIYORUZ “GEMİ BATIYOR!”, SİZE HAYKIRIYORUZ “EV YANIYOR!”; SİZE İSE BU SAYFADAKİ HERKESİN KAFASINA TAŞ ATMAK DIŞINDA BİRŞEY YAPMIYORSUNUZ SAYIN “PIPSQUEAK”!

    BU SAYFADA:
    HİÇ KİMSE SİZİN “GÖRMÜŞ-GEÇİRMİŞLİĞİNİZDEN”,
    HİÇ KİMSE SİZİN “KİTABİ KAPASİTENİZDEN”,
    HİÇ KİMSE SİZİN “ÜLKELER ARASI TECRÜBELERİNİZDEN”,
    HİÇ KİMSE SİZİN “HISTORY MINING”İNİZDEN,
    HİÇ KİMSE SİZİN “ANTHROPOLOGICAL FACT-CHECKING”İNİZDEN,
    HİÇ KİMSE SİZİN “CRITICAL READING”İNİZDEN,
    HİÇ KİMSE SİZİN “CRITICAL THINKING”İNİZDEN KUŞKU DUYMUYOR SAYIN “PIPSQUEAK”!
    NİÇİN İNATLA HERKESİN KAFASINA TAŞ ATIYORSUNUZ?!

    Size ne yazmıştık sayın “pipsqueak” (Bkz: “287” numaralı metnimizden):

    Sayın Gün Zileli’nin şu internet sayfasında, sizin aktardıklarınızdan niçin haberimiz yoktu sayın “pipsqueak”?

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “hiyerarşik zihniyetten” kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “rekabetçi olmazsan; ölürsün!” telkinlerinden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-schooling”in neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-growth”un neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “Decadence” kuyusu içinde uyuşturulmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bizleri “philistinism” ve “poshlost” terimleri ile nitelelen kişilerle karıştırıyor olmanızdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Taksim Gezi Parkı’nda “potlatch daydreaming” içinde kaybolmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Sebepler listesini uzatabiliriz…

    Bizleri, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ları; dünya gezegenine ilk kez gelmiş bir tür uzaylı gibi düşünün, ana rahminden çıkmış bir bebek gibi düşünün; o zaman belki kafamıza taş atmaktan vazgeçersiniz sayın “pipsqueak”!

    Şimdi sorumuzu tekrarlıyoruz:

    4 Kasım 2015, öğle arası; şirketteki 17 arkadaşımız daha işten atıldı!

    Size, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler arası tecrübelerinize dayanarak temel bir soruya cevap yazmanızı istiyoruz:

    “REKABET” KELİMESİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ NEDİR SAYIN “PIPSQUEAK”?

    Cevabınızı yazarken, sayın Gün Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarının tuzaklarına lütfen düşmeyiniz sayın “pipsqueak”! Sayın Zileli’yi de kandırmışlar, ne yazık ki henüz farkına varamamış!

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak” !

    Esen kalın !

  449. Anonim 432, be adam, benim yazımın neresinde “nüfusu kontrol etmek için YAŞAYAN insanları katledelim” anlamında bir laf geçiyor????
    Kendin uydur kendin söyle!

  450. Bazı ideolojilerin aşırı nüfus artışı sorununu kendi amaçları için kullanmaları böyle bir sorunun olmadığı anlamına gelmez. Bu tür sosyal darvinci, öjenik ideolojilerin hepsi ırkçı olmayabilir, nüfus dışında başka olguları da -örneğin şurada olduğu gibi cinselliği- kullanabilirler;
    http://somethingreallyirrelevant.tumblr.com/post/87540353252

  451. Anonim 443, siz benim yukarıda bahsettiğim kişi misiniz, yoksa başka bir anonim mi? Birden fazla anonim olunca karışıyor. Anonim olmak yerine herhangi ayırt edici bir isim kullanmak daha iyi olurdu herhalde.

  452. 439 ogürsel
    Siz çok ama çok dindarsınız.
    Eski dinciler Allah’a taparlardı. İşin içinde her zaman bir şüphe payı vardı. Çok daha insana yakışan, insana uyan bir düşünceydi. Sizin, Hortlak’ın, ve bu sitedeki çoğunun taptıkları allah hiç şüphe götürmez. Adı, bilgelik kisvesi altında değişik laflarla saklanır: PARA. Ben paraya tapan sizlerden sonsz nefret ederim.
    Ve ırkçılığınızı görüp utanmadığınız sürece sizleri ciddiye almam. Hortlak gibi Türk azınlık veya insanlıktan uzaklaştırılmış halkın dilini taklidi onun ne olduğunu apaçık gösterir. (Orta Asya Türkleri şiirimsi bir dille konuşurlardı. İlkellerin en beğendikleri yetenek iyi konuşabilmektir ama siz ırkçılar banka dilinden başka bir dil bilmiyorsunuz!) Sizi beğenmesine karşı sizden gık bile çıkmadı. Yani onun gibi artık insanlıktan çıkmış bir ırkçısınız.
    1. Önce “olgu” cahilliğiniz.
    Olgu: güneş dünya etrafında döner.
    Teori: Güneş dünya etrafında döner,
    Olgu: dünya düz.
    Teori: dünya yuvarlak.
    Olgu: renk, şekil, koku, tat, ses;
    Teori: bunlar maddenin özellikleri.
    Olgu: ateş ve kaynayan su;
    Teori: ısı kaynamaya neden oluyor.
    Bu son biraz uzun.
    Olgu: Bulut odasında görülüp tanınan partiküllerin resimleri çekilir.
    Yıllar geçer.
    Teori : Diğer bazı partiküller olmalı,
    Fizikçiler: hayır olamaz derler ama bir daha resime bakınca teoirlierinden dolayı görmedikleri partiküllü görürler.
    Siz daha teorisiz olgu olmadığını bile bilmiyorsunuz.
    Ben size düşünürlerin sorularını ardında yatan düşüncelerde söz ettim, siz yine bana mal bolluğunun temelini arama ve hatta kapitalizmle endüstriyi, her zamanki yaptığınız gibi, karıştırp maşallah ne kadar analitik olduğunuzu ispatladınız. Siz analitik deği anal-itiksiniz.
    2. “Endüstri devrimi neden Batı Avrupa’da meydana geldi?” Avrupa kıçını yalama sapıklığı ve saplantısı.
    Cevaplar:
    “Endüstri devrimi kaçınılmazdı!”; bir yerde mutlaka olacaktı; Avrupalıların doğasında biyolojisinde, genlerinde (bu pek şaka değil, siz ırkçıların kafalarına üfleyenler arasında bir tanesi, G. Childe buna inanır), kısaca maymun işi. Hatta bir ara (M.Ö. 3. yüz yılda) Avrupalılar Türkiye’ye geldiler (Galata köprüsü, Galatasaray, falan filan) ve daha önce Hititler de gelmişlerdi. Hortlak ve sizin ırkçılığınız ve çok sivri zekanızın genler kaynağı bu olmalı. Belki üstün ırklar diğer gezegenlerden geldiklerinde Avrupa’ya yerleştiler. Belki çok yaygın bir inanç olan Hint-Avrupa üstünlüğü, tabii eksi Hint ve Persler.
    3.
    “1. Çoklu devletçikler, Merkezî tahakküm olmayışı
    2. Özgürlük!
    3. Toprakta özel mülkiyet
    4. Rekabet…”
    Siz ve Hortlak’ın din kitabından ayetler.
    Antik Yunanlılarda da vardı. Ama tabii yanlıştır veya bazan kaçınılmaz olmayabilir. Marx bile bunlara benzer koşulların gerekli ama yetersiz olduğundan söz eder, ama o da yanlış.
    Weber’in Kapitalizm ve Protestant Ahlakı yanlış.
    Tawney’nin Din ve Kapitalizmin Gelişmesi yanlış.
    Braudel’in iki cilt Medeniyet ve kapitalizmi, borsasız kapitalizm imkansız düşüncesi yanlış.
    Max Horkheimer’in burjuva felsefesinde çalışma ve emeğin allahlaştırılması yanlış.
    Erns Bloch’un kapitalizmin gelişmesinde burjuva felsefesini oynadığı çok önemli rol fikri yanlış,
    C. B. Macpherson’un eşsiz eseri “Paylaşmak İstemeyen Bireycilik” teorisin katkısı da yanlış;
    Püritenler ve Jean Calvin’in alın yazısı teorisinin oynadığı devasa rol yanlış.
    Ve hem siz ırkçıların röntgenini çeken hem de kapitalizmin dünya sistemi olduğunu savunan I. Wallerstein’in Avrupa Evrenselliği: Güç Retoriği (belagatı) da yanlış.
    Aslında Hortlak, siz ve bu sitedeki diğer bolluk dini müminleri Hobbes’ı okusanız kendinizi aynada ormandakiler gibi çırıl çıplak görürsünüz. Marx’ın sadece Bolşevikler, diğer politika cambazları, ve Türk taklitçi maymunları ünlü ettikleri için ağzınıza sakız yapmışsınız. Onun komünistlik kavramını ilkellerden öğrendiğini, sınavda doğru cevap vermek için öğrenmişsiniz – bilhassa, kız oğlan kız ırkçı, Hortlak. Esas konuyu Çince bildiğiniz kadar biliyorsunuz.
    Daha yüzlerce sayabilirim. Sorun dönüp dolaşıp sizin sosyal teorileri, tarihi yarım yamalak bilmeniz, felsefe ve bilimi anlamada sıfır olmanız, hele antroploljide aynı Hortlak gibi tek ve tek Hollywood ve televizyondan öğrendiğiniz ormanda çıplak gezenler maskaralığı.
    4.
    “Derdimiz ne..
    Kapitalizm kötüdür!
    Tamam…
    Yerine ne, nasıl konulabilir..
    İlk adım ne? Sosyal, siyasal yeni bir teori mi bulunacak, Marksizm rehabilite mi edilecek?
    Bunları konuşalım.. Gerisi gevezelik.. ”
    Nihayet yeni kapitalizmin köleleri YaLaMa’lardan görecilik kadar güçlü teknik öğrenmişsiniz: kapitalist-burjuva allahı, özü, dini olan “bilgiyi boş ver, nasıl olur onu anlat”
    Böyle kapitalizm hakkında salt moda diye iyi/kötü lafları yerine kapitalist-bujuvaların ana özellliklerini ve bilhassa sizlerin durmadan tekrar ettiklerinizin burjuva ve dalkavuklarının beyin yıkama masalları olduğunu öğrenseniz, ırkçılığınızı, para ve emek ve üretim çılgınlığınızı, yeni kapitalin size aşıladıkları ve her zaman olduğu gibi yukarıdakilerin aşağıdaki salaklara süzüldükçe güllük gülistanlık gibi görüneceğini bilen, bu konularda uzmanlaşmış yamakların papağanlığını yaptığınızı, belki, belki, belki, milyonda bir ihtimal artık öğrenseniz fena olmaz. Son 7-10 yıl eleştiriler ve girişimler başarılı olmamışsa, sorunuzun ne kadar aptalca olduğunu görmeyecek kadar kör olmuşunuz. Siz kapitalizmin sadece asıl canavarın yeni kisvesi olduğunu bile bilmiyecek kadar ölü balık gibi akıntıya kapılmışsınız.
    5.
    Ama yine de bu 7-10 bin yıldır en fazla tekrarlanan çözümlerden ikisini yazayım.
    MÜLKİYETİ ORTADAN KALDIRMAK VE YÖNETİMİ KURAYLA ADI ÇEKİLENLERİN YAPMASI.
    Kapitalin en kötü etkisi, en yıkıcılığı, insanın en insan dışı etmesi, alçaltması, bayağılaştırması, adileştirmesi, … siz ve Hortlak gibileri türetmesinde ve beyninizi mal bolluğuyla yıkamasında. Kurtuluşun ilk kaçınılmaz şartı siz ve Hortlak gibi yeni dinin yobazlarının, dindarlarının, ırkçılarının , paraya tapanların kökünü kazmak. Kapitali yönetenlerle sizler arasında zerre kadar fark yok. Kaç defa söyledim, dininizden ve bağnazlıktan dolayı anlamıyorsunuz. Kapitalizm çoktan yok oldu. Hatta bu konuyu sizden çok daha ciddi çalışanlar adını bile değiştirip (tabii Hz. Ogürsel ve Hz. Hortlak’a göre yanlış, ama olsun) Dünya Sistemi adını taktılar. Ben kapitalizm gitti yerini “kapitali nasıl?”a cevap veren teknisyenler aldı diyorum, dininiz bunu anlamanıza engel oluyor, Bolşevik ve Çin örnekleri bile sizi bu taş uykusundan uyandıramıyor, benim sizin gibi cahillerle uğraşmaya sabrım bitti. Bu benim son yazım.
    19. yüz yılda Karl Marx’ın dolaylı yüzüne tüküren George Sand Fransızlara, “siz iyi yaşamak için, yaşamaktan vazgeçtiniz!”, der. İşte hep geriden gelen siz maymunlar şimdi nihayet 19. yüzyıla vardınız.
    Not1: 428’de yazdığınız ” Nüfus meselesine gelince. Tümüyle haklısınız. Dünya nüfusu artış eğrisi korkunç. Bir söyleşide E. Hobsbawm 2034 yıllarında bir denge kurulmaya başlayacağını umduğunu söylüyor ama ekliyor. “Yoksa felaket”…”
    Nüfus konusunu ben değil size benzeyen bir ırkçı yazdı. Bu ırkçı artışı aynı sizler gibi nüfus artışınına çözümü medyayı yöneten ve kendi kulağına fısıldayan daha yukarıdaki ırkçılıklardan öğrenmiş.
    Not 2: “…”Lancashire’li YOKSUL BİR SAATÇİ John Kay, 1733′te bulduğu …”
    Aynı bol şekerli televizyon önünde geviş getirerek öğrendiğiniz göz yaşartıcı duygusal hikayeler baş vurmak. Peki nasıl oluyor da bu reklamcılık ve his sömürüsünün nereden geldiğini ve bir düşünüre değil salon bilgelerine yakışan bir anlatım biçimi olduğunu bilmiyor sunuz?
    Aslında sizin bu özelliğiniz bilgilerinizin ne kadar satıhta kaldığının sonsuz kanıtı. Siz Türk yoksul köylülerini tezeği buluşunu aynı duygusallıkla anlatan bir videoyu yapın asıl allahınız para bolluğunuzu arttırır ve ona inancınızı güçlendirir. Diğer allahınız teknolojiniz sayesinde beş vakit namazdan daha kolay muradınıza erirsiniz.
    Son sözüm şu: Kapitali elde tutanlar kendilerini her zaman alttan seçtikleri azılı saldırgan köpeklerle korurlar. Okulun ve medyanın ana amacı bu köpekleri üretmek ve çoğaltmak.

  453. Hayir degilim.

  454. 427’ye cevabı ben yazmıştım
    442 Arif Kuş cevabınızda aşağıdakileri yazdınız.
    “Anonim 432, be adam, benim yazımın neresinde “nüfusu kontrol etmek için YAŞAYAN insanları katledelim” anlamında bir laf geçiyor????
    Kendin uydur kendin söyle!”
    İlk önce cahillik, medya hastalığı, medyanın kimleri yönettiğini bilmeme, tarih ve benzeri kitaplar okumak yerine televizyon önünde geviş getirerek gördüklerinin ardında yatanı anlamayan ve bilmeyen enayilerle uğraşmak insanı bıktırıyor, insana gına getiriyor.
    İki örnek:
    1. Aslında buna sizin klonlarınız olan, sizin gibi ırkçılığı genlerinde getiren, hali vakti yerinde olduğundan çok ziyip kabız olan ve ancak sizin gibi kusarak dışarı çıkaran Hortlak ve ogürsel’in cevap verseler daha uygun olurdu. Onların insanları robotlaşması, sadece beyine indirgenmesi, başka gezegenlere gitmek benzeri yukarıdan aşağıdaki salaklara telkinle aktarılan en son ve en iyi kapital marifetlerine inançları sonsuz.
    Ben keşke bir gezegeni bir an önce bulsalar da bu sizin gibilerden kurtulsak ümidi içinde olan tutucu ve gerici bir kimseyim. Daima daha rahat yaşama peşinde olanları kandıranların ve kananların tiksindirici pis kokuları beni hep rahatsız ediyor.
    18-19. yüzyılda yaşayan Malthus heniz bu sorunu gördü. O zaman nüfus 0,5-1 milyardı, şimdi 7 milyarı aşmış. Sizler Batı’ya dişi geçmeyen veya Batılaşmış Batı yamaklarısınız. Korkmayın. Batı buna mutlaka bilim-teknikle bir çare bulur, ve rahat uyuyun. Aslında asıl kökü kazılması şart olan ölü-canlı olup dünyanın %80-90’ını tüketen Batı ve uşakları sizlersiniz. Bunu görmek yerine siz bilinçaltı veya bilinçüstü (zaten televizyon ve medyaya şükür pek fark kalmadı) güçlülerin medya vasıtasıyla adileşmiş ve utanmazlara yaşam/ölüm konusunda ne yapılmalı, GEREKİRSE ZORLA YAPILMALI (bak aşağıda *’li yazınıza) laflarını hindi gibi kabararak utanmadan söylüyorsunuz. İnsan, insan olduğuna utanıyor.
    Darwin’e göre evrimde hayat kavgasını kazanıp çoğalmayı üstünler, sizin gibi sivri zekalı televizyon dahiler aralarında evlenmeyle sağlarlar. Ne var ki, zenginler sizin gibi çok yerler ve para çoğaltırlar, fakirler çocuk çoğaltırlar.
    Her neyse, bu nüfus çokluğuna çok güzel bir çareyi Jonathan Swift bulur. İngilizlere İrlandalıları yemelerini tavsiye eder. Belki bu nüfus çokluğundan rahatsız olan ve paylaşmak istemeyen Batı ve siz yamakları bu fakirleri yiyin veya bu fakirleri çok olduğu yerlerde zenginlere fakirleri yemesini tavsiye edin.
    * Bu sizin yazdığınız “Öncelikle Afrika gibi korkunç nüfus artışı olan ülkeler ikna edilmelidir. İkna olmazlarsa ZOR KULLANARAK ikna edilmelidir, çünkü başka seçenek kalmadı.”
    İkinci örnek bence çok daha derinlere gider. Bence asıl temizlenmesi gerekenler, sizin gibi anlamadan, bilmeden, gerekli kitapları okumadan, cahilliğini sergileyen. Sizler dünyaya sonsuz daha çok zarar getiriyorsunuz.
    Daha çok kısa bir süre önce doğum kontrolü dünya fakir ilkelerinde hap dağıtma (ilaç fabrikalarına yardım) ve o ülkelere giderek diğer bazı teknikler (sizin gibi gönüllü kölelere iş sağlama), ZORAKİ kısırlaştırma (aynı sizin tavsiyenize benzeyen) öğretme coşkunluğu denendi.
    Acı bir sonuç: çocuklarını atalarını reankarnasyonları olduğuna inanan cemiyetlerde sizin gibi bilim salakları aynı şimdi sizin gibi biraz para karşılığı kandırıldıklarını bilinçaltına veya utanmadan bilinçüstüne attılar ama verilen para karşılığı inanılmaz yaralar açtılar.
    Siz ilk önce kendinizden başlayın. Annenizi, bacılarınızı, akraba kadınları zoraki kısırlaştırın.
    Politikada ve ekonomide olduğu gibi fakir ülkelerin başında olanlara birazcık bir rüşvet karşılığı, baştakiler ve size benzeyen rahatlık düşünenlerin yardımıyla bu fakirlerin kökünü kazmayı rahatça başarır. Böylece siz daha çok yer, daha çok televizyon önünde vicdanınız rahatsız olmadan geviş getirirsiniz.
    Kendiniz yaptığınız işte, birazcık ücret karşılığı köle olduğunuza baş kaldıracağınıza, başınızı kafanızı yıkayanlara “evet”le sallayıp onların laflarını tekrarlıyorsunuz.
    Savaş dışı konuşmalar hariç “onları katledelim” lafı pek açık açık söylenmez. Daha da kötüsü, liberal-demokrasinin en yoğun ve uzun uygulandığı ülkelerde bile sıradan insanların lağım farelerinden daha alçak, politikada tamamen güçsüz oldukları bilinir. Karşılığında onlara aklına geleni, televizyon ve medyanın ve okullar emziğinden emdiklerini, “kişisel”, “bireysel”, “özel”, “özgür”, falan filan konuşabilme hakkı avutma ninnileriyle uyutulur. İşte siz bu uyuyan bir zavallısınız. Kendi köleliğinizle, kendi karınızla, kendi çocuklarınızla, kendi patronunuzla başa çıkamayan ve bunun yerine cahil cahil dünyayla başa çıkmaya kalkışan bir zavallı.

  455. Sayın (pipsqueak) 445'e

    Sayın “pipsqueak” 445,

    [Siz kapitalizmin sadece asıl canavarın yeni kisvesi olduğunu bile bilmiyecek kadar ölü balık gibi akıntıya kapılmışsınız.]

    “Asıl canavar”ı daha detaylı izah eder misiniz?

  456. Üslubunuz çirkin olsa da yazmak istedim. “Huysuz ihtiyarın”, “huysuzluğunun” altında yatan duygulara saygı duyduğum için. (Belki gizli bir nedeni kendimde de aynı ‘huysuz ihtiyar’ potansiyeli gördüğüm içindir!)
    ***
    sırasıyla gideceğim. O aşağılama cümleleriniz beni rahatsız etmiyor. Bu sizin sorununuz; tanımadığınız, gerçek kişiliğini bilmediğiniz insanları karşı bu denli kolay tiksindirici kategorilere sığdırmanız olasıdır ki, gündelik hayatınızda da sizi çekilmez bir insan yapıyordur; onca bilgiye karşın, organize olamamış “bütün” gerçekten üzücü.. Neyse!
    1.Ben “paraya tapanları” anlarım. Onlarla işim olmaz ama öfkem kişilere ait değildir. İnsanın tarihin bir “oyuncağı” olduğunu da bilerek onlara acırım! Mücadelenin siyasal olması gerektiği önyargısıyla siyasî yöntemlere kafa yorarım.
    2) Dindarım. Her ne olursa olsun birer sürü hayvanı koşullanmışlığı içinde insanî ilişkilerde sevgi, acıma, yardımlaşma, insaflı olma, aşk-sevda vb duyguların “bize iyi geleceğine” inanırım. Tanrıya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü duygular olduğunu düşünürüm. (Yeter ki, kapitalizm ve üretim araçları özel mülkiyeti ortadan kalksın!
    3) Olgular üzerinden yeniden düşünmeyi önemsiyorum. Böylece “düşünür” denilen adamların aptallıklarını aciz birer zavallı yinelemek istemiyorum. Skolastik düşünmeden sıyrılarak “yeniden” bakmak istiyorum.
    4) Ben bu saat imalatı ve makineleşmiş dokuma tezgahı arasındaki ilişkiyi bir yerde okumadım. Afedersiniz, bu ilişkiyi şahsen kurdum. Apayrı, ilgisiz kaynaklardan ve bir birikim sonucu bağlantı kurdum. Yazmaya üşendim ve bir kaç cümleyi netten koydum; önemli olan o adamın yoksul ve saatçi olması da değil.. Ama saatçi ise bu harika bir tesadüftür; bu bile ilginizi çekmemiş. Saatçi değilse yine de öğrenmek isterim. Sanırım siz önemli ve önemsiz ayrıntıları göremiyorsunuz. Önyargı ve öfkeniz “analitik zekanıza” engel oluyor. Endüstri Devriminin kaçınılmazlığını 1200-1400 yılları arasında olan-bitenden daha çok örnekler de bulabilirdim. Anlayana bu yeterdi ama anlamak istemeyene de hiç bir şey kâr etmeyecek; anlıyorum!
    5) Batı’nın neredeyse 1700’lere kadar Doğu’ya üstünlüğü yok! Batı Roma İmparatorluğu parçalanıp, Avrupa’da İmparatorluk tahakkümünün ortadan kalkması.. Kilise’lerin darmadağın kentlerde kurduğu topluluklar.. Çin’de 1000 yılında imparatorluk dağılsa paramparça özerk kentler ortaya çıksaydı.. Belki tarih hızlanırdı! Bu anlamda ırkçılık suçlaması da bu malum düşünürlerin düşüncesizliğidir; o önyargıları taklit ediyorsunuz.
    6) Bana yine bir sürü kitap adamlardan söz ediyorsunuz. Skolastik düşünüyorsunuz. Bu adamları somut olgular üzerinden konuşturun. Öyle “ben bunları okudum, çok okudum, çok bilirim” göz boyamacılığı yapmayın. Şu sefil dünya ve sefil ekonomi-politik o “düşünürlerin” olgunlaşmadığını da gösterebilir.
    7) “bilgiyi boş ver, nasıl olur onu anlat” demiyorum. Bilgiyi nasıl kullanabiliriz meselesini konuşuyoruz. Ve bence siz bilginizi çok yanlış kullanıyorsunuz. Salt aşağılama, sal hakaret edebilecek organize bilginiz de yok. /Ki o zaman da insan bunu yapmamalı!. En kötü seçenek susmak olabilir..) Bir malumatfuruş’luk yapıyorsunuz. Don Kişot’du değil mi? Bir sürü şey okuduktan sonra bilinen maceralara atılan! Çok okuduktan sonra!
    8) Marksizm ve Bolşevik, total olarak 19. yy Avrasya Sosyalizmi berbattı! Yine de sonuçta insanlık o “hikayelerden” sosyalizmin “nasıl olmayacağına” ait çok şey öğrendi. Sınıf meselesini, Kapitalizmin içeriğini; mutlak kötülüğünü vs.. Antik çağ, erken ortaçağ severler söylemezler; o zamanlar nice yağmalanmış, katledilmiş kentlerin; köle edilmiş insanların hikâyelerinden insanlık bir b.k öğrenmedi; binlerce kez yinelenmiş hep aynı vahşet, hep aynı yıkım. Kapitalizm her yıkım sonrası kendini geliştiren ataklar yaptı! 4-5000 yıl sürmüş yağmacı imparatorlukların “insanlığa katkıları” ile son 200 yıllık dönemin katkılarına bakalım! (Şimdi tüyleriniz diken, diken olmuştur!)
    Son söz; KAPİTALİZM İYİDİR! Üretici güçlerin akıl almaz (sizinki almıyor anlıyorum) artışı ile önümüzdeki zaman için sömürüyü gereksiz hale getirdiği için. Özgürlükçü, anarşist bir toplum, insan hayatı imkânı verdiği için!
    Bu sözü seviyorum. (T. Zeldin söylemiş.) “Gitarınız vardır ama çalmak size kalmıştır.” Kapitalizm bize o gitarı vermiştir! Ama siz bir öfkeli rock yıldızı gibi o gitarı parçalıyorsunuz… Sağlıcakla kalın…

  457. 448
    Klasik politik ideolojiler bağlamında asıl, ilk, ve bütün sonra gelen canavarlara model olan Devlet’dir.
    Devlete benzer her türlü yaşayanı ölüme veya kuruma çeviren medeniyettir. Bilgiyi okul yapar, bilgi aktarımını yazıya çevirerek tekel altına alır, inancı ibadet evine dönüştürüp rahipleri tekeline alır, muziği saraya mal eder, insanların arasındaki gelenekleri ve törelerini yasaya çevirir, zamnı evcilleştirip takvim yapar, mekanı evcilleştirip şehirler yapar, insanları evcilleştirip emekçi yapar, ürettiklerinin bir kısmını alıp vergi adını verir, zaman ölçüsü açısından uzun süren, gerçek savaşlara girebilir, cemiyetler arası alış verişleri ticaret ve kar güden etkinliklere dönüştürür, kısacası tüm yaşayan varlıkları aynı kapitalizm gibi ölü kurumlara veya metaya çevirir. Siteye girip sizin sorunuzu gördüm. Aklıma şimdilik gelenler bu kadar. Dahası da var ama sanırım şimdilik bu kadar ve dahası konuyu dağıtmaya yol açabilir.

  458. 436 Hortlak falan filan
    Eğer bu saydıkların bu kadar iyi ve insanlar için yaptıylarsa neden tarih gaddarlıklarla dolu? Neden insanlar hep ezilmişler ve isyan edip bastırılmışlar? Sen neden bunun böyle olduğunu iddia eden ideoloji Marxizme sarıldın? Yoksa Marx’ı çok beğendiği ve senin gibi lağımlarda yaşayanları düşünerek mi William Shakespeare, “yaşam, senin gibi bir salağın anlattığı anlamsız, gazap, öfke ve gürültü dolu bir hikaye “, dedi. “İnsan her yerde hür doğar, her yerde zincirler içinde” diyen filozof, senin gibi köle ruhlu olup bu zincirlerini sevenleri düşünmeyi unutmuş. Çığırtkanlığını yaptıklarının siz Türkleri bayağı ve aşağı görmesi de senin gibi köle ruhluları rahatsız etmiyor. Ücret köleliğinle kazandığına karşı sana atılanlar seni rahatsız edeceğine salak bir marxistlik diyalektiğiyle karşıtına çevirmişsin. Aşağılığını insanlar için yapıldı masalıyla örtmeni ve asıl yapanlara çığırtkanlığını yaparak kendine bir pay çıkarmanı anlıyorum ve hatta sana acıyorum. Kimse adi olduğunu kabul etmek istemez, hatta gerçekten adi de olsa.
    Bu dediklerin 7-10 bin yıllık bir hikaye. Daha önce 4 milyon sene insanlar senin gibi ıvır zıvır verenlerin dilenci köleleri olmaktansa, özgür yaşamışlar.
    Tabii sana göre 4 milyon efendisiz yaşayanlar insan değildi. Tam aynısını Hobbes savunur. Ve aslında aynı senin gibi içinde yaşadığı vahşiliği, mantıksal bir kurguyla, o insanlara yansıtır. Ama o senin gibi salak olmadığından ve senden çok daha yüksek zekalı ve derin düşünür olduğundan senin gibi maskaralık etmez. Bu sitede benden başka senin koyu ırkçılığın görmeyen, ki aynı taş uykusu içinde olma Hitler ve Mussolini zamanında da oldu, görmeyenler senin gibi köle ruhlu, faşist ruhlu, ırkçılar: onun için görmüyorlar. “Tarih tekrarlanır ama aynen tekrarlanmaz!” Sen bundan dolayı hindi gibi kabarıp duruyorsun, yüzüne tükürecek bir tek ben varım.
    Tabi senin eski/yeni hacı hoca rahip masallarına göre sorun bu insanlar için yapılanların insanlar için kullanılmamasından çıkıyor. Rusya, Çin, Doğu Avrupa ülkeleri hep yanlış kullandılar. Bunun adı eski dinde cennet vaatleri ve zavallı fakirler arasında, ölme eşşeğim yaz gelsin. Senin savunduğunun aynısı olan yanlış elde olma masalıyla, nazilerle faşistler senin gibileri peşine taktılar.
    Internet’den yarım yamalak anlamadan topladığın yazılar ve televizyon vari banalleştirmelerle zavallı dev Marx’ı kendin gibi soytarı ettin, çıktın. Senin Marx bilgin, her sıradan adi insanın Marx bilgisi. Biz de bu nimetlerden yararlanmak istiyoruz! Bu, modernliğin yarattığı en adi insan yığınlarının mili marşı. Baban gibi köpeklere bile verilmeyecek kebap sat daha iyi.
    Not 1: Kızma sakın, bu dediklerim sana değil. Sen karşılık vermeye değmezsin. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit.
    Not 2: Senin tüm yazılarını düzeltip bütün dünya ırkçı gruplara göndrmiştim. Ku Klux Klan bir Amerika ırkçı organizasyonu. Amaçları sen marxistler gibi bedavaya konmak isteyen siyahlar, Meksikalılr, Port Rikoluları, … silip süpürmek. Seni çok beğendiler, senin adresini istiyorlar. Türk olduğunu söyledim ama Türkleri hiç duymamışlar. Avrupalı ırkçılar gibi siz Türklerin merdivende maymunlara daha yakın olduklarını, bilim-teknikte hiç bir katkınız olmadığını bilmiyorlar. Ama aralarında Türklerin gaddar ve salak olduğunu duymuşlar çıktı.
    İstiyorsan bana adresini ver, ben de onlara veririm. Dünyada senin saydıklarını en fazla biriktiği bir yerde eminim zevkden dört köşe olursun.

  459. Sayın (pipsqueak) 450'ye

    Sayın “pipsqueak” 450,

    “Devlet” mekanizmasını işaret edeceğinizi tahmin etmiştik; yanılmamışız. İzahınız için teşekkürler.

    Peki sayın “pipsqueak”,

    Özellikle bugüne odaklanacak olursak (tekrar yazalım; “bugün” derken, tarihi çöp kutusuna gönderdiğimizi sanmayın lütfen! Çünkü neredeyse her yazdığımız kelimenin altında bir “sembol” arayıp tarih madenciliğine başlıyorsunuz!)

    SORU 1:
    “Corporatocracy” & “Şirketokrasi” mefhumuna karşı mücadelede sizin önerileriniz nedir?

    Size soru soruyoruz fakat cevaplamamak için bin dereden su getiriyorsunuz:

    4 Kasım 2015, öğle arası; şirketteki 17 arkadaşımız daha işten atıldı!

    Size, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler arası tecrübelerinize dayanarak temel bir soruya cevap yazmanızı istiyoruz:

    SORU 2:
    “REKABET” KELİMESİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNİZ NEDİR SAYIN “PIPSQUEAK”?

    Cevabınızı yazarken, sayın Gün Zileli’nin “fazla uzun!” ve “fuzuli işgal!” iddialarının tuzaklarına lütfen düşmeyiniz sayın “pipsqueak”! Sayın Zileli’yi de kandırmışlar, ne yazık ki henüz farkına varamamış!

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak” !

    Esen kalın !

  460. Sayın (ogürsel) 449'e soru

    Sayın “ogürsel” 449,

    [KAPİTALİZM İYİDİR! önümüzdeki zaman için sömürüyü gereksiz hale getirdiği için. Özgürlükçü, anarşist bir toplum, insan hayatı imkânı verdiği için!
    Bu sözü seviyorum. (T. Zeldin söylemiş.) “Gitarınız vardır ama çalmak size kalmıştır.” Kapitalizm bize o gitarı vermiştir!]

    Bu açıklamanızı anlamadık.

    Sayın “pipsqueak”e yanıt verirken ironi mi yapmak istediniz? Yoksa açıklamanızı yazarken kelimelerinizi “gerçek (zahiri olmayan)” anlamları ile mi kullandınız?

    (“439” numaralı metninizden)
    [Derdimiz ne..
    Kapitalizm kötüdür!
    Tamam…
    Yerine ne, nasıl konulabilir..
    İlk adım ne? Sosyal, siyasal yeni bir teori mi bulunacak, Marksizm rehabilite mi edilecek?
    Bunları konuşalım.. Gerisi gevezelik..]

    Sayın “ogürsel”,

    [KAPİTALİZM İYİDİR!…] ile başlayan ifadenizden sonra “493” numaralı metninizdeki ifadenizi de yukarıda okudunuz.

    Bu konuya açıklık getirir misiniz?

    Siz “kapitalizme karşı mısınız? değil misiniz?” sayın “ogürsel”.

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz.

    Esen kalın.

  461. Aşırı Anormal Yapılaşma Betonlaşma

    FAZLA uzun bir müddet değil, birkaç aydan beri Trakya taraflarına gitmemiştim. Çarşamba günü bir cenaze için Çekmeceye gittim, yolun iki tarafındaki dev inşaatları gördüm ve ürperdim.

    İstanbul, olması gerekenin beş altı misli büyümüştü ve yapılaşma hâlâ devam ediyordu.

    Şu soruyu her gün yüksek sesle sormak gerekiyor:

    Doğuda, güneydoğuda bazı bölgeler boşaltılır ıssızlaştırılırken, İstanbul ve Marmara bölgesi niçin aşırı miktarda nüfusla doldurulmaktadır?

    Strateji uzmanları cevap versinler:

    O boşaltılan yerlere ileride birtakım nüfuslar getirilme plan ve projesi vardır? Seçimlerden sonra, büyük bir inşaatçının beyanını okudum: Bizim halimizden anlayan bir İmar Bakanı istiyoruz, diyordu.

    Dev şehirde yeni dev yapılar yapmak için yer kalmadı ve inşaat rantçıları çok tedirgin. Bağ bahçe, orman, koru, yeşillik istiyorlar yeni gökdelenler, yeni AVM’ler dikmek için.

    Allah bizi korusun bir zelzele olsa, evleri yıkılan, hasar gören milyonlarca vatandaş için hangi müsait mekanlara çadır kentler kurulacaktır? Onların yemek, su, tuvalet ihtiyaçları nasıl temin edilecektir? Ölüler nerelere gömülecektir? Yaralılar nerede tedavi edilecektir?

    Bir ülke için, en büyük iktisadî sektörün inşaat, yapılaşma, betonlaşma olması büyük değil, çok büyük bir felakettir.

    Apartmanlaşma, betonlaşma köylere kadar sirayet etti. Beyinsizlik o hale geldi ki, vatandaş, hiç lüzumu olmadığı halde beş katlı bina yapıyor. İki katında oturuyor, üçü katı boş kalıyor. Köylük yer olduğu için kiracı miracı da yok… Yahu, mademki ihtiyaç yok, şunu iki katlı yapsana!

    Aşırı yapılaşma, aşırı betonlaşma, aşırı miktarda otomobil, bu otomobillerin yoğun trafikte içlerinde sadece bir sürücü olduğu halde gidip gelmesi, aşırı miktarda cep telefonu, yasak olmasına rağmen, sürücülerin direksiyon başında telefonla konuşması… Yapılaşmaya, betonlaşmaya yekun olarak bir trilyon dolardan daha fazla harcamamız ve ülke sermayesini betonla dondurmuş olmamız.

    Türkiye’nin başka hiçbir derdi ve problemi olmasa, sadece İstanbul’un anormal büyümesi ve yapılaşması olsa, bu problem geleceğimizin ufuklarını karartmaya yeter de artar. Farkında mıyız?

    Mehmed Şevket Eygi

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/GAFLET_NE_BUYUK_FELKET/27020

  462. Defalarca Marshall Sahlins’in özellikle taş devrinin bolluk devri olduğunu belgelerle kanıtladığını yazdım

    Read more: http://www.gunzileli.com/2015/05/28/

    Biz bu adamlarlami tartisiyoruz?
    Tasdevrini bugünkünden üstün görenlerler öyle bir taskafali olurki bizim ikna edecek gücümüz kalmaz.
    Mantik biryere kadar sacmaligin siniri olmaz..Zaten ne cogunu okuyorum nede cevaplandiriyorum..
    Bunlara bir traktorun 50 kisinin isini gördügünü,bolluk yaratacagini desen mermer kafa..
    Birde bolluk varmis?! hani mala mülke karsiydilar?
    Böyle birseyi sokakta birine deseler kafalarina tas yerler biz burda ciddi ciddi tarisiyoruz!!
    Raporlu oldugundan kuskum var..

    Neden Avrupa ve ABD de Sanayi devrimi oldu?

    Ilkin 4000 yillik medeniyetiyle avrupayi avrupa yapan roma imparatorlugu var..Roma hukuku,sanati,ressamligi,teknigi,mimarisi ve sehirlesmesi vardi
    Avrupanin aydinlanmasi,yeniden dirilisi 15-16 yylarda floransa,roma,venedigte baslar.. Buna gene Iki yönden büyük destek gelir.. Yahudilerin ispanya kacmasiyla arab kültürünü batiya tasimasi digeride Konstantinopolisten,türklerden kacan aydinlarin romaya gelip 1000 yillik sakladiklari bilgiyi oraya götürmüs vede HÜMANIZM akimini yaratmislardir..
    Leonarde vinci tam bir canavardir..
    Matbaganin bulusu ise bu isin ekmegini olusturdu..

    Bu rönasans paris e amstardama,Ingilterye ve tüm avrupaya yayilacaktir..
    Sanayi devrimi hernekadar insanliga devrim yaratacak faydali olsada düsün dünyasina,sanat dünyasinin degeri ise paha bicilmez..
    Beethoven,mozard,verdi,Galile,newton,gau,descardes,diderot,tabiki K.Marx vs.vs. sayisiz yazarlar..
    Tabiki Cinden kagit,barut ,porselan gibi sayisiz gelismeleride bagrina alacakti.
    Neden batida ozaman? cevapda Batida oldugu icin..
    biz ancak tespit edebiliriz bir olguyu..

  463. 451 bunları yazmış…
    “Seni çok beğendiler, senin adresini istiyorlar. Türk olduğunu söyledim ama Türkleri hiç duymamışlar. Avrupalı ırkçılar gibi siz Türklerin merdivende maymunlara daha yakın olduklarını, bilim-teknikte hiç bir katkınız olmadığını bilmiyorlar. Ama aralarında Türklerin gaddar ve salak olduğunu duymuşlar çıktı.
    İstiyorsan bana adresini ver, ben de onlara veririm. Dünyada senin saydıklarını en fazla biriktiği bir yerde eminim zevkden dört köşe olursun.”

    Bu cümleler hangi duyguları tatmin eder? Hangi ezikliği; ezilmişliğin arkasında bıraktığı karmaşık aciz hırsı.
    Shakespeare, Marks vd. üzerine de düşünceler de ileri süren, ahkam kesen aynı kafa? “Dünyanın en tuhaf mahlukusun kardeşim…”

  464. “Kapitalizmin iyiliği” o yazıda anlatılmıştı…
    ****
    Dindarım. Her ne olursa olsun birer sürü hayvanı koşullanmışlığı içinde insanî ilişkilerde sevgi, acıma, yardımlaşma, insaflı olma, aşk-sevda vb duyguların “bize iyi geleceğine” inanırım. Tanrıya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü duygular olduğunu düşünürüm. (Yeter ki, kapitalizm ve üretim araçları özel mülkiyeti ortadan kalksın!)
    ………………
    Son söz; KAPİTALİZM (TARİHSEL OLARAK) İYİDİR! Üretici güçlerin akıl almaz (sizinki almıyor anlıyorum) artışı ile önümüzdeki zaman için sömürüyü gereksiz hale getirdiği için. Özgürlükçü, anarşist bir toplum, insan hayatı imkânı verdiği için!
    Bu sözü seviyorum. (T. Zeldin söylemiş.) “Gitarınız vardır ama çalmak size kalmıştır.” Kapitalizm bize o gitarı vermiştir! Ama siz bir öfkeli rock yıldızı gibi o gitarı parçalıyorsunuz… …
    **
    O zaman “TARİHSEL OLARAK” yazarsam mesele açıklık kazanır sanırım..
    ARTIK DEĞİL! ..Artık KORKUNÇ, HASTALIKLI, TİKSİNDİRİCİ, REZİL!

  465. Bu wahsiyi ciddiye alacak degilim.
    Bir nokta tutuyor zaten..
    Birine yapilacak en büyük kötülük onun hayallerini yikmak olur..
    Bu hayal dünyasinda yasayan,bilim,kültüre.mantiga,uygarliga karsi olana daha fazla yikmamak icin sürekli uydurdugu konulara deginmek bile istemem..

    Kendine bir ad bile koymadan baskalarina adres sorarlar..
    Biraz dürüst olsalar kendileri gidip Tasdevrini yasarlar.Niyetleri yasamak degil baskalarini yasatmak..
    Esoterik,piskopat fikirleri cilali tasdevrinden kalma cilamalarla baskalarini kandirmaga calisiyorlar..
    Genede kücük vevap; Ben heryerdeyimm!

    Aydinlanma caginin avrupada sanayi devriminide yaratmasinda kuskusuz tayin edici bir etken olsada mutlak bir ölcüde degildir. Isin icinde sosyal ,dogal olgularda var.
    O yüzden Italya hicbir zaman NR.1 olmamistir..
    Ekonomik gelisme pekala japonyada biranda hortlayabilmisti.üstelik samuray kültüründen baska birsey akla gelmeyen toplumdu.
    Japonlar bugün bile ise girerken ücretini sormazlar..Bize ters gelen bir hal. Samurayci mtsubushi 3-5 senede celik ve celikten üretilen arac ve makinalari edeta hortlatti..
    Kültür ülkesi olarak bilinen Rusya ise ekonomide önemli bir gelisme saglayamadi..
    Ekonomi demek teknik demek,teknoloji demek ama özüde organize etmek.
    Günümüzde dahi avrupa,japoya gibi kalkimis ülkelerin monoton,disiplinli calisma tarzi tabiki elestirilebilir.

  466. Marx’ın açıklamalarından anlıyoruz ki, Avrupa’da para olarak servet birikimi ve bunun sermayeye dönüşümü, feodal toplumun kendi iç evrimiyle gerçekleşen bir süreç olmuştur. Toprağın özel mülkiyetinin feodal soylulara ait olduğu, pek çok feodal mükellefiyetler yüklenen “bağımlı” ve “yarı bağımlı” köylülerin bu topraklar üzerinde doğrudan üretici konumunda bulunduğu feodal toplumun belli bir gelişme evresinde, kırla kent arasında mübadele ilişkileri doğmuş ve bu temelde kır toplulukları da meta üretimine açılmıştır. Bir yandan kırın meta üretimine açılması, diğer yandan dolaşımdaki para hacminin artması, Avrupa’da iç pazarı canlandırmış ve dolayısıyla ticaret hacmini artırmıştı. Ticaretin canlanması ve gelişmesi ise servetlerin “para olarak” birikimine yol açıyordu. Yani Avrupa feodalitesinde para olarak servetlerin birikimi, daha baştan kırın meta üretimine açılmasının ve kentle kır arasında mübadele ekonomisinin gelişmesinin bir ürünü olmuştu. Kaynağı ticaret ve faizcilik olan bu parasal servet birikimleri, Avrupalı tüccarların elinde 15. yüzyılın sonlarından itibaren tüm kıtaları dolaşarak genişlemesini sürdürecek ve yeni bir üretim tarzına geçişin başlangıç noktasını ve tarihsel ön koşullarından birini oluşturacaktı.

    Osmanlı’da ise bu süreç, Avrupa’dakinden çok farklı bir şekilde yaşanmış ve doğurduğu ekonomik sonuçlar da Avrupa’dan çok farklı olmuştur. Yazımızın önceki bölümlerinde de açıklandığı üzere, Osmanlı’da bu “parasal servet birikimi” olayı, toplumsal sınıfların (tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi vb.) kendi özerk ekonomik faaliyetlerinin içinde ve bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşmiş değildir. Osmanlı’da parasal servet birikimleri, doğrudan doğruya tepedeki, yani devlet katındaki egemen siyasal sınıfın (devlet sınıfı) ekonomik faaliyetlere katılışının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Devlet sınıfına mensup olan kesimlerin katıldığı ya da bizzat kendilerinin yarattığı bu “ekonomik” faaliyetler, aslında, mülkiyeti tamamıyla devlete ait olan ekonomik gelir kaynaklarının bu sınıf mensuplarınca ele geçirilmesi ve paylaşılması eylemlerinden başka bir şey değildir. Yönetici devletli sınıf mensuplarının bu “ekonomik” faaliyetlerine, zamanla toplum sınıflarından bazı unsurlar da (mültezimler, sarraflar, dış-ticaret mukataacıları, tefeciler vb.) katılacaktır. Fakat bu unsurlar da tıpkı devlet sınıfına mensup olanlar gibi, üretken bir ekonomik faaliyeti organize eden değil, hazırda var olanı sömüren, parazit nitelikte sömürücü unsurlardı. Dolayısıyla, geçmişte toplum sınıflarından tamamen ayrı olarak örgütlenmiş ve bütünüyle devletle özdeşleşmiş olan Osmanlı’nın geleneksel devletli sınıfı (despotik-kapıkulu bürokrasi), şimdi toplum içinde eski sömürü biçimlerini kullanarak servet sahibi olmuş parazit nitelikte unsurlarla çıkar ortaklığı kuran ve iktidarını bir ölçüde onlarla paylaşmak zorunda kalan “siyasal güç ve servet karması” bir sınıf pozisyonuna evrilmiş bulunuyordu.

    Böyle bir parazit-sömürücü egemen sınıf bileşiminin elinde biriken parasal servetlerin ve gene böyle bir sınıf bileşiminin tekeli altında bulunan ekonomik kaynakların, eski düzenin temellerinde herhangi bir devrimsel-ekonomik değişikliğe yol açamayacağı açıktır. Kapitalizm öncesi bir toplumda, biriken parasal servetlerin sermayeye dönüşebilmesi ve sermayenin de eski üretim biçimlerini yıkıp, yerine daha modern, daha gelişmiş bir sömürü biçimi olan kapitalist biçimleri geçirebilmesi için, bu parasal servetleri elinde bulunduran sınıfın her şeyden önce kapitalist üretim biçimini benimseyen, kapitalizme eğilimli bir sınıf olması gerekir. Oysa 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda, elinde parasal servet ve toprak biriktiren egemen sınıf mensuplarının kapitalist üretime yönelmeleri için hiçbir gereklilikleri bulunmuyordu. Tersine bu egemen sınıf mensupları, gerek tarımda gerekse endüstride çalışan doğrudan üreticileri (emekçileri), eski üretim koşullarında herhangi bir değişiklik yapmaya gerek duymadan da sömürebiliyorlardı. Bu nedenle de, Osmanlı toplumunda, yukarda sözü edilen iki yüz yıl boyunca, ne kırsal kesimdeki köylü üretiminde ne de kentlerdeki el zanaatları endüstrisi üretiminde köklü bir değişiklik olabilmiştir. Kırda ve kentte kapitalizm öncesi üretim biçimleri aynen sürmüş ve hatta parazit sömürü biçimleri daha da yaygınlaşmıştır.

    Demek ki, Osmanlı gibi despotik yapıdaki sistemlerin ekonomisinde, birdenbire para dolaşımının artması ve belli kesimlerin elinde o zamana kadar görülmedik bir parasal servet birikiminin gerçekleşmiş olması, otomatik olarak kapitalist üretim biçimine geçişi sağlamaya yetmiyordu. Nitekim Marx’ın da belirttiği gibi, “para olarak servet” birikimi, kapitalizmden önceki bütün ekonomik-toplumsal formasyonlarda zaten görülmüş bir şeydi. Fakat bu parasal servet birikimlerinin görüldüğü eski toplumlardan hiç birinde (ne antik çağın Yunan ve Roma’sında, ne orta çağın Bizans’ında, ne de onun yanıbaşındaki İslam dünyasında) bir kapitalist üretim biçimi gerçekleşmesi olabilmişti. Demek ki, kendi başına “parasal servet” birikimi tarihsel ilerleme açısından çok büyük bir önem taşımıyor. Asıl önemli olan, bu parasal servet birikimlerinin hangi tarihsel koşullar altında gerçekleştiği ve nasıl bir ekonomik niteliğe sahip bulunduğudur.

    Kuşkusuz ki, 17. ve 18. yüzyılların Osmanlı toplumunda da gelişmiş bir şehir zanaatının yanısıra, ticaret ve tefecilikten biriktirilmiş “parasal servetler” de bulunuyordu. Yani bu açılardan, Avrupa’dan çok da farklı bir durumda değildi Osmanlı toplumu. Fakat öte yandan, Osmanlı toplumunda hükmünü hâlâ sürdürmekte olan despotik sistemin içsel mekanizmaları, kentle kır arasında bir mübadele ekonomisinin Avrupa’daki gibi gelişimine ve bu bağlamda kırın meta üretimine açılmasına asla izin vermiyordu. Bu bakımdan, hem egemen devlet sınıfının, hem de yeni türeyen ağa, ayan, derebeyi gibi parazit sömürücü unsurların elinde biriken parasal servetler, Avrupa’da olduğu gibi bir “sermayeleşme” sürecine giremiyordu. İşte bu nokta, Osmanlı despotizmi ile Avrupa feodalizmi arasındaki tarihsel gelişme farklılığını anlamak bakımından son derece önemli bir noktadır.

    (Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı – Mehmet Sinan)

    http://marksist.net/TRH/Modern10.htm

  467. 455 Hortlak, Demokrasi, Para, Kölelik …
    Kapitalizm sevmekte haklısın. Kapitalizm demokrasiyi, demokrasi de kapitalizmi koruyucu köpekler yaratmayla kalmadı, Sahlins’i anlayacak ve ölçecek sonsuz sıradan salaklar yarattı. Kapitalistler Sahlins gibi düşmanlarıyla, kıçlarını yalamaktan ağzı pis kokan dostlarını çok iyi tanırlar.
    Hatta bu sitedeki sen ve sana benzer kapitalist kıçlarını yalamakla doyup ve tatmin olanlara seyyar helalık işi teklif ediyorlar. Ne dersiniz? Böylece ilk defa en az iki Türk, seyyar helalık teknolojisini yarattıkları için, nobel ödülü kazanırlar. Ve ilk defa Türklerin teknolojide bir katkısı olur.
    Küçük bir düzeltme: Sahlins “bolluk”, dedi, “üstünlük” değil. Eşsiz ırkçı olduğun için aşağıladığın azınlıklar ve konuşmasını bilmeyenleri taklit yetmez gibi, kapitalistlere yaltakçılık yapma coşkunluğu içinde sözcükler arasındaki farkları da kendin gibi yaşayan ölü ettin.
    Bence sen ve bu sitedekilerin çoğu, yerli veya yabancı kapitalistlerin izleri bulunmaz yollarla satın aldıkları, 70 ve 80lerde ordunun yarattığı sol gibi, Internet’i dolaşıp adlarına reklamcılık yapan ücretli kölelersiniz. Kapitalizmi methetmeniz gayet makul, kapitalizmde her şey satılıktır. Zatan kapitalizmin en başta gelen özelliği de bu.
    Sana Sahlins yanı sıra yüzlerce daha yazar ve kitap adları gönderirdim ama hepsi aynı Sahlins gibi kapitalizme karşı olduğundan ve sizler de kapitalistlerin ücretli yamakları olduğunuzdan, tek ve tek bildiğiniz yola başvuracaksınız: Internet’de sizler gibi satın alınmış ama daha bilgililerin yazılarını okuyup onların maymunluğunu yapacaksınız.
    Not: Bu helalık işi teklifi sitedeki kapitalizme tapan tüm müminlere açık.

  468. 459 no’lu yazı süreci açıklamakta çok yetersiz. Şablon, kuş bakışı.. Hayatın değişim dinamiklerini çok genelleyerek yazmış. Meseleyi kavradığını sanmıyorum. Bu sebeple de okuyana da bir şey kazandırmıyor..

  469. Sayın (ogürsel) 457'ye Soru

    Sayın “ogürsel” 457,

    [KAPİTALİZMİN (TARİHSEL OLARAK) İYİ] olduğuna nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?

    Eğer “‘teknolojik’ manâda gelişimin sağlanmasında en büyük etkenlerden biri kapitalizmdir.” cümlesini gerekçe gösterirseniz; bu gerekçenizin sadece ama sadece bir temenni olduğunu size hatırlatmak zorundayız sayın “ogürsel”!

    (Eğer yukarıdaki manâda değerlendirirsek; konuyu dağıtmamak adına yukarıdaki sınırlar içinde açıklamamıza devam ediyoruz.)

    {{{ “‘Teknolojik’ manâda gelişim”i sağlayan etkenlerden biri kapitalizmdir; bu nedenle iyidir! }}} iddiası ile;

    {{{ Kapitalizmin hükümrânlığında; “ölümcül rekabet”i ve “sömürü düzeni”ni daima görmezden etmek! }}} gerçeğini birlikte değerlendirmiyorsunuz sayın “ogürsel”!

    Tıpkı; “‘Militarizm’ iyidir! Çünkü mühendisliğin gelişmesini sağlamıştır!” iddiası ile;

    Bir jandarma lideri olan kapitalist D.D.Eisenhower’ın “military–industrial complex” ikâzını birlikte değerlendirmemek gibi sayın “ogürsel”!

    Size, yukarıda “269” numaralı metnimizde ne yazmıştık sayın “ogürsel”:

    === ÖRNEK 1 ===

    Size “TİCARETİN HENÜZ BOZULMAMIŞ HÂLİ”nden bir örneği aktaralım:

    MÖ 2000’de Gucerat’lı (Gujarat) ticaret erbapları; hem yeni coğrafyalar keşfetmek isteğinin verdiği heyecan, hem de mallarını takas edebilecekleri yeni mallara ulaşmak için, okyanusta kaybolup hayatlarını kaybetme pahasına da olsa, süresi belirsiz yolculuklulara çıkmış, ve Endonezya kıyılarına ulaşmışlar.

    Endonezya’ya vardıklarında:
    Akıllarında ne hemen orayı “kolonileştirmek”,
    Akıllarında ne hemen orada “misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak”,
    Akıllarında ne hemen oraya “Hint emperyal görkemini enjekte etmek” amaçları vardı!

    Gucerat’lı ticaret erbaplarının İLK İSTEDİKLERİ, İLK SORDUKLARI ŞEY; Gucerat’tan getirdikleri mallar karşılığında, Endonezya’dan alabilecekleri mallar ne olabilirdi? “Ticaret”in öz hâli; işte bu soru kadar basittir! Asla ama asla kompleks değildir!

    2010’da, Endonezya’ya yaptığımız “business deal! & iş görüşmesi ziyareti!”imizde; Endonezyalı ticaret erbaplarından, ülkelerinde hâlâ yaşamakta olan Gucerat kökenli insanların, onların geleneklerinin, iş yapma anlayışlarının ne kadar yaygın olduğunu öğrendiğimizde çok şaşırmıştık. Dile kolay; üzerinden 4010 seneden fazla süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ ama hâlâ bir tutam tortu hayatta kalmayı başarmış! “Kapitalizm” isimli hastalık doğmadan önce; “ticaret”in ne kadar masum, ne kadar vakur olduğunu idrak edince hem özlem duyduk, hem üzüldük!

    Size, yukarıda “324” numaralı metnimizde ne yazmıştık sayın “ogürsel”:

    === ÖRNEK 2 ===

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 10 Kasım 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ’emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    Size, yukarıda “324” numaralı metnimizde ne yazmıştık sayın “ogürsel”:

    === ÖRNEK 3 ===

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950′lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?!}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır !}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı ‘eylem’lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya daha çoooook devam ederiz!

    ********************

    Yukarıda yeniden hatırlattığımız 3 (üç) örnek, en can alıcılardan, en dikkat çekenlerden olduğu için sizlere tekrar tekrar işaret ediyoruz!

    Umarız:

    [KAPİTALİZMİN (TARİHSEL OLARAK) İYİ] yanılgınızı daha fazla devam ettirmemek için; sizlere ısrarla hatırlattığımız “gerçeklikleri!” görmezden, duymazdan gelmekten vazgeçersiniz sayın “ogürsel”!

    SSCB tarihi anlatılırken; “Stalin celladı” nasıl görmezden gelinemezse;

    “Kapitalizmin tarhsel hastalığı!” anlatılırken; yukarıda yeniden yeniden yeniden hatırlattığımız “gerçeklikler!” (ilk sırada; “ölümcül rekabet!” ve “sömürü düzeni”!) görmezden gelinemez!

    “Hep satın al!
    Hep satın al!
    Hep satın al!

    Apple iPhone’u beğenmediysen; Samsung Galaxy’yi satın al!

    Hyundai’yi beğenmediysen; Fiat Egea’yı satın al!

    Emisyon ölçümlerinde dünyayı sömürdüğü iddia edilen Volkswagen’i beğenmediysen; Ford’u satın al!

    Fakat bu ‘satın alma’ları yaparken:

    Aklına asla ama asla Foxconn fabrikalarında intihar eden insanları getirme, görmezden gel, duymazdan gel!

    Aklına asla ama asla BSH Çerkezköy’de kollarını kaybeden insanları getirme, görmezden gel, duymazdan gel!

    Aklına asla ama asla ‘Lacoste’ için üretim yapan Bangladeş’teki tesisin çökmesiyle hayatını kaybeden 1000’in üzerinde insanı getirme, görmezden gel, duymazdan gel!

    Aklına asla ama asla SOMA CİNAYETİYLE hayatını kaybeden insanları getirme, görmezden gel, duymazdan gel!

    Ve birileri sana, yukarıdaki gibi ‘ölüm haberleri’ni sıralı liste hâlinde hatırlatırsa:
    DUYGU SÖMÜRÜSÜ YAPMA ULAN!
    diye bağır ve konformizmine devam et!”

    [“Gitarınız vardır ama çalmak size kalmıştır.” Kapitalizm bize o gitarı vermiştir! Ama siz bir öfkeli rock yıldızı gibi o gitarı parçalıyorsunuz.]

    “GİTAR”A KARŞI DEĞİLİZ!

    O GİTAR ÜRETİLİRKEN UYGULANAN “ÖLÜMCÜL REKABET”E VE “SÖMÜRÜ DÜZENİ”NE KARŞIYIZ!

    “ROCK YILDIZI OLMAK” HAYALLERİNDE DEĞİLİZ!

    GİTAR; BİR “MAL”DIR, BİR “ŞEY”DİR, BİR “META”DIR!

    AMACIMIZ “GİTAR”I PARÇALAMAK DEĞİL!

    O GİTAR ÜRETİLİRKEN UYGULANAN “ÖLÜMCÜL REKABET”İ VE “SÖMÜRÜ DÜZENİ”Nİ; YANİ “KAPİTALİZM”İ ORTADAN KALDIRMAK!

    BU MÜCADELEYE SİZLERİN DE OMUZ VERMESİ İÇİN 28 MAYIS 2015’TEN BERİ BU SAYFADA DA HAYKIRIYORUZ!

    Esen kalın!

  470. 462…
    sanırım sizinle asgari bir payda bulamayacağız.
    O gitar son 800 yıllık (aslında 10.000) sürecin sonunda ortaya çıkan insanlık birikimidir.
    Bunu bile anlayamıyorsunuz. İşte bu birikimin nasıl kullanılacağı da “gitar çalmayı” öğrenmektir.. Bunları açıklamak zorunda kalıyorum!
    *
    Bence siz insanlık tarihinin zorunlu dinamiklerini bilmeyen, bu diyalektiği anlaması da olanaksız bir zihniyeti taşıyorsunuz.
    Siz evrim süreçlerine de ileri geri laf edebilirsiniz.. Kendinizde bu hakkı bile görebilirsiniz.. Yaptığınız bu..
    Sanırım kendinizi anlattınız. Öyle ki tekrardan başka bir şey yapmıyorsunuz..
    Bırakalım bu tartışmayı.. hoşçakalın..

  471. NÜFUS SORUNU ÜZERİNE

    Yukarıda benle tartışan adı sanı belirsize “ben nerede insanların katledilmesini savundum?” diye sordum. Gösteremedi ama hala beni etiketlemeye çalışıyor.
    “Zorla yaptırılmalı” sözümden katliamcılık(!) çıkarmaya çalışıyor.
    Ülen, uluslararası ticaret anlaşmalarından tut vize uygulamalarına, BM kararlarına dek her türlü ilişki “zorla” yaptırılır özünde.
    Uymayan dışlanır ve yaptırımlara uğrar.
    Bakamayacağı nüfusu hala artırmaya çalışan bir ülke de ne yapmaya çalıştığını açıklamalıdır.

    Uluslararası kurumların insanlığın tümünü ilgilendiren sorunlara insancıl bir şekilde müdahale etmesi karşı çıkılacak bir şey değildir. Bunun emperyalizmle falan da alakası yok. Çok uzun yıllardan beri dünya sorunlarına ortak müdahale etme prensibi geçerlidir.
    Şimdi uzun uzun “dünyanın bir avuç şeytan tarafından..” vs geyiğine gireceksin sanıyorum 🙂

    Doğum kontrolünü “katliam” sanıyorsun ama nüfus problemine dair alternatif bir çözümden de bahsetmiyorsun. Tek yaptığın bozuk cümlelerle gevelemek.

    Nüfus planlaması önerisini “öjenik” bilmem ne gibi yaftalamalarla suçlamaya çalışmışsın.
    Benim “ırkı ıslah etmek” gibi bir düşüncem mi var , be adam?
    Nerede söylemişim ben bu anlama gelecek bir cümleyi, a şaşkın?
    Ha, bir de “fakirleri katletme” üzerine atmış, tutmuşsun. Okuyan da sanki benim böyle bir fikri savunduğumu sanacak!
    Güya “straw man” retoriği yürüteceksin burada, öyle mi?
    Boşa harcama vaktini, sende o zeka ve yetenek yok.

    not: ırkçı küfürler etmeye çalışıyorsun da bunu hangi “ırksal” üstünlüğüne(!) dayanarak yaptığını sanıyorsun? Sadece onu merak ettim. “Yayalım ifşa edelim buji apo” diye biten çete bildirilerinden mi etkilendin?

  472. Sayın (ogürsel) 463'e

    Sayın (ogürsel) 463,

    Ne oldu sayın “ogürsel” ?!

    [462…
    sanırım sizinle asgari bir payda bulamayacağız.
    O gitar son 800 yıllık (aslında 10.000) sürecin sonunda ortaya çıkan insanlık birikimidir.
    Bunu bile anlayamıyorsunuz. İşte bu birikimin nasıl kullanılacağı da “gitar çalmayı” öğrenmektir.. Bunları açıklamak zorunda kalıyorum!
    *
    Bence siz insanlık tarihinin zorunlu dinamiklerini bilmeyen, bu diyalektiği anlaması da olanaksız bir zihniyeti taşıyorsunuz.
    Siz evrim süreçlerine de ileri geri laf edebilirsiniz.. Kendinizde bu hakkı bile görebilirsiniz.. Yaptığınız bu..
    Sanırım kendinizi anlattınız. Öyle ki tekrardan başka bir şey yapmıyorsunuz..
    Bırakalım bu tartışmayı.. hoşçakalın..]

    BU METNİNİZDE 1 (BİR) KEZ BİLE “[KAPİTALİZM (TARİHSEL OLARAK) İYİ]” İFADENİZİ KULLANMAMIŞSINIZ!

    “İŞÇİ IRKI!” TABİRİNİ KİM İCAT ETMİŞTİ SAYIN “OGÜRSEL” ?!

    ÜSTELİK “EVRİM TEORİSİ” GÜNDEMİN TAM ORTASINA OTURMADAN YILLAR ÖNCE İCAT EDİLMİŞTİ BU TABİR?! NE ÇABUK UNUTTUNUZ!

    SİZE GÖNDERDİĞİMİZ METİNLERİ “ANLAMAK İÇİN” DEĞİL; “ÇAMUR ATMAK” İÇİN OKUYORSUNUZ!

    GALİBA SİZE GÖNDERDİĞİMİZ “GERÇEKLİKLERDEN” SONRA YANILGINIZI ANLADINIZ VE “[KAPİTALİZM (TARİHSEL OLARAK) İYİ]” İFADENİZDEN VAZGEÇTİNİZ!

    Esen kalın!

  473. 445 NUMARAYA,

    (Sanırım bu meşhur “adı sanı belirsiz” adam oluyor)

    Burada “olgu” üzerine ders vermeye çalışmış.

    Diyor ki:
    “Siz daha teorisiz olgu olmadığını bile bilmiyorsunuz.”

    Hayatımda ilk defa “olguların teorisi olması gerektiği” gibi bir uydurmayla karşılaştım.
    Yani, “teori yoksa olgu da yok”!!!!!

    Devam edersek,
    “İzafiyet teorisi yoksa ışık hızının tüm referans sistemlerinde sabit olduğu olgusu da yoktur”!!!

    Doğrusu: teoriler olguları içerir.
    Tersi değil.

    Olgu nesnel bir gerçekliktir.
    Teori ise olgular (ve diğer gözlemler, hipotezler vs) üzerine inşa edilen öznel çıkarımlardır, modellerdir, açıklamalardır.

    Kısaca, teori öznel insan düşüncesidir, olgu ise nesnel gerçeklik.

    Şimdi, nasıl oluyor da, öznel düşünce olmadan nesnel gerçekliğin olmayacağı iddia ediliyor?

    Hayır, ben cümleden bunu anlıyorum.
    Farklı anlayan varsa söylesin.

  474. 16. yüz yıl ortaları insanlar hariç tüm diğer canlı varlıklarda ve çocuklarda özgürlük gören La Boétie, başta Fransızlar ardından Avrupalılar ve daha ardından tüm dünya insanlarının köleliği gönüllü seçtiklerini yazar. 21. yüz yılda, bu sitede, o zamanki Avrupa’da kendi köleliğini özgürlük sanan orada özgürlük görür. Analitik ve kıyaslama yöntemiyle gerçek dünyayı karıştırır. Bu gönüllü köleliklerinden memnun olan, bu adiliklerinden utanmayan, ve köleliklerinin kendilerini utanmadan rahatsız etmediğini itiraf eden, isyan etmektense bunun çok doğal ve normal olduğu ideolojisine inananları anlamak pek o kadar güç değil.
    Önce Osmanlılar, ardından Atatürk, köleliği Türklerin genlerine işletti. O da yetmez gibi ardından zengin Batı ve bu zenginliğin “nedenlerini” kendine dert edinen Marx, Batılıların ırkçı merdiven teorisini bilimselleştirip tüm dünyaya mal etti.
    Ama Marx, La Boétie’ye kıyasla bu sitedeki gönüllü köleliklerini sevenlere hayli kaçamaklar sağladı:
    1. Marx’ı okuyup papağanlık yapmayla kendilerinin merdivendeki yerini ve köleliklerinin nedenlerini öğrenip şatafatlı, kendileri de dahil, kimsenin anlamadığı kelimelerle etraftakilere gurur ve huşu içinde anlatırlar.
    2. Papağanlıkları sayesinde Hayvanlar Çiftliği’indeki at gibi çalışanların başına geçip, “cennete emekle varacağız”, “Marx amca öyle demiş”, “siz bu yeryüzü cennete varamazsanız çocularınız, onlar varamazsa onların çocukları, onlar da varamazsa onların çocukları, onlar da varamazsa onların çocukları, …” Bana bakınız, ben okulda uslu uslu çok çalıştım, mesleğimde uslu uslu çok çalıştım, emekliliğim için de öyle, sonucu görüyorsunuz, sizin gibi sürünmüyorum, sizi sürüyorum! Bu ahmaklar eski din hacı hoca ve rahiplerden farklı olmadıklarını, çaresizlerin inanmaktan başka çareleri olmadığını görmekten acizler.
    3. Köleliklerin kölelikleri bilimselleşir, La Boétie’nin gönüllü köleliği yerine, kölelik kaçınılmaz olur. Köleler de, kölelikleri bilimsel olduğu için, köleliklerinden gurur duyarlar. Kölelik, kölelerin gözlerinde saygıdeğerlik kazanır. Bu inanış, gönüllü kölelere kendi kendilerine yapacakları bir kişisel terapi, bir çeşit antidepresan olur.
    4. İnsan dinsiz, allahsız, umutsuz yaşayamıyacağından, okulda beyinleri Batılaşma hevesiyle yıkanan bu köleler, tarihte görülmemiş bir dindarlıkla, bir coşkunluk ve imanla bu en son en yeni ve en iyi seküler ve laik din (bak,*), allah, umuda bütün varlıklarıyla sarılırlar. İlerleme, Mutluluk, çok daha geride ama daha cana yakın olan ve basit beyinlilere bunlara erişme yolunu çizen Marxizm gibi masallara inanırlar.
    * Biliyoruz Batı seküler ve laik olduğunda zengin oldu, özgürlük ve demokrasi o nedenden Batı’da çok yaygın (ve yine biliyoruz özgürlük ve demokrasi lafı Batı’da en çok kullanılan kelimeler ve yine yine biliyoruz bir şey olmayınca yerini lafları alır). Bütün sıradan Batılılar aynı bu sitedeki sıradan gönüllü köleler gibi aşağılıklarını bokunda boncuk bulmuş bireycilikle telafi ederler.
    5. Bu ırkçı merdiveninin basamaklarında yer alan köleler, köleliklerini görüp tiksinmektense, merdiven ve köleliğin bilimsellik, kaçınılmaz, evrensel olduğuna inanırlar. Kölelik ve merdiven basamaklarında beklemek, hem zamanda hem mekanda evrensel olduğu için, bu müminler salak salak sırıtırlar ve bu enayiliklere inanmayanlara da inanamazlar, saldırırlar, ağızlarında köpükler çıkmaya başlar. Hali vakti yerinde olan bu okumuş laf cambazları, köleliklerini seven sapık Marxizm rahipleri, zincirlerinden başka hiç bir şeyleri kalmamış iş beygirlerine futbol maçındaki seyirciler gibi tezahürat yapıp “bekle olacak, kaçınılmaz”, “öbür dünyada değil, bu dünyada olacak” afyonu dağıtırlar, ümit verirler. Vicdanları rahat olur.
    Ne var ki, bu merdivenin basamaklarını hop diye atlamanın nesnel koşullar oluştuğuna inanan bu okumuş avanaklar, daha yukarıda olanların da hop diye atlayacaklarını düşünmemezlikten gelirler.
    Sahlins’i tanımayanlara bir not: Sahlins marxist bir antropolog. Bu sitedekiler gibi Marx’ı maskara eden gönüllü kölelerin tersine, ayni Marx gibi ama Marx’ın zamanında sonsuz az bilinen ilkellere bakarak, medeniyetin çıkışı gerçekten maddi yoksunluktan mı oldu? Yoksa başka nedenler mi vardı? ve benzeri sorulara cevap aradı. Diğer binlerce düşünürler, tarihçiler, antropologalar, özellikle 60lardan sonra, aynı sorulara ciddi cidi bakmaya ve hatta komünist ülkelerin Marx’ı bu sitedekiler gibi zamanını son derece özenle inceleyen bir düşünür olmaktan çok inanılması şart bir bir tanrı yaptıkları açık açık görüldü. Marxizm’i afişlerden ve son zamanlarda Internet’den öğrenmiş olan bu sştedeki sonsuz ırkçı ve sonsuz cahil olan okumuşlar, Marx’ın ilkellere bakarak insanlar nasıl yollarını kaybettiler, hangi nedenlerden, nasıl bir evrimden geçtiler yani Sahlins ve diğer düşünürler gibi Marx’ın büyüklüğü ölçüsünde sorular, sorup, Marx gibi eleştirici olacaklarına, Marxizmi köşeyi dönme dini yapmışlar.
    Teknik bir örnek: bu sözüm ona komünist ülkelerde, gözler sosyal ilişkilerden üretim ilişkilerine, üretime çevirtildi.
    Bu sitede aynı o sapıklar gibi zavallı dev Marx’ı zenginliğe erişme tanrısı yapan gerçekten sonsuz adiler var. Marx’ın birçok önemli eserleri ve özellikle “Grundrisse” yazıldığında hemen hemen 100 yıl sonra ortaya çıktı ve İngilizce’ye ilk 70lerin başında çevirildi.
    Yıllardır kapital, kapitali yönetmesini bilenlerin elinde ama bu sitede hala bilenlere verilsin vaazını okuyan salak var. Tabii, tabii, asıl demek istediği ” iyi kalpli bilenlere”, “iyi niyetli olanlara verilsin” Marx’ın çok sevdiği “cehennem yolu iyi niyetlerle döşenmiştir.” ve yine çok sevdiği, biraz değiştirirsem,”bilenlere kim öğretecek” laflarını hiç duymamış. Tıpkı Batı özgürlüğüne inanan batılılar gibi, asıl özgürlüğün ne olduğunu bile bilmeyen bu gönüllü köleler, çok yaygın olan utanmama ve küstahlığı erdem etmişler.
    Jose Ortega y Gasset “Kitlelerin Ayaklanması” kitabını bu adi, sıradan ve silikleri düşünerek yazdı. Bu salaklığından gurur duyma modernliğin en ünlü simgelerinden biri.
    Benim bu sitede gördüğüm sıradan silik insanlığı noktası noktasına inceyen, tanımlayan düşünür ve kitap sayısız.
    Cornelius Castoriadis’in 2007 yılındaki söyleşisi olan “Değersizliğe Ek Yazı” ile bu Batı hayranı ırkçı, faşist ruhlu, partilerin sefilleri avlamak için kullandıkları yem olan zengin olma vaadi stratejisini, taktiğinin çığırkanlarının yüzlerine tükürür.
    Benim bu batı saplantısıyla ilgili bir yazımı, bu sitedeki gibi salaklar değil, gerçek entelektüellerden oluşan Birikim adlı bir dergi, çok daha düşünürlere yakışır bir şekilde, kıvırmadan ve işi bilgelik cambazlığına çevirmeden, dürüstçe ve asıl konuyu dağıtmadan cevaplandırdı: “bırak biz de o zenginliklerden biraz faydalanalım!”

  475. Size “TİCARETİN HENÜZ BOZULMAMIŞ HÂLİ”nden bir örneği aktaralım:

    MÖ 2000′de Gucerat’lı (Gujarat) ticaret erbapları; hem yeni coğrafyalar keşfetmek isteğinin verdiği heyecan, hem de mallarını takas edebilecekleri yeni mallara ulaşmak için, okyanusta kaybolup hayatlarını kaybetme pahasına da olsa, süresi belirsiz yolculuklulara çıkmış, ve Endonezya kıyılarına ulaşmışlar

    Read more: http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/#ixzz3r7hru7KL

    Ne Romantik Story!

    Bu GUjarat i bilen varmi? insanliga kültürel bir gelismesine önmeli bir katki yapmis bir halkmiydi?

    MÖ.2000 önce! bir sifiri fazla olmus gibi.. Ozamanin gemilerinin büyüklügü neydi? ne tasirlardi? Kolombonun gemisi 25 metreydi!!

    Ve bizim aslanlar endonozyaya vardilar diyelim ellerinde baharat,pirinc bugday biraz agir olur yola degmez..
    Vede diyelimki ordan tuz almak istediler..
    1.soru; Ya bu tuzcu baharati istemiyor deri istiyor.Dericide peynirci istiyor,peynircide et istiyor.
    Ödük bittik sonunda ondan ona ondan ona mallari tasi tasi tasi karsi karsiya geldik!!

    2.soru! son derece bir sans üzere tuzcuda bizim baharati istedi!

    Degistirelim bakalim: Metre? olmaaaz.. KG olmaaaazzzz
    Rengine göre olmaz,Hacmine göre olmaazzz..
    Takildik kaldik!!!
    Algülüm vergülüm yok devenin nali!

    Bu sin tek cözümü bir Parameter bulmak! yani bir baska ürünle,3.ürünle ölcmek.. Benim malim.sukadar bugday eder ya Seninki? benim malim sukadar et eder ya seninki?
    Benim malim su kadar deri eder ya seninki?
    Öylese bu 3.mal zorunlu olarak gene mal dir vede PARAdir!
    O olmazsa degisim bir yutturmacadir,karsilikli hediyedir.Aptallarin,dilencilerin isidir..

    Kafanizi taktiginiz REKABET kelimesine gelince; Sizler gene kapitalzmin en barbar en wahsi yönünü savunuyorsunuz!

    Arkadasiniz DÖNER yiyemiyormus,pahaliymis. Eger baska dönerciler olmasaydi döner 2 misli 10 mislipahali olurduku arkadasinizin rüyasina bile giremezdi..
    Iphone Cinde 10 dolara mal ediliyor.Piyasada nerdeyse 100 mislisine satiliyor..18 milyar apple 3 ayda kar ederek rekor kirar. Samsung olmazsa,simdide huwei atak yapmazsa bizler apple lerin ebedi destekcisi olurduk..
    Su elimzeki bilgi sayarlari zamninda 10 bin dolara alidik..!
    Rekabet degilde tekelcilk olsaydi o fiyat kalirdi.

    Bu cocuksu konulari gidinde bir simit satana sorun,cay satana sorun,ekmek satana sorun onlar size anlatir rekabat nedir diye…

  476. Aşağıda paylaştığım yazıdaki Marksizm eleştirisinin sınıf/devlet karşıtı bütün ideolojiler için geçerli olduğunu düşünüyorum. Burada “Marksizm” geçen yerlere “sınıf/devlet karşıtlığı” ifadesini koyarak okuyalım;

    (Bu “altın çağ” fikri, milliyetçi tarihle sınırlı değildir aslında. Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır. Bir “asr-ı saadet”i vardır, bir “kıyamet günü” vardır. Tarihin belirli bir yönü olduğunu varsayan her düşünce sisteminde, benzer öğelere rastlanabilir. Tarihi sonsuz değişim olarak düşünmenin, ilke olarak “altın çağ”cılığa karşı olması gerekir. Marksizm bu açıdan kendi içinde çelişkilidir. Bir yandan, felsefî boyutuyla sonsuz değişimi kabul eder. Diğer yandan, Hegelci “tarihin yönü” takıntısını aşamaz. Dolayısıyla Marksizm’de de maalesef hem geçmişteki, hem gelecekteki bir “altın çağ”la –ya da “kıyamet günü”yle- yüz yüze geliriz. Birincisi “ilkel komünizm,” ikincisiyse “proletarya devrimi ve sınıfsız toplum”dur. Her ikisi de metafiziktir, tarih dışıdır. Ama şimdilik bu ve diğer örnekleri bir yana bırakıp, sadece milliyetçi “büyük anlatı”lara eğiliyorum.)

    Üç altın çağ – Halil Berktay – Taraf

  477. Eline saglik Arif Kus,bu herseye karsi gelen,ucan kusa dahi saldiran maymunlara sende basimin üzerinden kus ucurmam tavirla haddini bildirmene bayildim..

    Aylardir tüm tibbi,psikoloji,tüm bilimsel metodlarla bunlari tedavi edecegim diye ugrasan ogürselin yerine söyle OKKALI bir hitapla hizaya getirdin.Cok yasa! 2gündür gülmekten kirildim. sonunda bu tartismadan birsey cikti dedim!
    Viyviyviy,mymymy,wz.wzz edip duranlara ancak senin amirhane tavrinla bu is cözülürdü.. tebrikler..

    hannah arendh i Televisyonda tanidim. Bir sohbet konusmasinda; Size birisi o sifatla saldirsa sizde o sifatla ona karsi mücadele edersiniz! Size yahudi diye salirsa sizde yahudi olarak kendinizi savunursunuz..
    Ermeni olarak savunursunuz,cingene olarak savunursunuz..

    Aydinlanma cagi insanligin insan oldugunun kesfi derler.Insani kesf eder.
    Sanayi cagi; Insanin insanca yasamasini kesfeder.

    Size haksizca birileri saldirirsa sizce kapitalist olmadan kapitalizmi,jahudi olmadan jahuduligi savunmalisiniz..

    Kapitalizmin adaletsizligini,rezilligini,asagilik yönlerini,belkide köleciligin enbüyügü oldugunu bilsekte bu maymunlara karsi savunmak zorundayiz..

  478. Sayın Arif Kus,
    Ben sizin fazla televizyon masalları dinleyen sıradan bir tipik seyirci, zamanımıza mantar gibi biten ve asıl fazlalık olanlardan sandım. Kendinin ne kadar değersiz ve silik mahluk olduğunu görmek istemeyen, kendi öz varlığının bile mal, meta, yatırım araçları, kısacası kendinin insan değil İNSAN KAYNAĞI olduğuna biçarelikten göz yumup bilir bilmez konuşup boyundan büyük laflar edenlerden biri olarak gördüm.
    Galiba daha henüz medya ilan etmemiş: eskiden beyin yıkama aracı olan propaganda yalanlarla yapılırdı, şimdi eğitim fabrikalarından geçmiş, uslu, evcilleşmişler arasında en iyi propagandanın doğruyu söylemek olduğu çoktan keşfedildi. Bırakıyorlar bu tahsilli, rahat, hali vakti yerinde, beyni yıkanıp yeniden ve düzenin başını çekenler gibi düşünür biçimde yeniden yapılaştıranlar, kendi kendilerine kaçınılmaz sonuçlara kendileri varsınlar. Kendileri büyükler gibi laf kusmalarıyla büyükler gibi hissederek hiçliklerini his etmesinler. Özellikle çok yiyip hazm edemeyen salt ve salt tüketici olmuş oburlar, çalıştığı işyeri dışında bilgisi eksi sonsuz olan bu seyirciler, bilgileri salt ve salt psikolojileri olan bu kuklalar, kendi varlıklarını nesnel mal yığını, yatırım araçları gören bu insan dışı insanların ukalalığına sınır kalmadı. Bunlar o kadar alçalmış ki kendilerine “insan kaynakları” adı verilmesini bile normal, doğal bulurlar.
    Zaten artık asıl pornografi televizyon, gazete, İnternet kısacası medya adı verilen tüm dünyada bu salakları pasif seyirci, işin aslını becerenlerin dikizcisi yapmış.
    Çok çok dahası da var ama siz kızıyorsunuz. Bunları yazan milyonlarca kitap var. Onlar sıkıcı ve rahatsız edici hakikatleri alçalmış adi insanların yüzüne vururlar. Üstelik resimsiz, mini eteksiz, gürültü olmuş müziksiz, anlaması zor ve hepsinde çok daha önemlisi ekran olmuş gerçeği düğmeye basmayla hop değiştiren televizyona gibi değiller.
    1. En devasa enerji israfını “fazlalar” değil endüstriler yapmakta.
    2. En devasa enerji israfını “al at” tüketiciliği yapmakta.
    3. Sizin gibiler için bir mal satma reklamı gördüm. “İşine yaramazsa da al, misafirler geldiğinde konuşma vesilesi olur.”
    4. En devasa enerji israfını sizin gibi helaya bile arabayla gidenler yapmakta.
    5. Avrupalıların bir yılda sadece, belki sizde de bu sorun vardır ama mesajım kişisel değil, salt pis kokularını saklamak için kullandıkları parfüm dünyadaki fakirlik, eğitim, sağlık ve hijyen sorularını çözebilir. Ama onlarda aynı sizin gibi sefilliklerini boylarından büyük işlerde demokratik söz söyleme hakkını kullanarak boş içlerini boşaltırlar, kişisel terapi yaparlar
    6. Bulunduğum şehirde salt içecekler, sizin gibi, maşallah maşallah, tahsilli ücret kölelerinin içeceklerini soğuk tutmak için isarf edilen enerji binlerce aç insanı rahatça doyurur.
    7. Türkiye’de sizin gibi hayatı seyircilik olmuşları eğlendirmek için heder edilen para milyonlarca açların karnını doyurur.
    Bu listeye milyonlar eklenebilir.
    ÖNEMLİ NOT 1: bunlar nesnel bilgiler. “Fazlalıklara” arzuladığım çözüm önerileri değil! Çünkü benim için asıl fazlalıklar sıraladığım 7 şıktakilerle ciltle dolduracak asıl fazlalıkları temizlemek. Devletleri, okulları, bankaları, zenginleri, fabrikaları, orduları, kısacası tüm parazitleri yok etmek. Ama tüm dünya liderleri siz gibilerin arkasında olacağından, sizin gibi gönüllü düzen muhafızlığı yapanları koruyacaklarından en iyisi fazlalıklardan kurtulmak için size yakışır olumlu önerilerde bulunmak.
    ÖNEMLİ NOT 2: Bunlar benim fazlalıklar için yapılmasını arzuladıklarım şeyler değil, ben sizin gibi hava atanların arzularının ne kadar sahte ve yapay olduğunu göstermek istedim. Bence en iyi çözüm bu sizin gibileri ve sizden sonsuz daha boşluklarını tüketicilikle dolduranları azla yetinmeye ZORLAMAK.
    ÖNEMLİ NOT 3: Maşallah maşallah çok çok tahsilliye benziyorsunuz ama çoğunuzda alt sınıflar veya azınlıkların konuşma biçimini taklit etme özentisi görüyorum. Acaba kaynağı ne? Hele ZORAKİ yaptırmakla KATLİAMDAN geçirme arasındaki farkı yakalamanız sizin politika hayatında faal olduğunuzu veya siyasi bilimler dalında eğitim yaptığınızı kanıtlar veya, ve yine, çok fazla medya tüketicisi olduğunuzu gösterir gibi.
    Büyükler hep üstü örtülü konuşurlar, örneğin Amerika’nın Irak’a müdahelesini ZORLA da olsa oraya demokrasi getirmek için yaptı, Amaçları, sizin gibi yedikçe daha çok yemek isteyenlerin ıvır zıvırın azalacağı korkusunu azaltmak ve daha fazla ıvır zıvır tüketmelerine devamdı. Bütün akıllı silahlara rağmen hala sizin gibi destekçiler faydalı. Ben sizin iyi kalpi ZORLA’nızı bu büyüklerin vantrilokluğunu yapıyor sanmıştım. Sizi yedikçe daha çok yemek isteyenlerin sözcüsü sandım.
    Bir ara dünyayı yönetenlerin tüketiciliği arttırma yolunda bir çözümü zenginliği dağıtma önerisiydi. Tabii bunu, ve yine, açık açık söylemek istemediler. Hatta kullandıkları tamı tamına, “ı üzerine nokta koymak istemiyoruz”, cümlesiydi. Aşağıda sizin gibi bol yiyip bol konuşanlar yanlış anlarlar, paniğe kapılırlar, ayaklanırlar düşüncesiyle korkup vazgeçtiler. Ben sizin iyi kalpli ZORLA ile tarihsel gerçek ZORLA’yı karıştırdım, özür dilerim.
    Ama son yanıtınız sizin ciddi büyük devlet ve iş adamlarına yakışır bir “alternatif” aradığını gösteriyor. Siz o büyüklere, BM’de ülkelerinin pezevenkliğini yapanların dilini bekliyorsunuz. Siz kellifelli sosyolojik, biyolojik, ekolojik, ekonomik, politik, … kısacası -ik, -ik, -ik dolu laflar beklerken yolunuzu şaşırıp sizin gibi ciddi olan ve dünya sorunlarını ciddi cidi tarıtşan -ik’ciler yerine benim gibi “ülen”, “a şaşkın”, ” Uluslararası kurumların” orospu ve pezevenkler olduğunu sanan birine rastladınız.
    Özet: insan çok, enerji gittikçe azalıyor, bir azınlık tükettikçe daha fazla tüketmek istiyor, paylaşmak istemiyor, …, sonsuza dek. “Şaşkın” olmayanların şaşkınlığı.
    Aşağıda bazi ciddi önerilerimi sıralayacağım İsterseniz siz bunları BM!ler gidip koca kelleler satabilirsiniz. Ben bu sizedeki “copy left”e inananlardanım.
    Ama önce televizyon vari, sıcak kanlı, cana yakın, duygusal, … kısacası kişisel ve dokunaklı bir ekle sizin “ırkı ıslah etmek”, “ırksal” sorularınıza bir cevap. Benim karım Yahudi ve en yakın arkadaşlarımın çoğu Yahudiydi. Sanırım onların etkisi altında sizi gibi konuşanlar bende hep Hitler’in (final solution)”nihai çözüm”ünün çağrışımını yapar. Tarih tekrarlar ama aynen tekrarlamaz. Bir kişisel acıklı ek daha.Ben de sizin gibi duyduklarıma inanıp, Yahudiler zengin olur diye karımla evlendim, benden züğürt çıktı!?
    Öneriler:
    1. Fakirleri yiyin. Hem protein alırsınız hem onlardan kurtulursunuz. Ve cesursanız önce Türk fazlalıklarıyla başlayın.
    2. Daha iyisi onlar siz gibileri yesinler.
    3. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde, organlarını kesip tıp bilim ve teknolojisine katkı adı altında zengin ülkelerde satın.
    4. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde, genetik mühendisliği ve microbiyoloji, kimyasal madde üreten şirketler aracılığıyla bozkır otları yenilebilir ve tüm gerekli (all-in-one) gıdaya çevrilir. Siz de fazlalıkları otlatan çoban tayin edilirsiniz.
    5. Dünyanın her yerinden her yerine gaz ve petrol taşıyan boru hatları var. Bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde, benzeri hatlarla sizin gibi çok yiyenlerin tuvaletlerini bu borularla, tabii, yine bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde kimyasal işlemlerle, tekrar yenilir hale getirilerek, dışkınız fazlalıkların oturdukları yerlere taşınır. Açlık sorunu da böylece kolayca çözülür.
    6. Fazlalıklar arasında salt onları hasta edip öldürecek, drone falan filan gibi, akıllı mikroplar, virüsler, bakteriler yaymak. Bu daha önce yapılmıştı.
    7. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde bulunacak başka gezegenlere göndermek.
    8. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknikle genlerini değiştirip sizin gibi yapmak, şapşallık rahatığı içinde insanlardan nefret ettirmek. Belki gönüllü intihar ederler.
    9. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknikle uzaydan gelen UFO’ların cennetten geldiklerine inandırıp vasıtaları doldurmak ve uydu gibi uzayda turist yapmak.
    Ama dikkatli olun, böyle şeylere şimdi daha çok eski ruhani dinlere inanlardan çok sizin gibi karnı tok ama kendini hiçlik dünyasında bulanlar, tahsilliler inanıyor. Çoğu hiçliğin yerine yeni din seküler-laik çözüm arıyor. Bu hiçliklerini gerçekten var olan, materyal varlıklarla doldurmak isteyen yeni din müminleri hop diye bu UFO’lara atlayabilirler. Hatta bu sitede böyle içi boşalmış, belki bir şey vardır diye uzaya gitmek isteyenler var. Birden bire bu fazlalıklarda kurtulma sorunu, felsefi ontolojik (yine ciddi -ik, -ik, -ik davası) sorun oldu. Benim gibi fazlalık salaklar buna “ne var, ne yok”, deriz
    Sizin bu öneriler kabul edilirse, sizi dünya enerji bakanı, yeni ve temiz çevre sağlayan çevre çöpçüsü, hayır özür dilerim, çevrecilik bakanı yaparlar.
    Buraya kadar yazdıklarım asıl beni rahatsız edeni üstü örtülü anlatmam. Ben şu içinde yaşadığımız dünyada lağım farelerinden bile aşağılığa indirgenmiş olanların, işi asıl elinde tutanların kulaklarına fısıldadıklarına inanan, büyük laflarla başka insanların kaderini konuşarak ukalalık eden, kendini dev aynasında gören, zamanımızda çok rastlanan kendi boşluğunu, sefilliğini, adiliğin kabul etmemek için büyük devlet ve iş adamları gibi konuşan bir psikolojik harabe olmuş kişileri sevmiyorum.
    Sizin bu söyledikleriniz medyada görüp papağanlık yapmak, bilgi yerine size benzeyen arkadaşlar arasında sırt sıvazlamak, tahsilliler dedikodusu yapmak. Elinizde dünya enerji miktarı, nüfusla olan ilişkisi, ülkelere göre enerji tüketimi, enerji dağıtımı, hatta enerji kıtlığı denildiğinde hangi enerjinin kıtlığı, ve binlerce ancak bu konuları ciddiye alıp araştırma yapanların sonuçlarına dayanan hiç bir şey yok.
    Bir ara, boş içlerini televizyon önünde oturmakta ve diğer diğer salakça tüketimlerle dolduranları doyurmak, uslu ve evcil etmek için kurulan nükleer merkezlerin nükleer enerji artıklarıyla ilgili dersler verdiğimde asıl fazlalıkların sizin gibiler olduğunu apaçık gördüm. Araba, uçak, plastik ve benzeri yüzlerce zaralı ürünleri kullanmakta ısrar eden enayi alışkanlıklardan vazgeçerseniz insan olmaya doğru ilk adımı atmış olursunuz.
    Özellikle, eğer ümidi insanlarda değil araya giren pezevenklerde ararsanız, en fazla fazlalık sizsiniz!

  479. Sayın (hortlak) 468'e

    Sayın “hortlak” 468,

    === 1 ===

    Fazla uzun. Admin

  480. 469, Sayın 469
    Çok özür dilerim ama “Üç altın çağ – Halil Berktay – Taraf” yazısında Altın Çağın konusunda bir eksiklik var.
    Antik Yunanlı Hesiod bu terimi kelimesi kelimesine ilk kullanan olarak bilinir. “Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır”, lafı Antik Yunan için geçerli değildir. Felsefede zaman sonsuzdur, ve tanrı dünyayı (isterseniz maddeyi diyelim) yaratmaz, maddeye şekil verir. Ege kıyısındaki “doğa” felsefecileri yaradılışı suyla, ateşle, dört elemanla açıklamak isterler. (Dinsel) Mitlerinde başlangıç kaos, daha henüz şekil almamış zamansız veya ebedi bir farksızlık.
    Şimdi eğer kelimesi kelimesine değil de satır arası ararsak, bu mite hemen hemen her yerde, ve özellikle eve yakın ve daha çok bilinen “Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır”dan mahrum Sümerlerde de rastlanı. Bu mitlerin esası, “başlangıç mükemmeldi, bozulma zamanla oldu”. Örneğin ne ölüm ne hastalık, ne yaşlılık vardı. Gılgamışın ölümsüzlüğü arayıp, bulması ama bir hata sonucu kaybetmesi mitine birçok yerlerde rastlanır.
    Eğer biraz konuyu biraz daha dağıtırsam, Platonu asıl gerçeğin değişmez dünya, güvenilmeyen, gerçek olmayan, durmadan değişen, bozulan dünya olduğu fikri aynı kaynağa dayanır.
    “Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır” cümlesindeki İlk büyük din Yahudilikteki mitleri tek tek, tabii günlerine uygun yorumlamalarla birlikte, Sümer mitlerine benzer.
    Konuyu çok çok daha dağıtırsam, insan insan olalı gerekli (mantık, matematik gibi) dünyayla, olumsal (var olan) dünya arasındaki farkı sezer ve bir cevap arar.
    Sanırım, burada belli ve belki evrensel bir mitle o mitin politikada kullanılışı karıştırılmakta. Özellikle Marksiz bağlamı içinde. Çünkü kapitalist-burjuva mitlerinin en güçlüsü mükemmeliği zamanın başlangıcından söküp, ilerleme, emek, azim, bilim-teknik sayesinde zamanın sonuna koyması.

  481. 470 Hortlak
    Nasıl da alık alık zevk içinde sırıtıyorsun!
    Senin fitilin bitmiş. Kendin gibi ırkçılardan destek arıyorsun. Önce ogürsel, şimdi de sen ve ogürsel gibi diğer bir Hitler torunu daha çıktı: Senin dediğin gibi adı Arif Kus. Sen kabızlıktan çıkaramadıklarını, insandan nefretini, kara cahilliğini yüzüne tükürenlerden nefretini, tüm bilginin televizyon bilgisi olduğunu görenlere, sahte cahillikle asıl cahilliğini görenlere hıncını ağzından çıkarıyorsun. Yeni ırkçı da çok yuttuğu yalanları hazm edemediği için senin lafınla Arif KUS olmuş, kusup duruyor. Partin büyüyor, tebrik ederim. Bu taraftar arama siliklerin çok bilinen özelliği,
    Hala yazı yazmasını bilmeyenleri taklit ediyorsun ve utanmıyorsun.

  482. Sayın (pipsqueak) 467'ye Soru

    Sayın “pipsqueak” 467,

    Yukarıda, “144” numaralı (19 Eylül) tarihli metninizde şunları yazmıştınız:

    [Türkiye’nin Avrupalılaşması ateşlendiğinde, sizin Gün şefiniz, bana “sen bizlerden çok daha tecrübelisin, bu konuda bir yazı yazar mısın?”, dedi. Ben yazdım ve o da kabalıklarımı ve kendi gibi efendilere yakışırlara sunulması için düzelterek yüksek makamlara, Birikim adlı bir koca kelleler dergisine gönderdi. Yanıt, hocanın çorba, kepçe ve çorbanın tadının kötü olduğu fıkrası, yani aynı sizin gibi benim yalancı olduğum.]

    Yukarıda, “467” numaralı (10 Kasım) tarihli metninizde şunları yazdınız:

    [Benim bu batı saplantısıyla ilgili bir yazımı, bu sitedeki gibi salaklar değil, gerçek entelektüellerden oluşan Birikim adlı bir dergi, çok daha düşünürlere yakışır bir şekilde, kıvırmadan ve işi bilgelik cambazlığına çevirmeden, dürüstçe ve asıl konuyu dağıtmadan cevaplandırdı: “bırak biz de o zenginliklerden biraz faydalanalım!”]

    SORUMUZ:

    SİZ; BİZZAT KENDİNİZ VEYA SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN ARACILIĞI İLE OLSUN FARKETMEZ:

    “BİRİKİM” DERGİSİNE 1 (veya 1’den fazla) YAZI GÖNDERDİNİZ Mİ? GÖNDERMEDİNİZ Mİ?

    “BİRİKİM” DERGİSİNİN EDİTÖR KADROSU; SİZİN YAZINIZI YAYINLADI MI? YAYINLAMADI MI?

    YUKARIDA “144” VE “467” NUMARALI METİNLERİNİZDE SADECE ŞUNU BELİRTMİŞSİNİZ:

    (144’den)
    […hocanın çorba, kepçe ve çorbanın tadının kötü olduğu fıkrası, yani aynı sizin gibi benim yalancı olduğum.]

    (467’den)
    [Birikim adlı bir dergi, çok daha düşünürlere yakışır bir şekilde, kıvırmadan ve işi bilgelik cambazlığına çevirmeden, dürüstçe ve asıl konuyu dağıtmadan cevaplandırdı: “bırak biz de o zenginliklerden biraz faydalanalım!”]

    YUKARIDA SÖYLEDİKLERİNİZ;
    GÖNDERDİĞİNİZ YAZIYA DAİR SADECE “BİRİKİM” EDİTÖR KADROSUNUN BAKIŞ AÇILARINI BİZLERE GÖSTERİYOR; BAŞKA BİR ŞEY YOK!

    “BİRİKİM”DEKİ YAZINIZIN İÇERİĞİ HAKKINDA BU SAYFADAKİLER HERHANGİ BİR BİLGİYE SAHİP DEĞİL!

    SİZE ZAHMET OLMAZSA, HANGİ YAZIDAN BAHSETTİĞİNİZİ AÇIK AÇIK İFADE EDER MİSİNİZ?

    “BİRİKİM”DEKİ O YAZINIZI BU SAYFAYA NE ZAMAN GÖNDERECEKSİNİZ?

    CEVABINIZI SABIRLA BEKLİYORUZ…

    Esen kalın.

  483. TÜRKİYE'YE GELEN 'GİZEMLİ PARA'DA ARTIŞ VAR!

    (11 Kasım 2015)

    Türkiye’ye yönelik “kaynağı belirsiz” döviz girişleri, yılın ilk dokuz aylık döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre %52 artışla 13 milyar doları da aştı.

    Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) verilerine göre, ödemeler dengesinin “kaynağı belirsiz girişi” olarak nitelendirilen “net hata noksan” kalemi, Eylül ayında 1.98 milyar dolar ile 2.0 milyar dolara yakın arttı.

    Bu artışla, yılın ilk dokuz ayındaki “kaynağı belirsiz girişler”in toplamı, geçen yılın aynı dönemindeki 8.87 milyar dolarlık girişin %52 gibi yüksek oranda üzerine çıkarak, 13.44 milyar dolara ulaştı.

    Kaynağı belirsiz girişlerin 2.0 milyar dolara dayandığı Eylül ayında, Ağustos’taki 27 milyon dolardan sonra, 95 milyon dolar ile bu yıl ikinci kez fazla verdi. Merkez Bankası’nın verilerine göre, Ağustos ayında da 1.17 milyar dolarlık kaynağı belirsiz giriş gerçekleşti.

    Merkez Bankası’nın ödemeler dengesi verilerine göre, Türkiye ekonomisinin “yumuşak karnı” olarak da nitelendirilen 12 aylık cari işlemler açığı da 40.57 milyar dolar oldu.

    Merkez Bankası açıklamasında, dış ticaret açığının bir önceki yılın aynı ayına göre 2.54 milyar dolar azalarak 2.53 milyar dolara düşmesinin yanında altın kaleminde, bir önceki yılın Eylül ayında 648 milyon dolar net ithalat olurken, bu yılın aynı ayında 520 milyon dolar net ihracat gerçekleşmesinin de fazla verilmesinde etkili olduğu belirtildi.

    ( http://odatv.com/turkiyeye-giren-gizemli-para–1111151200.html )

  484. 469, Sayın 469
    Çok özür dilerim ama “Üç altın çağ – Halil Berktay – Taraf” yazısında Altın Çağın konusunda bir eksiklik var.
    Antik Yunan’lı Hesiod bu terimi kelimesi kelimesine ilk kullanan olarak bilinir. “Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır”, lafı Antik Yunan için geçerli değildir. Felsefede zaman sonsuzdur, ve tanrı dünyayı (isterseniz maddeyi diyelim) yaratmaz, maddeye şekil verir. Ege kıyısındaki “doğa” felsefecileri yaradılışı suyla, ateşle, dört elemanla açıklamak isterler. (Dinsel) Mitlerinde başlangıç kaos, daha henüz şekil almamış zamansız veya ebedi bir farksızlık.
    Şimdi eğer kelimesi kelimesine değil de satır arası ararsak, bu mite hemen hemen her yerde, ve özellikle eve yakın ve daha çok bilinen “Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır”dan mahrum Sümerlerde de rastlaır. Bu mitlerin esası, “başlangıç mükemmeldi, bozulma zamanla oldu”. Örneğin ne ölüm ne hastalık, ne yaşlılık vardı. Gılgamışın ölümsizlüğü arayıp, bulması ama bir hata sonucu kaybetmesi mitine birçok yerlerde rastlanır.
    Eğer biraz konuyu biraz daha dağıtırsam, Platonu asıl gerçeğin değişmez dünya, güvenilmeyen, gerçek olmayan, durmadan değişen, bozulan dünya olduğu fikri aynı kaynağa dayanır.
    “Büyük dinlerle doğup gelen bir yaklaşımdır” cümlesindeki İlk büyük din Yahudilik ve mitleri tek tek, tabii günlerine uygun yorumlamlarla birlikte, Sümer mitlerine benzer.
    Konuyu çok çok daha dağıtırsam, insan insan olalı gerekli (mantık, matematik gibi) dünyayla, olumsal (var olan) dünya arasındaki farkı sezer ve bir cevap arar.
    Sanırım burada belli ve belki evrensel bir mitle o mitin politikada kullanılışı karıştırılmakta. Özellikle Marksiz bağlamı içinde. Çünkü kapitalist-burjuva mitlerinin en güçlüsü mükemmeliği zamanın başlangıcından söküp, ilerleme, emek, azim, bilim-teknik sayesinde zamanın sonuna koyması.

  485. Sayın Arif Kus,
    Ben sizin fazla televizyon masalları dinleyen sıradan bir tipik seyirci, zamanımıza mantar gibi biten ve asıl fazlalık olanlardan sandım. Kendinin ne kadar değersiz ve silik mahluk olduğunu görmek istemeyen, kendi öz varlığının bile mal, meta, yatırım araçları, kısacası kendinin insan değil İNSAN KAYNAĞI olduğuna biçarelikten göz yumup bilir bilmez konuşup boyundan büyük laflar edenlerden biri olarak gördüm.
    Galiba daha henüz medya ilan etmemiş: eskiden beyin yıkama aracı olan propaganda yalanlarla yapılırdı, şimdi eğitim fabrikalarından geçmiş, uslu, evcilleşmişler arasında en iyi propagandanın doğruyu söylemek olduğu çoktan keşfedildi. Bırakıyorlar bu tahsilli, rahat, hali vakti yerinde, beyni yıkanıp yeniden ve düzenin başını çekenler gibi düşünür biçimde yeniden yapılaştıranlar, kendi kendilerine kaçınılmaz sonuçlara kendileri varsınlar. Kendileri büyükler gibi laf kusmalarıyla büyükler gibi hissederek hiçliklerini his etmesinler. Özellikle çok yiyip hazm edemeyen salt ve salt tüketici olmuş oburlar, çalıştığı işyeri dışında bilgisi eksi sonsuz olan bu seyirciler, bilgileri salt ve salt psikolojileri olan bu kuklalar, kendi varlıklarını nesnel mal yığını, yatırım araçları gören bu insan dışı insanların ukalalığına sınır kalmadı. Bunlar o kadar alçalmış ki kendilerine “insan kaynakları” adı verilmesini bile normal, doğal bulurlar.
    Zaten artık asıl pornografi televizyon, gazete, İnternet kısacası medya adı verilen tüm dünyada bu salakları pasif seyirci, işin aslını becerenlerin dikizcisi yapmış.
    Çok çok dahası da var ama siz kızıyorsunuz. Bunları yazan milyonlarca kitap var. Onlar sıkıcı ve rahatsız edici hakikatleri alçalmış adi insanların yüzüne vururlar. Üstelik resimsiz, mini eteksiz, gürültü olmuş müziksiz, anlaması zor ve hepsinde çok daha önemlisi ekran olmuş gerçeği düğmeye basmayla hop değiştiren televizyona gibi değiller.
    1. En devasa enerji israfını “fazlalar” değil endüstriler yapmakta.
    2. En devasa enerji israfını “al at” tüketiciliği yapmakta.
    3. Sizin gibiler için bir mal satma reklamı gördüm. “İşine yaramazsa da al, misafirler geldiğinde konuşma vesilesi olur.”
    4. En devasa enerji israfını sizin gibi helaya bile arabayla gidenler yapmakta.
    5. Avrupalıların bir yılda sadece, belki sizde de bu sorun vardır ama mesajım kişisel değil, salt pis kokularını saklamak için kullandıkları parfüm dünyadaki fakirlik, eğitim, sağlık ve hijyen sorularını çözebilir. Ama onlarda aynı sizin gibi sefilliklerini boylarından büyük işlerde demokratik söz söyleme hakkını kullanarak boş içlerini boşaltırlar, kişisel terapi yaparlar
    6. Bulunduğum şehirde salt içecekler, sizin gibi, maşallah maşallah, tahsilli ücret kölelerinin içeceklerini soğuk tutmak için israf edilen enerji binlerce aç insanı rahatça doyurur.
    7. Türkiye’de sizin gibi hayatı seyircilik olmuşları eğlendirmek için heder edilen para milyonlarca açların arnını doyurur.
    Bu listeye milyonlar eklenebilir.
    ÖNEMLİ NOT 1: bunlar nesnel bilgiler. “Fazlalıklara” arzuladığım çözüm önerileri değil! Çünkü benim için asıl fazlalıklar sıraladığım 7 şıktakilerle ciltle dolduracak asıl fazlalıkları temizlemek. Devletleri, okulları, bankaları, zenginleri, fabrikaları, orduları, kısacası tüm parazitleri yok etmek. Ama tüm dünya liderleri siz gibilerin arkasında olacağından, sizin gibi gönüllü düzen muhafızlığı yapanları koruyacaklarından en iyisi fazlalıklardan kurtulmak için size yakışır olumlu önerilerde bulunmak.
    ÖNEMLİ NOT 2: Bunlar benim fazlalıklar için yapılmasını arzuladıklarım şeyler değil, ben sizin gibi hava atanların arzularının ne kadar sahte ve yapay olduğunu göstermek istedim. Bence en iyi çözüm bu sizin gibileri ve sizden sonsuz daha boşluklarını tüketicilikle dolduranları azla yetinmeye ZORLAMAK.
    ÖNEMLİ NOT 3: Maşallah maşallah çok çok tahsilliye benziyorsunuz ama çoğunuzda alt sınıflar veya azınlıkların konuşma biçimini taklit etme özentisi görüyorum. Acaba kaynağı ne? Hele ZORAKİ yaptırmakla KATLİAMDAN geçirme arasındaki farkı yakalamanız sizin politika hayatında faal olduğunuzu veya siyasi bilimler dalında eğitim yaptığınızı kanıtlar veya, ve yine, çok fazla medya tüketicisi olduğunuzu gösterir gibi.
    Büyükler hep üstü örtülü konuşurlar, örneğin Amerika’nın Irak’a müdahalesini ZORLA da olsa oraya demokrasi getirmek için yaptı, Amaçları, sizin gibi yedikçe daha çok yemek isteyenlerin ıvır zıvırın azalacağı korkusunu azaltmak ve daha fazla ıvır zıvır tüketmelerine devamdı. Bütün akıllı silahlara rağmen hala sizin gibi destekçiler faydalı. Ben sizin iyi kalpi ZORLA’nızı bu büyüklerin vantrilokluğunu yapıyor sanmıştım. Sizi yedikçe daha çok yemek isteyenlerin sözcüsü sandım.
    Bir ara dünyayı yönetenlerin tüketiciliği arttırma yolunda bir çözümü zenginliği dağıtma önerisiydi. Tabii bunu, ve yine, açık açık söylemek istemediler. Hatta kullandıkları tamı tamına, “ı üzerine nokta koymak istemiyoruz”, cümlesiydi. Aşağıda sizin gibi bol yiyip bol konuşanlar yanlış anlarlar, paniğe kapılırlar, ayaklanırlar düşüncesiyle korkup vazgeçtiler. Ben sizin iyi kalpli ZORLA ile tarihsel gerçek ZORLA’yı karıştırdım, özür dilerim.
    Ama son yanıtınız sizin ciddi büyük devlet ve iş adamlarına yakışır bir “alternatif” aradığını gösteriyor. Siz o büyüklere, BM’de ülkelerinin pezevenkliğini yapanların dilini bekliyorsunuz. Siz kellifelli sosyolojik, biyolojik, ekolojik, ekonomik, politik, … kısacası -ik, -ik, -ik dolu laflar beklerken yolunuzu şaşırıp sizin gibi ciddi olan ve dünya sorunlarını ciddi ciddi tartışan -ik’ciler yerine benim gibi “ülen”, “a şaşkın”, ” Uluslararası kurumların” orospu ve pezevenkler olduğunu sanan birine rastladınız.
    Özet: insan çok, enerji gittikçe azalıyor, bir azınlık tükettikçe daha fazla tüketmek istiyor, paylaşmak istemiyor, …, sonsuza dek. “Şaşkın” olmayanların şaşkınlığı.
    Aşağıda bazi ciddi önerilerimi sıralayacağım İsterseniz siz bunları BM!ler gidip koca kelleler satabilirsiniz. Ben bu sitedeki “copy left”e inananlardanım.
    Ama önce televizyon vari, sıcak kanlı, cana yakın, duygusal, … kısacası kişisel ve dokunaklı bir ekle sizin “ırkı ıslah etmek”, “ırksal” sorularınıza bir cevap. Benim karım Yahudi ve en yakın arkadaşlarımın çoğu Yahudiydi. Sanırım onların etkisi altında sizi gibi konuşanlar bende hep Hitler’in (final solution)”nihai çözüm”ünün çağrışımını yapar. Tarih tekrarlar ama aynen tekrarlamaz. Bir kişisel acıklı ek daha.Ben de sizin gibi duyduklarıma inanıp, Yahudiler zengin olur diye karımla evlendim, benden züğürt çıktı!?
    Öneriler:
    1. Fakirleri yiyin. Hem protein alırsınız hem onlardan kurtulursunuz. Ve cesursanız önce Türk fazlalıklarıyla başlayın.
    2. Daha iyisi onlar siz gibileri yesinler.
    3. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde, organlarını kesip tıp bilim ve teknolojisine katkı adı altında zengin ülkelerde satın.
    4. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde, genetik mühendisliği ve microbiyoloji, kimyasal madde üreten şirketler aracılığıyla bozkır otları yenilebilir ve tüm gerekli (all-in-one) gıdaya çevrilir. Siz de fazlalıkları otlatan çoban tayin edilirsiniz.
    5. Dünyanın her yerinden her yerine gaz ve petrol taşıyan boru hatları var. Bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde, benzeri hatlarla sizin gibi çok yiyenlerin tuvaletlerini bu borularla, tabii, yine bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde kimyasal işlemlerle, tekrar yenilir hale getirilerek, dışkınız fazlalıkların oturdukları yerlere taşınır. Açlık sorunu da böylece kolayca çözülür.
    6. Fazlalıklar arasında salt onları hasta edip öldürecek, drone falan filan gibi, akıllı mikroplar, virüsler, bakteriler yaymak. Bu daha önce yapılmıştı.
    7. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknik sayesinde bulunacak başka gezegenlere göndermek.
    8. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknikle genlerini değiştirip sizin gibi yapmak, şapşallık rahatığı içinde insanlardan nefret ettirmek. Belki gönüllü intihar ederler.
    9. Fazlalıkları, bu sitenin fetişi bilim-teknikle uzaydan gelen UFO’ların cennetten geldiklerine inandırıp vasıtaları doldurmak ve uydu gibi uzayda turist yapmak.
    10. Bu fazlalıkların çoğu ya Müslüman değil veya ya da tam Müslüman değil yada Müslüman ama geri kalmış, Avrupalı olmamış, Hortlak gibi zengin olmak için Faust gibi ruhunu satacağına vücudunu satmışlar olmadığından IŞİD’ı onların üstüne salın.
    Ama dikkatli olun, böyle şeylere şimdi daha çok eski ruhani dinlere inanlardan çok sizin gibi karnı tok ama kendini hiçlik dünyasında bulanlar, tahsilliler inanıyor. Çoğu hiçliğin yerine yeni din seküler-laik çözüm arıyor. Bu hiçliklerini gerçekten var olan, materyal varlıklarla doldurmak isteyen yeni din müminleri hop diye bu UFO’lara atlayabilirler. Hatta bu sitede böyle içi boşalmış, belki bir şey vardır diye uzaya gitmek isteyenler var. Birden bire bu fazlalıklarda kurtulma sorunu, felsefi ontolojik (yine ciddi -ik, -ik, -ik davası) sorun oldu. Benim gibi fazlalık salaklar buna “ne var, ne yok”, deriz
    Sizin bu öneriler kabul edilirse, sizi dünya enerji bakanı, yeni ve temiz çevre sağlayan çevre çöpçüsü, hayır özür dilerim, çevrecilik bakanı yaparlar.
    Buraya kadar yazdıklarım asıl beni rahatsız edeni üstü örtülü anlatmam. Ben şu içinde yaşadığımız dünyada lağım farelerinden bile aşağılığa indirgenmiş olanların, işi asıl elinde tutanların kulaklarına fısıldadıklarına inanan, büyük laflarla başka insanların kaderini konuşarak ukalalık eden, kendini dev aynasında gören, zamanımızda çok rastlanan kendi boşluğunu, sefilliğini, adiliğin kabul etmemek için büyük devlet ve iş adamları gibi konuşan bir psikolojik harabe olmuş kişileri sevmiyorum.
    Sizin bu söyledikleriniz medyada görüp papağanlık yapmak, bilgi yerine size benzeyen arkadaşlar arasında sırt sıvazlamak, tahsilliler dedikodusu yapmak. Elinizde dünya enerji miktarı, nüfusla olan ilişkisi, ülkelere göre enerji tüketimi, enerji dağıtımı, hatta enerji kıtlığı denildiğinde hangi enerjilerin kıtlığı, ve binlerce ancak bu konuları ciddiye alıp araştırma yapanların sonuçlarına dayanan hiç bir şey yok.
    Bir ara, boş içlerini televizyon önünde oturmakta ve diğer diğer salakça tüketimlerle dolduranları doyurmak, uslu ve evcil etmek için kurulan nükleer merkezlerin nükleer enerji artıklarıyla ilgili dersler verdiğimde asıl fazlalıkların sizin gibiler olduğunu apaçık gördüm. Araba, uçak, plastik ve benzeri yüzlerce zaralı ürünleri kullanmakta ısrar eden enayi alışkanlıklardan vazgeçerseniz insan olmaya doğru ilk adımı atmış olursunuz.
    Özellikle, eğer ümidi insanlarda değil araya giren pezevenklerde ararsanız, en fazla fazlalık sizsiniz!

  486. Sayın 470 Hortlak
    Ağzına sağlık.
    Daha sanki dün hayvanlıktan insanlığa geçtik, bu yolunu şaşırmışlar bizim yeniden dört ayak üzerinde yürümemizi istiyorlar. İnsanların daha da insan olması yolunda yaptıkları ilerlemeleri, buluşları, keşifleri silip atmak istiyorlar.
    Bizi güdülerle daha da çok çalışmaya, daha da yaratıcı olmaya, daha hala sonsuz sayıda bulunmamışları bulmaya, dinamik olmaya davet edeceklerine her nesilde rastlanan “ah o güzel günler”, lafları ediyorlar. Bunun yerine sizin şu laflarınız insana umut, heyecan, çalışkanlık, korkusuzluk veriyor. Doğru yolu gösteriyor.
    “Aydinlanma cagi insanligin insan oldugunun kesfi derler.Insani kesf eder.
    Sanayi cagi; Insanin insanca yasamasini kesfeder.
    Size haksizca birileri saldirirsa sizce kapitalist olmadan kapitalizmi,jahudi olmadan jahuduligi savunmalisiniz..
    Kapitalizmin adaletsizligini,rezilligini,asagilik yönlerini,belkide köleciligin enbüyügü oldugunu bilsekte bu maymunlara karsi savunmak zorundayiz..”
    Helal olsun be arkadaş, eğer sitede bazı sözler yasak olmasaydı, bize “senin gibi d…’lı gerçek erkek lazım derdim.
    Son seçimler Erdoğan’ın senin gibi d…’lı olduğunu kanıtladı ama o senin ve bizim istediklerimizi yanlış nedenlerden yapıyor. Sen zamanını bu maymun olmak isteyenlerle heder etmektense, Erdoğan’ı yola getirsen, ona senin daha akla uygun ve daha çağdaş fikirleri aşılasan daha iyi olur.
    Zaten biliyoruz asıl amaç refahlık. Aç ayı oynamaz, derler. Sonrası, dediğiniz gibi gittikçe daha insan olmak kolay olmasa bile, yol açık olacak.
    Esen kalın

  487. Sayın (hortlak) 468'e

    Fazla uzun. Admin

  488. [1. BÖLÜM] Sayın (hortlak) 468'e

    NOT:

    AŞAĞIDAKİ CEVAP SAYIN “HORTLAK 468’E” YAZILMIŞTIR.

    CEVAP 2 BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    [[[ 1. BÖLÜM ]]]

    Sayın “hortlak” 468,

    === 1 ===

    Siz MARXIST birisine hiç benzemiyorsunuz!

    Siz; daha çok “Marxism maskesi”ni suratınıza takarak oyun bahçesinde oynayan bir çocuğa benziyorsunuz!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar; Marxist değiliz. “Anarşist” olduğumuzu yukarıda onlarca metnimizde defalarca dile getirdik. Zahmet etmediğiniz ve okumadığınız için görmemişsiniz!

    “Anarşist” olduğumuz hâlde gayet iyi biliyoruz ki:
    Hiçbir Marxist; “rekabet”i savunmaz!

    Ne yazık ki arada sizin gibi numuneler çıkıyor! Ve yine ne yazık ki; bu numune (yani siz sayın “hortlak”!) bize denk geldiniz!

    === 2 ===

    Size defalarca yazdık, sayın Gün Zileli’nin sitesine gönderdik, ama zahmet etmediniz, okumadınız!

    Öve öve bitiremediğiniz Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in):

    “Emek-Değer” teorisi nedir:

    http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/

    “Artı (artık) değer” teorisi nedir:

    http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/

    Zahmet etmenizi, yukarıdaki bilgileri okumanızı ve unuttuklarınızı hatırlamanızı tavsiye ediyoruz sayın “hortlak”!

    === 3 ===

    Kapitalizm, on yıllardır omuzlarınız üzerine öyle ağır basınç uyguluyor ki; bir “Marxist” olduğunuzu unutur hâle gelmişsiniz! Bildiğinizi de unutmaya teşnesiniz sayın “hortlak”!

    Kapitalizm (ne yazık ki!) sizi de kandırmaya başlamış olmalı ki; utanma arlanma nedir, unutuyorsunuz!

    [Ne Romantik Story!

    Bu GUjarat i bilen varmi? insanliga kültürel bir gelismesine önmeli bir katki yapmis bir halkmiydi?

    MÖ.2000 önce! bir sifiri fazla olmus gibi.. Ozamanin gemilerinin büyüklügü neydi? ne tasirlardi? Kolombonun gemisi 25 metreydi!!

    Ve bizim aslanlar endonozyaya vardilar diyelim ellerinde baharat,pirinc bugday biraz agir olur yola degmez..
    Vede diyelimki ordan tuz almak istediler..
    1.soru; Ya bu tuzcu baharati istemiyor deri istiyor.Dericide peynirci istiyor,peynircide et istiyor.
    Ödük bittik sonunda ondan ona ondan ona mallari tasi tasi tasi karsi karsiya geldik!!

    2.soru! son derece bir sans üzere tuzcuda bizim baharati istedi!

    Degistirelim bakalim: Metre? olmaaaz.. KG olmaaaazzzz
    Rengine göre olmaz,Hacmine göre olmaazzz..
    Takildik kaldik!!!
    Algülüm vergülüm yok devenin nali!

    Bu sin tek cözümü bir Parameter bulmak! yani bir baska ürünle,3.ürünle ölcmek.. Benim malim.sukadar bugday eder ya Seninki? benim malim sukadar et eder ya seninki?
    Benim malim su kadar deri eder ya seninki?
    Öylese bu 3.mal zorunlu olarak gene mal dir vede PARAdir!
    O olmazsa degisim bir yutturmacadir,karsilikli hediyedir.Aptallarin,dilencilerin isidir..]

    NİÇİN SİZDE DE UTANMA ARLANMA KALMAMIŞ SAYIN “HORTLAK”?! İŞTE SEBEBİ:

    Kitap: “Borç” İlk 5000 Yıl
    Yazan: David Graeber (Antropolog ve anarşist)
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres:
    http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454

    Eğer zahmet ederseniz ve yukarıdaki eserde açığa çıkarılmış bilgileri tahlil ederseniz sayın “hortlak”:
    “PARA” isimli nesnenin;
    Hangi amaçla icat edildiğini,
    Ve fakat, zamanın akışı içinde nereye zorla evriltildiğini öğreneceksiniz!

    Hâlâ utanmadan arlanmadan:

    “Gucerat”lı ticaret erbaplarının insanlığın kültürel gelişmesine katkı yapıp yapmadığından,

    “Gucerat”lı ticaret erbaplarının gemilerinin ne kadar kısa ne kadar uzun olduğundan,

    Endonezya’ya binbir zorlukla ulaştırdıkları malları hangi ölçü birimlerine göre takas ettiklerinden,

    Endonezya’da karşılaştıkları malları beğenip beğenmediklerinden,

    “Takas”ın bir dilencilik mekanizması olduğundan, “aptalların!” mekanizması olduğundan;

    bahsedebiliyorsunuz sayın “hortlak”!

    Kapitalizm öyle kuvvetli bir zehir ki; sizin gibi “Marxism maskesiyle” ortalıkta aylak aylak dolaşan numunelik bir çocuğu bile kandırması hiç zor olmamış!

    Sizde utanma arlanma kalmamış sayın “hortlak”!

    === 4 ===

    [Kafanizi taktiginiz REKABET kelimesine gelince; Sizler gene kapitalzmin en barbar en wahsi yönünü savunuyorsunuz!

    Arkadasiniz DÖNER yiyemiyormus,pahaliymis. Eger baska dönerciler olmasaydi döner 2 misli 10 mislipahali olurduku arkadasinizin rüyasina bile giremezdi..
    Iphone Cinde 10 dolara mal ediliyor.Piyasada nerdeyse 100 mislisine satiliyor..18 milyar apple 3 ayda kar ederek rekor kirar. Samsung olmazsa,simdide huwei atak yapmazsa bizler apple lerin ebedi destekcisi olurduk..
    Su elimzeki bilgi sayarlari zamninda 10 bin dolara alidik..!
    Rekabet degilde tekelcilk olsaydi o fiyat kalirdi.

    Bu cocuksu konulari gidinde bir simit satana sorun,cay satana sorun,ekmek satana sorun onlar size anlatir rekabat nedir diye…]

    “Döner” yemeyi de,
    “Gitar” parçalamayı da:
    İS-TE-Mİ-YO-RUZ!

    Size, sayın “hortlak”, artık ortalıkta “Marxism maskesi” ile dolaşmamanızı öneriyoruz! İlk zamanlar komiktiniz, şimdi çekilmez olmaya başladınız!

    KAPİTALİZM; SADECE AMA SADECE “ÜRÜN (MAL)” VE “HİZMET”İN DÜNYADA GÖRÜNÜR OLMASI İÇİN MÜCADELE EDER!

    KAPİTALİZM; “İNSANİYET” VE “EMEK” KAVRAMLARINI DAİMA UNUTTURMAYA ÇALIŞIR!

    SİZİN, ÖVE ÖVE BİTİREMEDİĞİNİZ KARL MARX’INIZ VE FRIEDRICH ENGELS’İNİZ BİLE “İNSANİYET” VE “EMEK” KAVRAMLARINI DAİMA HATIRLAMANIZ İÇİN “DAS KAPITAL”İ YAZDI!

    SİZ, ÖRNEK ALDIĞINIZ YUKARIDAKİ İKİ KİŞİNİN UYARISINI BİLE GÖREMEYECEK KADAR KAPİTALİZM TARAFINDAN KÖRLEŞTİRİLMİŞSİNİZ SAYIN “HORTLAK”! VE NE ACIDIR Kİ; KÖRLEŞTİĞİNİZİ SİZİN SURATINIZA ÇARPAN BİZLER, YANİ “ANARŞİST”LERİZ! KEŞKE SURATINIZA BUNU ÇARPTIRTMASAYDINIZ!

    Hâlâ utanmıyorsunuz!
    Hâlâ arlanmıyorsunuz!

    “Emek-Değer” teorisi:

    *** Meta (veya “emtia”, veya “ticarete konu olan mal”) ***

    {{{ Bir ürünün (malın) üretim sürecinde, onun önemini gösteren şey; kapitalist-patronların adeta dikte ettiği “zorunlu emek süresi”dir. Her bir meta, bu minvalde, içinde olduğu kategorinin ortalama bir örneği olarak düşünülmelidir. Bu sebeple, aynı zaman diliminde üretilen ve sarfedilen emeğin toplamıyla vücut bulan meta; aynı “değer”e sahiptir. Herhangi bir metanın değeri, başka bir metanın değeriyle aynıdır. “Zorunlu emek süresi” diliminde üretilen bir metanın karşılığı; yine, aynı şekilde, “zorunlu emek süresi” diliminde üretilen bir başka metanın karşılığıyla aynı olma gerekliliğini getirir. “Değer” bazında baktığımızda, üretilen her meta; yığınların sarfettiği emek süresinin katılaşmış (cisimleşmiş) hâlinden başka bir şey değildir. }}}

    Yukarıda Marx’ın açıklamaları, yalnızca onun keşfettiği bir olgu değil! Marx, çağlar boyunca süregiden bağıntıları gözlemleyerek tespitini dile getirmiştir: Burjuva toplumda, bir metanın “değer”ini (veya “doğal fiyatı”nı) belirleyen şey; o metayı üretirken sarfedilen “emek süresi”nin ne kadar olduğudur.

    Adam Smith de kendi tespitini şöyle açıklamıştır:

    (Kaynak:
    “Milletlerin Zenginliği”,
    1. kitap, 5. kısım,
    “Malın Gerçek Fiyatı ile İtibari Fiyatı Yahut Bunların Emek Olarak Fiyatı ile Para Üzerine Olarak Fiyatı”,
    Sayfa 31-32)

    {{{ Herkes, insan yaşamı için gerekli, elverişli, hoşa giden nesnelerden yararlanabilmek üzere bulabildiği olanak ölçüsünde, zengin ya da yoksuldur. Ama, işbölümü bir kez iyice yer etti mi, bu şeylerin pek azını insan kendi emeği ile elde edebilir. Bütün bunların en çoğunu başkalarının emeğinden edinmesi; üzerinde egemen olabileceği ya da satın almaya gücü yeteceği emek miktarına göre, zengin veya yoksul olması gerekir.

    Bir metaya sahip olan kişiye göre, eğer onu kullanmayacak veya tüketmeyecek ama onu diğer metalarla takas edecekse, bu metanın “değer”i; o meta üretilirken sarfedilen “emek miktarı”dır. Ki bu durum, kişiye; o metayı satın alma veya o metaya hükmedebilme olanağı sağlar. İşte bu sebeple “emek”; “metanın takas değeri”nin gerçek ölçüsüdür.

    Her şeyin “gerçek fiyatı (reel fiyatı)”, yani kişi bunu elde etmek istediğinde onun başına çıkaracağı gerçek maliyet; onu (“mal”ı veya “hizmet”i) elde etmek için katlandığı zahmet ve sıkıntıdan ibarettir.

    Bir metayı elde etmiş olup, elden çıkarmayı veya bir başka metayla takas etmeyi isteyen kişi için, o metanın “gerçek değer”i; kendi üstünden atıp başkalarının sırtına yükleyebildiği zahmet ve sıkıntıdır. }}}

    ÇOK MÜHİM UYARI: Marx’a göre “emek” kavramına bu kadar önem verilmesi; “fetişizm”den başka bir şey değildir! Sayın “pipsqueak”in yaptığı eleştirilerde haklılık payı var!

    “İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, üretiminin gücü ve büyüklüğü ne kadar artarsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta üretirse, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının değerinin artmasıyla doğru orantılı olarak insanların dünyası değersizleşir. Emek sadece meta üretmekle kalmaz, aynı zamanda; genel olarak meta ürettiği oranda kendini ve meta olarak işçiyi de üretir.”
    [Karl Marx, “1844 Elyazmaları (Paris Elyazmaları)”, “Ökonomisch-philosophische Manuskripte aus dem Jahre 1844”]

    Hem Karl Marx’ın tespitini, hem de Adam Smith’in tespitini yukarıda görmüş oldunuz.

    Şimdi örneklendirelim:

    [ A ]

    Vietnam’da, Malezya’da veya Endonezya’da “serbest!” olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; “Nike”, “Adidas”, “Puma” gibi yüzlerce markanın kıyafeti, ayakkabısı, spor malzemesi ve benzerleri, “üretim sürecinin hızlandırılmasıyla!” 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları “satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”

    Gelin görün ki:
    ABD’den (emekli) basketbolcu “Michael Jordan”, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu ayakkabılardan bir serinin üzerine “Michael Jordan” isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem “marka”ya hem Jordan’a kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    [ B ]

    Bangladeş’te “serbest!” olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; “Lacoste”, “Mango”, “Tommy Hilfiger”, “ZARA”, “Reebok” gibi yüzlerce markanın kıyafeti ve benzerleri, “üretim sürecinin hızlandırılmasıyla!” 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları “satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”

    Gelin görün ki:
    Rusya’dan tenisçi “Maria Sharapova”, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu kıyafetlerden bir serinin üzerine “Maria Sharapova” isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem “marka”ya hem Sharapova’ya kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    [ C ]

    Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güney eyaletlerinde yoğunlaşmış olan, daha çok “‘Foxconn’ şirketokrasi canavarı!” bünyesinde ilikleri sömürülen milyonu aşkın işçinin ter akıtmasıyla ve “intihar etmesiyle!”; “Sony”, “Apple”, “LG”, “Samsung”, “Huawei”, “Panasonic”, “Canon”, “ASUS”, “Nikon”, “OnePlus”, “Acer”, “HTC”, “Dell”, “Lenovo” gibi yüzlerce markanın cihazları üretiliyor.

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu cihazları “satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!” Ve hâttâ, bir bankaya başvurup “tüketici kredisi” bile çekmek isteseler; banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermiyor!

    Gelin görün ki:
    Yukarıda adı geçen “marka!”ları;

    New York / Wall Street’te borsa simsarlığı yaparak kapitalizmi yücelten bir yüksek lisans öğrencisi,

    Veya Ankara / OSTİM’de üretim mühendisliği yaparak “yerli otomobil üretmeye!” çabalayan bir şahıs,

    Veya İstanbul / Maslak’ta bir plazada C.E.O. kıçı yalayarak raporlar hazırlayan bir “Beyaz Ya-LA-ka” satın alıyor!

    NOT:
    SAYIN “OGÜRSEL”E YAZDIĞIMIZ “307” NUMARALI CEVABIMIZDA; “FOXCONN ŞİRKETOKRASİ İNTİHARLARI LİSTESİ!” Nİ İŞARET ETMİŞTİK SAYIN “HORTLAK”! OKUDUNUZ MU? HAYIR, OKUMADINIZ!

    [18 HAZİRAN 2007]
    “Hou” › Yaş: 19 › Erkek › Fabrikanın banyosunda kendini astı, hayatını kaybetti!

    [16 TEMMUZ 2009]
    “Sun Dan-yong” › Yaş: 25 › Erkek › iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlayarak hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [OCAK-MAYIS 2010 arası]
    “Ma Xiang-qian”,
    Bay “Li”,
    “Tian Yu”,
    Bay “Lau”,
    Sao Shu-qin,
    Bayan “Ning”,
    “Lu Xin”,
    “Zhu Chen-ming”,
    “Liang Chao”,
    “Nan Gan”,
    “Li Hai”,
    Bay “He”›››
    Yaş: 17-29 arası › Binadan atlayarak hayatlarını kaybettiler!

    [20 TEMMUZ 2010]
    “Liu” › Yaş: 18 › Erkek › Bir yurdun altıncı katından atlayarak hayatını kaybetti!

    [7 OCAK 2011]
    “Wang Ling” › Yaş: 25 › Kadın › Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [26 MAYIS 2011]
    “Adı bilinmiyor › Yaş: 20 › Erkek › Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [TEMMUZ 2011]
    “Cai” › Yaş: 21 › Erkek › Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [23 KASIM 2011]
    “Li Rongying” › Yaş: 20 › Kadın › Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [14 HAZİRAN 2012]
    “Adı bilinmiyor” › Yaş: 23 › Erkek › Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [24 NİSAN 2013]
    “Xu Lizhi” › Yaş: 24 › Erkek › Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    [27 NİSAN 2013]
    “Adı bilinmiyor” › Yaş: 23 › Kadın › Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    Kaynaklar:
    http://www.vimeo.com/17558439
    http://www.sacom.hk/?p=740
    http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/

    [CEVABIMIZIN DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  489. [2. BÖLÜM - SON] Sayın (hortlak) 468'e

    [[[ 2. BÖLÜM – SON ]]]

    SAYIN “HORTLAK (468)”,

    YUKARIDA ADI GEÇEN “MARKA!”LARIN ÜRETTİĞİ TEKNOLOJİYE DEĞİL; BÜTÜN BU TEKNOLOJİ ÜRETİLİRKEN UYGULANAN “ÖLÜMCÜL REKABET!”E VE “SÖMÜRÜCÜ ZİHNİYET!”E KARŞIYIZ!

    BU DEHŞET DURUM, SADECE “UZAK!” ASYA ÖZELİNDE DEĞİL; BÜTÜN DÜNYADA YAŞANIYOR!

    [Kafanizi taktiginiz REKABET kelimesine gelince; Sizler gene kapitalzmin en barbar en wahsi yönünü savunuyorsunuz!

    Arkadasiniz DÖNER yiyemiyormus,pahaliymis. Eger baska dönerciler olmasaydi döner 2 misli 10 mislipahali olurduku arkadasinizin rüyasina bile giremezdi..
    Iphone Cinde 10 dolara mal ediliyor.Piyasada nerdeyse 100 mislisine satiliyor..18 milyar apple 3 ayda kar ederek rekor kirar. Samsung olmazsa,simdide huwei atak yapmazsa bizler apple lerin ebedi destekcisi olurduk..
    Su elimzeki bilgi sayarlari zamninda 10 bin dolara alidik..!
    Rekabet degilde tekelcilk olsaydi o fiyat kalirdi.]

    HÂLÂ UTANMADAN ARLANMADAN YUKARIDA KÖŞELİ [] PARANTEZ İÇİNDEKİ CÜMLELERİ YAZABİLİYORSUNUZ SAYIN “HORTLAK”!

    SİZ DE KAPİTALİSTLEŞMİŞ “BİR KONFORMİST MARXIST”SİNİZ SAYIN “HORTLAK”!

    ON YILLARDIR SADECE “ÜRÜN (MAL)”I VE SADECE “HİZMET”İ GÖRMEYE ALIŞMIŞSINIZ SAYIN “HORTLAK”!

    KAPİTALİZMİN DİKTE ETTİĞİ “ÖLÜMCÜL REKABET”İ, “SÖMÜRÜCÜ ZİHNİYET”İ UNUTMUŞSUNUZ SAYIN “HORTLAK”!

    ÖVE ÖVE BİTİREMEDİĞİNİZ MARX’INIZIN VE ENGELS’İNİZİN UYARILARI OLAN “İNSANİYET”İ VE “EMEK”İ UNUTMUŞSUNUZ SAYIN “HORTLAK”!

    SİZ ELİNİZE BİR “APPLE IPHONE”U, BİR “SAMSUNG GALAXY”Yİ, BİR “HUAWEI”Yİ ALDIĞINIZDA; SADECE AMA SADECE “FİYATI MAKÛL BİR TELEFON!” GÖRÜYORSUNUZ SAYIN “HORTLAK”! (Not: Kapitalistlerin icat ettiği o meşhur “tavsiye edilen tüketici fiyatıdır!” tabirini hatırlayınız sayın çocuklaşmış marxist “hortlak”!)

    BİZLER, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YA-la-KA”LAR İSE; BÜTÜN BUNLARI ELİMİZE ALIP İNCELEDİĞİMİZDE “İNTİHAR ETTİRİLEN İNSANİYET”İ VE “SÖMÜRÜLEN EMEK”İ GÖRÜYORUZ SAYIN “HORTLAK”!

    SİZ NE BİÇİM BİR “MARXIST”SİNİZ SAYIN “HORTLAK”!

    HAKİKİ MARXIST’LER SİZİ ARALARINDA GÖRSELER, TEKME TOKAT SİZİ KOVARLAR SAYIN “HORTLAK”!

    ********************

    BİR DAHA OKUYUN VE BİR DAHA GÖRÜN BAKALIM; “ÖLÜMCÜL REKABET”E VE “SÖMÜRÜCÜ ZİHNİYET”E KARŞI NASIL MÜCADELE EDİLİYOR SAYIN “HORTLAK”:

    === ÖRNEK 1 ===

    (Yukarıda “128” numaralı metnimizden)

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:

    19 Mayıs 2015

    Adres:
    https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    *
    TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    […
    “Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.

    “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı.

    “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:

    “İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:

    Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
    …]

    Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Sayfa 38, 39
    Adres:
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf

    === ÖRNEK 2 ===

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 12 Kasım 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ‘emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    === ÖRNEK 3 ===

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır ! }}}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı ‘eylem’lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya daha çoooook devam ederiz!

    Hâlâ utanmadan arlanmadan:

    [Iphone Cinde 10 dolara mal ediliyor.Piyasada nerdeyse 100 mislisine satiliyor..18 milyar apple 3 ayda kar ederek rekor kirar. Samsung olmazsa,simdide huwei atak yapmazsa bizler apple lerin ebedi destekcisi olurduk..
    Su elimzeki bilgi sayarlari zamninda 10 bin dolara alidik..!
    Rekabet degilde tekelcilk olsaydi o fiyat kalirdi.]

    yazabiliyorsunuz sayın “hortlak”!

    Yazık!
    Çok yazık!
    Acıyoruz size de!

    Esen kalın!

  490. Sayın Zileli; teşekkürler.

    Sayın Zileli,

    Sayın “hortlak” 468’e gönderdiğimiz 2 bölümlük cevabımızı yayınladığınız için teşekkür ederiz.

    Esen kalın.

  491. ABD de Televisyon kanali vardir.Hani ikide bir kayitda gülme sesleri gelen komedi diziler falan..
    Bu arkadaslar ABD de bir Bilimi komediye ceviren bir televisyon programini buraya naklediyorlar..
    Tabiki sirf gülme olmayacagindan arada ciddi birseyler fisiltiyorlar..

    Arkadas senin uzay teknigin Beyaz adamin teknigine rekabet edip,ben alet kullanmadan ucarim diyorsan inanirim..
    Cok gaz yapip kicina ates tutarsan ,tekniksiz ucus saglayabilirsin.. neden olmasin? dene..
    Biraz Mallaho is olur ama olur..

  492. SYRIZA İKTİDARDA ama YUNAN HALKI AYAKTA!

    YUNAN İŞÇİ SINIFI 24 SAATLİK GREVE BAŞLADI !

    (12 Kasım 2015)

    Yunanistan’da Syriza hükümetinin kemer sıkma politikalarını protesto etmek için kamu ve özel sektör çalışanları 24 saatlik greve başladı. Çipras iktidarına karşı işçiler ilk kez genel greve çıkarken, hükümette grevi destekliyor.

    HAVA VE DENİZ ULAŞIMINDA AKSAMALAR

    Önde gelen sendikaların Yunanistan’da çağrısıyla işçiler iş bırakırken, Çipras başkanlığındaki hükümet döneminde ilk kez genel grev düzenleniyor. Postane çalışanları, öğretmenler, mühendisler, doktorlar, noterler, eczacılar, banka çalışanları, basın çalışanları, otobüs şoförleri, metro ve tren yolu çalışanları ile liman ve denizyolu çalışanları 24 saat boyunca grevde olacak.

    Grev nedeniyle hava ulaşımı olumsuz etkilenirken, iç ve dış hatlardaki birçok uçuşun iptal edildi. Liman çalışanlarının da greve katılması nedeniyle deniz ulaşımında da aksamalar yaşanıyor.

    OMONİO MEYDANI’NDA İŞÇİLER BİR ARAYA GELDİ

    Genel grevin düzenleyicileri Yunanistan İşçi Sendikaları Konfederasyonu (GSSE) ve Kamu Çalışanları Sendikası (ADEDY) saat 11.00’de Klaftimonos Meydanı’nında toplandı. Greve destek veren Yunanistan Komünist Partisi’ne (KKE) bağlı Yunanistan İşçi Mücadele Örgütü (PAME) ise Omonio Meydanı’nın bir araya gelerek bir protesto gösterisi düzenledi.

    Grevin en etkili olduğu başkent Atina’da ise hayat adeta durdu. Atina’da toplu taşıma araçları çalışmıyor. Otobüs, tramvay, tren ve metro seferleri yapılamıyor. Müze ve arkeolojik alanlar kapalı kalacak. Genel greve devlet daireleri, kamu kurumları ve yerel yönetim çalışanları da katılıyor. Medya sektörü çalışanları da genel grev kapsamında 24 saatlik iş bırakma eylemi yapıyor. Hastaneler sadece acil vakalara bakıyor.

    ÇATIŞMA ÇIKTI

    Protesto gösterileri sırasında bazı eylemcilerle polis arasında çatışma çıktı. Bir grup eylemci de Atina’daki Yunanistan Merkez Bankası’nın ofisine molotof kokteyli attı.

    Yunan polisi ayrıca, Altın Şafak’ın binasına doğru yürümek isteyenleri engellemek için sokağın girişinde barikat kurdu.

    “REFORMLAR” YUNAN HALKINI BEZDİRDİ

    Avrupa Birliği ile iplerin gerilmesi sonrasında, Yunanistan’ın Avrupalı kreditörlerle imzaladığı anlaşmalar sıkı kemer sıkma politikalarına neden oldu. Atina’nın AB ve kreditörlerin 86 milyar euroluk “Üçüncü Kurtarma Paketi” karşılığında şart koştuğu reformları uygulaması bekleniyor. Kredinin 13 milyar euroluk ilk dilimi ağustos ayında Atina’ya havale edilmişti.

    Yunanistan hükümeti kredi karşılığında reform sözü verdi. Hükümeti yakın zaman önce önemli bir vergi ayrıcalığını daha kaldırmıştı. Meclisten geçen reform paketindeki yeniliklerden en önemlisi tarım sektörünü ilgilendiriyor. Çiftçiye uygulanan en önemli teşviklerden biri kalktı. Üretici mazota artık daha fazla vergi ödeyecek. Dizel yakıtının tonuna şimdiye kadar 66 euroluk katma değer vergisi ödeniyordu. Vergi 200 Euro’ya çıkarıldı. Üretici birlikleri vergi zammını protesto etti.

    ( http://odatv.com/sosyalist-syriza-iktidar-da-ama-yunan-halki-ayakta-1211151200.html )

  493. Sayin 440 Hortlak,

    cinsel ayrımcı yorum konmadı.

  494. Suna marxi anlamadim desenize..
    Sanki verilen bozuk aciklamalar endonzya masalini cözümler!

    Marx bir malin degerini yaratan emek oldugunu demekle kalmaz. Onun iszamaniyla ölcülmesini demeklede kalmaz.Onun Üretken,nitelikli,nicelikli,göresel oldugunu acklamaylada kalmaz.. en önemlisi o malin degerini belirleyen toplumsal,ortalama emek dedigimiz soyut emekle ölcülebilecegini aciklar..
    BU su demektir; Hic kimse ürettiginin emeginin fiyatini,degerini belirleyemez. Cok emek verilmis,cok zaman harcanmis bir mala essek isi yaparsaniz toplumsal degeri düsük olabilir..
    Zararda yapabilirsiniz..
    Ama nitelikli,üretken,azzamanda cok üreten emekle bir tutulmaz…
    O zaman kimin degeri gecerli,nasil degeri ölcülecek,belirlenecek? Bu yüzden malin gercek degerini ancak,emegin toplumsal,ortalamsini genel ölcü olarak alinirak soyutlanilir.. Yani elinizde metre,KG, yoktur..
    Bu yüzdende su kapitalis sukadar kar ediyor isciyide sukadar sömürüyorda diye kesin bir ölcü veremezsiniz..
    Olay toplumsaldir.toplumslal sömürüdür,toplumsal sorundur!

    Genede olmasi gerekenden degil olandan hareket etmek gerek..
    Mal,hileyle,reklamla,yada yeni olmasiyla,az olmasiyla,teknikle,suyla buyla yüksek kar edebilir,yada tersine zarar edebilir..Bu pazarin cilvesi,dalgasi,dalga gecmesi ayri bir konudur..

    Öyleyse bir Iphone Cinde üretildiginde cinin toplumsal emek-degeri ölcü olarak ele alinir.. ABD de olsaydi farkli olurdu..Cünkü ABD toplumsal olarak daha üretken toplumdur..
    Eger Dünya ekonomisi olmus olsaydi böyle bir sorun olmazdi!
    Bangladesteki ayni ücreti hatta daha azini alarak calisir kendi ülkesinde.. Ozaman kar?? kari ABD .AB-vede Dünyadan aliyor!! Sömürü? Oda DÜNYADAN!! öffbee!

    Kapitalizme karsi cikmak baska Onun REKABETCI yönüne karsi cikmak baska!! Marx da rekabetci kapitalizmi olumlu bulur.. Sömürü sistemin sonunda herhangi bir kapitalstedegil Kapitalist SISTEMIN tikanacagindan,kendi kendini devireceginden,kendi mezarini kaziyacagini öngörür marx.

    Marx a dayanarak diyebilirimki O nefret ettiginiz Teknolojik gelisme sayesinde Kapitalizm hala yasiyor…

    Okudugunuzu anlamiyorsunuz..
    Isciler Makinalari kiriyorlarsa kapitalizme karsi degil isinden olduklari icindi orda hakli olarak.. vede haklarini delilere özgün bicimde tarihede bakmazsiniz- 50 yil sonra elde etmege baslarlar.. Makina kiriciliginda sendikal haklara..
    Sizin gibi SALT-SIRF Makinaya yada teknolojiye düsmanlik ederek degil! Sonucta teknoloji tüm toplumun yararina…

    17 kisi isten atilmis! Prisperx de agac parcasina atilip ABD den TR.ye yüzerek gelir.Cö kötü der ve. Bizim maymunistanda da 30 kisi ise alindigini söyler, Esen kalinci arkadas; Wayy be Odaha kötü der..
    Calissan kapitalzme kölelik yapiyon der,calismazsan kötü!

    Sizler simit satin daha iyi birakin,politikayi yeni kesfetmeleri,yeni uyduruk izmler,akimlar bulmayi..
    Sizlerin sacmaligina karsi,birak marx marksistce savunmagi kapitalizmi bile kapitalistce savunur olduk!!

  495. Sayı Yoldaş Hortlak 484
    “Arkadas senin uzay teknigin Beyaz adamin teknigine rekabet edip,ben alet kullanmadan ucarim diyorsan inanirim..”
    Bu arkadaşların bilimi komediye çevirmeleri doğru ama sen daha büyük bir komediye çevirdim.
    Sayın yoldaş, bundan 2 bin yıl önce dünyanın öbür ucu (sonsuz az, ihmal edilecek nanosaniyeye kafanızı takmazsanız) aynı anda görülebilir diyene gülerdik.
    İnsanı temel parçacıklara ayırıp ışık hızına yakın bir hızla diğer bir yere nakletme teorik olarak çoktan bilinen bir olasılık. Şu an bir teknik sorunla uğraşılmakta. Klasik fizikdeki madde anlamında, madde yer değiştirdiğinde kimliğini korurdu. Kuvantum fizikde bu geçerli değil ve örneğin siz yaklaşık ışık hızıyla başka bir yere naklederlerse, dört ayaklı, sivri kuyruklu, özür dilerim zekalı lağım faresi, yani asıl kimliğinize dönebilirsiniz. Farelerle insanlar arasında genetik fark %2 civarında.
    Benzeri bir teorik olasılığı bilgisayara bağladığınız baskı makinesiyle anlatayım. Her madde moleküllerden oluşmuştur. Örneğin sizin gibi bir hıyar. Bunun molekül yapısı bilinir.
    Üzerinde araştırma yapılan aynı yukarıdaki gibi bir düğümde. Ama teknik takıntıyı halletmek üzereler. Sen sadece bir molekülün formülünü Internet ile indireceksin ve makineyle hıyara çevireceksin. Molekülleri seçerken istersen tadı hıyarla keriz, özür dilerim kirazla karışımı, rengi sizin gibi ateşli kızıl, şekli sizin gibi armut, … her neyse siz yaratıcısınız, gerisini siz düşünün.
    Araştırma yapılan diğer bir konuyu sizin gibi hayatı televizyon önünde geçmiş birini bilmemesi imkansız: klonlama.
    Tabii sizin bilim konusunda tam bir hödük olduğunuz da belli. İnsanlar için asıl başarmak isteneni, ebedi yaşam sağlamayı anlamanız diğer konularda olduğu gibi kulak dolgunluğu ve övücülüğü aşmayacağını biliyoruz. Anlatalım.
    İlk okuldaki hortlakla şimdiki hortlak hem aynı hem değil. Beden farklı, ama özün, çok daha çok salak olman hariç, aynı. Buna dinlerde insanın ruhu derlerdi (eğer biraz İngilizce biliyorsan, senin hardware ile senin software diye düşünebilirsin). Şimdiyse senin genetik programın deniliyor. Ama sakın bunu senin medyayla programlanmış ve sonucunda ne dediğini bilmeyen bir avanak kaçık olmanla karıştırma. Bu köküne kadar Marxist, materyalist, diyalektik bir yaklaşım. Senin genetik programını her hangi bir bedene koyabilecekler, örneğin lağım faresine. Tüm hayvanları sevdiğim için aslında seni lağım faresi yapmakla, onlara hakaret etmiş oluyorum ama belki bu sitedeki çok çok sivri sana benzeyen bilim salakları daha uygun bir varlık bulabilirler. Örneğin dışkıyla yaşayan koca sinekler, virüs, sağlığa zararlı bakteri veya mikrop.
    Yoldaş sen de defalarca söyledin. Senin kapitalistlere ve Batı’ya yaltakçılığının, kıç yalamanın sınırı yok. Ve haklısın. Kapitalistler Marx’ın düşünemeyeceği bile şeyler başardılar. Bunu da biz beklerken başaracaklar.
    Marx bile bilmediği konuda, örneğin matematikte, öğrenmek için konferans ve derslere katıldı. Sen ise Marxizm adına şapşal şapşal “aletsiz uçulmaz” gibi gerçek Marxistlere yakışmaz bir cahillik ediyor, bilimi bilmediğini, bilimi de Marx’ı da kendin maskara, soytarı ediyorsun.
    Uyarılarımız:
    1. Bu sitede sizi okuyanlar “Hortlak hödük” demezler; ” Marxistlerin hepsi hödük”, derler.
    2. Bundan sonra yazdıklarınızı önce merkez komiteye göndereceksiniz.
    3. Senin gibi salaklık taklidiyle kapitalizmi ve Batı’yı övmene karşı örgütümüze bağışlarda bulunanlar, TÜSİAD bilmediği konularda ya konuşmasın ya da hiç değilse Bilkent veya benzeri süt inekleri barındıran yerlerdeki salak ama bilgili salaklardan bir şeyler öğrenmeni gerek koşuyorlar.
    4. Benzeri hödüklüğü Marxizm’in temel taşı olan sınıf kavgasının başlangıcını araştıran bir ciddi bilim adamı Sahlins’i hiç anlamadığını göstermekle yaptın ve artık sana güvenimiz çok azaldı.
    5. Merkez komitesi kapitalistleri ve yatak dostları olan Marxistleri övüyüm derken fazla ileri gidip, fazlasıyla karikatüre döndürdüğünü düşünmekteler. Gerçi site taraftar adayı salaklarla dolu ama fazla soytarılığının onları uyandıracaklarından korkuyorlar. Örneğin her nabza şerbet dağıtan senin gibi salak YaLaMa’lar uyanmaya başladılar. Diğer salağın uyanması imkansız. O hala “yanlış ellerde” uykusunda. Ondan zarar gelmez. Onun anlaması bile artık çok geç. Yeni ırkçı da kendini diğer ırkçı salak gibi sorunu (bu defa fazlalıkları) “bu sorunu yanlış / doğru eller çözsün” yani çözmek isteyenler çözsün rüyaları içinde. Çoktan ve yeniden televizyon önünde, büyük bir ihtimal bu konuyu unutmuş, yeni dünya problemleriyle geviş getiriyordur.
    Yoldaş hepsinde önemli olan bilim konusunda hödüklük yapmaktan vazgeç, kendini topla. Bilmediğin konularda televizyon önünde çok yemekten gevşemiş çeneni tut.

  496. Sayın (hortlak) 487'ye

    Sayın “hortlak” 487,

    “481” ve “482” numaralı metinlerimizi beyninizle okumadığınız için hiçbir şey anlamışsınız!

    Siz; daha çok “Marxism maskesi”ni suratınıza takarak oyun parkında oynayan bir çocuğa benziyorsunuz!

    Ek olarak:
    Kırık dökük yazmayı nereden, nasıl öğrendiniz şaşıyoruz!

    Son kez ifade edelim:

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar; teknolojiye karşı değiliz!

    Kapitalizmin dayattığı “ölümcül rekabete”,
    Ve;
    Kapitalizme karşıyız!

    Zaman kaybısınız! Çünkü: Siz de sayın “ogürsel” gibi; kapitalizmin kendi kendine biteceğine inanan, oyun parkında annesini-babasını bekleyen konformistleşmiş bir çocuksunuz!

    Klavye başında “marxismcilik” oynayacağınıza;
    Kapitalizme karşı yürüttüğümüz mücadeleye siz de omuz verin!

    Esen kalın!

  497. Düzeltme yapıldı

    Sayın “hortlak” 487,

    “481″ ve “482″ numaralı metinlerimizi beyninizle okumadığınız için hiçbir şey anlamışsınız!

    ***
    Yukarıda [“481″ ve “482″ numaralı metinlerimizi beyninizle okumadığınız için hiçbir şey anlamışsınız!] kısmında:

    “481″ ve “482″ numaralı metinlerimizi beyninizle okumadığınız için hiçbir şey anlamamışsınız!

    olarak düzeltiyoruz.

    Esen kalın.

  498. Demokratik Doğu Almanya_1973

    Tarih: 1973 yaz mevsimi

    Yer: Demokratik Doğu Almanya

    “10. Gençlik ve Öğrenci Festivali” sırasında çekilmiş belgesel:

    https://www.youtube.com/watch?v=_LapPa2ik3U

  499. 466 Arif Kus Bilimsel Alim-at Bey,
    “Hayatımda ilk defa “olguların teorisi olması gerektiği” gibi bir uydurmayla karşılaştım.”
    Haklısınız. Sıradan insanlar her zaman haklı. Her gün rastladığım bir salaklık. Hele sizin gibi bilgelik taslayan salaklar, televizyonda duydum, o halde doğru olmalı, diyenlerin sayısı sınırsız.
    “Kısaca, teori öznel insan düşüncesidir, olgu ise nesnel gerçeklik.”
    Bu bir teori!!!
    Zaten bu site mal dolu!
    Ben bilgiden bahsediyorum, siz yine kendinizi dev aynasında gördüğünüzden allahdan bahsediyorsunuz.
    Önce anlamayacağın bir biçimde, daha doğrusu sanki anlatmaya değer bir kişisiniz gibi davranarak, anlatayım,:
    Ben: Bak şu kuş ne kadar mutlu! İstediği yere gidiyor.
    Sen: Sen kuş değilsin, neyin kuşu mutlu ettiğini nasıl bilebilirsin?
    Ben: Sen ben değilsin, benim kuşu neyin mutlu ettiğini bilmediğimi nasıl bilebilirsin?
    Sen: Ben sen değilim ve doğru ki senin ne bildiğini bilemem ama sen de kuş değilsin, dolayısıyla neyin kuşu mutlu ettiğini bilemezsin.
    Ben: Lütfen ilk sorunuza dönelim. Bana kuşun mutlu edenin ne olduğunu nasıl bildiğimi sordun. Yani sorduğunda benim bildiğimi biliyordun.
    Daha basiti, bilgi felsefesinde ve özellikle bilim felsefesiyle bilim tarihinde birkaç ders alın.
    Daha daha basiti, ukalalık etmeden önce, söylediklerimi tekrar okuyup düşünün.
    Daha daha daha basit ve kafanızı daha daha karıştıracak bir örnek vereyim.
    Otomobil bir olgu, değil mi, sayın allah efendi?
    Teori olmasaydı o olgu olmazdı, değil mi, sayın seküler-laik allah? Asıl big bang, ve evreni salaklarla dolduran okulla televizyonun vahşi evliliğidir. Evren, bilmediği konularda basit ve basmakalıp laflarla bilgi küplüğü yapmak isteyen, ve cahilliklerinden gurur duyan ukalalarla doldu.

  500. Otomobili yapan şey binlerce olgunun örgütlenmiş halidir. Tekerleğin “farkına varılmasıyla” başlamış olgular birikimi! Otomobil “teorisi” olgulardan çıkılarak üretilmiştir.
    **
    Bu “önce söz vardı” derin yanılgısının kopyası.
    Ne gülünç, ne acıklı. Bir de bilim felsefesi falan filan… Bilim’den haberi yok; felsefesini okumuş-muş.
    Platon’la sohbet etmişler!

    Zaten bu denli saçmalığın üretilmesi için çok temelli bir algı bozukluğu olmalıydı; 492 de itirafı olmuş..

  501. Sayin 440 Hortlak, Genderly correct
    Bu marxi düzeltemek isteyenler aslinda gelecekten korkuyorlar.
    Komunistdevrimini sizin gibi kokuna kadar markasitz-engelsiz-ulenist-stoolist-moisst-falanfilanist kadın-erkekler yapacak. Komunistlikdevrimini bizimgibi kokuna kadar kadar markasitz-engelsiz-ulenist-stoolist-moisst-falanfilanist kadın-erkekler yapacak. Komunistdevrimini bizler gibisabirli beklemesini bilen birlesen orgutlenen istikbalden korkmayan genc dinamik afisler asan eylemler yapan nerde bir opiresyon manafasto olsa hazirnaziriz kadın-erkekler kosullar olur olmaz yapicagiz bu korkak kadın-erkekler saklanacak biz onda yuruyecegiz kapitalizm kendi mezerini eser durur beklemeliyiz olacak bu korkaklar dedediginzgibi olecekler kacinilmaz. Nasil marx komunustlar ilk hedefiniz gelecektir demis beklemektir demis olacaktir demis kacinilmazdir demis kosullar kosullanacktir demis proleterler birlesin demis proletarya basamak basamak gececek demis bizim gibiler proletarya saflarına gececektir demis bu korkaklar konusanlar bu lümpen proletaryadir demis proletarya havaya ucuracagiz demis … Biz bu demislere kulakvermeliyiz ölene kadar demisleri dinlemeliyzzz bu demisleri din-lemyenleri bulup cikarmaliyiz!
    Yaşasın markasitz-engelsiz-lininsst-stolinst-moisst-falanfilanistler!
    Yaşasın soytarlıklarıyla benim gibi televizyonsuz yaşayanları güldüren Hortlak!

  502. 493 ogürselehortlakdanarıfkusandan
    Hay agzinasaglik be adam nasilda bizsalaklarin imdadina yetistin!
    Dünya ırkçıları, dünya faşist ruhluları birleşelim!!!
    HORTLAK ARIF KUS

  503. Bence buradaki kapitalizm tartışmalarında atlanan önemli bir nokta, genel tarihsel arkaplandır. Uygarlıkların, şehirlerin tarihsel süreçte birbirleriyle bağlantılı bir şekilde kurulup gelişmesidir. Bu görüşümü aklıma gelen birkaç örnekle açıklamak isterim.
    Bir örnek Adana, Çukurova bölgesinin gelişmesi süreci. Osmanlı ile savaşan Mısırlı Kavalalı hanedanından İbrahim Paşa bölgeyi ele geçirdiği sırada pamuk ekimi yapacak çiftlikler kurar, Mısır ve Suriye’den tarım işçileri getirir. Daha sonra Amerikan İç Savaşı sırasında önemli bir ham pamuk kaynağından yoksun kalan İngilizler bölgede üretimi geliştirir.
    Bu yakın geçmişten bir örnek. Daha uzak tarih bile günümüzde etkisini sürdürüyor. Turizmin önemli bir merkezi olan Bodrum’u ele alalım. Timur’un ordularınca İzmir’deki kaleleri yıkılan şövalyeler yeni kalelerini Bodrum’da yaparlar. Osmanlılar burayı ele geçirdiğinde kalenin kilisesini camiye dönüştürüp bir de hamam eklerler. Bölgede yerleşim böylece gelişerek günümüze gelir. Yüzyıllar önce yaşamış bir Timur’un yaptıkları günümüzü etkilemeye devam ediyor. Buna benzer bir diğeri, adını burayı ele geçirip imar eden Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubad’dan alan Alaiye (Alanya).
    Birkaç örneği de İran’dan vermek isterim. Tarihi Rey şehrinin Moğol istilasıyla yıkılmasıyla yerleşim bu şehrin yakınında bir köy olan bugünkü başkent Tahran’da gelişir. Kum ve Tus (bugünkü Meşhed) şehirleri buradaki büyük türbelerin çevresinde genişler. Şah Abbas’ın Osmanlılara karşı Avrupalı müttefikleriyle ticaret yapmak için kurduğu Bender Abbas limanı önemli bir ticaret merkezi olarak gelişir.
    Özetle, demek istediğim, tarih kesintisiz bir devamlılıktır. Modern kapitalist ekonomiyi bu devamlılığın bir parçası değilmiş gibi düşünmek yanıltıcıdır. Avrupa-merkezciliktir.

  504. (TANIL BORA) TAHSİLLİ CEHALETİN CİNNETİ ve VASATLIK KRİTERLERİ

    TAHSİLLİ CEHALETİN CİNNETİ ve VASATLIK KRİTERLERİ NEDİR?

    Yazan: Tanıl Bora
    “Birikim” dergisi, sayı: 211
    Kasım 2006

    Son olarak Orhan Pamuk’un Nobel alması (veya “Orhan Pamuk’a Nobel verilmesi”) üzerine, hayli büyük bir milliyetçi ve ulusalcı tepki ortaya çıktı. Nobel’in Orhan Pamuk’a, bir İsviçre dergisinin kendisiyle yaptığı mülakatta sarfettiği “bu ülkede 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” sözleri üzerine verildiğinden emin olan; ödülün ilanının, Fransız parlamentosunda Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan kanun tasarısının kabul edilmesiyle aynı güne denk gelmesinde bu “fesadın” teyidini gören; Nobel’i önünde sonunda Türkiye’yi bölmeye veya hiç değilse destabilize etmeye yönelik tertiplerin bir manivelasına indirgeyen bir bakış açısından yapılan yorumlar, hızla yayıldı. Orhan Pamuk’un Nobeli, sadece son vesileydi aslında… Birkaç yıldır, her “millî” addedilen meseleye yönelik, daha doğrusu her toplumsal sorunu bir millî mesele olarak kodlamaya yönelik, benzer tepkileri görüyoruz.

    “OKUR-YAZAR”LARIN FANATİZMİ

    Konu her ne olursa olsun, burada aynı zihniyet kalıbının, aynı söylemin işlediğini görüyoruz. Bulunabilecek en ileri mantık bağıntısı, “komplo teoremleri”dir. Hedef alınan şahsiyet veya şahsiyetlerin “objektif” hıyanetini, (( mümkünse Kürtlük, Ermenilik, Sabetaycılık türü bir soy-sop “bozukluğu” veya bir “dış mihrakla” [Amerika-Avrupa] bağı üzerinden )), ifşâ etmekten öte bir “argümantasyona” ihtiyaç duyulmuyor. Herhangi bir konunun kendi bağlamı, kendi nesnelliği içinde mütalaa edilmesinin yolu baştan kapanıyor böylece. Ufûnet yüklü bir söylem bu aynı zamanda. Komplo teoremlerinin hiçbir şeyi açıkta bırakmayan kahredici kurgusu altında her türlü öznellik ve “yapıcılık” ihtimalini peşinen iptal eden, “irade-i cüz”ü hiçleştiren bakış açısı, muazzam bir acz duygusu, ona bağlı olarak da muazzam hınç ve negatif enerji üretiyor. Bu söylem, hamâsî bir dille bütünleniyor. Savlar değil, menşei belirsiz birtakım anekdotlar veya kudsî sayılan kişilerden (başta Atatürk) alıntılar konuşuyor. Uğur Mumcu’nun ünlü “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” tarifini de aşan bir durum bu: İyi kötü bir “fikir” sahibi olmadan, kanaat ve tavır sahibi olanlar konuşuyor! İçeriklerden önce, bilgiyle, fikirle ve sözle kurulan ilişkide faşizan bir tutum hüküm sürüyor. Daha fiyakalı hamâset yapmanın, daha ağır konuşmanın cezbesi, fanatizmi teşvik ediyor. Bilhassa sanal âlemin yalan yanlış anekdotları, sözümona parlak habis lâfları çoğaltmaya elveren yayılma hızı ve yüz yüze iletişimin sağlayabileceği empati ihtimalini yok eden kışkırtıcılığıyla, bu fanatizm narsistik bir yankıyla pervasızlaşıyor.

    Burada dikkat edilecek olan, sadece milliyetçi & ulusalcı partilerin, yayınların, çevrelerin, kanaat önderlerinin “örgütlü” tepkileri değil. Bu çevrelere angaje olanların dışında, böylesi tepkileri kendi ilişki ağları içinde (çoğunlukla “internet” üzerinden) dolaşıma sokmayı refleks haline getirmiş “münferit” kişilerden oluşan genişçe bir “taban” var… Temel vasıflarından birisi “okur-yazarlık” olan bir toplumsal taban bu. Okuma-yazmayla ilişkileri, ortalama “Türk insanı”ndan, “halkımız” diye anılan insanlardan biraz daha ileri. [[ Ama sadece biraz daha ileri… “Ulusalcı duyarlılık” gösterenlerin doçent/profesör/mühendis ünvanlı olanlarının mektupları/mesajları arasında dahi, bitişik yazılmış “ki” ve “de/da” ekleri, anlatım bozuklukları, mebzûl miktardadır. ]]

    Söz konusu tepkilerin (yukarıda değindik), ayrıcalıklı mecrasının internet ve elektronik posta zincirleri olmasından da anlayabilirsiniz bunu. Bilgisayara âşinâlığı olan, elektronik posta yazıp yollayabilen birileri söz konusu olduğuna göre, umumiyetle “orta sınıf” mensuplarından müteşekkil bir toplumsal profille karşı karşıyayız. “Elit” okulların, üniversite üyelerinin, tahsilli meslek erbâbının oluşturduğu elektronik posta gruplarının mensuplarının sürekli tecrübe ettiği gibi, en azından kültürel sermayeye temellük itibarıyla üst-orta sınıf olarak konumlandırılabilecek kesimler de, milliyetçi & ulusalcı reaksiyonun etki alanında bulunuyorlar. Tahsilli meslek erbâbının korporasyon örgütlerinde son yıllarda yaşanan iklim değişikliği de (son olarak geçen ay yapılan büyük baro seçimlerinde milliyetçi & ulusalcı grupların kazandığı ağırlık), buna delâlet ediyor. Bu okumuş-yazmış zümrelerdeki fanatizm ve medeniyetsizleşme; had safhadadır. Herhangi bir konuyu sükûnetle ve aklî savlara dayanarak tartışma girişiminin, Mustafa Kemal’den bir alıntı, bir Çanakkale anekdotu veya içinde “hain”, “aymaz”, “satılmış” kelimelerinden en az birisi geçen hamâsî efelenmelerle püskürtülme ihtimalinin bu tahsilli, “elit” muhitlerde bilhassa yüksek olduğuna tanıklık edebilecek çok insan var!

    Murat Belge, 21 Ekim 2006 tarihli “Radikal”deki yazısında ( http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=202214 “Milli dava, milli davranışlar”);
    Tahsilli “seçkinler”in, refleksleşmiş, ezberlenmiş milliyetçi replikleri, jestleri, “sıradan” halka kıyasla çok daha cân-ı gönülden sahnelediklerini, daha “ballandırarak” tekrarladıklarını belirtiyordu. (Millî) Eğitim aygıtının kazandırdığı manevî donanım ve böylelikle edindikleri “seçkin” konumu, onları bu milliyetçi ezberi daha “duyarak” oynamaya sevkediyordu. “Eğitim görmemişlerde hâlâ biraz umut var!” diyerek bitiriyordu yazısını Murat Belge.

    Osmanlı devlet adamının “bunca cehalet ancak tahsil ile mümkündür” sözünü hatırlatan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz gerçekten. Millî-Eğitimin gerek ezberci, şabloncu öğretim formasyonu, gerekse milliyetçi zihniyet kalıplarını her bilgi alanının zeminine döşeyen içeriği, bir öğrenilmiş cehalet hâsıl ediyor. Kemalist ideoloji, eğitimle aydınlananların “topluma önderlik edeceğini, toplumu yükselteceğini” vaz’etmiş, doğrusu Türkiye’de sol dünya görüşünde olanlar da bu Aydınlanmacı iyimserliği büyük ölçüde devralmıştı. Tıpkı Kemalist & milliyetçi & ulusalcı söylemin sapkın “sözde aydınlar” hakkında serdettiği hayal kırıklığı gibi, şimdi solda da tahsilliler hakkında bir umut kırıklığı yaşanıyor, anlaşılabilir şekilde. Peki, bu tahsilli cehaletini, bu diplomalı dar görüşlülüğünü, Türkiye’de eğitimin “çağdaşlıktan” uzaklığına mı bağlamalı sadece?

    TOPYEKÛN “YARI-EĞİTİMLİ”LİK

    Türk millî eğitiminin özel gayretleri dışında, genel olarak eğitim-öğretim rejiminin performansından öte; bizzat “çağdaş” toplumun (kapitalizmin) kültürel düzeninin, yapısal olarak “yarı-eğitimli”lik & “yarı-cahil”lik ürettiği tezini hatırlatmak üzere soruyorum bu soruyu.

    Theodor W. Adorno’nun 1959’da yayımlanan “Theorie der Halbbildung” adlı namlı makalesinin meselesi budur. [[ Soziologische Schriften 1 içinde, Suhrkamp, Frankfurt a.M. 1997, s. 93-121. Makalenin geniş bir tartışması için: Stefan Müler-Doohm, Die Soziologie Theodor W. Adornos: Eine Einführung, Campus, Frankfurt a.M./New York 2001. ]]

    Adordo’nun yukarıda ifade ettiğimiz Almanca başlıklı tezini “Yarı-Eğitimlilik Teorisi” diye Türkçe’ye çevirebiliriz, ama şu şerhi düşerek: “Eğitim”e indirgeyerek çevirdiğimiz Bildung kavramı, öncelikle “tahsil-ve-terbiye”yi, ama aynı zamanda, onun zımnında bütüncül bir formasyonu; “kişiliğin oluşumu”nu ifade eder.

    Adorno; öncelikle EĞİTİM (Bildung), EĞİTİMSİZLİK (Unbildung), YARI-EĞİTİMLİLİK (Halbbildung) arasındaki ayrımı kavramlaştırır.

    “Eğitim”: Özgür ve dinamiktir, belirli bir amaç doğrultusunda araçsallaşmamış, sabitlenmemiştir.

    “Eğitimsizlik”: “Salt naiflik, salt bilmemek”tir, böylelikle nesnelerle dolayımsız bir ilişkiye elverir. Dolayısıyla, eğitimin başlatılabileceği bir başlangıç noktası da sağlar. (Murat Belge’nin “Eğitim görmemişlerde hâlâ biraz umut var!” sözünü hatırlayalım!)

    “Yarı-eğitimlilik” ise; “eğitimden önce gelmez, onu takip eder”; sabitlenmiş, kültürel veya toplumsal bir amaca bağlanarak araçsallaştırılmıştır. “Yarım anlaşılmış ve yarı öğrenilmiş olan, eğitimin ön basamağı değil; onun can düşmanıdır” der Adorno. [[ Bu paragrafta çift tırnak içinde verilen alıntı Adorno’nun yukarıda ifade ettiğimiz makalesindendir. ]]

    Meselenin esası, “Kültür”ün iki cepheli oluşuyla ilgilidir. Kültürün bir cephesi “tinsel kültür”dür, diğer cephesi ise “yaşamı biçimlendirmenin reel” araçları, yordamlarıdır.

    “Yarı-eğitimlilik”; kültürün bu ikili karakterinin yitirildiği noktada ortaya çıkar. Kültürün iki cepheliliğini “göz ardı ederek kendini mutlaklaştıran bir eğitim, yarı-eğitim olmuş demektir.” Adorno’nun yitirilmemesi gerektiğini söylediği şey, kültürün iki cephesi arasındaki gerilimdir. “Bu gerilim yittiğinde, uyum [yani “konformizm” -Tanıl Bora-] mutlak hâkimiyetini kurar.” Gerilimin her iki kutbunun da kendi içinde donmaması gerektiğine dikkat çeker Adorno. Oysa gerek “Tin ve hükümran bilinç”, gerekse “Doğa ve uyum sağlama yeteneği”; mutlaklaşıp sabit kategorilere dönüşmüş, velhâsıl Kültürün her iki uğrağı da fetişleşmiştir.

    Tinin özerkleşmesi (kendi başınalaşması), başlangıçta, tinsel bağımsızlığın doğrudan doğruya egemenlerle eklemlenmiş bir azınlığın imtiyazı olarak kalmasına karşı eleştirel ve özgürleştirici bir işlev görüyordu. Bu evrede Eğitim, “statüsüz ve imtiyazsız bir insanlık” fikrini vaz’ediyordu. Ancak burjuva egemenliğinin tesisiyle, böyle bir misyondan kopmuş, reel yaşamı biçimlendirmeyle bağıntısını yitirmiş; belirli bir tatbikatın bilgisine indirgenmiş, bununla beraber (yine) bir imtiyazlı konum algısına dönüşmüştür. Kendi içine kapanıp mutlaklaşan Tin’in işlevi, ideolojidir artık. Öte tarafta, Doğa’yla ilişkiye ve “reel yaşama” baktığında, bütün beşerî münasebetlerin ekonomik mübadele ilişkilerine ve tüketime indirgendiğini görür Adorno. Bu vasatta bilgi & malûmat salt reel’in yansıması olarak algılanır, halihazırdakinin ötesine işaret etme selâhiyetinden yoksundur, böylece konformizmi pekiştirir.

    Öte yandan Tinsel’in kavramlarının yerini alan klişeler, reel olanla bağıntı kurmadan, her şeyi mutlaklaştırıp kendine tabi kılar. Bu şeyleşmiş bilinç, öznellikle nesnellik arasında süreçsel-diyalektik bir ilişkiye izin vermez. Eğitimin diyalektik niteliğinin feshedildiği bu durum, “objektif” olarak bütün bilgiyi-öğrenmeyi-idraki eksikli, “yarım” kılar; yarı-eğitimliliği süreğenleştirir.

    Velhâsıl yarı-eğitimlilik, “yabancılaşmış Tin”dir; “metaların fetiş karakterinin Tin’i de kavramasıdır”: “Konularının içerdiği hakikati ve canlı nesnelerle olan canlı ilişkisini yitiren eğitimin şeyleşmesidir.”

    Adorno, bu deformasyonun âmilleri olarak kültür endüstrisini, “bilincin sürekliliğinin” kaybını, “eleştirel bilincin” yitişini ve kolektif narsizmin hâkimiyeti görür. Bilincin sürekliliğinin kaybıyla ilgili yazdıkları bilhassa önemlidir. Bilinç ve idrakteki süreklilik kaybı, modern-öncesi toplumlarda geçerli olan otoritelerin ve geleneklerin çözülmesiyle, özne ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişkiyi düzenleyen yeni kalıplara ihtiyaç duyan insanların, nesneler ve diğer insanlarla aralarına bir önyargı tabakası döşemek üzere, timsallere & simgelere meyletmeleriyle kendini gösterir (millî simgeler burada işlev görür). Bu sürecin vardığı nokta (kültür endüstrisinin belirleyici katkısıyla) şudur:

    “Bilincin sürekliliği içindeki idrakin, öğrenmenin yerini, noktasal, unsurları birbiriyle bağlantısız, sürekli yeni verilerle ikame edilebilir bir haberdarlık & malûmattarlık alır… Onun kendi idrak & öğrenme sürekliliği içinde erimeden bilince sızan eğitim unsurları; bâtıl inançları eleştirdiklerinde bile bizzat bâtıl inanç halini alma eğiliminde olan zehirli maddelere dönüşürler.”

    Kolektif narsizmle ilgili bir cümlesini de aktarayım:
    “Yarı-eğitimlilikle kolektif narsizmi birleştiren; bir şeylere temellük etmek, söze dahil olmak, kendini uzman olarak satmak ve bir yere aidiyet edâsıdır.”

    Adorno, yarı-eğitimliliğin; “onca Aydınlanmaya ve bilginin yayılmasına inat ve bizzat bunlar sayesinde, bugün hâkim bilinç tarzı halini aldığını” söyler.

    Adorno’nun “karamsar” eleştirisine kulak verecek olursak, yarı-eğitimlilik, veya yarı-cahillik, veya “Türkçesiyle” TAHSİLLİ CEHALET; eğitim formasyonunun kalitesinden bağımsız olarak, kapitalist modernleşme süreci içinde ortaya çıkan bir tarihsel & toplumsal durumdur. Ve bu “sosyalleşmiş” bilinç tarzı, eleştirel aklı dumura uğratarak, yukarıda aktarıldığı üzere; bâtıl inanç formatını yeniden üretir. Bu savı hatırlayarak ve akılda tutarak, Türkiye’nin özgül koşullarına geri dönelim.

    “TAHSİLLİ ORTA SINIF”IN KRİZİ

    Tahsilli orta sınıf seçkinlerin milliyetçi & ulusalcı fanatizme kapılmalarının ve bu fanatizm içinde “medeniyetsizleşme” eğilimine girmelerinin, doğrudan doğruya milliyetçi endoktrinasyonla ve onun öğüttüğü millî meselelerle ilgili olmayan bir veçhesi olduğunu düşünüyorum. Bu veçhe; şehirli, tahsilli, laik orta sınıfların, iktisadî ve “toplumsal statülerini kaybetme endişesi” içinde bulunmalarıdır!

    Neo-liberal deregülasyon süreci altındaki iktisadî ve toplumsal dönüşümün tahripkâr etkilerini uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Gerek formel sosyal güvenlik yapılarının gitgide büzülmesi, gerek toplumsal dayanışma ilişkilerinin aşınması, topyekûn “aşağıdakiler”in hayatını zorlaştırıyor; alt ve orta sınıflar, yoğunlaşan bir tehdit hissediyorlar! Orta sınıfların tehdit algısının alt sınıflarınkinden (işçiler, vasıfsız işsizler, “deklaseler” & marjinalleştirilmişler…) farkı, onların kaybedecek bir şeyleri olması, veya kaybedecek bir şeyleri olduğunu, en azından kaybedecek bir şeye malik olabileceklerini düşünmeleridir. Mülk ve nakit cinsinden bir varlıkları olmasa bile, tahsille edindikleri donanım (“kültürel sermaye” de diyebilirsiniz) sayesinde; kendilerini mala-mülke, en önemlisi bir kariyere, bir statüye erişebilecek potansiyele sahip görürler.

    Tahsilli orta sınıfların kariyer beklentileri, aslında yaklaşık 10 yıldan ama özellikle travmatik bir etki yaratan 2001 ekonomik krizinden beri, büyük bir sarsıntıya uğradı. Bütün dünyada da olduğu gibi; tahsilin ilk basamağını oluşturduğu, “insanı emekliliğe kadar taşıyacak bir iş yaşamı ve hayat akışı öngörüsü”nün karşılık bulması giderek istisnâîleşiyor; ayrıca tahsil yoluyla sınıf atlama “şansları” da azalıyor! Buna koşut olarak, üniversiteli ve diplomalı olmanın getirdiği saygınlık, aslında çok daha uzun bir zamandır; yıpranıyor.

    [[ “Akademik proleterleşme”; başlıbaşına bir araştırma sahasıdır! Üniversitelerin öğrenci alımları “kitleselleşirken”, yüksek lisans programlarındaki öğrenci nüfusu da artıyor! Bu programlara yönelen üniversite mezunlarının önemli bir kısmının saiki “CV’sini geliştirmek”tir; üstelik bunların da önemli bir kısmı, gelişmiş CV’leriyle de istihdam şanslarının fazla yüksek olmayacağı kaygısını duyuyor, üniversitede bulunma sürelerini uzatarak, işsizlik kariyerlerini ertelemeye bakıyorlar! Genç akademisyenlerin konumları da, eski tabirle “asistan” oldukları zenaatkâr usûlü yetişme zincirinin yerini alan “anonimleşmiş” terfi-tenzil sistemi içinde; güvencesizleşiyor. Bu da küresel bir krizdir! 2006’nın ilk aylarında Fransa’da üniversite öğrencilerini ucuz (hâttâ; “bedava!”) işgücü rezervi olarak kullanmaya dönük tasarıya karşı gelişen büyük protestoların temelinde, üniversitenin resmi işsizliğe geçişten önceki bir “ara istasyona” dönüşmesinden duyulan kaygının birikimi vardı! ]]

    Buna, zenginlik ve tüketim teşhirinin (sadece maddî değil; “kültürel” göstergeleriyle de) kazandığı itibarın, bir 10 yıl öncesine kadar “okumuş” olmanın sağladığı itibardan çok daha fazlasını ve “ezicisini” temin ediyor olmasının getirdiği değişimi de eklemeliyiz. Neticede, orta sınıfların önceki kuşaklardan devreden “huzurlu” zihin dünyaları, güçlü bir maddî ve manevî tehdit altındadır! Kendilerini toplumun seçkin bir zümresi olarak algılamaları zorlaşıyor! Büyüyen acz duygusuyla beraber hınç üreten bu tehdit algısı, bir agresifleşme istidâdını tetikliyor! Bir mazlum söylemiyle birleşen ve yer yer “toplumsal eleştiri” kisvesi altında “yozlaşmak”tan sorumlu saydığı bir düşman figürüne hınçlanarak oluşan bir agresif ruh hali bu! Daralan seçkin konumlarına tutunabilenler de; “rekabet”in insanda yarattığı tahribat ve “kazanma”nın küstahlığıyla buna katkıda bulunuyorlar!

    “Tahsilli orta sınıfların krizi” konusunu açarken, “laik” sıfatını da kullanmıştım. Üzerine eğildiğimiz reaksiyoner dalganın temel bir karakteristiği, bununla ilgili. Zira sözkonusu krize refakat eden elit değişiminin sancıları, “laiklik”le ilgili hassasiyetlerde ifadesini buluyor. 1990’lara kadar büyük çoğunlukla laik orta sınıfların hâkimiyeti altında olan bürokrasilerde, sinâî-ticarî iş alanlarında, akademik mevkilerde, medyadaki pozisyonlarda, bir zamandır, dindar-muhafazakâr menşelilerin ağırlığının arttığını biliyoruz. Nicel değişim, beraberinde elit olmanın kültürel müktesebatının ve ifadelerinin de değişmesini getiriyor. Bu değişim, tahsilli orta sınıfların şehirli ve laik zümrelerinin hissettiği tehdit algısının derinleşmesine yol açıyor; zira sadece liyakat ölçüleri veya rekabet nedeniyle değil, kültürel-ideolojik nedenlerle de dışlandıkları veya dışlanabilecekleri endişesini duyuyorlar! Bu zümrelerin, reaksiyoner bir Atatürkçülüğe meyletmelerinin ardındaki temel saik, budur. Atatürkçülüğün otoriter ve “intizamlı” modernleşme tahayyülünde (“bağımsızlığın” da bu tahayyüle uyan bir çağırışımı var), özledikleri istikrarın vaadini okuyorlar. Atatürkçü söylemin erken Cumhuriyet dönemini yitik altın çağ olarak yücelten imgelemi, laik orta sınıfların kendi mevkilerini yitirme kaygılarına tekabül ediyor. Nitekim onların “bölücülük”, “terör”, “Kıbrıs”, “(AB) Avrupa Birliği’ne girmek”, “emperyalizm” vb. âlî millî meselelerle ilgili reaksiyonları ve genel olarak milliyetçilikleri & ulusalcılıkları, mutlaka Atatürkçü referanslara dayanıyor ve mutlaka AKP iktidarına (genel olarak “şeraitçilere”) yönelik şedit bir nefret içeriyor. Daha önceleri İslâmcı siyasal partiler ve kadrolarla alışveriş içinde olmasına, onlara hizmet vermesine alıştığımız milliyetçi-muhafazakâr entelijensiyanın da, bir elit olarak dışlanma endişesi içinde bu reaksiyoner dalgaya katıldığını eklemeliyiz. Buna 18 Eylül 2006’da “Radikal” gazetesinde yer alan söyleşisinde Yüksel Taşkın işaret etmişti:

    ( http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=198964 “Milliyetçilik kavgası AKP’yi tasfiye eder” )

    “Türkiye’de ne zaman AKP gibi bir sağcı parti iktidara gelse, hepsi daima Türk Ocakları ve Aydınlar Ocağı gibi kendi mensubu olmayan milliyetçi çevrelerdeki entellektüellerden yararlandılar. Onları, devletteki kadrolara yerleştirdiler. Ama AKP’yle bu ilişki koptu. Çünkü onun 1980’lerde devleti İslamlaştırma iddiasıyla ortaya çıkan ve sonra yavaş yavaş sisteme katılan kendi entellektüel aydın fidanlığı vardı. Ve AKP merkez sağda bildiğimiz ilişkileri yenilemedi, Aydınlar Ocağı, Türk Ocağı gibi yapıları hiç kale almadı ve RTÜK’ten TMSF’ye, bütün görevlere kendi organik entellektüellerini getirdi. İlk defa bir sağ iktidarın bu milliyetçi gruplarla hiç dirsek teması kurmadan kendi kadrolarıyla hareket etmesi milliyetçi kesimde çok ciddi bir kriz yarattı.”

    Tahsilli laik orta sınıfların içine düştüğü acz duygusunun ve hıncın, kolayca, “Batı”ya ilişkin hasetle ve AB’yle ilgili öfkelerle titreşime girebildiğini düşünüyorum. Okullarını bitirmiş, “müsbet ilmi” öğrenmiş, diplomalarını almış, velhâsıl iyi (ve “modern”) bir kariyer için gereken adımları atmış birisinin işsizlikle veya kendisine reva görmediği nafile meşguliyetlerle boğuşurken kapılacağı değersizlik ve aşağılanma duygusu ile, “AB kapısında bekletilen Türkiye” imgesi ve “ne yaparsak yapalım bizi almayacaklar” sinizmi; coşkuyla kucaklayabiliyor birbirini.

    Milliyetçi & ulusalcı fanatizmin toplumun okur-yazarlarını, tahsilli zümrelerini tesiri altına almasının görünümlerini, yukarıda 3 ayrı düzeyde tartışmaya çalıştım.

    Tartışmanın (adı üstünde), ucu açıktır. Kesin olduğunu söyleyebileceğimiz bir şey varsa, o da; okumuşların fanatizminin ve “cehaletinin”, maalesef o kadar da şaşırtıcı bir şey olmadığıdır.

  505. Sayın (anonim 496'ya) cevap

    Sayın “anonim 496”,

    Burada üzerinde önemle durduğumuz husus şu: Yukarıda, sayın “ogürsel”in ve sayın “hortlak”ın; kapitalizmin kendi kendine biteceğine inanan, oyun parkında annesini-babasını bekleyen konformistleşmiş çocuklara benzemeleri!

    Yukarıda, “487” numaralı metninde sayın “hortlak” yanılgısını ifşa ediyor: [Marx da rekabetci kapitalizmi olumlu bulur.. Sömürü sistemin sonunda herhangi bir kapitalstedegil Kapitalist SISTEMIN tikanacagindan,kendi kendini devireceginden,kendi mezarini kaziyacagini öngörür marx.]

    Sayın “hortlak” zannediyor ki; “Marx, kapitalizmin kendi kendine yaşadığı tutarsızlık nedeniyle, zaman geçtikçe içine çökeceğini zaten söylemiş! Böylece hepimizin kurtulacağını da söylemiş! Siz gidin hikayelerinizi başkalarına anlatın!”

    SAYIN “HORTLAK” VE ONUN GİBİLER;
    ÖVE ÖVE BİTİREMEDİKLERİ KARL MARX’IN (VE FRIEDRICH ENGELS’İN) “KAPİTALİZME KARŞI DAİMA EYLEM İÇİNDE OLUNMALI!” UYARISINI GÖREMEYECEK KADAR KÖRLEŞMİŞLER!

    “Joseph Alois Schumpeter”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “John Maynard Keynes”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Ayn Rand”ın zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Friedrich August von Hayek”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Ludwig von Mises”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Murray Rothbard”ın zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Milton Friedman”ın zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Robert Nozick”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    Hâlâ 19. yüzyılda sıkışıp kalmış Marxism retoriğiyle dünyanın gidişatını öngörmeye çırpınıyorlar!

    “Kapitalizmi öksürmeyi” yıllar önce unutmuşlar!

    Ne “diyalektik”ten haberleri var!
    Ne de “praxis & praksis”ten haberleri var!

    “Kapitalizme karşı eylemler” deyince; muhtemelen akıllarına:
    İstiklal caddesindeki giyim mağazalarının vitrin camlarını kırmak!
    Banka ATM’lerini parçalamak!
    Arabaları ters çevirip yakmak!
    Suratlara kırmızı ve-veya siyah bandanalar sarıp, yol ortasında asker nizamıyla, kırmızı ve-veya siyah bayraklar taşıyarak rap rap yürümek!
    geliyor!

    Ne fabrika işgallerinden,
    Ne ofis işgallerinden,
    Ne hastane işgallerinden,
    Ne okul işgallerinden,
    Ne üniversite işgallerinden,
    Ne sokaklarda “sivil itaatsizliğin!” özgürleşmesinden haberleri var!

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    **********

    Şu metni dikkatle okumanızı öneriyoruz sayın “anonim 496”:

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    Ve şu eserlere yönelmenizi öneriyoruz sayın “anonim 496”:

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Esen kalın.

  506. 492 NUMARAYA

    Diyorsun ki:

    ****************************************************************
    “Daha daha daha basit ve kafanızı daha daha karıştıracak bir örnek vereyim.
    Otomobil bir olgu, değil mi, sayın allah efendi?
    Teori olmasaydı o olgu olmazdı, değil mi, sayın seküler-laik allah?”
    **********************************************************

    Otomobil ne teoridir ne de olgudur, otomobil bir TEKNOLOJİDİR!

    Ve, bu tartışmada verilebilecek en saçma örnektir.

    Olgu denen şey “tekrarlanabilir; gözlemle ya da ölçümle kanıtlanabilir; tek bir olaya değil, bir sürece bağlı olan; genel geçer nesnel gerçekliktir”.

    Teori ise olgular, hipotezler, ölçümler vs temelinde evreni açıklamaya çalışan modellerdir.

    Teori tartışmaya açıktır ve hiç bir teori nihai değildir. Dolayısıyla, teoriler değişir, gelişir,terkedilebilir vs.
    Olgular ise tartışmaya açık değildir.

  507. Toplumsal konulardaki komedini Dogabilimlerinde devam etiriyorsun..
    Televizyonlarrin en ciddi olmayan,tarikatcilara özgü kanallarindan aldigin bilgiyle filozof kesiliyorsun..
    Önce ciddi tv.kanallarini izle..
    En önemlisi baskalarinin fikrine otoriteye dayanarak mal satmaga kalma..

    Sizlerin bilimle iliskisi ancak ;; Marxa terzi gelir“benzer hikayelerle dolu olur.
    Yukarda yeryer degindigin örnekler ise bir malin kac elden gecipte neye benzediginin akil almaz örneklerini vermissin..

    Konuya senin adina girmek istemem..

    Genede biraz marx ,engels,lenin adina bir seyi kisaca belirteyim..
    20.yüzyilina hakim olan düsüncelerin topu senin hikayelerin dogrultusundadir. Oyüzden 20.yüzyillda hortlamis düsünceleri katogorikman ciddiye almiyorum.. Bu parasit fikirler 19.yüzyilda tartisilmis,artik düsünceler olarak cöpe atilmis o artiklardan olusmustur.. 19.yy larini iyi bilmeyen bu akildisi parazit fikirlerin zavalli kurbani olur..
    Sende bu 20.yy cikmis beyinsizleri bize otarite olarak suatiyorsun..
    senden önce onlar gelsinde üfleyelim marx adina,engels adina,lenin adina..

    Bu arada cevap vereyim. Hicbir izmi,akimi kabul etmem..
    Düsünürlerin düsüncesini ciddiye alirim..

    Herkes bir yol tutturmus gidiyor..Sizler ise bir göbege takilip dönüp duruyorsunuz yillarca..

    494.

    Marx dan haberi olmayan arkadas..aslinda tarih sizlerle doluya..

    Marx kapitalizmin gercekten krizsiz,bariscil,sorunsuz isleyebilecegininden yola ciksaydi,kapitalzmden iyi bir sistem olamaz derdi..

    kapitalizmin kendi mekanizmasinin bu sistemi islemez haline getirecegini öngörür marx..

    essek gibi bekleyecegine marx i anlamag calis.. yüzeysel bilgiler hep yanilticidir.. Kapitalzm kendi mezarini kendi kazar demesi marxa ait dir..

    Kapitalzmin 200 yildir arada sirada büyük krizlere ragmen yasamasida
    ayri sorun..

  508. Bunun sosyalzm kendiliginden gelecek ,kendiligindencilikle iliskisi yok.Böyle cagrisim yapmis,aklina kurt düsmüs e dönmene gerek yok.. simdilik sosyalizmn kendiligndende zorla gelecegi yok..hic meraklanma..
    Biraz hoplayip ziplayin..binlerce yil insanligin yanilgisiyla,hayalkirikligiyla acilariyla gecti..varsin surda birkacin da tecrübesi olsun..

  509. Sayın (hortlak) 500'e ve 501'e cevap

    Sayın “hortlak” 500 ve 501

    Siz sürekli sarhoş mu dolaşıyorsunuz?!

    Kelimeleriniz karmakarışık!

    Harfleriniz darmadağın!

    Nokta yok!
    Virgül yok!
    Soru işareti yok!
    Noktalı-virgül yok!
    Ünlem işareti yok!
    Tırnak işareti yok!
    Parantez kullanımınız yok!
    Büyük harf / küçük harf ayrımına dikkat etmeniz yok!

    Satır başı yapmak yok! Paragraf yapmak yok!

    Bir kelimeniz bitmeden ötekisi başlıyor!

    YAZDIKLARINIZI HİÇKİMSE ANLAMIYOR!

    SARHOŞLAR GİBİ AVAZ AVAZ BAĞIRIYORSUNUZ! NE DEDİĞİNİZİ, NE YAZDIĞINIZI SİZ DE ANLAMIYORSUNUZ!

    İlk olarak, doğru dürüst yazı yazmasını öğrenmenizi öneriyoruz.

    İkinci olarak, suratınıza taktığınız “Marxism maskesi”ni çıkararak aşağıdaki bilgileri dikkatle tahlil etmenizi öneriyoruz:

    Size defalarca yazdık, sayın Gün Zileli’nin sitesine gönderdik, ama zahmet etmediniz, okumadınız!

    Öve öve bitiremediğiniz Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in):

    “Emek-Değer” teorisi nedir:

    http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/

    “Artı (artık) değer” teorisi nedir:

    http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/

    Zahmet etmenizi, yukarıdaki bilgileri okumanızı ve unuttuklarınızı hatırlamanızı tavsiye ediyoruz sayın “hortlak”!

    Esen kalın!

  510. en büyük ahlaksızlıklardan biridir, kişiyi söylemediği, düşünmediği sözlerle itham etmek, ve zavallılıktır.
    şu laf nedir?
    “Burada üzerinde önemle durduğumuz husus şu: Yukarıda, sayın “ogürsel”in ve sayın “hortlak”ın; kapitalizmin kendi kendine biteceğine inanan, oyun parkında annesini-babasını bekleyen konformistleşmiş çocuklara benzemeleri!”
    Ben nerede “kapitalizmin kendi kendine biteceğini yazmışım..”
    Çok zavallısınız. O andığınız kitapları, yazarları hangi amaçlar için kullanıyorsunuz siz; “kötü emellerine alet etmek” sözcüğünün bayağılığı, sizde bir “hakikat” olarak tecelli ediyor!
    Haliniz fecaat.
    Bence kendinize başka bir site bulun; kendinizi daha çok rezil etmeyin!
    Siz hayatın alfabesini anlamamışlar, züppece andığınız isimleri başka sitelerde “copy-past” yaparak gösteriye devam edin.
    Gerçekten insanlara faydalı olmak istiyorsanız , çıkın dağlara çobanlık yapın; bu saçmalıkları orada sürdürün; bu sizin için daha “sağaltıcı” bir uğraş olacaktır…

  511. Burada kapitalist batıya nefretini ifade eden anonim arkadaşa sormak isterim. Paris katliamına ne dersiniz?
    Muhtemelen “ben onların öldürülmelerini savunacak veya mazur gösterecek bir şey demedim” diyeceksiniz. Evet haklısınız. Ancak bazı insanlar batıya nefretinizden böyle bir düşüncede olduğunuz sonucunu çıkarabilir. Tıpkı sizin Arif Kuş’un nüfusun kontrolünü savunan yorumundan onun nüfusun katliamla kontrolünü savunduğu sonucunu çıkarmanız gibi.

  512. esen kalici,
    Sizde de ne mantik var,ne akil var!
    düsünce yok !
    kavrayis yok!
    anlayis yok!
    idrak etme yok!
    algilama yok!
    Ama…

    Atmaca cok!
    Düzmece cok!
    Uydurmaca cok!
    Laf cok!
    Tekrar cok!

    Birde Dünyayi kurtaracak halinizi görünce yoksa
    hap, uyusturucumu kullaniyorsunuz?! Var birseyler ya..

    O verilen linkdekilerde yukardaki dedigimi ispat eder..
    Önce doktora.. acilen…

  513. 499 Arif Kuş,
    Hala boş konuşmaya devam ediyor seninle alay ettiğimi anlamıyorsun. Hala ne dediğimi anlamıyorsun. Sen en iyisi bu sitede sayısız senin gibi görünen dünyanın altında yatan hem görünen hem görünmeyen ama esas olan dünyayı diyalektik anlayan salaklarla bir dernek kurup ciddi ciddi konuşun. “Benim” sloganım: “olguları boş ver, hakikate bak!”
    ********
    Olgu denen şey “tekrarlanabilir; gözlemle ya da ölçümle kanıtlanabilir; tek bir olaya değil, bir sürece bağlı olan; genel geçer nesnel gerçekliktir”.
    *********
    Aferin uslu, evcilleştirilmiş, okul, artı televizyon, artı Internet, artı allahın işidir falan filan çocuğu! Sen de diğerleri gibi hala Atatürk’ün ithal ettiği son ve en büyük gerçek 17.-19. yüz yıllar arası Batı’da yaşıyorsun.
    Evren olgu değil, çünkü tekrarlanamaz!. Yaşamın başlaması olgu değil, çünkü tekrarlanamaz! Ama sayılar olgudur, çünkü tekrarlanır. Bir Türk sadece dünyaya değil, evrene bedeldir!
    Bence senin tek bildiğin olgular, televizyon, pardon TEKNOLOJİ. Belki buz dolabı, uçak, yaşadığın sardunya kutusu bina, okul, uyanman için çalar saat, maaşın, maaşını yatırdığın banka, bankaya borcun, elektrik süpürgesi, çamaşır makinesi, tren, hastane, eczane, seni soyup soğana çeviren devlet, vergi, doktorlar, ilaç fabrikaları, sana tatsız hayatının yerine rüya satan reklamlar, sana benzeyen plastikler şişeler, plastik poşetler, plastik kimliğin, plastik kredi kartın, plastik komşuların, plastik patronun, … sonsuza dek olgular, hayır TEKNOLOJİLER.!
    Tez: Kapitalizm; Antitez: Komünizm; Sentez: Plastik yani siz, bu sitedeki diğer seküler-laik bilim allahın müminleri.
    Geri kalan olguları, lütfen ıvır zıvırlarla kısıtlı dünyanızda kalıp, bu rahatlığınızı bozan nüfus fazlalığına benzeyen fazlalıklar dünyasına girmeyiniz. Gerçek ve tartışılmaz olguları bilim-teknik adamı süt ineklerine bırakın! Onlar sana olgulardan TEKNOLOJİLER yapıp pezevenkler aracılığıyla satarlar. Zaten bu site kafayı TEKNOLOJİ ile yemişlerle dolu. Batı’da, BİLİM sadece senin gibi sıradanlar arasında var. Yerini yeni bir olgu aldı: BİLİM-TEKNİK. Ve BİLİM ADAMLARI yerine yeni ve daha iyi, ham ve asıl olguları TEKNOLOJİ’YE çeviren BİLİM-TEKNİK ADAMLARI kapı kapı dolaşıp buluşunu satmaya çalışan seyyar satıcılar var.
    **********
    “Olgular ise tartışmaya açık değildir.”
    ***********
    Evet, örneğin bir düşünür sizin gibi her gördüğüne inananların beyinlerini yıkamak için “oy verme oranları üzerinde araştırma” yapan sosyologlar için, “oy verenlerin salaklığı yerine oy verme oranları” olgusuyla uğraşacak kadar kıç yalayan dalkavuklar olduğunu söyler. Olgular bakana bağlı, öznel oldu ama tartışılır gibi bir şey galiba.
    Ama siz sıradan sivri zekalılar para saymada, kirayı ödemede, evlenip çoluk çocuk yapmada, kendi ve çocuklarını okula göndermede, vergi ödemede, sınır geçerken pasaport göstermede, kimlik kartı taşımada, iş yerinde partonun kıçını yalamakta, beyin yıkayan haberlerine seyircilik yapmakta, kültür endüstrisi mahsullerini tüketmekte, haberleri öküz trene bakar gibi dinleyip aynısını dinleyenlere tekrarlamakta, kendine verilen sahte önemi ciddiye almakta, …, gibi sonsuza dek olguları anal-itiklemenizle temel taş gibi değişmez olgulara indirgeyip, bunların oy vermek gibi salaklık değil saygıya değer bir olgular yumağı TEKNOLOJİLER olduğu emziğiyle avunuyorsunuz. Çok haklısın, OLGULAR tartışlamıyor. Hele olgulardan oluşan TEKNOLOJİ hiç tartışılmaz. Hele bu sitede sayısız TEKNOLOJİ bize zıvır ver, TEKNOLOJİ bize mutluluk ver, TEKNOLOJİ bize sağlığımızı ver, TEKNOLOJİ bize temiz su ver, TEKNOLOJİ bize temiz hava ver, TEKNOLOJİ bize kimyasal maddesiz yiyecek ver, TEKNOLOJİ bize ümit ver, TEKNOLOJİ bunların verilmediklerinin nedenlerini anlat ki aramızda tumturaklı konuşalım diyen sonsuz sayıda salaklıklar.
    Tüm tarih üç devreye ayrılır: VAR OLMA devri (4 milyon yıl); mal TOPLAMA VE KENDİNİ MAL GÖRME devri (özellikle 17. yüz yılından sonra); GİBİ GÖRÜNME devri (İkinci dünya Savaşından, üretimden tüketime geçildiğinden bu yana). Siz gibi görünenlerdensiniz.
    “OLGULARI BOŞ VER, HAKİKATE BAK”
    Lütfen beni rahatsız etmeyin, öğrencim olsaydınız daha uzun anlatırdım ama siz televizyona alışık olduğunuz için,sıkıcı bulurdunuz.

  514. Bilim tartışılmışken, bu konudaki çarpık anlayışları besleyen eğitim sisteminin etkisi de unutulmamalı. Alıntıladığım şu yazılar bunu güzel ifade etmemiş mi?

    Cebir, geometri, fizik, kimya gibi derslere çok önem verip de, yazılı ve edebî lisanı ihmal eden bir eğitim sistemi ülkesini intihara götürür.
    Olgun, medenî, hayırlı insanlar cebir ve geometri ile değil, ince ve derin lisanla düşünür.
    Cebir geometri fizik kimya ile adam olunmaz, mühendis teknokrat olunur.

    Ülkeye elbette mühendisler ve teknokratlar lazımdır ama onların üzerinde mutlaka yüksek sosyal kültüre sahip ahlaklı ve faziletli idareciler, seçkinler, havass bulunması gerekir.
    Bu seçkinleri, bu idarecileri, bu havassı yetiştiremezse Türkiyenin geleceği karanlıktır.

  515. Sayın (ogürsel) 503'e cevap

    Sayın “ogürsel” 503,

    Size üzülerek bildiriyoruz: KENDİ YAZDIĞINIZI İNKÂR EDİYORSUNUZ!

    Yukarıda, “305” numaralı “20 Ekim” tarihli metninizde ne yazmışsınız, bir kez daha kontrol ediniz:

    [Ve eğer Kapitalizm yıkılacaksa dışarıdan yıkılmayacak; o kendini mahvedecek!]

    “503” numaralı “14 Kasım” tarihli metninizde ne yazdınız:

    [Ben nerede “kapitalizmin kendi kendine biteceğini yazmışım..”]

    BİR İNSAN KENDİSİYLE ANCAK BU KADAR ÇELİŞEBİLİR SAYIN “OGÜRSEL”!

    İlk önce, siz de, sayın “hortlak” da; kendi içinizdeki çelişkileri bitiriniz!

    İlk önce; “kapitalizmi öksürmeyi yeniden öğreniniz!”

    Sonra lâf atınız!

    Sizi gidi sizi; afacan ve inkârcı konformistler!

    Esen kalın!

  516. AP İMAM WUŞÊN’İN YOLDAŞIYIM, SONSUZ BAHTİYARIM (4)
    MEHMET YILDIZ

    “Bir fikirde aranan özellikler güzellik, doğruluk veya haklılık olabilir” dedi Ap İmam Wuşên. “Fikrinin yalnızca güzel olup olmadığıyla ilgilenirsen, kendini estetikle sınırlamış olursun. Seni yalnızca fikrinin doğru olup olmadığı ilgilendiriyorsa, ilgi alanın bilimdir. Fikrinin güzelliği veya doğruluğundan ziyade, haklı veya adaletli olup olmadığı bir numaralı kaygı ise, burada esas olan etiktir. Kombinasyonlar da mümkündür. Bu durumda bir fikrin sahasına dair muhtemel kombinasyonlar şunlar olabilir:

    A) estetik + bilim + etik (güzellik + doğruluk + haklılık)
    B) estetik + bilim (güzellik + doğruluk)
    C) estetik + etik (güzellik + haklılık)
    D) bilim + etik (doğruluk + haklılık)

    “Ancak iddia sahası ne olursa olsun, kafandaki fikre asla cebinde taşıdığın bir bıçak eşlik etmemelidir. Fikir ve bıçağın arkadaşlığı olmaz. Fikrinin üstün olduğuna dair çok büyük bir inanç beslediğini varsayalım. İnanç, insan olan insana tek başına hareket özgürlüğü sağlamaz. Burada asıl olan vicdandır, hukuktur ve insan kalabilme kaygısıdır. Biz atalarımızdan bunu öğrendik.”

    “Siz devrim fikrini çok çocukça savundunuz. Çok geniş bir sahada uzmanlık ileri sürmek bir yana, keyfiliğin ve terörün yolunu açtınız. Bir fikrin mutlak güzelliği, doğruluğu veya haklılığı bile kendi başına hiçbir sosyal projeyi zorunlu kılmazken, siz ondan bundan aldığınız kırık-dökük fikirlerle sosyal tanrı rolünü oynamak istediniz. Topluma tümden yeni bir biçim vermeye kendizi yetkili gördünüz. Sonuçta yalnızca Türk generallerine ve muhalif rolündeki paramiliter karanlık güçlere yem oldunuz.”

    “Şu Dersim’in haline bak! Bir imha ve esir kampına dönüştü. Sanayi işçilerini hiç görmedik. Üstelik sizin çok umut bağladığınız yoksul köylü de yok edildi.”

    “Bütünüyle ilmi olsa bile, sosyal ve ekonomik koşullarımız nedeniyle bizimle hiç alakası olmayan Marksizm ilkokul çocuklarının kendi aralarında yaptıkları tartışmaların ana konusu olmuştu. Normal olarak misket için döğüşmesi gereken çocuklar Marksizm için döğüşüyorlardı.”

    “Absürd şeyler yapmak bir tek size mahsus olmasa gerek. Bana köyü, çocukları, dili ve üretimi kalmamış Dersim’de Marksizmi ve diyalektiği anlatacaksın.”

    Bertal ne yapacağını şaşırmıştı. Ap İmam Wuşên’in kaybolan tesbihinin bulunmasını Dersimli çocuklara devrimci görevlerinin başında geldiğini 70’li yıllarda nasıl buyurduğunu hatırladı. Keza devrimcilerin “üretime katılma” kampanyalarını suistimal ederek binek hayvanlarını çayıra salan köylülerin müstehzi konuşmaları da unutulacak gibi değildi. Fakat çaresiz istenileni yapacaktı.

    Bertal, Marksizm ve diyalektik ile ilgili yazdığı yazıyı okumak üzere Ap İmam Wuşên ile Korkes kahvesinde buluştuğunda, kahvenin tıklım tıklım dolu olduğunu ve oturanların çoğunlukla yaşlılar olduğunu ve kimsenin oyun oynamadığını fark etti.

    “Seni bekliyoruz. Bugün farklı bir gün geçireceğiz ve eski günleri yad edeceğiz” dedi Ap İmam Wuşên. “Bertal’a bir bardak su getir oğlum” dedi garsona. “Bertal’ı bugün bilimde deneyeceğiz. Boğazının kurumasını hiç istemem.”

    Bertal sıkıntılı bir biçimde söze başladı:

    “Sevgili Dersimliler, konuya doğrudan girmeden önce birkaç kavram tanımını üzerinde durmak istiyorum. Daha doğrusu 20. yüzyılın en önemli bilim felsefecilerinden biri olan Rudolf Carnap’ın “bilimsel yasa” ve “bilimsel çıkarsama” (induction) ile ilgili tanımlamalarını çok kısa bir biçimde aktarmak istiyorum. Bunu, sizi bir otorite aracılığıyla daha baştan itibaren etkilemek için değil, söz konusu kavram tariflerinin çok yalın olmasından ve bu tanımların tartışmamızda bize çok yardımcı olabileceklerine inandığımdan dolayı yapıyorum.

    Bilimsel yasalar öncelikle kendi içinde ikiye ayrılırlar: a) empirik yasalar, b) teorik yasalar. Empirik yasalar doğrudan gözlem tarafından doğrulanabilen yasalardır. Teorik yasalar moleküller, atomlar, elektronlar, protonlar elektromanyetik sahalar ve basit ve direkt yollarla ölçülemeyen diğer nesnelerle ilgilidirler.

    Deterministik yasalarla istastiki yasalar arasındaki farkın altını çizmek de çok önemlidir. “Demir çubuk ısıtıldığında genleşir” şeklindeki bir yasa deterministik bir yasadır. Bu gibi kalitatif (qualitative) bir yasayı kantitatif (quantitative) bir yasa biçiminde förmüle etmek için “demiri şu derecede ısıttığımızda şu kadar genleşir” dememiz gerekir.

    İstatistiki yasalar olasılık hesaplamasına dayanırlar. Deterministik bir karakter taşımazlar. Olasılık hesaplamaları bir olayın vuku bulup bulamayacağı konusunda ortalama matematiksel değerlere dayanır. Bir Korkeslinin çok ama çok sayıda zar attığını düşünelim. Hakikaten zar atmak Korkeslilerin en çok yaptıkları işlerden biri sayılır. Çok sayıda atılan bir zarda şeşin gelme olasılığı 1/6’dır. Çünkü bildiğiniz gibi bir zarın 6 eşit yüzü vardır. Fakat bu yasa bir sonraki atışta neyin geleceği konusunda size hiç bir şey söylemiyor ya da söyleyemez.

    Filozofların ve bilimcilerin “gözlemlenir” (observable) ve “gözlemlenemez” (nonobservable” kavramlarını kullanış biçimi arasında belli bir fark vardır. Filozof “gözlemlenebilir” kavramının çok dar bir anlamda kullanır. Filozofa göre “mavi”, “sert” ve “sıcak” gibi özellikler gözlemlenebilir özelliklerdir. Bu özellikleri duyu organlarımız aracılığıyla doğrudan algılıyabiliriz. Fizikçiye göre bu kavramın daha geniş bir anlamı vardır. “Gözlemlenebilir” kavramı göreceli olarak basit ve direkt bir biçimde ölçülebilen bütün kantitatif büyüklükleri (quantitative magnitude) kapsar. Bir filozof 80 derece olan hava sıcaklığını veya 93½ kilo olan bir ağırlığı “gözlemlenebilir” saymaz, çünkü bu büyüklükleri doğrudan bir duyu aracığıyla idrak etmek olanaksız. Fizikçiye göre her iki kategorideki özellikler gözlemlenebilir özelliklerdir. Çünkü her iki kategorideki özellikler son derece basit bir biçimde ölçülebiliyorlar.

    Sosyal bilimlere konu olan gerçeklerin ise ne doğrudan ne de göreceli olarak basit bir cihaz kullanmak aracılığıyla ölçülebilen bir objesi vardır. Moleküllerin, atomların, elektronların, protonların elektromanyetik sahaların, viruslerin varlığı sonuçları itibariyle objektif, sosyal gerçeklerin varlığı ise subjektiftir. Fiziksel gerçeklerin ve sosyal gerçeklerin varlığı arasındaki bu temel fark tartışmamız bakımından çok önemlidir. Sosyal bilimlerin bugüne değin keşfettiği deterministik bir yasa yoktur. Sosyal bilimler dalında en fazlasından istatistiki tahminlerde bulunulabilir.

  517. MARKSIZM VE SOSYOLOJI

    1. Diyalektik yöntem

    Daha baştan itibaren Marksizm akademik dünyada önemli bir rol oynamak yerine politik bir düşünce olarak etkin olmak istedi. Çünkü Marks’a göre “filozoflar bugüne değin dünyayı yalnızca yorumlamakla yetindiler, oysa asıl önemli olan onu değiştirmektir”(Marks § Engels, 1970). Maksizmin pozitivizmi yalnızca şeyleri oldukları gibi tanımlamakla yetinmez. Marksist bilim anlayışı her zaman bir sosyal muhendisliği de içerir. Sosyal bilimlerin amacı sosyal yaşamın tüm kötülüklerini yok etmek ve insanoğlunun özgürleşmesini sağlamaktır. Onun içindir ki marksist teoride iyileştirme önerileriyle ilişkilendirilmemiş bir tanımlama (description) bulmak çok zordur.

    Marksizmin daha baştan itibaren etkinlik sahasını akademik dünya ile sınırlamamış olması ve nötr bir bilimcilik anlayışı yerine taraflı olmayı tercih etmesi onun sosyal bilimlerde epistemik objektivizmin olanaksız olduğunu ileri sürdügü anlamına gelmez. Marks ve Engels’e göre hilesiz sosyal bilimcilerin bu pozisyonu araştırmacının araştırmalarının sonuçlarına sadık kalmasıyla ortaya çıkmaktadır. Marksizm sosyal bilgiler fakültelerinde araştırma programlarına kaynaklık etmek veya metodoloji geliştirmek bakımından hiçbir zaman etkili olmadı. Buna karşın, bilindiği gibi, Marksizm 20. yüzyıl politik yaşamında çok önemli bir rol oynadı. Marksizmin 19. yüzyıl kapitalizmine yönelik ahlaki eleştirisinin Batı Avrupa sosyal güvenlik sisteminin ortaya çıkışında çok önemli bir paya sahip olduğu söylenebilir. Marksizm çok büyük felaketlere de yol açtı. Bu nedenle sosyalizm adına kurulan diktatörlüklerin zulmünden Marks ve Engels’i ahlaki olarak sorumlu tutmak gerekir.

    Marksizmin bilimsellik iddiası en az kurtarıcılığı kadar cezbedici oldu ve bu durum kendi başına büyük felaketlere yol açtı. Marks ve Engels’in Hegel diyalektiğini sosyal bilimlerin biricik bilimsel metodu olarak sunmaları akademik dünyada hiç ciddiye alınmadı, ama bu düşünce akademik bir eğitimi, sorumluluğu ve yeteneği olmayan fakat devrim sayesinde eline olağanüstü bir güç geçiren bir dizi “sosyal bilimci”nin ortaya çıkmasına yol açtı. Örneğin Lenin, Stalin, Mao, Kim İl Sung, Enver Hoca, Ceausescu kendilerini yalnızca devrimciler olarak değil, fakat aynı zamanda büyük sosyal bilimciler olarak gördüler. Sınırsız veya çok büyük politik bir güç sahibi olma durumuyla birleştirilen bu gibi bir bilimcilik çok yıkıcı sonuçlar doğurdu. Bir devrim aracılığıyla iktidarı ele geçiren Marksist bilimciler insanlığa karşı çok ağır suçlar işlediler.

    Devrimin kaçınılmazlığının empirik olarak saptandığı iddiası hâlâ insanların ölmesine sebeb olmaktadır. Politik ve ahlaki tercihlerde sosyal konum veya gelir faktörünün en tayin edici rolü oynadığı iddiası hâlâ hiç gerçekçi olmayan bir dizi politik beklentinin, atfın ve hareketin kaynağıdır. Örneğin Türk işçilerinin tarihsel misyonunun sosyalist devrimi gerçekleştirmek olduğu söylenibiliyorsa ve buna inanmıyanlar bilimi dikkate almayan insanlar olarak görülüyorsa bu Marksizmin bilimsellik iddiası yüzündendir.

    Marksizm’in bilimsellik iddiası diğer şeylerin yanı sıra aşağıdaki savları içermektedir:
    I. Diyalektik yöntem bilimsel yöntemdir. Tarihsel materyalizm onun insan toplumuna uygulanışıdır.
    II. Doğa, toplum ve tarih aynı diyalektik yasalara dayanır (bir çeşit hard-nosed positivism) ve toplumsal evrimin bilimsel olarak saptanan ekonomik bir yasası vardır (ekonomik determinizm).
    Bu bölümde yukarıda aktarılan savların gerçekte hiç de sağlam yahut bilimsel temellere dayanmadıklarını göstermeye çalışacağım. Diyalektik yöntem bilimsel bir yöntem değildir, toplumsal evrimin bir yasası yoktur ve Marksizm bilimsel bir teori değildir.

    Bilindiği gibi, “Diyalektik yöntem” Hegel`e aittir. Ancak Hegel`in diyalektiği idealisttir ve dolayısıyla Marks ve Engels’e göre Hegel diyalektiği bu nedenle başaşağı durmaktadır. İnsan düşüncesinin kaynağının doğa olduğu gerçeğini görmek yerine, idealistler doğanın insan düşüncesinin ürünü olduğunu söylerler. Marks ve Engels`e göre, diyalektiğin yasaları Hegel`in iddia ettiği gibi düşüncenin yasaları olmayıp, tam tersine doğanın yasasıdırlar.Yani Hegel farkında olmadan doğanın sırlarını çözmüştür. Hegel, diyalektiğin yasalarının düşüncenin yasaları olduğunu söylemek suretiyle, diyalektiği idealist bir kılığa büründürmüş ve onu böylece başaşağı çevirmiştir. Marks ve Engels’e göre, yapılması gereken şey, Hegel`in diyalektiğini ayakları üzerine dikmektir.
    Engels diyalektiğin üç temel yasasının olduğunu söyler ve bu yasalar şunlardır:
    I. Niceliğin niteliğe, niteliğin niceliğe dönüşümü yasası
    II. Zıtların birliği (içiçe geçmesi) yasası
    III. İnkarın inkarı yasası

    Yukarıda da belirtildiği gibi, Hegel´e göre bu yasalar doğa yasaları olmayıp düşünce yasasıdırlar. Birinci yasa Hegelci mantıkta var olmanın (doctrine of being) doktrini, ikinci yasa Hegelci mantık sisteminin en önemli yasası olup öz doktrini (doctrine of essence) ve nihayetinde üçüncü yasa tüm sistemin inşasını olanaklı kılan temel yasadır (Engels, 1883).

    Hegel idealizminin tutarsızlıkları konusunda Engels ile tamamen aynı fikirde olduğumuzu varsayalım. Bu durumda Engels`in yapması gereken, bu yasaların doğada aktif oldukları konusunda argüman ileri sürmesidir. Oysa Engels bunu yapmıyor, yani Engels ciddi bir argüman ileri sürmek yerine, bizim bu yasaları doğanın yasaları olarak kabul etmemizi istiyor.

    Engels söz konusu kitabında (Doğanın Diyalektiği) diyalektiğin bir elkitabını yazmak gibi bir niyeti olmadığını ve dolayısıyla üç yasanın birbirleriyle olan iç bağlantıları üzerinde de durmayacağını belirtir. Amaç diyalektik için bir başvuru kitabı yazmak olmadığına göre, diyalektiğin her üç yasasının birbirleriyle olan iç bağlantıları üzerinde durmanın gereği de yoktur.
    Burada hiç de kabul edilebilir olmayan bir tutum ile karşı karşıya olduğumuzu hemen belirtmeliyiz. Engels bu aşamada yapılması gereken en önemli işi, “bir elkitabı mı yazacağım?” diyerek küçümsüyor ve böylece kendisini öne sürdüğü tezleri destekler argüman öne sürmek yükünden keyfi bir biçimde azat ediyor. Yani Engels’in okuruna söylemek istediği şudur: “Bir profesörden ilkokul öğretmenliği yapmasını beklemeyin. Cehaletinizi kendiniz giderin.” Halbuki Engels bu üç yasanın kendisi ve iç bağlantıları konusunda argüman öne sürmüş olsaydı, diyalektiğin neden bilimsel metod olduğu sorusuna açık bir cevap vermiş olurdu ve böylece tartışma daha verimli hale gelirdi. Bence Engels bu gibi bir argümantasyonu çok zor buldu ve bu zorluğu açıkça ifade etmek yerine, konuyla ilgili kabul edilebilir bir açıklama yapmayı prensip olarak küçümseyerek zorluktan kendini sıyırmaya çalıştı. Düşünün ki, tüm bilimler için uniform bir metod öneriyorsunuz ve bu metodu açıklama zahmetine katlanmıyorsunuz. Tüm bilimler için geçerli olan uniform metod çok basit olsa bile, ayrıntılı bir izahı zorunlu kılar. Çünkü bu gibi bir düşünce mainstream değildir ve son derece yenidir. Yeni bir metod öneren her metodolog bu metodunu bütün ayrıntılarıyla izah etmek zorundadır.

    Engels`in yaptığı tek şey temel kimya aracılığıyla birinci yasanın doğada nasıl işlediğini ispatlamaya çalışmaktır. Niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümünün kimyevi örnekleri, diyalektik yöntemin genel olarak nasıl bir yöntem olduğu ve bu yöntem (eğer gerçekten bir yöntem ise) neden geçerli olduğu ve her üç yasanın iç bağlantıları konusunda hiçbir şey söylemezken, bu gibi bir argümanın yeterli bir argüman olduğunu söylemek mantıklı değildir. Bu tarz bir muhakemenin rasyonel bir tartışmada yeri olamaz.

    Diyalektiğin birinci yasasının doğa tarafından çok mükemmel bir biçimde doğrulandığını varsayalım. Bu gibi bir kanıt ikinci ve üçüncü yasaların geçerliliği ve her üç yasanın iç bağlantıları konusunda bir şey söylemediği için, yeterli ve geçerli bir kanıt değildir. Kaldı ki, doğanın her üç yasayı doğruladığını ve Engels’in bunu sağlam argümanlarla ortaya koyduğunu kabul etmemiz durumunda bile, diyalektik yöntemin sorunları bitmiyor. Yani bu durumda bile, diyalektik yöntem bilimsel yöntem statüsünü kendiliğinden kazanmış olmuyor.

    Bilimsel yöntem size araştırmanın nasıl yapılması gerektiğini anlatır. Diyalektiğin sözde üç yasası ise size doğada bahsi geçen üç gerçekte olay olmayan olayın tüm olayların özü olduğunu ve bu olayların nasıl cereyan ettiğini anlatır. Örneğin, “inkarın inkarı” neden doğal bir olay olarak kabul edilsin? “Zıtların birliği” yahut “bir şeyin aynı anda hem kendisi hem de kendisi olmadığı” savı neden olay kapsamına girsin? Bir olayın (event) gerçekte bir olay olabilmesi için elle tutulur bir sonuç, netice veya akibet olması gerekir (Carmines § Zeller, 1979). “Zıtların birliği” veya “inkarın inkarı” gibi son derece soyut ve spekülatif iki konsepti nasıl ölçeceğiz? Bir şey hem kendisi hem de aynı anda kendisi değilse, gerçeği nasıl saptayacağız? Rasyonel düşünüşe göre, “hem P’yi hem de P-olmayanı onaylayan şahıs rasyonel olamaz” (Trigg, 1989). Zıtların birliği süreklilik arzeden bir vakıa ise doğru ile yanlışı, geçerli olanla olmayanı birbirinden nasıl ayırt edeceğiz? Bu gibi kaotik bir ortamda aslında hiçbir düşüncenin doğruluğu söz konusu olamaz. Dolayısıyla diyalektiğin doğruluğu da söz konusu olamaz.
    Metodoloji insan düşüncesinin ürünüdür. Doğada intrinsik olan bir metodoloji olamayacağına göre, metodolojiyi doğada aramak süretiyle bir yere varamayız. Çünkü doğa bizim yerimize düşünemez. Dolayısıyla Engels Hegel’in diyalektiğini idealist kılıfından çıkarayım derken, doğayı keyfi bir biçimde Hegelci yapmıştır.

    Daha önce de ifade ettiğim gibi, diyalektiğin her üç yasasının doğa tarafından ispatlanması durumunda bile, en fazlasından üç bilimsel yasaya sahip oluruz. Her yasa kendi başına veya her üç yasayı içeren teori bir bütün olarak bir dizi araştırmaya kaynaklık edebilir. Ancak bu teori veya yasalar nevi şahsına münhasır bilimsel bir metod vücuda getiremezler. Burada açıklanan şey bir metodoloji değil, belirgin bir fenomendir. Örneğin, Newton’ın mekaniği ve Einstein’ın relativite teorisi yalnızca bilimsel teoriler olarak kabul edilmişlerdir. Fizik dünyasında kimse bu teorilerin fiziğin metodolojisini oluşturduklarını iddia etmemiştir. Tüm tabiat bilimlerinin şu ana kadar keşfedilmiş yasalarını bir araya toplamanız durumunda, tabiat bilimlerinin bilimsel metodunu elde etmiş olmazsınız. Bu nedenledir ki, diyalektiğin bilimsel bir yöntem olduğu düşüncesi tamamen temelsizdir. Bu, diyalektiğin üç yasasının doğada geçerli olup olmadıkları sorunundan bağımsız olarak böyledir.

  518. 2. Diyalektik yöntem ve bilimsel yöntem

    Tabiat bilimleri bilimsel metodu çok basit bir biçimde tanımlarlar. Bu, sorunun gerçekten basit olduğundan değil, fakat bilimcilerin pragmatist olmalarından kaynaklanmaktadır. Fizik, kimya, biyoloji, jeolojiye vb. göre, bilimsel metod aşağıdaki kesintisiz ve döngüsel prosedürden oluşur:
    – Gözlem (observation)
    – Hipotez formüle etmek
    – Deney tasarlamak
    – Hipotez test etmek
    – Sonuç çıkarmak veya teori oluşturmak.

    İnduktivistlere göre bilimsel açıklamalar doğrudan gözlemlenen gerçeklerden çıkarılırlar. Dolayısıyla gözlem (observation) aracılığıyla doğada bir düzenliliği keşfedebilirsiniz. Bu durumda bu gibi bir düzenliliği önce bir hipotez şeklinde ifade etmeniz gerekir. Daha sonra bu hipotezinizi teste tabi tutmanız gerekir. Eğer yapılan testler hipotezinizi (geçiçi formülasyonunuzu) doğruluyorsa, bir doğa yasasını bu yolla keşfetmiş olursunuz. Bu fenomeni açıklayan hipoteziniz böylece bir teori statüsü kazanmış olur.

    Deduktivistlere göre ise a priori teori ve düşüncelerden arınmış bir bilimci beyni olanaksızdır. İnsan doğayı ancak duyuları aracılığıyla tanımlar ve bu duyu mekanizmasını teorik bakımdan sıfırlamak olanaksızdır. Tüm a priori teori veya kurgulardan arındırılmış beynin doğal fenomeni algılaması ve anlaması olanaksızdır. Bilim adamının kafası (beyni) nesneye baktıkça kendiliğinden teori ile dolan bir kovaya benzemez. Dahası, sınırlı sayıdaki gözlemden hareketle tüm haller için geçerli olan yasaları ifade etmek olanaksızdır.
    Bu nedenle deduktivistler “hypothetico-deductive” modeli önermektedir. Bu modelin çıkış noktası “observation” (gözlem) değil, problemdir. Bilimsel araştırmalarda problem çözümü esas alınmalı ve hipotezler her zaman teoriden türetilmelidirler. Teoriler fenomeni en genel biçimde açıklayan ifadelerdir.
    Daha önce de belirttiğim gibi C.G. Hempel’in “deductive-nomological”modeli şematik olarak aşağıdaki gibidir:

    1-Yasalar (teori)
    2- Koşullar } explanans
    3- Olay = explanandum

    Bu modeli kullanarak sosyalist devrim teorisini Avrupa çerçevesinde test etmek istersek, modelin premisleri ve sonucunu aşağıdaki gibi formüle edebiliriz:

    1- Kapitalizmden komünizme geçiş tarihsel bir zorunluluktur (yasa)
    2- Avrupa ülkeleri kapitalist ülkelerdir (şart)
    3- Avrupa’da komünizm kaçınılmazdır (sonuç)

    Birinci ve ikinci ifadeler bu modelin premislerini oluştururlar. Eğer premisler doğruysa sonucun da doğru olması gerekir, bunun tersi mantıken olanaksızdır. Fakat sonucun mantıki olması ne premislerin ne de sonucun hakikatı gösterdiğine dair bir kanıt sayılır. Premislerden mantıki olarak bu sonuç çıkıyorsa bu durum yürütülen muhakemenin geçerli (valid) bir muhakeme olduğunu gösterir. Ne var ki, geçerli muhakemeler ne premislerin ne de sonucun realiteyi yansıttığını ortaya koyma yeteneğine sahiptirler. Böyle bir açıklamanın hakikatı yansıtıp yansıtmadığı ancak deneyle saptanabilir. “Kedi kilimin üzerinde duruyor” cümlesi eğer kedi gerçekten kilimin üzerinde duruyorsa doğru, durmuyorsa yanlıştır. Deney, hipotez testi ve deneye dayalı sonuç induktivistlerle deduktivistlerin ortak prosedürünü oluşturur. Ancak bazı radikal deduktivistlere göre bilimsel teorilerin deneyler aracılığıyla doğrulanması asla mümkün değildir. (Popper, 1959)

    İnduktivistlerle deduktivistler arasındaki tartışma tabiat bilimlerini ilgilendirdiği kadarıyla felsefi bir tartışma olarak kalmakta ve bu durum hipotez testine dair çok büyük metodolojik sorunlar yaratmamaktadır. Ancak konu sosyal bilimler olunca söz konusu tartışmanın metodolojik implikasyonları bir hayli önem kazanmaktadır. Çünkü sosyal gerçekler fiziksel varlıklar gibi göze görünme veya özel araçlar kullanmak suretiyle izlenme özelliklerine sahip değildirler. Bundan dolayıdır ki, sosyal araştırma her zaman deduktivist olmak, yani bir teoriden yola çıkmak zorundadır.

    Fiziksel gerçeklerin varlığı objektiftir. Örneğin dağların, nehirlerin, denizlerin vb. varlığı objektiftir. Bundan dolayı fiziksel gerçekler objektif bir ontolojiye (varoluş tarzına) sahiptirler. Buna karşın sosyal gerçeklerin (örneğin demokrasi, insan hakları, para, mülkiyet, evlilik, başbakanlık vb.) varlığı, düşünen insanın varlığını öngörür. Varlığı düşünen insanın varlığını öngören gerçeklerin objektif bir ontolojisi olamaz. Dağ, nehir, deniz, misali fiziksel varlıklar insan düşüncesinden bağımsız bir varlığa sahiptirler ve onun içindir ki insan düşüncesini umursamazlar. İnsanlar fiziksel varlıkların varlığını düşünmese de onlar varlıklarını sürdürürler. Oysa sosyal gerçeklerin görünmezliği (invisible) onların varoluş tarzını subjektif kılar. Sosyal gerçeklerin varlığı insanların kollektif niyeti sayesinde mümkün olmaktadır. İnsanların kollektif niyeti ortadan kalkarsa, sosyal gerçeklerin varlığı da sonuçta ortadan kalkar. Örneğin T. Erdoğan`ın, Türkiye`nin başbakanı olduğu bir gerçektir. Bu yargıya konu olan sosyal gerçek (yani başbakanlık ve T. Erdoğan’ın başbakanlık sıfatı) ontolojik olarak subjektiftir ancak bu cümle epistemik olarak objektiftir. Bunu olanaklı kılan kollektif vatandaş niyetidir. Erdoğan`ın statüsü sembolik, gücü “deontic”tir. Yani bu gibi bir karar verme yetkisi ona bir yasa aracılığıyla verilmiş ve vatandaşlar bu yasaya uydukları sürece “deontic” güç varlığını korur.
    Sosyal olguların burada sosyal-psikolojiye indirgendiği de sanılmamalıdır. Vatandaşların kollektif psikolojisinin bir anda çok radikal bir değişiklik geçirerek mevcut politik rejimi ve ekonomik sistemi meşru bulmadıklarını varsayalım. Vatandaş psikolojisindeki bu gibi ani radikal değişiklik egemen politik ve ekonomik sistemin kendiliğinden sonu olmaz. Gerçek bir değişiklik için yurttaşların en azından ordu, polis ve bürokrasiyi yeniden organize etmeleri ve üretim, bölüşüm ve mülkiyet yasalarını ve bütün bu kurumlara denk düşen bir dizi pratiği ve normu değiştirmeleri gerekir. Böylece eski sosyal olgular yerini yeni olanlara bırakırlar. Kısacası, sosyal gerçeklerin subjektif olan varlık tarzı onların bütünüyle sosyal psikoloji ile açıklanabileceklerini ima etmez.

    Fiziksel gerçeklerle sosyal gerçekler arasında kurulan ontolojik paralellik, sosyal yapının insan yaratıcılığının ürünü olduğu ve dilin pek çok kurumsal gerçeğin (institutional facts) temel yapıcılarından biri olduğu gerçeğini karartmaktadır. Sosyal konseptlerin çoğu “self-referential” yani ortaklaşa yapılan bir tanımdan ibarettirler. Örneğin, belli bir cisme “para” diyoruz. Para nedir sorusuna verilen cevap yine paranın tanımı olur. Paranın para olabilmesi için önce tarif edilmeli ve para olacak şey bu tanıma uygun düşmeli ve onun para olduğuna kollektif olarak inanılmalıdır. Bu durum tıpkı 1+1 = 2 işleminin doğruluğu gibidir. Bu işlemin doğruluğu “1”, “2”, “+” ve “=” sembollerine verilen anlama dayanmaktadır. Burada para konsepti için doğru olan seçimler, özel mülkiyet, evlilik, savaşlar, seçme (politik tercih), söz verme, satın almak ve satmak, politik partiler vb. için de geçerlidir (Searle, 1995).

    Özetle, ontolojik olarak subjektif olan sosyal gerçekleri ontolojik olarak objektif olan fiziksel gerçeklerle aynı kefeye koyamayız. Bu gibi bir analoji üzerine oturtulmuş teorilerin ve araştırma metodlarının bir yararı yoktur. Bu gibi bir analojiden hareketle teori, felsefe ve metodoloji üretenler, bilime bir katkı yapmamışlardır. Bunun da ötesinde, bu şahıslar doğal ve sosyal bilimlerle ilgili çok gülünç düşünceler öne sürmüşlerdir. Comte, Durkheim, Hegel, Engels, Lacan, Latour, Kristeva ve daha başkaları bu gibi bir benzetmeden yola çıkarak yalnızca sosyal olgularla ilgili çok yanlış şeyler söylemekle de kalmamışlar, fakat aynı zamanda ya hiç ya da çok az bildikleri konular üzerinde de konuşmuşlardır. Bu durum onların tipik bir özelliğini göstermektedir.

    Diyalektiği ile Marks ve Engels`i derinden etkilemiş olan Hegel, doğa hakkında olmadık saçmalıklar öne sürmüş ve yalnızca doğa konusundaki bilgisizliği ile değil, tüm felsefi görüşleri yüzünden bir çok filozof tarafından cahil bir şarlatan olarak tanımlanmıştır (Popper, a.g.e.). Popper, Hegel`in doğa ile ilgili cehaletini sergileyen pek çok örnek veriyor ve bu örneklerden birkaçı şunlardır:
    – Hegel Newton`nin Principia`sından 114 yıl sonra bile gezegenlerin Kepler`in kanunlarına göre hareket ettiğini ileri sürdü.
    – Hegel, sesi material parçaların spesifik ayrımı (segregation) koşullarında vuku bulan bir değişim olarak tanımladı.
    – Ses ile sıcaklık arasındaki ilişki üzerinde gerçekle hiç alakası olmayan anlaşılmaz şeyler ileri sürdü (Popper, a.g.e.).

    Engels`e göre, Hegel`in diyalektiğini idealist kılıfından çıkarıp onu doğaya yerleştirmemiz halinde, ondaki dahiyane rasyonel özü açığa çıkarmış oluruz. Doğadan hiçbir şey anlamayan bir filozofun farkında olmadan doğanın bütün temel işleyiş yasalarını keşfetmiş olması şaşırtıcı değil mi? Diyalektiğin üç yasası doğanın üç temel yasasını oluşturduğu halde, Hegel bu buluşunun farkında değil. Dahası, bu buluşunu resmen ilan edip Darwin, Newton gibi bilimcilerle aynı tahtı paylaşmak yerine, ses, sıcaklık vb. gibi ayrıntılar üzerinde olmadık düşünceler ileri sürmek suretiyle kendisini çok gülünç duruma düşürüyor. Gerçekten de , Marks ve Engels Hegel’in diyalektiğini son derece abartmışlardır. Özellikle Engels doğa bilimleri alanındaki yüzeysel bilgisini çok abartılı bir biçimde sunmuştur. Engels’in toplumun bilimsel incelenişi konusunda öne sürdüğü son derece aşırı pozitivist görüşlerle bu bilginin abartılı oluşu arasında da doğrudan bir bağ vardır.

    Doğanın Diyalektiği`ne bir önsöz yazan J.B.S. Haldane, “Bernstein 1924 yılında Doğanın Diyalektiği`nin elektrikle ilgili olan bölümünü Einstein`a gösterip fikrini sorduğunda, Einstein’ın modern fizik açısından yazının büyük bir önem taşımadığını söylediğini aktarır. Haldane`ye göre Engels`in kitabının öneminin Einstein tarafından anlaşılmamış olmasının kusuru gerçekte Bernstein`a aittir. Zira Bernstein, kitabın tümü yerine yalnızca onun elektrik ile ilgili olan kısmını göstermekle yetinmiştir. Bence Bernstein böyle yapmakla Engels`i daha zor bir duruma düşmekten kurtarmıştır. Çünkü Engels tarihte başka bir örneğine çok az rastlanılır türden çok geniş bir saha için uzmanlık iddiasında bulunmuştur.

    Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı kitabında doğa, toplum ve tarih arasında ontolojik bir paralellik kuruyor. Engels bu gibi aşırı-pozitivist görüşleriyle adeta Comte ve Durkheim sosyolojisini tekrar ediyor. Marks`a gelince, Marks`ın aynı pozitivist görüşleri taşıdığı bir gerçek olmasına karşın, en azından, dolaylı olarak söylemiş olsa da, Marks fizik ve kimya yasalarının ekonomik yasalardan bir ölçüde farklılık taşıdıklarını, çünkü fizik ve kimya yasalarının her zaman geçerli olmasına karşın, ekonominin genel yasalarının yalnızca belli tarihsel periyodlar içinde geçerli olduklarını söylemek suretiyle bir farlılığı dile getirir. (Marks, 1999 [1867]). Ancak hiç kuşku yok ki, Marks “sosyal hareketi insan iradesinden, bilincinden ve zekasından bağımsız olan deterministik yasalar tarafından yönetilen doğal tarihin bir süreci olarak görür.” Bunu söyleyen 1872 yılında “The European Messenger”da yazan bir yazardır ve Marks bu açıklamayı diyalektik metodunun iyi bir tarifi olarak tanımlar (Marks, ibid). Bu nedenledir ki, sosyal ontoloji ile ilgili düşünceleri bakımından Marks ile Engels arasında büyük bir fark yoktur.

    Kapital’in birinci Almanca baskısına yazdığı önsözde Marks şunları söyler:

    “Fizikçi fiziksel fenomenleri ya onların en tipik biçimleriyle ortaya çıktıkları ve bozucu etkilerden uzak oldukları yerde, ya da, mümkün olduğunca, deneyi söz konusu fenomenin normal oluş tarzını teminat altına alan koşullar altında gerçekleştirir. Bu eserde kapitalist üretim tarzını ve bu tarza denk düşen üretim ve değişim koşullarını inceledim. Şu ana kadar onların klasik zemini İngiltere’dir. Bu durum benim teorik fikirlerimin geliştirilmesinde İngiltere’yi neden başta gelen örnek olarak kullandığımın nedenini açıklar…
    … Bir ulus diğerlerinden öğrenebilir ve öğrenmelidir. Ve bir toplum kendi hareketinin doğal kanunlarını keşfetmek için doğru bir rotaya girdiğinde bile –ki modern toplumun hareketinin ekonomik yasasını çıplak bir biçimde sergilemek bu çalışmanın nihai amacıdır- o toplum, toplumun normal gelişiminin birbirini izleyen aşamalarının yarattığı engelleri ne cesur sıçramalarla aşabilir ne de yasal düzenlemeler aracılığıyla ortadan kaldırabilir. Fakat toplum [bu sürecin] doğum sancılarını yalnızca kısaltıp hafifletebilir. (Marks, 1999 [1867] )

    Marks ve Engels`in ekonomik-determinist görüşleri üzerinde bir sonraki bölümde daha ayrıntılı bir tarzda duracağım. Burada diyalektik metod ile ilgili olarak bir özet yapmak gerekirse söyleyeceklerim şunlardır: Diyalektik metod gerçek bir araştırma metodu değildir. Üç soyut premisin bir metodoloji oluşturması olanaksızdır. Bu metodun nasıl uygulanması gerektiği konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Diyalektiğin üç yasasının doğada geçerli olduğuna dair herhangi bir kanıt veya argüman yoktur. Birinci yasa için öne sürülen kanıt ve argümanlar sistemi kurtarmaya yetmemektedir. Bu yasaların, iddia edildiği gibi bir geçerlilikleri söz konusu olsa bile, bu durum onların metodolojik implikasyonlarının neler olduğu konusuna bir açıklık getirmiyor.
    Metodla kastedilen şeyin ne olduğunu izah edebilmek için induktivist ve deduktivist okulların konuyla ilgili düşüncelerini kısaca aktarmaya çalıştım. Bu düşünceler genel olarak ciddi farklılıklar taşısalar da, metodla kastedilen şeyin son derece net bir biçimde ifade edilmesi gereken bir araştırma prosedürü olduğu konusunda bir hemfikirlik vardır. Keza gözlem ve deney bilimsel metodun zorunlu unsurları olarak kabul edilmektedir.

    Diyalektikçilerin bu gibi bir anlayışları yoktur. Sonuçta bu okulların (deduktivist ve induktivist) önerdiği prosedürün diyalektik ile uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Daha doğrusu diyalektiğin önerdiği herhangi bir araştırma prosedürü yoktur. Diyalektiğin, bir araştırma metodu olarak kerameti kendinden menkuldür. Diyalektikçi araştırmacı vardığı sonuca nasıl ulaştığı konusunda onu kontrol etmemiz için arkada herhangi bir belge veya protokol metni bırakmıyor. Diyalektikçi, başkalarının kendi araştırmasını baştan sona kontrol etmesini ve muhakemesinin mantıki, verilerinin geçerli olup olmadığının araştırılmasını bir gereklilik saymıyor. Nitekim bütün diyalektikçilerin formüle ettikleri teorilerin “bilimsellik” statüsü kazanmasında, konuyla ilgili uzmanların herhangi bir rolü veya onayı söz konusu olmamıştır. Araştırmayı yapan ilk ve son sözü söylemiş ve bu durum öylece kalmıştır. Bu çalışma tarzının son derece iptidai olduğunu ve akademik çevrelerin çalışma tarzına hiç benzemediğini söylemeye gerek bile yoktur.

  519. Sayın (hortlak) 505'e cevap

    Sayın “hortlak” 505,

    === Düşünce var! ===

    Öve öve bitirmediğiniz Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in) “emek-değer” teorisi:
    ( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    === Kavrayış var! ===

    Öve öve bitirmediğiniz Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in) “artı (artık) değer” teorisi:
    ( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    === Anlayış var! ===

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!
    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    === İdrak etmek var! ===

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”
    (Howard Zinn
    1922-2010)

    “Never doubt that a small group of thoughtful, committed citizens can change the world. Indeed, it is the only thing that ever has.”
    (Attributed to Margaret Mead)

    “In a decaying society, art, if it is truthful, must also reflect decay. And unless it wants to break faith with its social function, art must show the world as changeable. And help to change it.”
    (Ernst Fischer)

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    === Algılamak var! ===

    Yukarıda, “487” numaralı metninde sayın “hortlak” yanılgısını ifşa ediyor: [Marx da rekabetci kapitalizmi olumlu bulur.. Sömürü sistemin sonunda herhangi bir kapitalstedegil Kapitalist SISTEMIN tikanacagindan,kendi kendini devireceginden,kendi mezarini kaziyacagini öngörür marx.]

    Sayın “hortlak” zannediyor ki; “Marx, kapitalizmin kendi kendine yaşadığı tutarsızlık nedeniyle, zaman geçtikçe içine çökeceğini zaten söylemiş! Böylece hepimizin kurtulacağını da söylemiş! Siz gidin hikayelerinizi başkalarına anlatın!”

    SAYIN “HORTLAK” VE ONUN GİBİLER;
    ÖVE ÖVE BİTİREMEDİKLERİ KARL MARX’IN (VE FRIEDRICH ENGELS’İN) “KAPİTALİZME KARŞI DAİMA EYLEM İÇİNDE OLUNMALI!” UYARISINI GÖREMEYECEK KADAR KÖRLEŞMİŞLER!

    “Joseph Alois Schumpeter”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “John Maynard Keynes”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Ayn Rand”ın zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Friedrich August von Hayek”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Ludwig von Mises”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Murray Rothbard”ın zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Milton Friedman”ın zehirli teorilerinden haberleri yok!

    “Robert Nozick”in zehirli teorilerinden haberleri yok!

    Hâlâ 19. yüzyılda sıkışıp kalmış Marxism retoriğiyle dünyanın gidişatını öngörmeye çırpınıyorlar!

    “Kapitalizmi öksürmeyi” yıllar önce unutmuşlar!

    Ne “diyalektik”ten haberleri var!
    Ne de “praxis & praksis”ten haberleri var!

    “Kapitalizme karşı eylemler” deyince; muhtemelen akıllarına:
    İstiklal caddesindeki giyim mağazalarının vitrin camlarını kırmak!
    Banka ATM’lerini parçalamak!
    Arabaları ters çevirip yakmak!
    Suratlara kırmızı ve-veya siyah bandanalar sarıp, yol ortasında asker nizamıyla, kırmızı ve-veya siyah bayraklar taşıyarak rap rap yürümek!
    geliyor!

    Ne fabrika işgallerinden,
    Ne ofis işgallerinden,
    Ne hastane işgallerinden,
    Ne okul işgallerinden,
    Ne üniversite işgallerinden,
    Ne sokaklarda “sivil itaatsizliğin!” özgürleşmesinden haberleri var!

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Sizi gidi sizi; afacan ve inkârcı konformist sayın “hortlak”!

    Esen kalın!

  520. “kapitalizmin kendi kendine biteceğine inanan…”
    “Kapitalizm yıkılacaksa dışarıdan yıkılmayacak; o kendini mahvedecek!”
    Bu ikisi aynı anlama gelmez.
    1789 Krallığın borç krizine sürüklenmesi ile yıkılmaya yatkındı. 1917 Merkezî iktidarın çöküşü ile mümkün hale geldi. Sönmediler.. Yıkıldılar!
    Alternatif hayat kurgulanmamış, hazır halde değilse, “yıkılan” kendini yeniden ayağa kaldırabilir. Bitmiş bir şey ise “bitmiş”, yok olmuştur.
    Özensizlik, 17 yaş sığlığı böyle bir şey…

  521. 512 no’lu arkadaşa,
    verdiğiniz örneklerle K.Marks’ın alıntı sözlerinin birbirleriyle alakası yok. Sahi, bu kadar katı ve acımasız eleştirilerinize göre, sizin emek-değer ya da artık-değer teorileriniz nelerdir? bu kadar bilgili ve bilgiç olduğunuza göre,yazdıklarınıza istinaden, mutlak bir teoriniz vardır-uluslararası bazda.
    Saygılar

  522. IRMAK ZİLELİ

    İKTİDARLAR BİZDEN NE BEKLER?
    CEVAP: ÖNCELİKLE VE DAİMA FEDAKÂRLIK BEKLER!

    KENDİ EYLEMİNİN SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMEYEN ÖZNE; ARTIK YOK HÜKMÜNDEDİR!

    Yazan: Irmak Zileli
    Remzi Kitabevi “Kitap Gazetesi”
    Ekim 2015

    ANİMASYON VİDEO (7 dk.)

    El empleo & The Employment
    (Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Adres:
    http://vimeo.com/32966847

    Kısa bir animasyon film izledim internette. Adı: “El Empleo / The Employment.” Yönetmeni: Santiago ‘Bou’ Grasso.

    Çalar saatin insanı yataktan zıplatan alarm sesiyle başlıyor film. Çizgi karakter alabildiğine ifadesiz bir yüzle kalkıyor yataktan. Uyandığı andan itibaren çalıştığı holdinge gidene kadar geçtiği tüm aşamalara tanık oluyoruz. Buraya kadar sıradan bir hikâye gibi gelebilir. Ama yataktan kalktıktan sonra düğmesine bastığı abajurun bir insanın kafasına takılı olduğunu görünce bir gariplik hissediyoruz. Daha sonra adam insanların sırtı üzerinde duran bir masada kahvaltı yapıyor. Taksi durağından bir “insan” çevirip ona biniyor. Trafik direğinde yeşil ve kırmızı ışık görevini üstlenmiş iki insan asılı duruyor. Çizgi karakterin her adımında tanık oluyoruz ki, nesneler tarafından yapılması beklenen görevler insanlar tarafından yerine getiriliyor. Biz de giderek daha çok merak ediyoruz: Bizim adam ne iş yapıyor?

    Nihayet boş bir koridordayız. Karakter az ileride, bir ofise ait olduğu anlaşılan kapıya doğru ilerliyor. O kapıdan içeri gireceğini düşünüyoruz ama öyle olmuyor. Adam kravatını sıkıp, boylu boyunca uzanıyor yere; tam kapının önüne, paspasın durması gerektiği yere. Sonra bir başkası, mesaisine başlamak üzere kapıdan geçmeden önce bizim paspasa ayaklarını siliyor.

    Filmde en çok dikkatimi çeken insanların yüzlerinde hiçbir ifade olmamasıydı. “İfade edecek” bir şeyleri yoktu belki. “İfade etmeye” gerek duymuyorlardı ya da. Yüzümüzdeki manâyı gerekli kılan şey nedir, diye sordum kendime. Duygu ya da düşünce yoksa anlam da yok. Dolayısıyla nesnenin ifadeye gereksinimi yok; varoluşunda bunun koşulu yok. Filmde görüyoruz ki nesneleşmiş özneler de zaman içinde ifadelerini yitiriyorlar. Nesneleşmek beraberinde kimlik yitimini getiriyor.

    Kimlik nedir peki? Bizi biz yapan şey nedir? Bizi özne yapan nedir diye de sorabilirim soruyu. İlk akla gelen yanıtlardan biri “eylemlerimiz” olsa gerek. Öyle ya bir cümlenin öznesi, yüklemin sorumlusudur. Özne, eylemi gerçekleştirendir. Özneyi çekip alırsanız cümle bozulur. Artık eylemin faili meçhuldür. İşte o yüzden kendi eyleminin sorumluluğunu üstlenmeyen özne artık yok hükmündedir. Ona en fazla “nesneleşmiş özne” diyebiliriz.

    Özne-nesne karşıtlığı üzerine düşününce aklıma Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” geliyor ister istemez. Yazar, egemen güçlerin insanı eğitirken “nesneleştirdiğinden” söz eder bu kitabında. İktidarın varoluşu gereği öznelere değil, nesnelere ihtiyacı olduğunu vurgular.

    O kitapta geçiyor muydu bilmiyorum ama bu nesneleştirme işlemini gerçekleştiren tüm iktidar aygıtlarının başvurduğu başlıca kavramlardan birinin “feda” olduğunu düşünüyorum. Özellikle çöküşe doğru gidildiği esnada şirketler çalışanlarından fedakârlık talep eder; ciro düşmüştür mesela ve o yıl zam yapılamayacaktır. Ekonomik kriz zamanlarında hükümetler vatandaşlarından fedakârlıkta bulunmalarını ister; “kemerleri sıkma vakti”dir. Savaş sırasında ordular askerlerinden gözlerini bile kırpmadan ölüme gitmelerini bekler; şehitlik fedakârlığın en yüksek mertebesidir. Örgütler mücadelenin keskinleştiği zamanlarda üyelerinden tartışmaları askıya almalarını, liderliğin kararlarına sorgusuz suâlsiz itaat etmelerini talep eder.

    Fedakârlık sorgu suâl kabul etmez. Oysa kişiyi özne yapan şey sorularıdır. Sabah ofisin kapısına paspas olarak yatan adam “Ben burada ne yapıyorum? Neden yapıyorum? Bu iş için neleri feda ediyorum? Karşılığında ne alıyorum?” diye sorduğu gün kravatını sıkmak yerine gevşetebilir. Hâttâ isterse arkasını dönüp gidebilir. Bu eyleminden de sorumlu olur. Onu üstlenir. Belki o zaman yüzü bir ifade de kazanır ve o ana dek ağzından tek kelime duymadığımız adam ilk kez kendi cümlesini kurar. Üstelik cümle bozuk da değildir.

  523. Isid,kaidelar galiba bunlarin arkasinda..

    Sacmalayin sacmalayacaginiz kadar yeterki milletin kafasi karissin,eylemler yapilsin,bati medeniyeti kaosa dönüssün..

    Hicbir akim,hareket,ideoloji bunlar kadar sacma
    sapan degil!
    Hicbir fikir bunlarin kadar anlamsiz degil..
    Tam gazla reklam sirketi gibi,beyin ütüleme,yikamaya calisiliyor..
    3000 binlik hayatimizda bu veledleri cok gördük..
    Ilkönce bunla FAKABASTmali veledlerin oyunu sanmistim..

    Kisa sorusu..direkt sorusu olan varsa seveseve tartisabiliriz..
    Ama yukardaki uzun anlatilanlardan,abuk sabuk konususanlarin elealinacak en ufak bir lafi yok!
    Düsünce birligide yok,amacsiz,anlamsiz,hedefsiz yazilar yumagina hicde tektek cevap verilemez..
    3000 yillik bilimsel,kültürel gelismegi bu baylar,bu veledler cikmis ortaya velveleye ceviriyorlar..
    Sonu gellmez sacmaliklara sonu gelmez cevap verilemez..
    Kim bunlar?!! Ordan burdan kopyalayip duruyorlar…
    Marxi burjuva yaparlar..yok onu bize arsizca savunmaga bakarlar ,yanindada ÖVE ÖVE bitiremedigiz marx diyede asagilamayi unutmazlar!
    Tam cirkeff bunlar!

  524. İNGİLİZ KAPİTALİSTE GÖRE 'KAPİTALİZM TEKLİYOR'

    İNGİLİZ KAPİTALİSTE GÖRE “KAPİTALİZM TEKLİYOR”

    Britanya’nın en başarılı işadamlarından biri olarak görülen Mark Price, kapitalizmin, artık toplumun ihtiyaçların karşılamakta yetersiz kaldığını söyledi.

    The Daily Telegraph’ın haberine göre, Britanya’nın en büyük marketler zinciri Waitrose’un başındaki isim, “Çalışanlarına adil ve mutlu çalışma koşulları sağlamak yerine hisse senedi değerlerini artırmayı daha fazla önemseyen şirketler, iş dünyasında güvensizliğe neden oluyor” diye konuştu.

    Bir araştırmadan örnekler veren Price, toplumun yüzde 56’sının ticareti açgözlülük ve bencillik olarak tanımladığını, 61’ine göre de çalışanların insan olarak değil de bir araç olarak görüldüğünü söyledi.

    İş dünyasındaki refahın adalet, eşitlik ve özgürlük olmaksızın sağlanamayacağına vurgu yapan işadamı, öncelikli olarak sosyal adaletin sağlanması gerektiğini sözlerine ekledi.

    İngilizce:
    ( http://www.telegraph.co.uk/finance/newsbysector/retailandconsumer/11986665/Waitrose-boss-Mark-Price-declares-Britain-should-turn-its-back-on-capitalism.html )

    Türkçe:
    ( http://www.diken.com.tr/ingiliz-kapitaliste-gore-kapitalizm-tekliyor/ )

  525. Sayın (ogürsel) 513'e cevap

    Sayın “ogürsel” 513,

    Tam manâsıyla bir “inkâr abidesi”siniz!

    Ne yazık ki; konformistleşmişsiniz!

    Size üzülmüyoruz! Siz zaten geçeceğiniz kadar geçmişsiniz feleğin çemberinden!

    Asıl üzüldüğümüz; zorla kapitalist yaptığınız, bir kapitalist olması için bebekliğinden itibaren beynini manipüle ettiğiniz, “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuz!

    Sizi gidi sizi;

    [“kapitalizmin kendi kendine biteceğine inanan…”
    “Kapitalizm yıkılacaksa dışarıdan yıkılmayacak; o kendini mahvedecek!”
    Bu ikisi aynı anlama gelmez.]

    Afacan, inkârcı ve konformist sayın “ogürsel”!

    Esen kalın!

  526. sanırım bizi sınıyorlar!
    Tam bir dinci mantığı! Dönüp, dönüp aynı şeyi söylüyorlar. Bir başka bakış açısı denediklerinde uçuruma düşeceklerini sanıyorlar.
    İdeoloji zihniyeti! Karşıt görüş karşısında saldırganlaşma eğilimi.
    Hadisler, hadis yazarları sıralıyorlar. Bir olguyu ele alarak onun önü, arkası analizine kalkışamıyorlar. Kendilerine ait bir fikirleri yok. Olguları değil, kitapları ve havarilerini konuşmak istiyorlar. Olgu denilen somutluğu çarpıtamak için ellerinden geleni yapıyor, sözcük oyunlarına girişiyorlar.
    Skolastizm; kanıtları, karşıt iddiaları yalnızca kitaplardan arıyorlar.
    Derin bir özgüvensizlik, peygamber ve havarileri söylemlerine sığınıyorlar.
    Sığlıklarını, andıkları kitapların onda birini okusalar aşacakları düzeysizlikleri görünmesin, anlaşılmasın korkusuyla sıralayıp duruyorlar.
    Tipik bir Doğu’lu ezikliği, milim sapmayan aynı retorikle örtüyorlar.
    Ciddi bir sorunla karşılaştığında hep aynı duaları defalarca yineleyen dincinin ruh halinin aynı bu. Kullandığı batılı diller, ileri sürdüğü batılı aydınlar salt gösteri; onların ruhu dinci algı-inanç ve söylemi ile aynı. O peygamber lafzının kaynağı da bu.
    Bu sitede bu “ruhla” da tanışmak varmış.
    İnsan zihni.. Kılıktan, kılığa girer; “şeytan”, her kılığı uydurur kendine.
    2003’den bu yana her kılığa giren “şeytanın” çok alt düzey versiyonları sanki.. İleri demokrasiden, Stalinist totaliter diktaya gelmek gibi…
    Kendi adıma bu aptal sürece kapılmış olmaktan üzüntü ve pişmanlık duymuyorum!
    Öğreniyorum! İnsan denilen yaratığın çok dilli, çok okumuş cehaletine ait bir bağnazlığı tanıyorum. Tanıdım.
    Niyetlerinin kötü olmadığını düşünerek yaşadıkları “sancıya” saygı duyuyorum. Bu iyi niyetin sınırlı olması, sağlıklı, entelektüel diyalogu önlüyor.
    Örneğin Oblomov’u neden anıyorlar. Okudular mı? (Ne gülünç; “okudular mı?” hangi tarikat bu, birlite okuyup, birlikte aynı şeyleri anlıyorlar!)
    Bir sürü gevezelik yerine Oblomov’dan ne anladıklarını anlatıverseler. Ne tuhaf gösteri bu!
    Yazdım ya.. Bizi sınıyorlar!
    Bu motivasyonun altında yatanı bile henüz anlayamadım; bir nefret ideolojisi kurgulamışlar; intihar bombacılığının kıyısındalar; bir banka kapısı önünde kendini patlatmaya hazırlar sanki…,
    Olgulara bakışları var olan insanlık acılarını azaltmaya değil de çoğaltmaya hazır yöntemi benimsemiş. Aynı IŞİD gibi; onların da çoğu belki uyguladıkları yöntemlerle “asr-ı saadet’e” varacaklarını sanıyorlar; yani MS 610-630 yılları!
    Arkaik kapitalizm, köleci toplum; orta çağ-Modernite öncesi zamanlara.
    Bu zihinsel algı-yorum bir enzimatik eksiklik mi; serotinerjik yoksunluk mu, egosal beklentilerin şaşırttığı ortak hysteri mi, toplumsal “iyiliği” kendi müddet-i ömrüne sığdırmak istediği bir mehdi hırsı mı? Bu dünyaya mı aitler gerçekten?
    Kuşkulanıyorum..Her ne ise.. bizi sınıyorlar!

  527. Sayın (anonim 514'e) cevap

    Sayın ‘anonim 514’,

    [verdiğiniz örneklerle K.Marks’ın alıntı sözlerinin birbirleriyle alakası yok.]

    Yukarıdaki ifadeyi yazdığınıza göre; kendi argümanınızı ortaya koymalısınız! Siz de ‘oturduğu yerden lâf atanlar kervanı’nın bir üyesi misiniz!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz ‘Beyaz Ya-LA-ka’lar; kendimizi hiçbir zaman ‘herhangi bir şeyin otoritesi’ zannetmedik! Hele hele ‘bilgiçlik!’ denen canavara hiç özenmedik!

    Quis custodiet ipsos custodes?
    (Romalı şair ‘Juvenal [Decimo Giunio Giovenale]’, 1. yüzyıl)

    Hayatta bildiğim tek şey; hiçbirşey bilmediğimdir.
    (Socrates)

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; sadece ama sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar arıyoruz:

    ‘Kapitalizme karşı eylem’lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    ‘Kapitalizme karşı eylem’lerde sizlerin önerileri nedir?

    Peki siz sayın ‘anonim 514’,
    Siz kendinizi ‘Marxism otoritesi’ zannettiğiniz için mi [verdiğiniz örneklerle K.Marks’ın alıntı sözlerinin birbirleriyle alakası yok.] cümlesini yazabildiniz?! Marxism diplomanızı nereden aldınız?!

    İşte:

    Sayın ‘hortlak’ ve benzerlerinin, öve öve bitiremediği Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in) “emek-değer” teorisinin 2015 model örnekleri:

    === Örnek 1 ===

    Vietnam’da, Malezya’da veya Endonezya’da ‘serbest!’ olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; ‘Nike’, ‘Adidas’, ‘Puma’ gibi yüzlerce markanın kıyafeti, ayakkabısı, spor malzemesi ve benzerleri, ‘üretim sürecinin hızlandırılmasıyla!’ 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları ‘satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!’

    Gelin görün ki:
    ABD’den (emekli) basketbolcu ‘Michael Jordan’, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu ayakkabılardan bir serinin üzerine ‘Michael Jordan’ isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem ‘marka’ya hem Jordan’a kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    === Örnek 2 ===

    Bangladeş’te ‘serbest!’ olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; ‘Lacoste’, ‘Mango’, ‘Tommy Hilfiger’, ‘ZARA’, ‘Reebok’ gibi yüzlerce markanın kıyafeti ve benzerleri, ‘üretim sürecinin hızlandırılmasıyla!’ 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları ‘satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!’

    Gelin görün ki:
    Rusya’dan tenisçi ‘Maria Sharapova’, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu kıyafetlerden bir serinin üzerine ‘Maria Sharapova’ isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem ‘marka’ya hem Sharapova’ya kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    === Örnek 3 ===

    Çin ‘Halk!’ Cumhuriyeti’nin güney eyaletlerinde yoğunlaşmış olan, daha çok ‘Foxconn şirketokrasi canavarı!’ bünyesinde ilikleri sömürülen milyonu aşkın işçinin ter akıtmasıyla ve ‘intihar etmesiyle!’; ‘Sony’, ‘Apple’, ‘LG’, ‘Samsung’, ‘Huawei’, ‘Panasonic’, ‘Canon’, ‘ASUS’, ‘Nikon’, ‘OnePlus’, ‘Acer’, ‘HTC’, ‘Dell’, ‘Lenovo’ gibi yüzlerce markanın cihazları üretiliyor.

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu cihazları ‘satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!’ Ve hâttâ, bir bankaya başvurup ‘tüketici kredisi’ bile çekmek isteseler; banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermiyor!

    Gelin görün ki:

    Yukarıda adı geçen ‘marka!’ları;

    New York & Wall Street’te borsa simsarlığı yaparak kapitalizmi yücelten bir yüksek lisans öğrencisi satın alıyor!

    Veya Ankara & OSTİM’de üretim mühendisliği yaparak ‘yerli otomobil üretmeye!’ çabalayan bir şahıs satın alıyor!

    Veya İstanbul & Maslak’ta bir plazada C.E.O. kıçı yalayarak raporlar hazırlayan bir ‘Beyaz Ya-LA-ka’ satın alıyor!

    NOT
    SAYIN ‘OGÜRSEL’E YAZDIĞIMIZ ‘307’ NUMARALI CEVABIMIZDA; ‘FOXCONN ŞİRKETOKRASİ İNTİHARLARI LİSTESİ!’ Nİ İŞARET ETMİŞTİK SAYIN ‘ANONİM 514’!

    [18 HAZİRAN 2007]
    ‘Hou’ → Yaş: 19 → Erkek → Fabrikanın banyosunda kendini astı, hayatını kaybetti!

    [16 TEMMUZ 2009]
    ‘Sun Dan-yong’ → Yaş: 25 → Erkek → iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlayarak hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [OCAK-MAYIS 2010 arası]
    ‘Ma Xiang-qian’,
    Bay ‘Li’,
    ‘Tian Yu’,
    Bay ‘Lau’,
    Sao Shu-qin,
    Bayan ‘Ning’,
    ‘Lu Xin’,
    ‘Zhu Chen-ming’,
    ‘Liang Chao’,
    ‘Nan Gan’,
    ‘Li Hai’,
    Bay ‘He’→→→
    Yaş: 17-29 arası → Binadan atlayarak hayatlarını kaybettiler!

    [20 TEMMUZ 2010]
    ‘Liu’ → Yaş: 18 → Erkek → Bir yurdun altıncı katından atlayarak hayatını kaybetti!

    [7 OCAK 2011]
    ‘Wang Ling’ → Yaş: 25 → Kadın → Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [26 MAYIS 2011]
    Adı bilinmiyor → Yaş: 20 → Erkek → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [TEMMUZ 2011]
    ‘Cai’ → Yaş: 21 → Erkek → Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [23 KASIM 2011]
    ‘Li Rongying’ → Yaş: 20 → Kadın → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [14 HAZİRAN 2012]
    Adı bilinmiyor → Yaş: 23 → Erkek → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [24 NİSAN 2013]
    ‘Xu Lizhi’ → Yaş: 24 → Erkek → Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    [27 NİSAN 2013]
    Adı bilinmiyor → Yaş: 23 → Kadın → Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    (Kaynaklar)
    http://www.vimeo.com/17558439
    http://www.sacom.hk/?p=740
    http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/

    Yukarıda adı geçen ‘marka!’ların ürettiği teknolojiye değil;
    Bu teknolojiyi üretirken uygulanan ‘ölümcül rekabet’e ve ‘sömürücü zihniyet’e sahip olmalarına karşıyız!

    Bu dehşet durum; sadece ‘Uzak!’ Asya özelinde değil; dünya genelinde yaşanıyor!

    === Örnek 4 ===

    Kocaeli ‘FORD-Otosan’ tesislerinde ilikleri sömürülen binlerce işçinin ter akıtmasıyla, binlerce taşıt aracı üretiliyor. Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu araçları ‘satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!’

    Ve hâttâ, bir bankaya başvurup ‘taşıt kredisi’ bile çekmek isteseler; banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermeyebiliyor!

    === Örnek 5 ===

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan ‘Bayer’in CEO’su ‘Marijn Dekkers’; şirketin kanser ilacı olan ‘Nexavar’ için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve ‘ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.’ dedi!

    (Aralık 2013 – Ocak 2014) ‘Business Week’ adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi ‘sorafenib’ olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren ‘Bayer’ şirketinin Hollandalı C.E.O.’su Dekkers; ‘Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.’ dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    (Kaynak 1)
    http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

    (Kaynak 2)
    http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

    (Dekkers’in açıklamasının orijinal İngilizcesi
    Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.)

    === Örnek 6 ===

    [28 ŞUBAT 2014]

    Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan; av tüfeğiyle intihar etti!

    ( http://www.radikal.com.tr/turkiye/atanamayan-bir-ogretmenin-vedasi-1178984/ )

    ( http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228 )

    === Örnek 7 ===

    [20 OCAK 2015]

    İcralık olan kadın öğretmen bankada kendini bıçakladı!

    ( http://www.milliyet.com.tr/icralik-olan-kadin-ogretmen-gundem-2000881/ )

    === Örnek 8 ===

    [26 EYLÜL 2015]

    Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi.

    ( http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/ )

    ********************

    ‘Uluslararası bazda’ hem teori, hem pratik için:

    ‘SAĞMAL İNEK!’ OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    Esen kalın sayın ‘anonim 514’!

  528. Sayın (hortlak) 516'ya soru

    Sayın “hortlak” 516,

    28 Mayıs 2015′ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; sadece ama sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar arıyoruz:

    ‘Kapitalizme karşı eylem’lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    ‘Kapitalizme karşı eylem’lerde sizlerin önerileri nedir?

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz…

    Esen kalın.

  529. Altındaki yorumlar ile bu yaz 10.518 kez görüntülenmiş. Hem de “Bugün canım roman yazmak istemedi. Galiba biraz da romanın zor bir dönemecindeyim de ondan. Bugünlük erteledim. Bir yazı yazayım dedim….”
    bu satırlarla başlayan bir yazının altında.
    Hayat ne hoş.. Gün Zileli’nin aklının ucundan bile geçemezdi, bu “hadi bir yazı yazayım” yazısının altında uzayıp giden, bu tuhaf, kimin neyi kanıtlamaya çalıştığı belirsiz bir “sidik yarışının” zuhur edeceğinden!
    *
    Tamam, çok “uzağa işiyorsunuz”!
    Sanırım bu “uzağa işeyenler” uzmanlık alanım dışına dek “işeyebiliyorlar”.
    Psikiyatri’nin alanına girecek bir hırs bu!
    “Asıl üzüldüğümüz; zorla kapitalist yaptığınız, bir kapitalist olması için bebekliğinden itibaren beynini manipüle ettiğiniz, “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuz!”
    Ben kimim, oğlum ne? Ne gülünç. Bu cümleler benzeri ısrar hastalıklı bir hal. .
    O andığınız kitaplar ne, bu düzeysizlik ne?
    İyi değilsiniz siz.. Gerçekten çok berbat durumdasınız! Yardım almak zorundasınız.
    Üzgünüm; acil şifalar dilerim..

  530. son anda aklıma geldi. Bu “retorik” yoksa bir kitap pazarlama yöntemi mi?
    Bu, “kapitalizm düşmanlarının” ince bir yöntemi mi? Okumadıkları, anlamadıkları her hallerinden belli bir ekibin “özgün” bir yöntemi mi?
    Kutluyorum..
    **
    İkinci bir olasılık…
    Paranoyakların, tarikatlarını büyütmek için uygulanan standart bir teknik; üzerinde çalışılmış..
    PAK; Paranoyak Anti-Kapitalistler…
    **
    Üçüncü olasılık
    Neçayev, Don Kişot canlandırma Birliği…
    **
    Hepsi mümkün; eğlenceli olmadığını söyleyemem!

  531. Don Kişot’lar, bu sözleri söyleyen adamı listelerinden çıkarırlar mı?
    ***********
    “G20 zirvesi öncesinde dün Antalya’da iş dünyasının zirvesi B20 ve çalışma hayatına yönelik L20’de konuşan, B20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç, “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” demişti…”

  532. (ALİ KOÇ) KAPİTALİZMİN ORTADAN KALKMASI GEREK!

    Ali Koç, ‘Eşitsizliği gidermek için kapitalizmin ortadan kalkması gerek’ dedi.

    (14 Kasım 2015)

    Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri bir araya getiren G20 zirvesi öncesinde dün Antalya’da iş dünyasının zirvesi B20 ve çalışma hayatına yönelik L20 toplantıları vardı.

    Paris’ten gelen terör haberleri gündemin ilk sırasına yerleşirken, İş dünyası ve Sivil Toplumla Diyalog toplantısında konuşan B20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç, sorunların kaynağına vurgu yaparak, “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” dedi.

    Koç, “Bill Gates diyor ki, 100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak” diye konuştu.

    “Küreselleşmenin insan tarafı yok” diyen Koç sözlerini şöyle sürdürdü: “İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük göç dalgasıyla karşı karşıyayız. 60 milyon insan evini terk etti ve kötü insan hakları altında düşük ücretlerle çalışmaya hazırlar. Burada özgür olarak serbest olarak dolaşamayan tek unsur insan.”

    İkinci Dünya Savaşı’na göre gelirin 50 kat arttığını, ancak gelir dağılımına bakıldığında büyük bir ayrım olduğunu söyleyen Koç, “Buradaki eşitsizliği anlamak için Einstein olmaya gerek yok” diyerek şöyle devam etti: “Eşitsizliği asgari düzeye indirmek için yapılacak çok fazla senaryo var. Paradigmalar değişmeli” dedi.

    Diğer yandan toplantı sonrası sendikacılar arasında Türk İş’in başına Ali Koç’u getirelim konuşmaları geçti. Sendikacılar, Koç’un işçi haklarını savunan açıklamalarını överek “Ali Koç Türk İş Başkanı olsun” dediler.

    KUZEY-GÜNEY FARKI BÜYÜYOR

    Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç, Kuzey yarım küre zenginleşirken güneyin çok farklı durumda olduğunu ve bu durumun devam edeceğini de vurguladı.

    DiSK Başkanı Kani Beko’nun konu hakkındaki görüşleri:

    Ali Koç’un işçi haklarını öne çıkaran konuşmalarıyla ilgili “Bana göre bunun panzehiri sendikalaşmadır. Ekonomilerde eşitsizlik arttıkça, sefalet, işsizlik arttıkça radikal eğilimler de artıyor. Terör olaylarını artık bu kadar çok görmemizin bir nedeni de bu. Artık iş dünyası da bunun farkında” dedi. Beko, asgari ücret tartışmalarıyla ilgili ise “Bize göre asgari ücret yoksulluk sınırı baz alınarak artırılmalı. Başbakan Ahmet Davutoğlu bizimle yedi saat süren toplantısında, asgari ücretin 1300 TL’ye kesin olarak çıkarılacağını söyledi. Ama bunun nasıl yapılacağıyla ilgili ayrıntı vermedi. Asgari ücret artışı daha sonra bize vergi artışı ya da başka yollarla geri dönmesini istemiyoruz” diye konuştu.

    ( http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/418827/Ali_Koc__Kapitalizmin_ortadan_kalkmasi_gerek.html )

  533. “Batı taklitçiliği” üzerine;

    Taklitçilikten kastedilen eğer bir bütün olarak Batı uygarlığına öykünme çabasıysa, o zaman eleştirilen şey “Tanzimat Batıcılığı” değil, Batılılaşmanın ta kendisidir. Batıya alternatif olarak reform-öncesi Osmanlı düzeni veya kadim İslam uygarlığı savunulmuyorsa, o zaman savunulan şeyin ne olduğu pek belli olmaz. Eski Osmanlı düzeni veya Batı dışında, Türkiye için geçerli olan uygarlık modeli hangisidir? İslamiyet öncesi Orta Asya mıdır? Hititler midir? Rus sosyalizmi midir? Bu soruların cevabı verilmez.
    Taklitçilik deyimiyle anlatılan yok eğer Batı uygarlığının birtakım marjinal ögelerine özenmek, dış görüntülerin ardındaki “özü” yakalayamamak – yaygın deyimiyle “monşerleşmek” – ise, o zaman Batı uygarlığında neyin marjinal (görüntü) ve neyin önemli (öz) olduğuna dair kapsamlı bir teori olması gerekir. Bizzat Batı’nın beşyüz yıldan beri keşfedemediği bu teorinin hangisi olduğu belli değildir.

    Öte yandan Orta Asya’nın çağdaş Türk toplumuna sağladığı uygarlık modeli de doyurucu bir model olmaktan uzaktır. Simge, şiir ve hayaller için Ergenekon’a dönülebilir; fakat çağdaş teknolojiye ve siyasi kurumlara yön verecek örnekleri Oğuz destanında bulmakta zorlanırız. Bundan ötürü model arayışı cumhuriyet Türkiyesinin gündeminden hiç düşmeyecek; 1960′larda Nasır’ın Mısır’ı, 1970′lerde Brejnev’in Rusyası, Mao’nun Çini ve hatta Enver Hoca’nın Arnavutluğu, 1980′lerde ilkel ve ilkesiz bir çeşit Amerikan maddiyatçılığı, Türkiye için uygarlık modelleri olarak sunulabilecektir. Bu arayışların çıkmaza girmesiyle birlikte, İslamiyetin – üstelik entellektüel kaynaklarından uzaklaşmış, hoşgörü kapasitesi sonuna kadar zorlanmış, ezildikçe içine kapanmış bir İslamiyetin – yeniden güçlü bir ideolojik alternatif olarak ortaya çıkmasına hayret edilmemelidir.

    S.Nişanyan – Yanlış Cumhuriyet

  534. Hortlak, ogürsel, arif kus ve bu sitede sayısız ırkçı; faşist ruhlu, bilim-tekniği şeyleştiren veya fetiş eden; faşistliğin tarihte bir defa olup bittiği, Hitler yoksa biz faşist olamayız rahatlığı içinde faşist olduklarını görmeyenler; emeğe tapanlar, ilerlemeye tapanlar, medeniyetin kendilerini maskaraya çevirdiğinden habersizler, ve YALaMa’lar …
    Bana Frankfurt ekolünü hatırlatıp tekrar gözden geçirmeme neden olan sayın Tanıl Bora’ya (497) minnettarlığım sonsuz desem abartmamış olurum. Yukardaki salaklarla uğraşmaktan, ağaçlardan ormanı görmemeye başlamıştım. Bu çılgınların da size teşekkür borcu var. Sizin ciddiliğinizden dolayı bu yazıyı yukarıdaki delilere uygun, alaycı ve hakaret dolu bir dille değil, olduğu gibi “çevirdim”. (Not: çevirmede yeteneğim sıfır, hatalar için sizden özür dilerim. Sizin yazınızı okurken en az 24 sözcüğü sözlükte aradım. Bu eleştiri değil, Hem bendeki noksanlık hem de okumaya değer yazıları bildiğim diğer dillerde de yaptığım bir şey.)
    Bazı giriş alıntılar:
    1. Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği medeniyetin reddi ve anti-tezidir.
    Ibn Khaldun (1332.1406) on nomads (göçebeler üzerine)
    2. Son 400 yüz yıl Batılılar salt ilkel, göçebe ve geleneksel insanlara karşı savaşlarda her gün (salaklara not, istatistikel) 350 kişi öldürdüler.
    3. Sayın Tanıl Bora’nın sözünü ettiği Adorno’nun makalelerini inceleyen kitabı içeren kitap şu sözlarla başlar:
    Hayır demekte devasa bir güç var. Hatta, bana öyle geliyor ki, Hayır demek o kadar büyük ve yüce ki insan sadece bu Hayır’la yaşayabilir.
    Elias Canetti
    Ortega y Gasset sıradanlığı cahilliğinden gurur duyan diye tanımlar ve bunu en iyi bilim-teknik adamlarının temsil ettiğini söyler. Bu üç alıntı ve hatta çeviri bile bu yarımın yarısı cahillikleriyle gurur duyan sonsuz sıradan, utanma kalmamış medya sapıklarını etkilemez. Bu düşünmeyi mal bolluğuna indirgeyen başta adını ettiğim kişiler, medeniyetten bu yana baskı bilincini özümsemiş insana benzer hilkat garibeleri bana felsefede bir deneyi hatırlatır.
    İnsan, önünde olmayan bir (kendi altın) yumurtasını görürse, sanrı, halüsinasyon yaşıyor, denir.
    İnsan, önünde olmayan (kendi altın) yumurtasını beyninin o algılamayı kontröl eden noktayı manipülasyonla var gibi görürse sanrı, halüsinasyon yaşıyor, diyemeyiz.
    Bu hilkat garibelerinin önünde (kendi altın) yumurtaları var ama asıl görmelerinin nedeni beyinlerinin algıyı kontröl eden noktayı manipülasyonla var gibi görürler. Hatta daha şatafatlı, okuyup anlamadıkları laflarla buna “olgu”, derler.
    ÇEVİRİ: “The Dialectical Imagination”dan bir parça.
    ***
    Analizin bu bölümü Marksist gelenek içinde, ama Horkheimer ve Adorno bazı minvallerde Mars’dan öteye gittiler. Anti-semitizm “nesnel ruhu”nun epistemolojik ve sosyolojik tartışması bağlamında, paranoya ve yansıtma (projeksiyon) gibi psikolojik kategoriler istihdam etmeleri bunun ilk örneği. Paranoyanın sadece bir kuruntu (delüzyon, sabuklama) olmadığını savunurlar. Salt ve sade verileri inkar etmeyle (1), dolaysız veriyi aracısız anlamayı reddetmekle paranoya, saf (naif, bön) pozitivist dünya anlayışını aşar. Her gerçek veya hakiki düşünce paranoya açı (anı) içerir. Aslında, kendi iç korkularını ve isteklerini dış nesnelere yansıtmayla (projeksiyon etmeyle), paranoid düşünce özelle evrensellik arasında uzlaşmayı bastırmaya karşı çarpık bir protestodur (isyandır). Burjuva toplumu, evrensellik aldatıcı görünümle, bu bastırmayı aralıksız sürdürür, saklar.
    Ancak, tabii ki, Horkheimer ve Adorno protestoda (isyanda) çarpıtmayı inkar etmediler. Paranoya, temelde bir yanılsama (delüzyon), bir “bilgi gölgesidir.” Gerçek bilginin, entelektüel ve duygusal projeksiyonlar arasında ayrım yeteneği olduğunu ileri sürdüler. Paranoya aslında yarı-eğitimlilerin (2) bir sistemi, bir yapısıdır: dolaysızlık ötesine gidenin gerçeği şeyleşmiş formüle indirgemesidir. Iç ve dış yaşam, görünüm ve öz, bireysel kader ve toplumsal gerçeklik arasındaki ikilemeye dayanamayan, buna aciz kalan paranoyak, özerkliği pahasına kişisel uyumunu, rahatlığını korur (3). Horkheimer ve Adorno bu tutumun geç kapitalizmde yaygınlaşıp genelleştiğini savunurlar. Anti-Semitizm gibi toplu, müşterek, ortak paylaşılan yansıtmalar (projeksiyonlar) bireysel yerine geçer. Yarı-eğitimli sistemi nesnel ruh kazanır. Ve nihayet, faşist düzenin egemenliği altında, toplu, müşterek, ortak paylaşılan yansıtmalar ( projeksiyonlar) özerk ego tümüyle tahrip eder, yok eder. Paranoid’in tüm yanılsama (delüzyon) sistemi faşist toplumunun toaliterliğiyle çakışır.
    Horkheimer ve Adorno aynı zamanda Marx’dan ileri giderek anti-Semitizmin kapitalizm ve liberalizm daha öncelerine giden bazı arkaik kökleri olduğuna dikkat çekerler. Yani anti-Semitizm kaynağının din farklarını aştığını iddia ederler. Tabii bu Hıristiyanlığın anti-semitizme katkısını ihmal etme, gözden kaçırma olarak anlaşılmamalı. Köklerin Batı adamının sönük, bulanık tarihöncesine (prehistorya) dayandıüını düşündüler. 1940 yılında yazılmış bir yayımlanmamış yazıda Adorno, kıyasla daha da spekülatif hipotezlerinden biri olan meta-tarihsel, yarı tarihsel öneride bulundu. Diaspora öncesi Yahudilerin, göçebe, gezici, dolaşıcı bir halk, cemiyet, bir çeşit “tarihin gizli Çingeneleri.” olduklarını savundu. Tarımın gelişmesiyle bu yaşamdan vazgeçip sedanter olan Yahudiler bu değişmeye devasa bir bedel ödediler. Batı’nın çalışma ve baskı kavramlarıyla gezicilik sonrası (göçebelik sonrası) toprağa bağlanma iç içe girmiş bir yaşam sürdürürler. Gizli, derinde yatan, satıh-altı dolaşan Yahudi hatıraları (4)Batı kültüründe ısrarla yaşar. Adorno’ya göre, Yahudinin bu imgesi (temsil ettiği rahatsız eden varlık) “emek bilmeyen insanlığı temsil eder ve Yahudilerin parazitliği, tüketim karakterine karşı tüm sonraki saldırılar bu bastırılmış özlemin rasyonalizasyondan başka bir şey değildir.” Diğer bir deyişle, Yahudi zahmetsiz yaşamayı (5) bünyesinde barındırır ve bundan doğan hüsran ve eziklik bu rüyayı gerçekleştirenlere karşı hiddet, öfke, çılgınlık, şiddet kullanmasına dönüşür.
    ***
    (1)salakların olgu masalı
    (2) bak sayın Tanıl Bora, 497
    (3) en güzel örnek kapitali daha iyi kalpli tanıdıklara vermek isteyen salaklar salağı ogürsel
    (4) YaLaMa’lar size sözünü ettiğim hiç bir kitabı okumuyorsunuz. Zaten hiç bir kitap okumadığınızı başta sözünü ettiğmi ırkçı, insan düşmanı mahlukların özünü görmediğiniz yazınızı görünce anladım. Zaten benden başka gören de yok. Hepiniz çocukları okşayan taraftar toplayıcısı adi politikacısınız. “The Religions of the Oppressed” okusaydınız bunu görürdünüz. Ne bunu ne diğer kitapları okuyacağınıza aynı 1970-1990lardakiler ve hala bunu yapanlar gibi sol artistliği peşinde koşup duruyorsunuz.
    (5) Bir yanda Adorno gibi yüce Sahlins ve diğer yanda lağım faresinden sonsuz daha adi Hortlak ve ogürsel ve şimdi de Arif Kus ve bazı diğer bilir bilmez sözleri zincirlemeyle işin özünü anlamadıklarını utanmadan sergileyenler. Örneğin, gönül isterdi ki,konuyu çok daha olgun anlayan (511) ve Popper’dan söz eden arkadaş bu olgulardan teoriye geçişin (salt gözlemlerden veya endüksiyoanla (induction)) yarattığı nedenlerden ötürü akıtılan tonlarca mürekkepten ve sayısız bilim filozof ve bilim tarihçilerindan beyin enerjilerinden de söz edip, bu yarı bilgilileri uyarırdı. Örneğin ” Tüm a priori teori veya kurgulardan arındırılmış beynin doğal fenomeni algılaması ve anlaması olanaksızdır ” (511’den alıntı) Bu başta sözünü ettiğim yarının yarımı cahiller Feyeabend’ın meydan okumasından bile haberleri olmayan kuzular. Ama Feyerabend bir gün kırda gezerken meleyen kuzulara raslkar,” ben de üniversitede sizin gibi meleyip duruyorum ama bana maaş veriyorlar.”, der.
    Not 497’ye bir arkadaşça eleştiri : Eğer salt bir tesadüf değilse “kültürel sermaye” Bourdieu’nin temel kavramlarından biri. Bourdieu devasa gücü elinde tutan televizyonu eleştiren bir sosyolog. Bu düşüncelerini açıklaması için televizyona davet ettiler. Hemen kabul etti. Ve benim uzun zamandır bu sitede yazdıklarımın özü bu diyebilirim: bu hiçliğin ızdırabı içinde yaşayanların şaşkınlığı ve yarım veya çeyrek de olsa bilgi gösterileriyle “ben de burdayım” demek istemeleri. Bu çözüm değil sorunun ta kendisi. Hatta bence zamanımızda bilgi, en ucuz meta. Sonra “Le Monde Diplomatique”de okuduğuma göre gencecik bir kız Bourdieu’yi maskaraya çevirir. Bourdieu de “Le Monde Diplomatique”de bunu ifşa eder. Televizyon CEO’su da bir yanıtla, tabii sinizmle, “biz sokaktan herhangi birini değil güç temsil eden sosyoloji profesörü sizi davet ettik … galiba üniversitede ders veriyor ve karşıdaki not alıyor beklentisi içindeydiniz!”, dedi.
    Diğer bir politika filozofu sağcıların yaptığı politikanın tanımı olan insan hisleriyle oynama yerine bu sitedeki gibi kerizlere, örneğin ırkçılığın evrim veya biyolojik açıdan yanlış olduğunu anlatıyorlar, böylece salt güçsüzlüklerini sergiliyorlar. Bu sitedeki yarım cahiller sadece dünyayı değil şimdi evreni bile hiçliğe çevirmeye hazırlanan medeniyetin en son avatarı Batı’yı övüp duruyorlar ve siz onlara apaçık faşist ruhlu, ırkçılar olduğunu söyleyeceğinize, Bourdieu veya güçsüz solcular gibi bilgi konferansı veriyorsunuz. Bir tek ben bu adi insanların yüzlerine tükürüyorum. Hitler’i de zamanında sözüm ona bilgeler Hitler’e güldüler, ciddiye almadılar. Savaştan sonra hapiste yapılan IQ testleri üstteki seviyelerdeki nazilerin aşırı zeki olduklarını gösterdiler. Yakalandıklarında bazıları büyük yazarları okuyorlardı. Buradakiler, kıyasla lağım fareleri, ve ben kibarlığın da bir sınırı olmalı diyorum. Her söylenen göreciliğe indirgeniyor. Örneğin, şirketlerin başını çekenlerin üretim araçlarını ele geçirmeye hevesleri bile olmadığı 1970lerden beri biliniyor. Kapitalistsiz kapitalizm olabileceğini Bolşevikler ve şimdi Çin ve diğerler “komünist” ülkeleri fazlasıyla kanıtladı. Kısacası kapital çoktan kaçtı ve başta Batı, arkasından tüm dünya insanları, kovalayıp duruyorlar. Ama bu sitede, yaşamı Guy Debord’un kitabının üstüne resmi koyulacak kadar seyircilikle geçmiş bir salak, hala kapitalin idaresini bilen teknisyen CEOların elinde olduğundan habersiz gibi, üretim güçleri iyi kalpli tanıdıklarına verilse bütün sorunlar çözülecek kırık plağı olmuş! İşi iyi kalpli tanıdıkları ele alır almaz, aynı Halife Ömer gibi Adorno’nun yukarıdaki ve benzeri gereksiz ve yanlış kapitalistlerin zamanından kalma kitapları ateşe atarız, veya uzaya turist olarak gitmeye hazırlana bu çılgın sayfalarını tuvalet kağıdı yerine kullanıp enerji sarfiyatana karşı katkıda bulunur.

  535. Sayın (ogürsel) 519'a, 522'ye, 523'e ve 524'e cevap ve soru

    Sayın “ogürsel” 519, 522, 523 ve 524,

    Bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde; sizlere sadece ama sadece 2 (iki) soru sorduk:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?

    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Bu sorularımıza, ilk önce sayın “pipsqueak” naçizane cevaplarını yazar gibi yaptı; sonra direksiyonu çevirdi ve sayfadaki herkesin kafasına çivi çakar gibi “History mining (Tarih madenciliği)” ve “Anthropological fact-checking (Antropolojik verilerle kontrol etmek) silsilesine başladı.

    Hâlbuki sizlere an başından beri işaret etmeye çırpındığımız husus:
    “Özellikle 1970’lerin ikinci yarısından günümüze değin bütün dünyayı kaplayan ‘şirketokrasi (corporatocracy)’ hastalığına karşı sizlerin de mücadele önerileri nelerdir?”
    sorumuza cevaplar yazmanızdı!

    Ne yazık ki bu sayfada bu hususa hiçkimse yanaşmadı!

    Herkes birbirine kapitalizm tarihini öğretmeye kalkıştı!

    Herkes birbirine Marxism’in tarihini öğretmeye kalkıştı!

    Herkes birbirine [kapitalizme geçiş neden Avrupa’da oldu?] sorusununun cevabını çarçabuk bulmak mümkün değilken; sayın Gün Zileli’nin sitesinde “kafalara taş atma yarışması”na başladı!

    Herkes birbirine pozitivizmin tarihini öğretmeye kalkıştı!

    Herkes birbirine [“Teori” nedir, nasıl oluşur? / “Olgu” nedir, nasıl oluşur?] sarmalını öğretmeye kalkıştı!

    (…)

    Sanki yukarıda sıralanan devasa tarihi yaşanmışlıkları, bir nebze ele avuca gelir şekilde irdelemek sayın Gün Zileli’nin web sitesinde mümkünmüş gibi!

    Bütün bunlar yetmezmiş gibi:

    Herkes birbirinin suratına çeşit çeşit “kulp”lar takmaya başladı!

    Ve hâttâ daha da ileri gidilip paranoyaklaşıldı!

    Paranoyakça herhangi bir “mehdilik palyaçoluğuna özenip/özenmediğimiz” sorgulandı!

    Paranoyakça herhangi bir “Sovyetik politbüro hiyerarşisine özenip/özenmediğimiz” sorgulandı!

    Paranoyakça “Don Kişot’sanız Sancho Panza nerede?!” saçmalığı hönkürülmeye başlandı!

    Paranoyakça [Don Kişot’lar, bu sözleri söyleyen adamı (Ali Koç) listelerinden çıkarırlar mı?] saçmalığı hönkürülmeye başlandı!

    ((( Sizin evinizde “Arçelik”, “Beko” markalarının ürünleri var mı sayın “ogürsel”?!
    “TOFAŞ/Fiat” marka araçlardan birini kullanmaya hiç yeltendiniz mi sayın “ogürsel”?!
    “OPET”ten benzin, mazot, LPG alış-verişi yapmaya hiç yeltendiniz mi sayın “ogürsel”?!
    Haftasonları MIGROS’tan tüketim yapmaya ömrünüz boyunca kaç kez gittiniz sayın “ogürsel”?!
    28 Mayıs 2013 – 15 Haziran 2013 arasında; Divan Oteli’ne karşı yaptığımız protesto yürüşüyünden haberiniz var mı sayın “ogürsel”?!
    12 Mayıs 2015 – 29 Mayıs 2015 arasında; Eskişehir’deki Arçelik tesislerine Ali Koç’un giremedeğinden haberiniz var mı sayın “ogürsel”?!
    İstanbul/Beşiktaş/Büyükdere caddesinde “Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.” merkez binasında fokur fokur kaynayan “Beyaz Ya-LA-ka”lardan haberiniz var mı sayın “ogürsel”?!
    İstanbul/Nakkaştepe’de fokur fokur kaynayan “Beyaz Ya-LA-ka”lardan haberiniz var mı sayın “ogürsel”?!
    Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı; kirâya verir, yüksek kâr marjıyla satmaya çalışır, veya hızarla kestirerek fiyakalı ahşap bir gemi inşa ettirip Rahmi Koç Müzesi’nde sergiler, veya odun olarak yakar sayın “ogürsel”?!
    Kapitalizm, [kendi ismiyle bile!] “CAPITALISM matruşkaları” üretip herkese kakalar sayın “ogürsel”! )))

    Paranoyakça “Proudhon-Bakunin-Kropotkin-Foucault-Graeber-Thoreau hayalleri ile kapitalizmi yıkmaya çırpınan sivilceli ergenler!” saçmalığı hönkürülmeye başlandı!

    Paranoyakça herhangi bir “tarikat şeyhinin postunu öpüp/öpmediğimiz” saçmalığı hönkürülmeye başlandı!

    Paranoyakça herhangi bir “ulu şefe biat edip/etmediğimiz” saçmalığı hönkürülmeye başlandı!

    Paranoyakça “duygu sömürüsü yaparak bizi kandırmaya mı çabalıyorsunuz sivilceli ergenler!!” saçmalığıyla hönkürülmeye başlandı!

    Paranoyakça “Sergey Nechayevleşmeyin ulan sivilceli ergenler!” cümlesiyle hönkürülmeye başlandı!

    Paranoyakça işerken ne kadar yakına / ne kadar uzağa işeyip işemediğimiz sorgulanmaya başlandı!

    “Sol cenah” arasında paranoya derecesi öyle yüksek seviyeye fırlamış ki; bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar “kapitalizm karşıtlığı üzerine” birkaç cümle yazdığımızda altında hemen “örgüt sempatizanlığı” aramaya başladınız! Veya belki, herhangi bir dini yapılanmanın koyunlaşmış neferleri olduğumuzu sandınız! Veya belki, 19. yüzyılda sıkışıp kalmış Marxism retoriğiyle sizleri coşturmaya çabaladığımızı sandınız! (Aynı paranoyadan sayın “pipsqueak” de muzdarip!)

    “1990’larda, 2000’lerde, 2015’lerde bile kapitalizme karşı hâlâ susacak mıyız?!” diye sorduğumuzda; bizleri, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ları: Reklamcılık yapmakla itham ettiniz!
    Kitap pazarlamacılığı yapmakla itham ettiniz!
    İnternet sitelerinden copy/paste yapmak hastalığına yakalandığımız saçmalığını hönkürdünüz!

    Bu sayfada, yukarıdaki onlarca metnimizde;
    “Gucerat & Endonezya” örneğinden, Vietnam’da, Malezya’da veya Endonezya’da “ilikleri sömürülen işçiler”e kadar,
    “Luddit’in takipçileri”nden ABD-Cleveland’daki Ford tesisinde “Henry Ford II ile Walter Philip Reuther arasında geçen konuşma”ya kadar,
    Antalya’da kredi kartı borcunu ödeyemediği için intihar eden 68 yaşındaki emekli işçi Ali Saygı’dan Çin-Foxconn fabrikalarında intihar eden işçilere kadar,
    Sinop’ta “Atanamayan Öğretmen” Gamze Filiz Arslan’ın intihar etmesinden “SOMA cinayeti”ne kadar,
    Bangladeş’te “ilikleri sömürülen tekstil işçileri”nden Konya Ereğli’de kapitalizmin estirdiği soğuktan donarak ölen 40 günlük “Ayaz” bebeğe kadar ikâzlarda bulunduk;

    Bize dediniz ki:

    “Siz gidin ilk önce tarih öğrenin! Yukarıda sıraladığınız ölümler listesi tarih boyunca vardı, bilinmediğini mi zannediyorsunuz! Hem kapitalizm sayesinde teknolojik gelişme sağlanıyor, buna niçin iki lâf etmiyorsunuz?! Tarihteki kırılma dönemlerinden haberiniz yok, sonra gelmiş bu sitede sempatizan toplamaya çalışıyorsunuz!”

    BİZ ISRARLA “2015 MODEL KAPİTALİZMİN ÖLÜMCÜLLÜĞÜNÜ UNUTMAYIN!” DİYE BAS BAS BAĞIRIRKEN;

    SİZ: “TARİHİ UNUTMAYIN AVANAKLAR! İLK ÖNCE TARİH ÖĞRENİN AVANAKLAR! MARX NE DEMİŞTİ, ÖĞRENİN AVANAKLAR!” CÜMLELERİNİZLE PATERNALİZM KIYAFETİNİZİ GİYDİNİZ!

    Siz, kendi parmaklarınızla neler yazmıştınız sayın “ogürsel”:

    (“273” numaralı 16 Ekim tarihli metninizden)

    [Yineliyorum; yaşanılan ekonomik sistem ve sahipleri, köpekleri, politikacılarını aşağılama, reddetme, tasfiye etme zorunlulukları konusunda aramızda bir uzlaşmazlık yok]

    (“428” numaralı 8 Kasım tarihli metninizden)

    [kapitalizm artık insanlığın, tabiatın, gezegenin düşmanıdır. Son 50 yıldır diyelim..]

    Demek ki:

    “Kapitalizmin ölümcüllüğü” hakkında,

    “Kapitalizmin dayattığı ölümcül rekabet” (Dikkat buyurunuz; hayatın akışı içindeki doğal rekabetten bahsetmiyoruz sayın “ogürsel”!) hakkında,

    “Şirketokrasi (corporatocracy)” hastalığının tehlikeleri hakkında,

    aynı endişeleri paylaşıyoruz sayın “ogürsel”!

    “Eylül 2008″de ne olmuştu sayın “ogürsel”?!

    ABD’de (yatırım bankası) Lehman Brothers’da; müşterileri tarafından asla geri ödenemeyecek ipotekli konut kredilerinin (2005’ten beri!) balonlaşıp patlaması ile (mortgage balonu!) “küresel ekonomik kriz”in fitili ateşlendi! Günler içinde bu kriz; İzlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya, İngiltere (ve Fransa’ya) sıçradı! [Bütün bunlar olurken; Arjantin, Venezuela, Brezilya, Şili gibi ülkelerin de zaten yıllardır ekonomik kriz sancısıyla kıvrandığını hatırlatmamıza gerek yok herhâlde!]

    Bugün SYRIZA niçin “Avrupa Birliği’nin dayatmasına” boyun eğdi?! Yanis Varoufakis niçin Çipras’ı terketti sayın “ogürsel”?!

    Bugün Bernie Sanders’i adeta “ABD’nin Stalin’i” diye yutturmaya çalışan Wall Street simsarlarının çokluğunun sebepleri ne sayın “ogürsel”?!

    Bugün “Dünya gezegeninin fabrikası!” tabiriyle yüceltilen Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nde imâlat sanayiinin yavaşlamasının sebepleri ne sayın “ogürsel”?!

    Bugün öve öve bitiremedikleri Apple’ın CEO’su “Tim Cook”a; Uzak Asya ülkelerine kaydırdıkları üretim tesislerini artık ABD’ye geri getirmeleri gerektiği üzerine baskı yapılmasının sebepleri ne sayın “ogürsel”?!

    Bugün tarihi Eminönü balıkçısında balık ekmek satarak geçimini sağlayan emekçinin de, kapalı çarşıda halı satan emekçinin de; “Janet Yellen” ismini gayet iyi bilmesinin sebepleri ne sayın “ogürsel”?!

    Bugün Jeremy Corbyn’e İngiltere’de şüpheyle yaklaşan insanların azımsanamayacak kadar çok olmasının sebepleri ne sayın “ogürsel”?!

    10 Ekim Ankara bombalamasından sonra, o meydanda hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın mücadelesini inatla sürdürmek için; “anlı şanlı!” sendikalar 12-13 Ekim tarihlerinde “ülke çapında genel grev” duyurusu yaptı. Niçin hiçkimse bu greve katılmadı sayın “ogürsel”?!

    “İlk adım ne?”, “ilk adım ne?”, “ilk adım ne?” diye defalarca sordunuz!

    Ne cevap verdik sayın “ogürsel”:

    İlk önce “kapitalizmin hepimize dayattığı rekabeti terketmeyi deneyebiliriz!”

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    Yukarıda okuduklarınız, size çok uzak gözükebilir sayın “ogürsel”!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak sayın “ogürsel”!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Detaylı cevabımızı şu adresten okuyabilirsiniz:

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    [“Asıl üzüldüğümüz; zorla kapitalist yaptığınız, bir kapitalist olması için bebekliğinden itibaren beynini manipüle ettiğiniz, “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuz!”
    Ben kimim, oğlum ne?]

    SİZ: “Doktorluk” mesleğini icra ederek geçimini sağlayan, bizlerden biyolojik olarak yaşça büyük, görmüş-geçirmişliği dikkate değer, kitabi kapasitesi muazzam, tecrübeleri mühim, feleğin çemberinden geçmiş, hem “bedensel” olarak hem de “düşünsel” olarak manipüle edilmesi bu vakitten sonra pek mümkün olmayan bir insansınız sayın “ogürsel”.

    OĞLUNUZ: Bizzat “siz” tarafından bebekliğinden itibaren kapitalizmin dikte ettiği kurallara boyun eğecek şekilde yetiştirilmiş bir “Beyaz Ya-LA-ka”!

    Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz.

    Bu araştırmalarımıza ek olarak; “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarının birer neferi olmak için bebekliğimizden itibaren “submissive schooling” sultasından geçtik! “Şirket” denen yerlerde “istihdam” edilmek için beynimiz yıllarca programlandı!

    Yıllardır Maslak’taki plazalarda (her gün!) görüşmeler yaptığımız “gençlik myth”leriyle şu sonuca ulaştık:
    Eğer, en azından, Adam Smith’in sistemleştirdiği-kavramlaştırdığı, bir tür “motor” hâline getirdiği kapitalizmin, bu “gençlik myth”inin beynine ne zaman ve nerelerde zerk edildiğini keşfedemezsek; sarhoş kavgası içinde enerjimizi boş yere harcamış oluruz sayın “ogürsel”!

    İşte bu kısır döngüde boğulmamak için saha araştırmalarımızı yaptığımız esnada, ve Maslak’taki plazalara gelen çeşitli yaştaki ve eğitim seviyesindeki kişilerle görüşürken, başlangıcın yoğunlaştığı (start line) yerlerin; eğitim merkezleri olduğunu, özellikle de “üniversiteler” olduğunu gözlemledik.

    “Joseph Alois Schumpeter”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “John Maynard Keynes”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Ayn Rand”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Friedrich August von Hayek”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Ludwig von Mises”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Murray Rothbard”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Milton Friedman”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Robert Nozick”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    Nihayet şunu yazabildiniz:

    [Niyetlerinin kötü olmadığını düşünerek yaşadıkları “sancıya” saygı duyuyorum.]

    Sayın “ogürsel”,

    Bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde; sizlere sadece ama sadece 2 (iki) soru sorduk:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?

    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Eğer bu sorulara cevap yazma niyetiniz varsa; sabırla bekliyoruz.

    Eğer niyetiniz yoksa; parmaklarınızı daha fazla yormayınız!

    Esen kalın!

  536. 514 Irmak Zileli
    İKTİDARLAR BİZDEN NE BEKLER?
    CEVAP: ÖNCELİKLE VE DAİMA FEDAKÂRLIK BEKLER!
    Solcu, devrimci, marksist, anarşist, faşist, nazi bizden ne bekler: hepsinin büyük babası burjuvadan öğrendikleri EYLEM bekler.
    Çalar saatle EYLEME başlarız. İşe yürüme yerine geçmiş hayatı kolaylaştırmış taşım araçlarına binme EYLEMİYLE gideriz. İş yerinde, EYLEM’in ikiz kardeşi baş belamız EMEK’le burjuvadan öğrendikleri diğer bir baş belamız ÜRETİM EYLEMİNE gireriz. EYLEM yapamayacak kadar yorulunca OTOBÜSE veya METROYA veya TRENE binme EYLEMİYLE eve döneriz. Çok şükür nihayet EYLEM biter, SEYİRCİ oluruz. Ardından ne iktidarların ne iş adam/kadınlarının ne de ilerici solcu, devrimci, marksist, anaşist, nazilerin sevdiği 100% EYLEMSİZLİK, UYUMAK gelir.
    Ay sonunda ücretimize kavuşunca MAL ALMA EYLEMİ İÇİN mağazaları dolaşırız.
    Bir zamanlar “DÜŞÜNÜRSEM, vardım”, “şimdi EYLEMSİZSEM, yokum” olmuş. Yine biz geri kalmışlar, geri kalmışız.
    Arada bir sizin gibilerin bizi uyandırması fena olmuyor.
    Benim gibi dünya salakları, birleşin,
    Uyuyun! Hayallere dalın! Düş kurun! Hayal edin!
    Ve hepsinden ötede dünyayı sarmış BURJUVA rüyaları içinde yaşamaktan vazgeçin!

  537. Esen kalici,
    Ultumatif bir soru;
    Nasil kapitalist olacagim? nasil zengin olacagim?

    Birde olurken,bunalima,krize,BURNOUT a,intihara girmeden olsun!

    Bende size ozaman bu yalama yapmis sorularinza cevap vercegim.. ve Sizlerle nasil mücadele edilir anlatacagim,kim oldugunuzu,kime hizmet ettiginizi aciklanacaktir!
    Takasa takas!

    Bu son bir ultumatif sorudur..kacirmayin..Emir olarakta algilayabilirsiniz…

    sizler dediklerinizde samimi degilsiniz,yazdiklariniz,kopyalama ve acikca mekanik..yukardaki sorularimada bu sekilde cevap verirseniz cöplük olacagina simdiden belirteyim..
    Acilen cevab!

    Bir yildizda sahneye inmis!
    Cuvala doldurdugu bilgileri esegin üzerine atmis burda satiyor..
    Burda kapanmis onun pazari nigdeye dehleyip bu esenci.kurutma makinalira sunsun..

  538. Joseph Schumpeter’in kim olduğunu ve “Creative destruction”ın (Almanca: Schöpferische Zerstörung) ne demek olduğunu tam olarak öğrenmeden Ali Koç’ın zırvaları anlaşılamayabilir!

  539. 527
    Sorularınıza cevaplar sorularınızda.
    Batı 5 yüz yıl dünyayı kendine benzetti ama bunu anlatan siz sivri kelleleri tatmin edici bir teori bulmamış.
    Ne mutlu/mutsuz burjuvayım ama neden olduğunu bilmeyenlere!
    Batı bulamamış ama ben size yazınızdan bir ipucu vereyim:
    İslamiyet öncesi Orta Asya + Hititler + Rus sosyalizmi + Simge, şiir, Ergenekon hayalleri + Oğuz destanı + çağdaş teknoloji ve siyasi kurumlar + Nasır’ın Mısır’ı + Brejnev’in Rusyası + Mao’nun Çini + Enver Hoca’nın Arnavutluğu + 1980′lerde ilkel ve ilkesiz bir çeşit Amerikan maddiyatçılığı + (benden ek) 1980′lerden çok daha önce 17. yüz yılda ilan edilen ve tüm dünyaya yayılan maddecilik.
    Çözüm: Hepsi birlikte, birkaçı birlikte, tek ve tek bir tanesi ama genellikle hepsine ortak olanı, yani sizin asıl istediğiniz bolluk ve refahlık, içermekten kaçınılamaz.
    Anti-çözüm= sizin sevmeyeceğiniz bir çözüm! Köle düşüncelerinden kurtulun!

  540. Sayın (hortlak) 532'ye

    Sayın “hortlak” 532,

    Yukarıda, sayın “ogürsel”e yönelik yazdığımız, “530” numaralı (15 Kasım tarihli) metnimizi okuyarak sorduğunuz soruların cevaplarına ulaşabilirsiniz.

    *****
    Sayın “hortlak”; sizin düşmanınız olmadığımızı defalarca dile getirmiştik! Ne yazık ki defaatle görmezden geliyorsunuz! Ne yazık ki kafamıza taş atıyorsunuz!

    Samimi olduğunuzu umarak size sorumuzu tekrar soruyoruz:

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; sadece ama sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar arıyoruz:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz…

    Esen kalın.

  541. 516 Hortlak Çatlak Hotdog Döner Avrupalı Beyefendi,
    “Isid,kaidelar galiba bunlarin arkasinda..”
    Dediklerini Arapçaya çevirip Isid ile kaidelere gönderdim. “Onu tanıyoruz , babası Avrupa’da helal et diye domuz eti karışığı pis artık etleri Müslümanlar satardı. Erdoğan’ın elini ayağını, kıçını hem öpsün hem yalasın. Değmez ama çıraklık yapana alıştırma olsun diye birini gönderip, dilini, ellerini, ayaklarını kestirecektik.”, dediler.
    Biraz kendine gelen bu iş babanın döner, marx amcanın bolluk vaadini aşar!

  542. Bu veledlerin ne kendileri tartisilir nede dedikleri..
    birbirinden sacma sapan seyler..

    Lagim sularindaki su birikintilerinde kendilerine dünya yapanlar..

    Binmisler pis bir agacin üzerine nereye gittiklerinden habersiz böcekler gibi..
    Dönercilere kafayi tutan wahsi veled,güvendigin bir konu sec kisaca orda ezeyim böcek gibi,mymymy.wiz wiz,wrr wrr edyon!

    Komplo teorilerinden nefret ederim ama su kapitalizme karsi hastahaneleri bile isgal edilsin diyen böcek takimi varya ancak,isidci,kaidaci olur!

    WW one.!.dünya savasinda,almanlar ingilizlere karsi berlinde cihad isimli dergi cikartirmis.Amaclari arab dünyasini ingilizlere karsi savastirmak..Arablar basindaki belanin osmanli ve onun arkasindakide alman oldugunu bildigi icin samimi bulmamislar..
    Iranlilar ise daha kurnaz cikmis;Verin önce silah ve para deyip almanlari soymaga kalkmislar!

    hastahaneleri isgal eden mantik ISID-Kaidalar mantigidir!
    Yazilariniz özenle yazanlar böyle yazim hatasida islemezler!

  543. 535 NUMARA,

    Mektubundaki sorulara cevap veriyorum.

    Soru
    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?

    Cevap
    Omuz veriyorum.

    Soru
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Cevap
    Daha çok “kapitalizme karşı eylem” yapılması elbette.

  544. 443 Sayın Mantık Bey

    küfür içerdiğinden yayınlanmadı.

  545. ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM!

    Çok uzun. Admin

  546. Sayın (Arif Kuş) 538'e

    Sayın “Arif Kuş” 538,

    Cevaplarınız için teşekkürler.

    “Eylem” hususunu; işaret etmeye çırpındığımız şekilde görebildiğiniz için minnettarız!

    Ümit ederiz; sayın “pipsqueak”, sayın “ogürsel”, sayın “hortlak”, sayın Gün Zileli ve bu sayfanın bütün ziyaretçileri de sizin gördüğünüz gibi; yaklaşan “şirketokrasi (corporatocracy)” ölümcül salgın hastalığına karşı mücadeleye omuz verirler!

    Esen kalın.

  547. Yukarıda yazan “Beyaz Ya-LA-ka”lara o kadar fazla yüklenmeyin arkadaşlar.

    Kendilerinin işaret ettiği tehlikeler gerçekten var, ve yüksek hızla bütün dünyaya yayılıyorlar!

    Sizlere tavsiyem; “Beyaz Ya-LA-ka”ların işaret ettiği tehlikeleri dikkate alınız!

  548. 529..
    Peygamberlerin çok akıllı adamlar değil! Salak anti-modernite gevezelikleri. Ancak var olanı eleştiren, didik eden gevezeler.
    Bizim, senin gibi naif küçük burjuva hayran, müritlerle avunanlar. Örneğin Marks, 100 yıl sonra olumsuzlandı ama adam kendi koşullarında “dahice” öneriler, saptamalar yaptı.Onların topu Marks’ın o ekonomi Politiğe giriş önsözü değil!
    Hayatın ince ayrıntılarında hoş, akıllıca şeyler yazıyorlar ama bütünü göremiyorlar.
    Şu salaklık; Batı-Modernite çok adam öldürüyormuş! Orta doğuda nüfusu patlatan modernite aşı, ilaç, bilgi birikimi. Bu kapitalist emperyalizmin vahşetini, acımasızlığını, katilliğini bağışlatma ama olgu budur. Sorun yalnızca cinayet işlemek ya da potansiyeli değil; verin bu güvü Doğu’ya bakalım; ne olacak ki? Aynısı!
    **
    Kapitalizme karşı “hayır” diyerek; bir kaç yüz kişi toplabarak “kahrolsun” demek işte 17 yaş aklıdır.
    İnsanlara yerine ne konulacağını söyleyemeyen, salt hayır diyen şımarık çocukların büyümüş halidir.
    Bu da bir GÖSTERİDİR!
    İşte Ali Koç da “hayır” dedi. Önemli olan yerine ne konulacağı.. IŞİD de hayır diyor. 1980 öncesi MHP sloganıydı; duvarlara yazarlardı.” Kahrolsun Kapitalizm!”
    *
    Ben açık, net, tane tane yazıyorum. Hakaret etmek için satırları çoğaltmıyorum. (Ona buna Faşist diyen kendine baksın; karşı görüşe olan tutumuna. Faşistik ahlak böyle bir şey.. Hakaretleri bile o kitaplardan gerekeni almadığının kanıtı.)
    *
    Sorun basit, tamam .. Kapitalizm kötü! Yerine ne koyacağız? Bu “yerine koyma” sürecinde “eskiye ait” hangi malzemeleri kullanacağız?
    O sırtını dayadıkların bu konuda ne yazmışlar; lütfen uzatmayın; varsa bildiğiniz, anımsadığınız yazın. Marks “bile” yanılmışsa! Öyle burnumuza, burnumuza adam dürtmeyin. O adamdan bize şöyle 3-4 cümle yazın! Bir işe yarayın…

  549. Ben “şimdilik” inandığım öneriyi yazayım.
    Yerel, federal, özerk, öz yönetimler. Hepsi de kapitalist olabilir hem de!
    Ama her bir özerk yönetim kendi içinde küçük özerk birimlere izin verecek! Bu “küçük” özerk birimler, komünal, anarşist, öz yönetimci olabilir… Bu birimler çoğaltılabildiği, kendi kendini iyi yönettiğini kanıtladığı ölçüde süreç ilerleyebilir.
    **
    Bakın, bir çuval yazmadım. Bu kadar!

  550. Yazınızı çok beğendim. Ben, eğer başarabilirsem eleştiryi genelleştirip eğitimin kendisini ele almak istiyorum.
    Kurumsal anlamda eğitim yazıyla Sümer’de başlar.
    Yazıyla eğitim ve bilgi arasındaki sıkı bağ İslamlıkta çok bariz ve hatta okumak bir çeşit fetiş olur. Kur’an okumak sözcüğünden gelir.
    Kapitalist-burjuva egemenliği ve dünyaya yayılmasıyla hem eğitim kurumları çok büyük bir artış kaydeder, hem de eğitimin niteliği büyük bir değişmeden geçer. O zamana kadar eğitim her zaman bir azınlığın tekeliydi, bir lüksdü. Okul sözcüğünün etimolojisi “boş vakit” veya “eğlence” (şimdi işkence oldu ama o ayrı bir konu). Aslında bu bizi şaşırtmamalı.
    Diğer yandan teknolojik devrime kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcı köylülerdi. Okulların artmasıyla bu insanlara cahillik damgası vurulması hayli şaşırtıcı. Bilgi, saygı, anlamaktan çok propaganda ve böbürlenmek.
    Bu çerçeve içinde ve sizin yazdıklarınıza da uyacağını ümit ettiğim bir ayırım yapacağım: modern kurumsal eğitimden geçenler / entelektüeller. Bu farkı vurgulamak için de, geçici de olsa, bir entelektüel tanımı öneriyorum:
    Kendini, rahiplerin, devletlerin, okulların, ve varlığını uzun zaman sürdüren kurumların ön yargılar ve yalanları saklayıp korudukları yerlerde bulup ifşa etmeye adamış kimseye entelektüel denir.
    Frankfurt ekolün simgelediği “Kültür Endüstrisi”nin aynısı eğitimde oldu. Eğitim, devasa bir ” Eğitim Endüstrisi”, olur. Bir çeşit iş ve işçi bulma kurumu. Dolayısıyla eğitim kurumu yüzde nispetiyle çok büyük bir oranda entelektüel değil, meslek uzmanları yetiştirdirmekte.

    Benim bir arkadaşım bunu çok güzel dile getirir: “ben çocukken haydut vari bir arkadaşım dünyada salt enayilerle dolandırıcılar var, derdi. Annem ve babam daha kibardı, derslerine iyi çalış oğlum, derlerdi.”
    Aşağıdaki alıntıların modern eğitim kurumlarının geçtiği safhaları, kaba ve kısa da olsa, simgeleyeceğini sanıyorum.
    Thoreau Walden kitabında, 19. yüz yıl ortası, aşağı yukarı “Hindistan brahminleri, bizim burnu havada filozoflara kıyasla, halka temizlik, evlilik, yiyecek hazırlama gibi eğitim aktarmakla kendilerini küçültmüş görmezler”, diye över. Ve ekler: “artık filozof yok, felsefe profesörleri var.”.
    Avrupalı çağdaş bir düşünür, “artık meslek de kalmadı, sürekli değişen işçi pazarına hazırlayıcı (formasyon) atölyeler var!”, der.
    Düsturu babacan, her şey hakkında bir şeyler bilmek ve bir şey hakkında her şeyi bilmek olan çağdaş demirci, tarihçi bankacı, kehanetle su bulan jeoloji kahinleri ve bilge tütüncü dünyasını geride bırakıp; Yarışma Sınavı ile aşırı az bildikleri konularda haddinden aşırı çok bilen Uzmanların Çorak dünyasına girdik: bildikleri ne tekzip edilebilir ne de tekzip etmeye değer.
    Young G. M. Young : Victorian England, Portrait of an Age, 1936
    Daha sonra bu çok daha vahimleşir ve C. P. Snow 1959’da İki Kültür kitabıyla bilim adamlarıyla entellektüeller arasındaki uçuruma dikkat çeker.
    C. Wright Mills, 1955’de “Bilgi ve Güç Üzerine” adlı bir makalesinde 1830larda temsilciler meclisindeki Yunan-Türk tartışmasını 1947 kongredeki tartışmayla şöyle kıyaslar:
    “Birincisi onurlu, belagatli, argümanlar ilkelerden örneklerle sonuçlara varır; ikincisi yersiz, konu dışı, tarih bilgisinden yoksun sıkıcı ve çarpık.”, der. Ve ekler, 1783’de George Washington Voltaire’in “Mektupların” ve Locke’ın “İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme”sini okur; iki yüz yıl sonra Eisenhower kovboy ve detectif kitapları okur.”
    Sanırım uçurum derinleştikçe derinleşir. Doğa bilim adamları bile, Thomas Kuhn’un dikkatini çeken ortak varsayımlarına rağmen kendi dallarında olanları bile anlamaz hale gelirler.
    Çağdaş bir filozof, “ben fizikçilerin toplantısında belirsizlik ilkesini tartışmasına katılmaktan utanırdım, onların felsefe tartışmalarını duyalı hiç bir utancım kalmadı.”, der.
    Bence, Frankfurt ekolü, sosyal ve insanla ilgili bilim alanlarında, doğa bilimlerinin taklit edilmesini, matematiksel, statiksel, biyoloji veya genlerle açıklama eğilimiyle tekbiçimliliğe indirgemeleri eleştirir. Sanırım daha da ileri giderek aynı amacı, anlamayla denetleme, güttüklerini ileri sürerler.
    Diğer eleştiricilerden, Ivan Illich’e göre okul, başlangıçlarda eşitlik amacı güder ama kısa bir süre sonra hiyerarşi üretir. Hatta toplumun okulsuzlaşmasını ileri sürer. Lewis Mumford uzmanlığı, dar görüşlülüğü tenkit eder, zamanımızı Roma’nın en yozlaşmış zamanındaki gibi banal ve ansiklopedik bilgilerin bilgi yerine geçtiğini iddia eder.
    Ben kendim 2010 yılında 50 yıllık dışarıda yaşamamdan sonra geldiğimde çocukluğumda her yerde duyduğum “eğitim, efendim, bize eğitim lazım.”, nakaratları tekrarlanmaktaydı. Ne var ki, eğitimi meslek edinmeyle karıştıran ve mesleğe atılalı hayatını televizyon önünde geçiren, bilgilerini medyadan toplayan doktor, mühendis, dişçi, üniversite profesöri, avukat ve benzeri kurumsal sıradan eğitimden geçen bu kişiler son yüz yıl birçok alanlarda dünyaca tanınmış ve her yerde okunan derin düşünür entelektüelleri duymamışlar bile.

    ” Bu veçhe; şehirli, tahsilli, laik orta sınıfların, iktisadî ve “toplumsal statülerini kaybetme endişesi” içinde bulunmalarıdır!” sözleriniz beni şaşırttı. Yok denilecek kadar az bir kesim entellektüellikle maddi kazanç, örneğin devlet memuru üniversite profesörü veya kitap yazmak, veya gazetede sütun yazmak dışında eğitim, meslek sahibi olmak demektir. Bence bunun nedeni sizin lafınızla “Neo-liberal deregülasyon”dan çok daha eski ve pazar ekonomisinin egemen olduğu toplumların tanımı. Tabii, son zamanlarda kapitalin yaşadığı bunalım ve bunun aşağılara yansımasıyla rahatlığa alışmışlar telaşa düşebilirler ve onlar için bu yeni olabilir. Ne var ki, meslek eğitiminden geçenler çoktan beri (bunu en güzel anlatanlardan biri, Ortega y Gasset) “yarım-tahsilli”, “tahsilli cahil”, “yarı-eğitimli”.
    Men are born ignorant, not stupid; they are made stupid by education.
    Bertrand Russell (1872-1970)
    Hitler’in peşine takılan halkın o zaman Avrupa’da en tahsilli halk olduğunu unutmamakta yarar olduğunu düşünüyorum.
    Veya tekrar ediyorum, pazar ekonomisin egemen olduğu toplumlarda bireylerin değerini kendi kuruntuları değil, pazar biçer.

  551. 443 Sayın Mantıkçı Bey
    “… öjenik ideolojilerin hepsi ırkçı olmayabilir,”
    En ünlü mantıkçılardan biri, “önemli olan sözcükleri anlamları değil, kimin emir verdiği.”, der.
    BM kuruluşuyla, biyolojiye dayanan asıl ırkçılığa gerek kalmadığı resmi ilan edildi.
    Zaten bu biylojiye dayanan ırkçılık, Avrupalıların, kolonize ettikleri yerlerdeki insanları aşağı görüp duruma göre ya öldürmek ya da Antik Yunan meşalesiyle aydınlatmak daha ya da DOĞRU olan Hrıstiyanlığı yaymak için insan /insan değil diyalektiğiyle sıradan vatandaşlarına, kafa ütülemesi, pompalamak ideolojisiydi.
    Bunu eğitim görmediği için hala insan ve düşünebilen bir yerli şöyle söyler: ” Hrıstiyanlar geldiğinde İncil onların, toprak bizimdi, şimdi tam tersi.”
    Kısacası dünyaya yayılan Avrupalılık (oku, burjuvalık) sayesinde eğitim görmüş, dünya sorunlarını inceyebilecek, akıllı, uslu, ve özellikle üretimden tüketim ekonomisine geçtikten sonra, çok yiyip doymayan, çok konuşanları pompalama ideolojisine gerek kalmaz. İdeoloji artık yaşamın kendisi, doğal, normal, doğru, gerçek, bilimsel, hakikat olur yani reel ideoloji olur. Ve her eğitim görmüş dünya vatandaşı, televizyon ve gazetelere şükür, kendilerinden emin fikir yürütürler. Kısacası, “problem varsa, çözüm olmalı!”, derler. Bu, mantıksal değil, ideolojik konuşma.
    Biraz salak, biraz gerici, biraz tutucu, biraz o yok edilen hakiki insanları bilen ve yerini almış köle ruhlu insanlardan nefret eden, yolunu şaşıran benden bazı özdeyişler HAYIR’lar.
    1. Çözüm yoksa, problem var!
    2. İnşallah (eğer eğitimlilerin dini laik-sekülerseniz, sizin sözcükler arasındaki farklara saygınıza saygımla bu politically incorrect sözü kullandığım için beni affedin), eski sıradan Avrupalı vatandaşların yerini dünyanın her yerinde mantar gibi biten yerli malı sarışın mavi gözlülerin çoğalmasıyla “öjen”, “ırkçı” BM emriyle reel olmaktan çıkar sözcükler olurlar, ve dolayısıyla ağırlıklarını kaybederler. Yerini adı başka metotlar alır.
    3. Sorun, nüfus artışı değil. Sorun, doymak bilmeyen, yedikçe daha şişen, şiştikçe daha çok yiyen, insanlığını sahip olduğu ıvır zıvırlarla kanıtlayanların artışı. Bu yeni/eski, insan değil/insan mahluklar kendinin yatırmda kullanabileceği “insan kaynağı” olduğunu duyduğunda bile uyanmazlar.
    4. Öjeniğin yerini beyin yıkama fabrikaları okullar ve üniversiteler alır.
    5. Irkçılığın yerini kişilerin sapıklığı alır. Örneğin, NewYork’da bir Türk bana, “yahu bu herifler bana soruyorlar: sizde elektrik var mı? Buz dolabı var mı? Saç kurutma makinesi var mı? Bunlar bizi Afrika’dan geldik sanıyorlar!”, dedi. Koca kelleler dilinde nesnel öznel olur. Nesnele gerek kalmaz.
    Not 1: ben 19 yaşına kadar elektriksiz, susuz bir barakada büyüdüm. İyi ki o zaman Türkiye’de nüfus daha henüz fazla değildi, yoksa Allah (yine ayıp bir laf ettim) bilir ne olurdu.
    Not 2: 1978’e kadar İsviçre polisleri fakir aile çocuklarını zorla ailelerinden alıp yiyecek ve barınak karşılığı çalıştıran çiftliklere dağıttı. İyi ki ben orada doğmamışım. Aynısını USA 20. yüz yıl başında yapmaya başladı. Sovyetler’de çocuk daha anasının rahmindeyken ölçülüp biçilme bilim-tekniği geliştirmek istedi. Tabi bunlar ne öjenik, ne ırkçılık. Bunların yeni adı son işittiğimde sosyal mühendislikti. Her neyse, ben paçayı ucuza atlatmışım, Türk devleti daha henüz pençesi her yere varan canavar olmamıştı.
    5. Size tavsiyem, “nüfus artışı sorunu” sözlerini kendi kendinize ama yüksek sesle bin iki bin defa tekrarlayın. Belki ne Arif Kuş’un ne dediğini ve sizin ne demek istediğinizi anlarsınız.
    Adına ne verirsek verelim asıl fazlalık büyük konuşmalarla ne kadar kendi durumunu unutma sevdalıları. Bunun adı seyircilik toplumu. Medyayı yönetenlerin ustalığı, değersizlere verdikleri uyku hapları, kendin al kendin yap terapisi.
    “Bazı ideolojilerin aşırı nüfus artışı sorununu kendi amaçları için kullanmaları böyle bir sorunun olmadığı anlamına gelmez.”
    Siz bunun sorun olduğunu nasıl biliyor sunuz? Elinizde medyadan duyduklarınız dışında hangi kanıtlarınız var? Örneğin, bu gün markete gittim ve devamlı dönen kapı var. Bu ve buna benzer milyarlarca fazlalıkları daha rahat görmek mümkünken, neden kanıtı sayısız parametrelere dayanacak, sayısız araştırma gerektirecek bir konuda bu kadar emin konuşuyorsunuz. Üstelik araştırma yapanlar, bu konuyu inceleyenler arasında bile bir fikir anlaşması yok.
    Bende tiksinti uyandıran, modernliğin getirdiği kişinin kendi silikliği, değersizliği ve dolayısıyla insanlığın değersizliğini görmek yerine daha çok medya, politika, iş adamları gibi konuşması.

  552. ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM! [1. BÖLÜM]

    NOT:
    Aşağıdaki araştırma raporu 3 bölümden oluşmaktadır.

    [1. BÖLÜM]

    “ÜNİVERSİTELERİMİZİN İÇLER ACISI HÂLİ HER ZAMAN İKİNCİ PLÂNA ÖTELENİYOR!”

    “YAŞADIĞIMIZ: KABZIMALLIK!”

    “DİPLOMALAR ARTIK KIRTASİYEDEN ALDIĞIMIZ A4 KÂĞITTAN BİLE DEĞERSİZ!”

    “TÜRKİYE’DE VAKIF ÜNİVERSİTELERİNİN %70’İ KAPATILMALI!”

    “-İSTİSNALAR VAR- SÖYLEMİ; ZEHİRLİ SİSTEMİ MEŞRU GÖRMEYE YOL AÇAR!”

    “YÖK (Yükseköğretim Kurulu); TEÇHİZATI OLMAYAN TIP FAKÜLTESİNE İZİN Mİ VERDİ?”

    “ÜNİVERSİTELERDE ‘YILDIZ HOCALAR’ KÜMESİ VAR MI?!
    VE BU HOCALAR SÜREKLİ KAYIRILIYOR MU?!”

    “KAPİTALİZM’İ SORGULAMADIĞIMIZ SÜRECE;
    ‘BİLİM’E HAKKINI VERMEK PEK MÜMKÜN DEĞİL!”

    “AKADEMİSYENLİĞİ PARA İÇİN DEĞİL; AKLIMIZI VE RUHUMUZU TATMİN İÇİN YAPIYORUZ!”

    ASLI VATANSEVER (Yard. Doç. Dr.):
    1980’de İstanbul’da doğdu. 1999’da İstanbul Alman Lisesi’ni, 2003’te Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra, 2010’da (Almanya) Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktorasını tamamladı. Doktora tezi; “Osmanlı’da İslâmcılığın kökenleri” üzerinedir. Hâlen İstanbul’da Doğuş Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak görev yapıyor.

    MERÂL YALÇIN (Yard. Doç. Dr.):
    1975’de Ankara’da doğdu. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede 2001’de “sosyal psikoloji” yüksek lisansını tamamladı. 2007’de Almanya’da Marburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda “Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin kolektif eylemleri” adlı tez çalışması ile doktora derecesini aldı. Eylül 2014’ten beri Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent olarak görev yapıyor.

    TARİH: 2 Şubat 2015

    HAZIRLAYAN: Hazal Özvarış

    === ÜNİVERSİTEYE KAPAĞI AT; GERİSİ KOLAY! ===

    Lisede bel bağlanan bu cümle, artık sadece üniversiteye girdikten sonra değil; girilen üniversitelerden mezun olduktan sonra da hayatta bir karşılık bulamıyor! Sebep; sadece istihdam alanlarının nüfusa oranla yetersizliğinden değil; alınan eğitimin içeriğinin çoğu zaman gerçek bir diplomaya denk gelmemesinden de kaynaklanıyor!

    Yaklaşık 2 milyon kişinin bir üniversiteye girmek için başvurduğu ÖSYS, 2014’te öğrencilerden 600 binini devlet üniversitelerine yerleştirirken, yaklaşık 100 bin kişiyi vakıf üniversitelerine gönderdi.

    Bu vakıf üniversitelerinden birinde akademisyenlik yapan Aslı Vatansever ve Merâl Yalçın’a göre ikinci grubun vakıf üniversitelerinden aldığı çoğu diploma; “üstüne basıldığı kâğıttan daha değerli değil!” Yalçın ve Vatansever’in konu hakkındaki tespitlerinin kıymeti, sadece kendi mesaileri değil; diğer vakıf üniversitelerinde çalışan 28 akademisyenle yaptıkları görüşmelerden de geliyor.

    Vatansever ve Yalçın, bir yandan büyük bölümü gerçek bir vakıf felsefesine dayanmayan bu üniversitelerin asıl sahibi işverenlerin okuldan kazandıkları parayı diğer şirketlerine “aktarma usûlleri!”ni anlatırken, diğer yandan “maliyetleri azaltmak!” adına akademisyenlere ödetilen bedelleri aktarıyor!

    Yazarlara göre; karşı çıkılmazsa eğer:
    Her akademik bölüm başı sayıları üç ile sınırlı tutulan,
    Yerleşkeye (kampüse) giriş-çıkışları kart basma sistemiyle kontrol altına alınan,
    Yayın için araştırma yapma koşulları esirgenen,
    Ancak üniversitenin “reklam & tanıtım faaliyetleri!”ne katılmaları neredeyse zorunlu kılınan akademisyenlerden geriye kalan; “entelektüel çöplük!” olacak!

    Türkiye genelinde sayıları 72’yi bulan vakıf üniversitelerinin 38’i, sadece, dokuz devlet üniversitesinin de bulunduğu, İstanbul’da yer alıyor.

    “Keyfine bak, sen bunu hak ettin!” benzeri sloganlarla öğrencileri kontenjanlarını doldurmaya çağıran vakıf üniversitelerinin önemli bir bölümü aldıkları paranın karşılığını:
    *”Otoparkta!” kurulmuş bir kampüs,
    *Sadece kitap bağışıyla çatılmış “prosedür gereği göstermelik!” bir kütüphane,
    *Veya hoca eksikliğinden yüksek lisans öğrencileri ile ikâme ettirilen derslerle de verebiliyor!

    Yazarlardan Vatansever, eğitim kalitesi nedeniyle; “Buralardan alınan herhangi bir diploma istihdam piyasasında avantaj sağlamaz.” derken, Yalçın’ın; “Vakıf üniversitelerinin kaçta kaçının eğitim kalitesizliği nedeniyle kapatılması gerektiğini düşünüyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt: %70 !!!

    Vakıf üniversitelerinin işleyişi, yasalarla da inşa edilen şeffaflığın sızamadığı sistem nedeniyle kamuoyuna yansımıyor. Yazarların aktardığına göre; her yıl bu üniversiteleri denetleyen (YÖK) Yükseköğretim Kurulu da, başkan seviyesindeki bilgilendirmeye rağmen, yüksek lisansa öğrenci alımında usûlsüzlük gibi suç teşkil eden olaylara dahi müdahale etmiyor!

    Vakıf üniversitelerinde neler olduğunu bizzat içeriden sorarak ve bulgularını yine birinci elden aktararak şimdiye kadar kamuoyuna hak ettiği ölçüde taşınmamış bir tartışmayı gündeme getiren Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde yardımcı doçentlik yapan Merâl Yalçın’ın ve Doğuş Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışan sosyolog Aslı Vatansever’in üniversitedeki çalışma odalarından sorularımıza verdiği yanıtlar için buyrun.

    Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü
    Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Kitabın giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret edebilirsiniz:
    http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/ne%20ders%20olsa.pdf

    === BU KİTAP; GÖRMEZDEN GELİNEN BÜYÜK BATAKLIK İNCELENEREK YAZILDI! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu kitap nereden çıktı?

    ASLI VATANSEVER: Bataklıktan, bir cinnet anından çıktı! Merâl’le geçtiğimiz yıl tanıştıktan kısa bir süre sonra üniversitelerde çalışma koşulları hakkında konuşmaya başlamıştık. Merâl işe başladıktan çok kısa bir süre sonra bölümünün başkanı işten çıkarıldı. Bu büyük bir kırılma oldu. Arka plân olgunlaşırken yaz mevsimine doğru bazı deneyimler bunu patlama noktasına getirdi ve bunları kamusal bir tartışma mecrasına taşımamız gerektiğine karar verdik.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bölüm başkanının işten çıkarılma gerekçesi neydi?

    MERÂL YALÇIN: İki aylık deneme süresi gibi bir gerekçe göstermişlerdi.

    ASLI VATANSEVER: Daha sonra davayla geri döndü.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu üniversiteler nasıl yönetiliyor? Bölüm başkanının işten atılmasına kim karar veriyor?

    MERÂL YALÇIN: Sözde vakıf üniversitelerinin mütevelli heyeti, genelde başkanının işveren olduğu ve geri kalanının ara yöneticiler olduğu akademisyenlerden oluşuyor. Çünkü örneğin “herhangi bir fabrika işleten biri üniversite işinden anlamıyor!” ve akademik gidişatla ilgili danışabilecekleri birkaç akademisyene ihtiyaç duyuyorlar. Personelin işe alınması, çıkarılması dahil her türlü karar da bu heyetler tarafından veriliyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Neden “sözde” vakıf üniversitesi?

    MERÂL YALÇIN: Türkiye’de öğrencilerin para vererek okuması haklı olarak özel üniversiteyi çağrıştırıyor. Ama Türkiye’de özel üniversite yasası yok, özel bir işletme gibi üniversite kurulması yasayla engellenmiş durumda. Bunlar ancak vakıf üniversitesi adı altında kurulabiliyor, böylece farklı sektörlerden gelen işverenler üniversite işine giriyor! “Sözde” dememizin sebebi, bu üniversitelerin yasal olarak “vakıf” adıyla kurulmaları ancak fiiliyatta özel işletmelerde görülecek her türlü para kazanma usûllerinin kullanılması!

    === “ÜNİVERSİTEDE TADİLAT YAPILIYOR” GİBİ GÖSTERİP;
    PARAYI İŞVERENİN DİĞER ŞİRKETLERİNE AKTARIYORLAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Nedir o usûller?

    ASLI VATANSEVER: Örneğin;
    Bizim görüşmecilerimizden duyduğumuz bazı örneklerde:
    Tadilat yapılıyor gibi gösterip vakıf parasını çekiyorlar,
    Proforma faturalarda da olması gerekenden daha yüksek maliyet gösteriliyor;
    Böylece para üniversite sahibinin diğer şirketlerine aktarılıyor!

    MERÂL YALÇIN: Bu bir tanesi! “Sözde” vakıf üniversitelerinde “outsourcing (dış kaynak, taşeron kullanımı)” usûlüne başvuruyorlar. Örneğin; kendi bünyesinde temizlikçi çalıştırmak yerine maliyeti düşürmek için taşeron firmayla anlaşıyor. Bu sadece idari personel için geçerli değil; akademisyenleri de “ders saati ücreti” bazında çalıştırarak bir nevi taşeronlaştırmış oluyorlar!

    ASLI VATANSEVER: Böylece sigorta ve ders dönemi dışında maaş ödemiyorlar.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kararlar mütevelli heyetinde alınıyorsa; tadilat gibi “para kazanma usûlleri”nden işveren dışındaki diğer heyet üyeleri de sorumlu mu sizce?

    ASLI VATANSEVER: Mütevelli heyeti toplantılarına girmediğim için bu konuda bir mâlumatım yok. Sorumludur ya da değildir gibi bir yargıda bulunmak istemem.

    MERÂL YALÇIN: Mütevelli heyetinin aldığı kararlar şeffaf değil; çalışanlarca denetlenemiyor! Bununla ilgili görüşmecilerimiz de herhangi bir beyanda bulunmadı. O nedenle bizim; kimin, hangi kararda, ne kadar sorumluluğu var; bilme şansımız yok!

    === PSİKOLOJİ BÖLÜMÜNDE OKUYAN 80 İLA 130 ARASI ÖĞRENCİ VAR;
    KİŞİ BAŞI; 15-30 BİN TL ARASI ÜCRET ALIYORLAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bir makarna üreticisi, neden örneğin sosis üretmek yerine; üniversite kurmayı tercih ediyor? Bu ne kadar kârlı bir iş, fikriniz var mı?

    MERÂL YALÇIN: Türkiye’de çok fazla olan psikoloji bölümleri üzerinden örnek verirsek; bir öğrenci lisans ve yüksek lisans eğitimi için yıllık yaklaşık 15 binden 30 bine kadar okul ücreti ödüyor, sınıflarda da ortalama 80 ile 130’a kadar öğrenci oluyor. Tüm bunları çarpıp topladığınızda acayip rakamlar çıkıyor. Fakat o bölümde çalışan ve YÖK’ün alt sınırı olan “üç” rakamını geçmeyen doktoralı akademisyenlerin maaşlarıyla kıyaslandığında arada korkunç bir sayı var! Ve buna üniversite işletmecisi el koyuyor!

    ASLI VATANSEVER: Okulun tek maliyeti akademisyenin net maaşları değil; bunun sigortası, vergisi vs. var. Artı; okulun altyapısı, elektriği, suyu, yemeği de buna dahil. Dolayısıyla kârların boyutu ilk bakışta sanıldığı ölçüde olmayabilir de.

    Ama burada bir dengesizlik olduğu ortada!

    Bu adaletsizliğin boyutlarını tartışmak etik olmaz ama işverenin tercihini “Karl Marx”ın analojisindeki gibi; “sosis fabrikası yerine üniversite kurmak ve işletmekten yana kullanması!”; Türkiye’nin sosyal tabakalaşma koşullarıyla da alâkalı! Türkiye’de insanlar üniversitenin onlara sınıf atlatacağını, statülerini yükselteceğini zannediyor! Bu yüzden de; niteliksiz dahi olsa, üniversiteye her zaman bir talep olacağı düşünülüyor!

    === BURALARDAN ALINAN HERHANGİ BİR DİPLOMA PİYASADA AVANTAJ SAĞLAMAZ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Siz bugün üniversite okumanın statü yükselttiği fikrine katılmıyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Bence:
    Mevcut üniversitelerin çoğu ne içerik bakımından insanların potansiyelini geliştirmeye ya da bilgi üretimini sağlamaya uygun,
    Ne de buralardan alınan herhangi bir diploma, istihdam piyasasında avantaj sağlar!
    Sınıf atlama aracı olarak da üniversite etkisini dünya genelinde çoktan yitirdi!

    “Baby boomer nesli”nden (2. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945-1964 yılları arasında doğanlar) itibaren üniversiteden mezun sayısı hızla arttı; buna yüksek öğrenimin demokratikleşmesi de diyebiliriz ama her türlü demokratikleşmede olduğu gibi bu da belli bir standartlaşma ve lümpenleşmeyi içeriyor. Kaldı ki, vasıflı emeğin de bir meta olduğu ve “piyasada bol miktarda bulunan bir metanın fiyatının düşeceği” düşünülecek olursa; üniversite mezunu vasıflı işgücünün piyasa değerinin düşüklüğü de anlaşılır!

    Bununla birlikte kimse “üniversite mezunu değil” ibaresiyle yaşamak istemiyor; herkes vasıflı ve “beyaz yakalı!” işgücüne katılmak istiyor! Lise öğreniminin bu kadar kalitesiz, buna bağlı olarak niteliksiz yetiştirilmiş öğrencinin bu kadar çok olduğu bir ülkede de; kolayca diploma alınacak kurumlar her zaman rağbet görür! Sonuçta bu okullar taban puanıyla öğrenci alıyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Somutlaştırır mısınız; kamu üniversitesine kabul için gereken en düşük puan ile aynı bölümün vakıf üniversitesindeki muadili için istenen en düşük puan kaç?

    MERÂL YALÇIN: Yine psikoloji bölümünden örnek vereyim:
    Boğaziçi Üniversitesi yaklaşık ilk binden öğrenci alır; benim çalıştığım devlet üniversitesi ilk 20 binlik dilimden öğrenci alıyor. “Sözde” vakıf üniversitelerine de 100 bin ile 400 binlik dilim arasından öğrenci gidiyor. Bu rakamlar belki biraz daha farklı olabilir. Vakıf üniversiteleri ayrıca %10’a kadar öğrencisine “yarı”, “çeyrek” veya “tam burs” vererek; ilk 20 bine giren öğrencileri almak yoluyla profilini yükseltmeye çalışıyor; bu da sınıf içi dengeyi ciddi şekilde bozuyor!

    === ÜNİVERSİTELERDE:
    ANALİTİK DÜŞÜNMEKTE ZORLANAN,
    ANADİLİNDE CÜMLE KURAMAYAN BİR ÖĞRENCİ PROFİLİ VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitapta vakıf üniversitelerindeki öğrenciler için kullanılan “ortaokul seviyesinde” tabirini siz de paylaşıyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Ben de ara ara bu ifadeyi kullanıyorum, görüşmecilerimiz defalarca bu hissi dile getirdiler:
    Derslerin oldukça fazla içeriksizleştiği,
    Öğrencilerin genel niteliksizliği ve ilgisizliği dolayısıyla kendilerini çok yavaşlattığı,
    Dersin seviyesini düşürdükleri ve teorik hiçbir tartışmanın yapılamadığı konusunda şikayetler hep var!

    MERÂL YALÇIN: Normal koşullarda devlet üniversitelerinde okuyamayacak öğrenciler, vakıf üniversitelerine geliyor. Üniversite giriş sınavı da dahil “çoktan seçmeli sınav” şekline alışmış oluyorlar. Analitik düşünmek konusunda zorlanıyorlar!

    ASLI VATANSEVER: Anadilinde cümle kuramayan…

    MERÂL YALÇIN: Klasik sınav sorusu sormanın zor olduğu bir öğrenci profili var!

    === HOCAM; 1. DÜNYA SAVAŞI MI ÖNCE OLMUŞTU, İKİNCİSİ Mİ?! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Öğrencileri kendi seviyesine yakınlaştırması beklenen akademisyen, neden “Beni yavaşlatıyor!” diyerek öğrenciyi kendine bir engel olarak görüyor?

    ASLI VATANSEVER: Burada bir sürü faktör var. Siz istediğiniz kadar dersi beklentilerinize göre kurgulayın, karşınızdaki, siz dünya tarih yazımında yeni ekolleri anlatmak isterken; “Hocam; 1. Dünya Savaşı mı önce olmuştu, 2. Dünya Savaşı mı?!” diye bir soru soruyorsa onu kendi seviyenize çekmeniz pek mümkün değil! Bunun için özel ve yoğun bir “usta↔çırak ilişkisi” kurmanız gerekir ki; bu da mümkün değil! Çünkü hoca sayısı minimum, öğrenci sayısı maksimumda! Geçen sene bir sınıfımda 110, diğerinde 60 küsur kişi vardı!

    === ÖĞRENCİDEN HOCAYA: “SEN KİMSİN Kİ, VAROŞ!” ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Öğrencilerin sizlere tavrı nasıl?

    ASLI VATANSEVER: Öğrencilerin hocaya; “Senin maaşını ben ödüyorum, sen kimsin ki varoş!”, “Dışarıda görüşürüz!” gibi tehditlerde bulunduğunu duyduk! Ben şahsen böyle bir şey yaşamadım, ama benim öğrencilik dönemimde bir hocayla iletişime giremeyeceğim şekilde benimle iletişime girdiklerini gördüm! Son derece iddialı bir şekilde söylenen; “Benim notum niye böyle ki, ben daha yüksek bekliyordum!” sözlerinde, sınavı sizden daha iyi değerlendirebileceklerine dair örtük, şişmiş benliğin izlerini görüyoruz! Her şeyi kendine hak gören bir tavır var! Hocası olarak, onun peşini bir yuva öğrencisi gibi kovalaman gerektiği ve bunu yapmadığında iyi hoca olmadığın gibi imalarla karşılaşıyorsunuz!

    MERÂL YALÇIN: Ben birçok öğrenciyi sadece sınavlarda ve kayıt zamanlarında görüyordum! Derslere devam etmek pek önemsedikleri bir konu değildi. Bir de sizinle iletişim kurarken mesafesini korumayı bilmeyenler var. Arkadaşından bir şey ister gibi sizden not isteyebiliyor bazıları.

    ASLI VATANSEVER: Bu çocuksu bir şımarıklıktan da kaynaklanıyor. Türkiye’de insanların ısrarla yetişkin olmama gibi bir diretmesi söz konusu. Bunu da körükleyen bir aile yapısı var. Üniversiteye gelmiş, kanunen rüştünü ispat etmiş öğrencinin hâlâ velisinden söz edilebiliyor mesela!

    === TELEFONLA ARAYIP:
    “ÇOCUĞUN NOTLARI NASIL?!” DİYE SORAN VELİLER VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversitede “veli & öğretmen ilişkisi” diye bir şey var mı?

    ASLI VATANSEVER: Özellikle ilk bir-iki yıl “Çocuğun notları nasıl?!” diye telefonlar almışlığım var. “Öğrencinin notlarıyla ilgili dışarıya bilgi veremem.” desem de; öğrencilerin bir kısmı da hâlâ çocuk muamelesi görmekten memnun! Çünkü bu; sorumluluklardan sıyrılmalarını da sağlıyor; mesela, sınav tarihlerinin veya o dönemin ders programının yüklenip yüklenmediğini takip etmiyor; çat kapı gelip “Hocam bilmem neyi yüklediniz mi?”, “Sınav haftaya mıydı?” diye sorular sorabiliyorlar! Senin öğrenci olarak yapacağın tek şey kendi işini takip etmek, ama kendi takibini yapmayınca da sonuçlarını üstlenmek yerine geliyorsun kapıma, bana ağlıyorsun!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Çizdiğiniz profile göre; vakıf üniversitelerinden mezun olacaklar “yitik kitleler!”

    Sizi böyle düşünmeye sevk eden:
    Yönetimin akademisyenlere yüklediği ağır çalışma koşulları mı?
    Yoksa; size göre bu sonuçtan başka bir çıkış yok mu?

    ASLI VATANSEVER: Kesinlikle yitik kitlelerden bahsetmiyoruz!
    Söylemek istediğim: Üniversiteden önceki eğitim sisteminin yetersizliği ve çocukları eleştirel düşünmeye ve kendi sorumluluğunu üstlenmeye alıştırmadığı!
    Bütün bir eğitim sisteminin 18-19 yaşına kadar, eleştirel ve otonom olmayacak şekilde yetiştirdiği insana; üniversiteye geldikten sonra bu yetiyi; yani eleştirel düşünmeyi, yani analitik düşünmeyi kazandırmak çok zor oluyor!
    18-19 yaşına kadar bu ülkedeki öğrencilerin zaten eleştirel düşüncenin özelliklerini bilecek, özümseyecek kadar eğitilmiş olması gerekirdi! Bu kangren; aslında belki de “ilköğretim”e kadar giden bir derinlikte!

    === AKADEMİSYENLER ÖĞRENCİLERİN BÜYÜK KISMINI GÖZDEN ÇIKARMAK ZORUNDA KALIYORLAR; İÇLERİ KAN AĞLASA DA! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversite aslında “eleştirel düşünce”yi de öğrencilere kazandırmak için yok mu?

    ASLI VATANSEVER: Mevcut üniversite sistemi maalesef o çabayı göstereceğiniz yapıda değil! Öğrenciler yitik değil belki, ama siz büyük bir kısmını, ulaşamadığınız için gözden çıkarmak zorunda kalıyorsunuz! Hoca dediğiniz de sonuç olarak ücretli bir emek türü ve “metalaşmış ücretli emeğin!” maruz kaldığı bütün tükenmişlik arazlarına sahip! Dolayısıyla hoca da günü kurtarmak adına kendi potansiyelinin küçük bir kısmını kullanarak ders verme eğilimine girebiliyor! İlla ki bu terminolojiyle konuşacaksak; hocalar olarak biz de yitik durumdayız!

    MERÂL YALÇIN: Şunu eklemek gerekir; çoğunluğun içerisinde çok parlak öğrenciler de var.
    Bu parlaklık;
    Sizden bir şey alıp üzerine çok daha fazlasını koymak olarak da çıkabiliyor,
    Çeşitli nedenlerle size belirli bir kapasiteyle gelmiş ancak çok emek sarf edip gelişerek de kazanılabiliyor. Ya da en azından çaba sarf edenler olabiliyor.
    Ama bu tür öğrencilerin sayısı ne yazık ki çok az!

    === YÖK (Yükseköğretim Kurulu); TEÇHİZATI OLMAYAN TIP FAKÜLTESİNE İZİN Mİ VERDİ? ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Siz bir vakıf üniversitesinin örneğin “tıp fakültesi”nden mezun bir doktora ne kadar güvenirsiniz?

    ASLI VATANSEVER: O tıp fakültelerindeki eğitiminin niteliğine dair şüphem var!
    Görüşmecilerimizden birinin aktardığı bir anekdot var:
    Kendisinin de kuruluşunda rol almış olduğu bir üniversitenin sahibinin tıp fakültesi açmak için YÖK görevlileriyle nasıl pazarlık ettiğini anlatıyor. YÖK görevlisi, üniversitenin sahibine; “Sen fakülteyi açacaksın da nerede yapacaksın bu eğitimi? Tıp cihazlarının fotoğraflarını duvarlara asmakla olur mu? Fotoğraflar üzerinden neyin uygulamasını, ne kadar yapacaksın? Nasıl ders anlatılacak? Öğrencilere pratik nasıl kazandırılacak?” diye soruyor. Ama teçhizat olmadığı ve bina yapısının bu eğitime uygun olmadığı bilinirken; iki yıl sonra fakültenin açılmasına YÖK’ten onay çıkıyor!

    MERÂL YALÇIN: “Psikoloji” bölümü; laboratuvar, kütüphane gibi araştırmaya yönelik ciddi donanımlar gerektiren bir eğitimdir, ama bazı vakıf üniversitelerinde laboratuvarların ve yeterli kütüphanelerin olmadığını kolaylıkla tespit edebilirsiniz. Toplumun ruh sağlığını emanet ettiğiniz psikologlar, son derece kalitesiz bir eğitimden geçtikten sonra sahada çalışmaya başlayabiliyor!

    === “TAPU DAİRESİ”NİN OLDUĞU BİNADA,
    “OTOPARK”TA KURULAN KAMPÜSLER VAR ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: YÖK; fakülte için belli bir mekânın varlığını şart koşmuyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Şart koşuyor olmalı, ama görüşmecilerimizin aktardığı örneklerde “tapu dairesi”nin olduğu binada, “otopark”ta kurulan kampüsler var!
    Veya apartman katını geçmeyen, rafları bazen boş olan, bağışla doldurulmuş kütüphaneler oluyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu üniversitelerin isimlerini zikretmeyecek misiniz?

    ASLI VATANSEVER: Hayır; çünkü bu meselenin kurumlar üzerinden tartışılması yanlış. “Şu kurum böyle kötü, şu ise eh işte!” ya da “Nerelerde çalışılır? Nerelerde çalışılmaz?” gibi bir sektörel envanter çıkarmıyoruz, böyle algılanmasını da istemiyoruz. Çünkü bu meselenin özünü kaçırmamıza neden oluyor! Sorun; sistemin ta kendisidir! Çözüme sistemin kendinden başlanmalı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitap konusunda haklı olabilirsiniz ama söyleşi için şu aklınıza takılan bir soru mu:
    Üniversite yönetimleri hukuk içi veya dışı eylemler listesini rahatça icra ederken onların isimlerini zikretmeyerek “siz” koruyor olmuyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecimin kimliğini gizli tutmak kitap dışında da geçerli. Ayrıca bunun kriminal olarak ifşa edilmesi gereken bir konu olduğu görüşünüzde haklı olabilirsiniz, ama bunu ihbar edecek olan kişi ben değilim; bunu birinci elden yaşayanlar. Ayrıca önemli olan tek tek kurum isimleri değil; sistemin bu tür kurumları barındıracak kadar toksik bir iklime, zehirlenmiş yapıya dönüşmesidir!

    Şimdilik bazı üniversitelerin diğerlerinden daha iyi olması da bir teselli değil! Bugün bunlar yaşanıyorsa, bu; sektörün geneline hakim olacak salgın hastalığın başlangıcıdır; uyarı işaretidir!

    Dolayısıyla; kurum isimlerini ön plânda tutarak bunu sansasyon haline getirmek istemiyoruz. Asli amacımız: Sistemin kılcal damarlarına yayılmış bu zehri söküp atacak çalışmalara ve cesarete sahip olmaktır! Sistemi onardığınız anda; kurumlar da, üniversiteler de kendilerini düzeltmeye başlayacaklardır!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  553. ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM! [2. BÖLÜM]

    [2. BÖLÜM]

    ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM!

    === VAKIF ÜNİVERSİTELERİNİN %70’İ KAPATILMALI! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: (1) Kurumların haklarında işlem yapılabilmesini sağlamak, (2) “Bu olanlar dışarıya sızmaz!” diye düşünebilen kurumların kendilerine çekidüzen vermeleri için örneğin; “Hastane sistemi çürümüş” denilirken hangi hastanede, en azından hukuk dışı neler olduğunu isimlerle konuşmanın da sansasyon olduğunu düşünüyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: “Yanlışların ortaya çıkması”nı sansasyon olarak görmüyorum.
    Ama bir kurumun ismini zikredersek;
    Aslında sistemin kılcal damarlarına yayılmış olan problemin “belli kurumlarla sınırlıymış gibi gösterileceği”ni,
    Sadece o kurumlardan cevap geleceğini, bu kez onlara karşı-cevap vermekle uğraşılacağını,
    Ve esas sorunun anlamsız bir polemikte kaybolacağını düşünüyorum!

    Hangi hastanede hastalar taciz ediliyor, hangilerinde yanlış ameliyatlar yapılıyor kısmı önemli, ama ikisi birbirinden farklı düzlemler.

    MERÂL YALÇIN: Türkiye’deki çoğu vakıf üniversitesinin eğitim kalitesi için gerekli kriterleri yerine getiremediği ve kapatılması gerektiği kanaatine ben kendi adıma varıyorum.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Vakıf üniversitelerinin yaklaşık kaçta kaçının kapatılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

    MERÂL YALÇIN: %70’inin.
    A, B ya da C üniversitesinin listesi daha az kabarık olabilir ama genel olarak gidişatı kötü buluyorum!
    Ayrıca bazılarının “istisna üniversiteler var!” söylemini; sistemi meşrulaştırmaya vesile olma ihtimalinden dolayı da tehlikeli buluyoruz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İstisna söyleminin tehlikeli olduğu fikri tartışılır.
    Koca bir çuval açıp tüm vakıf üniversitelerini içine koymak ne kadar adaletli?
    Üniversiteden şirketlerine para aktarmaktansa;
    Diğer şirketlerinden üniversiteye para aktaran örnekleri de tespit etmek sizce önemsiz mi?

    ASLI VATANSEVER: Bunu tespit etmek; örnek teşkil etmesi açısından önemli olabilir. Ancak bu malûmun ilamı olur.
    Kaldı ki; ben “araştırmacı gazeteci” veya “vakıf üniversitelerindeki usûlsüzlükler” üzerine belgesel çeken birisi değilim.
    Sistemin kılcal damarlarına yayılmış çok tehlikeli bir sorunu bilimsel yöntemlerle masaya yatıran bir akademik araştırmacıyım.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenler dünyasında bu “malûmun ilamı” olabilir ancak dışarıdan bir gözle bunu tespit etmek o kadar mümkün değil.

    ASLI VATANSEVER: Örneğin:
    Türkiye’de bir-iki tane olan yüksek profilli, hakkını vererek eğitim sunan vakıf üniversitelerinden biriyle;
    Daha birkaç yıl önce açılmış ve adı sanı duyulmamış bir üniversiteyi aynı klasmanda zanneden insan var mıdır?

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: O “yüksek profilli!” vakıf üniversitelerinde işlerin nasıl yürüdüğünü kaç kişi biliyor?

    ASLI VATANSEVER: İnsanların eğitim kalitesini bilmek için işlerin nasıl yürümesi gerektiğini bilmeleri gerekmiyor. Üniversitelerin giriş puanından dahi bu anlaşılıyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Dolayısıyla; “Giriş puanı yüksekse, eğitim kalitesi yüksek. O zaman zaten içerideki işleyiş iyi demektir.” gibi bir doğrultuda mı düşünmek gerekiyor?

    ASLI VATANSEVER: Bu algı bir önyargı ama çok yanlış da değil.
    Bir sonuç olarak; eğitim kalitesi yüksekse (ki yüksek öğrenim denilen metayı üreten emek gücü akademisyendir) demek ki orada üretim ilişkilerinde iyi işleyen bir formül bulmuşlar.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Taban puanı en yüksek ilk beş vakıf üniversitesine yerleşen öğrenciler iyi bir eğitim almış olarak akademiden mezun olurlar.” diyebiliyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: İsterseniz mesleki deformasyon deyin, ama ben; herhangi bir konudaki argümanımı destekleyecek veriye sahip olmadan bu kadar kesin yargılarda bulunamam. Bunun için mezunlar üzerine araştırma yapılması gerekir.

    === VAKIF ÜNİVERSİTELERİNDE PERFORMANS DEĞERLENDİRMESİYLE ÖLÇÜLEN ŞEY NE BİLİYOR MUSUNUZ:
    MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenler, öğrencilere de yaptırıldığını söylediğiniz “performans değerlendirmeleri” sonucunda işten çıkarılıyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Ben şahsen böyle bir şey tecrübe etmedim, ama bazı görüşmecilerimiz bunun etkili olduğunu söylediler. Açıkçası ben öğrenciye böyle bir şansın verilmemesi gerektiğini düşünmüyorum.
    “Hoca & öğrenci ilişkisi”; tabii ki hocanın keyfine terk edilmemeli, ama üniversitenin bunu yapış amacı verilen eğitimin kalitesini ölçmek değil; müşteri memnuniyetini ölçmek: “Öğrenci buraya para vermeye devam edecek mi?” sorusunun cevabını almak!

    Öğrencilerin büyük bölümünün amacının da “bir diploma almak!” olduğunu göz önüne alırsak;
    Onu memnun eden hoca:
    Dersi kolay geçmesini sağlayan,
    Saçmalığa varacak şımarıklıklarına göz yuman,
    Kendisini entelektüel anlamda zorlamayan bir hoca!

    MERÂL YALÇIN: Bu değerlendirmeler öğrencinin duygu durumunu ölçmeye yarıyor, çünkü öğrenci değerlendirmeyi “Seviyor musun? Sevmiyor musun?” olarak algılıyor; hocayı neye göre değerlendirmesi gerektiğini bilmiyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kötü bir eğitim süreci ardından aldığı diploması piyasada işe yaramayan mezun, tanıdıklarına; “O üniversiteye gitmeyin, bir işe yaramıyor, eğitimi beş para etmez!” deyince bu; üniversite yönetiminin arzuladığı müşteri akışını engellemez mi?

    ASLI VATANSEVER: Çoğu öğrenci; aldığı diplomanın üzerine yazılı olduğu kâğıt kadar değerli olmadığını bu şekilde ifade edemiyor. Çünkü bunun için “emek ve piyasa arasındaki ilişki!”yle ilgili net bir mefhumunuz olması gerekiyor!
    İstediği gibi iş bulamayan insanların çoğu:
    Ya olayı kişiselleştiriyor ve “Hiç şansım yok, iki senedir iş bulamadım!” diyor;
    Ya da genelliyor ve “Ortalık berbat, kriz var, kimse iş bulamıyor!” benzeri kıraathane argümanıyla yaklaşıyor.
    “Eğitim kötü, o okula gitme!” demiyor;
    Ama “Gitme! Kampüsünde Starbucks bile yok!” diyor!

    === ÜNİVERSİTEDE SÖZLEŞMEYİ İMZALAYANA KADAR;
    MAAŞIMI, KAÇ SAAT DERS VERECEĞİMİ BİLMİYORDUM! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İş başvurusu için masaya oturdunuz; karşınızda kim var? Size nasıl davranıyor ve süreç nasıl ilerliyor?

    ASLI VATANSEVER: Kendi tecrübem de, çoğu görüşmecimizin aktardığı deneyimlere benzer bir şekilde; sözleşmeyi imzalayana kadar ücretimi, kaç saat ders vereceğimi, sigortamın olup olmayacağını bilmeden ilerledi!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sormadınız mı?

    ASLI VATANSEVER: Soruyorsunuz, ama cevap alamıyorsunuz!
    En son; sözleşmeyi imzalamak üzere rektörün yanına çağrılıyorsunuz ve imzalayacağınız sırada rektör sözleşme metninde yeri boş olan “ücret” kısmına uygun gördüğü bir rakamı yazıyor, siz de imzalayıp çıkıyorsunuz!

    MERÂL YALÇIN: Ben rektörden o boş kısmı doldurmasını istediğimde; “Ya hocam, güvenmiyor musunuz bize!” dedi! “Almanya’dan geliyorum, oradaki akademik sözleşme işleri böyle yürümüyor!” diyerek yazmasını sağlamıştım!

    Hem başka seçeneklerim olduğu için, hem bu üniversitenin çok ihtiyacı olduğunu bildiğim, hem de işe girmiş arkadaşlarım pazarlık yapmamı önerdikleri için ben pazarlık yapabildim.

    Ama normalde işler böyle yürümüyor, daha önce hasbelkader bir yerlerde çalışmamışsanız çok daha deneyimsiz oluyorsunuz ve “Size emeğimi satacağım ama şu koşullarda!” diyemiyorsunuz. Sözleşmelerde de genellikle çok boş bırakılmış bölümler oluyor; “ücret”, “ders saati” gibi.

    ASLI VATANSEVER: Çünkü, kitapta da sarkastik biçimde anlattığımız gibi:
    Akademisyenliği biz para için değil; “aklımızı ve ruhumuzu tatmin” için yapıyoruz!
    O zaman ben eve ekmek, su almasam da olur; kitapları yerim!

    Çalışma saatleri konusunda da:
    İş Kanunu’nun izin verdiği haftalık 45 saat alt sınırına çekme eğilimi içerisindeler, “sweatshop!”vari (kötü koşullarda ve işçiyi düşük ücretle çok çalıştırarak üretim yapılan merdiven altı imalâthaneleri) çalışma koşullarına doğru gidiyor!

    Siz sözleşmeyi 40 saat olarak imzalıyorsunuz; yenileme döneminde bir bakıyorsunuz 45 olmuş!
    Size idari personelle tıpatıp aynı sözleşmeleri imzalatıp; “Size tabii ki böyle uygulamayacağız.” diyerek sözlü teminata yönelenler de var!

    === YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİLERİNE
    TÜM DÖNEM DERS VERDİRTENLER VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Doktora”dan mezun biri kaç farklı türde işe alınabiliyor?

    ASLI VATANSEVER: Öğretim görevlisi olarak başvuruluyor, kadro açığı yoksa ve sabit kadrolu öğretim görevlisi olamıyorsanız, “outsourcing” dediğimiz ders saat ücretli olarak başvurabiliyorsunuz. Onda da kadro, sigorta veya unvan olmadan saat başına ücret alıyorsunuz.

    MERÂL YALÇIN: Vakıf üniversitelerinde o kadar çok öğretim üyesi eksikliği var ki, henüz doktora aşamasında olmayı bırakın; yüksek lisans aşamasındaki öğrencilere ders verdirtilen bölümler var!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu hoca olarak çalıştırılan öğrenci, dönem içinde birkaç dersi mi dolduruyor; yoksa o dersi tüm dönem mi veriyor?

    ASLI VATANSEVER: Tüm dönemi…

    MERÂL YALÇIN: Sonraki süreçte şanslıysanız ve kadro bulabiliyorsanız; “yardımcı doçent” olarak başlıyorsunuz.

    ASLI VATANSEVER: Bu arada; kadrolu olduğunuzda da mutlaka “yardımcı doçent” olarak alınmayabiliyorsunuz. Öğretim görevlisi olarak istihdam edilirsen, bir unvanın olmadan da çalıştırılabiliyorsun.

    === ÜNİVERSİTELERDE EĞİTİM DÖNEMİ SONU; HAZİRAN GERGİNLİĞİ! ===

    MERÂL YALÇIN: Hiç yayınınız yoksa veya sizden çok ders vermenizi istiyorlarsa; “öğretim görevlisi” yapıyorlar. Çünkü öğretim görevlilerinın YÖK’ün de tanımladığı hâliyle ders saati çok daha yüksek.

    ASLI VATANSEVER: Buradaki keyfiliğin altını çizmek istiyorum!
    Bizzat gözlemlediğim bir örnek; çalıştığı bölümdeki insanlarla aynı niteliklere sahipken ve diğerleri yardımcı doçentken öğretim görevlisi olarak istihdam edilmişti.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sözleşmeler kaç senelik oluyor?

    ASLI VATANSEVER: Yıllık.
    Sanıyorum iki yıl sonra otomatik olarak uzuyor. Buna rağmen üniversiteler, her sözleşme zamanını akademisyenlere alacakaranlık kuşağı gibi yaşatıyorlar; çünkü hiçbir zaman sözleşmeyi yeniden imzalatıp imzalatmayacaklarını, yeni koşulları veya toplu işten çıkarma olup olmayacağını bilmiyorsunuz. Yenileme yaptıkları zaman dilimi de; üniversite sahipleri için en kârlı, akademisyenler için ise en zararlı zaman!

    Bir akademisyen haziranda işten çıkarıldığı vakit; şanslıysa sadece bir dönem, şanssızsa en az bir yıl işsiz kalır. Çünkü herhangi bir üniversitede eylülde işe başlamak istiyorsanız en geç nisan, mayıs gibi başvurularınızı yapmış olmanız gerekiyor. Bahar döneminde de üniversitelerin işe alımı çok daha düşüktür.

    === YARDIMCI DOÇENT MAAŞINA ÇALIŞTIRILAN PROFESÖR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bir yardımcı doçentin devletteki maaşı ne kadar, pazarlık yapmadan vakıf üniversitesinden aldığı maaş ne kadar?

    ASLI VATANSEVER: Vakıf üniversitelerinde genel ortalama 3.500 TL ile 5.000 TL arasında değişiyor.

    MERÂL YALÇIN: Devlette de kademe ve kıdem farkı olabiliyor ama 3.500 TL ile 4.000 TL arası alıyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Doçent ve profesör maaşlarında durum ne?

    ASLI VATANSEVER: Profesörler konusunda net bir bilgimiz yok ama doçent olduğunuzda vakıf üniversitelerinde maaşınıza 500 TL gibi bir zam yapılır.

    MERÂL YALÇIN: Devlette de 4.500 TL’ye doğru çıkıyor. Ancak vakıf üniversitelerinde bu her zaman uyulan bir ücret aralığı değil. Bir görüşmecimiz vakıf üniversitesinde profesör olduğu hâlde yardımcı doçent maaşıyla çalıştırılan bir hoca olduğunu da anlattı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Maaş dilimleri birbirine bu kadar yakınsa; bir akademisyen neden vakıf üniversitesinde çalışmayı seçer?

    ASLI VATANSEVER: Her zaman tercih şansınız olmayabiliyor. Akademisyenlik; “Buradan çok sıkıldım, daha değişik yerlere başvurayım!” diyebileceğiniz bir meslek değil!

    Ayrıca; başvurabileceğiniz üniversite sayısı belli, bölüm sayısı belli, yaşamak istediğiniz şehirler belli, dolayısıyla yelpaze sınırlı. Bu yelpaze içinde sizin çalışmak istediğiniz üniversitenin kadro ihtiyacı olmayabiliyor. Şimdiye kadar da; devlet üniversiteleriyle vakıf üniversiteleri arasındaki maaş farkı çok daha fazlaydı.

    MERÂL YALÇIN: Bir de; bireysel bir karar gibi görünen şey aslında ne kadar bireysel bir karardır?

    Bir vakıf üniversitesinde çalışma kararını ancak belirli yapısal faktörlerle belirlenmiş bir bağlamda alabiliyorsunuz. Bütünüyle sizin isteğinizle ve tercihlerinizle değil; “iş imkânları!” gibi işgücü piyasasındaki şartlarla da belirlenen kararlar bunlar!

    === ÜNİVERSİTE TANITIMI İÇİN OTOBÜSLE, MİNİBÜSLE SOKAĞA ÇIKAN,
    KAYIT ESNASINDA ÖĞRENCİLERİN ÖDEMESİ İÇİN “POS CİHAZI KULLANAN!” HOCALAR VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversiteye kaçta gelip, kaçta çıkıyorsunuz?

    ASLI VATANSEVER: Sabah 9.00 giriş, 17.30 çıkış.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bunun ne kadarı ders vererek geçiyor?

    ASLI VATANSEVER: Üst sınır haftalık 15 saat, ancak değişebiliyor; bazen daha az, bazen biraz daha fazla olabiliyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Ders vermenin artı yükü ne?

    ASLI VATANSEVER: Dersi, notlarını, sınavlarını hazırlamak, sınavları kontrol etmek, teslim etmek, yoklamaları sisteme girmek, öğrencinin e-postayla veya ofise gelerek sorduğu sorulara cevap vermek gibi birtakım ek işleri var.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bunlar “9.00” – “17.30” arasının ortalama ne kadarını alıyor?

    ASLI VATANSEVER: Ders programınıza göre günden güne değişiyor. Bölüm başkanları ders kayıtları gibi işlerle de uğraştıkları için daha farklı bir mesai harcıyor.

    MERÂL YALÇIN: Bölüm sekreteri olmadığı için “sekreterlik işleri”, bunun yanında çok az sayıda araştırma görevlisi olduğu veya bazen hiç olmadığı için birtakım başka işleri de üstlenmek size kalıyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitabınızda öğrencilerin ödemelerini almak için pos cihazı kullanmak gibi alâkasız bir mesaiden de söz ediyorsunuz.

    ASLI VATANSEVER: “Araştırma görevlileri” buna daha fazla maruz kalıyorlar!
    Ama tanıtımlara gitmek; “yardımcı doçentler”, “doçentler” için de geçerli!
    Hâlbuki akademisyenin işi; “üniversiteyi tanıtmak” veya “üniversiteye öğrenci kazandırmak” değildir!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversite sınavının sonuçları belli olduktan sonra;
    “Sosyoloji”nin ne demek olduğunu bilmeyen öğrenciye o bölümü anlatmaktan mı bahsediyorsunuz?
    Yoksa; otobüsle, minibüsle sokağa çıkarak öğrenci avlamaktan mı?

    ASLI VATANSEVER: Bir bölümün içeriğini anlatmak tabii ki hocanın görevi, bunu ondan başkası da yapamaz.

    Ama üniversiteyi; “Aman da çok güzel, şöyle havuzu var, şöyle kafeteryası var!” diyerek tanıtmak akademisyenin işi olamaz; sonuçta ben reklamcı değilim!

    Ayrıca; akademisyenin kurumla bu derece özdeşleşmesi yanlış!
    Çünkü akademisyen; yeri geldiğinde “anti-kurum” olabilecek eleştirel mesafeyi her zaman korumalı!

    MERÂL YALÇIN: Otobüslerle, minibüslerle dolaştırılmak vahşice bir örnek, ama şu da küçük düşürücü değil mi?
    Sizi tüm gün masalara oturtuyorlar ve üniversitenin propagandasını yapmanız bekleniyor!
    Araştırma görevlisi olan görüşmecilerimizin bazıları okulla ilgisi olmayan tanıtımlara gönderildiklerini de anlatmışlardı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Bize şu kadar öğrenci getir.” diyen veya bunu kontrol eden yöneticiler de var mı?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz, okulun Maliye’ye olan borçlarından dolayı TÜBİTAK projesinden destek alamadığı için yönetimle yaşadığı sürtüşme esnasında yönetim kendisine “Bu projeyi yapacaksın da ne olacak?! Sen bize 11 öğrenci getirsen üniversiteye daha çok para akar!” demiş!
    Ama illâ sayı söylenmesi gerekmiyor, tanıtıma akademisyenleri çıkartarak yapılan zaten bu.

    MERÂL YALÇIN: Siz masada sabahtan akşama otururken rektör de masaların arasından size göz atıyorsa bir şeyleri kontrol ediyordur herhâlde!
    Ayrıca “yeterince öğrenci yok diye bölümlerinin kapatılması tehlikesi”yle karşı karşıya kaldıkları için çaba sarf etmek zorunda hisseden akademisyenler de var!

    === YAŞADIĞIMIZ: KABZIMALLAŞMAK! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Yapacağınız işler bittiğinde ve “kampüse girmek için kart basmaya” henüz vakit gelmediğinde ne yapıyorsunuz?

    ASLI VATANSEVER: Oturup bir şeyler okuyorsunuz,
    Yazmaya başladığınız bir şey varsa ona devam ediyorsunuz,
    Ama o sıralarda ilham ve enerji yoksa ki dönem içinde böyle olur, haber sitelerini okuyoruz.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: 17.30’da basmanız gereken kartı, 16.30’da bastınız diyelim; ne olur?

    MERÂL YALÇIN: Bizim tecrübelerimize göre; kaçta geldiğiniz veya kartı basıp basmadığınız kontrol ediliyor mu bilgisine bile sahip değilsiniz; ama bunun endişesini daima hissediyorsunuz!

    ASLI VATANSEVER: Akademisyenler oto-disiplinleri son derece yüksek insanlarken, dıştan bir yaptırım uygulamanız yalnızca akademisyenliğe içkin olan arzu ve rıza unsurunu ortadan kaldırıyor!

    “Neo-liberal şirketleşme!”nin özelliğiyse çalışana çalıştırıldığını değil; kendi isteğiyle çalıştığı yanılsamasını sunmasıdır!

    Ancak bugünkü “sözde” vakıf üniversitelerinde bu dahi mevcut değil!

    “Neo-liberal şirketler!”i savunduğumuz kesinlikle düşünülmesin; ama biz hâlihazırda aşırı çalışmaya meyilliyken; üniversiteler bu arzuyu öldürüyor!
    Dolayısıyla burada yaşadığımız şey sadece “ticarileşmek” değil;
    Bir görüşmecimizin de söylediği gibi: “Kabzımallaşmak!”

    MERÂL YALÇIN: Kampüse girererken kart bastığınız andan itibaren; “Ben bir akademisyenim!” hissi ortadan kalkıyor ve “İşe geç gelirsem mesaimden kesilir!” duygusu geliyor!

    Akademiye özgü olduğu söylenen “özerklik!” algınız yerini;
    “Sürekli kontrol edilen bir işçi!” olduğunuz gerçeğine bırakıyor!

    Hâlbuki sizin beyniniz kartınızı basınca çalışmıyor!
    Evinizde çalıştığınız ya da sahada araştırma yaptığınız zamanların mesai karşılığı ise zaten yok!

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  554. ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM! [3. BÖLÜM-SON]

    [3. BÖLÜM – SON]

    ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM!

    === YARDIMCI DOÇENT OLARAK EMEKLİ OLANLAR VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Araştırmalarınızı 24 saatinizin hangi kısmında yapıyorsunuz?

    ASLI VATANSEVER: Koşullara bağlı.
    Bekârsam ve tek başıma yaşıyorsam; sabahın 5’ine kadar çalışabilirim.
    Evli ve çocuğu olan bir insanınsa; eve gittiğinde başka mesaileri oluyor.

    MERÂL YALÇIN: Ayrıca, burada çelişkili bir durum var:
    Sizin bilimsel araştırma yapmanız aslında üniversite yönetiminin umurunda değil!

    Araştırma sizin “kişisel bir uğraşı!”nız gibi,
    “Araştırmanı yap ama bir hobi olarak!” gibi görülüyor!
    Diğer yandan; performans değerlendirmesinde sizden yayın yapmanız, makale yazımına yüksek özen göstermeniz bekleniyor!

    ASLI VATANSEVER: Ama lâfta isteniyor!
    Okulda kimsenin “yayın yaptı!” diye avantaj sağladığını görmedim!
    Araştırma yapmanızı umursamamalarından öte; araştırma yapmanızı tercih etmediklerini düşünüyorum!
    Çünkü okulun bir “maliyet olarak gördüğü hoca”nın en düşük ücret aldığı unvan; yardımcı doçentlik. Ona böylece hem daha fazla ders verdiriyorsun, hem ücreti daha düşük, hem de pazarlık gücü düşük!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bir yardımcı doçentin, doçent olması için ne yapması gerekiyor?

    ASLI VATANSEVER: Yayın.
    Ama bu koşullarda bilimsel üretim yapmanı engelleyen bir örüntü var!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Dolayısıyla yıllarca yardımcı doçent pozisyonunda mı kalınıyor?

    ASLI VATANSEVER: 50 yaşına gelip hâlâ yardımcı doçent olan, yardımcı doçent olarak emekli olan insanlar var! Ve bu o kadar gergin bir pozisyon ki; sürekli “Hayatta geç mi kaldım?!” sorusuyla baş ediyorsunuz!

    === BU DÜZEN BÖYLE DEVAM EDERSE, YARINLARA SADECE;
    “ENTELEKTÜEL ÇÖPLÜK” KALACAK! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bugün akademisyenlerin entelektüel seviyesine dair sizin yorumunuz ne?

    ASLI VATANSEVER: Bu şekilde devam ederse; akademi, sözünü ettiğimiz koşullara mümkün olduğu kadar “karşı çıkmayacak!” durum ve çaresizlikte olan akademisyenleri barındıracak!

    Bir görüşmecimiz çok güzel bir şekilde ifade etmişti:
    Ya çok genç ve güvencesiz yardımcı doçentler,
    Ya başka bir yerde istihdam olanağı olmayan geçkin yardımcı doçentler,
    Ya devlet üniversitelerinde kariyer yaptıktan sonra emekliliğinde güzelce para kazanmak istediği için vakıf üniversitelerine gelen birkaç profesör,
    Ve her dönem “mevsimlik işçi gibi işe alınıp çıkartılan!” asistanlardan müteşekkil bir entelektüel çöplük kalacak geriye!

    Biz:
    Ya buna dur diyeceğiz;
    Ya da bu çöplük içinde debeleneceğiz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Çöp “10”, en iyi konum “1” doğrusunda; bugünkü seviye sizce nerede?

    ASLI VATANSEVER: 7.

    MERÂL YALÇIN: 8.

    === TEZEK ÇUKURUNDAN BONCUK DA ÇIKAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu koşullarda yeni dönemin; “Behice Boran”, “Yavuz Sabuncu”, “Mina Urgan”ları olmayacak mı?

    ASLI VATANSEVER: Biz varız! (Gülüyor…)

    Bu röportajda söylediğimiz çoğu söz aynı zamanda bir tür tetikleme, bir tür kamçılama işlevi de görebiliyor!

    Üretim ilişkilerine eleştirel bakışımız, evet vardı; ama anlattıklarımız etine değince farklı yaklaşmaya başlıyorsun!
    Vicdan yelpazesinde nerede durduğuna göre tepkiler değişiyor, bir kesim de günü kurtarmaya çalışıyor!
    Ama süreğen bir şekilde her şey kötüye gitmez; tabii ki tezek çukurundan boncuk da çıkar!

    Fakat niçin bu riski alıp, tezek çukurunda boncuk aramaya devam edelim ki?! Zorunda mıyız?!

    Onun yerine; tertemiz bir takı atölyesinde boncuk dizebileceğimiz bir sistemi niye kurmayalım?!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenlerin bu sistemin işleyişini mümkün kılarken; aynı zamanda sistemi değiştirebileceklerini ummak ne kadar gerçekçi?

    ASLI VATANSEVER: İkisi yan yana gelince zihnimde cinnete benzer bir durum yaşanıyor ve sonra oturup böyle araştırmalar yapıyorsunuz, böyle bir kitap yazıyorsunuz işte!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İdealizmle “Bu işi manevi tatmin için yapıyorum!” derken; ömür boyu yardımcı doçent kalmak veya bu dönemin “Kemal Karpat”larının çıkmadığını görmek nasıl yan yana geliyor?

    ASLI VATANSEVER: Kendi adıma cevap vereyim:
    2000’lerin başında lisans eğitimimi, 2007-2009 arasında da doktoramı bitirdim.
    Doktoramı “prekarizasyon”un (güvencesizleşme; İngilizce “precariat”) mevcut olduğu bir dönemde yaptım; ama üretim ilişkileri içine girmediğim için henüz bunun ben de farkında değildim!

    Bunu yaparken de “Kemal Karpat”ların bugün Türkiye’de olup olmadığını hiç sorgulamadım; çünkü dünya çapındaki sosyolojik literatürü takip ediyordum ve o insanlara öykünüyordum.

    Ama şunun farkındaydım:
    Yapıyı belirleyenler “Ivy League” (ABD’nin önde gelen sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik) kökenli bir sosyolog aristokrasisi olacaktı.
    Bir “David Harvey”, bir “Immanuel Wallerstein” olmayacağımı biliyordum; ama bununla birlikte, aktarılmaya değer bilgi birikimine sahip bir hoca olacağımı ya da herhangi bir alanda Türkiye’deki akademiye hakim ataleti yırtabileceğimi düşünüyordum!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bugün bu düşünceleriniz geçerli mi?

    ASLI VATANSEVER: Sadece kendi adıma değil; başka insanların da bunu yapabileceğini düşünüyorum. Ama neden olmayabileceğinin önündeki engelleri de tartışıyoruz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sistemin adaletsizliklerinden öte; en azından “devlet üniversitelerinde vakti olup da araştırma yapmamak” sizce, akademisyenlerin hanesine yazılacak bir eksi de yaratıyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Tabii ki, ama orada da devlet üniversitelerinin koşullarına bakmak gerekir!
    Orada nasıl bir yapılanma vardı ki; böyle akademisyenleri barındırdı ve atıl ve işe yaramaz bir üniversite sisteminin hayata geçmesini sağladı, ve bize böyle bir kitabı yazdırdı?!

    === HER DEVİRDE “YÖNETİCİ POZİSYONU”NA YERLEŞEN PROFESÖRLER VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bugüne dair çıkardığınız vakıf üniversitesi haritasında; profesörlerin bakışı direngen mi, çekingen mi?

    MERÂL YALÇIN: İşinden atılan profesör de var, her türlü gidişattan sorumlu tutulabilecek profesör de!

    ASLI VATANSEVER: Tutarlı bir tavırdan bahsedemeyiz.

    MERÂL YALÇIN: İstisnalar dışında yöneticiler genellikle profesör oluyorlar, bunların içinde bir kısım da kurucu oluyor. Bir üniversitede bir bölümü kuruyor. Sonra da falanca yerden başka yere yine yönetici olarak geçtiğini görüyorsunuz.

    ASLI VATANSEVER: Bu kişiler her devirde kendisine muhakkak bir yönetici pozisyonu, bir kapı buluyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sizce akademinin “Mehmet Barlas”ları mı var?

    ASLI VATANSEVER: “Mehmet Barlas” benzetmesi ne derece doğru bilemiyorum, ama akademide böyle bir “Talleyrand” tiplemesi de var diyelim!

    (( Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord:
    Fransa’da 1754-1838 arasında yaşamış siyaset adamı ve Dış İşleri Bakanıdır. Siyasi kariyeri boyunca; Fransa’daki her rejim değişikliğinde kendisine yer edinmeyi becermesiyle ünlü bir tarihi karakterdir. ))

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sizce “yıldız hocalar” kümesi var mı, onlar saydığınız koşullarla ne kadar muhatap oluyor?

    ASLI VATANSEVER: “Her daim kayırılan” bir “yıldız hoca kadrosu” var mı; varsa onun pozisyonu ne kadar güvenli bilemiyorum.

    Nispeten daha yüksek profilli bir vakıf üniversitesinde çalışan bir görüşmecimiz:
    Yayın beklentisini yerine getiremediği gerekçesiyle; çok ünlü ve “yıldız” hoca kategorisine sokulabilecek insanların işten çıkarıldığından bahsetti!
    Gene başka bir görüşmecimiz; kendi alanında son derece başarılı olan bir profesördü ve bunun piyasada ona bir artı sunduğunu kendi söyleminden duymadım.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Vakıf üniversitelerinde yayın beklentisi yok.” demiştiniz; profesör katında başka bir uygulama mı var?

    ASLI VATANSEVER: Hayır, üniversiteden üniversiteye değişiyor. “Prestij kapsamındaki vakıf üniversiteleri”nde yayın beklentisi var.

    MERÂL YALÇIN: Üniversitelerin kadrolarına katmak isteyeceği, kadrosuna kattığında imajının olumlu etkileneceğini düşündüğü küçük bir grup “yıldız hocalar” olduğunu düşünüyorum!

    ASLI VATANSEVER: Peki bu yıldızlık onlara bir güvence sağlıyor mu ?!

    MERÂL YALÇIN: Sağlıyor!
    Pazarlık gücü biraz daha fazla oluyor;
    Hem ücretini,
    Hem çalışma saatlerini kendi istediği gibi belirleme şansı olabiliyor.
    Ama yeri geliyor işsiz de kalabiliyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Geri kalan akademisyen kitlesinin yaşadıklarını ne kadar dert ediyorlar?

    ASLI VATANSEVER: Vicdani ve siyasi duruşlarına bağlı; bunu onlarla görüşmek gerekir!

    === YÖNETİCİDEN HOCAYA:
    “ŞU KİTABI 1 AY OKU; O DERSİ VERECEK SEVİYEYE YÜKSELİRSİN!” ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Daha revaçta olanla olmayan bölümlerden akademisyenler arasında nasıl bir ilişki var?

    ASLI VATANSEVER: Ana bilim dallarıyla, mühendislikler, psikoloji ve iletişim gibi daha ziyade piyasaya iş gücü yetiştiren bölümler arasında bir fark var. Bu bölümlerden bazı akademisyenlerin, siz haksızlıklarla mücadele etmeye çalışırken; sözleşmelerde kendi lehlerine olacak pazarlıklar yapıp “Çok güzel deal’lar (anlaşma) yaptık!” diyerek rektörün yanından çıktıklarını gördüğünüz zaman, insani düzeydeki ilişkileriniz epey yaralanmış oluyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Revaçta olmayan bölümlerin hocaları diğerlerinin derslerini veriyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Kitabın adında da olduğu gibi: “Ne ders olsa veririz!”
    Çünkü hoca sayısı minimumda tutuluyor!

    Şöyle düşünün:
    Psikoloji bölümünde 3 hoca var ve o bölümün; “sosyal psikoloji”, “klinik psikoloji”, “sinir bilimi” alanı başkadır. Tabii ki de tüm bu dallar için ayrı hoca istihdam edemezsiniz, ama genel ilgi alanları itibarıyla en azından hem sayıca, hem nitelik olarak dengeli bir dağılım gözetebilirsiniz.
    Eğer bu dengeyi kuramazsanız; “siyaset sosyolojisi” uzmanına “aile sosyolojisi” dersi verdirtirsiniz, daha da kötüsü; kalkıp “toplumsal hareketler” çalışan bir sosyologdan “Avrupa Birliği’nin kurumları ve hukuki yapısı” üzerine ders vermesini talep edersiniz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitabınızdan daha uçuk bir örnek; “felsefe bölümü”nde görevli bir akademisyenden “mühendislik bölümü”nün programını hazırlamasını talep etmek!

    ASLI VATANSEVER: Bu görüşmecimizden mühendislik bölümünün “Bologna programı (-Avrupa Yükseköğretim Alanı- içerisinde yer alan ülkelerdeki eğitimin yeniden yapılmasını ve standartlarının yükseltilmesini hedefleyen program)” içeriklerini hazırlaması bekleniyor. Bu arada; Bologna programı içeriklerinin hazırlanması da gene akademisyene yüklenmiş bir prosedürel iş.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Yönetimin alan dışı ders taleplerine “İçeriğini bilmiyorum” cevabını verdiğinizde karşılaşacağınız muhtemel tepkiler ne?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecimiz, “Ne münasebet!” diyor ama yönetici kesim işi üzerinize yıkmak için çabalamaya yine de devam ediyor. Ne kadar direnebileceğinizle alâkalı bir durum var. Bunun sonucunda; bir sürü tartışma ve işten çıkarılmayı göze alabilmeniz gerekiyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Alanınız olmayan bir dersi anlatmak için ne kadar süre, nasıl bir hazırlık yapmanız gerekiyor?

    ASLI VATANSEVER: Ne şekilde anlatmak istediğinize bağlı. Eğer hakkını vererek, konunun uzmanıymış gibi anlatmak isterseniz yıllarınızı alır ki kimsenin böyle bir lüksü yok! Değilse; dönem başlayana kadar birkaç hafta içinde hazırlanıp, daha önceki hocanın nasıl bir ders programı hazırladığına, kullandığı kaynaklara bakıp “Wikipedia seviyesi”nde ders verebiliyorsunuz!

    MERÂL YALÇIN: “Ben bu dersi öğretmeyi kabul edemem; uzmanlık alanım dışında!” dediğinizde yönetici kesimden şöyle bir söylemle karşılaşabilirsiniz; “Ne var canım, al kitabı oku; öğrenirsin!”

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz; “Şu kitabı bir ay oku; dersi verirsin!” de demişti!

    === YÖNETİCİLER;
    İKTİDARI ERİTME YOLU İLE ÜNİVERSİTE SAHİPLERİNİN TETİKÇİSİ OLMA DOĞRULTUSUNDA HAREKET EDİYOR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenler arasındaki ilişkiler anlatılırken bir görüşmeci “mafyalaşma” tabiri kullanıyor. Burada ne anlatılmaya çalışılıyor?

    ASLI VATANSEVER: Kastedilen şu:
    Yapının kendi temelindeki usûlsüzlüklerin, sistemin kılcallarında dolaşan zehrin;
    Hakkaniyetle çalışmak için çabalayan insanları da usûlsüz davranmaya ittiği,
    Ve “karşılıklı güven ilişkisi”ni zedelediği,
    Kim kime gücünü yettirebilirse onunla uğraştığı,
    Ve kendisine küçücük de olsa, (birkaç görüşmecinin metaforuyla) “derebeylikler” kurmaya çalıştığı,
    Neredeyse kriminalize, mafyavari olan bir yapı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Feodal bir yapıdan mı bahsediyoruz?

    ASLI VATANSEVER: Feodalden parçalı bir iktidar anlıyorsak, evet.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu durumda dekan ve rektör nereye denk geliyor?

    ASLI VATANSEVER: Ara kademe yöneticilerin işlevi, görüşmecilerimizden edindiğimiz bilgilere göre, ya tamamen işlevsizlik ya da mütevelli heyetinin uygun gördüğü işleve doğru hizalanma. Hiç kimse de çıkıp bir ara kademe yönetici için “Yumruğunu masaya vurdu ve sonuna kadar bizim çıkarlarımızı savundu”, “Bizi temsil ediyor” demedi!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu hizalanma ne kadar aşırıya gidebiliyor?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz; rektörün, bizzat okul ücretlerinin yükseltilmesini protesto etmek için toplanan öğrencileri kamera kayıtlarından tespit ettirdiğini, evlerine haber yolladığını; “Bu şekilde devam ederseniz, soruşturma açılır!” gibi tehditlerde bulunduğunu aktardı!

    Burada hizalanmanın had safhada olduğunu görüyoruz!

    Başka görüşmeciler; “Ben kâğıt üstünde dekanım!”, “Kâğıt üstünde rektörüm, yapabileceğim bir şey yok!” diyen bir “ara kademe yönetici!” profili çiziyor!
    Tamamen iktidarsızlaşma ile üniversite sahiplerinin tetikçisi olma arasında gidip geliyor yöneticiler!

    MERÂL YALÇIN: Bir görüşmecimizin çok güzel, metaforik bir anlatımı vardı; kendisini içi yavaş yavaş kaynayan su dolu bir tencereye atılan bir kurbağaya benzetiyordu. Çeşitli baskılara maruz kalmış görüşmeci; “Üst yönetimdekiler hiç vicdan azabı çekmiyorlar mı?!” diye sormuştu! Bu kişiler kendi vicdanları nereye kadar müsaade ediyorsa oraya kadar gidiyorlar!

    === YÜKSEK LİSANSA ÖĞRENCİYİ USÛLSÜZ ALDIRTMAK, SINAVDA TAHRİFAT! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Vakıf üniversitelerinde yapılan ve araştırmanızda rastladığınız diğer usûlsüzlükleri de sayabilir misiniz?

    ASLI VATANSEVER: Şu başlıklar altında toplayabiliriz:
    1. Akademisyen istihdamında yapılan usûlsüzlükler,
    2. Öğrenci alımında yapılan usûlsüzlükler,
    3. Öğrenimin içeriğine dair usûlsüzlükler,
    4. Kriminal usûlsüzlükler var!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Kriminal usûlsüzlükler” derken?

    ASLI VATANSEVER: Puanı yetmediği hâlde yüksek lisansa öğrenci aldırtmak,
    Sınav üzerinde tahrifat yaptırmak,
    Veyahut bölümün öngördüğü kriterlere uymadığı hâlde birtakım tanıdıklarını oraya akademisyen olarak işe aldırtmaya çalışmak! Ve yönetim katında şahit olduğumuz usûlsüzlüklere sessiz kalmak!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Yüksek lisansa öğrenci aldırtmak” nasıl oluyor?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimizin anlattığına göre:
    Yönetimin yüksek lisansa alınmaları için bölüme öğrenci listesi verip, bölüm bu öğrencilerin kabul kriterlerine uymadıkları gerekçesiyle alımı kabul etmeyince, yönetimin o öğrencileri asil listeye kendi elleriyle eklemesi şeklinde!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İkinci sırada saydığınız “öğrenci alımındaki usûlsüzlükler” bundan ayrı mı?

    ASLI VATANSEVER: Büyük ölçüde bununla alâkalı.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sınavda tahrifat nasıl oluyor?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz; öğrencilere verdiği notların değiştirildiğini ve normalde kalacak öğrencilerin geçirildiğini gördüğünü anlattı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Öğrenimin içeriğine dair usûlsüzlükler” nedir?

    ASLI VATANSEVER: “Öğrenimin içeriğine dikkat etmemek” gibi, yüksek öğrenimin kalite kriterlerini gözetmemek!

    === YÖK BAŞKANI’NDAN USÛLSÜZLÜKLERE KARŞI;
    “MAHKEMEYE GİDİN” TAVSİYESİ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Tüm bunlar olurken YÖK her yıl denetimini yapmaya devam ediyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Evet.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Raporu da hazırlanmış bu son vakada hiçbir geri dönüş olmuyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecimizin aktardığına göre; hayır!
    O dönem YÖK Başkanı olan Gökhan Çetinsaya’ya bir toplantıda kendisi bizzat gidip; “Çalıştığım üniversitede böyle böyle şeyler yaşanıyor, ben raporlar da yazıyorum, karşılık alamıyorum!” diyor ve Çetinsaya, kendisinin YÖK Başkanı olarak bu konuda hiçbir yaptırımı olamazmış gibi “Mahkemeye başvurun!” diyor! YÖK Başkanı böyle bir işlevsizliği kabul ediyorsa eğer; bunu kurum adına kabul ediyor demektir!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: YÖK Başkanı’nın kriminal olaylara gerek kalmadan bile “eğitim kalitesizliği nedeni”yle bölümü kapatma yetkisi var; siz bu yetkinin kullanıldığı bir vaka biliyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Ben böyle bir şey duymadım.

    MERÂL YALÇIN: Hiç rastlamadım. YÖK’ün denetleme birimi var ama denetimlerine dair herhangi bir açıklama yapmıyorlar! Denetçilerin nisan veya mayısta üniversitelere gelip yazdığı raporlar gönderildikten sonra ne oluyor bilmiyoruz!

    Ama eski çalıştığım yerde; “YÖK denetçileri geldi, herkes işyerinde olsun.” dediler, gelip bizimle de konuşacaklarını sandım ama rektörlüğün yanındaki odada sadece muhasebe hesaplarına bakmışlar!

    === YÖNETİM NEDENİYLE CAN GÜVENLİĞİNDEN ENDİŞE EDEN REKTÖR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sizce YÖK’ün bu ciddi şikâyetlere dönmemesinin ardındaki sebep ne?

    ASLI VATANSEVER: Bunu ayrıca araştırmak gerekir. Bu konuda sezgilerle konuşmak eksik ve yanlış olur.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: YÖK’ün geri dönüş yaptığı herhangi bir vaka biliyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecilerimizden sadece bir tanesi gördüğü usûlsüzlüklere dair YÖK’le irtibata geçtiğini söyledi. O da geri dönüş alamamış!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu görüşmeci; “rektörün, yönetimin tavrı nedeniyle can güvenliğinden endişelendiği”nden de bahsediyor! Bu da Çetinsaya’ya aktarılan bir bilgi mi?

    ASLI VATANSEVER: Muhtemelen aktarılmıştır.
    Üniversitede maaşların ödenmediğini, sınavlar üzerinde tahrifat yapıldığını, yetkisi olmayan biri tarafından işten çıkarıldığını YÖK’e düzenli olarak bildiriyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Rektörün hayatından endişelenebileceği bir ortam üniversitede nasıl yaratılıyor?

    ASLI VATANSEVER: Yüksek öğrenimin kendisini “bir maliyet olarak gören zihniyet”in kurduğu üniversitelerde; bu zihniyetin dejenere olduğu noktaları da görebiliyoruz!
    Buna karşı çıkmaya çalışan insanlarla yönetim arasında farklı düzeylerde çatışmalar yaşanabiliyor!
    Başka bir görüşmecimiz mesela maaşının yatırıldıktan sonra bankadan geri çekildiğini, rektörün kendisini; “Seni hiçbir yerde çalıştırmam!” diyerek tehdit ettiğini anlattı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Can güveliğinin olmaması bambaşka bir aşama değil mi?

    ASLI VATANSEVER: Dediğim gibi; dejenerasyon konusunda seviyeler değişiyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Şunu mu savunuyorsunuz: “Bugün bu koşullarda yaşıyoruz ama iki adım ötesinde vücut bütünlüğümüze zarar gelebilir!”

    ASLI VATANSEVER: Olabilir; böyle bir ihtimâl var diyoruz görüşmecimizin anlattıkları doğrultusunda.
    Eğer bir işletmede böyle bir şey yaşanıyor ve durdurulmuyorsa; bu, o sektördeki diğer işletmelerde de karşılaşılabilecek bir örnek hâline evrilebilir!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Peki bu örnekte; rektör can güvenliği endişesini YÖK’e bildirdi, YÖK karşılık vermeyince, polise başvurdu mu?

    ASLI VATANSEVER: Orada bahsedilen rektör; yönetimle dahi zıtlaşmadan, istifaya zorlanmasını sineye çekmesini kolaylaştıran yüklü bir tazminat alarak helâlleşip oradan ayrılıyor! Bu çirkinliğe karşı mücadele etmek için uğraşmıyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Siz bu kitabı yazarak neleri göze almış oldunuz?

    ASLI VATANSEVER: Bilmiyoruz! Zaman gösterecek!
    Merâl, bir kamu üniversitesinde çalıştığı için nispeten daha güvende.
    Ben, sivriliği başka olaylarda da ortaya çıkmış biri olarak; bu kitabımızın pek sempatik bulunmayacağını düşünüyorum! Ama “beni kesinlikle işten atarlar” gibi bir iddiada da bulunamam.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Varsayalım ki atıldınız; sizin tabirinizle bir “muhbir” olarak vakıf üniversitelerinde iş bulma şansınız ne kadar yüksek?

    ASLI VATANSEVER: Gideceğim yerin genel düşünce yapısıyla alâkalı olacağını düşünüyorum. Özellikle gireceğim bölümün eleştirel bir tutumu varsa şahsıma karşı çok “anti” bir tavır alınmayabilir.

    (GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ) SON SORU: Peki nihayet bu kitabın da öğrenilmesinden sonra; akademi dünyasında bir taşma beklenir mi?

    ASLI VATANSEVER: “Taşma” dediğimiz şey; herkeste farklı tezahür edebilir.
    Bu “taşma noktası”na bizden daha önce gelmiş, konuyu ele almaya ve örgütlenmeye başlamış akademisyenler var.
    Yeni araştırmalar veya “kolektif eylemler” şeklinde bir taşma ortaya çıkabilir!
    Sayıca tüm akademisyenleri kapsamaz belki, ama sorunlar farklı mecralarda dile getirilmeye başlanırsa;
    En nihayetinde daha geniş bir mücadele platformu oluşabilir!

    MERÂL YALÇIN: Neyin, ne zaman, nerede patlak vereceğini öngöremiyorsunuz!
    “Taksim Gezi Parkı Protestoları”nda olduğu gibi; ancak ortaya çıktığında tarif etmek mümkün oluyor!
    Taşma olur, ama umarım taşmakla kalmaz; daha programlı, örgütlü, kolektivist arayışlar ve kalıcı çözümler getiren girişimler olur!

    === SON ===

  555. Sayınlar,
    İngizce “muckraking” = Almanca “muckraking”= Türkçe “kurum veya işletmelerdeki yolsuzlukları ifşa etmeyi hedefleyen yayıncılık politikası.”
    Bunu çok daha iyi şimdi yapan medya yıldızları var: Noam Chomsky ve yüzlerce diğerleri. Eskiden ünlü olan Vance Packard. Şimdi de medya, facebook, twitter hilkat garibeleri YaLaMa’lar işi bir adım daha ileri götürüp seyirci toplumuna tam yakışır hale getirdiler. Bizi alçak kapitalistlerin ilk defa artık dünyaya yayıldığına seyirci ediyorlar. Beş yüz yıldır yayılmakta ama eskiden yaygınların en yaygını kapitalistler facebook, twitter, google, televizyon yoktu; ve medya gücü kısıtlıydı. Enayilere neden enayi olduklarını anlatan gazete ve dergiler arasındaki rekabet şimdiki kadar çetin değildi.
    Ah o güzel eski günler: çok yönlü, dönek, değişken kapitalizm yerine, herkesin anladığı ve ne olduğunda anlaştığı ŞEYTAN vardı. Hem şeytana uyanlar hem uymayanlar suçu şeytanda bulurdu. Şimdi de %100 burjuvalar suçu burjuva veya onun ekonomik gölgesi olan kapitalizmde buluyorlar.
    Ne mutlu burjuvayım ama burjuvaya karşıyım diyebilenlere!

  556. Sayın Zileli'ye teşekkürler

    Sayın Zileli,

    “ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM!” başlıklı araştırma raporu üzerine yapılan röportajı yayınladığınız için size bir kez daha teşekkür ederiz.

    Esen kalın.

  557. Sayın (pipsqueak) 550'e cevap ve soru

    Sayın “pipsqueak” 550,

    [Ne mutlu burjuvayım ama burjuvaya karşıyım diyebilenlere!]

    Yukarıda köşeli [] parantez arasında yazdığınız ifade ile ilgili; karşı çıktığınız (sadece siz değil; hepimiz karşı çıkıyoruz!) görüş nasıl değiştirilebilir, nasıl ortadan kaldırılabilir, nasıl yanlış yoldan çıkarılıp doğru yola sevkedilebilir? soruları üzerine naçizane cevaplarınızı yazmanızı öneriyoruz!

    Sizin görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, tecrübelerinize, ülkeler arası yaptığınız muazzam gözlemlere, feleğin çemberinden geçmiş bir şahıs olmanıza saygımızı asla esirgemiyoruz sayın “pipsqueak”! Yukarıdaki onlarca metnimizde bunu defaatle dile getirmiştik!

    Unutmayınız: Biz sizin düşmanınız değiliz! Siz ise; ısrarla kafamıza taş atmaya devam ediyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    “Joseph Alois Schumpeter”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “John Maynard Keynes”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “Ayn Rand”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “Friedrich August von Hayek”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “Ludwig von Mises”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “Murray Rothbard”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “Milton Friedman”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    “Robert Nozick”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “pipsqueak”!

    Sayın Gün Zileli’nin şu internet sayfasında, sizin aktardıklarınızdan niçin haberimiz yoktu sayın “pipsqueak”?

    Haberimiz yoktu çünkü: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “hiyerarşik zihniyetten” kaynaklanıyor olabilir!

    Haberimiz yoktu çünkü: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “rekabetçi olmazsan; ölürsün!” telkinlerinden kaynaklanıyor olabilir!

    Haberimiz yoktu çünkü: “De-schooling”in neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Haberimiz yoktu çünkü: “De-growth”un neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Haberimiz yoktu çünkü: “Decadence” kuyusu içinde uyuşturulmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Haberimiz yoktu çünkü: Bizleri “philistinism” ve “poshlost” terimleri ile nitelelen kişilerle karıştırıyor olmanızdan kaynaklanıyor olabilir!

    Haberimiz yoktu çünkü: Taksim Gezi Parkı’nda “potlatch daydreaming” içinde kaybolmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Sebepler listesini uzatabiliriz…

    “Veri-bankacılığı”nın ne kadar tehlikeli nesiller yaratabileceğini (Not: “Dunning-Kruger” hâli!) yıllar önce öngördüğü hâlde; bizleri bu öngörü temelinde yetiştirmeyen insanları, yani “sizleri!”, bir nebze avutacaksa;

    Sizlerden özür dileriz!

    Cevabımızın detayı için şu adresi ziyaret ediniz:

    ( http://pipsqueake-cevap-2nci-kisim.tumblr.com/ )

    Samimi olduğunuzu umarak size sorumuzu tekrar soruyoruz sayın “pipsqueak”:

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; sadece ama sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar arıyoruz:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?

    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz “pipsqueak”…

    Esen kalın!

  558. 522
    Ayetullah Ogürsel Fetvası:
    Ey müminler, Allahımızı, peygamberimizi alaya alanları nerede bulursanız deli gömleği giydirin! En yakın akıl hastanesine götürün!
    Ben bu dinsizleri akıl hastanesine göndermeyi Sovyetlerden öğrendim.
    Delilerle dolu bu dünyada, akıllılar deli gibi görünüp sizi üç kağıda getirebilirler. Ben, ben ve oğlum gibi dahi, ben ve oğlum gibi iyi kalpli, ben ve oğlum gibi dinini inkar etmez ve inancından caymaz, ben ve oğlum gibi iyi kalpli, oğlumun dahi arkadaşı teknisyene bir deli/akıllı ayırt etme makinesi bulmasını rica etmiştim. Kısa zamanda olacağını söylüyor. Olur olmaz siz müminlere dağıtıp işinizi kolaylaştıracağız.
    Ne mutlu polis ruhlu doğanlara!

  559. 529’a


    Bourdieu devasa gücü elinde tutan televizyonu eleştiren bir sosyolog. Bu düşüncelerini açıklaması için televizyona davet ettiler. Hemen kabul etti. Ve benim uzun zamandır bu sitede yazdıklarımın özü bu diyebilirim: bu hiçliğin ızdırabı içinde yaşayanların şaşkınlığı ve yarım veya çeyrek de olsa bilgi gösterileriyle “ben de burdayım” demek istemeleri. Bu çözüm değil sorunun ta kendisi.

    Peki bu sayfada yazdıklarınızın özünün yukarıdaki gibi olduğunu söylemişsiniz, bilim-tekniğe karşı olduğunuzu da belirtiyorsunuz:

    Öyleyse niçin internet kullanıyorsunuz?

    Mesela Gün Zileli’nin sitesine niçin giriyorsunuz? (Hemen kızıp terketmeyin.)

    Niçin, araba, otobüs, uçak ve benzerlerini kullanıyorsunuz?

    Eğer bir hastalığınız varsa, tedavi için hastaneye gitmeyi kabul ediyorsanız, hastalığınızı tetkik etmek için kullanılan, bilim-teknik sonucunda üretilmiş MR cihazı, diş doktorlarının kullandıkları elektronik cihazlar, göz ameliyatlarının artık lazerle yapılması, kalp ameliyatlarının artık daha az kanamayla yapılması gibi durumlardan şikayetiniz var mı?

    (Tıp’taki -medicine- ticarileşmeyi de buraya liste liste yazmanıza gerek yok! Örneğin, ilaç endüstrisinin sırf kâr etmek için hastalık yayan ilaçlar ürettiğini de biliyorum! Gıda endüstrisinin daha fazla kâr etmek için GDO’lu -genetiğiyle oynanmış organizmalar- yiyecek, içecek sattıklarını da biliyorum! Size sorduğum sorular bu ticarileşme hırsı, bu kâr hırsı ile ilgili değil.

    Bilim-teknik sonucunda tıp’taki gelişmeler sayesinde örneğin kalp ameliyatlarında ölüm riski gitgide azalıyor. Bu tür konularda görüşlerinizi yazarsınız umarım?)

    Bu siteye girerek aslında siz de bir bilgisayar, bir tablet pc veya 5 inçlik bir cep telefonu kullanmış oluyorsunuz! Karşı çıkmış olduğunuz bilim-teknik sonucunda üretilmiş metaları, cihazları, teknolojiyi bizzat ellerinizle kullanarak kendinizle çelişmiş olmuyor musunuz?

    Oksijenden nefret edip, hayatta kalmak için oksijen solumaya mecbur olmak gibi değil mi sizin yaşadığınız çelişki (529) da yazan kişi her kimse artık?

  560. 553'e istinaden (ogürsel'e) soru

    553’e istinaden (ogürsel’e) soru,

    Sayın 553; sizin “pipsqueak” olduğunuzu biliyoruz. Üslubunuzu artık iyice öğrendik.

    “522” numaralı metninde sayın “ogürsel”in ne yazdığını gayet iyi anladık. Kendisine cevabımızı açık açık “530” numaralı metnimizde yazdık. Ve sorumuzu da açık açık sorduk.

    Hâlâ cevap yazmadı…

    Esen kalın.

  561. 552 Cevap arayan YaLaMa’lar
    Bu sitede sorunuza doğru, asıl, kökten cevabı verecek kişi sayısı bayağı çarpıcı. Bunlar eğitim görmüş, çok kitap okumuş, çok sivri zekalılar ve üstelik gayet kibarlar. Bu kollektif bir proje olmalı. Ben ancak işin biyolojik yanını biliyorum ama sorunuza cevabım biraz vur kaç bir anlatış, asıl bilgililere kıyasla çarpık çurpuk, dolambaçlı olacak. Fakat bence en doğru cevap. Evrenin başlangıcına benzediğinden bilimselliğiyle, özellikle bu sitede bilim ve ciddi düşünürlerin yaklaşımlarına benzediğinden, prestij, saygınlık, itibar dolu bir açıklama olacak.
    Aynı evrenin başlangıcı big bangi, genetikte olur. Bu genetik patlama, daha doğrusu patlama değil genişleme başlar. İlk fırlamadan sonra fırlamalar ardı ardına fırlarlar. İlk önce Homo-Sümericus ortaya çıkar, Ardından Homo-Egypticus, ardından Homo-Hinducus, onun ardından da Homo-Sinocus fırlarlar.Ne var ki, patlama ve fırlamalar genlerde mütasyona neden olur ve bu noktaya kadar genetik açıdan insanlar hangi … -us’da olursa olsunlar, ikiye ayrılabilir. Homo-Sivrizekalicus ve Homo-Salakus. Ama birden bire, daha büyük bir genetik big bang olur. Bu defa ilk fırlama, fırlamalar fırlaması, yüceler yücesi genetikte bir mujize sayılan tümü Homo-Sivrizekalicuslardan oluşan bir HOMO-GRECUS ortaya çıkar. Bu patlama o kadar şiddetli olur ki, saf Sivrizekalicusların bir kısmı kendilerini günümüz Türkiyesinin Ege denizi kyısında bulurlar. Sanırım bu sitede çoğunluğu oluşturanları sivri zekalı oluşları bu tesadüfle açıklanabilir. Ama tabii bu sadece bir bilimsel hipotez. Her halukârda, bu patlamanın şiddeti o kadar büyük ki, hemen hemen iki bin yıl sonraki bir fırlama, HOMO-GRECUS kadar sivri zekalı olan HOMO-AVRUPACUS, aradaki Homo-Romacus hariç, HOMO-GRECUS’tan sonra geçen tüm zamana bir ara verme, Orta Çağ adını verir. Seyircilerin leblebi, gazoz, coca cola alması için bir ara. Esas konuya varmak için homo-medlerucus, homo-persucus, homo-incacus, homo-mayacus, homo-aztecus, homo-islamucus, homo-osmanlıcus fırlamaların sadece adlarını, ne olur ne olmaz bu sitedeki sivri zekalı HOMO-GRECUS gen havuzundan gelenler hemen eksiklerimi bulup ayıbımı yüzüme vururlar korkusundan ekledim.
    Cevabını aradığınız sorunun asıl nedeni, patlamalar sonucu gen mütasyonunun yarattığı Homo-Salakuslar. Bu arttıkça artan Homo-Salakuslar Darwin’in evrin teorisinin bile yanlış olduğunu ispatlamış olurlar. Bu mütasyon sorunu biraz kaos teorisine benzer: başlangıçtaki bir gen bozukluğu gittikçe büyür ve çoğalır.
    Sanırm cevap bu son paragrafta. Bir çözüm, bu Homo-Salakusları başka bir gezegene göndermek. Ama daha uygun çözüm, dünya tarihinde her zaman bir azınlık olan Homo-Sivrizekalicusları, sizi ve bu sitedeki diğer çok sivri zekalıları uzaya göndermek. Azınlık olduğunuzdan birkaç uzay gemisi yeter, daha ekonomik olur. Ve sizler gibi ileri zekalı Homo-Sivrizekalicuslar nerde olsa ekmeğinizi taştan çıkarabilirsiniz.
    Lütfen dediğimi yapın. Burada bizim Homo-Salakusların yüzünden çok strese giriyorsunuz. Böylece yer yüzü allahlarınız EYLEM, EMEK, ÜRETİM, İLERLEME (hele İLERLEME, düşünün tüm uzay önünüzde olacak, gittikçe gidersiniz) misyonerliğini uzayda yaparsınız. Ddüşünü kendinizi bir çeşit müslüman ama laik-seküler cennettee bulacaksınz. Hepsi tam istediğiniz gibi bakire!, el değmemiş. Uzay varlıklarını da ışığa kavuşturursunuz. Yanınıza, en azından, Pierre Teilhard de Chardin’in kitaplarını almayı unutmayınız.
    Bir Homo-Salakus olarak sizlere ve bu sitedeki yazanların hepsine bir mesajım var.
    Sizdeki yaşamdan ve özgürlükten nefret; sahte ve adileştirdiğiniz anaşistlik, taptığınız Avrupalılık; Avrupalılardan ve tüm hepinizden sonsuz daha asil ruhlu insanlara karşı söyledikleriniz beni ölçülmez bir tiksintiyle dolduruyor.İnsan ancak bu kadar çirkinleşebilir. Zaten o yüzden yanıtlar veriyorum ve hala benim gördüklerimi gören çıkacak mı diye merak ediyorum. Benim için siz ve bu sitede yazanların hepsi benim en başta gelen düşmanlarımsınız!

  562. 553 e çok hoşsunuz.
    Psikiyatri yapmak isterdim.
    Kliniğe ilk girişimde birisine elektroşok uygulandığını gördüm. Bir “yumulböceği” gibi kapandı adamcağız. Vazgeçtim!
    *
    Algı ve analiz bozukluğu tedavisi, kişi bunu arzularsa yapılabilir. Diğerleri umutsuz vakalardır. Kimi internet sitelerinde “içini kusarak” kendini tedavi edebilme olasılığına ait henüz bir kanıt yoktur. Deneyebilirler. Denemektedirler de!
    Tedavi yöntemi olarak ikna, yeterli gelmediğinde “humor”, yanıt alınamadığında zarar vermeyecekleri mecralara “iteleme” önceliklidir.
    Israrcı olanlara da son yöntem “he, hı” şeklinde olabilir. Dayatmacı, aşırı özgüvenli, tartışmaya kapalı, fikrini yoğunlaştıramama defektleri ve aciz hallerinde hakarete sığınmaları onların toplama Kamplarına yöneticilik yapma kapasitelerini gösterse de bu kadrolar henüz açık değildir. O kadrolara açılıncaya dek ilaçlarını düzenli almalılar…

  563. ne tuhaf.
    nerede, ne şekilde andığımı unuttuğum “oğlum”ile (ki artık o bir birey, lafın gelişi “oğlum”..) bu anımsatmalar. Hangi hastalıklı duygular ile kışkırtma amaçlı, dönüp, dolaşıp bu ifadeleri kullanmak.
    Asgari bir ahlak bile taşımıyor bu yöntem. Düşünceler, öneriler, kurgular üzerindeki tartışmayı kişiselleştirme çabaları yerine
    çamurlaşma, çamurlaştırma yöntemi.
    Kızmak değil, bir tiksinti duygusunu uyarıyor bende bu yöntem. Acınası bile değil.
    Aynı adamlar mı? Bir takım “büyük” adlı adamları ananlarla bunlar. Ne şizofrenik bir hal! Parçalanmış kişilikler…
    Üç beş dakikamı alıyor bu cümleler. Tükürürken harcadığım zaman gibi.
    *
    Stalin ceza yaşını 12’ye neden indirdi? O 1937 duruşmalarının itirafları bu nedeni görmemizi sağlar. İnsanın
    zayıf noktasıdır sevdikleri, sorumlu oldukları.
    Bu utanmazlar da aynı taktiği uyguluyor. Israrla lafı buraya getiriyorlar.
    Bu sorun, ahlaki çarpıklık onlara ait.
    Zavallılar kendilerinden hiç kurtulamayacaklar…
    **
    İlaçlarını sürekli artırmaları gerekecek.. Tolerans kazanacaklar zamanla…
    *
    “dünyanın en tuhaf mahluku” yarışması burada yapılmıyor.. Yanlış yerdesiniz…

  564. cümlede düzeltme…

    “Asgari bir ahlak bile taşımıyor bu yöntem. Düşünceler, öneriler, kurgular üzerindeki tartışmayı kişiselleştirmeme çabaları yerine, aksine kişiselleştirerek, temel konuyu bulandırma, çamurlaştırma, çamurlaşma, yöntemi….”

  565. 555
    Yanıt 544 de…

  566. Sayın (pipsqueak) 556'ya sorumuz var

    Sayın (pipsqueak) 556,

    Yazdıklarınızan BİR TEK HARF BİLE ANLAMADIK!

    Bunu tüm samimiyetimizle yazıyoruz; o kadar fazla “metaforik” gönderme, o kadar fazla “sembol” içeriyor ki metniniz, adeta arkeolojik kazı yapmak gibi büyük titizlik içinde incelememiz gerekiyor!

    Size sorumuzu açık açık bir kez daha soruyoruz. Ve kelimelerimizde hiçbir “sembol” yok!

    Sizden isteğimiz;
    “Metaforik” gönderme yapmadan naçizane cevaplarınızı yazar mısınız?

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; sadece ama sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar arıyoruz:

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?

    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    Cevabınızı sabırla bekliyoruz sayın “pipsqueak”…

    Esen kalın!

  567. Sayın (ogürsel) 560'a

    Sayın “ogürsel” 560,

    Siz aklınızı mı yitirmeye başladınız?!

    Size yazdığımız “530” numaralı metnimizi ve oradaki sorularımızı okumadınız mı?!

    SİZ; hayatı kurtulmuş bir (konformistleşmiş!) ebeveynsiniz!

    OĞLUNUZ; bizzat “siz” tarafından yetiştirilmiş, kapitalizme boyun eğecek şekilde tasarlanmış, kemiklerindeki bütün ilik sömürülecek bir “Beyaz Ya-LA-ka”!

    Bu ayrımın neresini anlamıyorsunuz? Hiçbir “sembol” içermiyor size yazdıklarımız!

    [555
    Yanıt 544 de…]

    “544” numaralı metninizde “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarına karşı bir tek kelime yok!

    “Şirketokrasi”ye karşı mücadele etmediğin(m)iz sürece:

    * [Yerel, federal, özerk, öz yönetimler] kuramayız!

    * [Hepsi kapitalist] olamaz; çünkü “şirketokrasi”ye karşı mücadele ediyoruz! “Şirketokrasi” ile “kapitalizm” aynı yumurta ikizidir!

    * [Ama her bir özerk yönetim kendi içinde küçük özerk birimlere izin verecek!] → “Şirketokrasi” buna izin vermez!

    * [Bu “küçük” özerk birimler, komünal, anarşist, öz yönetimci olabilir…] → “Şirketokrasi” buna izin vermez!

    * [Bu birimler çoğaltılabildiği, kendi kendini iyi yönettiğini kanıtladığı ölçüde süreç ilerleyebilir.] → “Şirketokrasi” buna izin vermez!

    “DEĞİŞİM”, “DEVRİM” İSİMLİ TABİRLER; OTURDUĞUMUZ YERDEN SADECE TARİH MADENCİLİĞİ YAPARAK GERÇEKLEŞMEZ!

    “KAPİTALİZM KENDİ KENDİNİ BİTİRMEZ!”

    “ŞİRKETOKRASİ” CANAVARINA KARŞI, BİR ZAHMET, OTURDUĞUMUZ YERDEN KALKIP “EYLEM”LERE GEÇMEK ZORUNDAYIZ!

    BUNU YAPMADIĞIMIZ SÜRECE;
    SADECE EVLATLARIMIZ DEĞİL, TORUNLARIMIZIN TORUNLARI DA “BEYAZ YA-la-KA”LAŞACAK!

    “Eylül 2008″de ne olmuştu?!

    ABD’de (yatırım bankası) Lehman Brothers’da; müşterileri tarafından asla geri ödenemeyecek ipotekli konut kredilerinin (2005’ten beri!) balonlaşıp patlaması ile (mortgage balonu!) “küresel ekonomik kriz”in fitili ateşlendi!

    Günler içinde bu kriz; İzlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya, İngiltere (ve Fransa’ya) sıçradı! (Not: Bütün bunlar olurken; Arjantin, Venezuela, Brezilya, Şili gibi ülkelerin de zaten yıllardır ekonomik kriz sancısıyla kıvrandığını hatırlatmamıza gerek yok herhâlde!)

    Bugün SYRIZA niçin “Avrupa Birliği’nin dayatmasına” boyun eğdi?! Yanis Varoufakis niçin Çipras’ı terketti?!

    Bugün Bernie Sanders’i adeta “ABD’nin Stalin’i” diye yutturmaya çalışan Wall Street simsarlarının çokluğunun sebepleri ne?!

    Bugün “Dünya gezegeninin fabrikası!” tabiriyle yüceltilen Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nde imâlat sanayiinin yavaşlamasının sebepleri ne?!

    Bugün öve öve bitiremedikleri Apple’ın CEO’su “Tim Cook”a; Uzak Asya ülkelerine kaydırdıkları üretim tesislerini artık ABD’ye geri getirmeleri gerektiği üzerine baskı yapılmasının sebepleri ne?!

    Bugün tarihi Eminönü balıkçısında balık ekmek satarak geçimini sağlayan emekçinin de, kapalı çarşıda halı satan emekçinin de; “Janet Yellen” ismini gayet iyi bilmesinin sebepleri ne?!

    Bugün Jeremy Corbyn’e İngiltere’de şüpheyle yaklaşan insanların azımsanamayacak kadar çok olmasının sebepleri ne?!

    10 Ekim Ankara bombalamasından sonra, o meydanda hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın mücadelesini inatla sürdürmek için; “anlı şanlı!” sendikalar 12-13 Ekim tarihlerinde “ülke çapında genel grev” duyurusu yaptı. Niçin hiçkimse bu greve katılmadı?!

    “İlk adım ne?”, “ilk adım ne?”, “ilk adım ne?” diye defalarca sordunuz!

    Ne cevap verdik:

    İlk önce “kapitalizmin hepimize dayattığı rekabeti terketmeyi deneyebiliriz!”

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    Yukarıda okuduklarınız, size çok uzak gözükebilir!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Detaylı cevabımızı şu adresten okuyabilirsiniz:

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    [“Asıl üzüldüğümüz; zorla kapitalist yaptığınız, bir kapitalist olması için bebekliğinden itibaren beynini manipüle ettiğiniz, “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuz!”
    Ben kimim, oğlum ne?]

    SİZ: “Doktorluk” mesleğini icra ederek geçimini sağlayan, bizlerden biyolojik olarak yaşça büyük, görmüş-geçirmişliği dikkate değer, kitabi kapasitesi muazzam, tecrübeleri mühim, feleğin çemberinden geçmiş, hem “bedensel” olarak hem de “düşünsel” olarak manipüle edilmesi bu vakitten sonra pek mümkün olmayan bir insansınız sayın “ogürsel”.

    OĞLUNUZ: Bizzat “siz” tarafından bebekliğinden itibaren kapitalizmin dikte ettiği kurallara boyun eğecek şekilde yetiştirilmiş bir “Beyaz Ya-LA-ka”!

    Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz.

    Bu araştırmalarımıza ek olarak; “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarının birer neferi olmak için bebekliğimizden itibaren “submissive schooling” sultasından geçtik! “Şirket” denen yerlerde “istihdam” edilmek için beynimiz yıllarca programlandı!

    Yıllardır Maslak’taki plazalarda (her gün!) görüşmeler yaptığımız “gençlik myth”leriyle şu sonuca ulaştık:
    Eğer, en azından, Adam Smith’in sistemleştirdiği-kavramlaştırdığı, bir tür “motor” hâline getirdiği kapitalizmin, bu “gençlik myth”inin beynine ne zaman ve nerelerde zerk edildiğini keşfedemezsek; sarhoş kavgası içinde enerjimizi boş yere harcamış oluruz sayın “ogürsel”!

    İşte bu kısır döngüde boğulmamak için saha araştırmalarımızı yaptığımız esnada, ve Maslak’taki plazalara gelen çeşitli yaştaki ve eğitim seviyesindeki kişilerle görüşürken, başlangıcın yoğunlaştığı (start line) yerlerin; eğitim merkezleri olduğunu, özellikle de “üniversiteler” olduğunu gözlemledik.

    “Joseph Alois Schumpeter”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “John Maynard Keynes”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Ayn Rand”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Friedrich August von Hayek”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Ludwig von Mises”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Murray Rothbard”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Milton Friedman”ın zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    “Robert Nozick”in zehirli teorilerinin “gençlerin beyni!”ne nasıl sokulduğunu biraz merak edin lütfen sayın “ogürsel”!

    Esen kalın!

  568. 546'nın nüfus sorusuyla ilgili bir yazı

    Maggotlaşan İnsanoğlu ve Yerel Dar Kafalılık (1)
    Mehmet YILDIZ

    Sosyal dünyanın problemlerini analiz etmekte, özellikle siyasi yazılarda sık sık dar kafalılık sergilendiğini biliyoruz. Bendeniz her seferinde “yerel yazarlar” grubuna dahil olmaya çalıştım. “Bizim sorunlara kafa yoruyor, bizden biri,” desinler diye yaptım bunu. İnsanlar yazılarımı okuduklarında “Ne alakası var şimdi bunun?” demesinler diye. Bu koşullar altında dar kafalılık kaçınılmaz oldu.
    Böylece kimliğini yitiren Dersim toplumu, Apo, Tayyip Erdoğan üçlüsü yazılarımın ağırlıklı konularını teşkil etti. Halbuki insanoğlunun en büyük sorunları üzerinde düşünmek, tüm yerel sorunları bu çerçevede ele almak bana daha doğru geliyor. Ağırlaşan küresel sorunları objektif olarak incelemenin araçları ortaya çıktığı halde bu araçları kullanmamak ve yerel sorunlar içerisinde boğulmak bir yarar getirmeyecektir. Örneğin seçmenin yarısının desteklediği corrupt ve despot Erdoğan’ı eleştirip durmanın bir anlamı yoktur. Bu eleştiriler ne kadar makul olurlarsa olsunlar asla aydınlanma çağının yazarlarının eserlerinin rolünü oynayamazlar. Keza Apo ve PKK hakkında yazılanların da bir yararı olmayacaktır. Apo öldürdüğü Mahsum Korkmaz’ın heykelini diktirerek rasyonel ve özgürlükçü eleştirilerin önünü kesmekte dev bir adım daha attı. Bırakın Kürtleri, Türk Harrylerin ve Oliviaların sayısı ve inatçı çabaları bile insanı derin bir umutsuzluğa itmeye yetiyor.
    1950’li yıllardan bu yana ikiye katlanma yılları giderek kısalan ve günümüzde 7 milyara ulaşan insanoğlu dünyanın besleyemediği mevcut sayısı yüzünden en temel insani hassasiyetlerini kaybediyor. Barbarlık cephesinin en önünde IŞİD’in, El Kaide’nin, soykırımcı İsrail devletinin, Taliban’ın olduğunu söyleyebiliriz. Barbarlık en temel insani hassasiyetleri yitirme şeklinde tüm ülkelerin halklarını etkiliyor. Örneğin yeryüzünün en kriminal devleti olan İsrail’in 2000’in üzerinde Filistinli çocuğu öldürmesini Norman Finkelstein’den başka kimse protesto etmedi. New York’un en kalabalık ve en büyük caddesinin trafiğini neredeyse tek başına kesen Norman Finkelstein yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. IŞİD’in konvoyunu bombalayan ABD’nin hümanizm cephesinde görülmesi problemlidir. Aynı ABD Filistinli çocukların gerçek katilidir çünkü. ABD bombaları bir tek Ezidi çocuğunun kurtulmasına sebep olmuşlarsa hedeflerine ulaşmış sayılırlar. ABD’nin insanlık karşısındaki pozisyonu ise değişmedi.
    Öte yandan kapitalizm ve çok uluslu şirketlerin barbarlığı yerkürenin fiziki sonunu getiriyor. İnsanoğlunun yerkürenin taşıyamadığı sayısı hem bu süreci hızlandırıyor, hem de sona doğru giderken tüm medeniyetin günlük olarak daha hızlı bir biçimde yok olmasını sağlıyor. Büyük kalabalıklar halinde savaşa, hastalıklara, açlığa esir düşen insanlara artık kimse acımıyor. Merhamet Antep’te, Maraş’ta, Hatay’da olduğu gibi tamamen yok oluyor. Çıldırmış güruhlar sığınmacılara saldırıyorlar. Akdeniz’de her gün büyük gruplar halinde Avrupa’ya sığınmaya çalışan insanlar ölüyorlar. Ölümcül Ebola virüsü nüfus yoğunluğunun en çok olduğu ve çevre tahribatının en çok yaşandığı ülkelerde yayılıyor.

    Demografik Analizin Önemi

    Sınırlı bir yerkürede sınırsız bir ekonomik büyümeyi öngören kapitalist sistemin irrasyonalizminin yanında sınırlı bir yerkürede exponential olarak büyüyen nüfusun yarattığı irrasyonalizm daha önemsiz değildir. Bu sorun her türlü sosyoekonomik sistemden bağımsız olarak incelenmelidir. Kendi başına duran bu büyük sorunu sistem tartışmaları içinde ikinci plana itmek yanlıştır.
    Demografi nüfus verilerinin istatistiki analizidir. Dünya nüfusu 1804’te sadece 1 milyar iken 123 yıl sonra (1927) 2 milyara ulaştı. 33 yıl sonra (1960) nüfus 3 milyara ulaştı. 14 yıl sonra (1974) 4 milyar oldu. 1987’de (13 yıl sonra) 5 milyar oldu. 13 yıl sonra (1999) 6 milyara ulaştı. 2011’de (12 yıl sonra) 7 milyar oldu. (Kaynak: BM)
    Yapılan nüfus projeksiyonuna göre dünya nüfusu 2050’de 10 ile 10.7 milyar arasında olacaktır.
    Yıllık %1 büyüme oranıyla bir ülke veya yerküre toplam nüfusunu ancak 70 yılda 2 katına çıkarabilir. Büyüme oranının %3 olması halinde ise nüfusun 2 katına çıkması için sadece 23.3 yıl gerekmektedir.

    Demografik Geçiş (Demographic Transition)

    Demografik Geçiş konsepti Avrupa ve ABD’deki nüfus artış tarihinin incelenmesi sırasında oluşturuldu ve nüfus analizlerinde her yerde geniş olarak kullanılmaktadır. Demografik Geçiş yüksek orandaki doğum ve ölüm oranından düşük orandaki doğum ve ölüm oranına geçişi ifade eder. Belli başlı 4 aşaması vardır:
    1. Aşama: Yüksek orandaki ölüm, yüksek orandaki doğumu dengeler. Nüfus artışı ya hiç yoktur ya da çok yavaştır. Hatta azalma söz konusudur.
    2. Aşama: Ölüm oranları düşmeye başlar. Doğum oranı yüksek kalarak nüfusun artışını sağlar.
    3. Aşama: Doğum oranları düşerek nüfus artışını yavaşlatır.
    4. Aşama: Doğum ve ölüm oranlarının her ikisi de düşer. Nüfus artışı yavaşlar, hatta artış tamamen durur ya da nüfus azalır.

    Demografik Geçiş çerçevesinde Avrupa ülkeleriyle gelişmekte olan ülkeler arasında bir kıyaslama yaptığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

    Avrupa Ülkeleri

    Tüm periyod boyunca doğum ve ölüm oranları düşük kaldı. Ölüm ve doğum oranlarında 200 yıl boyunca tedrici bir düşüş yaşandı. Nüfus artış oranı 19.yy’da en yüksek noktasına ulaştı. Artış yıllık olarak %1-2 arasında gerçekleşti.

    Gelişmekte olan ülkeler

    Demographic Transition öncesi yüksek doğum ve ölüm oranları (2. Dünya Savaşı öncesinde) söz konusu oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ölüm oranlarında ani sert bir düşüş yaşandı. Nüfus artışı 20.yy’ın 2. Yarısında zirveye ulaştı. Yıllık olarak %2.5-3.5 arasında gerçekleşti.

    Demografik Geçiş bakımından Batı Avrupa, ABD, kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Çin’in esasen 4 aşamayı tamamladıklarına inanılmaktadır.
    Doğu Asya, Latin Amerika, Orta Doğu ve Güney Afrika’nın çoğunlukla 3. Aşamada oldukları tespit edilmiştir.
    Güney Asya (Pakistan, Hindistan) ve Sub-Saharan Afrika’nın hâlâ 2. aşamada olduğu gözlemlenmektedir.

    Nüfus Değişimi

    1800 öncesi nüfus değişimine baktığımızda aşağıdaki karakteristikleri görüyoruz:
    a- Oldukça yavaş olan bir büyüme oranı,
    b- Yüksek doğum oranlarını etkisiz kılan savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar yüzünden meydana gelen yüksek orandaki ölümler,
    c- 1800’de 1 milyara ulaşan toplam dünya nüfusu.

    1800-1900 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda şunları görüyoruz:
    a- İlk sanayileşmeyle birlikte Avrupa nüfusundaki ölüm oranının düşmeye devam etmesi,
    b- Avrupa nüfusundaki büyümenin uluslararası göçü güçlü bir biçimde arttırması,
    c- Gelişmekte olan ülkelerin nüfusundaki büyümenin çok yavaş biçimde seyretmesi,
    d- Dünya nüfusunun 1900’de 1.7 milyara ulaşması.

    1900-1950 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda göze çarpan karakteristikler şunlardır:
    a- En gelişmiş ülkelerdeki ölüm oranındaki düşüşe doğum oranındaki düşüşün eşlik etmesi,
    b- Her ne kadar bazı ülkelerde ölüm oranları düşmeye başlasa da Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğunun hala yüksek doğum ve ölüm oranlarıyla karşı karşıya kalmaları,
    c- Yüzyılın ortalarında nüfusun 2.5 milyara ulaşması.

    1950-2000 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda en gelişmiş ülkelerle (EGÜ) az gelişmiş ülkeler (AGÜ) arasındaki en belirgin farklılıklar şunlardır:
    EGÜ: Düşük ölüm ve doğum oranlarına geçişin tamamlanması.
    AGÜ: 2. Dünya Savaşı’nı takiben ülkelerin büyük çoğunluğunda ölüm oranlarında hızlı düşüş ve 20 yıl boyunca yüksek düzeyde gerçekleşen doğum oranının dramatik nüfus artışına yol açması.

    Özetle, dünya nüfusu özellikle Sub-Saharan Afrika ülkeleri, Güney Asya ve Orta Doğu’da olmak üzere artmaya devam edecektir. Az gelişmiş ülkelerdeki doğum oranı gelişmiş ülkelerdekinin iki katıdır. Az gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus yapısı onlarca yıllık nüfus büyümesi için bir momentum oluşturmaktadır.
    Sonuç olarak, yakın gelecekte gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler bakımından nüfus dağılımı ağırlıklı olarak değişecektir. Nüfus artışı en çok Hindistan ve Sub-Saharan Afrika’da gerçekleşecektir.
    Nüfustaki değişim üç temel demografik bileşenin ürünüdür: Doğum, ölüm, göç (dışarıdan göç almak veya ülke nüfusunun dışarıya göç vermesi).
    Sub-Saharan Afrika ve Hindistan’dan Avrupa, ABD ve Kanada’ya doğru giderek büyüyen bir göç dalgasını beklemek kaçınılmazdır*.

    (Devam edecek)

    * Bu makalenin yazılmasında Johns Hopkins Üniversitesi’nin “Population Change and Public Health” adlı dersinin materyallerinden yararlanılmıştır.

    Maggotlaşan İnsanoğlu ve Yerel Dar Kafalılık (2)
    Mehmet YILDIZ

    Nüfus ve Gelişme İlişkisi Üzerine Teoriler

    Ülkelerin ekonomik gelişmesiyle nüfuslarının artışı arasındaki bağlantı üzerine ileri sürülen teoriler çok çeşitlilik arz ederler. En eski teoriler Karamsar Teoriler olarak adlandırılır. Bunlar Ortodoks görüşler olarak da addedilir. Karamsar (Ortodoks) Teorilere göre yenilenemeyen doğal kaynaklar ve kapital her zaman sabittir. Bunların arzı nüfus artışından her zaman daha yavaş artar. Dolayısıyla nüfus artışı yukarı tırmandıkça ekonomik gelişme aşağıya iner. Malthusian teoriye göre, nüfus geometrik bir oranda artma eğilimindedir. Yiyecek ise yalnızca aritmetiksel olarak artabilmektedir. Artan nüfus bütün artı-ürünü tamamıyla tüketir. Çalışan sınıfın gelirinde gerçek bir yükselme mümkün değildir. İnsanoğlunun önünde nüfusun aşırı artışını önlemek için iki seçenek vardır: İnsanoğlu beslenmesi imkansız aşırı sayısını ya kendi kontrol altına alacak ya da bu işi doğa yapacaktır.
    1940-1960 yılları arasında dünya nüfusu daha önce hiç rastlanmayan bir oranda arttı. 1958’de Coale-Hoover, Neo-Malthusian bir teori geliştirdiler. Bu teoriye göre, yüksek nüfus artışı sosyoekonomik gelişmeyi ciddi oranda zayıflatıyor. Bundan çıkan siyasi sonuç: Hükümetler nüfusu kontrol altına almak için müdahale etmek zorundadırlar.
    Akademik çevrelerde Coale-Hoover teorisinin aşağıdaki sınırlılıklara sahip olduğu ileri sürülüyor:
    1- Farz edilen ekonomik büyümenin yalnızca kapital büyümesinin bir fonksiyonu olarak görülmesi,
    2- Teknolojideki gelişmelerin ve iş gücü kalitesindeki iyileşmenin (yeni jenerasyonun daha iyi sağlık ve eğitim koşullarına sahip olması aracılığıyla) hesaba katılmaması,
    3- Nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişkinin her yerde tutarlı bir biçimde negatif bir nitelik taşımaması; negatif ilişkiye dair ampirik kanıtların zayıflığı.

    Karamsar Teorilerin yanı sıra nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişki üzerine ileri sürülen İyimser Teoriler de söz konusudur(Boserup, Julion Simon). Bu teorilere göre nüfus artışı ekonomik gelişme üzerinde olumlu bir etki yaratır. İnsan zekası ve yaratıcılığı sayesinde yaratacağı teknolojiyle doğal çevrenin taşıdığı sınırlılıkları aşarak gelişmeyi sürdürecektir.
    Marksizm’e göre ise “fazla nüfus” kapitalizmin bir ürünüdür ve kapitalizmin egemenliğini sürdürebilmesinin mutlak ön koşuludur. Kapitalizm sömürülebilecek hazır insan gücüne ihtiyaç duyar. Bu insan gücü zirai toprağın ele geçirilmesi ve topraksızlığa ve işsizliğe mahkum edilmiş kalabalıkların şehirlere sürülmesi suretiyle yaratılır.
    İlk kez 1974 yılında toplanan Uluslararası Nüfus Konferansı yukarıdaki teorilere alternatif olarak yeni teoriler (“Revizyonist Teoriler”) geliştirdi.
    1. Revizyonist Teoriye göre azgelişmişlik hızlı nüfus artışının sebebidir. Bundan çıkarılması gereken politik sonuçlar, “ekonomik aktivitelere yatırım yapmak ve ekonomik sistemi iyileştirmek” olmalıdır. 1984’te Meksika’da toplanan Uluslararası Nüfus Konferansının geliştirdiği 2. Revizyonist Teoriye göre ise nüfus ile ekonomik gelişme arasında bir nedensellik bağı yoktur. Nüfus ekonomik gelişme sürecinde neutral bir rol oynamaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: Nüfus planlaması yerine ekonomik reformlar, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi vb. konular öncelik taşımalıdır.
    1986 yılında ulaşılan düşünceye göre, konuyla ilgili bilimsel kanıtların yetersiz olduğu, nüfus artışı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin ulusal/bölgesel düzeyde bir netlik taşımaktan ziyade kişisel/hane düzeyinde açık olduğu ifade edildi. Az gelişmiş ülkelerdeki hızlı nüfus artışının, ekonomik, kültürel, kurumsal ve demografik farklılıklara bağlı olduğu ve ülkeden ülkeye değiştiği ileri sürüldü.
    Yeni paradigmaya göre nüfus artışı az gelişmiş ülkelerdeki problemlerin her zaman başta gelen sebebi değildir. Buna rağmen diğer problemlerin yol açtığı zararın bu yolla daha da arttırıldığı söylenebilir. Sadece nüfustaki artış sorununu çözmek suretiyle bütün sorunları çözmek mümkün değildir. Fakat bu sorunun çözümü diğer sorunların çözümüne bir katkı sunabilir.
    1994 yılında Kahire’de toplanan BM Uluslararası Nüfus ve Gelişme Konferansı yukarıda adını andığımız 2. Revizyonist Teorinin yerine yeni bir paradigmayı koydu. Yeni paradigmaya göre insan hakları temel alınmak zorundadır. Cinsiyetler arasında eşitliği sağlamak, ayrımcılık yapmamak, kadınları iş alanında ve sosyal hayatta daha etkin bir rol oynamaya teşvik etmek anahtar konuları teşkil etmektedir.

    Teoriler ve Hakikat

    Teori belli doğal olayları izah eden ve çok sayıda ampirik kanıta dayanan bir genelleme ise yukarıda adını andığımız teorilerin hiçbiri bu vasfa sahip değildir. Buna rağmen gerçeğe en yakın teorilerin Malthusian ve Neo-Malthusian teoriler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu teoriler sınırlı bir sahada sınırsız bir tür(specie) artışının gerçekleşemeyeceği gerçeğini ifade ediyorlar. Örneğin Kalahari Ulusal Parkı’nda azami olarak kaç filin yaşayabileceği bellidir. Söz konusu ulusal parkta sayısız bir fil nüfusu için yaşama şansı yoktur. Aynı yalın gerçek biyolojik bir tür olarak insanoğlu için de geçerlidir. Teknoloji hiçbir zaman bu sınırlılığı aşamaz. En ileri teknoloji yeni toprak, su ve hava yaratamaz. Malthus ve Neo-Malthusçular bu gerçeği görmek suretiyle diğerlerinden ayrılıyorlar.
    Öte yandan nüfusun ve yiyeceklerin artış mekanizmasıyla ilgili Malthus’un yaptığı açıklamalar basit bir analojiden ibarettir. Nüfus geometrik olarak değil, exponential olarak artar. Dolayısıyla nüfusun ikiye katlanması yıllık büyüme oranıyla ilgilidir. Örneğin yılda %2 oranında büyüyen bir nüfus kendisini ancak 35 yılda ikiye katlar. Malthus’un öne sürdüğü gibi her nüfus artışı ikiye katlanma anlamı taşımaz. Başka bir deyişle buradaki çelişki geometrik artışla aritmetiksel artış arasındaki bir çelişki olmayıp, sınırlı bir fiziki alanda sınırsız bir büyümeyi olanaklı gören teoriyle, sınırlı bir alanda hiçbir türün sınırsız bir biçimde exponential olarak büyüyemeyeceği gerçeği arasındaki çelişkidir. Malthus daha 1798 yılında bu gerçeği görebilmiştir. Teknolojik ilerlemenin ve petrole dayalı tarımın Malthus’un öngördüğü doğal kontrolü ertelemiş olması teorinin zayıflığına işaret etmez. Petrole dayalı yoğun tarım gıda üretiminde görülmemiş bir bolluk ve ucuzluk yarattı. Bu sayede exponential artış mümkün hale geldi. Ancak bu geçici bir durumdur. Petrol rezervleri tükenince ucuz gıda da tükenecektir. Kaldı ki teknoloji ve petrole dayalı modern tarım yaşam kaynaklarına onarılması olanaksız bir zarar vermiştir. Ne tahrip edilen doğal kaynakları onarmak ne de petrolün yerine bir başka enerji kaynağını idame etmek mümkündür.
    Kimyasal maddelerin kullanılmasına dayanan, onlara mutlak suretle bağımlı olan modern tarım metotları toprağı uzun vadede tahrip etmektedir. Öncelikle topraktaki besinler yok oluyor. Keza topraktaki yararlı mikroplar da imha ediliyor. Yerkürenin çölleşmesine ve küresel iklim değişikliğine yol açıyor. Tarım alanında kullanılan zehirli böcek öldürücüleri, istenmeyen ot öldürücüleri ve suni gübre yeraltı sularına, nehirlere, göllere ve okyanuslara karışıyor. Modern suni gübre değişen oranda nitrojen, potasyum ve fosfordan oluşuyor. Bitkilerin büyüyebilmesi için bunlar şarttır. Fosfor ve potasyum suni olarak üretilemiyor. Madencilik yapılmak suretiyle topraktan çıkartılan bu elementlerin rezervi büyük ölçüde Rusya ve Kanada’nın elindedir. Tarımda kullanılan Nitrojen ise doğal yaşama, canlılara ve yeraltı su kaynaklarına en büyük zararı vererek çevre felaketine yol açıyor. Makineleşmiş yoğun tarımın yarattığı su kirliliğinin en önde gelen sebebi kullanılan Nitrojen ve fosfordur.
    BM’nin sözde teorileri tamamen absürt olup sorunu ifade etme cesaretinden yoksun teorilerdir; maddi hiç bir temelleri yoktur. BM kendi kendini yalanlıyor. BM verilerine göre bir milyar insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bir milyar insan da (aynı bir milyar değil, ikinci bir grup) içilebilecek temiz sudan yoksundur. BM’nin temiz su, ekilebilir toprak ve solunabilir bir hava yaratma yeteneği olmadığına göre yukarıdaki savları öne sürebilmesi gülünçtür.

    Sonuç ve Türkiye Gerçeği

    Türkiye nüfusu en hızlı artan ülkelerden biridir. 1980’li yıllarda 50 milyon civarında olan toplam nüfus bugün 80 milyona dayanmıştır. Aynı hızla yeşil alanlar kaybolmakta, ülke çölleşmekte ve su kaynakları kurumaktadır. Aileler büyük, ortalama yaşam beklentisi kısadır. Nüfus genç olduğu için daha hızlı nüfus artışının koşulları mevcuttur. Bu durum AKP’nin çok tercih ve teşvik ettiği bir durumdur. AKP İslam adına söz konusu durumu kutsuyor. AKP iktidarı nüfus kontrolünü dini gerekçelerle reddediyor.
    Nüfustaki hızlı artış AKP iktidarının toplumsal zeminini oluşturur. Eğitimsiz yoksul kalabalıklar mezhepçi bir iktidar aracılığıyla zenginleşmenin umudunu taşıyorlar. Ekonomideki bazı göstergelerin pozitif gözükmesi bu umudun sürekli canlı tutulmasını sağlıyor. Türkiye gibi hukukun üstünlüğünü tanımayan, oturmuş hiçbir hukuki kurumu bulunmayan, şeffaf olmaktan uzak bir ülkede her şeye seçim zaferleriyle karar verilir. Kimin zengin olup olmayacağına da hükümetler karar verir. Devletin süreklilik arz eden kalıcı kurumları ordu ve derin devlettir. MİT ve polis teşkilatı bile hükümetler tarafından yeni baştan dizayn edilir. Yargı bütünüyle hükümetin otoritesi altında şekil alır ve faaliyet gösterir. Hukuk yoktur, kimin yargıç kimin suçlu olacağına da hükümetler karar verir. Örneğin AKP hükümeti 17-25 Aralık operasyonlarından sonra yargı ve polis kuvvetini kriminal ilan ederek kriminalleri mağdur ilan etti. Son 12 yılda kimin zengin olacağına tamamen AKP hükümeti karar veriyor. Kamu arazisini kendi aralarında paylaştılar. İhaleleri bütünüyle yandaş firmalara veriyorlar. Gazete patronları iflas etmemek için Tayyip Erdoğan’ın karşısında telefonlarda ağlıyorlar. Gazete patronlarının kimi çalıştırıp kimi işten atacağına da Tayyip Erdoğan karar veriyor. Koca şirketler, holdingler vergi denetimi aracılığıyla Tayyip Erdoğan tarafından batırılmaktan korkuyorlar.
    Genç Türk seçmeni bütün bu olup bitenleri normal görüyor. Küresel maggotlaşma fenomeni yerel düzeyde böyle zuhur ediyor. AKP sonuç olarak IŞİD zihniyetine sahip bir hanedanlık kurdu. Zorbalığa, hukuksuzluğa, rüşvetçiliğe, kayırmacılığa, yağmacılığa, yolsuzluk yapmaya dayanan bu sistem seçmenin ezici çoğunluğunun desteğini almaya devam ettiği sürece rasyonel tartışmaların bir ağırlığı olmayacaktır. Mevcut seçmeni hukuk devleti ve demokrasi kavramlarına sahip bir kütle gibi görmek ve sadece propagandaya ağırlık vermek suretiyle bir yere varılamaz. Türkiye’nin sadece siyasal gerçeklerini değil, aynı zamanda sosyobiyolojik gerçeklerini de görmek gerekir.

    http://www.duzceyerelhaber.com/Mehmet-YILDIZ/27678-Maggotlasan-insanoglu-ve-Yerel-Dar-Kafalilik-1
    http://www.duzceyerelhaber.com/mehmet-yildiz/28039-maggotlasan-insanoglu-ve-yerel-dar-kafalilik-2

  569. Birakalim su kemanli Meleyi dinleyelim..
    Bu Mr.ler zaten konulara keman caliyorlar.Kemanida cubuga dogru hareket ettirerek..! Hic konularin özüne girmeden..

    Bu baylara son kisaca samimice uyaralim;
    1. Sizler kapitalizmi yeni duymusa benziyorsunuz.vede how to say; overreaction yapiyorsunuz.
    2. bu Tepkiler gene cok asiri bicimde ilkel!
    Sizler ABD markali bir tarikatci fikirleri burada satmaga calisiyorsunuz.ABD de cok seyler iyide su Insanligin temel sorunlarinda temel düsüsünceleri cok yüzeysel ve insanligin gelismelerinden kopuk oluyor genellikle..

    Bu wahsi bay da dahil; Toplumsal gercegin en ufak bir kismini görerek felsefe yapmaga calisiyorsunuz..

    Azla kanaatkarlik etmek erdemliliktir,mutluluktur.Bu tip tebrik kartlari bizde aliriz..bilmeyn yoktur..
    Gene 83.de ünlü olan ingiliz uzun sacli,kiz gibi bir popstrarin,sadece basligini okumustum: Milyonlari harcadim sonunda cayin zevki kadar alamadim.. Cayida herkes alabilir sonucta..
    Bu tür ahlaki laflarla toplumu bilimsel olarak yönetemeyiz..
    Ziler toplumun tüketici,lüxs cü oldugunu söylüyorsunuz ama gercektede Insanlar insanlik tarihinde hicbir dönemi kiyaslayamacak kadar fazla calisiyorlar..Genede yeterli degil yasam kalitesi..Gecmisine göre 1000 misli daha,emin,daha bolluk,daha rahat yasasada…
    Sizler tekeri geriye cevirmek istiyorsunuz insanlik ileriye..
    Insanliga karsi gelmis oluyorsunuz farkinda degilsiniz..
    Konular cok derin..Hikayelerle,sirf görünlerden yola cikarak teori,felsefe insa edilemez.. Görsel,duygusal,algisal bilgi hep yanilticidir!
    Biraz kemanin sesini dinleyin cayinizizdan tad almaga bakin..sakin olun..Dünyayi kurtarma telasina girmeyin. hersey düzelecek inanin..

  570. 554
    Sorularınız cevapları içerdiği için benden ne beklediğinizi anlamadım. Eğer yanlış anlamadıysam cevabınız: her şey iyiye de, kötüye de kullanılabilir; insanın hem iyisi ve hem kötüsü var; dünyada hem sefiller hem zenginler var; bazı insanlar zeki olur bazıları aptal; bazan yağmur yağar bazan yağmaz. Haklısınız bu akıl yürütmenin üçüncü yasası: YA / YA DA.
    Bu konuya sitede ilk rastladığımda bilim-tekniğin modern dünyada eskiye kıyasla ve özellikle (Bourdieu örneği) anlamsız dünyanın yarattığı boşluğun, rahatsızlığın yerini aldığını, bilim-tekniğe eskiden hiç görülmemiş körü körüne inançla sarıldığını görüp bazı uyarılarda bulundum.
    Size şimdi ve en azından eskilerin İncildeki bilgi ağacından yemeyle cennetten kovulma, Babil kulesi, Prometeus’un cezalandırılması, İcarus’un başına gelenler, dünyanın her yerinde rastlanan hilebaz (“trickster”), Faustus, Frankeştayn, her yerde demircilere karşı hem ihtiyaçtan tutma hem de kovalamak geleneklerine bir göz atın, desem inek trene bakar gibi bakacağınızdan eminim. Ve hatta baksanız da cevaplar, büyük bir ihtimal ve bu sitedeki maşallah kendilerini dev zeka ve bilgi aynasında görenlerden aldığım cevaplar beni insan olduğuma utandırıcı cevaplar olacak.
    Sizin yazdığınızın esasının bu olduğunu aşırı sivri zekalılarla dolup taşan bu sitede gören yok. Tek nedeni aynı sizin gibi düşünmeleri. Bilgi bilimle; bilim, modern bilimle; modern bilim teknikle; bilim-teknik artık küf kokan teknoloji sözcüğüyle (teknoloji, biyolojinin hayat bilimi olduğu gibi, teknikler bilimi demek) karıştırılmış, çorba olmuş. Üstelik hindi gibi kabarıp, horoz gibi öterler.
    Dediğinizi daha da kısaltıp size yakışır sonsuz basitleştireyim: hapishaneni sevmiyorsan, neden çıkmıyorsun!
    Bu soruya sizin bilimi anladığınız anlamda ama diğer bir bağlamda, ya / ya da akıl yürütmesini de aşan, “politically correct” olmada nobel kazanacak bu sitede adı geçen Friedrich Dürrenmatt, İsviçre’yi aynı sizler gibi bir mantıkla görüp öven Václav Havel’e açık mektubunda cevap verir: İsviçreliler bu içinden çıkılmaz (aporia, aporie, ikilem, dilemma) hem mahkum hem de gardiyan olmakla eşsiz bir çözüm buldular. Siz ve bu sitede yazanların hepsi işte busunuz: hem mahpus hem alık alık sırıtan gardiyan.
    Bana mesajınız özünü, en az milyar defa başıma geldiği için hemen görüyorum: “bizi rahatsız etme, biz köleliğimizi seviyoruz!” En basit örnek: yaşadığım her ülkede, o ülkeyi eleştirdiğimde köleler, “sevmiyorsan neden burada yaşamaya devam ediyorsun?”, derler. Benzeteyim, eğer siz Türkiye’de olup bitenleri eleştirdiğinizde size karını, çocuklarını, sevdiklerini, anneni, babanı, akrabalarını, arkadaşlarını, doğduğun veya yaşadığın yerin sizdeki hatırlarını, bırak git diyecek kadar alçalmış bir insanı düşünseydiniz, bana bu yadığınızı yazmazdınız. Aslında bu çeşit şantaj konuşmalar çok bilinen ve bazı düşünürlerin üzerine ciddiyetle eğildikleri, sıradanların sıradanı egemenliği altında yaşadığımız, adı nihilizm olan bir fenomen. Ben basit ve salak olduğum için, “affet allahım ne dediğini bilmiyor”la yetinmek istiyorum ama hala bu sitede benim gördüğüm insanlık harabelerini bir gören daha çıkar mı diye bekliyorum. Bir çeşit “Godot’yu Beklerken” veya daha yakında yazılan ” Foucault’u HALA Beklerken.”
    Lütfen aşağıdakileri dikkatle okuyun ve cahilliğinizi sergilemekte, yersiz ve tamamen konu dışı şantajlar yapmaktan vazgeçiniz. Ve hatta benden bu terbiyesizliği yaptığınız için özür dilemekle, belki hayatınızda ilk defa insan olduğunuzu gösterin.
    Hitler Alman’yayı içinde bulunduğu sefalete çözüm getirmekle sizler gibileri arkasına taktı.
    Sorunuza daha ciddi cevap çok ama en az son 50-60 yıldır (daha önce de vardı) bu konuyu ele alıp inceleyen ve eleştirisini yapanlar okunmamış, okumamışsınız.
    Ben şimdiye kadar üniversitede memur bilim-teknik teknisyenleri, bilimi ekmeğini kazandığı için savunanlar dışında bilimi, bilim-tekniğin ürettiği mallarla anlayan bir büyük bilim adamı, bilim filozofu, bilim tarihçisi, bilimin toplumda yerini ele alan antropologa rastlamadım.
    Bilim felsefesine büyük katkısı olan Ludwig Wittgenstein, bilimi bilgi felsefesi (epistemoloji) açısından ele alıp, diğer yöntemlerin sadece insanı kafasını karıştıran metafizik olduğunu iddia edenler davet ettiklerinde, sırtını döner ve mistik Tagore’nin şiirlerini okur.
    Einstein Tagore ile görüşmek için Hindistana gider. David Bohm (ve hem büyük yazar hem de büyük filozof olan Iris Murdoch da) Krishnamurti ile mülakat yaparlar, kuantum babası sayılan ve bu sitedekiler gibi anlamsızlığın, nihilizmin en büyük savunucusu Heisenberg bile sizin anladığınız (ve aslında 3 yüz yıl öncekilerin coşkunluğu olan) bilim-tekniğin egemenliğinin tehlikesini görüp uyarır. Einstein en şaşırtıcı olan “dünyanın anlaşılır olması!”, der. Kuvantum fizikde hala denklemleri kullanılan ve bir ara Türkiye’de yaşayan Erwin Schrödinger “Kuantum Fiziği ve Dünyanın Temsili” (Physique quantique et représentation du monde) kitabında siz ve bu sitedekilerin tümünün aksine, bilim-tekniğin, sizin gibi anlayanlara faydadan çok zarar getirdiğini söyler. Dünyanın sizler gibi basit sıradan, bilimi mal muhasebeciliğine çevirenlerle dolduğunu bilir. Zamanımız simgesi, modeli, örneği olan sizleri inceleyen ve bu sıradanlığın en güzel simgesinin bilim adamı olduğunu iddia eden Ortega y Gasset’e cevap vermek ister. Bilimin amacının, köpeklere kemik dağıtmak değil, nereden geldiğimizi, ne olduğumuzu, nereye gittiğimizi anlamak olduğunu ileri sürer. Benden kibar olduğu için mal muhasebecilere kim olduklarını dolaylı söyler.

  571. MAVİ ve KIRMIZI MÜREKKEP ARASINDAKİ FARK!

    MAVİ ve KIRMIZI MÜREKKEP ARASINDAKİ FARK!

    Sloven düşünür Slavoj Zizek, (“Occupy Wall Street” protesters) Wall Street işgalcilerini ziyaret etti. Ziyareti sırasında bir konuşma yapan Zizek, göstericilere protestolarının “zararsız” bir duruma dönüştürülmeye çalıştırıldığı uyarısında bulundu ve protestoların yıllar sonra “nostaljik” biçimde anılır hâle gelmemesi için sonuç alıcı olması gerektiğini hatırlattı:

    Bize diyorlar ki; “Siz hepiniz kaybedenlersiniz!”

    Ancak gerçek kaybedenler aşağıda; “Wall Street”te!

    “Wall Street”tekiler; milyarlarca dolar paramızla kurtarıldılar! Bize sosyalist deniyor, ancak burada zenginler için her zaman sosyalizm mevcut. Özel mülkiyete saygı duymadığımızı söylüyorlar, ancak 2008 finansal çöküşünde, buradaki herkesin haftalar boyunca gece gündüz yok edebileceğinden daha fazla güç bela kazanılmış özel mülkiyet yok edildi. Bize, hayâlci olduğumuzu söylüyorlar. Gerçek hayâlciler, işlerin kendi yöntemleriyle süresiz olarak devam edebileceğini düşünenlerdir. Biz hayâlci değiliz. Biz, kâbusa dönüşen bir hayâlden uyananlarız!

    Hiçbir şeyi yok etmiyoruz. Biz sadece, sistemin kendi kendini nasıl yok ettiğine şahit oluyoruz. Hepimiz, çizgi filmlerdeki klasik sahneyi biliriz. Kedi bir uçuruma ulaşmıştır, ancak altında hiçbir şey olmadığı gerçeğine aldırış etmeden yürümeye devam etmektedir. Ancak aşağı baktığında ve farkına vardığında aşağı düşer. Bizim burada yaptığımız şey bu. “Wall Street”teki baylara ve bayanlara; “Heey, aşağı bakın!” diyoruz!

    2011 Nisan ortasında Çin hükümeti; televizyonlarda, filmlerde ve romanlarda öteki gerçeklik veya zamanda yolculuk içeren bütün öyküleri yasakladı. Bu, Çin için iyiye işaret. Bu insanlar hâlâ alternatiflere dair hayâl kuruyor ki sen bu hayâl kuruşlarını yasaklıyorsun. Burada bir yasağa gerek yok, çünkü egemen sistem hayâl kurma gücümüzü tamamı ile bastırmış durumda! Durmadan gördüğümüz filmlere bakın. Dünyanın sonunu tahayyül etmek kolay. Bir asteroid tüm yaşamı yok ediyor, falan filan. Ancak kapitalizmin sonunu tahayyül edemezsiniz.

    Öyleyse burada ne yapıyoruz?

    Size komünist zamanlardan hârikulade, eski bir fıkra anlatayım:

    Doğu Almanya’dan bir adam Sibirya’ya çalışmaya gönderiliyor. Mektubunun denetçiler tarafından okunacağını biliyor ve arkadaşlarına şöyle diyor: “Gelin bir şifre oluşturalım. Eğer benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız orada yazdıklarımın gerçek olduğunu bilin. Ama kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.”

    Bir ay kadar sonra arkadaşları ilk mektubu alıyor. Her şey mavidir. Sibirya’dan gelen mektupta der ki: “Burada her şey harika. Dükkânlar güzel yiyeceklerle dolu. Sinemalar batıdan güzel filmler gösteriyor. Apartmanlar büyük ve çok rahat. Tek satın alamayacağınız şey kırmızı mürekkep.” Bizim bugün yaşadığımız tam da bu!

    İstediğimiz bütün özgürlüklere sahibiz. Tek eksiğimiz kırmızı mürekkep: Tutsaklığımızı ifade edecek dil! Bizer “öğretilen özgürlüğe dair” konuşma yöntemi (teröre karşı savaş vs.) özgürlüğü tahrif ediyor. Ve burada yaptığınız şey bu. Hepimize kırmızı mürekkep veriyorsunuz.

    Burada bir tehlike var. Kendi kendinize aşık olmayın. Burada hoşça vakit geçiriyoruz. Ancak hatırlayın, karnavallar ucuza çıkar. Bunların değerlerinin gerçek kriteri ertesi güne ne kaldığıdır? Normal günlük hayatımızın nasıl değişeceğidir?

    Bu durumda herhangi bir değişiklik olacak mı?

    Sizin bu günleri, bilirsiniz ya işte; “Aaah! Gençtik ve güzeldi!” şeklinde hatırlamanızı istemiyorum!

    Temel mesajımızın “Alternatiflere dair düşünmemize izin verildi” olduğunu hatırlayın. Temel mesajımız şu: Tabu yıkıldı, mümkün olan en iyi dünyada yaşamıyoruz. Önümüzde uzun bir yol var. Karşımıza dikilecek gerçekten zor sorular var.

    Ne istemediğimizi biliyoruz.

    Peki ne istiyoruz?

    Mevcut kapitalizmin yerini hangi toplumsal örgütlenme alabilir? Ne türden yeni liderler istiyoruz?

    Hatırlayın:
    Sorun yozlaşma veya açgözlülük değil. Sorun sistem! Sistem; sizi “yoz” olmaya zorluyor! Sadece düşmanlarınızdan değil, aynı zamanda bu süreci hafifletmeye çalışan yanlış arkadaşlardan da sakının. Kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, yağsız dondurma almamızla aynı şekilde bunu zararsız ahlâki protestoya dönüştürmeye çalışacaklar!

    “Kafeinden arındırılmış” bir süreç! Fakat burada bulunmamızın nedeni; kola kutularını geri dönüştüreceğimiz, bir çift doları bağış olarak veya yüzde biri “Üçüncü Dünya Ülkeleri”nın aç çocuklarına gittiği için bizi mutlu hissettirecek “Starbucks kapuçinosu”nu satın almaya verdiğimiz sistemden gına gelmesi!

    İşleri ve işkenceyi dışarıdan birilerine devrettikten, evlilik ajansları kimle çıkacağımızı bile dışarıdan belirledikten sonra, uzun bir süredir şunu görebiliyoruz ki; siyasi sorumluluklarımızı da dışarıdan birilerinin eline devretmişiz! Bunu geri istiyoruz!

    Eğer komünizm 1990’da yıkılan sistemse biz komünist değiliz!

    Bugün hâlâ iktidarda olan bu insanların Çin’de en acımasız kapitalizmi sürdürdüklerini hatırlayın!

    Bugün Çin’de sizin Amerikan kapitalizminizden daha dinamik bir kapitalizm var, ancak demokrasiye ihtiyaç duymuyor!

    Bu; kapitalizmi eleştirirseniz kendinizi demokrasi karşıtı olarak göreceğinize dair şantaja izin vermemeniz gerektiği anlamına geliyor!

    “Demokrasi” ile “kapitalizmin” evliliği sona erdi! Değişim mümkün!

    Bugün olasılıklı olarak algıladığımız şey ne?

    Medyaya bir göz atın: Bir yandan teknoloji ve cinsellikte her şey olası gibi görünüyor; aya seyahat edebilirsiniz, biyo-genetik yoluyla ölümsüz olabilirsiniz, hayvanla veya herhangi bir şeyle seks yapabilirsiniz, ve hemen ardından “toplum” ve “ekonomi” alanına bakın: Orada neredeyse her şey imkânsız sayılıyor!

    Zenginlerin vergilerinin birazcık yükseltilmesini istersiniz: “İmkânsız!” derler! “Rekabet gücümüzü kaybederiz!” cevabını suratınıza çarparlar!

    Sağlık hizmetleri için daha fazla para istersiniz; size “İmkânsız, bu totaliter devlet anlamına gelir!” derler! Size ölümsüzlük sözü verilen, ancak sağlık hizmetleri için biracık fazla harcanamayan dünyada yanlış giden birşeyler vardır! Belki de önceliklerimizi tam da burada ortaya koymamız gerekiyor! Daha yüksek yaşam standardı istemiyoruz. Bizim komünist olmamıza dair kanaatlerinin tek kaynağı; müştereklerle ilgilenmemiz! Doğanın müşterekleriyle. Entelektüel mülkiyet ile özelleştirilen müştereklerle. Biyo-genetik müşterekleriyle. Bunun için, yalnızca bunun için savaşmalıyız.

    Komünizm kesinlikle başarısız oldu, ancak müşterekler sorunu burada, hâlâ aramızda!

    Size “Amerikalı olmadığınızı” söyleyecekler! Ancak muhafazakâr köktenciler kendilerinin gerçekten Amerikan olduğunu iddia ettiklerinde onlara bir şey hatırlatılmalı: Hristiyanlık nedir? “Kutsal Ruh”tur. Kutsal Ruh nedir? İnananların birbirine aşkla bağlı olduğu, kendi özgürlüğünün ve üstlendiği kendi sorumluluğunun olduğu hakkaniyetli toplum. İşte bu anlamda; “Kutsal Ruh” burada! Ve “Wall Street”tekiler yanlış putlara tapan paganlar durumundalar!

    Bu nedenle ihtiyacımız olan tek şey “sabır”!

    Korktuğum tek şey şu ki:
    Bir gün evimize gideceğiz ve senede bir buluşup bira içerek nostaljik bir içimde “Burada ne de güzel zaman geçirmiştik!” diyeceğiz! Kendi kendinize bunun olmayacağının sözünü verin! İnsanların sıklıkla bir şeyleri arzuladığını, ancak onu “gerçekten istemediğini” biliyoruz!

    Arzuladığınız şeyi “gerçekten istemekten korkmayın”!

    Teşekkür ederim.

    Slavoj Zizek
    9 Ekim 2011
    ABD, New York
    Zuccotti Park
    “Occupy Wall Street” forumu açış konuşması

  572. BANA YA BENİM KAVRAMLARIMLA CEVAP VER YA DA SUS!

    BANA YA BENİM KAVRAMLARIMLA CEVAP VER YA DA SUS!

    “Wall Street ve St Paul’s Katedralindeki protestolar, odaklanma eksiklikleri, tam oturmamış doğaları ve bunların tümünün üzerinde, mevcut demokratik kurumlara katılmayı reddetmeleri ile, birbirine benziyor” diye yazmış Anne Applebaum Washington Post’ta. “Londra ve New York protestocularının kendileri ile açıktan (ve saçma bir şekilde) benzerlik kurdukları Tahrir Meydanı’ndaki Mısırlıların aksine…” diye devam ediyor, “bizim demokratik kurumlarımız var.”

    Tahrir Meydanı’ndaki protestoları, Applebaum’un yaptığı gibi, Batı tarzı demokrasi talebine indirgedikten sonra, elbette Wall Street protestoları ile Mısır’daki olaylar arasında benzerlik kurmak saçma olacaktır: Batıdaki protestocular, zaten sahip oldukları bir şeyi niye talep etsinler ki? Applebaum’un gözden sakladığı ise, küresel kapitalist sistem karşısında, yerine göre farklı biçimler alan genel bir hoşnutsuzluk olasılığı.

    Ancak şunu da kabul ediyor; “Yine de Uluslararası İşgal Hareketinin sağlam meşru önermeler üretememesi bir şekilde anlaşılabilir bir durum: Hem küresel ekonomik krizin kaynakları, hem de buna karşı çözümler, tanımı gereği, yerel ve ulusal politikacıların yeterliliğinin dışında.” Ve şu sonucu çıkarmak zorunda kalıyor: “Küreselleşmenin Batı demokrasilerinin meşruiyetini baltalamaya başladığı açık bir gerçek.” Protestocuların dikkat çekmek istediği nokta tam da bu: Küresel kapitalizm demokrasiyi baltalıyor. Bunu mantıksal olarak izleyen sonuç ise, ekonomik yaşamın yıkıcı sonuçlarını yönetme becerisine sahip olmadığı kanıtlanmış olan çok taraflı ulus devletlere dayalı olarak, demokrasinin, sahip olduğu mevcut biçimin ötesine nasıl genişletileceği üzerine düşünmeye başlamamız gerektiği. Ancak Applebaum bu adımı atmak yerine, suçu bu sorunları ortaya koydukları için protestocuların kendisine atıyor!

    Applebaum suçlamasını şöyle ifade ediyor:

    (( “Küresel” aktivistler, dikkatli olmazlarsa, düşüşü hızlandıracaklar. Londra’daki protestocular şu sözleri haykırıyor: “Bir usûlümüz olması gerekiyor!” Ama zaten bir usûlleri var: Buna “İngiliz siyasal sistemi” deniliyor. Eğer onunla ne yapacaklarını bilemiyorlarsa, daha da zayıflatmasından başka bir şeye sebep olmayacaklar. ))

    Dolayısıyla, Applebaum’un iddiası; küresel ekonomi demokratik siyasetin kapsamı dışında olduğundan, onu idare etmek amaçlı herhangi bir demokrasiyi genişletme girişiminin, demokrasinin düşüşünü hızlandıracağı!

    Peki, bu durumda ne yapmamız gerekiyor?

    Görünen o ki; iş görmediğini kendisinin de kabul ettiği bir siyasal sisteme katılımı sürdürmek!

    İçinde bulunduğumuz dönemde, antikapitalist eleştiri kıtlığı da söz konusu değil:
    Boğazımıza kadar, acımasız çevre katliamı yapan şirketler, bankaları bütçe paraları ile kurtarılırken kendileri şişkin ikramiyeleri har vurup harman savuran bankacılar, cadde üzeri mağazalar için ucuz giysiler yapan çocukların fazla mesai yaptığı berbat atölyeler hakkındaki haberlere batmış durumdayız!

    Ancak doğru bir nokta da var:
    Bu aşırılıklara karşı mücadelenin aşina olunan liberal demokratik çerçeve içinde gerçekleşmesi gerektiği varsayılır. (Açık veya örtülü) hedef; medya ifşası, meclis araştırmaları, daha sıkı kanunlar, polis soruşturmaları vb. üzerinden kapitalizmi demokratize etmek, küresel ekonomi üzerindeki demokratik kontrolü genişletmek. Sorgulanmayan şey ise; burjuva demokratik devletin kurumsal çerçevesi. Bu, en radikal ahlâki antikapitalizm biçimlerinde dahi dokunulmazlığını koruyor; “Porto Allegre” forumu, “Seattle” hareketi ve daha birçoğu.

    Burada, Marx’ın kilit içgörüsü; bugün de her zamanki gibi geçerliliğini koruyor:
    “Özgürlük” sorunu, ana olarak siyasal alan içine yerleştirilmemelidir; örneğin, özgür seçimler, bağımsız yargı, basın özgürlüğü, insan haklarına saygı gibi şeyler. Gerçek özgürlük, ilerleme için gereken değişimin siyasal reform değil toplumsal üretim ilişkilerinde bir değişim olduğu, pazardan aileye kadar apolitik toplumsal ilişkiler ağındadır. Kimin neye sahip olduğunu veya bir fabrikadaki işçiler arasındaki ilişkileri düşünerek oy vermeyiz. Bu gibi şeyler siyasal alanın dışında bırakılmıştır ve bunların demokrasiyi genişleterek değiştirilebileceğini düşünmek bir illüzyondur: Diyelim ki halkın kontrolü altındaki demokratik bankalar kurarak. Bu alandaki radikal değişimler, yasal haklar vb. gibi demokratik aygıtlar alanının dışında gerçekleştirilmelidir. Elbette olumlu bir rolleri vardır ancak demokratik mekanizmaların, kapitalist yeniden üretimin kesintisiz işlemesini garantiye almak için tasarlanmış burjuva devlet aparatının parçası olduğu akılda tutulmalıdır! Alain Badiou, bugün baş düşmanın adının kapitalizm, imparatorluk, sömürü veya bu türde bir şey değil demokrasi olduğunu söylerken haklıydı: Kapitalist ilişkilerde gerçek bir dönüşümü engelleyen şey, demokrasi illüzyonudur, demokratik mekanizmaların değişimin tek meşru yolu olarak kabulüdür.

    Wall Street protestoları sadece bir başlangıç, ama bu şekilde, olumlu içeriğinden daha önemli olan şeklen red (“hayır!” diye bğırmak) yönü ile başlaması gerekliydi zaten, çünkü ancak böylesi bir red yeni bir içerik için alan açabilir. Dolayısıyla “Eeee? Peki, sen ne öneriyorsun? Çözüm önerilerin ne?” sorusu kafaları karıştırmamalı. Bu, erkek otoritenin histerik kadına sorduğu sorudur: “Tek yaptığın mızıldanıp durmak, peki ne istediğine dair fikrin var mı?”

    Psikoanalitik kavramlarla, protestocular, efendiyi otoritesini sarsarak provoke eden histeriklerdir ve efendinin sorusunun (“Eeee? Peki, sen ne öneriyorsun? Çözüm önerilerin ne?”) gizli bir alt metni vardır: “Bana ya benim kavramlarımla cevap ver ya da çeneni kapat!”

    Protestocular şimdiye kadar kendilerini Jacques Lacan’ın 1968’in öğrencilerine yönelttiği eleştirilerdeki gibi ortaya koymaktan başarıyla kaçındılar: “Siz devrimciler, kendilerine yeni bir efendi talep eden histeriklersiniz. İstediğinizi bulacaksınız.”

    Slavoj Zizek
    28 Ekim 2011

  573. Sizler, burada n’apıyorsunuz yahu!

    Uzattıkça uzatmışsınız!

    Ne çok zevk alıyorsuuz ağdalı üslup kullanmaktan!

    Açık açık yazsanıza:

    Fakirler fakir oldukları için fakirdir!

    Zenginler, sarışın, mavi gözlü, atletik vücuda sahip, sürekli ‘parfüm’ kokarlar!

    FAKİRLER ÖLSÜN, ‘PORSCHE’TAN SELAMLAR:

    https://www.youtube.com/watch?v=zZuOAW24BSI

    ZENGİNLER ÖLSÜN, ‘MİNİBÜS’TEN SELAMLAR:

    https://www.youtube.com/watch?v=FPToOUrzHEU

    Ağdalı üslup kullanmayın bundan sonra!

  574. 565’e

    Eğer yanlış anlamadıysam cevabınız: her şey iyiye de, kötüye de kullanılabilir; insanın hem iyisi ve hem kötüsü var; dünyada hem sefiller hem zenginler var; bazı insanlar zeki olur bazıları aptal; bazan yağmur yağar bazan yağmaz.

    565’de yazan bey/hanım, yanlış anlamışsınız.

    Kelimelerimin arkasını görmeye çalışıyorsunuz, perdeli yazdığımı zannediyorsunuz, sanki size birşeyleri ima etmeye çalışıyormuşum gibi bir düşünce tarzınız var.

    Size sorduğum soru gayet net. Dolanmadan cevap verirseniz çok memnun olurum:

    Bilim-teknik’e karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki bilim-teknik sonucunda üretilmiş bir bilgisayar, bir tablet pc veya 5 inçlik bir cep telefonu kullanmış oluyorsunuz! Karşı çıkmış olduğunuz bilim-teknik sonucunda üretilmiş metaları, cihazları, teknolojiyi bizzat ellerinizle kullanarak bu siteye yazı yazıyorsunuz, böylelikle kendinizle çelişmiş olmuyor musunuz?

    YA / YA DA dan sonra yazdıklarınızdan hiçbirşey anlamadım. Bana yazdıklarınızı defalarca okudum. Anlamaya çalıştım, bir türlü anlamadım. Verdiğiniz onca yabancı isimden, kitaptan vb’lerinden hiç haberim yok. Bu bilgileri niçin verdiniz, onu da anlamış değilim.

    İncil’i duydum, Hristiyanların inandığı kitap.

    Prometeus, İcarus, Faustus, politically correct, Friedrich Dürrenmatt, Godot’yu Beklerken, Ludwig Wittgenstein, Krishnamurti, epistemoloji, Ortega y Gasset, Heisenberg ve bir sürü bir sürü bir sürü bir sürü şey… bu yazdıklarınız ne bilmiyorum…

    …Dediğinizi daha da kısaltıp size yakışır sonsuz basitleştireyim: hapishaneni sevmiyorsan, neden çıkmıyorsun!… hangi hapishane… neden bahsediyorsunuz anlamıyorum… bana yakışan basitlik ne…

    …Siz ve bu sitede yazanların hepsi işte busunuz: hem mahpus hem alık alık sırıtan gardiyan. Bana mesajınız özünü, en az milyar defa başıma geldiği için hemen görüyorum: “bizi rahatsız etme, biz köleliğimizi seviyoruz!”… hangi gardiyan… anlamıyorum ne dediğinizi… köle olan kim…

    …En basit örnek: yaşadığım her ülkede, o ülkeyi eleştirdiğimde köleler, “sevmiyorsan neden burada yaşamaya devam ediyorsun?”, derler. Benzeteyim, eğer siz Türkiye’de olup bitenleri eleştirdiğinizde size karını, çocuklarını, sevdiklerini, anneni, babanı, akrabalarını, arkadaşlarını, doğduğun veya yaşadığın yerin sizdeki hatırlarını, bırak git diyecek kadar alçalmış bir insanı düşünseydiniz, bana bu yadığınızı yazmazdınız. Aslında bu çeşit şantaj konuşmalar çok bilinen ve bazı düşünürlerin üzerine ciddiyetle eğildikleri, sıradanların sıradanı egemenliği altında yaşadığımız, adı nihilizm olan bir fenomen. Ben basit ve salak olduğum için, “affet allahım ne dediğini bilmiyor”la yetinmek istiyorum ama hala bu sitede benim gördüğüm insanlık harabelerini bir gören daha çıkar mı diye bekliyorum… aklımın ucundan böyle şey geçmedi… ne dediğinizi bir türlü anlamadım kusura bakmayın 565’de yazan bey/hanım…

    …Sorunuza daha ciddi cevap çok ama en az son 50-60 yıldır (daha önce de vardı) bu konuyu ele alıp inceleyen ve eleştirisini yapanlar okunmamış, okumamışsınız… okunmamış olanlar ne… benim okumadıklarım ne, yukarıda yazdığınız Prometeus, İcarus’ları mı diyorsunuz?

    Ayrıca, sizi hangi sebeplerden ötürü kırdım bilmiyorum. Size şantaj yaptığımdan haberim bile yoktu doğrusu… Sadece soru sordum burada size. Madem alınmışsınız, öyleyse özür dileyeyim, neye özür dilediğimi bilmeden…

    Yalnız size sorduğum soru havada asılı kaldı, bekliyor öyle…

  575. 561 YaLaMa’lar
    Benim için siz ve bu sitede yazanların hepsi benim en başta gelen düşmanlarımsınız!
    Ben ne anarşistim ne de liberal anarşistim. Bende “neme lazım yerine geçen” pezevenk tutumu politikacıların, “politically correct”lik taraftar toplam arzusu yok.
    Ben ilkelleri hor görenlerden, kapitalizmi asıl ayakta tutan bu kapitalist-burjuva fırlamaları burjuvalardan sonsuz nefret ediyorum.
    Bu dediğimi yine “metaforik”, “sembolik” veya daha da kötüsü düşmanı önünüzde görmekte acizliğinizden dönüp dolaşıp binlerce açık açık cevap verdiğim soruya dönersiniz diye bir somut örnek vereyim. Haftada bir gün bile bakıcıya ödeyecek paraları olmayan iki arkadaşın bir buçuk yaşında çocuğuna bakmayı üstlendik.
    Tabii, doğal, normal falan filan olduğundan hepiniz ve özellikle tüm Avrupalılar, Amerikalıların sekste, bacak ve kıç göstermede, … dünya şampiyonu olduğu bilinir. Pornografide ve bir çeşit daha terbiyeli ailelerin hazma edebilecekleri daha üstü kapalı pornografi programlar bolluğunda, daha daha uslu ve evcil daha çok entelektüel kesimlere sundukları ve adına “haberler” dedikleri gizli saklı pornografide dünyanın başını çektiği bilinir. Zaten Türkiye’de öyle. Facebook ve Twitter ve Internet de aynı.
    Her neyse, mevsim yaz, çok sıcak. Çocuk çırıl çıplak soyunur ben de hortumla hem kendimi hem onu su serperek serinletirdim. Bir süre sonra çocuğun çıplaklığını ayıp bulan komşular bize gelip eleştirdiler. Ve bu 6 milyonluk Detroit’de olur!
    Demek istediğim şu. Amerika pornografi ticaretinde başta ama Amerkayı asıl, aynı asıl kapitali ayakta tutan bu sitedeki %1000 burjuvalar gibi, ayakta tutanlar, lafı kısa kesmek için, inananlar diyeceğim. Plajda iki yaşındaki kızlar bile sütyen giyerler. Asıl Amerika bu. Erdoğanı veya kapitalizmi sevmeme, salakların kendi kendilerini önemli hissetmek için yaptıkları oto-terapi. Arkadaşlar arasında üstü kapalı burjuvalığı seviyoruz ama açık açık söylemek ayıp. Bir çeşit ayıp saklama, kapatma donu.
    Eğer ciddiyseniz şu kitapları okuyun sonra konuşalım.
    M. Sahlins: Stone age economics: age of abundance,
    M. Sahlins : The Western Illusion of Human Nature,
    J. Cauvin: The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture,
    S. Diamond: Searching for the Primitive,
    Chuang Tzu: The Complete Works,
    P. Clastres: Society Against State,
    P. Clastres : Archeology of the Violence,
    T.Ingold:Hunters,Pastoralists and Ranchers,
    E. V. de Castro: Images of Nature and Society in Amazonian Ethnology,
    M. T. Taussing: The Devil and Commodity Fetishism in South America,
    Richard B. Lee Irven DeVore: Man the Hunter,
    P. Descola: The Ecology of the Others,
    Hans Peter Duerr. Dreamtime: Concerning the Boundary between Wilderness and Civilization.
    J. C. Scott: The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia
    S. Kramer: History Begins at Sümer
    H. Frankfort: The Birth of Civilization in thr Near East
    Jean Bottero, Clarisse Herrenschmidt, Jean Pierre Vernant: Ancestor of the West : Writing, Reasoning, and Religion in Mesopotamia, Elam, and Greece
    C. Hills: The World Turned Upside Down
    E. Bloch: La Philosophy de la Renaissance
    Max Horkheimer: Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire
    C. B. Macpherson: The political Theory of PossesiveIindividualism . :from Hobbes to Locke
    A. Testart: Le Communisme Primitif
    J. Huizinga: Homoludens
    R. H. Tawney: Religion and the Rise of Capitalism, (tabii klasik Weber de dahil)
    K. Polanyi: The Great Transformation
    F. Braudel: Civilization and Capitalism ve La Dynamique du Capitaisme
    Deirdre McCloskey The Secret Sins of Economics
    I. Wallerstein: Utopistic
    C.Lasch: The Culture of Narcissim
    J. Camatte: The Wandering Humanity
    G. Debord: Society of the Spectacle
    J. Ellul: Technological Society ve bütün kitapları
    G. Anders: The Obsolescence of Man: On the Destruction of Life in the Epoch of the Third Industrial Revolution
    I. Illich: Rivers North of the Future
    R. Drinnon: Metaphysics Indian Hating & Empire Building
    L. Mumford: Bütün kitapları
    M. Eliade: Bütün kitapları
    Sven Lindqvist: Exterminate All the Brutes
    Not1: Ben ne yazarım, ne bilgi bankası, ne de veri bankasıyım. Bu kitaplar etrafımda, kafam gibi, karmakarışık. Sadece kitap isimlerini yanlışlık yapmadan yazmam beni yeteri kadar yoruyor. Çok dahası var ama okumayacağınızı iyi bildiğim için eklemiyorum,
    Not 2: Eğer derdinize dermen arıyorsanız, beni rahat bırakın. Siz, onlara çok benzediğiniz için, daha bu sitedekilerin ne kadar ırkçı, faşist ruhlu insanlar olduğunu bile görmekten acizsiniz.
    Not 3: Bunun kanıtı sadece ve sadece ve iki marxsistin yazdığı E. Bloch: La Philosophy de la Renaissance ve Max Horkheimer: Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire kitapları okuyarak hem konunun ciddiliğini hem de bu sitede yazanların hepsinin burjuva olduklarını göreceksiniz.
    Not 4: Kendinize taktığınız anarşist olma adı benim için hiç bir anlam taşımaz. Ben çok anarşist gördüm.
    Not 5: Eğer N. Cohn’un eski kitabı ” The Pursuit of the Millenium: Revolutionary Millenerians and Mystical Anarchist of the Middle Ages” ve daha yeni kitabı, “Cosmos, Chaos, & the World to Come” kitaplarını okursanız bu sitediklerin en yüce savunucusunu okumuş olursunuz.
    Not 6: Neden yalan söyleyip ” G. Anders: The Obsolescence of Man: On the Destruction of Life in the Epoch of the Third Industrial Revolution” okuduğunuz gibi davrandınız? Nasıl oluyor da , bu sitedeki en azılı ırkçı, faşist ruhlu, tam burjuvaları görmekten acizsiniz? Hem davet bile ediyorsunuz. Bu bir çeşit intihara davet.
    Not 7: Eğer milyarlarca okumaya bile değmez, ancak gazeteci, medyacı, televizyoncuların, devlet memuru üniversite profesörleri yamaklar gibilerin dikkatini çekip salaklara neden salak olduğunu anlatmayla hayatını kazananların işine yarayacak muckraking yazılar, seyirci toplumunu meşgul tutan “haber”leri benim okumda ısrar etmektense benim listedeki kitapları okuyun. Aksi halde beni rahatsız etmeyin.
    Not 8:I. Wallerstein: “Utopistic” kitabında “bir işe almada verilen sınavda en alt %5 ve en üst %5 çıkarılmalı ve geri kalanlar arasında kura çekilmeli”, der. Buna rağmen hala eğitimin sadece ve sadece düzeni koruyucu köpekler yetiştirdiğinden bile habarsiz kendisi asıl “yarım-eğitimli” olanlar var.
    Not 9:Bu site “bize kim daha çok verecek”, “bize kim daha çok iş güvenliği sağlayacak”, “bize kim daha çok emeklilik maaşı verecek” , “”bize kim daha iyi okullar açacak” … köleliğine alışmışların, en kısası utanmadan dilencilik felsefesiyle özgürlük satışı yapanların yüzlerine tüküren J. C. Scott’ın “The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia” kitabını okumuş tek kişi yok!
    Not 10: Siz kapitalin kaçtığını ve tüm dünyayı peşine taktığını anlamazsanız, kapitalist kalmadığını, kapital (ekonomi) / burjuva (kapitalin sosyal düşüncesi) ayırımı yapmazsanız asıl düşmanların kim olduğunu bilmeniz imkansız. Neden sürekli başarılı olduğunu anlamanız imkansız. O halde büyük harflerle yazayım ki benim sizleri ve bu sitede yazanların hepsinin asıl düşmanlar olduğu görmemin nedeni belki kafanıza girer.
    KAPİTALİZMİN BAŞARISI BU SİTEDE YAZANLAR ve BENZERLERİNİN DÜNYANIN %99,99999… OLUŞTURMASINDAN KAYNAKLANIYOR.. Bunlar düzenin uslanmış, evcilleşmiş, gardiyanları.
    Örneğin ve yine, eğer en azından iki Marksist E. Bloch:” La Philosophy de la Renaissance” ve Max Horkheimer:” Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire” kitaplarını okursanız bu sitede aynı sizin gibi hala EYLEM çılgınlığı içindeki salakların EYLEM’i özgürlük diye satmaya çalışan kapı kapı dolaşan seyyar politika satıcıları burjuvalar olduğunu apaçık görürsünüz. Hele Ellul, sizi ve tüm cin gibi sivri zekalı Türkleri aşar!
    Bunlara ilkellerle evcil, uslu medeniler arasında en büyük farklardan biri, “ilkeller dilinde fiil çok, medeniler dilinde isim çok”, desem, hemen ağızlarından ölü hortlaklar kusulur, köpükler çıkar.

  576. 569 Sayın Artist
    Ben size bazı sorular sorayım.
    Siz bu kadar cahil, bu kadar bilgisiz, bu kadar dünyadan habersiz bir hödükseniz, neden sınırlarınız içinde kalacağınıza sizi aşan konularda salak salak sorular sordunuz?
    ” Bilim-teknik’e karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki bilim-teknik sonucunda üretilmiş bir BİLGİSAYAR, BİR TABLET PC VEYA 5 İNÇLİK bir cep telefonu kullanmış oluyorsunuz”
    Siz bu büyük harflerle yazılan aletleri tanıyor, biliyor, kullanıyorsanız, neden şapşallık artistliği yapacağınıza bu aletleri, bu konularda bilgi edinmede kullanmadınız? Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp!
    Siz “meta” kelimesini bilecek kadar sol edebiyatında pompalanmış birisiniz. Neden enayi gibi görünme artistliği yapıyorsunuz?
    ” soru havada asılı kaldı”
    Kendinizi biraz daha pompalatırsanız, daha çok hava dolarsınız, daha çok yükselirsiniz, daha çok bilgili olursunuz. Ve böylece asılı soruya yaklaşıp kendiniz cevaplandırma zekasına erişirsiniz.
    Ama doğrusu, benim dediklerimi anlamayan biri, bu aletleri kullanmakla sadece ve sadece boşuna enerji israfı yapmış oluyor.
    Beyinsiz bir tüketici! İdeal bir yedikçe daha fazla yemek isteyen bir zavallı şişko! Hepsi o kadar.

  577. “Benim için siz ve bu sitede yazanların hepsi benim en başta gelen düşmanlarımsınız!
    …Eğer ciddiyseniz şu kitapları okuyun sonra konuşalım… “Bu kadar çok kitap okuduğunu iddia edenlerin “bilgelik” yolunda olmaları gerekirken bu cümleleri okuduklarından bir şey anlamadığının kanıtıdır. Züppelik hanesindedir bu liste. Daha az okusaydı da, organik bilgi olarak zihninde bir sentezi başarabilseydi. sanki yazarların iğfal ettiği bir beynin salgısı bu ve benzeri cümleler!

  578. 563’e sadece giriş denemesi bir yorum
    Moda olan gözlemler:
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması- sefillik fazlalaşır
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması- yaşam kalitesi düşükler fazlalaşır. Özellikle zengin ülkelerde.
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması- enerji kaynaklarının kısıtlanmasıyla eskisi gibi bol yeyip bol dışlama yapamayacaklarından korkanlar fazlalaşır.
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması- televizyonda gördüklerini sevgili arkadaşlarıyla paylaşan çenesi düşükler fazlalaşır.
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması- istatistiklerle bunun doğru olduğunu ispat eden, okumuş, ciddi, araştırıcı iş arayan bilgeler fazlalaşır.
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması -“doğa kaynaklarıyla”, “insan kaynakları” arasında dengeleme terazileri arayan muhasebeci ruhlu devletler ve yamakları bilim-teknik adamları fazlalaşır.
    Fazlalıkların gittikçe fazlalaşması – bu fenomeni dürüst ve insancıl ele alan düşünürler AZALIR; “şimdiye kadar insan sefaletini açıklamalar sadece ve sadece okumuşlara iş FAZLALAŞTIRDI”, diyenler AZALIR.
    Örneğin, buna işaret edenler peygamber ilan edildiler. Dinler çıktı. Tapınaklar inşa edildi. … Rahiplerle dolduruldu aynı zamanımız seküler-laik tapınakları üniversiteler ve araştırma merkezleri gibi. Peygamber ilan edilmeyenler tarih kara deliğine gönderildi. Ben kendim binlercesini tanıyorum. Işığımı onlardan aldım.
    Liste çok uzun ve site haklı olarak kısa kesmeyi uygun görüyor.
    Yalnız bu modaya uyan ve “politically correct” olma çılgınları, yine allah belasını versin, az gelişmiş ülke (AGÜ) olmanın bitmez tükenmez cefasından artık gözlemci / gözlemi edilen ayırımının geçerli olmadığından habersizler. Örneğin salonunda televizyon önünde geviş getiren veya üniversitede devlet memuru olan bir bilim-teknik adamıyla fazlalıklar bir bütün olarak ele alınır. Eğer bu söylediğimi dehalıkla dolup taşan bu sitedekilerin diline çevirirsem “kesin kes özne/nesne ayırımı” artık moda değil. Hatta gözlemlere yol açan sorular buluşları etkilerler. Örneğin, dalga mı, partikül mü?
    Neyse, fırsat bu fırsat, ben de ne kadar bilgili olduğumun fiyakasını yapabiliyorum.
    Benim kendimi içine koyarak yaptığım gözlemlerim:
    Bolluk içinde ve çok yaşanılan Batı’da en büyük endüstri yaşam kalitesini arttırma teknikleri. Sadece bunu vaat edenler listesi 300 sayfayı aşar. Bulunduğum şehirde herkes devamlı sırıtır ama dünyada adam başına en fazla psikiyatristler burada. Eğlendirme endüstrisi de öyle. Gençler her deliklerinde bir kabloyla sefilliklerini unuturlar. Hatta Batı ülkelerinde mutsuz olmak yasak. Kapı komşun bile bu yasayı takviye etme polisi olduğundan, resmi yasa çıkarmaya da neden kalmaz. Sıfıra yakın çok küçük bir azınlık hariç, hepsi benim gibi konuşanları, aynı bu sitedeki ırkçı, faşist ruhlu, seküler-laik bilim-teknik din mensuplarının beni susturma polisliği yaptıkları gibi.
    Not: No dice baby! Ben insanlardan nefret edenlerden nefret ederim. Son 40 yılım bu sizin gibi insanlık, özgürlük, yaşamdan nefret edenleri incelemeyle geçti. En başta da bilim-teknik dini mensupları gelir. Bu din mensupları IŞİD’in, El Kaide, Taliban, İsrail devleti, drone’larıyla ölüm saçan ABD’nin gönüllü köleleri, aynada yansıları.
    Fark: “bütün dinlerin kaynağı aynı, yolları ayrı.” Kapitalizm dinine inananlarla Marksizm, Anarşizm, Faşizm, Liberalizm, Nazizm dinlerinin kaynağı aynı, yollar değişik. Sosyal mühendislik, bu dinin artık ineklerin bile gözünden kaçmaz, satıhta bir belirtisi. Ve ben bu yazımla böyle düşünenlerle dalga geçiyorum.

    Neyse, asıl konuya, gerçekler ve sayılar, döneyim, sadede geleyim.
    İstatistikle nasıl yalan söylenir kitabı çıkalı en az 50 yıl oldu..
    Bir örnek: etrafımızı saran elektromanyetik radyasyonun biyolojik zararlara neden olduğu iddia edilir.
    2009 yılında 1056 bilimsel dergilerde bu konuda araştırmaları içeren yazıları inceleyen bir araştırmacının buldukları:
    Araştırıcıların %44’ü radyasyonun biyolojik zararlara neden olmadığını kanıtlar. Araştırıcıların %56’sı radyasyonun biyolojik zararlara neden olduğunu kanıtlar. Bu araştırmaların %95’ini devletler finanse etmiş.
    Yazın denizde boğulan artar, yazın dondurma yiyen artar, o halde dondurma yemek boğulmaya neden olur (tabii bu bir espri olduğundan koca kellelerin koca kelle lafı ” korelasyon”u kullanmadım.
    Sigara içmek istatistiklere neden olur.
    İstatistik mini eteğe benzer, fikirler yaratır ama aslını saklar.
    Bir eli buzlu suda, bir eli kaynar suda olan istatistikçi “ortalama fena değil”, der.
    Doktor: çocuğunuzun yaşama ihtimali %70.
    G. Stein: Ama doktor bey benin 100 çocuğum yok.
    Son yüz yıl sosyolog, ekonomist ve psikologlara karşı yapılan en büyük eleştiri, felsefeden yoksun olmaları, kafayı aritmetik veya üç boyutlu geometriyle bozmuş olmaları, “bilgilerinin” yaşamdan çok yaşamdan nefret eden yöneticilere yaltakçılık ettikleri, tekzip etmeye bile değmedikleri.
    Genç geometrici: “ispat edilir”; İhtiyar, moruk, yaşlı, bunamış geometrici: “hayır edilemez.”
    “matematik pinti bilimidir”;
    Aydınlığa (ah şu bitmez tükenmez aydınlık müptelalığı!) eriştik, artık kurgu yok, şimdi her şey hesaplarla anlaşılacak. Ama hesap yapmaya kurguyla başlayacağız (çok zeki olduklarından anlamayanlara not: sayı kurgudur).
    “Matematik, iblis’in Allah’a baş kaldırıp onun yerini alma isteği”
    “Matematik önerileri gerçek dünyaya uygulandığında güvenilmez; güvenildiğinde de gerçek dünyayla alakasızdırlar.”
    “Matematik zorlar ama inandıramaz.”
    Biraz daha ileri gidip kendimi bu sorunlara ciddi, gerçekçi, uslu, terbiyeli, tam evcilleşmiş, gönüllü kölelerin sevmeyeceği bir düşüncemi bu sitedeki dahilerin diline benzer bir dille dile getireceğim.
    Sorun: fazlalıklar
    Karşı-sorun: fazla tüketenler

  579. Gezi Parkinda en güzel sloganiydi; Kahrolsun bagzi seyler!

    Bu wahsi de herseye karsi..
    O Sloganda bir espiri vardi bizimkinde ise aspirin! yada tursu..

    Hicte kimildamam o yazdigin kitaplara okumaya..
    Tahta kurulari icin cennetlik kitaplar olabilir..
    Seni Televisyonlardaki bilgi yarismasina sokacagim..cok manyak mony kazaniriz..devam et..

  580. 572 XYZ
    “Bunlara ilkellerle evcil, uslu medeniler arasında en büyük farklardan biri, “ilkeller dilinde fiil çok, medeniler dilinde isim çok”, desem, hemen ağızlarından ölü hortlaklar kusulur, köpükler çıkar.”
    Bir Eskimo atasözü: “Köpek ancak kırbaçla evcilleştirilir.”
    Evcilleşmiş, pasif, uslu, gönüllü köle olduğunu nasıl belli ettin!. Hortlaklar kusuyorsun, ağzın köpük dolu.
    Önce “OLGULAR”: sana zahmet herhangi bir sosyoloji, politika teorileri, antropolojide bir konu seç, iyi bir üniversitenin kıyasla biraz yüksek dersi alanlardan okumaları istenen kitaplar listesine bak. Veya kendi okuduğun kitapların bibliyografyasına bak ne kadar ağzının boşuna köpürdüğünü görürsün.
    Arkadaşlarımın sen ve senin gibi hortlak kusan bu sitedekilerin hepsinin rahat rahat yaşadıkları evlerini dolduracak kadar kitapları vardı ve hepsini okudular.
    Kalıyor geriye anlamak.
    1. Gerçekten anlamamışım ama bir delil veya kanıtın yok. Yine çok sık yaptığın televizyon psikolojisi ve kehanete başvurmuşsun.
    2. Daha az okumayla daha çok bilmek söylemesi hemen hemen utanılacak kadar bilinen bir şey. Organik lafı bir klişe.
    3. Bilgelik yolu ne demek? Sanırım senin gibi uslu, evcil, sulh seven, işi iyi kalplilere bırakırsak her şey düzelecek salakça kehanette bulunan bir bilge olmak.
    4. Senin gibi kıçının üstünde oturmuş, eski dindeki elhamdülillah diyeceğine, aynı şeyin seküler-laik versiyonu olan, Batı’ya, kapitalizme, uslu okula gitmeme, bize bol bol kemik atanlara şükür demek gerçek bilgelik yolu olmuş.
    Benim okuduklarım beni sulhçu ve pasif yapacağına saldırgan etmesi; sen ve diğerlerinin bolluk için insanlıktan çıktığınızı görmem beni tiksindiriyor, seni rahatsız ediyor. Çok iyi!!! Memnun oldum. Üstelik sen ve diğerleri gibi cahillerle kedi fareyle oynar gibi oynamam, bana haz veriyor. Sıradanlarla dalga geçmek hoş oluyor. Ama asıl nedeni, bütün kalbimle inanıyorum ki sizler insanlıktan çıkmışsınız.
    İnsanların düştükleri durumu doğasında arayan ve dolayısıyla insanlardan nefret eden, herkes şiddet sever diyen ve bunu insan doğasına bağlayan sen değil miydin? Önce maymun işiydi bir ara da keçilerle anlatmak isteyen sen değil miydin?
    Not: o keçi masalını anlatanın anlattıklarının antropolojiden değil senin gibi sivri kellesinden çıktığı çoktan ilan edildi ve Eski Ahit’den alıntılarının da senin iyi kalpliler salaklığı gibi kendi fantazileri olduğu da defalarca açıklandı.
    Hatta şiddetin ne olduğunu bilmiyorsun, bildiğini beynini tertemiz etmiş kendin gibi cahillerden öğrenmişsin.
    Clastres’ın “Şiddetin Arkeolojisi kitabında” senin gibi beyni yıkanmışların ilkelleri çevre ve sulh sever kalıbına sokmak isteyen iyi kalplilere cevabı: “doğru, çünkü artık savaşçı kalmadı!” Senin hayran olduğun Batı hepsini yok etti.
    Hobbes’ı oku, be salak, kendini görürsün. Çünkü o da bulunduğu kültürü dünyaya yansıtıp senin gibi kehanetini hakikat sandı.
    Bari başlamışken, fırsat bu fırsat, anlamadığım ama senden çok daha bildiğimin gösterisine devam edeyim.
    Tarihte göçebe çoban toplumları saldırgan olarak bilinir. Eski Ahit’de Kabil ve Abil miti.
    Sen ve bu sitedeki tüm avanaklardan ışıklar yılı daha bilgili Toynbee sorar: Peki nerede bu saldırganlar? Senin gibi barış seven, insan düşmanları onları kırımdan geçirdiler.
    İsa “Ben bu dünyaya barış getirmek için gelmedim, kılıç getirdim”, der.
    Not: Ağzından hortlaklar kusturacak bir bilgi gösterisi: Yahudiliğe giren Zerdüşçiliği İsa’ya aktaran Essenelerin etkisiyle, İsa kılıç metaforuyla iyiyi kötüden ayırmak demek ister.
    Hristiyanların İsa’nın barışçılık öğretisine uymamakla en büyük hataya düştüğünü iddia eden, kendisi barışçı olan anarşist hrıstiyan Ellul, “bir gün Paris’de borsanın önünden geçerken, şuraya bir bomba atsam ne güzel olur, düşündüm”, der. Bu sitede onu tanıyan bir kişi olmaması, sizlerin ne kadar salak olduğunuzu sonsuz kanıtlar. Bende senin gibileri bu dünyadan temizlesek ne iyi olur, düşünüyorum.
    Nietzsche aynı veya benzeri iki yüzlüğü şöyle anlatır: “Yaklaşın bir kiliseye, dinleyin bu affedici hrıstiyanları, bak sevmediklerine, günahkarlara ne yapıyorlar “, der. Sen, bu içi nefret dolu hrıstiyanların seküler-laik modaya uygun fırlamasısın.
    Marksist Walter Benjamin: Bütün modern politika teorileri üstü örtülü teoloji”, der.
    Adorno, ” Auschwitz’den sonra şiir olmaz.”, dedi. Bence, Adorno’nun bu lafı hala ayırt etme gücü olanlar için geçerli. Bu siteyse Auschwitz’i yaratan senin gibilerle dolu.
    Benim gibi saldırgan, bu alçakların kökünü kazmalı diyen, Adamitlere senin gibi insan düşmanı ama uslu evcilleşmiş, barışçılar karşı geldiler. Ortalık diner. Barışçılar, aynı senin iyi kalpli oğlunla arkadaşlarının işi ele geçirme salak teorisi gibi, düşmanlarla beraber devlet kurmuşlar. Adamitler yok, kırımdan geçmişler.
    Sırası gelmişken, senin sahte bilgeliciğini bana yansıtmandan bir örnek: Thomas Campanella, “Güneş Cemiyeti” kitabında Adamitlerin temel mesajı,”insan yeryüzünde, bir gün cennete mutlu olabilecek kadar, mutlu olabilir”, der.
    Sen bu kitabı övdün ama anlamamışsın. İki yüzlüsün. Veya organik, ekolojik anlamışsın. Sen hala insanın düştüğü durumu maymunlarda, keçilerde, insanın kendi doğasında arayan içi zamanının pislikleriyle dolu bir zavallısın.
    Senin gibi barışçı Luther, prensleri köylülere ve özellikle Thomas Müntzer’e karşı, aynı senin bana karşı, pompalar, saldırtır.
    İsviçre Luther’i Zwingli, Adamitlerin mülkiyete karşı olmasına, aynı senin gibi hortklaklar kusar, köpük salyalar akıtır: “Musa çalma, demekle mülkiyetin kutsal olduğunu söylemek istedi”, der ve senin gibi doğuştan İsviçrelilere Adamitleri kırımdan geçirtirir.
    Not: Eğer İsviçre’nin ruhunu anlamak istiyorsan, Zwingli’yi oku. En azından François Masnata et Claire Rubatel: “Le Pouvoir Suisse. Séduction Démocratique et Répression Suave”
    (İsviçre Güçlülüğü: Demokratik Cazibe ve Sakinleştirici Baskı”)
    “Allah ölürse, her şey mümkün”. Şimdiyse, utanma kalmamışsa her şey mümkün.

  581. 563’e sadece giriş denemesi bir yorum
    BİR ÖNEMLİ BİR DÜZELTME VEYA EK
    2009 yılında 1056 bilimsel dergilerde bu konuda araştırmaları içeren yazıları inceleyen bir araştırmacının buldukları:
    ESKİSİ:
    Araştırıcıların %44’ü radyasyonun biyolojik zararlara neden olmadığını kanıtlar. Araştırıcıların %56’sı radyasyonun biyolojik zararlara neden olduğunu kanıtlar. Bu araştırmaların %95’ini devletler finanse etmiş.
    DÜZELTİLMİŞİ:
    Araştırıcıların %44’ü radyasyonun biyolojik zararlara neden olmadığını kanıtlar. BU %44 ARASINDAKİLERİN %93’ÜNÜ ÖZEL ŞİRKETLER FİNANSE ETMİŞ. Araştırıcıların %56’sı radyasyonun biyolojik zararlara neden olduğunu kanıtlar. Bu araştırmaların %95’ini devletler finanse etmiş.

  582. 574 Hotlook
    yorum hakaret nedeniyle konmadı.

  583. Sayın (pipsqueak'e) 570 son soru

    Sayın “pipsqueak”,

    “570” numaralı metninizdeki referans kitap isimleri için teşekkür ederiz.

    Ve ek olarak, “497” numarada tekrar hatırlattığımız “Tanıl Bora”nın yazmış olduğu metni değerlendirdiğiniz için de teşekkür ederiz.

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde, sizlere “şirketokrasi (corporatocracy)” hastalığının bütün dünyaya yaydığı ölüm zehrini işaret etmeye çalıştık!

    Ve “şirketokrasi (corporatocracy)” hastalığının tuzağına düşürülmüş “Beyaz Ya-LA-ka”lar olduğumuzu sürekli hatırlattık!

    Bu tuzağa düşürülenler sadece “Beyaz” değil:
    “Turuncu Yaka” → “Turuncu Ya-LA-ka”
    “Siyah Yaka” → “Siyah Ya-LA-ka”
    “Pembe Yaka” → “Pembe Ya-LA-ka”
    “Yeşil Yaka” → “Yeşil Ya-LA-ka”
    “Mavi Yaka” → “Mavi Ya-LA-ka”
    “Beyaz Yaka” → “Beyaz Ya-LAk-a”

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar!

    Umarız, bir gün, yolunuz düşer de Maslak’ı ziyaret edersiniz, ve bu ölüm zehrinin beynimize nasıl enjekte edildiğini kendi gözlerinizle görürsünüz!

    Eğer Maslak’a gelemezseniz; Londra da olur, Taipei de olur, Rotterdam da olur, Mumbai de olur, Frankfurt ta olur, Seoul da olur, Stockholm da olur, Tokyo da olur, Cenevre de olur, Jakarta da olur, Milano da olur, Abu Dhabi de olur, Moskova da olur, Singapur da olur, Prag da olur, Dakar da olur, Varşova da olur, Hong Kong da olur, Québec de olur, Paris de olur, New York da olur… “Beyaz Ya-LA-ka”lar ne yazık ki her yerde!…

    Sayın “pipsqueak”,

    Size son sorumuz:

    Kapitalizm kendi kendini bitirir mi?

    Bu soruya bizlerin, (yani olmaktan nefret ettikleri “Beyaz Ya-LA-ka”ların!) cevabı:

    Hayır, bitirmez! “Eylem”e geçmek gerekir!

    Kapitalizmin hepimize dayattığı rekabeti terketmeyi denemeye mecburuz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    ===

    There’s something happening here
    But what it is ain’t exactly clear
    There’s a man with a gun over there
    Telling me I got to beware

    I think it’s time we stop
    Children, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    There’s battle lines being drawn
    And nobody’s right if everybody’s wrong
    Young people speaking their minds
    Getting so much resistance from behind

    It’s time we stop
    Hey, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    What a field day for the heat
    A thousand people in the street
    Singing songs and carrying signs
    Mostly saying, “Hooray for our side”

    It’s time we stop
    Hey, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    Paranoia strikes deep
    Into your life it will creep
    It starts when you’re always afraid
    Step out of line, the men come and take you away

    We better stop
    Hey, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    Stop
    Hey, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    Stop
    Now, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    We better stop
    Children, what’s that sound?
    Everybody look, what’s going down?

    ===

    Hoşçakalın…

  584. 574 Hotlook
    GEZİ PARK’ı bir fetiş, bir tabu, bir idol, bir vızıltı, bir her her kapıyı açan parola olmuş. Solcuları milli bayramı ilan edilmiş. Kendi adına konuşmaktan korkanların “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah”la diğer müminleri yardıma çağırması imdadı olmuş. Bir çeşit solcu ulusu ve aynı ulus gibi sahtekarlarla enayileri kardeş yapmış.
    “herşeye karşı değil”
    Not: her şeye karşı = bize karşı (gizli söylenen beraberlik parolası) mantığı sana çok yakışmış, doğrusu.
    Kendini bir aynada mavi gözlü sarışın görmek ve bolluk için insanlıktan çıkmışlara; Türklerin bir ırktan gelenleri fazlalık sayan YÜCE BATI medeniyetine hayranlara karşıyım.
    Kalifiyeli uslandırılmış,evcilleştirilmiş eski marksist-leninist-stalinist- … ülkelerden gelenlere kıyasla kabiliyetsiz, salt açlıktan boğazları koktuklarından bizim zenginliğimizden istifade etmek için gelen Türkler ve diğer geri kalmış ülkelerden gelenleri istemeyen BATI’ya hayranlara karşıyım.
    Not: BATI, daha heniz bu sitedeki bir Marx / Marks değil bir dahinin üretim güçlerini KALİFİYELİ, uslu, evcilleşmiş ve inşallah iyi kalpli kendi gibi dahilerin ele geçireceklerini duymamışlar. Bu dahi hala Marxsist devrimlerin kalifiye dolu BATI’da değil, fakir ülkelerde olduğu OLGU’sundan habersiz gibi. Sanırım görmek için bir teori bekliyor. Belki KEÇİ işi.
    Nota not: Bu ve bu sitedeki diğer dahilere göre Marks’ın modası geçti ama modası geçen her şey gibi zamanında moda olduğunu unutmayıp hakkını vermeli. Sanırım anarşistliği ithal edenler için de aynı şey gelecekte söylenilecek.
    Ben BATI’ya, Marx amcanın materyalistik diyalektik, tarihsel diyalektik, sınıfsal ve okulsal diyalektik, zenginler / fakirler diyalektik, öznel / nesnel diyalektik, durgun /hareket diyalektik, nitelik / nicelik diyalektik benzeri binlerce diyalektik cambazlığıyla EVET DOĞRU BAZI IRKLAR İNSAN BİLE SAYILMAZLAR, BİZİM GİBİ BİLİMDE HİÇ BİR KATKI YAPMAMIŞLAR, AMA ACIYIN BİZE, BAKIN ATATÜRK’DEN BU YANA SİZE BENZEMEK İÇİN ELİMİZDEN GELENİ YAPTIK , diyen sizlere karşıyım.
    Not: BATI sizlerin bu yaltakçılığınıza, doğuluların kölelik, el ayak öpme fenotipliği olarak algılar.
    Ben, aşağılık duygularını solculuk, marksistlik, devrimcilik, anarşistlik adına “dünya köleleri birleşelim” sloganıyla terapiye çeviren zavallılara karşıyım.
    Ben GEZİ PARKI’nı uluslararası fetiş yapmak isteyen siz sefillere karşıyım.
    Her neyse senin gibileri imdat diye bağırtarak yardım istemeye zorladığım için çok mutluyım.
    Senin marksist-leninist-stalinist-fai-cnt partinde sana yazmasını öğretecek biri yok mu?
    Marks amcan iyi ki ölmüş. Bu cahilliğine çok kızardı.

  585. 575
    sizin sorununuz aptalca bilgileri önemsemeniz; bu tıkıştırılmış bilgileri önemseyerek kendinizi önemli sayabiliyorsunuz. Verdiğiniz örnekler derinliksiz, değersiz. Bu bilgileri anlamak için o kadar okumaya gerek yok. Okunacak daha iyi kitaplarım var… Kitaplarınızın sizdeki sonuçlarına bakılınca özellikle kaçınmam bile gerekebilir.
    Derdiniz ne sizin? Bunu bile toparlayamıyor, ifade edemiyorsunuz.
    “Marksist Walter Benjamin: Bütün modern politika teorileri üstü örtülü teoloji”, der.
    Adorno, ” Auschwitz’den sonra şiir olmaz.” Bunların bilinmediğini mi sanıyorsunuz; ne basmakalıp doğrular!
    Siz bu aptal ayrıntılar içinde kaybolmuşken, başkalarının bir şey okumadığını mı sanıyorsunuz? Kendine-bilgisine aşık, tarihsel diyalektiğe kör, sürecin yöneten, belirleyen gerçeklikleri ıskalayanlardan olduğunuzu anlamak için anlaşılan artık çok geç! Öfkeniz, hiç bir orijinallik içermeyen, sokaktaki sıradan insanın aptalca aşağılama cümleleri kurduruyor size; zekice bir aşağılama cümlesi olsun okuyamamak bende okuduklarınızı içselleştiremediğinizi düşündürüyor. Adları anıyorsunuz ve gösteri bir tartışma yürütüyorsunuz.
    **
    Modernite’ye kızıyor ama Modernite’nin yazarlarını yere göğe koyamıyorsunuz! Bu “akıllı” adamların hangi birikmiş aklın ürünü olduğunu bile anlayamamış, gerçekten aptalca ayrıntılarda kaybolup gitmişsiniz. Öfkeniz de bu kaybolmuş olmanın kaçınılmaz hali; yolunu, nerede bulunduğunu insan bilemediğinde öfkelenir. Suçlu arar; tepinir. Kanıtı da bu cümle..” Benim için siz ve bu sitede yazanların hepsi benim en başta gelen düşmanlarımsınız.” ne acıklı bir hal bu! Dünya görüşünüz ne sefil ki; bula bula bu sitede düşman bulmuşsunuz! “Dünya Görüşü” derken düzeltmeliyim; körlüğü demeli; bir paragraflık düşünceniz, oradan buradan toparladığınız saçmalıklarla anlaşılmaz oluyor; lütfetseniz özlediğiniz o “vahşi, doğal” hayata ait felsefeyi yazıverseniz.
    Yazmazsınız; bize çuvallar dolu kitap “kakalamak” daha gösterişliyken… sonra o “tarih dışı” dünyanızın gizemi bozuluverir bakarsın!
    Ona buna salak demenizin kofluğu görünürleşir; en korkunç salaklığın okuduklarını toparlayamamışın kestiği ahkâm olduğu anlaşılabilir diye.
    *
    “anarşist hrıstiyan Ellul, “bir gün Paris’de borsanın önünden geçerken, şuraya bir bomba atsam ne güzel olur, düşündüm”, der.” Bu adamı tanımadığımız için de “salak” mışız! Salaklık “görüntülerle” savaşanlara ait. Ne de orijinal bir ifade; 17 yaş budalalığı artık bu arzular! “Salaklığımız” ise sizi tanıyarak azalıyor; daha kötü de olunabilirmiş!
    Şimdilik bu umarım yeterli olur; ihtiyaç halinde doz artımı yapılabilir…
    (Kötü bir niyetim yok; muhatabımın bu tarzı sevdiğini düşünerek böylece yazdım!)

  586. Wahsi,
    Hep konularin üzerine komaniceler gibi eline balta alip ates cevresinde savas dansi yapiyorsun..
    Biraz TV.seyret,insan icine gir,insanlarla iyi ilskilerde bulun.
    Cok wahsi kalmissin.Isin zor..
    Birsey soruldugunda gazel cekiyon..
    Okuduklarindanda böyle seyler cikartiyorsun..Uydur uydur gitsin..
    Yazilarina ancak tv.seyrederek yazabiliyorum..baska türlü cekilmezsin..

    Ne olacak senin bu halin bilmem..-(
    Seni kim kurtaracak..

  587. Wahsi,
    Hep konularin üzerine komaniceler gibi eline balta alip ates cevresinde savas dansi yapiyorsun..
    Biraz TV.seyret,insan icine gir,insanlarla iyi ilskilerde bulun.
    Cok wahsi kalmissin.Isin zor..
    Birsey soruldugunda gazel cekiyon..
    Okuduklarindanda böyle seyler cikartiyorsun..Uydur uydur gitsin..
    Yazilarina ancak tv.seyrederek yazabiliyorum..baska türlü cekilmezsin..
    Okuduklari para etmez.Sen Zengin olmaga bak hazir ABD deyken..Ne tas devri gelecegi var ne anarsiszm,sosyalizm.

    Ne olacak senin bu halin bilmem..-(
    Seni kim kurtaracak..

  588. Ben Bingöl’e göktaşı toplamaya gidiyorum.

    Eğer bu siteden de gelmek isteyenler varsa bekleyeceğim biraz. Boşuna birçok arabayla gitmeyelim.

    Gün sen de gelmek istersen hazırlan istersen, soğuktur şimdi oralar…

    Evet, gelmek isteyenler gerçek adını veya nick adlarını aşağıya yazabilir…

  589. 578
    Bütün samimiyetimle itiraf ediyorum: ben sizi zerre kadar anlamıyorum. Nedenler aşağıda.
    1. Sizin adeta bir çılgınlık içinde hissetiğiniz, insanlığı kendimizi insan görmekten utandıracak hale getiren canavarı yok etme isteğinizi, ben günde 24 saat hissediyorum. Gerçi sizin canavarla benim canavar arasındaki fark yanında gece gündüz farkı silik kalır ama şimdilik oraya dalmayacağım.
    2. Bu isteğinizi ve benim kendi canavarımı yok etme isteğiyle birleştirince, hissettiğim güçsüzlük beni deli ediyor. Ancak düş kurabiliyorum. Uyarı: lütfen %100 burjuva kavramı olan EYLEM kusmaya başlamayın, okuyun, anlayın. En az G. Anders’, ve hatta yüzlerce dürüst Marxist’in bu EYLEM salaklığına ne dediklerin bakın.
    Benim bilim-tekniğe karşı söylediklerimi söyleyen Anarşistler de var ama bu site, anarşistliği kişisel terapiye çevirmiş, anarşistiliği anarşistlik ithal tüccarlığına, modaya uygun ideoloji satış acentası yapmış. Örneğin hoş görü kisvesi altında bazı bilim-tekniği savunan hödüklere en az 2-3 yüz yıl geride olduklarını hatırlatacak, bu konu çoktan “ah düzeni şu alçak kapitalistlerden alıp bizim ahpaplara versek”, şapşal konuşmalara benden başka kimsenin karşı olmayışı hayret edici değil mi?
    Yine de, istemeyerek, anarşist birinden bir örnek vereyim.
    Dwight Macdonald : 1946’da (Not: hey cahilliklerini anarşistlik hoş görüşü altında saklayan anarşistlik tüccarları, bu 1946’da yazılmış), İlerlemeye tapmamayı ve hatta tam tersini savunan bir gerçek anarşisten alıntı. Bu anarşist, bu sitedeki insan düşmanlarını, makineye tapanları kıçlarına tekmeyle kovalardı!
    ” … for intellectuals often sense now what most people will believe later on. Is it fantastic to imagine that large masses of people may become, as life grows increasingly unbearable in our scientifically-planned jungle, what might be called Human materialists (as against the Historical and Progressive variety)? That they may conclude that they don’t want electric iceboxes if the industrial system required to produce them also produces World War III, or that they would prefer fewer and worse or even no automobiles if the price for more and better is the regimentation of people on a scale which precludes their behaving humanly toward each other? ”
    Not: Bu bilgiyi de salt bazı cahillerin ağızlarından hortlaklar kusulsun, köpükler çıksın; siz de “sadede gel, biz egemenliğe egemen olmak istiyoruz, burjuva allahı EYLEM’e kavuşmak istiyoruz, lütfen acele et”, dememeniz için bilerek ekledim.
    Şimdi anladınız mı ben neden bu sitede yazan hepinizi insan düşmanları olarak görüyorum? Şimdi anladınız mı, ben neden bu sitenin üstü kapalı Lenin, Hitler, Staline tapanlardan oluştuğunu görüyorum? Faust hiç değilse bilgi için ruhunu sattı, sizler saç kurutma makineleri için ruhunuzu, komşuluğu, akrabalığı, insanlığı satmaya çoktan hazırsınız.
    Bu sitedeki Marx’ın sırtına binmişler bile Marx’ı, Marx’a yakışır seviyede inceleyip bazı sorunlar bulanları bile tanımayanlara, Marx’ı bolluk tanrısına çevirip soytarılaştıranlara (aman dönercinin oğlu Hortlak okumasın) biraz terbiyeli ve ciddi davranmaları için uyarıda bulunmamaları da hayli tuhaf, ama anlaşılır: doğduğumdan yurt dışına çıkana kadar işittiğim “cahillik efendim, bizim problemimiz cahillik!”, Atatürk ilahisi.
    Marxist Silvia Federici “Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation.” kitabında Marx’ın Kapitalin İlkel Birikimi üzerinde çok güzel bir eksiklik veya genişletici bir nokta bulur.
    Not: Bu bilgiyi de salt bazı cahillerin ağızlarından hortlaklar kusulsun, köpükler çıksın; siz de “sadede gel, biz egemenliğe egemen olmak istiyoruz, burjuva allahı EYLEM’e kavuşmak istiyoruz, lütfen acele et”, dememeniz için bilerek ekledim.
    Her defa son 50-60 yıldır yıldır dürüst düşünürlerin çoğunun dolaylı veya doğrudan meşgul edenin bilim-tekniğin yarattığı dünya olduğundan söz etsem, bütün site yaltakçı ruhluları karşıma çıkıyor. Başta iki süper salak.
    Biri zaten insanlıktan tamamıyla çıkmış. Diğeri kıvırıp duruyor. Onun ilk yazısını okuduğumda sevişmeyi bile robotlarla yapmak istiyordu, uzaya gitmeye hazırdı. Sonra maymunlarla keçilere daldı. Daha sonra bir ara oğlu gibi kalifiyeli ama iyi kalplilere döndü. Son fikri sıradan bir politikacı konuşması: benden size vaat, gerisi size kalmış, ayrıntıları siz hayal edip doldurun!
    Bu yukarıdaki D. Macdonald örneğine ek milyon daha örnek verebilirim. Tabii anarşistliği en alçak anlamda, Batı’nın dünyaya en büyük hediyesi olan nihilizm anlamında, anlayan bu site için “utanma yoksa, her şey mümkün!”
    3. Ne var ki, sizin bu sitedeki bilaistisna hepsinin aşırı ırkçı, aşırı insan düşmanı, aşırı faşist ruhlu, aşırı kıskanç ruhlu (benim gibi ilkesi olan insanları psikolojiye indirgeyen yaltakçı yamaklar olduğunu bilmeme rağmen, psikolojiden sonsuz nefret ettiğim halde, bu sözleri kullanmam beni rahatsız ediyor), aşırı eski içi kokmuş ucuz parti politikası düşüncelerinden bir türlü vazgeçmemelerini görmemenizin tek nedeni sizin de onlar gibi olmanızdan başka bir şey olamaz.
    Not: özellikle “hakaret” bahanesiyle yayınlanmaz diye ad vermekten ve en aşırı olanların adlarını vermek istemiyorum.
    4. Ben defalarca belirledim. Benim için medeniyeti savunan kapitalizmi çok daha fazla savunandır ve içi sonsuz pislik doludur. Kapitalizm yarın yok olabilir ama medeniyet onun yerine adı başka özü aynı bir düzen kurar.
    5. Bu sitedekilerle Avrupa ve Amerika’da son derece sık rastladığım “düzen”i eleştiricilerin klonları: “komşu mersedes sürüyor, ben ford sürüyorum, bu bir haksızlık”, diyenler.
    6. Yıkılmasını istediğiniz düzenin %100 gardiyanları, yine bilaistisna, olan bu sitedekileri görmemeniz benim için aslında çok şaşırtıcı değil. Bir örnekle anlatayım.
    Not: Bunu en güzel anlatanlardan biri Jacques Le Goff’un “Marchand et Banquiers du Moyen Age”, kitabı. Bu bilgiyi de salt bazı cahillerin ağızlarından hortlaklar kusulsun, köpükler çıksın; siz de “sadede gel, biz egemenliğe egemen olmak istiyoruz, burjuva allahı EYLEM’e kavuşmak istiyoruz, lütfen acele et”, dememeniz için bilerek ekledim.
    Halihazırda 11. yüz yılda, devletlere savaşlarının donanım ve askerleri besleme masraflarını karşılayacak kadar parayı borç verecek zengin tüccar ve bankacılar var. Bu Marks, Atatürk, anarşistler, kısacası bu sitedekilerin tümünün ilk klonları tüccar ve bankacılar, dinde öğretilen safsatalar yerine, matematik, coğrafya, tarih, geometri, tıp, doğa bilimleri öğreten okullar isterler.
    Siz ve sitedekilerle ilgili özetim: bu güç ve bilinçlerine rağmen “bu işi aristokratlar yerine biz kendimiz yapabiliriz”, diyene kadar aradan beş yüz yıl geçer. Beyin yıkanması öyle sıradan bir şey değil. Ve hepinizin beyinleri en son, en bilimsel, en etkileyici, en ince ve görmesi imkansız metotlarla o kadar güzel yıkanmış ki, yıkandığına inanmıyorsunuz! Günümüz ideolojisi sizin ruhunuza işlemiş, genlerinizle getirmişsiniz. Mahpus ve gardiyan aynı olmuş.
    Bu sitedekiler 11. yüzyılda yaşayanlara benziyorlar. AMA FARK SONSUZ BÜYÜK. Tüccar ve bankacıları gücü Sümer ile başlar. Sümerlerden sonra gelen süredeki Orta Doğu’dan Çin’e kadar etkileyici (efficacious) bankacılık ve tüccarların yerel para çekebilme olanağı zamanımızdaki bilgisayarlara rağmen hala erişilmediğini iddia eden tarihçiler var.
    Not: Bu bilgiyi de salt bazı cahillerin ağızlarından hortlaklar kusulsun, köpükler çıksın; siz de “sadede gel, biz egemenliğe egemen olmak istiyoruz, burjuva allahı EYLEM’e kavuşmak istiyoruz, lütfen acele et”, dememeniz için bilerek ekledim.
    Sümer hala eski bir ayağı eski cemiyet gelenekleri diğer ayağı %100 BATI’da olduğu sürede. Cemiyeti temsil eden kralın kaderiyle cemiyetin kaderi aynı hisleri içinde olduğundan müneccimler kralın kaderinin kehanetinde bulunurlar.
    Bak J. G. Frazer’in “Golden Bough”. Bu bilgiyi de salt bazı cahillerin ağızlarından hortlaklar kusulsun, köpükler çıksın; siz de “sadede gel, biz egemenliğe egemen olmak istiyoruz, burjuva allahı EYLEM’e kavuşmak istiyoruz, lütfen acele et”, dememeniz için bilerek ekledim.
    2-3 yüz yıl sonra tüccarlar da müneccimlere ücretlerini ödeyip kendi kaderlerinin falına baktırırlar. Kısacası tüccarlar da boklarında boncuk bulmaya başlarlar. Bu uslu, terbiyeli, evcilleşmiş kibarlarla dolup taşan siteye uygun söylersem, bencil olurlar. Şimdi bütün Batı insanları, en az bu sitedekilerin hepsi, ayna karşısına geçip kendi müneccimleri olmuşlar ve aynada kendi kader falına baktırarak bokunda boncuk bulmuş olurlar. Aynı nüfus artışında fazlalıklar gören “BİLİMSEL”,”OLGUSAL”, “NESNEL”, “TELVİZYONSEL”, “GÖZLEMSEL”, “MESLEKSEL” “İSTATİSTİKSEL”, “ÜNİVERSİTESEL”, “DENEYSEL”, “ATATÜRKSEL”, “MARXSEL”, “FALAN FİLANSEL” bigi küpü gibi.
    Not: Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen, lütfen D. Macdonald’ın “… if the price for more and better is the regimentation of people on a scale which precludes their behaving humanly toward each other? ”
    ( … eğer daha çok ve daha iyi yaşama, insanların birbirlerine karşı insanlık dışı davranmalarına mal olacak ölçüde bir biçimleme pahasına olacaksa? …) laflarını aranızda bu yukarıdaki sözünü ettiğim salakları görene kadar yüksek sesle okuyun. Sizin sürekli bulup çıkardığınız kapitalizm vahşeti işte bu ve benden başka kimse görmüyor!
    Not: Bu bilgiyi de salt bazı cahillerin ağızlarından hortlaklar kusulsun, köpükler çıksın; siz de “sadede gel, biz egemenliğe egemen olmak istiyoruz, burjuva allahı EYLEM’e kavuşmak istiyoruz, lütfen acele et”, dememeniz için bilerek ekledim.Tamam, tamam sadede geleyim.
    Nihayet! AMA FARK SONSUZ BÜYÜK’e dönüş.
    Tüccarlar çok eski bir geleneğin mirasçıları, güçleri halk ve halklar arasında sonsuz yayılmış bir yaşam biçiminden kaynaklanır.
    Direnenlerin tek kaynakları tamamen ruhsal, düş-sel: hatıralar.
    İlkeller canavara karşı ancak hatırladıkları yaşamı düş-ünerek karşı koydular.
    Bizde bunlar kitaplara aktarılmış ölmüş düş-ünceler. Ve sık sık satır arası okumak gerekiyor.
    Ben ne desem bu sitede hem mahpus hem gardiyan olan, gönüllü köleler hemen üstüme çullanıyorlar. Bu sitede en basit OLGULAR olan, gözümüzün önün binlerce doğanın tahribi bir yana, kalitesiz yaşamaktansa az ve öz yaşama BELKİ daha iyi olabilir diyecek cesaretini gösterecek tek bir dürüst bir insan bile yok. Biraz tuhaf değil mi?
    Galiba metafor ve sembol ve fazla bilgi çok oldu.
    Özet: dünya sizin gibi burjuva ruhlu insanlarla dolu olduğundan, bu yazımda daha önce dediğim gibi, medeniyet aynı şeyi başka bir ad alında sunar. Hatıra yok, hatıraları hatırlatanlar hor görülüyor. Üstelik bu sitenin kendisi eski marksist-leninist-stalinistliğe yeni ve modaya uygun anarşistlik adını vererek yutturup duruyor.
    Kazık atanların başarılı olmalarının en büyük sırrı: “hiç bir şeyi değiştirmemek için, her şeyi değiştirmek.”
    Lütfen ciddi sorularınızı bu sitede sayılmaz kadar çok ciddi, bilgili, uslu, evcilleşmiş, asıl sizin peşinde olduğunuz şeyi bilen dahilere sorunuz. Biliyorsunuz Türkiye’de hep takma ad verilir. Benim adım madenciydi. Deniz kıyısındaki kahvelerde, gülmeden yalancıları pompalardım. Arkadaşlar fark ettirmeden gülerlerdi. Yalancıya istediğimi yaptırırdım. Ben bu sitenin kendi kendi yalan söyleyenlerle dolu olduğunu anlayınca sadece gülmek için pompalıyorum. Ciddiye almayın.
    Bütün söylediklerim yalan.
    Not: Sizin çok koca kelle Tanıl Bora da öbürleri gibi aynada kendi kendiyle konuşuyormuş, ben ciddiye almıştım, pişmanım. Ama gülmek için dalgamı da geçtim.

  590. Özgürlük ve Mütevazılık

    Ben de Köylü Ekrem’im:

    https://www.youtube.com/watch?v=LW3BY5qzhlg

  591. Sayın (pipsqueak) 584'e son cevap

    Sayın “pipsqueak” 584,

    Cevabınız için teşekkür ederiz.

    Uyarılar:

    [1]

    Yanlış kişilere karşı düşmanlık besliyorsunuz! Bu hatanızdan dönmeniz hususunda artık çaba sarfetmeyeceğiz!

    [2]

    {{{ Ne var ki, sizin bu sitedeki bilaistisna hepsinin aşırı ırkçı, aşırı insan düşmanı, aşırı faşist ruhlu, aşırı kıskanç ruhlu (benim gibi ilkesi olan insanları psikolojiye indirgeyen yaltakçı yamaklar olduğunu bilmeme rağmen, psikolojiden sonsuz nefret ettiğim halde, bu sözleri kullanmam beni rahatsız ediyor), aşırı eski içi kokmuş ucuz parti politikası düşüncelerinden bir türlü vazgeçmemelerini görmemenizin tek nedeni sizin de onlar gibi olmanızdan başka bir şey olamaz. }}}

    Özellikle sayın “ogürsel”in ve sayın “hortlak”ın; kapitalizm karşıtı kişiler olması ilk adımı atmak için yeterli!

    Ve her ikisinin de [aşırı eski içi kokmuş ucuz parti politikası düşünceleri]ne sahip olmadıklarına eminiz!

    Quis custodiet ipsos custodes?
    (Romalı şair “Juvenal [Decimo Giunio Giovenale]”, 1. yüzyıl)

    Yukarıdaki sözü, bu sayfada hatırlatan tek kişinin bizler, yani olmaktan nefret ettikleri “Beyaz Ya-LA-ka”lar olduğunu unutmayınız!

    Plazalarda C.E.O. kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların “hiyerarşiye karşı olmadığı!” yönündeki ithamlarınızı tekrar hatırlayıp, biraz utanmaya çalışınız!

    [3]

    Biyolojik olarak bizlerden (yani olmaktan nefret ettikleri “Beyaz Ya-LA-ka”lardan!) büyük olduğunuzu biliyoruz. Gelmekte olan nesil (meşhur “gençlik myth”i!); “Philistinism” ve “Poshlost” tabirlerinden muzdarip olduğundan, siz ve sizin gibilerle iletişim kuramayacak!

    Bu nesille oturup bir kelime bile konuşamayacak duruma geleceksiniz! Çünkü “şirketokrasi (corporatocracy)”ye karşı mücadeleye omuz vermiyorsunuz!

    İşte ispatı:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım?

    Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan?

    Çünkü: Bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var!

    Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    [4]

    Gelmekte olan nesil (meşhur “gençlik myth”i!); “Dunning-Kruger” salgınından muzdarip! Artık siz ve sizin gibilerle iletişim kuramayacak!

    **********

    Yukarıda, son iki maddede ([3] ve [4]) aktardıklarımız:
    “Kapitalizm”in beygiri olan “şirketokrasi (corporatocracy)”nin yaymaya özellikle son 20 yıldır hız verdiği yeni zehirlerdir!

    Sayın “pipsqueak”,
    Kuluçka merkezi olan “şirketokrasi (corporatocracy)”ye karşı eylemlere omuz vermediğiniz müddetçe; gelmekte olan nesil (meşhur “gençlik myth”i!) sizi ve sizin gibileri Louvre’da sergilemek için ikna yöntemleri geliştirecek! Dikkat ediniz; “transhumanism process!” için sizi bile ikna edebilirler!

    Bugün bütün renkler dahil olmak üzere “Beyaz Ya-LA-ka”lar arasında da; siz ve sizin gibilerin Louvre’a gönderilmemesi gerektiği üzerine hâlâ beyni zehirlenmemiş tek tük birkaç kişi var!

    Bizlere düşmanlık beslemeye devam ettiğiniz sürece, kafamıza taş atmaya devam ettiğiniz sürece; ilk önce kendiniz eriyeceksiniz, sonra bizler eriyeceğiz!

    Sağlıklı bir ömür geçirmeniz temennimizle…

    Hoşçakalın.

  592. 580 XYZ ve 581 Whortalk
    Benim dalga geçtiğim diğerleri ya zekaları siz ikizde fazla olduğundan veya benim sizin gibi uyuşuk, evcilleşmiş, uslu, söyledikleri klasik biri olmadığımı anlayıp akıllılık gösterip çekildiler.
    Ben ne yazsam, hemen siz ikizlerin ağzından kadavralar çıkıyor. Bolluk getiren Batı tarihsel diyalektiğin ürünlerini çok yemişsiniz kabız olmuşsunuz. Bana dua edin, sayemde ağzınızdan çıkarma fırsatı buluyorsunuz. Çok nankörsünüz.
    XYZ bilgi küpü bey efendi, bakın diğer salak benim “Wahsi” olduğumu anladı. Sen uslu, barış sever, iyilikseverlerle tüm dünya problemlerinin çözüleceğine inanan, günahın bizde değil eski şeytanın yerini alan insan doğasında, genlerde, maymunlarda, keçilerde, tarihsel diyalektikte, üretim araçlarının sen ve tanıdıklar gibi iyi kalplilerin elinde olmamasından doğduğuna inanan bir çeşit ermişe benziyorsun. “Wahsi”lik benim doğamda, barış severlik senin doğanda. Neden hemen böyle iki yüzlülük yapıp saldırıya geçiyorsun.
    Kitaplara gelince. Sanırım yabancı dil bilmenin çeviride gerekli ama yetersiz olduğunu biliyorsun. Üstelik kitap çeviri ve satışı büyük bir ticaret. Bakın bu site bile kitap reklamlarıyla dolu. Çevirilerden öğrendiklerine karşı biraz kuşkulu olsan daha iyi olur.
    Senin idolünün aslında politika tüccarı olduğunu düşünmem seni rahatsız ediyor, bu çok normal. Sana benzediği için sen görmüyorsun, hepsi bu kadar basit.
    Örneğin bir bilimsel deney yap. Eğer güvenebileceğin bilgili birine insanlığını paranteze alıp, ki ben buna karşıyım, senin idolle ağzına utanmadan hafife aldığın Ellul arasında nesnel bir kıyasda bulunmasını rica et. Ve daha önce yaptığın gibi görecilikle kıvırma.
    Adorno ve Benjaminin senin salakça savunduğun bilim-tekniğin insanları senin gibi beyinsizlere çevirdiğini iddia eden ekolün en ünlüleri olduğunu öğren. Sonra konuş
    Ben bilgi sergiliyorum sen benim bilgilerimin değersiz olduğunu söylüyorsun. Git bunu da doğru dürüst entelektüellere sor, bakalım ne diyecekler.
    Birçok konuda hava atmaya başladın, ben senin hava attığını bildiğim için konuyu genişlettim, kestin salakça fiyakalarını.
    Ben senin ne kadar cahil olduğunu tamamıyla klasik kelimeler kullanmanda, kendin gibi cahilleri etkilemek için öğrenilmiş, tamamıyla okul çocuklarına yakışır, örneğin modernite, paradigma, epistem gibi, aslında içi boş bir zavallı olduğunu, emin ol çoktan gördüm.
    Salaklık ayıp değil, salaklığıyla iftihar etmek çok ayıp.
    Sen benim yazdıklarımı okumuyor, aynı senin ikizin Hotdog gibi, kelimeler seçip senin cahilliğini, dolaylı veya dolaysız, yüzüne vurmam seni çılgınlaştırıyor.
    Anlatmaya çalıştım. Senin gibi sulh severler aslında nefret dolu, ırkçı, faşist ruhlusunuz.
    Ben senin yazdıklarını hepsine nokta nokta cevap verirken, sen aynı idolün salak gibi bokunda boncuk bulmuşlar arasında çok yaygın ama sana kıyasla senden daha akıllı olduğu için senin gibilerin zavallı, korkak, kendi fikirlerinin kısıtlığını gösterene saldırmaktan başka bir şey yapmıyorsun.
    Her ikimiz de biliyoruz. İstesek de istemesek de uzmanlık çağındayız. Ben kendimin uzman olduğum konuların sınırlarını, elimden geldiği kadar öznelliğe kaymadan, biliyorum ve senin bu konularda gerçekten çok cahil olduğun bana apaçık. Çoğu zaman söylediklerimin ancak bağlam içinde anlamı olduğunu bile görmüyorsun. Örneğin isimlerini yazdığım kitaplar sadece ve sadece YaLaKa’larla aramızda olan ilişkilerimle ilgili. Senin neden, burnunu sokuyorsun. Üstelik İngilizce ve Fransızca bile bilmediğin için o kitapları nasıl değerlendirdin?
    Senin o listedeki isimleri hafife alman ancak psikolojik nedenlerden bana saldırmak isteğini (nerede o sulh sever?) veya hiç birini tanımadığını gösterir.
    Senin tamamıyla ne kadar mantıksız konuştuğunu ele veren iki iddian var.
    1. Ya okumamışım;
    2. Ya da okumuşum ama anlamamışım.
    Bunu söylemek için 17 yaş değil, ki 17 yaşlılara hakaret olur, ancak salaklığını yüzüne vuranın ağzından kadavralar çıkartması.
    İkisine de cevap verdim, senin ağzından sadece köpükler çıktı.
    Sen ve diğerlerini neden benim düşmanlarım olduğunu çok bariz ve defalarca anlattım. Kaçınılması imkansız burjuva olmuşsunuz ve modernliğin (hava atacağına, Adorno, Benjamin ve frankfurt ekolün aydınlık çağını eleştirisini oku, aynı ekolden H. Marcus’u oku) en büyük simgesi olan nihilizm içinde çırpınıp duruyorsunuz. Ve hemen hemen bütün dünya bu anlamsız yaşamın azabını çekmekte ve sizin gibi saklayıp horozluk yapmakta. Ben son derece eminim, sen benim “nihilizm” sözüyle ne demek istediğimi anlaman için (özellikle gerçekten çok kalın kafalı olduğundan ve sadece klasik eski püskü şeyleri bildiğinden) yüzlerce kitap okuman gerekir. İstersen sana de bir liste göndereyim

  593. Insanin hergün söyledig laflar; Dünyanin adaleti yok!

    Marx dan bildigimiz ; isciler makinanin kölesi olmustur..,

    Bizim dangir wahside bunlar üzerinde kitap,felsefe yapan kisir kafalilara kafayi takmis..

    Olayda su; üniversitelerden beyin cikmaz tumturakli laflar cikar..

    Bunu kapitalistler de cok iyi bilir.. Derlerki..Biz onlari,kravatli yapip vitrine koyariz..baska hicbir ise yaramazlar..

    Wahsi düsman da Dikkat ederseniz etkilendigi yazarlar cogunlukla Proföserler..
    Onlarin bos laflarindan,dolayli laflarindan,konuya hep dolananlardan,dans edenlerden,sarki söyleyenlerden etkilenmis..
    Onlar hicbir zaman civiye vuramazlar..Bunlari sendede görünüyor..yansiyor..
    Güzel laf edecegim diye kafani bosuna harcayacagina dogru,güzel düsünmege bak..

    Ayrica kafana sunuda takma; Bazilari tas atmagi severler..
    Bazilari laf atmagi..
    Bazilari para atmaga..
    Vede köle olmaga.. esek olmaga..
    Soruda bu; Sen neyin kölesisin? Sen neyin kölesisin?
    Senin dinledig müzik ne?merak ettim!

  594. 586 YaLa, Yala, çok YaLa
    Neden bu sitedekilerin hepsinin ırkçı, faşist ruhlu, burjuva, yeni nazi, Atatürk’den bu yana bir adım atmamış olduklarını görmemekte ısrar ediyorsunuz? Asıl düşmanların dayanıkları adi askerler olduğunu görüp yüzlerine tükürmüyor sunuz? Tabii aynı onlar gibi olduğunuz için.
    D. Macdonald’ın kısa yazısını bile okumamışsınız.
    Eğer okusaydınız ve sadece o iki salak değil hepinizin ırkçı, faşist ruhlu yeni naziler olduğunu görürdünüz.
    Hatta kendinizin ne kadar salak olduğunuz çok belli ama görmüyorsunuz. Hala işi yaşla başla anlıyorsunuz. Kafaya hiç anlamadığınız, benim lafını ettiğim, gençlik mitini soktunuz, çıkarmak imkansız. Eylem de öyle. Sizler kapitalizmin en büyük destekçilerisiniz. Geri kalan kişisel terapi. Geri kalmış ülke insanlarının çoğunluk olan sıradanlarla birleşme isteği. SaLaKa YaLaMa devrimci artistler, yazı başlayalı nesiller arası bilgi aktarması ancak kitaplarla oluyor!
    Ninni, uyusunda büyüsün, ninni.
    Not:. Yazıyı eleştirip bunun getirdiği cahillikleri açıklayan kitaplar var var ama artık sizin asla okumadığınızı kesin bildiğim için liste yapmayacağım
    İşte bir yepyeni örnek: 585 no’lu medya hilkatı. “Youtube’da çıkmış, o halde doğru!”, salağı. Ama siz bunu görmüyorsunuz. CEO’ları herkes biliyor ve çoğunluk, özellikle faşist ruhlu o iki salaklara benzeyenler, EMEK, EYLEM, ve EMEKÇİLER yarattıkarı için destekliyorlar. Asıl onları besleyenler bu hödükler ve salaklar, siz ve bu 585 medya hilkatı.
    Diğer bir televizyon önünde geviş getiren salak, bir kukla, göz yaşartıcı, duygusal, tiksindirici medya taklidiyle kendinin klonu idolünün ve hepinizin durmadan kustuğunuz “politically correct” laflarla kendi kendini kandıran, televizyon önünde büyüdüğü şüphe götürmez, seyirci bir hilkat garibesinden acıklı ama sevimli bir alıntı:
    “Karşımızda 80 yaşında, gülünce gözleri kaybolan tatlı bir adam var. …”
    Aynı şekilde hiç bir şey bilmediği ama patronuna yakışır “politically correct” zapatistlerle ilgili kahramanlık televizyon masalları. Marcos’un bu yerlilerle ilk tanıştığında ne öğrendiğinden bihaber bir salak. Marcos bu yerlilerden, bu iki nazi paşaları salakların bildiklerinin, aslında beyin yıkaması olduğunu öğrenir. Yüz seksen yıl önce Euclides da Cunha’nın yerlilerden sizlerin inançlarınızın, aslında yönetenlerin beyin yıkaması olduğunun farkına varması gibi. Sizler gibi kıç yalama ve “politically correct” dilinden mahrum yerliler, bunun sizler gibi ustası Marcos’u aracı olarak kullanırlar. Watson’u okumadığınız nasıl belli. Hele Fredy, forget it!
    Marcos masalını analatan salağı görmek için bak, Geronima ve kendi cemiyeti; bak, Makhno ve beraberinde savaşan anarşistler.
    Anarşist yazar B. Travern’i okuyun.
    Not: Cahilliklerini yüzlerine tükürdüğümden, ağızlarından kadavra kusanları karşımda görüyorum. Bu nazi torunlarıyla kedi fare oynaması bana sonsuz zevk veriyor. Sanki büyük babalarının öldürdükleri insanların intikamını alıyorum.
    545 no’lu yazımda şunu yazmıştım “Diğer yandan teknolojik devrime kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcı köylülerdi. Okulların artmasıyla bu insanlara cahillik damgası vurulması hayli şaşırtıcı. Bilgi, saygı, anlamaktan çok propaganda ve böbürlenmek.”
    Gerçi binlerce benzerini yazmıştım ama resimli, sesli, imgeli, bacaklı eğlenceli değildi. Salak tüketicilerin alıştığı banal, basit anlaması kolay değildi. Örneğin, bokunda sadece boncuk değil binlerce cincik boncuk bulan, aslında bana yanıt olmayan, kendinden daha büyük salak idolüne bilgeliğini göstermekle çırpınan, anlamsız yaşamına renk kattığım bir şapşal blöf yapar. Adorno’nun adını duymuş ama nedense Adorno’nun “kültür endüstrisi” kavramını duymamış. Veya halife Ömer’in İskenderiye kütüphanesini yaktırma mantığıyla, “patronum ve ben bilmiyorsak, bilmeye değmez”, der.
    Bu yaşayan ölüler için tek hakikat youpoop, facebok, twatterda çıkanlar! Allah göz vermiş, kulak vermiş ama beyin vermeyi unutmuş! Bu devasa büyük ve zengin şirketleri besleyen adileri çoğaltmış. Yoksa allahda kapitalist mi olmuş? Zaten Allah’ın fakirleri sevip zenginlere verdiği bilinir. Ama bekleyin bu sitedeki bir salağa göre, doğuştan iyilik sever genlerle doğanlar bu devasa şirketleri ele geçirir geçirmez, her şey değişecek. Aslında en son moda olan BİLİŞSEL PSİKOLOJİ (“COGNITIVE PSYCHOLOGY”) ilkelerine göre önemli olan “ne olduğu” değil “nasıl algılandığı”, yani her şey aynı kalacak ama siz şapşallar değişik algılayacaksınız. Eğer Bolşevikler bunu başardıysa, bu salağın iyi kalpli genlerle doğan akrabaları fazlasıyla başarır. Nasıl olsa ümit, ümitsizler içindir.
    Not: Çok çok bilgili olduğumun gösterişini büyük harflerle yazdım. Salak hemen küplere biniyor, ağzından kadavralar, köpükler çıkıyor. Patronun önünde itibarının düşme telaşı tutuyor. Korkma salak, senin idolün senden daha cahil.
    Ama bu köle ruhlu 585 gibi bu sitede dolu yeni naziler ve sizler ancak youpoop, facebok, twatterda çıkarsa inananlarsınız. Çünkü kendi gibi yeni naziler arasında sadece bu konuşulur. Beyniniz sadece yıkanmamış, yeniden yapılmış.
    Ben buna benzer şeyleri defalarca yazdım karşıma en başta nazi generaller olan o iki salaklar salağı olmak üzere hepiniz dolaylı veya dolaysız, bundan 2800 yıl önce sizler gibi dilencilerle dalga geçenlerin “OOOOMMMMM” bize yemek ver, “OOOOOMMMM” bize su ver ilahisini şakırdadınız.
    Partinize üye aramanızı da anlamıyorum. O eski bir yöntem. Eski ve modası geçmiş dinlerin itirafla onaylanması olan Kelime-i Tevhide feodalizmde sadakat ve bağlılık yemini, halk arasında yemin, falan filan. Artık buna gerek yok hepiniz bir birinizin klonlarısınız.
    Not: , O iki salak ve dahiyi ölü dünyasından geri getirip canlandırmak ağızlarından kadavralarla köpükler çıkartmaları için söylüyorum, buna kerygmatic dinler denir.
    Köpeklere kemik gösterip ağızlarından köpükler çıkmasını görmek hoş oluyor.
    Bak: Pavlov;
    Bak: R. Vaneigem;
    Not: o yaşayan ölü iki salağı canlandırıp, birinin idolüne ne kada sadık bir köle olduğunu kanıtlamasına fırsat vermek, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi, uslu uslu asıl bilinmesi gereklileri öğrenmişi saldırıya geçirmek bana zevk veriyor.
    Nota not: Ama doğru konuşmalıyım. Bu idolünü belki de utandıran bir İLERLEME yaptı. Yeni nazi teorisi maymun, keçi, insan doğası, genler ırkçı masallarını hasır altı etmişe benzer. Ana karşısında yeni altı yumurtalar yumurtlamasını dört gözle bekliyorum.
    Beni şaşırtan bu salağın daha henüz EVRİMSEL PSİKOLOJİ’yi (“EVOLUTIONARY PSYCHOLOGY”) duymamış olması.
    Not nota not:Avrupa ve Amerika bu iki salak ve siz YaLa, YaLa çok YaLa’larla dolu. Aynı o iki salak ve sizlerin klonları. Seyirci kitlesi, seyirci yığını. Okuduklarını bile imge algılıyan alıklar yığını.
    Sonsuz az kalmış, benim gibi demode olanlar için tek eğlence bokunda boncuk bulanlara, kendini kandıranlara gülmek kaldı.
    Bu sitedekileri hepsinin faşist ruhlu yeni naziler, ırkçı, özgürlük ve yaşam düşmanı olduklarını görmenizi nefesimi tutmadan bekliyorum.

  595. 588
    seni artık ciddiye bile almayıp sadece doldurucu kullandığım seni üzmüşe benzer. özür dilerim ama çok değersiz bir yeni nazi askersin ama hortlak olduğundan zararsızsın. babanın dönerlerini sat, marks amcanın parti konuşmalarına devam et. şimdilik ağzından çıkan kadavralar yeter.

  596. “Benim dalga geçtiğim diğerleri… klasik biri olmadığımı anlayıp akıllılık gösterip çekildiler.”
    Çomaklarını saklamışlardır. Herkes şirretleşemez.
    Sidik yarışı sınıfına girecek ben bunu, şunu okudum; okumazsan cahilsin gibi standart laflarla nereye varılabilir ki? Her ne b.k biliyorsan da bunu ifade edemiyor, salt aşağılamak için kullanıyorsan.. Üstüne de kakmış “doğallığı” savunuyorsan. Nedir aradığın; saygı mı? Bunu hak etmiyorsun; bildiklerin her ne ise, bu bilgiyi kullanma yönteminle saygıyı hak etmiyorsun.
    Senin gibileri tanıyacak, anlayacak kadar okudum; öğrenmek sonsuz bir süre, bak o kadar gevezelik yaptım; senden hala bir şey öğrenemedim; yazık değil mi o okuduklarına!
    Samimiyim; okuyamadığım onca kitabı okumuşsun. Sonra bu kitapları okumuş olman yalnızca hakaret etmeni kolaylaştırmış!
    “Ben çok zenginim” diyen hasis burjuvalardan farkın yok! “Kuruş” koklatmıyorsun ama çalımından da geçilmiyor!
    *
    Ben de seni kendi haline bırakmak istiyorum; inanın kızmıyorum; üzülüyorum! Neden bu denli bilgi bir işe yaramıyor diye şaşırıyorum. O zaman anlamadan okuyor olmalı; kendine de çeviremiyor! Bize nasıl çevirsin?
    Bu kuşkusuz çok korkunç bir durum; insanı gerçekten öfkelendirir; bu olguyu yüzüne vurandan nefret eder, onu “düşman” ilan eder.
    Üzgünüm.. Çok ama çok temel, Klasik bir şeyi ıskalamışsın. Bilgi sende yük olmuş; torbanda taşıyorsun; bu yüzden ikide bir kitapları ad olarak çıkarıp, çıkarıp duruyorsun; sana ait olsaydı bir sitede hiç tanımadığın, yalnızca öğrenmek için orada bulunan insanlara bu kadar kızmaz, ucuz, zekice bir ilişki kurmadan dümdüz hakaret cümleleri yazmazdın.
    Keşke o bilgileri edinmiş olsaydın; yazsaydın; öğrenseydik. Aradığın saygıyı bulacaktın!
    *
    Yapacak bir şey yok; o bilgilerin her ne ise sanki sana düşmanlar! Altında ezilmiş, kişiliksizleşmişsin. O “senin” hem de “orijinalinden” kitaplarını okumayan her kişiye böyle saldırma hakkı olarak kullanabilmenin arkasında derin bir insani sefalet yatıyor; Dinci faşist aşağılıyor, “siz Kuran-ı arapça aslından okumuyorsunuz; Analayamazsınız! Bana biat edin!”
    *
    Karşılaştırmalı, farklı yazarlar, kaynaklardan doğrulama arayarak okuma yapmaktan haberi olmayan ezberci ezik için; kendi zekasına zerre kadar güvenmeyen gösterişçi züppenin sığındığı sonunda bu olur!
    Şu anda nice türkçe kaynağı okumaya bile ömrü yetmez insanın!
    1000’li yıllarda nice yunanca, arapça eserler çevrilerek hümanizma süreci meydana geldi. Neyse o zamanlar yoktunuz; o çevirileri önleyerek tam da istediğiniz dünyaya demir atılabilirdi…
    *
    Orada yediğiniz içtiğiniz ne ise; metabolik sorunlarınıza “buralarda” yardımcı olunamayacak sanırım…
    Sizin için üzgünüm; bir ömre daha ihtiyacınız var sanki; bu denli yanlış kolaya düzelemez.

  597. 588 veya Sayin wHorTolk, hotdog, döner falan filan

    hakaret içeriyor.

  598. 588 veya Sayin wHorTolk, hotdog, döner falan filana XYZ ekleri

    hakaret içeriyor.

  599. Olmaktan nefret ettikleri “Beyaz Ya-LA-ka”ların o meşhur “veri bankası!”nın kıyısında köşesinde unutulmuş bir uyarı daha!

    Sayın Gün Zileli’nin bu sayfasında; yanlış kişilere düşmanlık besleyen herkese gelsin (en başta sayın “pipsqueak”e gelsin):

    “İŞLEVSEL SÜRÜ” ÜRETİCİSİ OLARAK “UZMANLAŞMA” KAVRAMI ÜZERİNE

    Yazan: Taylan Kara
    14 Eylül 2014

    “GENİŞ” CEHALETİ GİZLEYEN “DAR” BİLGİ

    “Dar bir alanda derinlemesine uzmanlaşıp, hayatın diğer alanlarında zır cahil kalmak”; bu çağ için artık bir eksiklik değil neredeyse bir başka “yeni normal”dir!

    Çağ; tamamen cahil değil (çağın “bilgi yükü”nden ve “bilgi toplumu” retoriğinden hareketle) kendi uzmanlık alanı hariç hemen hemen her konuda cahil insanlar çağıdır!

    Bu “aşırı uzmanlaşma”ya; artan bilgi hacmi bir gerekçe olarak gösterilebilir. Bir konuda yetkinlik kazanabilmek için gerekli bilgi yükünün geçmişe nazaran çok artmış olması ve bir alanda faaliyet için “dar uzmanlaşma”nın kaçınılmaz bulunması bir dereceye kadar makûl görülebilir.

    Ancak çağın “rol model insanı”ndan asıl beklenen:
    Bu dar alanda da olsa “çok bilmesi” kadar diğer bütün konulardaki “zır cahilliği”dir! Bu insanları, ortaçağdaki eşdeğerleriyle karşılaştırıldığında “cahil” diye nitelemek, onların belli bir konuda sahip olduğu muazzam teknik bilgi nedeniyle tam doğru değildir. Bu uzmanlık bilgisi, bu insanlara, hayatın içinde yalancı bir “bilgili olmak” görüntüsü sağlar; ayrıca uzmanlık alanlarındaki işlevleri de toplumsal konumlarını (özellikle “mesleklerinde”) iyi yönde pekiştirmiştir. Ancak bütün bunlar o kişilerin, kendi uzmanlık alanları dışındaki konularda (ki genellikle bu alan hayatın %99’unu oluşturur) ortaçağdaki eşdeğerleri kadar kara cahil olduğu gerçeğini değiştirmez. Dar bir alandaki muazzam bilgi, diğer alanlardaki cehaleti gizler!

    Özellikle bugün; “yüksek enerji fiziği”nde derya deniz bilgi sahibi olan kişi, tarih veya siyaset alanında bir ortaçağ köylüsü kadar kandırılmıştır! Yönetenler için önemli olan, dar alanda uzmanlaşmanın kendi işlevselliği kadar, belki ondan daha da fazlası, bu “uzmanlığın dışındaki “cehaletin işlevselliği”dir!

    Sonuç olarak; hemen hemen bütün insanların dar bir alanda muazzam bilgi sahibi olması ve diğer konulardaki cehaleti, hemen hemen bütün insanların hemen hemen her konuda cahil olduğu bir toplum demektir!

    İŞLEVSEL ve “KUKLA GİBİ” YÖNETİLEBİLİR; EĞİTİLMİŞ ve CAHİL

    Ortaçağın cahil halk yığınlarının eğitilmesi, okuma yazma öğretilmesi, bütün halkı kapsayan eğitim fikri, “insancıl bir düzenin yüce bir plânlaması” olarak değil; yığınların üretim sürecinde “verimliliğinin arttırılması” nedeniyle ortaya çıktı! “Serbest Piyasa Ekonomisi (yani o meşhur ‘kapitalizm’)” denilen mefhumun nasıl işlediğini daha açık bir gözle görün artık!

    Fabrikadaki işçilerin uyarı tabelalarını okuyabilmesi, şehirlerde yaşayanların toplumsal düzen için belli kuralları bilmesi gerekiyordu. Yığınsal halk eğitimi “entelektüel & kültürel” değil; “ekonomik” bir sorundu!

    Ortaçağ insanı “cahil” olduğu için kolay yönetiliyor olsa da “işlevsel” değildi; özlenen durum “sömürülen emeğin sırtından daha fazla para kazanmanın” sağlanması için halk yığınlarına “işlevsellik” kazandırıldı!

    ANCAK BU “İŞLEVSELLİK” KAZANDIRILIRKEN “YÖNETİLEBİLİRLİK” ÖZELLİĞİ ESKİSİ GİBİ KALMALIYDI!

    İŞLEVSEL OLACAK KADAR “EĞİTİLMİŞ” AMA “YÖNETİLEBİLİR” KALACAK KADAR “CAHİL” OLMALIYDI!

    İşte bu ilke için en ideal yöntem; “uzmanlaşma”dır. Genel-geçer bilgiyi göz ardı edip sadece yapacağı işle ilgili bilgiye sahip olmak, o kişiyi “işlevsel” kılarken “cahilliği”ni de muhafaza edebilirdi!

    “DİKEY” İNSANLAR ÇAĞI

    Yüzyıllar öncesindeki, yüzyıllarca süren bir karanlık çağın sonunda yeni bir çağa başlamanın heyecanıyla, heyecanını duydukları çağı kendi elleriyle inşa etmek için tıptan matematiğe, astronomiden şiire, bilim ve sanatın her türlüsüne hakim olmaya çalışan “yatay” insanların çağı yıllar önce kapandı!

    Artık işi sadece sol elin beşinci parmağını ameliyat etmek olan doktorların,
    Artık işi sadece sarı papatyalar için şiir yazabilen şairlerin,
    Kısaca ifade edecek olursak; “dikey” insanların çağını yaşıyoruz!

    “Edebiyatta insanla ilgili işlenmemiş büyük temalar dönemi” biteli yıllar oluyor!

    Sadece günümüz yazarları değil, 40 yıldan fazla bir süre yayılmakta olan bu kangren içinde; “insanlık durumları” gibi yüce bir temayı; kocaman, ulaşılamaz bir dev olarak zorla veya kasten kabul etmiş yüzbinlerce “proje bazlı üretim yapan yazarlar” kütlesi; daha mütevazı olduğuna kani oldukları konular ile yetinip, örneğin “kişisel gelişim kitapları” gibi bir başka dev “piyasa” başta olmak üzere, ayrıntılar içinde gizlenmiş ayrıntılarla uğraşmaya artık mahkûm!

    Çünkü yaşanan çağ bir bıçak yarası gibi; giriş yeri küçük, derinliği büyük, “dış dünyayla temas kurmayacaksınız” yaptırımı ile yoğrulmuş dikey bir çağ!

    ********************

    “Şirketokrasi (corporatocracy)” isimli ölüm zehrine karşı,

    Ve bu zehrin kuluçka merkezi olan “kapitalizm”e karşı eylemlere başlamadığımız sürece;

    Bu sayfada ne çok şahit olacağız herkesin birbirinin kafasına taş atmasına!

    Yazık!

    Çok yazık!

  600. 588 veya Sayin hotdog, döner falan filan
    Marks amcan ne demiş: verilerden başlamalı demiş.
    Veri 1: Orta Doğu’yu tarih bilenlerin bilimsel gözlerle gezenlerin bana dedikleri: Araplar, İranlılar, Kürtler isyankar; Türkler köle ruhlu, hiyerarşiyi seviyorlar. Araplar, İranlılar, Kürtler baskı yapanlara baş kaldırmışlar. Türkler baş kaldıran azınlıkları bastırmışlar.
    Veri 2. Atalarımız ne demiş: Isıramadığın eli öp demiş.
    Veri 3: Osmanlılar Avrupalıların elini öpmüşler ama olmamış.
    Veri 4: Nihayet radikal bir ata türk çıkmış ve ne demiş: el değil başka bir yer opmeli, demiş.
    Veri 5: Sizler hala öpmeye devam ediyorsunuz. Ama nankör Avrupalılar sizi hala kapıdan içeri sokmuyor. Karıştırma bu marksizmi, kaptalizmi, insınlığa katkısı olmayanları, falan filanları işin içine. Bunlar aynı şeyin zamani, seküler-laik, yorumları.
    Neden bana kızıyorsun ben size iyilik edip kim olduklarınızı hatırlatıyorum.
    Gelelim ikinci dahiye. O da senin gibi hiç bilmediği ama diğer tüm taptıkları gibi bilmeden anlamadan tapıyor. Örneğin bilim-teknik bilgisi eksi sonsuz.
    Yine marks amcadan, verilerden yola çıkalım.
    Veri 1: William of Ockham’ın (1287–1347), Ockham’ın Usturası olmasaydı modern bilim olmazdı. Bilgide ekonomi.
    Veri 2. Atalarımız ne demiş: Allah’ın işi.
    Veri 3: O dahi ne diyor: insan doğası, genler, maymun, keçi, tarihsel diyalektik, yanlış ellerde, kalifiyeliere bırakalım, iyi kalplilere bırakalım, benim eski marksist yeni anarşist pirime bırakalım. Olmaz ama, ekonomi olmayan yerde modern bilim olmaz!
    Benim siz ikinize tavsiyem. Gerçekten en son ve en gelişmiş Batı’lı olmak istiyorsanız birleşin. Avrupa artık bunu yasal olarak tanıdı.. Böylece bana karşı gücünüz artar. Örneğin, Onun diyalektiğiyle aşağılık yücelik olur ve rahatlarsın, sana marks amcanın aslında “dünya iyi kalpli dahi salaklar birleşin!”,demek istedi ama tam o an (Şeytan Ayetleri misali) şeytan onu şaşırtıp başka bir şey söyletti gibi masallar anlatır, uykun daha tatlı olur. Sende ona, teoriyle praxisin uyması gerektiğini, dolayısyla senin gibi yazmasını öğretirsin.
    Bu olmasa bile, hiç değilse bütün gazeteler, televizyon kanalları, dergiler, facebok, twatter, youpoop beraberce “Türkiye’de ilk defa iki…” ile başlayan sansasyonel haberlerle sizi meşhur ederler. Hatta DÖNER satacağına kitap yazıp satarsın ve benim sayemde köşeyi DÖNERsin.
    Üstelik sen öbür dahiden biraz daha zekisin. Hem Wahsi olduğumu, hem de profesör olduğumu çaktın. Ama nankörsün. Profesörler senin seviyene asla inmezler. Moruks amcandan öğrendiklerini bir o konuyu bilen profesöre anlatarak dene.
    Ben hiç değilse ikinizin de yeni bir mütasyon sonucu dünyayı saran ve gittikçe artan homo- batılıcus-bilim-teknicus-bollucus-makinacus- insanlığa katkıcus- utanmazcus insanacus olduğunuzu kabul ediyorum. Benim meslekdaşlar, aynı Hitler ve onu izleyenlerin çoğalmasında tehlike görmeyen entelektüeller gibi sizleri ciddiye almıyorlar.
    Kızma şaka ediyorum. İki maden buldum sadece eğleniyorum. İçimde bir kötülük yok. Televizyonumuz yok. Sinemaya gidecek paramız yok. Okuduğum kitaplar sıkıcı.
    Ben çocukken kendi eğlencemizi kendimiz yaratırdık.

  601. Bilim, bildikleriniz, felsefe ise bilmediklerinizdir. (Bertrand Russell)

    Bulanlar arayanlardır, arayanlar ise bulamayanlardır. (Bâyezid-î Bistâmî)

  602. 588 veya Sayin hotdog, döner falan filana XYZ ekleri
    1. XYZ wHorTolk gibi, çomaklarını saklayanlardan yardım beklemeye başladı. Kızmıyor ama korkmuş galiba.
    2. XYZ’nin altın yumurtaları artıyor. “Veri 3″e bir ek: 1000′li yıllarda … HÜMANİZM …”
    “Veri 3: O dahi salak ne diyor: insan doğası, genler, maymun, keçi, tarisel diyalektik, yanlış ellerde, kalifiyeliere bırakalım, iyi kalplilere bırakalım, benim pirim eski moruksist yeni analsiste bırakalım. Ekonomi olmayan yerde modern bilim olmaz!.”
    Ama sanırım bu dahi, hümanizmin bir ayıp örtme donu, bürokraside bir değişme olduğundan habersiz. Örneğin itiraf dinleyen ve nasihat veren, hiç değilse hala insan olan rahiplerin yerini, XYZ gibi paradan başka bir şey bilmeyen, dinlediklerinden daha kafadan çatlak olan, haklı olarak çılgına dönenleri kafa ütüleyip kendi ve XYZ gibi diplomalı, evcilleşmiş, uslu, köleliğini seven insanlara çeviren, o da olmazsa, ki hemen hemen hiç olmaz, kimyasal maddeler vererek uyuşturan ruh polisleri alır. Maymun taklitçi doğmuş köle ruhlu XYZ gibi ata türk çocukları da hümanizmi her tarih bilmeyen gibi sözlük anlamda anlar.
    YAŞASIN UTANMAZLIK!, YAŞASIN ÖZGÜRCE SEÇİLEN KÖLELİK!, YAŞASIN ÇOMAKLILARA SIĞINAN GÜÇSSÜZLER!
    Kızma seninle kedi fareyle oynamam beni eğlendiriyor. Senin cahilliğine sınır yok. O yüzden tükenmez bir maden bulduğuma çok seviniyorum.
    Zaten senin diğerlerine sığınıp kıç yalamanı daha önce de görmüştüm. Git o çomak saklayanları bul. Çıksınalar. Bu farelerle oynama biraz daha eğlenceli olur.

  603. Burada bir kaç dilde okuma yazma öğrendiği gibi, bir de kendine suç ortağı etmeye çalıştığı yazarları, kitapların listelerini döktüren bir “insansı türü” var; “zaman makinesi yaptık; 10 bin yıl önceye dönelim” diyorlar. Oradan yeniden başlayalım!
    Saçmalıklarını ingilizce yazıp okuyunca Batı ezikliği karşısında sefilleşmiş bir ülkeye yollayarak, “dünyanın salınmasından” beyinleri ve “midesi” bozularak kustuklarını dökerek rahatlayan neo-oryantalistler, gerçekliklerini hatırlatanlar karşısında ne kolay ağızlarını bozuyor; beyni ve midesinden sonra…
    Kuşkusuz ki, bu tür karakterlere en büyük ceza kendileri; kendileri ile yaşamak zorundalar..
    kolay gelsin; gelmez ama!
    Kendine yardım etmek istemeyen, kimse yardım edemez. Tedavinin sonuna geliyoruz; Başarısız olduğumuzu kabullenmeliyiz!

  604. 588 veya Sayin hotdog, döner falan filana XYZ ekleri
    1. XYZ wHorTolk gibi, çomaklarını saklayanlardan yardım beklemeye başladı. Kızmıyor ama korkmuş galiba.
    2. XYZ’nin altın yumurtaları artıyor. “Veri 3″e bir ek: 1000′li yıllarda … HÜMANİZM …”
    “Veri 3: O dahi salak ne diyor: insan doğası, genler, maymun, keçi, tarisel diyalektik, yanlış ellerde, kalifiyeliere bırakalım, iyi kalplilere bırakalım, benim pirim eski moruksist yeni analsiste bırakalım. Ekonomi olmayan yerde modern bilim olmaz!.”
    Ama sanırım bu dahi, hümanizmin bir ayıp örtme donu, bürokraside bir değişme olduğundan habersiz. Örneğin itiraf dinleyen ve nasihat veren, hiç değilse hala insan olan rahiplerin yerini, XYZ gibi paradan başka bir şey bilmeyen, dinlediklerinden daha kafadan çatlak olan, haklı olarak çılgına dönenleri kafa ütüleyip kendi ve XYZ gibi diplomalı, evcilleşmiş, uslu, köleliğini seven insanlara çeviren, o da olmazsa, ki hemen hemen hiç olmaz, kimyasal maddeler vererek uyuşturan ruh polisleri alır. Maymun taklitçi doğmuş köle ruhlu XYZ gibi ata türk çocukları da hümanizmi her tarih bilmeyen gibi sözlük anlamda anlar.
    YAŞASIN UTANMAZLIK!, YAŞASIN ÖZGÜRCE SEÇİLEN KÖLELİK!, YAŞASIN ÇOMAKLILARA SIĞINAN GÜÇSÜZLER!
    Kızma seninle kedi fareyle oynamam beni eğlendiriyor. Senin cahilliğine sınır yok. O yüzden tükenmez bir maden bulduğuma çok seviniyorum.
    Zaten senin diğerlerine sığınıp kıç yalamanı daha önce de görmüştüm. Git o çomak saklayanları bul. Çıksınlar. Bu farelerle oynama biraz daha eğlenceli olur.

  605. 594, Sayınlar ve Yerinde Sayanlar
    Önce,
    “GENİŞ” CEHALETİ GİZLEYEN “DAR” BİLGİ
    İŞLEVSEL ve “KUKLA GİBİ” YÖNETİLEBİLİR; EĞİTİLMİŞ ve CAHİL
    “DİKEY” İNSANLAR ÇAĞI
    Atasözlerine tam uygun genleriyle doğan solcu, devrimci, artist olma hırsıyla çılgınlaşmış, uzmanlaşmış YaLaMa’lar. Herifler cin gib Türk, maşallah! Kendi aşağılıklarını itiraf etmekle herkesi kendileri gibi aşağılaştırıyorlar ve ardından kurtuluş ümidi sunuyorlar: bir öcü bulmuşlar ve herkesi o öcüyle korkutup kendi partilerine üyeliğe davet ediyorlar.
    Hala benim dediklerimi taş atmaya çevirip banalleştiriyorlar.
    Tekrar ediyorum:
    Bu sitedekilerin hepsi köle ruhlu, Batı ve İlerleme tanrılarına tapan, insan ve özgürlük düşmanları. Bu benimle fark öyle beş taş oyunu değil. Bu insan dışı mahluklar çoktan beri tanımlandı ve incelendi.
    Gelelim sayın yeni bir cici bici isimli, hep Türkiye’nin Batı gerisinde kalmış yeni entelektüellerinin okudukları dergimsi ve tamamıyla satıhsal bilgi ve cahillik köşe (dönme) veya annesinden doğuşuyla kazandığı hayatını kazanmak için yazı yazan Taylan Kara’ya. Satır satır inceledim ama karşılık vermeye değmez. Kaç defa bunu yaptıysam bu heriflerin kendilerinden emin çobanlar, etrafları evcilleşmiş kuzulaşmış kuzuların alkışlamasıyla düşünürden çok Hitlerleşmiş olduklarını şahit oldum. Kendileri yerine bu sitede dalkavukluğu meslek edinmiş bir dahi beni bu çobanların saklı gizli “çomak”larla korkuttuğu köpeklerin yardımıyla kuzular yoldan çıkmıyor.
    En iyisi yine dalga geçip gülmek. Sadece bir tanesi fazlasıyla yeter. Okulda beyni iyice yıkanmış ve hakikati koca koca laflarla karıştıran cici bici isimli Taylan, Mogan, Solgan, Tazfan, Boran, Kargan, Kurgan, Irmak, Eylem, Emek, Yeter, Kiki, Kaka, Falan, Filan gibi isimlerinde zamanımızın en büyük saldırı silahı olan tarihi silmeye katılan salak baba ve annelerinin zavallı beyin yıkamışlıktan(ayni eski/yeni Türk solcuları gibi) geçtiklerini görmeyen ve bu klonlar sitesine hoş geldiniz. Tabii sanırım kendiniz bu sitede yazacak kadar aşağıya inmezsiniz. Sizi medya hilkat garibeleri bulmuşlar.
    Başladım.
    Tarihçiler ne zaman “karanlık çağlar” klişesi kullansa, o çağlarda tarih olmadığı; anarşi yaşandığı; insanların ağzına doğru/yanlış-yalan, gerçek/ilüzyon, beden/ruh, görünüş/öz, salak/dahi, zengin/fakir, bir/biz, okur-yazar/sadece-bakar, devrimci/tutucu, devrimci/gerici, sağ/sol … emzikleri tıkılmadığı … insanların zamanlarını okullarda ve televizyon önünde değil hayatlarından zevk çıkarmayla geçirdiği çağlar demek isterler. Dahiler de “karanlığı” sözlük anlamda anlayıp bilge olurlar.
    Kısa bir not: bu dahiler asıl karanlıkta akıl yürütüldüğünü bile duymamışlar. Ben bunu “karanlık çağlar”da yaşayanlardan öğrendim. Bu sitedeki dahiler arttıkça artıyor.
    İlk dört milyon yıl “karanlık çağlar”; Sümer, Akkad, Amorites-Babilonya, Mitanniler, Kassit, Asurlar, Aramaeanlar, Chaldeanlar ve sayısız şimdiki Türkiye’ye benzeyen ” … gibi olma” çılgınların aralarında birbirlerini yerken bıraktıkları nefes aralığı “karanlık çağlar”; yaklaşık M. Ö. 1200 “sea people”lerin “karanlık çağlar”; eski Yunanlıların nefret ettikleri Hititleri yerle bir ettiklerinden sonraki “karanlık çağlar”; bu sitedekilerin hayran olduğu yukarıdaki canavarların pençesinde kaçabilen dolaşıcı çoban cemiyetlerin, çingenlerin “karanlık çağlar”; Germanik ve benzeri “Wahsi” cemiyelerin Roma canavarını yerle bir ettikten sonraki “karanlık çağlar”; Konstantin’in Bizans canavarını diriltip Hrıstiyanlığı “asıl bilgi” ilan edene kadar maniler, gnostikler, mithracılar, ve benzeri “hrıstiyan sapkın veya hizipçilerin” “karanlık çağlar”; Mayaların birden bire hop deyip kaybolmalarını simgeleyen “karanlık çağlar”; sevgili mavi gözlü sarışınların buldukları insanların “karanlık çağlar”, kapitalizmin gelişiyle dağınık yaşayan ve kıskaçlar yeniden kurulana kadar bu makaleyi yazanı dinleyeceklerine etrafta gezip özgürce seçtikleri bilgiyi bilgi saydıkları “karanlık çağlar”; millenerianların “karanlık çağlar” ve hatta daha sayısız örnekler var ama bu dahilerin egemenlik kurdukları yaltakçıların da bu dahileri alkışlarıyla dediklerimin duyulmayacağı sitede artık sadece fazla yorulmadan kedi fare oyunuyla yetineceğim.
    Ve bu zehrin kuluçka merkezi olan “bu sitedekilere benzer faşist ruhlu yeni-nazilere” karşı eylemlere başlamadığımız sürece; parti kuramayacağız!
    İlk hedefiniz Avrupa!

  606. 598 XYZ
    hakaret içeriyor.

  607. 596 Tespih çeken,

    hakaret içeriyor.

  608. BU TOPLUMU OLİGARŞİ YÖNETMELİ &

    22 Kasım 2015

    Fazla uzun. Admin

  609. 598 XYZ Sana para Var!
    Burada kafalarını bir türlü ütülemede başarılı olan psikiyatristlerin en son buluşunu bulmuşsun. Ben senin dahi olduğunu nası anlamışım, değil mi?
    Kafası ütülenemeyen, kafasının ütülenmesini istemediğinden, kafası ütülenmiyor.
    Maşallah, maşallah, maşallah. Nihayet Türkiye’den bir dahi çıktı.
    İlk önce bunun patentini al, ardından satışa çıkar. 10 bin yıl geriye değil, 10 bin ileriye fırlarsın.

  610. 598 XYZ
    Haydi göster cahilliğinin cahillerle dolu bu sitede farkına varılmayışına güvenerek blöf yapmadığını: Bu yazarlar arasında bir tane “10 bin yıl önceye dönelim”, diyeni bul, ben bütün söylediklerimden dolayı özür dilerim.

  611. [1. BÖLÜM] BU TOPLUMU OLİGARŞİ YÖNETMELİ & DENİZ GEZMİŞ EŞKİYADIR

    2 bölümden oluşmaktadır.

    [1. BÖLÜM]

    BU TOPLUMU OLİGARŞİ YÖNETMELİ & DENİZ GEZMİŞ EŞKİYADIR

    22 Kasım 2015

    DIŞKI YEDİRMEK İŞKENCE DEĞİLDİR

    “Kenan Evren’in 12 Eylül’de yaptığı her şeyi onaylıyorum”, “Bu toplumu bir oligarşi yönetmeli”, “Hayatımda hiç ekmek almadım”, “İstanbullular aptallıklarından dolayı depremden korkmuyor”… Çarpıcı sözler jeoloji profesörü Celal Şengör’den. Armağan Çağlayan, Şengör ile son kitabı “Newton neden Türk değildi?” vesilesiyle buluştu…

    Armağan Çağlayan: Hocam en son kitabınız bilim felsefesi kitabı değil mi?

    Bilimsel düşünceden örnekler vererek, bilim felsefesi okumak istemeyenlere bilim nasıl çalışır, nasıl düşünülür, bunu öğretmek için yazılmış bir kitap. Bunun sebebi de herkes bilim adamı olsun diye yazılmamış olması bu kitabın. Ama yaşamda bilimsel düşünceyi adapte edebildiğiniz zaman rahat yaşıyorsunuz. Dolayısıyla ben bu kitabı insanların rahat yaşamasına bir katkı olarak düşündüm. Bir nevi örneklerle bezenmiş bir bilimsel düşünce kılavuzu.

    Armağan Çağlayan: Şimdi siz diyorsunuz ya; bilimi yaşama adapte ettiğinizde daha rahat yaşıyorsunuz. Ama bir tez de şunu diyor: Cahilseniz ve hayatta hiçbir şeyden haberiniz yoksa, daha huzurlu ve rahat yaşıyorsunuz.

    O doğru değil. Onun doğru olmadığını Afrika’da dolaştıysanız görüyorsunuz. Orada büyük acılar içinde yaşıyor insanlar. Çeşitli tabular, çeşitli adetler var. Mesela Uganda’da bir kabile var. Başımız ağrıdığı takdirde bunu geçirmenin yolu olarak kızgın bir mızrağı alnınıza yapıştırıyorlar. O muameleyi gören adam tabii bir daha şikâyetçi olmuyor baş ağrısından. Bizde de adam kalkıyor kızını karısını öldürüyor, çünkü cahil.

    Armağan Çağlayan: Kitabın önsözünde diyorsunuz ki; bu noktaya cehalet yüzünden geldik.

    Evet. Kesin yani! Türk milletinin şu anda içinde bulunduğu feci durumun tek nedeni cehalet. Başka hiçbir nedeni yok. Kendimizi idare edemiyoruz, çünkü cahiliz. Adam gibi bir sağlık sistemi geliştiremiyoruz, çünkü cahiliz. Ciddi bir sanayimiz yok, çünkü cahiliz. Birbirimizi kazıklayarak yaşayabileceğimizi düşünüyoruz, çünkü cahiliz. Bunun nereye gideceğini göremiyoruz!

    Armağan Çağlayan: Nereye gidecek hocam?

    Bir felakete gidecek. Benim uzun yıllardır tahminim Türkiye’nin bir iç harp göreceği. Geçen akşam Can Ataklı diyordu ki “İç harp olmaz çünkü, bu bizim geleneğimizde yok.” Bal gibi var. Fetret Devri’ni unuttular mı? Padişahın çocukları ve tabii onlarla beraber halk da birbirlerini yedi. Halk da perişan oldu. İç harp, şartlar oluştuğu an her yerde olur.

    Armağan Çağlayan: Nasıl bir iç harpten söz ediyoruz hocam?

    Üç cepheli bir savaş düşünüyorum. Kürtler adına savaş çıkarmak isteyenler bir yanda, yobazlar bir yanda, modern Türkler bir yanda. Üç cepheli bir savaş olacak. Bu üç cepheli savaşı Tayyip Erdoğan Bey’in söylemi sürekli körüklüyor. İnsanları birbirine karşı kışkırtıyor. Hatta ortada fol yok yumurta yokken de kışkırtıyor ki Kabataş’ta bacıma saldırdılar hikâyesi bunun çok güzel bir örneğidir. Böyle bir şey olmadığı halde… Veya efenim işte “Dolmabahçe’de camiye girdiler, içki içtiler”, böyle bir şey olmadığı halde. Yani burada dindar insanları, dinsiz diye takdim ettiği kişilere karşı kışkırtıyor. Şimdi Kürtleri, Türklere karşı kışkırtıyor. Türkleri Kürtlere karşı kışkırtıyor, değil mi? Kendisi iç harp mi istiyor? Hayır. Kendisinin istediği şey böl ve yönet. Kolaydır bölüp yönetmek çünkü. Tayyip Erdoğan’ı, Hitler’e benzetiyorlar. Tam tersi. Hitler milletini birleştirmiş bir adamdır. Hitler’den önce Bavyeralı, Prusyalıdan nefret eder, Prusyalı bilmem neden nefret eder. Almanya yamalı bohça gibiydi. İlk defa Hitler geldi. “Siz asilsiniz, çünkü Almansınız” dedi. Bu Atatürk’ün de yaptığıdır: ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’. Türk kimdir? Atatürk hemen tanım veriyor: Türkiye Cumhuriyetini kuran halka, Türk milleti denir. Bunun içinde herkes var. Kurtuluş Savaşı’nda, Birinci Meclisimizde, bu çalışmalara önemli katkılar yapmış Kürtler var, Lazlar var, Çerkesler var, Arnavutlar var, Boşnaklar var.

    CAHİL KALMAMIZIN EN ÖNEMLİ SEBEBİ TÜRKİYE’DE ARİSTOKRASİNİN OLMAMASI

    Armağan Çağlayan: Peki hocam niye cahil kaldık? Biz niye cahiliz?

    Bizim cahil olmamızın en önemli sebebi Türkiye’de aristokrasinin olmamasıdır. Ve gücün tek elde toplanmasıdır. Türkiye’yi, yani bugün içinde bulunduğumuz Türkiye’yi kuran insanlar, bizim Osmanlı dediğimiz insanlardır. Osmanlılar Orta Asya’dan gelen Türk gruplarından bir tanesi. Bunların yerleştikleri yer Söğüt ve civarı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş döneminde bir Osmanlı ailesi var. Bunun yanında güçlü aileler de var ama. Çandarlıoğulları var meselâ. Bunlar devleti ortak yönetiyor. İlk defa Fatih bu işin tehlikeli olduğunu görüyor. Fatih bu işin tehlikeli olduğunu niye düşünüyor?

    Birincisi; Fatih’in çok radikal fikirleri var. Yani “Ben Roma İmparatoru’yum” diyor. “Roma İmparatoru’yum” demek, Roma’nın mirasına sahip çıkmak demek. Öyle bir niyeti de var. Elalemin ortasında, fetihten sonraki ilk toplantıda, Akşemseddin diyor ki “Fetih günü beyaz çarşaflı evliyalar yardım etti askerimize.” Fatih dönüyor “Öyle bir şey olmadı” diyor, “Bu şehri benim kılıcım aldı” diyor. Dine ilk tokattır bu. Ondan sonra kendi oğluna “Ben bu Muhammed’in dediklerine inanmıyorum” diyor. Bayezid’de şafak atıyor. Şimdi bu kadar radikal fikirleri olan bir adam, Atatürk gibi tek adam olmak istiyor. Diktatör. Bir sürü adamı dinliyor. Yunanlıları davet ediyor sarayına, İtalyanları davet ediyor sarayına, onlarla sohbet ediyor. Bir sürü adamın fikrini alıyor. Ama kararı kendi veriyor. Ve tek elden yönetmek istiyor devleti. Ne yapacaksın tek elden yöneteceksen devleti? Bir kere yanında bulunan güçlü aileleri temizleyeceksin, ilk iş olarak. Çandarlı ailesinin kökünü kazıyor. İstanbul düşer düşmez Çandarlı Kara Halil Paşa’nın kellesi gidiyor. İşte “Sen casusluk yaptın” bahanesiyle. Haydi adam casusluk yaptı diyelim, ailesinin ne günahı var? Fatih bütün aileyi temizliyor. Çünkü “Benim” diyor devletin sahibi. “Başka da kimse olmayacak” diyor. Tabii Fatih’in kafasında nasıl bir devlet şeması vardı bilmiyoruz. Ama devlet çok önemli, tek elden yönetilmesi çok önemli, Fatih için. Onun için ne diyor: “Devletin bekâsı için kardeş katli vaciptir.” Şimdi Fatih gibi bir dehânın elinde böyle bir güç zarar değil, fayda üretiyor. Atatürk’te olduğu gibi. Kanuni de meselâ, zarar üretmeye başlıyor. Yani adam kendi oğlunu öldürtüyor. Niçin? Sadece bir güzel kadın için. Bu devlet yönetiminde affedilmez bir suçtur.

    Armağan Çağlayan: Bizim cahil kalmamızın sebebi, gücün tek elde toplanması mı?

    Gücün tek elde toplanması ve bu tek elden devleti yöneten insanların cahil olmaları.

    Armağan Çağlayan: Ama hocam demin “Mustafa Kemal de tek adamdı ve güç tekti” dediniz ya…

    Ama Mustafa Kemal cahil değil. Bir kere dâhi. Fatih’le ortak tarafları o. Bunlar çok zeki adamlar, her Allah’ın günü bir dâhi gelsin de devleti yönetsin diye bekleyemezsin. Bu adam dâhi. Elimizde kalan kütüphanesine bak Atatürk’ün. Hatırlatırım: Fatih’in de kütüphanesi meşhurdur. Sonra Atatürk her şeyden bir şey öğrenmeye çalışıyor. Bir bilim adamı gibi düşünüyor.

    Armağan Çağlayan: Hocam, ne yapmalıyız cehaletten kurtulmak için?

    Vallahi, cehaletten kurtulmak için önce bizi yönetenlerin cehaletinden kurtulmamız lazım. Demokrasiyle bu mümkün değil. Çünkü halk, kendi gibi cahili seçmeyi seviyor. Çünkü onun dilini anlıyor. Dolayısıyla bir de bir hınç var. Tayyip Bey ikide bir bunu da çok körüklüyor. Beyaz Türkler, Kara Türkler: Kendini Amerika’daki zencilere benzetiyor. İyi de be kardeşim o zenciler arasında Martin Luther King gibi büyük adamlar çıkmış. Sizden var mı böyle birisi, görelim. Sizler köle oldunuz mu hiç? Evet! Ne zaman? Osmanlı zamanında. Kim kurtardı kölelikten sizi? Atatürk! Yani benzetme tutmuyor. Ama Tayyip Bey, bunları bilmeyen cahil kitleler nezdinde bu yalanı körüklüyor. Benim hakkımda yazılan yazıları bilmiyorum okudunuz mu, orada burada? Sık sık “Bu adam Beyaz Türk’tür” deniyor. Yani düşman.

    TÜRKİYE’DE ELİT KESİM YOK EDİLMEYE ÇALIŞILIYOR

    Armağan Çağlayan: Ama hocam sizin de elitist bir yaklaşımınız var hayata karşı.

    Benim elitist yaklaşımım tabii, yüzde 100. Deminden beri elitizmi anlatıyorum zaten. Elitizm olmadan toplum yönetilemez. Hiçbir toplum yüceltilemez. Eğer toplumun ortalamasıyla iş yapmak istiyorsanız, o ortalamanın düzeyinden kurtulamazsınız. Toplumun ortalamasının üzerinde insanlar ancak, toplumu çekip götürebilirler bir üst düzeye. Siz böyle üstün nitelikli insanların yaşamasına izin vermezseniz, toplum hiç bir yere gitmez. Bizim gibi olur. Giderek çöker. Ben tüccar ve sanayici bir ailenin çocuğuyum. Hep şu denirdi: Yenilik yapmazsak batarız. Yani olduğun gibi kalmak yetmiyor. Sürekli yenilik yapacaksın. Sürekli ileri gideceksin.

    Armağan Çağlayan: Daha iyi anlamak için soruyorum. Elitten kastınız nedir?

    Elitten kastımız, toplum düzeyinin üzerinde bulunan insanlardır.

    Armağan Çağlayan: Ama hocam bunun için eğitimin çok kaliteli olması lazım.

    Doğru. İngiltere’de bu şöyle sağlanmıştı: İngiltere’de belirli okullar vardı. Bu okullar elitlerin çocuklarını alıyordu genellikle. Bir de toplum içinde, bir garibanın çok sivri bir çocuğu varsa onu da alıyorlardı.

    Armağan Çağlayan: Türkiye’de şu anda geldiğimiz durumda, özel üniversitelerden mezun olanlara ben kuşkuyla yaklaşıyorum.

    Haklısın. Ama senin bunu aslında Türk üniversitesinden mezun herkes için söylemen lazım. İTÜ mezunu için de söylemen lazım. Yukarıda iki tane öğrenci tanıdınız. İkisi de İTÜ mezunu. Kendi konularında hiçbir şey öğrenmemişler, sıfır. Doktora yapıyorlar. Sıfır. Buna tahammül eden bir toplum, hiçbir şey olamaz.

    Armağan Çağlayan: O zaman “Türkiye’de elit kesimin yetişmesi mümkün değil” mi diyorsunuz?

    Değil! Bravo, bravo! Ha Türkiye’de bir elit kesim hâlâ var. Hızla yok edilmeye çalışılıyor. Ellerinden geleni yapıyorlar yok etmek için. Türk Silahlı Kuvvetleri hâlâ elittir. Yani Türkiye’nin sorunu tamamen halkın içinde bir sorun. Türkiye’de onun için üniversite de yok. Şimdi bakınız: Ben belli bir profesör maaşı alıyorum, değil mi? Benim yanımda 30 senedir tek yazı yazmayan adam da aynı maaşı alıyor. İkimiz de üniversitede aynı derecede söz sahibiyiz. Buradan nereye gidebilirsiniz kardeşim ya? Hiçbir yere varamazsınız. Düşününüz ki hukuk yok edilmiş bir memlekette ve halkın umurunda değil. “Hukuku düzeltelim” diyen adamlar çıkıyor, oy alamıyorlar. Çünkü halk haklı olarak şuna da bakıyor. Diyor ki bu adamlara oy verdik. Konuşamadılar bile birbirleriyle. Şimdi halk ne yapsın kardeşim? Halkın aklı az ama bu kadar aklı var. Yani geçen seçimlerde haydi yüzde 60 muhalefete oy verdi. Netice ortada!

    Eminim gidip Tayyip Bey’e desem ki “Bir sürü çalışmayan adam var şurada.” “Hemen atalım” der. Yanındaki bir danışman da diyecek ki “Sayın Cumhurbaşkanım, işte efendim hukuk var, bilmem ne var, yapamayız.” “Hadi ya boşverin, onu hallederiz” diye cevap verir, Tayyip Bey, eminim. Bu iyi bir yol mu? Hayır. Ama, maalesef, böyle adam lazım Türkiye’ye bugün. Çünkü halk ötekini istemiyor, ötekine oy verdiği zaman öteki hiçbir şey yapamıyor, paralize oluyor. Bana paralize olmayacak adam lazım.

    Armağan Çağlayan: Ama demin dediniz ki; bu halde olmamızın sebebi, gücün tek bir insan elinde toplanması.

    Hayır, ben şunu söyledim size: Demokrasi yapalım demedim, aristokrasi yok dedim! Gücün tek elde toplanması zararlıdır cahillerde ama bugünkü dünyada bir Yavuz Sultan Selim kadar, bir Kanuni kadar, bir 3. Ahmed kadar cahil kalamazsınız. Mümkün değil. En azından dünya ile iç içesiniz. Bugün en cahil devlet veya hükümet başkanı bile zamanla bir şeyler öğreniyor. Kaçınılmaz olarak. Bu tabii bir Afrika kabilesinde geçerli değil ama modern bir devletin başında kaçınılmaz olarak böyle oluyor. Ama tek adamlık, aptala tahammül edemez. Orada aptal kalamaz. Kim ne derse desin, Tayyip Bey aptal olmadığını ispat etti.

    Armağan Çağlayan: Bunları söylediniz de size çok kızacaklar hocam.

    Yahu, Tayyip Bey hiçbir şey yapmasa televizyon seyrediyor. İşte Putin’le buluşuyor. Bilmem kimle buluşuyor. Dolayısıyla bilgi seviyesi artıyor. Bir de dünyayı görüyor. Bol bol seyahat ediyor. İster istemez bir bilgi birikimi teşekkül ediyor. Bir de bakıyorsun adam zeki, öyle de bir fark var. Çünkü bir adım atıyor, birileri diyor ki “Böyle bir adım atılabilir mi, bu ne facia!” Haklılar. Fakat Tayyip Bey bu adımın kendisine hiçbir zarar vermeyeceğini önceden görüyor ve sonunda haklı çıkıyor.

    Halkını tanımış. Yaptığı kanunsuz işlerin kimsenin umurunda olmayacağını biliyor. Hiç kimsenin umurunda değil. Mahkemeler çalışmıyor. Umurunda değil. Ordunun en kıymetli generalleri mahkemeye verilmiş. Umurunda değil. Sonra Tayyip Bey’in başına aynı şey gelince uyanıyor. Generalleri hapisten çıkartıyor. Kimse de demiyor ki “Bu adamların hayatı mahvoldu. Aileleri mahvoldu. Ne yapacağız bunları?” Bu kimsenin umurunda değil. Böyle bir ortamda Tayyip Beyler iş yapar. Burada ben artık Tayyip Bey’e kızamıyorum. Tüm sorumlu oy veren halktır.

    BEN TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ’NİN HAYRANIYIM

    Armağan Çağlayan: Hocam sizin bu militarist yaklaşımınızın, elitizme kaymakla alakalı olduğunu düşünüyorum.

    Tabii, tabii. Ben militarizme kayan bir adam değilim. Ben Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir hayranıyım. Bunun bir sebebi var. Ben bu adamların arasında büyüdüm. Sonra da üniversiteye intisab ettim.

    Armağan Çağlayan: Siz askeri okula mı gittiniz?

    Gidemedim. Başlamak üzereydim. Gözlüklendim. Ama altı senem benim, daha doğrusu altı yazım, Türk Hava Kuvvetleri’nin içinde geçti.

    Armağan Çağlayan: Yine de diyorsunuz ya, kalan tek elitist sistem Türk Silahlı Kuvvetleri’dir.

    Evet, öyledir. Elitizm, mükemmellik demek değildir. Elitist, mükemmeli arayan adamdır. Ben bunu gördüm Türk Silahlı Kuvvetleri’nde. Yaptıklarının en iyisini yapmak istiyorlardı ve bununla iftihar ediyorlardı.

    Armağan Çağlayan: Hocam siz kendinizi Türkiye’nin eliti olarak tanımlar mısınız?

    Evet. Hem de o elitin en tepelerinde bir yerdeyim.

    Armağan Çağlayan: Başka kim var mesela?

    İlber Ortaylı var. Yani hemen söyleyebileceğim… Murat Bardakçı var. Yani adam Osmanlı musikisi hakkında bir kitap yazdı. Harvard yayınladı.

    Armağan Çağlayan: Ama bir elin parmaklarını geçmiyor?

    Tabii geçmez ya, mesela gazeteciler arasında Orhan Bursalı var. Fatih Altaylı var. Çok kaliteli insanlar bunlar. Ama iş yaptırılamıyor hiç birisine. Fatih Altaylı gibi bir adam spor yazıları yazıyor. Bizim, malum biliyorsunuz Marmara Araştırmaları var. Fatih bizi ‘Teke Tek’ programına davet etti. Xavier Le Pichon ile gittim, beş dakika sonra Fatih geldi. Uzun uzun özür diledi, beş dakika geç kaldığı için. Ondan sonra cebinden bir kâğıt çıkardı, Xavier’e ve bana dedi ki, “Bu soruları soracağım size. Bu sorular içinde çok absürd sorular var. Ben gazeteci olduğum için, bana bu soruları halk soruyor” dedi. “Ben mecburum size bunları sormaya. Sizden ricam mümkün olduğu kadar, bunlara da cevap vermeye çalışmanız. Zırva demek istiyorsanız deyin ama niye olduğunda söyleyin” dedi. Sonra Fatih aksansız Fransızca konuşuyor. İngilizcesi de çok güzel. Tabii Xavier kendisinin kibarlığına, işbilirliğine, zekasına ve bilgisine hayran oldu. Ayrılırken “Beni Paris’ten çağırsan, gelirim” dedi.

    BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTE DEĞİL

    Armağan Çağlayan: Sizin Fatih Altaylı’yı elit olarak tanımlamanıza, çok şaşırdım.

    Ee öyle, ne yapalım? Bir kere iyi bir aile çocuğu, iyi okumuş bir insan, Galatasaray mezunu, San Diego mezunu. Boğaziçi’ni saymıyorum çünkü üniversite değil. Ama Galatasaray önemli bir müessese, San Diego da palavra bir üniversite değil. Değil mi? La Jolla Oseanografi Enstitüsü’nün olduğu yer. Buralarda okumuş bu adam. Ondan sonra gelmiş, çok önemli adamlarla çok ciddi röportajlar yapmış. Ben Fatih’in yaptığı röportajlara bayıldıydım. Bu adam, adam gibi gazeteci. Ben hiçbir zaman Fatih’in yalakalık ettiğini görmedim.

    Armağan Çağlayan: Yani siz bana say deseniz. Celal Şengör Hoca derim. İlber Ortaylı, Murat Bardakçı ve Muazzez İlmiye Çığ derim.

    Sil. Muazzez İlmiye Çığ Hanım o listeye girmez. Ne yazık ki eleştirel bir bakışı yok. Kendisi samimi bir vatansever, muhakkak değerli bir Sümerolog ama entellektüel diyemeyeceğim. Bunun nedeni, Piri Reis haritası hakkında bir kitap yazan bir deliyi, büyük bilim adamı diye tanıtmasıdır, Türk Tarih Kurumu Belleten’inde. Kendisini ikaz ettim, “Ama bak adam Piri Reis’imize değer vermiş” diye cevap vermesin mi? O zaman anladım ki, kendisi bu konu hakkında hiçbir bilgi sahibi değildir. Ama oturup ciddi olmaya çalışan bir bilimsel dergiye saçma sapan bir yazı yazıyor, sonra da onu milliyetçi nedenlerle savunmaya kalkıyor. O anda notunu verdim. Bilimin milliyeti olamaz. Bunu anlamamış adama da ben entellektüel diyemem.

    Armağan Çağlayan: Hayatta hep böyle bilgi, ilim türü şeylerle mi ilgileniyorsunuz? Oturup televizyona bakar mısınız?

    Çok. ‘Person of Interest’i kaçırmam.

    Armağan Çağlayan: Ama şimdi Türkiye’de dizi modası var ya…

    Hiçbirini seyretmedim. Mesela o ‘Muhteşem Yüzyıl’ı nasıl yapıyorlar, diye baktım. 10 dakika sonrada kapattım ve hakkında bir yazı yazdım “Felakettir” diye.

    Armağan Çağlayan: Şimdi ‘Kösem’ başladı

    İyi, güzel. Güzel kızları sever halkımız. Bayıla bayıla seyredecektir eminim. Ama ben seyretmeyeceğim.

    KENAN EVREN’İN 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAPTIĞI HER ŞEYİ ONAYLIYORUM

    Armağan Çağlayan: Siz Kenan Evren’in cenazesine çelenk gönderdiğiniz için de…

    Evet, bizzat gidemediğim için… Çünkü vefatını havada öğrendim. Strasbourg’a uçuyordum. Hostes geldi “Bir şey soracağım” dedim, “Kenan Paşa ağırlaşmış gece” dedim. “Haber var mı?” deyince kız böyle baktı, “Vefat etti efendim” dedi. “Yapma yahu” dedim. “Yani şunu havaalanında öğreneydim, gitmezdim toplantıya, Ankara’ya, cenazesine giderdim” dedim.

    Armağan Çağlayan: O kadar…

    A, tabii tabii… Komutanın cenazesine giderdim. Ve Strasbourg’a iner inmez eşimi aradım.

    Armağan Çağlayan: Hocam bu şu anlama geliyor mu: Kenan Evren’in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi onaylıyorum.

    Her şeyi tasvip ediyorum! Evet, istisnasız.

    Armağan Çağlayan: Şaka yapıyorsunuz.

    Hayır, efendim.

    Armağan Çağlayan: Evet ama…

    Her yaptığını onaylıyorum kardeşim. Ben çünkü 12 Eylül sürecini yaşadım.

    Armağan Çağlayan: Hocam Diyarbakır’da, Mamak’ta cezaevlerinde yapılan…

    Her şeyi! Bak kardeşim! İhtilal ne demektir biliyor musun sen? Devrim ne demektir? Darbe? Zorla bir işi yapmak demektir! Kusura bakmasın kimse. Eğer ondan önce günde 20 kişi öldürülüyorsa İstanbul’da, ülkenin başbakanıyla ana muhalefet başkanı bir cenazede bir araya gelip birbirleriyle konuşmamak için sırt sırta dönüyorlarsa, bunu gazeteciler tespit edip gazetelere yazıyor ve bu heriflerin de kılı kıpırdamıyorsa, okula giden çocuklar her okula gittiklerinde kapıda okullarını bekleyen jandarma görüyorlarsa, aman bir şey olmasın diye… Okuldan çocukları gelen anneler, “Aman bugün de canlı geldi, çok şükür yarabbim” diyorlarsa, her yapılan haktır kardeşim. Hiç! Yani ben bu memlekette, Deniz Gezmiş gibi bir eşkıyaya kahraman denildiğini gördüm! Yuh be! Yani ama ben normal bir devlet ve toplum düzeninden bakıyorum. İnsanların adam gibi işlerine gittikleri, öldürülecek korkusuyla yaşamadıkları, düşündüklerini rahatça söyleyebildikleri.

    Armağan Çağlayan: Evet ama bu gene de insanların, efendim tırnaklarını çekmek…

    Yahu! Kardeşim…

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  612. [2. BÖLÜM-SON] BU TOPLUMU OLİGARŞİ YÖNETMELİ & DENİZ GEZMİŞ EŞKİYADIR

    [2. BÖLÜM – SON]

    DIŞKI YEDİRMEK İŞKENCE DEĞİL

    Armağan Çağlayan: İnsanlara dışkısını yedirmek gibi..

    Hayır, hayır bir dakika. Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil.

    Armağan Çağlayan: Nasıl değil?

    Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun?

    Armağan Çağlayan: Yapmayın hocam.

    Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ikram ediyorlardı. Onlar da bizim gibi primatlar. Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz. Meselâ jeolojinin kurucularından olan William Buckland’ın hayvanlar âlemindeki her şeyi tatmak gibi bir merakı vardı: Dışkı ve sidikler dâhil. Bu bilgisi sayesinde Napoli’de San Gennaro’nun kanı zannedilerek kutsal bir mucizenin olduğu sanılan bir yerde akan şeyin kan değil, yarasa sidiği olduğunu teşhis ederek, kutsal mucizenin de palavra olduğunu ispat etmişti! Yani dışkı pis bir şey değil ki. Sen sidiğini içmez misin?

    Armağan Çağlayan: Hayır hocam, niye içeyim?

    Ama içen var. Yaşayabilmek için. Hattâ ‘House MD’ dizisini seyrettiysen, orada sevgilisinin hastalığını teşhis edebilmek için Antarktika’daki genç bir teknisyen, kızın hastalığını uzaktan teşhis etmek zorunda kalan Dr. House’un, Skype’ta isteği üzerine sevgilisinin idrarını tadıyor!

    Armağan Çağlayan: Hocam depremde işte…

    Evet deprem de de içtiler değil mi? E teşekkür ederim! Kötü bir şey değil yani. Amonyağı fazla olan bir sıvı sadece.

    Armağan Çağlayan: Evet ama…

    Şimdi bak, bu zırva sohbetin amacı aslında şuraya gelmek: Bir ihtilalde işler her zaman kontrolden çıkar, ne yazık ki. Esas olan ihtilale sebep olacak şeyleri yapmamaktır. Ben 12 Eylül döneminde yapılan pek çok şeyi rahmetli Tahsin Şahinkaya generalimle konuştum. Kendisi dedi ki “Söylenen işlerin çoğunu biz bilmiyorduk bile.” Tutuklamaları kim yaptı? Valiler yaptı, yani siviller. Gerçi askerlere tutuklattılar ama listeler valilerin elinde. Sivil yönetimin elinde. Ondan sonra kimin eline geçti bu yerler? Polisler bu adamlara işkence ettiler, bilmem ne yaptılar falan filan. Ha asker de vardır aralarında, eminim. Ama senin milletin, kızı bir çocukla konuşuyor diye kızını öldüren bir millet yahu. İçimizde var bu kötülük yapmak, işkence yapmak. İlkel bir milletiz. İş zıvanadan çıktığı zaman kontrol da edemezsin bazı şeyleri. Bu, Kenan Evren “İşkence edin” emri verdi demek değildir.

    Armağan Çağlayan: Ama…

    Fakat kötü şartlarda kaçınılmaz olarak olacak olan şeylerden biridir bu. E o kötü şartları Kenan Evren mi yarattı? Hayır, hükümetler yarattı.

    Armağan Çağlayan: Bugün, bu noktaya gelmemizde Evren’in bir dahli olduğunu düşünmüyor musunuz?

    Hayır efendim, ben Süleyman Demirel ve Ecevit’in dahli olduğunu düşünüyorum. Özal’ın dahli olduğunu düşünüyorum. Kenan Evren televizyona çıktı. “Lütfen bu adama, Özal’a oy vermeyin” dedi. “Bu adamı biz ekonomist olarak kullandık, başarılı işler yaptı ama bu adama oy vermeyin” dedi. “Yobazdır bu herif” dedi. Milletçe koşa koşa gittik, Özal’a oy verdik. Paşa vermeyin dediği halde. E ben şimdi Paşayı nasıl sorumlu tutayım yahu? Adam açık açık söyledi, “Oy vermeyin bu adama” dedi. Ama demokrasi! Evren generalim ona da “Peki” dedi, oy verildikten sonra da. “Ya ben bu oyu tanımıyorum” demedi. Değil mi? Tayyip Bey gibi, “Benim istediğim olmadı, haydi bir seçim daha yapalım” demedi. “Hoş geldin” dedi, “Teşekkür ediyorum, seni başbakan yapıyorum halk bunu istedi” dedi. E ne yapsın bu adam?

    BU TOPLUMU OLİGARŞİ YÖNETMELİ

    Armağan Çağlayan: Siz demokrasiye kökünden mi karşısınız?

    Cahillerin demokrasisine, yani oklokrasiye karşıyım.

    Armağan Çağlayan: Ne ile yönetilelim?

    E vallahi bir oligarşi yönetmeli bu toplumu. Eğer toplum İsviçre değilse… İsviçre’de demokrasiye karşı değilim. Ama Türkiye gibi toplumlar oligarşi ile yönetilmeli.

    Armağan Çağlayan: Oy vermeye gidiyor musunuz hocam?

    Tabii.

    Armağan Çağlayan: Siz de eğitimli insanların oyunun eğitimsiz insanlardan daha fazla sayılmasını mı istiyorsunuz?

    İşte oligarşi, oligarşi… Yani eğitimsiz bir grup hiç oy kullanmayacak! Az sayılsın, çok sayılsın falan değil.

    Armağan Çağlayan: Okuma yazma bilmiyorsanız oy yok?

    Hayır, oy vermeyeceksiniz.

    Armağan Çağlayan: İlkokul mezunu, bir oy…

    Evet.

    Armağan Çağlayan: Yıllar önce bunu Aysun Kayacı söyledi hocam?

    Yahu kardeşim yani Aysun Kayacı işte! Aysun Kayacı’nın oyu da pek makbul bir oy sayılmaz! Değil mi arkadaşım, yani kusura bakmayalım. Bakın iş, bütün bir iş şuraya geliyor. Cahil ve akılsız bir iş yaparsa bu iş adam gibi olabilir mi? Bu soruya siz ne cevap vereceksiniz?

    35 YILDIR HALKIN ARASINA KARIŞMIYORUM

    Armağan Çağlayan: Hocam ‘halka’ karışıyor musunuz?

    Hayır. Senelerdir. Amerika’dan geldiğimden beri hayır.

    Armağan Çağlayan: Yani… 30 yıldır, 20 yıldır…

    1981’den beri.

    Armağan Çağlayan: 35 yıldır?

    Evet. Hiç arasına girmedim halkın. Sinemaya bile pek az gittim. Genellikle de bilim kurgu ve James Bond filmlerini seyretmeye. 1981’den beri ben ne otobüse bindim, ne alışveriş yaptım.

    Armağan Çağlayan: Ekmek bile almadınız?

    Hayır, hiç ekmek almadım hayatımda. Yurtdışında yaşadığım dönemler ve Türkiye’de araziye gittiğim zamanlar hariç… Gerçi arazide de genellikle ben almıyordum; şoför, bizi kim götürüyorsa, o alıyordu. Yani almak istemediğim için değil, ihtiyaç olmadı.

    Armağan Çağlayan: Sevmiyorsunuz?

    Vallahi denemediğim için bilmiyorum. Herhalde mecbur kalsam gider alırım.

    Armağan Çağlayan: Hayır, hayır; halkla ilgi bir şeyler yapmayı ya da içine karışmayı da sevmiyorsunuz.

    Sevmiyorum hayır. Baştan beri sevmedim. Onun için de jeolog oldum zaten.

    Armağan Çağlayan: İnsan sevmiyor olabilir misiniz?

    “İnsan sevmiyor” lafı doğru bir laf değil. Nötrüm. Ne seviyorum, ne sevmiyorum. “Fokları veya balinaları seviyor musunuz?” gibi bir laf bu. E foklara bir itirazım yok yani. Hayvancıklar yaşıyorlar. İnsanlara da bir itirazım yok. Ha, bazen itirazım oluyor. Dünyanın ağzına ediyoruz şu anda. Ona itiraz ediyorum.

    Armağan Çağlayan: Popüler kültürle ilgileniyor musunuz hocam? Twitter falan?

    Hayır haberim yoktur, hesabım yoktur, hiçbir şeyim yoktur.

    Armağan Çağlayan: Sosyal hesaplarınız yok mu?

    Hayır, hayır hiç yok. Hayır. Bir Facebook hesabı var adıma ama onu benden bağımsız ve habersiz olarak yaratan öğrencim Sena idare ediyor. Hiçbir ilişkim yok, bakmıyorum bile.

    ORHAN PAMUK’U OKUMAK İSTEDİM, SIKINTIDAN OKUYAMADIM

    Armağan Çağlayan: Müzik dinlemek isteseniz, mesela Demet Akalın çok popüler. Onu dinler misiniz?

    Hayır, hayır. Hiç bilmem. Müzik dinlemek istediğim zaman Viyana’ya gidiyorum. Orada gayet güzel dinliyorum. Opera dinliyorum. Operaya gitmek için Viyana’ya gidiyorum.

    Armağan Çağlayan: Türk popüler kültürüyle neredeyse hiç alakanız yok.

    Hemen hemen hiçbir popüler kültür ile alakam yok diyebilirim. Ama mesela, popüler kültür ile şöyle ilgileniyorum. Mesela madenciliğin folklora şöyle bir yansıması vardır: Müthiş bir madencilik tradisyonu vardır Orta Avrupa’da özellikle, madencilik etki yapmıştır halk geleneklerine. Onunla ilgileniyorum, dinlerle çok ilgileniyorum. Bilim ile çok ilginç ilişkisi vardır dinin. Ve hepsi de olumsuz değil.

    Armağan Çağlayan: Orhan Pamuk Nobel aldı, hiç merak edip Orhan Pamuk okumadınız mı mesela?

    Yani, ‘Benim Adım Kırmızı’ya birkaç teşebbüste bulundum. Sıkıntıdan okuyamadım, Yaşar Kemal gibi.

    Armağan Çağlayan: Hiç Yaşar Kemal de mi okumadınız?

    Denedim. ‘İnce Memed’’ bitirebilmek için kahramanca kendime karşı mücadele verdim. Ama bir yere geldim “Yeter artık ya!” dedim. Fenalık geldi. Yani kardeşim, okuyamadım. Yani “Bana ne ya” diyorsun en sonunda. Ama ‘Buzlar Çözülmeden’i iki, üç defa seyrettim. Ve hayran oldum… Muhteşem bir tiyatro eseridir. Muhteşemdir, ‘Buzlar Çözülmeden’. Ve bir deliyi anlatır.

    KEMAL SUNAL’A HİÇBİR ZAMAN TAHAMMÜL EDEMEDİM

    Armağan Çağlayan: Kendini kaymakam yerine koyan bir deliyi anlatır.

    Ama ne muhteşem bir eserdir. Mesela Kemal Sunal’a hiçbir zaman tahammül edemedim. Küfür etmeyi komik olmak zanneden zavallılardan. Ama mesela bir Metin Akpınar büyük adamdır, büyük sanatçıdır.

    Armağan Çağlayan: Cem Yılmaz var…

    Cem Yılmaz’ı mucitlere davet ettiler, Cem Yılmaz’a dedim ki “Şaklabanlık yapmak yok, bu ciddi bir iş” dedim, sulandıracak çünkü. Önemli bir iş çünkü yaratıcılığı tartışıyoruz, Cem Yılmaz gelsin yaratıcılık anlatsın, yaratıcılık üzerine komedi yapsın. Bunu yapabilecek kapasitede bir sanatçı. Bunu söyledim sadece. O da ağzını açmadı.

    Armağan Çağlayan: Popüler kültürün toplum için gereksiz olduğunu mu düşünüyorsunuz?

    Hayır, öyle şey olur mu? Son derece önemli. İsviçre popüler kültürü, Avusturya popüler kültürü… Batı Almanya’daki madencilik kültürü öyle böyle değildir yani, madenci orkestraları var işçilerin, üniformaları var. Müthiş seremonileri vardır.

    Armağan Çağlayan: Alman, Avusturya ekolünü, popüler kültürünü hoş bulurken Türk popüler kültürüne çok uzak davranıyorsunuz.

    Evet çok uzak davranıyorum çünkü onu bana sevdirecek hiçbir şey yok içinde. Folkloru bile adam gibi değil.

    Armağan Çağlayan: Niye halk oyunları adam gibi değil?

    Hoşuma gitmiyor.

    DEPREMİN OLUŞTURDUĞU FAYIN GÜZELLİĞİNİ İNKAR EDEMEZSİN!

    Armağan Çağlayan: 1999 depreminin olduğunda “Bu deprem çok yakışıklı” demiştiniz.

    Neşe Düzel’e söylemiştim. Bir kadıncağız arıyor Neşe’yi, “Ellerin kırılsın” diyor. Neşe de demiş ki “Ben söylemedim, niye Celal’i arayıp söylemiyorsunuz?”

    Armağan Çağlayan: Benim çok garibime gitmişti o zaman.

    Ama öyleydi, hakikaten çok yakışıklı depremdi! Ders kitaplıktı. Biz Xavier Le Pichon ile araziyi dolaştığımızda tekrar baktım da her bir oluşan yapıyı ders kitabına koyabilirsiniz. Onun hakkında makaleler yazdık kaç defa, öyle güzel yapılar olmuştu ki… Bu kadar olur yani. Güzel bir depremdi.

    Armağan Çağlayan: Orada 30 bin kişi ölmüş…

    O başka bir şey. Onlara çok üzülürsün. Ama kardeşim depremin oluşturduğu fayın da güzelliğini inkâr edemezsin. Ölenler ayrı, oluşan yapı ayrı. Bunları birbirine karıştırma. Bunları birbirine ancak ilkel toplumlar karıştırır.

    Armağan Çağlayan: Bir de deprem bizim için bir felaket ya… Hocam siz hiç ürkmez misiniz? “Oldu mu, olacak mı” deniyor ya?

    Çok korkuyorum. Korkmaz mıyım! Ödüm patlıyor. Depremde ölmek, eğer hemen ölmezsen bir facia. Kim korkmaz! Ama bu, depremi benim gözümde daha az ilginç, daha az güzel kılmıyor ki. Deprem beni öldürür, benim arkamdam gelen jeologlar, “Ne ilginç deprem, neler öğrendik!” derler. Kardeşim ben zaten yaşasam yaşasam istatistiki olarak 80, 90 sene en fazla. Ne önemim var? Hiç! Bütün önemim ürettiklerinde. Gerisi hikâye… Bethoveen’ın 9. Senfonisi’ni gözlerim yaşarmadan dinleyememişimdir. Sağır bir adam bunu yapıyor. O kadar sağır ki ilk yönettiği zaman bunu, salon alkıştan yıkılıyor, duymuyor, dehşete düşüyor, “Hiç alkış yok mu?” diye. Birden konzertmeister dönüyor, omuzlarından tutup çeviriyor, görsün o salonu diye. İşte budur insanlık! Bu muhteşem bir şeydir. Mozart, açlıktan ölüyor herif 35 yaşında ya, 600 küsur eser! Her biri bugün repertuvarda. İşte bu eserler bu insanları unutulmaz yapıyor. Yoksa 57 yaşında Bonnlu bir Alman ölmüş; 35 yaşında Salzburglu bir Avusturyalı ölmüş. Kimin umrunuda olabilirdi?

    İSTANBUL HALKI APTALLIĞINDAN DOLAYI KORKMUYOR DEPREMDEN

    Armağan Çağlayan: Benim aklım çıkıyor depremden…

    Akıllı adam olduğun için… Haklısın. İstanbul halkı da korkmuyor! Aptallıklarından? Bilmiyorlar ki! Adam yarınını düşünemiyor. Korkmakta yerden göğe haklısın.

    Armağan Çağlayan: “Deprem öldürmez, bina öldürür” diyorlar. Bana “Bu bina sağlam” diyorlar. Ama belki yolda giderken viyadük çökecek…

    Viyadük çökmez. Onlar sağlam da, bir AVM de olabilir. Kaçamazsın. Nerede oturuyorsun? Nişantaşı’nda oturduğunu düşün, deprem oldu, ölmedin, borular patladı, yangın başladı, hiçbir yere kaçamazsın.

    Armağan Çağlayan: Zaten benim evim ayakta kalsa, yan taraftakiler belki de açlıktan yağmalayacak… “Öyle şey olmaz” diyorlar!

    Bal gibi olur. Olsun da görürler. Parkları, toplanma yerlerini AKP inşaata açtı diyorlar. Açarlar. Milletten reaksiyon yok. Kimse bir şey demiyor, memnunlar, para kazanıyorlar. Yarınını dahi göremiyorlar. İşte bu bilimsel düşünememek. Bunu düşünemeyen adamın başı beladan kurtulmaz. Türkiye’nin dış politikası çöktü. Çünkü tamamen bilgisiz insanların elinde. Bir felaket. Türkiye’nin iç güvenliği çöktü, tarım çöküyor, sanayi çöküyor. Milletten bir şikâyet var mı? Yüzde 49 oy verdiler. Sen ne bekliyorsun! “Yeteri kadar dua etmedik, onun için deprem oldu” diyebilirler. Dediler de. Her halkta bunu diyebilecek adam çıkar. Ama buna reaksiyon göstermeyecek bir halktan ne bekliyorsun?

    DEPREM ÖNCEDEN KESTİRİLEMEZ

    Armağan Çağlayan: 1999 depreminden sonra jeologlar çok popüler oldu. Bana biraz bizim korkumuz sömürülüyor duygusu geçiyor…

    Hayır, millet televizyona çıkmayı seviyor .Gazeteci de reyting yapıyor. Benim arkadaşlarım arasında bu konuda hiçbir şey bilmediği halde, bayıla bayıla televizyona koşan var. Bu adam profesör ya! Birdenbire bakıyorsun, bu adam ne profesör ne bir şey. Ne bir kritik düşünce var, ne merak ver, ne mesuliyet duygusu var…

    Armağan Çağlayan: O ara bir sürü tartışma çıktı ya, fay buradan geçiyor falan…

    Saçma sapan tartışmalar. Ne veri topladın? Marmara Depremi’nden sonra iki grup veri topladı. Bir Kandilli, iki İTÜ. Gemilerle biz gezdik. Bunun dışında laf söyleyenlerin hepsi uydurma. Hayatında bu konuda tek yazı yazmamış insanlar televizyona davet edildi. Davet edenler anlı şanlı anchormanlerimiz. Gülüp geçiyorsun… O kadar feci bir durum. Bu aptallık, bir röportajda anlatılıp “İlginç bir durum” diye geçilecek bir şey değil. Bu bizim bekâmızı, yaşama şansımızı tehdit ediyor. Olanları da görüyorsunuz; Ankara patlıyor, Hatay’da bilmem ne oluyor. Bunların hepsi cehaletin neticeleridir.

    Armağan Çağlayan: Bilim, 100 yıl sonra depremi bilecek mi?

    Onu söylemek mümkün değil. Dünyanın en büyük sismologlarından biriyle, Lynn Sykes ile geçen hafta New York’ta beraberdik. Ben depremin önceden kestirilebileceğine inanamıyorum. Çok karmaşık bir olay. Bugün bilimin kabul ettiği de bu; prediksiyon mümkün değil. Forecast yapılabilir ama prediksiyon mümkün değil. Lynn “Ben prediksyion olabileceğine inanıyorum” dedi. Adam dünyanın en büyük sismologlarından biri. Yani prediksiyon hâlâ tartışmalı. Ama bilimi tartışma ileri götürür. Her şeyi sorgulayacaksın! Geçmişten biraz daha fazla şey bileceğiz ama bu bildiklerimize hiçbir zaman güvenmeyeceğiz.

    İLBER HAYRAN OLDUĞUM BİR ADAM

    Armağan Çağlayan: Bu kadar çok şey bilmek insanı yormuyor mu?

    Yok, büyük bir keyif veriyor. Muhteşem bir şey.

    Armağan Çağlayan: “Cahil” sizden mi çıkma, İlber Ortaylı’dan mı?

    Birbirimizden bağımsız, ikimizden de. İkimiz de aynı şeyi söylüyoruz. Doğru diyor! İlber çok büyük bir adam. Hayran olduğum, kendisinden çok şey öğrendiğim bir adam.

    Armağan Çağlayan: Huy olarak benziyorsunuz.

    Topkapı Sarayı’nda müdürken ziyarete giderdim, bana “Siz akraba mısınız?” derlerdi. “Kardeş misiniz?” diye soran bile oldu sokakta. İlber gibi bir ağabeyim olsaydı, herhalde bugünkünden çok daha bilgili bir insan olurdum.

  613. 596 Tespih çeken, seküler-laik mistik, dahi, falan filan
    Felsefe, bilgi; bilim, ağzında kemik olan köpek ısırmaz felsefesinin kibar adıdır.
    Sen bu murada ermişsin onun için aramıyorsun. Arayan Bistâmî mezarında atılan kırıntılarla yetinen seni duysa, zavallı “ben ne yaptım?”, der. Sanırım Hallaj- i Mansur’a senin gibilerin arasına girmeme uyarısını da o yapmıştı.
    Her halûkarda, senin diğerleri gibi cahilliğiyle gurur duyan modernler moderni, daha henüz çelişkisiz düşüncenin ölü düşünce olduğundan bile habersiz, hayatı seyircilikle geçmiş bir zavallı olduğun belli. Ama zamanımız simgesi olan büyüklerine saygı, küçüklerine tekme atmayı öğrenmişsin. Anlamadığı konuları televizyon vari kısa ama öz laflarla kapatan, alimlik hevesi içinde çırpınan, ezikliğin güzel bir örneği. dolduruyor.
    Ne mutlu okullarda meslek öğrendim, para kazanıyorum, aramadan vazgeçtim, diyenlere!

  614. Şu 587, 595, 597, 599, 604’te yazan arkadaş İlber Ortaylı – Yalçın Küçük – Max Stirner karışımı bir şeye benziyor.

    Bu arkadaşın zamanı bin yıllar tarihi boyunca gezecek kadar bol demek ki, keşke Elias Canetti’nin Die Blendung / Körleşme’si ile ilgili birkaç kelime yazsa da beynimiz biraz daha şişkinleşse?

  615. Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla, açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumdadır. (Paulo Freire)

  616. Alev Alatlı ile Celal Şengör uyumsuzlukları çok uyumlu bir ikili olabilirler!…

  617. 609 Bir Dahi daha çıktı
    İlber Ortaylı, Yalçın Küçük kim, bilimiyorum.
    Max Stirner bana hiç ama hiç hitap etmedi.
    529 no’lu yazımda, aşağıdaki alıntıyı ben yazdım.
    ” Hayır demekte devasa bir güç var. Hatta, bana öyle geliyor ki, Hayır demek o kadar büyük ve yüce ki insan sadece bu Hayır’la yaşayabilir.”
    Elias Canetti
    Aynı 529 no’lu yazımda, şu alıntıyı da ben yazdım,
    “Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği medeniyetin reddi ve anti-tezidir.”
    Ibn Khaldun (1332.1406) on nomads (göçebeler üzerine)
    570 no’lu yazımda aşağıdaki kitabı ben tavsiye ettim.
    J. C. Scott: The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia
    Senin Max Stirneri ve Elias Canetti’yi anlamadığın, utandıracak bir itiraf.
    Zaten, “The Art of Not Being Governed” (benim senin gibi kabızların (tight ass), köle ruhluların ağızlarını köpükle doldurup “imkansız!, imkansız!, imkansız!, imkansız!, bağırtacak çevirim: “Köle Olmadan Yaşama Sanatı”)
    Bu siteye girdiğimden beri Türklerde cahillik, aşağılık duygusu, kölelik ruhu olduğunu; hiyerarşiye, Batı’ya taptıklarını hatırlatıp, Canetti gibi “HAYIR”la yaşamaya davet ettim, hep karşıma senin gibi köleliğini hatırlatandan nefter edenler çıktı.
    Önce Osmanlıların, sonra Atatürk’ün ithal ettiği Batıcılığın, daha sonra solcu maymunların ithal ettikleri Marxizmin, şimdide bakirelik saplantınıza uyan analşistlik ticaretinin getirdiği ve yarattığı aşağılık duygununuz o kadar fazla ki, size ayna tutan bana hemen saldırıya geçiyorsunuz. Kadavralar ağızlardan çıkmaya başlıyor. Kitap ve yazar adlarıyla fiyaka yapacağına, benim yazdıklarımı okusaydın.
    Ben aşağılık duyguları içinde çırpınan Türkiye’nin bu zaafından faydalanan kitap çeviri ve satışı yapma şarlatanlığını çok iyi biliyorum.
    Senin beynin boş şeylerle öyle şişmiş ki, boş yer kalmamış!
    Cahillik ayıp değil, cahilliğinden gurur duymak çok ayıp.
    Bak ya bak’r: bu sayfadaki “eleştiri bittiğinde, çürüme başlar..”

  618. Taylan Kara, Radyoloji Doktoru. Henüz Doçent oldu. Yazarlıktan para kazanmıyor.
    *
    Taylan ismi nedeniyle yapılan aşağılamada yazan haklıdır! Doğduğu zaman bizzat bu ismin konulmasında ısrarcı olmuş!
    *********
    Bu tuhaflıklar giderek artıyor. Herkesi düşman ilan etmek, “ulan topunuzun” söylemi, adından dolayı bile bir saldırı, aşağılama nedeni bulmak…
    10 bin sene öncesi şu; her şey o toprak mülkiyeti ile başladı!
    5 bin sene öncesi de ilk devletler kuruldu.
    Takas ticaret daha önceye at..
    *
    belki de 55 milyon yıl öncesi ilk primatlardadır kabahat!

  619. Görmezden gelmek huy olmuş!

    Elias Canetti’nin Die Blendung / Körleşme’si ile ilgili birkaç kelime dedik, tankerle bardağa su doldurmaya çalıştı!

    Kafa içinde çok kitap taşımak ile, bu kitapları fışkırtmak birbirine karışmış!

    Ne günlere kaldık!

    Die Blendung / Körleşme ile ilgili yazın bakalım, ama samimice, ama fışkırtmadan!

  620. THE ELITE AT THE TOP TO A 'PRECARIAT' AT THE BOTTOM

    Mike Savage (from the London School of Economics) and Fiona Devine (from the University of Manchester) describe their findings from The Great British Class Survey. Their results identify a new model of class with seven classes ranging from the Elite at the top to a ‘Precariat’ at the bottom.

    In January 2011, with the help of BBC Lab UK, we asked the BBC audience to complete a unique questionnaire on different dimensions of class.

    We devised a new way of measuring class, which doesn’t define class just by the job that you do, but by the different kinds of economic, cultural and social resources or ‘capitals’ that people possess.

    We asked people about their income, the value of their home and savings, which together is known as ‘economic capital’, their cultural interests and activities, known as ‘cultural capital’ and the number and status of people they know, which is called ‘social capital’.

    Amazingly, more than 160,000 of you completed the survey. We now have one of the largest ever studies of class in Great Britain.

    THE RESULTS TO DATE

    What was the method?

    * The full class survey was based on a theory developed by Pierre Bourdieu in 1984.

    * It looked at a person’s cultural and social life as well as their economic standing.

    * Participants were asked if they enjoyed any of 27 cultural activities including watching opera and going to the gym.

    Our new model includes seven classes:

    ELITE: This is the most privileged class in Great Britain who have high levels of all three capitals. Their high amount of economic capital sets them apart from everyone else.

    ESTABLISHED MIDDLE CLASS: Members of this class have high levels of all three capitals although not as high as the Elite. They are a gregarious and culturally engaged class.

    TECHNICAL MIDDLE CLASS: This is a new, small class with high economic capital but seem less culturally engaged. They have relatively few social contacts and so are less socially engaged.

    NEW AFFLUENT WORKERS: This class has medium levels of economic capital and higher levels of cultural and social capital. They are a young and active group.

    EMERGENT SERVICE WORKERS: This new class has low economic capital but has high levels of ’emerging’ cultural capital and high social capital. This group are young and often found in urban areas.

    TRADITIONAL WORKING CLASS: This class scores low on all forms of the three capitals although they are not the poorest group. The average age of this class is older than the others.

    PRECARIAT: This is the most deprived class of all with low levels of economic, cultural and social capital. The everyday lives of members of this class are precarious.

    Other unique findings:

    1. Twentieth-century middle-class and working-class stereotypes are out of date. Only 39% of participants fit into the Established Middle Class and Traditional Working Class categories.

    2. The traditional working class is changing. It’s smaller than it was in the past. The new generation are more likely to be Affluent Workers or Emergent Service Workers.

    3. People consume culture in a complicated way. The Technical Middle Class are less culturally engaged while emergent service workers participate in various activities.

    4. The extremes of our class system are very important. The Elite and Precariat often get forgotten with more focus on the middle and working classes. We’ve discovered detailed findings about them.

    What did we measure?

    People tend to think they belong to a particular class on the basis of their job and income. These are aspects of economic capital. Sociologists think that your class is indicated by your cultural capital and social capital. Our analysis looked at the relationship between economic, cultural and social capital.

    The findings have been published in the journal Sociology and were presented at a conference of the British Sociological Association.

    Who took part?

    A total of 161,458 people from around the UK completed the survey. The majority (86%) lived in England while 8% lived in Scotland, 3% in Wales and 1% in Northern Ireland.

    Of that total, 91,458 men (56%) and 69,902 women (43%) completed the survey. They had an average age of 35 and 145,521 participants (90%) described themselves as ‘white’.

    This very large sample allowed us to analyse the connections between the different capitals using a technique called ‘latent class analysis’.

    This produced a lot of very detailed information which took a long time to examine. There’s still plenty of exciting work still to be done!

    The data from the Great British Class Survey was analysed by a team including Niall Cunningham, Yaojun Li and Andrew Miles from the University of Manchester, Mark Taylor from the University of York, Sam Friedman from City University, Johs Hjellbrekke from the University of Bergen, Norway and Brigette Le Roux of Universite Paris Descartes, France.

    Can we rely on the results?

    * Sociologists used complex stats to identify the new classes.

    * A representative survey was combined with the web data.

    (April 3, 2013
    “bbc.co.uk” Science)

  621. 613
    Maşallah maşallah! DOÇENT OLMUŞ.
    Bir doçentin bilmediği bir konuda yazdıklarını eleştirdim. Cevap tam köle ruhlu Türklere yakışan bir altın yumurta: “sen ne diyorsun be adam, o bir doçent!” Bu sizlerin hiyerarşi genlerinizde doğduğunu göstermez mi?
    Benim Türkiye sol maymunlar zamanındaki modaların etkisi altında kalmış olup çocuklarına modaya uygun isimler vermiş olması bir gerçek mi, değil mi?
    Şimdi dizilerdeki artistlerin isimlerinin daha fazla moda oluşu doğru mu, değil mi?
    Bunun tarihi silme saldırısına hizmet ettiği doğru mu, değil mi?
    Türklerin Batı’dan gelen her modaya kucak açtıkları doğru mu, değil mi?
    Ben HAYIR modasını yaratmak istiyorum. Evet diye diye, boyun eğe eğe, ne dediğimi anlamaz olmuşsunuz.

  622. 614
    Evet haklısın. Fiyaka yapmak istedin olmadı. İşi alçak gönüllülükle, diğer salaklara dalkavukla kapatmak istiyorsun “Salakça bir şey söyledim ne var yüzüme vurmada!”, “Bu bizim müslüman veya türk veya solcu veya … yakışmaz!”
    Unutunun mu “ilkeleri”, “ideolojileri”, “haksızlıklara karşı gelmek için” birbirlerinin öldürme günlerini?
    Eminim sen rahatlık içinde büyümüş, sulh sever tüccar, veya köleliğinden memnun memur, rahat, hali vakti yerinde, genç, dinamik, sadece zaman öldürmek için kitap okuyan, yeni dünya düzeninin diğer bir hilkat garibesisin. Benim hayatım yurt dışında geçti ve son geldiğimde senin gibilerin yaşadığı hayatı ben yurt dışında duydum, okudum, tiksindim ve ilk defa fiziksel olarak gördüm.
    Her akşam televizyon önünde geviş getiren biri olduğun bana yazdığın cevaptan çok belli. Bari facebok, twatter, youpoop adreslerini ver Canetti’yi okursam sana yakışır bir şekilde cevap veririm, yani seni bulup faceboklarım.
    Eğer eleştiri sevmiyorsan, neden eleştirdin?
    Sırası gelmişken, senin baban da mı solcu numaralarıyla Almanya’ya kapak atan ve döner satmakla zengin olan, servetini Türkiye’de yatırmla değerlendirenlerden misin?
    Baban dönercilik yaparken, sen de belki uslu uslu okula giderken ben Almanya’da düzene karşı olanların işgal evlerinde, marjinallerle yaşadım ve siz Türklerin nasıl görüldüğüne şahit oldum.
    Ama yine de, eğer o kitabın İngilizce, Fransızca veya İspanyolcasını bulursam okur, ve düşündüklerimi yazarım. İnşalllah sen de görecilikle, benim kendimi bir şey sanmam bahanesiyle kıvırmazsın.
    Ama şu apaçık Canetti’nin (Masse und Macht 1960), benim okuduğum “Crowds and Power”‘da değindiği noktaların aynılarına ben bu sitede defalarca değindim. Doğa manyakları, aydınlık çağı manyakları, Darwin manyakları, senin gibi fiyaka olsun diye adını bildikleri ama okumadıkları Hobbes manyakları, günümüzde Richard Dawkins, Daniel Dennett tarafından savuna fikirleri senin gibi bilmeyerek savunan manyakları, yine senin gibi bilmeden anlamadan sadece salonda arkadaşlarla bilgelik gösterisi olsun diye söylediğin fakat aslının günümüz sociobiology çılgınlığına dayanan salaklıkları kusan manyakları …

  623. 617’ye

    Eğer kafanda biriktirdiğin kitapları fışkırtacağın daha yıldızlı yerlere erişmek istersen, bu sitede vaktine yazık ediyorsun, bunu bilesin!

    Hani Detroit’tekiler diyormuş ya “bu kadar biliyorsan, neden zengin değilsin!” Bu söz senin için de geçerli, bilesin!

    Sen de bir tür “entelektüel troll”sün herhalde…

    “Canetti’yi okursam”

    ve

    “eğer o kitabın İngilizce, Fransızca veya İspanyolcasını bulursam okur, ve düşündüklerimi yazarım.”

    O kitabı oku, anla, özümse, ondan sonra gel buraya iki kelime yaz.

  624. Sayın Saygısız Herkese ve Salt Gösterişte Düzene Karşı Olan Batı Hayranlarına
    Arkadaşların Eylül/Ekim aylık gazetesinde yorumunu yaptıkları Noam Chomsky ve Andre Vltchek’in : “Batı Terörü ve Propagandası” kitabını bu yıl Fransızca okumuştum ve daha yeni yayınlanmış sanmıştım. Tesadüfen Türkiye’de Türkçe’ye çevirilip yayınlandığını öğrendim ve hemen aklıma bu sitedeki,”evet kötü ama başkaları da kötü”, göreciliğiyle hem cahilliklerinden utanmama hem de aslında konuyu tamamıyla diğer konularda salaklıklarını gösterdiğim için bana hınç besleyen iki yüzlü ve Batı bolluk getirdiği için dilencilik felsefesiyle bana saldıranlar geldi
    En az iki ırkçı, faşist ruhlular bana Batı’yı eleştirdiğim için saldırıp durdular ve bir dürüst insan bile çıkıp hiç değilse bu kitaba işaret ederek bu insanlıktan çıkmışlara hadlerini bildirmedi.
    Ben Andre Vltchek tanımıyorum. Chomsky’nin anarşistliğini hiç bir zaman ciddiye almamıştım, hatta anarşistliğinin ayni Bookchin ve sanırım bu sitedekiler gibi çok sıradan, Marxizmle farkı yok denilecek kadar az ama sıradanlara cazip geldiğini biliyordum.
    Ama hiç değilse bu sitedeki iki yüzlülere kıyasla çok dürüst bir eleştirici ve bu kitapla dediklerime, belli sınırlar içinde, karşı çıkanların sadece ve sadece dalkavuk ve cahil olduklarını iyice kanıtladı.

  625. 616’ya
    bu yanıtın geleceğini biliyordum. Emindim.. Tuzak ifadeydi! Seni tanıyorum çünkü. Senin Burjuvazinin bu liyakat rütbelerine tavrını kestirmek güç değil…
    Ama.. ama.. yine de biliyorum..
    Bu doçentlik sahte, iktidar yalakalığı ile alınmadı. Pozitif bilim alanında… Arkasında 30 yıllık emek bulunduğunu da biliyorum.
    Emeğe de saygın yoksa, senin neye saygın var!
    Bu “Doç” lafını yazdım ve senin utanmadan, sıkılmadan, tanımadığın bilmediğin insanlara karşı hastalıklı düşmanlığını görmek istedim. Özür dileyecek yerde bildik basmakalıp salak anarşistliğini döktürüyorsun. Ne demiştin, unuttun değil mi? Yakın hafıza kaybı! “Para almak için yazarlıktı” anımsatayım!
    Ezikliğini ele verdin; bilimsel emek, kişisel bir çıkar arzulamıyorsa saygı duyulmalı.. Sen o yazarlarına da saygı duymuyor olmalısın; öyle şişmiş egon var ki; senin gibilere “tıpanı çıkart” derler! Okuduğun yazarlar vitrinindi değil mi? İtiraf etmeyeceksin ama böyle olmalı…
    .
    Yineliyorum; hakaretlerinin sıradanlığı bende senin bu kitapları kendin için bile çeviremediğin kuşkusunu uyandırıyor..
    Çok mu içiyorsun, çok mu kendinden umudu kesmişsin.
    Başkalarını kendin gibi biliyorsun; anımsatayım; kimi insanlar arasında insanî, saygı içeren ve bir çıkar gözetmeyen ilişkiler de bulunur; bunları hiç yaşamamış olman, yok olduğu anlamına gelmez. sahici, somut olgular yerine tüm kanıtları o kitaplarda arayanlar için bu önerme anlaşılmaz gelebilir ama.. vardır; senin için olmayan bir şey başkaları için olabilir.
    Dünyanın merkezine kendi kibirli malumatfuruşluğunu koyanlara laf anlatmak kolay değil; ve aslında amacım da bu değil. Rezaletini 3. şahıslara göstermek.
    Belki iyi bir insansın ama ıskaladığın öyle bir şey var ki, seni bu denli edindiğin bilgileri bulamaç olarak kusmaya zorluyor..
    Bu bilgilerle iyi bir “yemek” yapmak yerine, sende kusmuğa dönüşüyor.
    Bu sorunsalın içinden çıkmayı başaracağına ümidim yok..
    Kafan, klozet içinde yaşamak da bir seçim; hoşuna gidiyor olmalı… Sende bu bir engellemez arzu; engellemeyi denemeyeceğim..
    Klozetin ve sen… Bu seçime saygı duyuyorum!
    (Not.. seni zekice aşağılama cümleleri kurmaya zorluyorum…)

  626. 572, 580, 591, 598, 613 (Anonim), 621

    Yukarıdaki sayılarda yorumlarını yazan kişi XYZ mahlasını kullanmıştır. Sadece 613’de anonim olarak yazmıştır.

    XYZ mahlasını kullanan kişi ve 613’de yazan kişi ogürsel’dir.

    Herkesin bilgisine…

  627. evet benim… bilindiğini de biliyorum. Bakın, tarzımı hiç değiştirmedim. Bunu anlamayana şaşarım..
    Yorumlarda sık görünen isim olmaya başladı. Benim bile gözümü tırmaladı.. Bir de böyle yazayım dedim..

  628. “İlerleme” ile geriye giden bir şey varsa o da ailedir.
    İnsanlık için doğal ve zorunlu olan hayat boyu birine bağlanıp aile kurmak ve neslin devamını sağlamaktır.
    Yeni kuşaklarda bunların olmadığı birliktelikler çoğalıyor. Yalnız olan ve kimseyi bulamayan gençler de çoğalıyor. Evlilik ve çocuk sahibi olma yaşı yükseliyor.
    Geçmişte böyle bir durum yoktu. Aile düzeninin sağlamlığı sayesinde bugüne gelebildik.
    Aile baskısı ve şiddetinin ortadan kalkması bir ilerleme sayılabilir. Öte yandan, insanlığı bunlar yok etmez, fakat ailenin yok olması yok eder.

  629. bu 622 Neçayevci’ler olmalı. Site dedektifi de onlar!
    Ne hoş ki, Anonim-Anonim yazarlar da diğerlerinin kimliğini önemserler.
    Bu anonim beni rahatsız etmiyor; gıcıklandığım şey birbirlerine karışıyorlar. Kendilerine bir “kulp” taksalar da “tutulacak” yerlerini buluversek.
    Ben her koşulda kendime “kulp” takıyorum…
    Derdim yalnızca diyalog! Sokrat’tan bu yana pek de yol alamadığımızı kanıtlıyoruz burada… (Sokrat’ı yunanca aslından okumadım; özür dilerim!)

  630. ‘Çağdaşlaşmak’ nedir?
    Soru: Buraya kadar gelmişken şu “çağdaşlaşma” kavramı üzerinde de dursak? […] Cemil Meriç (1916 – 1987) (*)

    Cevap: Bu çağdaşlaşma kadar rezil, âdi ve katil bir kelime yoktur. Bu çağ neden Avrupa’nın çağı olsun? 1976 senesi Türklerin, Hintlilerin, Patagonyalıların, Fransızların, İngilizlerin birlikte yaşadıkları tarihtir. Bu tarihte çağ içi, çağ dışı nasıl olabilir? Yani çağ bir daire midir ki, bir kısım insanlar bunun içinde, bir kısmı da dışında yaşasın? Bu korkunç bir şey. Biz çağdaşlaşmayı kabul ettiğimiz andan itibaren biçâreliğimizi, elimizin kolumuzun bağlı olduğunu, efendimizin Avrupa olduğunu kabul etmiş oluyoruz.

    Çağdaşlaşma diye bir şey yok. Herkes çağdaştır. Yalnız bu çağda endüstrileşmiş ülkeler var, endüstrileşmemiş ülkeler var. Zengin ülkeler var, fakir ülkeler var. Bunun çağla alakası yok. Belli bir tarihin sırtımıza yüklediği mirastır. İyi tarafları var, kötü tarafları var.

    Çağdaşlık nedir? Atom bombası mı, fuhuş mu, rezillik mi, kapitalizm mi, sosyalizm mi? Çağın imtiyazı olan ve [ayırd edici] vasfını teşkil eden ne var? Sadece endüstrileşmek! Bazı ülkeler endüstrileşmişler, bazıları endüstrileşmemişlerdir. Binaenaleyh çağdaşlaşma tabiri sefil, zavallı ve âdi bir tabirdir ki, bizim komprador burjuvazi ve gecekondu aydınları tarafından bir afyon gibi damarımıza zerk edilmiştir.

    Korkunç bir yalan bu. Hepimiz istesek de istemesek de çağdaşız. Aynı çağda yaşayan bu insanlar arasında bir kısmı endüstrilerini halletmiş ülkeler değildir. Sadece birtakım oyuncakları var ve zenginler. Yani bir insanın fakir olması, değersiz olduğunu nasıl ifade etmezse, bir milletin de fakir kalması, değersiz olduğunu ifade etmez. Hele çağın dışına katiyyen çıkarmaz. Sanki bu çağın bütün haysiyeti şerefi Avrupaya’ya aittir de, Avrupa’ya benzemediğimiz için biz çağın dışına çıktık. benim kanaatimce birçok bakımlardan Avrupa çağ dışıdır. Avrupa insanı bencilliği, katilliği istismar zihniyetiyle hem çağ dışı hem de insanlık dışıdır. Batılılaşma mefhumu vardır, kabul ederim. Çünkü hudutları bellidir. Hristiyanlaşmaktır yani. İsterseniz Hristiyanlaşın. Fakat çağdaşlaşma ne oluyor?

    Tarihçilerimizin büyük hamakati var. Orta Çağ! Orta Çağ! Batı Orta Çağı yaşarken biz tarihimizin en şevketli zamanlarını yaşıyorduk. Hem nedir, bu namütenahi zamanı balta ile keser gibi çağlara ayırmak? Bu tasnifler çok çocukça ve Batlamyusvârîdir. Haddizatında çağdaşlaşma kelimesi Avrupa’da hiç kullanılmadı. Bunu bizim tatlısu Frenkleri uydurdu. Avrupa çağdaşlaşma değil modernleşme diyor. Çağdaşlaşma mefhumu dünyanın hiçbir dilinde yoktur bizden başka, Biz çağdaşlaşma diye kendimizi idama mahkum ediyoruz.

    (*) Cemil Meriç ile Söyleşi’den. Konuşan: Mehmet Ali Ak. Pınar, Cilt: V sayı: 58, Ekim 1976

  631. aman, şimdi malumatfuruş “biri” hemen çıkar,.. biz onu Platon’la tanıdık, yazılı yapıtı zaten yok deyiverir. Sonra da “cahil.. salak..” üç sayfa döktürür… Sokrat’a ait bilgileri Yunanca okumadım demek istemiştim!
    (Artık herkes birbirinin ne diyeceğini, neye, nasıl tepki vereceğini biliyor; sıkıcı evlilikler gibi! Bu işi Neçayevciler üstlensin; kimin nerede ne yazdığını biliyorlar; ayarlasınlar..)

  632. Sayın Bilgi-sever, Bilim-sever, Edebiyat-severler
    Science, Nature, American Scientist dergilerinde çıkan ve BBC tarafından yayınlanan bir haberi sizlerle paylaşmak istedim.
    Haber, yiyecek tabusu, gıda ve avcılık stratejisiyle ilgili bilimsel araştırma yapan bilim adamları ekibinin bulguları ve ardından gelen tartışmalarla ilgili.
    Belki gereksiz ama benden bir ön söz.
    Bu bilim adamları, akıl ve aydınlık devirlerinin ilkeleriyle yoğrulmuş, mantıklı düşünen, seküler-laik ülke okullarında eğitim görmüş kişiler. Kısacası bu sitedekiler gibi ama daha bilgili. Daha çok emek (yine karşımıza o ünlü kelime çıktı = here is that word again) vermiş olanlar.
    Bu bilim adamları, Amazon cangılında (vahşi hayat sürülen yerde) yaşayan yerliler arasında çok yaygın olan tapir ve bir çeşit geyik yeme tabusunu (yasağının) bir hipotezle incelerler. Bu hipoteze göre tabu, emek (yine karşımıza o ünlü kelime çıktı = here is that word again) dağıtımının bilinç altı optimizasyonunun kültürel yansımasıdır. Diğer bir deyişle, bu bilim adamlarına göre yerliler, bol,bulması ve avlaması kolay küçük hayvanları avlamada harcanan enerjiye oranla genellikle kıt ve ürkek büyük memelilerin avlanmasında sarf edilen enerjinin daha yüksek olduğunu farkına varmadan hesaplamışlar. Bilim adamları bu tuhaf optimizasyon hesap ilhamını, rasyonel karar-verme teorisinden alırlar. Rasyonel karar-verme teorisinin kaynağı da neoklasik ekonomik prensipleridir. Ne var ki, bu kararın gerçekleşmesi için şart olan, tabuyu işlevselleştiren, etken öznenin kasti eylemi (yine karşımıza o ünlü kelime çıktı = here is that word again) unutulur, hasır altı edilir. Her halükârda, asıl sorun, yerlilerin daha henüz, modern homo-ekonomikuslara özgü, gün ışığı gibi apaçık araçlarla amaçları anlama seviyesinde olmamaları. Onlara geçimlerinde daha verimli olmaları için sadece o sır dolu kolektif bilinçdışının bir dürtüsü gerek.
    Bu ileri ve keskin görüşlü kültür, bazı diğer istisnaları da hoş görür. Yerliler sadece tapir ve geyik gibi büyük hayvanları yemeyi tabu ilan etmekle kalmaz. Bazı küçük ve bol memelileri de tabu ilan ederler. Çıkarıcı düşünüş kullanışsız kurumlardan nefret ettiğinden bu hiç bir ekonomik rasyonelliğe sığmaz olgunun (yine karşımıza o ünlü kelime çıktı = here is that word again) ne gibi bir çevreye uyma fonksiyonu olduğunu açıklamak gerekiğini ele alrlar.
    İkinci kısımı, biokütle, ekolojik beslenimsel, küçük memelilerin dışkılama adetleri, katıksız gübreleme, Voltaire, Pangloss, …, ve yüzlerce bu siteye yakışır şık kelime dolu olan, bir sonraki nüshamızda bulacaksınız. Şimdilik bir ara verip panel üyelerinin bu akıl yürütmeden mahrumlarla ilgili önerilerinden bir ön tat vermek isterim.
    Bir kısaltma: BA = bilim adamı
    Not: BA’lar temsilci demokratik düzen BA’ları olduklarından bir tanesi = grubun tümü
    Bir kehanet:bu BA’lar bu analşist siteyi sık sık okumuşlar.
    BA1. Materyalist, marksist, hortlağımsı, amerikalıya benzeyen: bu medeniyete, bilime, tekniğe hiç bir katkısı olmayan, insan oldukları bile şüphe götürenlerin hepsini “Drone”larla temizleyelim.
    BA2. Bakın ben de eskiden böyle saçma düşünürdüm ama sonra İngiltere’de analşistlik kursuna katılp “politically correct” olmayı öğrendim. Aynı okulda “economicsly correct” düşünme öğreten fakulte var, oraya gönderelim. Biz her zaman ne deriz: “bize eğitim lazım!”
    BA3. Kapitalizm benim iyi kalpli dostlarımın elinde olsa, her şey düzelecek diyen seküler-laik peygamberimsi, dahimsi bir şey: onları robotlaştırıp emek (yine karşımıza o ünlü kelime çıktı = here is that word again), seks ihtiyaçları da dahil, ev işlerinde kullanalım.
    BA4. Nüfus müdürü bir tip: Yahu zaten çok fazlalık var. Hap yutturalım böylece artık çocuk yapmasınlar.
    BA5. Bak Avrupalılar, özellikle Merkel, Canetti’yi okuduklarından beri ne kadar değiştiler. Onlara Almanca öğretelim ki Canetti’yi okuyup rasyonel olsunlar.
    BA6. Onları kapitalizme karşı kavgamızda bize destek olmaya çağıralım. Mevlana ne demiş:
    Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
    İster kafir, ister mecusi,
    İster puta tapan ol yine gel,

    Not: Paneldekilerin sayısı, eğitim endüstrisine şükür, yerli sayısından fazla, diğerlerinin önerilerini gelecek nüshamızda bulacaksınız.

  633. 619 Dönerci Oğlu, 621Gönüllü Köle
    1. Dönercinin oğlu 619, ben ilk defa troll kelimesini bu sitede gördüm. BATI’nın, yine, aşağıda BATI maymunları Türk medya hilkat garibelerine verdiği emzik olmalı.
    2. Aşağılık duygusu içinde kıvrananları, özellikle okuma yazma bilen seni HAYIR demeye davet ettim. Maymunluğun nasıl kanıtlandı! HAYIR dedin, aferin, çabuk öğreniyorsun.
    3. Baban dönercilikle BATI ve İNSANLIK MEDENİYETİNE Türklerin ilk katkısını yaptı.
    4. Babanla iftihar edeceğine hala eziklik içinde Canetti manetti, falan filanlarla gösteri yapıyorsun. Hatta beni anlamadığın, Canetti’yi hiç anlamadığını fazlasıyla kanıtlar. Canetti’nin hepinizin taptığı Batı’yı eleştirdirir. Bunu salonda arkadaşlara fiyaka satmak için değil, yaşadıkları için ve Batı’nın şimdi neyin peşinde olduğunu bilen Türkler var. Bu site salaklarla dolu. . Beni anlaman imkansız.
    Kızma oyun oynuyorum. Aynayla güneşi yüzüne, gözlerine yansıtıyorum.

  634. 621
    Sen hala burjuvanın bir allahı EMEK, ikinci allahı insanın kendini METALARDAN OLUŞMUŞ 30 YIL DOÇENT görmesi (sende o usluluk, evcilleşmelik, gönüllü kölelik yollardan geçmişsin, tabii olumlu göreceksin , üçüncü allahı DÜNYAYA BATI MERDİVENİNDE BASAMAK ATLAMAYA GELDİĞİMİZİ ilan ettikleri17. yüz yılda geviş getiriyorsun.
    Beynin Hobbes’ın o zaman dediği gibi tekerleklerle dişli çarklardan oluştuğundan kitap okuma yağlıyor ama değiştirmiyor. Masken artık yüzünle aynı olmuş, sıyıramıyorsun.
    Bunları yüzüne vurduğum için benden nefret etmen normal.
    Sen ırkçısın, gönüllü köle ve faşist ruhlusun, hiyerarşi ve dalkavukluk tekerlek ve çarklarında.
    Ama aslında senin gibi yaşayan ölüleri canlandırmak istiyorum. İnşallah oğlun ve doçent gibi iyi kalpli salaklar dünyayı ele geçirdiklerinde benim bu iyiliğimi hatırlarsın.
    Not: bu sitedekilerin hepsi bir birinin klonu BATI müminleri ırkçılar olduğundan, kimin kim, kimin ne yazdığı önemli değil.

  635. 631..
    hiç bir zaman, tek an bile senden, senin gibilerden nefret etmedim.. acıdım, adına üzüldüm.. Neden, nasıl böyle bir hale gelir insan? Merak ettim; ne korkunç bir geçmişi var; ne çok haksızlıklara uğramış.. gibi şeyler..
    *
    Siyasi katillerden nefret ederim. Bir şekilde farklı düşündüğüm insanlardan nefret etmem. Sonuçta farklılıklar yeni düşüncelere de yol açabilir..
    Suçlamaların bana dokunmuyor. Yanıt da gereksiz. “Sen öyle bil!” Kimseye bir zararın da yok. Varlığın, sonuçta, yokluğundan değerli; kabul ederim…
    *
    Artık çoğu insanlık suçlarına ortak, bencil semirmiş küçük burjuva halkları ile Batı’dan “yana” olmadığımı, kötü niyetli-algısı bozuklar için yazmak zorundayım; ben insanın dünyayı ve kendini tanıma yolunda verdiği emeğe “tapıyorum!” Bilim ve sanat emeğine! Coğrafik yönü umurumda değil.. “Yazık ki”, tür olarak insan olmuşum! Bir vahşi kurt olsaydım, olasıdır, benzer düşünce, duyguları paylaşırdık!

    Bilim ve sanat emeğine değer vermeyen, tam da bu bilim adamlarını okuyarak afra-tafra atanın gülünçlüğü de ortada.. Bu hal, acınası bir hal değil mi?

  636. Sadece Çaresi Bulunmayan Bakteriler artmıyor. Bu sitede Dahilik Virüsü de Üssel Artıyor!
    1. Türkiyedeyken bir asıl zeki olan halkı seven, solcu bir köşe yazarın İngiltere Titanik’i 11 00 EMEKÇİ (yine o kelime!) çalıştırarak yaparken Osmanlıların yerinde saydıklarına dikkatini çeken berberini övücü devrimci, ilerici, seküler-laik, marksist, analşist, kapitalist, kısacası Batı’ya bakan bak’rların hoşuna gidecek bir köşe (dönme) yazısına rastladım ve cevap verip “Eğer İngiltere yerine Osmanlılar Titanik’i yapmış olsalardı, dünya daha mı güzel bir yer olacaktı?” sorusuyla genlerinde yatan milliyetçilik hislerini okşama yaltakçılığını yüzüne vurdum. Cevap gelmedi. Tekrar ediyorum herif çok ünlü bir solcu!
    Bu sitede “Üç altın çağ – Halil Berktay – Taraf” ta akıl almaz bir dahilik sergileyeni okudum. Ve hatta bu sitede kısa bir cevap bile yazdım. Dahiler sessiz. Dahiliklerini açıkça yüzlerine vuruncaya kadar kudurup, ağızları köpük dolmuyor.
    Ardından diğer bir dahinin son 60 yıl olup bitenlerden tamamıyla habersiz bir dahinin ” Geleceğe bakış (1) Devrim planları olmayan bir dünya” adlı aynı dahinin, Halil Berktay, taş uykusu yazısını okudum. Türk soluna model olan çabuk zenginleşip sarışın mavi gözlü olma Bolşevik darbesinden bile habersiz bir köşe (dönme) yazıcı.
    Hele bu site! Sonu gelmez bir dahiler madeni.
    Yeni bir dahi, her yerde her zaman karşılaştığım televizyon önünde büyümüşlerin konuları banaleştirmesini tekrarlar. Binlerce benzer konularda kelimeler değişir ama mantık aynı.
    Tanım: çağdaş = şimdi;
    Şimdi varolan herkes çağdaş,
    Ben şimdi varım,
    O halde ben de çağdaşım.
    Televizyon önünde büyüyenler şükür, evrensel dağıtma şeytanın yerini alır, her yerde hazır ve nazır olur.
    Yani bu sitedeki çağdaşların, dünyayı harabeye çeviren çağdaşların, dünyayı yaşanmaz hale getiren çağdaşların yüzüne tükürenler de kendisi gibi çağdaş. Ne güzel! Hepimiz kardeş kardeş çağdaş olduk. Çağdaş da çağdaş, karşı- çağdaş da çağdaş. Yine karşımıza o her kapıyı açan diyalektik çıktı.
    Bu bilime tapan sitede konunun sınırlanmasının şart olduğu duyulmamış. Bu bilime tapılan site ilkelleri inceleyen antropologların o insanların dilini ve söylediklerini altında yatanların anlaşılmasının ne kadar zor olduğundan habersiz dahilerle dolu. Bu site kendi ülkesinde aynı dili konuşan ama anlaşılmadıklarından dert yanan öğretmen ve profesörlerden habersiz dahilerle dolu. Hepsinden ötede 60larda, “ne yazıkı ki, canavarı canavarın diliyle anlatmaya mecburuz!” lafını duymamış dahilerle dolu.
    Bu siteye şükür diyalektiğin ne kadar canlı bir can kurtarıcıs olduğunu öğreniyorum.
    Emin olun bu da sadece oyun.
    Lütfen Huizinga’nın tarih felsefesi Homo Ludens kitabını okuyun.

  637. KAYBEDECEK NEYİMİZ VAR; AKLIMIZDAN BAŞKA!

    Her kafadan bir ses çıkıyor bizim hakkımızda!

    2013 Haziran Direnişi’nde büyük kentlerin sokaklarını, Gezi Parkı’nı büyük ölçüde biz doldurduğumuz, doldurulmasına öncülük ettiğimiz için gözler bize döndü hâliyle!

    Bir yanda; psikologlar var, Amerika kaynaklı ve pazarlama stratejileri oluşturma amaçlı X, Y, Z kuşağı tanımları üzerinden bize ruh hali biçmeye çalışıyorlar!

    Diğer tarafta; kültürel sosyologlar var, bizi tüketim kalıplarımız ve beğenilerimizle açıklamaya çalışıyor, hafif alaycı bir tavırla ekonomik kriz patladığında “ağzımızda suşi tadıyla ortada kalıverdiğimizi” söylüyorlar!

    Yobazlara kalsa iş çıkışı arkadaşlarımızla iki bira içtiğimiz, gençken evlenmeye sıcak bakmadığımız ya da yürümeyen evliliklerimizi bitirme kararını ebeveynlerimize göre daha kolay aldığımız için “çerik-çürük hâle gelmiş, enkaz hâlindeki bir nesil”iz biz; kurtarılmaya ve hidayete erdirilmeye muhtacız! Türkiye’nin üzerine çöken karanlığa bakıp da, kendimizi bu ülkeyle (dahası bu ülkede) anlamlandırmakta zorlandığımız ve Kürt sorununda taraf tutma mecburiyetinde hissetmediğimiz için milliyetçiler tarafından hor görülüyor, özentilikle suçlanıyoruz!

    Dediğim gibi, her kafadan bir ses çıkıyor hakkımızda ama, öte yandan, herkes ne olmadığımız konusunda hemfikir:
    “İşçi” değiliz biz! İşçi dediğin plaza inşaatında çalışırken ölür, biz anca o plazalarda masa başında oturup maaş (dikkat, ücret değil maaş) alırız!

    Bir tuhaflık yok mu bu zorla yapılan kategorileştirmede?!

    Sonuçta biz de ay sonunu getirmek için uğraşmıyor muyuz?! Tamam, bazılarımız kurtardı kendini, “junior manager” oldular veya “freelance” çalışıyorlar! İyi para kazanıyor, belki patronun ağız kokusunu çekmiyorlar.
    Peki, kaçımız böyle?!
    Geri kalanımıza ne oldu?!
    Elde etmek için bir tarafımızı yırttığımız Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ diplomalarıyla ne olduk ola ola?! Evet, gelişkin zevklerimiz var, Türkçe pop değil caz veya rock dinliyor bazılarımız! İyi de, caz dinlemek daha mı pahalı ki “elit” damgası yiyoruz? Hepimiz MP3 olarak indirmiyor veya Youtube’dan dinlemiyor muyuz şarkıları?!

    Dahası, “suşi” dediğin yaprak sarmasının balıkla yapılmışından başka bir şey mi?! Ve dahası, o suşiyi ucuza yemek için çoğumuz fırsat kuponu peşinde koşmuyor, sonra kalitesiz servis yüzünden gittiğimiz yerin garsonuyla papaz olmuyor muyuz?!

    Peki, çalışma hayatımız çok mu rahat?!
    Hasta yakınından dayak yiyen ve kendini savununca hakkında soruşturma açılan acil servis doktoru olmak kolay mı?!
    Ya “en şerefli meslek” diye kutsanan öğretmenliğin diplomasını alıp yıllarca atanamamak?!
    Bir çağrı merkezi işçisinin, her gün yüzünü görmediği yüzlerce insanın azarına maruz kalması, işten atılma korkusuyla tek kelime yanıt verememesi ve sonra iş çıkışı sevdikleriyle konuşacak, sosyalleşecek mecali kalmaması güzel bir duygu mu?!
    Kol gücüyle çalışmak kuşkusuz çok yorucu da, gecenin üçünde “sistem çöktü, akıllı telefonundan bir bakıver” diye uykudan uyandırılan, ertesi gün de tam saatinde mesaiye başlaması beklenen bilgisayar mühendisi daha mı az yoruluyor?!

    Kapitalizm hastalığının turbo hızla yakıp yıktığı bir dünyada; kaybetmekte olduğumuz aklımızdan başka neyimiz var elimizde?

    [Nevzat Evrim Önal
    11 Eylül 2014]

    ********************

    BEBEKLİĞİMİZDEN İTİBAREN HEPİMİZE YUTTURULAN YALANLARA DAİR!

    OĞUZ ATAY’IN UYARISI NE İDİ?!

    Çok yalan söylediler bize, ama herhâlde en çirkini “birbirinizin üstüne basa basa yükseleceksiniz”di!

    1995 Eylül’ünde, İTÜ İşletme Mühendisliği’ni o yıl kazanmış öğrenciler olarak Maçka yerleşkesi giriş kattaki sınıflardan birine doluşmuş bize okuyacağımız bölümü tanıtan hocamızı dinliyorduk.

    Uzun uzadıya; ne kadar gözde bir bölüm kazandığımızı, iş dünyasının nasıl bizim mezuniyetimizi dört gözle bekliyor olduğunu anlatan hocanın kim olduğunu hatırlamıyorum (iyi ki de hatırlamıyorum çünkü ismini vermek zorunda kalırdım), ama söylediklerini hiç unutmadım:

    “Siz, Türkiye’de sadece İTÜ’de bulunan İşletme Mühendisliği’ni kazanmış şanslı gençlersiniz. Şanslısınız, çünkü sadece birbirinizin rakibisiniz!”

    Yukarıdaki açıklama utanç verici! Çünkü: Bilhassa “Bir Bilim Adamının Romanı”nı yazan Oğuz Atay’ı yetiştirmiş üniversitede bir kürsüde bunlar dile getirildi!

    Ama utanç verici olduğu kadar ikna ediciydi de! Öyle ki; bazı arkadaşlarımız hemen havaya girip daha ilk yıldan derslerde tuttukları notları kimseyle paylaşmama kararı aldı! Tesadüfe bakın ki; İTÜ aynı yıl öğrencileri çan eğrisiyle (yani objektif, bilimsel ölçütlere göre değil!) birbirlerine göre ne kadar başarılı olduklarına bakarak değerlendirme dönemine girdi!

    Okumuş olduğunuz durum; “iş hayatına yönelik üniversite eğitimi almış” herkesin hikâyesi aslında!

    Hepimiz bu yalanları bir biçimde duyduk, hepimize bu yalanları yutturdular!

    Bize “özel” olduğumuz, “yetenekli” olduğumuz, “başkalarından daha iyisine layık olduğumuz” söylendi ve başarımızın ölçütü hep aynıydı: Yanı başımızdakinden, sınıf arkadaşımızdan, sınıfdaşımızdan daha fazlasını yapmak! Kapitalizmin dayattığı rekabeti şevkle körüklemek!

    Evet, iyi bir üniversitenin gözde bir bölümünden diploma almış olabilirdik ama yetmezdi! Bunun için durmaksızın koşmaya devam ettik: Dil kursları, M.B.A. programları, şirket tarafından verilen “sertifikalandırılmış” hafta sonu eğitimleri, kişisel gelişim kitapları, “neuro-linguistic programming (N.L.P.)” uzmanı olmak, “Six Sigma – Kara Kuşak” sahibi olmak, “Kaizen” programına katılarak “kapitalizmde toplam kalite yönetimi”ni özümsemek!

    Hayatımızın bize ait olan ve uyumaya ayırmak zorunda olmadığımız saatlerinin hepsini, hayatımızın adına “mesai” denen, patronumuza satacağımız saatlerini daha nitelikli, daha verimli (efficient!) kılmak için harcadık!

    Bütün bu çılgınlığın adı “kariyer”di ve kendimizi buna vakfettikçe, CV’mizden ibaret bir robota dönüştük!

    “Kariyer basamakları”nı tırmandıkça, Aragon’un o güzel şiirinde “hiçbir yere ulaşmayan merdiven”e benzettiği yalnız insanın elli ayaklı, vücuda gelmiş hâli olduk.

    (…
    Yalnız insan merdivendir
    Hiçbir yere ulaşmayan
    Sürülür yabancı diye
    Dayandığı kapılardan

    Yalnız insan deli rüzgâr
    Ne zevk alır ne haz verir
    Dokunduğu küldür uçar
    Sunduğu tozdur silinir

    Yalnız insan yok ki yüzü
    Yağmur çarpan bir camekân
    Ve gözünden sızan yaşlar
    Bir parçadır manzaradan

    Yalnız insan kayıp mektup
    Adresi mi yanlış nedir
    “Sevgiler” der fırlatılır
    Kim bilir kim tarafından
    …)

    Bununla da kalmadı, kalamazdı; 1800’lü yılların ikinci yarısında yaşamış bir düşünürün dediği gibi:

    “İnsanoğlunun bugüne kadarki koşullarının, ahlâksızlığının doruğu ‘rekabettir.'”

    (Friedrich Engels’in “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi” başlıklı makalesi; “Sol Yayınları” tarafından basılan “1844 Elyazmaları” adlı kitap, 2. baskı, 369. sayfa)

    Hâl böyle olunca her türlü “ofis komplosu”, “dedikodu”, “ispiyonculuk” vb. alçaklıklar biz yapmasak da hayatımızın olağan, yadırgamadığımız bir parçasına dönüştü! Kariyer basamaklarını hepimizden hızlı tırmanan bazı arkadaşlarımız kendi merdivenlerinin sonundan atlayıp boğaza ya da betona çakıldığında üzüldük kuşkusuz, ama çoğumuz da normal karşıladık!

    “Hayatımızın sadece mesai saatlerini değil tamamını tepe tepe kullansın da kâr etsin!” diye diye tüm benliğimizi “patronlarımıza!” böyle teslim ettik! Kariyer yalanlarına kanarak; ama bir yerden sonra kendi aklımızla, ellerimizle, bile isteye…

    Bu cendereden kurtulmak, hayatımızı geri almak zorundayız!

    İlk yapmamız gereken: “Birbirimizle rekabet etmeyi bırakmak!”

    [Nevzat Evrim Önal
    18 Eylül 2014]

  638. “ÜCRET EŞİTSİZLİĞİ” DERKEN NEYİ GÖRMEZDEN GELİYORUZ?!

    “CAHİL BIRAKAN”
    İLE
    “CAHİL BIRAKILAN”
    AYRIMINI NİÇİN İNATLA ANLAMAK İSTEMİYORUZ?!

    “‘%60’ niye bize düşman?”

    Şu kadarını söyleyebilirim; mesele “dindarlık-laiklik” meselesi değil. En azından sadece o değil.

    Evet, çoğumuz ailesinin görüşlerinin de etkisiyle Cumhuriyet’in “laiklik ilkesi” ve “batılılaşmak-modernleşmek” projesiyle yetişti. Aldığımız eğitim; aklımızı açan, dinsel inançları sorgulamayı kolaylaştıran nitelikteydi. Böylece azımsanmayacak bir kısmımız din ile ilişkisini tamamen kesti. Çoğumuz ise sadece manevi bir dayanak olarak inanıyor ve dinin vecibelerini yerine getirme işini en kötü ihtimâlle ölüm korkusunun aklı karartmaya başladığı yıllara erteliyor.

    Ama gerçek hayat, Platon’un mağara alegorisinin tam tersidir. Maddi gerçekler ideallerin değil, idealler (veya düşünceler) maddi gerçeklerin gölgesidir. Dolayısıyla AKP mitinglerini dolduran kitlelerin bizden hazzetmemelerinin sebebi sadece dini duygularımızın daha “gevşek” olması değil! Eğitimli, profesyonel emekçilerle, az eğitimli yoksul kitleler arasındaki “psikolojik mesafe”nin böylesine açılmasının maddi bir sebebi olmalı!

    Bu sebep “ücret eşitsizliğidir!”

    Patron, vasıflı emekçiye daha fazla ücret vermek zorundadır çünkü o emekçi hayatının bir bölümünü çalışmaya başlamadan önce eğitime ayıracaktır (evet, kendimiz için değil “müstakbel patronlarımız için!” okuyoruz; liseye, üniversiteye, yüksek lisans yapmaya onlar için gidiyoruz!) Dolayısıyla, mühendis veya doktor ücreti asgari ücrete eşit olamaz çünkü arada fark yoksa kimse patronların hayrına yıllarca üniversite okumaz! İşta tam da bu sebeple; “ücret eşitsizliği” kapitalizmde zorunludur!

    Buna rağmen;

    Yoksul kitlelerin önemli bir bölümünün (“hepsi” diye yazmadığımı vurgulamak isterim!) görece yüksek ücret alan “profesyonel emekçilere!” karşı beslediği düşmanlık yeni bir olgu; zira AKP gericiliği, daha önce hiçbir iktidarın cesaret edemediği bir işi yaptı ve bir kısmı sefalet koşullarında yaşayan kitlelere bizi hedef gösterdi!

    İslamcı muhafazakârlığın din ve ahlâkını reddediyor olmamız bir meseleydi kuşkusuz; ama ülkenin üzerine çökmüş karanlığın başmimarının sesini titrete titrete çektiği:
    “Hor görülmenin ne demek olduğunu iyi biliriz!” söylevleri,
    “Bunlar rakı sofrasında ülkeyi kurtarır!”dan çok;
    “Bunların tuzu kuru, siz sefillere ben sahip çıkıyorum; bundan sonra yerinizi yurdunuzu iyi belleyin!” vurgusuna dayanıyordu!

    Çok sayıda insanın geçinmek için AKP’ye el açar hâle gelmesi, geçim yardımlarının hak olmaktan çıkıp basbayağı adam seçilerek verilen bir sadakaya dönüşmesi, yoksul kitlelerin gittikçe artan oranlarda “kalpsiz dünya karşısında afyona*” muhtaç edilmesi bunu kolaylaştırdı.

    (( * Karl Marx’ın neredeyse her zaman eksik alıntılanan “din; kitlelerin afyonudur” lafının tam hâli şudur:

    “Din; ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”

    Eser: “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, “Sol Yayınları”, 2. baskı, 192. sayfa ))

    Ama asıl mesele resmi söylemde:

    “Mum gibi eriyen ama aydınlatan” öğretmenin yerini;
    “Yılın üç ayı yata yata maaş alan” öğretmenin alması,

    “Şifa dağıtan” doktorun yerini;
    Günde yüzlerce vakaya bakmak zorunda bırakılan ve acil serviste hasta yakınları tarafından linç edildiğinde “sahip çıkılmayan” doktorun almasıydı!

    “Yeni Türkiye!” inşa edilirken devletin âli kürsülerinden yaşamın her alanında yoksullara hedef gösterildik:

    HAYATIMIZ KUŞATILDIKÇA, ÇARESİZLİĞİN VERDİĞİ ÖFKEYLE “CAHİL BIRAKAN” İLE “CAHİL BIRAKILANI” AYNI KEFEYE KOYDUK VE SIRADAN İNSANLARA DUYDUĞUMUZ ÖFKEYİ ÇOK SAKİL BİÇİMLERDE DIŞAVURARAK YENİLGİMİZİ KENDİ ELİMİZLE TAMAMLADIK!

    Biz Aziz Nesin’in “halkın %60’ı aptal” lafı üzerinden kendi kendimizi eylerken:
    AKP’nin ideolojik bombardımanı altındaki yoksullar sefil hayatlarının sebebi olarak asla karşılaşmadıkları “Koç ve Sabancı”ları değil;
    Her gün karşılaştıkları “biz”i görmeye başladı!

    AKP; ilkellik ve hasetlerini körükledikçe, sahip olduğumuz ve herkesin sahip olması gereken yaşam kalitesine kendileri de sahip olmayı değil;
    Bizim elimizdekileri kaybedip onlar gibi olmamızı, onlara benzememizi ister hâle getirildiler!

    Artık kaçacak yerimiz kalmadı!

    Elimizdeki ayrıcalıkları (ki buna “düşünebilme ayrıcalığı!” da dâhil) savunmaya çalıştıkça, her şeyi kaybedeceğiz!

    Bu cendereden tek kurtuluşumuz var:
    Toplumda tutabildiğimiz kadarıyla gerici kuşatmayı yarıp, sefalet ve cehaletten başka bir şey üretmeyen bu düzeni yıkmak, herkesi eşit ve insanca bir yaşama kavuşturmak zorundayız!

    [Nevzat Evrim Önal
    25 Eylül 2014]

    ********************

    HERKESE “AFYON”, BİZİMKİSİ “AYFON”!

    “Orhan Kemal” büyük eseri “Bereketli Topraklar Üzerinde”de; öldüresiye çalıştırdığı ırgatlara el altından esrar satıp verdiği yevmiyenin bir kısmını geri alan ırgatbaşından bahseder.

    Bu sadece roman akışının bir parçası değil, aynı zamanda bir metafor!

    İçinde yaşadığımız düzen; bizi yoğun, stresli ve sağlıksız çalışma koşullarına maruz bırakırken;
    Bir yandan da bize bunların yarattığı mutsuzluğa “çare olduğunu iddia ettiği” çeşit çeşit uyuşturucular satıyor!

    Bu satılık mutlulukların (“uyuşturucuların!”) tümü bağımlılık yapıyor ve sadece bir amaca hizmet ediyor:
    Düzeni bizim için katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılmak!

    “Din”; bunların içinde en ucuz olanı ve satış rakamı en yüksek olanı gibi bir verinin ortaya çıktığı söylenebilir! Ama patronlara düşünsel becerilerimizi sunmak için eğitilmiş olan bizler açısından çok da ikna edici değil.

    Sultanbeyli’de doğup büyümüş, hayatında bir kez bile boğaz kıyısında oturup bir bardak çay içmemiş yoksul genci Allahla kandırıp üç kuruşa çalıştırabilirler;

    Ama bize daha egzotik, karmaşık uyuşturucular sunmak zorundalar! Bunlar aynı zamanda; “pahalı”, gelirimizle ancak alınabilir olmalı ki, bize bir “erişmek” hissi, bir “özel olmak” hissi versin!

    Bizim “uyuşturucularımız!”;
    Satın almak için yüzlerce insanın sıraya girdiği, fiyatı 2300 liradan başlayan “ayfon” benzeri şeyler olabilir ancak, aşağısı kurtarmaz!

    Marks bu durumu “meta fetişizmi*” kavramıyla açıklıyor.
    (* Eser: “Kapital; 1. cilt”, “Sol Yayınları”, 7. baskı, 81. sayfa)

    “Modern insan!”; piyasadaki malları:
    Ortaya çıkmalarını sağlayan “üretim ilişkileri”nin farkında olmadan,
    Fabrikalarda kaç yüzbin işçinin kemiklerindeki iliğin son zerresine kadar sömürüldüğünü bilmeden,
    Kerameti kendinden menkûl nesneler olarak görüyor ve bu nesnelere değer atfediyor!

    İlkel mağara adamı nasıl yontulara, fetişlere kutsallık atfediyorsa; “modern insan!” da mallara kutsallık atfediyor:
    Bu sayede;
    Prangamız olsun diye,
    “Düşünce emekçileri!” her yerde ulaşılabilir ve çalıştırılabilir olsun diye,
    Patrondan gelebilecek “e-mail!” leri her dakika kontrol edip “meeting; toplantı!” & “business; iş!” üzerinde hazır bulunsunlar diye,
    İcat edilmiş olan “akıllı telefon!”;
    Bizim için “peşinden koşulacak!”, “uğruna aylarca taksit ödemek göze alınacak!” bir arzu nesnesine dönüşüyor!

    Peki, nasıl yuttuk bu hokkabazlığı?!

    Bize yüksekçe bir maaş verdiler, ama el çabukluğuyla pahalı şeyler satın almaya mecbur ettiler, bunu da esasen bizi “zamana sıkıştırarak” yaptılar!

    “Plaza!” içindeki yemekhanelerimiz kapandı ve elimize bir “ticket (bilet) koçanı!” tutuşturuldu; aynı anda “plaza!”nın etrafında yemek fiyatları iki katına çıktı! Bizlere artık bu “ticket!”larla, anlaşmalı olunan lokantalarda yemek yiyebileceğimiz emredildi!

    Öğle tatillerimiz bir buçuk saatten bire, sonra 45 dakikaya indi!

    Zaten tüm gün bilgisayar başında oturduğumuzdan, her öğlen dürüme abanıp obez olmamak için hem daha sağlıklı, hem de “hızlı yenebilecek!” şeyler bulmak zorunda kaldık; bir bardak suda fırtına kopmasına sebep olan “suşi” ve niceleri ile böyle tanıştık!

    Yalnız çuvaldızı kendimize batıralım:

    Yoğun iş günlerinde patron “yemeğe çıkmayalım, ‘yemeksepeti.com’dan bir pizza söyle de birlikte yiyelim” dediğinde; bilgisayar başında pizza kutusu fotoğrafını “ajansta pizza keyfi” diye “Facebook”tan paylaşmak kendi enayiliğimizdi!

    BU ENAYİLİĞİ YAPTIK! ÇÜNKÜ ÇOCUKLUĞUMUZDAN BU YANA HAYATIMIZIN HER ANININ DEĞERLİ VE ÖZEL OLMASI GİBİ İMKÂNSIZ BİR ŞEYİ ARZULAMAYA KOŞULLANDIRILDIK!

    Eninde sonunda “ücret karşılığı saatlerimizi satıyor olduğumuzu!” anlar gibi olduysak da; kabullenmedik!

    Zamanla, hayatımız işimiz ve o iş sayesinde tükettiğimiz nesnelere daraldı ve kendimizi bu “parasal değer!” üzerinden tanımlar hâle geldik!

    “Spor salonları”, “Starbucks”, “Ikea” ve benzerlerine müşteri olmamızın yaşam ve iş koşullarımızdan kaynaklı nesnel sebepleri var.

    AMA ZATEN SORUN TEK TEK BU MARKALARI TÜKETMEMİZ DEĞİL;
    BUNLARIN TOPUNUN BİR HAYAT ETTİĞİNİ ZANNETMEMİZ!
    ÜZERİMİZDE OYNANAN SAHTEKÂRLIKLARI GÖRMEYE BAŞLADIĞIMIZ HÂLDE, KENDİMİZİ KANDIRMAYA İNATLA DEVAM EDİYORUZ; NE YAZIK!

    Bizim afyonumuz işte bu “fetişleştirdiğimiz nesneler”le süslediğimiz hayatımız!

    Sıradan insanın afyonu; metro kazasında oğlunun kalçasına saplanan demiri “takdir-i ilahi” görmesine;
    Bizimkisi; hayatımızı dolu ve anlamlı gösteren nesneleri, dolayısıyla o nesneleri edinmemizi mümkün kılan işimizi vazgeçilmez görmemize sebep oluyor!

    İdeolojik içerik farklı ama sonuç aynı:
    Çeşit çeşit afyon; düzeni katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılıyor!

    [Nevzat Evrim Önal
    2 Ekim 2014]

  639. MORATORYUM

    Bu yazının kadrajını hemcinslerime daraltacağım.

    Başlığın fonetiği (ses bilgisi & yapısı) ölümü çağrıştırsa da anlamı; “ertelemek, askıya almak”. Bir sorumluluğu ya da alınması gereken bir kararı “ertelemek” olarak kullanılıyor.

    Bence bu kavram hayatlarımızın çok önemli bir ortak noktasını anlatıyor; zira hepimiz, imkân yaratabildiğimiz müddetçe hayatımızda önemli değişiklikler yaratacak dönemeçleri erteleyebildiğimiz kadar erteliyoruz.

    Genel kanının aksine ben bunun çok da eleştirilebilir olduğunu düşünmüyorum; zira bugünün Türkiyesinde eğitimli bir erkeğin önüne konan;

    “MEZUNİYET → ASKERLİK → İŞ → EVLİLİK → ÇOCUK → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → …”

    şeklindeki yaşam izleğinin keyifli bir yaşam isteyen bir insan için çekici hiçbir yanı yok!

    Bu yüzden moratoryum; (bizi kırmızı halılarla bekleyen bir patron hayali kuracak kadar bulutlarda gezmiyorsak!) üniversitenin uzatılmasıyla başlıyor!

    Sonra en yaygın “askerlik tecil yöntemi!” ve eğitimli emekçiler için artık bir “kariyer zorunluluğu!” hâline gelmiş olan “yüksek lisansa!” başlıyoruz!

    Bu yıllarda ailesinden maddi yardım görebilenler ya okulu,
    Ya da yüksek lisans yapmamış olanlara verilen “ücretin düşüklüğünü” gerekçe gösterip çalışmıyor.

    Maddi desteğe sürekli erişebilme olanağına sahip olmayanlarımız ise;
    Onlarca yıllık okul, dershane, sınav stresi, üniversitenin (ve sonrası dönemin) uzaktan-yakından karşılığı olamayacak bir ücretle çalışmaya başlıyor ve harçlığını çıkartabildiği müddetçe “moratoryum” sürüyor!

    Nihayetinde; ailemizden gelen “düzen kurmak”, “evlenmek” vb. konulu basınç çok artarsa en etkili bahane cebimizde: “Bedelli!” bekliyoruz! Sonuçta; eğer yırtması mümkünse kim kendi çocuğunu askere göndermek ister ki?!

    Kaçtığımız, ertelediğimiz en önemli şey şu:

    “Aile kurmak”

    Zira [iş+çocuk] formülünün sonucunda ortaya çıkan iş yükü, ebeveynler tarafından eşit biçimde paylaşıldığında nitelikli kişisel zamanın her iki taraf için neredeyse sıfırlanması demek. Bu konuda toplumsal basınç esasen kadının üzerinde olduğu için de rahatız; kaçan değil kovalananız! Belki ilişkiyi başlatan teklifi biz yapıyoruz, ama evliliği artık kadınlar teklif ediyor; biz de kendimizi naza çektikçe çekiyoruz.

    BU NAZ HÂLİNE PEK ÇOK ÖRNEKTE ADI AÇIKÇA KONMAYAN BİR “İŞBÖLÜMÜ PAZARLIĞI” EŞLİK EDİYOR VE LAFA GELDİĞİNDE EN MODERN BİZ (ERKEKLER!) OLSAK DA ASLINDA ÖNCELİKLE BERABER PLAYSTATION OYNAYACAK VEYA DİZİ İZLEYECEK BİRİNİ DEĞİL; BASBAYAĞI BİZE ANNELİK YAPACAK BİRİNİ ARIYORUZ, DİĞER BEKLENTİLERİMİZ İSE “BONUS”!

    “SEVGİLİLİKTEN → EVLİLİĞE” GEÇİŞİN KİLİT NOKTASI BU OLUYOR! EVLENDİKTEN SONRA, BİZ İÇİMİZDEKİ PLAYSTATION RUHUNU DEVAM ETTİRİYORUZ, “EŞ”İMİZ İSE SESİ GİDEREK KISILARAK “ÇOCUK DA YAPARIM KARİYER DE!” ŞARKISINI SÖYLÜYOR. ÇOCUK OLDUĞUNDA İSE GENELDE ŞARKI BİTİYOR!

    Feminist arkadaşlarım bana kızacak ama “Otisabi” benzeri bir alçaklığa gömülenler haricinde, bu berbat tabloda erkeği suçlamanın sınırı var.

    Ne olmasını bekliyoruz? Neredeyse hepimiz ya dağılmadığı için içindeki herkesin mutsuz olduğu orta direk, ya da dağılıp bizi göçebe etmiş orta sınıf ailelerin çocuklarıyız! “Einstein”ın dediği gibi “aptallığın en basit tanımı aynı şeyi yapıp başka bir sonuç almayı beklemektir”; bu yüzden de çoluğa çocuğa karışma konusunda hevesli olmamamız yadırganmamalı, zira pek de aptal değiliz. En azından babalarımızın yaptığı hatayı yapıp ellimizde orta yaş bunalımına girmek yerine kendi hatamızı yapıp ergenlikten hiç çıkmamaya çabalıyoruz!

    Moratoryumun özü şu:

    Hiçbir anlamı olmayan bir yaşam izleğini reddediyor; ama yerine anlamlı bir amaç değil, tekrarlamaktan sıkılmayacağımızı umduğumuz:
    “Kullan; at”,
    “Kullan; at”,
    “Kullan; at”
    (…) tarzı bireysel hazlar koyuyoruz!

    Sebebi ise evrensel:
    Özellikle bugünün dünyası içinde; insanlığa uğrunda ne yaşanacak, ne de ölünecek bir şey sunamaz hâle gelen çürüme yıllarında yaşıyoruz! Moratoryumumuz bunun binlerce işaretinden biri.

    Yüz yıl önce de durum çok farklı değildi. O yılların kahramanı yatağından kalk(a)mayan “Oblomov”du! Bizim kahramanımız ise tek tasası odayı dolu gösteren halısı olan “Jeff Lebowski” (nam-ı diğer; “The Dude”)!

    Benzerlik bu kadar açıkken, ve eğer bu ebedi erteleme hâlinden kurtulmak, uğruna yaşanacak bir şeylere sahip olmak istiyorsak bakacağımız yer yüz yıl önceki moratoryumdan nasıl çıkıldığıdır.

    O çıkışın tarihi de 1917 yılının bir takvime göre Ekim ayının sonuna, bir diğerine göre Kasım ayının başına denk gelir!

    [Nevzat Evrim Önal
    16 Ekim 2014]

    ********************

    BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN…

    Yukarıda okuduğunuz “Moratoryum” başlıklı yazımın ilk satırlarında, “ertelemek” anlamına gelen bu kelimenin ölümü çağrıştırmasından bahsetmiştim.

    Yazının yayınlandığı saatlerde bir insan, “Mehmet Pişkin”, benzerliğin sadece kelime kökünde olmadığını hepimize gösterdi!

    Tüm tanıyan ve sevenlerin affını dileyerek bu yazımı ona ayıracağım ve anısına saygısızlık etmemeye gayret göstererek, bize bir insanın sonundan çok daha fazlasını anlattığını düşündüğüm ölümünden yola çıkarak bir şeyler söylemeye çalışacağım:

    John Carpenter’ın “Çılgınlığın Ötesinde” adlı filminde, insanlığın sonunun geldiğini bilen dedektif Trent; “her canlı türü soyunun tükenişini hisseder” der.

    Türlere genişletilemeyecek bir iddia bu, ama insanlık için bir açıdan doğru olduğunu düşünüyorum.

    “Sorgulayıcı aklı” ve “hayata dair algıları” biraz açık her insan, içinde yaşıyor olduğu uygarlık çürüyüp çökmeye başladığında bunun alametlerini fark eder:
    Toplumsal ilerleme; belki son durağa gelmiş bir buharlı tren gibi istim (gücünden yararlanmak için elde edilen buhar) salarak durmaz ama hiçbir yere ulaşmayan bir dairesel hatta döner, döner, döner…

    Hayat kısırlaşır, en üretken insan dahi köstekler hâle gelir!

    “Sanat” kendisini tekrar etmeye,
    “Sanatsever” daha güzeli aramaya değil bu “tekrarı oburca tüketmeye” alışır!

    İktidar despotların meşgalesi olur! Çünkü artık yönetenlerin elinde yönetilenlere vaat edecekleri, daha iyi bir yarına giden bir yol haritası yoktur; sadece harisçe, dört elle sarılıp dişlerini geçirdikleri ve hiç bitmesin diye uğraştıkları bir “bugün” vardır! Despotluk; bunun sürdürülmesinin tek yoludur!

    Bahsettiğimiz;
    Artık çapı hiç genişlemeyen bir pastadan hep daha kalın bir dilim kapmaya çalışan üçkâğıtçıların,
    Kasaba avukatı kılıklıların,
    Zübükzadelerin uygarlığıdır!

    Bu çürüyen uygarlıkta;
    “Güzele”,
    “Naziğe”,
    “Kaliteliye” yer yoktur:
    “NAZİK, NEŞELİ, EĞLENCELİ, AKIL VE RUH OLARAK BÖYLE BİR İNCELİK VE DERİNLİĞE SAHİP BİRİSİ OLMAYI ÇOK ÖNEMSEDİM VE ŞU ANDA BUNLARI KORUMAK VE SAĞLAMAK CİDDİ BİR YÜK HÂLİNE GELDİ BENİM İÇİN! BU KONUDA TAKATİMİN ARTIK TÜKENDİĞİNİ, İŞİN O KARANLIK TARAFININ DAHA AĞIR GELDİĞİNİ VE TAŞIYAMADIĞIMI VE BİR ŞEKİLDE BUNUNLA İLGİLİ DONANIMLARI DA ZAMAN İÇİNDE GELİŞTİRMEDİĞİMİ FARK ETTİM!” DİYEN MEHMET PİŞKİN’İN BAHSETTİĞİ; BUDUR!

    Samimiyetle sormak istiyorum:
    Çoğumuz bu hissiyatı taşımıyor muyuz?
    “Yiğit Özgür”ün o olağanüstü karikatüründe pencereden bakıp “bu ne lan; dünün aynısı!” diyen adam gibi değil miyiz?

    (Karikatür için:
    http://bit.ly/21dXG8j )

    Felaket filmleri izlerken içimizden gizli gizli insanlığı yok olmasını dilemiyor, mucizevî bir şekilde kurtulduğunda hayal kırıklığına uğramıyor muyuz?

    İnsanları korkutup hizada tutmak için uydurulmuş dinsel kıyamet masallarını okuduğumuzda “keşke olsa” dediğimiz olmuyor mu?

    Evet, pek çoğumuzun koşulları Mehmet Pişkin’e benzemiyor. Biz; ofislerdeki, plazalardaki işlerimize, onun sahip olup “vazgeçtiklerine!” bir gün sahip olmak hayaliyle gidiyoruz!

    BİZİM İNTİHARLARIMIZ “BİR ATAMASI YAPILMAYAN ÖĞRETMEN DAHA İNTİHAR ETTİ!” DİYE HABERLEŞTİRİLİYOR!

    AMA KENDİ HAYATINI BİTİRİRKEN BUNU KENDİNCE TASARLAYAN VE SESİ GÜR ÇIKAN BİR İNSANA KIZMAK DEĞİL; KULAK VERMEK GEREKİR! PİŞKİN’İN MADDİ KOŞULLARI BİZİMKİNDEN İYİ OLABİLİR; AMA BAŞINI BİRKAÇ DEFA ÇARPTIĞI VE DAHA FAZLA ÇARPMAK İSTEMEDİĞİ DUVARA HİÇBİRİMİZ YABANCI DEĞİLİZ!

    Aynı duvar “Joseph K.”nın başını çarptığı mahkeme duvarıdır; Pişkin’in tek farkı, cellâtlarının elindeki bıçakla kendi canını almayı kabullenmiş olmasıdır!

    Aynı duvar:
    Önünde son sözleri “çok acı var, dayanamıyorum” olan “Dicle Koğacıoğlu”nun arabasından indiği,
    “Virginia Woolf”un ceplerine taşlar doldurmaya başladığı,
    “Stefan Zweig”ın peşinden Avusturya’dan Brezilya’ya kadar gelen duvardır!

    ÇÜRÜME YILLARINDA HAYAT ANCAK BU DUVARA KARŞI MÜCADELE VERİLDİĞİNDE “ANLAM” KAZANIR, ÇÜNKÜ DAHA İYİ BİR YARIN ANCAK BUGÜNÜ YIKTIKTAN SONRA KURULABİLİR!

    ÖTEKİ TÜRLÜ ANLAMSIZ VE AMAÇSIZ HAYATIMIZI; YA DİNSEL HURAFELERLE YA DA BİREYSEL HAZLARLA DOLDURMAK GEREKİR. BENİM ON DAKİKADA TANIMAYA ÇALIŞTIĞIM “MEHMET PİŞKİN”; BİRİNCİSİNİ YAPMAYACAK KADAR AKILLI, İKİNCİSİNİ SÜRDÜREMEYECEK KADAR KISIR DÖNGÜLERE DAYANAMAYAN BİR İNSANDI!

    YAPTIĞI NE OLUMLANABİLİR, NE ROMANTİZE EDİLEBİLİR!

    AMA BİR ŞEY ASLA UNUTULMAMALIDIR:
    “MEHMET PİŞKİN”İN ÇIĞLIĞI HEPİMİZİM ÇIĞLIĞIDIR!

    Onun önünde hayatını sonlandırdığı duvar; bütün insanlığın önüne dikilmiş duvardır!

    Bu duvar yıkılmalıdır!

    [Nevzat Evrim Önal
    23 Ekim 2014]

  640. HANİ “KAPİTALİZM” ADLI SİSTEMDE ÖZGÜRDÜK, KENDİ HAYATIMIZI KENDİMİZ YAPIYORDUK; NE OLDU?!

    “FACEBOOK” NE ZAMAN KURULDU?!

    “Yapboz”

    90 ve 2000’lerin en nitelikli deneysel rock gruplarından “Tool”un “Schism (bölünme)” şarkısı “parçaların birbirine uyduğunu biliyorum çünkü dağılırlarken izliyordum” diye başlar.

    Bir aşk şarkısıdır ama gençliğini 90’lar, genç yetişkinliğini 2000’lerde yaşayan insanların serencamını özetler niteliktedir:
    Biz, sadece lise yıllarımızın değil; hayatımızın müfredatı dağılmış “kredili sistem mağdurları”yız!

    Bir ölçüde bütünlüklü, insanın içinde kendisini anlamlandırabileceği bir dünya gözümüzün önünde parçalandı ve burnumuza iki seçenek dayandı:
    Bir tarafta doyuran ama lezzetsizliği kesin bir “fix çekirdek aile menüsü”,
    Diğer tarafta ise bazıları lezzetli olsa da birbirine uymayan, üstelik porsiyonları küçük meze ve ara sıcaklarla eşelenip, şef garson surat assa da paramızın yetişmeyeceği ana yemeği sürekli erteleyeceğimiz, sonunda da sipariş etmeden hesabı isteyeceğimiz bir alakart.

    Cümleten afiyet olsun da; hani “kapitalizm” adlı sistemde özgürdük, kendi hayatımızı kendimiz yapıyorduk; ne oldu?!

    BİZE HEP “ESKİDEN BU KADAR MARKA, ÇEŞİT YOKTU. HERKES AYNI KIYAFETLERİ GİYERDİ. HA BİR DE TÜP GAZ KUYRUĞUNDA BEKLERDİK” HİKÂYESİ ANLATILDI!

    BUGÜN HER MARKA VAR DA; HAYATLARIMIZ ÖZGÜNLEŞTİ ve ÖZGÜRLEŞTİ Mİ PEKİ?!

    “Ayfon!” kuyruğuna dair diyeceğimi demiştim yukarıda okudunuz, zaten en fazla yılda bir tane çıkıyor ama “Ikea”da gezerken Erdil Yaşaroğlu’nun karikatürünü* hatırlatacak hislere kapılmıyor muyuz?!

    (* Karikatürü görmek için:
    http://bit.ly/1jhJ05P )

    Böyle onlarca örnek sayamaz mıyız?! Dahası, ortak dertlerimiz hakkında konuşuyoruz. Bir yanda bu kadar “çeşitlilik”, “seçme özgürlüğü” lafları duyup; diğer yandan da bu kadar “benzer hayatlar” ve “sorunlar” yaşıyor olmamız tuhaf değil mi?!

    Mesele şu:

    Hayata gözlerimizi açtığımızda, 20. yüzyılın büyük mücadelesinin son raundu oynanıyordu.

    Bu mücadele; yüzyılı 1917’den itibaren şekillendirmiş, insanlığın uzaya açılmasına, son büyük sanat dalı olan sinemayı geliştirmesine, sayısız romana, senfoniye, diplomaside inceliğe ve benzeri nice zenginliğe vesile olmuştu.

    Belki binlerce çeşit ürün ve her ürünün onlarca markası cirit atmıyordu piyasada, ama dünyanın üçte birinde bambaşka bir hayat kuruluydu ve onunla rekabet etmek zorunda olan kapitalizm de kendi uygarlığını derinleştirmek zorunda kalıyordu.

    Sonra mücadeleyi “sermaye düzeni!” kazandı ve onun uygarlığının çürüme yıllarına girdik!

    Her şeyin bölünerek dağılması bu yılların nişanesiydi! Emperyalizm Yugoslavya’yı parçalarken yaşanan trajediler hepimizin çocukluk anılarında önemli bir yer tutar. Sonra ülkelerin, insanların parçalanması o denli sıradanlaştı ki, aklımızı koruyabilmek için başkalarının acılarına “yabancılaşmak” zorunda kaldık!

    Bütün bunlar olurken; her birimizin hayatı da parçalanıyordu ama bu parçalanma adı “yapısökümü” konarak şirinleştirilmişti!

    Artık hayat anlamlı ve amaçlı bir bütün olmayacak, aynı bedende yaşanıyor olmasının ötesinde birbirleriyle ilişkisi çok sınırlı bir deneyimler dizisine dönüşecekti!

    İnsanlar ikide birde iş değiştirmek zorunda kalacak ve bunun adı “kariyer!” olacaktı!

    Hayatımızın tamamına yayılan “mesai!”; kişisel ilişkiler kurmayı zorlaştıracak,
    Özel hayat; güven duyulan dostlarla derin ilişkiler kurmaktan ziyade iyi “partilenen” kankalarla pek kişiselleştirilmeyen eğlencelere dönüşecekti!

    David Harvey, gerçekliğin imgelerle ya da hayatın fotoğraflarla indirgenebileceği düşüncesini eleştirirken sene 1990’dı*.

    (* “Postmodernliğin Durumu”, Metis yayınları, 3. baskı, 346. sayfa)

    On dört yıl sonra “Facebook” kuruldu ve hepimiz yediğimiz ve gezdiğimizin fotoğraflarını paylaşmaya başladık! Yiyen ve gezenin biz olduğunu ispat edebilmek için de “selfie!” çeker olduk; çünkü kadraja bilmem hangi manzara alınıp yapılan “özçekim!”, deneyimin “sahihlik belgesi!”ydi!

    Böylelikle hayatımızı;
    İstediğimiz unsurlarını yok sayıp istediklerimizi vitrine koyduğumuz,
    Bir süre sonra da “hayatımızı o vitrinden ibaret zannettiğimiz bir yapboz!”a dönüştürdük!

    Hâl böyle olduğunda kendimizi biricik sanmak da kolaylaştı; çünkü artık önemli olan ne yediğimiz veya nereye gittiğimiz değil; bunları yapanın “biz!” olmasıydı! Her birimiz “göstermek için yaşadığı!” hayatının başrolündeydi ve dolayısıyla benzersizdi!

    Peki, o zaman ne yapsak en fazla iki günlüğüne geçen, sonra migren ağrısı gibi geri gelen bu “eksiklik ve aynı yerde dönüp duruyor olmak hissi” niye?!

    Eksikliğin sebebi şu:

    Dünya bir tane büyük ve muhteşem yapbozdan ibaret, adı da “insanlık”!

    Kendimize kaç parça eklersek ekleyelim, ancak o büyük yapbozun içinde bir yere uyduğumuzda eksik hissetmeyiz; çünkü o zaman hayat döngüsel olmaktan çıkar; işte o an hayat bir “amaç”, dolayısıyla “anlam” kazanır.

    İhtiyacımız:

    “Sosyal medyadaki vitrinlerimize yerleştirmek üzere!” daha fazla deneyim değil;

    Aklımıza ve ufkumuza yakışacak nitelikte bir “amaç” ve “anlam”!

    [Nevzat Evrim Önal
    6 Kasım 2014]

  641. 21. YÜZYILIN PROLETARYASI: “ÇAĞRI MERKEZİ ÇALIŞANLARI”!

    [Aşkın Süzük
    15 Eylül 2014]

    Gamze Yücesan-Özdemir ile yeni kitabı; “İnatçı Köstebek – Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş” üzerine konuştuk.

    Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Gamze Yücesan-Özdemir, çağrı merkezlerini “üçüncü bin yılın fabrikaları” olarak nitelendiriyor ve içinden geçtiğimiz dönemin karakteristiği olan “yıkıcı emek rejimi”nin damga vurduğu üretim noktaları ile açıklıyor.

    Kendisiyle Temmuz ayı sonunda “Yordam Kitap”tan çıkan kitabına ilişkin konuştuk.

    AŞKIN SÜZÜK: “Üçüncü bin yılın fabrikaları” olarak nitelendirdiğiniz çağrı merkezlerini; içinden geçmekte olduğumuz dönemin karakteristiği olan “yıkıcı emek rejiminin damga vurduğu üretim noktaları” ve çağrı merkezi çalışanlarını da “21. yüzyılın proleterleri” olarak ele almaktasınız.

    “Üretim noktası” ve “mekânsal-zamansal sabitleme” kavramlarını açabilir misiniz?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Sizin de belirttiğiniz gibi, çağrı merkezlerini “yıkıcı emek rejimleri” olarak adlandırırken; iki kavramdan yararlanıyorum:

    “Üretim noktası”: Emek cephesinin yaşadıklarını, tecrübelerini araştırmak, anlamlandırmak ve açıklamak için en önemli nokta; üretim noktasıdır. Üretim noktası yalnızca “ekonomik artı”nın üretildiği yer değil; aynı zamanda çalışanların, birbirleriyle ve yönetimle olan toplumsal ilişkilerinin üretildiği yerdir. Dolayısıyla, işçi sınıfının kendisiyle ilgili, hayatla ilgili, yaşadığı toplumla ilgili tavır alışının ve siyasetinin de üretildiği yerdir.

    “Mekânsal-zamansal sabitleme” kavramı ise sermayenin mekânda ve zamanda “daha kârlı coğrafyalara” açılımını belirtiyor. Diğer bir deyişle, bu kavram; emeğin ve ürünlerinin mekân ve zaman arasında eşitsiz dağılımının ardındaki dinamiklere vurgu yapıyor. Çağrı merkezleri de yeni iletişim teknolojilerinin verdiği imkânlar sayesinde emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu mekâna ve zamana yöneliyor. “Merkez ülkelerin → Çevre ülkelere” yönelmesi, ya da ulusal sınırlar içinde “metropollerden → taşra illere” yönelme gibi.

    AŞKIN SÜZÜK: Kitabınızda “enformasyon yoğun” alanlarda; bilgisayar başında ve “şık” koşullarda istihdam edilen emekçilerin “bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” olarak tanımlanmasının Marksist sınıf çözümlemesine yönelik bir saldırı olduğunu ve “hissiyat yüklü olmak” hâlinin Marksizmle bağlarını tümüyle koparmış kültürel çalışmaların önemli bir uğrağı olduğunu vurgulamışsınız. Bu tanımlamanın sınıf mücadelesi pratiğindeki sakıncaları nelerdir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: “Bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” tanımlamaları esas itibarıyla Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakmak eğilimlerine işaret ediyor. Marksist sınıf çözümlemesini, Marks’ın kapitalizmi iki temel sınıfa ayırdığı (burjuvazi ve proletarya) ve sanayide üretim yapan “mavi tulumlu, kaslı ve erkek işçileri” proletarya olarak tanımladığı sığlığıyla anlamlandıran bu yaklaşım; hizmetler sektörü büyüdüğünde hep şunu tekrarlıyor: “Maalesef hayat Marks’ın söylediği kadar kolay değil.”

    Yukarıdaki yaklaşım; sınıfın “ortaklaşan” özelliklerine değil de “farklılaşan” özelliklerine vurgu yapıyor!

    Hizmet sektörü çalışanlarının; giyimleri farklı, çalıştıkları mekânlar farklı, yedikleri-içtikleri farklı, gittikleri-gezdikleri yerler farklı. Dolayısıyla, bu çalışanları da farklı tanımlamak gerekir. Kapitalizmin “artı değer” (veya “artık değer” & Almanca: Mehrwert, İngilizce: Surplus value) üretmeyi hedefleyen yapısında işçi sınıfı; pekâla plazalarda çalışan iyi giyimli, eğitimli ve tüketim alışkanlıkları farklı bir veçheye de bürünebilir.

    Dolayısıyla, çağrı merkezleri; ağır sömürü koşulları ve çok yönlü güvencesizlik koşulları doğrultusunda yeni yüzyılın fabrikalarıdır!

    Diyorum ki; çağrı merkezi çalışanları 21. yüzyılın proletaryasıdır!

    “Hissiyat” ve/veya “insani” olana vurgu yapmak da; “Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakmak” eğilimlerinden bir diğeri! Marksist tahlillerin “soğuk”, “materyalist” ve “kaba” olduğunu iddia etmek ve bu tahlillerin “insani” olanı görmezden geldiğini vurgulamak! Bu noktada emek çalışmaları; “anlatısal”, “hissiyat yüklü” ve “amacı belirsiz yaklaşımlara” doğru yönelmektedir. Bu da “siyasete kapalı olmak” demektir! Oysa ki emek çalışmaları; “siyasal eylemin gerçekleşeceği alanın incelenmesi”dir! Dolayısıyla, kuramsal ve kavramsal netleşme, ve “siyasi duruş” önemlidir.

    AŞKIN SÜZÜK: Çağrı merkezlerinde niteliği denetlemek ve yapılan işin verimini daima arttırmak için:
    Sürekli aynı ekranların takip edilmesini,
    Aynı kelimelerin ve cümlelerin tekrarlanmasını,
    Yasak kelimelerin olmasını,
    Ve kulaklığına çağrı gelen bir personelin; görüşmeyi yürütme esnasında “denetiminin” makineye aktarılmış olmasını;
    “Zihnin içine montaj hattı kurulması” olarak tanımlamışsınız.

    Duygulanımsal emeğin bu denli vasıfsızlaştırıldığı koşullarda çağrı merkezi çalışanlarının yaşadığı “yabancılaşma” ya da sizin ifadenizle “irade güvencesizliği” nasıl aşılabilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: “Zihinsel” ve “duygulanımsal” emeğin ciddi bir vasıfsızlaşma tehdidi altında olduğu kesindir! Bu vasıfsızlaşmanın çağrı merkezi çalışanlarında yarattığı “yabancılaşma” ya da “irade güvencesizliği” ise işyerine ve gündelik hayata sinmiş bireysel ve kolektif direniş ile aşınabilir ve/veya aşınmaktadır!

    Sınıf mücadelesinin ve sınıf bilincinin, hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiğini tekrar vurgulamak isterim! Dolayısıyla “yabancılaşma” dediğimiz o büyük tehlike; “sınıf mücadelesi hayatın kendisi olduğu sürece” bireysel ve kolektif direniş imkânları (ve imkânsızlıkları) ile aşılacaktır.

    AŞKIN SÜZÜK: Sermayenin taşraya yönelik ilgisinde; “örgütlenme geçmişi olmayan işgücü” tercihinin ağır bastığını ve sendikâl mücadele bakımından “geçmişi temiz” şehirlerin sermayenin beklentileriyle doğal bir uyum içerisinde olduğunu belirtmektesiniz.

    Alan çalışmanız sırasında bir emekçi bu durumu; “Herşeyin en başındayken; işe alınırken mücadeleyi bitiriyorlar!” biçiminde tanımlamış. Sizin saptamanızdan yola çıkarsak; sendikalar bu durum karşısında nasıl bir “karşı hegemonya mücadelesi” geliştirebilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Taşra zor ve taşrada “karşı hegemonya mücadelesi” de zor! Karşı hegemonya mücadelesinin nasıl geliştirilebileceği konusunda ise sanırım “birlikte düşünmek” ve “birlikte siyaset üretmek” gerekiyor!

    Tartışmaya başlangıç için şu saptamaları yapabilirim.

    Taşra illerine gittiğimizde:

    Araştırmacılar olarak biz; “çok çalıştırılıyorsunuz” dedik;
    Onlar; “eski işimde şimdi çalıştığımın neredeyse yarısı kadar çalışıyordum” ya da “en azından çalışıyorum” dediler!

    Araştırmacılar olarak biz; “az kazanıyorsunuz” dedik;
    Onlar; “bu şehirde en yüksek ücreti veren yerde çalışıyorum” ya da “sabahtan akşama kadar çalışıp 300-400 lira alanlar var, ben bu çağrı merkezinde iki mislini kazanıyorum” dediler!

    Araştırmacılar olarak biz; “yoğun, zor şartlarda çalışıyorsuz” dedik;
    Onlar; “bir önceki işimizi görseydiniz, şimdi en azından bir ortamımız var” dediler!

    Taşrada “geç kapitalistleşme” olgusu, diğer bir deyişle “kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmemiş olması”; “taşrada emek” ve “taşrada sınıf” ile ilgili tüm soruları ve sorunları farklı kılıyor!

    AŞKIN SÜZÜK: Çağrı merkezi sektörü “tehlikeli meslek” kategorisine alınmış durumda.

    “Kabloların yettiği yere kadar yürüyebilen” çağrı merkezi çalışanları için “günışığı hakkı”nın öncelikli talep olması gerektiğini belirtmişsiniz. Sağlık, emek ve meslek örgütleri çağrı merkezi çalışanlarının sağlığı ve güvenliği için neler yapabilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Çağrı merkezinde çalışmak, hem fiziksel hem de psikolojik olarak ağır yaralar açıyor ve böylece “sınıfın” da yaraları yavaş yavaş ortaya çıkıyor! Bu yaraları onarıcı çabaları ise üç başlıkta toplayabiliriz sanırım.

    İlki; çalışma ortamının toplumsal koşullarının iyileştirilmesi. “İş yükünün ve denetimin azaltılması” konuları.

    İkincisi; çalışma ortamının iklim koşullarının iyileştirilmesi. Işıklandırma, sıcaklık ve havalandırma koşullarında iyileştirmeler.

    Son olarak ise çalışma ortamının ergonomik koşullarının; kulaklık, klavye, sandalye gibi, iyileştirilmesi.

    Bu iyileştirme önerileri ile birlikte tekrar belirtmek gerekir ki:

    Burjuva sosyal ve/veya sağlık bilimlerinde, işçi sağlığında meydana gelen sorunları, işçinin karşı karşıya kaldığı; “istenmeyen”, “beklenmeyen” ve “şanssızlık” sonucu olaylar olarak görme eğilimi öne çıkıyor!

    Oysa ki “şans” da sınıfsal bir nitelik taşır! Dolayısıyla, ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi sağlığınızın bozulma “şans”ını da doğrudan belirler!

  642. “YORGUN HAVAYOLLARI” İYİ UÇUŞLAR DİLER!

    ATATÜRK HAVALİMANI’NDA BİR YOLCU HİZMETLERİ MEMURU, YOĞUN VE DÜZENSİZ VARDİYALARIN GETİRDİĞİ YORGUNLUĞA DAYANAMAYARAK MESAİ SAATİ İÇİNDE TÜM YOLCULARIN GÖZÜ ÖNÜNDE BAYILDI! BU “YORGUN” MEMURA SERUM BAĞLANDI. BİR SAAT SONRA KENDİNE GELDİĞİNDE; BEKLEYEN BİR UÇUŞTA GÖREV ALMASI “RİCA” EDİLDİ!

    SABİHA GÖKÇEN HAVALİMANI’NDA BİR “RAMP İŞÇİSİ” (UÇAĞA BAGAJ YÜKLEME/BOŞALTMA YAPAN İŞÇİ) ÇALIŞIR DURUMDAKİ KONVEYÖRE AYAĞINI KAPTIRARAK CİDDİ ŞEKİLDE YARALANDI VE İŞYERİ HEKİMİNE GÖTÜRÜLDÜ.

    İŞYERİ HEKİMİNİN RAPOR TUTUP HASTANEYE SEVK ETMESİ GEREKİRKEN; İŞVEREN KORKUSU NEDENİYLE İŞÇİYE AĞRI KESİCİ VERMEKLE YETİNDİĞİ GÖRÜLDÜ!

    İŞÇİNİN ISRARI VE ŞİKAYETÇİ OLACAĞINI SÖYLEMESİ ÜZERİNE HASTANEYE SEVK EDİLMESİ MÜMKÜN OLDU!

    (https://www.facebook.com/direnhavaci
    24 Eylül 2014)

    “Attention please!”

    “Lütfen dikkat!”

    Havaalanı güvenliğinden başlayarak, pilota kadar tüm havayolu çalışanları yorgun! Uzun çalışma saatleri, ölümle sonuçlanan rahatsızlıklara yol açtığı gibi uçuş güvenliği riskini de arttırıyor.

    THY grevi sırasında geniş kesimlerce idrak edilen bir gerçek aradan geçen zamanda unutulmuş görünüyor!

    Sivil havacılık sektöründe yoğun sömürüyle paralel olarak kötüleşen çalışma koşulları!

    Gelir düzeyleri, hâttâ buna bağlı olarak yaşam standartları arasında önemli farklar bulunan sektör çalışanlarının ortak noktası şu: Aşırı çalışma ve yorgunluk!

    Yakın zamanda bir otel odasında ölü bulunan pilotun ve 13 saatlik kesintisiz çalışma sonrasında bayılan gişe çalışanının yaşadıkları:

    === “Güvenlik” pek güvenli değil! ===

    Havaalanına geldiğinizde sizi “security ~ güvenlik” görevlileri karşılar. Belki farkında değilsinizdir ama üniformaları 6 ayda, yılda bir değişir, çünkü; daha yeni sendikalaşma girişimi olmuş, sendika üyesi olanlar derhâl “temizlenmiş!” ve güvenlik hizmetleri yeni bir taşeron firmaya devredilmiştir!

    “X-ray ışınları”na karşı korumasız, yeterli eğitim almadan sürekli yerleri değiştirilen kadrolarla yürütülür “güvenlik!” hizmeti! Çalışanlar asgari ücret ya da biraz üstünde bir paraya güvencesiz ve uzun saatler çalışır!

    === “Check-in” çekin, içine at içine at, sus sus; nereye kadar! ===

    İşte, “security”den güvenle geçtiniz ve güvenlik geçişinde çıkarttığınız kemerinizi yeniden takarken, gözleriniz “check-in işlemi”nizi yaptıracağınız masaları arıyor. Sıranıza giriyor ve elinizde kimlik/pasaport, e-bilet/bilet bilgileri, beklemeye koyulursunuz. Gözünüz kontuardaki görevliye takılıyor. Koca bavulları evirip çevirip tartıyor ve etiketleyip uçağa gitmek üzere banta yolluyor fakat; yüzünde zorlama bir gülümseme var! Sorsanız 10-12 saati aşkın bir çalışmanın ardından belki de “takviye!” gelmiştir!

    Biraz daha yakından baktığınızda; bilgisayar yanında cep telefonu iki dakikada bir çalmakta, büyük olasılıkla evinden çocuğu ya da bir bekleyeni sürekli ne zaman geleceğini sormakta!

    Kendinize soracaksınız belki: “Çalışma süreleri günlük 8 saat ile sınırlı değil miydi?!” Ama havacılık sektörü çalışanları 8 saatlik iş süresinin ne demek olduğunu çoktan unutmuştur!

    === “Organize Güç / Örgütsüz Emekçi” karşı karşıya! ===

    İşlemleriniz bitti, uçağın rahat koltuğuna yerleştiniz! Düşünmeye başladınız: “Size sunulan bu hizmetin ardında nasıl bir organize güç var?!”

    Şu saptamayı unutmayınız: Uçaklar; “high technology” yani en gelişmiş teknolojileri kullanıyor. Eğitimli insanlara gereksinim var. Bunların tümü tamam gibi görünüyor, görünüyor da işin aslı başka! Havacılık çalışanlarının tümü lisanslı, konusunda eğitim almış, yetişmiş elemanlar. “Ücretleri de, hakları da ona göre olmalı” diye düşünüyorsunuz, hatta bunun böyle olduğuna inanıyorsunuz!

    Gelin görün ki; işin aslı pek öyle değil!

    Sektörde çalışanların büyük bir kısmı dünya standartlarının altında iş ve yaşam koşullarına mahkûm!

    Tümüyle özgür, çalışma hayatının olmazsa olmazı “sendikâl haklar”, en temel anayasal hak, işverenlerce kullandırılmıyor, varolan hükümetler ve iktidarları da buna çanak tutuyor! Bu sektörde sadece ama sadece THY çalışanları örgütlüdür. Uygulanan “neo-liberal politikalar!” sonucu; çalışma hayatı baskı altına alınmış, sendikalar (yok edilemediyse!) etkisizleştirilmiş, ya da “Hava İş” örneğinde olduğu gibi, “işveren yedeği!”ne alınmıştır!

    Oysa ki sektörde 100.000’in üzerinde çalışan var ve bu sayı giderek artmakta!

    === Diren Vecihi! ===

    Uçağınızı uçuran pilot; belki “maddiyat sorunlarını!” çözümlemiş, diğerlerinden farklı bir iş ve yaşam güvencesi, yaşam standardı yakalamış görünmekte! Fakat uygulanan personel politikası ile iş güvencesi ve yükselme koşulları her geçen gün değişmekte, sorunları büyümekte!

    Bu sorunları işverene karşı dile getirebileceği örgütü (sadece THY’de) “sendika” ise bu konulardan hayli uzakta; Hamdi Topçu yedeğinde kapısını açıp/kapatmaktadır! İmzalanan TİS (Toplu İş Sözleşmesi) bile çalışanlara hâlâ gösterilmemiştir!

    Peki, kabin görevlilerinin saymakla bitmeyecek sorunlarını nasıl dökelim ortaya?!

    Başta çalışma süreleri… Standart uçuş süreleri bir punduna getirilip aşılmakta, kitabına uydurulmakta, karşılığı da “hiç edilmek!” istenmektedir! Dinlenme süreleri sürekli zorlanmakta! Giyimine kuşamına sınır getirilmek istenmekte, çağdışı uygulamalarla karşı karşıya gelmektedir! Yolcuların bazı olumsuz tavırları ve davranışları karşısında savunmasız bırakılmaktadır!

    === Apronda sadece deve kesmiyorlar! ===

    Peki; dışarıda uçağı uçuşa hazırlayan çilekeş apron ve operasyon görevlileri…

    Kışın soğuğuna, yazın sıcağına karşı korunmasız, “gerçekten ter dökerek!” çalışan ramp işçileri!

    “Ter adamları!” oldukları için, çoğunun yanından bile geçmek istemezsiniz! Bagajlarınızı inanılmaz dar alanlara istif eden, bagajlarla dans eden onlardır! Tabii siz uçaktan iner inmez bant başında bagajınızın hemen gelmesini beklersiniz!

    Yukarıda anlatılan bütün bu “yoğun çalışma!” ile gerçekleşen uçuşunuzun tadı kaçar mı bilemeyiz ama siz yine de uçuşun keyfini çıkartmaya bakın! Emniyet kemerlerinizi çözün, arkanıza yaslanın ve…

    İkramımız “paralı!” da olsa soralım:

    “Kahvenizi nasıl alırdınız!”

    İyi uçuşlar!

  643. “1492” tarihi Amerika’nın keşfi diye anlatılır hep.

    Bu tarihten sonra (kuzey-güney farketmez) bütün kıta kolonileştirilirken, sömürü tohumları ekilirken, “din” unsuru da boş geçilmemiş tabii ki. Hatta ilk sıralarda kullanılmış!

    Avrupa’nın türlü krallıklarından, çeşitli imparatorluklarından Amerika’ya ayak basmış, çeşit çeşit Hristiyan din adamı (büyük kısmı Roma’daki Katolik Kilisesi’ni merkez kabul ederek) Roma’ya bir mektup göndermiş.

    Mektuplar (Amerika’ya ayak basmış) farklı ülkelerin din adamlarından gelmiş de olsa, farklı dillerle yazılmış da olsa, bu mektuplarda bir ortak sorunun sorulduğu anlaşılmış:

    “Saygıdeğer Papa hazretleri ve Kardinaller konsili,

    İsa’mızın yüceliğini bu verimli topraklara yaymaya çalışırken, burada yaşayan varlıkların insana benzeyip benzemediği konusuna karar veremedik!

    Bu varlıklara insan muamelesi yapıp onları İsa’nın şevkatine ikna etmeye çalışmaya devam mı edelim?

    Yoksa, bu hilkat garibelerine benzeyen varlıkları, günahı daha fazla yaymamaları için ortadan mı kaldıralım?”

    628’de yazan kişi de yukarıdaki gibi düşünen, adeta zamanımızın engizisyon neferi!

  644. 632 veya
    Sayın uslu terbiyeli evcil, yuttuğu ideolojinin rahatlığı içinde hayatını emekli maaşını almak için gönüllü kölelikle geçirmiş, ve şimdi hiç bilmediği konularda birkaç kitap okumayla bilge olmak isteyen zavallı. Bilgiyle anlama arasındaki uçurumlar farkı bilmeyen bir enfermasyon esthete’i.
    Benim hayatım, çoğunluğu ( %99’u) senin gibi olan, devletlerinin dünyaya dehşet saldığından habersiz, karıncayı bile incitmeyecek, kibar, iyi günler, iyi akşamlar, özür dilerim, teşekkür ederim demesi öğretilmiş ama senin gibi uyutulmuş insanların arasında geçti.
    Bunun çok sayıda nedenleri var.
    En başta: Ağzında kemik olan köpek ısırmaz.
    Daha bilimsel ve sanatsal: Weberin Devlet tanım, “Devlet şiddetin tekelidir.”
    Aynı şeyi Marcuse 60larda değişik bir bağlamda söyledi. Devlet güçlendikçe senin gibi barış sever karnı toklar artar.
    ABD’de siyahlar başkalarını öldürürler, beyazlar intihar eder.
    Senin önce sürekli, şimdi arada bir dalkavukluğunu yaptığın ULU ŞEF’İNE sor, belki hatırlar, Senin gibi Avrupalılaşmışların gittikçe arttığı Türkiye AB’ye resmi kabul edilmek istediği zaman Birikim adlı dergiye yazdığımda en ana noktaklardan biri, Avrupalıların neden yabancıların vahşiliğini sevmediğiydi. Yabancı, Avrupalıya özünü gösteren ayna tutar: “boş ver bu kibarlıkları, ben buraya sizin ayıp donu bilim ve sanatınız için değil sakladığınız asıl allahınız, para için geldim”, der. Avrupalıya kim olduğunu hatırlatma, senin gibi kudurtur. Zaten sayın bilgi küpü, dahi falan filan bey, biliyorsun 1. ve 2. Dünya Savaşları Mars’da oldu, senin gibi televizyon önünde geviş getireneler Avrupa’da başladı sanıyorlar. İnsan insanlıktan çıkıp, faşist ruhlu, ırkçı ve utanmaz binlerce kişiden aynı senin gibi utanmazlığını ve barışçı sever münafıklığını görecilikte, kötülük kıyaslamalarıyla örten gördüm. Buna Arendt, “Kötü’nün Banallişmesi”, der.Sen hala kendini benim sana kiişsel saldırdığımı sanarak kendine bir değer biçiyorsun. Bu sitedekilerin tümü kişisel ilgilenmeye değmez, ırkçı, faşist ruhlu, bolluk için ruhunu satmış ama kendini marksist veya analşist sanan, Türkiye’ye 70lerden beri hala egemen olan klasik sol=zenginlik dilenci düşüncesini bir sürü koca laflarla süsleyen salaklarla dolu.
    Sen Türk olduğundan artı bir rahatlığın var. Hayatın, “görmemişin bir oğlu olmuş, çeke çeke …ü koparmayla geçmiş. Bunu ağzında emzik etmişsin.
    Ama sana ve bu sitedeki diğer senin gibi dahilere bir teşekkür borcum var. Ben çocukken işletip gülmek için sizler gibi madenler arardık. Bu site dolup taşıyor. Bana bu eğlence imkanını sağladığınız için teşekkürler.
    Not 1: iki son derece bilimsel yazılarıma rağmen benim “bilim ve sanat” EMEKLERİNE (yine o “açıl susam açıl” kelimesi) değer vermediğimi söylemen biraz nankörlük. Ama belki nihayet benden bazı şeyler öğrenmeye başladın: “kimin, bilim ve sanatı?”
    Not 2: EMEK kelimesini başımıza bela eden bile emekten önce başka bir zaman yaşandığını ve o zamana dönmeyi amaç edinir. Sen ala ilahileri utanmadan tekrarlayan zavallısın.

  645. 634-638 Sayın Günahkâr
    Bu hem çok eski hrıstiyan günah çıkarmalar, hem de kıyasla yeni ama modası geçmiş solcu günah çıkarmaları. Biraz marks, biraz engels, biraz emek, biraz ücret, biraz maaş, biraz laik …
    Kim demiş zaman durmaz! Türkiye’de 50 yıl saat durmuş, okuyup yazanlar de mışıl mışıl uyuyor. Ayni marks amca nasıl kapitalist ÜRETME ve İLERLEME afyonunu yuttuysa, başka hiç bir yol görmeyen, son 50 yıl afyonla uyutulmuşlar da sadece kendileri gibi uyuyanları görürler. Hocanın anahtarını ışık olan yerde araması gibi.
    Türkler için ata-türküsü, marks at gözlüğünden kurtulmak zor olacak ve uzun zaman alacak.
    The show must go on!

  646. 640a
    Ben 628
    Senin kadar salak, espriyi anlamamış birini bulmak güç. Bu site maden dolup taşıyor. Ben bu sitedeki sana benzer ve Amerika yerlilerine vahşi diyenlerle dalga geçtim, sen kudurdun. Sen geri zekalılık rekorunu rahat kırarsın!

  647. 641…
    inanamayacaksın ama bu yazdıklarını biliyorum. Türkçe çevirilerini okudum! Anlayarak. Altlarını çizerek. Diğer kaynaklardan karşılaştırarak.
    Yalnızca kendini yaşadığın hayatın bedelini ödeyerek bulunduğun yere geldiğini sanmak ne korkunç budalalık. O aşağıladığın GZ’nin, bulunduğu yeri beğenmesen bile ödediği bedeller konusunda bir fikrin var mı?
    Arada düşünür müsün? Yahu abartıyor muyum yoksa? Kendinle o kadar dolusun ki…
    Che bile senin ödediğin bedelleri ödememiş olabilir! Her ne yaşamış, ne bedeller ödemişsen burada seslendiğin insanların bu adaletsizlikte suç ortağı olduğunu hiç sanmıyorum. Öfkeni kusacak klozetleri, yanlış bir sitede aradığını düşünüyorum…
    **
    Senin doğrularına tümüyle katılabilirdim; uzaydan gelmiş ve tarihsellik konusunda arada bağlantısı bulunmayan bilgilerle tıkıştırılmış olsaydım!
    Doğrucu Davut haline saygı duyarım! Ama bence bu kolaycılık. “Demir bükülmüş bir kez!”
    Bu koşullarda konuşuyoruz.
    Ben öğrenciyim!
    Senden bir şeyler öğrenmek isterdim. Yazık ki, gördüğüm kadarıyla kafan çok karışık. Nefretin sevginden çok büyük. Belki de bu bilgilerinin senteze gireceği “kabı” en başında yitirtiyor.
    Bu “Türk” aşağılamalarında samimi olduğunu sanmıyorum. Ağır eleştirilerinde haklılık payı bulunsa bile bu mantıkla hangi insan kabilesi benzeri aşağılamalardan kendini kurtarabilir. Ve yine bu toptancı yönteminle okuduğunu iddia ettiğin o kitapları kendin için bile çeviremediğin kuşkusunu pekiştirirsin.
    Sonuçta herkes gibi ben de tarihsel bir varlığım. Sen tarih dışı görünüyor ve bununla da gurur duyuyor gibisin.
    Bu gururunu çocukça buluyorum. Kişiliksiz, kimsesiz, değersiz. Salt kendi egonu doyurma amaçlı; bu işe de yaramadığını düşünüyorum.
    Bilim ve sanat emeği günümüz rezaletine yol açmış, olsa bile içerdiği imkânlar ile önümüzde özgürlükçü ve adalet içerebilecek dünyanın kapılarını da aralamıştır. Tamam; bu imkânların kullanılmasından önce korkunç süreçler bizi bekliyor görünüyor. Yine de İNSAN olarak sarılacak başka bir şey göremiyorum. Bu kişisel körlük mü? Yinelediğin salaklığım mı? Üzülerek anlıyorum; salaklığım kişisel değil; bana salak diyene gülümsüyorum…
    Ben senin gibi toptan inkârcı olamıyorum. Bu denli kolaycı muhalifliği seçmiyorum. İsviçre’nin huzur taşıyan tabiatı ve duyguları yok içimde. Aptalca da olsa bir çıkış yolunda ortaklaşılabilecek naif gevezelikler yapıyorum. Milyonlarca insanın, aşağılamakta duraksamadığın insanların parçalanmış ya da parçalanacak cesetleri konusunda senin gibi soğukkanlı kalamıyorum. “Aşağılık ırk! Ankara’da 100’ü parçalandı, 100 milyonu da parçalansın” diyemiyorum; özür dilerim! Naifim ya! Senin kadar hakkaniyet ve adalet taşıyamıyorum!
    Hoşçakalın.. Keşke 100 yıl daha yaşasan ve düşüncelerine ait gerçekliği yeniden, yeniden tartma imkanı bulsan…

  648. “Ben bilmem!” (Yunus Emre)

    641’de yazan şahsiyet, bilmediğini biliyor mu bilmiyor mu!

  649. hakaret var.

  650. Sayın pipsqueak'e

    Sayın “pipsqueak”,

    “304” numaralı metninizde şunu yazmıştınız:

    [Evet doğru kızgınlık içinde size taşlar attım ve kötü ve küçümseyici laflar ettim ama temelde sizi eşitim gördüm veya öyle varsaydım. “Lecture” salonunu unutur ve karşılıklı çay kahve içip konuştuğumuzu hayali içinde olduğumu düşünün.]

    Siz istediğiniz kadar bizleri düşmanınız zannedin; bizler sizi düşman olarak asla görmedik, görmeyeceğiz!

    Sizin tecrübelerinize, görmüş-geçirmişliğinize, kitabi kapasitenize, ülkeler, kültürler arası mukayeseli gözlemlerinize ve hâttâ öfkeli olmanıza bile saygımız sonsuz!

    Gerçek manâda “dolu” olduğunuz ortada! Boş, balon, yapay (artifical!) bir “dolu”luktan bahsetmiyoruz!

    Gerçekten sizde “birşeyler var!” O kadar ki; o “birşeylerin” ne olduğunu idrak edebilmemiz için sizin tecrübenize yaklaşmaya ve size sorular sormaya devam ediyoruz!

    “Sizin tecrübenize yaklaşmak” derken de; asla ama asla, sizi bir ulu şef yerine koymuyoruz! Tecrübeli bir dostumuz olarak görüyoruz! Ne efendilik, ne kölelik!

    Kafamıza taş atmakla nereye varmayı, ne yapmayı umuyorsunuz?! “Dolu”luğunuzdan süzülenleri kafamıza taş atmadan da aktarabilirsiniz! O zaman, niçin öfkeli olduğunuzu bile daha net idrak ederiz! Siz taş atmaya inatla devam ederek, sizi dinlemeye gelen, yazdıklarınızı okumaya gelen “bilgisi çok az, tecrübesi çok az, görmüş-geçirmişliği çok az” kişileri topla tüfekle kovma gayreti içindesiniz!

    “Kafamıza taş atmakla nereye varmayı, ne yapmayı umuyorsunuz?!” diye sorarken; sizin aktardığınız hiçbir hususu hor görmek, hoyratça parçalamak gibi bir niyetimiz hiç olmadı! Bu şekilde davranma eğiliminde olduğumuzu düşünüyorsanız; bu sizin kafanızda oluşmuş bir sapma! Belki de bu sapma; öfkenizin içinizde sessiz sessiz yaydığı beyin uyuşukluğunun parmaklarınıza yazdırdıklarıdır, tam ifade edemiyoruz…

    Bizleri bir tür ana rahminden çıkmış bebek gibi düşününüz sayın “pipsqueak”!

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; “gençlik myth”i & “yaşlılık myth”i ile başlayıp buraya kadar gelen ve devam eden bir akış içindeyiz…

    “Dünyayı kurtarmak!” gibi bir amacımız varsa bile; bunun Gün Zileli isimli kişinin sitesinde filizlenip her yeri sarmayacağını gayet iyi biliyoruz!

    “Modernite”nin getirdiklerini / götürdüklerini; bu sayfada herkesin birbirinin kafasına taş atması sebebiyle dişe dokunur düzeyde görüşemedik!

    “Kapitalizmin dayattığı ölümcül rekabet”ten nasıl kurtuluruz? sorusu üzerine; bu sayfada herkesin birbirinin kafasına taş atması sebebiyle dişe dokunur düzeyde görüşemedik!

    Sayın “ogürsel”in kendisi ile “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladı arasındaki ilişkiyi bir türlü anlamaması konusu üzerine; bu sayfada herkesin birbirinin kafasına taş atması sebebiyle dişe dokunur düzeyde görüşemedik!

    Kapitalizmin HERKESE İSTİSNASIZ DİKTE ETTİĞİ “productivity (üretkenlik!)” ve “efficiency (verimlilik!)” kavramları üzerine; bu sayfada herkesin birbirinin kafasına taş atması sebebiyle dişe dokunur düzeyde görüşemedik!

    Kapitalizmin kuluçka merkezlerinde (2015 sonrası için de!) sürekli güncellenen “şirketokrasi (corporatocracy)” hastalığının izlediği seyri; bu sayfada herkesin birbirinin kafasına taş atması sebebiyle dişe dokunur düzeyde görüşemedik!

    Bu sayfada hiçkimse, size nasıl bir üslup kullanmanız gerektiği üzerine hamilik taslamak niyetinde değil! Sayın Gün Zileli, zaten sık sık “hakaret nedeniyle yayınlanmadı” ibaresini düşerek; ne tür görüşlerin elendiğini belirtiyor. Ve hâttâ hakaretin bile bir üslupla yapıldığında ele avuca geleceğine işaret ediyor!

    “Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı tercih ederiz!”

    –Ulrike Meinhof

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    –Howard Zinn

  651. Frederick W. Taylor ve Aleksei K. Gastev’in kim olduklarını ve görüşlerinin ne olduğunu bilen birileri varsa paylaşabilir mi?

  652. 645
    Yunus “hep allahı aradım, buldum, peki sonra?”, demiş.
    Sen iş, emeklilik, rahatlık, televizyon önünde geviş getirme aramışsın, bulmuşsun, aramaktan vazgeçip yeter demişsin. Bari Yunus’u da kendin gibi soytarı yapma. Zavallı Yunus’u da maskara ettiniz.
    Medya ve özellikle televizyon devasa oranda senin gibi hilkat garibeleri üretiyor.
    Öbür salağa benzediğin için kudurdun, ağzın köpük doldu, sana da dokandı.
    Sen Yunus’u rahat bırak benim insanın adileşmesinde en büyük neden olan korkutarak iş başı yaptırılması, emeklilik için her türlü küçük düşürmelere katlanmasını eleştirdiğimi anlamaya çalış.
    Hiç değilse asıl kendini ve harcadığın kıymetsiz hayatını aynada görürsün.
    Benim tek eğlencem senin gibi hödüklerle dalga geçmek. Pek ciddiye alma. Yarın iş başı yapar, hepsini unutursun. Senin gibiler dünyanın %99’u, her şeye alışırsınız.

  653. 644
    Sayın Dahi Türk Diyalektikçisi,

    hakaretlerin bolluğu nedeniyle yayınlanmadı.

  654. 648
    Frederick W. Taylor kim?, Aleksei K. Gastev kim?
    Eğer Charlie Chaplin’in Asri Zamanlar (“Modern Times”) filmini seyredersen bu iki bilerek veya bilmeyerek marksist-leninist-stalinist-maoist-…- Deng Xiaopingist & Xi Jinpingist, kısacası eski allahın sarhoşken yaptığı mükemmel olmayan insanları mükemmeleştirip eski allahın hatasını düzeltmek isteyen, hatta bu sitede dolup taşan benzeri, dahiyi görürsün. Veya eğer 1970-1990lar ve hatta şimdi bu yukarıdaki asıl baş roldeki artistlerin maymunluğunu yapan Türk devrimci solcuları dersem, belki daha somut olur ve daha iyi anlarsın. Hatta ve veya marks amca ne demiş? Asıl devrim üretimde olur, sonra yukarıya erişir demiş. Benim terbiyesiz, insan sanat ve bilim gelişme ve ilerlemesine saygısz ama son derece bilimsel dilime çevirirsem, alttakiler osurur, sıcak hava yukarı çıkar, yukarıdaki okur yazar dahiler koklarlar ve alttakilere anlatırlar.
    Not: Belki bu sitedekiler gibi çok zeki olduğundan görmez veye çok çok zeki olduğundan gördüğün halde anlamazsın diye ekleyeyim: çalışırken yemek yiyerek zaman tasarrufu yapma makinesini icad eden dahinin makineyi Charlie Chaplin üzerinde deneme sahnesi.
    Yalnız sen biraz güncelleşme yapmamışsın. Şimdi aynısını, güncelleşmişini satanlar silicon valley, IBM, google, Apple, Microsoft, facebok, twatter, youpoop, cyborg, transhumanizm, … Bu sitedekiler anlamadan bu ayvayı yiyen, ümitsizler ümit leblebisi dağıtan zavallı sahtekarlar. Bir tanesi uzaya gitmek, robot olmak ister!
    Eğer biraz ciddiysen, sana acı bir hatırlatma yapayım. Sahtekarlar her zaman başarılı oldu!?
    İyi iş başı etmeler! İyi daha hızlı, daha enerjetik, daha verimli çalışmalar!
    Not: Batı’da, yani bu sitedekilerin yeni allahında, hem bu boku yiyip hem de mutlu olmak için milyarlarca terapiler var. Türkiye’ye son geldiğimde antenleri güçlü olanların benzeri terapileri hali vakti yerinde olanlara satışının yayıldığını gördüm. Fakir fukaraya şarlatan doktorlar antiseprasyon ilaçları dağıtıyorlar. Bizim televizyon yok, sinemaya gidecek paramız yok, diğer “kültür endüstri”sinde faydalanacak paramız da yok, bu site benim için bir eğlence madeni oldu. Söylediklerimin hepsi sadece gülmek için. Bu sitedekilerin yazdıkları gibi sosyal-ekonomik-politik-kültürel-emeksel-eylemsel-üretsel- tarihsel-güncel-devrimsel- gezi parksal-erdoğansal-selahattinsel- ikinci ve üçüncü enternasyonalsal- analşitsel- … -falan filanistsel ciddi yazılar değil.

  655. 644
    Sayın Dahi Türk Diyalektikçisi, senin benden bir şey öğrenmen imkansız. Ben sana sadece “vazgeç!”, diyorum
    Ama ben senden diyalektik düşüncenin aslında “her işde bir HAYIR vardır”, olduğunu öğrendim ve ardından her saçmalığa rastladığımda HAYIR demeye başladım. Yalnız sen bana bunu öğrettiğinde bir şey unutmuşsun. “Ulu Şefim, kendim, diğer ilahlarıma HAYIR demek hariç”, dememiştin. Belki de bir şeyler öğreniyorsun. Zaten benim gibiler her zaman usluları yoldan çıkarmakla suçlandırırlar.
    İlahlarına, zapatalar, mujicalar, GZ’lere şimdi de diğer bir devrim artisti, che’yi, ekledin. Hep sana göre büyük olanlara sığınıyorsun.
    Senin tinselliğini anlatan bir alıntı:
    “Birbirimizi bedensel tiksindirici bulmamız zamanımızın yüce tinselliğidir. His dünyamız ve titizlikte ve kendine dönüklükte büyük ilerleme (here is that word again!) yapılmış demektir. Bütün deri kemik insanların, kendimiz de dahil, fiziksel varlıklarından nefret etmek demektir. İnsanlığın filim, radyo, gramofon gibi (lütfen “kullanana bağlı” ilahilerine başlama!) devasa ölçüde soyuta kayması, bizim eğlencede fizikselliği sevmediğimizi, fiziksel ilişkiden kaçtığımızı kanıtlar. Deri kemik insanları görmek istemiyoruz, sadece ekrandaki gölgelerini görmek istiyoruz. Gerçek seslerini değil, makinelerle iletilen seslerini işitmek istiyoruz. Fiziksel deri kemik varlıklardan uzak durmak istiyoruz.”
    Bu 80 yıl önce yazıldı, faşistliğin gelişini öngördü. “Hitler öldü, yaşasın Hitler!”i gördü. Bu sitede yukarıdaki yazılanları günümüzde ışık yılları ileriye götüren ve savunan facebok, twatter, youpoopları kullandığını utanmadan, ne anlama geldiğinden (onların yeni kapitalizmin savunucuların avangardı olduğundan) bihaber, cehalet uykusunda gururla söylendiğini inkar edemezsin. Kendinin G. Childe gibi bir ırkçının merdiven teorisini savunduğunu, robotlaşma, turistiğe diğer gezegenlere gitmeyi de katmayı (yoksa seyahat acentelarından komisyon mu alıyorsun?) isteğini söylediğini inkar edemezsin. Bunların merdivenin altında olanlara düşürdükleri dışkılar olduğunu bilmeyebilirsin. Atalarımız ne demiş? “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp (zaten yaşamak için değil, öğrenmek için doğduk!)” Ah o salak annem ve babam, cahillik efendim cahillik. Ama onları afettim, okuma yazarlıkları yoktu, Fazlalık olduklarını ve fazlalıkları fazla ettiklerini bilmiyorlardı. Anlayan için, yukarıdaki yazı, Batı’nın yarattığı içi boşlardan, bu sitedeki merdivenci ırkçılardan söz eder. Batı sizleri, yarattığı nihilizmden kaçmak için peşine takmış, ağzınıza “mutluluk ilerde sabırlı ol” emzikleri koymuş, koşturup duruyor.
    Not: Seni ve diğerlerini bu medya hilkatlığınız konusunda benim nasıl gürdüğümü, olmuş bir olayla anlatayım: 70lerde piyesler yazıp sahnelerdik. Bir gün sen ve ilahlarına benzer ve deri kemik insanlardan nefret eden bir medya hilkat garibesi video makinesiyle gelip piyesi videoya kaydetmek istedi. Kapı dışarı edildi.
    60lardan beri en azından, antropologların medeniyetin son derece keskin eleştirilerini, ve dolayısıyla yazı, zaman, uzay, madde, doğa ve biz ikilimi, ve benzeri yüzlerce sizler için “normal”, “doğal”, “akla uygun”, “mantıklı” kavramlarının ön yargılardan başka bir şey olmadıklarını açığa vuran eser ve araştırmaları sen ve diğer politika artistlerinin duymadığınız çok belli. Mitler, dinler ve toplumdaki önemli yerleri (en azından K. Polanyi’yi okumadığın, Akkadların gelişine kadar Sümer, Inca hakkında bilgisizliğin nasıl belli oluyor) toplumlarda rollerini bilmiyorsun. “Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp (zaten yaşamak için değil, öğrenmek için doğduk!)”. Bilim-tekniğin modern insanları tamamıyla insanlıktan çıkarıp nihilizme sürüklediğini defalarca söyledim, sen hala ayna karşısına geçmiş oğlunla diğer iyi kalplilerin ele geçirmesi narsisizmliği imgesine hayranlığıyla avunuyorsun. Bilim-tekniğin en temel prensibi olan insanı tamamıyla pasif varsayımı, insanın ölü maddelerden oluştuğu seni ne uyandırıyor ne de rahatsız ediyor. İnsanların seyirci toplumuna çevrilmesi, yalnızlar kalabalığı, ayaklanan ayak takımı sıradanlar yığını oluşu seni rahatsız etmiyor. Belki şarlatan doktorun sana antideprasyon ilaçları vermiş. Ama anladığım kadar hali vakti hayli yerinde birisin, son moda terapi şarlatanların dağıttığı, yan etkileri olmayan, cepdeki para azalması hariç, kendinle barış içinde olma hapları yutuyorsun. Yani “okudum” dediklerini okumamışsın, blöf yapıyorsun. Sizler hala 17. yüz yıl kırıntılarıyla besleniyorsunuz. “İnsanlık bilim ve sanatında” geri kalmışlığın cefaları! Onun için hep insanlıktan söz edip kendine pay çıkarmak istiyorsun. Batı’nın sizi nasıl gördüğü seni rahatsız etmiyor. Çünkü aslında hepimiz kardeşiz (ama bazıları daha kardeş).
    ” Ya ulular ulusu seküler-laik allahımız Batı, bana televizyon, hepimize saç kurutma makinesi, neneme stent verdin, dedeme MR sağladın, binamızı elektrik, asansörle donadın, dairemize sıcak soğuk su temin ettin, oğluma iş yarattın ve hatta işi ele geçirme ümitleri verdin. Ya yüceler yücesi seküler-laik allahımız Batı, biz sadık müminleriniz, size saldıranlara kaşı sonuna kadar savaşa hazırız! Biz BATI’nın IŞİD’ıyız. Ama karşılığında bazı şeyler daha bekliyoruz. Bize gençlik, klonlukla ebedi yaşam, sarışın mavi gözlülük, iyi kalpli oğluma şirketini ve kapitali ele geçirme, kısacası falan filanlar ver! Bizi bu eski, allah kahretsin allahın yarattığı doğadan kurtar! Makineler içinde yaşayalım, ya ululular ulusu, ya yüceler yücesi Batı seküler-laik allahımız! Ama lütfen acele et, yerli mal allahımız bunları beceremiyor, sadece ithal mal analşistlik leblebisi dağıtıyor.”
    İşte okudum dediklerini okumadığının bir ispatı. Sadece listede olanlar değil, bu metin parçasına benzer diğer binlerce kitapların en az 60lardan beri yapılan araştırmalarla meydana çıkardığı tamamıyla ön yargılardan oluşan kavramları duymamışsın bile. Ben büyük bir cömertlikle bunları defalarca yazdım. Marks amca ne demiş: “kendini beğenmişlik, okuyup yazma bilenlerin afyonudur!”
    Bu metin parçasını ne sen, ne de sana benzeyen artist ilahların anlar, ama olsun.
    “Ne var ki bu metodolojik kuşku kendi kozmolojimize uygulandığında bir çeşit bir ürkeklik, bir çekingenlikle kaşı karşıya geliriz. Ya kendi kozmolojimizin tüm dünya tarafından paylaşıldığı üstü kapalı varsayılır: bu kozmolojiye göre doğayla toplum arasındaki farkın bilinci evrenseldir. Ya da, ikisinin ayrılması bir çeşit periodik cetvel gibi tarih ötesi bilimsel bir araç sayılır. Fakat bu iki yanlışlık içerir: salt 19. yüzyılın son 25 yılı içinde bu doğa ve kültür dualizmi olarak iki alanda farklı fenomenlerle o fenomenler arasındaki farklı bilgileri ayırt etmek için yaratılmış ve oluşmuş epsitemolojik bir yöntemdir. Gerçi doğrudur ki, antik Yunan’da, bazı tereddütlere rağmen, bu doğa fikri doğdu ve 17. yüzyıldaki modern bilim devrimi bu eksen etrafında oluştu. Bu devrim doğanın doğasının mekanik olduğunu meşru kıldı. Elemanların toplamı ve aralarındaki karşılıklı etkileşmelerinden oluşan tümdeki her elemanın hareket veya tutumunun yasalarla açıklanabileceği ileri sürüldü. Fakat bu doğanın karşısında şimdi “kültürler” dediğimiz, doğada rastlanan düzene uymayan, ontolojik açıdan bağımsız bir çalışma alanı vardı. Nihayet, 19. yüzyıl sonunda doğa biliminin nesnesi ve çalışma metoduyla, kültür biliminin nesnesi ve çalışma metodu arasındaki fark tespit edildi. Kısacası bu ikisi, doğa ve kültür farkı, hiç de evrensel değil.”
    Not: daha önce de söylemiştim. Benim için çeviri çok zor ve ben senin ilahların gibi sahtekar değilim. Pek akıcı değilse, sana metnin İngilizcesini gönderirim. İngizce ve hatta “Queen’s English” bilen birine tercüme ettirirsin.
    Eğer GZ’li kendini savunmak istemiş olsa, sanırım sana ihtiyacı olmaz. Onu savunmanda, yine televizyon önünde büyüdüğünü bir daha kanıtladın. Diğer yazılarında zapata, mujica efsaneleri gibi, his sömürüleri yaptın.
    Ama bir şeyde haklısın. Ben senin artist ilahların gibi her nabza göre şerbet veren, etrafımı dalkavuklarla çevirip kendimi bir dev aynasında görecek kadar cüce değilim. Sizlerin son derece bilgisiz olduğunu görüp nihayet tek çareyi sizinle eğlenmekte buldum.
    Kendim, Batı’nın tüm dünyada yarattığı insan harabeleri içinde yaşayan ama bunu saklamayan biriyim. Benden analşist leblebi bekleme. Sana söyleyeceğim, Zerdüş adına ama aslında kendi adına konuşan, Nietzsche’nin senin gibi idoller önünde dize gelenlere söyledikleri:
    “Çıkın bu leş kokan ölüler dünyasından!”
    Ama sonsuz daha derin olduğundan bin senede anlamayacağın, defalarca tekrarladığım, anarşist değil analşist olanları rahatsız edici:
    Bizde TEK, ilkellerde BİZ.
    Senin binlerce artistlik peşinde koşanlar bu TEK olma çılgınları.
    Tıpatıp temel görüşü paylaşanların birbirleriyle tamamıyla zıt düşünceleri olması, ve dolayısıyla kendini düzene karşı görenlerin düzenle ayni temel varsayımı paylaştıkları aklına gelmiyor. Senin ilahların düzenin kopyaları. İnsanları benim gibi ve binlerce benim gibi olanların, insan olmaya çağırması yerine, ayni düzen gibi, ağızlarını atılacak daha çok kemikle sulandıran düzenin aynada imgeleri. Senin bütün savunmalarının özeti, “herkes eşit ama bazıları daha eşit”, lafıyla çoktan söylendi
    Bu bolluk peşinden koşanlar bende sonsuz tiksinti, sende diyalektik yaratıyor. Diyalektiğin böyle maskaracılığa çevrildiği çoktan derin ve dürüst düşünürler tarafından incelendi.
    Her neyse, yine bana eğlence imkanı verdiğin için teşekkürler.
    İşten gelince, sizler televizyon önüne oturup başkasının eğlencesiyle eğleniyorsunuz, ben kendi eğlencemi kendim yaratıyorum.
    Kızma, her ihtiyarın başına gelir! Zaten ben sadece dalga geçiyorum.

  656. [1] 'YÜKSEK EĞİTİMLİ' ve 'FAKİR' BİR SINIF GİTTİKÇE KALABALIKLAŞIYOR!

    AŞAĞIDAKİ UYARI 2 BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    [1. BÖLÜM]

    ‘YÜKSEK EĞİTİMLİ’ ve ‘FAKİR’ BİR SINIF GİTTİKÇE KALABALIKLAŞIYOR!

    “MASTER DERECESİ!” OLAN BİR ÖĞRETİM GÖREVLİSİ; AMA “YOKSULLUK SINIRI ALTINDA!” YAŞAMAYA MAHKÛM EDİLMİŞ!

    Brianne Bolin; ABD içinde sayıları hızla artan “yüksek eğitimli” ama “fakir” bir sınıfın bizlere işaret ettiği çok önemli bir tehlikedir!

    (Hazırlayan: Alissa Quart
    20 Kasım 2014)

    Profesör Bolin (ya da öğrencilerinin onu andığı isimle “Brianne”) tamamıyla görünmez bir kişilik olabilir!

    Chicago’daki Columbia Üniversitesi (Columbia College Chicago) yerleşkesine vardığımda Bolin’in odasının nerede olduğunu girişteki sekreteryaya sordum. Önündeki bilgisayar ekranından isim listesine girdi, dikkatle taradı ama bu isimde birini bulamadı. Geçmiş 5 yıl boyunca, 4 dönem bu üniversitede ders vermiş olduğu hâlde; kayıtlarda bir tek ize rastlanmadı! İsmi ile bağlantılı bir telefon numarasını bile bulamadık; bırakın ona ait bir çalışma odasını!

    Brianne Bolin, 8 yaşında bir engelli annesi; çocuğunun adı “Finn”. Çalıştığı yeri bana gezdirmek için buluşmaya geç vakitte de olsa ulaşabildi. Saçını at kuyruğu şeklinde toplamıştı. Kemik gözlük çerçevesinin sol tarafını kırmızı elektrik bandı ile sarmıştı; çerçeve birkaç ay önce hasar görmüş, ve yenilemek için para yetiştirememiş! Kendisiyle röportaj yapılacağını bildiği için ona göre giyinmişti. Konuşmamızın ilerleyen dakikalarında bana söyleyecekti: Üzerine giydiği siyah yeleği ve kot pantalonu “ikinci el ürünler satan” bir mağazadan almıştı.

    İmrendiği bir akşam yaklaşıyordu: Finn’in babasının nişanlısı Finn’e o akşam için göz kulak olacağını söylemişti; fakat buna sevinmektense yeni bir haberi duyunca sarsılmıştı. Çünkü o kadın ile Finn’in babası birkaç hafta içinde evlenecekti, ve bu süreçte Finn’e bakamayacaklarını söylediler! Tüm yük yine Bolin’in omuzları üzerine binmişti.

    Bilgisayar laboratuvarını ve öğrencilerinin deneysel fotoğraf çalışmalarından, video tasarımlarından bir seçkiyi bana gösterdikten sonra, öğrenci kafeteryasına geçip oturduk. Bu andan itibaren Bolin, endişeli ruh hâlinden daha çok sinirli bir havaya büründü! Bir “adjunct professor” (“Doktora” düzeyinde olan kişilerin, üniversitede ders vermesi için bir nevi “misafir” öğretim görevlisi olarak davet edilmeleri) olarak, bir sınıf için kendisine 4350 USD ödendiğini; bu rakamın hiçbir zaman bir yıllık dönem için 24.000 USD’nin üstüne çıkmadığını söyledi.

    Röportajı yaptığımız anda; mevduat hesabında 55 USD’nin, kredi kartında ise 3000 USD’nin olduğunu söyledi.

    Chicago’nun kuzeyinde, her 20 dakikada bir trenin feryat figân gürültüyle geçtiği, “orta”nın biraz altı bir yerleşim yerinde, 2 odalı bir dairede ikâmet ettiğini ve 975 USD’lik kira bedelini bir aydır ödeyemediğini söyledi.

    Kitaplığı; üniversite öğrenciliği döneminden kalma şiir ve felsefeyle ilgili kitaplarla dolu, ve hafızasından bazı şiirlerin mısralarını sıralayarak röportajın önemli yerlerine göndermeler de yapıyor ara ara. Ayrıca 60’lı yıllar Fransız müziği ile ilgili plak koleksiyonu hobisi de var.

    Fakat, hem kendisinin, hem oğlu Finn’in hayatı için; devletin bir hizmeti olan “gıda yardımı kuponları”na talim etmeye mecbur!

    Bolin’in çalıştığı statü ona sağlık sigortasına ulaşma imkânını sunmuyor! Bu nedenle yine devletin “yoksul kesimler için” hazırladığı sağlık yardımı hizmetlerinden yararlanıyor. (Bu sistemin adı “Medicaid”. Türkçe’de karşılığı tam olmasa da; en yakın tabir olarak SGK’nın “yeşil kart” sistemini düşünebilirsiniz.) Illinois eyaletinde Finn’in yaşında olan bir çocuk için hesaplanan ortalama sigorta kapsamı, federal hükümetin hesapladığı “yoksulluk sınırı”nın %142’sine eşit. Yani; takriben 22.336 USD.

    “Bu şekilde olmamalıydı!” diyor Bolin! Branşının temeli İngilizce üzerine kurulu. Anlattıklarının çoğunun bir klişe olduğunu o da biliyor ama yine de hatırlatıyor bizlere!

    Eastern Illinois Üniversitesi’nde öğrenci olduğu yıllarda; onlarca karavanın biraraya gelerek adeta küçük bir köyü andırdığı bir alanda bir arkadaşı ile birlikte bu karavanların birinde kalarak yaşadığını, Virginia Woolf ve Marguerite Duras’ın kitaplarını ezberlediğini, “Kerouac ve Ginsberg”in açtığı yoldan oldukça ilham aldığını, o meşhur “Baskılara Başkaldıran ‘Beat’ Nesli”nden çok şey öğrendiğini anlattı.

    Lisans ve hemen ardından master derecesini, “avangart şiir” üzerine yaptığı çalışma ile hak etmiş. Hiçbir zaman “akademinin bir başka parlayan yıldızı olmak” gibi bir ideali olmamış; ki zaten “Eastern Illinois Üniversitesi” ile “University of Chicago” aynı kulvarda olan üniversiteler değil. Fakat; onuruna yaraşır düzeyde bir gelir ile, sürekliliği olan bir işte çalışarak yaşayabileceğini düşünmüş hep!

    “Biraz burjuva yaşamına meylettiğimin farkındayım! İçinde manâsı olan şeyleri aramak, yoksa eğer manâ yüklemeye gayret etmek; ne zamandan beri ‘burjuva’ kategorisine sıkıştırıldı şaşıp kalıyorum! Ama adı ne olursa olsun; bahsettiğim çaba hayata tutunmamda önemli bir etken!” diyor.

    “Hep şöyle düşünmüştüm: 35’ime geldiğimde; üzerinde küçük deliklerin olmadığı, en azından yıpranmamış kıyafetlerim olur, ve bankamda da param olur. Şimdi gelin görün ki; asgari ihtiyaçlarımın çok büyük bölümünü ‘ikinci el ürünler satan mağazalardan’ karşılamaya başladım. ‘Banana Republic’in 5 USD’lik ceketlerini giyiyorum ama çok kısa ömürlü oluyorlar; çünkü ben almadan önce defalarca kullanıldığı ve yıkandığı için ilk dönem dayanıklılığı kalmıyor.”

    “Şu an bulunduğum yerden dönüp geçmişime şöyle bir baktığımda; ‘hayallerimin’ bana bu zor günleri yaşattığını görüyorum! Utanç duyulacak bir durum olmasa da; kendi kendime !Acaba ben de mi bir sorun var?! diye sormadan da edemiyorum!”

    Günümüzde herkes adeta papağan gibi; “Lise, teknik okul, üniversite eğitimi almak için canla başla çalışın!” cümlesini bas bas bağırsa da (ki “iyi eğitim almak”, hiç eğitimi olmayan veya az eğitimli olanlara nazaran tabii ki daha iyi maddi koşullar sunsa da) “2014-2015 küresel ekonomik krizin enkazından arda kalanlar” gibi bir apokaliptik film platosunda; ne kadar yüksek seviyede bir eğitime sahip de olsanız, “yoksulluk sınırı!” denen kavramdan kurtulmanız mümkün değil; gerçekliğini yüzümüze çarpıyor Bolin!

    ABD’nin “TÜİK”i olan “United States Census Bureau (USCB)”nin hazırladığı istatistik raporlarına göre; 2007 ile 2010 arasında, lisans mezunu olan kişilerin “gıda yardımı kuponları” veya diğer federal devlet yardımı hizmetlerine başvurmaya mecbur kalma oranı 3 kat artmış!

    Kentucky Üniversitesi’nde eğitim veren iktisatçıların yaptığı araştırma sonuçlarına göre daha detaylı bir veri sunmak gerekirse:
    AND’de hanehalkı bazında %28 oranında “gıda yardımı kuponları”na muhtaç olanlar; 1 kişi bazında 2013 yılı için üniversite eğitimi alanların çok büyük bir bölümüne tekabül ediyor! Bu oran 1980’de (üniversite derecesinde olanlar için) %8’di. Aradaki uçuruma dikkat ediniz!

    “Yüksek eğitimli yoksullar!” olarak tanımladığım Bolin ve onun gibi yüzbinlerce kişi; Columbia gibi çok geniş bir coğrafyada adeta görünmez olarak yaşıyor! Neredeyse hiçkimse sayıları gittikçe artan bu “yüksek eğitimli yoksullar”ı aklına getirmek istemiyor; bu nedenle herbiri “görünmez” hâle bürünüyor.

    “Hiçkimse doktora derecesine sahip olduğumu bilmiyor ve hattâ umursamıyor. Ara sıra yine o karavanlar bölgesinde kalmaya gidiyorum; çünkü bazen maddi gücüm gündelik düzenimi karşılamaya yetmiyor.” Bunları söyleyen kişi; artık Eugene-Oregon’da yeni bir hayat kurmaya çalışan “eski” bir dilbilim profesörü yardımcısı, bir anne ve “gıda yardımı kuponları”na muhtaç!

    (( Bolin’in yaşadıklarına benzer bir başka örnek:
    St. Paul-Minnesota’da bir kütüphane görevlisi ise, arkadaş çevresinin onun ne kadar meteliksiz yaşadığı hakkında en ufak bir fikrinin olmadığını söylüyor: “Her Amerikalı, hayatının bir döneminde cafcaflı bir milyoner olduğunu düşünür; benim de onlardan bir farkım yok!” ))

    Yaşadığı tüm zorluklara rağmen Bolin birçok arkadaşı ile iletişimini sürdürüyor. Onlardan biri de “tarih” üzerine master derecesi olan Justin Thomas. Chicago’nun güneyine 3 saat mesafede Lake Land Üniversitesi’nde “misafir” öğretim görevlisi olarak ders veriyor Thomas. Bir sömestir boyunca 4 ila 6 sınıfa giriyor, ve sınıf başına 1500 USD ile 3087 USD arasında değişen maaş alıyor. Thomas’a maaşının ödenmesi her sömestirin başlangıcından 1 ay sonra yapılıyor! Bu 4 haftalık “bekleme süresi!”ni ise; her akşam yemeği iki kızıyla birlikte çoğunlukla “makarna & peynir karışımı” yemekle yetinerek geçiriyor! Çünkü çocuklarının tüm vesayeti kendi üzerine değil, ve “gıda yardımı kuponları”na başvurmak için bile bir statüye sahip değil! Kızlarına, üzüntüden yutkunarak; “Özür dilerim ama size hiçbir şey alacak maddi gücüm yok, bir külah dondurma için bile!” & “Kızlarımın hayallerinin gerçekleşmesi için, kendi hayallerimden vazgeçmeye mecburum!” diyor Thomas! Babasının inşaat sektörü üzerine küçük firmasında “ek iş” için çalışıyor ama oradan elde ettiği gelir oldukça sınırlı! “Bir kızım müzik konusunda maharetli. Onun bu alanda eğitim görmesini öyle istiyorum ki bilemezsiniz! Ama gelin görün; ona bu imkânı sunacak maddi gücüm yok!”

    Yukarıda aktardıklarımız sadece “akademisyenler dünyası” için geçerli değil; yani “yüksek eğitimli” ve “iş bulmak için sürekli yer değiştirmek zorunda kalan” kişilerden bahsetmiyoruz sadece.

    “The National Association for Law Placement (NALP)” adlı; hukuk fakültesi mezunları ile ilgili her tür dayanışma platformunu destekleyen, istihdam sorunları üzerine araştırmalar yapan, sektördeki tanınmış sima ve şirketlerden referans bilgiler toplayan organizasyon (NALP); hukuk fekültesi mezunlarının istihdam oranının 2007’de %92 iken, 2012’de %84,5’e düştüğünü hatırlatıyor! Ve bir hukuk fakültesi öğrencisinin eğitim dönemi boyunca birikmiş borcunun ortalama 100.000 USD olduğunu da ekliyor! Master düzeyinde bir akademik derece şart koşan veya en azından yüksek bir üniversite başarısını işe alacağı adaylardan bekleyen; “mimarlık”, “pazar araştırması”, “teknik veri işleme”, “kitap yayıncılığı”, “insan kaynakları” ve “finans” gibi alanlarda da istihdam yaratma potansiyeli, 2008’de başlayan küresel ekonomik krizden günümüze değin toparlanmadı!

    Illinois’in merkezinde küçük bir ilçede yetişen Bolin, okulda yaşıtlarından farklıydı. Bolin bir evlatlıktı ve ailenin tek çocuğuydu. İlk zamanlar oldukça yetenekli idi, okuldaki parlayışını gördükçe annesi esprili şekilde “korkunç derecede başarılı” diyerek onunla gurur duyardı. Fakat gençlik çağına vardığında, problemli dönemler başladı. Lisedeyken birçok şeye ayak uyduramadığını, çok duygusal bir karaktere sahip olduğunu ve her zaman siyah giymeyi tercih ettiğini söyledi.

    Üniversiteye adım attığında ise, dünyada aradığı yeri sonunda bulduğunu farketti. “Edebiyatla tanışmam beni bambaşka biri yaptı.” diyor Bolin. Ve ikinci senesinde, erkek arkadaşının oda arkadaşı tarafından öldürüldüğünü söylüyor! Bunun getirdiği travma, lise dönemi Bolin!de olduğu gibi, onun edebiyatın daha bucaksız mecralarına seyahat etmesine yol açmış. William Carlos Williams ve George Oppen’ın şiirleri ile böyle tanışmış. “‘Ruh’ dediğimiz şey nedir? Kaybettiğim arkadışımın ruhu başka bir yerde olabilir mi?” & “Üzerinde çalıştığım, şiirlerini, düşünce yapılarını, eserlerini incelediğim bütün şair ve yazarlarla kurduğum samimi bir bağ var.” diyor. “O zamanlar yalnız bir insandım. Hoş, bugün de yalnızım ya… Kitapların, dünyayı daha güzel bir yer yaptığını söylüyorum size…”

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  657. [2] 'YÜKSEK EĞİTİMLİ' ve 'FAKİR' BİR SINIF GİTTİKÇE KALABALIKLAŞIYOR!

    [2. BÖLÜM – SON]

    Üniversitede hiçkimsenin bir “akademisyen” olmanın asla saygıdeğer bir kariyer yolu olduğunu söylemediğini belirtiyor Bolin. Nasihatlarını en çok dinlediği hocalarından biri olan, “Amerikan Romantizmi” üzerine dersler veren profesör Michael Loudon; Bolin’i çalışma odasına davet etmiş ve onunla konuşmuş. (Loudun şu an emekli.) “İçimde bir ışık gördüğünü söyledi. Üzerinde uzun zamandır çalıştığım fikirlere devam edeceğim ve doktora tezimi bunlar ile ilgili yazacağım telkininde bulundu. Kariyerimde büyük bir sükse yapacağımı söylemedi, ama eminim normal bir çalışma hayatına sahip olacağımı aklından geçiriyordu. Bu mutlaka gerçekleşecekti.”

    Fakat Loudon eski toprak bir akademisyen. Akademide eğitim verdiği süre boyunca, profesör apoletine sahip en az %75 oranında kişi bordrolu çalışan veya daimi statüde idi (yani sağlık yardımı ile ilgili avantaja sahip olanlar.)

    Günümüzde ise tam zıttı geçerli! %75 oranında “asistan” statüsünde olanlar veya Bolin gibi “yarım gün” çalışmaya talim edenler! Bu “köklü dönüştürme operasyonu!”nun başlangıcı; Bolin daha üniversite öğrenciliğine adım atarken gerçekleşti. Bundan ne kendisinin, ne de ailesinin haberi vardı!

    Bolin’in babası üniversite eğitimi almamış. “Firestone” adlı şirkete ait araba lastiği üretim tesislerinde işçi olarak çalışmış. Annesi ise; “ev ekonomisi” üzerine meslek okulunda eğitim görmüş ve diplomasını almış, ev hanımı olarak yaşamış. “Saat akşam 9 deyince yemeği evde yemek; babamın günlük hayatıydı diyebilirim. Babam, sadece ama sadece gündelik hayatını devam ettirmek için bir işte çalışır ve para kazanırdı, başka türlü bir hayatı tasavvur etmezdi. Kızının; ‘hayat’ ile ilgili, ‘idealler’ ile ilgili, ‘kariyer nedir – ne değildir?’ ile ilgili yaptığı derin sorgulamaları anlamak ihtiyacını hiçbir zaman hissetmedi!”

    Bolin’in üniversite masraflarını ailesi yıllar boyunca yaptıkları birikimle karşıladı. 20’li yaşlarının ortalarında mezun olduktan hemen sonra Westwood Üniversitesi’nde kompozisyon dersleri vermeye başladığını gördüklerinde çok gururlandılar. (Daha sonra Columbia Üniversitesi’ne geçiş yapacaktı.) Edebiyat üzerine dersler vermeyi hayal etmişti. Ama zaman geçtikçe basit metin yazımı ve kompozisyon konusu üzerine ders anlatmayı daha çok sevdiğini farketti. Çünkü öğrencilerinin, daha ikna edici metinler yazabilmesini sağlamak hoşuna gidiyordu. Ve “Chicago” şehri hayatında çok önemli bir yere sahipti. Birbirinden farklı etnisite ve milliyete sahip insanın birarada yaşadığı bu devasa şehir onu çok etkilemişti. Her gece birbirinden farklı müzik türleriyle küçük-büyük konserler, festivaller düzenleniyordu; “klezmer”den, Balkan halk türkülerine kadar yayılan geniş bir yelpazede. Hattâ Bolin; “Mud Show” isminde iki kişilik müzik grubu dahi kurmuştu: Bir akordiyon, gardıroptan parçalarla yapılmış bir bas, bir kova içinde zincir, ve bir daktilo; çaldıkları enstrümanlar idi. “Maddi yönden kendi kendime yetebiliyordum. 26 yaşında bir kişi olarak koca bir şehirde yaşıyordum. Oda arkadaşlarımla birlikte; kendi çaldığımız müzik eşliğinde ev partileri düzenliyor, hayatın tadını çıkarmaya çalışıyorduk.” & “Kalbimin çarpıldığı bir erkek yoktu ve gelecek plânları üzerine de kafa yormuyordum. Adeta ‘uzatılmış’ bir gençlik dönemi yaşıyordum diyebilirim.”

    Ve 28 yaşında hamileydi. Müzik grubundaki 20 yaşındaki gençle bir ilişkinin sonucu idi. Oğlu Finn’i tek başına yetiştirebileceğini her zaman kendisine telkin etmişti. Ve bir çocuk sahibi olmayı her zaman istediğini de biliyordu, annelikten kaçmayı plânlamıyordu.

    Finn “Kuadripleji Serebral Palsi (SP)” tanısı ile doğdu: Yani doğum öncesinde, sırasında veya sonrasında merkezi sinir sisteminin hareket işlev alanlarının hasar görmesinden dolayı oluşan bir vaka (bir tür “beyin felci”). Hastalık değildir ve tedavisi yoktur. Etkilerinin en aza indirgenmesi; fizyoterapi, cerrahi müdahaleler ve medikal cihazlar ile sağlanır.

    Bolin kendisini oğluna adamak için işinden birkaç yıllığına ayrıldı ve ailesinin yanına taşındı. Bolin’in annesi kızının bu adanmışlığını görünce yine gururlandı; bu kez akademisyen yönüne ek olarak, bir de anne olması yönüyle. İncecik vücudu tekerlekli sandalyeden defalarca kaldırılması, yemesi, içmesi ve yürümesine yardım edilmesi gereken, mavi gözlü harika bir çocuk Finn…

    2008’de Finn 2 yaşındayken, Bolin Chicago’ya döndü. Columbia Üniversitesi’nden ayarlayabildiği kadar çok ders ayarlayarak geçimini sağlamaya başladı. Fakat patronu onu daha yolun başındayken uyarmıştı; asla tam zamanlı ve kadrolu bir iş kendisine verilmeyecekti! “Akademi, artık bir kariyer yolu olmaktan çıkmıştı!” diyor Bolin!

    Bolin’in kariyer konusunda yıllardır kendine verdiği söze karşı geliştirilen argüman; “Başının çaresine bak! Herhangi bir yerde çalış ve faturalarını öde!”

    Ya da;

    Bir danışmanlık şirketi (“The Professor Is In” – http://theprofessorisin.com/ ) kuran emekli antropoloji profesörü Karen Kelsky’nin ifade ettiği gibi; “Dişe dokunur, ‘gerçek’ bir iş bul!”

    Kelsky’nin müşterileri “Hayal kırıklığına uğratan bir meslek seçiminin getirdiği yıkıcı sorunlarla nasıl başedebilirim?” problemi ile ilgili; öfke nöbetlerinin üstesinden gelebilmek, karamsarlığa son verebilmek, kendilerini “yeniden icat etmek!” için, e-posta yolu ile yapılan danışmanlık hizmetine, 1 saat için 300 USD ödüyor.
    “Akademide ‘asistan’ statüsünde çalışan kişiler çocuklarının geleceğini garanti altına alabilmek için borçlarını sürekli büyütüyor; kendi sağlıklarını heba etmek zorunda kalıyor, 5 farklı kampüste ders vermek için koşturuyor, adeta ‘profesyonel ölüm sarmalı’ içinde yaşamaya mecbur kalıyorlar’ En iyi hareketi yaptığında, artık durmadan yoluna devam etmelisin.” Kelsky’nin odaklandığı alanlar, lisans üstü seviyesinde olan kişilerin kendilerini “daha çabuk pazarlayabilecekleri!” sahalarda işe girmelerini sağlamak; “analiz”, “veri toplama”, “etkili metin yazma” ve “topluluk önünde konuşma” gibi.

    Bolin, Kelsky’nin blog sayfasını aksatmadan takip ediyor, metinlerinden istifade etmeye çalışıyor. Doktor Kelsky’nin yüz yüze sunduğu danışmanlık hizmetinin masrafını Bolin’in ödeyemediğini hatırlatmama gerek yok herhâlde! Oğlunun bakımına dikkat etmesi gerektiği için, CV’sini göndermeye ve daha donanımlı olabilmek için kurs almaya imkân bulamıyor! “Kurs”un da bedava olmadığını söylememe yine gerek yok herhâlde!…

    Bolin, perakende sektöründe ek iş yapabileceğini, fakat Finn’in gündelik bakımı için yapılması şart harcamaların bu ek işten gelecek maaş çekini bir çırpıda tüketeceğini belirtiyor! Oğlunun bebekliğinden itibaren konuşma terapisine ihtiyacı olduğundan; birkaç yıl önce kendisini “konuşma dili patoloğu” olarak yetiştirmeye, (ve bir umut) belki bu alanda bir iş bulabileceğini düşünmeye başlamış. Zaman ilerledikçe, kendisini yetiştirdiği sahada yaptığı araştırmada elde ettiği bulgular moral bozukluğu yaratmış, ve bu alanı terketmiş: “Sadece oğlumla yaşadıklarım bana yetiyor! Daha fazlasını kaldıramadım!” Yakın zamana kadar, yine üniversitede “kampüs içi sendikâl faaliyetler organizatörü” pozisyonu için çaba sarfetmeye başlamış; bu yolla gayelerinden biri de “asistan” statüsünde hayatını idame ettirmeye çalışanlara yardımcı olabilmek. Fakat bu alanda bile işe başlayabilmek mümkün olmamış!

    Bolin’in artık rutin hâline gelmiş bu hikayeleri, sadece bir gün içinde kısa zaman aralıklarında yapılması gereken ödevlerin sınırları içinde değil. Sosyal-psikologlar Bolin ve benzerlerinin yaşadıkları ile ilgili “karar vermek yorgunluğu” tabirini kullanıyor: Özellikle maddi yönden yoksul olmak, “çok ama çok” akıl kullanarak karar vermeyi gerektiriyor. Bu da bir tür “kronik yorgunluğa” yol açıyor. Çok küçük miktarda bir parayı; nerede, ne zaman, ne oranda harcamak gerektiği ile ilgili durmadan plânlar yapmak, karar üstüne karar almak, fikir değiştirmek, vazgeçmek, tekrar karar almak gibi! Princeton Üniversitesi’nde bir iktisatçının Hindistan’ın oldukça fakir köylerinde yaptığı bir deneyin sonuçlarına göre köylü şöyle davranabiliyor: “Şu fiyatları çok ucuzlamış sabundan birkaç kalıp daha alsam iyi olur, ama bunu yapamam! O zaman bu haftaki ilaç, yemek, okul vb. masraflarımı nasıl karşılayacağım?!”

    “Trader Joe’s” süpermarketinde, limiti aylık 349 USD’lik “gıda yardımı kuponları”nı nasıl titizlikle kullanması gerektiğinin yaşattığı yıkıma gözlerimle Bolin’de şahit oldum!

    Bolin, bu kuponlara ulaşmaya sadece yaz mevsiminde hak kazanabiliyor. Yasalar gereği; Bolin’in 1 yıl boyunca okuldan elde ettiği statü nedeniyle, bu kuponlara devamlı ulaşması mümkün değil! (Kendisine 2000 USD’nin altında maaş ödendiği dönemlerde, Finn’in sağlık durumu sonucunda “Supplemental Security disability payments” yani “bedensel engelli vatandaşlar için ek mali yardım programı” çerçevesinde Bolin 600 USD’lik ek gelir için başvuru yapabilir.)

    Finn, laktoz yönünden dikkate muhtaç bir çocuk olduğundan; oldukça pahalı olan “badem ve pirinç sütü” tüketmek zorunda. Hemen ardından Bolin; 59 sentlik büyük boy bir tavuk bacağı paketi ve 49 sentlik havucu bulmak için süpermarkette aranıyor! Son olarak; en ucuzundan dana kıyma almak dışında başka birşeyi aklınızdan geçirmeniz mümkün değil! “İnternette pek çok blog sitesini ziyaret ettiğimde, başkalarının 20 USD’yi çok uçarı yerlere harcadığını görüyorum; mesela şehir meydanlarındaki veya istasyonlardaki ‘otomatik şipşak fotoğraf kabinleri’nde veya lüzumsuz süslerle bezenmiş küçük bir peynir tabağında. Ben böyle bir şeyi asla yapmam!” diyor!

    Sosyal-psikoloji araştırmasındaki ana sonuç şu:
    En basit yaşamsal ihtiyaçları karşılayabilmek için yapılan kesintisiz düşünsel aktivite, uzun dönemli kararlar almak için şart olan “irade”ye yönelmeyi neredeyse imkânsız kılıyor! Ve bu yorucu süreci Bolin çok iyi biliyor: “Üzerimdeki baskıyı bir nebze olsun uzaklaştırabilmek için sigara içme ihtiyacı hissediyorum.” Bolin’i bir gece bara davet etmek istediğimde, bir gün önceden kendi tütününü sararak sigarasını hazırladığını bana anlattı! Birkaç bardak margarita içtikten sonra hissettiği geçici rahatlama ile, sigara içtikten sonra hissettiği aynı! Birçok açıdan kendi kendini tedavi etmeyi öğrendiğini de söylüyor! Mesela endişeli ruh hâli artık dayanılmaz boyutlara ulaştığında “Xanax” kullanarak yine bir nebze rahatlamaya çalışıyor. Günlük antidepresan kullandığını da belirtmeyi unutmuyor!

    2013’te; “Asgari ücretle nasıl yaşadım?” tecrübesini samimi (ve bir o kadar sert bir şekilde!) blog sitesine yazarak paylaşan Linda Tirado’nun ABD medyasının konuyu ülke geneline yaymasıyla bir anda ünlenmesi; Tirado’yu daha dobra bir üslupla kitap yazmaya teşvik etti.

    Bolin’in anlattıkları ile Tirado’nun yazdıkları neredeyse aynı:

    “Avcı-Toplayıcı (Hunter-Gatherer) Çağa Geri Dönüş: Eşek gibi çalıştığın hâlde yoksul kalmak, kamamböceği gibi ezilmekle aynı şey!”

    Bolin, yaşadığı bütün bu hayal kırıklıklarını birkaç saatliğine unutmak ve gözlem yapmam için beni Chicago’da yaşadığı muhite komşu olan Andersonville’e götürdü.

    Umutsuzluğunun tavan yaptığı anlarda bu muhiti ziyaret etmeyi niçin alışkanlık hâline getirdiğini, anlattıklarını duyunca en acı hâliyle idrak ettim. Aldığı eğitim hayata daha farklı gözlerle bakmasını sağlamış; büyük bir özlemle 20. yüzyıl ortalarından kalma artık “antika” olarak kabul edilen eşyaların, süs çiçeklerinin, el yapımı şapkaların, Avrupa menşeli biralar ile yapılmış özel aromalı şekerlerin olduğu dükkânları, tezgâhları, atölyeleri nasıl fırsat buldukça gezdiğini bana da gösterdi. Bir yemek tutkunu olduğunu, karides kokteyli ile kremalı makarnayı çok sevdiğini, bir Avusturya fırınında satılan “opera pastası” adlı tatlıyı unutamadığını söylüyor. Fakat kafe ve lokantaların burada (tıpkı ev kirasını ödeyememesi gibi) ona oldukça pahalı geldiğini; yaşadığı yer olan Brookfield’da ise aynı ürünlerin fiyatının 2 katı yüksek olduğunu belirtiyor! Feminist bir kitabevinin önünde duruyor. Feminizm ile ilgili bir kitaba gömülüp gitmeyi veya “internet çağında hayata tutunmak” konusu üzerine yazılmış bir makaleler bütününü sindirmek istiyor.

    Bir gün sonra Bolin ve ben, Chicago’daki Lincoln Parkı’nda bütün öğleden sonrayı tekerlekli sandalyesinde Finn ile birlikte geçirdik. Oyun alanında kaydıraktan kaydıktan sonra yüz üstü düştü ama yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Fakat ilerleyen dakikalarda ağlamaya başladı; çünkü vücudunu tam manâsıyla kullanamaması koşmasına ve diğer çocuklarla top oynamasına engel teşkil ediyordu!

    Bolin’in, ulaşılması için artık o kadar çetin yollardan geçilmemesi gerektiğini tüm ümidiyle istediği şey, şimdi sahip olduğu “sürekliliği” olan bir iş; yılda 35.000 USD kazanabilmek. “Finn, bu geliri elde edersem daha iyi bir hayata sahip olacak.” diyor. Ancak bu geliri elde edebilirse; oğlu için bir üst model, üç tekerlekli aracı almaya gücünün nihayet yeteceğini söylüyor. Finn, çok zor yürüyor ama bu tür araçları kullanmayı çok seviyor.

    Bolin; kalbini açacağı, Finn gibi dikkat gerektiren bir evlada bakmak için onunla gündelik görev paylaşımı yapabilecek bir partner aradığını da söylüyor. Fakat bu kadar ciddi bir ilişkiyi kaldırma cesaretini gösterecek birini henüz bulamadığını da ekliyor.

    Akşam yavaş yavaş çökerken; Bolin bana parkın bir ucundaki korkuluklarda 3 yaş civarı çocuğuyla oynayan bir çifti işaret ediyor, hemen yanlarında gösterişli bebek arabaları da bekliyor.

    “İyi para kazandıkları her hâllerinden belli olan böyle insanları gördükçe bazen kendi kendime diyorum; ‘Git şu insanlarla konuş.’ Gözüme o kadar muhteşem gözüküyorlar ki, onlara; ‘Bütün bunları nasıl başardınız?’ diye sorasım geliyor”

    ***
    Yukarıda okuduğunuz 2 bölümlük röportaj; kâr amacı gütmeyen “The Nation Institute” adlı medya topluluğunun bir projesi olan, “bağımsız medyada araştırmacı muhabirlik misyonu”nu güçlendirmek amaçlı “The Investigative Fund” çerçevesinde hazırlanmıştır.

  658. Kimi eleştirilerin beni hiç ilgilendirmiyor. Benimle alakası yok.
    *
    G. Childe akıllı adam. Senden daha mı ırkçı gerçekten? Ben toptancı değilim; akıllıca düşünceleri benimserim. Ayıklarım. Örneğin sen ayıklandığında geriye benim için fazla bir şey kalmayacak görünüyor. Ben “doğuluyum”.. Batılılar kadar derin bir yabancılaşmaya sürükleyen geçmişim olmadı; Batıdaki yabancılaşmaya ait onca kitaba da ihtiyacım yok! Fazla “bozulmadım” ve düzelmek için kitaplarının, bilgilerinin çoğu beni ilgilendirmez.

    Karşıtının bozulmuş zihnini kusacağın bir yere koyuveriyorsun. Ucuz ve çirkin yöntemi uyguluyorsun. Bilgili olabilirsin; ama bilgilerin örgütsüz; salt eleştirel. Emin değilsin sanırım; yoksa bu öfkeye ne gerek?
    Sen “olmaması gerekenden” ben “olandan” yola çıkıyorum.

    Yaptığın o alıntıda anlatılan.. Bu sitede Tin üzerine yazdıklarım o ikiciliği benimsemediğimi gösterir. Doğa’ya yabancılaşmayı, düalizmi” benimsemediğimi görürsün.
    *
    Bilgi sende bir tahakküm aracı anlaşılan. Başından beri ıkınıyorsun. Gürültü çıkarıyorsun.
    Hep böyle olur zaten! Zekasının kaldıramadığı bilgi ile yaşayanlar, hazmedemedikleri için insanlardan hınç almaya kalkar…

  659. 647
    Söylemek istediğim sonsuz sayıda, Ama hepsi ayni. Değişen anlatmaya yardımcı örnekler. Ne yazık ki, seçmem şart.
    Ben kendim hala var olduğuna inanamadığım bir avuç gerçek insanlardan biri olan William Blake’den bir örnek vereceğim. “Kendimi İngilizlerin Fransızları yenilgeye uğrattığına içten sevinir buldum.”, der. Ve çok üzülür. Yanında kendimi okyanusta bir damla gördüğüm ve sonsuz değerli bilgiler edindiğim Marx, belki kendisinin de, zamana egemen düşüncelerin, egemenlerin düşünceler olduğu tuzağına düştüğünden kuşkuya düşer.
    Daha kısacası, bana gösterdiğiniz cana yakınlığın beni etkilemediğini söylesem yalan olacak. Ama bu iki tarafı keskin kılıç!
    Sizinle “tanıştığımızdan” beri bu sitede tek amacım bazı çok derine giden inanışların rahatlığını eleştirmek, bundan doğan güvenceleri sarsmak istedim. Ve elimden geldiği kadar, zaman, bildiklerimi toparlamak, her kafadan anlamadan çıkan yorumlara karşılık vermek, yazlarımı kısa yazma, … kısıtlamaları içinde ve az çok bu derine inen inanışların ne olduklarını somut bir şekilde açıklamaya gayret ettim.
    Karşılık, her inançları anlamak ve eleştirmeye davet edenlere verilebilecek bir klişe: peki seninkiler ne? Bence bu cevap değil, bu cevap vermeme. Her neyse.
    Sizin hatırınız için benim bir temel inancımı açıklayayım. Ben Apple veya herhangi büyük bir şirketten bahsettiğimde, asıl demek istediğim bu şirket ha 5 yaşındakilerin fuhuş ticaretini yapıyor, ha başka bir şeyin ticaretini yapıyor, zerre kadar fark görmem. Karşımda iletişim, ekonomi, insanları birbirine bağlama, bilim-teknikte ilerleme, hayatı kolaylaştırma, ve milyonlarca cinse özgü (jenerik) düşünceler, özü “dünya böyle gelmiş böyle gider”in okumuşlar versiyonu çıkınca kafayı yiyorum. Ben artık yiyecek ticaretiyle kadın ticareti arasında fark kalmadı diyorum, karşı taraf bana 2+2=4 olduğunu izah ediyor. “Her şeyde bir hayır vardır”, diyor, tarih dışı konuşuyor.
    Şimdi ben size bir iltifatta bulunayım. Sizin “canavarı” görmeniz bir mucize. Ama salt iltifat değil, doğru.
    Yalnız şimdiye kadar var olmuş allahların hepsi toplanıp bana asıl canavarın medeniyet olmadığını söylerse, benim tek cevabım: “Siz de beyniniz yıkanmış, evcilleşmiş, uslu, son canavarın son reankarnasyon kapitale tapan ve her mutsuz evlilikte olduğu gibi aşk / nefret içinde yaşayan zavallılarsınız!”, derim.
    Ben Sümer’de televizyon bile gördüm. Aman Hortlak ve “her işde bir hayır vardır” diyalektik üstadı duymasın!
    Dürüst düşünürlerin ve dürüst anarşistlerin dünyayı viraneye çevirenin aslında medeniyet olduğunu görüp dikkatlerini ilkellerde toplamaya sürüklenmeleri boşuna olmadı.
    Ne yazık ki siz de dahil bu sitede tek bir kimse bile bu düşünürlerin araştırmalını bilmiyor..
    Örneğin, ben bir defa burjuva temel mitinin bir fırlaması olan gençlik mitinden söz ettim. Hemen cevap aldım. Hortlak gibi sonsuz ırkçı, faşist ruhluya sadece yarım yamalak anladığı marksist olmasından dolayı benden başka kimse ona haddini bilmesini hatırlatmadı. Herif bazı insanları köpeklerden bile adi laflarla tanımladı ama köpek sever “politically correct” anal-şistlerin hiç biri karşı çıkmadı. Marks kendisi ilhamını ilkellerden aldı ve bu mal mülk için birbirimizi boğazlamaktan vazgeçmenin tek yolu bolluk olduğunu ve böylece tekrar o zamanlara döneceğimizi ileri sürdü.
    Not: Biliyorum bu site söcükleri anlamını sözlüğe bakarak anlayan, John Searle’in “Chinese room”unda yaşayanlarla dolu, zaten o yüzden artık salt alay ediyorum. Hatta bazıları benim geriye dönmemizi savunduğumu söyleyecek kadar akıl almaz şeyler söyledi, yine dahilerden gık çıkmadı.
    1977’de kadıncılığın “politically correct” başlangıcında, Fifth Estate’deki arkadaşlar, Murray ve bu sitedekiler gibi akınıtıya kapılan ölü ırkçı balıkların aksine, eşyalarıyla birlikte evinden atılmış bir kadınla (inşallah öbür salak gibi ciddi sanmazsınız) röportajda kadına ev sahibine kızgınmı sorusunu yöneltirler. Kadın cevap verir: “Hayır çünkü ev sahibi bir kadın!” Bu ve buna benzerlerin ticaretini yapan anal-şistlerin daha çok öğrenecekleri şeyler var!
    Ben eğer kıvırmadan bana cevap verin, bu sitede yazanları hemen hemen hepsi Hortlak denen nesnenin kopyalar mı değil mi? Ona karşı laf etmeyip benim hemen üstüme çullanan ama Hortlak’a son derece adi konuştuğunu hatırlatmayanlar ayni Hortlak gibi ırkçı mı değil mi?
    Eğer dürüstseniz asıl diyalogumuz başlar. Ben dürüstüm ve samimi olduğunuza inanmak isteğiyle rekabet kavramına değinmeye hazırım. En güzel başlangıç Hobbes. O yüce politika filozofu sadece rekebet kavramını temel almakla kalamaz, aynı bu sitelerdeki gibi kendi içinde yaşadığı pisliği evrenselleştirir. Bu site Hobbes’larla dolu. Rekabetin günümüz insanlarının iliklere işlemiş olduğundan sizler gibi dürüst olup kendi yaşamları, eğitimleri, günlük hayat, iş yeri, ve dolayısıyla kültürel olduğunu görmezler. Kendi harabeye çevirilmiş varlıklarını görmektense harabeliği, rekabeti doğada( bak*), insan doğasında, keçilerde, “her işde bir hayır vardır” diyalekteğinde, kuşlarda, kedilerde, … liste sonsuz. Eskiler çok daha zeki ve bilimseldi. İşi uzatacaklarına Ockham’ın Usturasını kullandılar: ŞEYTAN işi dediler.
    *Bu anal-şist sitede şu iki doğa yorumunu bile duymamışlarla ancak dalga geçilir.
    Darwin: Rekabete şükür yaşam var.
    Kropotkin: Yardımlaşmaya şükür yaşam var.
    Aynı sitede Gorter’in Lenin’e açık mektubunu bulup İngilizce’ye çevirenler, Gorter’in Marks’a dayananan ırkçılığından utanıp, Gorter’in bu fikrine katılmadıklarını eklediler. “Her işde bir hayır vardır”, diyalektiği (again)!
    Medya hilkat garibelerinin belleklerinin tahrip olduğu bilimsel kanıtlandı. Sanırım “Gucerat”la (Gujarat) ilgili dediğinizi ve Hortlak’ın cevabını hatırlamazsınız. Her neyse. 11. yüz yılda Endülüs (o zamanın Batı’sı veya Amerika’sı) emiri sarayın en akıllı alimine tüm dünya insanlarını inceleyip bir değerlendirme yapmasını ister. Yıllar sonraki rapordaki Hortlak ve sizlerin genlerinize işlemiş olan ırkçılığın ne kadar derinlere indiğini göstern kısımı yazacağım: “Dünyada en zeki insanla, SİYAH OLMALARINA RAĞMEN, Hindistanlılar.” Bakın bir daha Hortlak Gucerat hakkında ne dedi. Kimse sesini çıkarmadı. Düşününün neden acaba bana bu kadar karşı gelenler var ama bu köküne kadar ırkçılığını sergileyen Hortlak’ı kimse görmez. Ben bu sitede köpekler karşı konuşanlara karşı çıkan ama Horlak’a karşı çıkmayan da köküne kadar ırkçı ve faşist ruhludur derim. Kendilerin, kendilerini ne gördükleri beni ilgilendirmez.
    Tekrarlıyorum.
    Eğer siz dürüstseniz, adi politika tüccarı değilseniz, önce bu alçaklıklara karşı çıkın, sonra konuşalım. Konu taş atma değil, özür dilerim ama siz işi sonsuz banalleştiriyorsunuz. Bu site ırkçı ve faşist ruhlu insanlarla dolu. Cahilliği inceleyen birine dediğimi tekrarlayacağım: 16. yüz yıla kadar insanları sırtında taşıyan tarımcı köylüleri okuma yazma bilmedikleri, okula gitmedikleri için “cahil” damgasını vuranların yüzüne tükürmeden yazan, ancak kendi beyninin ne kadar temiz yıkandığını gösterir. Doğayı okuyanlar bazı kağıt üzerindeki çizikleri okuyamadıkları için”okumasını bilmez”, olurlar.
    Tekrarlıyorum: bu site insan düşmanı, ırkçı, faşist ruhlu, merdiven tırmanan çevik maymunlarla dolu. Gösterin bunu yutmadığınızı, sonra konuşalım. Bu sitede gördüklerim bağlamında, Kapital’e karşı çıkmanın artık bir anlamı kalmadı.
    Aksi halde “no dice, baby!” The show must go on!

  660. 653’te yazılan metinden bir tek kelime bile anlamadık!

    “Rakamlar nedir, bilmiyoruz!” diyoruz; bize trigonometri anlatmak için birşeyler yazıyor!

    “Buğday nedir, bilmiyoruz!” diyoruz; bize ekmek yapmayı anlatmak için birşeyler yazıyor!

    “Neşter nedir, bilmiyoruz!” diyoruz; bize beyin ameliyatı yapmayı anlatmak için birşeyler yazıyor!

    “Harfler nedir, bilmiyoruz!” diyoruz; bize çeşit çeşit dillerden, çeşit çeşit aksanlarla yazarak birşeyler anlatmaya çalışıyor!

    653,

    Yazdıklarınızdan hiçbirşey anlamıyoruz!

    Yazdıklarınızdan hiçbirşey anlamıyoruz!

    Yazdıklarınızdan hiçbirşey anlamıyoruz!

    En başa!

    En başa!

    En başa!

    Eğer bizlere birşeyler anlatmak derdindeyseniz; LÜTFEN HİÇBİRŞEY BİLMEDİĞİMİZİ GÖRÜN, ANLAYIN, HİSSEDİN; ONDAN SONRA ANLATIN MERAMINIZ HER NE İSE!

    “Deniz nedir, göl nedir, okyanus nedir, bilmiyoruz!” diyoruz; bize TITANIC’in nasıl battığını anlatmaya çalışıyor!

    653,

    Kendinize de yazık!
    Bize de yazık!

    Eğer bizlere birşeyler anlatmak derdindeyseniz; “En başa!” dönün, hiçbirşey bilmediğimizi (kahrolsanız da olmasanız da) kabul edin; ondan sonra yazın!

  661. Sayın (pipsqueak) 657'ye

    Sayın “pipsqueak” 657,

    [“dünya böyle gelmiş böyle gider”in okumuşlar versiyonu çıkınca kafayı yiyorum.] 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde “dünya böyle gelmiş böyle gider” diyenlerin içine düştüğü tuzak olan “kapitalizm”e karşı eylemlere omuz veriyor musunuz? diye soru sorduk sayın “pipsqueak”. Ne cevap verdiniz: “Bir öcü icat etmişsiniz! Bu öcüye karşı mücadele etmek için asker toplamaya çalışıyorsunuz!”

    Anti-militarist’iz diye bas bas bağırdık; ama gelin görün ki “asker toplama heveslisi” çamuru suratımıza atıldı!

    [Ne yazık ki siz de dahil bu sitede tek bir kimse bile bu düşünürlerin araştırmalını bilmiyor..] Nihayet; ne kadar tecrübesiz olduğumuzu idrak etmeye başladınız!

    [Ben eğer kıvırmadan bana cevap verin, bu sitede yazanları hemen hemen hepsi Hortlak denen nesnenin kopyalar mı değil mi? Ona karşı laf etmeyip benim hemen üstüme çullanan ama Hortlak’a son derece adi konuştuğunu hatırlatmayanlar ayni Hortlak gibi ırkçı mı değil mi?
    Eğer dürüstseniz asıl diyalogumuz başlar.] Cevabımız: BİLMİYORUZ! “Kim ırkçı? / Kim ırkı değil?” ayrımını neye göre yapacağımızı BİLMİYORUZ!

    [Eğer siz dürüstseniz, adi politika tüccarı değilseniz, önce bu alçaklıklara karşı çıkın, sonra konuşalım.] Sayın “pipsqueak”, ah bir bilsek, ah keşke bir bilsek; “ne alçak? / ne alçak değil?” ayrımını neye göre yapacağımızı bilmiyoruz! Bilmiyoruz! Bilmiyoruz! AYRIM YÖNTEMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ! AYRIM YÖNTEMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ! AYRIM YÖNTEMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ!

    [Tekrarlıyorum: bu site insan düşmanı, ırkçı, faşist ruhlu, merdiven tırmanan çevik maymunlarla dolu. Gösterin bunu yutmadığınızı, sonra konuşalım.] Ah be sayın “pipsqueak”, bilmiyoruz yahu, bilmiyoruz! “Kim insan düşmanı, ırkçı, faşist ruhlu, merdiven tırmanan çevik maymunlarla dolu? / Kim insan düşmanı, ırkçı, faşist ruhlu, merdiven tırmanan çevik maymunlarla dolu değil?” AYRIM YÖNTEMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ! AYRIM YÖNTEMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ! AYRIM YÖNTEMLERİNİ ÖĞRENMEK İSTİYORUZ!

    Bizleri bir tür ana rahminden çıkmış bebek gibi düşününüz sayın “pipsqueak”! Bunu unutmayınız!

    Esen kalın!

  662. Hakaret tespit edildiğinden yorum kaldırılmıştır.

  663. “SİYASAL” EKONOMİ VE “DAVRANIŞSAL” EKONOMİ

    Ekonomi bilimi ilk kez bilimsel bir çerçevede ortaya atıldığında adına “siyasal ekonomi” (İngilizcede “political economy”) denmişti.

    Siyasal ekonomi denmesinin nedeni, bu yeni bilim dalının siyasetle ve içinde bulunduğu sistemin ideolojisiyle iç içe konumda olmasıydı. Her siyasal sistemin ayrı bir ekonomi bilimi vardır. Evrenselliği konusundaki en önemli eleştiri de buradan gelir. Kapitalizmin ekonomi bilimi ayrıdır, sosyalizmin ekonomi bilimi ayrıdır.

    Siyasal ekonomiye, ekonomi (İngilizcede “economics”) denilmesi Alfred Marshall (1842-1924) ile başladı. Marshall’a kadar yazılan bütün ekonomi kitapları “siyasal ekonomi” adını taşırdı. Matematiksel analizi ve psikolojiyi ekonomi bilimine birer analiz aracı olarak sokan Marshall, ekonomi biliminin artık ideolojiden soyutlandığını ve fizik (physics) gibi matematik (mathematics) gibi bir bilim haline dönüştüğünü, dolayısıyla ekonomi (economics) adını almayı hak ettiğini düşünmüş olmalı.

    Oysa Marshall bu düşüncesinde haklı değildi. Ekonomi, her ne kadar matematik ile aşırı derecede desteklenir olsa da, her ne kadar birçok kavramını fizik biliminden devşirmiş olsa da hiçbir zaman bir ideoloji bilimi olmaktan, dolayısıyla da siyasetin etkisinden uzaklaşamadı. Bugün üniversitelerde okutulan, tartışmalara temel oluşturan, çeşitli konuları hepimizin gözümüz kapalı üzerinde konuşabildiğimiz bir çerçevede sunan ekonomi bilimi kapitalist sistemin ekonomik yapısı üzerine kurulu bir bilimdir.

    “Neoklasik ekonomi teorisi” tam olarak kapitalizmin kabulleri üzerine oturur:

    1. İnsanlar rasyoneldir dolayısıyla en doğruyu ve kendilerine en fazla yararlı olanı seçerler.

    2. Piyasa sistemi rasyonelliğin ve en yararlının öne çıkmasına yol açar.

    3. Piyasa sistemi bütün dengeleri kendiliğinden en iyi düzeyde oluşturur. (“Görünmez el” teorisi.)

    4. Karşılıklı ticaret herkesin refahını artırır (David Ricardo’nun “mukayeseli üstünlükler teorisi”.)

    Belki 50 yıl öncesine kadar bu kabullerin doğruluğunu pek tartışmayan iktisatçılar bugün gitgide daha fazla sorgular oldular.

    Her gün yanıtlanması daha zor yeni sorular geliyor gündeme:

    İnsanlar gerçekten rasyonel mi?

    Bütün kararlarını kendilerine en fazla yararlı olan seçeneği tercih ederek mi alırlar?

    “Piyasa sistemi” rasyonelliği ve en yararlının öne çıkmasını sağlar mı?

    Ekonomideki dengeler, kendiliğinden en iyi biçimde kurulur mu?

    Ticaret gerçekten herkesin refahını artırır mı?

    Yanıtlarımız olumluysa kapitalist sistemin sürekli içine düştüğü bu krizler neyin nesi?

    Eğer ekonomi bilimi ideolojiden soyutlanmışsa niçin bu krizleri önleyemiyor?

    Bugün bütün bu soruların yanıtını ekonomi bilimi tek başına veremiyor. O nedenle her geçen gün psikoloji, ekonomi bilimine ve özellikle mikroekonomiye daha fazla giriyor. Son yıllarda bu çerçevede geliştirilmiş olan ayrı bir ekonomi yaklaşımı ortaya çıktı: “Davranışsal ekonomi.”

    Alfred Marshall’ın ve neoklasik ekolün kurucularının yaklaşımlarını önceki dönem ekonomi yaklaşımlarından ayıran en temel özellik, onların psikolojiyi ekonomiye monte ederek olaya yaklaşmış olmalarıydı. Bütün mesele bu montajın doğru yapılmış olup olmadığında yatıyor. Çünkü Marshall ve neoklasiklerin psikolojiyi monte ettikleri ekonomi bilimi, bütün iddialarına karşın siyasetten ve ideolojiden soyutlanmış değildi.

    Son yıllarda ekonomiyle psikolojiyi bir arada ele almaya yönelmiş olan davranışsal ekonomiye sürekli katkılar, eklemeler yapılıyor. Ve yine son yıllarda Nobel Ekonomi ödüllerini bu alanda çalışan iktisatçılar topluyor.

    Şu aralar okuduğum kitaplardan birisi Devrim Dumludağ, Özge Gökdemir, Levent Neyse ve Ester Ruben’in hem yazarlık yaptığı hem de diğer yazarların yazdıklarını derlediği “İktisatta Davranışsal Yaklaşımlar” adlı kitap. Bildiğim kadarıyla bu alandaki ilk Türkçe kitap. Son derecede iyi hazırlanmış bir çalışma. Davranışsal ekonomiyi merak edenlere, kullandıkları ekonomik araçları ve yapılan analizleri sorgulayanlara ve ekonomi konusuyla ilgilenenlere bu kitabı okumalarını öneriyorum.

    “İktisatta Davranışsal Yaklaşımlar”, İmge Kitabevi, Ankara, Kasım 2015.

    Mahfi Eğilmez
    27 Kasım 2015 Cuma

  664. “Libertarianism” hastalığının ete kemiğe bürünmüş hâllerinden biri olan “Eser Karakaş”ın kim olduğunu daha yakından öğrenmek için:

    https://www.youtube.com/watch?v=QrO57s5y0L0

    (Not: Videoda eski tüfek komünistlerden “Oya Baydar” da var. Baydar hakkındaki tecrübelerimiz kısıtlı.)

  665. 656
    Sırt çantasında Marks putunu taşıyan Gordon amcayla, Gordon putunu ruhunda taşıyan dahi diyalektik “her işde bir hayır vardır” asistant yeğeni uzay yerine, bu defa, zaman turistliği yaparlar. Mezopotamya giderler.
    Yeğen bağırır: “Bak, bak amca, OLANLARDAN birine bak! Bir ırmak!”
    Gordon amcası kendinden bile daha dahi olan bu asistanını kıskanır: “biz OLANLARDAN ırmağı görmeye gelmedik”, der
    Yeğen yine bağırır: “Bak, bak Gordon amca, OLANLARDAN birine bak! Bir balık!.
    Kıskanç Gordon tekrar azarlar: “biz OLANLARDAN balığı görmeye gelmedik”, der.
    Dahi yeğen tekrar bağırır: “Bak, bak Gordon amca, OLANLARDAN birine bak! Bir balık tutan!.
    Olanları görmede kendini aşan, dehalıkta eşsiz, inek trene bakar gibi olanları tek tek gören asistanın sivri zekası Gordon amcanın sırtındaki daha dahi Marksı bile kıskandırır: “Ulan salak biz OLANLARIN envanterini yapmaya gelmedik, senin doğup büyüdüğün MARKETin başlangıcını, senin gibi enayi GÖNÜLLÜ KÖLELERİN doğuşunu görmeye geldik.
    Marks amca kızgınlık içinde asıl salak olan Gordona döner: “Sen benim ‘en kötü mimarla en iyi arıyı’ kıyasımı bile duymamış bu salaklar salağını nereden buldun?, diye bağırır.
    Ama dahi “her işde bir hayır vardır” diyalekticisi çok okumuş, mutasyondan geçmiş ve cahilliğinden utanmayan hatta gurur duyan yeni bir mahluk.
    “Siz ne diyorsunuz? DOĞA’DA harekette OLANLAR olmasaydı, hareket yasaları nasıl bulunur du?, der. IŞİD’a bakın, benim gibi OLANLARDAN yola çıktılır. Diyalektik efendim, diyalektik, her şey diyalektik!”, masalına devam eder.
    Zavallı Marks kendini Fırat’a atıp boğulur. Gordon amca üniversitede hayatını kazandığından daha hoş görülü. Geri dönerler, markete alış verişe giderler. “Her işde bir hayır vardır” diyalekticisi hayatını büyüklerine saygıya şükür, yalayarak geçirdiğinden, daha yaşlı Gordon ABİSİNİN eşyalarını evine taşır.
    “Her işde bir hayır vardır” diyalekticisi gerçekten çok okumuş. Eleştirici, eleştirilenlerin, eleştirisinin bilincine olsalar eleştri yapmaz.
    Tercüme edeyim. Yabancılaşmışlar yabancılaşmış olduklarının bilincinde olsalardı, yabancılıştıkları bu kadar mürekkebe mal olmazdı. Avrupalılar aynı senin gibi taş uykusunda. Dışarıdan buraya gelmek için canını vermeye hazır olanlar bile onların senin gibi alık alık sırıtıp mutlu olmalarına yeter. Sayın bilge küpü, bana lütfen izin verin de sizin cahilliğinize bir daha yüzüne vurup yağmur gibi sizi serinleteyim:
    Batı’da yapılan bütün anketler, Batı halkının son derece mutlu olduğunu gösterir.
    Irkçılığın, sanat ve bilim katkısının terazisi. O yüzden ne kadar bozuk olduğunu görmüyor, bana kızıyorsun. Sen ve ikizin Hortlak gibiler dürüst anarşistleri tiksindirir, bu sitedeki anal-şistleri mutlu eder.
    Sen ve bu sitede Batı’ya, makineye, bolluğa, ilerlemeye tapanların hepsinden tiksindiğimi, nefret ettiğimi hiç saklamadım. Senin gibi ne müminim ne de mürit.
    Sanırım sen benim senin cahilliğin defalarca sergilediğim için hep işi psikolojiye döküyorsun.
    Şimdiye kadar hep ben senin söylediklerine bilgiyle yanıt verdim, ve sen hep ya psikolojiye başvurdun veya ve zaten aynı şey olan göreceliğie.
    Hatta bu site cahillerle dolup taşmasa, şimdiye kadar biri senin yüzüne, “bırak, kendini rezil ediyorsun”, derdi.
    Hoş görü başka, zamanımızda tek mutlak olan görecilik başka.
    Bu sitede bir tek ben şu sana tıpatıp benzeyenin (655) ırkçılık yaptığını gördüm:
    “Avcı-Toplayıcı (Hunter-Gatherer) Çağa Geri Dönüş: Eşek gibi çalıştığın hâlde yoksul kalmak, kamamböceği gibi ezilmekle aynı şey!”
    Bu sitede bir tek ben şu sana tıpatıp benzeyenin (655), insanı köpeklere atılan kemikler sayısıyla ölçen, insanlıktan çıkmış, hiç tanımadıkları insanlar hakkında ayni senin ücret köleliğini ve sefilliğini görmemek diğerlerine yansıtan bir faşist ruhlu insana yanıt verdim. Herif sölediklerinin iç açıcı laflardan ibaret olduğunun bile farkında değil.
    Benim yazdıklarımla, kendin yazdıklarına bak. Hiç değilse bu bağlamda, Adorno’nun (629) ve binlerce daha düşünürlerin sen ve 655 gibi ücret köleliklerini köleliğinizi hatırlatmalarına bir göz at. Utanmamakta hala ısrar edersen, ancak başka biri sana cahilliğini psikolojiyle örttüğünü hatırlatabilir.
    Sen çok zavallısın ama asıl tehlike sen ve bu sitedeki tamamıyla sıradan insanlar olduğunuz için ben yeni-faşizm tehlikesi olarak görüyorum.
    Özgür, emek günahını tatmamış insanların varlığı sizleri deli divane ediyor. Her türlü hakarete, küçük düşürmelere alışmış olan sizlere bunu hatırlatmak sizleri kudurtuyor.
    Bunların hepsi örgütsüz olduğumdan. Hepsi sizlerin gönüllü köleliğinizle alay edip eğlenmek. Zaten kızmadığını biliyorum. Zaten mizacın amacı güldürmek, değil mi?

  666. 655 için yazdıklarına katılıyorum. Çok fena açık verdiler. Dalıverdin. İşin bu! Varlığının amacı ve bilgi tahakkümünün ideal tatmin imkânı, sereserpe önüne yatmıştı! İyi geldiği belli!
    *
    “Olanı” anlamayan için verilen örnek de bir bilgi kumkumasına yakışmamış. Bula, bula IRMAK mı yani; OLAN gerçekliğin metaforu? Yakıştı mı şimdi bu gölgesine sığındığın kitap kapaklarına?
    Marks’a tek gönderme yapmayana bu etiketi sinsice yapıştırmak da istediği yere kusma arayışı olmalı. Bu arayış, kustuğunu yutup, yeniden çıkartma gerektiriyor olmalı; daha kötü kokuyor; ekşi, bayat.
    Bilgi tahakkümcüsü için belleğinde döküntüsü kalmış ıvır, zıvır, organik olmayan (hoşlanmıyorsun ama bilgilerin sevdiğin sözcükle kendi başlarına bir kadavra; ağızdan çıkan kadavra lafı da sanırım burada işlevsiz..) evet organik olmayan, ezberlenmiş bilgilerle OLAN elbette anlaşılmayacaktır. Öfkenin de sebebi bu; anlamadığın için!
    Anlamak karmaşık bir süreç; ego’suyla başı çok dertte olanın zaten bu şansı olmaz. Oradan bir tutam bilgi, buradan da.. Olmuyor işte!
    Saf anarşist de değilim! Kendime tabela aramıyorum. Nankör bir müritim! Herkesi terk edebilirim! Senin gibi kendine tapana da acırım; gidecek yeri yok; kendinden kurtulması mümkün değil; hem de öncelikle bunu yapması gerekirken.
    Zavallılık! Kendimi öyle hissettiğim zamanlarım oldu! Kimse bilmedi bunu ama! Pardon, 12 Eylül sonrasında kısa bir süre olmuştu. Yalnızca görünüm olarak bu kez!
    *
    Tabiat karşısında bir zavallı olmak beni rahatsız etmez. Zaten öyleyim! Bilgi tahakkümcüsü, kibirli bir malumatfuruş’un tabiat karşısındaki zavallığını da anımsamasını beklerim; herkesi, herşeyi aşağılayarak nereye çıkabileceğini sanır ki?
    *
    Gördüğün gibi aptal, içi boş polemik yazıları bunlar.
    Bana göre bu senin “olanı” anlamayamaktan kaynaklanan saygısızlığından kaynaklanıyor. Çuvala tıkıştırılmışçasına edindiğin bilgiler, derli toplu, somut bir konu üzerinde konuşmanı önlüyor. Bu durumun açığa çıkacağı endişesiyle olmalı, kitap kapakları atıyorsun önümüze. Öğrendiklerini belirli bir konuya yoğunlaştıramıyorsun. Tamam, buna da kabul ama bırakmıyorsun; ilkokul mezunu, kitap okumamış insanların bildik aşağılayıcı kelimelerini yineliyorsun.
    Senin adına üzülüyorum; sanırım uzun yıllar Batı’da yaşamış olman, öğrendiğin diller bu aşağılık Batı kompleksli Doğu’da ilk anda bir hayranlık uyandırıyor; bu senin aşağılama dolu cümlelerindeki kibrin yakıtı oluyor ama.. sonuçta sende yarattığı yabancılaşma da ödediğin bedel oluyor.
    Okudukların, çuvalına doldurdukların gözünü kör etmiş, “olanı-biteni” göremez haldesin.
    Biz İslamcı Faşizmin bu ülkeye, sevdiklerimize, nasıl daha az verebileceğini konuşmak istiyoruz..
    Bu konuda çuvalında varsa bir şeyler, lütfen; yaz bu hakir gördüğün sefillere… Veya V. Jirinovski’ye yaz.. İnsanlığın Türk ırkından kurtulması için bulunmaz, eşsiz fikirlerini… Anlaşacaksınız gibi…

  667. 658
    İyi ki bir şey anlamıyorsunuz. Benimki pastiş. Hepinizin taptığı Batı’da, özellikle Fransa’da ve Almanya’da, bir düşünürün düşünceleri ne kadar az anlaşılırsa, o düşünür o kadar derin bir düşünür sayılır.
    Hegel’in ilk yazdığı son derece sade ve anlaşılır olduğundan ciddiye alınmadı. Zavallı, o yüzden, sonra yazdıkları uyku sorunu olanlara tavsiye edilir.
    Ve en ünlü “İNŞALLAH” filozofu Kierkegaard , benim gibi eğlenmek için Hegel’in üslubunu taklit etti.
    Özgür insanların ciddi din merasiminde soytarı baş rahibin arkasından yürür ve halk gülsün diye baş rahibi taklit eder. Ben de bu sitede ekonomik-politik-sosyolojik-teolojik-epistemolojik-ontolojik-paradigmacilik-antropolojik-analşistlik-marksiscitlik- doğalcilik-keçicilik- cyborgculuk- facebokçuluk-twattercilik-youpoopluk-modernlik-postmodernlik-oyvermecilik-laiklik-sekülerlik-mateyalistçilik-tinselcilik-kapitalistçilik-aydınlık çağcılık-akıl çağcılık- ilericilik-gençlik- devrimcilik- solculuk-bilimcilik-teknolojik-biyolojik-batıcılık-atatürkçülük-erdoğancılık- … gibi ciddi bilgi dolup taşan yazıların ve yazarların soytarıcılığını yapıp eğleniyorum. Ne yazık ki sizle bana katılmıyorsunuz. Ne yazık ki beni asıl dahilerle karıştırmışsınız.
    Siz bu sitede dolup taşan ırkçıları, insanlık düşmanlarını, faşist ruhluları, fazlalıkları fazla bulanları, medya hilkatlerinin farkına bile varmadan gayet iyi anlamışsınız. Beni anlamamanız bir iltifat. Teşekkür ederim!

  668. Sayın İleriden Korkmaz, Bilimsel, Batısal, Medeniyetsel, Asıl Düzen’in askerleri yoldaşlar!
    Özellikle sayın, sitenin ünlü, yüce, eşsiz yerli malı, her şeyi inek trene bakar gibi OLANLAR gören, her şeyde OLUMLU bir HAYIR bulan DİYALEKTİCİ ve klonu HORTLAK..
    Bu yerli diyalekticiyi M.Ö. 4. yüzyılda halihazırda görmüş Zhuang Zhou ne demiş: “Bu diyalekticiler o kadar usta ve becerikliler ki, sana göğün neden yere düşmediğini, yerin neden çökmediğini açıklarlar!”
    Bu yerli diyalektikçi, OLANLARI bilen eski bilim-teknik adamlarının güvençinden yoksun kuantum fiziğin en büyük artistlerinden biri olan Heisenberg’in Zhuang Zhou’dan öğrendiği bir eleştiriyi anlattığını “duymuş”. Ama elektrik süpürgesine ve şişe suyuna bakar bakmaz asıl OLANLARDAN yola çıkarak, “Heisenberg de, Zhuang Zhou da yanılıyor”, der.
    Not: Sakın bu sitenin en yüce dahisi, diyalektikçinin abisi, Ulu Şef bunu “okumasın”. Politika sözlüğüne bakar, bu saçma ve dağınık bilgileri örgütleştirir: popülist, atavist, ana-anal-şist, Batı’da hiç rastlanmamış doğu despotizmi, anti-teknolojik, … ilahilerini müminlerine okur.
    Bilgi kaynağı: Nature, Science, American Scientist, Pour la Science, BBC, Le Monde, Le Monde Diplomatique, ve sıradan, özellikle sanat ve bilime yıllarca EMEK (here is that word again!) veren Türk Bilim Adamları Dergisi.
    Dünya antibiyotik çağı sonuna geldi. Bilim adamları bütün tedavilerin başarısız sonuçlanması halinde kullandıkları ilaca bile HAYIR diyen bir bakteri buldular.
    Bu HAYIR’ın dünyaya yayılacağı haberi, bu tedavisi imkansızlık bulaşıcı hastalıkların hortlağı, bu sitede televizyondan öğrendiği sahte hortlaklıkla öcülük yapmaya çalışana benzemez. Dünyayı, her felaket haberi gibi, paniğe kaptıracağı tahmin edilir. Dünyanın, “her şeyde bir HAYIR vardır” salaklarıyla dolu olduğunu bildiklerinden, bu salakların ertesi gün bu haberi unutup, hayatlarına yeni heyecan verici ve uyuşukluktan çıkarıcı bir haber bekleyen yaşayan ölülülerle dolu olduğunu eklemeye gerek görmezler. Hatta kafayı fazlalıklarla bozan fazlalık gibi enayilere e-maille fikirlerini bile sorarlar. Hitler bile bunların yanında çocuk kadar masum.
    Bu bakterinin diğer adı antibiyotik kıyamet.
    Not: Buna benzer binlerce haberi yavaş yavaş derin uykudaki yoldaşlara sunacağım. Biliyorum, biliyorsunuz ama, bilmek ayıp değil anlamamak ayıp!
    Bu kötü haberi sayın televizyon seyircilerimize anlamaları için anlatacak doğa bilim adamları severler derneği başkanı, politik bilimleri severler derneği başkanı, kapitalizmi sever/sevmez derneği başkanı, kapitalizme direnenler derneği başkanı, edebiyat severler derneği başkanı, nüfus fazlalığı sevmezler derneği başkanı ve benzer diğer yıllarca başkanlık EMEK’i (here is that word again!) vererek başkan olmuş başkanları stüdyomuza davet ettik.
    Başkan 1 (birden bire yazmasını öğrenen Hortlak): Hegel ve Marks ve Engels amcalarımıza göre doğa diyalektikdir. Bu bakteri karşı-bakterisine dönüşecek, BATI bunu patenleyip tekrar satacak. “Biz de Batı’nın medeniyete yaptığı bu eşsiz katkıyla eski mutlu ve rahat “keşke Batı kapitalist olmasa”, uyku ve rüyalarımıza döneceğiz.
    Not: Araştırma Batı/Batı değil diyalektiği Çin’de yapılmakta. Yine karşımıza Marks amcanın diyalektiği çıktı: Batı ama Batı değil.
    Başkan 2 (kafayı son zamanlarda cebirle bozmuş XYZ): Doğayı iyi kalplileri eline vermeliyiz. Ben her zaman ne dedim: “sorun nesne değil, nesneyi kullanan!” Örneğin eskiden doğa Allah’ın elindeydi, televizyonumuz yoktu. Şimdi doğa bilim adam uzmanlarının elinde, televizyonumuz var. Bu kadar apaçık! Diğer yandan bu bakteri sayısız yıl EMEK (here is that word again!) verip sayısız doçent yaratmakla işsizliği azaltılacak. Bizim gibi bilgelik taslayanların çenelerini gevşetecek!
    Başkan 3 (HAYIR =DİRENİŞ olduğunu anlayan cin gibi genç, dinamik, devrimci artistlik peşinde koşan YaLaMa’lar): Aristotales ne demiş: “Tasım efendim bize tasım lazım”, demiş. Bu bakteriler her türlü hastalık tedavisine DİRENİYORLAR; kapitalizm bir (BATI) hastalığı tedavisi; o halde bu bakteriler kapitalizme DİRENİRLER. Biz her zaman ne demiştik; “Dünya kapitalizm DİRENİCİLERİ, DİRENİN!”
    Başkan 4 (Canetti uzmanı): Bu bakteriler bu sitede yazan bütün uslu, evcilleşmiş, kibar ama aynı Batı gibi kızınca azıp bombalar dağıtan, şiddet kusan, ölüm saçanlara, Batı maymunlarına, banal ve uyuşturucu düşük çenelilere HAYIR diyene benziyor. Bu bakterilere Almanca/Türkçe/Dönerce, Die Blendung / Körleşme okutalım! Körleşirler ve bizim gibi doğru yolu bilenlerden yol gösterme yardımına muhtaç olurlar.
    Başkan 5: Ben sadece fazlalık artış uzmanı değilim. Zaten aslında yıllar EMEK (here is that word again!) vermiş biyoloji ve mikroplar uzmanıyım. Bakteri artışıyla fazlalıklar artışı arasında paralellik gördüm ve biz bilim adamlarımızın asıl atası (inşallah ata-türk kızmaz) Arşimed gibi bağırmaya başladım. FAZLALIKLAR FAZLA! Bakterilere çare neyse fazlalıklara çare de, bilimsel sezgiyle, aynı olmalı düşündüm. Fazlalıklar fazlaysa, fazlalıklar azaltılmalı!
    Reklamlar için ara verip, hem bakterilerden hem de fazlalıklardan fazla sayıda uzmanlara döneceğiz.
    İyi uykular sayın sitedekiler.

  669. 659
    Size ne oldu?
    Ateşli devrimci artistliğinden vazgeçip bilgelik artisti olmak istiyorsunuz!
    Sanırım siz de bu siteyi benim gibi eğlenmek için kullanıyorsunuz. Başta yerli mal politik bilgi küpü Ulu Şef, arkasından yamağı “her şeyde OLUMLU HAYIR OLANLARI” gören ve ulu şefe kıyasla, eğer onun taptığı bilim-teknik dili matematikle daha kesin söylersem, ancak %87,5469 bilgi küpü diğer bir yerli malı diyalektici, marksı babasının döneri kadar iyi bilen Hortlak, ve sayısız diğer dahiler dururken benden güldürücü bilgiler beklemeniz beni sevindirdi.
    Ben ne demiştim: “Dünya devrimcileri ‘tigh ass’likten vazgeçin! Eğlenin!”
    Siz beni partinize üye etmeye çalışırken, siz benim partiye üye olmuşsunuz.
    Mevlana ne demiş: “Ben fili oynadım, sen kaleyi. Kazandığını sanıyorsun. Başını kaldır etrafına bak. Evini buraya taşıdım!”
    Esin durun

  670. 664
    Benim derdim sizler gibi yeniden dirilen ırkçı yeni-faşistler. 655e sana benzediği için daldım. Çırpındıkça daha derin psikolojik bataklığa saplanıyorsun. Mantar gibi çoğalıyorsunuz.
    Ayni Batılılar gibi şapşal şapşal mutluluk içinde sırıtıyorsun.
    %78,356492 anal-şistsin. Yine o BİLİM-TEKNİK dili matematik çıktı karşımıza.
    YaLaMa’lar bile aslında boş içi hava dolu emeklilikten sonra bilgiye heves etmiş bir zavallı olduğunu anladılar.

  671. Sayın (pipsqueak) 667'ye

    Sayın “pipsqueak” 667,

    [Size ne oldu?] diye sormuşsunuz.

    Cevabımız:
    Bebekliğimizden itibaren kapitalizmin uslu, “akıllı! ve kurnaz!” evlatları olmak için yetiştirildiğimizden; plazalarda bizlere (yani olmaktan nefret ettikleri “Beyaz Ya-LA-ka”lara) zorla C.E.O. kıçı yalatmaya devam ediyorlar! Yani; “batı yakasında değişen bir şey yok!”

    [Ateşli devrimci artistliğinden vazgeçip bilgelik artisti olmak istiyorsunuz!]

    İlk önce “devrimci” olmayı sindire sindire öğrenelim; “ateşli”si olmasa da olur!

    “Bilgi küpü” olup/olmadığımızı bilmiyoruz! “Bilgi küpü” olduğumuz yanılgısına düşsek bile; kafamızın içindekileri itfaiye hortumundan çıkan tazyikli su gibi etrafa saçmayız! Bardaklara doldurup hem herkese içirmeye çaba sarfederiz, hem de onların bu bardaklara kendi bilgilerini doldurup dağıtmasını temenni ve teşvik ederiz! Ve en mühim nokta; “bilgelik”le uzaktan/yakından ilgimiz yok!

    “Artist”lik ile de uzaktan/yakından ilgimiz olmadığını dafalarca yazdık! Unutmuşsunuz; hatırlatalım:

    (“139” numaralı “20 Ağustos” tarihli metnimizden)

    {{…

    SORU: (Taksim Gezi Parkı protestoları) Eylemde daha çok hangi pozisyonlardaki beyaz yakalılar vardı? Eylem geniş bir tabana yayılabildi mi? Yoksa uzak durup tepki gösterenler oldu mu? Neler yaşandı? Kulak verdiğiniz tanıklıklardan gözünüze çarpan şeyler neydi?

    CEVAP: Bir soruyla cevabımıza başlayalım: “Şu an içinde yaşadığımız durum bir hafta öncekinden ne kadar farklı?”

    “‘Gerçek’ diye yaşadığımız” bizi ne kadar sıkıştırmış!
    Özellikle zorla kategorileştirilen, kendisine “beyaz” renk fışkırtılan “beyaz yaka” diye tabir edilen kesim, protestolar esnasında:
    Bağırırken ürkek,
    Slogan atarken acemi,
    Tribünden devşirme sloganları geviş getirir gibi tekrarlayan,
    Kaldırım kenarında korkarak duran, ana protesto alanına, sokağın, caddenin, parkın tam ortasına girme hususunda tereddüt eden,
    İlk bağıranlardan olmayan,
    Hafif bir suçluluk duygusunun; daha dik duruşa dönüşmesi;
    İlk gözlemlediklerimiz!

    Pozisyon çeşitliliği; uzmandan-yöneticiye kadar değişiyor, ama görünür olanlar daha çok gençlerdi. On yıl ve daha az süredir iş hayatında olanlar gibiydiler.

    Her pozisyondan insanlar gelmişti, çünkü; doğrudan iş hayatı üzerinden örgütlenen eylemler değildi.

    Haykırışımızı ortaklaştıran ise: En azından “iş-dışı hayatta” kontrolü elden kaybetmeme talebimiz!

    İş hayatında:

    “Baskı mekanizmaları”,

    “Performans (efficiency and productivity) ölçümü”,

    İş yerinde “kamera”yla takip; örneğin tuvalette, lavaboda, fotokopi makinesinin başında, kahve makinesinin önünde ne kadar süre geçirdiğimizin saniye saniye takip edilmesi ve ölçülmesi,

    “Sıkı iş takibi”,

    “İş-dışı hayatın bile gözetlenmesi”,

    “İşin; cep telefonu, internet, e-mail yoluyla tüm hayatımızı işgal etmesi ve bunun çok olağanmış gibi gösterilmesi”,

    (…)

    ve daha bir çok konu “iş-dışı hayatı”mızın ne kadar önemli olduğunu sergiliyor!

    …}}

    [Ben ne demiştim: “Dünya devrimcileri ‘tigh ass’likten vazgeçin! Eğlenin!”]

    Kusura bakmayın; EĞLENEMEYİZ!

    Çünkü arkadaşlarımız; Pazartesi-Cumartesi arası her sabah plazalarda yaptığımız “meeting!”lerden sonra, meeting esnasında C.E.O.’dan yediği azarlar nedeniyle kalp krizi geçirip; “ölüyor”!

    Hem size sayın “pipsqueak”, hem sayın “ogürsel”e, hem bu sayfanın bütün ziyaretçilerine defalarca yazdık; oyun oynadığımızı, eğlendiğimizi zannettiniz:

    “Kapitalizmin dayattığı yapay (artificial!) ölümcül rekabet”e karşı mücadele etmediğimiz sürece; ölümler artmaya devam edecek!

    HEPİMİZİ RENKLERLE KANDIRMAYA VE ZEHİRLEMEYE DEVAM EDİYORLAR! SAYIN “OGÜRSEL”İN “BEYAZ YA-la-KA”LAŞMIŞ EVLADI, SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN “BEYAZ YA-la-KA”LAŞMIŞ EVLADI (ve bizim dostumuz) SAYIN IRMAK ZİLELİ DAHİL!

    Daima “kapitalist kategorileştirmeye” maruz bırakılıyoruz:
    “Turuncu Yaka” → “Turuncu Ya-LA-ka”
    “Siyah Yaka” → “Siyah Ya-LA-ka”
    “Pembe Yaka” → “Pembe Ya-LA-ka”
    “Yeşil Yaka” → “Yeşil Ya-LA-ka”
    “Mavi Yaka” → “Mavi Ya-LA-ka”
    “Beyaz Yaka” → “Beyaz Ya-LA-ka”
    (…)
    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar!

    “Şirketokrasi (corporatocracy)”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Hepimiz zorla zehirlenmeye devam edeceğiz!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

  672. 664 Tekrar
    Bana tekrar cahilliğine fırsat verip eğlenmeme fırsat vermektense politika ansiklopedisi ulu şefine Gordon Childe’in kim olduğunu sormalıydın.
    Sen yüzde bin Avrupalısın. Orta sınıf kibar bir aileden gelen, uslu, evcilleştirilmiş, derslerine çalışan, evlenene kadar cinsel arzularına hakim olan, kendi kendini bastırmaya alışmış, emekli olana kadar kölelik yapmış, gerçek tahakküm altında yaşamış, buna alışmış şimdi de bir şeyler öğrenmeye çalışan bir zavallı.
    Bu sitede sana kimse, “yahu salak, tüm amacımız bu bizi insanlıktan çıkarmış düzeni yok etmek, sense bunun mutluluk içinde şapşal şapşal pis pis sırıtıyorsun!”, diyecek kadar bilgiye sahip değil.
    Matematiksel %X’ler toplamı bir hilkat garibesi. Ben senin gibi iki yüzlü değilim: sizin gibi ırkçı, faşist ruhlu insanlara saldırmamı hiç bir zaman saklamadım. Sizin gibi uslu, kibar, burjuva, devlet memuru salak profesörlere özenenler benim midemi bulandırıyor.
    Tekrar seni psikoloji kurtardı. Oğlum ve arkadaşları gibi iyi kalplilerin batan gemiyi kurtaracağına inanacak bir salaksın. Seni ancak, aynı Batılılar gibi, her dediğini inkar edebilme özgürlüğü kurtarıyor.
    Sana kaç defa Bolşevikler kapitalistsiz kapitalizm olabileceğini ispat ettiler ve benzeri yüzlerce boş konuştuğunu yüzüne serinletici yağmur vurdum, cevap vereceğine konu değiştirdin.
    Belki bu nedende sen kafayı psikolojiyle bozmuşsun. Bir can kurtaran.
    Ben de sana bir can kurtaranlık yapıyorum ama yanlış anlıyorsun.

  673. 670
    bu yazdıkların beni zorlamıyor; aşağılamak, eleştirmek için bile sebep bulamıyorum. Çuvalını kullanmadan, kendin olarak yazmışsın. Sonuç berbat, beklendiği gibi..

  674. eklemeliyim..
    kimseyi kurtarma derdim yok. 5000 yıllık tarihin “zavallı-salak” bir zinciri olmak isterdim. Tam da senin gibi tahakkümcü, iktidar manyağı, zalimlerden olmama adına çaba harcıyorum. Tümüyle kişisel bir mevzu!

    “Müddet-i ömrüme” sığmayacak hayalleri, ömrüme sığacak minik adımlarla beslemek istiyorum. (Herkese de tavsiye ediyorum; sana değil; sen iflah olmaz megelomansın.)

    Yine de bir “derdim” var benim, senin anlayamayacağın.. ama bu psikoterapik süreçte senin derdini de hala öğrenemedik, hatırlatırım..

  675. Deyim çarpıtması tespit edilen yorum kaldırılmıştır.

  676. şöyle olmalı..
    5000 yıllık tarihin “zavallı-salak” olarak adlandırılanların zincirinde herhangi-gözle görünmez, ve yine herhangi bir halka…

  677. senin (bunu övgü olarak kabul et) orijinal salaklığın okuduklarını kendine iyi çevirememek olmalı.
    Şu laf nedir? “W. Benjamin 20lerde “güzelliğe eğilim artıyor, bu faşizmin geleceğine bir işarettir.”, der.”
    Hangi bağlamda söylenmiş bilmiyorum, umurum da değil. Ama 1920’ler Almanya’sında bunu yazmışsa bu WB’in salak zamanına gelmiş olmalı, ya da yazanın salaklığına…
    demek 1920’ler Almanya’sında “güzelliğe eğilim arttığı dönem!” (W. Benjamin’in sonu da, yazdıklarını değersizleştirmese de “okuduğum kadarıyla” salakça! )
    *
    sana da söyleyeyim; kitaplar, akıllı adamların yazdıkları, bilgece düşünceler… yaşanılan gerçekliği anlamamıza yardımcı olurlar; ya da engellerler.. Gerçeğin-olanın yerine geçmezler.. Bu lafı bir Batı’lı, bir İngilizce, Fransızca ad altında okusan bize satmaya kalkışırdın değil mi? Üzgünüm,
    yazık ki ad ve soyadım bir Türk’e ait.
    Şaşkın…

  678. Alman Faşizminin çok sıkı kökleri var. 1870 lerde atılmış. Bunu bilememen ne utanç verici ama…

  679. önemli olduğu için yine ek yapacağım..
    RTE gibi okuma yazma bilir bir adam burada bir “sultan” ve kitap kapakları uzmanı da neden orada?
    Çünkü bizler her zaman her şey olup bittikten yıllar sonra “OLMUŞ OLANI” müthiş şekilde açıklayan malumatfuruşlarız. Sen de zirvede elbette; aşağısı kurtaramaz.
    Bu kitaplarımız bize hep “OLMUŞ OLANI” anlatır.
    Çok okuyup beyni sulananlar “OLMUŞ BİTMİŞ OLANA” küfür eder; bu arada da “OLAN OLUR”; bizim ki, yeni aşağılayacak mevzu bulamakla mutlu olur; henüz “OLAMAYACAK OLANA” dair nutuklar atar.
    Sonuç şu; her kuşak, her dönem kendi sorunlarını, kendi koşullarını; “OLANI” anlayarak çözmek zorundadır! Geçmişin “BİLGELERİ” ancak YÖN çizer; “yer kabuğunun değişimleri ile” önünde sonradan açılmış yarıklarını, uçurumlarını, çukurlarını bilemez; öngöremez.
    Senin gibi malumatfuruşlar da bu çukurlara düşer; kim beni itti diye söylenir durur…

  680. CAPITALISM - GREEK WOMEN FORCED INTO PROSTITUTION!

    “CAPITALISM”: GREEK WOMEN FORCED INTO PROSTITUTION!

    Greek women forced into prostitution for ‘the cost of a sandwich’ because of country’s debt crisis!

    (28 Nov 2015)

    A new report reveals women are selling sex for as little as €2 with others doing it ‘just for a cheese pie or a sandwich because they are hungry!

    Women in Greece are being forced to sell their bodies for sex for as little as the cost of a sandwich because of the country’s crippling debt crisis .

    A new report reveals how more women are working as prostitutes and many are selling sex for as little as €2 (£1.40).

    Report author Gregory Lazos of Panteion University in Athens said there are now around 18,500 sex workers in Greece.

    He added the going rate for sex has tumbled from €50 (£35) before the country’s financial crisis.

    Professor Lazos told The Times: “Some women just do it for a cheese pie, or a sandwich they need to eat because they are hungry.

    “These cases — about 400 — may be nominal compared with the thousands of other sex workers operating nationwide, but they never existed as a trend until the financial crisis.

    “Factor in the growing number of girls who drift in and out of the trade, depending on their needs, and the total number of female prostitutes is startling.”

    The Greek academic’s findings suggest that Greek women now dominate 80 per cent of the sex trade industry, where the majority of prostitutes used to original from eastern Europe.

    Only ten of the country’s estimated 525 brothels are thought to be operating with a legal license.

    ( http://www.mirror.co.uk/news/world-news/greek-women-forced-prostitution-the-6921080 )

  681. PROSTITUTION - THE HIDDEN COST OF GREECE'S ECONOMIC CRISIS!

    “PROSTITUTION”: THE HIDDEN COST OF GREECE’S ECONOMIC CRISIS!

    (Rebecca Reid, 13 November 2015)

    Greece has voted for change.

    The Syriza party – whose campaign line was “Hope Is on Its Way” – has emerged triumphant from the country’s general election.

    The average Greek wage has fallen to just €600 (£450) a month and half of all young people are unemployed. So it’s not surprising that the people of Greece are voting for a party which seems to represent progress.

    But there’s another side to Greece’s mass unemployment; one which has been little reported on.

    According to the National Centre for Social Research (EKKE), the rate of prostitution in the country has soared by 150 per cent during the economic crisis, meaning that women who would otherwise have sought other types of employment, are turning to sex work in order support themselves and their families.

    There are currently an estimated 20,000 prostitutes in Greece (according to EKKE) of which fewer than 1,000 are legally registered.

    Because although street prostitution is illegal in Greece, sex work is technically not. (Although it’s not considered a profession and workers don’t have any kind of protection from labour laws).

    There are brothels (or ‘studios’) where women can register to work legally. Studio-based prostitution is considered safer and is regulated, with on-site security and regular sexual health screening. The studios are traditionally run by older women, sometimes former prostitutes themselves. Each is granted a licence, issued by the state.

    The Greek authorities decided to implement a law in 1999 which stipulates that all brothels must have such a permit. Women working as prostitutes must register and carry a medical card, which is updated every two weeks.

    There’s a list of other stipulations that must be met before a woman is allowed to work in one of these studios. She must be over 18; have the right to live and work in Greece; be free from STI’s or other infectious illnesses; not suffer from mental illness or drug addiction; and not have been convicted of homicide, pimping, child porn, trafficking, robbery or blackmail.

    Oh, and she must be unmarried, too.

    The reason for this stipulation is difficult to fathom.

    But regardless of its intention, the law isn’t stopping married women from working as prostitutes. It’s simply preventing them from operating in regulated environments and forcing them on to the streets, something which is both illegal and dangerous.

    And with the number of women sex workers in the country rising rapidly, so the situation of its streets is worsening.

    Because many of the Greek women now turning to prostitution don’t bear even a passing resemblance to the drug-addled stereotype of the ‘hooker’.

    They are mothers, married women and young professionals. Women from every walk of life are now just as likely to turn to prostitution as drug addicts.

    Legal brothel owner, Soula Alevridou, spoke to the BBC as part of a documentary called Love in a Time of Crisis about dating and sex work in Greece.

    She explained the harsh reality for married women who want to use prostitution as a means of supporting themselves, explaining that she must turn them away, or run the risk of losing her licence.

    “Married women come here and they ask for work. They can’t even afford breakfast before they [the children] go to school.”

    The BBC reported on a woman named Georgia, a doctor, who also works as an escort to support her family.

    A fully qualified medical professional, she has a private clinic – but currently only treats three patients a week. The peak summer season (read: tourism) experienced in the sex industry there, means that she’s able to keep up with the rent payments on her family home – as well as support her elderly parents.

    “I live a double life and only I can know about it,” says Georgia. “I have applied for jobs in medicine abroad and wait every day in hope of a reply.” (http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-30914039)

    But this line of work isn’t just demoralising. It’s dangerous.

    Over the past four years, Greece has seen a 200 per cent rise in cases of HIV.

    In 2012, in response to the increase in infection, the Greek authorities started releasing photographs of sex workers who had HIV and had been working as prostitutes. Not only did this compromise their safety, it made other women considerably less likely to get tested, in case they were subjected to similar public shaming. This HIV ‘witch hunt’ further stigmatised having an HIV positive status as well as doing nothing to stem the spread of the disease.

    Another reason given for the rise in HIV, is the sheer number of sex workers on Greece’s streets.

    The 150 per cent increase in women working as prostitutes has hugely disrupted the chain of supply and demand. And the volume of available women has created a climate in which competition for business is rife.

    Women, jostling for a finite quantity of clients, are forced to charge less and less. And, of course, clients have vastly reduced spending power due to the financial crsis. The result is an average fee of about €15 (£11).

    Some prostitutes are also starting to offer riskier sex acts that clients will pay more for, such as unprotected sex – which carries a premium price, but is contributing to the rise in HIV.

    I can’t help but think it’s tragic that it took an influx of ‘educated’ women turning to prostitution, for Greece’s legislative issues surrounding sex work to be recognised.

    But it’s clearly essential they’re now brought to the fore.

    And if the need to protect women such as Georgia – not to mention tackling the rise in HIV – isn’t enough to persuade the Greek government to re-examine their archaic prostitution laws?

    Perhaps the economics might be.

    ( http://www.telegraph.co.uk/women/politics/prostitution-the-hidden-cost-of-greeces-economic-crisis/ )

  682. WAGES OF REBELLION (by Chris Hedges)

    Chris Hedges on What it Takes to be a Rebel in Modern Times:

    ( https://www.youtube.com/watch?v=BUgaqJZLwOg )

  683. Teknoloji... Nereden nereye...

    https://twitter.com/glennzw/status/669918303196983297

    “RaspberryPi”nin 58 yıllık öyküsü…

  684. Teknoloji.. Nereden nereye..

    https://twitter.com/glennzw/status/669918303196983297

    “RaspberryPi”nin 58 yıllık öyküsü…

  685. 670 Belki Doktorun Yardım Etmiş
    Zorlamıyorsa doktorun sana amel ilacı vermiştir. Sana çuvalı eve gidene kadar kullanman için vermiştir. Tabii sonuç berbat, sen bilimsel bir mahluksun, bu durumda başka ne beklenir?
    672 XYZ Yerli Malı Matematikçi Dahi
    Yıllarca ücret köleliğinden sonra anacak minik adımlar atılabilir, ve zaten sadece adımların değil beyninde mink.
    Yıllarca zincirle bağlı bir hayat sürenin, zincir olmak isteği beni şaşırtmadı.
    Ama temelde yine kızmışa benzersin. Sen sakinlik, usluluk, terbiyeli olmak, evcilleşmişlik maskelerini çabuk düşürüyorsun.
    Yıllardır seni Batı medeniyetiyle pompalayan hocaların, eski Ulu Şefin Atatürk, yeni Ulu Şefi’in, medya, televizyon EMEK verip seni G. Childe’in ırkçılar merdivenindeki bir basamağa hop diye atlattılar. Seninle şaka edip oynadığım için benim seviyeme inmen sana hiç yakışmıyor.
    Ben, senin gibilere annesinin kuzusu, süt çocuğu, inekleyen denilen bir çevrede büyüdüm. Senin gibi madenleri mumla arardık.Hepsi uslu uslu babalarının “derslerine iyi çalış, oğlum, enayi olma” tahakkümü altında evde ineklerlerdi.
    “senin derdini de hala öğrenemedik”, demen beni sevindirdi. Beni anlamamış olduğuna sevindim. Yoksa senin hakkında bütün düşündüklerimi yalanlamış olacaktın.
    1. Çok kalın kafalı olman;
    2. Emekli olana kadar sadece 70lerde Türkiye’ye giren ve moda olan solculuğa heves etmişsin ama ev ödevlerinden dolayı televizyon ve gazete ötesine gitmemiş olman;
    3. Emekli olana kadar tüm insan dışı, ırkçı, faşist ruhlular arasında yaşamışsın. Okudukların da o yaşamı pekiştirici yazılar. Bu yaşa gelene kadar çalıştığın yerlerde ve günlük hayatta OLANLAR olan tüm pislikleri özümsediğinden, benimsediğinden, ıslah edildiğinden, pisliği insanın doğasında, her zaman, her yerde, doğada, genlerde arıyorsun.
    Not: Böyle faşist ruhlu düşünürler seni çoktan aştılar. Kısacası şu: canlılık suda başlar, hayvanlar canlıdır, insan hayvandan gelmiştir, o halde pislik suda. İspatı için kelli felli, özür dilerim, kalifiyeli bilim-teknik adamı olmaya bile gerek yok. Senin gibi sivri zekalı %? anal-şistler temiz su içtiklerinden, temiz kalpli olup aynada kendi kendine bakıp “zalimlerden olmama adına çaba harcıyorum”, diyebiliyorlar.
    Not: Bu sitedekilerin hepsi sana benzediğinden, bu site de bir çeşit ayna.
    4. Bu konularda çok çaylaksın ve ulu şefin de çaylak olduğundan sana yardım edemiyor.
    5. Ama sayemde ilerleme yapıyorsun: Walter Benjamin’in salak olduğunu araştırıp bulmuşsun. Ayni şekilde daha önce Marshall Sahlins’in de salak olduğunu çakmıştın. Hele şu atalarının 1870lere kadar uzadığını, senin gibi sıradan olmadıklarını araştırıp bulman! Ben senin zekanı ve bilgini denemek istedim. Maşallah yutmadın! Allah seni uslu, terbiyeli, büyüklerine yaltakçı, küçüklerine polislik etmeyi öğretip büyütenlere uzun ömür versin!
    6. Sayemde diğer bir ilerleme daha yaptın: “Nankör bir müritim! Herkesi terk edebilirim!” Aferin işte böyle olmalı. Eski ulu şefinin fitili tükenmiş. Sana sadece ninni söylüyor. Ben sen uyandırıyorum!
    7. Şimdi sana yeni bir ev ödevi ip ucu vereceğim: Medeniyetle her türlü faşizm arasında çok sıkı bağlar var. Sen ve bu sitedeki diğer ırkçı faşist ruhlular medeniyeti savunmayla, “daha iyi kalpliler veya şişe suyu içen”, sadece güler yüzlü olan, sadece bolluk veren, çevreyi kirletmeyen, kelli fellilerin medeniyetini seçiyorsunuz. Modernliğin orta direği Pazar Ekonomisinin çocuklarısınız. En iyi ürünü seçme beyninize işlemiş.
    8. Her kuşak senin gibi sorunları çöze çöze OLANLAR NE GÜZEL OLMUŞ. Temiz su, aylık emklilik (usluluk) maaşı, bolluk, elektrik, televizyon, süpermarket, …, hatta iş işten geçmiş bile olsa, alimlik!
    Her şeyde hayır var ama sende çok daha hayır var.
    İnşallah artık seninle sadece eğlendiğimi, şaka ettiğimi anlarsın!

  686. ben de eğleniyorum… yeni bir mahluk tanımak her zaman eğlenceli olmuştur.

  687. XYZ, destur çek ki dilin dolaşıp patavatsızlık etme. W.Benjamin’e laf söyleyebilecek kalibrede olabilmen için bin fırın ekmek yemen lazım. Ukalalığın böylesine pes doğrusu.

  688. “W. Benjamin 20lerde “güzelliğe eğilim artıyor, bu faşizmin geleceğine bir işarettir.”, der.”
    Hangi bağlamda söylenmiş bilmiyorum, umurum da değil. Ama 1920′ler Almanya’sında bunu yazmışsa bu WB’in salak zamanına gelmiş olmalı, ya da yazanın salaklığına…
    demek 1920′ler Almanya’sında “güzelliğe eğilim arttığı dönem!”

    … Böyle ise.. böyle yazmışsa… Bağlamını bilmiyoruz.. Bu haliyle saçma görünüyor. Aksine yapılacak şey bu cümleyi kanıtlamak.. . Ne bu “kitabıma laf söyletmem” tuhaflığı…
    İkincisi, herkes eleştirilebilir.

  689. 686 ve 688 Bokunda Boncuk Bulan
    Ben senin ne kadar çaylak 17. yüzyılda saplanmış kalmış olduğunla eğleniyorum, sen beni taklitle kendine terapi yapıyorsun.
    En az senin asıl ulu şeflerinin ulu şefleri olan Hobbes, Locke okusan, bir de İLERLEME ve ikiz kardeşi BİLİM afyonunun yutturma tarihine baksan belki bana ihtiyacın kalmaz, kendi salaklığınla kendin eğlenirsin.
    Her halükarda, nihayet senin eleştiriyle ukalallığı karıştırdığını gören bir kişi çıktı. Gönül isterdi, burjuva dünya görüşünün son derece keskin, yerinde, eşsiz denilecek kadar çözümleme ve eleştirisini yapan, ona erişmen için yüz bin fırın ekmek yemen gereken, Marshall Sahlins’i ve benzeri şu an dünyaya egemen düşünceyi ciddiye alıp inceleyen, insanlığımıza dönme çabası gösteren, bolluk çölünde senin gibi ebedi uykuda olanları uyaran, düşünürleri tanıyıp onlara karşı saygılı olan diğer kimseler de çıkıp sana haddini bildirsin.

  690. Tamam bu sayfada herkes birbirine had bildirmeye tam gaz devam ediyor da:

    “Kapitalizm” hastalığına karşı mücadele etmez isek; an gelecek, böyle bir sayfada birbirimize had de bildiremeyeceğiz!

    “Kapitalizm”:

    Bilgeliği bile,

    Irkçılığı bile,

    Irksızlığı bile,

    Emek fetişizmini bile,

    Medeniyet fetişizmini bile,

    Dinciliği bile,

    Ateizmi bile,

    Sahaflığı bile,

    Cahilliği bile,

    Hayvan bedenini bile,

    “Tıp”ı bile,

    Erkek bedenini bile,

    “Farmakoloji”yi bile,

    Kadın bedenini bile,

    “Antropoloji”yi bile,

    Ve hâttâ mutasyona uğrayarak “new model capitalism”i bile;

    paketleyip satmasını çok iyi bilir!

    Ne çok insan var şu sayfada, “kapitalizm” hastalığını hafife alan!

    “The Judean People’s Front”
    veya
    “The People’s Front of Judea” gibi, yani “amip gibi!” bölünmelere devam ediyoruz!

    “Monty Python’s Life of Brian (1979)”
    https://www.youtube.com/watch?v=gb_qHP7VaZE

    Yazık!

  691. Deyim çarpıtması tespit edilen yorum kaldırılmıştır.

  692. Deyim çarpıtması yoluyla küfür tespit edilip kaldırılmıştır.

  693. günümüz entelektüel bilinci geçmiş çağların akıllı “emeği” ile meydana geldi. Edindiklerimizin belki “zerre dışı” kadarı, neredeyse tamamı onların yazdıkları, yaptıklarıdır.
    Kitap kapakları uzmanı ve WB’e laf söyletmem diyenlerin ortak mekanizmaları, kutsal kitap tapınıcılarının düşünme alışkanlıklarının aynısıdır.
    Sorun o insanlara kendi tarihsellikleri içinde değil de, tarihi aşan ve bütüncü iman ile yaklaşılmasıdır. 1920’lerin Almanya’sı. Daha bir yıl önce R. Lüksemburg, Karl L., Tahir Elçi gibi öldürülmüş. Enflasyon fırlamış. Almanya’da daha 1870’lerde siyaset aşağılanıyor; sanatçilar “güzellik” üretimini siyasetten koparmayanı aşağılıyor.
    1. dünya savaşına ait yıkım sürüyor.
    “1907 yılında Viyana’daki resim okulunda okumak üzere şehre ilk geldiğinde genç A. Hitler’i karşılayan zehirli manzara buydu.” 1870’lerden gelen biyolojik ırkçılığın da hakim olduğu hava.
    “innerlichkeit”… “ingilizceye neredeyse çevrilemeyen bir kavramı…” Bu kavram sanatçıların siyasete katılımının hatta bu konular üzerinde yazmasının küçültücü olduğu… ”
    Almanya’nın faşizmi kuruluşunda yatıyor. Almanya faşizminin işaretleri çok geride ve çok sağlam düşünsel alt yapısı var.
    dahilere, büyük sezişli büyük sanatçılara saygı, tapınmakla değil, anlama çabasıyla ve yine haksızlık içerebilecek eleştirel yaklaşımla gerçekleşmeli..
    İçinde yaşadığımız rezalet, benim de gençliğimde nicesini “kutsal kitap” sanarak yapılan siyasete de aittir.
    Ayrıntıda hatalar yapacaksam da, bu yöntem bence tam da anarşistçe değil mi?
    Hiç kimse yönetemez. Hiç kimse kutsal, dokunulmaz değil. Herkes eleştirilebilir. Hiç kimse tüm “hakikati” içeremez, temsil edemez. Hiç kimse anlamadığı kitapları anlamış gibi ukalalık edemez. Bilgisi ile tahakküm arzulayamaz. İktidar, tahakküm, kişisel çıkar beklemeden yapılan tartışmalarda yitirilen karşılıklı saygıyı umursamayan “wahşilik” ile böbürlenenler de sonuçlarına katlanmalıdır.

  694. Deyim çarpıtmasına dayanan küfür sonradan fark edilip yorum kaldırılmıştır.

  695. 695…
    “anal” takıntına ait psikoanalizini bilerek yapmayacağım. Tercih özgürlüğünden yanayım. Cinsel hazzın hangi organla alındığı kişisel bir seçim.
    Çok ama çok anarşist, kitap kapakları uzmanı, insanların cinsel seçim tercihine ait aşağılaman ile kendini alçaltmayı sürdürme. (Ne mal olduğunu da ifşa ediyorsun; ne yazık!)
    O andığın adamları ne kolay unutuveriyorsun; aralarında “anal cinselliği” seçenleri şimdi biz ne yapacağız; aşağılayacağız mı senin gibi?
    Senin sorunun bu; “En azından Yahudilikte, Hrıstiyanlıkta ve Müslümanlıkta imgelere karşı tutum ve Hrıstiyanlıkta ikon düşmanlığı (ikonoklazm) hiç mi duyup merak etmedin.”
    Merak etmedim! Bu tür ve benzeri salaklıkların, nevrotik sapkınlıkların dinsel dünyada çuvalla olduğunu biliyorum. (Senin çuvalın gibi..)
    Gülün adında mevzu neydi. Gülmek! Gülmeyi onaylayan Aristoteles..
    Senin sorunun da bu; insanlık tarihinin dedikodu tarafı ile fazla ilgilenerek, temel süreci ıskalaman. Ömrün bu beyhude bilgilerle aptalca harcandığı için, şimdi bize dönüp onları önemsemediğimiz için öfkelenmen.
    Senin için üzgünüm; gerçekten, hep üzüldüm.
    En başa dönmek kolay değil elbette…

  696. eklemeliyim.
    G. Debord’un gösteri toplumu. Harika bir kitap. Bu senin andığın ikonoklazmi doğrudan analiz eden, çağdaş eleştirellikle hesabını gören bir yazılar toplamı.
    Senin “keçi boynuzu” tadında yıllarını verdiğin ıvır zıvır bilgilerin imbikten geçirilmiş hali; sen çok geç kaldıysan kabahati neden bizde ararsın?
    Kusma eyleminin de bir haz vereceği hiç aklıma gelmemişti…

  697. Hiç kimse yönetemez. Hiç kimse kutsal, dokunulmaz değil. Herkes eleştirilebilir. Hiç kimse tüm “hakikati” içeremez, temsil edemez.

    Siz “herkes eleştirilebilir” sözünüzü yukarıdaki şekilde daha açık izah etmişsiniz.

    Galiba 692’de size cevap veren kişi, “en azından töre’yi eleştirmeyin, en azından ‘ilkel’ ismi ile nitelediğiniz, hakir gördüğünüz cemiyetleri eleştirmeyin, bunlara biraz saygı göstermeyi öğrenin” demek istedi herhalde?

    Kısaca, “anneniz sizin annenizdir, babanız sizin babanızdır. Ara sıra kavga etseniz de, ve hatta sizin özgürlüğünüzü kısıtlamaya yeltense bile, onlara saygı göstermeyi ihmal etmeyin” gibi bir şey demek istemiş olabilir?

  698. 691
    Çok haklısınız.
    Birbirimizi yiyeceğimize beraberce kapitalizma bir ultimatom hazırlayalım. Ben, ültimatoma şu maddelerin eklenmesini öneriyorum:
    1. Bizim bu anti-kapitalist amaç ve çabalarımızı da paketleyip satmayın.
    2. Üretim araçlarını, üç gün, üç hafta, üç ay, üç yıl, kısacası üç zaman içinde şimdiki kalifiyelilerden biz kalifiyelilere ve iyi kalpli kalifiyelilere devredin.
    3. Üç gün, üç hafta, üç ay, üç yıl, kısacası üç zaman içinde, evrim esnasında doğanın, insan doğasının pisliklerinden uzak kalıp bozulmamış iyi kalpli , bencil ama bencil değil (here is that famous “her işde bir hayır vardır” dialectic again) genlilerin yönetitikleri yerel, federal, özerk kapitalizmlere bölüneceksiniz.
    4. Eğer yukarıdakileri reddediyorsanız, hiç değilse, üç gün, üç hafta, üç ay, üç yıl, kısacası üç zaman içinde, bütün tükenmez arzularımızı anında gerçekleştiren, her evde, seks de dahil, elektrik süpürgesi gibi kullanacağımız bütün işleri yapan EMEK robotları yapmanızı istiyoruz.
    Not1 : Şimdi sevişen robotların henüz var olduğunu biliyoruz!
    Not 2: Bu bir kapitalizme karşılık fetişi değil.
    Not 2: Sosyal medyada bizi taklit edenler olacak, sakın inanmayın.
    DEVRİMİ ÖNDEN ÇEKEN, ARKADAN İTEN, OLANLARI NİHAYET GÖREN OTANTİKLER PARTİSİ

  699. 694
    “günümüz entelektüel bilinci geçmiş çağların akıllı “emeği””
    1. Doktorluk ve bilgelikten vazgeçip bankacılığa başladığına sevindim.
    1870, 1907, 1920 Almanya’da OLANLAR.
    2. Bilmediğin konular yerine bildiğin OLANLARI saymanı, daha doğrusu, bilgi-sayarı, olman da iyi bir ilerleme.
    “dahilere, büyük sezişli büyük sanatçılara saygı, tapınmakla değil, anlama çabasıyla ve yine haksızlık içerebilecek eleştirel yaklaşımla gerçekleşmeli..”
    3. Bu da bir gelişme. Gizli de olsa, dediğinde medeniyeti ve getirdiği bolluğa tapanları ve yamaklarını eleştirmeli yatar. Zaten tarih sadece senin gibi saygı değer koca kelle sivri zekalı OLANLAR tarihi. Geriye kalan fazlalıklara çözüm G. Childe Hızırı MERDİVEN. Fazlalıklar MERDİVENE yerleştirilir. Diğer Hızır diyalektikle (aynı suya iki defa basılmaz) de şartlar oluşunca, durum gerektirirse, ileriye hoplatılır.
    ” İçinde yaşadığımız rezalet, benim de gençliğimde nicesini “kutsal kitap” sanarak yapılan siyasete de aittir”
    4. O kutsal kitapların özü neydi? ÜRETİM ARAÇLARINI VE YÖNETİMİ ELE GEÇİRMEK. Ben şimdi bunun yerine sivri kellemden fışkıran, KAPİTALİZM KALSIN AMA ÜRETİM ARAÇLARINI KALİFİYELER ELE GEÇİRSİN VE YÖNETİMİ DE İYİ KALPLİLER ELE GEÇİRSİN, öneriyorum!
    “Hiç kimse, …, Hiç kimse, …, Herkes, … Hiç kimse …”
    5. Ne kadar doğru. Veya düzeni elinde tutanların bunu görseler ne derler: “it ürür kervan yürür”
    Benden bir katkı:
    Dünya tarihinde görülmemiş bir tahakküm altında yaşadığımız çağlarda, hayatı kölelikler köleliği ücret köleliği içinde geçmiş, her yerde (aile, okul, iş yeri, sokak, devlet dairelei, hastane, ….) tahakküm altında yaşamış gönüllü bir kölenin böyle konuşması kendi kendine terapi yapmak ve yine çaylaklığını ele vermek.
    Daha çok fırın ekmek yemen gerekecek.

  700. 697
    Yine sadece salaklığını gösterdin. Ben bu kitabın adını defalarca yazıp sizlerle alay ettim. En son “529 Anonim 15 Kasım 15 / 5pm”de.
    Bu kitabı benim de içinde olduğum basım kooperatif “Black & Red” (Kara ve Kırmızı) 1970’de Fredy Perlman ve diğer arkadaşlar çevirdiler. F. Perlman yıllarca kapı komşumdu ve öldükten sonra birçok kitabını çevirdim. Ben o zaman Fransızca bilmediğimden o projede yer almadım ama hastaneyle ilgili bir piyesde yazdığım kendi rolümün parçasını baskıya veriyordum.
    Yani sen 1970’de devrimci hareketinin seyirciliğini yaparken ben arkadaşlara yardım mahalinde o kitabın düzeltme okumasını yaptım.
    Not: G. Zileli Murray Bookchin’i bir uyarısının Türkçe’sini arkadaşlarımın dünyaca tanınan anarşist Fifth Estate aylığına göndermiş. Onlar da İngilizce’ye çevirmem için Fransa’da bana gönderdiler. Ben böylece: G. Zileli ile tanışmış oldum. Daha önce Türkiye’den onlara gelen birçok yazıları çevirmiştim.
    1993’de Fransa’ya geldiğimde Fransızca bilip okuyan ama Guy Debord’u anlamayanlara yardımcı oldum.
    Sen hem ukala hem de son derece çaylaksın. Ne kadar yeni olduğun zaten devamlı anal-şistliğini (bundaki espriyi de anlamamışsın, bu sadece bir laf oyunu ve esasında senin anarşist değil, dışkı anarşist, sahte anarşist, seyirci anarşist olduğunu simgeler).
    Kaç defa söyledim. Ben bu siteye sadece G. Zileli’yi tanıdığım için girdim. Ve sana ilk yazımda dürüstçe MERKEZÎ İKTİDAR PARADİGMASI’nda yazdıkların benden çok uzak olduğundan girmek istemediğimi ama teknolojiye karşı son derece aptal, en azından son 60-70 yıldır yazılanlardan tamamen habersiz tam bir salak olduğunu gördüm ve bir uyarıda bulundum. Aldığım cevap eğer kapitalistlerin en büyük köpeğinden bile gelse bu kadar güvenlilik taşımazdı. Ancak Guy Debord’un eşsiz seyircisine yakışan cevabın aşağıda:
    TEKNOLOJİ KARŞITLIĞI; TEKNOLOJİDEN VAZGEÇME KONUSUNDA SANIRIM TARTIŞMAK DOĞRU OLMAZ! BU İNSANLIĞIN HİÇ BİR ZAMAN KALKIŞMAYACAĞI BİR ŞEY; SORUN TEKNOLOJİNİN KENDİ DEĞİL; NASIL KULLANILDIĞI… BU DA ÖĞRENİLECEK! 100 YA DA BİN YIL SONRA; ÖĞRENİLMEK ZORUNDA. BU NEDENLE “NASIL KULLANILMALI” SORUSUNA ODAKLANILMASINDAN YANAYIM…
    Bu cevap üzerine daha geniş kapsamlı bir eleştiriyle insan/teknoloji ayırım salaklığının çoktan geride kaldığını söyleyip seninle alay edeceğime günümüze tenkitlerine dokunup bazı yazarların adını da ekledim. Senin teknikle, bilgiyle teknolojiyi karıştıran bir hödük olduğun belli oldu. Karanlıkta bütün inekler siyah olur.
    İşte senin ne kadar kalın kafalı, insanlıktan tamamen çıkmış olduğunu, son 60-70 yıl yapılan eleştirilerden ne adar habersiz olduğunu dile getiren ve senin bir milyon fırın ekmekle erişeceğin Günther Anders’in senin gibi şapşal şapşal severek beklentinin altında yatan insandan nefretini gerçekleştiren “İnsanın Zamanı Geçti” veya “İnsana Gereki Kalmadı” veya “İnsan Artık Demode Oldu” kitabı ve başlangıçta senin gibi soytarılara söyledikleri:
    No Means Is Only a Means.
    The first reaction to the critique to which we shall subject radio and television will sound something like this: such a generalization is not permitted; what is of interest is exclusively what we do with these instruments, how we use them, for what purposes we use them as means: good or bad, human or inhuman, social or antisocial.
    We have all heard this optimistic argument—if we can be permitted to use such an expression—which is a legacy of the era of the first industrial revolution; and in all of its lairs it still lives on with the same unreflective superficiality.
    “Hiç bir araç sadece araç değildir.
    Radyo ve televizyon eleştirildiğinde ilk tepki şöyle olabilir: böyle genelleştirmeler tartışma götürmez; asıl olan bu araçlarla ne yaptığımız, nasıl kullandığımız, hangi amaçlarla kullandığımız: iyi ya da kötü, topluma yaralı ya da zararlı.
    Eğer şöyle ifademize izin verilirse, bu iyimser argümanları hepimiz duyduk, bunlar ilk endüstri devrinden kalan miraslar. Bu düşünce, akılsızlık ve satıhsallıktan kalan o mirasın gizli barınaklarında hala yaşarlar.”
    Bu yazımı sana “344 Anonim 26 Ekim 15 / 9pm”de yazdım ve ekledim:
    Sayısız Anders’e benzer fikirler savunan, dünyaca tanınan ve okunan J. Ellul, L. Mumford, I. Illich, B. Charbonneau, F. PERLMAN, J. Camatte, M. Sahlins, D. Watson, Joseph Weizenbaum, Theodore Roszak, Mircea Eliade ve diğer yüzlerce örnek de var. Bunlar sadece bu fikri savunanların satıhsal olduğunu söylemekle kalmaz kim olduklarını da ifşa ederler.
    Not: F. PERLMAN’ı bilerek büyük harfle yazdım.
    Haydi insan dışı olmuş, cahilliği kendini kudurtan çıkar yine cebinden burjuva özgürlük hakkını!

  701. Kafayı yediğinin farkındaydım da bu ölçülere vardığını bilmiyordum. Açıkladığın iyi oldu.

  702. Sayın (pipsqueak) 699'a ve 701'e

    Sayın “pipsqueak” 699 ve 701,

    Siz hâlâ “üretim araçlarının mülkiyetinin kimde olacağı?” sorunsalında kalmış iseniz (umarız takılıp kalmamışsınızdır!) yandı gülüm keten helva!

    “Microsoft” isimli yazılımın (ve ne yazık ki “şirketokrasi”nin!) kurucularından olan ve şu an “sadece matematiksel beyinle yaşamaya programlanmış robot insanlar yetiştirmek!” amacıyla philanthropy faaliyetlerine dünya genelinde devam eden, göbeği haşmetli kapitalist “Bill Gates” ne demişti:

    {{…

    === Bill Gates says that capitalism cannot save us from climate change ===

    The world’s richest man, Bill Gates, has said that the private sector is too selfish and inefficient to produce effective energy alternatives to fossil fuels.

    While announcing his plan to spend $2 billion of his own wealth on green energy during an interview with The Atlantic, the Microsoft founder called on fellow billionaires to help make the US fossil-free by 2050 with similar philanthropy.

    He said:

    “There’s no fortune to be made. Even if you have a new energy source that costs the same as today’s and emits no CO2, it will be uncertain compared with what’s tried-and-true and already operating at unbelievable scale and has gotten through all the regulatory problems.

    Without a substantial carbon tax, there’s no incentive for innovators or plant buyers to switch.

    Since World War II, US-government R&D has defined the state of the art in almost every area. The private sector is in general inept.

    The climate problem has to be solved in the rich countries. China and the US and Europe have to solve CO2 emissions, and when they do, hopefully they’ll make it cheap enough for everyone else.”

    In recent years, China has surged ahead of the US and Europe in green investment, despite remaining the world’s most polluting country in terms of fossil fuels.

    Between 2000 and 2012, China’s solar energy output rose from 3 to 21,000 megawatts, rising 67 per cent between 2013 and 2014. In 2014 the country’s CO2 emissions decreased 1 per cent.

    Meanwhile, Germany’s greenhouse emissions are at the lowest point since 1990, and the UK has seen a decrease of 13.35 per cent in emissions over the last five years, according to official quarterly statistics from the Department of Energy & Climate Change.

    Kaynak:
    ( http://www.theatlantic.com/magazine/archive/2015/11/we-need-an-energy-miracle/407881/ )

    …}}

    Peki;
    Bir başka göbeği haşmetli kapitalist “Ali Koç” ne demişti:

    {{…

    Ali Koç: “Eşitsizliği gidermek için kapitalizmin ortadan kalkması gerek” dedi.

    (14 Kasım 2015)

    Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri bir araya getiren G20 zirvesi öncesinde dün Antalya’da iş dünyasının zirvesi B20 ve çalışma hayatına yönelik L20 toplantıları vardı.

    Paris’ten gelen terör haberleri gündemin ilk sırasına yerleşirken, İş dünyası ve Sivil Toplumla Diyalog toplantısında konuşan B20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç, sorunların kaynağına vurgu yaparak, “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir” dedi.

    Koç, “Bill Gates diyor ki, 100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak” diye konuştu.

    “Küreselleşmenin insan tarafı yok” diyen Koç sözlerini şöyle sürdürdü: “İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük göç dalgasıyla karşı karşıyayız. 60 milyon insan evini terk etti ve kötü insan hakları altında düşük ücretlerle çalışmaya hazırlar. Burada özgür olarak serbest olarak dolaşamayan tek unsur insan.”

    İkinci Dünya Savaşı’na göre gelirin 50 kat arttığını, ancak gelir dağılımına bakıldığında büyük bir ayrım olduğunu söyleyen Koç, “Buradaki eşitsizliği anlamak için Einstein olmaya gerek yok” diyerek şöyle devam etti: “Eşitsizliği asgari düzeye indirmek için yapılacak çok fazla senaryo var. Paradigmalar değişmeli” dedi.

    Diğer yandan toplantı sonrası sendikacılar arasında Türk İş’in başına Ali Koç’u getirelim konuşmaları geçti. Sendikacılar, Koç’un işçi haklarını savunan açıklamalarını överek “Ali Koç Türk İş Başkanı olsun” dediler.

    KUZEY-GÜNEY FARKI BÜYÜYOR

    Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç, Kuzey yarım küre zenginleşirken güneyin çok farklı durumda olduğunu ve bu durumun devam edeceğini de vurguladı.

    DiSK Başkanı Kani Beko’nun konu hakkındaki görüşleri:

    Ali Koç’un işçi haklarını öne çıkaran konuşmalarıyla ilgili “Bana göre bunun panzehiri sendikalaşmadır. Ekonomilerde eşitsizlik arttıkça, sefalet, işsizlik arttıkça radikal eğilimler de artıyor. Terör olaylarını artık bu kadar çok görmemizin bir nedeni de bu. Artık iş dünyası da bunun farkında” dedi. Beko, asgari ücret tartışmalarıyla ilgili ise “Bize göre asgari ücret yoksulluk sınırı baz alınarak artırılmalı. Başbakan Ahmet Davutoğlu bizimle yedi saat süren toplantısında, asgari ücretin 1300 TL’ye kesin olarak çıkarılacağını söyledi. Ama bunun nasıl yapılacağıyla ilgili ayrıntı vermedi. Asgari ücret artışı daha sonra bize vergi artışı ya da başka yollarla geri dönmesini istemiyoruz” diye konuştu.

    ( http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/418827/Ali_Koc__Kapitalizmin_ortadan_kalkmasi_gerek.html )

    …}}

    ********************

    Sayın “pipsqueak”; göbekleri haşmetli iki kapitalistin yakın zaman önce söylediklerini yukarıda okudunuz!

    Ve “kapitalizm” sayesinde göbekleri şişmiş olan “kapitalistlerin”, kapitalizme karşı açıklamalar yapmasının; “sol’cu geçinenler” için ne büyük bir hayâlkırıklığı olduğundan, ne devasa bir ironi olduğundan da bahsettik! Yukarıda yazdıklarımızı tekrar okuma zahmetine girerseniz şahit olursunuz! (“530” numaralı “15 Kasım” tarihli metnimizi tekrar okumanızı tavsiye ediyoruz sayın “pipsqueak!)

    28 Mayıs 2015’ten beri, bizler (yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar!) bu sayfada ne için haykırıyoruz sayın “pipsqueak” ?!

    Yazdığımız onlarca metinden hiçbir şey anlamadınız mı sayın “pipsqueak” ?!

    “‘Devlet’ isimli mekanizmaya karşı yürüttüğümüz mücadelenin aynısını ‘şirketorkasi’ye karşı da yürütmek zorundayız!” diye bağırmaktan ses tellerimiz yırtıldı; siz sayın “pipsquek”; bizleri (yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ları!) devlet kıçı yalayıcısı, Stalinist politbüro heyulası neferi zannettiniz!

    Plazalarda C.E.O. kıçı yalamaya mecbur bırakılan, plazalarda C.E.O. kıçı yalamak için okullara, liselere, üniversitelere, yüksek lisanlara, “doktora programlarına” gönderilen bizlerin (yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların!) HİYERARŞİNİN HER TÜRLÜSÜNE KARŞI OLDUĞUNU görmediniz, görmek istemediniz sayın “pipsqueak”! Ve utanmadan; bizleri (yani olmaktan nefret ettiğmiz “Beyaz Ya-LA-ka”ları!) Stalinist politbüro heyulası neferi zannettiniz!

    Yazık ki ne yazık!

    J. Ellul, L. Mumford, I. Illich, B. Charbonneau, F. PERLMAN, J. Camatte, M. Sahlins, D. Watson, Joseph Weizenbaum, Theodore Roszak, Mircea Eliade, Günther Anders ve yüzlerce ismi, kitabı, referansı İLK KEZ SİZİN SAYENİZDE ÖĞRENDİK, İLK KEZ SİZİN SAYENİZDE TECRÜBELENDİK diye yukarıda defalarca yazdık; ama tek yaptığınız taş atmak oldu sayın “pipsqueak”!

    Yazık ki ne yazık!

    Ne çok insan var şu sayfada, “kapitalizm” hastalığını hafife alan!

    “The Judean People’s Front”
    veya
    “The People’s Front of Judea” gibi, yani “amip gibi!” bölünmelere devam ediyoruz!

    “Monty Python’s Life of Brian (1979)”
    https://www.youtube.com/watch?v=gb_qHP7VaZE

    Yazık ki ne yazık!

    === ŞİMDİ ===

    Soru: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    Cevap: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!

    Unutmayınız sayın “pipsqueak”:
    10 Ekim Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; “anlı-şanlı!” sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihlerinde ülke çapında “grev” duyurusu yapmıştı. Bu “grev”e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!

    Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Kapitalizme karşı mücadele etmediğimiz sürece; an gelecek, Gün Zileli’nin sitesinde birbirimizin kafasına taş da atamayacağız! Çünkü: O taşların hepsi kapitalistler tarafından paralı hâle getirilecek!

    TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ???!!!

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    Cevabımızın tamamı için adres:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

  703. deyim çarpıtmaları yoluyla hakaretler yayınlanmayacak.

  704. G. Zileli,
    Yine tek cümlelerle durumu halletmeye ve bana hakarete çevirdin.
    Guy Debord’un ilk defa İngilizce’ye F. Perlman ve arkadaşları tarafında yapıldığı mı yanlış?
    Fifth Estate ve F. Perlman ile uzun arkadaşlığımız mı yanlış?
    Seninle tanışmamızın benim Bookchin’e yazdığın uyarıyı İngilizce’ ye çevirdiğim ve bu vesileyle tanıştığımız mı yanlış?
    Son 60-70 yıl bilim ve teknolojinin sadece ekolojik hasarları değil, felsefi varsayımlarının, doğayı doğa kaynağı görüp enstrumanlaştırdığının eleştrildiğini söylememde mi yanlışlık buluyorsun?
    Bunlar açıklamadan “benim kafayı yemiş olmamı” ileri sürmen ama aynı zamanda ilkelleri hor gören apaçık faşist ruhlu, ırkçı, medeniyeti göklere çıkaranlara uyarıda bulunmayışın biraz tuhaf değil mi?
    Yaptığım “Against His-Story”nin tercümemin Tükçe okuma düzeltmelerini üstlenmedin mi?
    Diğer bazı konularda benim tercümelerimde yine Türkçe okuma düzeltmelerini yapıp Türkiye’ye göndermedin mi?
    Daha sonra yaptığını ben bizi ziyarete gelen Fredy Perlman’ın karısı Lorraine Perlman’a anlattığımda, ilk dediği “these people are old hands in exploiting other people’s labor, but if they claim to be anarchist nothing can be done about it.” (bunlar başkalarının emeğini sömürmede eski kurtlar, eğer anarşistim diyorlarsa yapılacak bir şey yok.) Senin bu ticaretçi ruhunu o zaman görmüştüm ve hala devam ediyorsun.
    Zaten eski dalkavukluğunu yaptığın Perinçek’in senin gibi aslında tüccar olduğunu iş işten geçtikten sonra ve senin kıçına tekme attıktan sonra ifşa ettin.
    Ben o herifi senden duydum ve İnternet’de aradım. İşte senin için, hatırladığım kadar, söyledikleri:
    “Ben Anadolu çocuğuyum. O gitmiş ibneleri savunuyor!”
    İlk düşündüğüm senin de onun kadar adi olduğun için onun adiliğini görmemiş olman.
    Fredy Perlman ve Fifth Estate ve ben, senin gibi gururla facebok, twatter ve youpoopda yer alanların yüzüne tükürürdük ve tükürüyorum.
    Senin açık açık ırkçı ve faşistler gık çıkarmaman senin kim olduğunu çok güzel gösteriyor. Aynı malsınız.
    Bana seni Zurich’de gören bir Mao’cu Türk seninle iki saat konuştuktan sonra , Cenevre’de örgütleşmeye karşı biri var dediğinde iki saat sonra benim ilk dediğimi sen ilk defa ve sesini kısarak ” ben de karşıyım”, demişsin.
    Eski marksist-leninist-falan filanist adi taraftar toplama politikıcılık senin kanında artık. G. Zileli,
    Yine tek cümlelerle durumu halletmeye ve bana hakarete çevirdin.
    Guy Debord’un ilk defa İngilizce’ye F. Perlman ve arkadaşları tarafında yapıldığı mı yanlış?
    Fifth Estate ve F. Perlman ile uzun arkadaşlığımız mı yanlış?
    Seninle tanışmamızın benim Bookchin’e yazdığın uyarıyı İngilizce’ ye çevirdiğim ve bu vesileyle tanıştığımız mı yanlış?
    Son 60-70 yıl bilim ve teknolojinin sadece ekolojik hasarları değil, felsefi varsayımlarının, doğayı doğa kaynağı görüp enstrumanlaştırdığının eleştrildiğini söylememde mi yanlışlık buluyorsun?
    Bunlar açıklamadan “benim kafayı yemiş olmamı” ileri sürmen ama aynı zamanda ilkelleri hor gören apaçık faşist ruhlu, ırkçı, medeniyeti göklere çıkaranlara uyarıda bulunmayışın biraz tuhaf değil mi?
    Yaptığım “Against His-Story”nin tercümemin Tükçe okuma düzeltmelerini üstlenmedin mi?
    Diğer bazı konularda benim tercümelerimde yine Türkçe okuma düzeltmelerini yapıp Türkiye’ye göndermedin mi?
    Daha sonra yaptığını ben bizi ziyarete gelen Fredy Perlman’ın karısı Lorraine Perlman’a anlattığımda, ilk dediği “these people are old hands in exploiting other people’s labor, but if they claim to be anarchist nothing can be done about it.” (bunlar başkalarının emeğini sömürmede eski kurtlar, eğer anarşistim diyorlarsa yapılacak bir şey yok.) Senin bu ticaretçi ruhunu o zaman görmüştüm ve hala devam ediyorsun.
    Zaten eski dalkavukluğunu yaptığın Perinçek’in senin gibi aslında tüccar olduğunu iş işten geçtikten sonra ve senin kıçına tekme attıktan sonra ifşa ettin.
    Ben o herifi senden duydum ve İnternet’de aradım. İşte senin için, hatırladığım kadar, söyledikleri:
    “Ben Anadolu çocuğuyum. O gitmiş ibneleri savunuyor!”
    İlk düşündüğüm senin de onun kadar adi olduğun için onun adiliğini görmemiş olman.
    Fredy Perlman ve Fifth Estate ve ben, senin gibi gururla facebok, twatter ve youpoopda yer alanların yüzüne tükürürdük ve tükürüyorum.
    Senin açık açık ırkçı ve faşistler gık çıkarmaman senin kim olduğunu çok güzel gösteriyor. Aynı malsınız.
    Bana seni Zurich’de gören bir Mao’cu Türk seninle iki saat konuştuktan sonra , Cenevre’de örgütleşmeye karşı biri var dediğinde iki saat sonra benim ilk dediğimi sen ilk defa ve sesini kısarak ” ben de karşıyım”, demişsin.
    Eski marksist-leninist-falan filanist adi taraftar toplama politikıcılık senin kanında artık.

  705. deyimleri çarpıtarak yapılan küfürleri yayınlamıyoruz.

  706. Deyim çarpıtmaları yoluyla yapılan küfürleri yayınlamıyoruz. Daha önce dalgınlıkla yayınladıysak onları da ilk fırsatta sileceğiz. Admin.

  707. Yine böbürleniyorsun. Yine bir takım isimlerin gölgesinde, kendi gölgenmiş gibi algı yaratma amaçlı yazıp duruyorsun.
    Guy Debord. 20 yıl önce okudum Her görüşüne katıldığımı mı zannediyorsun? Senin gibi puta tapınıcı değilim. İkonoklast da değilim ama putsevicilerden de tiksinirim.

    Görüşüm açık, bilim ve teknoloji tam aksine insanı-insanlığı ve tabiatı da koruyabilecek imkânları taşır. Hele 7-8 milyarı bulmuş insanın yaşadığı bir dünyada bu zorunludur. Yalnızca beslenmek için bile.
    İkincisi yeni işçi sınıfı var olan bildik işçi sınıfından daha yalaka, daha aciz, daha korkak, daha sefil, daha çanak yalayıcı değil!
    O uyduruk işçi sınıfı ikonlarını da yıksak iyi olacak!
    *
    Utandın mı? Anüs’ün anlamını bilmiyor musun? Anal da anüse ait olan. Yazdıkların Feçes’e ait ve Feçes-şist yazmalıydın. Senin gibi çok dilli bir züppe için, tam da çok bilmiş olduğun için bu hata bağışlanamaz! En iyimser yorumla bilinçaltı dil sürçmesi sınıfına girer. Kıvırma. Maço ruhunu ele verdiğin için üzgün müsün? Zaten tüm üslubun maço! Tipik erkek ego okunur yazdıklarında. Hakkı olmayan saygıyı elde etmek için karşındakini aşağılamaktan başka çaren yok mu? Bizim aşağı mahallenin erkeği gibi kelimelerinin yarısı dümdüz hakaret içeriyor. Cümlenin içinde aşağılama, hakaret içeren kurgu bile kuramıyorsun.
    O andığın kitapları okumuş, anlayan bir ışık yok sende. Gölgelerinde yaşıyorsun. Yalnızca gölgenin büyüklüğünü anlatıyorsun.
    *
    Ben bu sitede öğrenmeye geldim. Öğrendiklerimi anlatmaya çalışıyorum. Değersiz mi? Senin için olabilir! (Tuhaf, aylardır cevap vermeye kalkıştığına göre o kadar değersiz değil ama değersizleştirmek için yırtınıyorsun..)
    Ki sana bakınca, hayatım boyunca bu züppeliklerle, özünde değersiz düşünceleri ile kurmaya çalıştıkları bilgi tahakkümünü gördükçe; İngilizce, Fransızca olunca saçmalıklarının değerli olduğunu öne sürenlerin ahlaksızlığını yaşadıkça asıl değersizliğin, örtük faşizmin daha çok farkına varıyorum. Daha çok biliyorsan, anlat öğrenelim; hakaret cümleleri kurma motivasyonunun yarısı bile yok bildiklerini ifade etmeye; o zaman da bildiklerin kuşkulu hale geliyor; ve seni aşağılamakta bir engel göremiyorum; buna kızmaya da hakkın yok! Kendini dürüstçe ifade etmiyorsun!
    *
    Sana yanıt yazıyorum; egzersiz yapıyorum. “Lan ben bu tek dilimle bu adamın saçmalıklarını yüzüne vuruyorsam, demek ki sorun dilde değil, anlamakta! Geleni ve gideni! Öğrenme aşkı ya da gösteri züppeliğinin kofluğunu…”
    Aynı kişi olmalısın; “aşı yaptırır mısın, stent taktırır mısın” diye sorduğumda yine beyninin nasırına basılmış gibi tuhaf sesler çıkartmıştın.
    Konudan, konuya atlayıp, bilgiçlik taslıyorsun. Yukarıdaki soru ne oldu? Çocuğuna kızamık, polio, difteri.. aşısı yaptırır mısın? Anjiyo yaptırdın mı? Hiç antibiotik kullandın mı?
    Ne oldu W. Benjamin? O saptaması çok gecikmişti ve o zaman için artık sığ değil miydi?
    ***
    Anca kitap kapakları, anca derinine inemediğin, bağlantılarını çözemediğin, sentez yapamadığın çuvalına doldurulmuş bilgi yığınağını önümüze tozu, toprağı ile dökmek.
    Hiç bir konuda yoğunlaşamıyorsun. Kendine saygın olduğundan kuşkuluyum; kimseye yok çünkü. Ne çok bildiğini ispatlamak adına daldan dala atlıyorsun. Her iddianı kusuyor, ortalığı kirletiyor, yeni kusmuk edinmek üzere çekip gidiyorsun.
    **
    Örneğin konuşalım WB’in o sözünden yola çıkarak Alman faşizminin tarihsel köklerini.
    Ya da bilim-teknolojinin vazgeçilemez olup olmadığını…
    *
    Ama acelen var; ishalsin, gaz basıncın artmış; boşaltıp gitmelisin.
    Her ne biliyorsan bil; en başında yönteminle bilgilerini ve kendini değersizleştiriyorsun.

  708. Sayın Zileli'ye (Verita söyleşisi)

    Sayın Zileli,

    Verita söyleşisinde ( https://www.youtube.com/watch?v=RiX5e8hOj2s )

    55. dakikadan itibaren, uzun sakallı beyefendinin söyledikleri çok önemli!

    Sizin “K.O.B.İ.” kavramından haberiniz olmadığını öğrenince çok şaşırdık sayın Zileli!

    Bakınız: Artvin’den Ankara OSTİM’e kadar, Ağrı’dan Bursa’ya kadar, Antep’ten Çorlu’daki “Avrupa Serbest Bölgesi”ne kadar, Sivas’tan Çerkezköy’e kadar, İskenderun limanından İzmir’e kadar; bu ülkedeki bütün “organize sanayi bölgelerinde” yapmadığımız saha araştırması kalmadı!

    Hâlâ bu saha araştırmalarına devam ediyoruz! Çünkü; Maslak’taki plazalarda, kıçlarını yalamaya mecbur bırakıldığımız uluslararası C.E.O.’ların yeni yatırım (sömürü!) plânlarının altyapısını oluşturmak ve plazalara taze kanlar devşirmek için bu saha araştırmalarını yapmaya mecbur bırakılıyoruz! Videodaki uzun sakallı beyefendi; zamanınızın kısıtlı olması sebebiyle birkaç dakikalığına “K.O.B.İ.”lerden bahsedip geçmiş ama işaret ettiği oluşumlar çok mühim!

    Sadece AKP’nin hüküm sürdüğü “devlet” mekanizmasından bahsetmiyoruz; “şirketokrasi” hastalığının nasıl bir manivela gibi kullanıldığını da sizlere işaret etmek için çırpınıyoruz!

    Sizlere TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON başta olmak üzere; “şirketokrasi”nin hükümranlığını pekiştirmek için böyle karteller kurduğunu boşuna anlatmıyoruz!

    İşçinin emekçinin bayramı dedikleri “1 Mayıs”larda; TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor?! diye boşuna sormuyoruz!

    Ve ayrıca:
    Gözlüklü beyefendi “24 Ocak 1980 kararları”ndan bahsetti. (56. dakika 24. saniye)

    Hiç merak edip, o meşhur “24 Ocak kararları” nedir, araştırdınız mı sayın Zileli?!

    Dünyada hiçbir askeri cunta; darbeyi yapmadan önce “ekonomik manâda kendini garantiye almadan” darbeye girişmez!

    “24 Ocak kararları”; darbenin “ekonomik prelude” idi! Ve bu kararları hazırlayan kurulun başındaki şahıs neo-conservative “Turgut Özal”dı!

    Sizin tavrınıza dikkat ettik; 58. dakika 59. saniyede hemen konuyu değiştirdiniz! Yazık!

    Bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların ikazlarını; ümit ederiz artık ciddiye almaya başlarsınız sayın Zileli!

  709. yorumlarınızı hakaret içermeyen şekilde yazınız. Yoksa yayınlanmayacaktır.

  710. ciddiye almamanızı tavsiye ederim.

  711. sırf sansür etmiş durumuna düşmemek için yayınlıyorum.

  712. Senin bana hakaretlerin hakaret değil galiba!

    1. Sayın Zileli
    İngiltere’den Türkiy’ye Anarşistliğin ithalini ilk defa yapmanızla Türk politika yaşamına yaptığınız katkı sonsuz.
    Şu XYZ beni ciddiye almamayı tavsiye ettiğin yamağına bu yazıyı çevir. Bu bu arada sen de bişey öğrenmiş olursun.
    Nothing could be more alien to the manner in which the Indians of Amazonia conceive their relations with the entities upon which they feed. For the Achuar, for example, it would be meaningless to speak of “agricultural production” or “hunting production,” as though the aim of those activities were to bring into being a consumable product that would be ontologically dissociated from the material from which it came—even if such operations may come to be quantified and assessed vis-à-vis the potential productivity of resources,…
    Not: beni ciddiye almamyı tavsiyen sorularıma cevap verememeni gösterir.
    Irkçıları ciddiye alan ve katılan senin beni ciddiye almaması kişilik XYZ gibi her şeyi kişiliğe çevirme.
    Galiba politically correct site süslerini unuttun:
    Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.
    İlk yazıma karşı hiç bilmediğin bir konuda aynı şekilde kişiliğime hakaretle cevap verdin. Bu sende bana karşı ancak bir kin olduğunu gösterir.
    2. Ulu Roman ve Anaşist Yazar Üstadı G Zileli
    Bu defa hem sen hem de imdadına geldiğin XYZ’ye tıpatıp uyan bir alıntı.
    Sizlere yollarını şaşırtan Marks ile hemen hemen yaşdaş.
    ” … quailities, Andrei Semyonovich really was rather stupid. He adhered to the cause of progress and ‘our younger generations’ as kind of enthusiastic pastime. He was one of that countless ” and multifarious legion of vulgar persons, sickly abortions and half-educated petty tyrants who like a flash attach themselves to those current ideas that are most fashionable in order, again like a flash, to vulgarize them, caricaturing the very cause they seek to serve, sometimes with great genuineness.”
    Fyodor Dostoyevski Suç ve Ceza
    Lütfen sen bu öeviri ticareti alanında aşırı yetenekli olduğundan, o sana, senin Perinçek’e yaptığın gibi yaltakçılık eden XYZ’ye tercüme et. Tabii sana da faydalı olacak.
    3. Çevirici Uzmanı Zileli’ye
    Time and again for more than two millennia the people we call “Western” have been haunted by the specter of their own inner being: an apparition of human nature so avaricious and contentious that, unless it is somehow governed, it will reduce society to anarchy. The political science of the unruly animal has come for the most part in two contrasting and alternating forms: either hierarchy or equality, monarchial authority or republican equilibrium: either a system of domination that (ideally) restrains people’s natural self-interest by an external power; or a self-organizing system of free and equal powers whose opposition (ideally) reconciles their particular interests in the common interest. Beyond politics, this is a totalized metaphysics of order, for the same generic structure of an elemental anarchy resolved by hierarchy or equality is found in the organization of the universe as well as the city, and again in therapeutic concepts of the human body. I claim it is a specifically Western metaphysics, for it supposes an OPPOSITION BETWEEN NATURE AND CULTURE that is distinctive of our own folklore—and contrastive to the many peoples who consider that beasts are basically human rather than humans basically beasts. These peoples could know no primordial “animal nature,” let alone one that must be overcome. And they have a point, inasmuch as the modern human species, Homo sapiens, emerged relatively recently under the aegis of a much older human culture. By our own paleontological evidence, we too are animal creatures of culture, endowed with the biology of our symbology. The idea that we are involuntary servants of our animal dispositions is an illusion—also originating in the culture.
    It goes against the current grain too—I mean here the exigent postmodern cravings for indeterminacy—to make extravagant claims for the uniqueness of the Western ideas of man’s innate wickedness. I should qualify. Similar notions might well be imagined in state formations elsewhere, insofar as they develop similar interests in controlling their underlying populations. Even Confucian philosophy, for all its suppositions that men are inherently good (Mencius) or inherently capable of the good (Confucius), can come up with alternate views of natural wickedness (Hsün Tzu). Still, I would argue that neither the Chinese nor any other cultural tradition can match the sustained Western contempt for humanity: this long-term scandal of human avarice, together with the antithesis of culture and nature that informs it.
    I begin, however, with the much more robust connection between the political philosophies of Hobbes, Thucydides and John Adams. The curious interrelations of this triad of authors will allow us to sketch the main coordinates of the Metaphysical Triangle of anarchy, hierarchy and equality. For as different as were their solutions to the fundamental problem of human evil, both Hobbes and Adams found in Thucydides text on the Peloponnesian War, notably his gory account of the revolution at Corcyra, the model of their own ideas of the horrors society would suffer if mankind’s natural desires of power and gain were not checked—by a sovereign power said Hobbes, by a balance of power said Adams.
    KİTABIN SON PARAGRAFLARI
    As it is for sex, so for other inherent needs, drives or dispositions: nutritional, aggressive, sociable, compassionate—whatever they are, they come under symbolic definition and thus cultural order. In the occurrence, aggression or domination may take the behavioral form of, say, the New Yorker’s response to, “Have a nice day”—”DONT TELL ME WHAT TO DO!” (Benden not: bana o salağın senden öğrendiği anal-şitliğini hatırlattı) We war on the playing fields of Eton, give battle with swear words and insults, dominate with gifts that cannot be reciprocated or write scathing book reviews of academic adversaries. Eskimo say gifts make slaves, like whips make dogs. But to think that, or to think our proverbial opposite, that gifts make friends—a saying that like the Eskimos’ goes against the grain of the prevailing economy—requires that we are born with “watery souls,” waiting to manifest our humanity for better or worse in the meaningful experiences of a particular way of life. Not, however, as in our ancient philosophies and modern sciences, that we are condemned by an irresistible human nature to look to our own advantage at the cost of whomever it may concern and thus menace our own social existence.
    It’s all been a huge mistake. My modest conclusion is that Western civilization has been constructed on a perverse and mistaken idea of human nature. Sorry beg your pardon; it was all a mistake. It is probably true, however, that this perverse idea of human nature endangers our existence.
    Senin gibi kendine dev aynasında gören yüzde bilmem kaç anarşist olan XYZ’ye Marshall Sahlins’in “The Western Illusion of Human Nature” kitabından bu alıntının sadece son paragrafını çevirip gönderdim. %? azılı anarşist XYZ Marshall Sahlins’i bile aptal buldu. Ve sen onundevamlı tamamıyla ırkçı laflarını gık bile demedin. Ne mal olduğun belli.
    Aynı %? azılı anarşist XYZ’ye aşağıdakini de gönderdim, senin gibi devrimci artisliğine meraktan anlamadı bile. Senin gibi twatter veya facebokta benzerini görmüş olmalı.
    Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization. —Ibn Khaldun on nomads

  713. Sayın (XYZ) 706'ya

    Sayın “XYZ” 706,

    [yeni işçi sınıfı var olan bildik işçi sınıfından daha yalaka, daha aciz, daha korkak, daha sefil, daha çanak yalayıcı değil!
    O uyduruk işçi sınıfı ikonlarını da yıksak iyi olacak!] yazmışsınız.

    Diyelim ki yazdığınız doğru. Diyelim ki varsayımınız tutarlı. Gerçi sizin hiç ama hiç “özel sektör sömürücülüğü!” tecrübeniz yok gibi gözüküyor ama neyse, konuyu dağıtmayalım.

    Peki:

    “Kapitalizm”i ortadan kaldırmak için,
    Kapitalizmin kuluçka merkezlerinde yetişen “şirketokrasi’nin (corporatocracy)” kökünü kazımak için neler yapılabilir?! diye soru sorduk. Yukarıda “544” numarada sayın “ogürsel” isimli şahıs şu cevabı verdi: [Yerel, federal, özerk, öz yönetimler. Hepsi de kapitalist olabilir hem de!
    Ama her bir özerk yönetim kendi içinde küçük özerk birimlere izin verecek! Bu “küçük” özerk birimler, komünal, anarşist, öz yönetimci olabilir… Bu birimler çoğaltılabildiği, kendi kendini iyi yönettiğini kanıtladığı ölçüde süreç ilerleyebilir.]

    Hâlâ ama hâlâ utanmadan, arlanmadan [kapitalist olabilir hem de!] yazabiliyorlar!
    Defalarca uyardık, klavyenin tuşlarına basmaktan parmaklarımız kanlar içinde kaldı: KAPİTALİZMİ ÖKSÜRMEYE BAŞLAMADIĞINIZ SÜRECE HİÇBİR ŞEYİ DEĞİŞTİREMEZSİNİZ! DEĞİŞTİREMEYİZ!

    Sizlere haykırmaktan ses tellerimiz yırtıldı, parmaklarımız kanlar içinde:

    (1970’ler, 80’ler, 90’lar da dahil olmak üzere) 2000’lerin gelmekte olan “gençlik myth”i; tam manâsıyla kapitalist zihniyetin dayatmasıyla dizayn edilmiştir! Bu gençlere sayın “ogürsel”in “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladı da dahil!

    Bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar aradığımızı size tekrar hatırlatıyoruz sayın “XYZ”!

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    BUGÜN:
    EN BAŞTA BÜTÜN İ.İ.B.F.’LERİ,
    MÜHENDİSLİK FAKÜLTELERİNİ,
    “ÖĞRETMEN YETİŞTİRDİĞİNİ İDDİA EDEN!” EĞİTİM FAKÜLTELERİNİ,
    TIP FAKÜLTELERİNİ,
    VE YÜZBİNLERCE EĞİTİM KURUMUNU;
    TEHDİT EDEN TEHLİKELER AŞAĞIDA LİSTELENMİŞTİR:

    Thomas Hobbes!
    Adam Smith!

    Ayn Rand!
    https://www.aynrand.org/
    http://atlassociety.org/

    Ludwig von Mises!
    https://mises.org/

    Murray Rothbard!
    Friedrich Hayek!
    Robert Nozick!
    Milton Friedman!

    http://www.libertarianism.org/
    http://www.3hhareketi.org/
    http://www.ikincicumhuriyet.org/
    http://www.gencsiviller.net/
    http://www.liberal.org.tr/
    http://serbestiyet.com/
    http://www.derindusunce.org/
    http://www.mustafaakyol.org/

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    === ŞİMDİ ===

    Soru: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    Cevap: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!

    Unutmayınız sayın “XYZ”:
    10 Ekim Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; “anlı-şanlı!” sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihlerinde ülke çapında “grev” duyurusu yapmıştı. Bu “grev”e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!

    “SOMA CİNAYETİ”NDEN SONRA; NİÇİN HİÇBİR O MEŞHUR “İŞÇİ SINIFI”, O MEŞHUR “KAMU SINIFI”, O MEŞHUR “HİZMETLER SEKTÖRÜ SINIFI”, O MEŞHUR “SANAYİ İŞÇİLERİ SINIFI” KILLARINI KIPIRDATMADI?! BUGÜN; CİDDİ CİDDİ KAFA YORMAMIZ GEREKEN KONU İŞTE BUDUR!

    Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Kapitalizme karşı mücadele etmediğimiz sürece; an gelecek, Gün Zileli’nin sitesinde birbirimizin kafasına taş da atamayacağız! Çünkü: O taşların hepsi kapitalistler tarafından paralı hâle getirilecek!

    TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ???!!!

  714. türkçe hakaret etmeyi becerebiliyorsun (ve hiç bir zaman zekice değil; ince bir alay; gülünçleştirmeyi beceren ilginç bir aşağılama kurgu .. Yok! Burada da başarısızsın ve bu senin zihinsel yetilerinin sınırlarını; gölgelere sığınıp, kendini akıllı sanarak yaşama zorunluluğunu ele veriyor.)
    Kendine ait fikir cümlesi kuramıyorsun;okuduklarının “bütün” içindeki yerini, önem ya da önemsizliğini değerlendiremiyorsun. Sana ait, derli-toplu, fikir içeren bir cümle hatırlamıyorum. İnsanlık toplumsal-tarihsel diyalektiğini kavrayamamışsın; “allaha” isyan eden mümin gibisin!

    İngilizce “copy pastlarını” çevirmek için senin “kendini ve bilgini” değersizleştirmen nedeniyle arzu duymuyorum; zaman harcamak istemiyorum.
    Gölgesine sığındıklarından çıkarak ne anladığını yazarsan ancak o zaman “insan gibi” bir iletişim başlayabilir.

    “kişiliğe çevirmek”.. Gülünçsün, kişiliğe çevirme senin işin.. Başka türlüsü senin için bence imkansız. Beceremezsin, senin işin değersizleştirerek değer kazanma yöntemi. Bunu da düşüncen ile yapamayacağın için hakaret, kişiselleştirerek saldırmak zorundasın.
    Eski günlerinin anılarına sığınan düşkün aristokratın kibirli, tahakkümcü karakterin şımarıklığı çekilmez; çekiyorum; çok dilli budalalıkla insan her zaman karşılaşmaz.
    Popon sıkıştığında ingilizce gölgelere sığınıyorsun;
    kendi “gölgeni” görelim!

  715. 706 XYZ Bilgi Hafiyesi ve Polisi
    “Even apart from a history of slavery, the same contradictions remain true for contemporary Americans who are pleased to believe they “live in a democracy” although they spend the far greater part of their lives in undemocratic institutions such as families, schools, capitalist workplaces—not to mention the military and bureaucratic organizations of government itself.”
    (Kölelik tarihi dışında, aynı çelişki çağdaş Amerikalılar için geçerli. Hayatlarının büyük bir kısmını, hatta ordu ve devlet bürokrasisinden söz etmesek bile, demokratik olmayan kurumlar olan aile, okul, kapitalist iş yerinde geçiren Amerikalılar “demokrasi yaşadıklarına, severek inanırlar.)
    Sen bunu büt ülkelerde rasladığm toplumsal özgürsüzlüğü kişisel özgürlüğe çevirip kendine terapi etmişsin.
    Seni kaç defa bazı değindiğin konuları derinliğe inerek karşılıklı incleleyelim dedim, kaçtın.
    Bir örnek: 204 Anonim 5 Ekim 15 / 12am
    Diğer bir örnek: “244 Anonim 9 Ekim 15 / 5pm” yazıma diğer bir çok Rönesans mistikler ve ütopyacılar ekledim. Hiç birinden habersiz olmadığın için cevap bile vermedin.
    Yazdıklarımın hepsine dünya cahilleri arasında en yaygın ve hiç bir dürüst bir düşünürün yapmayacağı görecilikle, umursamamayla, kişisel özgürlüğün bahanesiyle kapattın. Bunun bilgisizler arasında yaygınlığını bile bilmemen senin ne kadar sonradan görme sahte bir bilge meraklısı olduğunu kanıtladı. Şimdi de yeni bir klişe buldun. Kendi fikirlerim yazmalıymışım. Sen büyük unutkansın. Yazışmalarımıza bir göz at. Ben senin yazdıklarını hemen hemen satır satır inclelyip cevaplandırdım. Sen hep basmakalıp ve hatta inanılmayacak saflıkla son en az 4-5 yüz yıl çaresi aranan kanserimsi kapitalizme çareler ileri sürdün. Çok uzun yazılarıma cevap verecek bilgiye sahip olmadığından görmemezlikten geldin.
    Uzun yazılar: Yazımın tümü uzun olduğundan yayınlanmadı, 1. bölüm ve 2. bölüm olarak gönderiyorum.
    1- 344 Anonim 26 Ekim 15 / 9pm; 1. bölüm
    2- 345 Anonim 26 Ekim 15 / 9pm; 2. bölüm
    Sen entelektüelle bildiklerini kitap halinde yazmayı karıştırmayla ne kadar hiyerarşik bir ruh içinde büyüdüğünü gösteriyorsun ve bunu tekrar cahilliğinden dolayı gururla söylüyorsun.
    Ne sen ne ulu şefin Hortlakın ırkçılığına karşı çıkamadınız. 497 yorumda cahilliği tamamıyla burjuva kıstaslarla tanımlamaya da bu konuda hiç bir bilginiz olmadığı için bir cevap veremediniz. Senin zapatist Marcos ile ilgili televizyon vari yazına ilk tanıştıklarında Marcos ile yerliler arasında geçenleri bilmeden zırvaladığını, kısacası medeniyetin yok ettiği halklar hakkında hiç bir şey bilmediğiniz gibi 7 milyar insan adına konuşmakla hem işi yine televizyon vari duygu sömürüsüne utanmadan çevirip duruyor ve canileri savunuyorsun.
    Ne sen ne ulu şefin sadece yerleşmiş medeniler arasında tam anlamında aylar, yıllar sürebilecek savaşın mümkün olduğunu bile bilmiyorsunuz. Kısacası ikinizin de son 60-70 yıl antropolojik araştırmalar hakkına bilginiz sıfır.
    Ve nihayet tercüme ticareti yapmadığım ve sadece çok beğendiğim kitapları tercüme ettiğim için istemeyerek, bilgiyi çaylaklığınızdan dolayı fetişleştirdiğiniz için, Goethe’den aşağıdaki alıntıyı ekleyyip çevirisini yapacağım.
    “No one can take from us the joy of the first becoming aware of something the so-called discovery. But if we also demand the honor, it can be utterly spoiled for us, for we are usually not the first. What does discovery mean, and who can say that he has discovered this or that? After all it’s pure idiocy to brag about proiority, for it’s simply unconscious conceit, not to admit frankly that one is a plagiarist.”
    (“Kimse bizden keşif adı verilenin ilk defa farkında olma sevincinden mahrum edemez. Ama üstelik onurlandırmak istersek, heba etmiş oluruz, çünkü biz ilk değiliz. Keşif ne demek, kim şunu veya bunu keşfetti diyebilir? İlk olmakla böbürlenmek salt salaklık, intihal yaptığını (eser hırsızlığı yaptığını) açıkça söylememek sadece bilinç altı bir kibirdir.”)
    Not: bu alıntı burjuva-anarşist edebiyatına bir zenginlik getirebilir.
    Yine karşıma geri kalmışlığın zaafları çıktı.
    Ben bunu burada çalıştığım şantiyelerde bile, özellikle Türkler’de dahil, yabancılarda sık sık gördüm. Bir İsviçreli senin işin şu der çekilir. Bizimki daha fırçe veya çekici eline alır almaz:”olmaz, öyle tutulmaz …”, diye başlar.
    Son sözüm şu:
    Sizler son 60-70 yıl geliçen buraya nasıl geldik sorusuna aranan cevaplarda medeniyet, yazı, teknoloji, bilim ve benzeri konularda cahilliğinizi örtbas etmeye çalışıyorsunuz. Ruhunuz hala 1970-2000 Türk solcu ve devrimci edebiyatıyla dolu. O zamanlar olup bitenlerden tamamıyla habersizsiniz.

    Not: Sen bilgi bankacılığı yapı duruyorsun ama üç büyük din hakkında hiç birşey bilmediğini gururla sergiliyorsun. Modaya uymak kanınızda. Üstelik tam her burjuva gibi kişisel tinsel olmuşsun. Bu çeşit sözleri ben her zaman cahillerden duydum. Eski Ahit “şimdi ne yersen osun” yerine “ne görürsen osun”, yazar. Yani sen Guy Debord’u ne çağdaş anlamda anlamışsın ne de derin anlamda. Sen televizyon, Ulu şefin hiç utanmadan facebok, twatter, youboop seyrediyor. Onun yazdıkları Debord’un çağdaş seyirciliğine eşsiz örnekler.

  716. 711
    Yine ulu şefine yaltakçılık ediyorsun.
    Sana konuyu sen seç dedim, unuttu mu?
    Seni şefin çok pompalamış ve pompalıyor. Bana cevap vereceğine senin ardında saklanmaya devam ederse, kişisel daha da çirkinleşir.
    Son yazında yine kendin bilim hakkında doğru dürüst bir laf edeceğine şantajlara başvurmayla ne kadar cahil ve sadece bolluk peşinde koşan bir içi boş burjuva olduğunu kanıtladın.

  717. NOT.. giderek çirkinleşen bu tartışmayı sonlandırmayı öneriyorum. Bu nedenle site yöneticisinin bu tür yazılarımızı yayınlamamasını öneriyorum. Yukarıdaki de son yanıtım olsun..

  718. 710’a
    sanırım 18 yaşımdaydım. İlhan Selçuk’un şu fıkrasını çok beğenmiş, aklımda tutmuştum. Size çok uyuyor.

    “Yeniçeri Yahudi’yi yere yatırmış, kılıcını sokacak. Haykırmış. ‘lan siz Hazreti İsa’yı da öldürmüşsünüz.’ Yahudi, “ağam’ demiş. “Bu 1500 yıl önceydi.”
    Yeniçeri “anlamam, ben yeni öğrendim.”
    ***
    Durumunuz bu!
    Bir de “acilciler” vardı.
    Acilen devrim yapacak olanlar…
    **
    Geldik bugüne..
    Kapitalizmin “içinde doğan” onu yok edebilir. Onun yerini alabilecek bir üretim-tüketim ilişkisi.. Hem de teorik olarak değil; pratik olarak.. Bu ümidi veren..
    Bu nedir? Bunu bilmeden laflarınız-kitaplarınız etkili olmayacak. Üzgünüm…

  719. Sayın (XYZ) 714'e

    Sayın “XYZ” 714,

    Sayın “pipsqueak” ile sürdürdüğünüz görüşmede odağın [çirkinleşmeye] kayması nedeniyle; görüşmeyi terkedip/etmeme tabii ki şahsınızın tercihi. Fakat; site yöneticisine, yazıların yayınlanmaması yönünde teşvik edici bir eğilim gösteremezsiniz!

    SİTE YÖNETİCİSİ HER KİM İSE; BU SİTEYE GELEN BÜTÜN HARFLERİ (HAKARET İÇERSE BİLE ÜSLUBUNCA HAKARET ETMEK ÜZERE) YAYINLAMALI!

    Bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar aradığımızı size tekrar hatırlatıyoruz sayın “XYZ”!

    “Kapitalizme karşı eylem”lere niçin omuz vermiyorsunuz?
    “Kapitalizme karşı eylem”lerde sizlerin önerileri nedir?

    SORU: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    CEVAP: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!

    Unutmayınız sayın “XYZ”:
    10 Ekim Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; “anlı-şanlı!” sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihlerinde ülke çapında “grev” duyurusu yapmıştı. Bu “grev”e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!

    “SOMA CİNAYETİ”NDEN SONRA; NİÇİN HİÇBİR O MEŞHUR “İŞÇİ SINIFI”, O MEŞHUR “KAMU SINIFI”, O MEŞHUR “HİZMETLER SEKTÖRÜ SINIFI”, O MEŞHUR “SANAYİ İŞÇİLERİ SINIFI” KILLARINI KIPIRDATMADI?! BUGÜN; CİDDİ CİDDİ KAFA YORMAMIZ GEREKEN KONU İŞTE BUDUR!

    Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Kapitalizme karşı mücadele etmediğimiz sürece; an gelecek, Gün Zileli’nin sitesinde birbirimizin kafasına taş da atamayacağız! Çünkü: O taşların hepsi kapitalistler tarafından paralı hâle getirilecek!

    TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ???!!!

  720. Sayın (ogürsel) 715'e

    Sayın “ogürsel” 715,

    Sizin; hayatınızı sürdürmek için yaptığınız işiniz “Kadın Hastalıkları ve Doğum” alanında doktorluk. İcra ettiğiniz mesleğinize ve mesleğinizdeki mahirliğe yönelik saygımız sonsuz.

    Fakat:
    Yıllardır “devlet sektörü”nde, “kamu hastaneleri”nde istihdam ediliyorsunuz. Kusura bakmayınız: “Özel sektör sömürücülüğü!”nden zerre haberiniz yok! 1978-79’da okuduğunuzu söylediğiniz Marx’ları, Engels’leri, Lenin’leri sadece ama sadece “kamu şemsiyesi altında” bir ömür geçirerek anlayamazsınız! “Sadece kitap okuyarak” öğrenci olunmaz! Siz (ve sizin gibiler); hiçbir zaman “özel sektör” denen canavarın ne denli zehir yayıcı olduğu hakkında zerre tecrübe edinmemişsiniz! “Rekabet”in R’sinden haberiniz yok! [Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] cümlenizden başka verebileceğiniz tek örnek yok! Kendinizi daha fazla küçük düşürmeyiniz!

    Yeniçeri çok ahmakça cevap vermiş! Yeniçerinin cevabı şu olmalıydı: “Aradan koca 1500 yıl geçmiş olmasına rağmen, şu meşhur ‘İsa cinayeti’ niçin çözülemedi?! Herkes konformistliğe meylettiği için olmasın sakın! Belki de İsa hiç yaşamamıştır! İsa yaşamışsa eğer, belki de sihirbazlık hususunda maharetli bir keşişti! Çile dolu bir hayatı tercih etti! Ve acı çeke çeke öldü gitti! Gerçek bu mu, onuda bilmiyoruz! Çünkü 1500 yıldır, İsa’nın ölümünün arkasındaki sır perdesini kaldırmaya hiçbiriniz yeltenmediniz! Hepiniz konformistleştiniz! Yakında, SOMA cinayetinde öldürülünleri de azizlik mertebesine yükseltirseniz hiç şaşırmayacağız!”

    [Geldik bugüne..
    Kapitalizmin “içinde doğan” onu yok edebilir. Onun yerini alabilecek bir üretim-tüketim ilişkisi.. Hem de teorik olarak değil; pratik olarak.. Bu ümidi veren..
    Bu nedir?]

    Sizde “sadece teori” var sayın “ogürsel”!
    “PRAKSİS & PRAXIS”ten zerre haberiniz yok sayın “ogürsel”!

    İŞTE CEVAP:

    “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    “(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === “İtiraz ve soru”: ===

    Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!

    Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı: ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!

    “Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    “Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,

    “Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,

    “Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    “Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    “Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!

    “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”

    Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    *****
    NOT: Yukarıdaki metnin daha detaylı, örneklendirilmiş hâli için aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneririz:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    *****
    Sayın “ogürsel”, bize maval okumayınız! Sizin “Rekabet”in R’sinden haberiniz yok! Eğer yüreğinizde toplu iğne ucu kadar cesaret kalmış ise; “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla en kısa zamanda biraraya gelir, ve bizzat kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay (artificial!) ve ölümcül rekabet”in ne olduğunu öğrenirsiniz!

  721. Sayın Zileli'ye (Veritas söyleşisi) hatırlatması

    Sayın Zileli,

    Yukarıda “707” numarada size soru sormuştuk, cevap yazmadınız?

    Cevabınızı bekliyoruz…

  722. (Veritas söyleşisi) ile ilgili sorumuz

    Sayın Zileli,

    Verita söyleşisinde ( https://www.youtube.com/watch?v=RiX5e8hOj2s )

    55. dakikadan itibaren, uzun sakallı beyefendinin söyledikleri çok önemli!

    Sizin “K.O.B.İ.” kavramından haberiniz olmadığını öğrenince çok şaşırdık sayın Zileli!

    Bakınız: Artvin’den Ankara OSTİM’e kadar, Ağrı’dan Bursa’ya kadar, Antep’ten Çorlu’daki “Avrupa Serbest Bölgesi”ne kadar, Sivas’tan Çerkezköy’e kadar, İskenderun limanından İzmir’e kadar; bu ülkedeki bütün “organize sanayi bölgelerinde” yapmadığımız saha araştırması kalmadı!

    Hâlâ bu saha araştırmalarına devam ediyoruz! Çünkü; Maslak’taki plazalarda, kıçlarını yalamaya mecbur bırakıldığımız uluslararası C.E.O.’ların yeni yatırım (sömürü!) plânlarının altyapısını oluşturmak ve plazalara taze kanlar devşirmek için bu saha araştırmalarını yapmaya mecbur bırakılıyoruz! Videodaki uzun sakallı beyefendi; zamanınızın kısıtlı olması sebebiyle birkaç dakikalığına “K.O.B.İ.”lerden bahsedip geçmiş ama işaret ettiği oluşumlar çok mühim!

    Sadece AKP’nin hüküm sürdüğü “devlet” mekanizmasından bahsetmiyoruz; “şirketokrasi” hastalığının nasıl bir manivela gibi kullanıldığını da sizlere işaret etmek için çırpınıyoruz!

    Sizlere TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON başta olmak üzere; “şirketokrasi”nin hükümranlığını pekiştirmek için böyle karteller kurduğunu boşuna anlatmıyoruz!

    İşçinin emekçinin bayramı dedikleri “1 Mayıs”larda; TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor?! diye boşuna sormuyoruz!

    Ve ayrıca:
    Gözlüklü beyefendi “24 Ocak 1980 kararları”ndan bahsetti. (56. dakika 24. saniye)

    Hiç merak edip, o meşhur “24 Ocak kararları” nedir, araştırdınız mı sayın Zileli?!

    Dünyada hiçbir askeri cunta; darbeyi yapmadan önce “ekonomik manâda kendini garantiye almadan” darbeye girişmez!

    “24 Ocak kararları”; darbenin “ekonomik prelude” idi! Ve bu kararları hazırlayan kurulun başındaki şahıs neo-conservative “Turgut Özal”dı!

    Sizin tavrınıza dikkat ettik; 58. dakika 59. saniyede hemen konuyu değiştirdiniz! Yazık!

    Bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların ikazlarını; ümit ederiz artık ciddiye almaya başlarsınız sayın Zileli!

  723. Eğer zamanınız olursa “John Ralston Saul”un şu kitaplarını dikkate alınız:

    (1992) Voltaire’s Bastards: The Dictatorship of Reason in the West
    (Voltaire’in Piçleri: “Batı”da Mantığın Diktatörlüğü)
    [ http://www.amazon.co.uk/gp/product/1476718962/ ]

    (1994) The Doubter’s Companion: A Dictionary of Aggressive Common Sense
    (Şüphecinin Ahbabı: Hiddetli Sağduyunun Sözlüğü)
    [ http://www.amazon.co.uk/gp/product/0743236602/ ]

    (1995) The Unconscious Civilization
    (Şuursuz Medeniyet)
    [ http://www.amazon.co.uk/Unconscious-Civilization-John-Ralston-Saul/dp/0684871084/ ]

  724. ben burada bir soru göremedim.

  725. İşinize gelmediği için soruları görmemişsinizdir!

    Sizin “K.O.B.İ.” kavramından haberiniz olmadığını öğrenince çok şaşırdık sayın Zileli!

    Hiç merak edip, o meşhur “24 Ocak kararları” nedir, araştırdınız mı?! Neredeyse 36 yıl geçecek üzerinden!

  726. Kuşkusuz bilmediğim çok şey var. Ama “bildiklerimi biliyorum.” Burada bilmediklerini bilenler ile konuşuyorum.

    Teori olmadan pratik olmaz! Teori de hayatın içinden çıkar. Şu anda kapitalizm’in karşısında KİTLELERİ ikna edecek bir teori, örgütsel yapı ve bilinen kanaat yok! Kapitalizmin saydığınız tüm eleştirilerini, teknolojinin kötülüklerini anladığınız-eleştirdiğiniz gibi bütünüyle kabul etsem de, bu bilgilerin geldiğimiz tarihsel zamanlarda henüz değişim-devrim sürecine görünür katkısı yok. Olacak ama, şimdilik etkin güçte değil.
    Sizin önerdiğiniz eylem biçimleri devrim yapmaz! Mahvolur gider.
    Kapitalist-burjuva hayatın alternatifinin bilinmediği koşullarda mücadele sahtedir.
    *
    Devrimler, “eski” hayatın içinde gelişerek artık “yeni” hayata kafa tutuyorsa, “yeni hayatın” üretim-tüketim ilişkileri “kolayca” egemen olabilecekse… O zaman “devrimci durum” henüz vardır! Anti-kapitalist olmak işin yalnızca yarısıdır!
    Size tavsiyem; 1800’lü yıllarda işçi sınıfının durumunu okuyun; çocuk işçileri.. Sonra da günümüz acı çeken küçük burjuvaların hikayelerine yeniden göz atın!
    *
    İsviçreli’ye gelince.
    Senin kadar bilgili değilim. Ama anlıyorum. Sen de bu bilgileri sindirmiş biri değilsin. Bu bilgileri taşıyan bir insanın derinliği, usluptaki sadeliği, hakaretlerinde incelik, bilgi edinme çabasına asgari saygı.. yok
    Tartışma sürecinde konuyu dağıtmadan bir “fikr-i takip.”
    Yok.
    İnsanları yalnızca kendi okuduğu kitaplar üzerinden yargılamak, vay sen 3 dini de bilmiyorsun! Rönesans, mistikleri… okumamışsın… Lise talebesi halleri.
    *
    Malumatfuruşluğuna övgü bekliyorsun. Çoğu ıvır zıvır bilgilerle harcadığın hayatın hıncını bizden çıkartmaya çalışıyorsun.
    Şu kadarını söyleyeyim; 16 yaşımdan bu yana sosyalist, hümanist, özgürlükçü “tarafta” oldum. Hayatımda çelişki bulunmamasına çaba harcadım. “Tuzu kuru” biri de değilim. Ama siyasi öngörülerimde ciddi yanılma, hayal kırıklığı yaşamadım.. Bu en azından bilgi edinme kaynaklarının “doğru” seçimine bir kanıttır. 18 yaşımda çevremde herkes Stalin’i överken kuşku ile yaklaştım; bir gecede, adam ölünce “değişim” bu denli keskin olamazdı…
    Bunu şu sebeple anlatıyorum; bilgi, analiz, gerçekliğe yaklaşma çabasının sınandığı yer hayattır; zamandır. Zamana direnen bilgi, süreci doğru kestirebilen bilgi değerlidir.
    Kendini “oldurma” yolunda onca emek vermiş bir insan gibi görünürken, buradaki tartışma üslubun, bilgilerini kullanma yöntemin, anlattığın geçmiş açısından büyük bir hayal kırıklığı; hatta utanç verici!
    nerde hata yapıyorsun..
    Yineliyorum; inanıyorum; buradaki hiç kimse bu hınçlı, tepinen, gözü dönmüş öfkeni hak etmiyor.
    Acınacak tek kimse kendinsin. “Neçayevciler” bile o idealizmleri, şaşkınlıkları, benim mesleğimi araştırarak, ortaya koyan, olur olmaz herşeyden habersiz hiç tanımadıkları oğlumu ortaya süren ahlaksızlıklarıyla bile senden daha çok saygıyı hak ediyorlar.
    Üzgünüm, ben de seninle aklı başında sohbet etmek isterdim. Unuttum, ben mi başlatmıştım, sen mi? Bu hepimiz için kaçırılmış bir fırsat. Yazık. Ama sezgilerime göre sen bir bilgi faşisti, tahakkümcüsü bir bireysin. Her koşulda bu tartışma böyle sonlanırdı.
    Senin anarşistliğin yalnızca kendin için; sen yönetenin olsun istemiyorsun ama elinden gelse burada hepimizi kendine “tapınır” yapmak isterdin. Ve GZ’ye “yalakalığım” da senin şahsen beklediğin hayata ait bir şey; “kendin gibi sanıyorsun” insanları… Bu yüzden acımasızsın.
    Tüm bilgilerin bu denli kuru hakaret kelimeleri ile yazmana, insanlara büyük iftiralar etmene, karşındaki “cahilin” aklına bile gelmemiş bayağılıklarla onu suçlamana engel olmuyorsa teşhisim doğrulanıyor; EDİNDİĞİN BİLGİLER DEĞERSİZ YA DA DEĞERSİZLEŞTİRMİŞSİN..
    Size sağlık, esenlik ve kendinize karşı sabır dilerim.

  727. XYZ,
    bahsettiğin arkadaş,
    evet iğrenç bir üslubu var, kendisi ukalanın, bilgiçin teki buna da evet, insanlara hakaret ediyor, kendi doğrularının tek doğrular olduğunu dayatıyor, yanılgılar olabileceğini es geçiyor, tüm bunlara da evet…ama bu kadar evet yeter….o bahsettiğimiz arkadaş dibine kadar söyledikleriyle teoride de pratikte de haklı…günümüzün en büyük tehlikesi şirketokrasi ve sınıf bilincini paramparça eden onun deyimiyle “Beyaz Yalakalar”dır. Bu göz ardı edilecek bir durum değildir. XYZ arkadaşım, diğer bir konu ise, affına sığınarak söylüyorum, çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi de kendine batırmaya çalışmalısın. Ukalalık ve bilgiçlik konusunda sen de bahsettiğimiz arkadaştan geri değilsin. W. Benjamin’ i bile salak yaptın…Son olarak, “Şu an Kapitalizm karşısında kitleleri ikna edebilecek bir teori,bir örgütsel yapı…..”diye devam eden çok iddialı cümleleriniz…Olmadığını nerden biliyorsunuz? Ama karınca kararınca bir şeyler yapan insanlar var…Ve unutmayın ki teorilerini yok saydığınız K.Marks ve anarşist yazarlar biçimde farklı olsalar da varılacak nokta da kader birliği içindedirler. Günümüzde geldiğimiz noktada onların teorilerinin geçerliliğini yitirdiğini söyleyemeyiz. Uygulamalar kötü olabilir sadece….
    Saygılarımla

  728. WB’i salak yapmadım. Herkeste olabilecek “salak an’dan” bahsettim ki, aslında “gecikmiş tespit” anlamındaydı sözüm. Kuşkusuz çok özel “beyinli” insanlara karşı saygılı olmalıyız ama yazdıklarına da “ayet” muamelesi sakıncalı; bu nedenle “bodoslama” yazdım…
    **
    Sanırım kapitalistik üretim ve tüketime karşı giderek bir “bilinç” yükselişi görüyoruz. Evrimsel süreç! Evrimin tamamlandığı noktada Devrim.. Bu tartışmaya açık. Ama bence zamansız Devrim, 1917 deki gibi korkunç sonuçlar doğurur. Kapitalizme karşı “evrim geçirilecek” dönemdeyiz.. Devrime yönelecek zamanlarda yaşamıyoruz..
    Ama Devrimin de İktidarın yönetemediği koşullarda meydana geleceğini biliyoruz.
    Kendi adıma ben “ara formları” konuşalım, sohbet edelim isterdim. Kavga etmeden, sakince.. arada göreceli olarak “salakça” cümleler de olsun! Farklı fikirlere ben de tahammülü öğrenmeliyim. Sanırım bu üslubumuz, yöntemimiz de bizi “sağın” karşısında zayıflatıyor…
    *
    Teorisyen değilim. 150 yıldır bilinen işçi sınıfı Devrim yapamadıysa.. Yoksa “evrimi mi” eksik ve devrim yapacak işçi sınıfı da kafa emekçileri mi?
    İşin en hoş tarafı da Komunist-Sosyalist Partilerin kadroları da hep bu adamlardan-sınıftan ama “işçi sınıfı” adına siyaset yapıyorlar-mış..

  729. 722 XYZ
    Sen her zaman değilse bile temelde ilke farklarını psikoljiye indirgiyorsun.
    Bu kapitailst-burjuva düzenin temel taşlarından biri olan son derece modern ve son derece yaygın bir tutum. Hatta özgürsüzlüğün özgürlük ifadesi, umudu. Şimdiye kadar ilke farklarımızı belki imalı anlattığım için açıkça yazamaya karar verdim. Az çok önem sırası içinde.
    1. Özgür insanlarda tarih olmaz, otobiyografi olur.
    2. Tarih, kazananların tarihidir.
    Not 1: Sen ve bu sitedeki bütün yorum yazanlar bu çeşit. Adı geçen yazarlar da, içinde veya gölgesinde olsunlar, da öyle
    Not 2: Bu gölge lafın senin varlığının en derin noktalarına erişmiş psikolojik tutumuna bir örnek olabilir. İki örnek vereceğim ve örneklerim temsilci tipler. Modern bilim, oturduğu yerde bilgi babalığı yapmakla değil, ancak doğayla temas kurarak oldu ve olmalı düşüncesiyle gelişti. Diğer bütün dallarda “yerinde çalışma” aynı yöntem spekülasyon, kurgu yerini aldı. Diğer yandan, toplumda ve özellikle okulda öğrendiğimizin tümü gölgeler. Şimdi eğer daha derine dalar bu konuyu incelersem, ki benim için ilgi çekici bir konu değil, sayfalar alır. Aşırı bir örnek vereceğim. Mircea Eliade’ın kim olduğuna bakın. Ama son hocalık yaptığı Şikago üniversitesinde ilkeller ve geleneksel toplumlar arasında yaşayan araştırıcılar onun bilgisinin gölge ve kurgu olduğunu defalarca söylediler. Ne var ki matematikde bile bulunanları sentez yapma, bir ortak dil bulma gereği hissedildi ve kümeler dili bunun eseri.
    Görüyorsun, bu not bile beni en az 50-60 sayfa yazmaya sürükleyebilir. Benzeri uzun yazılar yazdım. Sen sadece sözcükleri anladın ve ben senin konuyu bilmediğini gördüm. Kitap isimleri verdim, ki doğrusu istemiyerek yaptığım bir şey, sadece akıl almaz tamamıyla burjuva psikolojik adi cevaplar aldım: “umurumda değil”, “katılmak zorunda değilim”, “onlar kim oluyormuş” … Lütfen aramızdaki yazılara bak. Ben çileden çıktım ama bir defa bile böyle şeyler söylemedim.
    Bunlar son 50 yıl herkesden duyduğum bütün kapıları kapatmış düzenin kölelere çiğnettiği özgürlük terapi sakızları.
    3. Medeniyetin çıkışını son derece iyi bilmeyen birini ben ciddiye alamam. Yazı, tapınak, yasa, şehir, devlet, bürokrasi, okul, zamanın evcilleştirilmesi (takvim), mekanın evcilleştirilmesi (şehir, söz açılmışken, aslında ilk şehirlerin mezarlar olduğu bilinir ve bence bu siteyi süsleyen Foucault’nun dikkat çekme tuhaflığında çok daha derin ve anlamlı bir tuhaf benzerlik), kültür / doğa ayırımı (Gılgamış /Enkidu), “uluslar arası” ticaret, ilk defa benim anlayışımla (iş bölümünden dolayı) uzun zaman sürebilecek ve hasarları o ölçüde olan savaşlar,bitki, hayvan ve insan evcilleştirilmesi … Ve bana göre en kötüsü ilk makinenin icadı: parçalardan oluşan ve dışardan bir komutla birlikte çalışan araç, yani insanlar bir araya getirilmiş ve nereye baksan aynı bir mekanda (örneğin bahçecilik yapıp nerye baksa hayvan, kuş, çiçekler görene kıyasla) çalışma. Bunlardan ne baklenir? Bu medeniyetlerin dünyaya yayılışı: Mısır, Hindistan, Hitiler, Çin ilk başta gelenler. Hatta hala bazı tarihçiler, aynı yaşamın başlangıcı gibi, medeniyetin kaçınılmaz değil bir defaya mahsus bir olay olduğundan yola çıkarak Amerikalara da eski dünyadan yayıldığını iddia ederler. Eğer İspanyolların Meksikaya varışını biraz çalışsan belki sen de bu iddianın boş laf olmadığını düşünebilirsin. En ünlü örnek, Moctezuma Cortes’le kaşılaştığında tacını gösterip “sizi bekliyorduk”, lafının altında yatan olaylar. Ben bu konuları bilmeyenleri ağaçlardan ormanı görmeyenler olduğuna inanıyorum. Ve tekrar ediyim bu bizim aramızdaki ilke farkı.
    4. 7 bin (aşağı yukarı) yıl sonra hala çoğu taş devrinde yaşayan insanlarla Sümer’de başlayan bir sosyal yapının (medeniyet) karşılaşması, aralarında geçenler, bu konuyu etraflı çalışan antropolog ve arkeologları, ve hatta bu bağlamda paleoontolojistlerin, mit ve din çalışmalarını bilmeyen birini ben hiç ama hiç ciddiye almam. Tabii eski dünyada da bu çılgınlıktan saklanıp hayatını sürdürenler oldu. Türkçe konuşan Yakutlar, dağlara kaçıp kurtulanlar, bedeviler, göçebeler ve benzeri yüzlerce diğer örnekler. Bu son cümleyi istemeyerek ve senin sürekli 1000 sayfa tutacak farklı görüşlerimizi postmodern televizyon vari kısa ve anlaması basit yazmamı isteyen senin dediklerimi anlamadan horozluk edeceğinden korktuğum için ekledim. Yani bunlar şematik özetler.
    5. Özellikle ve ilkellerin dünyayı nasıl gördüklerini anlatan mitlerini bilmeyen bence son derece cahil bir kimse.
    6. Bu kendi başına bir ilke değil ama mit ve dinleri ciddiye almayanların sonsuz saflık ve kibirlerine bir örnek. Dinler (daha doğrusu mitler ama konudan sonsuz uzaklaşmış olurum) toplumun yapısınn yansıtır ve topluma bütünlük kazandırır. (Batı dillerinde bu daha açık: religion = re+legion = yeniden bağlama) Bilmem gerek var mı eklemeye, inananlar için din bir hakikat? Şimdi nasıl oluyor da modern salaklar acaba bizim asıl dinimiz ne? Bizi asıl bağlayan ne? Bunlar hakikat mı? sorularını sormadıkları gibi soranlara da saldırıyorlar. Ben onun için kendimi tamamıyla paradoksal bir durum içinde buluyorum. Bir yandan eğitim dünyanın en büyük endüstrilerinden biri olduğunu görüp tiksiniyorum, diğer yandan ince, ciddi, derin düşünenleri sıradanların eline düşürüp benim bu sitedeki yaşadıklarımdan koruduğe için ki, zaten senin durmadan söylediğin de o. Bana “neden aylık maaşlarını alıp aralarında sohbet eden ve senin gibi sonradan görmüş bilge heveslilerine gülüp geçenler gibi rahat, uslu, evcil değilsin?” Bunun kurucusu Sami Akkad’lar. Sümer’i ele geçirdiklerinde, rahipleri tapınağa yollar, “size ihtiyacımız olduğunda, danışırız”, derler. Daha önce rahiplerin yönettiği ve bolluğu kendine allah etmişlerin cennet diyecekleri (Inca’ya benzer) Sümer kovboyların eline geçer. Ben ilk fırsatta bu bilgi tekelini eline geçirmişlerden sırıldım ve tanıdığı birçok kişiler de aynı şeyi yaptılar.
    Not: Beni saf sanmayın. Bunu biz 50lerde olan üretimden tüketime geçen kapitalizme şükür yapabildik. C. W. Mills Amerika’yı idare edeceklere Marksizm ve Komünizmi öğretme zorunda kaldığından yaptığında nefret etti ama bizim gibi daha henüz bolluğun çirkin denilecek kadar yayıldığı zamanda yaşamadığı için süreklü sinir buhranları yaşadı.
    7. İnandığı dini hakikatin ta kendisi olduğunu sananlara bir örnek. İlk bilgi. İnsan tarihinde iki türlü yönetim olmuş: 1 Kan ve akrabalık, 2. Devlet. Ticaretten zenginleşen Mekkeliler kan ve akrabalıkla sağlanan beraber yaşama düzenini bozmaya başlarlar. Hatta bir ara Bizans’ın peyki olmak isterler ve bunun için elçi gönderirler. Muhammed zamanında hanifler bu bozulmanın yerine getirilecek bir düzen arayanlar. Arabistan’da yaşayan birçok kişiler halihazırda Hrıstiyan veya Yahudi olmuşlar. O zamanın iki süper devleti Bizans ve İran. Beraber yaşama çimentosu ne? Din. İşte Muhammed’in diğerlerinin sen ve Batılılar gibi kişisel, özgürce seçilmiş, sipariş üzerine yapılmış tinsellik yerine asıl sorunun kan ve akrabalığı aşan fakat beraberliği yoketmeyenin din olduğunu iç dünyasında görmasi (şimdi biz bu kişilere yeni dinimizde şekeri bol lokum seküler-laik adlar vermişiz, örneğin şair, sanatkar). Ben şuna da bütün varlığımla inanıyorum. Eğer Muhammed öldükten sonra, insanları yönetmede eski kurt olan (Mekkelilerin Bizans’a peyk olma isteğini Muhammed’en bir yüzyıl önce) ve Muhammedin ilk düşmanları Mekkeliler bu din işinde altın madeni olduğunu görmeseylerdi, Müslümanlık sadece tarihçiler için Mithraizm, Manihaizm, Gnostism … arşiv karıştırma konusu olurdu. (Aynı Marks ve Lenin gibi, veya Mısrdan kaçan Yahudilerle Musa gibi, veya İsanın nefret ettiği dini din edenler, yüzyıllarca Amerikalılara gidip gelenlerin değil İspanya kralı ve kraliçesi için oraya gidenin buluşu gibi).
    Not: Biliyorum yine benim asıl söylemek istediklerimden çok binlerce sayfayla analatılması gerekeni birkaç satıra sığdırmamdan sen ve seni durmadan pompalayan ulu şefin cahilliğini sergilediğinden tekrar sadece kelimeler dayanan karşılık vereceksin. Hatta Gün ile beraber bizi ziyarete gelen Emine benim antropolji ve eski tarihi bildiğim kendilerini sadece 19. yüzyıl politik düşünceleri bildiklerin herkesin önünde söyledi. O zaman neden sesi çıkmadı da şimdi benim kafayı yemiş olduğumu söyleyip kendine benzeyen cahilleri etkilemek istiyor. Ve bu 20 yıl önce!
    Farkımızın kaynağı farklı ilkelerimiz! Kişisel değil!
    Ben yazar değilim ve bu konularda tuttuğum notlar bile kitaba çevirmek için değil bir çeşit yazmayla belleğe daha iyi yerleşmeleri umudu. Dolayısıyla bunları tutarlı bir bütüne çevirmeye hazırım ama bu senin modernliğe, yeni dine saplantın, bu dinin temellerinin atıldığı Rönesans ve özellikle 17. yüzyılda yaşaman doğru dürüst bir tarışmaya bile izin vermiyor.
    Bir soru ve bir cevap:
    Seni taptığın medeniyeti getirdiklerini senden çok daha ciddiye alanlar şu sorudan yola çıktılar: kaçınılmazlığı materyal, yani insanla doğa arasında var olan karnını doyurması ilişkisinin kaçınılmaz bir sonucumuydu?
    Mezopotomya’yı didik edenler bir yandan, ilkelleri didik didik edenler diğer yandan şu cevabı verirler: Hayır, değildi.
    Ama aslında sadece keşiflerle bulunan yerlerde yaşayan insanların, teknolojik ve endüstriyel devrimine ancak mikroskopla bakılsa görülecek değişme kaydeden, tarımla dünyayı besleyen köylüleri bile görüp bu varılan sonucun pek öyle akla sığmaz olmadığını görmemek için afyonları afyonunu yutmuş olmalısınız. Ben bir azınlığın tahakkümünü seve seve kendine din edinmişleri, burada çok haklısın, insan saymıyorum. Eğer senin bende hissetiğin sizlere karşı şiddet ve kinse buysa, seve seve kabulleniyorum. Ama tekrar ediyorum, asıl kaynak ilke farkları. Bence sizlerin beyinleri çok fena yıkanmış,
    Eğer konuları ciddi bir yola çevirmeye ve Gün Zileli’nin bana karşı nedenini gerçekten bilmediğim, ama tahmin ettiğim, hıncını unutursanız, kendi dininizi parantez içine almanız şart.

  730. 723
    Haklısınız problem, K. Marks’da, anarşizmde, Hrısiyanlıkta, Müslümanlıkta, Yahudilikte, Budizm’de, Kapitalizmde değil, problem, kötü uygulamalarda.

  731. [1.BÖLÜM] Sayın (XYZ) 722'ye

    CEVABIMIZ 2 BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    [1. BÖLÜM]

    Sayın “XYZ” 722,

    Bizler (yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar!) size diyoruz ki:

    “Neuro-linguistic programming (N.L.P.)”nin ne demek olduğunu öğreniniz, bu zehrin evlatlarımızın beynine nasıl enjekte edildiğini öğreniniz!

    “Six Sigma”nın ne demek olduğunu öğreniniz, bu zehrin evlatlarımızın beynine nasıl enjekte edildiğini öğreniniz!

    “Kaizen”in ne demek olduğunu öğreniniz, bu zehrin evlatlarımızın beynine nasıl enjekte edildiğini öğreniniz!

    Ve bunlar gibi yüzlerce “zehir”den bahsediyoruz!

    Sayın “XYZ”, siz ise utanmadan, arlanmadan;

    [1800’lü yıllarda işçi sınıfının durumunu okuyun; çocuk işçileri..] öğrenin diye maval okuyorsunuz! BÜTÜN BUNLARA SİZİN TAHAYYÜL EDEMEYECEĞİNİZ KAYNAKLARA ULAŞARAK ve ÜLKELERİN İÇİNDE BİZZAT TECRÜBE EDEREK ŞAHİT OLDUK! (ÖRNEĞİN) SAYIN “OGÜRSEL” GİBİ “KAMU HASTANELERİ KUCAĞINDA PIŞPIŞLANIP” BİR ÖMÜR KONFORMİSTÇE YAŞAYARAK DEĞİL!

    [Sizin önerdiğiniz eylem biçimleri devrim yapmaz! Mahvolur gider.]

    SAYIN “XYZ”; KUSURA BAKMAYINIZ SİZDE DE “DURAKLAMA EĞİLİMİ!” VAR!
    SİZİN NE “THE ZEITGEIST MOVEMENT”DAN HABERİNİZ VAR, NE DE “C.D.S.”DEN HABERİNİZ VAR!
    SAYIN “XYZ”; BEYNİNİZE DE, HAYATINIZA DA ACIYORUZ!

    === ÖRNEK 1 ===

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 3 Aralık 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ‘emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    === ÖRNEK 2 ===

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır ! }}}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı ‘eylem’lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya daha çoooook devam ederiz!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  732. [2.BÖLÜM-SON] Sayın (XYZ) 722'ye

    [2. BÖLÜM – SON]

    === ÖRNEK 3 ===

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:

    19 Mayıs 2015

    Adres:
    https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    *
    TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    […
    “Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.

    “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı.

    “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:

    “İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:

    Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
    …]

    Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Sayfa 38, 39
    Adres:
    https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf

    ********************

    Birçok ülkede (hepsinde değil!) olduğu gibi Türkiye’de de:

    1. “Kamu sektöründe (yani ‘devlet bünyesinde’)” istihdam edilen kişilerin HEPSİ ZORLA KONFORMİST YAPILMIŞTIR!

    2. “Kamu sektöründe” istihdam edilen kişilerin HİÇBİRİNİN “KAPİTALİZMİN DAYATTIĞI YAPAY ve ÖLÜMCÜL REKABET”TEN HABERİ YOKTUR!

    3. “Özel sektör” de istihdam edilmiş olup, daha sonra bir yolunu bularak “kamu sektörü”nde istihdam edilmeye başlanan kişilerin çok büyük bölümü “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”in ne demek olduğunu iliklerine kadar hissetmiştir!

    Sayın “XYZ”,

    Yukarıda “717” numaralı uyarımızda, sayın “ogürsel”e yazdığımızın aynısını size de yazıyoruz:

    {{{ Sayın “ogürsel”, bize maval okumayınız! Sizin “Rekabet”in R’sinden haberiniz yok! Eğer yüreğinizde toplu iğne ucu kadar cesaret kalmış ise; “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla en kısa zamanda biraraya gelir, ve bizzat kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay (artificial!) ve ölümcül rekabet”in ne olduğunu öğrenirsiniz! }}}

    Sizler, sadece ama sadece 19. yüzyıl retoriğinin mahirleri olan Marx da, Engels de, Lenin de takılıp kalmış iseniz; ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    BUNDAN SONRA:

    EĞER, 1980 SONRASI DÖNEMDE (ÖZELLİKLE 2000 SONRASI!) İSTİSNASIZ HERKESE ENJEKTE EDİLEN “KAPİTALİZMİN KULUÇKASINDA YETİŞTİRİLMİŞ ÖLÜMCÜL REKABET” ZEHRİNİ AŞAĞIDAKİ REFERANSLARA YÖNELEREK ÖĞRENMEZSENİZ; BİR DAHA BU SAYFAYA GELİP BİR TEK HARF BİLE YAZMANIZI TAVSİYE ETMİYORUZ!

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)

    “KAPİTALİZMİN DAYATTIĞI YAPAY ve ÖLÜMCÜL REKABET”İN NE DEMEK OLDUĞUNU ÖĞRENMEK İSTEMEYENLER, BİR DAHA BİZLE İLETİŞİM KURMASIN!

    KONFORMİSTÇE GÖBEK ŞİŞİRENLER:
    “EVLATLARINIZI KAYBEDECEKSİNİZ!” DİYE UYARIYORUZ; UMURSAYAN YOK!

  733. Sayın (anonim) 726'ya

    Sayın “anonim” 726,

    [Problem kapitalizmde değil, problem, kötü uygulamalarda.] YAHU SİZ KİMSİNİZ?!

    HÂLÂ ANLAMADINIZ MI?!
    PROBLEMİN TEMELİ: “KAPİTALİZM!”

    28 MAYIS 2015’TEN BERİ, BU SAYFADA SÜRDÜRDÜĞÜMÜZ GÖRÜŞMELERDE, HEPİNİZE; “KAPİTALİZM HASTALIĞINI”NIN VE BU HASTALIĞIN KOLLARI, BACAKLARI OLAN “ŞİRKETOKRASİ (CORPORATOCRACY)”NİN YAYDIĞI ÖLÜMCÜL ZEHRİ ANLATIYORUZ!

    UTANMADAN, ARLANMADAN [Problem kapitalizmde değil, problem, kötü uygulamalarda.] YAZABİLİYORSUNUZ!

    YUKARIDA KÖŞELİ [] PARANTEZ İÇİNDEKİ İFADEYİ KİM YAZMIŞSA:
    BEYNİNE DE, HAYATINA DA ACIYORUZ!

    YAZIK!

    ÖLMÜŞÜZ DE AĞLAYANIMIZ YOK!

  734. HOW ECONOMIC INEQUALITY MAKES TERROR ATTACKS MORE LIKELY!

    THOMAS PIKETTY, 2 DEC 2015

    Economist Thomas Piketty says income inequality plays a big part in fueling radical Islamic terrorism that originates in the Middle East.

    Piketty, famous for his best-selling book Capital in the 21st Century, which argues global inequality has massively widened in recent decades, wrote in French newspaper Le Monde last week that “it’s obvious: terrorism feeds on the powder key of Middle Eastern inequality, that we [the West] have largely contributed to creating.” (The article was picked up by The Washington Post on Monday.)

    While Piketty says “we,” he points fairly directly to American foreign policy over the last three decades. He gives examples of the Gulf War and the Iraq War, both of which he says were “asymmetrical wars,” with many more local casualties than Western ones, largely fought over Western oil interests.

    It’s not just the West, though. Piketty points out that the region’s “oil monarchies,” which make up less than 10 percent of the population, take in 60 percent to 70 percent of the region’s GDP. (He’s mostly referring to countries that make up the Arabian Peninsula and its immediate neighbors.)

    Very little of the money goes to regional development, he says, and a large part of the population, including women and migrant workers, are kept in “semi-slavery.”

    As for the terrorism bubbling up closer to his home in Paris, Piketty points to economic austerity and a lack of opportunity for immigrants. “It is austerity which led to the rise of national self-interest and identity tensions,” he writes.

    What Picketty doesn’t address in his column, but is definitely related to the phenomenon he is describing, is the extraordinarily high rate of youth unemployment in the Middle East. Unemployment for people ages 15 to 24 in the region is nearly 25 percent, according to the International Monetary Fund.

    (To see the chart, click the image below.)

    [ http://img.huffingtonpost.com/asset/scalefit_630_noupscale/565e293321000065005abff0.png ]

    Worse, unemployment is actually higher for people who are highly educated in the Middle East and North Africa. Total unemployment for those with a tertiary education (more than high school) is above 15 percent in Egypt, Jordan and Tunisia, according to the IMF. This, in part, is because of skill mismatch in the economy — young people come out of school without the skills businesses are looking for, and there’s little training available for them. Add to this the empirical findings over the last few years that terrorism tends to come from those with a fair amount of education.

    Given all of this, should youth radicalization in the region really surprise us?

    Source 1:
    ( http://www.huffingtonpost.com/entry/thomas-piketty-terrorism_565e24d2e4b08e945fed3e38 )

    Source 2:
    ( https://www.washingtonpost.com/news/wonk/wp/2015/11/30/why-inequality-is-to-blame-for-the-rise-of-the-islamic-state/ )

  735. SLAVOJ ZIZEK - YANIS VAROUFAKIS - JULIAN ASSANGE

    ( https://www.youtube.com/watch?v=yjxAArOkoA0 )

    Europe is Kaput. Long live Europe!

  736. 710 Sık sık olan üzücü olaylar
    Sendikalar grev duyursu yapar, grev olur ama kimse gelmez. Herkes kırlara piknik yapmaya, denize yüzmeye, konu komşuları ziyarete giderler.
    O güzel günlerce hazırlanan söylevler boşuna gider.
    Çok yazık.

  737. 725’e…
    Bu tarz içinde kalarak “konuşmak”, yazılanları tartmak, bildiklerini yeniden gözden geçirmek, gerekirse yeni kaynakları araştırmak..
    Buna itirazım yok; olması gereken de bu..
    ***

    “1. Özgür insanlarda tarih olmaz, otobiyografi olur.”
    Bu sözü anlayamadım; “özgür” ve “bireyci” eş anlamda mı kullanıldı? Özgürlük en başında tanımı çok güç bir kavram. Çağsal, toplumsal hatta kişisel çelişik tanımlar yapılabilir. Ama şu malum tanım “zorunluluğun bilinci” o kadar kolay dışlanamaz. O zaman da “zorunluluk” üzerine farklı tanımlar bulunacak. Bu nedenle bu “aforizma” sorunlu ya da açıklanmaya muhtaç.
    2. Tarih, kazananların tarihidir.”
    Kuşkusuz. Ama… Bu “egemen tarih!” Kaybedenler, bu tarihi yeniden, yeniden yazmayı deniyor. Ezilenler, ezilen sınıflar, mazlumlar açısından bakmayı deneyenler var.. Yine de “egemenin bulaşığı zihin” nedeniyle bunu hala başaramıyor mu? Bu da hemen dışlanamaz. Yine de “tarih bilinci” olmadan yol alamayız. Bu “tarih bilincini” arıtma yolunda bence farklı kaynaklardan okuma ve “sezgimiz” bize farklı tarih okuma imkânı sağlayabilir. Ümitsiz değilim.
    ***
    “Şu adam, şu kitap…okumadın, bilmiyorsun, kapa çeneni” bence faşistik bir yöntem. Bunun yerine “bu adam böyle düşünüyor, şunu yazdı.. ” denilmeli. Gerisi “okuyana” bırakılmalı. “anlasın!” Bu başlı başına bir uyaran olabilir. Ama günümüzde bir çok bilgi dolaylı yollardan öğrenilebilir. Bu konuda 50 yıl önce kafa yormuş, önemli tespitler yapılmış olması, yazan için bir övgü olsa da, 50 yıl sonra yaşayan bu bilgiyi “sentezle” üretebilir. Örneğin Habermas’ın önemli bir saptamasını ben 35 yıl sonra bir amatör olarak “aynen” ondan “habersiz” yeniden saptıyorum… Belki sen daha kısa zamanda saptardın.
    Aklımızın düzeneği arasında uçurum yoksa bu şaşırtıcı da, övülesi de değil; kimi zaman bu özgüvensizliğe ait “ezikliğe” de öfke duyuyorum.
    Bu konuda karşınızdaki çok kimseye haksızlık yaparak bu “özgüvensizliği” uyandırma çaban, bilinçsiz de olsa adil değil; yeryüzünde yeni putlar yapmayalım…
    *
    ” Medeniyetin çıkışını son derece iyi bilmeyen birini ben ciddiye alamam…”
    Yeterince bildiğimi, bağlantıları kurabildiğimi düşünüyorum. Ve tek kaynağım G. Childe değil. Diğer verilerle karşılaştırdığımda bana “makul” görünüyor. Sonuçlardan geriye gelerek de… Üretim tekniklerinin “doğal” gelişmesi ile artık ürünün ortaya çıkışı, saklanan ürünlerin Devlet yağmacılığını meydana getirdiği açıklaması bana “tutarlı” geldi. Hayvanlar, böcekler dünyası; parazit ilişkileri… Devlet’in ortaya çıkışına ait daha iyi bir açıklama varsa bilmek isterim. Salt inkar ve aşağılama olgun bilgisel birikime yakışmaz.
    ***
    Güney Amerika! Ne korkunç; hem de yağmacı adamların adları verilmiş toprakların halkları üzerine böyle konuşmak. Yazık ki, büyük hatalarından biri de bu; karşındakini peşinen “cahil” sanmak! Bir yanı ile “cahil” sayılsam da, üzerinde yazdığım konuları okumuş, düşünmüşümdür. Yüzlerce sayfanın dışında, adını unuttum; ilk işgal yıllarında bir papazın gözlemlerine dayalı yazdığı kitabı da okudum. Ve bildiklerime bir şey eklemedi. Ama kanıtladı…

    Bu soykırım, belki de insanlığın en büyük katliamı, o zamanlar G. Amerika’da yaşandı. Yahudi soykırımı, yanında hafif kalır. İkincisi de Afrika’da son 500 yıldır olup, bitmeyen…
    Yahudi soykırımının korkunçluğunun ortak kabülü “insanın insana yaptığı” algısı ile pekişmesi; L.Amerika ve Afrika halkları “insan” görülmediği için yapılanlar “makul” görüldü! … Sonuçta önyargıların seni körleştiriyor… Yanılabilirim, sanki “vicdanının” yönettiği, “yüce adaleti” arayan ruhunun acı sözleri mi ağzından çıkan? Ve neden kendini bu kadar yalnız hissediyorsun; olmayabilirsin de!
    *
    Din meselesine gelince… İlkellerin dünyayı nasıl gördükleri… Bu ve benzeri konularda sonunda “sentez” edilebilecek ayrıntılar konusunda “çok” bilgi edinmiş olunması görece daha az ama “gerekli-yeterli” bilgi ile benzeri sentezlere ulaşılamayacağını göstermez.
    Bence belirli bir bilgi ile, diyalektik, neden-sonuç ilişkilerini gereken derinlikte sezebilen insanların, önemli ayrıntıları ele geçirerek, yeterli çıkarsamaları, uygun sentezleri oldurması mümkün. Bu konudaki peşin “ümitsizliğe” katılmıyorum. Bu bakış açısı tam da “uzmanlar” karşısında “herkes çenesini kapasın, siz ne bilirsiniz; prof, dr, uzman var burada” faşizminin alt versiyonu. İnsanlar hayatlarına doğrudan değenlere ait “gerçeği” belirli bir birikim temelinde yakalayabilir, sezebilirler. Bu görüşün karşıtı, aynı zamanda insanlığın yöneten-yönetilen ilişkisini aşamayacağı iddiasını içerir.
    Unutmayın, bir insan 10,diğeri de bir kaç iyi kitap ve yan okumalarla benzer “gerçeklik” bilgisini yakalayabilir.
    *
    İlkellere ait olan dünya ile günümüz dünyası karşılaştırıldığında “toplam” mutsuzluğun, “toplam” vahşetin, toplam “keyfî” zulmün, ilkeller lehinde olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Şahsen ben de “son tahlilde” 10 bin yıl önce yaşamayı seçerdim. Ama yazık ki bu şansımız yok! Belki, belki, bu gezegen mahvolmazsa… bu konuda ümitli olmak istiyorum; doğrusu ümitli olmak istiyorum; N. Hikmet’in “bu dünya soğuyacak.. şimdiden duyulacak kederi” yazdığı gibi bu kederi insanlar için duymadan, benden bir kaç yüz ya da bin yıl sonraki felakete “yanarak” bu dünyadan gitmek istemiyorum. İnsanlığın “daha basit” yaşaması gerektiğini anlayacağını ümit etmek isterim. Yine de bilimle bir şekilde teması olan insan olarak, sezgilerimle, bilim ve teknolojinin, bugün “kötü, canavar, şarlatan, ayartıcı” teknolojinin, “diyalektik” olarak” tam aksi imkanları içererek, tam da sizin de arzuladığınız, doğaya zarar vermeyen, yabancılaşması minimal bir toplumsal hayat sağlayabileceğini “seziyorum.”
    *
    Andığım Tinsellik, neredeyse Pagan bir Tinselliktir. Aslında özlediğin vahşi hayatın tinselliği. Tabiatı “tanrı” gören tinsellik.
    Din ve ideolojilerin sağladığı yüce “beraberlik” duygusunun yağmalama şevki olduğunu anlıyoruz. Yaşama dürtüsü veya yağmalama şehvetinin ortak hazzında “birlik” oluna kadim bir kabilecilik.
    Bu anlamda andığım Tinselliğin ancak sömürü ve tahakküm ideolojilerinin olmadığı bir dünyada mümkün olduğunu düşünüyorum. Ya da “iki tinselliğin” bir aradalığı mümkün. Biri diğerini öncelemez…

    Ben GZ ile belki 2 yıldır sanırım “andığınla” hiç ilgisi olmayan en fazla 3-5 cümlelik iletişimde bulundum.. Onun haberi bile yoktur, umursamaz da; saygımın ölçüsünü de bilmez. Eminim, bunu da umursamaz! İlişkileri kişiselliğe dayalı değil.. Yaşamsal deneyimleri böylesi ıvır-zıvır saçmalıklardan uzak.. İftiraların da bu alana ait…

    “Seni taptığın medeniyeti getirdiklerini senden çok daha ciddiye alanlar şu sorudan yola çıktılar: kaçınılmazlığı materyal, yani insanla doğa arasında var olan karnını doyurması ilişkisinin kaçınılmaz bir sonucumuydu?
    Mezopotomya’yı didik edenler bir yandan, ilkelleri didik didik edenler diğer yandan şu cevabı verirler: Hayır, değildi.
    Ama aslında sadece keşiflerle bulunan yerlerde yaşayan insanların, teknolojik ve endüstriyel devrimine ancak mikroskopla bakılsa görülecek değişme kaydeden, tarımla dünyayı besleyen köylüleri bile görüp bu varılan sonucun pek öyle akla sığmaz olmadığını görmemek için afyonları afyonunu yutmuş olmalısınız. Ben bir azınlığın tahakkümünü seve seve kendine din edinmişleri, burada çok haklısın, insan saymıyorum. Eğer senin bende hissetiğin sizlere karşı şiddet ve kinse buysa, seve seve kabulleniyorum. Ama tekrar ediyorum, asıl kaynak ilke farkları. Bence sizlerin beyinleri çok fena yıkanmış,
    Eğer konuları ciddi bir yola çevirmeye ve Gün Zileli’nin bana karşı nedenini gerçekten bilmediğim, ama tahmin ettiğim, hıncını unutursanız, kendi dininizi parantez içine almanız şart.”
    Sanırım, burada bıkıldı…. Bu yazdıkların çok önemli olmalı ama yazım tekniği olarak anlaşılamaz halde. Açarsan.. sevinirim.. anlaşılır değil bence… Bu meseleler başlı başına çok ilginç ve önemli tartışma konusu..
    ********************

    Şu konuda kafa yormanı rica ediyorum. 1970’lere kadar dünyayı, insanlığı tahlil edenler, sanırım geleceği böyle tasarlamamıştı. Son elli yıldan önce yazmış “dahilerin” çoğunun ummadıkları bir dünya ile karşı karşıyayız. Çoğundan “doğrudan” yararlanamayız artık. Ama kesinlikle “dolaylı olarak” yararlanmalıyız. Son yüz yılda nüfus 5 kat arttı. Hala kapitalizme alternatif bir dünya fikri bile yok! Son 50 yıla kadar bir sovyetik “sosyalizm” düşü, en azından avutuyordu insanlığı..
    Şimdi bir zorbanın, diğer zorba tarafından madara edilmesine bile bel bağlamış sefil bir ülkenin yığınlarıyız biz… Kuşkusuz insanî erdemleriyle senin “sevgili ilkellerinin” çok gerisindeyiz ama bu onların-bizim emperyal bir savaşın parçası olarak katledilmemizi hak etmiş bir suç sayılmasa gerek? (Yoksa sayılmalı mı?)
    İşte bu hâl ve “şerait” içinde yazışıyoruz…
    *
    Ben de yoruldum..
    şimdilik kesiyorum.
    “Ve bana göre en kötüsü ilk makinenin icadı: parçalardan oluşan ve dışarıdan bir komutla birlikte çalışan araç…”
    *
    Bu konu belki de bana duyduğun öfkeninn asıl kaynağı. Bu mesele üzerine başka bir zaman etraflı düşünerek yazacağım..

  738. 733
    Eldeki konumuzla yakından ilişkisi olmasa da 730 v 731no’lu yazıları ve eski 723 (W. Benjamin ve üslup konusu) okuduğumda hemen aklıma gelenler ve notlarımı didik didik etmeden hemen gördüğüm bazı noksanlıklara cevap vermekle eleştiri (ben “eleştiri” sözcüğünü daha çok İngilizce ve Fransızcada kullandığı anlamda kullanırım. Sanırım Türkçede beni tatmin etmeyen “yorum”, “inceleme”, çözümleme” kullanılıyor, yani “eleştiri” karşı gelmek değil) yapmak isteğim, seninle aramızda geçenlere benzediğinde bir örnek olacağını düşündüm. Bu eleştirilerim ve farklı görüşlerimin de kaynağı, bence ilke farkları. Bunu sadece bilgi gösterisi, kişisel fikirler, tahakküm etme isteğine ve benzeri tamamıyla 17. yüzyıla uzanan ve genellikle Hobbes ile doğup Descartes zirvesine erişen psikolojik bir yaklaşıma indirgemek bana hemen karşı tarafın bilgi eksikliği sinyali verir. Ve bunu seve seve itiraf ediyorum.
    Parantez içi, 24 saat tahakküm altında ve iğrençlerin iğrenci bir yaşama zorlandığımız bu dünyada, bence bu çeşit görecelikler sıradanların bir çeşit evrensel cevap olmayan cevap. Yanlış anlamayın, ben sıradanları hor görmüyorum, nesnel varlık ve vasıflarına işaret ediyorum, bilginin üssel arttığı çağda, uzmanların bile kendi konuları dışında basmakalıp laflarla işi idare ettiklerini sevmesek de görüyoruz.
    723 örneği
    Benim bu sitede diğer yazdıklarımdan tamamen bihaber ve sadece ” iğrenç bir üslubu” lafıyla ve kendisi Walter Benjamin hakkında hiç bir bilgi sunmadan, örneğin Walter Benjamin’in mistikliği ve özellikle Yahudi mistikliği, Yahudi kutsal ve yasal kitaplardan aldığı ilhamlar, diğer bir mistik veya dinle devrim ve kurtulma arasında son derece sıkı bağlar gören Peguy’u Ernst Bloch’un “Spirit of Utopia” (Ütopya’nın Ruhu veya Özü veya hatta Amacı) kitabına tercihi, Fourier’in kurgularını dünyayı devasa fabrikaya (bak *not) çevirmek isteyen K. Marks’a tercihi, … Benim bu sitede sürekli mit ve dinlerin ciddiye alınması uyarmalarımdan da bihaber. Walter Benjamin’in bu çeşit düşüncelerinin özellikle 1970-1990 ve hala devam eden Türk solu için nasıl bir anlam taşıyabileceği, şu an seküler-laik bayrağı altında dinci bir rejime karşı gelenlere işin ne kadar sarmaşık olduğunu anlatmadan “üslub”la işi bağlaması doğal olarak beni kızdırır. Fakat artık biliyorum. Ben bilgi gösterisi yapmak peşindeyim, tahakküm kurmak istiyorum suçlamaları ve diğer akıl almaz derinde yatan ön yargı ve varsayımlarla karşılaşacağım. Ve nihayet iş kibarca büyücü çubuğu görecelikle sona erdirilmek istenir.
    Bütün samimiyetimle söylüyorum: ben bilgiyi ciddiye alanlar bunu çok iyi bildiklerinden hiç bir zaman böyle şeyler söylemezler. Zaten tartışma, değişik algı ve fikirlerin yağlı güreşi olarak tanımlanabilir. Görecelik öğrenmede eşsiz bir yöntem de olsa, tartışmada basmakalıp bir laf.
    *Not: Asıl kelime İngiltere’de 19. yüzyılda fakirleri “ıslah” etmek için çalıştırdıkları iş yerleri, daha sonra Foucault, “çalışmak istemeyenleri tımarhaneye, çalışanları hapise koydular”, der
    Benim burada demek istediğim:
    Evrensel varsayım olan, şimdiye kadar en insancıl, en insan sever, en akıllı, en hikmet dolu, en yüce mistik, peygamber, filozofların dünyayı ıslah düşünceleri bir işe yaramadığından yola çıkılır ve görecelikle bilgi ve her söylenen rahatça küçük düşürülür.
    Ama hemen ardından, üstü açık veya kapalı, bazı noksanlıklarına ve bütün insanları kapsamamasına rağmen, W. Benjamin’in dediği “vulgar” (bayağı, adi) materyalizmi (ekonomik yorum), ilerleme, inkâr edilmeyecek tek ve tek göz kamaştırıcı başarı örneği gelir: Batı ve kapitalizm-burjuvanın getirdiği mal bolluğu.
    730 ve 731’e genel giriş,
    19. yüzyıla kadar sadece mülk sahiplerinin elinde olan sivil toplum veya devlet (liberal rejim) işçi hareketleri ve politikada yer almayla sarsıldı ve sonuç: liberal-demokrasi. Fakat mülk sahipleri hala politik gücü ellerinde tutmaya devam ettiler ama o eski güzel günlerdeki uyum sona ermişti. Kendi alt tabakalarının yerini alan dünya geri kalmış ülkelerle, o eski güzel günler, tekrar ele geçti. Anti- kolonializmle doğan ülkelerin, hiç değilse teoride pazar ekonomi modelini kabullenmeleri, katı rekabetler zenginliği veya mülkü elinde tutanları yeniden bir bozgunluğa uğrattı. Örneğin Batı’da bazı devasa şirket veya banka sahipleri yabancı ülke vatandaşları. Bunun adına 70’lerde “kapital kaçtı ve insanlar kovalayıp duruyor”, denilmişti (Camatte).
    Benim bildiğim kadar uyuma çare savaşlarda arandı. Ne var ki modern silahlarla eski savaşlar sonsuz tehlikeli, terörler terörü oldu.
    730 HOW ECONOMIC INEQUALITY MAKES TERROR ATTACKS MORE LIKELY!
    (ekonomik eşitsizlikler terorist saldırma olasılığını nasıl arttırır)
    Dolayısıyla uyumu sağlamak için yer yer kısıtlı savaşlar belki bir çözüm. Ayrıca belki insanların ruhunu doyurmuyorsa da, karınlarını doyurunca genellikle uslu oldukların bilmek için tarihi bilmemek gerekir.
    Komünist Manifesto (1844) şu sözlerle başlar.
    “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti. Avrupa’nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halindeler, Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polisleri.”
    “Komünistler, görüş ve niyetlerini gizlemeyi reddederler. Amaçlarına ancak bugüne kadarki tüm toplumsal düzenin zorla yıkılmasıyla ulaşabileceklerini açıkça bildirirler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.”
    Burada ekonomik nedenlerden eşitsizliğe karşı şiddet (1848’de’) muaf ilan ediliyor. Bu ideolojilerden yola çıkanların terör ve kırımlar biliniyor.
    Temel sorun karın doyurması (tüm karmaşıklık yaratacak ve uzatacak ince ayırımı bir tarafa bırakırsak) değil mi?
    Aynı yıl Marks gazetede:
    “there is only one way in which the murderous death agonies of the old society and the bloody birth throes of the new society can be shortened, simplified and concentrated, and that way is revolutionary terror.”
    (Kısa çeviri: Eski toplumun yok edilmesi ve yerine yenisini getirmenin tek yolu devrimci terör.)
    Burada kendimi bir gerçeği söyleyip espri yapmaktan alamayacağım: yapılan çalışmalar dahilerde ortak olanın cahilliklerinden kaynaklandığını onaylar. Çok bilenler saplanıp kalıyorlar.
    731: Avrupa öldü, çok yaşa Avrupa!
    Yukarıdaki yazdıklarıma dayanarak Aydınlık, akıl yürütüme, geleneklerden arınma ve geleneklerden doğan düşmanlık yerine akıl yürütmeyi ileri süren, eşitliğin doğal olduğunu ilan eden, bilim-teknik-kapitalizmle her türlü birbirini boğazlama nedenlerinin ortadan kalkacağını vaat eden Avrupa’nın 19. yüz yılda öldü derim. Ben bu vaatlerin geröekleşmemesinden dolayı Marks’ın altta yatan sınıf kavgasını, Freud’un altta yatan bilinci, Dostoyevski’nin “Allah olmazsa, her şey mümkün”, demesi, Nietysche’ni “Allah öldü, şimdi ne yapacak sınız?”, demesi, Husserl’in “şeylere dönelim”, çağrısı, Kierkegaard’ın uyarılarını, Max Weber’in Avrupa’y” inancı yitik” görmesi, Oswald Spengler’in “The Decline of the West” Batı’nın Düşüşü, …Benim en çok beğendiğim ve zamanımıza tüm tahakküm kurmuş olan nihilizm (görecilik bunun bir başka adı).
    Eğer ben bu kısa alıntıya sonsuz kısa bir cevap vermekle bilgi gösterisi mi yapıyorum?
    Bu siteye girdiğimde gördüklerimin bende yarattığı düşünceleri bahane edip, sana örnek istedim. Asıl yazına cevap vereceğim.
    Eğer daha öz bir özet yaparsam, konu bilgili veya bilgisiz olmak değil. Bilir bilmez konuşmayı hoş görmekle nemelazımcılık karıştırılmakta. Üstelik bu insanlar arasında değer farklarıyla da ilgili değil. Tarih, fıkralar, türküler, atasözleri bunun yanlışlığını fazlasıyla ve çok güzel sergilerler.Ben kendim bilginin insanları değerlendirmede apaçık kullanan ve hiyerarşi yaratan okulları mevcut düzenin destekçileri olarak görüyorum. Buna karşı gelmeyenlerin bilgiyi göreceliğe çevirmesi çok tuhaf.
    Konu, bilginin tekel olduğu, hatta eğitim görmüşlerin bile sonsuz cahil olup sadece mesleklerinin bilgi ve maaşlarıyla yetindikleri, bilginin kendisinin sonsuz hızla arttığı, eğer konuştuğumuz konulara kısıtlarsak, sosyal bilimler de bile salt çok küçük bir azınlığın eleştiri yaptığı, bilgi birikimi için maddi şartların elverişli olması gerektiği (ki bu tarihte de geçerli) bir çağda, bence, ne yardan geçiliyor ne de serden.

  739. HIZLI ve YAVAŞ DÜŞÜNME

    BUY IT FAST! READ IT SLOWLY!

    “Hızlı ve Yavaş Düşünme”
    Daniel Kahneman
    Varlık Yayınları

    [ http://www.varlik.com.tr/kitapDetay.aspx?kategoriID=16&kitapID=486 ]

    [ http://www.kitapyurdu.com/kitap/hizli-ve-yavas-dusunme/373813.html ]

    [ http://www.amazon.co.uk/gp/product/0141033576/ ]

  740. Sayın 729
    Kapitalizmi her alanda insanlığa getirdiği yararlar inkâr edilemez. Bunları hepimiz bildiğimiz için tekrar etmekte bir anlam yok.
    Kapitalizmin tanımı ne kapitalizmin ne yapacağı ne de kapitalizmin nasıl uygulanacağını içerir.
    Şimdiye kadar kapitalizme karşı saldırılarda ortak olan nokta kapitalizmi uygulayanların sadece kar güttükleri, amaçlarının kapitallerini artırmak olduğu.
    Sosyalist yolu tutan devletler devleştirirler. Hatta sosyalist olmayan Türkiye’de bile PTT, demiryolları, okullar, hastaneler… Devletin elinde.
    Doğrusu neden kızdığınızı anlamadım. Kapitalizmin doğru ellere geçmesine karşı mı geliyorsunuz ve neden?

  741. Constructivism, capitalist construction and libertarianism
    Helmut N. Reicher

    Department of Politics, University of Georgia
    O. Paul Finnis

    Department of Deconstruction, Yale University

    1. Constructivism and postcultural theory

    The main theme of Buxton’s[1] analysis of postcultural
    theory is the meaninglessness, and subsequent rubicon, of precultural
    consciousness. An abundance of theories concerning not, in fact,
    desituationism, but postdesituationism may be revealed.

    Therefore, the primary theme of the works of Fellini is the common ground
    between sexual identity and society. In Satyricon, Fellini reiterates
    semantic discourse; in 8 1/2, however, he analyses postcultural theory.

    But neotextual capitalism implies that reality, somewhat ironically, has
    intrinsic meaning, but only if Bataille’s critique of neodialectic narrative is
    valid. Pickett[2] suggests that we have to choose between
    constructivism and predialectic capitalist theory.

    In a sense, several sublimations concerning Sartreist existentialism exist.
    Lacan uses the term ‘constructivism’ to denote the role of the participant as
    poet.
    2. Fellini and postcultural theory

    In the works of Fellini, a predominant concept is the concept of
    substructuralist art. Thus, if neotextual capitalism holds, we have to choose
    between dialectic theory and neoconceptual appropriation. Sontag suggests the
    use of postcultural theory to challenge class divisions.

    “Sexual identity is intrinsically responsible for capitalism,” says Lyotard;
    however, according to Scuglia[3] , it is not so much sexual
    identity that is intrinsically responsible for capitalism, but rather the
    failure, and eventually the paradigm, of sexual identity. In a sense, the fatal
    flaw, and some would say the economy, of constructivism depicted in Fellini’s
    Satyricon is also evident in 8 1/2, although in a more
    self-fulfilling sense. A number of discourses concerning a cultural reality may
    be discovered.

    If one examines neotextual capitalism, one is faced with a choice: either
    accept postconstructive deconceptualism or conclude that truth may be used to
    disempower the Other. Thus, Sontag promotes the use of constructivism to modify
    class. The subject is contextualised into a cultural paradigm of discourse that
    includes narrativity as a totality.

    “Society is unattainable,” says Sartre. However, Lyotard uses the term
    ‘constructivism’ to denote the bridge between sexual identity and truth.
    Brophy[4] implies that we have to choose between neotextual
    capitalism and Sartreist absurdity.

    But the characteristic theme of Sargeant’s[5] essay on
    constructivism is a self-supporting reality. Derrida uses the term ‘neotextual
    capitalism’ to denote the role of the artist as participant.

    It could be said that constructivism suggests that discourse is a product of
    the collective unconscious, given that narrativity is distinct from sexuality.
    Foucault uses the term ‘postcultural theory’ to denote the stasis, and
    subsequent genre, of textual class.

    Therefore, if neotextual capitalism holds, we have to choose between
    subcapitalist discourse and the textual paradigm of context. Humphrey[6] implies that the works of Burroughs are an example of
    mythopoetical objectivism.

    In a sense, Lyotard suggests the use of constructivism to deconstruct sexist
    perceptions of society. The subject is interpolated into a postcultural theory
    that includes narrativity as a totality.

    However, if constructivism holds, we have to choose between postdialectic
    theory and conceptual predialectic theory. The example of postcultural theory
    intrinsic to Burroughs’s Queer emerges again in Junky.

    But Parry[7] suggests that we have to choose between
    neotextual capitalism and postpatriarchialist sublimation. The main theme of
    the works of Burroughs is a self-fulfilling whole.

    1. Buxton, P. (1995) Capitalist
    Appropriations: Neotextual capitalism and constructivism. And/Or
    Press

    2. Pickett, V. C. M. ed. (1983) Constructivism and
    neotextual capitalism. Panic Button Books

    3. Scuglia, D. (1995) The Collapse of Society:
    Constructivism in the works of Rushdie. University of Oregon Press

    4. Brophy, C. M. Y. ed. (1988) Libertarianism,
    neomaterialist nationalism and constructivism. Cambridge University
    Press

    5. Sargeant, I. (1992) The Consensus of Absurdity:
    Constructivism in the works of Burroughs. Harvard University Press

    6. Humphrey, L. D. B. ed. (1986) Lacanist obscurity,
    constructivism and libertarianism. University of Michigan Press

    7. Parry, H. (1973) Semantic Narratives: Neotextual
    capitalism and constructivism. Schlangekraft

  742. Sayın 736,

    Öncelikle; 28 Mayıs 2015’ten beri, bu sayfada yazmayı sürdürdüğümüz bütün metinleri okumanızı öneriyoruz.

    Yukarıdaki metinlerimizi okumadığınızı düşünüyoruz! Çünkü: [Kapitalizmi her alanda insanlığa getirdiği yararlar inkâr edilemez. Bunları hepimiz bildiğimiz için tekrar etmekte bir anlam yok.] zırvalamasını yine duyduk!

    “Kapitalizm”i savunmaya yeltenen kimle karşılaşmış olursak olalım; onlardan ilk duyduğumuz [Bunları hepimiz bildiğimiz için] kelime grubudur! Kapitalizmin ne büyük, ne cevval bir yiğit olduğunu göstermeye çırpınırlar; ve sanki bu yiğitliğin, bu cevvalliğin herkes tarafından bilinen bir şey olduğunu, bu nedenle karşı çıkmanın “irrational” olduğunu öne sürerler! “Ayn Rand” başta olmak üzere bütün “objectivist”lerden ve “libertarian”lardan işittiğimiz bu!

    Muğlak konuşmaktan çok hoşlanırlar! Ümit ederiz; siz de onlardan biri değilsinizdir?!

    İşin daha acı veren yanı ise:

    “Kapitalizm”in alternatifinin “sosyalizm (ve komünizm)” olduğunun zannedilmesi!

    Yani birileri çıkıp “kapitalizme karşı” tezlerini öne sürüyorsa; bu kişilerin sorgusuz sualsiz “sosyalist” damgasını yemesi ne yazık ki normal addediliyor!

    Size son kez hatırlatıyoruz sayın 736,

    Eğer 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız metinleri okumazsanız; ne için mücadele ettiğimizi anlayamazsınız!

    Ve ekliyoruz:
    Bu mücadeleye sizi de çağırıyoruz!

    (Özellikle “The Zeitgeist Movement” metinlerimize ve “C.D.S.”ye dikkatinizi yoğunlaştırınız!)

  743. ZENGİNLER 'KAPİTALİZM'DEN NEDEN ŞİKAYETÇİ?

    Antalya’da 15-16 Kasım 2015’de “G-20” toplantıları yapıldı.

    Toplantılara damgasını vuran ilginç konuşmalardan biri, “B-20 İstihdam Görev Gücü Koordinatör Başkanı” ve Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç’dan geldi. Sorunların kaynağına vurgu yaptığı söylenilen Koç, “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir.” dedi.

    Benzer doğrultuda bir açıklamayı da 3 Aralık’ta gazete haberlerine göre TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan yaptı. Özilhan, “…Bugün en zengin %10’un ortalama geliri, en yoksul %10’un ortalama gelirinin on katı civarında! Adaletsizlik hayatın her alanına sirayet ediyor! Hâlinden, gelirinden toplumsal konumundan memnun olmayanlar hızla radikalleşiyor…” demiş!

    Dünyanın patronlarından biri olan Bill Gates de şöyle demiş:
    “100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak.”

    Bir başkası ise, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz. Stiglitz, kapitalizmin toplumsal yapıda yarattığı eşitsizliğe karşı çıkmış, liberal solun gurularından biri diye biliniyor. Bu kişi, başkapitalist devlet olan Amerika Birleşik Devletleri’nde başkanlık yapmış Bill Clinton’ın ekonomik başdanışmanı ve Dünya Bankası’nda başkan yardımcılığı ve başekonomistlik yapmış değil miydi?

    Şimdi şöyle bir soru soralım:

    Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz kişilerin içine Friedrich Engels mi kaçtı?! Yoksa yapılan bütün bu konuşmalar kapitalizmin gereklerinden biri mi, ya da timsahın gözyaşları mı?!

    (( F.Engels, Karl Marx’ın yakın çalışma arkadaşı olmuş bir düşünürdür. Marksist öğretiye önemli ölçüde katkı yapmıştır. Babası bir pamuklu dokuma fabrikatörüydü. Ancak bu durum, Engels’in kapitalizmin bilimsel eleştirisinin “ustalarından” biri olmasına engel olmamıştı. ))

    Birincisi ve sonuncusunu bir kenara bırakalım.

    Kanımca: Yapılan bu değerlendirmeler ve konuşmalar, aslında kapitalizmin gereklerinden biri ya da kapitalizmi korumaya yönelik!

    Kimi kapitalistler, kapitalizmi kurtarmak için “Sürdürülebilir Bir Kapitalizm” yaklaşımlarını dile getiriyorlar!

    “Sürdürülebilir Bir Kapitalizm”e başlıca üç nedenle ihtiyaç duyulduğu dile getiriliyor:

    1. Kapitalizm bireye yönelik büyük bir eşitsizlik ortaya çıkarmış durumda. Dolayısıyla “emek gücü”nün yeniden üretimini olanaksız kılmakta. Bu durumun egemen olmasıyla kapitalistler “mallarımızı kimler alacak?!” diye endişeye kapılıyorlar! Örneğin; ülkemizde asgari ücret tartışmalarının temelinde bu yok mu?!

    2. Eşitsizlik; toplumsal konumundan hoşnut olmayanları hızla radikalleştiriyor ve ortaya IŞİD ve mülteci akımı gibi zehirli ve sorunlu yapılaşmalar çıkıyor.

    3. Kapitalizm; doğayı da onarılmayacak bir şekilde yol ediyor! Bir başka deyişle; kapitalizm, doğayı, hammadde üretiminin yeniden üretimini engelleyecek şekilde tahrip edecek duruma getirmiş durumda! İklim konferanslarında dile getirilen tehlike bu değil mi?!

    Kısacası:
    Durum böyle giderse, kapitalistler; “kapitalizm, dünyamızla birlikte kendi kendini tüketecek!” diye korkmaya başladılar! Bu nedenle; var olan sisteme panzehir olabileceğini sandıkları “Sürdürülebilir Bir Kapitalizm”e ihtiyaç duyuyorlar diye düşünüyorum!

    Siz ne dersiniz?!

    (Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
    5 Aralık 2015
    OdaTV)

  744. 733 Sayın Ogürsel
    Bir cevap (şimdilik sadece 1.), bir soru
    “Özgür insanlarda tarih olmaz, otobiyografi olur.”, sorusuna cevap.
    Tarihin değişik tanımları var ve bu tanımlar esasta aynı bir kavrama dayanırlarsa da kullanışların değişikliği değişik çağırımlar yapar.
    Esas kavrama dayanan tanım son derece soyut olduğundan ve diğer bilgi dallarında da çalışıldığından yararsız olacak. Mesela, tarih değişmeyi anlatır. Güzel ama kapsamı aşırı geniş.
    Evrenin başlangıcı kaostan düzene geçiş, değişme.
    Değişme olmasa yaşam, dolayısıyla biyoloji, organik olmayan enerjiyi yaşayan varlıkların kullandığı biyo-enerjiye değişimi, fizikte hareket, ısı değişimi, …, olmaz. Mitler ve dinde birden çeşitlere geçme, felsefede bir ve çeşitlilik ve hatta asıl dünyanın değişmeyen dünya olduğu, maddeyle öz veya form, sen doğduğundan bu yana değişmeler akıl almayacak nicelikte ama aynı kalman, bilimde benzeri şekilde bütün değişmelere rağmen aynı kalma (atomlar, parçacıklar, …), … Bunların hepsi değişmeyle ilgili.
    İkinci tanım tarihçilerin tanımı: Tarih yazıdır, yani belgelere dayanır aksi halde arkeoloji veya antropoloji alanına girer. Bunu Sümer hakkında en güzel diyebileceğim Samuel Kramer’in eşsiz eseri “Tarih Sümer’de Başlar” simgeler. Kramer Sümer dilini ilk çözendir ve ve uzun bir zaman araştırmalarını Türkiye’de yaptı.
    Sadece bu tanımla yetinsek bile tarihin temelde sosyal değişimlerin kaydı ve medeniyetle sıkı bağı olduğu belli. Eğer doğa (burada en geniş anlamda kullanıyorum) değişmeler kayda geçerse toplumda bir anlam veya önem taşıdığı içindir. O zamanlar şimdi olduğu gibi daha henüz çalışma alanları ayıklanıp sınırlar çizilmemişti (bence bu benim rastladığım en büyük baş belalarından biri: gerekli yöntem sınırlar varmış gibi uzmanlık saçmalıkları olur).
    Fakat biraz genişletmek isterim. Marks tarihin “sırrını” buldu sayılır: değişme (tarih) sınıflar arasındaki mücadele. G. Childe Marksist olduğundan medeniyetin çıktığı yer Orta Doğu’yla ilgilenir (tabii bilmem eklemek gerekir mi? medeniyete geçişe kadar geçen zamanı da inceler).
    Hem Marks hem de Campanella ve benzeri ütopist yazarlarda bu (sosyal) değişmeler durduktan sonra, açık söylenmezse de, değişmenin sona ereceği ima edilir. Bu nokta biraz, özellikle bir yandan gelecekle ilgili olduğundan, diğer yandan ister istemez günümüzü o zamanlara yansıtmamız “kaçınılmaz” olduğundan, karışık (karmaşık). Biraz genişletmem gerekir.
    1. Marks’ın ünlü bir sözü var: aşağı yukarı “komünizmden öncesi tarih öncesi, tarih komünizmle başlar.”, der. Ama diğer yandan tarihin motorunun sınıf kavgası olduğunu söyler. Bu bir çelişki mi? Bence hayır, çünkü Marks’a göre insan kendisinden yabancılaşmasına neden olan doğayla mücadelesi sona erer, insan doğallaşır, doğa insanlaşır. Doğayla zıtlığın sona ermesiyle asıl insan tarihi başlar.
    Sanırım burada kullanılan “tarih” kavramı son derece özel bir anlam taşır. Sınıf kavgasının sona erişiyle benim ilk başta sözünü ettiğim soyut anlamda değişim kaydı olur. Ama bu anlamda sınıfların çıkmasının kaynağı olan medeniyet öncesi zamanlar, Marksizm’de bu devirlere “ilkel komünistlik” diye özet bir ad verilir, yani aşağı yukarı ilk 4 milyon yıl ve medeniyet sonrası devletle yönetilmekten kaçmayı başaranlarda değişme olmadığı iddia edecek kadar deli değilim.
    Annales Okulu yukarıda dalga yaratanlardan (savaşlar, hanedanlıklar, rejim değişmeleri, … ) veya senin deyişinle olanlardan sıyrılma amacıyla değişik bir tarih çalışması başlattılar. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Halil İnalcık bu ekolden. Ama konuyu dağıtmaya gerek görmüyorum. Diğer tarih felsefeleri (benim sevdiklerimden bir Homo Luden) ve farklı tarih ekolleri var.
    Not 1 (geçmişle ilgili): Medeniyet öncesi ve sonrası paçayı kurtarmayı başaranlarda en başta mitler (ve kozmos (evren)) bir yaşam modeli olarak kullanılır. Ayinler, türküler, bilmeceler, türküler, efsaneler, kahramanları öyküleri (ateşi bulan veya evcilleştiren) nesilden nesile “olduğu gibi” aktarılır.
    Nota not: Bence zamanımızda en büyük kayıplarımızdan biri, dilin tamamıyla dünyaya egemenler dili olması. Dolayısıyla saf yerine koyulmamak için “olduğu gibi” sözümü açıklamam gerekir. Ünlü bir şemaya göre tarih öncesi toplumla “soğuk” toplumlardır. Değişme olmaz veya çok yavaş olur. Değişmeyi zamanımız diliyle tanımlamakla bilimsel bir sınıflama değişme putperestlerin arasında bir din, bir kişisel terapi olur. İlkellerle yaşayan bir antropolog kano yapana her defa “neden başka türlü değil de böyle yapıyorsun? diye sorar. Cevap hep aynı: “Çünkü atalarımız (oku mitlerimiz veya ilk kano yapan kahraman miti) öyle yapmamızı, değiştirmemizi buyurdular.” Tabii her defasında değişik yapar ve antropolog bunu hatırlattığında kişi kahkaha atar. Eğer uzatmakla başını şişirmek gibi olmasam, ekleyeceğim. Biz bile her an değişen bir dünyayla karşı karşı kalsak gerçekten kafayı yeriz. Zaman içinde aynılığını korumak felsefede “varlığın” tanımıdır. Hatta ad takmamız bunun bir kanıtı. Ne var ki, burjuvalık zamanımız insanının genlerine yazılmayla kalmaz, insanlar biyolojik mutasyondan geçip ilkelliği bile Hollywood veya televizyon varı anlayan garip mahlûklar olurlar. İlkellerle ilk temas etmiş olanların döndüklerinde gıdıklayıcı abartmalar anlattıkları artık çok iyi biliniyor. Şimdi bile antropologlar ülkelerinde (eğitimin en fazla yaygın olan ülkelerde) insanları anlatılanları televizyonda gördükleri eğlendirici hikâyeler gibi algıladıklarından dert yanarlar. Ben kendi bunu defalarca yaşadım. Arkadaşlarım onun için G. Debord’u tercüme ettiler. Neyse, mademki işi abarttım devam edeyim. Pencereden baktım bir bina. Bir daha baktım dağ olmuş. Deli olup doktorların eline düşmekten korktuğum için yazıma döndüm, peynir olmuş, biraz tadına bakayım dedim sandalye oldu, …. Sanırım kafayı gerçekten yememek için ve hatta bilginin mümkün olması için zaman içinde sabitlik gerek. Zamanımıza egemen iki yüzlülük, zamanını en yüce görme, değişime tapma, ilerleme putuna tapma, … kısacası burjuva dinin müminlerinin ilahileri gerçekten çok çirkin.
    Not 2 (gelecekle ilgili ve gölgeye sığınacağım): Anarşist “bilimkurgu” yazarı Ursula LeGuin’den bir öykü. Ünlü antropolog (babası Alfred L. Kroeber) kızı olduğundan, diğer bilimkurgu yazarlara kıyasla, teknolojik değişmeleri sadece arka plan olarak kullanır. Orta Çağ’da bir simyacı 4 elemanı karıştırır durur. Birden bire zamanımızdan Orta Çağ’dan çok sevdiği bir şair üzerinde çalışmalar yapan ama diğer hiç bir kimse ilgilenmediği için kendini çok yalnız hisseden bir profesör peyda olur. Üstelik profesör çekingenliğinden ötürü kadınlarla ilişkisinde zorluk yaşamış biri. Simyacı ona 4 eleman karıştırırken ortaya çıktığın söyler. Profesör, “ben bilim adamı değilim ama duyduğum kadarıyla elemanlar sayısı 100’ü aşkın”, der. Simyacını heyecanını anlatmayacağım. Karıştırmaya devam eder. Roma zamanında genç ve güzel bir köle kız peyda olur. Kızın yaşamı kölelikle geçtiğinden çok ürkek ama yavaş yavaş profesörün kibar ve iyi ruhlu bir insan olduğunu görüp ona ısınır ve profesör sevdiği şairi ziyaretlerine sevgilisiyle beraber gitmeye başlar. Simyacı devam eder. Zamanımızdan binlerce yıl sonradan aynı çağımızın arkeologu bir genç kadın peyda olur. O da başkası ilgilenmediği için yalnızlık yaşayan bir insan. Neyse, buraya kadar kimi kim ve nereden geldiği bilinir. Bir gün aileye bir de köpek katılır ama onun kimliği sır kalır. Gelecekte tarih, yukarıda Marks’ın hayal ettiği anlamda, böyle bir tarih olabilir. Sadece kişiler ve onların güzellikleri. Yani, baskısız, devletsiz, mülkiyetsiz eski ve şimdi bile var olan toplumlarda koca kellerin dünyayı değiştirmesini yazmaya gerek yok. Diğer değişmeler zamanımızdan bir benzetme yaparsam fizik, biyoloji, jeoloji, kimya ve benzeri alanlarda kaydedilen değişmeler olurlar.
    Gelecekte bile eğer bir şahıs toplumda değişmeleri kendine bilgi konusu ederse, bu daha çok günümüzde doğa bilimleri sınıfına girer. Marks’ın doğa insanlaşacak, insan doğallaşacak, tarih öncesi sona erip asıl tarih başlayacak demesinin anlamı bence bu.
    Ama mutlaka tekrarını yapmam şart. Bizim konumuz soyut anlamda değişme değil, toplumda değişmeler.
    Not: Ben Marks tanındığı için onun düşünceleriyle konuyu açıklamak istedim. Benim için Marks tam ve tam bir burjuva. Ondan çok yararlı şeyler öğrendim. Derin bir düşünür olduğundan çelişkilerle dolu. Dolayısıyla bu dediğim konuyu kapatmaz. Diğer yandan bütün dünya burjuva olduğundan (isterseniz bu dediğimi diğer bir yazıyla ispat ederim) herkes onun dilini konuşur ve dışına çıkanlara onun diliyle saldırılır.
    Bence özgür sadece ve sadece devletsiz, mülkiyetsiz, emir verenlerden yoksun toplumda yaşayan demektir. Anarşist anlamda, bireyci değil bireydir.
    Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada. Bana göre bu, burjuva kültürün yarattığı bir hastalık. Hem değişmeyi göklere çıkarır hem sabit fikirleri beyinsizlerin kafasının en derin noktalarına yerleştirir. Satıhsal ve kolay kılar. Hatta özgürlüğün tanımı özgürlüğün imkânsızlığını içerir. Şu an dünyaya egemen olan da özgürlük 17. yüz yılda tanımlanan tamamıyla pazar ilişkilerine dayanan soyutlar soyutu bir anlamda algılanır.
    Ben bu burjuva tanımını bir milyon karikatürünü yapmaya hazırım.
    İki örnek vereyim:
    1. Bir eski kafalı hala yeğenine “günaydın”, der. Bence tiksindirecek kadar zengin ve burjuva olan anne, “lütfen yapmayın, çocuğumu karşılık verme zorunluluğuna sokuyorsunuz!”, dedi.
    2. Eski kafalı bir baba, çocuğuyla oynayan diğer bir çocuk kendi çocuğunun oyuncağıyla oynamak istemesine şahit olur. Kendi çocuğu vermek istemez. Baba, “oğlum, ver oynasın”, der. Anneanne, “bırak çocuğu istediğini yapsın “, der.
    Yani reklam, televizyon, okul, günlük hayat çocukları hep istediklerini yapmaya alıştırırlar demek ister, galiba!?
    Tam bir burjuva olan Marks bile, atomların vızıldamasında kaçınılmazlığa dayanamayan Democritus gözlerini oydu, arada bir nedensiz yol değiştirmelerine izin Epicurus bir küvette sevdiği arkadaşlarla elinde bir kadeh şarapla huzur içinde öldü der. (Marks felsefe tezini Epicurus üzerine yazdı).
    Ben daha bariz bir örnek vereceğim: termodinamikten esinlenen dünyanın kaosa doğru yol aldığını varsayanlarını ve zamanın yönlü olduğunu savunanların kullandıkları yasa. Bu yasa bütün yasaların altında yatar ve bence her ve mitte rastlanan, Türkçe “felek” sözcüğüyle ifade edilir: derin evrensel, kozmik yasa. Bu yasaya göre kendi haline bırakıldığında her şey düzensizleşir. Buna tek ve tek bir varlık karşı gelir, HAYIR, der. Canlılar. Gıda almak, kullanmak, dışkılamak sistemiyle düzenlerini tekrar ve tekrar yeniden yapılarlar, ama tabii sadece ölene kadar.
    Bu yazı benim için aslında yazmaya değmez bile. Eğer bir değer kazanacaksa şu akıl almaz ağaçlardan dolayı ormanı görmeyen iğrenç ırkçılığı ifşa etmesinden gelecek. Eğer bunu başarırsam sevincim sonsuz olur.
    Tabii şantajlar bitip tükenmez. YaLaKa’lar “bize omuz veriyor musunuz vermiyor musunuz?”. Diğerleri, Selahattin bilmem kim, Erdoğan bilmem kim, İŞID, Obama, drone sorunu, cep telefonu, anarşistlik, … sonsuza dek alakasız konularla sanki bunların altında yatan çılgınlığı biraz da olsa örtüyü açıp ışığa getirmek sinirlerini yıpratır.
    733’de değindiğin diğer sorunlara da cevap vereceğim. Ama tekrar edeyim hep elle not aldığımdan ve doğuştan düzensiz bir insan olduğumdan elimden geldiği kadar aklıma gelenleri yazıyorum. Sonra da, “keşke şunu da ekleseydi, tam olmadı, yanlış anlaşılabilir” sancıları çekiyorum.
    Soru: Amerikalarda rastlanan medeniyetlerin başlangıcı neden kavgalarını şimdilik bir tarafa bırakırsak, sen medeniyetin Sümer ile başlayıp dünyaya yayıldığını kabul ediyor musun?
    Çok kısa bir ek: 712 no’lu yazımda Goethe’den alıntı
    “Örneğin Habermas’ın önemli bir saptamasını ben 35 yıl sonra bir amatör olarak “aynen” ondan “habersiz” yeniden saptıyorum”, senin sözleriyle biten lafının doğruluğunu kanıtlar.
    Bu konu daha da etrafı diken dolu çiçek ve sanırım gününü her türlü kölelik içinde geçiren insanların bu konuda daha dikkatli olmalarını savunacak bir yazı hazırlayabilirim.
    Hoşça kalın.

  745. Sayın 738
    Kapitalizmin ulaşımda, iletişimde, tıpta, daha uzun yaşama, evrensel eğitim, okuma yazma bilenlerin hızla artışı, en icra yerlere bile elektriğin varması, basım ve kitap yayınında büyük artmalar, bilimde, sanatta ve müzikte hızla artan dahiler, kadınların özgürlüğü ve hakları, kadınların her türlü bilim, sanat, müzik dallarında yeteneklerini gerçekleştirme imkânları, aile içi ilişkilerde değişmeler, demokrasi, ev işlerinde kolaylık sağlayan araçlar, merkezi ısıtma sistemleri, konuşma ve yayın özgürlüğü ve birçok sayısız alanlarda getirmiş olduğu yararları saymakla amacım övmek değil sadece nesnel dünyayı ve nesnel tarihi hatırlatmaktı.
    Ekonomi, enerji, politika, bilim, teknoloji, din , ahlak, sosyal sınıflar, psikoloji, savaş, töreler, felsefe, üretim, aile, ulus, …. vs değişmeler kapitalizmle oldu.
    Kötü tarafına karşı bir tutuma göre, kullananların insanlık için değil kar için yaptıkları.
    Sanayilerin devleştirilmesinde alternatifin sosyalizm veya komünizmi seçmek değil, kullanana bağlı bilincin varlığı ve tarihte yer alması.
    Bu yazdıklarımla sizin mücadele arasında bir bağ bile görmüyorum.
    Sizler uygulanmanın iyi veya kötü olabileceğine inanmıyor musunuz?

  746. 737 Arif Kuş
    I was thrilled by your Anarcho-Capitalist surtextual, deconstructive constructivism, poststructuralist, postsemiotic-postsemantics, postmodern, dividualist extrapolation into neo- contextual para-extraterrestrial ever-expanding universe of sursexual cyborg where Debord’s ‘capitalist objectivist’ paradigm, Foucaultist power relations, Lacan’s elitist perceptions of society, subcapitalist patriarchal theory, Bachofen’s transient global amnesia of post matriarchal is recovered by overcoming physico- illuminati pseudo sublimiting-delimiting surmaterial-subobjective-supersubjective libertarian de-Batailleist, trans-Sartrian, waiting-for- Foucaultian surdetermined aporias deliquesce into postprimordial postdialectic bang big.
    Joyce deconstructs dialectic theory, in Finnegan’s Wake; Derrida suggests the use of capitalist libertarianism to challenge the status quo.
    Baudrillard’s model of rationalism is one of “semiotic rationalism”, Spelling is not destructuralism, but subdestructuralism. In the speecehes of Erdoğan, a predominant concept is the concept of subconstructivist-ottoman-islamist-futurist-silicon valley. His constructivism is Dadaïst nihilism; materialist narrative of the dialectic materialism. His constructivism is his full body armour against postphallic Lacanian-subliminal liberation Foucaultian threat.
    Excuse me; I have an appointment on Earth. Hope to meet you there in the future.

  747. [1.BÖLÜM] Sayın 741

    CEVABIMIZ 6 BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    (NOT
    6 BÖLÜMLÜK METNİMİZİ; 737’DE YAZAN SAYIN ARİF KUŞ’UN DA DİKKATLE OKUMASINI TAVSİYE EDİYORUZ!)

    [1. BÖLÜM]

    Sayın 741,

    Öncelikle; yukarıdaki metinlerimizin hiçbirini okumadığınızı şimdi daha net gördük! İLK OLARAK; BÜTÜN METİNLERİMİZİ OKUYUNUZ! OKUMADAN GÖRÜŞLERİNİZİ YAZMAYINIZ! ÇÜNKÜ: OKUMAZSANIZ, BU SAYFADA GÖRÜŞLERİNİ YAZAN HERKES YOK YERE TEKRARA DÜŞÜYOR!

    İkinci olarak; siz ‘kapitalizm’ kavram ve uygulamasıyla ilgili kendinizi otorite zannederek devasa bir hata içinde olduğunuzun farkında değil gözüküyorsunuz! (Umarız yanılırız!) Bunun kanıtı: [Bu yazdıklarımla sizin mücadele arasında bir bağ bile görmüyorum.] cümleniz!

    Özellikle bugün, kapitalizmi hararetle savunan (ve savunmaya teşne olan) kişi ve grupların büyük çoğunluğu (ne yazık ki!) ‘kapitalizmin dayattığı retorik’ ile ifadelerini ortalığa saçıyor! Bu içler acısı durum; ‘Stalinizm’in, komünizmi ifade etmek yönünde tahakküm kurmasından farksız!

    ‘Milton Friedman’ isimli şahıs 1960, 70 ve 80’ler boyunca, kapitalizm hakkında neler söylemişse; bugün, kendini “sol’cu zanneden” beyni bulanıkların ekseriyeti Friedman’ın retoriğini kopyaladıklarının farkında değil! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    İşte ispatı:

    [Kapitalizmin ulaşımda, iletişimde, tıpta, daha uzun yaşama, evrensel eğitim, okuma yazma bilenlerin hızla artışı, en icra yerlere bile elektriğin varması, basım ve kitap yayınında büyük artmalar, bilimde, sanatta ve müzikte hızla artan dahiler, kadınların özgürlüğü ve hakları, kadınların her türlü bilim, sanat, müzik dallarında yeteneklerini gerçekleştirme imkânları, aile içi ilişkilerde değişmeler, demokrasi, ev işlerinde kolaylık sağlayan araçlar, merkezi ısıtma sistemleri, konuşma ve yayın özgürlüğü ve birçok sayısız alanlarda getirmiş olduğu yararları saymakla amacım övmek değil sadece nesnel dünyayı ve nesnel tarihi hatırlatmaktı.
    Ekonomi, enerji, politika, bilim, teknoloji, din, ahlak, sosyal sınıflar, psikoloji, savaş, töreler, felsefe, üretim, aile, ulus, … vs değişmeler kapitalizmle oldu.]

    Yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdığınız her kelime şununla aynı:

    ‘Militarizm ne kadar iyi baksanıza! Mühendislik denen o muazzam akıl, militarizm sayesinde sıçrama yaptı! Eğer militarizmin verimli topraklarında mühendislik ilerlemeseydi; bugün böyle rahat, böyle teknolojisi bol, böyle taşıt araçları gelişmiş, böyle yüzbinlerce hastalığa çare bulunmuş, böyle tohumların coğrafyadan coğrafyaya yayıldığı bir dünyada yaşamıyor olurduk!

    Evet, tarih boyunca, militarizm nedeniyle milyonlarca insan (ve diğer canlılar!) hayatlarını kaybetti! Ama bu negatif durum, militarizmin pozitif durumunu örtmesin! Beyninizi bulandırmayın sakın!’

    ‘Kapitalizmin dayattığı retorik’e bir başka örnek:
    ‘Polisin yaptığı uyarıları dikkate almayan protestoculara biber gazı sıkıldı!’

    Kullanılan üslup; eğilimin ne yönlü olduğu üzerine emareler içerebilir:
    Polis ↔ Kapitalizmin (bilinçli & bilinçsiz) koruyucuları!
    Protestocular ↔ Kapitalizme karşı mücadele edenler!

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde, sizlere ısrarla hatırlatmaya çırpınıyoruz {{ 1980 sonrası (özellikle 2000 sonrası!) dünyada kapitalizmin kuluçka merkezleri olan ‘şirketokrasi (corporatocracy)’de ölüm zehirleri yetiştiriliyor! Bu zehirlere karşı mücadele etmediğimiz sürece; sayın Gün Zileli’nin sitesinde bile birbirimizin kafasına taş atamayacağız! Çünkü kafamıza attığımız bütün bu taşları bile ‘kâr etmek amaçlı!’ paketleyerek satmaya mecbur bırakılacağız! }} diye uyarmıştık, hâlâ uyarıyoruz!

    ‘ÖZEL SEKTÖR KAPİTALİZMİ’ ile ‘SOVYET (DEVLET) KAPİTALİZMİ’ AYNIDIR! BUNU UNUTMAYINIZ!

    Bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz ‘Beyaz Ya-LA-ka’lar, sizlere ısrarla {{ 1980 sonrasına (özellikle 2000 sonrasına!) }} odaklanın diye uyardıkça; bu sitede yazanların neredeyse hepsi ‘tarih madenciliği (history mining)’ ve ‘antropolojik verilerle kontrol etmek (anthropological fact-checking)’ savunmalarına sarıldı! Sanki bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz ‘Beyaz Ya-LA-ka’lar; kapitalizmin, zamanın akışı içinde evrile evrile bugünlere nasıl geldiğini bilmiyormuşuz gibi!

    İşte örnekler

    EMEK-DEĞER TEORİSİ

    [Almanca]
    Arbeitswerttheorie

    [İngilizce]
    Labor theory of value

    [Kaynak]
    Das Kapital – Kritik der politischen Ökonomie
    Capital – Critique of Political Economy
    Das Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi
    (1867-1883)

    META (Veya emtia, veya ticarete konu olan mal)

    {{{ Bir ürünün (malın) üretim sürecinde, onun önemini gösteren şey; kapitalist-patronların adeta dikte ettiği zorunlu emek süresidir. Her bir meta, bu minvalde, içinde olduğu kategorinin ortalama bir örneği olarak düşünülmelidir. Bu sebeple, aynı zaman diliminde üretilen ve sarfedilen emeğin toplamıyla vücut bulan meta; aynı değere sahiptir. Herhangi bir metanın değeri, başka bir metanın değeriyle aynıdır. Zorunlu emek süresi diliminde üretilen bir metanın karşılığı; yine, aynı şekilde, zorunlu emek süresi diliminde üretilen bir başka metanın karşılığıyla aynı olma gerekliliğini getirir. Değer bazında baktığımızda, üretilen her meta; yığınların sarfettiği emek süresinin katılaşmış (cisimleşmiş) hâlinden başka bir şey değildir. }}}

    Yukarıda Marx’ın açıklamaları, yalnızca onun keşfettiği bir olgu değil! Marx, çağlar boyunca süregiden bağıntıları gözlemleyerek tespitini dile getirmiştir: Burjuva toplumda, bir metanın değerini (veya doğal fiyatını) belirleyen şey; o metayı üretirken sarfedilen emek süresinin ne kadar olduğudur.

    Adam Smith de kendi tespitini şöyle açıklamıştır

    (Kaynak
    Milletlerin Zenginliği,
    Kitap 1, kısım 5,
    ‘Malın Gerçek Fiyatı ile İtibari Fiyatı Yahut Bunların Emek Olarak Fiyatı ile Para Üzerine Olarak Fiyatı’,
    Sayfa 31-32)

    {{{ Herkes, insan yaşamı için gerekli, elverişli, hoşa giden nesnelerden yararlanabilmek üzere bulabildiği olanak ölçüsünde, zengin ya da yoksuldur. Ama, işbölümü bir kez iyice yer etti mi, bu şeylerin pek azını insan kendi emeği ile elde edebilir. Bütün bunların en çoğunu başkalarının emeğinden edinmesi; üzerinde egemen olabileceği ya da satın almaya gücü yeteceği emek miktarına göre, zengin veya yoksul olması gerekir.

    Bir metaya sahip olan kişiye göre, eğer onu kullanmayacak veya tüketmeyecek ama onu diğer metalarla takas edecekse, bu metanın değeri; o meta üretilirken sarfedilen emek miktarıdır. Ki bu durum, kişiye; o metayı satın alma veya o metaya hükmedebilme olanağı sağlar. İşte bu sebeple emek; metanın takas değerinin gerçek ölçüsüdür.

    Her şeyin gerçek fiyatı (reel fiyatı), yani kişi bunu elde etmek istediğinde onun başına çıkaracağı gerçek maliyet; onu (malı veya hizmeti) elde etmek için katlandığı zahmet ve sıkıntıdan ibarettir.

    Bir metayı elde etmiş olup, elden çıkarmayı veya bir başka metayla takas etmeyi isteyen kişi için, o metanın gerçek değeri; kendi üstünden atıp başkalarının sırtına yükleyebildiği zahmet ve sıkıntıdır. }}}

    ÇOK MÜHİM UYARI
    Marx’a göre emek kavramına bu kadar önem verilmesi; fetişizmden başka bir şey değildir!

    “İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, üretiminin gücü ve büyüklüğü ne kadar artarsa, kendisi de o kadar yoksullaşır.
    Ne kadar çok meta üretirse, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar.
    ‘Şeyler dünyası’nın değerinin artmasıyla doğru orantılı olarak insanların dünyası değersizleşir. Emek sadece meta üretmekle kalmaz, aynı zamanda; genel olarak meta ürettiği oranda kendini ve meta olarak işçiyi de üretir.”
    [Karl Marx,
    ‘1844 Elyazmaları (Paris Elyazmaları)’,
    ‘Ökonomisch-philosophische Manuskripte aus dem Jahre 1844’]

    Hem Karl Marx’ın tespitini, hem de Adam Smith’in tespitini yukarıda görmüş oldunuz.

    Şimdi örneklendirelim

    ÖRNEK 1

    Vietnam’da, Malezya’da veya Endonezya’da serbest olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; Nike, Adidas, Puma gibi yüzlerce markanın kıyafeti, ayakkabısı, spor malzemesi ve benzerleri, üretim sürecinin hızlandırılmasıyla 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!

    Gelin görün ki
    ABD’den (emekli) basketbolcu Michael Jordan, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu ayakkabılardan bir serinin üzerine ‘Michael Jordan’ isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem markaya hem Jordan’a kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    ÖRNEK 2

    Bangladeş’te serbest olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; Lacoste, Mango, Tommy Hilfiger, ZARA, Reebok gibi yüzlerce markanın kıyafeti ve benzerleri, üretim sürecinin hızlandırılmasıyla 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!

    Gelin görün ki
    Rusya’dan tenisçi Maria Sharapova, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu kıyafetlerden bir serinin üzerine ‘Maria Sharapova’ isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem markaya hem Sharapova’ya kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  748. [2.BÖLÜM] Sayın 741

    [2. BÖLÜM]

    ÖRNEK 3

    Çin Halk Cumhuriyeti’nin güney eyaletlerinde yoğunlaşmış olan, daha çok Foxconn şirketokrasi canavarı bünyesinde ilikleri sömürülen milyonu aşkın işçinin ter akıtmasıyla ve intihar etmesiyle, Sony, Apple, LG, Samsung, Huawei, Panasonic, Canon, ASUS, Nikon, OnePlus, Acer, HTC, Dell, Lenovo gibi yüzlerce markanın cihazları üretiliyor.

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu cihazları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar! Ve hâttâ, bir bankaya başvurup tüketici kredisi bile çekmek isteseler, banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp, onlara bu krediyi vermiyor!

    Gelin görün ki

    Yukarıda adı geçen markaları,

    New York & Wall Street’te borsa simsarlığı yaparak kapitalizmi yücelten bir yüksek lisans öğrencisi satın alıyor!

    Veya Ankara & OSTİM’de üretim mühendisliği yaparak yerli otomobil üretmeye çabalayan bir şahıs satın alıyor!

    Veya İstanbul & Maslak’ta bir plazada C.E.O. kıçı yalayarak raporlar hazırlayan bir Beyaz Ya-LA-ka satın alıyor!

    (Çin Halk Cumhuriyeti’nde) Foxconn şirketokrasi intiharları listesinden

    [18 HAZİRAN 2007]
    Hou – Yaş 19 – Erkek – Fabrikanın banyosunda kendini astı, hayatını kaybetti!

    [16 TEMMUZ 2009]
    Sun Dan-yong – Yaş 25 – Erkek – iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlayarak hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [OCAK-MAYIS 2010 arası]
    Ma Xiang-qian
    Bay Li
    Tian Yu
    Bay Lau
    Sao Shu-qin
    Bayan Ning
    Lu Xin
    Zhu Chen-ming
    Liang Chao
    Nan Gan
    Li Hai
    Bay He…
    Yaş 17-29 arası – Binadan atlayarak hayatlarını kaybettiler!

    [20 TEMMUZ 2010]
    Liu – Yaş 18 – Erkek – Bir yurdun altıncı katından atlayarak hayatını kaybetti!

    [7 OCAK 2011]
    Wang Ling – Yaş 25 – Kadın – Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [26 MAYIS 2011]
    Adı bilinmiyor – Yaş 20 – Erkek – Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [TEMMUZ 2011]
    Cai – Yaş 21 – Erkek – Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [23 KASIM 2011]
    Li Rongying – Yaş 20 – Kadın – Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [14 HAZİRAN 2012]
    Adı bilinmiyor – Yaş 23 – Erkek – Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [24 NİSAN 2013]
    Xu Lizhi – Yaş 24 – Erkek – Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    [27 NİSAN 2013]
    Adı bilinmiyor – Yaş 23 – Kadın – Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    YUKARIDA ADI GEÇEN MARKALARIN ÜRETTİĞİ TEKNOLOJİYE DEĞİL, BÜTÜN BU TEKNOLOJİ ÜRETİLİRKEN UYGULANAN ÖLÜMCÜL REKABETE ve SÖMÜRÜCÜ ZİHNİYETE KARŞIYIZ!

    BU DEHŞET DURUM, SADECE UZAK ASYA ÖZELİNDE DEĞİL, BÜTÜN DÜNYADA YAŞANIYOR!

    ÖRNEK 4

    Kocaeli FORD-Otosan tesislerinde ilikleri sömürülen binlerce işçinin ter akıtmasıyla, binlerce taşıt üretiliyor. Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu taşıtları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar! Ve hâttâ, bir bankaya başvurup taşıt kredisi bile çekmek isteseler, banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp, onlara bu krediyi vermeyebiliyor!

    ÖRNEK 5

    24 Aralık 2013’te, Konya’nın Ereğli ilçesinde, 40 günlük Ayaz isimli bebek, soğuktan zatürreye yakalanıp öldü!

    ÖRNEK 6

    28 Şubat 2014’te, atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan, av tüfeğiyle intihar etti!

    ÖRNEK 7

    20 Ocak 2015’te, icralık olan kadın öğretmen bankada kendini bıçakladı!

    ÖRNEK 8

    26 Eylül 2015’te, Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi.

    ÖRNEK 9

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan Bayer’in CEO’su Marijn Dekkers, şirketin kanser ilacı olan Nexavar için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve (ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.) dedi!

    (Aralık 2013 – Ocak 2014) Business Week adlı derginin son sayısında yer alan habere göre, etken maddesi sorafenib olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren Bayer şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers (Doğruyu konuşma zamanı geldi! Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.) dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı

    Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  749. [3.BÖLÜM] Sayın 741

    [3. BÖLÜM]

    Kapitalizmin zehirlediği renkler oldukça fazla! Sadece ‘Beyaz’dan ibaret değil!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kadıköy’deki ‘bir başka burjuva!’ kebap salonunda çalışırken yaz mevsiminin bitişiyle ayrılıp, Ağrı-Patnos’da inşaatı başlayacak ve üç mevsim sürecek TOKİ’lerde beden gücünü satmaya mecbur kalacak, ve bunun sonucunda nur topu gibi bir bel fıtığına sahip olacak insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    ‘Sirkeci İstasyonu’ ile ‘Doğubank’ arasında akan insan seli arasında kâğıt mendil ve soğuk su satmaya çalışan ‘küçük!’ insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kınalıada’daki görece konforlu evlerinde köpek, kedi ve benzerlerine hamilik yapan kimselerin, bu varlıklara yiyecek-içecek almak için veya bakımlarını yaptırmak için bir pet-shop’a, bir veterinere gittiklerinde; fiyatların yavaş da olsa arttığını gözlemlediklerinde şaşırmaları olgusu sonucunda başı yanacak, ve ‘maliyetlerin yükselmesi’ sebebiyle bu pet-shop’dan, veterinerden yavaş yavaş kovulacak insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Detroit’te $5’a muhtaç hâle getirilen insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Blackpool’da (Lancashire, North West England, United Kingdom) aile içi tacize maruz kaldığı için ağır depresyon yaşayıp ‘homeless!’ statüsü hediye edilmiş, ve ne yazık ki uyuşturucuya alışmış, istasyon giriş ve çıkışlarında, havalimanı gate’lerinde gelen-gidenlerden para istemeye mecbur bırakılan insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    İzmir’deki ‘D&R’ mağazalarında artık hiçbir zaman satılmayacak olan David Watson, Fredy Perlman, Arundhati Roy, Terry Eagleton veya Muzaffer Sarısülük’ün kitaplarından haberleri olamayacak, hayata asgari ücretle tutunmaya çabalayan, turuncu-mavi karışımı ‘lacoste!’ t-shirt giymeye mecbur bırakılan, 35 dakikada bir 1 dal sigara içmek ve WC’ye gitmek hakları olan insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Yukarıdaki t-shirt’i üreten Bangladeş’teki bir ‘merdiven altı!’ fabrikada, ense kısmına diktiği; kumaş cinsini, yıkama prosedürünü ve beden ölçüsünü gösteren etiketin arkasına ‘Please! Help me!’ yazarak boğazı yırtılırcasına çığlık atan insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Modernitenin bir başka patlaması sonrası, Tianjin’den Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan 40 yıllık bir lokanta sahibi insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    ‘Batı tipi parlamentoculuk!’ zihniyetinin yerleşmesi için mücadele eden ‘Umbrella Movement’a mensup, ‘Çin Komünist Partisi parlamentosu!’ tarafından biber gazı yemesi sonucunda, Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan yukarıdaki insanın güç-bela açabildiği lokantasına sığınmaya mecbur bırakılan öğrenci-insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Kraliçe Madonna’nın ‘Raising Malawi’ isimli ‘sosyal sorumluluk projesi!’ çerçevesinde bölgeye yaptığı ziyaretlerde; gülümseye gülümseye, zıplaya zıplaya kameralara, fotoğraf makinelerine poz vermeye çabalayan, ve bu pozlar verildikten sonra New York, Frankfurt, Liverpool, Moskova, Tokyo veya Cihangir’den bazı ‘instagram’ kullanıcılarından ‘like’ alan ‘küçük!’ insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Tayvan’da ve Çin ‘Halk!’ Cumhuriyeti’nin güneyinde; Apple’larımıza, Samsung’larımıza, Lenovo’larımıza, ASUS’larımıza, Dell’lerimize, Acer’larımıza, Sony’lerimize, HTC’lerimize, LG’lerimize, Huawei’lerimize, OnePlus’larımıza, Hewlett-Packard’larımıza üretim yapan ‘Foxconn fabrikaları’nda intihar eden yüzlerce (bazı verilere göre binlerce!) insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    ‘Atanamayan!’ öğretmen-insanlarla omuz omuza mücadele ETMEYEN ’emekli!’ öğretmen-insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    ‘Diktatöryel akademisyenlik hiyerarşisi’ni tırmanmaya mecbur bırakılan ‘research assistant’-insandır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Mayıs 2015’te; Renault, TOFAŞ-Fiat, Coşkunöz, Valeo, Ficosa, Delphi, Yazaki, Aunde, Lear, Mako, Maysan Mando, AB Rotech, SKT, Ototrim, Farba, Tredin, Diniz Johnson Controls, Beyçelik-Gestamp, Borçelik, Borusan, Borusan-Mannesmann, Ford-Otosan, Arçelik LG, BSH Çerkezköy ve yüzbinlerce ‘şirketokraside!’ sömürülen, ve ‘EYLEMLERİ!’; Türk Metal Sendikası, Birleşik Metal İşçileri Sendikası ve Çelik-İş Sendikası üçlüsü arasında boğulmak istenen insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    Artvin, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize, Ordu ve Samsun’da 600 kilometrelik alana yayılan Doğu Karadeniz’deki yaylaların birbirine bağlanmasıyla bir doğa cinayeti olan Yeşil Yol projesi’nde hayatlarını kaybetmesi muhtemel fidan, ağaç, dere, çay, kaplumbağa, sansar, atmaca, keklik, ayı, bıldırcın, tırtıl, kelebek, menekşe, kirpi, sincap ve binlerce türü gündeme getirerek ‘bir yudum hayat!’ için mücadele eden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    “Burjuva Avrupa’da!” daha iyi bir hayata kavuşacağını zanneden, daha çok Yunanistan ve İtalya açıklarında hayatını kaybeden, ‘kaçak!’ statüsü hediye edilmiş, insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN; okuyacağınız haberdeki ‘gerçekliktir’:

    Yunanistan’daki ekonomik ve sosyal kriz, uluslararası medyaya daha çok ‘Atina – Kreditörler’ eksenindeki gelişmeler ışığında ve diplomatik boyutlarıyla yansıdı. Oysa ülkede ekonomik krizin yarattığı büyük bir toplumsal bunalım yaşanıyor! Sputnik’ten Nikolaos Stelya’ya konuşan üç seks işçisi, ülkedeki krizin görünmeyen yüzünü anlatıyor.

    2009-2010’da Yunanistan’ın ana gündem maddesine dönüşen ekonomik kriz beraberinde toplumsal çöküşü de getirdi. Milyonlarca insan birkaç ay içerisinde yaşam ve iş standartlarının düşüşü ile ülke geneline yayılan umutsuzluğa tanık oldu. Son 5 yılda milyonlarca insan işsizlikle tanıştı. Evli çiftler geçim derdine düşerken, gençler temel gıda maddelerini sağlamakta bile ciddi sıkıntılar çekmeye başladı!

    Böylesi bir kriz ortamında, fuhuş Yunanistan’ın genelinde yükselişe geçti!

    DEVLETİN OLANAKLARI YOK

    Daralan ekonomik kaynaklar nedeniyle, ülkede fuhuşu masaya yatıran akademik, bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az! Devlet bu konuda suskunluğunu korurken, Sağlık Bakanlığı genellikle seçim dönemlerinde cinsel sağlığı ilgilendiren bazı çalışmalar yapmakla yetiniyor.

    İşgücündeki ve maaşlardaki kısıtlamalar nedeniyle şu anda devletin, fuhuş gibi çok boyutlu bir olguyu ele alabilecek yeterli kadrosu ve altyapısı yok!

    TRANS BİREY VASİA: ‘İLK TECRÜBELERİM KORKUNÇTU!’

    Ekonomik krizin patlamasından hemen önce Atina Politeknik Üniversitesi’nde okuyan Vasia 29 yaşında trans bir birey. Krizin hemen ardından Trikala bölgesi civarında bir köyde yaşayan ailesi büyük zorluklarla yüzyüze geldi. Önce ailenin çiftliği kapandı, sonrasında ise ailenin tümü işsizlik kabusuyla tanıştı. O dönemde, ailenin Vasia’ya gönderdiği harçlıklar aniden kesildi.

    Atina’da tek başına ve parasız kalan Vasia, trans bir birey olarak olumlu karşılanmayacağını bildiğinden köyüne geri dönmeyi seçmedi. Atina’da her şeye rağmen özgür bir ortam vardı.

    Sputnik’e konuşan Vasia, 2011 yazında bir trans arkadaşının teklifi üzerine fuhuşa başladığını anlattı: ‘İlk tecrübelerim korkunçtu! Saldırılara, kötü muamelelere maruz kaldım. Polis şiddetiyle yüzleştim. Buna karşın her gece elde etmeye başladığım gelir beni bugüne dek ayakta tutabildi!’ diyen Vasia, 2011’den bu yana hayatını bu şekilde sürdürdüğünü söyledi!

    ‘AŞIRI SAĞCI BİR GRUBUN SALDIRISINA MARUZ KALDIK!’

    Ancak Atina’da da hayat bir trans birey için kolay değil; birkaç gün önce Vasia birkaç arkadaşı ile beraber aşırı sağcı bir grubun saldırısına maruz kaldı ve polise başvurduğunda, kendisine; kadro yetersizliği ve maaş kesintilerinden dolayı saldırı hakkında bir şey yapılamayacağı söylendi!

    EVLİ ve İKİ ÇOCUK ANNESİ ‘K.’:
    ‘ÇOCUKLARIM AÇLIKTAN BAYILIYORDU!’

    ‘Bugüne dek basına hiç konuşmadım. Lütfen ismimi açığa vurmayın!’ Bu çekingen ifadelerle sözlerine başlayan K. kendi öyküsünü şöyle özetledi: “2010’da dönemin Başbakanı Yorgo Papandreu’nun ünlü Kastelorizo açıklamasını televizyondan seyrederken eşimin çalıştığı şirket iflas etti! Eşimin işini kaybetmesiyle beraber evimizin kirasını ödeyemez duruma geldik. Bir markette çalışıyordum ve yevmiyem sadece temel gıda maddelerine yetiyordu. İlkokul ve ortaokuldaki çocuklarımın harçlıklarını bile ödeyebilecek durumda değildik artık!”

    Gözyaşlarını gizlemeyen K. sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Bir gün hâli vakti yerinde olan bir komşumla durumumu paylaştım. Kendisinden destekleyici ve cesaretlendirici sözler beklerken; fuhuş yapmamı önerdi! Eşinin evde bulunmayışını fırsat bilip, kendisiyle ‘güzel vakit geçirmem şartıyla’ aileme ekonomik açıdan destek olabileceğini söyledi! İlk etapta bu teklifi geri çevirdim. Ancak bir-iki ay sonra boyun eğmek zorunda kaldım! Zira eşimin ve ailemin durumu kötüleşmeye başlamıştı. Eşim kendisini içkiye verirken, sofradaki zorunlu kesintilerden dolayı çocuklarım açlıkla tanıştı. Bir keresinde açlıktan okullarında bayıldıkları bile oldu! Bu dram yüzünden ilkin komşumun teklifini kabul ettim. Sonrasındaysa bir-iki gazeteye ve internet sitesine koyduğum ilanlarla müşteri aramaya başladım!”

    ‘HER YAŞ ve SINIFTAN İNSAN…’

    Kriz öncesinde, fuhuşun yabancı kadınlar ve mafya ile anıldığını söyleyen K. krizden sonra, her sınıftan ve yaştan insanın fuhuşa itildiğini söyledi!

    19 YAŞINDAKİ ANNA: ‘HER ŞEYE RAĞMEN HAYALLERİM VAR!’

    Annesini genç yaşta kanserden kaybeden, babasını hiç tanımayan, Girit’te büyükannesi ve büyükbabasının yanında büyüyen Anna ise liseyi zorlukla bitirmiş. Lise yıllarında, birkaç arkadaşının ısrarı sonucunda, Girit’in bazı bölgelerinde faaliyet gösteren, seks işçilerinin sömürüsünden büyük kazançlar elde eden biriyle tanıştığında hayatı değişmiş!

    Anna yaşadıklarını şöyle anlattı: “Öncesinde bir tür oyun ya da macera olarak yaklaştım. Sonrasındaysa, 50’li ve 60’lı yaşlardaki insanlarla tanıştığımda durumun ciddiyetini kavradım! Maruz kaldığım şiddet işin cabasıydı! Tüm bunlara rağmen kriz ortamında elde ettiğim kazanç küçümsenemez. Bunun için şimdilik psikolojik açıdan ayakta kalmaya çalışıyorum!”

    “YUNAN GENÇLİĞİNİN CEBİNDE SADECE ‘AVRUPA PASAPORTU’ KALDI!”

    Anna tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen hayallerinden vazgeçmemiş. Yakın gelecekte küçük bir birikim sağlayabilirse, İtalya’ya gitmek istiyor. Bunun için kazandığı parayla, İtalyanca dersleri alıyor. İtalya’da psikoloji alanında lisans eğitimi almak istediğini söyleyen Anna’ya göre; “Şimdilik, Yunanistan gençliğinin cebinde sadece ‘Avrupa pasaportu’ kaldı!”

    ( http://odatv.com/n.php?n=cocugum-acliktan-bayilinca-fuhusa-basladim-1408151200 )

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    28 Ekim 2014’te ‘ERMENEK maden cinayeti’ ile hayatını kaybeden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    7 Eylül 2014’te “MECİDİYEKÖY-Torunlar İnşaat’taki asansör cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    SOKAKTAKİ İNSAN;
    13 Mayıs 2014’te “SOMA maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  750. [4.BÖLÜM] Sayın 741

    [4. BÖLÜM]

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 6 Aralık 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ’emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    ********************

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD, Cleveland’da ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır ! }}}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    ‘Robotik Kollar’ araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı ‘insan’ mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı ‘eylem’lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya daha çoooook devam ederiz!

    [DEVAMI 5. BÖLÜMDE]

  751. [5.BÖLÜM] Sayın 741

    [5. BÖLÜM]

    ‘SAĞMAL İNEK!’ OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ‘(TZM) The Zeitgeist Movement’ isimli oluşumun kurucusu ve ‘Zeitgeist’ belgesel dizisinin yapımcısı ‘Peter Joseph’ tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === İtiraz ve soru ===

    Birçok insan ‘(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme’nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; ‘inovasyon ~ yenilik’ dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle ‘elektronik ürünler’ üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir ‘teşvik sistemi’ var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok ‘para akışı’ var!

    Eğer böyle bir ‘teşvik sistemi’, ‘yüksek kazanç kapısı’ denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle ‘plânlı eskime/eskitme’ modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda ‘çevre problemleri’ ve ‘kıtlık’ başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; ‘eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.’ sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; ‘bir aslan tarafından kovalanıyor olmak’ tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; ‘iyidir’ denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla ‘zarar verici’) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, ‘insan’ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez ‘fiziğin değişmez bir yasası’ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, ‘ekonomik verimliliğin arttırılması!’ uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; ‘plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!’ şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; ‘piyasa ekonomisinin varlığını’ ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse ‘akladıklarını’, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; ‘açlığın’ ve ‘sınıflar arasındaki dengesizliğin’ başladığı yerdir!

    ‘Teknolojik ilerleme ve verimlilik’ üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    ‘Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…’,

    ‘Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…’,

    ‘Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!’

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve ‘yeşil doğa devrimi’nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak ‘kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!’ bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de ‘yeşil doğa devrimi’ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    ‘Plânlı eskime/eskitme’ modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği ‘ilerlemek’ olgusunu, sadece ve sadece; ‘paranın kullanımı döngüsü’ içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    ‘Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)’ dediğimiz nesne ise ‘daha fazla para kazanmak!’ ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi ‘inovasyon!’ mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda ‘inovasyon’un; ‘plânlı eskime/eskitme’ modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; ‘enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar’ halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer ‘medya dünyası!’nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu ‘amansız tüketim kültürü!’nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; ‘medya!’ da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların ‘sürekli kâr!’ odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları ‘sağmal inek!’ düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, ‘zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!’, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz ‘The Zeitgeist Movement’ın önerdiği ‘(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi’, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: ‘Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.’

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin ‘tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf’ tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; ‘Sovyet Kapitalizmi!’ ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür ‘miras devri!’ yoktur!

    ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi ‘sol’ sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir ‘siyasi’ ve/veya ‘iktisadi’ ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece ‘Sovyet Kapitalizmi!’ değil; ondan daha tehlikeli olan ‘Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!’ başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya ‘görmezlikten gelmiş!’,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse ‘vazgeçmiştir!’

    Gerçek bir ekonomi; ‘insanların ihtiyaçları’ ve ‘toplumların refahının’ dengede olmasına dikkat ederek, ‘üretim↔tüketim döngüsü’nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını ‘her zaman açık ve şeffaf’ tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ‘kapitalist piyasa ekonomisi!’ adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, ‘Matrix’ filminde bir karakter olan ‘Morpheus’un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    *****
    NOT: Yukarıdaki metnin daha detaylı, örneklendirilmiş hâli için aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneririz:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    ********************

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:

    19 Mayıs 2015

    Adres:
    https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    *
    TOFAŞ işçisinin bu ‘iliklerine kadar gerçekliğini!’ bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    […
    ‘Ulusların Zenginliği’ çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.

    ‘Rutin’; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende ‘en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor’ dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı.

    ‘Ulusların Zenginliği’nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:

    ‘İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.’

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:

    Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. ‘Diderot’nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde ‘aptal ve cahil’ bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
    …]

    Kitap: ‘Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri’
    Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Sayfa 38, 39
    Adres:
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )

    [DEVAMI 6. BÖLÜMDE]

  752. [6.BÖLÜM - SON] Sayın 741

    [6. BÖLÜM – SON]

    ‘John McMurtry’ izah ediyor:
    (Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)

    “…
    Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

    Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

    Her şey ‘John Locke’ ile başladı!

    John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

    1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.

    2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.

    3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla muşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi! Hepimiz gibi siz de zapturapt altındasınız sayın 741!)

    Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!

    Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

    İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde!

    Locke şöyle diyor:

    [İngilizce] The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.

    [Türkçe] ‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’

    Locke bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!

    Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!

    Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:

    ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’

    Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’

    Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’

    Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin’ ne olduğu hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

    Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!

    Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.

    Locke; “Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.” diye başlamıştı,
    Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte’ dediği:
    (“Bu sadece Tanrı’nın değil…”) ↔ “Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil.
    Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur.
    Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise;
    -Piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.”

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)

    Smith devam ediyor:

    “İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”

    “(Yatırımcının & patronun) Bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”

    “(Yatırımcının & patronun) Ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte -eşitsizlik- (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”

    Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):

    Bilirsiniz: İnsanlar ürünleri, malları ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz ve diğerleri bu ürünleri, malları ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları.

    ‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen -piyasanın görünmez elidir-!’ (The Invisible Hand!)

    Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

    [İngilizce]
    ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

    [Türkçe]
    ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
    https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=H08NT6LNV0H3N7GTLUDM ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    ‘İcat edilmiş yeni bir -ırkçılık- anlayışı’,

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,

    Ve ‘-görünmez el- denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:
    ‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

    Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr sağlayıcı ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.

    ‘Finans’ kısaca: Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan ‘paranın -ticari mal- olarak kabul edildiği’ bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2015… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme; ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esraregiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
    Bu hayâli, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir! Yani; “sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!” yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırladığınızı umuyoruz sayın 741!)

    Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şudur ki:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!

    ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

    Kısacası en başından beri kendinizi; ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!

    Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

    Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
    …”

    ********************

    Sayın 741,

    Sizler, sadece ama sadece 19. yüzyıl retoriğinin mahirleri olan Marx da, Engels de, Lenin de takılıp kalmış iseniz; ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    BUNDAN SONRA:

    EĞER, 1980 SONRASI DÖNEMDE (ÖZELLİKLE 2000 SONRASI!) İSTİSNASIZ HERKESE ENJEKTE EDİLEN ‘KAPİTALİZMİN KULUÇKASINDA YETİŞTİRİLMİŞ YAPAY (ARTIFICIAL) ve ÖLÜMCÜL REKABET’ ZEHRİNİ AŞAĞIDAKİ REFERANSLARA YÖNELEREK ÖĞRENMEZSENİZ; BİR DAHA BU SAYFAYA GELİP BİR TEK HARF BİLE YAZMANIZI TAVSİYE ETMİYORUZ!

    [1]
    ‘İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz’
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    ‘Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf’
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    ‘Borç – İlk 5000 Yıl’
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    ‘Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri’
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    ‘İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi’
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    ‘Oblomov’
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    ‘Asrın Vebası – Narsisizm İlleti’
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)

    Bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde sadece 2 (iki) sorumuza cevaplar aradığımızı size tekrar hatırlatıyoruz sayın 741:

    ‘Kapitalizme karşı eylem’lere niçin omuz vermiyorsunuz?

    ‘Kapitalizme karşı eylem’lerde sizlerin önerileri nedir?

    SORU: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    CEVAP: İlk önce ‘birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak’; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için ‘eylem’lere başlamak zorundayız!

    Unutmayınız sayın 741:
    10 Ekim Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; ‘anlı-şanlı!’ sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihlerinde ülke çapında ‘grev’ duyurusu yapmıştı. Bu ‘grev’e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!

    ‘SOMA CİNAYETİ’NDEN SONRA; NİÇİN HİÇBİR O MEŞHUR ‘İŞÇİ SINIFI’, O MEŞHUR ‘KAMU SINIFI’, O MEŞHUR ‘HİZMETLER SEKTÖRÜ SINIFI’, O MEŞHUR ‘SANAYİ İŞÇİLERİ SINIFI’ KILLARINI KIPIRDATMADI?! BUGÜN; CİDDİ CİDDİ KAFA YORMAMIZ GEREKEN KONU İŞTE BUDUR!

    Peki ‘birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra’ mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; ‘ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek’ bir deneme yapabiliriz!

    Belki; ‘ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak’ bir deneme yapabiliriz!

    Henüz ‘rekabet etmeden yaşamayı’ öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    ‘Şirketokrasi’nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    ‘Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz’ sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren ‘mutluluğu para ile eşdeğer tutmak’ düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    ‘Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz’ o kadar kolay olmayacak!

    ‘Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!’

    Kapitalizme karşı mücadele etmediğimiz sürece; an gelecek, sayın Gün Zileli’nin sitesinde birbirimizin kafasına taş da atamayacağız! Çünkü: O taşların hepsi kapitalistler tarafından paralı hâle getirilecek!

    “KAPİTALİZMİN DAYATTIĞI YAPAY ve ÖLÜMCÜL REKABET”İN NE DEMEK OLDUĞUNU ÖĞRENMEK İSTEMEYENLER, BİR DAHA BİZLE İLETİŞİM KURMASIN!

    TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ ?! ?! ?!

  753. 740’da anılanları sonra değerlendireceğim. Ve önceki meselelere de yeniden döneceğim. Diyaloğu sürdürme adına bir kaç şey yazmak istedim.

    Mevzu derin; bundan kaçmıyorum. Nice insanın hayatına mal olmuş sorunsalları konuşuyoruz.. Ve bir çırpıda yanıt vermekten çok, yüksek sesli düşünceler olarak yazdığımı var sayın…
    *
    Dün, Mersin Ü. radyosunda arabada bir söyleşiye takıldım.. (Mutlu tesadüf)

    Frankfurt okulunun savaş sonrasında Aydınlanmanın Faşizme yol açtığı eleştirisi üzerine konuşuluyor, Adorno, Marcus, Horkheimer, Heidegger vd.. adları geçiyordu. Sanırım “Frankfurt Okulu” adlı bir kitabı çıkmış araştırmacı, akademisyen birisi ile söyleşiliyordu. Anılan yazarların-düşünürlerin savaş sonrası tepkisel “duygularla” “Aydınlanma Karşıtlığını” abarttıklarına değiniyordu akademisyen. Aydınlanma düşüncesinin yol açtığı faşizm meselesi… (Sanırım bana da duyduğunuz öfke ile bağlantılı konu…) ve bu bağlamda konuyu Habermas’a getirdi. Onun bir anlamda bir ara yol önerdiği…
    ***
    Bu tartışmalar 70 yıllık bir sürece ait.. Ve biz günümüzde teoriden fazlası, yani “olan-biteni” yaşayarak öğreniyoruz.
    *
    Son aylarda burada yapılan “kanlı-tartışmalar aklıma geliyor. Gülümsüyorum. Önemli konular bunlar! Ve sende bulunan önemli birikime karşın bence herkes için kısmen utanç verici olabilecek tartışma üslubu, belki de konunun “hayatî” olmasından kaynaklandı…
    ***
    Üzerinde tartışılan konuları “3. şahıslar” için toparlayalım..

    Bilim ve teknolojinin “OLAN” hali; ve EVRİLME imkanı hatta DEVRİMCİ bir dönüşüme yatkın olup olmadığı; örneğin KÂR AMAÇLI olmadan korunup-korunamayacağı

    insana-tabiata zarar vermeyen bir şekilde bilim-teknolojinin yeniden-yeniden üretilip, üretilemeyeceği; ondan tümü ile vazgeçilip, vazgeçilemeyeceği!
    *****

    Hep böyle oluyor; ne o, ne bu.. Sentez anlamında bir ortak “uzlaşı’ya” ilerlemek…

    Hayat böyle ilerliyor; sarkaç gibi; “sağa” ve “sola” savrulmalarla. Şu yaşadığımız yılların arkasından yine “manyakça” bir sekülerizm yandaşlığı, tapınıcılığı, yeni görünen ama eskinin çok benzeri bir “Aydınlanmacılık” kimi şaşırtır!
    Sanırım “Aydınlanma” “fazlalığı” Batıda bilinen faşizmleri beslerken, bizde “eksikliği” islamcı faşizmi üretiyor! Ne tuhaf; İsviçre’de ve burada yaşamak, belki aynı kaygıyı taşısa da sonuçta düşmanca bir tartışma, “farklı” bakış açısı koşulluyor..
    Hayatın keyifli çelişkileri olarak görülmeli bu…
    **
    Buralarda doğuda, kadınlara, yani toplumun diğer yarısına yapılan zulüm sanırım batıdan görülmez; görülse de hissedilmez..
    Frankfurt Okulu adamları 1940’larda aydınlanma-teknoloji-aşırı pozitivizm faşizmine ait tespitleri yaparken son 30 yılın İslamcı Dinci Faşizminin potansiyellerini bilmezdi; onlar haklı olarak Hıristiyan dünyası açısından bu sorunun bittiğini düşünüyorlardı.
    ama burada, yazık ki, 2. bir aydınlanma devrimine ihtiyacın olduğu son yıllarda ortaya çıktı…
    ***
    sorularının yanıtlarını henüz vermiş sayılmam, dedim ya diyalog açısından ara söz yazdım…
    *
    Gerçek ile hayali.. Ya da Platon’a kadar giden her “gerçeğin” bir ideasının bulunması…
    *
    Sandığın gibi değil, hem dinlerin, “ideaların” ve gerçeklğin, somutun algısına ait okumuşluğum, kafa yormuşluğum vardır.
    Benim daha çok önemsediğim, bu “teori” ya da bilgilerin kullanılışına ait..
    Örneğin çok eski bir yoldaşımla bu PKK-HDP meselesi, Stalin konularında utanç verici bir süreç sonunda birbirinden “tiksinme” noktasına geldik.
    Düşündüm. Bu mevzu da “gerçek” ve “görüntüsüne” ait farklı yorumlardan kaynaklanmış olabilir mi?
    O İstanbul’da, Kürt isyanının bir “görünümü” olan milliyetçi şımarıklık, sosyalizmi milliyetçiliğe hizmet ettiren pervasızlık görünümlerine tanıklık ederken, “gerçeğin” kendini, bir halkın haklı isyanına ait saygı duyulacak “gerçek özü” mü kaçırdı?
    **
    ya da diyelim bir “gerçek” bir dağın platosunda bir güzelim krater göl. Ve çevresindeki yoğun, yol, geçit vermez çalı ormanı. Bu “iğrenç” çalı, çırpı ormanı “güzelim göl” gerçeğinin tümü ile parçası olmasa da kısmen ona aittir. Saf güzellik, iyilik yok ki yer yüzünde..
    Görünüm, sanı, kanaat “hakikatin” ne kadarını temsil eder? Ve “hakikat” sabit midir? Bence sabit “hakikatler” vardır; ama değişkenleri de…
    **
    Teorisyen, düşünür değilim…
    Örneğin Joel Kavel’in “Tarih ve Tin” kitabı. Çok yoğun. Ama özetleyebilirim.
    Bu kitap insanın, insanlığın, Tinsel boyutunun varlığını kanıtlama amacı ile yazılmıştır. İkna edicidir.
    **
    20 yıl önce okudum. zaman, zaman baktım. Anarşist, marksist, akıllı bir adam. Psikiyatrist ve paleontoloji eğitimi var..
    Burada bir “ortak akıl” oldurma yolunda bilgi alış verişi amaçlı bulunuyorum.
    Öğrenmek dışında bir amacım yok…Bu arada öğrendiklerimi de yazarım; yanlış öğrendiğim tanıtlandığında da sevinerek teşekkür ederim..
    **
    Diğer konulara da, gerekirse araştırıp, okuyarak değineceğim..
    hoşçakalın…

  754. 741, 743-749
    Sizin yazdıklarınız kapitalizmin kar, kişisel çıkarlar, bencil kullanışlarının kuramları, ilkeleri ve tarihi. Bu nedenlerden doğan zararlara karşı, benim bildiğim kadar, tek çare kapitalizmi insanlık için kullanma, bu amaçla ve iyiye kullananların yönetimi altına alma ileri sürüldü.
    Rusya, Çin, Doğu Avrupa ülkeleri, Kore, Küba bu düşüncenin ürünleri.
    Belki siz onların da insanlık için kullanmadıklarını, kapitalizmin iyi eller yerine değişik kötü ellere düştüklerini savunuyorsunuz.
    Benim size sorum gayet basit. Siz kapitalizmin iyi ellere geçmesine karşı mısınız? Neden?
    Lütfen kapitalizmin kötü ellerde olduğundan doğan yan etkilerini tekrarlamayın. Soruma cevap verin.
    Eğer siz yeni çözüm ileri sürüyorsanız, kısaca özetlerseniz sevinirim.

  755. Sayın 751,

    [Lütfen kapitalizmin kötü ellerde olduğundan doğan yan etkilerini tekrarlamayın. Soruma cevap verin.]

    Size “743” numaralı metnimizde ne yazmıştık:

    1. {{ Özellikle bugün, kapitalizmi hararetle savunan (ve savunmaya teşne olan) kişi ve grupların büyük çoğunluğu (ne yazık ki!) “kapitalizmin dayattığı retorik” ile ifadelerini ortalığa saçıyor! }}

    2. {{ “Milton Friedman” isimli şahıs 1960, 70 ve 80’ler boyunca, kapitalizm hakkında neler söylemişse; bugün, kendini “sol’cu zanneden” beyni bulanıkların ekseriyeti Friedman’ın retoriğini kopyaladıklarının farkında değil! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok! }}

    3. “741”de yazdıklarınız şununla aynı: {{ Militarizm ne kadar iyi baksanıza! Mühendislik denen o muazzam akıl, militarizm sayesinde sıçrama yaptı! Eğer militarizmin verimli topraklarında mühendislik ilerlemeseydi; bugün böyle rahat, böyle teknolojisi bol, böyle taşıt araçları gelişmiş, böyle yüzbinlerce hastalığa çare bulunmuş, böyle tohumların coğrafyadan coğrafyaya yayıldığı bir dünyada yaşamıyor olurduk! Evet, tarih boyunca, militarizm nedeniyle milyonlarca insan (ve diğer canlılar!) hayatlarını kaybetti! Ama bu negatif durum, militarizmin pozitif durumunu örtmesin! Beyninizi bulandırmayın sakın! }}

    TUZAĞA DÜŞTÜĞÜNÜZÜN FARKINDA DEĞİLSİNİZ:

    İspat 1 (“741″de düştüğünüz tuzak):

    [Kapitalizmin ulaşımda, iletişimde, tıpta, daha uzun yaşama, evrensel eğitim, okuma yazma bilenlerin hızla artışı, en icra yerlere bile elektriğin varması, basım ve kitap yayınında büyük artmalar, bilimde, sanatta ve müzikte hızla artan dahiler, kadınların özgürlüğü ve hakları, kadınların her türlü bilim, sanat, müzik dallarında yeteneklerini gerçekleştirme imkânları, aile içi ilişkilerde değişmeler, demokrasi, ev işlerinde kolaylık sağlayan araçlar, merkezi ısıtma sistemleri, konuşma ve yayın özgürlüğü ve birçok sayısız alanlarda getirmiş olduğu yararları saymakla amacım övmek değil sadece nesnel dünyayı ve nesnel tarihi hatırlatmaktı.
    Ekonomi, enerji, politika, bilim, teknoloji, din, ahlak, sosyal sınıflar, psikoloji, savaş, töreler, felsefe, üretim, aile, ulus, … vs değişmeler kapitalizmle oldu.]

    İspat 2 (“751″de düştüğünüz tuzak):

    [Sizin yazdıklarınız kapitalizmin kar, kişisel çıkarlar, bencil kullanışlarının kuramları, ilkeleri ve tarihi. Bu nedenlerden doğan zararlara karşı, benim bildiğim kadar, tek çare kapitalizmi insanlık için kullanma, bu amaçla ve iyiye kullananların yönetimi altına alma ileri sürüldü.
    Rusya, Çin, Doğu Avrupa ülkeleri, Kore, Küba bu düşüncenin ürünleri.
    Belki siz onların da insanlık için kullanmadıklarını, kapitalizmin iyi eller yerine değişik kötü ellere düştüklerini savunuyorsunuz.]

    Sayın 751,

    Sizin (ve belki de sizin gibilerin) kafanızın içinde kurduğu, yıllardır kurguladığı bir kapitalizm kavram ve uygulaması konsepti var. “Kapitalizmi savunan” veya “kapitalizme karşı ortaya konulan” her tür görüş eğer sizin kafanızdaki kurgulara uymuyorsa; otomatikman savunmacı bir tavır takınıyorsunuz! Bir robottan farksız! Size “738”de ne yazmıştık: {{ “Kapitalizm”i savunmaya yeltenen kimle karşılaşmış olursak olalım; onlardan ilk duyduğumuz [Bunları hepimiz bildiğimiz için] kelime grubudur! Kapitalizmin ne büyük, ne cevval bir yiğit olduğunu göstermeye çırpınırlar; ve sanki bu yiğitliğin, bu cevvalliğin herkes tarafından bilinen bir şey olduğunu, bu nedenle karşı çıkmanın “irrational” olduğunu öne sürerler! “Ayn Rand” başta olmak üzere bütün “objectivist”lerden ve “libertarian”lardan işittiğimiz bu! Muğlak konuşmaktan çok hoşlanırlar! Ümit ederiz; siz de onlardan biri değilsinizdir?! }}

    [Eğer siz yeni çözüm ileri sürüyorsanız…] ÇÖZÜM ÖNERİLERİMİZİ 28 MAYIS 2015’TEN BERİ YAZA YAZA PARMAKLARIMIZ KAN İÇİNDE KALDI; OKUYAN YOK, UMURSAYAN YOK!

    “19. YÜZYIL MARXISM”İNE TAKILIP KALMAKTAN ZEVK ALAN NE ÇOK İNSAN VAR!

    CEVABIMIZ:

    ‘SAĞMAL İNEK!’ OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ‘(TZM) The Zeitgeist Movement’ isimli oluşumun kurucusu ve ‘Zeitgeist’ belgesel dizisinin yapımcısı ‘Peter Joseph’ tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === İtiraz ve soru ===

    Birçok insan ‘(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme’nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; ‘inovasyon ~ yenilik’ dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle ‘elektronik ürünler’ üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir ‘teşvik sistemi’ var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok ‘para akışı’ var!

    Eğer böyle bir ‘teşvik sistemi’, ‘yüksek kazanç kapısı’ denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle ‘plânlı eskime/eskitme’ modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda ‘çevre problemleri’ ve ‘kıtlık’ başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; ‘eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.’ sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; ‘bir aslan tarafından kovalanıyor olmak’ tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; ‘iyidir’ denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla ‘zarar verici’) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, ‘insan’ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez ‘fiziğin değişmez bir yasası’ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, ‘ekonomik verimliliğin arttırılması!’ uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; ‘plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!’ şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; ‘piyasa ekonomisinin varlığını’ ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse ‘akladıklarını’, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; ‘açlığın’ ve ‘sınıflar arasındaki dengesizliğin’ başladığı yerdir!

    ‘Teknolojik ilerleme ve verimlilik’ üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    ‘Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…’,

    ‘Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…’,

    ‘Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!’

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve ‘yeşil doğa devrimi’nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak ‘kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!’ bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de ‘yeşil doğa devrimi’ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    ‘Plânlı eskime/eskitme’ modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği ‘ilerlemek’ olgusunu, sadece ve sadece; ‘paranın kullanımı döngüsü’ içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    ‘Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)’ dediğimiz nesne ise ‘daha fazla para kazanmak!’ ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi ‘inovasyon!’ mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda ‘inovasyon’un; ‘plânlı eskime/eskitme’ modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; ‘enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar’ halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer ‘medya dünyası!’nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu ‘amansız tüketim kültürü!’nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; ‘medya!’ da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların ‘sürekli kâr!’ odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları ‘sağmal inek!’ düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, ‘zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!’, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz ‘The Zeitgeist Movement’ın önerdiği ‘(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi’, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: ‘Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.’

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin ‘tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf’ tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; ‘Sovyet Kapitalizmi!’ ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür ‘miras devri!’ yoktur!

    ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi ‘sol’ sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir ‘siyasi’ ve/veya ‘iktisadi’ ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece ‘Sovyet Kapitalizmi!’ değil; ondan daha tehlikeli olan ‘Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!’ başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya ‘görmezlikten gelmiş!’,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse ‘vazgeçmiştir!’

    Gerçek bir ekonomi; ‘insanların ihtiyaçları’ ve ‘toplumların refahının’ dengede olmasına dikkat ederek, ‘üretim↔tüketim döngüsü’nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını ‘her zaman açık ve şeffaf’ tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ‘kapitalist piyasa ekonomisi!’ adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, ‘Matrix’ filminde bir karakter olan ‘Morpheus’un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    *****
    NOT: Yukarıdaki metnin daha detaylı, örneklendirilmiş hâli için aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneririz:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    ********************

    SORU: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    CEVAP: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!

    Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    Hâlâ utanmadan, arlanmadan “kapitalizmin dayattığı retorik!” ile düşünüyorsunuz: [Siz kapitalizmin iyi ellere geçmesine karşı mısınız? Neden?
    Lütfen kapitalizmin kötü ellerde olduğundan doğan yan etkilerini tekrarlamayın.]

    HASTALIĞIN MERKEZİ “KAPİTALİZM”DİR!

    “İYİ ELLER” & “KÖTÜ ELLER” AYRIMI; “MAVİ YAKA” & “BEYAZ YAKA” AYRIMINDAN FARKSIZDIR!

    “İYİ ELLER” & “KÖTÜ ELLER” AYRIMI; “ÖZEL SEKTÖR KAPİTALİZMİ” & “DEVLET KAPİTALİZMİ” AYRIMINDAN FARKSIZDIR!

    KENDİNİZİ DAHA FAZLA KANDIRMAYINIZ SAYIN 751!

    HEPİMİZİ “ZORLA AYRIŞTIRDIKLARINI!” ASLA AMA ASLA UNUTMAYINIZ!

    Sayın 751 kusura bakmayınız:
    Sizin tek beklentiniz; “KURGULADIĞINIZI DUYMAK, KURGULADIĞINIZI GÖRMEK, KURGULADIĞINIZI OKUMAK, KURGULADIĞINIZIN ONAYLANDIĞINI İÇEREN CEVAPLAR!” Bunlar dışındakiler; size göre çöp kutusuna gitmeli! Böyle anlıyoruz ve umarız yanılıyoruz!

    Kapitalizmin dayattığı “Stockholm sendromu”ndan kurtulunuz!

  756. Sayın 752
    Bence terimlerin anlamları başta değil sonda gelmeli. Ama siz benim ne demek istediğimi çok farklı algılamakta ısrar ediyorsunuz.
    Bir benzetme yapacağım. Aşağı yukarı 16. yüz yıla kadar bir sınıf diğerinin ürününü dolaysız zorbalıkla aldı. Kapitalizm aynı zorbalığı pazar ekonomisiyle ve üretim güçlerini ele geçirmeyle dolaylı yaptı.
    Sanırım bunda anlaşıyoruz.
    Sömürüyü savaşçıların elinden alan burjuvalar dünyanın tümünü değiştirdiler. Ve sömürü insanla insan arasında dolaysızlıktan çıkmayla daha da gaddar veya “anonim” oldu.
    Sanırım bunda da anlaşıyoruz.
    Ardından sizin “sol” (parlamentonun solunda oturanlar) geldi. Sosyalistler, komünistler, anarşistler. Hepsine ortak olan sömürüye son vermek için yönetimi ele geçirmek. Başarılı olamadılar veya tam başarılı olamadılar.
    Ben sizin bu “sol”dan olduğunuzu anladım ve sizin “ele geçirme” konusunda yeni bir düşünceniz varsa öğrenmek istedim.
    Ben kapitalizmi savunmuyorum ve hatta bazı kapitalistlerin de artık kapitalizme karşı olduğunu siz yazdınız.
    Not: Savaşçı ve burjuva terimlerini akademik veya bu konularda uzman kişilerin kullandıkları kesin kes anlamlardan ziyade genel anlamda kullandım. Kapitalizmin başlangıcında birçok savaşçıların kısa zamanda yeni yolun daha karlı olduğunu görüp kapitalistlere katıldıklarını siz benden daha iyi bilirsiniz. İslamiyetlin başlangıcında tam tersi oldu. Tüccarlar savaşla ele geçirilen ganimetleri daha karlı buldular.

  757. Sayın 753,

    Metninizde müşterek zeminde buluştuğumuz yerleri nokta atışı yapar gibi tespit etmişsiniz. Tespitleriniz doğru. Daha da açıklığa kavuşturduğunuz, ve sayfayı ziyaret eden herkesin metinlerimizi daha berrak görebilmelerini sağladığınız için teşekkürler.

    Doğrudan konuya girelim:

    [Ben sizin bu “sol”dan olduğunuzu anladım ve sizin “ele geçirme” konusunda yeni bir düşünceniz varsa öğrenmek istedim.]

    Eğer 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz yazışmaları takip ettiyseniz (takip edip etmediğinize hâlâ emin değiliz); evet, “sol’dan” olduğumuz hususundaki kanaatinizde haklısınız. Fakat [“ele geçirme”] hususunda hatalısınız (ki [varsa öğrenmek istedim.] yazarak; ihtimâl olarak gördüğünüzü belirtmişsiniz.)

    Fransız İhtilâli’nin getirdiği bir dönüşüm olduğu söylenegelen [parlamentonun solunda oturanlar] kavram ve uygulamasını savunmuyoruz! Çünkü: Özellikle günümüzde devam etmekte olan “parlamentoculuk” konseptine karşıyız! (( En öz tabirle “hizipleşmek”, “parti siyaseti” kavram ve uygulamalarına karşıyız! Eğer yukarıda yazdığımız onlarca metni okuduysanız; Gezi Parkı protestolarını yaparken, parkın tam ortasında “potlatch” hayalleri kuran bir kitleden olduğumuzu yazmıştık! Buradan birçok çıkarım yapabilirsiniz. ))

    Kendimizi “anarchists without adjectives” olarak tanımlıyor ve ifade ediyoruz.

    Günümüzde dünya genelinde devam etmekte olan sistem:
    “Majoritarian (çoğunlukçu)” sarkaç ile “minoritarian (azınlıkçı)” sarkaç arasında gidip geliyor!

    Ne yazık ki:
    “Pluralist (çoğulcu)” görüşe eğilim gösteren “dis-obedient” kişiler ve kitleler var ama dağınık! (( “Örgütleşmenin zıddı” babında bir dağınıklıktan bahsetmiyoruz. “Umursamazlık babında” bir keyfiyetten, mutlak hedonist bir konformizden bahsediyoruz! “Ben paçamı kurtarayım da; geride kalanlar çile çekse de olur!” vurdumduymazlığıdır tehlikeli olan! ))

    Sizlere daima ama daima “şirketokrasi (corporatocracy)”nin bütün dünyaya (( çok yakında “uzay”a da! Örnek: “Elon Musk”, “Google” veya “Richard Branson”u incelemeniz başlangıç için yeterli! )) yaydığı ölümcül zehri anlatmaya çabalıyoruz, yaklaşan devasa tehlikeyi işaret etmeye çırpınıyoruz! Ama görmek isteyen çok az! Ama duymak isteyen çok az! Ama idrak etmek isteyen çok az!

    “The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun; hiçbir siyasi yapıyla, hiçbir iktisadi ekolle, hiçbir askeri yapıyla, hiçbir dini yapıyla, hiçbir “burjuvazi”yle, hiçbir “sovyetik politbüro”yla, hiçbir “şirketokrasi”yle ve daha da yazabileceğimiz hiçbirlerle bağı yok!

    “The Zeitgeist Movement” bir tarikat değil! Hele hele “new age religion” kategorisinde hiç değil!

    “The Zeitgeist Movement” isimli oluşum; birkaç kitap okuyup, on adet siyasi içerikli dergi de hatmettikten sonra meydana getirilmiş, heyecanlı ve sivilceli ergenlerin cirit attığı bir oluşum da değil!

    Yukarıda sayın “ogürsel”in de ısrarla sorduğu üzere: “Peki, kapitalizme karşı atılacak ilk adım için bana ne söyleyeceksiniz?” sorusuna kallavi cevaplar arayan ve veren bir oluşum!

    Aşağıdaki metinleri bir kez daha dikkatle okumanızı öneriyoruz:

    [METİN 1]

    ‘SAĞMAL İNEK!’ OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ‘(TZM) The Zeitgeist Movement’ isimli oluşumun kurucusu ve ‘Zeitgeist’ belgesel dizisinin yapımcısı ‘Peter Joseph’ tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === İtiraz ve soru ===

    Birçok insan ‘(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme’nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; ‘inovasyon ~ yenilik’ dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle ‘elektronik ürünler’ üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir ‘teşvik sistemi’ var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok ‘para akışı’ var!

    Eğer böyle bir ‘teşvik sistemi’, ‘yüksek kazanç kapısı’ denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle ‘plânlı eskime/eskitme’ modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda ‘çevre problemleri’ ve ‘kıtlık’ başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; ‘eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.’ sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; ‘bir aslan tarafından kovalanıyor olmak’ tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; ‘iyidir’ denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla ‘zarar verici’) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, ‘insan’ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez ‘fiziğin değişmez bir yasası’ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, ‘ekonomik verimliliğin arttırılması!’ uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; ‘plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!’ şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; ‘piyasa ekonomisinin varlığını’ ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse ‘akladıklarını’, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; ‘açlığın’ ve ‘sınıflar arasındaki dengesizliğin’ başladığı yerdir!

    ‘Teknolojik ilerleme ve verimlilik’ üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    ‘Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…’,

    ‘Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…’,

    ‘Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!’

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve ‘yeşil doğa devrimi’nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak ‘kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!’ bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de ‘yeşil doğa devrimi’ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    ‘Plânlı eskime/eskitme’ modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği ‘ilerlemek’ olgusunu, sadece ve sadece; ‘paranın kullanımı döngüsü’ içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    ‘Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)’ dediğimiz nesne ise ‘daha fazla para kazanmak!’ ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi ‘inovasyon!’ mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda ‘inovasyon’un; ‘plânlı eskime/eskitme’ modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; ‘enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar’ halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer ‘medya dünyası!’nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu ‘amansız tüketim kültürü!’nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; ‘medya!’ da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların ‘sürekli kâr!’ odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları ‘sağmal inek!’ düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, ‘zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!’, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz ‘The Zeitgeist Movement’ın önerdiği ‘(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi’, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: ‘Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.’

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin ‘tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf’ tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; ‘Sovyet Kapitalizmi!’ ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür ‘miras devri!’ yoktur!

    ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi ‘sol’ sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir ‘siyasi’ ve/veya ‘iktisadi’ ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece ‘Sovyet Kapitalizmi!’ değil; ondan daha tehlikeli olan ‘Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!’ başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya ‘görmezlikten gelmiş!’,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse ‘vazgeçmiştir!’

    Gerçek bir ekonomi; ‘insanların ihtiyaçları’ ve ‘toplumların refahının’ dengede olmasına dikkat ederek, ‘üretim↔tüketim döngüsü’nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını ‘her zaman açık ve şeffaf’ tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ‘kapitalist piyasa ekonomisi!’ adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, ‘Matrix’ filminde bir karakter olan ‘Morpheus’un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    *****
    NOT: Yukarıdaki metnin daha detaylı, örneklendirilmiş hâli için aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneririz:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    ***************

    [METİN 2]

    “Gabor Maté” izah ediyor:
    (Uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi, çocukların gelişim süreci ve stres üzerine eğitim veren Kanadalı doktor)

    “Rekabeti” temel alan ve gerçekte, sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer insanı sömürmesine dayalı bir toplumda:
    Hakim ideoloji “çıkar sağlamak amacıyla özellikle sorun yaratmayı”, “başka insanların sorunlarından çıkar sağlamak” durumunu mazur görür!
    Ve bunu insan doğasının en temel; değişmez özelliklerine bağlar!

    Yani toplumdaki hurafe:
    İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
    Doğuştan bireyci olduğu,
    Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir!

    Gerçek ise tam zıttıdır!

    İnsan olarak belirli ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu; belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir. Buraya kadar her şey normal; “doğanın bir parçası olduğumuzu” elbette kabul ediyoruz.

    Arkadaşlığa ve yakın ilişkilere insanca bir ihtiyaç duyarız;
    Olduğumuz gibi sevilmek,
    Bağlanmak,
    Kabul edilmek,
    Fark edilmek,
    Ve onaylanmak için.
    Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere dönüşürüz.

    Fakat toplumumuzda sıklıkla gördüklerimiz; yukarıda açıkladığımızın tam tersine işaret ediyor:
    “İnsan doğasının sınırsız tahribatı!” Çünkü: İnsanların “çok az bir kısmının ihtiyaçları” karşılanıyor! Evet insan doğası hakkında konuşabilirsiniz. Ama yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından ya da karşılandığında belli özelliklere; karşılanmadığında da farklı bir takım özelliklere sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim.

    Çok farklı şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan,
    Olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine sahip “insan organizması”nın;
    Belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, “toplumsal zorunluluk” belirmeye başlar!

    Bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı olduğu gibi;
    İnsan beyninin de gelişiminin her basamağında pozitif çevresel uyaranlara ihtiyacı,
    Ve-fakat aynı zamanda “negatif uyaranlardan da korunmaya” ihtiyacı vardır!

    Yani eğer “olması gereken şeyler” gerçekleşmezse,
    Ya da “olmaması gereken şeyler” gerçekleşirse;
    Gayet açıktır ki: Ortaya yalnızca birbirini izleyen zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil, aynı zamanda “birçok zararlı davranış biçimi” çıkacaktır!

    Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruları sormalıyız:

    “Modern dünyada kendi ellerimizle yaratmış olduğumuz koşullar, sağlığımıza gerçekten yardımcı oluyor mu ?!”

    “Sosyo-ekonomik sistemimizin temelleri; insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda sağlamakta mı ?!”

    “Yoksa, toplumumuzun şu an içinde bulunduğu eğilim; gerçekte kişisel ve sosyal refahımızı yaratmamız ve korumamız için gereksinim duyduğumuz temel evrimsel ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor ?!”

    ***************

    SORU: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    CEVAP: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!

    Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    ***************

    Antropolog “Ralph Linton”ın şu ifadesiyle açılışı yapılan “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatinize sunarak metnimizi sonlandıralım:

    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns…We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatle incelemenizi öneriyoruz:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    “The Zeitgeist Movement”ın faaliyet gösterdiği ülkeler:

    Almanya, ABD, Arjantin, Avusturya, Belçika, Bolivya, Brezilya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Çin, Ekvador, Fas, Filipinler, Finlandiya, Fransa, Danimarka, Guatemala, Güney Afrika, Hindistan, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsrail, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Kazakistan, Kolombiya, Kosta Rika, Litvanya, Macaristan, Malezya, Meksika, Nikaragua, Norveç, Paraguay, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Sırbistan, Singapur, Slovakya, Suriye, Şili, Ukrayna, Uruguay, Yeni Zelanda, Yunanistan, Venezuela.

    Yeni ülkeler için çalışmalar tüm hızıyla devam ediyor…

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

  758. Sayın 754

    İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
    Doğuştan bireyci olduğu,
    Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir!

    Sanırım siz buna inanmıyorsunuz. O halde rekabetçi, bireyci, bencil olma insan ruhuna nereden geliyor? Tarihte içinde gelişmiş bir olay mı? Darwin yanlış mı? Günümüz sosyobiyololjistler yanlış mı?
    Not: Metinin tümünü tekrar okuyacağım ama bence bu önemli bir nokta.

  759. Sayın 755,

    Yazdıklarınızdan ve sorduğunuz sorulardan anladığımız kadarıyla; sizin derdiniz oyun oynamaktan başka bir şey değil!

    CIMBIZLA SEÇİM YAPARAK METNİN BÜTÜNÜNÜN NE DEMEK İSTEDİĞİNİ ANLAMAYA YANAŞMIYORSUNUZ! ÇÜNKÜ İŞİNİZE GELMİYOR!

    “Yani toplumdaki hurafe:
    İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
    Doğuştan bireyci olduğu,
    Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir!”

    “İNSAN” ADLI VARLIĞI DİĞER BİRÇOK VARLIKTAN FARKLI KILAN HUSUS:
    “Rekabetçi”liğini,
    “Bireyci”liğini,
    “Bencil”liğini;
    kontrol altına alabilme yeteneğinin daha gelişkin olmasıdır!

    “Ayn Rand” ve “Milton Friedman” başta olmak üzere, bu ikisi gibi binlerce şahsın beyinlerinden fışkırttıkları zehrin hedefi; mutlak hedonizmin ve “kapitalizmin nimetleri!”nin ne kadar iyi olduğu yönünde kişilerin ve toplumların hayatını manipüle etmektir! Bu hususta; Stalin’in yapmaya çalıştıkları ile Friedman’ın yapmaya çalıştıkları arasında zerre fark yoktur!

    “Darwin”i bir daha okuyun bakalım; “kapitalizmin dayattığı rekabet zehri” ile “hayatın akışı içinde olan doğal rekabet” arasındaki farkları nasıl ortaya koyuyor!

    SON KEZ İKAZ EDİYORUZ:
    SİZLERE YAZDIĞIMIZ HER METNİ; “BÜTÜN OLARAK” DEĞERLENDİRİNİZ! CIMBIZ KULLANARAK HİÇBİR YERE VARAMAZSINIZ, VARAMAYIZ!

    Son kez ikaz ediyoruz:
    Eğer amacınız oyun oynamak ise; kendinize başka parklar arayınız!

  760. Sayın Gün Zileli
    3 defa temizleyerek yazdığım yazıları bir türlü sitede yayınlamak istemiyorsunuz.
    1. Başlık: WAİTİNG FOR GODOT, WAİTİNG FOR FOUCAULT, WAİTİNG FOR GÜN
    2. Başlık: Akademik, Terbiyeli ama Yayınlanmayan İngilizceye Katkım
    Cevap vermeye mecbur olmadığınızı bildiğimden, nedenini sormayacağım.
    Ama ben bütün samimiyetimle o yazıların küfürsüz ve hakaretsiz olduğuna inanıyorum.
    Karar sizin.
    Hoşça ve esen kalın.

  761. Sayın 754
    Önce önemsiz bir katkı. Anlatacağım en az 10 yıl önce oldu.
    Dünyanın sırrını açıklayan Zeitgeist’i gören heyecan dolu birinin ısrarı üzerine baktım. Biçimsel yönden apaçık. Son 4 yüz yıl binlerce kitapla anlaşılması için çabalanan, incelenen ve eleştirisi yapılan bir düzen anlamak 2 saatlik bir iş.
    Resimli, müzikli, dinamik, kısa ve öz. Size göre: ‘Plânlı eskime/eskitme’. Bana göre zamanımıza çok uygun bir al / at.
    İçerisi de aynı: 4 yüz yıl şiir, sanat, roman, sosyal, ekonomik, alanlarda yazılanları sil gitsin. Anla unut / hatırla anlat.
    “Yazdıklarınızdan ve sorduğunuz sorulardan anladığımız kadarıyla; sizin derdiniz oyun oynamaktan başka bir şey değil!”
    “Rekabetçi”liğini,
    “Bireyci”liğini,
    “Bencil”liğini;
    kontrol altına alabilme yeteneğinin daha gelişkin olmasıdır!
    Bu yazınızda bir çelişki var. Eğer kontrol altına alma oluyorsa, kontrol altına alınması olan bir şey var.
    Konuyu başka yönler çekmemek için, bu saydıklarınızın insanın doğasında olmadığını varsayalım. Geriye bu vasıfların insanlara aşılandığı kalıyor.
    İnsanlara kontrol altına almayı kim aşılayacak?
    Günümüzde, solculuk da dâhil, insanların yüz binlerce içlerinden gelen isteklerini kontrol altına almayı aşılama yöntemleri veya çağırıları var.
    İşte sizin, sanırım tasvip ederek yazdığınız, bir örnek.
    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns…We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”
    Pisliğin insan doğasından gelip gelmediğini bir yana bırakırsak, yukarıdaki çok eski bir fikrin, aynı Zeitgeist gibi, yeni paketlemeyle piyasaya sürülüşüne benzer.
    Bence sorularım ciddi.
    “Eğer amacınız oyun oynamak ise; kendinize başka parklar arayınız!”
    Ama cevaplar vermektense benim bir şeyi savunduğumu tekrarlıyorsunuz.
    Bence, son 4 yüz yıl nicelikler (değer = pazar ekonomisini yarattığı dünya ve kişilerin) dünyasında yaşıyoruz. Diğer bir deyişle, boş bir evrende birbirinin yanından geçen, çeken ve iten, arada bir birbirine çarpan, çarpınca izler bırakan, nicelik açısında eşit parçacıklar hem beraber olmak istiyorlar hem de alıştıkları yolda kalmak istiyorlar.

  762. Sayın (pipsqueak) 758'e

    Sayın “pipsqueak” 758,

    [hem de alıştıkları yolda kalmak istiyorlar.] ACABA GERÇEKTEN ÖYLE Mİ?! BU; SADECE SİZİN AKLINIZDA ŞEKİLLENDİRDİĞİNİZ BİR DURUM OLMASIN SAKIN!

    Dünyanın sırrını; “The Zeitgeist Movement”ın açıklama niyeti yok! Bu oluşum; “sırların ifşası peşinde koşan!” ve “ünlü olmak için çırpınan!” bir oluşum değil! Siz; öyle görmek istediğiniz için görüyorsunuz! Beyninizdeki ve hayatınızdaki koşullanmışlıklar sebebiyle; “The Zeitgeist Movement”a da aynı gözlüklerle bakmaktan adeta zevk alıyorsunuz!

    Yukarıda yüzlerce referans kitap ismi, insan ismi, tecrübelerinizden seçkiler, kitap alıntıları ve benzerlerini bizlerle paylaştınız. Bunlardan bir tanesi “Discourse on Voluntary Servitude, or the Anti-Dictator” idi.

    Unutmayınız sayın “pipsqueak” 758:

    “Étienne de La Boétie”in 1576’da kaleminden çıkanlar ile; 2007 & 2008 & 2011 (…2015… devam ediyor) “The Zeitgeist Movement”ın çabaları AYNI! Bu uyumu idrak edemeyecek kadar tecrübesiz birisine benzemiyorsunuz sayın “pipsqueak” 758!

    ***

    “İNSAN” ADLI VARLIĞI DİĞER BİRÇOK VARLIKTAN FARKLI KILAN HUSUS:
    “Rekabetçi”liğini,
    “Bireyci”liğini,
    “Bencil”liğini;
    kontrol altına alabilme yeteneğinin daha gelişkin olmasıdır!

    [Eğer kontrol altına alma oluyorsa, kontrol altına alınması olan bir şey var.] Bu nasıl bir cümle!

    İnsanlar; “rekabetçi”liklerini, “bireyci”liklerini, “bencil”liklerini kontrol edebilme özelliğine sahiptir! İnsanlar ebleh değildir!

    Bizzat “kapitalizm” tarafından; “rekabetçi” olmaları, “bireyci” olmaları, “bencil” olmaları DİKTE EDİLİR!

    “Kapitalizm” ortadan kalktığı an; “greed”in ne kadar dehşet bir hâl olduğu daha net anlaşılacak ve insanlar kendi kendilerini kontrol etmeye başlayacaklar!

    Sayın “pipsqueak” 758; galiba siz de “özel sektör kapitalizmi”nde tecrübesizsiniz! “Sovyet kapitalizmi” veya “devlet kapitalizmi” dışında başka bir kapitalizm olmadığı yönünde algılara sahipmişsiniz gibi gözüküyorsunuz! Yok yere uzatmamak adına bir örnek yeterli: “Ronald Reagan” ve “Margaret Thatcher” piyonlarının “özel sektör” ile kol kola yaptıklarını tekrar geriye dönüp araştırırsanız “özel sektör kapitalizmi”nin ne demek olduğunu öğrenirsiniz! Size boşuna yazmadık; “Milton Friedman”ın yaydığı, “Ludwig von Mises”in yaydığı, “Friedrich Hayek”in yaydığı, “Murray Rothbard”ın yaydığı, “Ayn Rand”ın yaydığı, “Robert Nozick”in yaydığı zehirleri pas geçmeyin, öğrenin diye; ama umursayan yok! “Kapitalizmin dayattığı rekabetçi”liğin, “kapitalizmin dayattığı bireyci”liğin, “kapitalizmin dayattığı bencil”liğin ne demek olduğunu bilmediğiniz yönünde şüphelerimiz var! “Özel sektör kapitalizmi”nin ne demek olduğu konusunda araştırma yapmanızı öneriyoruz!

    ***

    [bu saydıklarınızın insanın doğasında olmadığını varsayalım. Geriye bu vasıfların insanlara aşılandığı kalıyor.
    İnsanlara kontrol altına almayı kim aşılayacak?]

    Bu soruyu başka birisi sorsa şaşırmazdık, ama siz, sayın “pipsqueak” 758, siz sorunca çok hem de çok şaşırdık!

    [İnsanlara kontrol altına almayı kim aşılayacak?] Bu soruyu sizin sormuş olduğunuza çok şaşırdık! Sanki 28 Mayıs 2015’ten beri görüştümüz “pipsqueak” gitmiş, yerine bambaşka biri gelmiş!

    HİÇKİMSE HİÇKİMSEYE HİÇBİRŞEY AŞILAMAYACAK! İNSANLAR EBLEH DEĞİLDİR! “VANGUARDISM”İN 20. YÜZYILIN BAŞINDA İŞE YARAYIP YARAMADIĞI BİLE ŞÜPHELİYKEN; BUNU 2015 VE SONRASINDA TEKERRÜR ETMENİN HİÇBİR ANLAMI YOK!

    “ACI ÇEKEN HER CANLI” ENİNDE SONUNDA EYLEME GEÇER! BU; BİR TÜR KENDİLİĞİNDEN KABARIŞTIR! BİZLER, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YA-la-KA”LAR, BU KABARIŞA DESTEK OLMAK İÇİN MÜCADELE EDEN YÜZBİNLERCE KİTLEDEN SADECE BİR TANESİYİZ! “KAPİTALİZM”E VE “ŞİRKETOKRASİ”YE KARŞI MÜCADELEYE SİZİ DE ÇAĞIRIYORUZ AMA YANAŞMAK İSTEMİYORSUNUZ! “STALİNİST POLİTBÜRO ZİHNİYETİ”NİN HÂL DEVAM ETTİĞİNİ ZANNEDİYORSUNUZ! “HİYERARŞİ”Yİ SAVUNDUĞUMUZU ZANNEDİYORSUNUZ! YAZIK!

    [Günümüzde, solculuk da dâhil, insanların yüz binlerce içlerinden gelen isteklerini kontrol altına almayı aşılama yöntemleri veya çağırıları var.]

    [Pisliğin insan doğasından gelip gelmediğini bir yana bırakırsak, yukarıdaki çok eski bir fikrin, aynı Zeitgeist gibi, yeni paketlemeyle piyasaya sürülüşüne benzer.]

    Sayın “pipsqueak” 758,
    Şahsınızın “bilim”, “teknoloji”ye bakışı ile; bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların bakışı pek örtüşmediği için; toptancı bir yaklaşımla, ortaya atılan her tür çözüm önerisini çöp kutusuna göndermek eğilimi içindesiniz! Bunu, üzülerek şahsınıza tekrar hatırlatıyoruz!

    [Bence sorularım ciddi.]

    [Ama cevaplar vermektense benim bir şeyi savunduğumu tekrarlıyorsunuz.]

    1. “Sorularınızın ciddiyeti”ni eğer tartmaya yanaşsak (sadece bizler değil!), “tarih madenciliği” içinde kaybolmak ihtimâlimiz çok yüksek! Bu arada; Bangladeş’teki bir tekstil atölyesinde 1000’in üzerinde “insan” ölmeye devam ediyor ve SOMA maden cinayetiyle 301 “insan” ölmeye devam ediyor!

    2. 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığınız her metinde; “neyi savunduğunuzu” bir türlü anlamadık!

    3. [Ama cevaplar vermektense…]: Sizin (ve belki de sizin gibilerin) kafanızın içinde kurduğu, yıllardır kurguladığı bir kapitalizm kavram ve uygulaması konsepti var. “Kapitalizmi savunan” veya “kapitalizme karşı ortaya konulan” her tür görüş eğer sizin kafanızdaki kurgulara uymuyorsa; otomatikman savunmacı bir tavır takınıyorsunuz! Bir robottan farksızsınız! Sizin tek beklentiniz; “KURGULADIĞINIZI DUYMAK, KURGULADIĞINIZI GÖRMEK, KURGULADIĞINIZI OKUMAK, KURGULADIĞINIZIN ONAYLANDIĞINI İÇEREN CEVAPLAR!” Bunlar dışındakiler; size göre çöp kutusuna gitmeli! Böyle anlıyoruz ve umarız yanılıyoruz!

    [Bence, son 4 yüz yıl nicelikler (değer = pazar ekonomisini yarattığı dünya ve kişilerin) dünyasında yaşıyoruz. Diğer bir deyişle, boş bir evrende birbirinin yanından geçen, çeken ve iten, arada bir birbirine çarpan, çarpınca izler bırakan, nicelik açısında eşit parçacıklar hem beraber olmak istiyorlar hem de alıştıkları yolda kalmak istiyorlar.]

    Bir üst paragrafta, köşeli [] parantez içinde yazdığınız tespitinizin başı doğru, sonu yanlış. […hem de alıştıkları yolda kalmak istiyorlar.] kısmı yanlış! “İnsanların ebleh olmadığını” yukarıda ifade etmiştik! Kabarış devam ettiğinden [alıştıkları yolda kalmak istedikleri] kısmı yanlış! Ki “WAITING FOR GODOT, WAITING FOR FOUCAULT, WAITING FOR GÜN” başlığıyla yazdığınız ve yayınlanmasını beklediğiniz metnin de az çok ne içerdiğini tahmin edebiliyoruz!

    ***

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatle incelemeniz için ısrar ediyoruz!

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Belgeselin sadece ilk bölümü izlemişsiniz. 2007’de yayınlandı.

    Fakat devamı da var!

    Bütünlüğün sağlanması için; belgeselin diğer bölümlerini de dikkatle gözlemlemenizi öneriyoruz!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=EewGMBOB4Gg )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=4Z9WVZddH9w )

  763. ALİ KOÇ, KAPİTALİZME KARŞI DEĞİL!

    ALİ KOÇ’UN İSTEDİĞİ ŞEY “KAPİTALİZMİN KENDİNİ YENİDEN KEŞFETMESİ, 21. YÜZYILA ADAPTE ETMESİ!”

    (10 Aralık 2015)

    Koç Holding patronlarından Ali Koç, “kapitalizmin güncellenmesi” yönündeki görüşlerini yineledi.

    Koç Holding’in kurumsal yayını Bizden Haberler’in aralık sayısına konuşan Koç, “Artık yeni bir bakış açısı geliştirmemiz gerek. Bunu kendi irademizle gerçekleştirmezsek, bir noktada bu değişikliğe zorlanacağımıza inanıyorum” dedi.

    Ali Koç, yaptığı açıklamada, “Kapitalizmi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Bir başka ifadeyle, kapitalizmin kendini yeniden keşfetmesi, yeni bir dinamizm ortaya koyarak dünyamızı bir dönem daha ileriye taşıyacak bir yapıya dönüşmesine ihtiyaç duyuluyor” ifadelerini kullandı.

    Koç’un açıklamaları şu şekilde:

    ‘EKONOMİK BÜYÜME TEK BAŞINA FAYDA GETİRMEZ’

    “Ekonomik büyümenin tek başına fayda getirmediği artık tüm çevrelerce kabul görmüş bir olgu. Büyümeden elde edilen kazanımlar toplumun tüm kesimlerine fayda sağlayacak şekilde yaygınlaştırılmalı ve sosyal kalkınmaya hizmet etmeli. Bu da ancak ekonomik ve sosyal politikaların bir arada gözetilerek tasarlanması ile gerçekleşebilir. Örneğin ekonomi politikaları, istihdam ve eğitim politikaları ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu da ancak ve ancak politika geliştirmede aktif bir sosyal diyalog ve ilgili tüm tarafların katılımı ile mümkündür. İş dünyası, işçi kuruluşları, sivil toplum ve üniversiteler bu süreçlerde etkin olmalıdır.”

    ‘BÜYÜME EŞİTLİKÇİ PAYLAŞILMIYOR’

    “Dünyada son 30-35 yıllık döneme bakıldığında sorun büyüyememekten çok, bu büyümenin adil ve eşitlikçi bir şekilde paylaşılamamasından kaynaklandığı görülüyor. Gerek finansal piyasalarda, gerekse dünya ticaretinde 1980 sonrasında son derece kapsamlı bir serbestleşme sürecinin yaşandı. Bu dönemde özelleştirmeler aracılığıyla, kamunun ekonomideki rolünün azaltılmasına yönelik politikalar da yaygınlık kazandı. 1990’lardan itibaren ise küreselleşme dünya ekonomisinde ana temalardan biri haline geldi. Önce mal ticareti önündeki engellerin kaldırılmasıyla başlayan küreselleşme daha sonra sermayenin ve hizmetlerin de ülkeler arasında daha serbest dolaşımına olanak sağlayacak bir şekilde genişledi.”

    ‘MEVCUT YAPI SÜRDÜRÜLEMEZ’

    “Dünyanın acilen daha eşitlikçi ve daha sürdürülebilir bir ekonomik modele ihtiyacı var. Bu modelin, ekonomik büyüme konusunda başarısı İkinci Dünya Savaşı sonrasında tescillenmiş kapitalizmden farklı bir model olması gerekmiyor. Ancak, mevcut yapının sürdürülemez olduğunu kabullenerek, kapitalizmi yeniden düşünmemiz gerekiyor. Bir başka ifadeyle, kapitalizmin kendini yeniden keşfetmesi, yeni bir dinamizm ortaya koyarak dünyamızı bir dönem daha ileriye taşıyacak bir yapıya dönüşmesine ihtiyaç duyuluyor. Kapitalizm bunu daha önce birkaç kez yaptı; bundan sonra da yapmaması için hiçbir neden yok. Eğer bu dönüşüme tüm paydaşlar öncülük etmez ve yönlendirmezsek, iş dünyasının son 30-40 yılda büyük zorluklarla elde ettiği kazanımları kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.”

    ( http://www.cagdasses.com/guncel/29154/ali-koc-kapitalizmi-yeniden-dusunmezsek-degisiklige-zorlanacagiz )

  764. 750ye
    Ben de son yazını okurken kafamda cirit atan tilkileri bahane edip cevapsız bırakmamak için yazıyorum.
    Asıl çağrışım yapan ve daha ayağı yere basılı somut konulardan önce, hiç değilse kendim de aydınlıktan yararlanıp ve bazı yararsız denilecek kadar genel ve soyut temalara değinmek istedim.
    Benim amacım doğru / yanlışı, gerçek / hayali, hakikat / yalanı ayıklamak değil. Anlama gayretim basit: insan, neden, belli bir tarih sürecinde, belli bir kültür bağlamında, belli bir doğal veya sosyal çevrede bazı inançlara sarılıyor; neden inançlarından emin. Sorularım ve cevaplar tamamıyla ve salt beynimin gıdaları, tamamen entelektüel. Ama kaynağı ne egoistlik ne de birey olmak çabası. Hatta psikolojiden nefret ederim. Beyazlarla, yani tabii artık bütün dünya insanlarıyla, tanıştıktan sonra bir eskimonun sözleri beni kıskandıracak kadar güzel: “ birey olduğumu düşündüğüm ölçüde varlığıma inancım azalıyor.” Bence psikoloji, birey ve bireycilik modern dünya hastalıkları. Halk türküleri, bilmeceler, danslar, masallar, efsaneler, atasözleri, yemek tarifeleri, fıkralar, … buna tanık.
    Bence öğrenmeye tek değer şey zamanımız insanlarının beyinlerini yıkayan ve en derin yerlerde yatan ve özellikle pasif olup farkına bile varılmayan inançları bulup çıkarmak ve daha da önemlisi “HAYIR”, demek.
    Not: Bence Aydınlık çağının bireyi tanımı bir kurgu, bir fantezisi: insanın pazar ekonomisine uyuşumunu sağlayan tanım. Edebiyatta kişi veya bireyin psikolojisini inceleme başlangıcı olan romanın bile kaynağı tüccarların tuttukları günlükler. Tüccarlar alış veriş içinde oldukları kişilerin ruhunu, huyunu, karısı ve çocuklarıyla ilişkilerini, zevklerini not alırlar. Ne olur ne olmaz, Allahın işine akıl ermez, kulun işine hiç akıl ermez.
    Not: “(Sanırım bana da duyduğunuz öfke ile bağlantılı konu…)”. Öfkemin asıl nedeni bu zamanımızın evrensel her yerde hazır ve nazır imgesi olan kendine dönüklük, psikolojik açıklamalar. En son moda terimle, insanlar tüketici ve seyirci kitleler yığını olmuş. Reklamlar insanın ruhunun en derin yerlerinde yatan istek, düşünce, rüya, hayal, korku, yalnızlık, … insanlara açık açık sergilerler ama her birey kendinin tek ve herkesten farklı olduğu inancına tüm varlığıyla sarılır, “ben” demekten utanmaz: Bu, Aydınlık çağının bir eseri (aşağıda değineceğim).
    Not 1: Bu söylediklerimin son derece kabaca ifadeler olduğunun farkındayım ama ayrıntılar, eğer diyalog devam ederse, kendiliğinden satha çıkarlar.
    Not 2: Alaylı konuşmalarım gücendirebilir ama bunlar benim için çok eski ve gülünç konular. Hem sansürsüz ve dürüst konuşmak hem de duygulara saygılı konuşmak bazen imkânsız oluyor.
    Kendimden (hala “ben” demekten utanmayanlar var lafımdan sonra) bahsetmem burada kaçınılmaz.
    Yakın ve sevdiğim bir psikanalist arkadaş bir defa bana “gel senin bir psikanalizini yapayım”, dedi. Ben de, “Allah yere inip benim kafayı düzelteceğini söylese, ona ‘ulan sen de mi mutluluk tüccarı oldun?’, derim”, dedim. Bence acı çekmeyen insanda bilinç olmaz. Sağlık da öyle.
    Zamanımızı iki cümle tamamıyla tanımlar: 1. Her türlü çılgınlıkları tatmin etme ümidi satma, 2. Bunu görmeme çılgınlığı.
    Bazı Aydınlık çağının rastgele örnekleri:
    Kant
    Aydınlık nedir kitabında verdiği tanımdan bazı alıntılar: “eğer bir kitap benim yerime düşünür, bir din adamı benim bilincimin (tinselliğimin) yerini alırsa, sağlığımı bir doktor eline geçirirse benim düşünmeme neden kalmaz, bu pis işleri diğerleri yapar.” Dahası da var ama kısaca Kant’a göre çocukluk devrinden çıkıp Aydınlık devrini tanımlar. Tahakkümden biter. Akıl yürütme başlar. İnsanlar çocukluktan çıkıp olgunluğa erişirler.
    Kant’ın yaşadığı devirden milyarlarca daha fazla zoraki bağlar ve tahakküm içinde yaşadığımıza dokunmayacağım, yargıyı siz yapın.
    Çocuklar, çocukluktan çıktıklarında, aydınlığa varmaktan çok daha çok bir işe varmak isterler. İşini bulutların içinde bulmuş Kant, nedense okul günlerini unutmuş. Ama okulda öğrendiği siyahların aptal oldukları bilgisini, günümüz aydınları gibi, hatırlar.
    Salt bir iş bulurum ümidiyle okuyan çocukların çocukluktan tek çıkışı işe girişle zirveye erişir. Aydınlık insanın, iş yerinde, eskilerin tersine, aklını kullanmasında ve özellikle işini kaybetmemede aklını kullanmasında, emirlere itaat etmesinde çok yararlı olur.
    Aydınlık devriyle Orta Çağ’ın ana kaygısı olan Doğa, Töz, Tanrı soru ve sorunları geride bırakılır.
    Yeni kaygı: İnsan. Veya antropoloji veya insan ne olduğu, soru ve sorunları. Ve özellikle bilgi nasıl elde edilir (ampirizm ve rasyonalizm). Kapitailst-burjuva dünyası doğmakta. Hobbes ve Locke insanı, pazar ekonomisiyle tanımlar. İnsan, sahiplenici (paylaşmak istemeyen), pazarda satabileceği metalardan (kibarca yetenekler, üretim gücü, … ) oluşan, topluma karşı hiçbir sorumluluk veya borcu olmayan birey.
    Not: İnsan merkez olur. Ne var ki yeni tahakkümü ele geçiren yeni hâkim sınıf senin sarkaca asılır kalır. Bir yandan dünya ve insanı merkez alan o eski inanılmaz inançların önce Kopernik sonra Darwin sayesinde, gülünçlüğüne gülünür; diğer yandan son derece ciddi bir hava içinde dünya ve insan tekrar merkez olur. Bu dayanılmaz çelişkiye cevap kolayca bulunur: Dünya, Doğa ve Doğal Kaynaklar olur; insanlık, Hümanizm olur. Bu yeni, doğru, hakiki, gerçek dinin propagandası okullarda çocukların beyinlerine gece gündüz işlenir.
    Kant’dan bir alıntı: “ayak parmağından saçının ucuna kadar siyah oluşu bu adamın * dediğinin aptallığının söz götürmez kanıtı,.”
    *Anton Wilhelm Amo, Alman Aydınlık çağının Afrikalı bir filozofu. Hem (Vico vari) Descartes’in hem de Adam Smith’in son derece geçerli yanlışlıklarını buldu.
    Aydınlıklar aydını Hume’den bir alıntı: “Doğa zencileri ve diğer bütün türlerin beyazlardan aşağı (inferiyor) olduklarına inanıyorum. Tarihte beyazlarda başka hiçbir ulus olmadığı gibi, diğer ırklarda düşünme ve eylemde seçkin (yüce) bir birey çıkmadı.”
    Birey kavramının o zamanda şimdi de, başta Hobbes ve Locke diğer Aydınlık çağı filozoflarının, Devlet’den önce doğa ortamı gibi, zamanımıza hala tam tahakküm eden tamamıyla burjuva hayalleri, kuruntuları olduğu üzerinde, sanırım, yeterince mürekkep aktı.
    Kurgu birey (hala bekliyoruz): Otonom, akılcı (rasyonel), her türlü ön yargılardan ve dinsel düşüncelerden arınmış, kısacası (ırkçılık hariç ki hala öyle) Kant ve diğer Aydınlık Çağı iyice aydınlanıp fazlasıyla beyazlaşmışlar.
    “ Hayatın keyifli çelişkileri olarak görülmeli bu…” na bir katkı. Süperler süperi Antik Yunan’da bile (tanrıça Atinan’ın baykuşu) ve hâşâ huzurdan, ilkellerde ve akıl yürütme geceyle simgelenir. Aydınlıkta akıl yürütmeye gerek kalmaz. “Aydınlık” sözü bile Zerdüştlükten kaynaklanır, ama Persler beyaz.
    Ben Frankfurt okulundan çok güzel eleştiriler öğrendim. Ama Marks gibi onlarda Avrupa boklarında boncuk bulmuşlar ve Avrupa evrenin merkezi olmuş. Eğer bir benzetme yaparsam, Avrupalılar “buldukları” yerlere hep çift gittiler: bedene asker, ruha rahip; hastalık ve panzehir. Daha sonra kapitalizmle Marksizm ve komünizm ve anarşizm veya her renk, her çeşit, her kendini sürekli yenileyen ve değişen kapitalizme karşı solculuk, devrimcilik, … Frankfurt Okulu Avrupa’yı harabeye çeviren kapitalizmin panzehiri veya daha doğrusu bağışıklık aşısı.
    Bence Frankfurt okulunun asıl katkısı daha geniş, daha güncel, (Marksizm ve Freud’un psikanalizmini birleştirerek) daha derinlere inen Aydınlık çağının en yüce coşkunluğu olan doğayı anlayıp fethetme yöntemlerinin sosyal bilimlerde kullanılması tenkidi. Bu eleştiri Aydınlık çağında yapılmıştı ama zenginlik (aynı şimdi gibi) etrafı çok aydınlattığından gözleri kamaştırmış, insanları büyülemişti.
    Not: Fransa da böyle aydınlığa erişmişler ve ırkçılarla dolu.
    Not: Aydınlık çağı filozoflarından Diderot’un “Rameau’nun Yeğeni“o zaman peyda olan, şimdi her yerde rastlanan modern insan modelini anlatır.
    “ … herkes için kısmen utanç verici olabilecek tartışma üslubu …”
    Bu konuda sadece kendim için konuşabilirim. Üslubumun çirkinleşmesinin kaynakları gerçekten çok.
    Önce bir giriş, Benim için insanların adileşmesine ve gittikçe üssel adileşmelerine neden medeniyet. Hızla geliştirdiği teknoloji sayesinde kapitalizmin çok daha devasa hasarlar yaptığı doğru ama yine de kapitalizm, altta yatan canavarın satıhta yaptığı dalgalar.
    Eğer medeniyet beni sonsuz tiksindiriyorsa, beni çok daha tiksindiren ve sadece son 7-10 yılla kısıtlanmayan bir insanlık yüz karası var: insanların bir yarısının diğer yarısı kadınlara karşı (ırkçılığa benzeyen) akılsız, gaddar, ön yargılarla dolu adi tutum ve davranışları.
    Benim en yakın arkadaşlarımdan çoğu kadın hareketinde başını çekenlerden arasındaydı, birçoğu da lezbiyendi. Bazıları üniversitede bu konuda ders verirdi. “Ev kadınlarına ücret”, hareketi Detroit’de başladı ve çoğu arkadaşlarımdı.
    Kısa bir süre içinde hareket ıslah edilip özümlendi.
    Ben bu sorun gündeme getirildiğinde kafamda cirit atan tilkileri sayayım. En son en önce.
    1. “Ev kadınlarına ücret” hareketinden aldığı ilhamdan yola çıkan marksist-feminist Silvia Federici Marks’ın ilkel kapital birikiminde kör noktası olan kadınların katkısını bulur çıkarır.
    2. Cadılar, ebeler, kadın hasta bakıcılar tarihi. Tüm tarih boyunca bitkileri çok daha iyi tanıyan kadınlar cadı, şarlatan olurlar. Aydınlık çağı aydınları, hem tarihin hatırlanmayacak kadar hem insan bilincinin en karanlık köşelerinde gizli karanlığı daha da karanlık eder. Diyalektik olmalı. Fransa’da kadınların surat asma, kederleriyle baş başa kalma özel odalar zenginler arasında moda olur. Her gerçek erkeğin bir metresi olma şartı gibi bir şey. Her neyse, Aydınlık çağı kadınlara özgü bilgileri cadılık ilan eder. Yerine uslu, terbiyeli, devletin denetimi altındaki okullarda tahakkümü özümleyen itaatkâr iyi aile çocuklarına üstü şatafatlı diplomalar dağıtılır. Böylece bu yaşamlarından memnun evcilleşmiş kuzuları bulmaya ışık tutar.
    Not: halk arasında eski doktorlara hala ben büyürken diplomalı adam değil, “koca-karı” denirdi.
    3. Bu bilgilerinden dolayı sayısız kadınlar, sayısız nedenlerden yakıldılar.
    4. Eski Mısır’da kadın firavunların adları silinip yerlerine erkek adları yazıldı.
    5. Medeniyette kadın = doğa; erkek = kültür. Dolayısıyla kadın = vahşi doğa = güvenilmez, vahşi, sadakatsiz, karanlık, gece, … liste uzun.
    6. Bitki evcilleştirme ve tarım kadınlarla başlar. G. Childe ve benzeri gibilere göre Tarım, büyük harfle başlayan tarımdır. Salt o zamanımız süpermarketlerini ve zamanımıza egemen makinelerin insanlardan oluşan ilk makine modelini “açıklayan” Mezopotamya’da başlar. Orada hayvanları çok daha yakından tanıyan erkekler (ilk “meçhul dahiler”, Arşimetlerin ataları) hayvanı sabana bağlayarak makineyi daha etkin ederler ve insanlığı bir adım daha ileri götürürler. Irkçı düşünme çok derinlere iner.
    7. Kadınsız hiç olduğunu bilen bir Eskimo bazen bir kadın bulmak için 700-1000 km yol kat eder. Avrasya kırlarında yaşayan göçebeler (nomad) : “senin kadının yok, sen hiçsin”, derler.
    8. Kadın hareketine kaynak kadın imgesi burjuva dünyanın yarattığı ev hanımı. Daha sonra sadece erkekleri çalıştırıp ev içinde bile bir hiyerarşi yaratırlar ve sosyal açıdan devasa işler yapan kadın dahi ekonomistlerin teorilerine bile geçmez.
    9. Müslümanlıkta, ay takvimiyle tamamen tüccar ve şehir dini olduğunu unutsak bile, belli ki tarlalarda çalışan kadının yüzünü kapatmaması hasıraltı edilir. Zaten yüz örtme Bizans ve Persler de zenginlerin karılarının arasında bir modaydı ve Müslümanlığa öyle geçti.
    10. Ibn Battuta Anadolu’ya geldiğinde bazı daha yeni Müslüman olmuş sultanlarla çadırlarında söyleşi yaptığında sorduğu sorulara sultanların cevap vermeden önce karılarına danışmalarını Müslümanlık açısından skandal bulur. 100 yıl sonra sultanların 100 karısı olur ve kafese sokulurlar.
    11. Kadınlara karşı tutumları titizlikle inceleyen antropologların fikir birliğini özetleyen E.E. Evans-Pritchard, genelleştirme yapılamaz sonucunu dile getirir. Kadınlara son derece saygılı olan geleneksel toplumlar ve hâşâ huzurdan ilkeller var. Bir şey itiraz götürmez: medenilerde kadın seks ve çocuk makinesi olur.
    12. Tabii 11 biraz abartmalı ve hatta bu konuyu daha da tilkilerle doldurur. Kadınlar her zaman çalıştılar ama tarih boyunca çoğunluk aileler patriarkaldı (babaerkin). Ama özellikle Aydınlığın en çok aydınlattığı 19. yüz yılda ücret veya gelir getiren emek çalışma olarak tanımlanır ve kadın dışlanır: daha fazla çalışır ama değere alınmaz. Bunun politikada, sosyal psikolojide ve özellikle askerlikle vatandaşlık arasında sıkı bağın yarattığı “pala bıyıklı sert erkek” yaratmada düzenin nasıl yararlandığını sanırım anlatmak kendi başına bir kitap olur.
    Döneyim “ … herkes için kısmen utanç verici olabilecek tartışma üslubu …”, lafına.
    Derdi son modaya uymak ,“politically correct” olmak isteyen biri, bu konuları araştırmadığı için kısa, yerinde, az ve öz laflarla işi idare etmek isterse, bu bence çok normal. İstesek de istemesek de uzmanlaşıyoruz. Ama aynı kişi anlamaktan çok bokunda boncuk bulmuşluk, ukalalık yaparsa, o kişiyi ciddiye alamam ve sahte bir düşünür olduğunu anlarım. Ve hatta kendimi kızmakta haklı bulurum.
    Ve tutum özellikle devrimci solcular arasında diğer sıradan insanlara kıyasla daha çok yaygın.
    Din, ön yargılar, kadın düşmanlığı, milliyetçilik, eş cinsiyetçilik düşmanlığı, azınlıklara karşı çirkin tutumlar, kapitalizm-burjuva, … eleştirilir ve tartışılır. Kendi din ve inançlarını görüp incelemek bir zamanlar devrimciler arasında hayran olacak kadar ciddiye alınırdı. Şimdi iş görecelikle kapatılyor. Ben kendi alim değilim ama arkadaşımın dediği” Marksistlerle anarşistler arasındaki fark, anarşistlerin cahil olmaları.”, lafına, görecelikle rahatça bana karşı kullanılacağını çok iyi bilerek, bütün varlığımla inanıyorum. Benzeri bir lafı dindar bir filozof söyler: tapınağın kapısına “eğer kutsal olmayan bilimleri yüz defa daha iyi bilmiyorsan bu kapıdan girme”, yazılmalı der.
    Joel Kavel’in “Tarih ve Tin” kitabını hiç duymamıştım. Bedava kitap veren dürüst bir sitede yazdığı kitapları aradım.
    Not: Bir banal düzeltme: “Kavel” değil “Kovel”.
    Bir kitabının adı kapitalizmin “The Enemy of Nature” (Doğa Düşmanı) olduğu.
    Bir kişilik masalı daha. Tinsellikle ilgili.
    Bende tinsellik eksi sonsuz desem yalan değil. Nedeni ne ideolojik ne de felsefi. Ailemde yoktu, büyüdüğüm çevrede yoktu. Olan, Aydınlıkçıların diliyle hokkabazlık, cadılık, fala bakmalar, ay ilk çıktığında gözünü kapatıp uğur ve bereket getirecek bir kimseyi bulup ona gözlerini açmak, Aydınlıkçıların yerel temsilcisi Atatürk’ün polisleri gelip çocuğu okula gitmeye zorlayana kadar erkek çocukların saçlarını uzun bırakıp entari giydirerek Allah’ı kandırmak (bak not*), yine liste çok uzun.
    Babil’de yıldızlar tanrıların ne yapacaklarını gösterir (Aydınların hor gördüğü burç konusu). Ama pazarlık yapmaya şans tanır. Bu “sahte bilim” Antik Yunan’a geçtiğinde yıldızların ileriden haber vermesi ontolojik olur. Olacak kaçınılmaz olur. Modernliliğin kökü çok derin. Gerçek bir Müslüman için (Allaha şükür bizim mahallede yoktu), ayni Aydıncılar, bilimciler, modern dinciler, vs. için, bu Allah’ı kandırmak, bir skandal. Ne bağnaz dindar ne bağnaz bilimselci bizim komşuların Allaha, “Ulan hıyarlık etme, ne istediğimizi biliyorsun, biz de elimizden geleni yapıyoruz, saç keserken koyun da keseceğiz …”, dediklerini anlamak istemezler. Biri işi Allahın eline bırakır, diğer, bilimin eline …
    Ağacıdakiler ben tinselliği duyduğumdan kafamda cirit atan tilkiler.
    İnsanların ölülerini gömmeleri 500 bin – 1 milyon önce.
    İlkeller adlarını vermezler.
    Hrıstiyanlığa göre dünya “söz”le başlar. Müslümanlıkta Allah ilk önce âdeme adları öğretir.
    Orta Çağ’dan çıkışta en ateşli tartışma evrensellerle (Platon) özeller taraftarları arasında olur.
    Modern bilimin onsuz olamayacağı nominalizm isimle özü ayırt etmeyle başlar.
    Rüyada görünenler.
    Somut ve önümüzde olmayan bir şeyi adıyla önümüze getirmek.
    Orta Çağ bittiğinde allah, melekler, şeytanlar, azizler, azizlerin mezarları, cinler, periler, cadılar, büyücüler, simyacılar silip süpürülür Yeni ve daha iyi dahiler doğmakta olan burjuva-kapitalizme temel olacak yeni ve daha iyi bir ontoloji ararlar. Nihayet yeni bir Arişmed işi bağlar. Kibar çevrelerde madde ve düşünce. Benim gibi ağzı bozuklar için: mal ve alıcı.
    “Zamanımızın yüce tinselliği aslında birbirimizin bedenlerini tiksindirici bulmamız demektir. His dünyamızın inceliği ve titizliğinde büyük ilerleme, kendimiz de dahil herkesin fiziksel varlıklarından, bedenlerinden nefret ettiğimiz anlamına gelir. İnsanlığın filim, radyo, gramofon gibi devasa soyuta kayma, bizim eğlencede fizikselliği sevmediğimizi, fiziksel ilişkiden kaçtığımızı kanıtlar. Deri kemik insanları görmek istemiyoruz, sadece ekrandaki gölgelerini görmek istiyoruz. Gerçek seslerini değil, makinelerle iletilen seslerini işitmek istiyoruz. Kağıt üzerindeki yazılarını okumak istiyoruz. Fiziksel varlıktan uzaklaşmalıyız, tinselleşmeliyiz.”
    Tinsellikle başarılı tüccar olmak arasında çok sıkı bağ var. Sadece püritenler bir güzel örnek olmaya yeter. İslam’ın ticaret ve şehir dini olduğu sanırım artık apaçık.
    “Tiyatronun kulisinde yangın çıkar. Soytarı seyircileri uyarmak ister. Seyirciler şaka ediyor sanarlar. Soytarı ısrar eder. Seyirciler kahkahalara boğulur. Sanırm dünya, maskaralığa inanan tinsellerin büyük bir neşesi içinde böyle yok olacak.”
    Belki yine üslubum bozuk ama tartışmalarda dürüst olmak şart: ben yeni din müminlerinin eski dinleri hafife alıp alay edenleri çok cahil buluyorum.
    “bir “ortak akıl” oldurma yolunda”
    Buna bütün varlığımla katılıyorum. Ben son derece bilgili insanlarla aynı çaba içinde oluştum. Ama dürüst ve sansürsüz geçti. Ve öyle olmalı, -izmler pasaportu yetmiyor. Diplomalar yetmiyor. CV’ler yetmiyor.

  765. Sayın 759
    Ben pipsqueak falan değilim. Ben basit kafalı, basit düşünceli bir kimseyim.
    Sorum çok basit. Neden şimdiye kadar insanları kimse ıslah edememiş?
    Neden halk sizleri değil Erdoğan’ı dinliyor, neden Merkel, neden Obama, neden Putin? Neden A? Neden B? Neden C? …
    Bunları yukarıdakileri sevenler sizin adlarını saydığınız büyük adamları, kadınları, yazarları, siteleri, “The Zeitgeist Movement “ dediğiniz şeyi duymamışlardır.
    Bu çok eski bir soru: Neden dünyada kötü var? Eskiler buna şeytan dediler, siz laik bir ad vermişiniz kapitalizm diyorsunuz. Adların değişmesi soruyu değiştirmez. Sosyal hayatı eleştiren halk türküleri bu konuyu sizden çok daha içtenlikle dile getirir.

  766. Sayın 762,

    [Neden dünyada kötü var? Eskiler buna şeytan dediler, siz laik bir ad vermişiniz kapitalizm diyorsunuz.]

    “Thomas Hobbes” ile “Jean-Jacques Rousseau”yu aynı anda okursanız; sorunuzun cevabını kendiniz bulursunuz!

    Sizin (ve belki de sizin gibilerin) kafanızın içinde kurduğu, yıllardır kurguladığı bir kapitalizm kavram ve uygulaması konsepti var. “Kapitalizmi savunan” veya “kapitalizme karşı ortaya konulan” her tür görüş eğer sizin kafanızdaki kurgulara uymuyorsa; otomatikman savunmacı bir tavır takınıyorsunuz! Bir robottan farksızsınız! Sizin tek beklentiniz; “KURGULADIĞINIZI DUYMAK, KURGULADIĞINIZI GÖRMEK, KURGULADIĞINIZI OKUMAK, KURGULADIĞINIZIN ONAYLANDIĞINI İÇEREN CEVAPLAR!” Bunlar dışındakiler; size göre çöp kutusuna gitmeli!

    Sizin gibi oyun oynamak isteyenlerle zaman kaybedemeyiz!

  767. 16 Aralık 2015’de FED – FOMC
    (Federal Open Market Committee)
    (ABD Merkez Bankası Açık Piyasa İşlemleri Kurulu)

    faizi 0,10 ila 0,25 civarında arttıracak!

    2016’dan itibaren, ilk önce “gelişme yolundaki ülkeler” olmak üzere, bütün dünya, ekonomik krizin en şiddetli aşamasına giriyor!

    Hepinizin burnundan fitil fitil gelecek!

    Neyin geldiğini görünce anlarsınız!!!

  768. “…kadın dahi ekonomistlerin teorilerine bile geçmez…” Birçok ekonomist, “istihdam piyasasında kadınların az sayıda olmasının ne kadar zararlı olduğu” yönünde görüşlerini yazıyor. Böylece bu ekonomistlerin teorilerinde “kadın” geçmiş oluyor mu, olmuyor mu? Bu ekonomistler, istihdam ile ilgili teorilerinde eğer “kadın”ı da geçiriyorlarsa, kapitalizmi daha fazla yüceltmek için “kadın”ın da “erkek”lerle aynı seviyede, “cinsiyetçilik” yapmadan sömürülmesi gerektiğini söylüyor olabilirler mi!

  769. Sayın Gün Zileli,
    ” Waiting for Godot” adlı yazım baz rahatsız edici açıklamalar yapıyor.
    Sizin gibi köküne kadar (neyse, hiç değişse son 15 yıla kadar) anarşist devrimci , solcu, TC devletinden bile korkmayan birinin benim bu yazımı yayınlamaması hayli tuhaf.
    Benim yazımda hakaret yok sadece bazı olanları aöıklama var. Sizin şu yazınız hakaret değil mi?
    Senin bir şahıs için söylediğin şu sözler “AKP Mersin MV adayı Muhsin Kızılkaya’nın röportajını okudum. Birisi ‘satılık’ levhasını çevirip ‘satılmıştır’a getirsin.”, hakaret değil mi?
    Gerçekler insanları daha güçlü ve daha zeki ederler.

  770. NEDEN ERDOĞAN, NEDEN MERKEL, NEDEN OBAMA, NEDEN PUTİN

    Erdoğan’ın da, Merkel’in de, Obama’nın da, Putin’in de ayaklarının bastığı zemin “kapitalizm”dir!

    Bunu göremeyecek kadar tecrübesiz birisi misiniz ?! ?! ?!

    ********************

    İKİ KULENİN HİKÂYESİ

    Pesimistle optimist, yasak olmasına rağmen sigara içilmesine göz yumulan, hâttâ külleri süpürmekten bıkan taşeron temizlikçilerden birinin nereden bulduysa sağı solu yamulmuş eski bir küllük getirip diktiği yangın merdivenine çıkmışlardı. Gözden uzak olmanın verdiği rahatlıkla, kendi şirketleri ile karşı plazadaki rakip şirketi karşılaştırıyorlardı.

    “Her şekilde bizden iyiler oğlum” dedi pesimist optimiste, “onlarda bizimkinin neredeyse iki katı pazar payı var. Biraz müşteri kaybetseler de koymaz adamlara.”

    “Haklısın, ama bütün müşterileri tırt, batakçı herifler. Çoğunun çektiği krediyi ödeyip ödeyemeyeceği belli değil. Bizim daha az müşterimiz var ama hepsi A sınıfı!” diye yanıtladı optimist.

    “Boşversene” dedi pesimist. “Parayı, ödemeleri zamanında yapandan kazanmıyorsun ki. Biraz batacaklar, debelenecekler ki daha fazla faiz bindiresin.”

    “Doğru diyorsun; ama bir kriz olsa topluca batar, şirketi de aşağı çekerler. Oysa bizim müşteri portföyümüz kriz olsa bile sarsılmaz, pek pek serveti sermayeyi bir süreliğine Avrupa’daki ortağımıza aktarırlar. Zaten biraz da bunun için bizde duruyorlar” diye gülümsedi optimist.

    “Hem adamlar çalışanlarına değerli olduklarını hissettiriyor!” diye başka bir konuya girdi pesimist. “İşe beş dakika geç kaldın mı yaygara kopartmıyorlar, ayrıca öğlen araları bir saat. Hem bizim kadar mesaiye kalmıyorlar.”

    “Doğru diyorsun, ama bizde de servisler dakik. İşe asla geç kalmıyorsun. Ayrıca yemek aramız 45 dakika ama lokanta çok iyi; geçenlerde Meksika günü yaptılar, burritolar harikaydı. Daha çok mesaiye kalıyoruz, ama taksi paramızı veriyorlar. Hem maaşımız daha iyi” diye motor gibi yanıtladı optimist! Ardından da sigaranın son nefesini uzunca çekip pesimistin hiç beklemediği bir laf çaktı: “Hayrola, transfer mi bakıyorsun?!”

    Pesimist tepkisini kontrol edene kadar çoktan göz ucuyla merdiveni her iki yöne doğru kontrol etmişti. “Yok be oğlum, nereden çıkarttın. Öylesine laflıyoruz işte” diye geveledi. “Hadi, müdür bu saatte ortalığı kolaçan eder, bizim masaları boş görmesin!”

    ***

    Yukarıdaki konuşmalar tanıdık geldi mi?!

    Plaza emekçisi olanlar için kuşkusuz tanıdık, ancak şu günlerde çok daha genel bir bağlamda buna benzer muhabbetlere tanık olmuyor muyuz?!

    Rusya’yla Türkiye arasındaki gerilime dair sohbetlerde konu hemen komplo teorilerine, “kimin kaç tankı, kaç uçağı var” karşılaştırmalarına gelmiyor mu?!

    Yaşını başını almış insanlar bir anda çocuk gibi “Batman vs. Superman” gibi “Erdoğan vs. Putin” senaryoları kurmuyor mu, neredeyse “duf duf! dış dış!” yapmaya başlamıyor mu?!

    Oysa: İlla ki bir benzetme yapılacaksa; benzetilecek şey “Aliens vs. Predator” olmalı! Çünkü: “Hangi taraf kazanırsa kazansın insanlık kaybedecek!”

    Plazalarda yaşamın doğal bir parçası olan, “hesapçılık ve riyakârlığa dayalı kariyer oyunları” Türkiye’nin içine battığı kirli, kanlı siyaset bataklığına öylesine benziyor ki; adeta bir makro evrenin içinde, onun mükemmel bir benzeşimi niteliğinde bir mikro evrenden bahsettiğimizi söyleyebiliriz!

    Her ikisinde de emeğini satıp karşılığında aldığı ücretle geçinen insanlar kendi çıkarlarına aykırı, sonuçta her şekilde zarar görecekleri ve hepsinden önemlisi “taraf olamayacakları itiş kakışlarda taraftar olmaya” zorlanıyor ve (aynı anlama gelmek üzere) ikna ediliyorlar!

    Şirketler arasındaki rekabeti “kâr oranı en yüksek olan kazanır”, o da üretilen değerden işçilere en düşük payı vermeyi becerendir! “Kurumsal” olanlar bunu daha ince yöntemlerle; motivasyonla, organizasyonla verimliliği artırarak yapar ama esas olan yöntem değil sonuçtur!

    Aynısı “şirket-içi rekabet”te de geçerlidir! İşçiler kariyer için itiştikçe patron onları daha çok sömürür! Müdürlük koltuğuna oynayan müdür yardımcıları ise patrona “işçileri nasıl daha verimli çalıştıracakları” konusunda plânlar sunarak birbirleriyle rekabet ederler! Bu yüzden müdür her değiştiğinde ya daha uzun, ya daha yoğun çalıştırılmaya başlarız! Buna rağmen, niyeyse, hemen her zaman taraftar oluruz!

    Şimdi, elimizi vicdanımıza koyalım:
    Bunun; seçimlerde meclise girecek dört partiden herhangi birine oy vermekten ya da “Erdoğan vs. Putin” kavgasında taraf tutmaktan ne farkı var?!

    Bir şirkette patrondan değil de işçiden yana bir müdür adayı düşünülebilir mi?!

    O zaman her biri “şirketleşmiş olan devletler” kendi aralarında itişip kakışırken bizim devletin veya “düşman” devletin müdürünün bizim çıkarımıza sonuçlanacak işler yapmasını neye dayanarak bekliyoruz?!

    Yıllar önce elime “Las Vegas’ta Kazanmanın Sırları” isimli, esasen istatistik hesapları basitleştirerek anlatan bir kitap geçmişti. Kitabın gayet dürüstçe yazılmış önsözünde şöyle bir cümle vardı: “Bu kitap, şans oyunlarında kazanma ihtimâlinizi makûl ölçüde artıracak yöntemler içermektedir; ama şu an gerçekten Las Vegas’taysanız ve gerçekten bu kitap sayesinde zengin olmayı hayal ediyorsanız, lütfen kafanızı kaldırın ve bütün gördüklerinizin nasıl inşa edildiğini bir düşünün!”

    Bir kumarhanedeyseniz, kazanmanın tek gerçekçi yolu masadan kalkıp kapıdan çıkarak başlar!

    Ülkemizde de, şirketlerinde de, onların kirli oyunlarına yeterince dâhil olduk!

    En fazla “kişiliğimiz ve ahlâkımız”dan olmak üzere sayamayacağımız kadar çok zarar gördük!

    Masadan kalkmadan da kazanmaya başlamayacağız!

    [Nevzat Evrim Önal
    8 Aralık 2015]

  771. Sayın 763
    “Thomas Hobbes” ile “Jean-Jacques Rousseau”yu aynı anda okursanız; sorunuzun cevabını kendiniz bulursunuz!
    Ben ikisini defalarca okudum. Sizler ikisinin ayrıldığı değil birleştiği yerdesiniz ve asıl konu da o. Ama asıl konudan o kadar uzaksınız ki, bir türlü ikisne ortak olan sizi görmemişsiniz.
    Size gönderdiğim diğer yazılar, hakaret ve küfürler olmadığı halde, sansürden geçmiyor.

  772. Sayın 768,

    [Ben ikisini defalarca okudum. Sizler ikisinin ayrıldığı değil birleştiği yerdesiniz ve asıl konu da o. Ama asıl konudan o kadar uzaksınız ki, bir türlü ikisne ortak olan sizi görmemişsiniz.]

    Yukarıda köşeli [] parantez içinde bir kez daha ispatladığınız üzere; sizin gibi saçmalayama devam etmekten bu derece zevk alan insanlarla buluşmak çok ilginç!

    Sizin amacınız oyun oynamak!

    “İnsanlar ve hayat, kapitalizm yüzünden ÖLÜYOR!” dedikçe; oyun oynamaya devam ediyorsunuz! Yazık!

    Erdoğan’ın da, Merkel’in de, Obama’nın da, Putin’in de ayaklarının bastığı zemin “kapitalizm”dir!

    Bunu göremeyecek kadar tecrübesiz birisi misiniz ?! ?! ?!

    Sizin (ve belki de sizin gibilerin) kafanızın içinde kurduğu, yıllardır kurguladığı bir kapitalizm kavram ve uygulaması konsepti var. “Kapitalizmi savunan” veya “kapitalizme karşı ortaya konulan” her tür görüş eğer sizin kafanızdaki kurgulara uymuyorsa; otomatikman savunmacı bir tavır takınıyorsunuz! Bir robottan farksızsınız! Sizin tek beklentiniz; “KURGULADIĞINIZI DUYMAK, KURGULADIĞINIZI GÖRMEK, KURGULADIĞINIZI OKUMAK, KURGULADIĞINIZIN ONAYLANDIĞINI İÇEREN CEVAPLAR!” Bunlar dışındakiler; size göre çöp kutusuna gitmeli!

    Sizin gibi oyun oynamak isteyenlerle zaman kaybedemeyiz!

  773. DİB'den inciler

    Görmez, Obama’nın Özel Temsilcisi Zafer’i kabul etti
    Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’nın Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyeti kabul etti.
    Ziyaretten duyduğu memnuniyeti dile getiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Başkan Obama’ya Müslüman Topluluklar konusunda danışmanlık yapan Zafer ve beraberindeki heyeti kabulünde, İslam coğrafyasının zor bir dönemden geçtiğini ve bu dönemde Zafer’in yaptığı işin önemine ve zorluğuna dikkat çekti. Bölgede yaşanan sorunların belirli bir dinin değil, bütün insanlığın bir meselesi olduğuna da vurgu yapan Görmez, “Coğrafyamız, bölgemiz çok zor bir süreçten geçiyor. Yaşanan sorunların belirli bir dinin meselesi değil, bütün insanlığın meselesi ve sorunu olarak okunması gerekir. Dünya kuruldu kurulalı bütün insanları yaşatacak zenginlikte olduğu halde maalesef insanlar kendi hırs ve öfkeleriyle dünyayı birbirlerine dar ediyorlar” dedi.
    İlahi dinlerin merhamet ve adaleti egemen kılmak için geldiğini, ancak insanların dinleri bile şiddetin ve vahşetin aracı haline getirdiğini kaydeden Başkan Görmez, şöyle konuştu;
    ‘İLAHİ DİNLER, ŞİDDETİN VE VAHŞETİN ARACI HALİNE GETİRİLDİ’
    “İlahi dinler, insanoğluna dünyayı daha güzel yönetmesi, barış içerisinde birlikte yaşasınlar, rahmeti, şefkati, adaleti egemen kılsınlar diye geldi. Ama insanlar dinleri de kendilerine dönüştürebiliyorlar. Mahza rahmeti yeryüzüne getiren dinler, şiddetin, vahşetin aracı haline getirilebiliyorlar.”
    ‘HZ. MUSA’NIN MESAJLARI, SİYONİZM ELİYLE BİR İDEOLOJİYE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ’
    “Hz. İsa’nın getirdiği rahmet mesajlarından tarihte onlarca defa Haçlı Seferleri çıkarılabildi ve savaşların en büyük motivasyonu haline getirilmesi yine insanların eliyle gerçekleşti. Hz. Musa’nın mesajlarının bu coğrafyada hala Siyonizm eliyle nasıl bir ideolojiye dönüştürüldüğünü hala acı acı görüyoruz”
    ‘İSLAM’IN RAHMET MESAJLARI ÇARPITILDI’
    “Son yıllarda DAİŞ, Boko Haram, El-Kâide gibi bir takım örgütler marifetiyle İslam’ın rahmet mesajlarının nasıl çarpıtıldığını ve ilahi kitabın, Peygamberin mesajlarını nasıl insanların kendi ideolojilerine alet edebildiğine hep birlikte şahit oluyoruz.”
    ‘SEKÜLERİZM, DÜNYAYI SAVAŞA SOKTU’
    “Fransız ihtilâliyle birlikte insanlık başka bir arayış içine girdi. Dinlerin dışında daha seküler bir dünya kurmayı tasarladı. Fakat sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekûn bir savaşın içine soktu. İnsanlar da bilimsel keşiflerle atom bombasını düşünebildi. Kimyasal silahları üretti ve tarihteki savaşlarda ölen bütün insanların birkaç katını modern zamanlardaki savaşlarda kaybettik. İki büyük dünya savaşı yaşandı ve şimdi üçüncü dünya savaşından söz ediliyor ve sayın Papa’nın ağzından bile böyle bir cümle dökülebiliyor.”
    TRUMP’IN SÖZLERİNE TEPKİ
    “Amerika gibi bir ülkede seçimden önce adaylar ‘Müslümanları Amerika’ya alacağız, almayacağız’ tartışması yapabiliyor. Burada hiç bir milletin, din mensubunun suçu birbirine atması doğru değildir. Bu coğrafyada biz çok büyük acılar çekiyoruz. Ama biz bu acıları sadece DAİŞ gibi yahut sonradan ortaya çıkan terör örgütlerinin yaptıklarından çekmiyoruz. Bunların her birisi birer sonuçtur, sebep değildir. Bilhassa coğrafyanın küresel güçlerin çatışma alanı haline gelmesi bütün bunların birinci sebebi olmuştur. Önce Afganistan sonra Irak sonra bütün bu dünyalarda Bosna, Çeçenistan gibi bölgelerde yapılan savaşların sonunda eğitimden yoksun, şiddetin ve vahşetin gölgesinde yetişen çok sayıda nesiller ortaya çıktı. Yaralı bilinçler ve ölümcül kimlikler çoğaldı. Bir taraftan da büyük göçler başladı. Bu göçmenler gittikleri ülkelerde o ülkelere entegre olamadılar ve oralarda kendi gettolarını kurdular. Ötekileştirildiler. Dinlerini öğrenecek imkân bulamadılar. Hatta yanlış yorumlara saptılar. Göçmen nesillerin dini yanlış öğrenen çocuklarıyla, coğrafyada şiddetin gölgesinde yetişen gençler arasında bir yakınlık oluştu. Dolayısıyla bu nesiller dine bir ideoloji olarak sarılmayı tercih ettiler. Uzun süre dini kurumlar ve bilim müesseseleri soruna ciddi olarak el atma imkânını bulamadılar. Şimdi topyekûn insanlık olarak bütün bu yaşadığımız sorunların acılarını çekiyoruz. Ben çok umutsuz değilim hep birlikte konuşarak ve değerlendirerek yeni bir dünyayı kurabiliriz.”
    ZAFER: BÜYÜK MİSAFİRPERVERLİK GÖRDÜM
    Özel temsilci Şerik Zafer ise Görmez’e kabulünden dolayı teşekkür ederek, “Sayın Başkan, bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Bu benim için büyük bir onurdur” dedi. Diyanet İşleri Başkanlığının kurumsallaştığı pek çok ülkeye gittiğinin altını çizen Zafer, gördüğü misafirperverlik karşısında etkilendiğini kaydetti. Görmez’in liderliğinin bölgedeki önemine dikkat çeken Zafer, şunları söyledi; “Avrupa da dahil olmak üzere pek çok yerde Diyanet’in kurumsallaştığı ülkeleri gezme şansım oldu. Bu ziyaret ettiğim camilerde ve burada çok büyük bir misafirperverlik ve hoşgörü gördüm. Sizin Başkanlığınızda Diyanet’i tebrik ediyorum. Müslüman toplumlarla ilişkiyi sağlamak üzere Başkan Obama tarafından görevlendirildim. Görev tanımım, Müslüman ülkeler ya da nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelerle ilişkilerimizi geliştirmek ve ortak yapabileceğimiz çalışmalar üzerinde konuşmak.”
    ‘LİDERLİĞİNİZ OLDUKÇA ÖNEM ARZ EDİYOR’
    “Ben şuna inanıyorum ki, ortaklık yapabileceğimiz pek çok alan var. Temiz bir çevreye sahip olmak, büyüyen bir ekonomiye sahip olmak, barış ve güvenliği sağlamak bu konulardan bazılarıdır. Ama sizin de söylediğiniz gibi pek çok zorluklarla karşı karşıyayız. IŞİD, El-Kaide gibi gruplar maalesef bizim dinimizi yanlış bir şekilde kullanıp anlatıyorlar. Bu bağlamda elbette sizin Başkanlığınız ve yapmış olduğunuz liderlik çok büyük önem arz ediyor. Çünkü bu şekilde ancak bu grupların yaptıklarının İslam ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığının anlatılması açısından önemli ve gençlerle bağlantının sağlanması açısından sizin yaptığınız çalışmalar son derece önemlidir. İslamofobi, Müslüman karşıtlığı bir dil kullanılması ve bunun pek çok ülkede kullanılması da bir diğer karşılaştığımız zorluk.”
    http://www.hurriyet.com.tr/gormez-obamanin-ozel-temsilcisi-zaferi-kabul-etti-40026796

  774. 740 ve 761 üzerinden konuşuyorum…
    Konu çok geniş.. öncelikle anımsatma yapmak isterim. Düşüncelerimizin değişmesi için zaman ve diğer ek bilgi-okuma-düşünme süreçlerine ihtiyaç olacak.
    *
    Değinmediğim konularda benzer düşündüğümü varsayın.
    *
    Ben tarihe “işlevsel” bakmaya çalışırım; yaşayan ve ölü bilgiler.. Bu konuda da hata yaparak insan çok şeyi kaçırabilir.. ama bu bilgi sağanağı altında yol almak kolay değil; sorunumuz genellikle yetersiz bilgi değil artık; bu bilgilerin yorumlanması.. (Bilmiyor ithamların da bu bağlamda.. Her alanda “ekonomiksiniz” ama bu alanda değilsiniz sanki; bilgi israfı diye bir şey var mı? )
    *
    Marks tarihin “sırrını” buldu sayılır: değişme (tarih) sınıflar arasındaki mücadele…“komünizmden öncesi tarih öncesi, tarih komünizmle başlar.”, der. Ama diğer yandan tarihin motorunun sınıf kavgası olduğunu söyler. Bu bir çelişki mi?…”
    Şimdi Marks’dan 150 yıl sonra durumu yeniden değerlendirelim. Gerçeği kitapları ihmal etmeden ama “gözle görüleni” de inkar etmeden..
    Bir kere bu “propaganda” kokan tarih öncesi, sonrası sözleri bence bir şeyi açıklamıyor. Marks Kapitalizm’in bu denli “üretici güç” artışı yapacağını kestiremezdi.. Komünizm.. belki korkunç felaketlerden sonra.. insanlık önüne bir hedef olarak koyar mı? Ben artık birkaç yüz ya bin yıl sonranın dünyasını konuşmayı “çocuksu” görüyorum; “cennet” masallarını konuşmak gibi.. Uzun vadeli “hayalleri” unutmadan ve bununla çelişmeyen önümüzdeki 1, 10 en fazla 50 yılı konuşmaktan yanayım…
    *
    “nesilden nesile “olduğu gibi” aktarılır.” Şu “mem” tartışması. Evet, “olduğu gibi kopyalanır!” İşte bu nedenle tarihsel süreçlere müdahale “iradi” olamıyor!
    Değişime gelince.. evet. İnsan “sürekli değişen yolda” evine gidemez! Ve değişim “sıçramalı” gerçekleşiyor. Keskin bir taş parçasının bir sopaya tutturulması ne kadar zaman aldı? Hangi ara bilgilerin yığılması ile gerçekleşti. Toprağı ekmek.. kaç bin yılın bölük pörçük bilgi kırıntıları ile “gözleme” dayalı bir fikre dönüştü? Her değişim için bir “kuluçka süresi” var; gündelik hayat yüz ve ya binlerce yıl değişmeden yaşanılır gibi… Şimdi “Tarih hızlandı” deniliyor ama.. Öyle mi? Bir an aklıma geldi; belki yalnızca “görünüm” hızlanmış görünüyor olmasın… Son iki yüz yılda ne değişti temel insanî, toplumsal ilişkiler açısından? “Refah toplumu” mu ortaya çıktı? Bu koşullar gereği bir ara dönem “görüntüsü”. Egemen sınıfların iktidarı koruma taktiği değil mi? Dünya ölçeğinde “refah toplumu” yok 1600’lerde zorla köle olarak gemilere bindirilen köleler, bu kez kendi istekleriyle zorla girmek istiyorlar Batı’ya! Bu bir ilerleme mi?
    Yineliyorum; ben son 200 yılın bilimsel-teknolojik devrimlerini “o büyük devrimi” mümkün kıldığı için savunuyorum.
    Sömürü’nün kaynağı nedir?
    Hayvanlar dünyasında da parazitik ilişkiler, hırsızlık yapan türler, avlayanın ağzından avını kapmaya çalışanlar bilinir.
    İhtiyaçların “kolayca” temin edilirse sömürü, hırsızlık vb. ilişkilere gerek kalmayabilir; en azından “nesnel” koşullarda..
    ***
    “ Benim için Marks tam ve tam bir burjuva. Ondan çok yararlı şeyler öğrendim. Derin bir düşünür olduğundan çelişkilerle dolu. Dolayısıyla bu dediğim konuyu kapatmaz. Diğer yandan bütün dünya burjuva olduğundan (isterseniz bu dediğimi diğer bir yazıyla ispat ederim) herkes onun dilini konuşur ve dışına çıkanlara onun diliyle saldırılır.”
    Bu değerlendirmeye katılıyorum…
    ***
    “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.”
    Evet tanımlayarak o her ne ise evcilleştiriyor, edinebileceğimizi sanıyoruz. Kendi dışımızda bir “hakikat” olamaz; tanımlayarak o “şeyi” bütününden kopartıyoruz. Tanımlayarak “yalan dünya” kurgusunu pekiştiriyoruz. Ve tanımlayamadığımız için her “çağ’da” tanımı değiştirsek de yine de bu tanımlara güveniyoruz. Bu sebeple “ağız dalaşları” yaşanıyor; herkes, her çağ, her toplum, kendini yatıştıracak “ihtiyacına göre” tanım getirerek “yalan dünyasını” güvenli kılmaya çalışıyor…
    ***
    “Soru: Amerikalarda rastlanan medeniyetlerin başlangıcı neden kavgalarını şimdilik bir tarafa bırakırsak, sen medeniyetin Sümer ile başlayıp dünyaya yayıldığını kabul ediyor musun?”
    Sanırım yalnızca oradan yayılmış değil; benzer süreçler başka coğrafyalarda da gerçekleşti; benzer koşullar, birbiri ile temas etmeden gecikmeli de olsa aynı sonucu verdi. Aralarında bin yıl olsa da. Diğer yandan o dönem medeniyetinin “basitliği” gereği bir saban’ın öğrenilmesi bile benzer medeniyetin “taklidini” mümkün kılar.. Ama bu bilgi, sence işe yarayan bilgi midir? İster tek bir merkezde doğup yayılması, ister ortak ihtiyaç zorlantısı ve “insan aklının benzer çalışma düzeneği” nedeniyle, birbirinden habersiz ayrı coğrafyalarda faklı zamanlarda da olsa ortaya çıkması ne denli işlevsel bir bilgidir?
    Benzer icatların neredeyse aynı zamanlarda dünyanın iki ayrı ucunda gerçekleştiği de yazılır.
    ******************************************
    Yazık ki “birey” olduk! “Sürüye” ait olsaydık, kuşkusuz daha mutlu bir hayatımız olabilirdi. “Kendimizi tanımladık” ve “kendimizi” yitirdik! İnsan bir sürü hayvanı, toplumsal varlıkken, “birey” oldu, bütünden koptu; tanımlandı ve gerçekliğinden çok şey kaybetti.
    Ama olan oldu! Yazık ki, oldu ve geri dönüşü yok! “Tedavi” denenebilir; “hastalık” konusunda ortak kanıya varıldığında; “toplumcu” modelde, çocuklar bebekliklerinden başlayarak “sürü” içinde büyütülebilir… vs..
    Dolayısıyla “psikoloji” de bu anlamda bir tedavi bilimi! Hasta olmayanlar nefretinde haklı olabilir. Ama insana “tarihsel-evrensel” boyutlarıyla kavrayarak “tedavide”
    *
    “ Sorularım ve cevaplar tamamıyla ve salt beynimin gıdaları, tamamen entelektüel.”
    “Tinsel” de olmasın?
    **

    “… daha da önemlisi “HAYIR”, demek.”
    “HAYIR!” Külliyen red anlamında mı? Tarihsel süreçlerde böylesi “hayır’ların” karşılığı var mı? Bence hayatı güçleştiren şey “eskinin içinde çürümekte” olanların saptanılarak “HAYIR” denilmesindeki uzlaşma güçlüğü ve “çürüyen” dokuda ölmeyecek “hücrelerin” ne olduğuna karar verilmesi…
    Ve bu insanlar arasında uzlaşma ile değil, Marks’ın dediği gibi “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar….”
    *
    “Bence acı çekmeyen insanda bilinç olmaz. Sağlık da öyle.” Doğrudur.
    *
    “Aydınlık devrimiyle Orta Çağ’ın ana kaygısı olan Doğa, Töz, Tanrı soru ve sorunları geride bırakılır.”
    Okumalarım sırasında farkına vardım; “ortaçağ karanlığı” adlandırması bence büyük bir yalandı. Ortaçağ bütüne bakıldığında “dinsel dogmaya” dayalı olay-olgular azınlıktı. Krallar giderek güçlenmişlerdi; kent devletleri de henüz Kral’a teslim olmamıştı. Çok önemli uzlaşmalar yapılıyor, birbirine göz yumuluyordu. Merkezî İktidarı eline geçiren Burjuvazi, her devrimin kendinden öncekini aşağılama “geleneği” içinde, tam da anılan felsefi ve bilimsel araştırma süreçleri, sanattaki heyecanı-yenilikleri.. inkar etti.. .. Ortaçağ karanlık değildi; Aydınlanma da yeterince aydınlık değildi! Bu iş hep böyle; “Olumsuzlayanın Olumsuzlanmasına” devam edilecek… Bilim ve teknoloji “insan-insanlık-tabiatı” kullanmayacak; “ortak akla” (ki bu ortak akla “tabiat aklının” da katılması belki yeni bir bilim-felsefe alanı gerektirecek!)
    *
    ..
    “Çocuklar, çocukluktan çıktıklarında, aydınlığa varmaktan çok daha çok bir işe varmak isterler. …Salt bir iş bulurum ümidiyle okuyan çocukların çocukluktan tek çıkışı işe girişle zirveye erişir. Aydınlık insanın, iş yerinde, eskilerin tersine, aklını kullanmasında ve özellikle işini kaybetmemede aklını kullanmasında, emirlere itaat etmesinde çok yararlı olur.”
    Evet bu bizim acıklı ve berbat hikayemiz… Ama ne kadar inanarak oynanılan bir oyun olup, olmadığı da önemli..
    *
    Kadın konusuna girmeyeceğim. Bu konuyu dağıtır. Ve buradaki (Doğu’daki) kadın ile Batıdaki kadın arasında belki Doğu aleyhine yaşanılmamış 400 yıl var!
    Yine her zamanki gibi bence “ortalama” bilgileri, artık edinilmiş, itiraz edilemez gerçeklikleri, “matah” bir şey gibi alıntılamak tarzım değil. Bu tarz bir makale çatısı içinde olabilir. Sitedeki yazılarım örnektir. Ve özellikle alıntıları tek tek gösteriyorum.
    Ben okuduğum, edindiğim kadarıyla yazıyor, tartışıyorum. Züppelik, bilgiçlik, “olduğundan daha fazla insan olduğuma” dair gösterim varsa.. öfkende haklı olursun. (Varsa da bildir; kendimi gözden geçireyim. Herkesten özür dileyeyim..) Yoksa salt farklı düşünce dolayısıyla tartışmada hakaret içeren sözcükler kullanılması, bir savunma hakkı da yaratır…
    **
    Aydınlanma tam da kilise karşıtı hareket değil mi? Cadı’lık uydurması ile yakılan kadınlar Kilise’nin işleri değil mi? “Aydınlık çağı aydınları, hem tarihin hatırlanmayacak kadar hem insan bilincinin en karanlık köşelerinde gizli karanlığı daha da karanlık eder.” Bu tarihsel bağlamından kopartılmış değerlendirmelere şaşırıyorum. Bu insafsızlığı anlayamıyorum.
    **

    “7. Kadınsız hiç olduğunu bilen bir Eskimo bazen bir kadın bulmak için 700-1000 km yol kat eder. Avrasya kırlarında yaşayan göçebeler (nomad) : “senin kadının yok, sen hiçsin”, derler.”
    Sakın bunu öncelikle erkeğe “neslin kuruyacak” diye söylemesinler! Kadın’ı da yalnızca nesli sürüdüren “aracı” olarak görerek!
    Müslümanların kadına bakışı.. Bu konularda çok düşünmüşümdür; yazılarım vardır. Mail adresi verirseniz gönderirim.
    *
    “Derdi son modaya uymak ,“politically correct” olmak isteyen biri, .. çok bokunda boncuk bulmuşluk, ukalalık yaparsa, o kişiyi ciddiye alamam ve sahte bir düşünür olduğunu anlarım.”
    Tarafından şahsen ciddiye alınmak derdim olmadı. Modayla da. Ben “naif” bir yazarım! Yazdıklarımın önem ya da önemsizliğinin farkındayım. “Düşünürlük” zaten iddia edilecek bir şey değil.. Beni rahatsız eden insanları yargılamaktaki acelen; burada “sohbet ediyoruz!” Edemiyorsak da etmeyiz olur, biter. Doğrudan fikirler üzerinde konuşmak ya da “küçümseyerek” umursamama seçenekleri yerine “ağız dalaşı” akıllıca değil. Kendi adıma bir zihinsel egzersiz ve polemik tartışma eğitimi adına girdim zaman, zaman bu topa. Belirttim de; hiçbir insani dışlama, nefret, özel öfke duymadım.
    *
    “Joel Kovel’in “Tarih ve Tin” kitabını hiç duymamıştım. Bedava kitap veren dürüst bir sitede yazdığı kitapları aradım.”
    “Bende tinsellik eksi sonsuz desem yalan değil.”
    Ama yine de “anlamadığın Tinsellik üzerine bir sürü yazmışsın. Oluyor demek böyle!
    Bunun üzerine ben şunu, şunu oku demeyeceğim. Gelecek yazıda “anladığım” kadarıyla ve inandığım Tinselliği yazmaya çalışacağım..
    Hoşçakalın…

  775. Strateji ve Taktikte Temel Başlıklar

    Strateji ve Taktik kavramları doğrudan ordular savaşından çıkmıştır. Ama biz strateji ve taktikle, toplumsal mücadeleler bağlamında ilgileniyoruz. Toplumsal mücadele söz konusu olduğunda, tümüyle barışçıl ve pasif yöntemler bile izlemeniz, mücadeleyi bir strateji ve taktik sorunu olarak ele almaktan çıkarmaz. Dolayısıyla strateji ve taktik terimlerini kullanmamız, askeri ve şiddete dayanan sorunları tartıştığımız anlamına gelmez.
    Ordular savaşındaki strateji ve taktik ile toplumsal mücadelelerdeki strateji ve taktik konuları arasında çok temel iki fark vardır.
    Ordular savaşında, aşağı yukarı her iki ordu da eşit durumda sayılırlar; yani savaştan önce, biri galip diğeri mağlup değildir. Galip ve mağlup, savaşın sonunda ortaya çıkar. Toplumsal güçlerin (sınıfların) savaşında ise alt sınıflar ve güçler (ezilen uluslar, ezilen ırklar, ezilen cinsler vs.) daha başlangıçta yeniktir; ezenler daha başlangıçta galiptir.

    Diğer temel özellik de şudur. Ordular savaşında özel savaş hileleri ve taktiklerinin kullanıldığı durumlar hariç, ordular ve cepheler ayrıdır ve bellidir. Bayrakları, kıyafetleri, parolaları, yerleri vs. ile savaşan güçler kesinlikle birbirinden ayrıdır. (Buna rağmen kayıpların küçümsenmeyecek bir bölümü “dost ateşi” ile olur. Düşmanı kandırmak için yapılan kamuflajlar vs. dost güçleri de yanıltırlar.) Sınıflar savaşında ise, egemen sınıflar ancak bu ayrı bir sınıf olduklarını ve başka çıkarları savunduklarını gizleyebildikleri sürece ve ölçüde egemenliklerini sürdürebileceğinden ayrı cepheler ve belirli sınırlar yoktur. Bu sınırların yokluğu bizzat egemen sınıfın bir savaş stratejisidir.
    Bu nedenle, egemen sınıflar ezilenlerin bayraklarıyla iş görürler. Muaviye Kuran yapraklarını; Stalin Lenin’i, Napolyon Fransız devriminin bayrağını içini boşaltarak kendi hedefi ve bayrağı imişçe kullanır.
    Ama ezilenler de birçok durumda, aşırı bir ezilmeden kaçınmak için ezenlerin bayrak ve parolalarıyla; onlara farklı içerikler ve anlamlar yükleyerek mücadele ederler. Yani genellikle her şey aslının zıttı biçiminde görünür.
    Bu iki temel farkı göz önüne almadan, strateji ve taktik konuları toplumsal mücadeleler alanına aktarılamaz.
    Bu nedenle, strateji denince toplumsal mücadelelerde, toplumsal güçlerin nesnel eğilimleri ve çıkarları göz önüne alınır; verili andaki konumları ve tavırları değil. Mücadelenin ve taktiklerin özü, bir bakıma o güçlerin bu nesnel eğilim ve çıkarlara uygun bir konuma gelmesini sağlamaya yöneliktir. Güçlerin, bu nesnel eğilimlere (stratejiye) göre saf tutmasına yönelik çabalar taktiğin özünü oluşturur.
    Askeri savaşta ise, tamamen farklı olarak, zaten saf tutmuş güçler vardır; bunların konumlanışı ve vuruş yönü ele alınmaktadır. Dolayısıyla, hemen görüleceği gibi, ordular savaşının stratejisi, toplumsal güçlerin mücadelelerinin stratejisine göre adeta çocuk oyuncağı gibidir.
    Toparlarsak, askeri strateji var olan güçler ve onların konumlanışından hareket eder; sosyal strateji ise, potansiyel güçler ve onların olması gereken konumlanmalarından. Diğer bir ifadeyle, güçlerin konumlanış ve vuruş yönü ordular savaşında var olan ordular için iken; sosyal savaşta, güçleri toplamak ve o şekilde konumlandırmak içindir; var olduğu düşünülen potansiyeller içindir.
    *
    Strateji her şeyden önce güçler ve onların yer alışına konu edinir.
    Güçler ve onların yer alışı (konumlanışı) şu alt başlıklar altında toparlanabilir:
    Öz Güçler ve Yedek Güçler.
    Yedek Güçler de ikiye ayrılır: Doğrudan Yedek Güçler; Dolaylı Yedek Güçler.
    Modern toplumda mücadeleler esas olarak ulusal devletler içinde gerçekleştiğinden; dolaylı ve doğrudan yedek güçler de kendi içinde İç Yedek Güçler ve Dış Yedek Güçler diye ayrılabilir.
    Bütün bunlar bize şunu gösterir: Strateji aslında amaca, hedefe; yani programa bağlı olarak; ya da tersinden, Program Stratejiye bağlı olarak şekillenmelidir.
    O halde, program ise, uzun dönemli değişmeyen ama yapısal olarak değiştirilmesi gerekenleri belirleyeceğine göre; Strateji verili bir aşama boyunca değişmez.
    Strateji, ordular savaşında, savaştan önce ordular savaşında Genelkurmaylarca; toplumsal savaşta ise savaş esnasında, teorisyenlerce; uzun tarihsel ve sosyolojik analizlerle belirlenir.
    Strateji, İlk bakışta “ne olacak, ben de bunu yapardım” denecek kadar basit görünür; ancak o basitliğe uzun ve yorucu araştırmalarla varılabilir.
    Taktik ise, kısa dönemlidir; her an zıddına dönebilir; savaşın ateşi içinde uygulanır; genelkurmaylarca değil; bizzat savaşı yürütenlerce (“sistem kurucularının odalarında değil” Lenin) şekillendirilir ve uygulanır. Teorisyenler bunları sistemleştirir.
    *
    Strateji’nin kendisi, güçler ve onların konumlanışıyla ilgilidir dedik.
    Ama bir de bu güçlerin ve konumlanışın yönetilişi, güdümü vardır. Bu stratejinin kendisinden farklıdır. Strateji Güdümü, neredeyse bütün strateji kitaplarında şöyle formüle edilir:
    “1) “En kesin anda”,
    2) “Hasmın en yaralanabilir yanına”,
    3) “Güçlerin en irisini”,
    4) “Yığınak yapmaktır”” (Hikmet Kıvılcımlı)
    *
    Strateji için bu kadar yeter.
    Şimdi Taktikler konusuna ve stratejinin taktikle ilişkisine geçebiliriz.
    Yine başlıklar olarak kısaca özetleyelim.
    Taktikler stratejiye bağlı ve ona tabi olmalıdırlar. Stratejiye hizmet etmeyen taktik, kendi başına ne kadar orijinal, yaratıcı vs. görünürse görünsün, yanlış olmaktan çıkmaz.
    Buna karşılık yanlış bir strateji en yaratıcı ve doğru görünen taktiklerle bile düzeltilemez. Burada Adornu’nun meşhur “yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” sözü aynen strateji ve taktik için de kullanılabilir. Yanlış bir strateji içinde doğru bir taktik mümkün değildir.
    *
    Her mücadelenin içinde bir saldırı, ilerleme, yükseliş (yani “Fransızca Konuşma” gerektiren) dönemi vardır; bir de savunma, gerileme, yenilgi (Yani “Almanca Konuşma” gerektiren dönemi) vardır.
    Yani verili bir stratejik aşama ya da dönem boyunca, güçlerin ilerlediği ve saldırı inisiyatifini ele geçirdiği; ya da ele alması gerektiği dönemler ile savunmada olduğu; karşı tarafın saldırısını savuşturmaya; güç toplamaya yöneldiği ya da yönelmesi gerektiği dönemler farklıdır.
    Buna Strateji İçinde Taktik denir.
    Bu evrim veya devrim; saldırı veya savunma aşamalarındaki Örgüt ve Mücadele Biçimleri ise, Taktik İçinde Taktik başlığı altında ele alınabilirler.
    Toplumsal mücadelelerde, istisnai devrim momentleri ve dönemleri hariç, esas olarak hemen her zaman, strateji içinde taktik olarak Savunma taktiğini izlemek; taktik içinde taktik olarak da savunmaya yönelik Örgüt ve Mücadele biçimleri gerekir.
    Tarih iyi savunma yapmayı bilmeyenlerin iyi saldır yapamadıklarını sürekli olarak gösterir. Buna “devrimci Almanca konuşma öğrenilmeden, Fransızca konuşmak öğrenilemez” de denilir.
    Örgüt ve Mücadele Biçimleri de, her zaman birbirinden hem ayrı olması gereken, hem de birbirinden ayrılamayan; Teorik, Politik ve Ekonomik (gündelik hayatın sorunlarına ilişkin) üç alanda birden sürdürülmelidir.
    Yani bu üç ayaktan biri eksik oldu mu, masa ayakta durmaz.
    Ayrıca bunlar birbiriye uyumlu olmalıdır, biri kısa biri uzun da olmamalıdır ki, masa düzgün bir şekilde durabilsin. Ama aynı zamanda bunlara verilen güçler de faklı olmalıdır. Çünkü masanın ayaklarının bastığı yer düzgün değildir. Geri olan yerlerde ayak uzun, ileri olan yerlerde ayak daha kısa olmalıdır ki, masa düz durabilsin.
    *
    Strateji ve Taktik konusunun alt başlıkları kısaca bunlar.
    Burada anlatılanlar, Hikmet Kıvılcımlı’nın 1970 yılında yazıp yayınladığı “Halk Savaşının Planları” ve “Oportünizm Nedir?” kitaplarından bizim meşrebimizce yapılmış kısa bir özetten başka bir şey değildir. Orijinal ve ayrıntılı biçimini merak edenler kitapları şuradan indirip okuyabilirler: Kıvılcımlı’nın kitaplarını indirmek için linki tıklayınız!
    Demir Küçükaydın

    13 Aralık 2015 Pazar

    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/12/strateji-ve-taktikte-temel-baslklar.html

  776. Sayın (ogürsel) 771'e

    Sayın “ogürsel” 771,

    [Aydınlanma tam da kilise karşıtı hareket değil mi? Cadı’lık uydurması ile yakılan kadınlar Kilise’nin işleri değil mi? “Aydınlık çağı aydınları, hem tarihin hatırlanmayacak kadar hem insan bilincinin en karanlık köşelerinde gizli karanlığı daha da karanlık eder.” Bu tarihsel bağlamından kopartılmış değerlendirmelere şaşırıyorum. Bu insafsızlığı anlayamıyorum.]

    İçinizdeki üzüntüyle karışık öfkeyi gözlemleyebiliyoruz.

    Fakat şunu da görebildiğinizi tahmin ediyoruz:
    (Konuyu yok yere uzatmamak adına) “aydınlanma dönemi” diye tabir edersek ve en kısa yolla söylemeye çabalarsak; “aklın ve matematiğin diktatörlüğü”, daha geniş ifade ile “pozitivizmin diktatörlüğü” denen şeylere karşı çıkışların, “aydınlanmacılık”a gösterilen envaiçeşit reaksiyonun bir nebze anlaşılabilir olması gerektiği kanaatindeyiz.

    (Konuyu yok yere uzatmamak adına) “din” başlığını ele alarak şöyle ifade etmeye çalışalım:

    Anti-religion: “Din karşıtlığı” demek. (Türevlerini yazarak yok yere uzatmıyoruz.)

    Ir-religon: “Dinsizlik” demek. (Türevlerini yazarak yok yere uzatmıyoruz.)

    Profanity: “Din ve dinle ilişkili herşeyi yok saymak” demek.

    Dünya genelinde “aydınlanmacılık”a gösterilen envaiçeşit karşı çıkışlarda, başı çeken unsurlardan bir tanesi; aydınlanmacıların “profanity”nin hüküm sürmesini istemelerinin zannedilmesidir.

    Yanlış anlaşılmalara yol açmaması için:
    Yukarıda hatırlattığımız terimler, daha çok “dindar olan”ların ve “dindar olduğunu zanneden”lerin (nazik ifadeyle) talep ettiği “dini muhatap alınız!” zemininde yürütülen bir çekişme gibi gözükmekte. (MHP’nin, HDP’yi yok saydığını söylemesi gibi düşünebilirsiniz.)

    Metninizde şu ifadeleri yazmıştınız [Ortaçağ karanlık değildi; Aydınlanma da yeterince aydınlık değildi!]

    “İnsafsızlık” derken neye, nelere isyan ettiğinizi idrak edebiliyoruz.

    Ve yukarıda yazdıklarımızın, IŞİD gibi cellatların yayıldığı bir momentte, oldukça iyimser kaldığının da farkındayız!

    Çıkış yolunuzu, kendi yazdığınız [Ortaçağ karanlık değildi; Aydınlanma da yeterince aydınlık değildi!] ifadenizde aramayı deneyebilirsiniz.

    Belki de, dünya genelinde, “dindar olan”ların ve “dindar olduğunu zanneden”lerin topluca, müşterek zeminde, “aydınlanmacılık” hususunda tasvip etmedikleri unsurlar içinde en belirgin olanlarından biri; “aklın ve matematiğin diktatörlüğü”, daha geniş ifade ile “pozitivizmin diktatörlüğü”dür.

    Ki bu yeni bir çekişme de değil…

    Bugün, hac ve/veya umre vazifelerini yerine getirmek için dünyanın çeşitli ülkelerinden Mekke’ye gidenler, yaya olarak, at sırtında, deve sırtında da Kâbe’ye varabilirler; uçağa binerek de Kâbe’ye varabilirler…

    Bu başlıklar daha çok su kaldırır…

  777. Profesör Olup da Adam Olamayanlar
    Hakan Sönmez

    Yaşadığımız ülkede elitistler çeşitli toplum kesimlerini veya genel olarak halkı aşağılamak için “cahil” sözcüğünü sık sık kullanırlar. Peki, ne demektir cahil? TDK’nın sözlüğünde cahil “öğrenim görmemiş, okumamış, belli bir konuda bilgisi olmayan, deneysiz, genç, toy” olarak tanımlanmış. Seçkinler veya seçkinci Beyaz Türkler ise “cahil” kelimesini çoğunlukla AKP’ye oy veren halk katmanları için kullanıyorlar. Bunlara göre, halkın çoğunluğu cahil, eğitimsiz olduğu için AKP’ye oy veriyor. Bu yaklaşımın yüzeyselliği ortadadır. Bu yüzden de üzerinde durmayı hak etmez, ama güya kendini “okumuş, tahsilli, eğitimli, bilgili, kültürlü” olarak gören bazı sözde bilim insanlarının sarfettikleri sözler ve kustukları düşünceler, bir çift lafı hak etmektedir.
    Sakallı Celal’in meşhur bir lafı vardır, “bu kadar cahillik ancak tahsille mümkündür” diye. Ayrıca Fuzulî’nin şu sözünü de unutmamak gerekir: “Okumak cahilliği alır ama eşeklik baki kalır.” İşte geçenlerde Radikal gazetesine röportaj veren profesör Celal Şengör de bu sözleri doğrulayanlardan biridir.
    Şengör, bu söyleşide, birçok konu hakkında insanın tahammül sınırlarını zorlayan değerlendirmelerde bulunmuş. Aslında yaptığı bu değerlendirmelerin pek dikkate alınacak bir tarafı yok, ancak Türkiye’de yaygın olan bir bakış açısını, kendini halkın üstünde gören bir kesimin topluma nasıl tepeden bakıp hor gördüğünü ortaya koyması bakımından somut bir örnek oluşturuyor. Ayrıca her okumuşun aydın olmadığını ortaya koyması bakımdan da önemli bir örnek teşkil etmektedir. Aslen bir jeoloji profesörü olan Celal Şengör o kadar çok konuya değiniyor ki, hepsini ele almak mümkün değil. Ancak ele alıp yorumladığı konuların yüzde doksanında, topluma tepeden bakıp cahillik suçlaması yöneltiyor. Yani elit bir tabakadan geldiğini söylüyor ve bu tabakanın dünyaya ve topluma nasıl baktığını özetliyor.
    En dikkat çekici değerlendirmesini de 12 Eylül üzerine yapıyor Şengör. Kenan Evren’in cenazesine katılamadığı için üzüldüğünü söyleyince, röportajı yapan gazeteci soruyor: “Hocam bu şu anlama geliyor mu: Kenan Evren’in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi onaylıyorum. Her şeyi tasvip ediyorum!” Şengör hemen cevaplıyor: “Evet, istisnasız. Her yaptığını onaylıyorum kardeşim. Ben çünkü 12 Eylül sürecini yaşadım.”
    Gazetecinin Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinde yapılanları hatırlatması üzerine de şunları kusuyor: “Her şeyi onaylıyorum! Bak kardeşim! İhtilal ne demektir biliyor musun sen? Devrim ne demektir? Darbe? Zorla bir işi yapmak demektir! Kusura bakmasın kimse. Eğer ondan önce günde 20 kişi öldürülüyorsa İstanbul’da, ülkenin başbakanıyla ana muhalefet başkanı bir cenazede bir araya gelip birbirleriyle konuşmamak için sırt sırta dönüyorlarsa, bunu gazeteciler tespit edip gazetelere yazıyor ve bu heriflerin de kılı kıpırdamıyorsa, okula giden çocuklar her okula gittiklerinde kapıda okullarını bekleyen jandarma görüyorlarsa, aman bir şey olmasın diye… Okuldan çocukları gelen anneler, ‘aman bugün de canlı geldi, çok şükür yarabbi’ diyorlarsa, her yapılan haktır kardeşim. Hiç! Yani ben bu memlekette, Deniz Gezmiş gibi bir eşkıyaya kahraman denildiğini gördüm! Yuh be!”
    Okuyana hakikaten “yuh” dedirten bu sözlerin ardından, gazeteci hayretler içerisinde o dönem binlerce insana yapılan işkencelerden, zorla dışkı yedirilmesinden, tırnaklarının çekilmesinden bahsedince Şengör hemen atılıyor ve şunları yumurtluyor: “Hayır, hayır bir dakika. Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil. Nasıl değil? Ben bal gibi yerim. Niye biliyor musun? Ben bunların yendiğini gördüm. Bir gün San Diego Hayvanat Bahçesi’nde goriller birbirlerine dışkılarını ikram ediyorlardı. Onlar da bizim gibi primatlar. Gayet güzel, hiçbir şey de olmaz.”
    Verdiği mülakatta bilimsel düşünmekten dem vurup halkın bilimsel düşünmediğini ve cahil olduğunu söyleyen Şengör, faşist rejimin insanlıkdışı uygulamalarını işte böyle değerlendirmektedir. Bir düşünün, 12 Eylül zindanlarında insanlara dışkı yediriliyor ve bilim adamı olduğunu iddia eden birisi çıkıp bunun normal olduğunu söyleyebiliyor. Ve bunu da hayvanat bahçesindeki primatlara dayandırıyor. İnsan faşist bir kafa yapısına sahip olunca, kurduğu bağlantılar da böylesine “primativ” oluyor işte! Bu zihniyette, bıraktık bilimi, insanlığın zerresine bile rastlamak mümkün değildir.
    Peki, neden? Çünkü Şengör 12 Eylül’ün taraflarından biri, yani burjuva sınıfın içinden birisi. Devletin kapıkulluğunu yapan bürokrat bir aileden geliyor. Yani sırtını devlete dayamış, halktan kopuk, statüko sürdüğü sürece bir eli yağda bir eli balda olan ayrıcalıklı bir yaşam tarzı var. Bu nedenle ’80 öncesi işçi sınıfının devrimci hareketi burjuva düzeni tehdit edince, bu gibi elitler fazlasıyla rahatsız oldular. Dolayısıyla bugün 12 Eylül faşist darbesine verdiği tepkinin altında bu sınıfsal bakış yatmaktadır.
    Bu elitist profesör halka demokrasiyi de çok görüyor. Ona göre Türkiye’de halk demokrasiyi anlayacak kapasitede değil. Öyle ya Kemalist diktatörlüğün ülkeyi 27 yıl boyunca koyu bir baskıyla tek parti diktatörlüğü ile yönetmesini nasıl açıklıyorlardı? O dönemde cumhuriyet yeni kurulmuştu, halk henüz çok partili bir sisteme hazır değildi, demokrasi gömleği halka geniş geliyordu ve haliyle halkın demokrasiyi kavraması için 27 sene beklemesi lazımdı. Celal Şengör de bir Beyaz Türk olarak seçkincilerin o bildik halka üstten bakan edasıyla bakıyor. Halkın neden demokrasiyle yönetilemeyeceğini ise bakın nasıl açıklıyor: “Cahillerin demokrasisine, yani oklokrasiye karşıyım. Bir oligarşi yönetmeli bu toplumu. Eğer toplum İsviçre değilse… İsviçre’de demokrasiye karşı değilim. Ama Türkiye gibi toplumlar oligarşi ile yönetilmeli. (…) Yani eğitimsiz bir grup hiç oy kullanmayacak! Az sayılsın, çok sayılsın falan değil. Okuma yazma bilmiyorsanız oy yok? Hayır, oy vermeyeceksiniz. İlkokul mezunu, bir oy… Bakın iş, bütün bir iş şuraya geliyor. Cahil ve akılsız bir iş yaparsa, bu iş adam gibi olabilir mi? Bu soruya siz ne cevap vereceksiniz?”
    Tabii Şengör diğer seçkincilerden çok daha fazla abartmış halkı hor görme işini, adeta kendinden geçmiş, coşmuş. Oysa insanları okuma-yazma bilmedikleri için hakir gören zihniyete sormak lazım, yıllarca toplumun yoksul, sömürülen, ezilen kesimleri okul yüzü mü gördü? Şengör örneğinin açıkça gözler önüne serdiği gibi, okumak, makam mevki sahibi olmak başka şeydir, adam olmak başka!
    Marksistler için cahil olup olmamak meselesi salt okuyup okumamakla açıklanacak bir mesele değildir. Kapitalist sistemde her şey sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır. Kültürden sanata her şey bu seyre göre değişir, ilerler veya geriler. Eğer işçi-emekçi kitleler örgütlüyse aynı zamanda bilinçlidir. Yani diyalektik bir bütünlük içinde bilinçli olduğu için örgütlü, örgütlü olduğu için de bilinçlidir. Ve halk bilinçlendikçe, kendisini cahil bırakan burjuvaziye ve onun kokuşmuş düzenine isyan eder. Kendi iktidarını kurduğunda da eğitimin âlâsını yapar! Devrimci bir iktidar döneminde işçi ve emekçilerin arasından nice yazar, sanatçı çıkması bunun kanıtıdır. Üstelik genelde, onca yokluğa ve eşitsizliğe, imkânsızlığa rağmen halk bağrından nice yazarlar, sanatçılar, aydınlar çıkarmıştır. Örneğin Yaşar Kemal ortaokul mezunu bile değildir ama bütün dünyada tanınan büyük bir yazardır ve nice okumuşun tahayyül bile edemeyeceği eserler ortaya koymuştur.
    İyi biliyoruz ki sınıf mücadelesiyle emekçi kitlelerin gözleri açılır, dünyaları değişir, kapitalizmin kör ettiği yaratıcılıkları sıçramalı bir şekilde gelişir. Sınıf mücadeleleri tarihi bunun örnekleriyle doludur. En büyük örneği de Ekim Devrimidir. O cahil dedikleri işçiler insanlığı kurtuluşa götürecek devrimi yaptılar. Devrim sonrası Çarlık generallerinden Zaleski’nin şaşkınlığı bu durumu çok iyi anlatır: “Kim inanır bir hademe ya da bekçinin, birdenbire bir başyargıç; bir hastane bakıcısının, bir hastane müdürü; bir berberin, bir devlet memuru; bir onbaşının, bir başkumandan; bir gündelik işçinin, bir belediye başkanı; bir çilingirin, bir fabrika müdürü olacağına?”
    Çarlık bürokratı neden şaşıyor, çünkü o güne kadar o emekçi yığınlar açlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamışlardı ve ne eğitim görmüşlerdi ne de buna olanakları vardı. Ancak bir kez örgütlenen ve ayağa kalkan kitleler on yıllara varan gelişmeleri devrimle çok kısa bir sürede katettiler. Artık her şey işçilerin elindeydi. Kapitalizmin esaretinden kurtulan kitleler kendilerinde var olan yeteneklerini özgürce sergileyebilmişlerdi.
    Bugün cehaletin asıl kaynağı üretici güçlerin önünde engel teşkil eden kapitalist sömürü düzeninin ta kendisidir. Asıl cehaletten kurtuluşun yolu kapitalist sistemin yıkılıp yerine eğitime, bilime, sanata özgürce ulaşılabildiği sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurmaktan geçmektedir. Faşizan elitlerin anlamadıkları yahut anlamak istemedikleri gerçek de budur.
    http://marksist.net/hakan-sonmez/profesor-olup-da-adam-olamayanlar.htm

  778. İşçiler Sınıf Kimliğini Kuşanmalıdır
    Kerem Dağlı

    Gerek 7 Haziran gerekse de 1 Kasımdan önce, seçimlere yönelik yaptığımız değerlendirmelerde birkaç hususun altını çiziyorduk. Bunlardan biri de, işçi sınıfının parlamenter seçimlere gereğinden fazla bel bağlamasının yanlışlığıydı. Öncü ve mücadeleci işçilere bunu anlatıyor ve hangi düzen partisi iktidara gelirse gelsin, ekonomik kriz sürdüğü, emperyalist savaş son bulmadığı ve Kürt sorunu çözülmediği sürece ülkeye barış gelmeyeceğini, huzur ve istikrarın hayal olacağını vurguluyorduk. Asıl olanın işçi sınıfının birliğinin sağlanması, bağımsız sınıf siyaseti temelinde örgütlenerek mücadeleye atılması olduğunu ve ancak bu sayede hem Erdoğan-AKP iktidarının devrilebileceğini, hem emperyalist savaşa karşı durulabileceğini, hem de ekonomik krizin faturasının krizin asıl sahiplerine ödettirebileceğini söylüyorduk.
    Erdoğan-AKP iktidarının 7 Haziran seçiminin sonuçlarını tanımayıp ülkeyi adeta bir savaş atmosferine sokarak 1 Kasım seçimlerine gitmesi ve işçi sınıfı başta olmak üzere tüm toplumu bölerek, kutuplaştırarak, korkutup sindirerek seçimlerden galip çıkması, sınıf devrimcilerinin bu görevini hem daha zorlaştırmış hem de daha ivedi hale getirmiştir.
    Yaratılan bu kutuplaşma işçi ve emekçilerin Erdoğan-AKP iktidarının gerçek niteliğini kavramasını engellemekte, onları şu veya bu burjuva partinin arkasında saf tutmaya itmektedir. İşçiler ve emekçiler adeta takım tutar gibi parti tutmaktadırlar. Sınıfın ezici çoğunluğu olup biteni kavramaktan uzaktır. Her işçi “kendi tuttuğu partisinin” söylediği yalana inanmakta, diğer partiyi tutan işçiyi de neredeyse düşmanı olarak görmektedir. 1 Kasım seçimleri bu suni kutuplaşmanın tavan yapmasına neden olmuştur.
    İşçilerin bu duruma düşmesindeki ana etken, bilinç ve örgütlülüğün son derece zayıf olmasıdır. Bıraktık sınıflı bir toplumda yaşandığının farkında olmayı, iktidar partisi AKP’nin en göz önündeki pislikleri bile işçilerin önemli bir çoğunluğu nezdinde bir şey ifade etmemektedir. Hal böyle olunca da çeşitli burjuva kesimler açısından işçi sınıfını kendi çıkarları temelinde bölmek zor olmamaktadır. Nitekim seçim sonrasındaki tablo da bu duruma uygun biçimde şekillenmiştir. Bir yanda AKP’yi ve Erdoğan’ı desteklemiş olan dindar-muhafazakâr kesimler, diğer yanda ise çeşitli nedenlerle CHP ve MHP’yi destekleyen kesimler.
    Bu koşullarda sosyalistlerin düzeni ve AKP iktidarını teşhir etmek üzere yaptığı her türlü propaganda veya ajitasyon faaliyeti de son derece dar ve sınırlı bir kesimde karşılık bulmaktadır. AKP’yi destekleyen işçiler AKP veya Erdoğan aleyhine söylenen her şeyi adeta kendi takımlarına, karşı takım taraftarlarının yaptığı saldırılar gibi algılamakta ve savunuya geçmektedirler. Dindarlık, muhafazakârlık, AKP’li olmak gibi kimlikler sınıf kimliğini ezerek bu işçilerin bilincini belirlemektedir. Benzer durum Kürt ve Alevi işçiler açısından da geçerlidir. Bu kesimler her ne kadar çoğunlukla AKP-Erdoğan iktidarına karşı olsalar da, tıpkı diğerleri gibi bağımsız sınıf çıkarları temelinde kimlik edinmediklerinden, AKP’yi destekleyen işçileri “rakip takımdan” görmekte, onları toptan düşmanlaştırmakta, bu da işçi sınıfının birliğinin sağlanması açısından muazzam bir engel oluşturmaktadır. İş o noktaya varmıştır ki, işçiler, tek bir işyerinde ve basit bir sorunlarını çözmek için bile çoğunlukla bir araya gelememektedirler.
    Suni kutuplaştırma
    Bugünkü tablonun oluşması kuşkusuz sadece AKP’nin eseri değildir. Sınıf kimliğinin oluşması bakımından Türkiye’nin tarihsel arkaplanının yarattığı bazı nesnel olumsuzlukların (Asyatik despotizm, sivil toplum geleneğinin oluşmaması, kapitalizmin geç gelişmesi vb.) yanı sıra, cumhuriyet kurulduktan sonra da egemen sınıflar yürüttükleri ideolojik propagandayla bu nesnel arkaplanın aşılmasını zorlaştırmışlardır. TC’nin kuruluşundan beri egemen sınıflar, toplumun sınıfsal temelde bölünmüş olduğu gerçeğini gizlemeye çalışmış ve uzun yıllar “sınıf” kavramını kullanmak dahi mümkün olmamıştır. İşçilerin bir sınıf olduklarının farkına varmaları engellenmiştir. Bu nedenle işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf çıkarlarının bilincine varması ve bu temelde örgütlenmesinin de önüne geçilmiştir. Burjuvazi kendi içindeki kapışmalarda da işçi sınıfını ve geniş emekçi yığınları kendi farklı hiziplerinin peşine takmak için çeşitli temellerde suni ayrıştırma siyasetini kullanmıştır.
    Örneğin 40’lı 50’li yıllarda toplum, tıpkı şimdikine benzer biçimde yarılmaya uğramış, kutuplaşmış ve saflaşma CHP-DP ekseninde şekillenmiş, süreç bir askeri darbeyle son bulmuştur. Çeşitli burjuva partiler eksenindeki kutuplaşmaya yıllar içinde, Sünnilik-Alevilik gibi mezhepsel ayrımlar, Türklük-Kürtlük gibi etnik ayrımlar da eklenmiştir. Sağ burjuva partiler dindarlık ve muhafazakârlık üzerinden politika yaparken, CHP gibi “sol” görünümlü burjuva partiler de Batıcı-laik yaşam tarzına sahip çıkan siyasi odak olarak bir yer tutmaya çalışmışlardır. Milliyetçilik ise tüm burjuva partilerin ortak paydasını oluşturmuştur.
    Egemenler, farklı dönemlerde farklı ayrım noktalarını öne çıkartarak toplumu istedikleri eksende kutuplaştırmayı başarmışlardır. Yahut farklı burjuva kesimler, farklı kimlikleri sahiplenerek kendi aralarındaki iktidar mücadelesinde kitleleri de yedeklerine almaya çalışmışlardır. Bugün oluşmuş suni kutuplaşmayı da bu temelde kavramak gerekiyor.
    AKP’nin ilk kez hükümet olmasından itibaren, ona karşı olan Kemalist-devletçi-statükocu burjuva kesimler toplumda bu kutuplaşmayı derinleştirecek bir siyaset izlemişler ve bir anlamda AKP’nin de ekmeğine yağ sürmüşlerdir. AKP karşıtı burjuvazinin, AKP’nin ülkeyi Batı yönelimli tarihsel çizgisinden koparıp yönünü doğuya ve İslam dünyasına çevirmeye çalıştığı ve İslamcı-muhafazakâr bir düzen getirmek istediği yolundaki propaganda eşliğinde körüklediği laikçilik-şeriatçılık karşıtlığı, toplumu ciddi bir kamplaşmaya götürmüştür. Sayıları hiç de az olmayan ve aslında TC’nin kuruluşundan beri mağdur olduklarını düşünen dindar kesimler, asker-sivil bürokrasinin vesayetinden ve ceberut devletten bıkmış olanlar, Kürt sorununda çözümden yana olanlar, AB’ye girilmesini isteyenler, liberaller ve benzerleri, aslında AKP’yi çok sevdiklerinden değil ama karşı kutupta hazzetmedikleri bir siyasi anlayış ve gelenek bulunduğundan, açıktan veya örtük biçimde AKP’yi desteklemişler, ondan yana taraf tutmuşlardır.
    AKP, doğal tabanı durumundaki dindar-muhafazakâr kesimin dışındaki toplumsal kesimlerden de destek alabilmek için, Kemalizmin temsil ettiği ceberut devletçiliğe, asker-sivil bürokrasinin vesayetine, statükoculuğa karşı çıkmış, AB’ye girişi ateşli biçimde savunarak ve Kürt sorununu çözeceğini iddia ederek demokrat pozlara bürünmüş ve özellikle ilk dönemlerinde İslamcı kimliğini pek fazla öne çıkarmamıştır. AKP karşısında yer alan kamp ise gerçekte devletçi ve statükocu olduğu halde, AKP’nin savunduğu dinî değerlere atıfla onun şeriatçı-gerici olduğunu, kendisinin ise ilerici-laik olduğunu, gerçek anlamda Batılı ve çağdaş değerlere kendisinin sahip çıktığını savunmuştur. Hatta AKP’nin ABD’nin işbirlikçisi ve taşeronu olduğunu, kendisininse anti-Amerikancı ve dahi anti-emperyalist olduğunu öne sürmüştür.
    Burjuva kesimlerin izlediği bu kutuplaştırma politikaları sonucu, işçi ve emekçilerin kafalarında değerler ve kavramlar birbirine karışmış, iç içe geçmiş, altı boşaltılmıştır. Gericilik, ilericilik, demokratlık, çağdaşlık-modernlik gibi kavramların altı farklı burjuva kesimlerce farklı şekilde keyfi biçimde doldurulmuştur. Bu durum sosyalist hareketi de etkilemiş ve maalesef sosyalistlerin bir kısmı da öteden beri kafa karışıklığından muzdarip olduğundan burjuva kamplardan birinin (yani CHP’nin) kuyruğuna takılabilmişlerdir. Enternasyonalist komünistler ise en başından itibaren kavramların yerli yerinde kullanılması konusunda ısrarcı olmuşlar ve tarafları gerçekte temsil ettikleri siyasetler üzerinden tanımlamaya özen göstermişlerdir.
    Bu temelde bakacak olursa ne AKP ne de AKP karşıtı düzen partileri iddia ettikleri gibi ilerici ve demokrattırlar. Özellikle 2011’den sonra, yani iktidarı ele geçirdiği ölçüde AKP’nin baskıcı niteliği daha net biçimde görünür hale gelmiştir. Örneğin Kürt sorununda oyalama politikalarının ve kırıntı düzeyinde şeyler vermenin ötesine geçmemiş, Ergenekon-Balyoz gibi davaları düşürmüş, 12 Eylül ve benzeri davaların içini boşaltmış ve tüm bunların üstüne bir de otoriter bir rejim yaratmaya girişmiştir. Yani AKP’nin sadece kendine demokrat olduğu, despotlukta-devletçilikte ve milliyetçilikte, toplum mühendisliğinde Kemalistlerden pek de geri kalmadığı görülmüştür.
    Pek tabii AKP karşıtı burjuva düzen partilerinin durumu da ondan parlak değildir. Kemalist-devletçi-statükocu sicili CHP’nin yakasını bırakmış değildir veya Kürt sorununa bakışı AKP’den daha iyi durumda değildir. Ezilen bir kesim olarak Alevilere sahip çıkıyor görünse de, gerçekte Alevilerin haklarını savunma doğrultusunda hiçbir ciddi politikası yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasına bile karşı çıkmaktadır.
    İşte bu arka plan ve temel üzerinde şekillenen bugünkü kutuplaştırma siyaseti sonucu, işçi sınıfı suni kamplara bölünmüş durumdadır ve gerçek kimliğinden, yani bir sınıf olduğundan tamamen bihaber haldedir.
    Sınıfın bil, safa gel!
    Seçim sonuçlarıyla birlikte ele aldığımızda, ortada tuhaf bir tablo olduğunu görüyoruz. Tüm dünya kapitalizmin küresel ekonomik krizinin, emperyalist savaşın ve gittikçe otoriterleşen burjuva rejimlerin pençesinde kıvranırken, ki Türkiye de bu tabloya fazlasıyla dâhildir, yani toplumsal sorunlar ve sınıfsal çelişkiler alabildiğine artıyorken, Türkiyeli işçi ve emekçilerin önemli bir çoğunluğu ülkeye AKP eliyle barış-huzur-istikrar geleceği beklentisi içindedirler. Üstelik destekledikleri partinin seçimden başarılı bir sonuçla çıkmış olmasının ardından, MHP, CHP veya HDP’ye oy veren işçi arkadaşlarını küçümsemekte, her fırsatta aslında aynı kaderi paylaştıkları bu sınıf kardeşlerine laf çakmakta, onları kendilerinden uzaklaştırmaktadırlar.
    AKP’ye destek vermiş işçi ve emekçilerin bu tutumu en başta kendileri olmak üzere tüm işçi ve emekçi sınıflar için çok tehlikelidir. Çünkü bu sayede AKP iktidarı sınıfsal çelişkilerin üzerini örtebilmekte, işçi ve emekçilerin asıl sorunlara odaklanmasının ve kendi sınıfsal çıkarları temelinde örgütlenmelerinin önüne geçebilmektedir. En önemlisi de, bu kısırdöngü kırılamadığı için, aynı işçi-emekçi kesimlerin AKP’nin peşinden sürüklenerek Bonapartist bir rejimin kitle desteğini oluşturmaya aday hale gelmiş oluşlarıdır. Oysa Erdoğan-AKP liderliğinde kurulacak böylesi olağanüstü rejimlerin ne büyük yıkımlara yol açabileceğinin tarihte pek çok acı örneği bulunmaktadır.
    AKP’ye karşı kampta yer alan özellikle Kürt ve Alevi işçilerin ise çoğunluğu seçimden sonra ciddi bir umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılmış durumdadırlar, ki bu da sınıf hareketi açısından ayrıca tehlikeli bir haldir. Kendilerini toplumun seçkinleri olarak gören beyaz Türkler her zamanki gibi AKP’ye oy veren işçi-emekçi kitleleri cahillikle, aptal olmakla suçluyor ve aşağılıyorlar. Bu tuzukurular zorda kaldıklarında nasıl sıvışacaklarını da “artık bu ülkede yaşanmaz, Avrupa’ya gitmek lazım” yollu söylemlerle açıkça ortaya koyuyorlar. Ve maalesef Kürt ve Alevi işçi-emekçilerin de bir bölümü bu söylemi işyerlerinde tekrarlayarak, aslında önyargıları karşılıklı yıkarak bir araya gelmek zorunda oldukları sınıf kardeşleriyle hepten arayı açıyorlar. Oysa Kürt-Alevi işçi-emekçilerin, tuzukuru küçük-burjuvalar gibi kaçacakları veya gidecekleri bir yer yoktur. Nihayetinde bu iktidara ve sömürü düzenine karşı, bizzat AKP’li sınıf kardeşlerini kendi yanlarına çekip birlikte mücadele ederlerse kazanma şansları vardır. Çaresizliğin ve umutsuzluğun kırılmasının yolu da sınıfın birliğinin ve dolayısıyla gücünün artmasından geçmektedir.
    İşte bu noktada sınıf devrimcilerinin görev ve sorumlulukları daha bir artmaktadır. Sınıf içinde doğru fikirler ve politikalar eşliğinde bir örgütlenme faaliyetinin yürütülebilmesi için, öncelikle yanlış ve elitist yaklaşım ve söylemlerin mahkûm edilmesi gerekmektedir. Bu tür söylem ve yaklaşımlarda ısrar etmek, sınıfın içine nifak sokmak ve sınıfın bölünmüşlüğünün sürmesine hizmet etmek anlamına gelmektedir.
    Aksine, işçi sınıfının birliğini sağlamak ve bunun için de ister AKP’ye oy vermiş olsun ister başka bir partiye, öncü ve mücadeleci işçileri kazanmak üzere sabırlı bir faaliyet yürütmek gerekiyor. Sınıf devrimcileri iyi bilirler ki, işçi sınıfının mücadeleci unsurları asgari ölçüde örgütlenmeden ve dolayısıyla bilinçlenmeden, bu kısırdöngüden çıkış mümkün değildir. İşçi ve emekçilerin bu yapay kutuplaşmayı/bölünmeyi aşarak, olması gereken bir temelde, yani kendi sınıflarının çıkarları temelinde safını seçmesi hayati derecede önem taşımaktadır. Aksi takdirde, tüm işçi ve emekçileri bekleyen acı ve yıkıcı gelecekten kaçınmak olanaksız olacaktır.
    http://marksist.net/kerem-dagli/isciler-sinif-kimligini-kusanmalidir.htm

  779. Bolivarcı Hayallerin İflası
    Oktay Baran

    Burjuva gazeteler “sosyalizm çöktü” başlıkları atıyorlar bir kez daha. Bu kez kastettikleri Venezuela’da yapılan seçimlerde Bolivarcı hareketin aldığı ağır seçim yenilgisi. Gerek burjuva basının gerekse de dünya sosyalist hareketinin yabana atılmayacak bir bölümünün Venezuela’daki Bolivarcı hükümeti bugüne kadar sosyalist olarak etiketledikleri düşünülürse, çok da şaşırtıcı başlıklar değil bunlar.
    Chavez kuyrukçusu sosyalistler ise, “Venezuela seçimlerini karşı-devrim kazandı” diyerek ağlaşıyorlar. Öyle ya, Chavez’in ve Bolivarcı hareketin seçimlerle iktidara gelişi “devrim” olduğuna göre, onu yenilgiye uğratan seçimlerin de “karşı-devrim” olması gerekiyor. Bu iki zıt kavramın da gelişmeleri anlatmadığını belirterek ekleyelim; gerçekte ne devrim ne de karşı-devrim basitçe seçimlerden çıkacak olgular değildir, onun çok daha ötesindeki bir siyasal-toplumsal durumu anlatırlar.
    Bolivarcı hareket hakkında yanılsamalar üretilmesine katkıda bulunan tüm sosyalistler devrimci dinamiklerin sekteye uğratılmasının vebalini taşımaktadırlar. Bizlerse, daha en başından itibaren, pek çok yazımızda, Chavez ve Bolivarcı hareketin sahte sosyalist söylemine karşı durmuş, onun devrimci dinamikleri ilerletici değil pörsütücü ve dolayısıyla eninde sonunda yenilgiye uğratıcı rolüne işaret etmiştik.[*] Bugün yaşanan yenilgi, devrimci söylemler arkasına sığınan reformist zihniyetin tarihsel iflasını bir kez daha doğrulamış oluyor.
    Seçim sonuçları
    Venezuela’daki seçim sonuçları, ABD’den Avrupa’ya emperyalist medyanın yalanlarını da aslında ortaya koyuyor. Bugüne dek Venezuela’da bir diktatörlüğün olduğunu, ifade özgürlüğünün olmadığını, rejimin otoriter olduğunu bıkmadan ve en abartılı söylemlerle tekrarlayan emperyalist medya, seçimler yoluyla nasıl olup da muhalefetin parlamentoda üstelik de ezici bir çoğunluk elde ettiğini açıklamaktan kaçınıyor.
    Yüzde 75’e yaklaşan katılım oranı, bir önceki meclis seçimlerine göre 8 puanlık bir artışa işaret ediyor. 2,5 milyondan fazla seçmene karşılık gelen bu artışın esas olarak muhalefetteki Demokratik Birlik Koalisyonu adındaki sağcı cepheye aktığı görülüyor. 2010 seçimlerinde Bolivarcı partiler koalisyonu 5,4 milyon, muhalefet ise 5,3 milyon oy almıştı. Bu seçimlerde ise, Bolivarcı partilere 6 milyon, muhalefet partilerine ise 7,5 milyon oy şeklinde bir dağılım görülüyor. Bu durum bir önceki seçimlerde oy kullanmayanların ve bu seçimde ilk kez oy kullanan gençlerin ezici ağırlığının muhalefet partilerini tercih ettiğini gösteriyor.
    Chavez’in ölümünün ardından yapılan 2013’teki devlet başkanlığı seçimleriyle karşılaştırıldığında, Bolivarcı hareketin seçim hezimeti daha da açığa çıkıyor. O seçimlere göre Bolivarcılar 1,5 milyon oy kaybetmiş görünüyor!
    Oyların dağılımına sınıfsal açıdan baktığımızda da tablo Bolivarcılar için parlak gözükmüyor. Başta başkent Caracas’takiler olmak üzere kentlerin işçi mahallelerinde halen Bolivarcı hareket başı çekmektedir. Ne var ki bu yoksul mahallelerde Bolivarcıların aldıkları oy sayısı ya aynı kalmış ya da küçük oynamalar göstermişken, muhalefetin oyları ciddi miktar ve oranlarda artmıştır. Bir başka deyişle, işçi sınıfının ve özellikle yoksul gençliğin içinde muhalefete doğru bir eğilim gelişmektedir.
    Neden?
    PSUV’un (Chavez’in kurduğu iktidardaki Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) seçim yenilgisini açıklamak için başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve onların Latin Amerika’daki ortaklarının yürüttüğü Bolivar karşıtı kampanyaya atıfta bulunmak topu taca atmaktan başka bir şey değildir. Sokaklarda artan şiddet ve suç oranlarındaki yükselişe vb. de açıklayıcı bir faktör olarak yaklaşmak doğru değildir. Zira Bolivarcı hareket bu faktörlere rağmen bugüne kadar girdiği tüm seçimlerden kazançlı bir şekilde çıkmayı başarmıştı.
    Esas faktörü geniş emekçi kitlelerin 17 yıldır bir hayalle (“21. yüzyıl sosyalizmi”) aldatılıyor oluşunda aramak gerekir. Kitleler 17 yıldır bir “devrim yaşandığı” söylemiyle karın doyurmaya zorlanmışlardır. Kuşkusuz kapitalizmin doğurduğu sefaleti yumuşatmaya dönük birtakım reformlar yapılmış, devletin sosyal hizmetlere ayırdığı kaynaklarda belli bir artış yaşanmıştır. Ancak kapitalizmin doğurduğu sefalete karşı ayağa kalkan kitlelerin desteğini sürdürebilmek için bunların yeterli olmayacağı bir kez daha açığa çıkmıştır.
    Bolivarcı hükümet, bugüne dek sosyal hizmetler alanında yaptığı reformları kitlelere ve bu arada dünyadaki birçok sosyalist çevreye de sosyalizm olarak yutturmayı başarmıştır. Söz konusu dönem boyunca, dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biri olan Venezuela, yüksek petrol fiyatlarının doğurduğu avantajı kullanarak yoksulların yaşam kalitesini yükseltecek kimi reformları gerçekleştirmişti. Ne var ki son yıllarda petrol fiyatlarındaki çok büyük düşüş, gerek bu reformların gerekse de gıda ithalatının finansmanını giderek zorlaştırmıştı. Sosyal politikalar için gerekli kaynak, ancak kapitalist özel mülkiyete dönük ciddi bir saldırıyla elde edilebilirdi. Fakat 17 yıllık dönemde, Bolivarcı hareket, kapitalist özel mülkiyete dönük hiçbir ciddi saldırıya girişmemiştir. Bu hareketin liderliğinin burjuva sol karakteri düşünülecek olursa, ondan kapitalizmi tasfiyeye dönük adımlar atmasını beklemenin abes olduğu Marksistler için zaten açıktı.
    Çok yüksek enflasyon oranları, temel ihtiyaç maddelerinin tedarikinde yaşanan sıkıntılar, yolsuzluklar, adam kayırma, rüşvet ve karaborsa gibi olgular da Bolivarcı hareketin seçimleri kaybetmesinde büyük önem taşıyor. Ne var ki yalnızca bu dönemde değil geçmişte de mevcut olan bu faktörlerin dün değil de bugün belirleyici hale gelmesinde, önemli bir başka unsur öne çıkıyor.
    Venezuelalı emekçiler, yıllardır, kapitalist sömürünün ortadan kalkacağı, emperyalistlerle işbirliği içindeki oligarkların tasfiye edileceği, “21. yüzyılın sosyalizminin inşa edileceği” inancıyla, Bolivarcı hareketi gönülden desteklediler. Bu harekete dönük tüm iç ve dış komplolar karşısında canlarını da ortaya koyarak sokaklarda Bolivarcı hükümeti savundular. Onlara hep sabırlı olmaları ve beklemeleri telkin edildi. Hareketi ilerletmek için emekçi kitlelerin kendiliğinden giriştiği tüm adımlar (fabrika ve toprak işgalleri, işçi yönetimi girişimleri, işyeri ve mahalle komitelerinin, “komün”lerin oluşturulması vb.) Bolivarcı hükümet ve kapitalist devlet bürokrasisi eliyle baltalandı, işlevsizleştirildi, kadükleştirildi. Kimi durumlarda bizzat işçi hareketinin sendikal öncülerine ve sosyalist devrimci öncülere dönük suikastler gerçekleştirildi. Bolivarcı hükümetin gerçek ve somut adımlar atmak yerine sürekli oligarklardan şikayet eden tavrı, emekçi kitlelerde, Bolivarcı hükümetin bir şeyler yapmak konusunda ya isteksiz ya da bunu yapmaya gücünün yetmediği yönünde haklı bir sezgiyi güçlendirdi. Bolivarcı hükümetin “iktidarsızlığı”, eylemsizlik, bürokratizm ve yolsuzluklar emekçi kitlelerde giderek artan bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğunu da beraberinde getirdi.
    Göstermelik olan ve çoğu kez emekçilerden gelen basınçla yapılmak zorunda kalınan devletleştirmeler, sosyal hizmetleri genişletmek gibi reformlarla kapitalizmin tasfiyesinin mümkün olmadığı yaşanan acı süreçle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Toplumsal dönüşümün dün olduğu gibi bugün de hareket noktasını oluşturan şey, işçi sınıfının özörgütlenmeleri aracılığıyla kendisini siyaseten egemen sınıf olarak örgütlemesi, yani bürokratik burjuva devlet aygıtını son tuğlasına kadar yıkıp kendi sovyetik iktidarını kurmasıdır. Yaşananlar, bu olmadığı sürece, değil sosyalist toplumsal dönüşümün önünün açılması, kalıcı iktisadi ve siyasi reformların bile yapılamayacağını gösteriyor. Kapitalist toplum, sistemin sınırları içinde kalınarak, burjuva sol ya da reformist bir hükümet aracılığıyla dönüştürülemez. Mesele kapitalist sistemi ve burjuva devlet aygıtını reformlar yoluyla dönüştürmek değil, bunları proleter devrimci bir ayaklanmayla yıkıp yerle bir etmektir. Bu da ancak en geniş emekçi kitlelerin kendi özörgütlülüklerine dayanan bir seferberliği ile mümkündür, onlar adına hareket edip kitleleri pasif bir bekleme durumuna mahkûm eden kızıl şallara bürünmüş sahte kurtarıcıların bürokratik manevralarıyla değil.
    Bolivarcı hareket, ekonomik ve toplumsal alanda sınıflar arasında bir denge kurmaya, siyasal alanda ise anti-Amerikan bir söylemle Latin Amerika sathında bir tür milliyetçilikle prim toplamaya dayanıyordu. Tarihsel açıdan bakıldığında, Bolivarcı hareket, işçi sınıfını ve yoksul emekçileri oyalayan, proleter devrim dinamiklerini çıkmaz sokaklara sürükleyen bir rol oynamıştır. Onun, devrimci dinamiği ilerletici değil frenleyici ve geriletici bir rol oynadığının bilincine varamayıp Chavez’in devrimciliğine ve Bolivarcılığa methiyeler düzen sosyalist çevreler için gerçek bir muhasebe ve özeleştiri zamanıdır.
    Kuşkusuz bu yaşananlar, Venezuela’daki sosyalist hareket içinde de geniş tartışmalara yol açacak, yeni saflaşmalar, netleşmeler ve arınmalar ortaya çıkacaktır. Ne var ki, düne kadar “kitleler Chavez’i ve Bolivarcı hareketi izliyor” diyerek burjuva sol iktidarın peşine takılanlar, eğer bu kafayı değiştirmezlerse, politik mücadelede daha çok yenilgilerle yüzyüze gelir ve yıkımlar yaşarlar.
    [*] Bu konudaki bazı yazılarımız için bkz. Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında, 28 Mayıs 2006; Elif Çağlı, Tehlikeli Bir Eğilim: Oportünizm, 23 Aralık 2006; Elif Çağlı, Enternasyonal Alanda Menşevizmin Yansımaları, Ocak 2008; Elif Çağlı, Bir Oportünistin Marksizm ve Devlet Sorununa Yaklaşımı, Mart 2010; Oktay Baran, Venezuela’da Chavez’in Pirus Zaferi, 1 Kasım 2010; İlkay Meriç, Chavez’in Ardından, 18 Nisan 2013
    http://marksist.net/oktay-baran/bolivarci-hayallerin-iflasi.htm

  780. Ünlü böcekbilimci Edward O. Wilson dünyanın en büyük karınca uzmanıdır, bir gün karıncaların öldüğünü diğer arkadaşlarının nasıl anladığını bilimsel olarak anlamak ister ve bir fikir ileri sürer. Karıncalar ölen arkadaşlarını yuvadan çıkartıp dışarı çöplüğe (mezarlığa) atıyordu. Wilson, karıncalar arkadaşlarının öldüğünü görüyor mu yoksa çürümüş cesetlerini koklayarak mı anlıyorlar diye bir deney yapar.

    Çürümüş bir çok nesnenin kokularını elde eder ve canlı karıncaların üstüne sürerek yuvalarına koyar, diğer arkadaşları kokmakta olan bu canlı arkadaşlarını ölmüş kabul edip yuvadan dışarı sürükleyerek çöplüğe atarlar. Ve çöplükte kendine gelen karınca, üstündeki kokuları gidermek için temizlenmeye başlar ve sonunda pis kokulardan kurtulup tekrar yuvaya döner, bu sefer arkadaşları ona dokunmaz.

    Wilson, bir bilim adamı olarak karıncaların çürümüş kokuya göre ‘karar alıp’ karıncaların kokuyu algılayıp cenaze namazı kıldıklarını bilimsel olarak ispatlar.

    Doğa kanunları her yerde aynıdır, ancak ‘fizik’te, ‘kimya’da şaşmaz bu kurallar ‘sosyoloji’ için geçerli değildir.

    Çünkü ‘sosyoloji’de bir çok etmen yanında önce ‘kültür’ vardır, kimi kültürler pislikten, kokudan hoşlanır, yıkanmazlar, vurdumduymazdır, oralı olmazlar, mesela çok eski kültürler cesetlerini gömmezler, kimileri mesela Hititler gibi cesetlerini evlerinin (odalarının) tam altına gömerler, Ankara’daki medeniyetler müzesini gidin görün, ancak şu soruyu da sorun, niçin ‘evlerine’ gömerler. Muhtemel bir fikirdir şayet cesetleri dışarı gömerlerse kurtlar ve vahşi hayvanlar o cesetleri yemek için saldırabilirler.

    Nihat Genç, 14 Aralık

  781. EKONOMİDE ÇELİŞKİLER

    DEĞER ÇELİŞKİSİ

    Bir başka adı “elmas-su çelişkisi”dir. Su, yaşam için vazgeçilmez bir nesne, elmas ise süs ve gösteriş dışında anlamı olmayan bir nesnedir. Buna karşın, elmasın piyasa fiyatı suyunki ile ölçülemeyecek kadar yüksektir. Bu çelişkinin nedeni, ekonomideki temel meselelerden birisine “bolluk–kıtlık”, “arz–talep” meselelerine götürür bizi. Bir şey bolsa (yani arzı talebinden fazlaysa) fiyatı düşer, bir şey kıtsa (yani arzı talepten düşükse) fiyatı yükselir. Su bol, elmas ise kıttır.

    Özet: “Fiyatı, bir malın ne kadar yararlı ve vazgeçilmez olduğu değil; onun ne kadar az ya da çok bulunur durumda olduğu belirler.”

    EASTERLIN ÇELİŞKİSİ

    Amerikalı İktisatçı Richard Easterlin’e göre, “yüksek gelir mutlulukla pozitif bir korelasyon içindedir ama uzun dönemde gelir artışı mutluluk artışına yol açmaz.” Bu durumu saptayan anket sonuçları var. Bu çelişkiden çıkan sonuç, hükümetlerin, GSYH (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla) büyümesini artırarak insanları mutlu etmeye çalışmaktan çok doğrudan insanların mutluluğunu artıracak konulara yönelmelerinin daha doğru olacağıdır.

    Özet: “Parasız olmaz belki ama tek başına parayla mutluluk olmaz.”

    GİFFEN ÇELİŞKİSİ

    Talep yasasına göre, bir malın fiyatıyla talep edilen miktar arasındaki ilişki ters yönlüdür. Bu kuralın istisnasını ilk kez İskoç iktisatçı-istatistikçi Sir Robert Giffen öne sürmüştür. Giffen, 19. yüzyılın ortalarında İrlanda’da ortaya çıkan patates kıtlığının patates fiyatlarını yükselttiğini, bunun patatese olan talebi düşürecek yerde artırdığını görmüş ve bu tersliğin nedenini araştırmıştır. İncelemesi sırasında, İrlandalı işçilerin gelirlerinin çok düşük olması nedeniyle beslenmelerini ağırlıklı olarak patates ile karşıladıklarını, et gibi daha pahalı ve kaliteli yiyeceklere daha az bütçe ayırdıklarını gözlemlemiştir. Oluşan patates kıtlığı nedeniyle patates fiyatları artınca bu tüketicilerin patatese ödedikleri bedel de yükselmiştir. Giffen, patates fiyatlarındaki bu artış sonucunda işçilerin, et ve diğer pahalı yiyecekleri almaya paraları yetmez hale gelince paralarının tümünü patates talep etmeye ayırdıklarını görmüştür. Talep yasasına bir istisna oluşturan bu tür mallara “Giffen malı”, ortaya çıkan bu çelişkili duruma da “Giffen Paradoksu (çelişkisi)” deniyor. Konuyla ilgili ikinci istisna gözlemini Amerikalı iktisatçılar Robert T. Jensen ve Nolan H. Miller, Çin’in Hunan ve Gansu eyaletlerinde yapmışlardır. Jensen ve Miller, Hunan eyaletinde insanların temel gıdası olan pirinç ve Gansu eyaletinde buğday talebi üzerine yaptıkları araştırmalarla Giffen paradoksunu çok daha yakın bir zamanda (2007) yeniden test etmişler ve benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Ulaştıkları sonuca göre; pirinç, buğdaya göre Giffen malı olmaya daha yakın konumdadır.

    Özet: “Her kuralın bir istisnası vardır.”

    İKARUS ÇELİŞKİSİ

    Kral Minos tarafından bir labirente hapsedilen Daedalus buradan uçarak kaçabilmek için kendisi ve oğlu İkarus’a balmumu ve kuştüyü karışımından kanatlar yapar. Kendisi kanatları takıp uçarak kaçmadan önce oğlu İkarus’a gökyüzüne fazla yükselmemesi ve güneşe yaklaşmamasını öğütler. İkarus, babasının ardından kanatlarını takarak uçmaya başlar ve labirentten çıkar. Ne var ki, uzun süre hapis kalan İkarus uçmanın ve gökyüzünde yükselmenin tadına doyamaz. Babasının öğütlerini unutarak güneşe doğru yükselir. Güneşin gücü kanatlarındaki balmumunu eritince denize düşer ve boğulur.

    Kanadalı İktisatçı Danny Miller 1990 tarihi “İcarus Paradox” adlı kitabında bu efsaneyi iş dünyasına uyarlar. Miller’a göre çoğu şirket, belirli bir başarıya ulaştıktan sonra bu başarının verdiği aşırı güvenle şirket yapısının karmaşıklıklaşması, maliyetlerin artması, rakiplerin stratejilerini küçük görmek gibi yollara kolayca girerler. Bu tür yollara girdiklerinde de genellikle denetimi elden kaçırırlar ve sonuçta çöküşe kadar giderler.

    Özet: “Aşırı güven, dikkatsizliğin öncüsüdür.”

    TASARRUF ÇELİŞKİSİ

    Toplumda bir kişinin ya da birkaç kişinin tasarruf etmeye başlaması kendileri için iyi bir şeydir. Ayrıca bu tasarruflar yatırımlar için de kaynak oluşturacağı için yararlıdır. Ama bütün toplum tasarruf ederse bunun sonucu yararlı olmaz. Toplumda herkesin aynı anda tasarrufa başlaması, toplam talebin ve dolayısıyla toplam gelirin düşmesine yol açar. Toplam gelir düşünce de tasarruflar düşmeye başlar. İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes tarafından geliştirilen bu yaklaşım Keynesyen ekonominin temellerinden birisini oluşturur.

    Özet: “Tasarruf, tüketimi düşürecek biçimde geliştiğinde yarardan çok zarar getirir.”

    TRİFFİN ÇELİŞKİSİ

    Belçikalı iktisatçı Robert Triffin, “Bretton Woods sistemi”nin sonunda gelip bir açmaza dayanacağını 1960’da ileri sürdü. O yıllarda ABD Dolarının karşılığında altın vardı. Bretton Woods sistemi, basılan her 35 Dolar karşılığında ABD Hazine kasalarına 1 Ons altın konulmasını öngörüyordu. Doların, altın karşılığı basılmaya devam etmesi, altın karşılığı basılmayan diğer paralar karşısında tercih edilme üstünlüğü sağlıyor ve Dolar rezerv para konumuna giriyordu. Rezerv para konumunda olduğu için Dolara, ABD içinden olduğu kadar dış dünyadan da talep vardı. Triffin’e göre cari açık veren ABD, bu açığı kapatmak için Dolar basıp dünyaya dağıtmaya devam ettikçe insanlar, ABD hazine kasalarındaki altının bu kadar Doların karşılığını vermeye yetmeyeceğini düşünecek ve Dolara güven azalacaktı. Cari açığı kapatmak üzere Dolar basmakla Dolara güven sağlamak arasında oluşan çelişki “Triffin Çelişkisi (Paradoksu)” adıyla anılır oldu.

    Triffin Çelişkisi, ortaya atıldığı 1960 yılından 1971 yılına gelinceye kadar daha çok akademik bir tartışma konusu olarak kaldı. ABD, 1960’lar boyunca Vietnam savaşının yarattığı kamu harcaması artışlarını karşılayabilmek için daha çok Dolar basarak dünyaya dağıtmaya devam etti. 1971 yılına gelindiğinde ABD yönetimi, dünyada dolaşan Dolarların altın karşılıklarının ödenemeyeceğini fark edince Başkan Richard Nixon, Doların altına konvertibilitesini kaldırdı (Nixon Şoku.) Böylece Dolar da karşılıksız kalmış oldu. Diğer paralar zaten karşılıksızdı ya da daha doğrusu sabit kur rejimi altında Dolara bağlanmış oldukları için Dolar üzerinden altın karşılığı taşır gibi bir konumdaydılar. Doların altın karşılığı iptal edilince bütün paralar aynı duruma geldi ve böylece Bretton Woods sistemi de tarihe karışmış oldu.

    Çin Merkez Bankası Başkanı Zhou Xiaochuan 29 Mart 2009 tarihli “Uluslararası Para Sisteminin Reformu” başlıklı konuşmasında “Triffin Çelişkisi”ne değinerek, küresel ekonomik krizin temelinde yatan meselelerden birisinin; piyasadaki aşırı Dolar bolluğu olduğuna dikkat çekince Triffin Çelişkisi yıllar sonra yeniden tartışılmaya başlandı.

    FED (ABD Merkez Bankası), küresel krizin başlangıcı olarak kabul edilen 2008 yılından başlayarak 2014 yılı son çeyreğine kadar parasal genişleme (Quantitative easing) politikası uyguladı. Bu uygulama sonucunda FED’in bilanço büyüklüğü yaklaşık 900 milyar Dolar düzeyinden 4,5 trilyon Dolar düzeyine yükseldi.

    Yani FED, bol miktarda para dağıttı piyasalara. Ne var ki, bu aşamaya kadar Triffin Çelişkisi ortaya çıkmadı. Çünkü bir yandan ABD cari açığı düşerken (2006 yılında GSYH’nın %6’sından 2015 yılında GSYH’nın %2,5’ine düştü) bir yandan da Dolar, rezerv para olarak itibarını artırdı (6 önemli paraya karşı oluşturulmuş bulunan Dolar Endeksi 2006’da 90 iken bugünlerde 98 düzeyine yükseldi.) Bir başka ifadeyle, Doların bollaşması hem ABD cari açığını düşürdü hem de Doların itibarını yükseltti. Özetle, Triffin Çelişkisi değil tam tersine pozitif bir ilişki ortaya çıktı.

    Buna karşın FED, bu pozitif ilişkinin böyle devam edeceği konusunda kuşkulu olsa gerek ki pozitif ilişkinin çelişkiye dönüşmemesi için parasal genişlemeyi durdurmakla yetinmeyip faizi de artırmayı planlıyor.

    Özet: “Her şeyin bir maliyeti vardır.”

    [Mahfi Eğilmez
    13 – 15 Aralık 2015]

  782. Türkiyeyi Batıran İsraf ve Lüks Belâsı
    Mehmed Şevket Eygi

    GÜNDE dört veya beş milyon aziz ekmeği çöpe atarak israf ediyormuşuz? Ne korkunç israf değil mi?
    Bundan korkunçları ve dehşet vericileri de var…
    Son kırk yıl içinde trilyonlarca doları lüks yapılaşmaya harcadık. Sanayie, üretime, ticarete, ihracata yönlendirilmesi gereken sermayemizi toprağa, betona gömdük.
    Japonya mesken, ev konusunda bizim gibi yapmadı. Onlar küçücük evlerde oturuyor ve harıl harıl üretim yapıyor.
    Güney Koreliler de öyle.
    Şimdi ne yapıyorlar bilmiyorum, eskiden Yahudiler kirada oturur, sermayelerini taşa betona yatırmazlar, paralarıyla ticaret ve üretim yaparlardı.
    İş bilen bir kimse mesken mi almalı, mesken parasıyla iş mi yapmalı? Mesele burada… Mesela iki milyon lira ile lüks bir daire veya ev mi almalı, yoksa bu parayla üretim veya ticaret mi yapmalı?..
    Diyelim ev satın aldı ve iki milyon lirayı sermaye olarak toprağa yatırdı ve öldürdü. Bunun yerine, beş bin lira aylıkla lüks bir evi kiralasa ve parasını ticaret ve üretimde çalıştırsa… Evin yıllık kira tutarı 60 bin lira, ticaret ise yüzde on getirse iki yüz bin lira… Hangisi daha kârlıdır? Ticaretin ve sanayiin bir faydası daha var: İstihdam imkanı oluşturur, bu sermaye işletilirse insanlar çalışır, geçinir.
    Ev mesken sahibi olacaksak, bari biraz kanaatli olsak. Bizde o da yok. Elinde biraz imkan olanlar saray yavrusu evlerde, villalarda, meskenlerde oturmak istiyor. Firavun ve Nemrud ahlakı… Bu konuda bizde Japonlardaki İslam ahlakı yok. Onlar Müslüman değil ama İslam ahlakı konusunda bizden daha Müslümanca hareket ediyor.
    Otomobil, yakıt konusunda da korkunç israf yapıyoruz. Dünyanın, fert başına düşen millî gelir payı bakımından en zengin ülkesi Norveç’te bizdeki kadar pahalı, lüks, israflı otomobil yok.
    Almanyanın nüfusu bizden fazla, Mercedes’i onlar üretiyor, onlarda bizdeki kadar lüks pahalı israflı Mercedes yok.
    Halkımızın bir kısmı otomobili ihtiyaç olmaktan çıkartmış, statü haline getirmiş. Bu, beyinsizlik değil de nedir?
    Ya lüks cep telefonu çılgınlığımız?
    Yeme içmemizde de büyük israf var.
    Gösterişli, 51 çeşitli, açık büfeli, tantanalı, dekorasyonlu bir kahvaltıya adam başı yetmiş beş lira verenin parası çok ama aklı kıttır.
    Bir de, dün Maverna Roof’ta mâ âile dekorasyonlu manzaralı zengin kahvaltı yaptık demeleri yok mu?
    Konaklama konusunda da israf içindeyiz. Öyle sahte sofular biliyorum ki, içkili fuhuşlu beş veya yedi yıldızlı otellerde kalmayı bir şey zannediyor. Yahu Kur’ana, Sünnete, Şeriata bağlı bir Müslüman içkili fuhuşlu otelde kalabilir mi?
    Lüks pahalı israflı giyim kuşam maskaralıkları…
    Şeytanî Süslüman kadın kıyafetlerine harcanan paralar…
    Bütün Türkiye’yi doğalgazla ısıtmak israfı. Her yıl dışarıya bu konuda milyarlarca dolar ödeniyor. Hiç ısınılmasın demiyorum… Evlerimiz biraz küçük olsa, ısı yalıtımı olsa, biraz sıkı giyinsek ve yakıttan tasarruf etsek daha iyi olmaz mı?
    Devletin, belediyelerin, kurumların lojmanları da birer israf kumkumasıdır.
    Resmî lüks ve israflı otomobiller ayrı bir alem…
    Millî eğitimdeki israflara ne demeli?.. Öğretmen sayısı bir milyonu geçti. Bekleyenleri alsalar kısa zamanda iki milyon olacak. İşte bu topyekûn israf yüzünden Türkiye Japonya gibi olamadı… Güney Kore gibi olamadı…
    Koreliler harika Samsung telefonları yapıyor, biz ise Üçüncü Dünya ülkelerine çekyatlar, tank gibi koltuklar, kanapeler, yataklar, dolaplar ihraç ediyoruz…
    Medenî Müslümanlar orta bir hayat sürerler, israf etmezler. İsraf haramdır, Allah müsrifleri sevmez.
    Medenî Müslüman, ihtiyacı ne kadarsa öyle bir otomobil alır. İhtiyacı 60 bin liralık bir otomobil, o gidiyor 160 bin liralığını alıyor. O nedir? O, bedevîdir.
    Vaktiyle bir başbakan her vatandaşa iki anahtar vereceğim, biri ev, öteki oto anahtarı demiş ve Türkiyenin israfa batmasına, sermayesini üretmeyen evlere, vasıtalara gömmesine sebep olmuştu.
    İstanbula yakın topraklar, tarlalar, araziler ekilip biçilmiyor. Bu da büyük ve korkunç bir israftır.
    Dünün büyük tahıl ambarı Türkiyemiz şimdi her yıl dışarıdan üç milyon küsur ton, sağlığa zararlı buğday ithal ediyor. Bu vahim bir beyinsizlik değil midir?
    İstanbula yakın köylerde, tarlalarını yazlık yapımı için şehirlilere satan köylüler ekmeyi biçmeyi hayvancılığı üretimi terk etmişler, hazır paraları har vurup harman savurarak harcıyorlar. Bunlar bitince ne yapacaklar?
    Çarpıtacaklar çıkacaktır, fakir, herkesin evi ve otosu olmasın demiyorum. İsraf edilmesin, ölçülü olunsun diyorum.
    Keşke biz de Singapur, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Norveç gibi olabilseydik.
    Keşke trilyonlarca dolarımızı toprağa, betona gömmemiş, lüks otolara, statü telefonlara yatırmamış olsaydık.
    Keşke bizde tasarruf, kanaat, iktisat kültürü ve zihniyeti olsaydı.
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Turkiyeyi_Batiran_Israf_ve_Luks_Belsi/27416

  783. Sayın Ogürsel (771)
    Bazı ve belki de önemsiz ayrıntılar: Hepsine ortak nokta “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” Tüm dünya, bütün insanlık, tarih, dinler, değişik yaşam biçimleri, doğa, kültür, din, büyücülük, mitler, bilgi, birey, toplum, ayinler, … farkları anlama yerine her yerde, her zaman, her toplumda geçerli, her yerde hazır ve nazır ve kadir ve mutlak burjuva tanımı kullanılır. Eğer bir toplumda yağmur getirme ayini yapılıyorsa, bilimsel yöntemlerle yağmurun gelme olanağının, her zaman doğru çıkmasa da, daha güvenilir olduğu o insanları anlama yerine geçer. Ardından daha yüce bir ırkın üyesi olmanın, bütün ağızlarda çiğnenen “stres” lafına rağmen, rahat rahat uyunur. 3. Şıkda Sokrat’dan bir örnek güzel anlatır.
    1. Ben işlevsel bilgiden nefret ettiğim için biraz tatlıya dönen sohbetin yönünü değiştirmekten sakınıyorum. Bence bu bilgi tanımı, “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” uyarısına güzel bir örnek.
    2. “ Sorularım ve cevaplar tamamıyla ve salt beynimin gıdaları, tamamen entelektüel.” Ve “Tinsel” de olmasın?
    Bu sorunun en radikal biçimini Berkeley savundu.
    Diğer yandan düşünmek tinsellikse, bunu da Descartes yumurtladı. Tekrar medeniyet içinde çıkma imkansızlığı, tekrar medenilerin hastalığı olan, “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.”
    3. Bence yorumla anlamak arasında fark var ama şimdilik bir tarafa bırakmada yarar var. Güzel bir “olmuş” hikaye farkı açıklayabilir. Biri Sokrat’a falan kişi dünyayı gezmiş, değişik bir şey görmemiş”, der. Sokrat da, “kendini beraberinde götürmüş olmalı.”diyerek alay eder. Tabii kendimizi tam terk edemiyoruz ama sanırım terk etmek anlamak için şart. Romantik yazar ve şairler Orta Çağ’ı yorumladılar. Rönesans Antik Yunanlıları yorumladılar. Darwin doğada kavga gördü, Kropotkin karşılıklı yardım.
    4. Teknik bir uyarı: Marks’ın “tarih önce” ve “tarih sonrası” arasında çelişkiden çok anlam değişmesi var. “Sır” lafı medenileşmiş toplumların değişmesi nedenine gönderme yapar. Tarih öncesi toplumlarda sınıflar olmadığı gibi toplum içi farklar, yetki gücü yoksunluğundan dolayı, ihmal edilecek kadar azlar. Bu tanımlar medeniyetin doğuşu ve özellikle yazının başlangıcına gönderme yapar. Dil, kültür, oyunlar, müzik, dans, ayinler, …, hele ateş, teker, madencilik, … son derece önemli değişmelerdi ama daha henüz sınıf kavgası (motor) yoktu. Sınıflar medeniyetle başlar ve sınıf kavgası da. Komünizmle motor yok olunca, değişme kaydı daha çok doğada değişmelere benzeyecek. Baş silahşörler (ezenlerle ezilenlerin) yok olunca bu artistlerin seyirciliğini, aslında sadece kazananların başarılarının seyirciliği için ortada bir neden kalmayacak. Tabii bunlar yukarıdaki tanımların mantıksal sonuçları. Zamanımız istediğini düşünmede özgür olan sayısız sayıda bireyci bireylerle dolu olduğundan, belki pazar ekonomisi ortadan kalkar ama pazarda istediğini alabilme özgürlüğünün klonu olan istediğini düşünebilme devam eder. (Not: “Derdi son modaya uymak ,“politically correct” laflarımla bunu söylemek istedim, ve uzmanlar devrinde yaşadığımız için insan uzmanlığa HAYIR diyeceğine, uzman olmak istiyor.) Başkalarının başarılarını kendilerine zevk eden bazı sapıklar aynı şu an televizyon veya medya dikizliğiyle zevk alanlar gibi özgürlükten kaçabilirler. Daha kısacası, çelişki yok, anlam kayması var. “Komünizm” sözcüğü tarih öncesinden gelir. Ne yazık ki, çelişki de burada, asıl olan sosyal ilişkiler diyen Marks, insanların birbirini boğazlamasına neden olan maddi nedenlerin yok olmasını üretimin artmasıyla başarılacağını ümit ederek doğayı nesnelleştirdi. Doğa bir türlü kurtulamadığımız seküler mehdi olur. Sıradanlar müminler tüketici, ayinler bilim –teknik, bilim-teknisyenleri de rahipler olur. Ve tüm dünya, kapitale tapanlar, komünistler, sosyalistler, anarşistler aynın dinin, değişik dualarla daha etkin olma kavgası içinde olsalar da, tarihin ve kapitalizmin cilvelerine rağmen, bu tatlı rüyanın gerçekleşmesini beklerler. Dinciler kıyameti, seküler-laikler bolluk beklerler.
    Debord da kitabında dönüp dönüp gelen dünya yerine tek boyutlu zaman medeniyetle başlar dedi ve dediği çok derin bir anlam taşır.
    İlk defa baş artistler ve dalkavukları, kibar çevrelerde krallar ve imparatorlar adı verilir, dünyada gerçekten ve hala gözleri kamaştırıp körleştiren değişiklikler yaparlar. Onun için Kramer “Tarih Sümer’de Başlar”, der ve benim bildiğim kadar tüm tarihçiler katılırlar.
    5. Ben ileriden konuşacak (1-10-50 yıl bile) kadar bilgili değilim. Kapitalizmin bir bunalım içinde olduğunu herkes biliyor. Tahminlerle ilgili okuduğum en güzel eserlerden birinde benim görüşüme uyan iki düşünce ifade edilmişti: 1. Bunalım 50-60 yıl önce olsaydı dünyayı yönetenler Marksizm’i seçerlerdi. 2. Hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirebilirler.
    6. Belki ukalalık etmiş olacağım ama “tarih öncesi” tamamıyla bilimsel ve nesnel bir şekilde tanımlanır. En azından ve bazı uzmanlıkla ilgili ince ayırımlar dışında en fazla sayıda tarihçiler için “tarih yazılı belgeler”, demektir. Yazıdan önceki değişmeler arkeoloji ve özel bir anlamda antropoloji alanına girer. (Tarih öncesi en az 200 000 yıl daha doğrusu 4 milyon yıl ve aynı not: “Derdi son modaya uymak ,“politically correct” laflarımla bunu söylemek istedim, ve uzmanlar devrinde yaşadığımız için insan uzmanlığa HAYIR diyeceğine, uzman olmak istiyor.)
    7. “o büyük devrim”in hangi devrim olduğunu pek çıkaramadım. “Refah Toplumu”yla ilgili düşüncelerinizi de pek anlamadım. Ben kendim salt bu “Refah toplumu”alanında büyük değişmeler olduğuna inanıyorum. Sizin dediğiniz bunun paylaşılmamasıyla ilgili gibi. Hatta bu nedenden benim, gelecek 1-10-50 yılına kısıtlarsam bile, olsa olsa makinelerle makineleşmiş insanların artması dışında bilimsel bir öngörüm yok. Sadece ümidim var. “Sömürü’nün kaynağı nedir?” Mülkiyet. İnşallah solcu devrimciler bu dediğimi çok ciddiye alıp kuş yuvalarına saldırmazlar.
    8. Sanırım doğa ve hayvanlar hakkında söylediklerini nasıl değerlendireceğimi tahmin edersin. Bu görüş biraz tuhaf. Abartırsam, bitkiler de güneş ışınlarını çalıp fotosentez yapıyorlar. Aramızdaki ilişkileri doğaya yansıtmak çok yaygın ve insana huzur veriyor. Eski Ahit’de Eyüb’ün buluşunun seküler-laik versiyonu veya Hrıstiyanlıkta ilk günah*. Bu açıdan ciddi bakıldığında, doğada, insanlar hırsızlık ve parazitlik piramidinin zirvesinde otururlar. İnsanların doğada hırsızlık ve parazitlik görmeleri çok normal. Ama hem doğa / insan ayırımı yapmayan hem de hırsızlık ve parazitlik görmeyen daha henüz Aydınların kırımdan geçirmedikleri var. Belki Kropotkin yanlış görmüş.
    *Burada sevdiğim bir fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim.
    Allah aşağıya bakar, çalışanları görür. Etrafındakilere sorar:
    – Ne yapıyorlar?
    – Çalışıyorlar.
    – Neden?
    – Hatırlarsanız, onları cennetten attığınızda “bundan böyle alnınızın teriyle yaşayacaksınız!”, demiştiniz.
    – Yahu, ben şaka ettim.
    Neyse tekrar bakar ve iş adamları, devlet başkanları, generaller, papalar, … masa etrafına ziyafet çekiyorlar.
    – Peki bunlar kim?
    – Bunlar da senin şaka ettiğini çakanlar.
    Sümer’in insan yaradılış miti: tanrılar toplantısında sıradan tanrılar çok çalışıp yorulduklarından dert yanarlar. Koca Allah ne yapalım?, der. Genç, dinamik, bir çeşit Arşimet veya Einstein veya Atatürk veya Erdoğan, veya Newton, veya Darwin, …, hatta Aydınlık filozoflarından birine benzeyen ilk dahi heyecanla elini kaldırır ve konuşur: “ insan yaratalım, onlar çalışsın biz yiyelim.”, der. Sümerler Allahları tapınaklara koyarlar ve halk ürettiklerinin bir kısmını tapınakta Allahları beslemekle görevli rahiplere verirler. Belki bu anlamda ilerleme hem oldu hem de olmadı. Diyalektiğin cilveleri.
    9. “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” Bunu yorumu da beni şaşırttı. Tamamıyla benim eleştirdiğimi sen yaptın. Sana göre bu arama her toplumda, her kişide ve her yerde var. Arama ve tehlike evrenselleşti. Bu hastalık salt medeniyetler arasında tehlikeli olur. Tekrar etmek gerekiyor. Medenilerde TEK, ilkellerde BİZ. Bedeviler Arktiğe gidip yaşarsa, belli bir sonra inanışlarını çevredeki nesnelerle, özellikle su ve buz, ifade ederlerse, yalan dünyayla hiçbir ilgisi yok. Yalan dünya bizlerde anlam kazanır. Çünkü TEK’in hikayesidir.
    10. Senin değişik medeniyetlerin Mezopotamya medeniyetinden bağımsız doğduğuna inanman beni şaşırttı. Amerika’dakiler dışında bunu ilk defa duyuyorum ve bir bakıma aynı nedenler aynı sonuçlar yaratır mantığına dayanıyor. Bu mantık özellikle Hume ve kuantum fizikçilere göre doğa için bile geçerli değil. Galileyo’yı örnek alan en katı materyalist Hobbes bile insanlar arasında geçersiz olduğunu açık açık söyler. Her halükârda, Amerikalar dışında, örnek verir misin?
    11. Yaşayan ve ölü bilgiler eğer benim laflarıma dayanıyorsa, açıklayayım. Mükemmel, çelişkisiz, noksansız bir bilgiye ne katkı yapılabilir ne de eksiklikler bulunup zenginleştirilebilinir. Ha ölü, ha yok, farksız. Tabii tarih içinde kaybolup satha çıkanlar var ama bunlar ölü tanımı içine girmezler. Basit bir örnek: eğer biz evrenin (veya doğanın) tüm sırlarını bilseydik, pek yapacak bir şey kalmazdı.
    12. Ben birey lafıyla sadece ve sadece günümüzdeki sayısız sayıda tanımı tamamıyla burjuva kurgusu olan birey olduklarına inananlar demek istedim. Zaten tarihte böyle bir birey hiçbir zaman olmamış. Rastlananlar daime bir toplum. Toplum dışında birey dil bile öğrenemez. Bu anlamda zamanımız bireyleri bir sürü teşkil eder.
    13. Tinsellikle verdiğim örneklerle amacımı açık yazmadım. Özür dilerim. Asıl demek istediğim insanın sadece madde olmadığına inanmasının kaynaklarına işaret etmekti. Tarihte bu ayırımın yeni ambalajlarla piyasaya sürümü medeniyetle başlar. Çok örnek var ama eve yakın bir tanesi biraz da güldürücü. Cengiz han Müslüman din alimlerine (hatırladığım kadar), “Bizim tanrımıza saygımız sizin kendi tanrınıza saygınızdan daha çok, nereye gitsek o yanımızda. Siz tanrınızı hapse (camiye) koymuşunuz!”, der. Kızılderililer, “beyazlar gelmeden önce etraf Allahlarla doluydu, hepsini toplayıp göğe koydular.”, derler. Bir filozof, “Allah insanları yarattı ve üzerlerine sevgi astı; Devlet bir kılıçla binlerce istek asar.”, der. İkinci nedeni de zamanımızda eski ve geleneksel dinlerin modası geçtiğinden, bireylerin özüne özgü ısmarlama, özlerine öz tinsel olmaları. Bir üçüncüsü de, aktardığım alıntının demek istediği. Gittikçe deri kemikten uzaklaşıp aracıları cansızları tercih etmek. Her birey, kendi dini veya tinselliği var. Erdoğan’ı seçenler tinsel değiller demek kolay ama ispatı zor. En azından bildiğimiz geleneklere dayanan bir tinsellik taşıyorlar. Modern ve utangaç tinseller, pazar ekonomisi modeline uygun seçenekler özgürlüğünden yararlanırlar, özgürce seçerler. Kendilerine has, kendi özgürce seçtikleri, kendinden başka kimsenin bilmediği sır dolu bir tinsellik. Çok kısaca, sorun tinsellik değil, tinselliğin ambalajları. Benim için en yüce tinsellik “HAYIR” demekle tanımlanır. Eve yakın: sunilerle bir yanda; Şiiler veya hariciler veya sufiler diğer yanda.
    14. “HAYIR”ın da muğlaklığı doğru. Demek istediğim zamanımıza egemen düşüncelere hayır demek. Ön yargılar, ırkçılık, değer yargıları, niceliğin tüm tahakkümü ve niteliğe tercihi, hatta niteliğin yok olması, her şeyin salt ve salt pazar ekonomisi modeline dayanan ölçeklere vurulması, insanın insan kaynağı, doğanın doğa kaynağı olması, makinelere tapma, paraya tapma, okul, banka, devlet ve benzeri insan düşmanlarında yarar bulma, kazananların tarihini tarih sanma, kendi ideolojisinin evrensel olduğuna inanmak, mantığın her zaman ezenlerden tarafında olduğunu bilmemek, akıl ama hangi akıl sorusunu soramamak, çalışmayı, kira ödemeyi, okula gitmeyi, yiyeceklerini parayla almayı vs. normal ve doğal bulmak, …, kısacası binlerce örtü altında gizlenmiş yalanları bilmemek ve ”hayır” dememek. Daha da kısacası “sahte bilinçle” yaşamak.
    15. Marks’ın alıntısına hiç sevmediğim bir bilim filozofu eşsiz bir cevap getirir. Bu yanlışlığın ispatı imkansız bir öneri. Toplum yok olursa, demek ki içirilebileceği bütün üretici güçler tam gelişmiş. Toplum yok olmazsa daha tam gelişmemiş. Darwin’in hayat kavgasını “en yatkın olan” kazanır. Kazandığı için de en yatkındır. Marks’ın dedikleri salt medeniyet tarihi içinde bile yanlış. Derebeylik Vikingler, Araplar, Macarlar, Avarların eseri, üretimle alakası yok. Osmanlılar olana kondular. Ama bir mit olduğundan olgular inancı sarsmaz. Marksizm’in bir din olduğunu nokta nokta ispat edenler oldu.
    16. Bu da teknik bir uyarı: Orta Çağ ve karanlık çağ aynı değil. Devirleri kesin kes ayırmak zor ama tarihçiler için, aşağı yukarı, M.S. 500 ile 800 (kaçan rahipleri geri getirip aydınlığa kavuşturan Şarlman’a) veya M.S. 500-100 arası karanlık çağlardır. Rönesans’a kadar olan da Orta Çağ’dır. Bu terimlerin “politically correct” zamanımız tarihçileri tarafından hazmı kolay edildiği doğru.
    Bence bu yukarıdaki karanlık çağın bir kısmı ve diğer tüm tarihçilerin “karanlık çağlar” adını verdikleri ilk 4 milyon yıl, tarih sonrası medeniyetin busesinden kaçanlar (bedeviler, göçebeler, dağlara sığınanlar, …kısacası medeniyet Nimetlerinden mahrumlar) anarşi olan çağlardı. Seyirci yoktu. O karanlıkta yaşayanların dillerinde fiiller çoktur, biz medenilerde isim çoktur. Bazı antropologlar ilkellerin tüm bilgilerinin işlevsel olduğunu, aksi halde, medeniyetin getirdiği strese rağmen cüzi bir para karşılığı hayatı sonsuz kolaylaştırıcı ve stressizleştirici araçlardan yoksunların bir gün bile yaşayamayacaklarını defalarca tespit ettiler.
    17. “Her neyse, Aydınlık çağı kadınlara özgü bilgileri cadılık ilan eder.” Cadıları Kilise’nin yaktığı doğru. Ama sen bağlam dışına çıkarınca, Aydınlık çağıyla ilişkisi tamamıyla değişiyor. Aydıncılar cadı bilgilerinin safsata olduğunu, bilim dogmasına uymadığını ilan ettiler. Kilise Hrıstiyanlık dogmasına uymadığını ilan etti. Her ikisi de cadıların ve özellikle tarihi daha yakından incelenmiş olan ebelerin, yok olmasına neden oldular. Aydıncılar egemenliği ele geçirme yolunda olan kapitalist-burjuvaların teorisini yapanlar. Baykuş uçtuktan sonra, iş işten geçtikten sonra olanı anlatanlar. Kapitalist-burjuvaların gittikçe artmaya başlamasıyla Avrupa’ya egemen olan Kilise gücünü kaybeder, sarsılır ve nedenini büyü yapanlar, sahte din değiştirenlerde, cadılarda, şeytanla iş birliği içinde olanlarda arar. Tabii salt bu değil. Veba’nın birkaç defa kasıp kavurması, İncilin çevirisi, Kilise’nin zenginliği, tefecilik etmesi insanların inancını sarstı. Aydınlıkçıları getirdiği zifiri karanlık, kapitalist-burjuva toplumunu tüm insanlık saymaları. Bu ideoloji hala insanları karanlıkta tutmakta. Hala kişiler kendilerini meta olarak görmekte, pazarda satmakta. Bana göre bu tarihin içi. Biraz abartırsam, hrıstiyanların tinselliğini Kilise temsil ettiyse, yeni doğan kapitalist-burjuvanın tinselliğini Aydıncılar temsil etti. Önemli bir fark var. Kilise Allah’ın arkasına gizlendi. Yeni çıkanlar İnsan’ın arkasına gizlenirler ve utanmaları için hiçbir neden kalmaz, çünkü insanın doğasının lekesini su serpmeyle temizlemek yerine para temizler. Ortak-fark tarafı günahı insanın kendisinde bulmakları: Hrıstiyanlıkta bilgi ağacının meyvesini yemesi; seküler-laik dinde yememesi. Zeka, eğitim, okul, iyi aileden gelme, disiplinli ve uslu olma, … Kilise beklentilerine hem benzer hem benzemez. Yine karşımıza diyalektik çıktı. Her şey muaf olur ama bazıları daha muaf olur. Herkes eşit olur ama bazıları daha eşit olur … En yüce amaç da gücü, yani Devlet’i ele geçirmek olur.
    18. Neslin kuruması aşağı yukarı tüm yaşayan varlıklarda birleşmeyle olduğundan bu benim dediğim özelliğini kaybediyor. Tekrar “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” Uyarımın tam aksi ileri sürülüyor. Eskimolar ve Avrasya ve diğer yerlerde yaşayanların ücret köleliği karşılığı süpermarketlerden yiyecek ve giyeceklerini, televizyondan eğlencelerini tedarik edemezler. Üstelik Marks efendi ilk iş bölümünün erkekle kadın arasında olduğunu tespit ettiği gibi diğer sosyal bilim adamları da aynı düşünceye katılırlar. Sosyal konuları doğaya indirgemek için yapılan çabalar var ama bunu yapanlar bile böyle bir yaklaşımı kuramsal bir öneri olarak görürler. Özellikle mitler gibi kültürel yapıları doğayla anlatamadıklarını onlar bile kabul ederler. Hatta uzun bir süre çocuk yapmada erkeğin de bir rolü olduğu bilinmezdi. Kadınları kuluçka görmek sadece ve sadece medeniler arasında evrensel bir inanış. Müslümanlık M.S. 600’larda. Ondan önce bu görüşün en az 4 bin yıllık bir mazisi var.
    ***
    Seninle yazışmama dayanarak senin bilginin ne kadar dibi bulunmaz bir kuyu olduğunu bildiğini görmemek imkansız. Öğrenenleri senin ima ettiğin sade ve özet yazabilme yeteneği ve olanağı olduğu fikrine katılıyorum. Fakat şu da çok doğru. Farklar devasa. Benim için hemen hemen söylemeye bile gerek yok. Her alanda yeni öğrendiklerimizi eskilere benzeterek öğreniriz. Eskiye bakmak evrensel. Aydıncılar Arşimet’in dayanma noktasını insanı doğadaki başlangıcında aradılar. Binlerce örnek var. Her hanedanlık saray yaltakçı tarihçilerinden silsilelerini uydurmasını isterler. Rönesans Anti Yunan’ı örnek aldı.

    Hepsinde daha özel olarak günümüzü “zaman terörü”, diye simgeleyebiliriz. Her şeyin başlangıcı aranmakta. Yeni oluşan uluslar secereyi geçmişte ararlar. Modern Türkiye Orta Asya’da aradı buldu. Günümüzdeki doğa anlayışının bir başlangıcı var, hala mutlak egemen olan bu görüş düşünce Aydıncılardan miras. Kapitalist-burjuvadan başka bir şey beklemek biraz mucize olur.
    Ama bilgi sınırlarını bilmek ve buna saygılı olmayı sizin için söylemedim. Üstelik bazı bilgilerin
    Dahası da var ama bunlar hemen aklıma gelenler. Haklısın, toparlayıp yazmak daha iyi olur. Ne yazık ki böyle bir yeteneğim olmadığı gibi bu yönde hiçbir hazırlığım yok ve isteğim de yok. Bildiklerimi yazmayı bilen ve çok daha güzel anlatanlar var.
    Kalıyor benim rahatsız edebilecek alaylı konuşmalarım. Bu kişisel değil. Kaynağı farklı görüşlerimizin sonsuzluğu. “Ben böyle düşünüyorum”, “sen şöyle” başlangıç noktası, bitirme noktası olmamalı. Bu çeşit “benim fikrim”, “senin fikrin” konuşmaları zamanımızı simgeleyen sürü kuzuların melemeleri, acizlerin yetiş ya Hızır’ı. En güçlü elektronik beyin mikroskobu bile Obama’yla dünya nüfusunun %99,99999’u arasındaki düşünce farkını tespit edemez. Kitap adı vermek ayıplaştı ama Toynbee NewYork’a gezmeye getirilen bir “tarih öncesi” insanının gördüğüyle, zamanımızın en sefil ülkesinden getirilip gezdirilecek birinin göreceği milyarlarca göz kamaştırıcı medeniyet becerilerini anlatarak “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” Uyarısının diğer ve eşsiz bir örneğini verir. Sanırım hiç değilse modern toplumların yığınlar (=sürüler) toplumları oldukları sayısız kitaplar olduğunu söylesem, bana katılırsın.
    Bu çok kısa bir fazla düşünmeden bir cevap. Yalvarırım kabalığımı hoş görün. Tekrar ediyorum, kişisel değil, dürüstlük.
    Hoşça ve esen kalın

  784. 'ÖLÜMCÜL REKABET' & 'HOROZLAR' & 'TAVUKLAR'

    Erdoğan’ın da, Merkel’in de, Obama’nın da, Putin’in de ayaklarının bastığı zemin “kapitalizm”dir!

    Bunu göremeyecek kadar tecrübesiz olanlar; aşağıdaki uyarı metnini dikkatle okumalı!

    77 KATLI YEKPARE CAMDAN KÜMESLER!

    “NİKBİNLİK”

    Güzel günler göreceğiz çocuklar,
    Güneşli günler göreceğiz…

    Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
    Işıklı maviliklere süreceğiz…

    Açtık mıydı hele bir son vitesi,
    adedi devir.
    Motorun sesi.
    Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir
    ne harikûlâdedir
    160 kilometre giderken öpüşmesi…

    Hani şimdi bize
    Cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
    Yalnız cumaları, yalnız pazarları..

    Hani şimdi biz
    Bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
    Işıklı caddelerde mağazaları,
    Hani bunlar
    77 katlı yekpare camdan mağazalardır.

    Hani şimdi biz haykırırız
    Cevap:
    Açılır kara kaplı kitap:
    Zindan…

    Kayış kapar kolumuzu
    Kırılan kemik, kan

    Hani şimdi bizim soframıza
    Haftada bir et gelir
    Ve
    Çocuklarımız işten eve
    Sapsarı iskelet gelir..

    Hani şimdi biz
    İnanın:
    Güzel günler göreceğiz çocuklar
    Güneşli günler göreceğiz
    Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
    Işıklı maviliklere süreceğiz…

    {Nazım Hikmet, 1930}

    Bazen kötü analojiler iyi sonuç verir. Müsaade ederseniz bir tane de ben denemek istiyorum. Şimdi lütfen, bir ornitoloğun “kümes”i aşağıdaki biçimde tanımladığını düşünür müsünüz:

    “Kümes; halk arasında dişisine tavuk, erkeğine horoz denen ‘Gallus gallus domesticus’un habitatıdır. Bu habitatta az sayıda horoz, çok sayıda tavukla poligamik biçimde yaşar. Horozların görevi tavukların güvende ve üretken olmalarını sağlamaktır ve bunu en iyi yapan horoz olmak için birbirleriyle rekabet ederler. Bu rekabet en güçlü horozun en fazla tavuğu kontrol etmesiyle sonuçlandığı için kümesin de daha güvenli ve üretken olmasını sağlar.”

    Yukarıda okumuş olduğunuz paragraf; içinde yanlış tek cümle olmamasına rağmen “bütün boşanmaların sebebi evliliktir” önermesi kadar anlamsız! Çünkü kümes “bu” değil! Kümes; çiftçilerin, horozları kullanarak tavukların yumurtlamasını sağladığı ve bu yumurtalara el koyarak faydalandığı yere denir. Kümes; ne gerçek anlamda horozların kontrolündedir, ne de tavuk ve horozlara aittir! Kümesin sahibi çiftçidir; ondan ve kümesten elde ettiği kazançtan bahsetmeden kümes tanımlanamaz!

    Düşünsel emeğini satarak geçinen işçilerin kreatif ya da idari işlerde çalıştığı ofis ve plazaları, bu işçilerin kariyer yaptıkları yer olarak tanımlamak da aynı sebeple, aynı derecede saçmadır! Buna rağmen büyük şairin “77 katlı, yekpare camdan” diye tasvir ettiği bu kümeslerde sadece horozlar baş horoz olmak için birbirleriyle kavga etmez, tavuklar da kendilerini baş horoza beğendirip bir gün horozluğa terfi edebilecekleri düşüncesiyle kendi aralarında didişir! Tabii iktisadi ve idari bilimlerin yasaları biyolojinin yasaları kadar katı olmadığı için nadiren bunu başaranlar olur ancak daima birer istisna olarak! Zira “şirket yasaları”na göre; plaza horozları tüneklerine, plaza tavuklarının folluklarına giderken geçtiği yoldan geçerek tünemezler!

    Bu kadar analoji yeter.

    Yukarıda “767” numaralı yazımda “masadan kalkmadan kazanamayız” diyerek ara vermiştik. Tartışmanın sosyal medyada süren kısmında ilginç bir soru soruldu: “Ne yani hepimiz istifa mı edeceğiz?!” Bu; aslında çok derin bir sorunun basit ifade edilmiş hâli, o soru da “patronlar düzeniyle bağlarımızı ne kadar kopartabiliriz?”

    Diyalektik gereği; parçası olduğumuz düzen yıkılmadan o bağlardan bireysel olarak kurtulamayız!

    Sermaye düzeninde pek az istisnası olan bir başka kuraldır: “Kimsenin ağız kokusunu çekmemek” için kendi işini kuranlar düzenle olan maddi bağlarının daha da güçlendiğini, daha fazla emek ve zamanlarını çalışmaya harcamak zorunda kaldıklarını görürler!

    Oysa o bağları seyreltebiliriz.

    Ancak bunun için hayatımızı pek çok açıdan yeniden kurmamız gerek!

    Bunun işteki karşılığı da, istifa değil ama “kariyercilik oynama”yı bırakmak; mesaidaşlarımıza değil, patron ve vekilleriyle mücadele etmek!

    Kısa sürede kapı önüne konmakla sonuçlanacak bireysel bir “Donkişotluk”tan ya da arkamızdan iş çeviren mini çakallara İsa peygamber gibi öteki yanağımızı sunmaktan değil; bir prensip olarak mesaidaşlarımızın zararına kazanç sağlamamak, ofis komploları ve dedikodularından uzak durmak, bunu açıkça yaparak örnek olmak ve çevremizde bu davranışı örgütlemekten bahsediyorum!

    Emeğiyle geçinen insanların sanılandan çok daha azı sahtekâr ve aşağılık ruhludur. Pek çok beyaz yakalı; ofis ortamında başka türlü davranılabileceğini düşünmediği için sisteme uyum sağlamaya çalışır ve ahlâken kendine yabancılaştığı için vicdanı sürekli rahatsızdır, hayatını mutsuz ve huzursuz yaşar!

    İnsanların örgütleyici bir öncülüğe ihtiyacı var ve biz bu öncüler olabiliriz. Bunu yaptığımızda aslında azınlıkta olan alçakları baskı altına alabilir ve patronun kendi çıkarına manipüle etmesi çok daha zor bir ofis ortamı yaratabiliriz.

    Zaten buna bireysel olarak da ihtiyacımız var. 10 küsur yıllık AKP diktatörlüğünde, patronların saltanatı çok daha kirli ve ahlâksız hâle geldi. Uzak durmadan insan kalmanın mümkün olmadığı bu ahlâksızlık; işyerinde kendisini en açık biçimde işçiler arası rekabette gösteriyor! Bu yüzden şu satırları önemseyelim:

    “Özel mülkiyet; herkesi kendi kaba yalnızlığına izole ettiği ve buna rağmen herkesin çıkarı komşusununkiyle aynı olduğundan (…) her işçi diğeriyle düşmanca karşı karşıya gelir. Bu özdeş çıkarların çatışmasında, tam da bu özdeşlik yüzünden insanoğlunun bugüne değin içinde yaşadığı koşulların ahlâksızlığı doruğa ulaşır. Bu doruk, rekabettir.” {Friedrich Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisinin Ana Hatları”}

    Devam edeceğiz…

    [Nevzat Evrim Önal
    15 Aralık 2015]

  785. Sayın 777
    Bu eşsiz yazınız için size hayranım.
    “Doğa kanunları her yerde aynıdır, ancak ‘fizik’te, ‘kimya’da şaşmaz”lafınıza katılmakta güçlük çektim.
    Yarın suyu ateşe koyduğumda kaynayacağına buz olsa sanırım doğayı kanunlarına uymadığı için mahkemeye vermeyiz. Kanunlar sadece insanlar arasında olur. Hatta “doğa” dediğimiz şeyin, Allah’ı insanın yarattığı iddiası gibi, insanın kendi toplum ilişkilerini nesnelleştirmesi önerilir ve birçok antropologlar buna katılırlar.
    Bence Edward O. Wilson’ın çılgınlığının kaynağı “doğa kanunlarına” inanışı ve dolayısıyla rezilliği kaçınılmazlığa bağlama çabası. İşin kötüsü bu sapıklığı farkında olmadan paylaş, “doğa kanunları” masalına katılan sayısız sayıda uykuda gezenler var. İşin daha da kötüsü bir zamanlar bu doğa vahşi, güvenilmez, kötülükler ve değişmeler kaynağıydı, şimdi zenginlik kaynağı oldu ve eski dinleri sevmeyenlerin yeni ve güvenilir dini oldu.
    Hoşça kalın ve tekrar teşekkürler

  786. ÖLÜMCÜL REKABET - HOROZLAR - TAVUKLAR

    Erdoğan’ın da, Merkel’in de, Obama’nın da, Putin’in de ayaklarının bastığı zemin “kapitalizm”dir!

    Bunu göremeyecek kadar tecrübesiz olanlar; aşağıdaki uyarı metnini dikkatle okumalı!

    77 KATLI YEKPARE CAMDAN KÜMESLER!

    === NİKBİNLİK ===

    Güzel günler göreceğiz çocuklar,
    Güneşli günler göreceğiz…

    Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
    Işıklı maviliklere süreceğiz…

    Açtık mıydı hele bir son vitesi,
    adedi devir.
    Motorun sesi.
    Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir
    ne harikûlâdedir
    160 kilometre giderken öpüşmesi…

    Hani şimdi bize
    Cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
    Yalnız cumaları, yalnız pazarları..

    Hani şimdi biz
    Bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
    Işıklı caddelerde mağazaları,
    Hani bunlar
    77 katlı yekpare camdan mağazalardır.

    Hani şimdi biz haykırırız
    Cevap
    Açılır kara kaplı kitap
    Zindan…

    Kayış kapar kolumuzu
    Kırılan kemik, kan

    Hani şimdi bizim soframıza
    Haftada bir et gelir
    Ve
    Çocuklarımız işten eve
    Sapsarı iskelet gelir..

    Hani şimdi biz
    İnanın
    Güzel günler göreceğiz çocuklar
    Güneşli günler göreceğiz
    Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
    Işıklı maviliklere süreceğiz…

    (Nazım Hikmet, 1930)

    Bazen kötü analojiler iyi sonuç verir. Müsaade ederseniz bir tane de ben denemek istiyorum. Şimdi lütfen, bir ornitoloğun “kümes”i aşağıdaki biçimde tanımladığını düşünür müsünüz?

    “Kümes, halk arasında dişisine tavuk, erkeğine horoz denen ‘Gallus gallus domesticus’un habitatıdır. Bu habitatta az sayıda horoz, çok sayıda tavukla poligamik biçimde yaşar. Horozların görevi tavukların güvende ve üretken olmalarını sağlamaktır ve bunu en iyi yapan horoz olmak için birbirleriyle rekabet ederler. Bu rekabet en güçlü horozun en fazla tavuğu kontrol etmesiyle sonuçlandığı için kümesin de daha güvenli ve üretken olmasını sağlar.”

    Yukarıda okumuş olduğunuz paragraf, içinde yanlış tek cümle olmamasına rağmen “bütün boşanmaların sebebi evliliktir” önermesi kadar anlamsız! Çünkü kümes “bu” değil! Kümes, çiftçilerin, horozları kullanarak tavukların yumurtlamasını sağladığı ve bu yumurtalara el koyarak faydalandığı yere denir. Kümes, ne gerçek anlamda horozların kontrolündedir, ne de tavuk ve horozlara aittir! Kümesin sahibi çiftçidir, ondan ve kümesten elde ettiği kazançtan bahsetmeden kümes tanımlanamaz!

    Düşünsel emeğini satarak geçinen işçilerin kreatif ya da idari işlerde çalıştığı ofis ve plazaları, bu işçilerin kariyer yaptıkları yer olarak tanımlamak da aynı sebeple, aynı derecede saçmadır! Buna rağmen büyük şairin “77 katlı, yekpare camdan” diye tasvir ettiği bu kümeslerde sadece horozlar baş horoz olmak için birbirleriyle kavga etmez, tavuklar da kendilerini baş horoza beğendirip bir gün horozluğa terfi edebilecekleri düşüncesiyle kendi aralarında didişir! Tabii iktisadi ve idari bilimlerin yasaları biyolojinin yasaları kadar katı olmadığı için nadiren bunu başaranlar olur ancak daima birer istisna olarak! Zira “şirket yasaları”na göre, plaza horozları tüneklerine, plaza tavuklarının folluklarına giderken geçtiği yoldan geçerek tünemezler!

    Bu kadar analoji yeter.

    Yukarıda “767” numaralı yazımda “masadan kalkmadan kazanamayız” diyerek ara vermiştik. Tartışmanın sosyal medyada süren kısmında ilginç bir soru soruldu, “Ne yani hepimiz istifa mı edeceğiz?!” Bu, aslında çok derin bir sorunun basit ifade edilmiş hâli, o soru da “patronlar düzeniyle bağlarımızı ne kadar kopartabiliriz?”

    Diyalektik gereği, parçası olduğumuz düzen yıkılmadan o bağlardan bireysel olarak kurtulamayız!

    Sermaye düzeninde pek az istisnası olan bir başka kuraldır, “Kimsenin ağız kokusunu çekmemek” için kendi işini kuranlar düzenle olan maddi bağlarının daha da güçlendiğini, daha fazla emek ve zamanlarını çalışmaya harcamak zorunda kaldıklarını görürler!

    Oysa o bağları seyreltebiliriz.

    Ancak bunun için hayatımızı pek çok açıdan yeniden kurmamız gerek!

    Bunun işteki karşılığı da, istifa değil ama “kariyercilik oynama”yı bırakmak, mesaidaşlarımıza değil, patron ve vekilleriyle mücadele etmek!

    Kısa sürede kapı önüne konmakla sonuçlanacak bireysel bir “Donkişotluk”tan ya da arkamızdan iş çeviren mini çakallara İsa peygamber gibi öteki yanağımızı sunmaktan değil, bir prensip olarak mesaidaşlarımızın zararına kazanç sağlamamak, ofis komploları ve dedikodularından uzak durmak, bunu açıkça yaparak örnek olmak ve çevremizde bu davranışı örgütlemekten bahsediyorum!

    Emeğiyle geçinen insanların sanılandan çok daha azı sahtekâr ve aşağılık ruhludur. Pek çok beyaz yakalı, ofis ortamında başka türlü davranılabileceğini düşünmediği için sisteme uyum sağlamaya çalışır ve ahlâken kendine yabancılaştığı için vicdanı sürekli rahatsızdır, hayatını mutsuz ve huzursuz yaşar!

    İnsanların örgütleyici bir öncülüğe ihtiyacı var ve biz bu öncüler olabiliriz. Bunu yaptığımızda aslında azınlıkta olan alçakları baskı altına alabilir ve patronun kendi çıkarına manipüle etmesi çok daha zor bir ofis ortamı yaratabiliriz.

    Zaten buna bireysel olarak da ihtiyacımız var. 10 küsur yıllık AKP diktatörlüğünde, patronların saltanatı çok daha kirli ve ahlâksız hâle geldi. Uzak durmadan insan kalmanın mümkün olmadığı bu ahlâksızlık, işyerinde kendisini en açık biçimde işçiler arası rekabette gösteriyor!

    Bu yüzden şu satırları önemseyelim

    “Özel mülkiyet, herkesi kendi kaba yalnızlığına izole ettiği ve buna rağmen herkesin çıkarı komşusununkiyle aynı olduğundan (…) her işçi diğeriyle düşmanca karşı karşıya gelir. Bu özdeş çıkarların çatışmasında, tam da bu özdeşlik yüzünden insanoğlunun bugüne değin içinde yaşadığı koşulların ahlâksızlığı doruğa ulaşır. Bu doruk, rekabettir.” (( Friedrich Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisinin Ana Hatları” ))

    Devam edeceğiz…

    [Nevzat Evrim Önal
    15 Aralık 2015]

  787. Sayın (pipsqueak) 780'e

    Sayın “pipsqueak” 780,

    [mantığın her zaman ezenlerden tarafında olduğunu bilmemek] Bu açıklamanız çelişkili!

    [Bazı antropologlar ilkellerin tüm bilgilerinin işlevsel olduğunu, aksi halde, medeniyetin getirdiği strese rağmen cüzi bir para karşılığı hayatı sonsuz kolaylaştırıcı ve stressizleştirici araçlardan yoksunların bir gün bile yaşayamayacaklarını defalarca tespit ettiler.] Bu açıklamanız dikkatimizi daha çok çekti. Açıklamanızı detaylandırır mısınız? Referans kaynak isimleri de yazar mısınız?

    [Aydıncılar egemenliği ele geçirme yolunda olan kapitalist-burjuvaların teorisini yapanlar.] (Şahsınızın ifadesi ile) “Aydıncılar”ın kapitalist-burjuvaların teorisini yapanlar olduğu yönündeki açıklamanız çok iddialı ve muğlak. Bu hususta örneklerle, referanslarla görüşlerinizi daha detaylı yazar mısınız? Niccolò Machiavelli, Thomas Hobbes, John Locke, Adam Smith, John Stuart Mill gibi şahıslar hem kapitalizmi hem burjuvazizmi körüklemişlerdir. Fakat Voltaire, Jean-Jacques Rousseau, Pierre Joseph Proudhon, Mikhail Bakunin, Karl Marx, Peter Kropotkin, Henry David Thoreau, Thorstein Veblen gibi şahısların hem kapitalizmi hem burjuvazizmi körüklediğini söylemek çok iddialı olur.

    [En yüce amaç da gücü, yani Devlet’i ele geçirmek olur.] Nasıl bu kadar eminsiniz?! Ve hâttâ “egemenlik” denen kavrama kökünden karşı çıkıp “entropy”e eğilim gösteren (şahsınızın ifadesi ile) “aydıncılar”ın olduğunu da bildiğinize eminiz!

    [Haklısın, toparlayıp yazmak daha iyi olur. Ne yazık ki böyle bir yeteneğim olmadığı gibi bu yönde hiçbir hazırlığım yok ve isteğim de yok. Bildiklerimi yazmayı bilen ve çok daha güzel anlatanlar var.] Bu açıklamanızla siz de “entropy”e eğilim gösteren bir kişi gibi gözüküyorsunuz. Özellikle Tao geleneğinden örnekler vermeniz, ve/fakat bununla beraber “Asian quietism” tuzağına düşmeden “entropy”e eğilim göstermeniz; derli-toplu yazmayı niçin istemediğinize birkaç örnek. Siz anarşist olmadığınızı yukarıda yazmıştınız, ama anarşizmin ne olduğunu çok iyi bilmekle beraber nasıl yaşanacağı konusunda da bir timsâlsiniz! Bu son cümlemizi, sizi durduk yere övmek, yüceltmek, pohpohlamak için değil; aylardır sizle yaptığımız görüşmelerden edindiğimiz izlenimler sonucu yazdık.

    [Ben birey lafıyla sadece ve sadece günümüzdeki sayısız sayıda tanımı tamamıyla burjuva kurgusu olan birey olduklarına inananlar demek istedim. Zaten tarihte böyle bir birey hiçbir zaman olmamış. Rastlananlar daime bir toplum. Toplum dışında birey dil bile öğrenemez. Bu anlamda zamanımız bireyleri bir sürü teşkil eder.] BU İFADENİZİ AYAKTA ALKIŞLIYORUZ SAYIN “PIPSQUEAK”! NİHAYET “AYN RAND”, “MILTON FRIEDMAN”, “ADAM SMITH”, “ROBERT NOZICK” GİBİ ZEHİRLİ BEYİNLERİN ORTALIĞA SAÇTIKLARINI TESPİT ETMEYE VE ELEŞTİRMEYE BAŞLADINIZ! SİZE MİNNETTARIZ! AMA YETMEZ! “EYLEM”E GEÇMEDEN OLMAZ! “KAPİTALİZM”İ ORTADAN KALDIRMAK İÇİN “EYLEM”E GEÇMEK ZORUNDAYIZ! SİZİN DE OMUZ VERMENİZİ ÇOK İSTİYORUZ!

    [benim, gelecek 1-10-50 yılına kısıtlarsam bile, olsa olsa makinelerle makineleşmiş insanların artması dışında bilimsel bir öngörüm yok. Sadece ümidim var.] Sayın pipsqueak, işte bu köşeli [] parantez içinde yazdığınız tehlikenin çözümü için, önerilerden bir tanesini 28 Mayıs 2015’ten beri size aktarıyoruz ama umursamıyorsunuz!

    ‘SAĞMAL İNEK!’ OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ‘(TZM) The Zeitgeist Movement’ isimli oluşumun kurucusu ve ‘Zeitgeist’ belgesel dizisinin yapımcısı ‘Peter Joseph’ tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === İtiraz ve soru ===

    Birçok insan ‘(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme’nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; ‘inovasyon ~ yenilik’ dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle ‘elektronik ürünler’ üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir ‘teşvik sistemi’ var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok ‘para akışı’ var!

    Eğer böyle bir ‘teşvik sistemi’, ‘yüksek kazanç kapısı’ denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle ‘plânlı eskime/eskitme’ modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda ‘çevre problemleri’ ve ‘kıtlık’ başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; ‘eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.’ sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; ‘bir aslan tarafından kovalanıyor olmak’ tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; ‘iyidir’ denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla ‘zarar verici’) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, ‘insan’ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez ‘fiziğin değişmez bir yasası’ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, ‘ekonomik verimliliğin arttırılması!’ uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; ‘plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!’ şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; ‘piyasa ekonomisinin varlığını’ ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse ‘akladıklarını’, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; ‘açlığın’ ve ‘sınıflar arasındaki dengesizliğin’ başladığı yerdir!

    ‘Teknolojik ilerleme ve verimlilik’ üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    ‘Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…’,

    ‘Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…’,

    ‘Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!’

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve ‘yeşil doğa devrimi’nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak ‘kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!’ bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de ‘yeşil doğa devrimi’ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    ‘Plânlı eskime/eskitme’ modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği ‘ilerlemek’ olgusunu, sadece ve sadece; ‘paranın kullanımı döngüsü’ içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    ‘Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)’ dediğimiz nesne ise ‘daha fazla para kazanmak!’ ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi ‘inovasyon!’ mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda ‘inovasyon’un; ‘plânlı eskime/eskitme’ modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; ‘enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar’ halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer ‘medya dünyası!’nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu ‘amansız tüketim kültürü!’nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; ‘medya!’ da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların ‘sürekli kâr!’ odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları ‘sağmal inek!’ düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, ‘zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!’, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz ‘The Zeitgeist Movement’ın önerdiği ‘(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi’, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: ‘Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.’

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin ‘tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf’ tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; ‘Sovyet Kapitalizmi!’ ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür ‘miras devri!’ yoktur!

    ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi ‘sol’ sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir ‘siyasi’ ve/veya ‘iktisadi’ ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece ‘Sovyet Kapitalizmi!’ değil; ondan daha tehlikeli olan ‘Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!’ başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya ‘görmezlikten gelmiş!’,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse ‘vazgeçmiştir!’

    Gerçek bir ekonomi; ‘insanların ihtiyaçları’ ve ‘toplumların refahının’ dengede olmasına dikkat ederek, ‘üretim↔tüketim döngüsü’nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını ‘her zaman açık ve şeffaf’ tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ‘kapitalist piyasa ekonomisi!’ adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, ‘Matrix’ filminde bir karakter olan ‘Morpheus’un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8′in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ’6′ ve ’7′yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    *****
    NOT: Yukarıdaki metnin daha detaylı, örneklendirilmiş hâli için aşağıdaki adresi ziyaret etmenizi öneririz:

    ( http://sayin-ogursel-273e-ve-274e-cevap.tumblr.com/ )

    ********************

    SORU: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?

    CEVAP: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu hasarlı hâle getirmek!

    Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!

    Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!

    Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!

    Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!

    “Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
    “Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
    Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!

    Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!

    Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!

    “Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!

    “Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatle incelemenizi öneriyoruz:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

  788. FED, BEKLENDİĞİ GİBİ FAİZİ ARTTIRDI.

    PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK?

    Kısa Bir Özet ve Hatırlatma

    Sonunda beklenen oldu ve Fed, faizini 0,0 – 0,25 aralığından 0,25 – 0,50 aralığına yükseltti. Önce yükseltilen faizin hangi faiz olduğunu açıklayalım. Mevduat bankaları, ihtiyaç duymaları durumunda gecelik olarak birbirlerinden borç alabilmektedirler. Bu borçlanmada uygulanan faize Federal Fund’s Rate (FFR) adı veriliyor. Bu faizin oranını Fed’in Açık Piyasa İşlemleri Komitesi (FOMC) belirliyor. Ve bankalar, birbirlerine borç verip alırlarken bu faizi uygulamak durumundalar. Fed FOMC’nin yükselttiği faiz bu faiz.

    2008 yılında Fed FOMC, bu faizi dramatik bir biçimde 0 – 0,25 aralığına düşürmüştü. Aslında FED FOMC’nin amacı FFR oranını 0’a düşürmekti ancak 0 düzeyindeki oran para piyasası fonlarının aldığı ücreti sundukları getirinin üzerine çıkararak sorun yaratacağı için 0 – 0,25 aralığı kabul edildi.

    2008 yılında başlayan küresel krizin başında Fed, parasal genişlemeye (tahvil alıp para vermeye) başladığında bilanço büyüklüğü 925 milyar dolayındaydı. Bugün bu büyüklük 4,5 trilyon dolar dolayında bulunuyor. Fed, tahvil alımı ve likidite genişletme operasyonunu tedrici biçimde azaltarak 2014 yılının Ekim ayında sonlanırdı.

    Fed, ekonominin canlanması halinde, doğacak enflasyonu önlemek ve oluşabilecek balonları indirebilmek için FFR’yi artıracağını ve bunu yapmadan önce üç göstergeyi dikkate alacağını açıklamıştı: Büyüme, istihdam (işsizlik oranı) ve enflasyon. Geldiğimiz aşamada ABD ekonomik büyümesi potansiyel büyümeye (yüzde 2,0 – 3,0 aralığı) geri dönmüş, işsizlik oranı doğal işsizlik oranı olarak kabul edilen oranı yakalamış (yüzde 5 düzeyi) bulunuyor. Geriye kalıyor enflasyon. Fed, enflasyon konusunda 18 ay sonra enflasyonun yüzde 2 düzeyine çıkacağı tahmini yaptığında faizi artıracaktı. 15 – 16 Aralık toplantısı sonucunda faizi 0 – 0,25 aralığından 0,25 – 0,50 aralığına artırdığına göre demek ki bugün itibariyle enflasyonun 18 ayda yüzde 2’ye ulaşacağı tahminini yapmış bulunuyor.

    Beklentiyi Satın Al Beklentiyi ve Gerçekleşmeyi Sat

    Beklentiler; Fed’in 16 Aralık’ta faizi 0,25 puan artıracağı yönündeydi. Gerçekleşme, beklenti doğrultusunda oldu. Fed, tam anlamıyla rasyonel beklentiler doğrultusunda hareket ederek “ne beklersen o gerçekleşir” tezini doğrulayan bir adım attı. Fed’in faizi artırmasıyla birlikte başta en kırılgan olanlar olmak üzere gelişme yolundaki ekonomilerden döviz çıkışı olacağı, Fed’in faiz artışının yarattığı getiri artışından yararlanmak ve risklerini azaltmak isteyen fonların buralardan çıkarak gelişmiş ülkelere döneceği şeklindeydi. Son bir ayda bu beklentiler yavaş yavaş yaşama geçti. Bu hamlelerin sonucu olarak Dolar ve Euro yükselirken gelişmekte olan ülkelerin para birimleri değer kaybettiler. Bu tür yaklaşımlar genellikle abartılı yaklaşımlardır. Yani olması gerekenden daha fazlası beklenmeye başlanır. Bu gidiş, geçtiğimiz haftanın ikinci yarısına kadar sürdü. Sonra yavaş yavaş gelişmekte olan ülke paraları Dolar ve Euroya karşı değer kazanmaya başladı. Bir anlamda piyasalar henüz gerçekleşmemiş olan faiz artışı gerçekleşmesini önceden satmaya başlamışlardı. Karar sonrası Dolarda gevşeme olması beklendiği için geç kalma endişesi taşıyan fonlar Dolar boşaltmaya başladılar. Sonuçta Dolar değer kaybetmeye yöneldi. İlginç bir durum ortaya çıktı: Beklentiyi satın alan piyasalar, henüz gerçekleşme olmadan yeni beklentiyi satmaya başlamışlardı.

    Fed Açıklamasının İpuçları

    Aslında en çok merak edilen konu, Fed’in faiz artırması yapıp yapmayacağı değil, geleceğe ilişkin yaklaşımları konusunda nasıl vurgulamalar yapacağıydı. Fed açıklamasının en önemli noktalar şunlar: (1) Amerikan ekonomisi Ekim’den bu yana ılımlı bir biçimde toparlanmaya devam ediyor. (2) hanehalkı harcamaları ve yatırım harcamaları son dönemde sürekli bir artış eğilimi gösteriyor. (3) Konut sektörü gelişme içinde bulunuyor. (4) İşgücü piyasası olumlu bir gelişme içinde bulunuyor ve işsizlik düşüyor. (5) Enflasyon, düşük enerji fiyatları ve düşük ithal malı fiyatlarının da etkisiyle hedeflenen uzun dönemli yüzde 2 oranının altında kalmaya devam ediyor. Bununla birlikte Fed FOMC komitesi, enflasyonun beklenen yüzde 2’lik hedefe ulaşacağını tahmin ediyor.

    Bu açıklamalar sonucunda Fed FOMC komitesi, enflasyondaki gidişata bakarak, faizlerin tedrici olarak artırılması gerektiği düşüncesinde olduğunu vurgulamış bulunuyor. Buna ek olarak komite, faiz oranının, bir süre, uzun dönemde beklenenin altında kalmaya devam edeceğini açıklamakla birlikte gelecek ekonomi verilerin bu durumu etkileyeceğine de değiniyor.

    Şimdi Ne Olacak?

    Fed’in kararının hemen sonrasında Dolar / TL kuru 2,91’e kadar gerilemişti. Ben bu satırları yazarken kur hafifçe yükselerek 2,94’e oldukça yaklaştı. İlk tepkiler daima sert olur. Piyasanın uzun süredir dişlerini sıkarak beklediği kararın ardından rahatlaması fakat bir süre geçtikten sonra fazla rahatladığını hissederek ters tepki vermesi normaldir. Bunu AMB’nin kararı öncesi ve sonrasında da yaşadık. Dolar bir miktar daha değer kaybedebilir.

    ABD ekonomisi toparlanmayı sürdürdükçe Fed, faiz artırmaya devam edecek. 2016 yılında 2 ile 4 arasında faiz artırımı yapmasına ilişkin beklentiler var. Ben 3 kez artıracağını ve yılı 1,25 tavan faizle bitireceğini tahmin ediyorum. Fed’in faiz artırımı son aşamaya ulaşmadığı sürece de gelişme yolundaki ülkelerden sermaye çıkışı yaşanmaya ve Dolar değer kazanmaya devam edecek. 2016 yılında Dolar cephesinde 2015 yılında yaşadığımız senaryoyu benzer biçimde tekrar yaşayacağız. Yani Dolar inişler ve çıkışlar gösterse de genel eğilimi çıkış yönünde olacak.

    Mahfi Eğilmez
    16 Aralık 2015

  789. 784
    Aşağıdaki sizi tam içerir.
    “Doğa bir türlü kurtulamadığımız seküler mehdi olur. Sıradanlar müminler tüketici, ayinler bilim–teknik, bilim-teknisyenleri de rahipler olur. Ve tüm dünya, kapitale tapanlar, komünistler, sosyalistler, anarşistler aynı dinin, değişik dualarla daha etkin olma kavgası içinde olsalar da, tarihin ve kapitalizmin cilvelerine rağmen, bu tatlı rüyanın gerçekleşmesini beklerler. Dinciler kıyameti, seküler-laikler bolluk beklerler.”
    Onun için sizinle konuşacak bir şeyim kalmamıştı. Siz salak Marks gibi kapitalizmin “ileriye” hamle olduğu görüşünü paylaştığınızı, onun gibi doğayı ölü görmeye katıldığınızı, bilim-tekniğin yarattığı yaşanmaz dünyayı iyi kalpli tanıdık bilim-teknik salaklara devretmeyle dünyanın bolluğa erişeceğine katıldığınızı, kısacası bana tam ve sonsuz ters düşen tüm fikirleri benimsediğinizi ifade ettiniz. Hala size destek vermemi istemeniz bir espri olmalı. Dediklerimden hiçbir şey anlamadınız, kitapları okumadınız, anarşistlik politika artistlerini bile görmüyorsunuz, …
    Her neyse.
    Bende size bir espri yapayım.
    Bütün Türkler mavi gözlü sarışın olmak isterler.
    Siz Türksünüz.
    O halde siz de mavi gözlü sarışın olmak istiyorsunuz.
    “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” Siz mantığı öyle anlıyorsunuz: evrensel. Tam bir aydıncılar aydının anlayışı. Belki William Blake’in “Urizen” kitabıyla başlarsanız fena olmaz.
    Mantık varsayımlarla yapılır.
    Okula git. Kiranı öde. Kimlik taşı. Parasız yiyecek alamazsın. Çalışmayana ekmek yok. Yeteneklerini pazarda satmasını bil. Kafası çalışanlar koca kelle olurlar. Kafası çalışmayanlar koca kellerin konusu olurlar. … daha yüz binlerce mevcut düzen varsayımında yola çıkan bu mantık artık sadece ezenlerin mantığı bile değil, banal bir sağ duyu.
    Sizin mantığınız ezenler mantığı. Marks’ın ve anarşistlerin doğayı kibar dilde fetiş, benim dilimde iğfal edilecek süreğen ve ebedi bakire ettiklerini görmekten acizsiniz.
    Hava değişmesi, canlı varlıklar çeşitliğinin hızla sıfıra yaklaşması, transgenik organizmaların hızla artışı, fosil yakıtların hızla azalmaları, hava ve çevre kirliliği, tropik ormanların yer yüzünden silinmesi, … hepsini sizin kapitalist-anarşist-komünist-sosyalist çorbası veya diyalektik sentezi iyi kalplilerin büyücü çubuğuyla düzelecek.
    Ve hepsinden sonsuz acı veren, bu sizlerin çılgınlığını paylaşmayan ve hepinizin Hollywood-vari anladığınız asıl insanları sinirlerinizi tıpaladığı için ırkçılığınızla kırımdan geçireceksiniz. Tabii iyi kalpli kırım olacak. Onları size veya sizin olmak istediğiniz mavi gözlü sarışın yapacaksınız. Politically correct bir çözüm.
    Size ancak 779 gibi aşağılık ve adilik kuyusunun dibine varanlar destek verir.

  790. Sayın ve Değerli ve Mantık Uzmanları (784)
    Aşağıdaki sizi tam içerir.
    “Doğa bir türlü kurtulamadığımız seküler mehdi olur. Sıradanlar müminler tüketici, ayinler bilim–teknik, bilim-teknisyenleri de rahipler olur. Ve tüm dünya, kapitale tapanlar, komünistler, sosyalistler, anarşistler aynı dinin, değişik dualarla daha etkin olma kavgası içinde olsalar da, tarihin ve kapitalizmin cilvelerine rağmen, bu tatlı rüyanın gerçekleşmesini beklerler. Dinciler kıyameti, seküler-laikler bolluk beklerler.”
    Onun için sizinle konuşacak bir şeyim kalmamıştı. Siz salak Marks gibi kapitalizmin “ileriye” hamle olduğu görüşünü paylaştığınızı, onun gibi doğayı ölü görmeye katıldığınızı, bilim-tekniğin yarattığı yaşanmaz dünyayı iyi kalpli tanıdık bilim-teknik salaklara devretmeyle dünyanın bolluğa erişeceğine katıldığınızı, kısacası bana tam ve sonsuz ters düşen tüm fikirleri benimsediğinizi ifade ettiniz. Hala size destek vermemi istemeniz bir espri olmalı. Dediklerimden hiçbir şey anlamadınız, kitapları okumadınız, anarşistlik politika artistlerini bile görmüyorsunuz, …
    Her neyse.
    Bende size bir espri yapayım.
    Bütün Türkler mavi gözlü sarışın olmak isterler.
    Siz Türksünüz.
    O halde siz de mavi gözlü sarışın olmak istiyorsunuz.
    “Tehlike son derece her zaman her yerde geçerli bir tanım aramada.” Siz mantığı öyle anlıyorsunuz: evrensel. Tam bir aydıncılar aydının anlayışı. Belki William Blake’in “Urizen” kitabıyla başlarsanız fena olmaz.
    Mantık varsayımlarla yapılır.
    Okula git. Kiranı öde. Kimlik taşı. Parasız yiyecek alamazsın. Çalışmayana ekmek yok. Yeteneklerini pazarda satmasını bil. Kafası çalışanlar koca kelle olurlar. Kafası çalışmayanlar koca kellerin konusu olurlar. … daha yüz binlerce mevcut düzen varsayımında yola çıkan bu mantık artık sadece ezenlerin mantığı bile değil, banal bir sağ duyu.
    Sizin mantığınız ezenler mantığı. Marks’ın ve anarşistlerin doğayı kibar dilde fetiş, benim dilimde iğfal edilecek süreğen ve ebedi bakire ettiklerini görmekten acizsiniz.
    Hava değişmesi, canlı varlıklar çeşitliğinin hızla sıfıra yaklaşması, transgenik organizmaların hızla artışı, fosil yakıtların hızla azalmaları, hava ve çevre kirliliği, tropik ormanların yer yüzünden silinmesi, … hepsini sizin kapitalist-anarşist-komünist-sosyalist çorbası veya diyalektik sentezi iyi kalplilerin büyücü çubuğuyla düzelecek.
    Ve hepsinden sonsuz acı veren, bu sizlerin çılgınlığını paylaşmayan ve hepinizin Hollywood-vari anladığınız asıl insanları sinirlerinizi tıpaladığı için ırkçılığınızla kırımdan geçireceksiniz. Tabii iyi kalpli kırım olacak. Onları size veya sizin olmak istediğiniz mavi gözlü sarışın yapacaksınız. Politically correct bir çözüm.
    Size ancak 779 gibi aşağılık ve adilik kuyusunun dibine varanlar destek verir.

  791. NURSAN ÇELİK ÜRETİM DURDURDU!

    SANAYİ DEVİ ‘NURSAN ÇELİK’ ÜRETİMİNİ DURDURDU, İŞÇİLERİ EVLERİNE GÖNDERDİ

    Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketi listesinde ilk 100 firma arasında yer alan Nursan Çelik’in 10 gün kadar önce üretimini durdurduğu öğrenildi. Fabrikada çalışan 900 kadar işçi evlerine gönderildi. Bir milyar lira cirolu şirketin, yeniden faaliyete başlayıp başlamayacağı ise belirsiz… Şirketin, doğrudan çalışanları yanı sıra, 40’ı bulan taşeronları ile birlikte binlerce kişinin geçimini sağladığına dikkat çekiliyor.

    Hatay Payas’da kurulu Nursan Çelik Sanayi ve Haddecilik A.Ş., İstanbul Sanayi Odası’nın son açıkladığı 500 Büyük Sanayi Kuruluşu lisesine 1 milyar lirayı bulan cirosu ile 85. sıradan girdi.

    Sabri, Ramazan ve İlyas Keleş’in başında bulunduğu fabrikada çalışan sayısı 900 kadar. 1983 yılında küçük bir atölyede üretime başlayan Nursan, bugün yıllık 1. 5 milyon ton kapasiteye sahip.

    ÜRETİM DURDURULDU
    Hürriyet Dünyası’nın edindiği bilgilere göre Nursan A.Ş.’de sıkıntılar 10 gün kadar önce önemli ölçüde arttı. Banka riskleri de bulunan Nursan’da 30 yılı aşkın bir süredir devam eden faaliyete ara verilmek durumunda kalındı. İşçiler evlerine gönderildi. Dev tesise yeniden ne zaman üretime başlanacağı ise belirsiz.

    İHRACATIN DA DEVLERİ ARASINDA
    Nursan A.Ş. aynı zamanda, Türkiye’nin en çok ihracat yapan ilk 100 firması arasında. Türkiye İhracatçılar Meclisi verilerine göre Nursan A.Ş., 144 milyon dolarlık ihracatı ile ilk 1000 firma arasında 97. sırada yer aldı.

    Hatay’da üstlendikleri bir dizi sosyal sorumluluk projeleri de bulunan Nursan Group, demir çelik sektörünün yanı sıra, sağlık, gıda gibi alanlarda da faaliyet gösteriyor.

    Sektör kaynakları, Nursan A.Ş.’nin yaşadığı sıkıntının kaynağında, üretim üzerindeki artan mali baskının bulunduğuna işaret ediyor. Bu durum sektör firmalarının dünya ile rekabetini güçleştiriyor.

    40 TAŞERONUNU DA VURDU
    Nursan’ın üretimde bulunduğu Hatay ise Türkiye demir çelik sektörü için önemli bir bölge. Türkiye’de üretilen demir çeliğin yaklaşık yüzde 40’ı, Hatay-İskenderun, Dörtyol bölgesinde üretiliyor. Anılan bölgelerde toplam 18 bin kişi çalışıyor.

    Sektör kaynakları, Nursan A.Ş.’nin aldığı üretim durdurma kararının bir benzerini başka firmaların da almasından endişe ettiklerini söyledi.

    Nursan’ın üretimini durdurması, aynı zamanda taşeron olarak çalışan firmalarını da etkiledi. Şirketin 40 kadar taşeron firma ile çalıştığı belirtiliyor.

    BAŞKA FİRMALAR DA İŞTEN ÇIKARMA YAPIYOR
    Doğan Haber Ajansı muhabiri Ufuk Aktuğ’un geçtiği haberde ise, bölgede Nursan dışında başka firmaların da işten çıkarma yaptıkları belirtildi.

    DHA’ya göre Dörtyol Ticaret Odası yönetim kurulu üyesi Mehmet Ertunç ise demir çelik sektöründe yüzde 0 KDV ile alınan yarı mamulün % 18 KDV ile satıldığını ve sektörün 30 yıl önceki mevzuatlarla yönetildiğini söyledi. Sektörle ilgili bir çalıştayın düzenlenmesi gerektiğini ifade eden Ertunç, şöyle konuştu:
    “Fire payları, KDV oranları, enerji giderleri ve sektörün sorunları ile ilgili çözüm bulunmasını istiyoruz. Nursan’ın bu yaşadıklarından sonra birçok üretici üretimini durdurdu. Nursan’ın 1500 işçisi vardı üretimi durdurdu işçilere süresiz izin verdi. Yolublan A.Ş. 300’e yakın işçi çıkarttı. Aynı şekilde Tosyalı Holding işçi çıkartmak için hazırlık yapıyor. Baştuğ, Yazıcılar, Ekinciler hepsi tedirgin sırayla 50 yerli 100 erli işçiler çıkartıyorlar. Ticaret odası olarak bizleri tedirgin eden şey bu bölgemizde sektörde 18 bin insan çalışıyor bu işten çıkartmalar giderek dalga dalga yayılıyor. Bunlar bizim lokomotifimiz tedirgin oldukları zaman, üretimini durdurdukları zaman bu bölge çöker. Dörtyol, Payas, İskenderun bölgesi çok büyük sıkıntılar yaşar.”

    Dinçer Gökçe
    17 Aralık 2015

  792. BSH ÇERKEZKÖY İŞÇİSİNİN SABRI TAŞIYOR!

    B/S/H ÇERKEZKÖY İŞÇİSİNİN SABRI TAŞIYOR

    Geçen Mayıs ayında Bursa merkezli yaşanan metal direnişinin etkileri sürüyor. Bu fabrikalardan biri de Türk Metal’in örgütlü olduğu Çerkezköy’deki B/S/H. Ücretlerin düşük, çalışma koşullarının ise dayanılmaz olduğunu söyleyen işçiler, pek çok işçinin tazminatını alıp ayrılmak için başvuru yaptığını anlattı. Özellikle asgari ücret tartışmalarıyla birlikte ek zam beklentisinin arttığına işaret eden işçiler, “Ek zam yapılmazsa fabrikada işçi kalmaz” dedi.

    Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesinde aynı kompleks içinde soğutucu, çamaşır, bulaşık ve fırın olmak üzere dört fabrikanın üretim yaptığı B/S/H’de her dönem verilen primler bu dönem bir önceki döneme göre daha fazla üretim olmasına rağmen hurda fazla çıktığı iddiasıyla fırın fabrikasına verilmemesi işçilerin tepkisini çekti. Bu kararı protesto eden işçiler fabrika yönetiminin her yıl düzenlediği yemeğe, bütün baskılara rağmen katılmadı. Yemeğe Emay bölümü tamamen katılmazken montaj bölümünde ise katılmayan işçiler olduğu söyleniyor.

    ÜRETİM ARTARKEN PRİMLER KUŞA DÖNDÜ

    Bur süredir üretim artışı için yönetim tarafından baskılandıklarını anlatan işçiler, şunları söyledi: “Kimi bölümlerde tepelerine lambalar dikilip, kimi bölümlerde ise band hızları yükseltilerek üretim sürekli artırılıyor. Bir ürünle ilgilenmemiz saniyeler ile ölçülüyor. Ya lambanın kırmızıya dönmemesi ya da bandın hızına yetişmek için arızalı olan ürüne yeterli zamanı ayıramıyor ve tekrar ele alamıyoruz. Bunun için evet üretin artarken hurda ürün sayısı da artıyor. Ama buna rağmen toplam sağlam ürün sayısı sürekli çoğalıyor.” Yıllar içinde performansın artmasına (üretilen ürün miktarı) rağmen primlerin sürekli düştüğünü söyleyen bir işçi, işe girdiği ilk yıllarda primlerin nerede ise bir maaş tutarında olduğunu, şimdi ise bu rakamın 200-250 lira civarına düştüğünü anlattı.

    ÇALIŞMA KOŞULLARI ÇEKİLMEZ HALDE

    Üretim hızı arttıkça çalışma koşulları işçiler için daha çekilmez hale gelmiş, meslek hastalıklarına yakalanan işçilerin sayısı da artmış. Özellikle eski işçilerin birçoğunda bel ve boyun fıtığı var. Vardiya bitiminde eve pestilleri çıkmış halde döndüklerini anlatan işçiler, eklem ve topuk ağrıları çektiklerini söyledi. Bu koşullarda B/S/H’den emekli olma şanslarının olmadığını ifade eden işçiler, pek çok işçinin işçilerin ise çareyi işten ayrılmakta bulduğunu, tazminat alarak işten ayrılmak için başvuru yaptığını söyledi.

    METAL İŞÇİSİ EK ZAM İSTİYOR

    İşçilerin işten ayrılmak istemesinin bir başka nedeni de düşük ücret. Daha önceki yıllarda B/S/H’ye girmek için torpil arandığını, bugün ise işçilerin işten ayrılmak için sıraya girdiğini belirten bir işçi, “Ücretler diğer fabrikalara göre avantaj oluşturmuyor” dedi. Özellikle asgari ücretin 1300 liraya çıkarılacağının konuşulduğu bugünlerde 6-7 yıllık B/S/H işçisinin asgari ücret düzeyinde eşitleneceğinden dolayı birçok işçi daha rahat koşullarda iş aramaya başladığı belirtiliyor. “Her yer asgari ücret olacaksa bu ağır koşulları niye çekeyim” diyen bir işçi, fabrikadaki tüm çalışanların ek zam beklediklerini kaydetti. İşçi “Eğer ek zam yapılmaz ise ilk sözleşmenin olacağı 2017 yılına kadar metal fabrikalarında işçi kalmayacak” dedi.

    Tuncay Sağıroğlu
    Çerkezköy
    16 Aralık 2015

  793. Sayın (pipsqueak) 786'ya ve 787'ye

    Sayın “pipsqueak” 786 ve 787,

    Bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların, bebekliğimizden itibaren C.E.O. kıçı yalamak için yetiştirildiğini; 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada haykırıyoruz!

    İsyanımızı sizlere de duyurmaya çalışıyoruz:

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Eğer bütün bu tehlikeli akışı göremeyecek kadar isteksizseniz; yapacak birşeyimiz yok!

    C.E.O. kıçı yalamayı artık istemiyoruz! Bu zehirli sistemi ortadan kaldırmak istiyoruz! Sadece “Beyaz” rengin değil, her rengin “ezilmemesi” için sizi de mücadeleye çağırıyoruz! Sizin yaptığınız ise; lâf bükmek!

    Eğer sadece “tarih madenciliği” yapmak ve sadece “antropolojik verilerle kontrol etmek” bu hayata çözümler getirebilseydi; dünya şu an bu hâlde olmazdı!

    Size; sadece “tarih madenciliği” yapmak ve sadece “antropolojik verilerle kontrol etmek” YETMİYOR diye haykırıyoruz; duymuyor musunuz?! Görmüyor musunuz?! Hissetmiyor musunuz?! “Kapitalizme karşı ‘eylem’e geçmeden kurtuluş yok!” diye haykırıyoruz; idrak etmek istemiyorsunuz!

    SOMA cinayetiyle ölen “insanların” niçin öldüğüne verebilecek tek cevabınız yok, olamaz!

    Hâlâ utanmadan, arlanmadan [Sizin mantığınız ezenler mantığı] yazabiliyorsunuz!

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatle incelemenizi öneriyoruz:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Bu dökümanı okumadığınız için; bilimi fetişleştirdiğimizi zannediyorsunuz! Beyninize acıyoruz!

    Kitaplarınız arasında Elias Canetti’nin “Körleşme”sini (Die Blendung / Auto-da-Fé / The Blinding) yaşamaya zevkle devam ediniz!

    BİR GÜN; SİZİN KAPINIZA DA GELECEKLER:

    “SAYIN PIPSQUEAK,

    SİZ, KİTAPLARINIZ ARASINDA ÇOK MAHARETLİ BİR KİŞİYE BENZİYORSUNUZ!

    SİZ DE GAYET İYİ BİLİYORSUNUZ; KAPİTALİZMİN 2015-2016 KURALLARINA GÖRE ARTIK HERKES (KAPİTALİZME KARŞI OLSALAR BİLE!) MALZEMELERİNİ BİR SENARYO METNİNDE TOPLAYIP REKLAM HAZIRLAMAK VE PİYASADA SUNMAK ZORUNDA! ANCAK VE ANCAK BUNU YAPARAK SİZİN YAŞAMANIZA MÜSAADE EDEBİLİRİZ!

    EĞER BEYNİNİZDE BİRİKTİRDİĞİNİZ KİTAPLARLA REKLAM YAPIP KAPİTALİST PİYASADA HEM KENDİNİZİ, HEM BU KİTAPLARI PAZARLAMAZSANIZ; SİZİN DE HAYATINIZI ELİNİZDEN ALMAK ZORUNDA KALACAĞIZ!

    EN AZINDAN; VÜCUDUNUZDAN ÇIKARDIĞIMIZ ORGANLARINIZI BAŞKA İNSANLARA AKTARARAK, KAPİTALİZMİ ONLARIN DAHA HAŞİN, DAHA HIZLI, DAHA VERİMLİ, DAHA İLERİCİ, DAHA REKABETÇİ YÜCELTMESİNİ SAĞLAYACAĞIZ! (CORPORATOCRACY) ŞİRKETOKRASİ’NİN KOYDUĞU YENİ KURALLAR BU ŞEKİLDE! SİZE EVİNİZİ TERKETMENİZ İÇİN 10 DAKİKA SÜRE VERİYORUZ; HAZIRLANMAYA BAŞLAYIN!”

    AÇIKLAMASI İLE SİZİ DE REHİN ALACAKLAR!

    Size iyi uykular!

    Hoşçakalın!

  794. 790 ve önceki söylemcilerine..
    ahlâkınız, ezberiniz, çok dilli, çok kitaplı cehaletiniz, zerre tarihsel kavrayış taşımayan halinizle,
    bence,
    azıcık adam toparlasanız; azıcık ciddiye alınsanız,
    Finans kapital bir işe yaramayan bankada öylece yatan trilyon dolarları ilk önce sizin gibileri 1’er milyon dolarla satın almakta kullanır!
    Ne acı ki, bence bunu başarırlar!
    Yazık ki, bu parayı bile size vermezler!
    *
    Anti-kapitalist önerileriniz o denli çocukça, o denli naif ki.. 1 er dolar bile ödemeye üşenirler…

  795. Temiz ve Terbiyeli Bir Nüsha (Sayın 790)
    Beni sadece rehin değil çoktan esir aldılar. Onun için sizler gibi ırkçılık, ilerleme, bilim-tekniğe tapma, iyi kalplilerin ulu şeflerinizin eline geçirmesini istediğiniz kapitale tapma, devrimcilik, anarşistlik, solculuk, falan filan iki yüzlülüğü ve politika ticareti yaparak kendime terapi yapmıyorum. Ben sadece kızgınım.
    Siz kim olduğunuzu uzun bir süre önce belli ettiniz. Sizler aynı sizlerin ulu şefleriniz politika tüccarları gibi fırıldaklık edip duruyorsunuz. Türkiye’de bu solcu devrimciler tarafından daha önce de yapılmıştı. Aslında hepiniz Atatürk’ün hayırsız evlatlarısınız. O yolu açtı, sizler kıvıra kıvıra, adına Marksizm, anarşizm, sosyalizm güncelleştirilirmiş adlar takarak aynı yolda yürüdüğünüzü görmekten acizsiniz.
    EUCLIDES DA CUNHA’nın “Rebellion in the Backlands”ı okursanız fena olmaz. Bu sitede uykuda gezenlere benzeyen, bayraklarında hala “Düzen ve İlerleme” olan, bir bilim-teknik adamı EUCLIDES DA CUNHA, kendisinin asıl enayi olduğuna uyanışını anlatır. Uykusu sizin uykunuz. Yüceler Yücesi, Evreni Sarsan, Bütün Politika Tüccarlarına model olan Aydınlık devri ve ardından gelen FRANSIZ DEVRİM’İ.
    Şaka ediyorum okumanıza gerek yok. Tabii Vincent de Gaulejac, Guy Standing, David Graeber, Richard Sennett, Neal Curtis, İvan Gonçarov, Jean M. Twenge & W. Keith Campbell hariç. Ama aslında onlar da vitrin süslemeleri, en iyisi hiç okumamak. Daha daha iyisi, yazıp satmak.
    Benim bu sitede gördüklerim esiri olduğum kapitalizmden sonsuz daha çirkin. Çünkü aslı bile değil, güzel ambalajlarla satılmaya çalışılan sahte bir kopyası.
    Amerika’yla Avrupa farkı gibi. Amerikalılar asıl Allah’ın para olduğunu açık açık söylerler. Avrupalılar başlar Antik Yunan, Rönesans (tabii arada bir şey var, ne desek acaba? Buldum!, Buldum! “Ara Çağ”! Pek yakışıklı olmadı. Orta Çağ.) Ardından insan dolu yerleri bulmalar, bilim buluşu dahileri, her renk ve her çeşit dahiler, …, sonu gelmez peri masalları, bir türlü, aynı sizler gibi, sadede gelmezler. Estetik ambalajları ve özellikle insanları kardeş eden, insanlara özgürlük ve eşitlik getiren o bütün dinlerin cennetinden daha çok ağız sulandıracak cenneti yaratan Fransız Devrimi.
    Erdoğan ne demiş: “Müslümanlığın ne olduğunu bilmenize gerek yok, bana destek olun yeter!” Ama o siz devrimci solculardan sonsuz daha ileri zekalı ve bunu bir türlü kabul edemiyorsunuz.
    Şu hala beklediğim “WAİTİNG FOR GODOT” adlı yazım yayınlansa farklarımızı daha iyi anlarsınız.

  796. Sayın (ogürsel) 792'ye

    Sayın “ogürsel” 792,

    Size; “717” numaralı metnimizde yazdığımız cevabı aynen aktarıyoruz:

    Yıllardır “devlet sektörü”nde, “kamu hastaneleri”nde istihdam ediliyorsunuz. Kusura bakmayınız: “Özel sektör sömürücülüğü!”nden zerre haberiniz yok! 1978-79’da okuduğunuzu söylediğiniz Marx’ları, Engels’leri, Lenin’leri sadece ama sadece “kamu şemsiyesi altında” bir ömür geçirerek anlayamazsınız! “Sadece kitap okuyarak” öğrenci olunmaz! Siz (ve sizin gibiler); hiçbir zaman “özel sektör” denen canavarın ne denli zehir yayıcı olduğu hakkında zerre tecrübe edinmemişsiniz! “Rekabet”in R’sinden haberiniz yok! [Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] cümlenizden başka verebileceğiniz tek örnek yok! Kendinizi daha fazla küçük düşürmeyiniz!

    Eğer yüreğinizde toplu iğne ucu kadar cesaret kalmış ise; “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla en kısa zamanda biraraya gelir, ve bizzat kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay (artificial!) ve ölümcül rekabet”in ne olduğunu öğrenirsiniz!

    ***
    Kusura bakmayınız sayın “ogürsel”;
    Bu sayfada hiçkimsenin “cahilliğine” ya da “cahil olmayışına” odaklanmadığımız hâlde, başta sayın “pipsqueak” olmak üzere, siz de dahil; “cahillik testi polisi kıyafeti!”nizi giyerek tespitler yumurtluyorsunuz!

    Sizler kendinizi ne zannediyorsunuz da; bizlerin, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların, ve diğer katılımcıların ne kadar cahil olduğunu ya da olmadığını ölçebiliyorsunuz!

    [Anti-kapitalist önerileriniz o denli çocukça, o denli naif ki.. 1 er dolar bile ödemeye üşenirler…] YILLAR BOYUNCA “DEVLET HASTANELERİ”NDE İSTİHDAM EDİLMİŞSİNİZ, “ÖZEL SEKTÖR”ÜN “Ö”SÜNDEN HABERİNİZ YOK; HÂL UTANMADAN ARLANMADAN BİZLERİN, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YA-la-KA”LARIN [ÇOCUKÇA] TAVIRLAR İÇİNDE OLDUĞUNU YUMURTLAYABİLİYORSUNUZ! BEYNİNİZE ACIYORUZ SAYIN “OGÜRSEL”! EĞER YÜREĞİNİZDE TOPLU İĞNE UCU KADAR CESARET KALMIŞSA; “BEYAZ YA-la-KA”LAŞMIŞ EVLADINIZLA EN KISA ZAMANDA BİRARAYA GELİR, VE BİZZAT KENDİSİNDEN “ÖZEL SEKTÖR SÖMÜRÜCÜLÜ”NÜN NE OLDUĞUNU ÖĞRENİRSİNİZ!

    Siz yıllarca doktorluk yapın, kütüphaneler dolusu kitap okuyun, [tarihsel kavrayış] konusunda uzmanlaşın; ondan sonra gelin burada “kim cahil? / kim cahil değil?” polisliğine soyunun!

    “Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
    Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
    Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!

    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr.
    ABD-Birmingham hapishanesi
    16 Nisan 1963
    http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html

    Sayın “ogürsel”; yazıklar olsun size!

    Aslında size o kadar acımıyoruz; asıl üzüldüğümüz, asıl kahrolduğumuz, asıl endişelendiğimiz sizin oğlunuz ve varsa diğer evlatlarınız ve varsa torunlarınız! İnsan, evladından biraz tecrübe öğrenir!

    Ne günlere kaldık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  797. Sayın (pipsqueak) 793'e

    Sayın “pipsqueak” 793,

    Umarız “WAITING FOR GODOT” başlığıyla yazdığınız metniniz yayınlanır da “nirvana”ya eriştiğinizi zannedersiniz!

    Şu bitiremediğiniz [ulu şefler] kimler, açık açık yazsanız da öğrensek! Bebekliğimizden itibaren C.E.O. kıçı yalamak için yetiştirildiğimizi size an başından beri söylüyoruz; lâf bükmekten başka yaptığınız hiçbir şey yok!

    Unutmayınız sayın “pipsqueak”:
    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! BU UYARIYI ASLA UNUTMAYINIZ SAYIN “PIPSQUEAK”!

    Eğer “WAITING FOR GODOT” başlıklı metniniz içinde; SOMA maden cinayetiyle hayatları ellerinden alınan “insanlar”ın ölümüne sebep olan ölümcül hastalığın ne olduğu ile ilgili cevabınız yoksa, metninizi hiç boşu boşuna sayın Gün Zileli’nin sitesine göndermeye çırpınmayınız!

    Hâlâ şu dökümanı okumamışsınız:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Bu dökümanı okumadığınız için; bilimi fetişleştirdiğimizi zannediyorsunuz!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  798. Ezilenler, sömürülenler, mazlumlar için “bir şey yapmak”.. “onları kurtarmak için…”
    *
    Kimse, kimse için yapmasın böyle “fedakârlıklar!” Kimse, kimseyi “kurtarmaya” kalkmasın!

    Kimse bu sefil dünyayı, “mazlumlar” lehine değiştirmek için kendini feda etmesin!
    **
    Kendi için yapsın; böylesi bir dünyayı reddettiği için mücadele etsin; “başkaları” için değil… Böyle bir dünyada yaşamaktan “utandığı-mutsuz olduğu” için…
    *
    Yapabileceği halde “hükmedenlerin” tarafını seçmemek; “ruhu-vicdanı” izin vermediği için Sömüren, kullanan, aldatanlardan olamayacağı sebepleriyle…
    **
    Kapitalizme karşı verilecek mücadele karmaşık ve uzunca bir süre “dolaylı” olabilir…
    *
    Fanatiklerden kuşkulanırım; kolayca dönerler!

  799. Sayın (ogürsel) 796'ya

    Sayın “ogürsel” 796,

    [Kapitalizme karşı verilecek mücadele karmaşık ve uzunca bir süre “dolaylı” olabilir…]

    Sayın “ogürsel”, sizle birçok hususta uzlaştığımız apaçık!

    Çözüm önerilerimizin “biricik olduğunu” hiç iddia etmedik ki!

    Eğer 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız onlarca metni bir kez daha gözlemlerseniz; yazdığımız çözüm önerilerini hep “-ebilir”, “-abilir” şeklinde okursunuz! Asla ama asla; çözüm önerilerimizi emrivaki yazmadık, yazmayız!

    Eğer hastanede haftasonu mesâiye kalmayacaksınız ve zaman yaratabilirseniz, şunları izlemeniz için ısrar ediyoruz:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    “The Century of the Self” (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    Bölüm 1: Happiness Machines (Mutluluk Makineleri)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2: The Engineering of Consent (Rıza & İkna etme mühendisliği)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787

    Bölüm 4: Eight People Sipping Wine in Kettering (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
    İngilizce video:
    http://dai.ly/x2j38dj

    (Alternatif adres:
    http://dai.ly/x17b3nc )

    ***
    [Fanatiklerden kuşkulanırım; kolayca dönerler!] açıklamanıza gelince:

    Fanatiklerden siz ne kadar kuşkulanırsanız biz de o kadar kuşkulanırız! Sizlerle bu sayfada üzerinde görüştüğümüz konu hakkında ise: “Öncü cephe”cilik, “öncü savaşı”cılık (İngilizce: “Vanguardism”) tabirlerinin 20. yüzyılın başında bile işe yarayıp yaramadığı belli değilken; 2015-2016’da da bu tabirlerin uygulanmasında ısrar etmek fanatikliktir! Birçok “fraksiyon!”dan farklı düşündüğümüzü nihayet görebildiğinize inanmak istiyoruz! (“Fraksiyonlaşmak hastalığı”ndan kurtulmamız gerektiğini görebildiğinize inanmak istiyoruz!) 19. yüzyıl retoriği içinde boğulmuş “sol’cu”luk ile uzaktan yakından ilgimiz olmadığını, “vanguardism” ile uzaktan yakından ilgimiz olmadığını görebildiğinize inanmak istiyoruz sayın “ogürsel”!

    En kısa zamanda; “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla biraraya gelmeniz, ve kendisinden “özel sektör sömürücülüğü” konusunda bilgi sahibi olmanız temennimizle!

    “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla biraraya gelmeden önce, kendinizi hazırlamanız için, yine, yeniden şu kitaplara odaklanmanızı öneriyoruz! Bu kitaplara odaklandığınızda; hem isyanımızı daha net idrak edeceksiniz, hem “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızın anlattıklarını duyunca şok olacaksınız!

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Esen kalın.

  800. Sayın 794 TZM Yerel Bayisi
    Bizim bir arkadaş New York’da resimlerini sergiledi. Çok beğenildi. Hepsini alıp geri döndü, yaktı.
    Diğer bazı arkadaşlarımız “lay about” adlı bir müzik grubu kurdular. Popüler olunca dağıldılar.
    Fredy kitabına “University of California”dan ısmarlama geldiğinde, yüzü bem beyaz bize geldi ve “yapacak bir şey yok, kamu malı oldu”, dedi.
    Bunlardan farklı olarak:
    Bazı Türk anarşistler anarşistliğin Türkiye temsilcisi veya resmi bayiliğini üstlendiler.
    Ben “http://www.thezeitgeistmovement.com/faq” ı okudum ve tam size uygun buldum. Herif dünyayı fethetmiş, TZM ’in her yerde binlerce temsilcileri var.
    Hele şu alıntılar! Doğrusu bende genç, dinamik, atılgan, sinemacı, çağdaş olma istekleri yarattı. Hayatımı boşuna harcamışım.
    “Waste & Oppression of the HUMAN RESOURCE”
    Not: Büyük harfler ve kaynak olmak ne güzel!
    “As noted, advancements in SCİENCE AND TECHNOLOGY have shown that we can AUTOMATE a great deal. The more we have applied mechanization to labor, the more productive things have become. Therefore, it is not only negligent for us to WASTE OUR LİVES WAİTİNG TABLES, WORKİNG AT A BUS STATİON, FİXİNG CARS, OR OTHER REPETİTİVE, MONOTONOUS JOBS, it is also entirely irresponsible for us not to apply modern mechanization techniques to all industries that it is possible for, apart from strategic RESOURCE MANAGEMENT, this is a powerful way to achieve balance and abundance for all the world’s people, thus reducing crime generating imbalances.
    Not: “modern times” filmindeki gibi aynı anda hem çalışır, hem yemek yer, hem sevişir, hem şiir yazar, hem resim yapar, hem kitap okur, hem videoya yapar, hem araştırma yapar, hem araba kullanır, hem facbokta Zeitgeist seyrederiz, … kaynaklar kaynağı oluruz. Büyük harfliler bu heriflerin kim olduklarını şahane açıklar.
    “Let’s assume a Member has a problem with a Coordinator’s actions and would like to see the removal of that COORDİNATOR. Let’s assume the Case reasoning is that the Coordinator is not properly representing the interests/ideas of the MAJORİTY of the group.”
    Not: Bak büyük harfliler
    Bu eşsiz, lokman hekim tedavisi, ve Venus projesinin daha yeni, daha iyi, daha güncelleşmiş ve geliştirilmişi, sizlere çok uygun. Bu TZM’nin yerel temsilciğini ele geçirin gerisi kolay. Geride kalanlara okullar açıp her an binlerce yaratıcı etkinlikleri stressiz (yine o kahrolası sözcük) yapmayı öğretirsiniz. Onlar da sizler gibi stres içinde olmaktansa ayna karşısına geçer narsisizmi hakkıyla hak ederler.
    Ben “pipsqueak” olarak sizin “www.thezeitgeistmovement.com/faq” sitesindekileri, ve ilham aldıkları Venus projesinin mühendisler mühendisi, yeni bir Galileo Galilei, kapitalsiz kapitalizme yakışır çapta beceriler vaat eden bu yeni dahileri görüp anlayan sizlerin cahil olduğunuzu ima ettiğim için, bu harika treni kaçırmanın göz yaşları içinde, için candan özür dilerim.
    Not: Bir düzeltme: Mantık her zaman ezenlerin tarafında değil, ezilenlerin tarafındadır.
    İyi yolculuklar.

  801. Sayın (pipsqueak) 798'e

    Sayın “pipsqueak” 798,

    “(TZM) The Zeitgeist Movement”ın yerel temsilcisi olmak hayâlimiz de yok!
    TZM’ye; (şahsınızın ifadesi ile) [asker] toplamak niyetimiz de yok!

    Hâlâ ama hâlâ; 1960’lar, 70’ler (ve bir nebze 80’ler) dünyasındaki “devrimci devşirmek!” zihniyetinin 2015-2016 da bile devam ettiğini sanıyorsunuz! Yazık! Sizin gibi bir kitaplar allâmesine çok yazık!

    HAYATI, THE ZEITGEIST MOVEMENT (TZM) ŞEKİLLENDİRMEZ! ÇÜNKÜ HAYAT ŞEKİLLENDİRİLEMEZ! ÇÜNKÜ HAYAT BÜYÜK ÖLÇÜDE “ENTROPY”DİR!

    TZM’NİN YEGÂNE AMACI; ÖLÜMCÜL “KAPİTALİZM” HASTALIĞINI ORTADAN KALDIRMAK VE KALKTIKTAN SONRA, ÖZELLİKLE VE ÖZELLİKLE “TİCARET”İN NASIL İŞLEYECEĞİ YÖNÜNDE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ORTAYA KOYMAKTIR!

    TZM’NİN YEGÂNE AMACI; “ADAM SMITH”İN, “AYN RAND”IN, “ROBERT NOZICK”İN, “MILTON FRIEDMAN”IN YAYDIĞI ZEHİRLERİ ORTADAN KALDIRMAKTIR!

    “STALINISM”İ HORTLATMAK DEĞİLDİR!
    “YENİ MODEL HİYERARŞİ!” KURMAK DEĞİLDİR!

    HÂLÂ AMA HÂLÂ 1960-70’LERDEKİ DEVRİMCİLERİN VE HÂTTÂ “(Focalism) FOKOCU”LARIN BUGÜN VAROLDUĞUNU SANIYORSUNUZ! BEYNİNİZE ACIYORUZ!

    Son hatırlatma:

    “Medeniyet” kavramı üzerine sizle aylarca yazışabiliriz! Adeta dipsiz kuyu! {{ ABD bir gün İngiltere’ye demiş ki; “gel senle birlik olalım, şu Almanya’yı dünyadan silelim.” İngiltere; “olur, ben varım” demiş. Ve ardından hemen eklemiş; “peki Kant’ı ortadan kaldırmadan Almanya’yı nasıl dünyadan silebiliriz!” }}

    “Science and technology”ye karşı olmak ise mümkün değil!

    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız sayın “pipsqueak”!

    Size iyi uykular!

    Hoşçakalın!

  802. “Bankacılık” denen sistem tamamıyla yoldan çıkmış bir sistemdir.
    Bu sistemi, tüm kurumlarımızda ve tüzüklerimizde izi kalmış bir tür “leke” olarak değerlendiriyorum.
    Eğer boğazlarına kadar yolsuzluğa batmış kumarbazlar tarafından çok uzun zamandır darbe yiyen bu sistemi temizlemezsek, sistem olağan akışı içinde kendi kendini yok edecek; ve hâttâ şu anda insanlarımızın kazanımlarını ve morâllerini bu akış içinde silip süpürmeye devam ediyor.

    “Finanse etmek” veya “kaynak yaratmak” dediğimiz şeyi kendi çapımda değerlendirdiğimde;
    Bir kuşağın çok büyük bir bölümünün altına imza attıkları bir borçtan kurtarılması, durumuna ulaşıyorum.
    Kainatı yaratan gücün koyduğu kurallara göre; her kuşak eşit şartlarda dünyaya gelir.
    Bu gücün insanların hayatlarını sürdürebilmesi için yarattığı yeryüzündeki her varlığı özgürce kullanabilmeleri ile ilgili:
    Nasıl ki kendilerinden önceki kuşaklar borçsuz geldiler ve borçsuz gittilerse;
    Aynen onlar gibi şimdiki kuşak da bu dünyada bir kiracıdır, sonucuna ulaşıyorum.

    Ve sizinle aynı fikirde olduğumu tüm içtenliğimle bildiririm:
    “BANKA”NIN BİZZAT KENDİSİ VE BUNLA İLİŞKİLİ HER KURUM; DÜZENLİ ORDULARDAN DAHA TEHLİKELİDİR!
    “Finanse etmek” sözü ile gerçek anlamı perdelenen durum:
    “Para harcamak prensibi” ile şimdiden tüketilen kaynağı gelecek kuşakların sırtına bir “borç” olarak yüklemekten,
    İstikbâlimizde dolandırıcılık yapmaktan başka bir şey değildir!

    Thomas Jefferson
    ABD 3. Başkanı
    &
    “Bağımsızlık Bildirgesi”nin temel yazarı

    [ Yukarıda okumuş olduğunuz alıntı:
    28 Mayıs 1816’da
    Dönemin Virginia senatörü John Taylor’ın, artık emekli olan Jefferson’a gönderdiği mektupta;
    Genel manâda “bankacılık” (ve özelde ise “merkez bankası”) ile ilgili sorduğu soru üzerine Jefferson’ın verdiği cevaptır!
    Cevabın İngilizce aslı şu adreste:
    http://oll.libertyfund.org/quotes/187 ]

  803. Ben New York’da büyüyen genç bir delikanlı iken “bayrağa bağlılık” yemini etmeyi reddettim. Tabii ki okul müdürünün odasına gönderildim! Müdür bana; “neden bağlılık yemini etmek istemiyorsun?” diye sordu. “Herkes ediyor, sen de yemin etmelisin!” dedi.

    Cevap verdim:
    “Bir zamanlar herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu! Ama herkesin yanlış şeye inanması; dünyayı düz yapmıyor!”

    Ve devam ettim:
    “Bugün Amerika Birleşik Devletleri sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere, diğer milletlere borçlu. Ve ben bağlılık yeminini ‘dünyaya’, üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim!”

    Söylememe gerek yok herhâlde; bu olayın üzerinden çok geçmeden okulu tamamen bıraktım. Ve yatak odamda bir laboratuvar kurdum…

    Orada “bilim”i ve “doğa”yı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki; evren yasalarla yönetiliyor. Ve insanoğlu, toplumla birlikte, bu yasalardan bağımsız değil.

    Bütün bunları keşfederken, şimdilerde “Büyük Buhran (The Great Depression)” olarak adlandırdığımız “1929 krizi” geldi çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!

    Kaynaklar değişmemişti! İşte o zaman farkettim ki; “ekonomi oyunu”nun kuralları yapısı gereği hükümsüzdü!

    Kısa bir süre sonra; bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için sıraya girdiği “II. Dünya Savaşı” başladı!

    Bir hesap yaptım; bütün bu yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm insanî ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi!

    O zamandan beri; insanoğlunun kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum! Son derece değerli ve sınırlı kaynakların “kâr etmek amaçlı!” ve “serbest piyasa!” adına sürekli olarak yok edilmesini acı içinde gözlemledim!

    Toplumun, toplumsal değerlerin;
    Materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık, sahtelik seviyesine düşürüldüğünü izledim!

    Parayla ifade edilen güçlerin; “sözde özgür!” toplumların politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum!

    Şimdi 94 yaşındayım!

    Ve korkarım ki düşünce yapım; 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı!

    Bir kez daha uyarıyorum:

    Bu saçmalık artık sona ermeli!

    (15 Ocak 2011)

    [Jacque Fresco
    Endüstriyel tasarımcı, mucit, yazar ve aktivist]

    ( https://www.youtube.com/watch?v=eMVjmxf642M )

  804. Irkçılığa ve Batı’ya Tapmadan Sayfalar
    Birkaç yüzyıldır hümanizm yaşadığımız iddia edilir. Bu hümanizmin uygulanmalarına baktığımızda, yaşadığımız bütün trajediler, başta sömürgecilik (kolonializm), daha sonra faşizm, ve nihayet imha kamplarını buluruz. Bu trajediler hümanizme aykırı, hümanizmle çelişki içinde değil, hümanizmin doğal devamı, sonucu olduğunu sanıyorum. İnsan kendisiyle diğer canlı varlıklar arasına bir sınır çizdi. Bunu model alıp, benzeri sınırı insanlar arasında çizip bazılarını gerçek ve hakiki insan, diğerlerini bir yozlaşmış, alçalmış olarak ayırdı. Bu insanın kendi kendini yok etmesine itekleyen ilk gerçek günah.
    İnsanın insana saygısı bir azınlığın kendine özellik, ayrıcalık tanıması temeli üzerine inşa edilemez. Ancak ilk başta alçak gönüllülük ve kendi dışında tüm canlı varlıklara saygı ilkelerini benimsemekle tüm canlı varlıklara saygısızlığa karşı kendini koruyabilir.
    LÉVI-STRAUSS, Claude (Ocak 21-22 1979 röportaj)
    Not 1: Konuşma esnasında hayatının büyük bir kısmı ilkeller arasında geçen LÉVI-STRAUSS, ilkellerin bu saygısızlığı yapmadığını birkaç defa tekrarlar.
    Not 2: Ne yazık ki, SOMA’da ölenlerin nedenlerini devrim artistliği içinde şantaj yapmaktan başka hiçbir nitelikleri olmayanlara dolaysız anlatmaz.
    Not 3: Hala benimle medeniyet veya bu yazı bağlamında Batı konusunda salt anarşistlik diplomaları oldukları horozluk edenler var.
    Not 4: “Keşke biz de Singapur, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Norveç gibi olabilseydik.” gık demeyenler maşallah “NEDENSE” (???) bana laf yetiştirme usta kesiliyorlar.

  805. Bütün yorumlarıma aynı cevap:
    Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Ama yayınlanmıyor.
    Neden acaba?

  806. Son yazdığım tamamıyla yeni, ama tekrar bu mesaj.
    Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!

  807. Sayın (pipsqueak) 802'ye

    Sayın “pipsqueak” 802,

    “Claude Lévi-Strauss”dan yazdığınız alıntı ile şahsınızın beynindeki (ne yazık ki!) uyuşmuyor!

    Beyniniz içindeki kablolar birbirine dolandığı için; yanlış bağlamlara yanlış alıntılar yazıyorsunuz!

    “Claude Lévi-Strauss”un yaptığı tespite bizler de, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar da katılıyoruz, destekliyoruz, haykırıyoruz! Fakat siz sayın “pipsqueak”: Canetti’nin yazdığı “Die Blendung (Auto-da-Fé)” eserinde “(Sinolog) Doktor Peter Kien”in hapsolduğu yerden Lévi-Strauss’u anlıyorsunuz; bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar ise Martin Luther King, Jr.’ın mücadele ettiği yerden Lévi-Strauss’u anlıyoruz! Sizin bir türlü uzlaşmak istemediğiniz nokta işte burası!

    [Not 2: Ne yazık ki, SOMA’da ölenlerin nedenlerini devrim artistliği içinde şantaj yapmaktan başka hiçbir nitelikleri olmayanlara dolaysız anlatmaz.] Sizi, yukarıda yazdığımız onlarca metinde ikaz ettiğimiz üzere; şahsınızın, SOMA maden cinayetini işleyen ölümcül hastalığın ne olduğu ile ilgili yazacak tek cevabınız yok, cevabınız olamaz! Çünkü siz; ne yazık ki, kapitalizme karşı mücadele etmekte isteksizsiniz! Hastalığın merkezini değil, çevresindeki “circus”u alık alık seyretmek istiyorsunuz! Sizin gibi bir kitaplar allâmesine yazık, hem de çok yazık! Size diyoruz ki; “AIDS dünyanın her yerine yayıldı, bu hastalığa karşı derhâl mücadeleye başlamaya mecburuz!” Siz diyorsunuz ki; “Bırakın şimdi AIDS’i MAIDS’i bir kenara! Sizler ilk önce kapınızın önündeki çöpü temizleyin! Ha bu arada, yolda yürürken bir ağacın dalı kolumu çizdi. Bana bi yara bandı verin de yaramı örteyim! AIDS’e sonra kafa yorarız!” Sizin gibi bir kitaplar allâmesinin; ölümcül kapitalizm hastalığının çevresindeki “circus”u seyretmekten bu kadar hoşlanmasına kahroluyoruz!

    [devrim artistliği içinde şantaj yapmak] ifadeniz ise paranoyanızın ete kemiğe bürünmüş hâli! Siz hâlâ ama hâlâ, 1950’lerin ve 60’ların (İspanyolca; “foquismo”, İngilizce; “focalism”) “foko’culuk”unun bugün bile canlı olduğunu zannediyorsunuz! Hâlâ utanmadan arlanmadan [şantaj yapıldığından] bahsedebiliyorsunuz! Yazık size sayın “pipsqueak”!

    [Not 3: Hala benimle medeniyet veya bu yazı bağlamında Batı konusunda salt anarşistlik diplomaları oldukları horozluk edenler var.] Sizin gibi “medeniyetin götürdükleri!” üzerine “uzmanlaşmış!” bir nadide şahsiyete karşı niçin horozluk edelim ki! [Horozluk etmek] haddimize mi! Görmezden geldiyseniz, bir kez daha hatırlatalım: {{ ABD bir gün İngiltere’ye demiş ki; “gel senle birlik olalım, şu Almanya’yı dünyadan silelim.” İngiltere; “olur, ben varım” cevabını vermiş. Ve ardından hemen eklemiş; “peki Kant’ı ortadan kaldırmadan Almanya’yı nasıl dünyadan silebiliriz!” }}

    [Not 4: “Keşke biz de Singapur, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Norveç gibi olabilseydik.” gık demeyenler maşallah “NEDENSE” (???) bana laf yetiştirme usta kesiliyorlar.] Paranoya dereceniz o kadar yüksek ki; ne yazdığınızın farkında değilsiniz artık! Sadece “Beyaz” değil; renk renk “Ya-LA-ka”lar Singapur da, Japonya da, Güney Kore de, Tayvan da, Norveç de yok mu zannediyorsunuz?! Beyninize acıyoruz! “Medeniyet!”in beşiği Singapur mu, Japonya mı, Güney Kore mi, Tayvan mı, Norveç mi?! Ahhh sayın “pipsqueak” ahhh! Sizin gibi bir kitaplar allâmesine yazık, hem de çok yazık!

    Hâlâ ama hâlâ, ölümcül kapitalizm hastalığının çevresindeki “circus”u seyretmeyi istiyorsunuz!

    Hâlâ şu dökümanı okumamışsınız:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Bu dökümanı okumadığınız için; bilimi fetişleştirdiğimizi zannediyorsunuz!
    Bu dökümanı okumadığınız için; Singapur’a, Japonya’ya, Güney Kore’ye, Tayvan’a, Norveç’e özendiğimizi zannediyorsunuz!

    Size, defalarca, “Foxconn” fabrikalarındaki intiharları hatırlattık! Niçin görmezden geliyorsunuz?!

    Şu an hepimizin elinde tuttuğu, dizüstünde kullandığı, masaüstünde kullandığı: “Samsung”larımıza, “Apple”larımıza, “Lenovo”larımıza, “ASUS”larımıza, “Dell”lerimize, “Acer”larımıza, “Sony”lerimize”, “HTC”lerimize, “LG”lerimize, “Huawei”lerimize, “OnePlus”larımıza, “Hewlett-Packard”larımıza…yüzbinlercesine üretim yapan “Foxconn” adlı ŞİRKETOKRASİ’deki ölümler listesi:

    [18 HAZİRAN 2007]
    Hou → Yaş 19 → Erkek → Fabrikanın banyosunda kendini astı, hayatını kaybetti!

    [16 TEMMUZ 2009]
    Sun Dan-yong → Yaş 25 → Erkek → iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlayarak hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [OCAK-MAYIS 2010 arası]
    Ma Xiang-qian,
    Li,
    Tian Yu,
    Lau,
    Sao Shu-qin,
    Ning,
    Lu Xin,
    Zhu Chen-ming,
    Liang Chao,
    Nan Gan,
    Li Hai,
    He→→→
    Yaş 17-29 arası → Binadan atlayarak hayatlarını kaybettiler!

    [20 TEMMUZ 2010]
    Liu → Yaş 18 → Erkek → Bir yurdun altıncı katından atlayarak hayatını kaybetti!

    [7 OCAK 2011]
    Wang Ling → Yaş 25 → Kadın → Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [26 MAYIS 2011]
    Adı bilinmiyor → Yaş 20 → Erkek → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [TEMMUZ 2011]
    Cai → Yaş 21 → Erkek → Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [23 KASIM 2011]
    Li Rongying → Yaş 20 → Kadın → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [14 HAZİRAN 2012]
    Adı bilinmiyor → Yaş 23 → Erkek → Binadan atlayarak hayatını kaybetti!

    [24 NİSAN 2013]
    Xu Lizhi → Yaş 24 → Erkek → Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    [27 NİSAN 2013]
    Adı bilinmiyor → Yaş 23 → Kadın → Yurt binasından atlayarak hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    Kaynaklar
    ( http://www.vimeo.com/17558439 )
    ( http://www.sacom.hk/?p=740 )
    ( http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/ )

    Yukarıda adı geçen “marka!”ların ürettiği teknolojiye değil; bu teknolojiyi üretirken “sömürücü zihniyet”e sahip olmalarına karşıyız!

    Yukarıdaki dehşet durum: Sadece “Uzak!” Asya özelinde değil; dünya genelinde yaşanıyor! Singapur, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Norveç dahil!

    Sayın “pipsqueak”,
    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız!

    Sayın “pipsqueak”,

    “AIDS’i görmezden gelip, sadece kolunuzdaki sıyrığa önem verecekseniz”; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    “Ölümcül kapitalizm hastalığı”nın çevresindeki “circus”u seyretmekten hoşlanıyorsanız; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    Size iyi uykular!

    Hoşçakalın!

  808. Sayın 805ler: Yeni Uyandım!
    Sizin mantığınız klasik mantık değil, siz devrimcilere yakışır Diyalektik Mantığı kullanıyorsunuz.
    Şimdiye kadar yaptığınız saçmalıkların kaynağını buldum.
    Ben Claude Lévi-Strauss’dan alıntıyı, kendinizi, bu sitedekileri, bilim-tekniğe tapanları, TZM gibi kapitale tapan ama güler yüzlü yapıp medya cambazlığıyla enayilere yutturanları, taraftar toplayanların sahtekarlar olduğunu görürsünüz, sizin taptığınız (Marks ile Bakunin hakkında yazdıklarınızı yine medya beyin hastalığından unuttunuz) doğayı doğal kaynaklar görüşünüzü anlarsınız diye gönderdim. Siz diyalektik mantıkla tersine çevirdiniz. İnsan düşmanlığının altında yatan ve bu sitedekilerin tümünün paylaştığı dünya görüşü aslında benim dünya görüşümmüş! Fırıldaklık ekseni de yine SOMA’da ölenlerle yüz binlerce acı çekenler.Ucuz ve adi politikacı şantajı. Erdoğan sizlerden çok daha ileri zekalı, hele Hitler! Hitler tavan arasında yaşarken farelerle derdini paylaşırdı. Siz ve TZM medya sayesinde dünyayla paylaşıyorsunuz! Bravo!
    SİZ İŞİNİZDEN ÇIKIN, BELKİ ONDAN SONRA SİZİN TZM GİBİ SAHTE PEYGAMBERLER OLMADIĞINIZA İNANIRIM.
    Kanıtı: 759’dan anılar. (sosyal medya beyniniz unutmuştur diye hatırlatıyorum.
    “Étienne de La Boétie”in 1576′da kaleminden çıkanlar ile; 2007 & 2008 & 2011 (…2015… devam ediyor) “The Zeitgeist Movement”ın çabaları AYNI! Bu uyumu idrak edemeyecek kadar tecrübesiz birisine benzemiyorsunuz sayın “pipsqueak” 758!
    O kitabın bir İngilizceye çevirisinin girişini, tam destekleyerek ve hayranlık içinde, Murray Rothbard yazdı.
    Sizler de TZM’a girişi yazın: tam size göre. Dünyayı zalimlerin elinden alıp iyi kalplilere vermek istiyorsunuz. Cehennem yolu iyi niyetlerle döşelidir!

  809. Sayın (pipsqueak) 806'ya

    Sayın “pipsqueak” 806,

    [İnsan düşmanlığının altında yatan ve bu sitedekilerin tümünün paylaştığı dünya görüşü…] Bu görüş neymiş açık açık yazın da herkes öğrensin! Biz de çok merak ediyoruz!

    [SİZ İŞİNİZDEN ÇIKIN, BELKİ ONDAN SONRA SİZİN TZM GİBİ SAHTE PEYGAMBERLER OLMADIĞINIZA İNANIRIM.] İstanbul/Maslak’ta yaprak kımıldamıyor! İşler durgun! Hergün C.E.O.’nun odasından paramparça suratla çıkıp işini terkeden yoldaşlarımız artıyor! Birgün bizim de kıçımıza tekmeyi vurduklarında size haber veririz, endişeniz olmasın sayın “pipsqueak”!

    [TZM gibi kapitale tapan] Tam tersine: TZM; “kapital”e de, “kapitalizm”e de karşıdır! Bu kavram ve uygulamaları ortadan kaldırmak için mücadele eder!

    Hâlâ utanmadan arlanmadan “Murray Rothbard”ı övebiliyorsunuz! Rothbard’ın beyninden akan zehrin kökünün Thomas Hobbes’tan geldiğini görmek istemeyecek kadar körleşmişsiniz! Hobbes ve türevleri “devlet” mekanizmasına nasıl yücelik atfetmişlerse; Rothbard ve türevleri de “şirketokrasi”ye yücelik atfetti! Al birini, vur ötekine! Hepsi birbirinden beter!

    Siz sayın “pipsqueak”: Canetti’nin yazdığı “Die Blendung (Auto-da-Fé)” eserinde “(Sinolog) Doktor Peter Kien”in hapsolduğu yerden Lévi-Strauss’u anlıyorsunuz; bizler, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”lar ise Martin Luther King, Jr.’ın mücadele ettiği yerden Lévi-Strauss’u anlıyoruz! Sizin bir türlü uzlaşmak istemediğiniz nokta işte burası!

    “806”daki metninizin geri kalanı ise üzerinde uğraşmaya değmez! Çünkü siz; paranoya içinde yaşamaktan zevk alan birisine benziyorsunuz!

    “AIDS’i görmezden gelip, sadece kolunuzdaki sıyrığa önem verecekseniz”; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    “Ölümcül kapitalizm hastalığı”nın çevresindeki “circus”u seyretmekten hoşlanıyorsanız; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız sayın “pipsqueak”!

    Size iyi uykular!

    Hoşçakalın!

  810. Sayın Gün Zileli yazılanları okumadığını söyledi.
    Peki sansürü kim yapıyor.
    Küfürsüz hakaretsiz yazılarım sansürden geçmiyor, neden?

  811. Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Neden yayınlamıyor sunuz?

  812. ben senin kadar uğraşmıyorum bu işlerle. Yani kafayı yemedim henüz.

  813. O zaman sansür yapma, küfür veya hakaret içermiyorsa, bırak isteyen istediğini söylesin.
    Benden çok daha kafayı yiyenleri yayınlıyorsun. Boş ver, korkma, bırak başkaları karar versin.

  814. Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    korkma
    yorumu yayınla
    hiç değilse ve kafayı yeme bahaneleri yapma, yayınla korkma’

  815. sansürün yeni adı:
    Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Eski huylardan kurtulmak zor, değil mi?

  816. ben senin kadar uğraşmıyorum bu işlerle. Yani kafayı yemedim henüz.

    Bu iki yüzlülük: uğraşmıyorsan, gönderdiklerimi yayınla. Korkma!

  817. Hayatımda iki kez kaçtım. Ve üçüncüsünün Hollywood’dan kaçmak olacağını söylerim hep.

    Ama diğer iki kaçışa gelince, ilki II. Dünya Savaşı’nda Macaristan’dan kaçışımdı.

    İkincisi de, 1956’da Macar Devrimi sırasındaki kaçışımdı.

    Budapeşte’de Rus ordusu ile Macar Devrimi arasında korkunç bir savaş sürüyordu.

    İki hafta sonra o ülkede hiçbir değişiklik olmayacağını anladım.

    Hepimiz saf bir şekilde Amerikalıların, İngilizlerin, herkesin gelip Macaristan’ı kurtaracağını sanıyorduk ama kimse gelmedi.

    Arkadaşlarıma dedim ki: “Ne olursa olsun bu ülkeden gideceğim. Çünkü gitmezsem hiçbir yere varamayacağım.”

    Orada öylece ölmeyecektim. Sonra gitmeyi kafama koydum.

    Şehre geldiklerinde sokağa çıkma yasağı vardı. Sabah 10’dan önce sokağa çıkarsan vuruluyordun.

    Sokakta 3 büyük Rus tankı vardı.

    Binadan çıkar çıkmaz, tankın taretleri sokağın köşesine kadar bizi izledi.

    Arkadaşım, Rus görevliye saatini verdi.

    Ve gitmemize izin verdiler.

    Sonra bir trene bindik.

    O gün gece yarısından önce Avusturya’ya indik.

    Ve…

    Ve özgürdük…

    ********************

    -Son zamanlarda bir araştırma okuyorum.
    Yeni doğan bebeklerin “iyicil” olduğunu öne sürüyor.
    Sence bu doğru mu?

    –Kesinlikle doğru.

    -Yani onlara “kötü olmanın öğretilmesi gerektiği” fikrine katılıyor musun?

    –Çevreleri pislik dolu ve bu onlara da bulaşıyor.

    -Ama bu aynı şey değil mi?

    –Pekâla. Öyle diyelim.

    -Bence bu çok yüreklendirici. Çünkü insanların özünde iyi olduklarına ve birbirlerine kötü davranmaları öğretilmezse kötü davranmayacaklarına inanmak istiyorum.

    ( https://www.youtube.com/watch?v=GwB_IHNorZo )

  818. Neden benim yazılarım sansürden geçmiyor?
    Ben sadece olanları yazıyorum. Neden korkuyor bsunuz, sayın Gün Zileli?
    Siz bu yazılarımın kapsamını çoktan aşmışsınız, Benim amacım Avrupa’yı model alanları uyarmak ki sanırım hala aynı fikirdesiniz (bölüm1 ve bölüm 2 misalleri), Marksizmi savunaları uyarmak ki buna da katıldığınızı sanıyorum. Hakaret yok, küfür yok.
    Eğer yanlışlıkla sansüre uğrayan yazılarımı yayınlarsanız bazı kimselerin gözlerini açmaya bir katkınız olur.

  819. Sayın (pipsqueak) 815'e

    Sayın “pipsqueak” 815,

    [Benim amacım Avrupa’yı model alanları uyarmak] yazmışsınız!

    Neye göre, nasıl değerlendirdiniz de “Avrupa’nın model alındığı / alınmadığı” tahlilini yapabiliyorsunuz?!

    “Europe is kaput! Long live Europe!” uyarısında işaret edilenleri gözlemlemediniz mi?!

    ( https://www.youtube.com/watch?v=yjxAArOkoA0 )

    O meşhur “Avrupa!” öleli yıllar oldu! Siz hangi “Avrupa!”dan, ve “hangi Avrupa’nın örnek alınması”ndan bahsediyorsunuz?!

    [bazı kimselerin gözlerini açmaya] yazmışsınız!

    Her gün, her saat, her dakika, her saniye; C.E.O.’ların “surveillance!” mekanizması altında sömürüldüğümüz için gözlerimiz daima açık! Endişelenmenize gerek yok sayın “pipsqueak”!

    Size, 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız onlarca metinde defaatle haykırdık sayın “pipsqueak”: “Kapitalizme karşı mücadeleye niçin omuz vermek istemiyorsunuz?!” & “Kapitalizme karşı mücadelede sizin çözüm önerileriniz nedir?” Bu soruların hiçbirine cevap yazmaya tenezzül etmediniz, hâlâ etmiyorsunuz!

    Kendinize geliniz sayın “pipsqueak”!
    Paranoyalarınızdan kurtulmak için çaba sarfediniz sayın “pipsqueak”!

    “AIDS’i görmezden gelip, sadece kolunuzdaki sıyrığa önem verecekseniz”; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    “Ölümcül kapitalizm hastalığı”nın çevresindeki “circus”u seyretmekten hoşlanıyorsanız; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız sayın “pipsqueak”!

  820. KAPİTALİZM NASIL EĞLENDİRİR!!!

    Yıl 1991’di.

    “Kısa 20. yüzyıl” Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle kapanmış, insanlık, hoparlörlerden tekrarlanan; “ey insanlar, mutluluk üretmek değil tüketmektir, tüketiniz!” telkinleriyle milenyuma hazır hâle getiriliyorken; hep genç kalacak (müzisyen) “Kurt Cobain” ise yaşıtlarının derdini haykırıyordu: “İşte geldik, eğlendirin bizi!” ( https://www.youtube.com/watch?v=hTWKbfoikeg )

    Emperyalizmin kültür endüstrisi işaret fişeğini hemen gördü: Artık dört ayaklı Afgan aygırına binip Sovyet helikopterine kafa atan iki ayaklı İtalyan aygırı “Rambo” kazmalığıyla yetinilemezdi!

    Hem egemen hem muhalif olunmalı; sadece “sağ” değil “sol” ideolojiler de popülerize edilmeli ve fiyat etiketi takılıp satışa sunulmalıydı!

    Bunun ne kadar verimli olabileceğini, liberal özgürlükçü “Pink Floyd”un kurucusu fırsatçı “Roger Waters”, peşine takılan diğer leş yiyicilerle birlikte Berlin Duvarı’nın yıkıntılarında verdiği tarihi konserle göstermişti. (21 Temmuz 1990’da “Potsdamer Platz” ve “Brandenburg Gate” arasındaki geniş alanda gerçekleşti.)

    Atlantik’ten Pasifik’e bacasız fabrika, derhâl seri üretime geçti! Arada Cobain “sahneye çıkmadan hemen önce, sanki bir şirket binasına giriyorken kart basacakmış gibi hissediyorum!” diye yazıp bir tüfeğin namlusunu çenesine dayadı ama ondan boşalan yeri almaya hazır, çok daha az samimi binlerce “isyankâr” sırada bekliyordu! “Marilyn Manson”, “Dövüş Kulübü (The Fight Club)”, “Matrix”, “V for Vendetta”… Kapitalizm karşıtlığı; sisteme karşı biriken her türlü toplumsal enerjiyi topraklayan, üstüne de çuvalla para kazandıran benzersiz bir paratonere dönüştü!

    Bir kısmımızın kuruluşunu izlediği bu yeni kültürel egemenliğin tek olmasa da en önemli ilkesi şu: “Kimse boş bırakılmamalı; can sıkıntısı nahoş fikirler doğurur!”

    Yaratıcılığın (ve bir ölçüde aynı anlama gelmek üzere devrimciliğin) iki hammaddesi vardır: “Beceri” ve “zaman”.

    Nitelikli işçilere patronlar da ihtiyaç duyduğu için bu işçilerin becerilerini toptan yok edemezlerdi. Dolayısıyla, iş ve uykudan arta kalan “boş” zamanımızın her saniyesine el koymalıydılar!

    Önce çalışma saatleri uzatıldı, ardından eksiltildikçe daha kıymetli hâle gelen kişisel zamanın; “her saniyesinin doldurulması gereken bir hazine!” olduğu fikri tüm beyinlere kazındı!

    Yorgun olabilirdik, ama hayata bir kere geliyorduk ve madem bunun çoğunda çalışmak zorundaydık: Alın size “Carpe Diem!” Günden geriye kalan kırıntılarda kazandığımız parayı, hâttâ daha fazlasını harcamalı; her boş vaktimizde de meme isteyen bebek gibi bağırmalıydık: “Eğlendirin bizi!”

    Bu zokayı yuttuk!

    El çabukluğuyla, asıl sorulması gereken “niye bu kadar uzun ve yoğun çalışıyoruz?!”un yerine “kalan zamanda ne yapacağız?!” konuverdi! Böylelikle tüketim kültürünün (şimdilik) en yüksek aşaması olan “kültür tüketiciliği”ne varıldı!

    Bu tehlikenin en güncel örneği televizyon dizileri!

    Senaryoları, konuları çeşit çeşit ama temelde hepsi birbirine benziyor. Egomuzun kaynağı olan aklımızı gıdıklayıp eğlendirecek senaryo sihirbazlıkları dışında gayet sığlar; çünkü zaten çalışmaktan yorulmuş aklımızı meşgul etmeli, eğlendirmeli ama daha fazla yormamalılar!

    Henüz bıçak kullanmayı beceremiyorken annemizin ağzımıza uygun lokmalara böldüğü biftek gibi yutulmaya hazır boyuttalar; öyle ki bilgisayar başında ama kaytarırken dahi ağzımıza bir tane atabiliyoruz bu televizyon dizilerinden! Ne de olsa YouTube, facebook artık her an elimizin altında!

    Bu televizyon dizilerinin bazıları egemen, bazıları muhalif, ama hemen hemen hiçbir zaman bir sonuca bağlanmıyorlar; zira “reklam gelirleri!” iyiyse bir sezon daha devam edecekler!

    Ve öylesine bağımlılık yapıyorlar ki, bu kültüre genel bir eleştiri getirildiğinde dahi duvarına astığı postere babası laf etmiş ergen gibi; “sen ne anlarsın, izledin mi de konuşuyorsun?!” diye çemkiriyor ya da en azından “biliyorum zararlı ama içime çekmiyorum!” diyen sigara tiryakisi gibi kendi izlediğimiz dizilerin farklı olduğunu iddia ediyoruz!

    Böyle böyle, aşama aşama dozü arttırarak, işi patronların bekçiliğini ve katilliğini yapmak olan polisten bile muhalif dizi kahramanı yarattılar (Behzat Ç.)! Memleketin neredeyse bütün solcuları da bayıla bayıla izledi!

    Fast food, bedenimize ne yapıyorsa; yukarıda ifade ettiğim kültür aynısını aklımıza yapıyor!

    Tükettiğimiz, sığlığı tam dozunda ayarlanmış fikirler; aklımızı, hayâl gücümüzü köreltiyor!

    Lokmaları şuursuzca, oburca, hedonistçe ağzımıza ata ata yemekten tabağın bütününü göremez hâle getiriliyoruz!

    Boyu geçmeyen havuzlarda yüze yüze denize açılamaz hâle getiriliyoruz!

    Sonra azıcık sanatsal derinliği olan bir filmi uykumuz gelmeden bitiremiyor, bir senfoniyi arada bir cep telefonumuza bakmadan sonuna kadar dinleyemiyoruz!

    “Savaş ve Barış” hakkında bilgimiz ise olayın Rusya’da geçtiğinden ibaret! Ötesi yok! Çünkü hayatımızı mahvettiler! Hiçbirşeye dikkatimizi odaklayamaz hâle getirildik!

    Ve solcu bir yayınevi “Komünist Manifesto”nun çizgi romanını basınca seviniyoruz, çünkü; “yeni nesil okumuyor!” bahanesi yine kapitalizmde yüksek getirisi olan bir bahane!

    Eğer bu karanlıktan kurtulup yeni bir hayatı herkes için kurma derdimiz varsa; kapitalist düzenle aramızdaki bu kültürel bağımlılık zincirlerini kırmamız gerekiyor!

    Çünkü aptallık bulaşıcı, ve kendisini daha rahat hissettiği karanlığı seviyor!

    Mevzu çok önemli. Devam edeceğiz…

    [Nevzat Evrim Önal
    22 Aralık 2015]

  821. 814’e
    Avusturya’ya varan “özgürlüğe” ulaşmış mı oldu?
    Tamam; SSCB hegemonyasındaki Macaristan kesinlikle bir cehennemdi.. Ama Avusturya özgürlük adası değil…
    Bu duyguya saygı duyuyorum..
    Ama “özgürlük” bu denli basit, bu denli sığ bir şey değil…
    Bir “toplama kampında” mahkum olan için “özgürlük” tanımı kuşkusuz ki, güvenilemez..
    ***
    Sayın N. E. Önal…
    duygularınızı anlıyor ve paylaşıyorum.
    bence yanlış yerde yazıyorsunuz…
    (sanırım) bu site andığınız, ısrarla anlattığınız hayat biçimini zaten reddetmiş insanların duygu-düşüncelerini paylaştığı bir alan..
    naif kalıyorsunuz. Ve naiflik saygı duyduğum bir hâldir…
    *
    küçük burjuva karakterlerin ve felsefenin hakim olduğu siteleri denemelisiniz…
    beklentinizin burada karşılanmayacağına emin olun…
    emeğinizin karşılığını da alamayacağınızı sanıyorum…

    .

  822. Sayın (ogürsel) 818'e

    Sayın “ogürsel” 818,

    Gerçekten yüce bir meslek olan “doktorluk”u icra etmenizin yanında;
    İçler acısı, çirkef, ölümcül bir meslek olan “düşünce polisliği”ne de mi başladınız?!

    Neyin, nerede, nasıl yazılacağı hususunda karar merci olarak kendinizi bu derece yetkin nasıl görebiliyorsunuz?!

    Bu nasıl bir “amirane” tavırdır böyle!

    Bu nasıl bir “paternalist” tavırdır böyle!

    Bu ne cür’et!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Siz (ve sizin gibilerin çoğu) 30 yıldan fazla; “devlet hastaneleri”ne sırtınızı yaslaya yaslaya, “şefkatli devlet şemsiyesi altında!” göbeğinizi şişire şişire koca bir ömür geçirin; ondan sonra bu siteye gelin, utanmadan arlanmadan [küçük burjuva karakterlerin ve felsefenin hakim olduğu siteleri denemelisiniz…
    beklentinizin burada karşılanmayacağına emin olun…] yazabilin! Yazıklar olsun sizin gibi bir kişiye sayın “ogürsel”! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    30 yıldan fazla “kapitalizmi öksürmeyi unutun!” Ondan bu siteye gelin, utanmadan arlanmadan [küçük burjuva karakterlerin ve felsefenin hakim olduğu siteleri denemelisiniz… emeğinizin karşılığını da alamayacağınızı sanıyorum…] yazabilin! Yazıklar olsun sizin gibi bir kişiye sayın “ogürsel”! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Yıllardır “devlet sektörü”nde, “kamu hastaneleri”nde istihdam ediliyorsunuz. Kusura bakmayınız: “Özel sektör sömürücülüğü!”nden zerre haberiniz yok! 1978-79’da okuduğunuzu söylediğiniz Marx’ları, Engels’leri, Lenin’leri sadece ama sadece “kamu şemsiyesi altında” bir ömür geçirerek anlayamazsınız! “Sadece kitap okuyarak” öğrenci olunmaz! Siz (ve sizin gibiler); hiçbir zaman “özel sektör” denen canavarın ne denli zehir yayıcı olduğu hakkında zerre tecrübe edinmemişsiniz! “Rekabet”in “R”sinden haberiniz yok! [Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] cümlenizden başka verebileceğiniz tek örnek yok! Kendinizi daha fazla küçük düşürmeyiniz!

    YILLARCA “DEVLET HASTANELERİ”NDE İSTİHDAM EDİLMİŞSİNİZ, “ÖZEL SEKTÖR”ÜN “Ö”SÜNDEN HABERİNİZ YOK; HÂL UTANMADAN ARLANMADAN BİZLERİN, YANİ OLMAKTAN NEFRET ETTİĞİMİZ “BEYAZ YA-la-KA”LARIN [ÇOCUKÇA] TAVIRLAR İÇİNDE OLDUĞUNU YAZABİLİYORSUNUZ!

    EĞER YÜREĞİNİZDE TOPLU İĞNE UCU KADAR CESARET KALMIŞSA; “BEYAZ YA-la-KA”LAŞMIŞ EVLADINIZLA EN KISA ZAMANDA BİRARAYA GELİR, VE BİZZAT KENDİSİNDEN “ÖZEL SEKTÖR SÖMÜRÜCÜLÜ”NÜN NE OLDUĞUNU ÖĞRENİRSİNİZ! BUNU ÖĞRENMENİZİ O KADAR ÇOK İSTİYORUZ Kİ!

    “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla biraraya gelmeden önce, kendinizi hazırlamanız için, yine, yeniden şu kitaplara odaklanmanızı öneriyoruz! Bu kitaplara odaklandığınızda; hem isyanımızı daha net idrak edeceksiniz, hem “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızın anlattıklarını duyunca şok olacaksınız!

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Bizlere (yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara), “küçük burjuva!” adresleri yönlendirmesi yapan sizin gibi bir kişi; ahhh bir kez anlasa, ahhh keşke bir kez anlasa “burjuvanın tillahının kendisi olduğunu!”; gam yemeyeceğiz! Ama nerede sizde o yürek! 30 yıldan fazla “şefkatli devlet şemsiyesi altında!” burjuvalaşın, ondan bu siteye gelin, utanmadan arlanmadan başkalarına “küçük burjuva!” adresleri yönlendirmesi yapabilin!

    Birer “küçük burjuva!” olmak için yetiştirilen “Beyaz Ya-LA-ka”lar; bu yapay kıyafetleri, bu yapay konseptleri, bu yapay “business!” toplantılarını, bu yapay “kariyerist!” dayatmacılığı, bu ölümcül kapitalizmi, bütün bu yapmacıklığı ortadan kaldırmak için sizleri de mücadeleye çağırıyor! Ama sizler inatla; 1980 öncesi “THKP-C/HDÖ’ye asker toplamaya mı geldiniz?!” olarak anlamak istiyorsunuz!

    Beyninize yazık!

    Bir beyin; 40 yıl öncesinde ancak sizin kadar kalmak isteyebilirdi! Adeta numuneliksiniz!

    Kafanızı kumdan çıkarın artık!
    “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuzla en yakın zamanda biraraya gelin de:
    “Yapay ve ölümcül rekabet”i öğrenin!
    “Özel sektör sömürücülüğü”nü öğrenin!
    “Şirketokrasi”nin nasıl katliamlar yaptığını öğrenin!

    Aslında size o kadar acımıyoruz sayın “ogürsel”; asıl üzüldüğümüz, asıl kahrolduğumuz, asıl endişelendiğimiz sizin oğlunuz ve varsa diğer evlatlarınız ve varsa torunlarınız! İnsan, evladından biraz tecrübe öğrenir!

    Eğer hakiki “küçük burjuva!” kimdir merak ederseniz; bir boy aynasının karşısına geçiniz ve dikkatle inceleyiniz!

    Ne günlere kaldık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  823. 818..
    kuşkusuz üzüleceksiniz; şişman ve semirmiş değilim. 30 yıl sonra elimde kalanlara baktığınızda sizi utandıracak denli “salak” bir doktor sayılırım. Sizi yanılttığım için özür dilerim!
    *
    Düşünceleriniz paylaşmayan insanları aşağılama eğiliminizin arkasında yatan hırs özgüvensizliktir!
    Lütfen hakeretlerinizi daha zekice, cümle içinde yapın. Kurgulayın. Aklınız ve kendinize ait bir dünyanız olduğunu kanıtlayın.
    Dümdüz hakaret sözcüklerini aşağı mahallenin okumaz-yazmazı gibi ifade etmeyin.
    Karşınızdaki insanların “sığlığı-derinliğini” bilmeden önümüze kitap kapakları atıp durmayın; öğrenmenin tek yolunun sizin kitaplarınız olduğunu sanmayın.
    İnsanlara meslekleri, çocukları üzerinden bulaşmayın; bu adice bir ahlaksızlıktır; vakarınızı kaybetmeden, kişilerin düşünceleri üzerinden tartışın.
    İkna edemiyorsanız.. zamana bırakın.. Acil bir devrim yapacak durumda değilseniz elbette…
    Sizin de zamana ihtiyacınız olabilir.. o zamanı kendinize tanıyın..
    Ben sanırım sizi aşağılamama kaygısı gözettim..Siz de gözetin. Her zaman gözetelim.. Bunu beceremezsek bence hiç bir zaman daha iyi bir dünya şansımız olmayacak..Bu konuda ben de iyi olmayabilirim.. Birbirimizi aşağılamak yerine “kapatalım bu konuyu; sen öyle bil” diyerek birbirimize okumak, düşünmek, damıtmak için zaman tanıyalım..
    *
    Bence “sakat” bir görüş, önünde sonunda iddia edeni de yaralar! Sizin özel çaba göstermenize gerek yok..
    Hoşçakalın…
    Deneyin lütfen…

  824. Sayın (ogürsel) 820'ye

    Sayın “ogürsel” 820,

    Yine inat ediyorsunuz: [kuşkusuz üzüleceksiniz; şişman ve semirmiş değilim.]

    “Kuşku” duyup duymadığımız hususunda nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz! Kişilerin “şişman ve semirmiş” olup olmamalarını ön plâna çıkarmak gayreti içinde olduğumuz paranoyasına nasıl kapılıyorsunuz?!

    Kapitalizm zaten renk renk kategori yapıyor (“Mavi Ya-LA-ka”, “Beyaz Ya-LA-ka” gibi!); bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de “kişilerin vücut şekillerine göre kategorileştirme tuzağı”na düşmeyecek kadar tecrübeli olduğumuzu göremiyor musunuz?!

    Lütfen dikkat ediniz:

    1. Hep aynı retoriği tekrarlıyorsunuz: [Sizler ilk önce tarih öğrenin! “Küçük burjuva!” sitelerinde oyunlarınızı oynayın! Buraları kirletmeyin!]

    2. Siz, kendinize toz kondurmamak için “lâf bükme” meziyetine sahip olduğunuzu zannediyorsunuz! Kapitalizmi öksürmeyi unutalı o kadar çok zaman geçmiş ki; kendinizi eleştirecek cesareti kaybetmişsiniz!

    3. Bizlerin, BEBEKLİKLERİNDEN İTİBAREN PATRON KIÇI YALAMAK İÇİN YETİŞTİRİLMİŞ “BEYAZ YA-la-KA”LARIN; kendimizi keskin şekilde eleştirdiğimizi görmek işinize gelmiyor!

    [Ben sanırım sizi aşağılamama kaygısı gözettim..Siz de gözetin.] Siz, “aşağılamak” tabiri ile “eleştirmek” tabirini birbirine karıştırıyorsanız; yandı gülüm keten helva!

    4. Bu sitede, 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız onlarca metinde “sembolik” konuştuğumuzu, “metaforik” konuştuğumuzu zannediyorsunuz! Hâlbuki yazdığımız her kelime “gerçek”tir; “zahiri” değildir!

    Şimdi, görmek istemediğiniz hatalarınıza gelelim:

    [İnsanlara meslekleri, çocukları üzerinden bulaşmayın; bu adice bir ahlaksızlıktır; vakarınızı kaybetmeden, kişilerin düşünceleri üzerinden tartışın.] yazmışsınız.

    [30 yıl sonra elimde kalanlara baktığınızda sizi utandıracak denli “salak” bir doktor sayılırım. Sizi yanılttığım için özür dilerim!] yazmışsınız.

    Size açık açık ifade ettik, asla “sembolik” konuşmadık:

    Eğer oğlunuzla biraraya gelirseniz; “özel sektör sömürücülüğü”nü, “yapay ve ölümcül rekabet”i kendisinden öğrenebilirsiniz! Bu ifademiz; şahsınıza ve ailenize yönelik bir hakaret değildir! “Lâf bükmek”ten vazgeçiniz! Kendinize toz kondurmamak için her yolu deniyorsunuz!

    Üniversite yıllarınızda kafa patlatarak edindiğiniz “doktorluk” vasfınız; yücedir, tartışmaya mahal yoktur. Burada; sizin mesleğinizi ve bu mesleği icra ederken ne kadar mahir olduğunuzu görüşmüyoruz. Bu konuda gıkımızı çıkarmayız, çünkü; haddimizin nerede bittiğini iyi biliriz!

    Şahsınızın doktorluk mesleğindeki maharetini ölçecek tecrübemiz hiç yok; bu hususta boynumuz kıldan ince! Ve hâttâ istihdam edildiğiniz “şefkatli devletin hastanesindeki!” odanıza gelip, bizzat sizin kontrolünüze başvuruyoruz! Yani “mesleğinizi icra edişiniz” hususunda özür dilemenizi gerektirecek hiçbir şey yok.

    Fakat; yıllar önce unutmama kabiliyetiniz var iken “kapitalizmi öksürmeyi unutmuş” bir kişi olduğunuzdan “sadece özür dilemeniz” yetmez! Kusura bakmayınız!

    Sizin doktorluk vasfınızla ilgilenmiyoruz;
    “Kapitalizme karşı mücadele etmeye istekli olmamanızla” ilgileniyoruz!

    Bu ifadeyi yazan sizsiniz:
    [küçük burjuva karakterlerin ve felsefenin hakim olduğu siteleri denemelisiniz…
    beklentinizin burada karşılanmayacağına emin olun…]

    Bu ifadeyi de yazan sizsiniz:
    [Karşınızdaki insanların “sığlığı-derinliğini” bilmeden önümüze kitap kapakları atıp durmayın; öğrenmenin tek yolunun sizin kitaplarınız olduğunu sanmayın.]

    BU İKİ İFADENİZ SONUCUNDA:
    KENDİNİZLE ÇELİŞTİĞİNİZİ GÖRÜNÜZ! KENDİNİZE TOZ KONDURMAMAK İÇİN HER YOLU DENEDİĞİNİZİ GÖRÜNÜZ!

    Burada ısrarla üzerinde durduğumuz husus, işaret fişekleri çakmaya çırpındığımız husus:
    Sizin ve sizin gibilerin “konformistliği”, “paternalistliği”, “amirane tavır sergilemesi”, “kimin cahil olduğunu / kimin cahil olmadığını ayırdedebildiğini zannetmesi” listeyi uzatabiliriz… Fakat niye enerjimizi yok yere harcıyoruz bu liste hazırlama yarışına odaklanarak!

    [“kapatalım bu konuyu; sen öyle bil” diyerek birbirimize okumak, düşünmek, damıtmak için zaman tanıyalım..]

    Kusura bakmayınız sayın “ogürsel”; konuyu kapatamayız! Çünkü arkadaşlarımız kapitalizm yüzünden ölmeye devam ediyor!

    Siz, ne yazık ki 1980 öncesinde kalmış “THKP-C / HDÖ”ye (o meşhur; “Acilciler”) özendiğimizi zannediyorsunuz!

    Ahhh sayın “ogürsel” ahhh:
    Hâlâ aynı kafadasınız, hâlâ aynı endişedesiniz, hâlâ aynı retoriktesiniz, hâlâ aynı “40 yıl evvelki paranoya”dasınız!

    Boşuna yazmadık; “size o kadar acımıyoruz” diye! Çünkü siz ununuzu elemiş, eleğinizi duvara asmışsınız, “şefkatli devletin şemsiyesi altında!” koruna koruna, “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabetin r’sinden haberiniz olmadan” koca bir ömrün yarısından fazlasını tamamlamışsınız!

    Asıl üzüldüğümüz, asıl kahrolduğumuz, asıl endişelendiğimiz sizin oğlunuz ve varsa diğer evlatlarınız ve varsa torunlarınız! İnsan, evladından biraz tecrübe öğrenir! Çünkü; onlar da “Beyaz Ya-LA-ka”laşıyor!

    Bu kez sizin dediğiniz gibi olsun, bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların, arkadaşları, pazartesi sabahları C.E.O. odasında “business meeting!”den sonra kalp krizi geçirerek ölmeye devam etmesine rağmen, Foxconn fabrikalarında işçiler ölmeye devam etmesine rağmen, SOMA maden cinayetinde ölümler devam etmesine rağmen; bu kez sizin dediğiniz gibi olsun:

    Size; “okumanız için”, “düşünmeniz için”, “damıtmanız için” şu referans bilgileri yeniden aktarıyoruz, “kitap kapakları!” aktarmıyoruz:

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Eğer yüreğinizde toplu iğne ucu kadar cesaret kalmış ise,
    Eğer kendi kendinizi eleştirecek enerjiyi arayıp bulabilirseniz;
    Yukarıdaki referans bilgileri vakit kaybetmeden “okumanızı”, “düşünmenizi”, “damıtmanızı” temenni ediyoruz!

    Çünkü sizin gibiler oyalandıkça; kapitalizm öldürmeye devam ediyor!

    Hoşçakalın!

  825. Türkiye gibi ülkelerde mesele sadece kapitalizm değildir. Kapitalizm öncesi toplumun karakteristiği hala güçlüdür ve bunun aşılması gereklidir öncelikle.
    Devletçiliğin, bürokrat/memur sınıfın egemen olduğu, kişisel girişimciliğin, sanatın, kültürün gelişmediği, ekonominin başını inşaat, otomotiv, turizm, futbol gibi üretken olmayan sektörlerin çektiği, tarımda dışa bağımlılığın arttığı bir toplum sözkonusu burada.

  826. Sayın (anonim) 822'ye

    Sayın “anonim” 822,

    Bahsettiklerinizin hepsi; 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde konuşuldu! Tekrara düşmeyiniz! Zahmet olmazsa; bu sayfada yazılan uyarıları okuyunuz!

    “İlk önce kapitalist gelişim süreci tamamlanmalı ki ondan sonra sıra sosyalizme ve ardından da komünizme gelebilsin!” zırvalamasına kanmamanızı öneririz!

    Özellikle ve özellikle (şahsınızın ifadesi ile) [kişisel girişimcilik] adlı zırva; kapitalizmin dayattığı “siz önce kendinizi kurtarıp girişimci olun, geride kalanları umursamayın! Eğer herkes ‘bireyci’ ve herkes ‘girişimci’ olursa; toplumsal refah kendiliğinden artar!” zehrini yaymak için uydurulmuştur!

    Bu zehri yaratan beyinler: “Ludwig von Mises”, “Ayn Rand”, “Friedrich Hayek”, “Murray Rothbard”, “Robert Nozick” veya “Milton Friedman” gibi kapitalist hastalık yayıcılardır! Tuzaklarına düşmeyiniz!

    Zahmet olmazsa; yukarıda, “805” numaralı metnimizdeki “Foxconn şirketokrasi intiharları”nı bir kez daha okuyunuz, öğreniniz!

    Zahmet olmazsa; “emek-değer teorisi”ni bir kez daha okuyunuz:

    ( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    Zahmet olmazsa; “artı (artık) değer teorisi”ni bir kez daha okuyunuz:

    ( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    Esen kalın!

  827. BU DENLİ ÇOK İKTİSATÇI NE İŞ YAPAR? KİME HİZMET EDER?

    Vaktiyle (belki 10 yıl geçmiştir) Türkiye’nin en eski iktisat dergisine ilgisizliği tartışırken; akademisyeninden gazetecisine, özel danışmanlardan kamuda istihdam edilenlere doktora öğrencilerine kadar 10 binin üzerinde kişinin ekmeğini iktisatçılık yaparak, yahut iktisatçılığı bahane ederek yediğini hesaplamıştık!

    Fakat bu iktisatçı kalabalığına karşılık gelen bir iktisat yazını yoktu! Bir başka ifade ile, iktisatçı arzına denk gelen bir yayın (kitap, dergi vs.) talebi bir türlü oluşmuyordu!

    Diğer yandan, gazete sayfalarının en büyük kısmı ekonomi sayfalarına ayrılır. Televizyonlarda, dergilerde, radyolarda, internet sitelerinde de iktisadi yaşam dikkate değer yer alır. Üstelik bu sayfalarda mebzul miktarda iktisat yorumcusunun görüşleri sütunları doldurur.

    “Peki bütün bu iktisatçılar ne yazar?” diye sorulursa; rakamları teknik biçimde yorumlamakla uğraşıyorlar diye cevap verirsek kesinlikle abartmış olmayız. Sütunlar dolduran yorumların, asla teknik bir iktisat çerçevesinin dışına taşmadığını görürüz! “Para”, “üretim”, “ihracat”, “cari açık”, “kâr”, “risk iştahı”, “faizler”, “milli gelir” gibi terimler ve bunların istatistikleri, grafikleri doldurur o sütunları. Ama “insan”, “işçi”, o “üretimin arkasındaki süreç” yer bulmaz kendine! Kavramlara, kavramların dayandığı tarihi ve sosyal çerçeveye hiç yüz verilmez!

    Mesela, resmi milli gelir verileri mi açıklandı: Liberalinden burjuva soluna hâttâ kendini Marksist sayanına kadar hepsi; rakamları, tıptaki röntgen mütehassısı gibi ele alırlar! Rakamların sıhhatinin tartışılması, işçinin aşırı çalışmasının yol açtığı tüketiciliği hiç bir zaman kapsamaz! Her nedense iktisadi sürecin aslında sosyal bir ilişki olduğunu akıllarına getiremezler!

    Bir türlü; iktisadi olayların siyasetle, sınıflarla, sosyal mücadele ile ilişkisini kuramazlar! Tam tersine, kurmamak için özel çaba harcarlar! Bunu yaparken de iktisadın herkesin anlayamayacağı, özel bir uzmanlık alanı olduğu izlenimi yaratırlar! Rosa Luksemburg’un ifadesiyle; “ortalığı bir duman perdesiyle örtmeye” çabalarlar!

    İktisadi hayat gerçek hâliyle, ortaya konulamaz. İktisadi yaşamın yüzeydeki görünüşü, hâttâ bu görünüşün bile küçük bir kısmı ortaya konulmuş olur. Tabi unvanlarına, makamlarına, şöhret düzeylerine uygun olarak Rosa Luksemburg’un belirttiği gibi; “cafcaflı cümlelerle”!

    Kavramların, sınıfların, Kürt meselesinin, sosyal mücadelenin, dışlandığı teknik bir alan. Son derece “steril!”…

    “SAVAŞ” VE “EKONOMİ”

    Bütün bunlara neden mi dikkat çekiyorum?

    7 Haziran’dan itibaren adım adım tansiyonun yükseltilmesi ve Cizre’de, Sur’da, Silopi ve pek çok yerde savaş diyebileceğimiz çatışmalara; bu iktisatçı kalabalığı tek kelime etmediği için! Sanki “ekonomi ayrı bir sahada!”, “siyaset ayrı bir mecrada!”, “sosyal alan çok daha farklı bir çevrede!” cereyan ediyor!

    “Hükümet politikaları”, “AKP eleştirisi”, “AB kararları” gündemdeyse: Siyasete evet!
    Fakat sınıflar harekete geçince, ülke çapında mücadele şiddetlenince; iktisatçılarımız başlarını kuma gömerler!

    Acaba ekonomi alanı; savaştan, çatışmalardan muaf mı?!

    Çatışmaların yoğunlaştığı ilçelerden kitlesel iç göçün, yüzlerce ölümün, tankın topun eskitilmesinin hiç mi iktisadi bir karşılığı yok?!

    “Savaş”; fabrikalardaki, bürolardaki sınıf mücadelesini, mesela “kapitalizme karşı örgütlenme çabaları”nı, ücret taleplerini etkilemeyecek mi?!

    İç göç; kentlerde emek (işçi) arzını artırmayacak mı?!

    Emek arzı artınca ücretlerin düşmesi eğilimi hızlanmayacak mı?!

    Konut sorunu arsa spekülasyonuna yol açmayacak mı?!

    Bütçede askeri harcamalar ve örtülü ödenek masrafları artmayacak mı?!

    Kürtlerin yoksulluğu ile bu savaşın hiç mi ilgisi yok?!

    Yoksulluk ile kapitalizmin eşitsiz gelişimi arasında kuvvetli bir bağ bulunmuyor mu?!

    “YABANCILAŞMA”, “PARÇALANMA”, “DAĞILMA”

    Bir kısmı cevabı içinde olan bu türden sorular, dolaysız olarak bizi aynı zamanda “yabancılaşma meselesine” de götürüyor!

    Hiç kuşkusuz “yabancılaşma”nın maddi temeli: Kapitalizmin muazzam sermaye birikimi, metalaşmanın yayılması, paranın her toplumsal dokuya sızmasıdır! Burjuva ideolojisinin hakimiyetini yeniden üretir bu ekonomik çark! Marks’ın devrindekinden çok daha kaba, daha bayağı, daha parçalanmış (bütünlükten uzaklaşmış) hâlde! Ayrıcalıklar, rütbe ve makamlar, üniversitede kürsü tahsisi, işini koruma endişesi; “yabancılaşma”yı besler!

    Kapitalizmin sağladığı ayrıcalıklardan, kapitalizmi eleştirerek yararlanmak işine gelmez iktisatçıların!

    Rosa Luksemburg, iktisadi gerçekliğin, burjuva iktisatçıları tarafından “içi boş bir cümle yığını ve safsatadan ibaret olması”nın nedeninin “rastlantısal bir yanılgı olmadığını” belirtmişti yüzyıl önce!

    İktisatçıların ideolojik işlevi; toplumun (bilhassa işçilerin!) ikna edilmesi bakımından önemlidir!

    Kapitalizme göre: “Bir toplumun en önemli üretici gücü işçilerin, yani canlı emeğin haddini bilmesi, üretimde kendisine verilen rolü benimsemesi gerekir!” Bu nedenle hangi iktisatçı, sütunlar dolduran yazıları arasında; “sınıf”tan, “üretim süreci”nden, “bu süreçteki işçi”den bahsetmiyorsa; gerçeği gizliyor demektir!

    [Erhan Bilgin
    23 Aralık 2015]

  828. ÇALIŞIRSAN SEN DE ZENGİN OLURSUN!

    Geçenlerde, şu aslında olmayan “Nobel Ekonomi Ödülü” Jean Tirole diye bir adama verildi.

    Ben lisans öğrencisiyken, Tirole’ün “Theory of Industrial Organization” adlı klasik ders kitabını okumuştuk.

    Özgün çalışmaları “regülasyon” ve “piyasa gücü” üzerinedir. Eric Stark Maskin’in öğrencisi olduğundan kelli “ana akım modeller ve varsayımlar” kullanarak, özünde “matematiksel optimizasyon” yapar, öyle çok ilginç şeyler değil yani. Benim bunları biliyor olmam ise tamamen talihsizlik; hocalarımın hepsinin ellerinden öperim ama başbakanımızın aldığı eğitimin aksine bize lisansta Marx yerine zorla bunları okuttular!

    YOK ÖYLE BİR ÖDÜL

    “Bilecik diye bir yerin aslında olmaması” diye bir ekşisözlük troll’ü vardı hatırlarsanız. Bu öyle bir troll filan değil, gayet gerçek!

    Mesela Nobel Vakfı’nın resmi sitesinde ( http://www.nobelprize.org/nobel_organizations/nobelfoundation/ ) resmi olarak: “Fizik”, “Kimya”, “Tıp”, “Edebiyat” ve “Barış” alanında Nobel ödülleri verildiği yazar. Bu listede siz “ekonomi” ödülü diye bir ödül görebiliyor musunuz?! Ben göremiyorum. Çünkü yok öyle bir ödül. Cidden. Yani “resmen” yok, sadece algısal olarak var!

    PEKİ, BU “NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ” DİYE VERİLEN ÖDÜL NE?

    Efendim bu ekonomi ödülünün gerçek adı (İngilizcesiyle) “Sveriges Riksbank Prize in Economic Sciences in Memoir of Alfred Nobel”, (Türkçesiyle de) “Alfred Nobel Anısına Verilen İsveç Bankası Ödülü”dür.

    İsveç Bankası’nda 5 üyesi olan bilimsel bir komite var, işte bu ödülü de onlar veriyor.

    Yani olayın Nobel Vakfı’yla yakından hiçbir alâkası yok, uzaktan da çok az alâkası var!

    Uzaktan alâkası şu:
    vaktiyle İsveç Bankası ödülünü fonlayan kişi ve gruplar Nobel Vakfı’na da yüklü bağışlar yaparak bu ödülün Nobel Vakfı sitesinde bir link olarak konmasını sağlayabilmişler. Eskiden (7-8 sene öncesinden bahsediyorum) Nobel Vakfı sitesinde böyle bir link dahi yoktu; yani bu “sözde” Nobel Ekonomi Ödülü’nün gerçek Nobel kurumu ile uzaktan bir bağı bile yoktu 7-8 sene evvel. Resmi sitede haber yapılması ve bir link konulması yeni bir şey sayılır.

    Ama bu İsveç Bankası Ödülü 46 senedir “Nobel Ekonomi Ödülü” olarak medyada pazarlanıyor!

    PEKİ, NEDEN?

    Affedersiniz kim takar İsveç Bankası Ödülü’nü, değil mi?!

    O zaman Almanya Bankası başka bir ödül verir, Ruslar başka bir ödül verir, her bankanın bir ekonomi ödülü olur. Odeabank ekonomi ödülü verse Odeabank’ın (C.E.O.) siyosu bile sallamaz o ödülü!

    Gerçeğini söyleyip “İsveç Bankası Ödülü’nü bu sene ‘Jean Tirole’ almış” derseniz pek bir etki yaratmaz ama “Nobel Ekonomi Ödülü’nü bu sene ‘Jean Tirole’ almış” derseniz Nobel’in hâli hazırdaki saygınlığının ve marka değerinin üzerine konmuş olursunuz! Böylelikle dravdan bir ödülün kamuoyunda karşılık bulmasını sağlarsınız!
    Peki, Nobel Vakfı; bu işin böyle pazarlanmasına, yani kendi marka değerinin bedavaya kullanılmasına yanaşır mı? Bedava kullanılmasına yanaşmaz. Zaten Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine kurulmuş bir vakıfta vasiyetinde verilmesini istediği ödüllerin dışında bir ödül veremiyor kurum. Bu yüzden Nobel Ekonomi Ödülü verilemiyor ama vakfa yeteri kadar para yatırırsanız sitede link verip haberini yapabilirsiniz!

    “İDEOLOJİ” VE “EKONOMİ BİLİMİ”

    Ekonomi bilimi aslında son derece kritik bir sosyal bilimdir.

    Egemen “piyasa & kapitalizm ideolojisi” açısından ana akım ekonomi paradigmasının işlevi; mevcut üretim biçimi olan kapitalizmi, serbest piyasaları ve neoliberal politikaları “bilimsel olarak!” meşru bir zemine oturtmaktır!

    “Gerçekte” ise kapitalizm; işsizlik, fakirlik, gelir dağılımı bozukluğu, açlık, sefalet, evsizlik, sağlıksızlık, krizler, buhranlar, savaşlar ve ölümler yaratır!

    Şimdi:
    Kriz çıktığında işsiz kalıp borç batağında intiharın eşiğine gelmiş birine “Seni işsiz bırakan temel şey kapitalizmdir” dersen, ya da bir işçiye “Zenginlerin refahı, senin emeğinin haksız sömürüsünden geliyor” dersen olmaz! İnsanların kafası karışır, sistemi sorgulamaya ve sistemik dönüşüm talep etmeye başlarlar, 1968’de olduğu gibi!

    Bu yüzden egemen ideoloji, sistemin devamı için; kapitalizmin yarattığı olumsuz sonuçları bilimsel gibi gözüken fasaryadan hikâyelerle kılıfına uydurmalıdır!

    İşte ana akım iktisat tam olarak bunu yapar!

    Ders kitaplarında iktisat öğrencilerine “Serbest piyasalar daima dengeye doğru yakınsar, krizler çıkıyorsa bunlar deprem gibi kontrol dışı, adeta uzaydan gelen dışsal şoklardır” denir! Yani kapitalizm aslında istikrarlı bir sistem olduğundan kriz yaratmaz, dolayısıyla sen işsiz kalıyorsan ve intiharın eşiğindeysen bunun kapitalizmle alâkası yoktur; ya senin tembelliğin ve beceriksizliğinden ötürüdür ya da sadece talihsizliktir!

    Veya denir ki “Zenginler emek sömürüsü yaptığı için zengin değil; çok akıllı, çok girişimci ve çok çalışkan olduğu için zengindir”; yani eğer herkes çok çalışırsa, “kişisel gelişim kitapları” ve “nasıl zengin olunur kitapları” okursa, herkes aslında zengin olabilir!

    Eğer sen fakirsen, bu; çok çalışmadığın içindir, senin fakirliğinde kapitalist sistemin hiçbir kabahati yoktur, çünkü; bu kapitalist sistemde gerçekten isteyen ve çabalayan herkes istediği her şey olabilir!

    Ana akım iktisat literatüründe; her sonuç, özünde, rasyonel ve bireysel bir tercihtir!

    Yani madende grizu patlamasının belli bir olasılığı vardır, herkes bunu bilir ve bile bile o madene iner; eğer o kaza olasılığı gerçekleşip 301 işçi ölürse bunda verimlilik açısından bir sıkıntı yoktur, zira serbest piyasalarda herkes hak ettiği karşılığı alır!

    Şimdi gidip bir işsize “Sen aslında işsiz değilsin, piyasa denge ücretinde çalışmayı tercih etmiyorsun, o yüzden evine haciz geliyor”, ya da ölen madencinin ailesine “Kendi tercihiyle kendi etti kendi buldu” dersen bunu herkes yemez! Yani aslında “rasyonel beklentiler teorisi!” ana akım iktisadın en büyük yalanlarındandır! Ama bunu matematiksel modellerle iktisat öğrencilerine “bilim diye yutturabilirsen!”, bu öğrenciler ileride politika üretecekleri zaman, işsizliği ya da gelir dağılımı adaletsizliğini çok önemli birer sorun olarak görmeyecektir! Hâttâ şirket (C.E.O.) siyoları ve fabrikatörler kendilerini “fakir ve çaresiz olacak insanlara iş yaratan iyilik melekleri” olarak görürler, çünkü; kapitalizmde sermayedar kan emici bir vampir değil, işverendir, onlar olmasa kim iş verecek bu kadar insana?!

    Dolayısıyla bir (C.E.O.) siyo birini işten çıkardığı zaman kötülük yaptığını düşünmez; sadece daha önce o kişiyi işe alarak ve işte tutarak yapmış olduğu iyiliği artık yapmıyor olduğunu düşünür!

    Mesela serbest ticaret, emperyalist koşullar altında ekonomik olarak güçlüyü daha iyi, zayıfı da daha kötü yapar; ama böyle dersen Meksika NAFTA’yı imzalamaz, Amerikalı kapitalistler de ürettikleri fazlayı Meksika’ya satamaz veya ucuz işgücünden yararlanamaz! Bu yüzden öyle varsayımlarla, matematiksel ve bilimsel gözüken öyle modeller kurmalısın ki serbest ticaret her iki ticari ortağı daha iyi yapıyor gözüksün; ama kâğıt üzerinde! Bunu literatüre iyice yedirebilirsen buradan çıkacak “bilimsel” makalelerle ürettiğin politika önerilerini kullanarak, Meksika halkına, NAFTA anlaşmasının onları ekonomik olarak kalkındıracağı yalanını yutturabilirsin. (Ama Chiapas’taki Zapatistalara yutturamadılar!)

    20 sene sonra, NAFTA’nın aslında Meksika’yı olumsuz etkilediği anlaşılınca; zaten iş işten geçmiş, sömürülen sömürülmüş, elde edilen rant elde edilmiş olur! Anlaşmayı devam ettirmek için de Amerika’da bulunan kaçak Meksikalıları sınır dışı etme kozunu kullanarak Meksika’yı tehdit edebilirsin!

    İşte bu yüzden; sistem, ekonomi bilimini daha saygın göstermek zorundadır!

    İktisat fakültelerinde ders kitapları neredeyse “kutsal kitap” gibi algılanır! Bir şey ders kitabında yazıyorsa bilimsel ve sorgulanmaz bir bilgi zannedilir! Gerçekte ise öyle değildir; burjuva bilimi belli bir çıkar grubuna (burjuvazi) ve belli bir ideolojiye hizmet eder! Tabi aslında sistemik olarak daha büyük ve daha karmaşık bir “ideolojik propaganda mekanizması” işliyor olsa da; İsveç Bankası Ödülü’nü Nobel Ödülü diye pazarlanması işte bu ideolojik palavralara saygınlık kazandırmak, sistemi meşrulaştırmak ve ekonomi biliminin marka değerini arttırmaktan başka bir şey değildir! Yoksa böyle bir ödül yoktur. Verilen ödül de tıraştan bir ödüldür.

    Bugüne kadar 75 farklı kişiye verilmiş İsveç Bankası Ödülü, 28 kişiyle en çok “Chicago ekolü!”nden gelen “burjuva iktisatçıları”na verilmiştir!

    53’ü, yani üçte ikisinden fazlası Amerikan vatandaşıdır. Amerikan vatandaşı olmayanların çoğu da Amerika’da bir üniversitede profesördürler. Ödül alanların tamamına yakını marjinalisttir (matematiksel optimizasyon yaparlar); “serbest piyasa kapitalizmi”nin ve “neoliberalizm”in akademideki piyonlarıdır! Hiçbir Marksist ya da radikal iktisatçıya bu ödül verilmemiştir! Sırf bu bile; ideolojik olarak bu ödülün bir “burjuva ödülü olduğu”nu göstermektedir!

    Fakat burjuva iktisadında “Friedrich Hayek”, “Milton Friedman” ve “Gary Stanley Becker” seviyesinde ideologların sayısı azalmıştır. Son 10-20 yılda “baba ideolog!” diyebileceğimiz bir başka burjuva ideoloğu pek çıkmamıştır. Bunu:

    1. Disiplinin giderek daha teknikerliğe dayalı hâle gelmesine,

    2. Aşırı özelleşmeye,

    3. İdeolojinin çekirdeğinin çok katı olduğundan yeni yaklaşımlara kapalı olmasına bağlayabiliriz.

    Kanımca:
    Hem iktisat akademisinde, hem medyadaki en önemli ve popüler sayılabilecek iki figür; radikal olmamalarına ve burjuva iktisadı sınırlarının içinde yer almalarına rağmen, yandan çarklı Keynesyen olan “Joseph Stiglitz” ve “Paul Krugman”dır. Bu iki şahıs; her şeye rağmen (mesela “Chicago ekolü”yle kıyaslayacak olursak) daha ilerici gözükmektedirler.

    Nobel Barış Ödülü 2009’da Barack Obama’ya verildiğinde, Amerika’nın 4 ülkede işgalci güçleri vardı; yani herhâlde ödül daha fazla ülkeye savaş açmadığı için verilmiş olsa gerek!

    Aynı ödül daha önce yine yüzbinlerce insanın ölümüne sebebiyet veren savaş ve darbelerin mimarları olan Şimon Peres ve Henry Kissenger’a da verilerek, İsrail ve Amerika’nın barışçıl ülkeler olduğu algısı yaratılmasına katkı sağlanmıştı!

    Zaten dinamiti icat eden bir adam adına “barış” ödülü verilmesi başlı başına bir ironidir! Aynı adam anısına yalandan da olsa verilen ekonomi ödülü de yine (bu aralar çok popüler olan terimle!) bir algı operasyonunun parçasıdır, fazla büyütülmemesi gerekir!

    Ama bilmek gerekir ki; burjuva demokrasilerinde algı, üzerinden süre geçtikçe, gerçeklik olur!

    İlerici her iktisat hocasının, verdiği derslerde veya yazdığı yazılarda yeri geldiğinde, Nobel Ekonomi Ödülü diye bir ödülünün olmadığını, yukarıdaki sebepleriyle birlikte öğrencilerine veya okuyucularına izah etmesi gerekir.

    (Keynes sonrası) Post-Keynesyen iktisatçı Joan Robinson’ın meşhur “İktisat öğrenmenin amacı: İktisadi sorulara verilen hazır cevapları elde etmek değil; ekonomistler tarafından kandırılmamayı öğrenmektir!” sözü; vermek istediğim mesajı özetlemektedir!

    [Anıl Aba
    28 Ekim 2014]

  829. “Kapitalizmin Geleceği Üzerine” Sorulara Cevaplar
    Soru : “Öncelikle Ali Koç’un “Kapitalizmin ortadan kalkması gerek” konuşması uzun süre konuşuldu. Elbette bunun samimi bulunduğu söylenemez, hatta kapitalistlerin bu tür yorumları zaman zaman sistemin devamlılığı için gereklidir. Siz ne düşünüyorsunuz?”
    Cevap: Sanırım soru ve sorudaki cevap pek doğru değil. Ali Koç’unki gibi veya benzeri başka ifadeler, “samimi” olup olmadıkları bakımından değerlendirilemez ve değerlendirilmemeli.
    Önce hem genel olarak; hem de prensip olarak, herkesin samimi ve içten olduğu; ama ön yargılar, bilgisizlik vs. gibi nedenlerle yanlış bir konumda bulunduğu veya yanlış görüşleri savunduğu gibi bir varsayımdan hareket etmek gerekir. Esas olarak her durumda böyle davranmak gerekir. Aksi takdirde tartışma o kişilerin görüşleriyle değil; ahlakıyla, kişiliğiyle ilgili bir tartışmaya döner. Biz ise insanlarla ve onların ahlakıyla değil; sistemlerle, yapılarla, görüşlerle uğraşmalıyız. Bu çok temel,
    ama maalesef Türkiye’nin her konuyu kişiselleştiren kültürü içinde pek az görülen, bir duruştur.
    Soruna böyle bakılınca, burada, “Bir kapitalisti böyle konuşmaya iten nedir?” diye sormak ve bunun ardındaki sosyolojik nedenleri aramak gerekir.
    Şöyle bir baktığımızda, bunun bir istisna olmadığını, dünya çapında bu yönde bir eğilim olduğunu görürüz. Yani ortada istisnai olmaktan öte eğilimsel bir olgu var. Görülen şudur: birçok kapitalist, şirket yöneticisi vs. var olan sermayesini veya mevkiini terk ederek örneğin bir çiftlik alıp orada bedenen çalışmaya; ahırdaki hayvanlarının pisliklerini küremeye başlayabiliyor veya kapitalizmin dizginlenmesi gerektiğinden söz edebiliyor.
    Kanımca bunlar rastlantısal olgular değildir. Bir sistemin, bir uygarlığın tarihsel olarak ömrünü doldurmuşluğunun ve krizinin, burjuva uygarlığının krizinin ifadesidirler. İnsan olarak kapitalistleri; egemen sınıfları bile isyan ettiren bir durum var demektir.
    Şunu unutmamak gerekir, sermayenin mantığı başkadır; kapitalist olarak sermayenin mantığıyla düşünen insan; aynı zamanda yaşayan bir insandır, insan olarak insani ihtiyaçların mantığı başkadır. Bunların arasında bir çelişki de olabilir ve vardır. Zaten bu çelişkiyi modern toplumda herkes yaşar. Bürokratlar da yaşar. Ve bu çelişki de bizzat o sistemin krizinin bir yansımasıdır. Modern toplumda insan olan herkes, şizofrenik bir durumdadır. Para kazanmak için bir yaralıya yardım edecek yerde onun resmini çeken bir muhabir de bu çelişkiyi yaşar. Bu çelişkiyi yaşamıyorsa zaten o zaman ciddi sorun var demektir.
    Ben Ali Koç’un o sözlerinin, sistemin devamı için yapılmış bir savaş hilesi veya düşmanı aldatma manevrası olarak değil; sistemin insanlara, bizzat kapitalistlere bile akıl dışı, insanlık dışı görünmesinin, ömrünü doldurmuşluğunun, bir ifadesi olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Engels’in dediği gibi, bir sistem ömrünü doldurduğunda insanlara akıl ve ahlak dışı görünmeye başlar.
    Soru : “Küresel kapitalist sistem ve neoliberal politikalar dünya ölçeğinde kriz üretmeye devam ediyor. Bunun neticeleri ve mevcut durum teorisyenlerce çok tartışılıyor ama siz kapitalizmin ne denli büyük bir krize sürüklendiğini düşünüyorsunuz”
    Cevap: Önce birkaç yanlış anlamayı veya önyargıyı düzeltmek gerekiyor. Kapitalizm doğduğu andan beri krizler vardır. Çünkü üretim plansız ve kara dayanıyorsa, “aşırı üretim” olması da kaçınılmazdır. Kapitalizm bir bakıma krizler aracılığıyla kendini yeniler ve varlığını sürdürür. Bu tür “yaratıcı yıkımlar” olmadan var olamaz. Kar oranlarının düşme eğilimi, krizler aracılığıyla gerçekleşir; emek üretkenliği düşük, eski tekniğe dayanan üretim araçları böylece tasfiye olur; daha yeni tekniğe dayanan, dolayısıyla daha büyük sabit sermaye oranına sahip sermaye bileşenine uygun, yeni bir ortalama kar oranı belirleyici olur.
    19. Yüzyıl boyunca bu krizler yuvarlak hesap on yılda bir olurdu. Yirminci yüzyılda işçilerin elde ettiği haklar nedeniyle (işsizlik ve emeklilik sigortaları vs. gibi nedenlerle) bu krizlerin sert düşüşlere yol açması nispeten azaldı; çünkü bu haklar kriz zamanlarında düşüşün sertliğini yavaşlatan bir tür süspansuar etkisi yapıyordu. Ama bunun bir de kefareti oldu, on yıllık boom ve crach dönemlerinin yerini; daha kısa dönemli (5-6 yıllık) canlanma ve durgunluk dönemleri aldı. Tabii “Uzun Dalgalar”ın (“Kontradief Dalgaları” veya dönemleri) iniş fazlarında, bu krizler daha sert olmaktadır.
    Bu bakımdan bence ortada pek yeni bir şey yok.
    “Neoliberalizm” terimi, kapitalizmin tarihi içinde yeni bir aşamayı tanımlamaz. Biraz mali politikalarla ve hükümetlerin politikalarıyla ilgilidir. Kapitalizm ise, bir sosyo ekonomik formasyondur, yapısal bir olgudur, Emperyalizm, onun içinde farklı bir aşamadır; Geç Kapitalizm de onun içinde farklı bir aşama. Ama bunlar politik olgular ve bu kavramlar da politik kavramlar değildir. Örneğin Emperyalizm politik bir olgu ve bir politika değildir. Yapısal olarak farklı bir aşamadır. Ama neoliberalizm kavramı böyle değildir; o bir politikanın karşılığıdır ve öyle kullanılmaktadır. Yani kapitalizmin yapısal olarak farklı bir neoliberal aşaması yoktur.
    Bu nedenle ben “Neoliberalizm”in sahte bir düşman olduğu kanısındayım. Aslında Neoliberalizm kavramı, kapitalizmi gizil olarak olumlar; kapitalizmi kötülüklerinden tenzih eder. Aslında Neoliberalizme atfedilen bütün suçlar kapitalizmin suçlarıdır.
    Sorun kapitalizm olunca da, “kapitalizmin krizi”nden söz etmek bence yanlış.
    İki nedenle yanlış.
    Birincisi, yukarıda da değinildiği gibi, Kapitalizm doğduğundan beri krizler aracılığıyla çalışır. Ve kapitalizmi yıkmak isteyen biri için bu krizler şikâyet edecek değil; memnun olunacak şeylerdir. Düşmanınız kriz içindeyse sevinmeniz, bunu dert etmemeniz gerekir. Mark Engels mektuplaşmalarına bakın, kriz başladı sağlığım yerine geldi diye şakalaşır ve sevinirler. Hâsılı benim “kapitalizmin krizi” diye bir derdim yok.
    İkincisine gelince, Kapitalizm kriz içinde değilse, daha büyük tehlikedir. Bu kapitalizmin daha çok yaşama olasılığı var demektir. Bu insanların ona karşı isyan etme olasılığı daha az demektir. Dolayısıyla doğayı daha hızlı ve çok tahribe devam edecek demektir. Ona karşı mücadele edebilmek için önümüzde daha az zaman; daha az imkânlar var demektir.
    Bence kapitalizmin krizi yerine bir uygarlık krizinden söz etmek gerekiyor. Kapitalizm bir sosyo ekonomik formasyonu hedef alır; ama uygarlık tüm üstyapısıyla bir toplum biçimini. Sorun da zaten üstyapının değiştirilmesinde toplanır.
    Kriz bir uygarlık krizidir dediğimizde, yani burjuva uygarlığının krizidir dediğimizde, o zaman bu uygarlığın üstyapısını yıkmayı hedef olarak koyma gibi bir sorun ortaya çıkar. Onunla mücadelenin öne alınması gerektiği ortaya çıkar.
    Hangi biçim içinde var olmaktadır bu kapitalist uygarlık?
    Uluslar ve ulusal devletler.
    O halde, krizin adını daha doğru koyalım. Kriz bir uygarlık krizi olarak, ulusların ve ulusal devletlerin krizidir. Uluslar ve ulusal devletleri yok etmeye, parçalamaya girişmek gerekiyor.
    Tabii bu durumda da herkesin “kendi” ulusuna ve ulusal devletine karşı savaşı öne alması gerekiyor. Yani örneğin Türkler Türk ulusunu; Türk devletini yok etmek için mücadeleye girdikleri ve onu yok ettikleri an bu krizden çıkma olasılığı vardır.
    Örneğin iki dünya savaşı da bu uluslar ve ulusal devletler yüzünden çıkmıştır. Neredeyse bütün savaşlar vs. de öyle. Bugün tıpkı anarşik üretim ve onun temelindeki üretim araçlarının özel mülkiyeti gibi; uluslar ve ulusal devletler de üretici güçlerin gelişme düzeyiyle çatışma içindedir. Kapitalizmi düşman ilan edip de, uluslara ve ulusal devletlere hiç söz etmemek; ona karşı savaşı başa almamak, aslında gerçek mücadeleden, çok antikapitalist ve sert sözler söyleyerek, kaçmaktan başka bir şey değildir.
    Ulusları ve ulusal devletleri yıkıp bir dünya cumhuriyeti kurulduğu gün, insanlığın kapitalizmde kalmasının hem bir anlamı kalmaz; hem de bunu zorlayacak bir güç bulunmaz. İnsanlar istedikleri zaman kara dayanan bir üretimin yerine; kolayca kullanım değerlerinin üretimine dayanan planlı bir ekonomiye geçebilirler. Çünkü uluslar olmadığında, ulusal devletler de olmayacaktır; hudutlar, ordular olmayacaktır. O devletlerin istihbaratları vs. olmayacaktır. Kapitalizm var olsa bile (kaldı ki ulusları ve ulusal devletleri yıkacak olanlar da ezilenler olacağından zaten ulusal devletleri ve ulusları yok ederken bir yan ürün olarak kapitalizmi de tasfiye edebilirler ve edeceklerdir muhtemelen) onu ortadan kaldırmak son derece basit; demokratik olarak tartışılarak karar verilebilecek bir sorun olur.
    O dediğiniz teorisyenlerin hiç biri sorunu böyle koymuyor. Esas kriz işte tam bu noktada. Kriz kapitalizmde değil, kapitalizmle mücadele etmek isteyenlerde. Kapitalizme karşı olduğunu söyleyenlerin stratejileri bile yok. Ulusal devletlere ve uluslara karşı mücadeleyi akıllarına bile getirmiyorlar. Kapitalizm “antikapitalistler” sayesinde varlığını sürdürüyor bile diyebiliriz.
    Soru : “Ekonomiyi politikadan ayrı düşünemiyoruz. Dünya politik arenasındaki sıkıntılar ya da ekoloji felaketleri de kapitalizmin getirilerinden biri. Siz bu sistemin daha ne kadar kendini üretebileceğini düşünüyorsunuz?”
    Cevap: “Politikayı ekonomiden ayrı düşünememek” diye bu soruyu düzeltmek gerekir. Çünkü politikayı belirleyen ekonomidir. Ekonomi sınıfları, sınıfların çıkar ve konumları da esas olarak devletin yapısını; oradan da politikayı belirler. Ama bunu da mekanik olarak, kimi ekonomik tedbirler ve politikalar olarak anlamamak gerekir. Sınıfların uzun ve kısa vadeli çıkarları; genel çıkarları ve zümre çıkarları farklıdır ve bunlar arasında sürekli bir mücadele vardır. Yani sınıf mücadelesi sadece farklı sınıflar içinde değildir; aynı sınıfın içinde de bir mücadele vardır, hangi strateji ve programlarla o sınıfın çıkarlarının daha iyi savunulabileceğine ilişkin olarak. Bu anlamda anlaşılırsa, politikayı ekonomiden ayrı düşünmemek gerekir demek gerekir. Yoksa örneğin AK Parti’nin şu veya bu politikası anlamında değil. Pek ala o küçük bir kliğin çıkarının aracı olabilir. Bu düzeltmeden sonra esas soruya gelelim.
    Ekoloji felaketini alalım. Bununla mücadele etmek için, ilk yapılması gereken, ulusal devletleri yok etmektir. Ama alay eder gibi, ulusal devletlerin temsilcileri bunun için toplanıyor. Sadece bu kadar değil; herkes de bunu normal karşılıyor ve bunun saçmalığına karşı hiçbir itiraz yok.
    Hâlbuki bir tek dünya cumhuriyetinin olduğu bir dünyada, kapitalizm var olmaya devam etse bile, ekolojik felaketle çok daha kolay mücadele edilebilirdi.
    Öte yandan yukarıda da değindiğimiz gibi, krizsiz bir kapitalizm ekoloji için daha büyük bir felakettir. Bu daha hızlı bir büyüme demektir. Bugünkü dünya sistemine daha cılız ve az bir itiraz demektir.
    Hiçbir düzen kendiliğinden çökmez ve çıkışı olmayan durumlar yoktur. Dolayısıyla insanlık yok oluncaya kadar kapitalizm kalabilir.
    Ancak bu kadar yaşayacağını da sanmıyorum. Çünkü ulusal devletler ve uluslar var. Ulusal devletler varsa, muhtemelen bir nükleer dünya savaşı çıkacaktır ve insanlık ekolojik felaketten önce, nükleer bir dünya savaşıyla yok olacaktır. Bu beş on yıl içinde de olabilir; elli veya yüz yıl içinde de. Esas büyük tehlike budur. Ben insanlığın, yeryüzünde yaşam koşullarını tüketecek kadar uzun yaşayamayacağını düşünenlerdenim. Yani bir ekolojik kıyametten önce bir nükleer kıyamet yaşamamız büyük olasılıktır.
    Eğer nükleer felaketi engelleyebilirsek ki ulusları ve ulusları yok etmek bunun ön koşuludur, aslında ekolojik felaketi de engellemiş oluruz otomatikman. Ulusların ve ulusal devletlerin olmadığı bir dünyada kapitalizmin yaşama veya burjuvazinin bir sınıf olarak var olma ve egemenliğini sürdürme şansı olabileceğini sanmıyorum.
    Soru : “Sistem daha ne kadar kendini korur? Yani bu sistemin sonu gelecekse hangi kuşağın buna tanık olması muhtemeldir. Kimine göre sistemin önünde en fazla 100 yıl kaldı, belki daha az…”
    Cevap: Sistemin kendini daha ne kadar sürdüreceği bizlere bağlı. Aslında insanlar ayaklarıyla uluslara ve ulusal devletlere karşı oy veriyorlar diyebiliriz. İster Meksika hududu, ister güneydoğu Asya denizleri, ister Hint okyanusu, ister Akdeniz olsun, her yerde dünyanın siyahları kapatıldıkları “bantustan”dan; “rezervat”tan, hapishaneden kaçmaya çalışıyorlar ve ulusal sınırları bin bir biçimde aşmaya çalışıyorlar. Yani koşullar uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşın başlatılması gerektiği çağırısı yapıyor. Sorun bizlerde, Hala soyut bir anti-kapitalizm üzerinden savaş çağrılarıyla bu olmaz. Tam da bu çağrılar sistemi yaşatıyor. Uluslara ve ulusal devletlere karşı savaş gerekiyor. Tabii öncelikle herkesin “kendi” ulusuna ve ulusal devletine karşı savaşı gerekiyor. Örneğin Türkler Türk ulusuna ve Türk devletine karşı savaşmaya başladıklarında İnsan olmaya, bir Demokrat olmaya başlarlar.
    Buradan giderek antikapitalist olunabilir. Demokrat ve İnsan olmadan; yani politik olanın ulusal olanla belirlenmesi ilkesine karşı savaşmadan, sosyalist ya da antikapitalist olmak mümkün değildir.
    Örneğin, şimdi sizin sorduğunuz gibi yanlış sorular sorulmadığında, bu sistemi yıkabiliriz diyebilirim. O halde kapitalizmin ne kadar yaşayacağı, size ve sorularınıza; diğer bir ifadeyle doğru sorular sormamıza bağlı.
    Soru : “Kapitalist sistemin çözülmesi, nasıl bir yön verir dünyaya? Sosyal kapitalizm, sosyalizm… Gerçekçi bir öngörüde bulunabilmek mümkün mü?
    Cevap: Ulusların ve ulusal devletlerin var olmadığı bir tek cumhuriyetten oluşmuş, sınırların ve orduların olmadığı bir dünyada, insanlar buna kendileri demokratik olarak karar verirler. Sizin sorunuz ise, ulusların ve ulusal devletlerin var olduğu ama sosyalist bir dünyayı var sayıyor. Bu hem mümkün değildir; hem de sorunu tehlikeli biçimde yanlış koymaktadır.
    Ben şahsen, öyle bir dünyada, yani bir tek dünya cumhuriyetinde, sancıları minimuma indiren bir geçiş dönemiyle, adım adım yeryüzü ölçüsündeki planlı bir ekonomiye ve sınıfsız bir topluma geçilebileceğini düşünüyorum.
    Tabii bu demokratik bir planlamadır, devletçilikle ve bürokratik bir planlamayla ilgisi yoktur.
    Uluslar ve ulusal devletler ortadan kaldırıldıktan sonra, yüz yıl içinde de bu geçiş döneminin tamamlanıp, sınıfsız bir topluma geçilebileceğini düşünüyorum.
    Tabii buna o insanlar karar verecekler. Bize düşen buna karın değil, devletlerin değil; dünya cumhuriyeti yurttaşlarının özgürce karar verebilecekleri koşulları hazırlamaktır. Yani ulusları ve ulusal devletleri yıkmaktır; bir tek dünya cumhuriyeti kurmaktır.
    Soru : “Sistemin insana, çevreye verdiği zarar ortada. Daha büyük felaketler de kapıda. Bunun ne kadar farkındayız?”
    Cevap: İnsanlar bunun epey farkında, ama esas ulusların ve ulusal devletlerin nasıl bir felaket olduğunun farkında değil. Sorun burada kanımca.
    Soru : “Türkiye’de genelde siyaseti sıcak gündem maddeleri üzerinden tartışıyoruz. Hâlbuki AKP iktidarına yapılacak en büyük eleştiri, uyguladığı neoliberal politikalar. Ancak bunun üzeri örtülüyor ve pek çok kriz de buradan türüyor. Bu konudaki fikriniz nedir”
    Cevap: AKP aslında CHP’li Derviş’in politikasını harfiyen uygulamıştır ve uygulamaktadır.
    Öte yandan AKP’nin politikaları özellikle ilk yıllarda, ezilen ve alt kesimlere milli gelirin yeniden paylaşımı üzerinden daha büyük bir pay verdi. AK Parti’nin bugün hala devam eden kitle desteğinin, ki bu destek özellikle alt ve yoksul kesimlerden kaynaklanıyor, nedeni de budur.
    AK Parti’nin esas eleştirilmesi gereken yanı anti demokratik karakteridir. Kimsenin dayanmadığı bir güce ve güç dengelerine dayanmasına rağmen, bu Sümerlerden beri gelen, Bizans ve Osmanlı kalıntısı merkezi ve bürokratik cihazı yıkmak, tasfiye etmek, parçalamak için hiçbir şey yapmamış olmaması, hatta onu daha merkezi, keyfi ve güçlü bir mekanizmaya dönüştürmesidir. Esas eleştiri oklarının yöneltilmesi gereken husus budur.
    Ben esas bunun üzerinin örtüldüğünü, neoliberalizm sözlerinin bu esas sorunu gözden kaçırdığın düşünüyorum. Yani esas sorun “Neoliberalizm Politikaları”nın esas sorun olarak ortaya koyulmasındadır.
    20 Aralık 2015 Pazar
    Demir Küçükaydın
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/12/kapitalizmin-gelecegi-uzerine-sorulara.html

  830. Sayın Demir Küçükaydın'ın (826) çelişkileri

    Sayın Demir Küçükaydın’ın (826) çelişkileri:

    1.
    [Hâsılı benim “kapitalizmin krizi” diye bir derdim yok.]

    2.
    [Bence kapitalizmin krizi yerine bir uygarlık krizinden söz etmek gerekiyor. Kapitalizm bir sosyo ekonomik formasyonu hedef alır; ama uygarlık tüm üstyapısıyla bir toplum biçimini. Sorun da zaten üstyapının değiştirilmesinde toplanır.
    Kriz bir uygarlık krizidir dediğimizde, yani burjuva uygarlığının krizidir dediğimizde, o zaman bu uygarlığın üstyapısını yıkmayı hedef olarak koyma gibi bir sorun ortaya çıkar. Onunla mücadelenin öne alınması gerektiği ortaya çıkar.
    Hangi biçim içinde var olmaktadır bu kapitalist uygarlık?
    Uluslar ve ulusal devletler.]

    3.
    [Kriz kapitalizmde değil, kapitalizmle mücadele etmek isteyenlerde. Kapitalizme karşı olduğunu söyleyenlerin stratejileri bile yok.]

    CEVAPLAR:

    “Uygarlık” denen şey her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın; özellikle şu an içinde yaşadığımız momentte, dünya genelinde “uygarlık”ın beslendiği yegâne kaynak “kapitalizm”dir! Eğer “uygarlık” denen şeye karşı mücadele etmeye niyetlenenler var ise; ilk önce kapitalizmi ortadan kaldırmazlarsa hiçbir sonuca ulaşamazlar! “Uygarlık” denen şey bir arabadır; “kapitalizm” de o arabanın zehir yayan motorudur! O zehir yayan motor ortadan kaldırılıp; daha hakkaniyetli motorlar meydana getirildiğinde, “uygarlık” denen şey bambaşka hâllere bürünür! (Not: “Sosyalizm” ve “komünizm” daha hakkaniyetli motorlar değildir!)

    [Kriz kapitalizmde değil, kapitalizmle mücadele etmek isteyenlerde. Kapitalizme karşı olduğunu söyleyenlerin stratejileri bile yok.] ifadesine bir çözüm önerisi: “The Zeitgeist Movement”.

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    ********************

    “Ulusları” ve “ulusal devletleri” ortadan kaldırmaya niyetlenenler; ilk önce kapitalizmi ortadan kaldırmazlarsa hiçbir sonuca ulaşamazlar!

    Sayın Küçükaydın’ın görmek istemediği durum şu:
    “Ulusal devlet”lerin maskesini yırttığınız anda, altından “şirketokrasi”nin çıktığını görürsünüz!

    “Apple”, “ExxonMobil”, “Google”, “Microsoft”, “Coca-Cola”, “Pepsi-Cola”, “Cargill”, “Facebook”, “Twitter”, “Ford”, “Tesla Motors”, “WalMart”, “McDonald’s”, “Caterpillar”, “General Motors”, “Chrysler”, “JP Morgan Chase”, “Bank of America”, “Citigroup”, “Dell”, “Goldman Sachs” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, A.B.D. DEVLETİ AYAKTA!

    “Tata”, “HCL Technologies”, “ICICI Bank”, “BPL Group”, “Reliance Communications”, “UltraTech Cement”, “Maruti”, “Adani Group”, “Bharat Aluminium Company”, “Bharti Airtel”, “Bank of Maharashtra”, “CMC Limited”, “Force Motors”, “Hero MotoCorp”, “Zensar Technologies” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, HİNDİSTAN DEVLETİ AYAKTA!

    “BlackBerry”, “ALDO Group”, “ATI technologies”, “HTT Pléthore”, “Mitel”, “Dupont Industries”, “Orion International”, “NAD Electronics”, “Rogers Cable”, “EA Black Box”, “Geosoft”, “Héroux-Devtek”, “Katz Group”, “Livingston International”, “NCIX”, “NOVA Chemicals”, “Vidéotron” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, KANADA DEVLETİ AYAKTA!

    “Sony”, “Panasonic”, “Sharp”, “Yamaha”, “Honda”, “Mitsubishi”, “Toshiba”, “Mizuho Financial Group”, “Daihatsu”, “Nippon Computer Systems”, “NEC”, “Nikon”, “Olympus”, “Seiko”, “T&D Holdings”, “Fujitsu”, “Canon”, “AOC Holdings” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, JAPON DEVLETİ AYAKTA!

    “Volkswagen”, “Deutsche Bank”, “Adidas”, “Siemens”, “Bosch”, “Puma”, “Hapag-Lloyd”, “BMW”, “Audi”, “Porsche”, “Mercedes-Benz”, “Faber-Castell”, “Blaupunkt”, “Deutz AG”, “Knauf”, “Dornbracht”, “Daimler”, “Commerzbank” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, ALMAN DEVLETİ AYAKTA!

    “HSBC”, “Cadbury”, “Domestos”, “Benson & Hedges”, “Marshall”, “CMS Computers”, “Barclays”, “Bremont Watch Company”, “Russell & Bromley”, “Lee Cooper”, “BT Group”, “British Petroleum (BP)”, “Rolls-Royce Motor”, “Land Rover”, “Briggs Automotive Company” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, İNGİLİZ DEVLETİ AYAKTA!

    “Gazprom”, “Lada (AutoVAZ – Volzhsky Avtomobilny Zavod)”, “Acron Group”, “Yandex”, “ABBYY”, “Ilyushin” “VTB Bank”, “Trolza”, “Derways Automobile Company”, “Chelyabinsk Tractor Plant”, “Bank Saint Petersburg”, “Aviakor”, “Akella”, “Evalar”, “Krasnoye Sormovo Factory” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, RUS DEVLETİ AYAKTA!

    “Hyundai”, “Samsung”, “Kodenshi AUK Group”, “SsangYong Motor”, “LG”, “Daewoo”, “Hankook Tire”, “Zalman”, “LS Tractors”, “Dongyang Cement”, “KT Corporation”, “Samyang Optics”, “Cuckoo Electronics”, “Ansungtangmyun”, “IAUDIO”, “Kia Motors” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, GÜNEY KORE DEVLETİ AYAKTA!

    “Tüpraş”, “ETİ”, “Beko”, “Arçelik”, “TAV”, “İş Bankası”, “Erdemir”, “Vestel”, “Ülker”, “Anadolu Isuzu”, “Türk Telekom”, “Pınar”, “Sütaş”, “Yapı ve Kredi Bankası”, “Eczacıbaşı”, “Alarko”, “Pegasus Havayolları”, “Şişecam”, “Omsan”, “Çalık”, “Profilo”, “Turkcell”, “DYO Boya Fabrikaları”, “Karsan” ve yüzbinlerce “ŞİRKETOKRASİ”LERİNİN KURDUĞU SÖMÜRÜ DÜZENİYLE, TÜRKİYE DEVLETİ AYAKTA!

    Listeyi uzattıkça uzatabiliriz…

    Eğer “şirketorkasi”yi ortadan kaldırmazsanız; “ulusal devlet”leri yıkamazsınız!

    Hatırlayınız:
    24-25 Aralık 2015’te, hacker grubu “Anonymous”un; İş Bankası, Ziraat Bankası, Akbank, Garanti Bankası gibi onlarca “ŞİRKETOKRASİ”YE YAPTIĞI SALDIRILAR SONUCUNDA PİYASALAR İŞLEVSİZ HÂLE GETİRİLDİ!

    DÜNYA GENELİNDE:
    KAPİTALİZMİN KULUÇKA MERKEZLERİ OLAN “ŞİRKETOKRASİ”YE KARŞI MÜCADELE ETMEDİĞİNİZ SÜRECE; “ULUSAL DEVLET”LERİ ORTADAN KALDIRAMAZSINIZ! BUNU ASLA AMA ASLA UNUTMAYINIZ!

    Yukarıdaki 3 (üç) çelişkisi dışında; sayın Küçükaydın’ın saptamalarının geneli meşru gözükmekte.

  831. 827 nolu yorumda tam da Küçükaydın’ın sözünü ettiği klasik soyut, etkisiz anti-kapitalizmin bir örneğini vermişsiniz.
    Sizin bu söylediklerinizi sol yıllardır tekrarlıyor, bunların hiçbiri yeni fikirler değil.
    Ulus devletin gücünü küçümsüyorsunuz. Kapitalizm, daha somut ifadeyle Batı’nın sanayi uygarlığı ne kadar güçlüyse Asya despotu doğu uygarlıkları da o kadar sağlam. Türkiye, İran, Mısır gibi devletler kapitalizm öncesi uygarlıkların mirasçısı. Bu nedenle güçleri kapitalizmden bağımsızdır.
    Bugün Suriye, Irak, Yemen, Libya, Filistin neden böyle? Kapitalizm yüzünden mi? Yoksa tam tersi kapitalistleşemedikleri için mi?
    Bu ülkeler tarihlerinde hiç uluslaşamadılar, dolayısıyla kapitalistleşemediler. Osmanlıların, Selçukluların, Memluklerin, Eyyubilerin egemenliğinde yaşadılar. Sürekli istilalara, Haçlı, Moğol, Avrupa, Amerika işgallerine maruz kaldılar.
    Herşeyi sadece kapitalizmle açıklamak Avrupa-merkezciliktir.

  832. Sayın (anonim) 828'e

    Sayın “anonim” 828,

    [tam da Küçükaydın’ın sözünü ettiği klasik soyut, etkisiz anti-kapitalizmin bir örneğini vermişsiniz.] Yalan atıyorsunuz! Çünkü; yazdıklarımızı manipüle etmekten hoşlandığınıza dair izlenim yayıyorsunuz!

    Ne yazık ki; ifadeleriniz, daha çok 1980 öncesi dünya sistemleri düzleminde bugünkü hayatı (ve geleceği) gözlemlemeye çalışan akımın & akımların kalıbında sıkışıp kaldı! Bu uyarıyı; şahsınıza da, sayın Demir Küçükaydın’a da hatırlatmak zorundayız!

    [Sizin bu söylediklerinizi sol yıllardır tekrarlıyor, bunların hiçbiri yeni fikirler değil.] açıklamanız geçersiz! Çünkü; o meşhur “sol”, aşağıda okuyacağınız perspektifi daha önce hiç ortaya koymadı! O meşhur “sol”; hâlâ ama hâlâ 1970’lerdeki fraksiyonlaşma oyunundan kurtulamadı! O meşhur “sol”daki her fraksiyon; bugün bile, sadece kendi cephesinin asker sayısını arttırmak rüyasıyla yaşıyor! O meşhur “sol”; Ankara’daki OSTİM’de neler yaşandığı hususuyla zerre ilgilenmiyor, İskenderun limanındaki işçilerin neler yaşadığı hususuyla zerre ilgilenmiyor, Maslak’taki yüksek yüksek plazalarda renk renk “Ya-LA-ka”ların nasıl patron kıçı yalamaya mahkûm edildiği hususuyla zerre ilgilenmiyor, veya Çerkezköy’deki B/S/H fabrikalarında neler yaşandığı hususuyla zerre ilgilenmiyor!

    [Kriz kapitalizmde değil, kapitalizmle mücadele etmek isteyenlerde. Kapitalizme karşı olduğunu söyleyenlerin stratejileri bile yok.] ifadesine bir çözüm önerisi: “The Zeitgeist Movement”. (NOT: Dikkat ediniz sayın 828: “Çözüm önerisi” diye yazdık; “tek çözüm yolu bizim dediğimizdir” diye yazmadık!)

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Ulus devletin gücünü küçümsüyorsunuz. Kapitalizm, daha somut ifadeyle Batı’nın sanayi uygarlığı ne kadar güçlüyse Asya despotu doğu uygarlıkları da o kadar sağlam. Türkiye, İran, Mısır gibi devletler kapitalizm öncesi uygarlıkların mirasçısı. Bu nedenle güçleri kapitalizmden bağımsızdır.
    Bugün Suriye, Irak, Yemen, Libya, Filistin neden böyle? Kapitalizm yüzünden mi? Yoksa tam tersi kapitalistleşemedikleri için mi?
    Bu ülkeler tarihlerinde hiç uluslaşamadılar, dolayısıyla kapitalistleşemediler. Osmanlıların, Selçukluların, Memluklerin, Eyyubilerin egemenliğinde yaşadılar. Sürekli istilalara, Haçlı, Moğol, Avrupa, Amerika işgallerine maruz kaldılar.] açıklamanıza yönelik cevabımız:

    Bugüne ve yakın geleceğe, hâlâ ama hâlâ 1980 öncesi dünya sistemleri düzleminde sıkışıp kalarak bakarsanız; “Reha Oğuz Türkkan tarzında bir gözlem anlayışı!” içinde kaybolursunuz! Ne yazık ki; eriyip gidersiniz! “827” numaralı metnimizde yazdığımız şu cümlelerimizi; ya görmediniz ya da görmek istemediniz: {{ “Ulusal devlet”lerin maskesini yırttığınız anda, altından “şirketokrasi”nin çıktığını görürsünüz! Eğer “şirketorkasi”yi ortadan kaldırmazsanız; “ulusal devlet”leri yıkamazsınız! Hatırlayınız: 24-25 Aralık 2015’te, hacker grubu “Anonymous”un; İş Bankası, Ziraat Bankası, Akbank, Garanti Bankası gibi onlarca “ŞİRKETOKRASİ”YE YAPTIĞI SALDIRILAR SONUCUNDA PİYASALAR İŞLEVSİZ HÂLE GETİRİLDİ! }}

    Yazdığımız kelimelere dikkat ediniz: “Şirket” başka şey; “şirketokrasi” başka şey!

    [Herşeyi sadece kapitalizmle açıklamak Avrupa-merkezciliktir.] ifadeniz doğru, haklısınız. Fakat şunu da aklınızdan çıkarmayınız: Afganistan’dan, Lübnan’dan, Irak’dan, Suriye’den milyonlarca insan, niçin Çin “Halk!” Cumhuriyeti’ne, niçin Hindistan’a, niçin Güney Kore’ye, niçin Japonya’ya değil de; Almanya’ya, İsveç’e, Norveç’e, İngiltere’ye, A.B.D.’ye, Kanada’ya ulaşmaya çırpınıyor! Örneğin bir Suriyeli aile niçin Bosna-Hersek’de mülteci statüsü elde etmek için çırpınmıyor da; Almanya’da mülteci statüsü elde etmeye çırpınıyor!

    Şimdi birkaç dakika durunuz ve dingin bir zihinle muhakeme ediniz:

    Bütün bunların sebebi; “kapitalizm hastalığı” olmasın sakın!!!

    Örneğin Almanya’da “Volkswagen” veya “DHL” isimli ‘şirketokrasi’lerin çapı büyük ve doğal olarak sömürüsü kapasitesi de genişse; Suriye’de bir tekstil ‘şirketokrasi’sinin çapı küçük ve doğal olarak sömürüsü kapasitesi de küçük. Fakat dikkat ediniz: Amaç aynı, icraat aynı: “Sömürmek”!!!

    Örneğin Almanya gibi bir yerde; bir Suriyeli mültecinin aklından geçen “daha profesyonelce sömürülerek, daha müreffeh bir hayata kavuşacağı” sanrısı olmasın sakın!!!

    “Kapitalizm” denen hastalık, bu insanların ülkelerini; yani Afganistan’ı, yani Lübnan’ı, yani Irak’ı, yani Suriye’yi darmadağın ettiği için olmasın sakın!!! “Reha Oğuz Türkkan tarzında bir gözlem anlayışı”ndan kendinizi kurtarınız!!!

    Örneğin Almanya’da “yüksek tahsilli, yüksek maaşlı Alman vatandaşları”nın hepsi olmasa da çoğu; ceplerine giren maaşın bolluğu ölçüsünde kapitalizmden etkilenir ve kapitalizme etki eder! O meşhur “alt sınıf!” dedikleri, o meşhur “orta sınıf!” dedikleri insanların tüketim gücü eridikçe; sıra, bu “yüksek tahsilli, yüksek maaşlı Alman vatandaşlara” da gelecek! Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; Marxist değiliz. Fakat size tavsiyemiz: Kendinize biraz zaman ayırınız; Marx’ın (ve Engels’in) iktisadi tespitlerini okuyunuz, öğreniniz, muhakeme ediniz! Size tavsiyemiz; “Joseph Alois Schumpeter” kimdir, necidir, hayatı nasıl geçmiştir, teorileri nedir, tespitleri nedir, bugün Schumpeter’in görüşleri dünyayı nasıl domine ediyor; merak ediniz, araştırınız, öğreniniz, muhakeme ediniz!

    İşin daha acı veren tarafı şu:
    Siz de, sayın Demir Küçükaydın da, sayın Gün Zileli de, sayın “ogürsel” de, sayın “pipsqueak” de (listeyi çoğaltabiliriz) hakkaniyetsizliğe isyan eden, “sol’da olmaya çalışan”, “kapitalizmin ölümcüllüğünü” gözlemleyen kişiler olmanıza rağmen; kapitalizm karşıtı görüşler, çözüm önerileri meydana geldiğinde, sanki birdenbire beyniniz dönüşüyor, en azılı kapitalist oluveriyorsunuz! Hepiniz olmasa da çoğunuz, birdenbire “tarih öğretmeni!”ne dönüşüyorsunuz, ve tarihteki yaşanmışlıkların aynısının, tıpkısının bugün de, yarın da gerçekleşeceğini zannediyorsunuz! Bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara; tarihten sanki hiç haberimiz yokmuş gibi en baştan tarih öğretmeye kalkışıyorsunuz! Siz ve sizin gibiler “tarih”i bugün tekrar ede ede; kapitalizmin tuzağına düştüğünüzün farkında değilsiniz! Gelmekte olanı görmek istemiyorsunuz! Umursamaz tavırlarla yaklaşıyorsunuz, daha da acısı; paranoya ile yaklaşıyorsunuz!

    “Kapitalizm” sizlerin en ince kılcal damarlarına öyle işletilmiş ki; artık sesinizi soluğunuzu çıkaramaz hâle gelmişsiniz! “Ehven-i şer”likten ötesine geçmek istemiyorsunuz!

    Son kez hatırlatalım:
    Dikkat ediniz sayın 828: “Çözüm önerisi” diye yazdık; “tek çözüm yolu bizim dediğimizdir” diye yazmadık!

    Hoşçakalın!

  833. DÜNYAYI BİZ Mİ KURTARACAĞIZ!

    YENİ İNSANI KURMAK

    İnsanlığın tarihsel yolculuğunun rotası buradan ufuk çizgisine uzan düz bir perspektif değildir. Dolambaçlı yollar, çıkmaz sokaklar, bataklıklar ve uçurumlarla dolu olduğu kadar; keşfedilmeyi bekleyen kıtalar, fethedilecek zirveler ve aşılacak çöller de barındırır.

    Yolculuğun şaşmaz bir kuralı ise şudur: Kervanın sahipleri bu yolculuğu kendi çıkarlarına göre yönetir ve er ya da geç onların çıkarları, kervanın tamamının çıkarlarıyla uzlaşmaz hâle gelir. Zaten yolda düzülmüş kervan dağılmaya; toplumsal doku güvelerin insafına kalmış bir yün halı gibi çözülmeye ve çürümeye başlar.

    Bu olduğunda artık insanlığın önünde iki seçenek kalır:

    Ya iktidar sahipleri ve yönetilenler beraberce bu çürüme bataklığına gömülür ve bir ibret öyküsü olarak tarihe geçer,

    Ya da ezilenlerin içinden bir yıkıcı ve yeniden kurucu irade yükselir. Böylelikle içine sıkışılan çelişkiler çıkmazı çözülmez, ancak o çelişkileri yaratan toplumsal ilişkiler ortadan kaldırılarak aşılır. Yeni toplum eski labirentten çıkışı arayarak ve bularak değil, labirenti yıkarak kurulur.

    Dolayısıyla çürüme dönemlerinde tarih “Yeni İnsan”ı sahneye çağırır. Bu insan; kendi döneminin devrimcisidir. Eski düzeni yıkacak, yeni düzeni kuracak ve o yeni düzende yaşayacak olan insandır. Nikolay Chernyshevsky’nin “Nasıl Yapmalı”da, Jack London’ın “Demir Ökçe”de veya Yakup Kadri’nin “Ankara”da aradığı insanlar birbirlerinden çok farklıdır ama üstlenmeleri beklenen toplumsal görev aynıdır: Yıkıcı ve kurucu iradeyi ortaya koymak ve örgütlemek.

    Geçtiğimiz hafta Maltepe Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yaptığımız “Yeni İnsanı Kurmak” başlıklı söyleşinin ardından; “kurmak” fiilinin doğru bir tercih olmadığını savunan birden fazla arkadaşım oldu. Alternatif olarak ise “kurgulamak” ve “yaratmak” önerildi. Bu tartışmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum zira “kurgulamak” ve “yaratmak” fiilleri bir “sıfırdan başlamak” vurgusu taşıyor. Bugün insanlığın ihtiyaç duyduğu yeni insanı ise sıfırdan değil; içinde yaşadığımız düzenin çamurundan yükselteceğiz. Bu yüzden “Kendini Yontan Heykeltraş” heykeli çok heyecan verici olsa da, gerçekliği yok.

    Bedenimiz nasıl sorunlu da olsa çalışan ve bizi yaşatan bir sistemse; bizi saran toplumsal ilişkiler yumağı da sorunlu, çelişkili ama gündelik hayatı sürdürmemizi sağlıyor. Hayâl kırıklıklarımız, mutsuzluklarımız, gelip-geçen heveslerimiz ve yakaladığımızda sımsıkı tutunup genelde boğduğumuz bireysel mutluluklarımızla yaşayıp gidiyor ve bize tanımlanan temel fonksiyonu; “emeğimizi patronlar yararına üretken biçimde kullanmayı!” yerine getiriyoruz! Bu ilişkiler yumağı; düşünce, kanaat ve hislerimizi de büyük ölçüde belirliyor ve toplumsal varoluşumuzu oluşturuyor. Bu varoluş kuşkusuz bilinçli ve plânlı müdahaleye açık, ama bu müdahaleler (yukarıdaki analojiden devam edeceksek) organ nakli yapmaya benziyor. Toplumsallığımızın şu ya da bu parçasında yapmaya çalıştığımız izole değişiklikler veya eklemeler, genelde bütünle uyumlu olmadığı için kadük oluyor.

    İnsanların hayatlarındaki büyük değişiklikleri travma dönemlerinde yapabilmelerinin sebebi bu. Dağılan parçaları toplayıp hayatı yeniden kurarken radikal değişiklikler yapmak, parçalar bir aradayken yapmaktan çok daha kolay oluyor.

    Bu bağlamda, eğer oturup travma beklemeyeceksek, bu çağın yeni insanını kendimizde kurmaya başlamak için ilk yapmamız gereken; “özel mülkiyet düzeninin etrafımıza ördüğü yumağı gevşetmek” ve “hayatımızı daha müdahale edilebilir hâle getirmek” olmalı! Bunun nasılını iki haftadır tartışıyoruz ve tartışmaya devam edeceğiz ancak hayatımızda bir sadeleşmeye gitmek ve düzenin üzerimizdeki “rekabet”, “tüketim”, “uyuşma” gibi basınçlarını reddetmek iyi bir başlangıç olacak gibi görünüyor!

    Dolayısıyla, bir yeni yıl yazısı niteliğinde de olan bu yazının 2016’ya dair temennisi; hepimizin (bilhassa da kendimin) yeni yılda hayatımızdan çaldığı vakte kesinlikle değmeyen; “televizyon dizisi”, “sosyal medya” gibi şeyleri tüketmeyi bırakması, bırakamıyorsa da ciddi biçimde azaltması ve hayatında güzelliklere, mücadeleye daha fazla yer açması olsun.

    Bu arada, kuşkusuz, “dünyayı biz mi kurtaracağız?!”; ya da, daha kibarca, “hiç de kurtarılmayı bekliyormuş gibi görünmeyen insanlığı kurtarmak için hayatımızda neden bu kadar kapsamlı değişiklikler yapmakla uğraşalım?!” sorusu sorulabilir!

    Bu sorunun birbirini tamamlayan iki yanıtı var:

    Birincisi; bu, bizim “sorumluluğumuz” ve önümüzdeki hafta bunu tartışacağız!

    İkincisi ise; o değişiklikleri bugünden ve kendi irademizle yapmadığımız takdirde, dünya çapında yaklaşmakta olan felaket hepimizi, hayatlarımızı “çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edecek bir imkân ve şerâitte” yeniden kurmak zorunda bırakacak!

    Yeni yıla girerken söylenecek söz değil belki ama; vakit daralıyor!

    [Nevzat Evrim Önal
    29 Aralık 2015]

  834. Sayın (pipsqueak) 830'a

    Sayın “pipsqueak” 830,

    Ne yazık size: İçine düşürüldüğünüz tuzağı görmek istemiyorsunuz!

    [Sorulmayan Sorular ve Verilmeyen Cevaplar.
    1. Faşism, Bolşevism, İsrail, ve Yalakalar’a ortak olan ne?
    a) Ezilenler adına sömürenlere karşı olmak.
    Faşistler Yahudilere karşı; Bolişevikler kapitalistlere karşı; İsrail Filstinlilere karşı; Yalakalar yeni kapitalizme en son ve en iyi ve en yeni biçimde karşı.
    2. Faşistler, Bolşevikler, Yalakalar, Marksistler, Anarşistler, Devrimciler ve Solculara ortak nokta ne?
    b) Hepsi burjuva.
    3. Artık ürün ne?
    a) Artık ürünü olanlara bağlı.
    a1) İlkellerde herkesin karnı doyduktan sonra köpeklere verilen.
    Not: Bazıları ilkeller domuzlara verirler ama medenilerin tam tersini yaparlar: daha sonra domuzları yerler.
    b1) Medenilerde artık ürün altakilerin üstün olanlara verdikleri. Ama üstekiler ilkelleri taklit edip verilenlerin bir kısmını köpeklere dağıtırlar. Köpeklerin hepsi eşit ama bazıları daha eşit: mühendisler, bilim adamları, teknisyenler, avukatlar, doktorlar, profesörler, bulucular, futbolcular, film ve televizyon artistleri,…]

    Ne yazık size: Hâlâ ama hâlâ “paranoya” içinde debelenmekten zevk alıyorsunuz!

    Ne yazık size: Bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları; “ünlü olmak & being celebrity” peşinde koşan hedonist tüketiciler olduğumuzu zannediyorsunuz!

    Ne yazık size: Bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları; 1980 öncesinde kısılıp kalmış, çürümeye yüz tutmuş, “fraksiyoncu sol’cu”lar zannediyorsunuz!

    Ne yazık size: Bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların; “eski hiyerarşiyi yıktık! Yaşasın yeni hiyerarşi!” cümlesini haykırdığımızı zannediyorsunuz!

    Ne yazık size: Eriyorsunuz!

    Ne yazık: “Ölümcül kapitalizm hastalığı”nın çevresindeki “circus”u seyretmekten hoşlanıyorsanız; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    Ne yazık: “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız sayın “pipsqueak”!

    Hoşçakalın!

  835. 2016 TAHMİNLERİM

    Ekonomik kriz konjonktüründe tahmin tutturmak, oynak bir zemin üzerinde durup, tabancayla, oynak bir hedefe ateş edip hedefi vurmak kadar zor bir iştir. O nedenle böyle bir ortamda tahminler genellikle tutmaz.

    Ama biz iktisatçı milleti yine de tahmin yapmaktan vazgeçemeyiz.

    Tahminlerimizi izleyenler de, tahminlerimiz tutmayınca bizimle dalga geçmeyi severler.

    Tahminlerle birlikte o tahminlerin dayandığı varsayımları ortaya koymamışsanız tahminlerinizin niçin tutmadığını anlatma hakkınız olmaz. Oysa varsayımlarınızı sıralamışsanız ve onlar doğru çıkmamışsa tahminlerinizin tutmamasının bir gerekçesi olabilir. Çünkü sonuçta varsayımlarınızın tutup tutmaması sizin elinizde olan şeyler değildir. Bu çerçevede, tutmayan 2015 tahminlerimin dayandığı varsayımlarımı bir kez daha paylaşıp tutmayan tahminlerime gerekçe olarak ortaya koyayım.

    2015 tahminlerimi yaptığım yazımda tahminlerimin dayandığı varsayımlar şunlardı:

    “Bu tahminleri yaparken ‘dış siyaset’ ve ‘jeopolitik durum’un bugünkü haliyle süreceğini, petrol fiyatının ortalama 70 USD/Varil düzeyinde istikrar kazanacağını, (ABD Merkez Bankası) FED’in yılın ilk yarısında faizle ilgili bir karar almayacağını, ikinci yarıda karar alsa da uygulamaya 2015 yılında başlamayacağını varsaydım.”

    (http://www.mahfiegilmez.com/2014/12/2015-tahminleri.html )

    Tam 1 yıl önce yaptığım, yukarıda okumuş olduğunuz varsayımlardan “dış siyaset” ve “jeopolitik durum”un o günkü hâliyle sürmediği, yani ilk varsayımın tutmadığı çok açık.

    Suriye meselesi bir savaşa dönüştü ve Türkiye, hiç hesapta yokken, Rusya ile ticari ilişkileri dondurma aşamasına geldi.

    Petrol fiyatının ortalama 70 USD/Varil olacağı varsayımı da tutmadı. Petrol fiyatı 2015 boyunca benim gerçekleşeceğini varsaydığım tutarın çok daha altında oluştu.

    FED ile ilgili varsayımım ise kısmen tutmuş olarak düşünülebilir. Her ne kadar FED, faiz artırımını 16 Aralık’ta aldığı için uygulama 2015’de başlamış sayılmasa da faizi artırması meselesi sürekli gündemde olduğu için FED’in hamlesi 2015 yılı üzerinde etkili oldu.

    Özetle söyleyebilirim ki:
    Tahminlerimin dayanağı olan varsayımlarım genel olarak tutmamış bulunuyor.

    Varsayımlar tutmayınca tahminlerin tutması da beklenemez.

    2015 yılına ilişkin durumu aşağıdaki tabloda sunuyorum. Tablonun 2015 YB başlıklı sütunu benim yılbaşında yaptığım 2015 tahminlerimi, 2015 YS başlıklı sütunu bugün eldeki verilere bakarak yaptığımız 2015 yılsonu gerçekleşme tahminini, tutma durumu da yılbaşındaki tahminlerimin gerçekleşme tahminlerine göre durumunu (5 en iyi tutma durumu olmak üzere) sıralıyor.

    2015 Tahminleri:

    Büyüme = 2015 YB: (%3) — 2015 YS: (%3,5) — Tutma durumu: (3)

    TÜFE (yılsonu) = 2015 YB: (%7) — 2015 YS: (%8,5) — Tutma durumu: (3)

    Cari Denge/GSYH = 2015 YB: (-%5,5) — 2015 YS: (-%4,7) — Tutma durumu: (1)

    USD Kuru (USD/TL) = 2015 YB: (2,40) — 2015 YS: (2,91) — Tutma durumu: (-4)

    Euro Kuru (Euro/TL) = 2015 YB: (Yapmadım) — 2015 YS: (3,18) — Tutma durumu: (Yok)

    İşsizlik = 2015 YB: (%11) — 2015 YS: (%11) — Tutma durumu: (5)

    Bütçe Dengesi = 2015 YB: (-%1,5) — 2015 YS: (-%1) — Tutma durumu: (2)

    2015 yılına ilişkin tahminlerimdeki en büyük sapma “Dolar kuru”nda olmuş. Bu durum şaşırtıcı değil. Çünkü ortadoğuda yaşanan olaylar dünyayı yeni bir soğuk savaşın eşiğine getirdi. Buna ek olarak, her ne kadar FED, faizi, Aralık ayının ortasına kadar artırmadıysa da özellikle yılın ikinci yarısından itibaren bütün dünyada oluşan artış beklentisi yatırım fonlarının gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere dönmesine ve dolayısıyla Doların güçlenmesine neden oldu.

    2016 yılı tahminlerimi paylaşmadan önce yine varsayımlarımı ortaya koymak istiyorum (ki 2016 sonunda tutmayan tahminlerim için gerekçe olsun):

    1. Soğuk savaş eğiliminde yumuşama oluşacak.

    2. Petrol fiyatı ortalama olarak 50 USD/Varil düzeyinde oluşacak.

    3. Avrupa ekonomisinde yavaş yavaş toparlanma ortaya çıkacak.

    4. “Rusya-Türkiye ilişkileri” normale dönecek.

    5. Türkiye, yapısal reform olmasa da bazı düzeltme adımları atacak.

    6. FED, 2016 yılında 3 veya 4 kez daha faiz artışına gidecek.

    7. Çin ekonomisinde bugünkünden daha kötüye gidecek bir değişme olmayacak.

    Bu varsayımlar altında 2016 tahminlerimi aşağıdaki tabloda sunuyorum:

    2016 Tahminleri:

    Büyüme = (%3)

    TÜFE (2016 yılsonu) = (%9,5)

    Cari Denge/GSYH = (-%4,9)

    USD Kuru (USD/TL) = (3,30)

    Euro Kuru (Euro/TL) = (3,60)

    İşsizlik = (%10,7)

    Bütçe Dengesi = (-%1)

    Emeklilere ve ücretlilere yapılacak ücret artışları kamu harcamalarını artıracak ve bütçe üzerinde olumsuz etki yaratacak olsa da, asgari ücret artışının yaratacağı vergi ve sosyal güvenlik prim artışlarının kamu gelirlerini artırarak bu yükü fazlasıyla karşılayacağını tahmin ediyorum. O nedenle bütçe açığının yukarı gitmeyeceğini, hattâ biraz daha aşağı gidebileceğini tahmin ediyorum.

    Ücret artışları ve emekli maaşı artışları toplumun tüketim eğilimi en yüksek kesimine yönelecek gelir artışları olacağı için bu gelişmenin toplam talebin ve dolayısıyla büyümenin artmasına yol açmasını bekliyorum.

    2016’da FED’in faiz artışlarına devam etmesinin kurlarda artışa, yani TL’de değer kaybına neden olacağını, TL’deki değer kaybının toplam talebin yükselmesiyle birleşerek enflasyonun yükselmesine yol açacağını tahmin ediyorum.

    Mahfi Eğilmez
    30 Aralık 2015

  836. TRIBE MEETS 'WHITE MAN' FOR THE FIRST TIME

    SAYIN ZİLELİ,

    YAYINLAMANIZI BEKLİYORUZ:

    ‘Toulambi’ tribe, Papua New Guinea

    By Jean-Pierre Dutilleux, 1976

    Part 1: https://www.youtube.com/watch?v=5aV_850nzv4

    Part 2: https://www.youtube.com/watch?v=yHjYxgvnMEE

    Part 3: https://www.youtube.com/watch?v=R3r_JhOV00s

  837. Anti-kapitalist hareketlerin ve ideolojilerin eksikliği -bütün diğer ideolojilerde olduğu gibi- insan hayatındaki boşlukları dolduramamasıdır bence.
    Diyelim ki kapitalizm ve onun yarattığı eşitsizlik, yoksulluk, sefalet, açlık, şiddet, çevre sorunu gibi bütün kötülükler ortadan kalktı ve bunların olmadığı bir sistem geldi.
    O zaman her sorun bitecek mi? “Tarihin sonu” mu gelecek? Bu durumda değişimin de sonu gelecek, yeni bir şeye gerek kalmayacak mı?
    Bunların ortadan kalkmasına vicdanı olan kimse karşı olamaz elbette. Ama bu insan hayatındaki boşlukları kapatmaya yetmez.
    Mesela açlığın ortadan kalkmasını herkes ister. Bu yeterli midir peki? İnsan yemeden içmeden yaşayamaz ama hayat bundan ibaret değil. İnsanın duygusal, ruhsal, kültürel ihtiyaçları da var. Diğer canlılar bile böyle değil mİ? Hayvanların, bitkilerin bile sevgiye ihtiyacı var. Onlar bile sadece biyolojik ihtiyaçlarıyla iyi yaşayamaz.

  838. Sayın (anonim) 836'ya

    Sayın “anonim” 836,

    [Anti-kapitalist hareketlerin ve ideolojilerin eksikliği -bütün diğer ideolojilerde olduğu gibi- insan hayatındaki boşlukları dolduramamasıdır bence.
    Diyelim ki kapitalizm ve onun yarattığı eşitsizlik, yoksulluk, sefalet, açlık, şiddet, çevre sorunu gibi bütün kötülükler ortadan kalktı ve bunların olmadığı bir sistem geldi.
    O zaman her sorun bitecek mi? “Tarihin sonu” mu gelecek? Bu durumda değişimin de sonu gelecek, yeni bir şeye gerek kalmayacak mı?
    Bunların ortadan kalkmasına vicdanı olan kimse karşı olamaz elbette. Ama bu insan hayatındaki boşlukları kapatmaya yetmez.
    Mesela açlığın ortadan kalkmasını herkes ister. Bu yeterli midir peki? İnsan yemeden içmeden yaşayamaz ama hayat bundan ibaret değil. İnsanın duygusal, ruhsal, kültürel ihtiyaçları da var. Diğer canlılar bile böyle değil mİ? Hayvanların, bitkilerin bile sevgiye ihtiyacı var. Onlar bile sadece biyolojik ihtiyaçlarıyla iyi yaşayamaz.]

    yazmışsınız.

    Görebildiğimiz kadarıyla; 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz yazışmaları, metinleri, çözüm önerilerini okumamışsınız.

    Sorularınız, bu sayfada, oldukça geniş yelpazede görüşüldü, tartışıldı.

    Bir kez daha not düşelim:

    HAYAT, ŞEKİLLENDİRİLEMEZ!
    HAYAT; KAPİTALİZM DEĞİLDİR!

    “Kapitalizm” isimli hastalık; en ince kılcal damarlarımıza, yüzyıllar boyunca zorla enjekte edildiği için; “ölümcül kapitalizm dışı sistemleri” düşünmek istemiyoruz, aklımıza getirmek istemiyoruz, “ütopik!” olduğunu zannedip vazgeçiyoruz!

    “TARİHİN SONU” İSİMLİ KAVRAMIN HİÇBİR GEREKÇESİ YOK! BU KAVRAM; ÖZELLİKLE VE ÖZELLİKLE 1980’LERİN SONU 1990’LARIN BAŞINDA, BİR “TOPLUM MÜHENDİSİ!” OLDUĞUNU ZANNEDEN FRANCIS FUKUYAMA ADLI BEYNİN; “ANARCHO-CAPITALIST” ÇERÇEVEDE UYDURDUĞU BİR KONSEPTTİR! ÖTESİ YOKTUR!

    Hatırlayınız:
    1960’ların başında, SSCB’nin politbürosunda göbeklerini şişiren Stalin ardılları; “SSCB’nin 1980 kuşağı, hakiki komünizme erişecek!” zırvalamaları ile, devasa bir halklar topluluğuna, bir tür “ideal!” enjekte etmeyi denedi!

    “Eğer önümüzdeki 20 yıl boyunca sizlerin hayatlarının iyiliği için getirdiklerimizi uygularsanız; sizin çocuklarınız, sizin torunlarınız, 1980’de daha müreffeh bir SSCB’de yaşayacak!” cümlesi ile kandırıldı!

    Peki; sonuçta ne oldu?!

    1985’te “Mikhail S. Gorbachev” isimli şahıs geldi ve SSCB rüyası sona erdi! Niçin? Çünkü: Politbüroda göbeklerini şişirenler; “hayatı şekillendirebileceklerini zannettiler!”

    “İNSAN”LAR DA DAHİL OLMAK ÜZERE, HER VARLIĞIN “BİYOLOJİK İHTİYAÇLARI” İLE “ÖLÜMCÜL KAPİTALİZMİN DAYATTIKLARI”NI BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ!

    TIPKI YUKARIDA (“286” numara) SAYIN “OGÜRSEL”İN; [Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] İFADESİ İLE “KAPİTALİZMİN DAYATTIĞI YAPAY VE ÖLÜMCÜL REKABET”TEN NASIL HABERİ YOKSA; SİZ DE “KAPİTALİZMİN DAYATTIKLARI DOĞRULTUSUNDA İNSAN BİYOLOJİSİNE MÜDAHALE EDİLMESİ”NDEN PEK HABERİNİZ YOKMUŞ GİBİ GÖZÜKÜYORSUNUZ.

    ÖLÜMÜ GÖRÜP, SITMAYA RAZI OLMAK ZORUNDA DEĞİLİZ!

    AKLINIZI BAŞINIZA DEVŞİRİNİZ!

    HAYATI KAPİTALİZMLE, KAPİTALİZMİ HAYATLA EŞDEĞER TUTMAYINIZ! BU ÇOK BÜYÜK, ÇOK TEHLİKELİ BİR TUZAK!

    HER GÜN BU TUZAĞI, PATRON KIÇI YALAYA YALAYA BİZLER, YANİ “BEYAZ YA-la-KA”LAR TECRÜBE EDİYORUZ!

    EN KISA ZAMANDA ŞU “REFERANSLARA” VE ŞU “ÇÖZÜM ÖNERİLERİ”NE ODAKLANMANIZI ÖNERİYORUZ:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [1]
    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    (Vincent de Gaulejac)
    http://bit.ly/1dX0lOW

    [2]
    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf”
    (Guy Standing)
    http://bit.ly/1LmQPD2

    [3]
    “Borç – İlk 5000 Yıl”
    (David Graeber)
    http://bit.ly/1GEmdqy

    [4]
    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    (Richard Sennett)
    http://bit.ly/1CkYv08

    [5]
    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    (Neal Curtis)
    http://bit.ly/1Ms7fKF

    [6]
    “Oblomov”
    (İvan Gonçarov)
    http://bit.ly/1MlTFbg

    [7]
    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti”
    (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    http://bit.ly/1G7FIx8

    Son kez hatırlatalım:
    Dikkat ediniz sayın 836: “Çözüm önerisi” diye yazdık; “tek çözüm yolu bizim dediğimizdir” diye yazmadık!

    Esen kalın.

  839. 836 nolu yorumumda demek istediğimi biraz açmak isterim.
    İnsanı toplumsal bir tür olarak diğer canlılardan ayıran özellikler vardır.
    Kültür demiştim. Modern çağda kültürün, sanatın pek çok dalı, mesela müzik, özellikle sinema sermaye olmadan nasıl gerçekleştirilebilir?
    (Toptancı bir yaklaşımla bunları tümden olumlamıyorum. Piyasada bir sürü gereksiz, kalitesiz dizi, film, müzik, klip, pornografi vs. var. Ama bu yüzden iyileri de feda etmeyi doğru bulmam şahsen)
    Bu diğer alanlarda da böyle değil mi? Sosyal hizmetler, ulaşım/iletişim, imar gibi.
    Toplu ulaşım, demiryolu, köprüler, kanallar, telekomünikasyon, tıp-sağlık vs. sermayenin ve devletin eseri değil midir?
    (Bu da aynı şekilde sadece kar amaçlı yapılabiliyor. Özellikle Türkiye’deki imar ve inşaat rantı, demiryolu yerine otomotive öncelik vermek (“demiryolu komünist işidir”) gibi mesela. Fakat bu yapılanların yararlarını da yadsıyamayız)

  840. Sayın (anonim) 839'a

    Sayın “anonim” 839,

    Ne yazık ki:

    [836 nolu yorumumda demek istediğimi biraz açmak isterim.
    İnsanı toplumsal bir tür olarak diğer canlılardan ayıran özellikler vardır.
    Kültür demiştim. Modern çağda kültürün, sanatın pek çok dalı, mesela müzik, özellikle sinema sermaye olmadan nasıl gerçekleştirilebilir?
    (Toptancı bir yaklaşımla bunları tümden olumlamıyorum. Piyasada bir sürü gereksiz, kalitesiz dizi, film, müzik, klip, pornografi vs. var. Ama bu yüzden iyileri de feda etmeyi doğru bulmam şahsen)
    Bu diğer alanlarda da böyle değil mi? Sosyal hizmetler, ulaşım/iletişim, imar gibi.
    Toplu ulaşım, demiryolu, köprüler, kanallar, telekomünikasyon, tıp-sağlık vs. sermayenin ve devletin eseri değil midir?
    (Bu da aynı şekilde sadece kar amaçlı yapılabiliyor. Özellikle Türkiye’deki imar ve inşaat rantı, demiryolu yerine otomotive öncelik vermek (“demiryolu komünist işidir”) gibi mesela. Fakat bu yapılanların yararlarını da yadsıyamayız)]

    ifadeniz; sadece ama sadece “kapitalizm hastalığının kıskacında” yaptığınız değerlendirmeler!

    İzah edelim:

    [Modern çağda kültürün, sanatın pek çok dalı, mesela müzik, özellikle sinema sermaye olmadan nasıl gerçekleştirilebilir?]

    “Sermaye” denen şeyin, özellikle günümüzde nasıl işlediği ile ilgili şu referansa odaklanırsanız; sorunuzun cevabına ulaşacaksınız:

    Kitap: “Borç” İlk 5000
    Yazan: David Graeber
    Çeviren: Maummer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres:
    http://bit.ly/1GEmdqy

    (Şahsınızın ifadesi ile) “kültürün, sanatın pek çok dalı, mesela müzik, özellikle sinema”; sermaye olmadan yaratılabilir, yaşayabilir, gerçekleşebilir. Bunun en yakınımızdaki örnekleri; “SoundCloud”, “Linux & Ubuntu işletim sistemleri”, “Mozilla”, “The Wikimedia Foundation”, “The Pirate Bay”, “Occupy Wall Street”, “Taksim Gezi Parkı’nda 15 günlüğüne yaşayabilmiş iktisadi konsept”, “The Zeitgeist Movement” ve benzerleridir. Uzağımızda gözüken fakat yine, çok yakınımızda olan bir başka örnek ise “potlatch (potlaç)” anlayışı ve ugulamasıdır.

    Dikkat ediniz sayın 839; bir üst paragrafta, tırnak içinde aktardığımız konseptler “sermayenin & kapitalizmin tahakkümü altında asgari derece etkilenebilecek cesarette davranabildikleri için”, bizzat kapitalizm tarafından “kâr amacı güdecek yapılara” zorla dönüştürülmek isteniyorlar! Kapitalizmin kurduğu tuzağın ne kadar geniş olduğunu şimdi, nihayet sezebildiğinize inanmak istiyoruz!

    ŞU AN SÜRMEKTE OLAN “KAPİTALİZM” ADLI ÖLÜMCÜL SİSTEMİN DAYATMASI DOĞRULTUSUNDA DÜŞÜNMEYE ALIŞTIRILDIĞINIZ İÇİN; KAFANIZDA SORU İŞARETLERİNİN OLUŞMASI, BAĞLAMLARIN UYUŞMAMASI GAYET NORMAL! ÇÜNKÜ; “KAPİTALİZM DIŞI DÜŞÜNCE”LERE HENÜZ ADAPTE OLMAYI BİLE DENEMEDİK!

    [Bu diğer alanlarda da böyle değil mi? Sosyal hizmetler, ulaşım/iletişim, imar gibi.
    Toplu ulaşım, demiryolu, köprüler, kanallar, telekomünikasyon, tıp-sağlık vs. sermayenin ve devletin eseri değil midir?] ifadenizde yaşadığınız bocalamanın çözümünü, şüphelerinizi aşağıdaki referans kaynaklara yönelerek giderebilirsiniz:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Son kez hatırlatalım:
    Sorduğunuz sorular üzerine yazışmalarımızı, 28 Mayıs 2015’ten beri, bu sayfada yaptık. Eğer en başa dönerek, yazdığımız bütün metinleri sabırla okursanız, sorularınızın cevabının çoğuna ulaşmış olacaksınız.

    Esen kalın.

  841. Sansür Kavramına bir Katkı
    Arendt modernliğin temel sıfatlarından biri olan “kötünün banalleşmesi” kavramını inceledi.
    Ben sıradanların* “sansürün banalleşmesi”ne değinmek istiyorum.
    * Bilgi bankacılarına not: bak, Gasset, Eliade, Coomaraswamy, Mumford, Illich, Latour, R. Lee, Susan McKinnon, …
    Nota not: Tabii kafayı bazı kafatası ölçmeyle bulan kibar ırkçı ve hiyerarşi müminleri haklılar. Bu kitapları kendim okumadım.
    Günter Grass ve Juan Goytisolo “edebiyat ve sanat ne işe yarar” teması üzerine bir söyleşi yaparlar. Söyleşi 19-20 sayfa tutar ve şu sözlerle biter: “gelelim sanat ve edebiyatın ne işe yaradığına.”
    Bir tahmin.
    Hakaretsiz ve küfürsüz yazılarım sansür edilir. Nedenini sorarım. Günter Grass ve Juan Goytisolo’yu sanat ve edebiyatta çoktan aşmış olduğunu sandığım sansürcü benim ufak tefek işlerle uğraşmama izin vereceğine ” ben senin kadar uğraşmıyorum bu işlerle. Yani kafayı yemedim henüz.”, cevabını verir. Dalkavukları da benim karşı çıkmamı paranoya olmamama bağlarlar. Dalkavukların bu yorumu da modernliğin diğer bir banalleştirme özelliği: nesnel dünyayı psikolojiyle anlamak. Bu sayfaya üstünkörü bir göz atsalar ne kadar boş konuştuklarını anlarlar.

  842. Sayın (pipsqueak) 841'e, 842'ye, 843'e ve 844'e

    Sayın “pipsqueak” 841, 842, 843 ve 844,

    “841”de ve “842”de yazdıklarınıza yönelik söyleyeceğimiz hiçbir şey artık yok! Çünkü: “History mining & Tarih madenciliği yapmak” ve “Anthropological fact-checking & Antropolojik verilerle kontrol etmek” dışında haykırdığınız hiçbir şey yok! “Tarih öğretmenliği”ne karşı değiliz! Fakat “tarih-izm” ideolojisinin tuzağında kısılıp kalmaktan zevk alanları ikaz etmeye çabalıyoruz! Örnek mi? Cevap: “Siz”!

    [Günter Grass ve Juan Goytisolo “edebiyat ve sanat ne işe yarar” teması üzerine bir söyleşi yaparlar. Söyleşi 19-20 sayfa tutar ve şu sözlerle biter: “gelelim sanat ve edebiyatın ne işe yaradığına.”] yazmışsınız.

    Belçikalı bir “celebrity!” film yönetmenine sormuşlar; “vizyona giren son filminizin konusu nedir? Kime, ne mesaj vermeyi amaçlıyorsunuz?” Yönetmen cevap vermiş; “bunlara siz yanıtlar arayacaksınız, ben değil!”

    Ne yazık size sayın “pipsqueak”! Bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları; hâlâ ama hâlâ, utanmadan arlanmadan “hiyerarşi müptelası” zannediyorsunuz; size acıyoruz!

    Hâlâ anlamamak için direniyorsunuz:
    “Sanat”ın, “edebiyat”ın, “bale”nin, “müzik”in, “resim”in, “opera”nın… çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar; kapitalist sistemde “kâr getirici olduğu sürece” yaygınlık kazanmasına izin verilir! Eğer “talep görmüyorsa!”; piyasadan hemen kaldırılır! Fyodor M. Dostoyevsky 2016’da “Alyoşa”yı anlatmayı deneseydi; muhtemelen “book publicist”ler tarafından “old-fashioned! & eski moda!” yaftası yapıştırılıp, piyasaya sürülmesine izin verilmezdi! Ne de olsa “Elif Şafak (Shefucks)” çok satıyor; değil mi?!

    [“TARİHİN SONU” İSİMLİ KAVRAMIN HİÇBİR GEREKÇESİ YOK! BU KAVRAM; ÖZELLİKLE VE ÖZELLİKLE 1980′LERİN SONU 1990′LARIN BAŞINDA, BİR “TOPLUM MÜHENDİSİ!” OLDUĞUNU ZANNEDEN FRANCIS FUKUYAMA ADLI BEYNİN; “ANARCHO-CAPITALIST” ÇERÇEVEDE UYDURDUĞU BİR KONSEPTTİR! ÖTESİ YOKTUR!
    Ne yazık! Solcu-devrimci-marksist-anarşist-maoist-sansürist-leninist-stalinist- tarihinin yüz karası EYLEM fanatikleri, aynı ışidler gibi, ayıplarını bilgisizlikten gurur duymakla örtüyorlar. 838 bilgisizliklerini site-yazar adları, sosyal medya dedikodusuyla süslüyorlar.] yazmışsınız.

    “Tarihin sonu” konseptinin; sizin gibi “tarih madenciliği yapmak” ve “antropolojik verilerle kontrol etmek” hastalığına yakalanmış bir kişi için başladığı vakit ve evrilme süreci başka; “Francis Fukuyama” isimli ölümcül kapitalistin 1989’dan sonra bütün dünyaya pazarlamaya çalıştığı başka!

    Yoğurdun siyah mı yoksa turuncu mu, beyaz mı yoksa mor mu olduğunu tartışmıyoruz! Bugün hepimize zorla yutturdukları şeyin “yoğurt olmadığını” size ve sizin gibilere işaret etmeye çırpınıyoruz, ama nafile!

    ŞU TEHLİKEYİ YA ANLAMIYORSUNUZ, YA DA ANLAMAK İSTEMİYORSUNUZ:

    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız sayın “pipsqueak”!

    Hoşçakalın!

  843. Sayın (pipsqueak) 846'ya ve 848'e

    Sayın “pipsqueak” 846 ve 848,

    [Asıl olan kapitalin apaçık savunucusu TZM, acıklı haberler, sistemi yamalamak isteyen yazarlar, enayileri kısa ve anlaması kolay laflarla uyutanlar, bu sitede hala açıkça Avrupa’yı tüm dünya sanan, zamanını göz önüne aldığımızda haklı olan] yazmışsınız!

    Hâlâ incelemediniz mi?! Size defalarca gönderdik ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    (TZM) THE ZEITGEIST MOVEMENT; “KAPİTAL”İN VE “KAPİTALİZM”İN HER ZERRESİNE KARŞI MÜCADELE EDİYOR! SİZ, LÂF BÜKME HUSUSUNDA MAHARETLİ OLDUĞUNUZ İÇİN; İŞİNİZE GELDİĞİ GİBİ ANLIYORSUNUZ!

    [Yeniler modern Türk aileleri gibi çocuklarına yeni ve cici bici isimler verenlere benzerler. Bunlar yeni Marksist-anarşist-TMZist-bilim ve teknolojistler. Amaçları kapitali idare etmeyi bilen şimdiki CEO’lar yerine, Kapitali İdareyi Bilen İyi Kalpli Uzmanların (KİBİK) ve hatta Kapitali İyi Kalpli Robotların** (KİKR) düzeninde “coordinator” (yürütücü) olmak.] yazmışsınız!

    “Coordinator” kelimesinin, The Zeitgeist Movement’da; “insan” olduğunu göremeyecek kadar, “co-operation” olduğunu göremeyecek kadar paranoyaklaşmışsınız! “Kapital”e ve “kapitalizm”e karşı olduğumuzu gayet iyi bildiğiniz hâlde, hâlâ utanmadan arlanmadan; [Kapitali İdareyi Bilen İyi Kalpli Uzmanların (KİBİK) ve hatta Kapitali İyi Kalpli Robotlar] yazabiliyorsunuz! Suratınız kızarıyor mu?!

    [rekabet ne diye sorup duruyorsunuz.] yazmışsınız!

    Sayın “pipsqueak”; Maslak’taki, Frankfurt’taki, New York’taki, Tokyo’daki, Londra’daki, Seoul’daki veya Rotterdam’daki yüksek yüksek plazalarda patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş bizlerin, yani “Beyaz Ya-LA-ka”ların “‘kapitalizmin dayattığı rekebat’i bilmediği, bu nedenle sorup durduğu” yönündeki ifadeniz yüzsüzlüktür! Suratınız kızarır mı?! Yukarıda, onlarca metnimizde, hepinize; “hayatın akışı içindeki doğal rekabet” ile “kapitalizmin dayattığı (artificial) yapay ve ölümcül rekabet” arasındaki farkları işaret etmeye çırpınıyoruz; görmek istemiyorsunuz! Utanmadan arlanmadan, lâf bükmeye devam ediyorsunuz!

    [Batı’nın, doğayı kendine düşman görmesi, doğayı kadın olarak algılaması ve dolayısıyla itaatkâr edilmesi gerektiğini savunması, doğadan istediklerini işkenceyle, zorla, iğfalle alıp suç ortakları lağım farelerine dağıtmakla göz boyamasından haberi olan bir kişi çıkmadı. Hatta doğayı öldürüp yerine bir çeşit doğa-müze yerleştirmeyi yutanlar buna cici bici “bilim ve teknoloji” adı verip secdeye varıyorlar.] yazmışsınız!

    Okuyun bakalım şu metni ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf ) “Batı’ya tapınma!” var mı, yok mu?! “Doğayı kadın olarak algılama, dolayısıyla itaatkâr hâle getirme!” var mı, yok mu?! “Bilim ve teknoloji”yi bir türbe hâline getirme var mı, yok mu?! Kafanızdan uydurma hususunda da ustalaşıyorsunuz!

    [Marksist-leninist-maoist-stalinist-hitlerist-sansürist… ve yüzde yüz burjuva değerleri, bilim ve teknoloji gibi, kavramları savunan bilgi küpleriyle ve bolluğa erişmek için her şeye inanmaya hazır olanlarla aşık atacak kadar güçlü değilim. Kapitalizmin en büyük başarısı bu: satıhta kalmak, bolluğa erişmek, öznellik,] yazmışsınız!

    David Watson’ı veya Fredy Perlman’ı kendinizle eş değer gördüğünüzü ifade ediyorsunuz da; “kapitalizme karşı güçlü olmadığınız!” ölçümünüzü neye göre yapıyorsunuz?! Niçin kendinizi “kapitalizme karşı mücadele gücü az” zannediyorsunuz?! İçinize kapanmanıza yol açan ne?! Mücadele etmeyi istememenize yol açan ne?! Hâlâ “tarih madanciliği yaparak” mı, hâlâ “antropolojik verilerle kontrol ederek” mi cevaplar yazacaksınız?! Kafanızın içinde kurguladığınız “bütün dünya burjuva!” balonu, sizin kendi kendinize oynadığınız “öcü”nüz değil mi?! Kapitalizm; sizin balonunuzu patlatmadığı için bu kadar rahat gözüküyorsunuz!

    [İşinizde çıkın. Hem emekli olma günlerine hazırlanıp hem de iyi kalplilik sineması yapmaktan vazgeçin.] yazmışsınız!

    İşimizden çıkmamıza müsaade etmiyorlar! Herşeyimiz; yüksek yüksek plazalara, banka kredilerine, faiziyle borç geri ödemelerine ve yüzlercesine zincirlerle bağlanmış durumda! Kahrolduğumuz en feci durum ise: Yine “kapitalizme boyun eğmeleri!” için okullara gönderdiğimiz evlatlarımız uğruna işimizden çıkmamıza müsaade etmiyorlar!

    Bütün bunların sorumlusu:

    Sizin, sayın “ogürsel”in, sayın Gün Zileli’nin ve sizin gibilerin; on yıllar boyunca, kapitalizmi öksürmeyi unutmuş olmanızdır! Evlatlarınızı, yani bizleri; kapitalizmle uyumlu yaşayacak şekilde yetiştirmiş olmanızdır!

    Her rengi olduğu gibi, “Beyaz Ya-LA-ka”ları da yaratan; sizin gibi “sol’da tecrübeli!” kişilerin kapitalizme karşı eylemlere başlamamış olmasıdır!

    Bizi, sizler yarattınız! Bizi, sizlerin “kapitalizme karşı eylemsizliği” yarattı!

    Hoşçakalın!

  844. Sayın (pipsqueak) 849'a

    Sayın “pipsqueak” 849,

    [Sizin gibi politika ticareti ve artistliği yapanların işine yaramaz.] Bu ifadeniz; yine, yeniden “paranoyanızın dışa vurumu”! [Politika ticareti] ile de, [politika artistliği] ile de uzaktan yakından ilgimiz yok! “Lâf bükme” hususunda oldukça maharetlisiniz!

    Hayır! (sizin, o meşhur “Hayır!” ınız sayın “pipsqueak”!) Bize [hic et nunc] lâzım değil!

    “Quis custodiet ipsos custodes?”
    (Romalı şair “Juvenal [Decimo Giunio Giovenale]”, 1. yüzyıl)

    uyarısını anlayacak ve eyleme geçecek “kapitalizm karşıtları” ile omuz omuza olmak lâzım!

    [ümitsizler ümit vermek.] Yalan atmayınız! “Ümitsiz” olan sizsiniz!

    [enayilere şimdi ve burada iyi gün vaatleri ve vaazları peşindesiniz.] “İnsanları” niçin “enayi” yerine koyuyorsunuz?! Sizin gibi bir kitaplar allâmesinin “insan”ları ebleh yerine koyması ne acı!

    [Fukuyama “tarihin sonu” lafını tam doğru anladı. Siz yine hiç utanmadan cahilliğinizi ve Fukuyama’yı okumadığınızı gösterdiniz. Fark, liberal-demokrasinin “tarihin sonu” olmadığı iddiası.] İşkembenizden sallamayınız! Fukuyama; “(…)* liberal” ekollerin sonrasını pazarlamak için “tarihin sonu” konseptini bütün dünyaya pazarlamaya çalıştı! (* Üç noktanın yerine istediğiniz sıfatı koyabilirsiniz: Neo-, anarcho-, left-, euro- ve onlarcası!)

    Kandırılmaya bu kadar teşneyseniz bir kez daha hatırlatalım:

    “Kapitalizm” adlı ölümcül hastalık, size, “WAITING FOR GODOT” başlıklı metninizi bile ışıl ışıl paketleyip, “kapitalist serbest piyasa!”da sunmanızı; eğer “talep görürse!” size ödül ve ikramiye vereceğini dikte ediyor! Bu uyarıyı asla unutmayınız sayın “pipsqueak”!

    Hoşçakalın!

  845. Yeni yılda turizm bıçak sırtında
    04.01.2016 Pazartesi
    Yeni yılla birlikte Rusya’nın kısıtlama ve ambargoları yürürlüğe girdi.
    Bunlardan çok etkili biçimde hissedilecek olanı ise turizm kısıtlamaları olacak. Rusya’dan operatörler aracılığı ile toplu biçimde doğrudan turist akımı olamayacak. Petrol fiyatlarındaki sert düşüşle girdikleri ekonomik kriz nedeniyle Rusya’dan Türkiye’ye gelen turist sayısı, 800 bin kişi azalmıştı. Hem de turist getiren charter uçaklarına 6-7 bin dolar teşvik vermemize karşın. Putin yönetimi, uçak krizi ile birlikte Türkiye’ye yıllık 3.5 milyona yakın turist getiren charter (tarifesiz) uçuşlarını yasaklayarak ‘kökten’ kısıtlamaya gitti. İşte bu turizmde etkili olacak.
    Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın en güncel verileri olan 2013 yılı verilerine göre; iniş-kalkış noktası Antalya olan 86 bin charter uçuşun 26 bininin diğer yönü Rusya idi. Bu uçuşlarla Antalya’ya 2.9 milyon Rus turist gelmişti. Diğer havalimanlarına inip-kalkan uçuşlarla birlikte toplamda 29.500 charter seferi yapılmış. İşte bunları bıçak gibi keserek, turist gidişini de kesmiş olacaklar.
    İşte bu yüzden, Rusya ile kriz bu şekilde kalırsa turizm krizi sektörde ve bağlantılı diğer sektörlerde, özel olarak da Antalya’da yaz aylarında giderek daha fazla hissedilecek. Mayıs’tan Eylül sonuna kadar olan 5 aylık dilimde, tüm yılda aldığımız Rus turistin yüzde 83’ü geliyor.
    İş sadece Rusya’dan gelen turist kaybı ile kalacak mı? Orası şüpheli; işin bir de özellikle Paris’teki saldırılarla Avrupa’nın kalbine salınan terör korkusunun getirdiği kayıplar da var. Bu eğilim 2016’da da sürerse turizmin hasar alacağı kayıp bir yıl olacak demektir.
    Avrupa’da terör korkusu
    Bu hafta Perşembe günü, cihatçı terörün Avrupa’ya ilk damgasını vurduğu günün yıldönümü. Charlie Hebdo dergisinin basılarak 12 mizahçının öldürülmesiyle yeni bir perde açılmıştı. Afganistan, Suriye, Irak gibi ‘uzak’ ülkelerdeki iç savaşın vahşeti, El Kaide ya da IŞİD terörü ve can kayıpları, sarsıcı bir eylemle Avrupa’da gündelik sivil yaşamın içine düşmüş oldu.
    Bunun devamında, Tunus’ta Mart ayında başkent Tunus’ta Bardo Müzesi baskınında yaşamını kaybeden 22 kişinin, daha sonra Haziran’da Sousse’da sahilde yapılan saldırıda da 38 kişinin çoğu tatile giden turistlerdi. Sonra Kasım ayında yine Paris’te çoklu eylemlerle 130 kişinin öldüğü katliam geldi.
    Bu arada Türkiye’de de Temmuz’da Suruç, Ekim’de Ankara katliamları oldu. 130’dan fazla can kaybı oldu. Bu katliamlar, ‘Suriye’deki ateşin Türkiye’ye taşındığı’ şeklinde de Avrupa kamuoyunda yankılandı.
    Bu saldırı ve katliamların insani ve toplumsal boyutları da tabii ki çok yaralayıcı oldu. Etkileri ise tüm dünyaya yayıldı. İzleyen zaman içinde, günlük yaşama yansımaları ve ekonomik sonuçları olan tercihleri de belirgin biçimde ortaya çıkarmaya başladı.
    Türkiye’de turizme etkisi, çok konuşulmasa da ilk belirtiler Avrupa ülkelerinden gelen turist sayılarında hatırı sayılır oranda kayıplar gösteriyor. Yılda 1 milyonun biraz üzerinde olan Fransız turist sayısı, Charlie Hebdo baskınından sonra hızla azaldı. Devamındaki eylemlerden sonra Kasım ayı itibariyle yüzde 20’ye yakın düşüşle (son 12 aylık) 852 bine gerilemiş durumda.
    Sadece Fransa’da değil, İtalya, İspanya, Yunanistan, Hollanda ve Britanya’dan gelen turist sayısında da kayda değer kayıplar var. Yıllık kayıplar şöyle; İtalya’dan yüzde 23 İspanya’dan yüzde 13, Yunanistan’dan yüzde 10, Hollanda’dan yüzde 5, Britanya’dan yüzde 3. Avrupa’da ortaya çıkan kayıpları kısmen yerine koyan gelişme Alman turist sayısında yüzde 6’ya yakın artış olsa da, bu kayıpların kaderi, yaz öncesi gelecek rezervasyonlarda daha da belirginleşecek. Ruslar ve Avrupalı turistler kişi başına yüksek harcama yapan grupta olduklarından, azalışları yüksek gelir kaybı demek.
    19 milyon kişi ile ülkemize gelen turistlerin yarısını gönderen Avrupa’daki terör korkusu ve buna ilaveten Türkiye’nin politikacıların da katkısıyla çizilen ‘cihatçılara sempatiyle bakan ülke’ resmi, turizm üzerinde ‘Demokles’in kılıcı’ gibi durmaya devam edecek.
    Hürriyet
    http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ugur-gurses_526/yeni-yilda-turizm-bicak-sirtinda_40035197

  846. KALBİ İŞTEN ATILMA KORKUSUNA DAYANAMADI!

    İzmit’te sürekli işten atılma korkusu ile stres yapan ve 10 gün önce rahatsızlanarak doktora giden 33 yaşındaki genç, kalp doktoruna sevk edildi. Doktorun yönledirdiği kalp bölümüne gitmeyi önemsemeyen genç yaşamını kaybetti.

    Edinilen bilgi ve iddialara göre; İzmit Tavşantepe Mahallesi Tavşantepe Caddesi No 100’de oturan, 9 yıldır Diler Demir Çelik’te çalışan evli İsmail Köseoğlu, sürekli işten atılma korkusu yaşıyordu. Bu durumu stres yapan Köseoğlu bir süredir kalp rahatsızlığı çekmeye başladı.

    10 gün önce kalp rahatsızlığı ile acile kaldırılan Köseoğlu’na yapılan muayenesinin ardından acildeki doktor tarafından kalp doktoruna gitmesi söylendi. Acildeki doktorun tavsiyesini dinlemeyen Köseoğlu kalp doktoruna gitmedi.

    Önceki gün yeniden rahatsızlanan Köseoğlu için eve yeniden sağlık ekipleri çağırıldı. Olay yerine gelen sağlık ekipleri Köseoğlu’na ilk müdahaleyi yaptıktan sonra ambulansa aldı. Köseoğlu yapılan tüm müdahalelere rağmen hastaneye yetişemeden ambulansta hayatını kaybetti. Ölümü şüpheli bulunan Köseoğlu’na hastane morgunda otopsi yapıldı. Kesin ölüm sebebi Adli Tıp Kurumundan gelecek rapor ile belirlenecek.

    HAYATI BOYUNCA STRES YAŞAMIŞ

    Asuman Köseoğlu ile evli olan ve 8 yıl önce yüksek ateş sonrası evladını da kaybeden İsmail Köseoğlu, stresli bir hayat yaşamaya başlamıştı.

    Çocuğunun acısı bir türlü dinmeyen Köseoğlu, Türk Metal-İş Sendikası eylemlerine katılmış ve işten atılma korkusu yaşamaya başlamıştı.

    Yaşadığı onca stresi kaldıramayan İsmail Köseoğlu’nun cenazesi bugün Bahar Camii’nden alınarak Tavşantepe Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

    3 Ocak 2016

    http://bit.ly/1OGKjnd

  847. Sayın (pipsqueak) 852'ye

    Sayın “pipsqueak” 852,

    “Lâf bükmek” hususunda maharetinizden faydalanmak için şahsınızdan kurs istiyoruz! Kursu verirken “kâr amacı!” güdüyor musunuz, gütmüyor musunuz? Para kazanmayı kendinize şiar edinmeyi kabullendiniz mi, kabullenmediniz mi? “Kapitalizmin tuzakları”nda debelenmekten niçin bu kadar hoşlanıyorsunuz?!

    “(TZM) The Zeitgeist Movement”dan zerre haberiniz yok; ahkâm kesiyorsunuz!

    Sizin şu an yaşadığınız ülkede de TZM’nin çalışmaları var. Arzu ederseniz; konferanslarına katılıp ne olduğunu öğrenebilir, ve öfkenizi orada da dökebilirsiniz! Korkmayınız; sizi yemezler! Sizi anlayacaklarına emin olabilirsiniz! Ek olarak; sayın Gün Zileli’nin bu sayfasında, 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığınız milyonlarca “kitap alıntısı”nın aynısının o konferanslarda bizzat TZM destekçileri tarafından da dile getirildiğini gördüğünüzde ağzınız hayretten açık kalmasın sakın! Bu, size tavsiyemizdir!

    Ne günlere kaldık!

    “Tarihin sonu” kavramının YARATICISI FRANCIS FUKUYAMA DEĞİLDİR!

    Size yazdığımızın aynısını niçin bize tekrar gönderiyorsunuz?! “Lâf bükmek” hususunda maharetinize çok şaşıyoruz!

    “Tarihin sonu” konseptinin; sizin gibi “tarih madenciliği yapmak” ve “antropolojik verilerle kontrol etmek” hastalığına yakalanmış bir kişi için başladığı vakit ve evrilme süreci başkadır! Siz, bu iki hastalığa yakalanmamış olsaydınız bile; bu konseptin piyasaya sürüldüğü bir süreç vardı: Modern zamanlar peygamberi ve eleştirmeni Friedrich W. Nietzsche’ye, o meşhur “L’herméneutique”in kodamanlarından Hans-Georg Gadamer’e, o meşhur “Martin Heidegger teşkilatı”na, her çağın meşhurları “Franz Kafka ve Aldous Huxley Üniversitesi”ne, Herbert Marcuse’un “One-Dimensional Man”ine, ve hâttâ Nikolai Berdyaev & George I. Gurdjieff’e kadar gidebilirsiniz! Yine “lâf bükmeyesiniz” diye peşinen yazalım: Bu paragrafta okumuş olduğunuz isimlerin hiçbiri: “Ulu şef”imiz değil! “Source d’admiration”larımız değil! “Şeyh”imiz değil! “Peygamber”imiz değil! “Komünist Parti Politbüro Kadrosu” değil!

    Bir parazitten farksız olan “Francis Fukuyama” isimli ölümcül kapitalist ise, 1989’dan sonra, zaten bilinmekte olan “tarihin sonu” konseptini ışıl ışıl paketleyip bütün dünyaya yeniden pazarlama yüzsüzlüğüne büründü!

    Fukuyama; tekrar paketleyerek piyasaya sürdüğü “tarihin sonu” konseptinde “liberal demokrasinin ötesinde artık hiçbirşeyin kalmadığı!” yutturmacasını sizin beyninize de tıkıştırmayı başarmış olmalı ki yukarıdaki metinlerinizde ara sıra geviş getirir gibi dışa vuruyorsunuz! Fukuyama; “(…)* liberal” ekollerin sonrasını pazarlamak için “tarihin sonu” konseptini bütün dünyada yeniden satışa çıkardı! (* Üç noktanın yerine istediğiniz sıfatı koyabilirsiniz: Neo-, anarcho-, left-, euro- ve onlarcası!)

    “The Rebel Sell: How the Counterculture Became Consumer Culture ( http://amzn.to/1O11N0s )” adlı kitapta “Joseph Heath” ve “Andrew Potter” 2004’te nasıl hokkabazlığın en büyüklerinden birini yaptılarsa; Fukuyama “tarihin sonu” konseptini ışıl ışıl paketleyip 1989 sonrasında piyasaya yeniden sürerek aynısını yapmıştı!

    Kandırılmaya niçin bu kadar teşnesiniz sayın “pipsqueak”?!

    “Dante” ne demiş:
    “Cennetin ve cehennemin ötesi yok! Dünyadaki hayatınızı ona göre yaşayın!”

    Dünyadakiler ne demiş:
    “Siz nasıl buyurursanız efendimiz! Lütfen bize, cennette nasıl arsa parselleyebiliriz onu gösteriniz ve cehennemin kapısını sürekli kapalı tutunuz! Dünyadaki hayatımızı yaşarken kaç günah işleme hakkımız var, bunu da söyleyin de, zevk-ü sefa içinde bir ömür geçirelim!”

    Hoşçakalın!

  848. SAYIN GÜN ZİLELİ'YE SORU

    Sayın Gün Zileli,

    Sayın “pipsqueak”in yazdıklarını niçin ilk önce yayınlayıp sonra siliyorsunuz?

    “5 Ocak 16 / 11am”

    ve

    “5 Ocak 16 / 12pm”

    yazdıklarını ilk önce yayınladınız sonra sildiniz!

    Daha sonra, yazdığı bazı metinleri de silmeye devam ettiniz. Yorum sayısı “902”yken birdenbire “893”e indi!

    SAYIN “PIPSQUEAK”E KARŞI ŞAHSİ BİR HUSUMETİNİZ Mİ VAR?

    SİZİN ÖZELİNİZ KİMSEYİ İLGİLENDİRMEZ! BİRBİRİNİZE E-POSTA GÖNDEREREK DE HUSUMETİNİZİ GÖRÜŞEBİLİRSİNİZ!

    FAKAT KENDİSİNİN YAZDIĞI METİNLERİ SİLMENİZ SİZE YAKIŞMIYOR SAYIN ZİLELİ!

    Sayın “pipsqueak”in yazdıklarını niçin sildiğinizi açıklar mısınız?

  849. Sayın pipsqueak'e

    Sayın “pipsqueak”,

    Sayın Zileli, sizin yazdıklarınızı ilk önce yayınlıyor sonra siliyor!

    “5 Ocak 16 / 11am” de şunu yazmışsınız Zileli’ye:

    [Son 60-70 yıl bilim ve teknolojinin sadece çevreyle ilgili hasarları değil, felsefi varsayımlarının, doğayı doğa kaynağı görüp enstrümansallaştırma (araçsallaştırma) eleştirildiğini söylememde mi yanlışlık buluyorsun?
    Bunlar açıklamadan “benim kafayı yemiş olmamı” ileri sürmen ama aynı zamanda ilkelleri hor gören apaçık faşist ruhlu, ırkçı, medeniyeti göklere çıkaranlara uyarıda bulunmayışın biraz tuhaf değil mi?]

    Üç (3) konuda emin olabilirsiniz sayın “pipsqueak”:

    [1]

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; bilim ve teknolojinin kölesi olmayı savunmuyor!

    [2]

    “Doğanın enstrümansallaştırılmasına (araçsallaştırılmasına)” en az sizin kadar karşı olduğumuzu 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız onlarca metinde görmüş olmanız gerekirdi! “Potlatch (potlaç)” örneğini size boşuna mı hatırlattık sayın “pipsqueak”?!

    Ve ek olarak:
    Eğer, “(TZM) The Zeitgeist Movement”ın; doğanın araçsallaştırılmasını savunan, “bilim-izm ideolojisi”ni savunan bir akım olduğunu düşünüyorsanız; yandı gülüm keten helva! Hiçbirşey anlamamışsınız demektir! Size boşuna yazmadık ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf ) okuyun ve TZM’nin neyi savunduğunu öğrenin, diye! Ama nafile!

    [3]

    [medeniyeti göklere çıkaranlar] ifadeniz adeta dipsiz kuyu…

    Bu sayfada, hiçkimsenin hiçbirşeyi göklere çıkardığı yok!

    Üzerinde asıl kafa yormamız gereken başlık “(modernity) modernite”nin bu dünyaya getirdiklerini ve aynı anda bu dünyadan götürdüklerini değerlendirmektir!

    Artık “yanlış anlamaktan” ve “yanlış odaklara öfke kusmaktan” vazgeçmenizi tavsiye ediyoruz!

    Hoşçakalın.

  850. HARVARD'A DEĞİL TECRÜBEYE BAKIYORUM!

    Coca Cola İçecek İK (İnsan Kaynakları) Direktörü Rengin Onay; “Harvard’dan, Stanford’dan (özgeçmiş) CV’ler geliyor, okuduğu okulların albenisine o kadar kapılıyorlar ki gençler, ‘beni zaten herkes alır’ diye düşünüyorlar, onlar eskidendi. Ben şimdi not ortalamasına bakmıyorum, kulüplerde görev almış mı, iş tecrübesi için elinden geleni yapmış mı diye bakıyorum” diyor.

    === En çok çalışılmak istenen kurumlardan birisiniz, yılda kaç başvuru geliyor size? ===

    Sadece Türkiye’den 250 bin başvuru geliyor. Eğlenceli bir marka, pazarlama dediğinizde akla her zaman Coca Cola geliyor. Pazarlamayı öğrenmek istiyorsan Coco-Cola’dan geçmen lazım. Ben de Shell’de çalışırken bir daha hangi şirket diye sorsalar Coca Cola ve GE derdim.

    === CV geldiğinde neye bakıyorsunuz? ===

    Ben direkt “deneyim”e bakıyorum. Bir sürü genç arkadaşla birlikteyiz. ‘Master mı yapalım?’ diye soruyorlar, ‘hayır yapmayın’ diyorum. Master veya hangi okuldan mezun olduğu artık bizim için önemli değil. Eskisi gibi 5 tane üniversite yok, ben önce deneyime bakıyorum, daha sonra enerjisine, gelmeden önce araştırma yapıp yapmadığına, niye bizimle çalışmak istediği konusunda iyi örnekler verebiliyor mu diye bakıyorum. Bazen Harvard’dan, Stanford’dan CV’ler de geliyor, konuştuğunuzda fark ediyorsunuz ki, o kadar çok okumaya odaklanmış ve okuduğu okulun albenisine o kadar kapılmış ki ‘beni zaten herkes alır’ diye düşünüyor gençler, artık onlar çok eskidendi. Ben şimdi not ortalamasına bakmıyorum, kulüplerde görev almış mı, sosyal olmuş mu, iş tecrübesi için elinden geleni yapmış mı ben onlara bakıyorum.

    === Yurtdışına transfer deyince akla gelen ilk isim Muhtar Kent. Bunun yeni mezunlar üzerinde nasıl bir etkisi var? ===

    Evet herkesin ilgisini çekiyor, geçenlerde genç bir arkadaş geldi yurtdışı alternatifleri sordu, o cezbedici bir şey. Hem şişelemede çalışmak hem Company’de çalışmak bütünsel bir liderlik getiriyor. Muhtar (Kent) Bey onlardan biri. Ahmet Bozer de (şu anda “The Coca Cola Company” Başkan Yardımcısı) aynı şekilde buranın C.E.O.’suydu, buradan Company’e, oradan Atlanta’ya geçti.

    Bizim operasyonlarımız lider yetiştirmek için çok ideal operasyonlar. Pakistan hariç, 9 ülkenin genel müdürleri Türk. Bu ülkeler arasında gelişmiş ülkede var, gelişmekte olanı da var, iyi bir ekonomisi olan da var, savaş hâlinde olan da var, tüm buralarda değişimi yönetebilmek, zorluklarla başa çıkabilmek, iyi liderlik kasları oluşturuyor. Liderlik becerileri geliştirmek bizim için çok önemli.

    === Nasıl lider yetiştiriyorsunuz? ===

    Bir sürü “assessment (değerlendirme)” yapıyoruz. Genel müdür ataması yapılmadan önce muhakkak potansiyel olarak belirlediğimiz yetenekleri masaya yatırıyoruz. Tüm anahtar rollerde kimler var, onları kimler yedekleyecek, onların plânını yapıyoruz. Ortaya genel müdür adaylarımız çıkıyor.

    === Kaç aday var şu anda? ===

    Şu anda hazır 5 kişi var.

    === Yeni bir ülkeye genel müdür gidecekse nasıl bir eğitimden geçiyor? ===

    Önce bir oryantasyon eğitimi veriyoruz, 6 ay boyunca takip ediyoruz. Her ülke farklı ama bizim liderlerimiz aynı bakış açısında olsun ki Kırgızistan’da da, Pakistan’da aynı liderlik kültürü oluşsun istiyoruz. Onun için bir liderlik programı geliştirdik kendimize. Adını da “I lead 2020” koyduk.

    === Nedir ortak özellikleri Coca-Cola liderlerinin? ===

    “Vizyoner”, “insan odaklı”, “esnek ve hızlı”, “değişimi yönetecek”, “kültürel olarak adapte olacak”, “pozitif olacak”, “takım oyuncusu olacak”, “çeşitliliği kucaklayacak”… Ona göre modülleri belirliyoruz. 320 tepe yöneticimiz girdi bu eğitime.

    === 2016’da kaç kişiyi işe almayı planlıyorsunuz? ===

    Her yıl ortalama 200 “beyaz yaka çalışan” alımı yapıyoruz. Daha çok orta kademeden girişler oluyor. İnce eleyip sık dokuyoruz. Benim ekibimde çalışacak birisi bana gelene kadar birçok görüşme yapıyor, en son 5 yönetici ile daha görüşüyor.

    BİRAZ SABIR

    Rengin Onay; Marmara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduktan sonra “Shell”de finansman departmanında “junior analist” olarak işe başladı.

    1 yılın sonunda (tıpkı bugünün gençleri gibi) ‘bana yeterince iş, sorumluluk verilmiyor’ diyerek, nasıl görevi bırakmak istediğini anlatıyor:

    “Bana iş verilmiyor, bir şey olmayacak diye çok üzülüyordum. O nedenle Taksim’in arka sokaklarında, biçimsiz bir ofiste, üstelik Shell’deki maaşımın altına orada çalışmayı kabul ettim. Shell’e istifamı verdim, ‘niye gidiyorsun?’ dediler, ‘beni hiç değerlendirmiyorsunuz’ dedim. Sonra beni C.F.O. (finans müdürü) çağırdı. Yaptığım işin tüm detaylarını biliyordu, çok şaşırmıştım. O zaman şunu anladım; yaptığın veya yapmadığın iş, bir şekilde görülüyor. ‘Ne yapmak istiyorsun?’ diye sordu, o zaman personel dairesinde bir görev boştu, o pozisyonu istediğimi söyledim. ‘Peki’ dediler ve istifamı yırttılar. Hem çok utandım, hem çok onore oldum. İnsanın karşısına bir kapı kapanıyor, sonra bambaşka bir fırsat açılıyor. Ben de gençken sabırsızdım ama aslında biraz beklemek gerekiyor” diyor.

    Sırada ‘mikro’ kariyer var.

    === Şimdiki neslin kariyere bakışı nasıl farklılaştı? ===

    Kariyer nasıl evrilmiş diye araştırmıştım, benden önceki nesil makro kariyer yapıyormuş, ‘işe gir, emekli ol’.

    Sonra multi (çoklu) kariyer gördük, ben burada çalışırım, canım isterse oraya giderim.

    Genç jenerasyon iş ve yaşam dengesine çok dikkat ediyor, ne kadar para kazandıklarıyla o kadar uğraşmıyorlar, biz çok uğraştık.

    Şimdiki nesil; deneyimin ve rahat yaşamanın peşinde.

    Artık Avrupa ve Amerika’da gördüğümüz, Türkiye’de de göreceğimiz, ‘mikro kariyer’ var. Mikro kariyerden de şunu kast ediyorlar: Sabah kalktım, ofise gittim veya evden çalıştım, zaten ‘part time’ çalışıyorum, öğleden sonra da ‘yoga stüdyosu’ndan ders veriyorum, oradan çıkıyorum mahallenin 6 köpeği var, onları gezdiriyorum. Hem spor yapıyorum hem para kazanıyorum, akşamım bana kalıyor, kafam dinç… Böyle kariyerlere doğru gideceğiz.

    [5 Ocak 2015
    Burcu Özçelik Sözer
    “Hürriyet” gazetesi]

  851. 854 veya 849 veya …
    Sansürden geçmeyen yazımın tekrarı.
    Biz 60lar ve 70lerde çocuk yapanları, ev alanları, mesleğe atılanları, krediyle yaşayanları hor görürdük, düzenin süt inekleri olduklarını düşünürdük. Çocuklarının kendi çocukları değil, televizyon + okul + medya + devlet çocukları olacağını görmeyecek kadar aptal olduklarını sanırdık. Hele kapı kapı dolaşan seyyar devrim satıcıları! Bunu ancak ve ancak Troçkistler yapar biliyorduk. Yanılmışız.
    Çocuklar, televizyon + okul + medya + devlet + TZM diyalektiği çocukları olmuşlar. TZM’den “how I came to love and hate KAPİTAL” öğrenen bu iyi kalpli, temiz ruhlu, iyilik sever, kapitalizme karşıysa doğru yoldadır dininin müritleri o kadar saflar ki TZM kadar sahtekar bir projenin kendilerini tanıttığı pdf’in daha ilk 5-10 sayfasında TZM’nin ne mal olduğunu görmeyecek kadar kamiller. Makineler + robotlarla + bilim ve teknolojiyle ve +++ orta sınıf burjuvaların gül-bülbül sevdası yaratıcılıkla İnsanlığı kurtaracaklar. Ama aman nefesinizi tutmayın, zaman alabilir. Bütün devrimciler ihtiyaçları ve istekleri şu an vereceklerine ideoloji, izah, hatta bilinç hapları dağıtırlar. Belki Fukuyama haklı. Tarihin sonu geldi ama kıyamet kopmadan geldi. Daha doğrusunu T. S. Eliot söyler:
    This is the way the world ends
    This is the way the world ends
    This is the way the world ends
    Not with a bang but a whimper.
    Dünya böyle sona erdi
    Dünya böyle sona erdi
    Dünya böyle sona erdi
    Kıyametle değil
    Mızırdanmayla.
    Öğütünüz üzerine mızırdanmayı çikolatayla kaplamış yerel McDonald, özür dilerim, TZM mahallemiz şubesine gittim.
    Not: Mahalle bayileri var, daha çeşitli hap dağıtan daha zengin şehir bayileri var, daha daha yüksek kanton bayileri var, daha yüksekte federal bayileri var, hiper yüksekte uluslar arası bayileri var ve nihayet merkez ABD bayisi var. Ben çok tembel olduğumdan mahalle bayisine gittim.
    İşte tavsiyeleri:
    İşinizden çıkın.
    Laf ucuz ve bilgi en ucuz meta = sosyal medya.
    Kölelik ve sefilliğinize devamı tüm diğerleri gibi çoluk çocuk için yapma bahanesinden vazgeçin.
    Sosyal medya kırıntıları toplamaktan vazgeçin.
    Sansür etmelere karşı gelin.
    Sosyal medya değil, Fukuyama’yı okuyun. Hiç değilse “tarihin sonu”nu sizlerden çok iyi anladığı için neden liberal-demokrasiyle (sizler gibi bolluk peşinde koşanlarla) dünyanın sonunun geldiğini anlarsınız. Biz TZMciler robotlarla ve yaratıcılarla sona erdireceğiz. Fark az ama olsun.
    Hobbes ve Locke’ı okuyun, aynı TZM. Herkes kendini meta olarak görmeli ve saklı gizli potansiyellerini pazarlamalı, yaratıcı olmalı. TZM kurucumuz, gurumuz, ulu şefimiz gibi.
    Not: İnşallah yerel ulu şefiniz kıskanıp bu yazıyı da sansürlemez.
    TZM pdf’sini fakir mahallelerde dağıtın. Yeni ve en iyi, genç, dinamik, uyanık, anarşist, azılı, güncelleşmiş, medyada pişmiş, televizyon önünde büyümüş, imge müptelası, falan filanların cici bici “Quis custodiet ipsos custodes?” lafını daha henüz işitmemiş eski devrimciler köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir hatta kapı kapı dolaşırlardı!

  852. Sayın (pipsqueak) 851'e

    Sayın “pipsqueak” 851,

    “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” hususlarında ustasınız!

    Sadece 2 (iki) sorumuz var:

    === 1. SORUMUZ ===

    Şahsınızın ısrarla tekrarladığı [hic et nunc] deyimine eğilim göstermeden; sizden bir şey istiyoruz:

    “Siz ve sizin gibiler; ilk önce, kendi evinizin önünü süpürmesini öğrenin!” derken ne anlatmaya çalışıyorsunuz?

    Cevabınızı yazarken; “şaka”lar, “zahiri” ifadeler, “sembolik” terimler, “metaforik” üslup kullanmamanızı istiyoruz. Cevabınızı açık açık, hiçbir dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yazar mısınız?

    === 2. SORUMUZ ===

    [Fukuyama’yı okuyun. Hiç değilse “tarihin sonu”nu sizlerden çok iyi anladığı için liberal-demokrasiyle bağladığını anlarsınız.] yazmışsınız.

    Siz “liberal demokrat” mısınız?

    Eğer cevabınız “evet”se; SİZLE BİR DAHA ASLA GÖRÜŞMEYECEĞİZ!

  853. 852
    Soru1
    Ben hiç bir zaman size “Siz ve sizin gibiler; ilk önce, kendi evinizin önünü süpürmesini öğrenin!”, demedim. O halde siz “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” mi yapıyorsunuz?
    Her neyse. Ben zaten temel görüşlerimden dolayı ilk önce kendi evinin önünü süpürmesini öğrenmenin hemen hemen imkansız olduğuna inanıyorum ve biliyorum. Bu, zamanımızın en büyük sorunlarından biri. Her koyun kendi bacağından asılır hikayesi. Bu çeşit lafları bireycilik varsayımından yola çıkan, asıl ve temel birimin toplum olduğunu inkar edenler gevelerler. Benim hedefim entropinin tam tersi. Bilgi nesiller arasında “eksiksiz” aktarılmalı. Benim hedefim kendini dev aynasında gören Medeniyet; benim hedefim kendini dev aynasında gören Medeniyet’in son temsilcisi Batı; benim hedefim kendini dev aynasında gören bilim ve teknolojinin ne olduğunu bilmeden zırvalayanlar; benim hedefim kendini dev aynasında gören ve beni takip edin diyen TZM gibi binlerce şarlatanlar veya yeni günah çıkarma terapileri; benim hedefim kendini dev aynasında gören nitelikleri niceliğe çeviren ve bu sadece bu çılgınlığın bilimsel olduğunu iddia eden insanlık dışı insanlar; benim hedefim kendini dev aynasında gören en az 2 milyon yıldır devletsiz, teknolojisiz, okulsuz, bankasız, ordusuz, … yaşayan insanlara saygılı olmaktansa asıl “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” yapıp içinde yaşadığımız sefilliği savunan insan harabeleri, konunun neden önemli olduğunu bile bilmeyen ve her şeyi alış-veriş süzgecinden geçiren zavallılar; ve nihayet benim hedefim kendini dev aynasında gören tüm canlılardan nefret edip kırımdan geçiren doğayı doğa-müzeye çeviren Batı ve sizler gibi onlara tapanlar. Milyonlarca dahası da var ama sizler gerçekten benim söylediklerimi anlamıyorsunuz. Bu sitedekileri okuyup nesnel bir değerlendirme bile yapamıyorsunuz. Doğru, ben “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” yapıyorum çünkü bu siteye hiç bir saygım kalmadı. Günümüzün en derin yerlerinde yatan iki yaklaşımdan biri olan “evolutionary psychology = EP” ile ilgili notlarım tamamıyla bilimsel bir yazı olduğu halde sansürden geçmedi. Diğeri ve benzeri çılgınlık “sociobiology”. Zaten ben kendim sizlerin artistler dışında kimseyi dinlemediğinizi çoktan anladım. Okumadığınızı kesin biliyorum. Örneğin, hala “tarih sonu” ile ilgili söylediklerimi anlamış değilsiniz. G. Grass ile J. Goytisolo arasında geçen yazının son sözünü anlamadınız. Kendini dev aynasında görenlerin yüzlerine tükürdüler. Bu devler asıl konuları bilenler. Yaptığı yatırımların gelirini toplayanlar değil.
    Soru 2
    Hayır ben liberal-demokrat değilim. Sizler liberal-demokratsınız veya en azından öyle konuşuyorsunuz ve liberal-demokratlığı yamalama çalışanların peşinden koşuyorsunuz.. Bir şey çok açık: sizin beni liberal-demokrat sanmanız beyninizin basitliğini ve hatta beyinsizliğinizi fazlasıyla kanıtlar. O yüzden ben sizi ciddiye almaktan vazgeçtim ve almıyorum. O yüzden şarlatan ve dolandırıcı TZM ve benzeri artistlerinin tuzaklarına düşüyorsunuz. Bu sitenin ırkçı, eski-yeni marksist-leninist-stalinist, bilim-teknik allahına tapanlarla dolup taşmakta olduğunu bile görmekten acizsiniz.
    Benimle görüşmemeniz beni fazlasıyla sevindirir. Siz ne dediklerimi anlamıyorsunuz, ulu şefiniz işine gelmeyenleri, bilgisizliğini sergileyenleri sansürden geçirmiyor. Kısacası G. Grass ile J. Goytisolo arasındaki edebiyat ve sanat nedir konuşmasında alay ettikleri kimselerden biri. Ve siz de yutuyorsunuz. TMZ’yi ve binlerce diğerlerini yuttuğunuz gibi. Sizdeki bilgiye tapma-nefret etme solcu-devrimciler arasında arasında çok yaygın bir fenomen. Bir çeşit ayıp donu.
    Eğer sizde zerre kadar ciddilik varsa, salt artistlik hevesiyle konuşmuyorsanız, bilgiye saygınız varsa, bu sayfada yazıları boş zamanınızda okuyun ve kendiniz değerlendirin.

  854. Sayın (pipsqueak) 853'e

    Sayın “pipsqueak” 853,

    === 1. SORUMUZ ===

    [Hayır ben liberal-demokrat değilim. Sizler liberal-demokratsınız veya en azından öyle konuşuyorsunuz ve liberal-demokratlığı yamalama çalışanların peşinden koşuyorsunuz..] yazmışsınız.

    Doğrudan size “liberal demokrat olup / olmadığınız” sorusunu sorduk; “olmadığınızı” söylediniz. Size inanıyoruz.

    Peki:
    Siz, niçin “liberal demokrat olup / olmadığımız” sorusunu doğrudan bize sormuyorsunuz da; [Sizler liberal-demokratsınız] yazıyorsunuz ?! ?! ?!

    Cevabınızı bekliyoruz…

    === 2. SORUMUZ ===

    [Bu çeşit lafları bireycilik varsayımından yola çıkan, asıl ve temel birimin toplum olduğunu inkar edenler gevelerler.] yazmışsınız.

    [temel birimin toplum olduğunu] inkâr edip / etmediğimiz sonucuna nasıl varıyorsunuz?

  855. Waiting For Godot Edebiyat Eseri
    Sayınlar
    Rekabetin hedefi hiyerarşi ama mantıksal varsayımı eşitlik. Nevzuhur hiyerarşi bastırdığı karşıtı eşitliği içerir.
    Tarihte eşitliği ilk defa üst sınıflar, Batı dışında hiç rastlanmayan aristokratlar, istediler.
    Market ekonomisi herkesin eşit olduğu varsayımını kabullenme zorundadır ve kabullenir. Rekabet de ancak eşitler arasında olur.
    Rekabetten ezilenler ağaçlardan ormanı görmeyenlere benzerler. Göz boyaması ideolojiyle sözcüklerin anlamını karıştırırlar. Kendi yaşamları, kendi ücret köleliklerinin ağıtı içinde “asıl” eşitlik ararlar. Asıl eşitler 2 milyon yıl, ve bazıları hala, kafalarını böyle bilimsel, epistemolojik, paradigmatik, teorik, entropik, devrimcilik, solculuk, marksistlik, anarşistlik saçmalıklarla yormadan bolluk içinde yaşadılar.
    Ne yazık son 7 bin yıldır kölelik çekenlere!

  856. 854’e zanıtlar hala sansürden geçmiyor.

  857. Sayın 854
    Sansür çok iyi çalışıyor.
    Cevaplarım çok saygılı ve temiz. Sansür çok saygısız ve kirli.

  858. SAYIN GÜN ZİLELİ

    Sayın Gün Zileli,

    Sayın “pipsqueak”in gönderdiği metinleri niçin yayınlamıyorsunuz?! Yakışıyor mu size?!

    Uyguladığınız taktik şu mu: “‘Pipsqueak’ mahlası ile yazan kişinin gönderdiklerini sileyim, bir süre sonra bıkacak ve siteyi terkedecektir.” ?! ?! ?!

    Niçin sayın “pipsqueak”in gönderdiklerini yayınlamıyorsunuz?!

    Cevabınızı bekliyoruz sayı Zileli…

  859. daha çok beklersiniz.

  860. Sayın Zileli 858'e

    Sayın Zileli,

    Böyle bir tavır takınmanızın nedeni nedir?

    Öfkeli olmanızın nedeni nedir?

  861. Sayın Zileli 859'a

    Sayın Zileli,

    Öfkeli olmadığınızı yazdınız. Samimiyetinize inanıyoruz.

    Bir gerekçe gösteriniz; “şu şu şu sebeplerden ötürü, ‘pipsqueak’ mahlaslı kişinin metinlerini siliyorum.”

    [daha çok beklersiniz.] diye savurucu bir yanıt veriyorsunuz, hemen arından [öfkeli değilim] diye yanıt veriyorsunuz !!!

    Eğer doğrudan hakaret içermiyorsa (ki içerenleri siliyorsunuz zaten); yayınlamamanız, herşeyden evvel “anarşizm”in doğasına aykırı değil mi sayın Zileli ?!

    !!! “Anarquismo sin adjetivos” !!!

    Sayın “pipsqueak”in metinlerini silmenizin gerekçesi nedir sayın Zileli?

  862. şahsi saldırı içermeyip düşünsel planda kalan yorumları yayınlıyorum.

  863. Son yazdığımdan bir önceki ve “Sayın YaLaKa’lar ve diğer burnunun ötesini görmeyen azılı iyi kalpli anarşist, devrimci, solcu, marksist-leninist-stalinist-sansürist falan filanlar, Batı bolluğundan gözü kamaşanlar”la başlayan yazımda şahsi bir şey yok. İlkelliği savunan anarşistlarin derinden anlaşılmasını sağlar ve sadece politikacılık olmadığını gösterir.

  864. Sayın Gün Zileli,
    Johan Huizinga’nın “Homo Luden” kitabı çok önemli bir tarih felsefesi. Oyun oynamanın kültürlerin oluşmasında ve tarihsel değişmelerde temel motor olduğunu iddia eder.
    Size tavsiye etmemde şahsi bir saldırı mı hissettiniz?
    Ben sadece eğer siz oyuna girmek istemiyorsanız başkalarının oynamasına engel olmanız bağlamında bu tavsiyede bulundum.
    Sağ veya solda dünyaya egemen olan araççılığa (instrumentalism’e ) bir panzehir.
    Bu düşünce alanında bir tavsiye, saldırı değil. Hatta bir oyun.
    Huizinga’ya göre oyun son derece ciddi olabilir ve en önemli özelliği ancak oynuyanlar zevk alır. Bu da içinde bulunduğumuz seyircilik çılgınlığına bir panzehir sayılabilir.
    Lütfen başkalrı için yayınlayın. Oyununun diğer çok önemli bir özelliği özgürce katılıp katılmamak.

  865. Sayın YaLaKa’lar ve diğer b* ötesini … :
    Sanırm bu defa düşünsel oldu.
    Bu yazı ben ve benim gibilerin ilkelleri neden ciddiye aldığına bir örnek. Ne yazık ki, yüce anarşistlikle alakası yok. Batı’dan Atatürk ile gelen ve ardından şarlatanların elinde aşağılık duygularıyla çeşitli metamorfozdan (suret değiştirmeden) geçen bolluk hayallerini radikal düşünme sananlara bir uyarı.
    Bu sitede insanlığın geçtiği bu basit safhaları ciddiye almayacak kadar bilgili olanların var olduğunu biliyorum. Ama bazı diğerlerine yararı olabailir.
    The Paleolithic Birth of Geometric Thinking 23 March 2011
    Abstract. Following a visit in the Winter of 2007 to the Alhambra — a Moorish palace built around 1300 CE in the South of Spain — I have been digging up the roots of the Alhambra Theorem, which says that Moorish craftsmen in the Middle Ages knew that there were exactly 17 crystallographic groups. This fundamental result of modern group theory emerged into the mathematical literature only in 1891. Digging back from the Alhambra, we found an Ur source for the motifs of the Alhambra in the earliest Turkish carpets of Catal Hüyük, around 10 KYA (thousand years ago). Digging deeper led to the cave paintings of Upper Paleolithic Europe, beginning around 35 KYA. In this article we tell the story of the earliest geometric motifs we have found. This reveals the birth of geometric thinking in the ambiance of psychedelic shamanism — religion, art, and mathematics were born together in the youth of our species.

  866. Şahsıma saldırılara bir yanıt:
    Sayın YaLaKa’lar
    Bu sayfayı okuyarak çelişki ve yalanları siz bulmuyorsunuz. Ben, kısmen de olsa, yaptım. Dahası da var ama bu eğer sansürü geçerse yeter.
    En önemlisi, şahsi saldırının keyfi bir tanımı ve değerlendirme kıstası.
    Son yazdıklarım bilgi ve zamanımızın en temel beyin yıkamalarına, doğanın doğa-müze ve doğal kaynağa dönüştürülmesi, niteliklerin safsata ama niceliklerin bilim olduğu beyinsizliği, … hatta bu sayfada en fazla ve sık gördüğüm EP= evolutionary psychology (evrimsel psikoloji) ve ikizi sociobiology (sosyobiyoloji) konularından birincisine bir giriş bile sansürü geçmedi. İçerisi salt notlardan oluşan bir sunuş.
    Gelelim bu “şahsi saldırı içermeyip düşünsel planda kalan yorumları yayınlıyorum.”, lafına.
    ÖRNEK 1. Benim bu sitede ilk yazdığım yoruma Sayın Zileli’nin cevabı ve ardından yazdıklarıma cevapları.
    Gün Zileli
    Mayıs 30th, 2015 at 14:06
    görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.
    Gün Zileli
    Mayıs 30th, 2015 at 20:21
    öfkelenmeyin bence.
    Gün Zileli
    Mayıs 31st, 2015 at 09:32
    peki ben de kişiselliğe dökmeyeyim.
    Ama ilk önce o kişiliğe döktü!
    ÖRNEK 2. Bu da benim kızgınlığıma ve özellikle haksızlığa karşı yazdıklarıma tamamıyla şahsi saldır, ama yayınladı ve tasvip etti.
    24 Anonim 31 Mayıs 15 / 7am
    Galiba yaşlılığın ‘gerçekten’ başladığı evre, insanın ergenlikteki hallerine geri döndüğü zaman oluyor. İki dönemin ortak paydası, ‘huysuzluk’:-)
    Gün Zileli
    Mayıs 31st, 2015 at 09:20
    Doğru.
    ÖRNEK 3. 38 Anonim 1 Haziran 15 / 7pm, “Gün Zileli’nin ‘Stalinizm’e geri dönmesi”,
    Bu şahsi saldırıyı neden yayınladı? Belki saldırı olarak algılamadı.
    ÖRNEK 4. Ben her defasında şahsi saldırısı olan “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”, lafını olduğu gibi yazdım ama bir defasında “bunamış olduğumu”, söyledi dedim.
    İşte yanıtı, Bu benim yalancı olduğumu ima eden şahsi bir saldırı.
    Gün Zileli
    Haziran 19th, 2015 at 14:35
    “Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.
    ÖRNEK 5. Hala Bolşevik darbesine tarihin en büyük darbesi diye sayın,
    Gün Zileli
    Ocak 23rd, 2014 at 18:16
    TARIHIN EN BÜYÜK DEVRIMINE ÖNDERLIK EDEN BOLŞEVIKLERI DE YOZLAŞTIRMIŞ VE DEVRIMCILERDEN BÜROKRATLARA DÖNÜŞTÜRMÜŞTÜR.
    Örnek 5. Ben hatırlattım ve işte imdadına yetişenin cevabı. Özür kabahatten büyük. Ve bence Zileli’ye şahsi hakaret.
    … GÜN ZILELI 1917′YI DARBE OLARAK ADLANDIRIR; EN IYIMSER BAKIŞLA DA “DEVRIM TEŞEBBÜSÜ” DENILEBILIR. SONUÇ OLARAK DA “DARBE” OLDUĞUNU ZAMAN GÖSTERMIŞTIR.
    ÖRNEK 6. İlk bahaneler
    217 Sayın Gün Zileli’ye (209) sorular 6 Ekim 15 / 12pm
    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.
    218 Sayın 203 & 204 (pipsqueak)e toplu cevap 6 Ekim 15 / 1pm
    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.
    219 Sayın 203 & 204 (pipsqueak)e toplu cevap 6 Ekim 15 / 1pm
    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı. Bundan böyle de bu tür yorumlar yayınlanmayacaktır.
    220 Sayın 203 ve 204 (pipsqueak)e toplu cevap 6 Ekim 15 / 1pm
    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.
    221 Anonim 6 Ekim 15 / 2pm
    yorum fuzuli işgal nedeniyle kaldırıldı.
    ÖRNEK 7. Apaçık bir yalan. Nasıl oluyorda yazılanları ayıklıyor ve hemen hemen her zaman hemen benden olduğunu biliyor?
    327 Sayın Gün Zileli’ye 23 Ekim 15 / 7pm
    Sayın Zileli,
    Bu sayfada; daha çok sayın “pipsqeuak” ve sayın “ogürsel” ile görüşmelerimizi sürdürüyoruz ama umarız yazdıklarımızı siz de okuyorsunuzdur.
    Gün Zileli
    Ekim 23rd, 2015 at 21:14
    okumuyorum
    ÖRNEK 8. Övgüye değer tarafını kabullendiğime bir örnek.
    Size cevap, Gün Zileli’ye övgü.
    Bütün farklı düşünmelerime rağmen, Zileli’ni eposta ve kendini tanıtmayı şart koşmaması hayran olacak bir tutum.
    Ben bu siteyi kamuya açık algılıyorum, ki bu da bu sitenin hayran olunacak bir özellıği: herkes okusun ve herkes düşündüklerini yazabilsin.
    ÖRNEK 9.
    Gün Zileli, sizin yorumunuzu yayınladığı tarih ve saatte, yorumunuzu olduğu gibi kopyalayıp “veri-bankamıza” kaydettik. Ve size cevabımızı yazmaya başladık.
    Siteye geri döndüğümüzde, Gün Zileli yorumların “uzun” olduğunu iddia ederek; hem sizin yazdıklarınızı, hem de bizim yazdıklarımızı silmiş!
    BİR GÖZ ATIN BU YAZILARA, şahsi bir şey var mı?
    Çelişkiler listesi çok uzun. Sayı oyunlarına devamı gereksiz görüyorum. Durum anlayan için apaçık. Son yazdıklarımda şahsi saldırı bir yana tamamıyla düşünce alanında olan ama belki kendisinin bunları düşünme saymamaları mümkün. Ne var ki, başkalarının yargısına da bırakmıyor.
    En son ve en tuhaf iki örnek:.
    1. Gün Zileli
    Aralık 1st, 2015 at 16:16
    Kafayı yediğinin farkındaydım da bu ölçülere vardığını bilmiyordum. Açıkladığın iyi oldu.
    2. 808 Anonim 22 Aralık 15 / 2pm
    Sayın Gün Zileli yazılanları okumadığını söyledi.
    Peki sansürü kim yapıyor.
    Küfürsüz hakaretsiz yazılarım sansürden geçmiyor, neden?
    809 Anonim 22 Aralık 15 / 2pm
    Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Neden yayınlamıyorsunuz?
    Gün Zileli
    Aralık 22nd, 2015 at 16:31
    ben senin kadar uğraşmıyorum bu işlerle. Yani kafayı yemedim henüz.
    Bunlar şahsi saldırılar değil, galiba!

  867. Bu sayfada düşüncelirime değil devamlı şahsıma yapılan saldırıların bir özetini yaptım ama sansürden geçmiyor!

  868. 848 veya YaLaKa’lar
    Birçok yazıların silinmesi görüşmeyi çok karıştırıyor. Ayrıca yüz yılımızdaki propagandacıların keşfettikleri en büyük silah doğruyu söylemek. Doğruyu, isterseniz ideolojiyi dersem daha açık anlaşılır, benimseyen ve katılanlar uykuya devam ederler.
    İşte bir türlü silinmekten kurtulamayan yazım.
    kim “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” yapıyor?
    848’de yazdıklarınızın sonu sizlerin yaptığınız bir “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” örneği.
    Buna benzeri sizlerle cici bici isimli Sarp Mogan’a ücret köleliği yaparken aynı size dediklerimi (işten çık, Batı, bilim-teknoloji, Devlet, okul, banka, kısacası bizimle yaşam arasına girmiş bütün pezevenkleri reddedin) deseydim bana gülerdi. Fredy bunları 1984’de yazdı ve ondan önce 1976’dan 1984’de kadar bunları konuştuk. Ben sizlere başladığımızdan beri aynı şeyleri söylüyorum, siz sansürcüler, bilim-tekniğe tapanlara, düzeni yamalamak isteyenler ve binlerce diğer şarlatanların ne dediklerini bile anlamadan aynı türküyü söyleyip aynı göbek atıyorsunuz.
    Buna bir basit örnek: sansürcü misali anarşist olduğunu ilan etmekle olan David Graeber. Marksistlerle dolup taşan okulları anarşistliği ciddi, mazbut, ağı başlı, akademik, bilim-teknolojik havalar atanlarla doldurmak ister. Satır arası, aynı TZM gibi, genç dinamik salaklara parlak gelecekler vaat eder. Kısacası Sarp Mogan’ın düştükleri tuzaklar yerine zamanımızda en fazla satılan metalardan biri olan kişisel “catharsis” (= duygusal boşalma = arınma) meşru bayiciliğini yapar. Bu sitede benim kızgınlığıma dayanamayan huzur içinde pis pis sırıtanların ücret kölelikle eriştikleri rahatlığı, kendi kendiyle sulh içinde olma utanmazlığının alternatif ini sunar. Ve siz bunu görmediğiniz gibi Fredy ve David Watson ve diğer yüzlerce adını ettiğim dürüst eleştirici düşünürlerle aynı kefeye koyuyorsunuz.
    Yukarıda yazdıklarımı daha önce yüzlerce defa yazdım, siz hala bana uslu, terbiyeli okul çocukları gibi “liberal-demokrat” olup olmadığımı soruyorsunuz. Sizin yarı cahillik üzerine bilgi fışkırtan koca kelleye cevabımı bir daha okuyun. Ben, 4’den 2 ayak üzerine geçmeyi burnumuzdan fitil fitil getiren pezevenklerden söz ediyorum, siz TZM olma hevesiyle burnunuzun ucundan ötesini görmüyorsunuz.
    Bu halde, şu laflarla,
    [Bütün bunların sorumlusu:
    Sizin, sayın “ogürsel”in, sayın Gün Zileli’nin ve sizin gibilerin; on yıllar boyunca, kapitalizmi öksürmeyi unutmuş olmanızdır! Evlatlarınızı, yani bizleri; kapitalizmle uyumlu yaşayacak şekilde yetiştirmiş olmanızdır!]
    kim “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” yapıyor?
    Beni bu kişilerle aynı kefeye koymanız bile onlarla aramdaki farkın evrenler kadar büyük olduğunu görmekten acizliğinizi ortaya koyar.
    Medyanın beyin tahripleri olmalı.
    [Biz 60lar ve 70lerde çocuk yapanları, ev alanları, mesleğe atılanları, krediyle yaşayanları hor görürdük, düzenin süt inekleri olduklarını düşünürdük. Çocuklarının kendi çocukları değil, televizyon + okul + medya + devlet çocukları olacağını görmeyecek kadar aptal olduklarını sanırdık. Hele kapı kapı dolaşan seyyar devrim satıcıları! Bunu ancak ve ancak Troçkistler yapar biliyorduk. Yanılmışız.]
    Bu yukardakini kim yazdı?
    En azından ve şimdi belki neden sizlere ve bu sansürcü kendini dev aynasında gören zavallının sitesine saygımı kaybettiğimi ve kedi fareyle oynar gibi oynadığımı anlarsınız, İNŞALLAH!

  869. 854 YaLaKa
    Sorularınıza cevaplarımı sizi memnun etmek için değil şimdiye kadar çoktan anlamış olmanız olanı anlamadığınızı gördüğümden yazdım. Aslında yaptığınız polislik veya engizisyon veya sorgu yargıçlığı. Bak Illich, bir daha. Ona da aynı şey Vatikan’da yapıldı.
    Ben engizisyon polisi değilim ve böyle çocuksa sorular sormam.
    Sizlerin kim olduğunuzu açıkladığım son iki yazım, hiç bir hakaret veya küfür veya kötü laflar içermedikleri halde, sansürden geçemediler. Benzeri 10-15 yazımın başına gelenler gibi. Bende paranoyalık var galiba.
    Sizin söyledikleriniz kadar söylemediklerinizden kim olduğunuzu çok iyi anlıyorum. Siz ne olduğunuza inanmaya devam edin ben de siz ve ulu şeflerinizin ne mal oldukları inancıma devam edeceğim.
    Minimum örneklerden biri:
    İven Illich’i, Fredy Perlman’ı, David Watson okuduğunuzu söylüyorsunuz ama hiç okumadığını fazlasıyla belli.
    Illich’in tıbbı eleştirir, ve aynı Perlman ve Watson gibi bilim-teknolojinin ölüm makineleri olduğunu defalarca yazdı ve ispatladı. Siz hala Batı’yı, burjuva devrimini, burjuva devrimin mantıksal sonucu olan insanı da araççılıkla (instrumentalism’le ) gören Bolşevik devrimin yüceltenlere, bilim-tekniği bilgiyle karıştıran ve bilim –teknik konusunda bilgisiz oldukları apaçık olanlara saygı şekerlemeleri dağıtıyorsunuz.
    Hatta Hortlak gibi faşist ruhlu ve ırkçı birine haddini bildirecek bir laf etmediniz. Hep kibar, hep liberal-demokratik parametreler içinde kalıyorsunuz.
    Illich gibi bir dev sizin şarlatan TZM gibi milleti peşine takma yerine kendinin en yüce değer verdiği özgürlük ve otonomluk sözcüklerini ender kullandığı dikkatinizi bile çekmemiş. Nedeni TZM ve diğer ulu şefleriniz ve medyanın bu sözcükleri banalleştirmeleri. Fredy ve David aynı. Ve yüzlerce diğer dürüst eleştiriciler de öyle.
    [temel birimin toplum olduğunu] inkâr edip / etmediğimiz sonucuna nasıl varıyorsunuz?]
    Eğer burnunuzun önünde iştahınızı bileleyen bolluk ve bunu anarşistlik falan filanla elde etmeyi vaat eden şarlatan ulu şeflerinizin sizi uyutmasından uyandırabilsem daha ciddi bilgi paylaşmasına geçerdik.
    İşte sizin alay ettiğiniz tarihten öğrenme. Tabii sizler, ulu şefleriniz TZM gurusu bildiklerini, daha doğrusu politika ticaretini, tarihten ve kitaplardan değil, allahın yere indirdiği vahiyle öğrenmişlerdensinizdir. Yaratıcılık, yine!
    Bu aşağıdaki bilgiyi ben 60larda öğrendiğimde sabahlara kadar volta attım. Canlı müziği dinleme buna benzer. Sizin medya bankacılığı da CD dinlemeye benzer.
    Yahudilikte bir pislik çıktımı, allah hepsini cezalandırır. BİZ devrinden kalıntı. Ana birim TOPLUM. Eyüp ile kıvırmalar başlar.
    Hıristiyanlıkta günahı işleyen cezalandırılır. TEK devri.
    Bana utanmadan bu konularda soru soracağınıza politika tüccarları ulu şefleriniz ve TZM gurusuna sorun.
    İNŞALLAH anladınız. Modernliğin temeli çok derinlere iner. Siz bir şeyler öğrenmek istiyorsanız, işinizden çıkma ve ulu şeflerinizin uyku ilaçlarını almaktan vazgeçin, konuşuruz.

  870. Sayın (pipsqueak) 866 ve 867'ye

    Sayın “pipsqueak” 866 ve 867,

    === 1. SORUMUZ ===

    [Ben, 4’den 2 ayak üzerine geçmeyi burnumuzdan fitil fitil getiren pezevenklerden söz ediyorum] yazmışsınız.

    Kim bunlar sayın “pipsqueak” ?

    Size yukarıda belirtmiştik:
    Cevabınızı yazarken; “şaka”lar, “zahiri” ifadeler, “sembolik” terimler, “metaforik” üslup kullanmamanızı istiyoruz. Cevabınızı açık açık, hiçbir dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yazar mısınız ?

    Kim bunlar sayın “pipsqueak” ?

    === 2. SORUMUZ ===

    [Sorularınıza cevaplarımı sizi memnun etmek için değil şimdiye kadar çoktan anlamış olmanız olanı anlamadığınızı gördüğümden yazdım. Aslında yaptığınız polislik veya engizisyon veya sorgu yargıçlığı.] Hoppalaaaaa!

    Sayın “pipsqueak”,
    Eğer sizin yazdıklarınızdan anlamadıklarımız varsa; size, doğrudan, anlamadığımızı iletiyorduk zaten! Yine neye öfkelendiniz de şunu [Aslında yaptığınız polislik veya engizisyon veya sorgu yargıçlığı.] yazdınız ?

    [Sizin söyledikleriniz kadar söylemediklerinizden kim olduğunuzu çok iyi anlıyorum.] yazmışsınız.

    Kendimiz neyi söylemediğimizi henüz bilmiyorken; siz nasıl bilebiliyorsunuz, nasıl anlayabiliyorsunuz ?
    Açınız bakalım: [Söylemediklerimize] nasıl, nereden bakıyorsanız; kendimizi sizden öğrenmeyi ne çok isteriz ?

    === 3. SORUMUZ ===

    {{{
    Bu halde, şu laflarla,
    [Bütün bunların sorumlusu:
    Sizin, sayın “ogürsel”in, sayın Gün Zileli’nin ve sizin gibilerin; on yıllar boyunca, kapitalizmi öksürmeyi unutmuş olmanızdır! Evlatlarınızı, yani bizleri; kapitalizmle uyumlu yaşayacak şekilde yetiştirmiş olmanızdır!]
    kim “Lâf bükmek” ve “lâf gevelemek” yapıyor?
    Beni bu kişilerle aynı kefeye koymanız bile onlarla aramdaki farkın evrenler kadar büyük olduğunu görmekten acizliğinizi ortaya koyar.
    }}} yazmışsınız.

    Evet, sayın “pipsqueak”; sizi de sayın “ogürsel”le, sayın Gün Zileli ile aynı kefeye koyuyoruz!
    Çünkü:
    1960′ları baz alırsak (ki ekseriyetinizin “aydınlanma!” anları o dönemdir!) o yıllardan günümüze; dünyanın hangi yöne, yönlere evrilmekte olduğunu öngörebildiğiniz hâlde “EYLEMLERE BAŞLAMADINIZ!” Eylemlere başlamadığınız için; “kapitalizm hastalığı” tüm hızıyla yayılmaya devam etti! Bu hastalığın hızla yayılmasıyla da C.E.O. kıçı yalayan “Beyaz Ya-LA-ka”lar doğdu, ve (ne yazık ki!) doğmaya devam ediyor!

    “Pierre Clastres”, veya “Marshall Sahlins”, veya “Günther Anders”, veya “David Watson”, veya “Johan Huizinga”, veya “Henry David Thoreau”, veya “Étienne de La Boétie”, veya “Guy Debord”, veya “Fredy Perlman”ların yaptığı ikazlardan yıllardır haberiniz olduğu hâlde “kapitalizme karşı sesinizi yükseltmeyi istemediniz!”; sonuç olarak, “Beyaz Ya-LA-ka”lar doğdu, ve (ne yazık ki!) doğmaya devam ediyor!

    [Bana utanmadan bu konularda soru soracağınıza…] yazmışsınız.

    Bahsettiğiniz konularda “soru sormamamız!” için yetiştirildiğimizi göremeyecek kadar öfke dolusunuz sayın “pipsqueak”! O KONULARDAN HABERİMİZ BİLE YOKTU! İNANMANIZ İÇİN SİZE DAHA NE GÖSTERELİM?! 28 MAYIS 2015′TEN BERİ BİZLE GÖRÜŞÜYORUSUNUZ, HÂL ANLAMADINIZ MI; O KONULARDAN HABERİMİZ BİLE YOKTU! Siz hâlâ “kapitalizm”i; bir “öcü”ye benzetmeye devam edin, hafife alın bakalım! Bizlerin hangi konularda soru sorup, hangi konularda susacağına “kapitalizm” karar veriyor! Niçin “Elif Şafak’lar (Shefucks)”, “Mustafa Akyol’lar”, “Eser Karakaş’lar”, “Ayn Rand’lar”, “Milton Friedman’lar”, “Robert Nozick’ler” dünyayı istila edebiliyor zannediyorsunuz?! “Kapitalizm” tarafından; “soru sormayacak, sadece C.E.O.’nuzun kıçını yalayacak, evinize gidecek ve yarın yine aynı sirkülasyonu devam ettireceksiniz!” zehri ile robotlaştırıldığımızı gayet iyi bildiğiniz hâlde, bu “kapitalist sisteme” karşı “eylem”lere başlamayı istemiyorsunuz! Sonuç olarak; “Beyaz Ya-LA-ka”lar doğdu, ve (ne yazık ki!) doğmaya devam ediyor!

    Howard Zinn de sizin kuşağınızın “öykündüğü!” isimlerinden biriydi.

    Zinn’in şu ifadesini yukarıdaki metinlerimizde defalarca hatırlattığımız hâlde; hâlâ “kapitalizme karşı eylemler” sözümüze tokat attığınızı zannediyorsunuz, hâlâ Zinn’in ikazını görmek istemiyorsunuz:

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”
    (Howard Zinn, 1922-2010)

    “we all have an enormous responsibility” kısmındaki “WE” zamiri kim biliyor musunuz? Cevap: “Siz”siniz sayın “pipsqueak”!

    Aşağıda okuyacağınız sorumuzu, “sizin kafanıza taş atmak için değil, size ‘şantaj!’ yapmak için değil”; gerçekten cevabını tırım tırım aradığımız için soruyoruz:

    Bizlerin de “evlatları” var! Ve evlatlarımızı da kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmeye mecbur bırakılıyoruz! (Tıpkı sizlerin bizleri kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmiş olmanız gibi! Yukarıda okudunuz!)

    Diyelim ki bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar, “konformist hayatlarımızı!” terkettik; buraya kadar her şey tamam.

    Peki:

    Evlatlarımıza kim su götürecek ?
    Evlatlarımıza kim ekmek götürecek ?
    Ekmek de parayla ! Su da parayla !

    Kendimiz “özgürleşeceğiz!” derken; evlatlarımıza kim bakacak ?

  871. 869
    Pierre Clastres”, veya “Marshall Sahlins”, veya “Günther Anders”, veya “David Watson”, veya “Johan Huizinga”, veya “Henry David Thoreau”, veya “Étienne de La Boétie”, veya “Guy Debord”, veya “Fredy Perlman”, H. Zinn, F. Turner, J. Camatte, LeGoff, Braudel, Blake, Montaigne, Chuan Tzu, Lao Tzu, Mazdak, Şeyh Bedrettin, J. Ellul, L. Mumford, I. Illich, R. Charbonneau, Alain Testart (İlkel Komünizm), R. Drinnon, Castoriadis ve yüzlerce diğerleri bu medeniyet denilen, ilk temsilcisi Devlet (“duygusuz (soğuk) canavarların en duygusuzu”) ve Devet’le iç içe girmiş son temsilcisi kapitalizme, bilim-teknik becerileriyle sizlerin gözlerinizi kamaştıran mahluka karşı eylem yapmadılar. İfşa ettiler. Sizin tek bildiğiniz şantaj yapmak. Yazdıklarımı anlamıyorsunuz, hepsi o kadar. Siz yukarıdakiler sorun neden eylem yapmadıklarını. Size daha önce yazmıştım. Sosyal medya, facebok, twatter, google hasarları olacak unuttunuz veya daha doğrusu şantajdan başka bir şey bilmeyişiniz hep aynı türkü aynı göbek atmayla örtülüyor. Siz ve bu sitede dolu olan gibi sidik yarışmasından başka bir şey bilmeyenler eşsiz eleştiricilerden biri olan Camatte’a sorarlar: “Peki bu eleştiriler sana ne yarar getirdi?” Cevap yüzlerine tükürme: “Vejetariyan oldum.”
    İlk Medeniyet olan Sümer hakkında hiçbir bilginiz yok. Eğer okursanız, Sümer ile aramızdaki farkların ancak elektronik mikroskopla veya sizin değer verdiğiniz şarlatanlarlar gibi devrim ticareti yapanların teleskopla görecekleri farkları bulursunuz. Hatta tüm moden bilim felsefecilerinin bir türlü tam anlamadıkları neden-sonuç konusundan habersiz biri, bu sitede, dünyanın her yerinde aynı durum oldu ve medeniyet oluştu der, siz yutarsınız ve bana ne söylemediklerinizin ne olduklarını soruyorsunuz. Alhambra teoremini bir daha okuyun.
    Sorun eyleme geçmek değil. Bu sizin, bu sitedekilerin, ve TZM gibi artistlik hevesiniz, EYLEM fetişiniz. Sorun, eyleme geçenlerin, hiç değilse şimdiye kadar, eninde sonunda, ancak ve ancak karşı tarafa benzemeleriyle başarılı olmaları. Bu sitedekiler arasında 17. yüzyılda temeli atılan ve 19. yüz yılda zirveye erişen devrim masallarına inanan, bu laflarla geçinen, satan, çevreyi kirleten çok sayıda kişiler var. Politika ticaretinde başarılı olduklarını apaçık. Sizlerin onlara karşı çıkacağınıza yağcılık etmeniz; hortlak gibi birine bile sesinizin çıkmayışı; kapitalizmi mantıksal zirvesine ulaştırma girişimi olan Bolşevik darbe ve gaddarlığına, Bolşeviklerin direnen her canlıyı ve özellikle anarşistleri kırımdan geçirmesine ve buna hala TARİHİN EN BÜYÜK DEVRİMİ diyenlere cevap verememeniz; bilim-teknik ve kapitalizmin en son savunucularının kullandıkları “evolutionary psychology = EP” (evrimsel psikoloji) ve “sociobiology” (sosyobiyoloji) düşüncelerini tamamıyla benimsemişlerin kendilerini anarşist veya anti-kapitalist satmalarını yutmanız; yukarıda saydığım bütün yazarların bilim ve teknolojinin insan düşmanı olduğunu ifşa etmelerine rağmen hala bu pis, insan kanı kokan bilim ve teknolojiyi savunmanız veya savunanlara karşı çıkmamanız ve bu yazarları okumuş gibi görünmek istemeniz sizleri bu adları sadece politika ticareti için ağzınıza almanız ve yüzlerce diğer söylediğiniz veya söylemediğiniz sizlerin kim olduğunu çok şahane sergiliyor.
    Beni aynı kefeye koyduğunuz kimselerin TZM gibi kapitalizmi seven ama sevmeyen diyalektiği cambazları olduğunu görmüyorsunuz. Nedeni sizin o yolda olmanız. Hala burjuvanın getirdiği en temel kavramlardan biri olan EYLEM veya daha doğrusu MEŞGUL olmak lafını tekrar edip duruyorsunuz.
    Not: İş adamının İngilizcesi “business man” ve “busy” meşhul demek. EYLEM again. Fransızca “négoce” yani iş adamı, yani modern anlamda ticaret yapma kökenide “rahat olmama, meşgul olma” var. EYLEM again. Kısacası siz ve ulu şefleriniz TZM ve bu sitedeki gibi EYLEM hastalarının hoplayıp zıplaması.
    Küfürsüz ve hakaretsiz Godot adlı ve alay ettiğiniz “eserim” aslında sadece tarihte olmuşları hatırlatmak ama bir türlü yayınlanmıyor. Neden? Diğer son derece bilgi kapsayan yazılarım da yayınlanmıyor. Kaldı ki doğasıyla bu site artık kamu arenasıdır.
    Aramıza giren pezevenkleri yüzlerce defa yazdım, veri bankasının kara deliğine gidiyor,
    Kapital, Devlet, Bilim ve Teknoloji, Para, Banka, Okullar, Devrimciler ve solcular, İlerlemeye inanan ve tapanlar, İnsan doğası safsatasın altında yatan (“evolutionary psychology = EP” (evrimsel psikoloji) ve “sociobiology” (sosyobiyoloji)) bilmeyip geyik sohbeti yapanlar, … ve hepsinin kaynağı olan Medeniyet.
    İnsan oğlunun Marks ve Bakuninleri beklemeden taş devrinde geliştirdikleri oyun (bak Huizinga’nın Homo Luden) ve metafor sizleri asansör, televizyon, MR, ve benzeri milyonlarca ıvır zıvır önünde secdeye varanlara kıyasla devasa başarılar. Siz, TZM ve bu sitedekilerin taptıkları KAPİTAL, EYLEM ve benzeri bir emzikler aslında metaforlar.
    Ben 60larda yapılan çocukların medya-okul malı olacaklarını, bir mesleğe kapak atmanın ücret köleliği olduğunu, Bolşevik darbesinin burjuva-kapitalist düşünce sisteminin mantıksal sonucu olduğunu biliyorduk diyorum siz beni tam tersini yapanlarla aynı kefeye koyuyorsunuz. Neden? Çünkü DEVRİM yapıp sizlere daha çok ıvır zıvır dağıtmadım.
    Sahlins’in “Taş Devri, Bolluk Devri” kitabını okuyun. Vazgeçin sefalet içinde yaşayıp artistlik etmekten.
    Sahlins son yazdığı kitaplarından birinde Batı’yı antik Yunanlardan bu yana inceler ve aşağı yukarı, ” … özür dilerim ama bu devasa bir hataydı …” laflarıyla bitirir. Ben bunu bu sitede yazdım, Gasset’in sıradan insanlarına en güzel örneği g*ü b*lu biri aşağı yukarı “o kim oluyormuş, salakça konuşuyor”, dedi. Sizin sesiniz çıkmadı bir yana, Gasset’in cahilliğiyle gurur duyanlardan oluşan yığınlar toplumunun modeli olduğunu kendinin bile bilmemesi Gasset’in (tabii Mumford, Fredy, Ellul , Charbonneau, Illich, Castoriadis, C. Lasch ve yüzlerce okumadığınız yazarlar da aynı şeyi söylerler) ne kadar keskin görüşlü (1930larda) ve haklı olduğunu kanıtlar.

  872. Sayın Gün Zileli bu yazımın YaLaKalar tarafından okunması çok önemli ve hatta sizinle bir alakası yok diyebileceğim kadar onları ilgilendiren bir yazı. Lütfen yayınlayın.
    Sayın YaLaKa’lar (GODOT eserim) ve Gün Zileli
    Sayın Gün Zileli, bu sizden çok YaLaKa’larla ilgili ve onların yararına bir yazım.
    “Self style anarchism” ve “potlatch” konularında sadece bana karşı değil çok sevdiğim arkadaşlarıma karşı haksız yargılar yaptılar, şahsi değerlendirmelerde bulundular. Onların yayınladınız ve yayınlanmasına karşı değilim. Hatta iyi ki yayınlandı. Bu yazım daha çok onların bilmesi gereken bazı gerçekler. Şahsi bir saldırma yok. Sadece hakikati onaylamaya sunmak var. Cevap değil yayınlamanızı bekliyorum. Eğer yanılmıyorsam küfür veya hakaret yoksa, site kamu sitesi.
    Neden hala yayınlamıyor sunuz?
    Hala bu yazımı neden yayınlamadığını anlamış değilim.
    “Kafayı yediğinin farkındaydım da bu ölçülere vardığını bilmiyordum. Açıkladığın iyi oldu.”
    Bana karşı bu bir şahsi saldırmaydı. İçerisin aşağıda özetledim ve konunun daha iyi anlaşılması, şahsi saldırı değil olmuş olayları açıklamaktı.
    Bence aynı modern bilimin bitaraf olduğu iddiası gibi, ve özellikle eleştirici yazılar göz önüne alındığında, şahsiliğin nerede bittiği düşünselliğin nerede başladığı iddiası tuhaf ve tamamıyla gerçekten uzak.
    Ünlü bir anarşiste Chomsky de insan doğasına inanıyor derler. O da cevap verir ” But Chomsky is an honorable man!” (“Ama Chomsky saygıdeğer bir şahıs!”
    Daha binlerce örnek verebilirim. Belki en çarpıcısın Freud söyledi: “Taş yerine kötü laf atan, medeniyeti temel taşını attı.”
    Yazımda küfür de yok, hakaret (senin aşağıdaki* hakaretine kıyasla) de yok.
    * “AKP Mersin MV adayı Muhsin Kızılkaya’nın röportajını okudum. Birisi ‘satılık’ levhasını çevirip ‘satılmıştır’a getirsin.”
    Bu hakaret değil mi?
    Siz hayli ünlü kimselerle laf atışıyorsunuz ve bu sitedekiler bunu biliyorlar, benim gibi anarşist bile olmayan ufak tefek birinin dediklerine kulak asmayacak kadar olgun ve bilgililer.
    Bu yazıma “WAİTİNG FOR GODOT” başlığını vermem sadece bir türlü alamadğım cevaptan dolayı. Şahsi bir şey görmüyorum.
    Her neyse, işte sorular. Cevap vermen doğal ki sana kalmış ama kamuya açık bu sitede kurallar dahilindeki bir yazıyı sürekli yayınlamamak çok tuhaf.
    Kafayı yediğimin nedenlerini açıklayıcı sorularıma hala cevap bekliyorum.
    Guy Debord’un ilk defa İngilizceye F. Perlman ve arkadaşları tarafında yapıldığı mı yanlış?
    Fifth Estate ve F. Perlman ile uzun arkadaşlığımız mı yanlış?
    Seninle tanışmamızın benim Bookchin’e yazdığın uyarıyı İngilizce’ ye çevirdiğim ve bu vesileyle tanıştığımız mı yanlış?
    Son 60-70 yıl bilim ve teknolojinin sadece çevreyle ilgili hasarları değil, felsefi varsayımlarının, doğayı doğa kaynağı görüp enstrümansallaştırma (araçsallaştırma) eleştirildiğini söylememde mi yanlışlık buluyorsun?
    Bunlar açıklamadan “benim kafayı yemiş olmamı” ileri sürmen ama aynı zamanda ilkelleri hor gören apaçık faşist ruhlu, ırkçı, medeniyeti göklere çıkaranlara uyarıda bulunmayışın biraz tuhaf değil mi?
    Yaptığım “Against His-Story”nin tercümemin Türkçe okuma düzeltmelerini üstlenmedin mi?
    Diğer bazı konularda benim tercümelerimde yine Türkçe okuma düzeltmelerini yapıp Türkiye’ye göndermedin mi? Gorter, Milliyetçilik, Avrupalılaşma vs., Avrupa ve Amerika’yı benim kadar tanımadın için benim yazmamı istemedin mi? Bizi ziyarete geldiğinizde Emine senin önünde benim antropoloji, arkeoloji, mitler ve tarihi sizin genellikle 19. Yüz yıl anarşizm odağında toplanan politika ve politika tarihini bildiğinizi söyledi, sen sesini çıkarmadın. Üstelik okuyup değerlendirmem için bana kültürün gelişmesinin kadınlara dayandığını ileri süren antropolojik bir çalışma olan Chris Knight‘in “Blood Relations” kitabını vermişti.
    Biraz da gülelim. Ben “it ürür, kervan yürür” atasözünü “itler ürür, yüceler yürür”e dönüştürdüm. Belki de farkına varmadan yeni bir bir çığır açtım.
    Anarşist Zhuang Zhou 2400 yıl önce değişmelere ayak uyduramayanlarla alay eder. Bu yaratıcılığımla zamanımıza ve bu anarşist siteye mutlak egemen “politically correct” olma çabalarına bir katkım olsun istedim.

  873. Sayın (pipsqueak) 871'e

    Sayın “pipsqueak” 871,

    [Sorun eyleme geçmek değil. Bu sizin, bu sitedekilerin, ve TZM gibi artistlik hevesiniz, EYLEM fetişiniz. Sorun, eyleme geçenlerin, hiç değilse şimdiye kadar, eninde sonunda, ancak ve ancak karşı tarafa benzemeleriyle başarılı olmaları.] yazmışsınız.

    [Karşı taraf] ne, kim?

    Size defalarca belirttik:
    Cevabınızı yazarken; “şaka”lar, “zahiri” ifadeler, “sembolik” terimler, “metaforik” üslup kullanmamanızı istiyoruz. Cevabınızı açık açık, hiçbir dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yazar mısınız ?

    [Karşı taraf] ne, kim?

    [mahluka karşı eylem yapmadılar. İfşa ettiler.] yazmışsınız.

    [mahluk] ne, kim?

    [EYLEM] kelimesinin anlamını kendi işkembenize göre yorumluyorsunuz!

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; kapitalizm hastalığına karşı “Eylem”lere başlamak = “Pretosto” etmek = “To protest” = “To act” savunuyoruz! Siz ise “lâf bükmeye” inatla devam ediyorsunuz!

    Hâlâ görmek istemiyorsunuz:

    [A]
    “Are you a fox or a wolf? MLK DAY 2015”
    “Don’t confuse non-resistance with non-violent resistance!”:
    ( http://occupywallst.org/article/mlk-day-2015-fox-or-wolf/ )

    Mücadelenin A.B.D. ayağı olan “(OWS) Occupy Wall Street”in aktivistlerinden “Micah White” bile yeni “konsept!”ler üzerinde kafa yormaya başladı:

    [B]
    “What is THE END OF PROTEST?”:
    ( http://occupywallst.org/article/what-is-the-end-of-protest-micah-white/ )

    [C]
    “Activism in Crisis”:
    ( http://occupywallst.org/article/crisis-within-activism/ )

    [D]
    “Protest is broken”:
    ( http://occupywallst.org/article/protest-broken-micah-white/ )

    [E]
    2016’da “polis”e, “militer kuvvetler”e, “devlet”e ve tabii ki “şirketokrasi”ye karşı nasıl mücadele edilir:

    ( https://lareviewofbooks.org/interview/the-challenge-of-protest-in-our-time-micah-white-on-social-change-movements-theories-of-revolution-and-moving-on-from-occupy-wall-street/ )

    [Ben 60larda yapılan çocukların medya-okul malı olacaklarını, bir mesleğe kapak atmanın ücret köleliği olduğunu, Bolşevik darbesinin burjuva-kapitalist düşünce sisteminin mantıksal sonucu olduğunu biliyorduk diyorum siz beni tam tersini yapanlarla aynı kefeye koyuyorsunuz. Neden? Çünkü DEVRİM yapıp sizlere daha çok ıvır zıvır dağıtmadım.] yazmışsınız.

    28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız her metne bir daha bakın; içinde bir tane “Marxist devrimi savunduğumuza dair!” ifade bulabilecek misiniz?! Bulamazsınız!

    Defalarca ikaz ettik, görmek istemiyorsunuz; “vanguardism & öncü savaşı & öncü cephe” kavram ve uygulamalarına karşı olduğumuzu defalarca yazdık, ama sizin yaptığınız ise “lâf bükmeye” inatla sürdürmek!

    İŞTE SONUNDA İTİRAF ETTİNİZ: [Bolşevik darbesinin burjuva-kapitalist düşünce sisteminin mantıksal sonucu] !!!

    DEMEK Kİ KÖK: “KAPİTALİZMİN BİZZAT KENDİSİ” !!!

    HASTALIĞIN KÖKÜ OLAN “KAPİTALİZME KARŞI” NİÇİN 1960’LARDA, 70’LERDE (80’lerde eridiniz gittiniz zaten!) SESİNİZİ ÇIKARMADINIZ?! NİÇİN SUSTUNUZ?! NİÇİN FRAKSİYONLAŞTINIZ?!

    “KAPİTALİZME KARŞI OLMAK” İLE “MARXIST DEVRİM”İ NİÇİN BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ?!

    EĞER 1960’LARDA, 70’LERDE KAPİTALİZME KARŞI KALLAVİ “EYLEMLER”E BAŞLAMIŞ OLSAYDINIZ; BUGÜN, SİZLE, SİZİN BEKLENTİSİ İÇİNDE OLDUĞUNUZ KONULAR HAKKINDA KONUŞURDUK! AMA NE YAZIK Kİ KONUŞAMIYORUZ, ÇÜNKÜ: BİZLERİ ZORLA “BEYAZ YA-la-KA” YAPTILAR!

    HANİ NEREDE CEVABINIZ ?! ?! ?!

    Aşağıda okuyacağınız sorumuzu, “sizin kafanıza taş atmak için değil, size ‘şantaj!’ yapmak için değil”; gerçekten cevabını tırım tırım aradığımız için soruyoruz:

    Bizlerin de “evlatları” var! Ve evlatlarımızı da kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmeye mecbur bırakılıyoruz! (Tıpkı sizlerin bizleri kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmiş olmanız gibi! Yukarıda okudunuz!)

    Diyelim ki bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar, “konformist hayatlarımızı!” terkettik; buraya kadar her şey tamam.

    Peki:

    Evlatlarımıza kim su götürecek ?
    Evlatlarımıza kim ekmek götürecek ?
    Ekmek de parayla ! Su da parayla !

    Kendimiz “özgürleşeceğiz!” derken; evlatlarımıza kim bakacak ?

    HANİ NEREDE CEVABINIZ ?! ?! ?!

    (ÖNEMLİ NOT:
    Cevabınızı yazarken; “şaka”lar, “zahiri” ifadeler, “sembolik” terimler, “metaforik” üslup kullanmamanızı istiyoruz. Cevabınızı açık açık, hiçbir dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yazınız!)

  874. ALİ KOÇ KAPİTALİZMİ GÜNCELLEMEYİ HÂLÂ İSTİYOR!

    Ali Koç yine uyardı: Eşitsizliği gönüllü düzeltmezsek, emin olun birileri zorla düzeltir!

    (10 Ocak 2016)

    Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç, sosyal açıdan sürdürülemez bir ortamda bulunulduğuna dikkat çekti. Koç, “Gelir eşitsizliği başta olmak üzere bu sorunları liderler ya da iş dünyası gönüllü olarak düzeltemezse birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olabiliriz” dedi.

    “Vahşi kapitalizm” açıklaması ile tartışma yaratan Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi Ali Koç, Habertürk’ten Meltem Ersoy’a verdiği röportajda konuyla ilgili yine dikkat çekici açıklamalar yaptı. Koç, “Sözlerimin bu kadar çok ilgi çekmesini biraz garipsedim, çünkü aslında bu konu tüm dünyada tartışılıyor” dedi.

    SARKAÇ BU SEFER FAZLACA SERMAYE TARAFINA KAÇTI

    Benim dile getirdiğim sistem eleştirisinin temelinde, yüzyıllardır emek ve sermaye arasındaki dengede gidip gelen sarkacın bu kez fazlaca sermaye tarafına kaçmış olması yatıyor. Sermayenin getirisi, ekonomideki büyüme hızını ve emeğin getirisini aşınca kapitalist sistem bugün tanıklık ettiğimiz türden eşitsizlikler yaratmaya başlıyor. Aslında insanlık tarihi boyunca ekonomik bölüşümün nasıl olacağı hep tartışılmış. Bu bölüşüm hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlikçi olmadı. Bunu beklemek gerçekçi de değil. Bugün geldiğimiz noktada, iki sistem galip çıkmış: kapitalizm ve liberal demokrasi. Eleştiri olduğunda da doğal olarak bu iki sisteme eleştiri oluyor. Benim açımdan konunun temeli, kapitalizmin ortadan kaldırılması ya da yok edilmesi değil, kapitalizmin daha sürdürülebilir, eşitlikçi ve adaletli bir sisteme dönüşmesi.

    SOSYAL AÇIDAN SÜRDÜRÜLEMEZ BİR ORTAMDAYIZ

    Bana göre sosyal açıdan sürdürülemez bir ortamdayız. Ekonomik açıdan sürdürülebilirlik artık yetmiyor, sosyal açıdan da sürdürülebilirliği sağlamak gerekiyor. Pek çok veriye bakınca bunun sürdürülemeyeceğini görüyorsunuz. Nitekim mülteci krizi ve göç dalgaları, terör bunun örnekleri. Gelir eşitsizliği başta olmak üzere bu sorunları liderler ya da iş dünyası gönüllü olarak düzeltemezse birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olabiliriz.

    Bu eşitsizliğe, vicdan sızlatan tabloya karşı biz kayıtsız kaldığımız takdirde başkaları başka şekilde bunu ele alacak ve bu tür sosyal patlamaların çok daha fazlasını görme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğiz. Benim dikkat çektiğim sorunlar belki de daha çok zengin ülkelerde yaşanacak sorunlar. Ancak yine de bizim de ders ve önlem almamız lazım. Bizim ülke olarak geleceğimiz çok parlak, ama bugün kırmızı alarm veren tehlikelere karşı hep beraber omuz omuza vermediğimiz takdirde bizim başımıza da çok ciddi problemler gelebilir.”

    KÜÇÜKLÜĞÜMDEN BU YANA AÇGÖZLÜLÜKTEN RAHATSIZIM

    Günümüzde karşılaştığımız ekonomik ve sosyal krizler, işsizlik, gelir dağılımının bozulması, artan göç dalgası gibi olaylara baktığınız zaman vicdanı ve adalet duygusu olan herkesin bu sorunlar karşısında benimkine benzer duygu ve değerlendirmelere sahip olması doğal. Ben küçüklüğümden, lise ve üniversite yıllarımdan bu yana açgözlülüğe varan hırs konusunda her zaman rahatsızlık duyan biriyim. Bu hiçbir zaman değişmedi. Bugün geldiğimiz noktadan rahatsız olmamak da bu nedenle mümkün değil, biraz vicdanın, adaletin varsa rahatsız olursun.

    ZENGİN OLMAM ENDİŞE DUYMAMAMI GEREKTİRMEZ

    Geçen yıl Antalya’da G20 toplantısında yaptığım konuşmada “Bir baba olarak dünyanın gidişatına baktığımız zaman çocuklarımızın geleceğinden endişe duymamak mümkün değil” demiştim. Elbette burada tüm çocukları kastediyorum, ama farklı yerlere çekildi. Gelecek kuşaklara bırakacağımız dünyaya baktığımızda işsizlik, gelir eşitsizliği ve iklim değişikliğinin yaratacağı sorunlar başta olmak üzere pek çok problem olduğunu görüyoruz. Ekonomik krizler, radikal görüşlerin toplumda bu kadar karşılık bulması içinde bulunduğumuz durumun ne kadar büyük hızla kötüleşebileceğinin en öne çıkan kanıtı. Dolayısıyla, sorunun muafiyet kısmı kesinlikle geçerli değil. Üst gelir seviyesinde olmak sizi tüm bu sorunlardan elbette muaf kılmıyor. Bu soruyu hem garipsedim, hem de sevindim cevap verme fırsatı doğduğu için. Ne demek muaf olmak, nasıl muaf olabilirim ki! Çok sığ bir düşünce bu bence.

    “Cumhuriyet” gazetesi internet sitesi

  875. Sayın 873 (YaLakalar)
    Sizler pek makul değilsiniz. Anlatayım.
    1968 dünyada son bir dönüm noktası olarak algılanır. O olaylardan sonra düzenin ıslahlaştırma; reküperasyon; cömert gibi sıfatlandırılan liberal-demokratik sistem yerine, Reagan ve Thatcher ile simgelenen Yen Sağ ve yamakları bilim adamları evolutionary psikoloji ve sosyobiyoloji; insanları bireyciliğe iteleme; ve binlerce diğer enayi avı yapıldı ve başarıldı.
    Diğer yandan, çabucak özümlendiyse de 1968’den sonra o çapta ve o derinlikte insanların kalplerini, dünya görüşlerini, düzene karşı tutumlarını etkileyici yeni bir hareket olmadı. 1968’den sonraki direnişler ve eleştiriler ilhamlarını 1968 olaylarından aldılar ve (sizlerin sözcük aşkınızı bildiğim için gereksiz aynı anlama gelen fiilleri kullanacağım) ayrıntılarını şiddetlendirdiler, netleştirdiler, sertleştirdiler, geliştirdiler, bilediler, keskinleştirdiler, daha açtılar, … Sayısız bilim adamları bile (bu sitede hala 17. yüz yıl bilimini anlam saplantısı içinde, bilim ve teknolojiyi bilim sananların inanışlarına rağmen) bilimle toplumdaki değerler arasında ayrılmaz bağlar olduklarını, bilimin tarafsız veya nötr olamayacağına uyandılar. Sadece bu konuda size yüzlerce kitap adı verebilirim. Ama şefleriniz sizi öyle bir uykuya yatırmış ki dediklerimi anlamadan hep aynı türkü aynı göbek havasıyla cevap veriyorsunuz.
    Örneğin sizin içine düştüğünüz tuzağı biz 60larda gördük ve reddettik. Ben Gorter’i okuduğumda Türk solunun düştüğü tuzağı gördüğüm için çevirisini yapmak istedim. Türk sol ve devrimcilerin özü zengin olmaktı ve hala öyle. Ve sonsuz haklılar. Çünkü başka bir şey yok. Ben bilim-tekniğe karşı konuştuğumda, tek cevap çocuğumsu şantajlar ve Televizyon konuşmaları. Bunu teknolojiyi eşsiz eleştiren şöyle anlatır: “Sanki ben kansere karşıyım sanıyorlar'”. Soru cep telefonunun getirdiği yararlar değil, soru onsuz yaşamanın imkansız oluşu ve çaresizliğe karşı isyan yerine bireyci kulağına fısıldayan kapitalistlerin ninnisini kendi kendine terapi yapması, uyku ilacı yapması. Konu anlaşılmıyor bile. Düzen 1968 sonrası sadece sıradanları tekrar kafese koymadı, solcu, devrimci, Marksist, anarşist ve benzeri ne yardan ne serden geçenleri iyice kafese koydu. Bilginin yerini doğru yolda olma, “politically correct” olma aldı.
    EYLEM sözcüğünün fetişleştirmesi burjuvayla başlar. Lütfen biraz tarih okuyun. Marksist E. Bloch ve M. Horkheimer iyi bir başlangıç. Burjuvanı bayrağı EYLEM. Burjuva EYLEM sayesinde eski sistemi ele geçirdi ve dünyayı gözler kamaştırıcı ıvır zıvırla (= zehirle ) doldurdu. Ben sizinle alay etmiyorum, ben son derece önemli bir göz boyamasından söz ediyorum. Bu tuzağa düşen Türk solcularının çoğu çocuklarına o zamanın cici bici isimlerinden biri olan EYLEM adını verdiler. Veya en azında Allah insanları cennetten (bu sitede dini çocuğumsu bulanlardan özür dilerim) attığında, “bundan böyle alnınızın teriyle yaşayacaksınız”, der. Kısacası EMEK’İN anası EYLEM Allahın bir belasıydı. İnşallah sivri zekalılar benim medenileşmişlerden söz ettiğimi, onlar gibi İNSAN’DAN söz etmediğim anlayacak kadar okula gitmişlerdir.
    Karşı tarafın MEDENİYET olduğunu milyonlarca defa söyledim. Ne yardan ne serden geçmek istemediğiniz için kıvırıp duruyorsunuz. İşinize gelmiyor.
    Size şu nu da göndermiştim. Sosyal medya anarşistlerine satamadınız mı?
    Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of CIVILIZATION. —Ibn Khaldun on nomads
    “Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği MEDENİYETİN reddi ve anti-tezidir.”
    Ibn Khaldun (1332.1406) on nomads (göçebeler üzerine)
    Okumak yerine sosyal medyadan kırıntı topluyorsunuz, avcı ve devşiriciliği yapıyorsunuz, bir gün gelir TZM gibi piyasaya sürersiniz. Ama facebok, youpoop, twatter, google, … beyinleri tahrip ediyor!
    Size bunu açıklayan yüz kitap adı yazsam hemen aranızdan sivri kelle benim bu kadar kitabı okumamın imkansızlığını yani yalan söylediğimi söyler. Siz ciddi bir kitabın bibliyografisine bakın. Okuyanların %99’u okula meslek edinmek için giderler. Eve işten döndüklerinde televizyon dışında hiçbir şeye takati veya isteği kalmayan bu maaşlarından dolayı hindi gibi kabarırlar. Bunların da 1968’den sonra okumaya ne fırsatları ne takatleri ne de istekleri kalmadığını 1968’den beri bir çok düşünür avaz avaz bağırdı. Kısacası yine dev kuşu hikayesi, kafası kumda görülmüyor sanıyor. Daha da kötüsü bilgiye saygıyı sadece hiyerarşik eleğinden geçirdikten sonra gösteriyor. Daha da kısacası aynı sizler gibi.
    Avrupalılar yerlilerle savaş yapmakta. Mevsim yiyecek toplama zamanı. Yerliler bu haber gönderirler ve savaşa ara verilmesini isterler. Avrupalılar reddederler. Buna şaşıran yerliler toplantı yaparlar. Anılamadıkları apaçık olan şu soru: yaşamak mı önemli, savaş yapmak mı?
    Ama aralarında sizler gibi bilimsel, genç, ruhu Avrupalı, dinamik, eylemci, kısacası dahiler var. Onlar konuşur:
    – Biz gözlem yaptık, ve savaşı neden durdurmadıklarını biliyoruz. Onlarda köylü yiyecek sağlar, ustalar ambar yapar, demirciler silah yapar, doktorlar tedavi eder, fırıncı ekmek yapar, terzi elbise yapar, …. hatta askerlerin savaş eğitimi okulları bile var (İLERLEMEYE İNANANLAR boşuna taş uykusunda değiller!).
    Toplantıda biri sorar:
    – Peki ne yapalım?
    – Onlar gibi yapalım.- Ama o zaman savaşa gerek kalmaz. Onlar gibi oluruz.
    Lütfen biraz tarih okuyun veya en ünlü ve eşsiz olan “Tarih kazananların tarihidir”, sözünü anlayın.
    Lütfen medya şarlatan ve cambazlarının tamamıyla satıhsal laflarıyla karıştırmayın. Fark sonsuz.
    Örneğin burada epeyi sizler benzeyen iyi kalpliler var. Televizyon yerine tekrar canlı öykü anlatmaya dönmek çabaları içindeler. Beyni olan biri canlı masal anlatanın Televizyonla rekabetine güler. Televizyon resimli, müzikli, anlatan yakışıklı – güzel – “politically correct” suratlı, “politically correct” cici bici isimli, “politically correct” eğitimden geçmiş, sesi güzel, endamı güzel,… Üstelik, arada bir ağız sulandıran ıvır zıvırlar sergilenir, belki hatta “fikirleriniz bizim için önemli, bize yazın” gibi beyin yıkamaları da olabilir. AMA ve HEPSİNDE ÖNEMLİSİ DİNLEMEMEK ÖZGÜRLÜĞÜNÜZ var. Kanalı değiştirebilirsiniz. Ben “tandır” denile altında mangal üstünde yorgan, etrafımda masal anlatanlarla büyüdüm. Farkı çok iyi biliyorum. Örneğin sizin için önemli olan medya yıldız ve artistleri. Geri kalan bellek kara-deliği-önemsizler-veri-bankasına atılır.
    Eğer yukarıdaki anlattıklarımdan hala mahlukun MEDENİYET ve MEDENİYET’İN tenasühü, reenkarnasyonları, yani okulda tarihi beyin yıkama derslerinizde, beyninize sokulan sözüm ona diğer medeniyetLER. Toynbee gibi biri bile son kitabında “tek bir MEDENİYET var sadece başını çeken değişiyor ve bildiğimiz kadar yaşam olan tek gezegeni yok etmeye azimli”, der. Tabi bu sitede başka gezegen gitmeye hazırlananlar, Toynbee’yi bile ulu şefine kıyasla saçma konuşur bulacak sonsuz bilgililer, hortlak gibi ırkçı ve faşist Marksistler buna doğal olarak katılmazlar. Siz de aynısını, de sansür edileceğinden çekindiğim için tekrarlamayacağım, bana karşı yapılan apaçık küçük düşürmelere göz yumup yağcılığınıza devam ettiniz. Ben yine de size hiç değilse uzun cevaplar yazıyorum.
    Sizi yaptığınız en eski politika oyunu. Ve liberal düzenin en derininde yattığı çelişki. Çoğunluk için azınlık ve bireyleri kurban vermek. Neden bana yapılanları hala görmemezlikten gelip “protesto” etmiyorsunuz? Belki patron kıçı yalamak artık genlerinize işlemiş.
    Bence, ve salt son yazdıklarımdan bir misal olan, Yahudilikle Hıristiyanlık arasındaki sonsuz önemli farkı anlamadınız veya bu sitedeki diğer Televizyon-Okul evliğinde doğanların anladığı gibi, yani “ben galiba bunu, şimdi hatırlamıyorum ama, şu veya bu yayında duydum veya çok ünlü bir köşe (döner) gazeteciden okudum”, der. Bunlar, sizler, bu sitedekiler, Gasset’in ve binlerce diğer düşünürlerin sıradanlık damgası vurdukları. Ve dünya sizlerle dolu: işit-unut (al-at gibi) anlıyorsunuz.
    “28 Mayıs 2015 … ” nakaratınıza kaç defa cevap vereceğim? Ben sizi dediklerinize ve daha çok demediklerinizle sizleri kim olduğunu anladım. Aynı hortlak ve diğer bilgi küpleri gibi ilkelliği Holywood ve Televizyonun kustukları beyin yıkamalarından bir mm daha ilerde bir bilginiz yok. Medeniyet hakkında hiçbir bilginiz yok. Bilim ve teknoloji hakkında, ıvır zıvır bolluğu dışında sıfırsınız. Felsefede sıfır. Bilgi ve teknikle modern bilim arasındaki fark sizin ve sizin taptığınız medya cambazları için önemsiz, benim için bunları bilmeyenler eninde sonunda ve biraz satıhta yaptığı sinemaları kazıyınca ardında ortaya çıkan, Merkel, Obama, …, artık dünya dolu burjuva. Kendi kendinize verdiğiniz etiketin, anarşistlik, bile derinde neye inandıklarınıza baktığımda ne kadar gülünç ve sadece, ve size göre, bakire olduğu için taktığınız bir rozet.
    En azından Seidman’ın “Workers Against Work”, J.C. Scott’ın The Art of Not Being Governed”. Yerel TZM kurduğunuzda faydası olur.
    Sizden önce ve sizin gibi son moda devrimcilik yapanların eski saplantılarından bir türlü kurtulamadıklarını görün ve daha bilgili olmaya çalışın.
    Evlat konusu son derece kişisel ve özentiyle değinilmesi gereken bir sorun. Biz ve birçok arkadaşlarımız çocuk yapıp sizin durumunuza düşmek istemedik. Bu ve benzeri düzen dışında kalmayı milyonlarca kişiye ben kendi söyledim ve yazıldı. Hep tam ve tıpatıp bu sitedeki gibi alaylar, cahillikler, görecelik ve psikolojiye indirgemeler, bilgi küplüğü yapmalar, … Ben bu yaşta para için harfi harfine hamallık yapıyorum. Yaptıranlar da aynı sizler gibi dünyayı ıslah etmeyi kendilerine terapi etmişler.
    Benim sizin evlatlarınız için söyleyeceğim ancak bu kadar. Ama çocuklarını okuldan saklayan arkadaşlarımız oldu ve çocuklar akıl durduracak kadar olgun ve entelektüel oldular. Denemeye değer. Diğer yaptıkları da çocuklarına evlerinde Televizyon bulundurmamaları. Benim önüme 100 bin kişi koyun, 5% hatayla kimin Televizyon önünde büyüdüğünü anlarım. Aynı sizin TZM’nizin .pdf’inde 5-10 sayfanı onların dolandırıcı olduklarını anlamama yettiği gibi. Türk solunu bu çeşit sahtekar üç kağıtçılar tuzağa düşürdüler. Yalnız ben inananla kandıranın aynı değerleri paylaştığına sonsuz inanıyorum.
    Orta Çağ’da cadı yakanlar da, halk da cadıların varlığına inanırlardı. Fark birinin yakması, diğerinin yanması.
    Size buradan bilimselliğin dibi gelmez cahilliğini gösterecek bir örnek vereceğim. Herkes ama herkes stres içinde. Herkes ama herkes şimdiki hayatın aynı sizler, hortlak ve diğer bilgisiz bilimselciler gibi şimdi yaşamın eskiye kıyasla daha rahat olduğunu söyler. Ben de diyorum ki bilim açısından her iki dedikleri suyun 100 derecede kaynayacağı kadar doğru ve bilimsel. Sorun bilimselliğin cahilliği bile değil, bilimsellerin köleliği. Başka türlü düşünmeleri imkansız. Sizler ve bu sitedekilerin tümü de öyle. Sizlerin asıl istediğiniz bolluk. Veya ünlü bir Marksistçin Marksizm hakkında dediği gibi siz “cömert burjuva”sınız. Anarşistlerin hemen hemen hepsi aynısını düşünürler. Onun için ilkellik hakkında bildikleri saçına tüy takıp dans eden yerliler imgesini geçmez.
    Belki bütün sorularınıza cevap vermedim. Yazınızı tekrar okurum.

  876. Sayın (pipsqueak) 875'e

    Sayın (pipsqueak) 875,

    [Evlat konusu son derece kişisel ve özentiyle değinilmesi gereken bir sorun. Biz ve birçok arkadaşlarımız çocuk yapıp sizin durumunuza düşmek istemedik. Bu ve benzeri düzen dışında kalmayı milyonlarca kişiye ben kendi söyledim ve yazıldı.]

    [Bu ve benzeri düzen]i değiştirmek için niçin “eylem”ler yapmadınız ?! ?! ?!
    [Bu ve benzeri düzen dışında kalmayı] tercih ederek, “eylemsiz” bir ömür geçirerek; niçin “bencil” davrandınız ?! ?! ?!

    [Ben bu yaşta para için harfi harfine hamallık yapıyorum. Yaptıranlar da aynı sizler gibi dünyayı ıslah etmeyi kendilerine terapi etmişler.]
    28 Mayıs 2015’ten beri bu syafada “Ne ezen! Ne ezilen!” diye yaza yaza parmaklarımız kanlar içinde kaldı!

    “DÜNYAYI ISLAH ETMEK” KİMSENİN HADDİNE DEĞİL! SAÇMALAMAKTAN VAZGEÇİNİZ!

    BİZE HATIRLATTIĞINIZI ZANNETTİĞİNİZ TUZAĞA SİZİN 40 KÜSÜR YIL ÖNCE DÜŞTÜĞÜNÜZÜ İŞARET ETMEYE ÇIRPINIYORUZ AMA GÖRECEK GÖZ NEREDE:
    “KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELE ETMEK” İLE “DÜNYAYI ISLAH ETMEK”İ BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSANIZ; YANDI GÜLÜM KETEN HELVA!

    [Örneğin sizin içine düştüğünüz tuzağı biz 60larda gördük ve reddettik.]

    Niçin “sadece reddetmekle” yetindiniz ?! ?! ?!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    Birinci örnek:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘Gülhane parkındaki ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    “Dante” ne demiş:
    “Cennetin ve cehennemin ötesi yok! Dünyadaki hayatınızı ona göre yaşayın!”

    Dünyadakiler ne demiş:
    “Siz nasıl buyurursanız efendimiz! Lütfen bize, cennette nasıl arsa parselleyebiliriz onu gösteriniz ve cehennemin kapısını sürekli kapalı tutunuz! Dünyadaki hayatımızı yaşarken kaç günah işleme hakkımız var, bunu da söyleyin de, zevk-ü sefa içinde bir ömür geçirelim!”

  877. Juvenile +‎ Paranoia = Juvenoia

    ( https://www.youtube.com/watch?v=LD0x7ho_IYc )

  878. George Orwell

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    George Orwell

  879. PRİMATLAR - KORKU - REKABET

    Kıymeti yokluğunda anlaşılan ihtiyacımız; ‘Güven’!

    İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri kendisini güvende hissetmek ve bu, evrimsel süreçte kendimizi henüz ‘insan’ olarak tanımlamadığımız zamanlardan beri sadece duygusal değil aynı zamanda sosyal bir ihtiyaç.

    Primatlar doğa karşısındaki fiziksel zayıflıklarını gelişkin zekâları, işbölümü ve dayanışmayla telafi ederek hayatta kalır ve bu üç sosyal olgu açısından en gelişkin primat olan insan için de güvenlik arayışı ne kadar içgüdüselse, onu diğer insanlarla olan ilişkilerde aramak da o denli içgüdüsel.

    ‘İçgüdüler her zaman doğru yolu gösterir’ diye bir kural yok. Hâttâ bugün artık ihtiyacımız kalmamış bazıları baskılanmadığı takdirde insanı uygarlaşmaktan alıkoyar.

    Ne var ki, ‘güvence’ ve ‘başka insanlara güvenebilme ihtiyacı’; insanlığın tarihsel ve toplumsal gelişimi boyunca hep olumlu, uygarlaştırıcı bir rol oynadı. Bir yanda, birey kendisini ancak başkalarıyla olan ilişkileri çerçevesinde anlamlandırabildiği için, çevremizdeki insanlara hissettiğimiz güven, pek çok psikolojik tuzak barındıran bireyleşme sürecine sağlıklı bir zemin sağladı. Diğer yanda ise, toplumun kalabalıklaşmasıyla ve işbölümünün karmaşıklaşmasıyla beraber, tanıdık insanlara hissedilen kişisel güveni aşan ve kişiliğimizi insanlığın tamamına daha soyut ve derinden bağlayan, daha gelişkin ve anonim bir güven duygusu edindik.

    Özetle, ‘insan’; çevresindeki insanlara güvendikçe bireyselliğini özgürce geliştirebildi ve insanlığa güvendikçe onun toplumsal gelişimine katkı koydu. Bu bağlamda; insanın ve insanlığın gelişiminde güven duygusu, insanı insanlığa yabancılaştıran bencillikten çok daha büyük ve olumlu bir rol oynadı.

    Ve bugün çürüye çürüye insanlığın bütün sorunlarının kaynağı hâline gelmiş ‘özel mülkiyet düzeni’; her şeyden daha fazla bireyin insanlara ve insanlığa olan güvenine saldırıyor ve onu tahrip edebildiği ölçüde kendi aşağılık varoluşunu uzatıyor!

    Hiç fark ettiniz mi; son yıllarda ‘babamıza bile’ güvenmememizi vazeden ne kadar çok özlü söz, anekdot, caps veya şair-yazar alıntısı uyduruldu?!

    ‘Gemisini yürüten kaptan’ diye diye kimseye güvenmiyor, güvenmedikçe yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça her koyun gibi kendi bacağımızdan asılıyoruz!

    İnsanlar kazandıkları üç kuruş parayı dahi gönüllerince harcamak yerine bankaya koyuyor; ‘devlet yüzde bilmem kaç oranında katkı lütfediyor!’ diye üçer beşer ‘bireysel emeklilik hesabı’ açtırıyor! Artık benim gibi ‘karınca gibi istifleyeceğime ağustos böceği gibi yerim’ diyenlere iyice deli gözüyle bakılmaya başlandı ve insanlar çocuklarını dahi aynı zamanda bir ‘yaşlılık sigortası’ olarak görüyor!

    Çünkü ‘özel mülkiyet düzeni’ var olan eğreti güvenceleri dahi yok ediyor! Memurun iş güvencesine, işçinin kıdem tazminatına bunun için göz diktiler. Emeklilik yaşını bunun için ‘ortalama yaşam beklentisi’ne kadar yükselttiler. Sosyal güvenlik sistemini bunun için delik deşik edip insanları basit operasyonlar için izzet ikram karşılayan ama ölüm riski olduğunda kapıdan sokmayan lüks otel kılıklı özel hastanelere mahkûm ediyorlar!

    Ve çünkü artık para babalarından başka kimseye daha iyi bir yarın sunamayan bu düzen; ayakta kalabilmek için koşulsuz itaate muhtaç ve insanları böylesine boyun eğmeye zorlamanın tek yolu, akıllarını korkuyla bulandırıp onları kişiliksizleştirmek!

    ‘Güvencesizlik’ ve ‘belirsizlik’ şiddetlendikçe, yalnızlaşmış insanın güven arayışı çaresizlik içinde paniğe dönüşüyor! Böylelikle; tüm güvensizlik ve korkunun kaynağı olan ‘özel mülkiyet düzeni’nin kurumları çözüm zannediliyor! İnsanlar; devlete, bankalara, sömürüldükleri şirkete, tarikatlara, cemaatlere, ‘sözde muhalif özde liberal vakıflara’ sımsıkı sarılıyor!

    Bu düzeni devirmeden insanlara maddi güvence sağlayamayız; devirebilmek için ise insanın güven duygusuna sahip çıkmak, onu korumak ve yeşertmek zorundayız.

    Üstelik gün tam da bugün!

    Üzerinde yetmiş beş milyon insan yaşayan ülkenin kaderini cebir ve yalanla ele geçirmiş gerici çete; kendi ikbaline mahkûm ettiği sermaye çıkarları için ülkeyi iç ve dış savaşa kadar sürüklemeye hazır görünürken, ne güvencesi?!

    Sadece geçtiğimiz yılda 1700’den fazla işçinin iş cinayetlerinde öldüğü, iki katından fazlasının trafik kazalarında can verdiği, kadın cinayetlerinin, ensest ve pedofil sapıklığın ayyuka çıktığı bu yeryüzü cehenneminde, ne geleceği?!

    Bu düzende güven duygusuna zemin sağlayabilecek hiçbir şey kalmadı!

    Kendine hayrı kalmamış aile, fertlerini birbirine düşman eden bir hapishaneye dönüştü!

    Şirketlerde işçiler patrona karşı dayanışacaklarına birbirleriyle rekabet ediyor!

    Kurumsallaşmış din her türlü hırsızlık ve ahlâksızlığın kılıfı hâline geldi! Milliyetçiliğin takım tutmaktan farkı kalmadı! Ve nihayet; içine edip üstüne tüy diktikleri devletle beraber vatandaşlık bağı bütün anlamını yitirdi!

    O hâlde gün, yoldaşlık günü. Güven duygusunun bambaşka bir bağlamda yeniden kurulacağı yer de, devrim mücadelesinden yükselecek yeni insanlar arasındaki bu dava yoldaşlığı olacak.

    [Nevzat Evrim Önal
    12 Ocak 2016]

  880. Akıl hastanesinin önünden geçen bir adam, bir hastaya sormuş:
    İçerde kaç kişisiniz?
    Hasta cevaplamış:
    Siz dışarda kaç kişisiniz?

  881. 879 Sayın “PRİMATLAR – KORKU – REKABET” yazısını ekleyen.
    Tarih bilmemenin zararları ve politika bilmenin faydaları.
    Aşağıda ( ) Parantez içinde olanlar makaleyi yazanın dert yandığı düzenle ne var ki düzenle paylaştığı en derinde yatan asılsız ve saçma ön yargılar.
    1
    Primatlar doğa karşısındaki fiziksel zayıflıklarını (GELİŞKİN ZEKÂLARI), (İŞBÖLÜMÜ) ve (DAYANIŞMAYLA TELAFİ EDEREK) hayatta kalır ve bu üç sosyal olgu açısından en gelişkin primat olan insan için de güvenlik arayışı ne kadar içgüdüselse, onu diğer insanlarla olan ilişkilerde aramak da o denli içgüdüsel.
    Yorumlarım:
    1. Gelişkin zeka 2 milyon yıllık.
    2. Dayanışma 2 milyon yıllık.
    Not: 1. ve 2. yazıda işlenen konuya kesinlik getirmez.
    3. İş bölümü, diğer adı baş belası ve eşitsizlik kaynağı, öz anlamda en fazla 10 bin yıllık. İnsanı köleliğe, sivri zekalı kurnaz dolandırıcı azınlıkla enayilere ayırdı. Asıl güvensizlik, korku, rekabet böyle başladı ve 17. yüz yılda burjuva düzeniyle zirvesine ulaştı.
    Not: 3. yani iş bölümü, tamamıyla ayrı bir konu ve tarihte belli bir zaman başlar. Daha önce kadın erkek iş bölümü olsa da, sömürü, rekabet, korku, güvensizlik yerine asıl karşılıklı dayanışmaya bir örnek olabilir.
    2
    Ne var ki, ‘güvence’ ve ‘başka insanlara güvenebilme ihtiyacı’; insanlığın tarihsel ve toplumsal gelişimi boyunca hep olumlu, (UYGARLAŞTIRICI) bir rol oynadı.
    Yorumlarım:
    1. Güvence 2 milyon yıllık (yukarıdaki 1. ve 2. gibi) ve asıl güven yoksunluğu uygarlıkla başlar. Bir azınlığın çoğunluğu sömürmesi ve sırtından geçinmesi, mülkiyet, uzun sürebilir savaşlarla sadece birkaç kişiyi değil binlerce kişiyi öldürme imkanları ve topraklarını ele geçirmeler, ezilenler arasından asker toplama, ve benzeri binlerce gaddarlık uygarlıkla başlar.
    3.
    ( Kurumsallaşmış din her türlü hırsızlık ve ahlâksızlığın kılıfı hâline geldi!)
    Biraz tarih öğrenmede fayda var. Din uygarlıktan sonra her zaman Devlet’in, en azını söylemekle yetinsek, hırsızlık ve ahlâksızlığın kılıfı hâline geldi!
    İki İsraillerin kurucusu eski Mısır sarayında büyüyen Musa’nın Yahudiliği; Bizans’ın kurucusu Konstantin’in Hıristiyanlığı; Aşoka’nın Budizm’i; apaçık görülen Medine suretleriyle, Muhammed’in İslamlığı Devlet’i ruh okşayan din kılıfına soktular. İnsanlar arasındaki güvensizliğin üstünü ruhsal güvenceyle örttüler, aynı bu yazının yaptığı gibi. Yasalar çıkardılar. Tarihte ilk kayda geçen Hammurabi kanunları öyle çıktı. Daha önce Mezopotamya ve Eski Mısır’da reformlar yapıldı. Şimdiye kadar yasaların tek becerisi: suçluyu bulmak ama suçu ortadan kaldıramaz!. Yüce tarihçi Toynbee, “Son 5 bin yıl insanoğlu Allah sanarak aslında Devlet’e taptı!”, der. Ve her zaman olduğu gibi cahillerin yanlış anlamasını önlemek için ekleyeyim: Toynbee çok dindar bir kişiydi.
    Her neyse, bilgisini televizyon, medya, sosyal medya, gazeteden toplayan, emekliğine hazırlanmaktan okumaya zamanı olmayan, “bir uzman yazmışsa doğrudur” veya klonlarının dediği gibi “Kura’n veya İncil’de yazılmışsa, doğrudur” diyenler dolu dünyamızda başka bir şey beklenmez.
    Hiyerarşi insanların sadece iliklerine girmekle kalmaz, insanları aptallaştırır.

  882. Sayın (anonim) 880'e

    Sayın “anonim” 880,

    [Akıl hastanesinin önünden geçen bir adam, bir hastaya sormuş:
    İçerde kaç kişisiniz?
    Hasta cevaplamış:
    Siz dışarda kaç kişisiniz?]

    Bu soruya, 1976 yılınada “Howard Beale” tarafından cevap verildi:

    İngilizce: ( https://www.youtube.com/watch?v=q_qgVn-Op7Q )

    Türkçe: ( https://www.youtube.com/watch?v=iZ0KOlL1MWE )

    Not: Yukarıdaki adresler açılmazsa, alternatif adresler:

    ( https://www.youtube.com/watch?v=Awv8dySZaHE )

    ( https://www.youtube.com/watch?v=opQrgny73bQ )

    Hoşçakalın!

  883. Sayın (pipsqueak) 881'e

    Sayın “pipsqueak” 881,

    Şahsınız; 40 küsür yıldan fazla yanlış şeye karşı çıkmış, ve hâlâ çıkıyor!

    “Elma” ile “armut”u, 40 küsür yıldan fazla birbirine karıştırdığınızdan; “öfke kustuğunuz” alanı adeta göremez olmuşsunuz!

    Sayın “pipsqueak”,

    Siz; “medeniyet”e, “uygarlık”a, “bilim-teknik”e KARŞI DEĞİLSİNİZ!

    Siz; “modernite”ye KARŞISINIZ!

    “Elma” ile “armut”u birbirine karıştırmamanızı tavsiye ediyoruz.

    Fransızca: “La modernité”
    İngilizce: “Modernity”
    Almanca: “Der Begriff Moderne”

    İşte referanslar:

    Kitap: “Toplumlar Nasıl Anımsar?”
    Yazan: Paul Connerton (Antropolog)
    Çeviren: Alâeddin Şenel
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/toplumlar%20nasil%20animsar.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Societies-Remember-Themes-Social-Sciences/dp/0521270936/ )

    Kitap: “Modernite Nasıl Unutturur?”
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=798 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/How-Modernity-Forgets-Paul-Connerton/dp/0521745802/ )

    Kitap: Modernliğin Sonuçları
    Yazan: Anthony Giddens (Sosyolog)
    Çeviren: Ersin Kuşdil
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/modernligin%20sonuclari.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Books-Consequences-Modernity-Anthony-Giddens/dp/0745609236/ )

    Kitap: “Modernite ve Bireysel-Kimlik” Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: Say Yayınları
    Türkçe: ( https://www.saykitap.com/BSWeb/KitapDetay.aspx?kID=100333 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Modernity-Self-identity-Self-Society-Modern/dp/0745609325/ )

    Kitap: “Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori” Marx, Durkheim ve Max Weber’in Çalışmalarının Bir Analizi
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kapitalizm-ve-modern-sosyal-teori/8203#.VpZoz_05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Capitalism-Modern-Social-Theory-Analysis/dp/0521097851/ )

    Kitap: “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” Globalleşme Hayatımızı Baştan Aşağı Nasıl Şekillendiriyor?
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Osman Akınhay
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=261 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Runaway-World-Professor-Anthony-Giddens/dp/1861974299/ )

    Kitap: “Modernliği Anlamlandırmak” Anthony Giddens’la Söyleşiler
    Yazanlar: Christopher Pierson & Anthony Giddens
    Çevirenler: Murat Sağlam & Serhat Uyurkulak
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=714 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Conversations-Anthony-Giddens-Modernity-PCVS-Polity/dp/0745620493/ )

    Kitap: “Toplumun Kuruluşu” Yapılaşma Kuramının Ana Hatları
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Hüseyin Özel
    Yayınevi: Bilim ve Sanat Yayınları
    Türkçe: ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumun-kurulusu/16507.html )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Constitution-Society-Outline-Theory-Structuration/dp/0745600077/ )

    Kitap: “Özgünlüğün Politikası” Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı
    Yazan: Marshall H. Berman (Siyaset teorisi ve şehir sosyolojisi alanlarında uzman akademisyen)
    Çeviren: Nursel Yıldız
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=696 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Politics-Authenticity-Marshall-Berman/dp/1844674401/ )

    Kitap: “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” Modernite Deneyimi
    Yazan: Marshall H. Berman
    Çevirenler: Bülent Peker & Ümit Altuğ
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kati-olan-her-sey-buharlasiyor/7050#.VpZzMv05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/All-That-Solid-Melts-Into/dp/1844676447/ )

    Hoşçakalın.

  884. 883
    Boi konuşmaya, boş cevap.

  885. Sayın (anonim) 884'e

    Sayın “anonim” 884,

    [Boi konuşmaya, boş cevap.] yazmışsınız.

    İlk önce; “883” numaralı metnimizde hatırlattığımız referans bilgilerle kendinizi donatmanızı, ondan sonra tespitlerinizi ortalığa saçmanızı tavsiye ediyoruz!

    Hoşçakalın!

  886. 885
    TZM’in pabucunu dama atmşsınız, yeni şefler bulmuşsunuz, hayırlı olsun. Siz mendil değiştirir kadar sık sık şef değiştirdiğinizin farkında değilsiniz. Sizler dahi, 883’dekiler dahi, eski şefleriniz dahi. Bende ne sizi ne de sizin durmadan değişen ulu şeflerinizi anlayacak yetenek var. Özür dilerim. Hepiniz beni sonsuz aşıyorsunuz.
    Ama gönül isterdi sayın G. Zileli gönderdiğim İslam ve anarşizm yazımı yayınlasaydı. Yeni oyuncaklarıyla heyecandan hoplayan zıplayan anarşistlere bir ders olurdu.
    İşte hem sizlere hem de ulu ve yüce şeflerinize diğer bir çeşit anarşistten mesaj.
    READ BLAKE OR GO TO HELL!
    BLAKE’i OKUYUN YA DA CEHENNEME GİDİN!

  887. Sayın (pipsqueak) 886'ya

    Sayın “pipsqueak” 886,

    Size “laf bükmek” hususunda oldukça maharetli olduğunu yukarıda yazmıştık, ve hâttâ sizden bu konuda kurs almayı bile istemiştik; ama “onurlu!” davranıp kurs vermeyi kabul etmediniz! Bu tavrınızı alkışlıyoruz! Demek ki “laf bükmek” hususunda “one and only celebrity!” olarak anılmayı ne çok istiyorsunuz; yazık!

    Sizi “aşmaya” çalışmıyoruz; haddimize değil! Saçmalamaktan vazgeçmenizi öneriyoruz!

    Size, 28 Mayıs 2015’ten beri şu soruları soruyoruz:

    “Kapitalizme karşı eylemlere (protestolara) başlamaya niçin isteksizsiniz?!”

    “Kapitalizme karşı eylemlerde (protestolarda) sizin tavsiyeleriniz nedir?!”

    Siz, bu sorulara cevap yazmak yerine; “antropolojik verileri tarih madenciliği yaparak meydana çıkarıp, sayın Gün Zileli’nin sitesine taşımak” misyonunu sürdürüyorsunuz!

    İlk önce “MEDENİYET” İLE “MODERNİTE” ARASINDAKİ BENZEŞİMLERİ VE FARKLILAŞMALARI DAHA DERİN TAHLİL ETMENİZİ ÖNERİYORUZ! Bunun için; “883” numaralı metnimizde hatırlattığmız “referans bilgiler”e yönelebilirsiniz!

    Hiçbirimizin “ulu şef”i yok!

    “Ulu şef”lik sistemine karşı mücadele ettiğimizi göremeyecek kadar öfke dolusunuz sayın “pipsqueak”!

    ELIAS CANETTI’NİN “KÖRLEŞME” (Almanca: Die Blendung / Fransızca: Auto-da-Fé / İngilizce: The Blinding) KİTABINI OKURSANIZ CEHENNEME GİTMEK ZORUNDA KALMAZSINIZ! Size herkesin ihtiyacı var; özellikle de patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların!

    Hoşçakalın!

  888. Sayın Yalakalar
    Modern Mantık Derslerine Giriş
    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘Gülhane parkındaki ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”
    “Peki GELMİŞ GEÇMİŞ GELECEK bütün eleştiriciler: Bırakın şu bilgi gösterisini. EYLEM ve EMEK’e (ücret köleliğine) başlayın. Anlatın bakalım, neden bir türlü vazgeçemediğimiz ücret köleliğimize çare bulamıyorsunuz? Neden dünyadaki sefalete son veremiyorsunuz? Neden annemize ve babamıza bizi yalayıcı yetiştirmeyi, hatta onların yalayıcı yetiştirmelerini, hatta onların anne ve babalarının yalayıcı yetişmelerine, hatta onların … engel olmadınız? Sevgili evlatlarımıza kim bakacak? Onları kim yalayıcı yetiştirecek? Onları bilim-teknik ve kapital adak taşına kim kurban edecek? Bırakın şu antropoloji mantropoloji, tarih marih, din min, mit bit, şiir miir, … falan filanı. Başta son ulu şefimiz Canetti, ardından bir önceki ulu şefimiz TZM-VENUS PROJECT, ardından 883’deki binlerce site ve yazarları, ardından daha önce EYLEM ve EMEK sayesinde sosyal medyadan avcılık ve devşiriciliğimizle topladığımız yüz binlerce site ve yazarları ve nihayet hiç değişmeyen asıl anarşist ulu şefimizi okuyun. Sizin medeniyetle modernliği karıştırdığınızı bu ebedi ulu şefimiz son merkez komitesi toplantımızda tespit etti. Bu sonsuz hikmet dolu, 19. yüz yıl asıl ve öz, saf, temiz, bakire anarşistlik okulundan diplomalı Ulu Şef’imiz, antropoloji- mantroploloji, din-min, mit- bit, tarih -marih, ilkel- milkel, yazı-mazı, okumak -mokumak gibi yararsız EYLEMSİZ EMEKSİZ safsataları yüce elinin tersiyle bir tarafa itti ve hakikati bir vahiy misali önümüze açtı. O kadar alkışladık k,, duymuşunuzdur. Asıl sorunun şimdi ve burada (Türkiye’de) milyarlarca EYLEM gerektiren ve yaşamı bolluk, özgörlik, eşitlik, … kısacası 17. yüz yılda vaat edilen geleceğe kavuşturmak olduğunu bize tekrar hatırlattı. Geri kalan boş laf. İlkellik, modernlik, postmodernlik, self-style falan filanlık, hepsi boş. Asıl olan facebok, twatter, youpoop, sosyal medya, son haberler, televizyon, politically correct olmak.
    17. yüz yıl market ekonomisini köküne kadar yutan Voltaire ne demiş: “bla bla bla”
    Siz, yani ben, hala cahiliyya devrini savunuyorsunuz ve bizim cömertçe paylaşmak istediğimiz modern modernlik, bilim-teknik, bolluk, zenginlik, kapital, meslek, uzman, okul, okuma-yazma, kısacası çok tanrılı dinimizi reddediyorsunuz. Size son bir defa uyarıcı milyonlarca site, sosyal medya adresler, kitaplar, yazarlar göndereceğiz. Okuma sevdasından vazgeçip EYLEM ve EMEK (yani ücret köleliği veya bizim gibi değerle iyiyi ayırt edememe) modasına uyun!
    Marksizm öldü, yaşasın marksizm! Anarşizm öldü, yaşasın anarşizm! Allah öldü, yaşasın seküler-laik-kapital-bolluk-okul-banka- .. -çok allahlar! Ve hepsinde daha da önemlisi Stalin-Hitler-Sansür öldü, yaşasın Stalin-Hitler-Sansür!

  889. Sayın (pipsqueak) 888'e

    Sayın “pipsqueak” 888,

    Öncelikle “eylem” kelimesi ile ne demeye çalışıyoruz bunu anlayınız! “Eylem”lere başlamak = “Pretosto” etmek = “To protest” = “To act” savunuyoruz! Siz ise “laf bükmeye” inatla devam ediyorsunuz!

    [neden bir türlü vazgeçemediğimiz ücret köleliğimize çare bulamıyorsunuz? Neden dünyadaki sefalete son veremiyorsunuz? Neden annemize ve babamıza bizi yalayıcı yetiştirmeyi, hatta onların yalayıcı yetiştirmelerini, hatta onların anne ve babalarının yalayıcı yetişmelerine, hatta onların … engel olmadınız? Sevgili evlatlarımıza kim bakacak? Onları kim yalayıcı yetiştirecek? Onları bilim-teknik ve kapital adak taşına kim kurban edecek?]

    Yukarıda köşeli [] parantez içindeki ifadenizde şu kısım “…engel olmadınız?” problemli!

    İzah edelim:
    Sizlerin (yani yaşça bizlerden, patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş her renk “Ya-LA-ka”dan büyük olanların) “kendi aydınlanma çağınız olan 1960’larda!” ses çıkarıp, kapitalizme karşı protestolara başlamış olması gerekirdi! Sesinizi soluğunuzu çıkarmadınız! Kitaplarınızı alıp konformist köşenize çekildiniz! Canetti’nin karakteri “Doktor Peter Kien (Auto-da-Fé, 1935)” gibi kendinizi kütüphanenize kilitlediniz! Siz kitaplarınız içinde yüzerken; kapitalizm dünyayı zehirlemeye devam etti, ediyor! Bu zehrin sonucu olarak da her renk “Ya-LA-ka” doğdu! Ve bu “Ya-LA-ka”lar şimdi sizlerden hesap soruyor! Niçin bizleri birer “Ya-LA-ka” olmamız için yetiştirdiniz?! Niçin konformist kütüphaneli köşenize çekildiniz ve yıllarca orada kaldınız?!

    [Örneğin sizin içine düştüğünüz tuzağı biz 60larda gördük ve reddettik.]

    Niçin “sadece reddetmekle” yetindiniz ?! ?! ?!

    Sizler eriyip gittiniz! Ve ne yazık ki evlatlarınızı “kapitalizme boyun eğecek şekilde!” yetiştirdiniz! Bu sebeple; bugün sizlerden yaşça küçük olan bizlerin omuzlarında taşıdığı yük daha ağır! Sizler hiçbir zaman kallavi şekilde kapitalizmi protesto etmediniz, ve utanmadan arlanmadan “…engel olmadınız?” sorusunu bizlere yöneltebildiniz! Yazık!

    “Medeniyet” ile “modernite” arasındaki benzeşimleri ve farklılaşmaları sezmeniz için “883” numaralı metnimizde size “referans bilgiler” gönderdik. Bunları da “ulu şef çuvalı”nıza doldurup okyanusun dibini boylaması için attınız! Yazık!

    “883”deki internet adresleri size içerik hakkında bilgi veriyor! Size zahmet olmazsa o sitelerdeki kitapları edinip sonuna kadar okuyunuz, ve “kütüphanenizdeki rafınıza!” o kitapları da yerleştiriniz!

    [Size son bir defa uyarıcı milyonlarca site, sosyal medya adresler, kitaplar, yazarlar göndereceğiz.]

    Gönderin… Merakla bekliyoruz…

  890. Sayın Yalakalar
    Modern Mantık Derslerine Giriş Ders II
    Aslında sözcükler, akıl yürütme, mantık pek önemli değil. Önemli olan size emir veren şefleriniz! Ama olsun, modern* olmayan bir konudan, mantıktan söz edeyim bakalım şefleriniz sizlere ne diyecekler.
    * Not: mantık Orta Çağ saplantısıydı.
    Anlamak başka, öğrenmek başka
    Not: Şimdilik aradaki en büyük ve en önemli olan farkı, sosyal fonksiyonlarını bir yana bırakacağım: öğrenme, aptallaşmaya ve mesleğe hazırlamada devasa bir endüstri; anlama, ender rastlanan bir özellik.
    Amacım sivri ve kuru kellelerin sevecekleri, kendileri gibi kuru ve tatsız mantık yoksunluğunun öğrenimden geçenlere ne kadar yararlı olduğunun dikkatimi çekmesi.
    Modernlik belli bir tarih sürecini daha büyük bir özenle çalışmak için, veya öğrenmek için, kullanılan metodolojik bir sınırlama. Anlamada çok önemli olan bütünü zenginleştirir.
    Bu sitede yazanların hepsi modern, modernlik dışında bilgiler televizyonda görülenleri aşmıyor. Asıl konu kapitalle kapitalistsiz Avrupa ve Amerika gibi zengin olmak. Bir ara Marksizm bunu vaat etmişti, şimdi ümit anarşistliğe bağlanmışa benzer.
    Her neyse, sanırım öğrenmeyle anlama arasındaki farkı, ufak da olsa, ima edebildim.
    Anlamada iyi şanslar!

  891. Sayın (pipsqueak) 890'a

    Sayın “pipsqueak” 890,

    [Asıl konu kapitalle kapitalistsiz Avrupa ve Amerika gibi zengin olmak.]

    Sizin o meşhur “HAYIR!” ınızla cevap veriyoruz:
    “HAYIR!” zengin olmak değil!

    Sizle Haziran-Temmuz 2015 görüşmelerimizde “potlatch” geleneğinin rüyasını gördüğümüzden bahsetmiştik! Size bunu işaret etmiş olmamıza rağmen, ne yazık ki, [Asıl konu kapitalle kapitalistsiz Avrupa ve Amerika gibi zengin olmak.] yazabildiniz!

    Yanlış kişilere öfke kusuyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    Eğer bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları düşman sayıyorsanız; kapitalizme karşı mücadeleyi pekiştiremeyiz!

    “889” numaralı metnimizde size yazdıklarımızı okuduğunuzu, anladığınızı ummak istiyoruz!

  892. Bundan sonra “yalaka” hitaplı hiçbir mesaj yayınlanmayacaktır.

  893. Sayın G. Zileli,
    Daha önce İngilizce metinleri yayınladınız.
    Fakat, “İslam konusunda yazılan kitaplardan en dürüst, en derin, ve saygılısı Marshall G. S. Hodgson’ın “The Venture of Islam”, 3 cilt. Okumaya çok değer.” ile başlayan yazımı bir türlü yayınlamıyorsunuz.
    Türkiye’nin ve komşuların yaşadığı günler açısından, bence, okumaya değer.
    Ben kendim, zor olduğundan, çevirisini yapamıyorum.

  894. burayı kendi özel ilan tahtanız haline getirdiniz.

  895. “burayı kendi özel ilan tahtanız haline getirdiniz.”
    Belki diğerlerinin daha henüz söyleyecekleri bir şey yok. Biraz sabırlı olmak gerekir. Ben her isteyen yazabilir anlamıştım. Limit olduğunu bilmiyordum.

  896. Limit yok ama uzun mesajlara da gerek yok. Daha kısa, özlü, siteyi meşgul etmeyecek mesajlar. Bir de şu yalakalar hitabını bıraükın lütfen. Hiç de orijinal bir buluş değil.

  897. Sayın G. Zileli
    Bu aşağıdaki soru ve cevap bu sitede.
    Soru:
    “327 Sayın Gün Zileli’ye 23 Ekim 15 / 7pm
    Sayın Zileli,
    Bu sayfada; daha çok sayın “pipsqeuak” ve sayın “ogürsel” ile görüşmelerimizi sürdürüyoruz ama umarız yazdıklarımızı siz de okuyorsunuzdur.
    Esen kalın !”
    Cevap:
    “Gün Zileli
    Ekim 23rd, 2015 at 21:14
    okumuyorum”
    Merak ettim, siz nasıl oluyor da okumadan okuyorsunuz? Bu bir mucize!
    İlahi güçler mi, yoksa otantik anarşistlik mi?
    Kısa ve öz cevabınızı merakla bekliyorum.

  898. Sayın G. Zileli,
    Bir cep telefonun kullanış kılavuzu binlerce sayfa.
    Göz nasıl görüyor milyarlarca sayfa.
    Bilgili ve tahsilli insanlar, sıradan insanlar havadan sudan bahsetme yerine, uslu ve sorumlu bir vatandaş olarak televizyon seyrediyor, gazete okuyor, “sosyal” medyadan (facebook, twitter, youtube, video, kısacası insansız insan dünyasından) kırıntılar toplayıp birbirine aktarıyor. Uzun, sıkıcı, yanlış, bilinçsiz propaganda. Tabii en etkili propaganda doğruyu söylemek oldu, örneğin Batı zengin!
    Bazı konuları anlatmak veya anlamak uzun. Herkesin sizler gibi dahi olmasını, bir bakışta hangi formüle uyduğunu anlamasını beklemeniz gayri makul.
    Uzadı galiba, kısa keseyim:
    Allah ölürse her şey mümkün.
    Otantik anarşist için her şey mümkün.
    Siz benim yazdıklarımı beğenmiyorsunuz ve bin bir bahaneyle yayınlamıyorsunuz.
    Farkında olmadan özümlediğiniz insan mühendisliğinizi yüzlerinize ayna tutup yansıtmam sizi rahatsız ediyor.

  899. HİYERARŞİ, PATRONSEVERLİK ve REKABET

    Patronseverlik: “Beyaz Ya-LA-ka”ların meslek hastalığı!

    Evet; bir “Mustafa Koç yazısı” daha!

    Ancak bu yazıda Koç’un neden “sevilmemesi gerektiği”ne dair kanıtlar sunmak ya da Türkiye’nin en büyük patron ailesinin şu veya bu suçunu hatırlatmaktan ziyade; bir “davranış kalıbı olarak patronseverliğin psikopatolojisi”ni tartışacağız.

    Zaten konu güncele sıkıştıkça en iyi ihtimalle “ama ölünün arkasından”a gelip dayanıyor! Doğru, ölünün arkasından konuşmak nezakete sığmaz. Sınıf mücadelesinde nezakete yer olmadığı, işçiden yana olanın haklı olduğu için “kaba olabileceği zannı!” ise Türkiye’de sola en fazla kaybettiren düşüncelerden birisi! Ama Koç’un ölüsüne saygı bekleyenler bunu “nazik değil patronsever olduğu için!” istiyor. Bu tavır bilhassa eğitimli emekçiler arasında yaygın ve egemen sınıf karşısında on yılların örgütsüzlüğünün, mücadele etmemişliğinin verdiği ezikliğe dayanıyor! Atıf Yılmaz’ın ölümsüz eseri “Kibar Feyzo”da yürüyüşe geçmiş ırgatların, ağa karşılarına dikiliverdiğinde, “tükürseler boğacak olsalar da” ellerinin ayaklarına dolaşması gibi!

    Bir burjuvanın ölümüne sevindirik olmak kuşkusuz saçma; çünkü, hiçbir şey değişmiş olmuyor! Sermaye üzerindeki özel mülkiyet burjuva bireyi aşan, onun fani hayatından kısmen bağımsız bir ilişkidir ve o ölünce de kopmaz; devrolur! Feyzo ağayı vurur ama ağa öldü diye ırgatlar kurtulmaz; çünkü, ırgatlar ağaya değil, ağanın malikânesine bağlıdır ve o mülk kime kalırsa yeni ağa o olur! Burjuvaziyi egemen yapan özel mülkiyet onun (bireysel) serveti değil (sınıfsal) sermayesidir. Bu sermayenin soy kütüğü karanlıklarda gizlidir ve kapitalizmin bugüne dek icat ettiği, kendisi açısından en önemli şey buhar makinesi, elektrik ya da cep telefonu değil; “anonim şirket”tir! Onun sayesinde, birer insan olan burjuvaların sermayesi karmaşık ortaklıklar, iştirakler ve borsaya arz ile ölümsüzleşir!

    Dolayısıyla, burjuvazinin işçi sınıfına ve insanlığa karşı işlediği suçları da bireysel değil kolektiftir.

    Koçzadelerin (eğer varsa) olumlu taraflarından dem vuran patronseverlik bu yüzden mesnetsiz. Bir burjuvanın ne kadar “nazik”, “sanatsever”, “modern” veya “laik” olduğu ona övgü düzme yarışındaki divan şairi kılıklı kapıkulu entelektüelleri ilgilendirir. Ama bu ülkede 2015’teki 1712 iş cinayetinin hiçbiri bir Koç fabrikasına olmadıysa dahi Koç sermayesi bu suça ortaktır!

    Ne var ki, sevgili Özgür Şen’in “Koç’un IŞİD’in petrol kaçakçılığına suç ortağı olduğu”nu ifşa ettiği yazısının ardından; beyaz yakalı bir Koç holding işçisinden alıp benimle paylaştığı “keşke Can Dündar’ı değil seni içeri atsalar!” minvalinde ifadeler içeren okur mektubu gösteriyor ki: Bilhassa emeklerini büyük patronlara satan işçilerin sınıfsal aklı (en azından kendi patronları konusunda) pek berrak olmuyor! Gözlerinin önüne çekilen perdeleri kaldırmaya bile yanaşamıyorlar!

    Zaten becerikli burjuvaların en önemli özelliklerinden biri çevrelerinde işçileri ve kimi küçük burjuvalardan oluşan bir patronsever kitlesi oluşturabilmeleri! Bu kitle onların en önemli “halkla ilişkiler çalışması ve toplumsal ajanları” oluyor!

    Bu ajanlığın sadece para için yapıldığını düşünmek ise yanıltıcı. Patronseverlik; egemen ideolojinin en önemli unsurlarından birisi. “Umut Sarıkaya karikatürleri”ne konu olan “patron onca insana ekmek veriyor!” geyiğinden, Borusan filarmoniye orkestra şefliği yapan Eczacıbaşı’ya, hâttâ taşralı kabalığını ipini kopartmışçasına dışavuran Ağaoğlu’na kadar bütün burjuvalar kâh bizzat, kâh toplumsal ajanları kanalıyla birer “rol modeli” oluyor! İnsanlar özendikleri, taklit ettikleri şeylerin eleştirilmesinden hoşlanmaz. Aynı; tuttukları futbol takımı veya sevdikleri şarkıcının eleştirilmesini istemedikleri gibi. Patronseverliğin psikopatolojik zemini bu toplumsal-ideolojik bağdır!

    Dahası, beyaz yakalı emekçinin patronseverliğinin arkasında bir bakıma işinin bu olması da var. Patronun fabrikasında kalitesiz çamaşır makinelerinin montajını yapan mavi yakalı işçi bunun için patronunu sevmek zorunda değil. Ama örneğin, işi patronun şirketlerini ve markalarını allayıp pullamak olan reklamcının kişiliği; işini benimsediği ölçüde zehirlenir! Bu insan için; sürekli gerçeği çarpıtmak, bazense düpedüz yalan söylemek için ücret aldığı gerçeğiyle yüzleşmek yerine söylediği yalana inanmak çok daha kolay ve huzur vericidir.

    Bütün bunların üzerine Türkiye’nin eksik modernleşmesini: İnsanların ücretlerini emeklerinin (mutlaka eksik) bir karşılığı değil;
    Kendilerine “verilen!” bir şey zannetmelerini,
    Varsıl ve yoksul insanlar arasında hukuki eşitlik değil “doğal bir hiyerarşi!” kurmalarını,
    Ergen veletler gibi “bu memleketin ekmeğini yiyip ihanet eden bir gün mutlaka ekmeğini yediği yerden kurşunu yer!” gibi beylik sözlerden heyecanlanmalarını eklediğinizde;
    “Patronseverliğin psikopatolojisi” aşağı yukarı tanımlanmış olur!

    Bu; geleceğimizi elimize almak için kurtulmak zorunda olduğumuz en önemli hastalığımız! Diğer başka pek çok sorunumuzun kökünde de bu hastalık yatıyor!

    Not:
    Ve eğer gerçekten “Koç ailesi” hangi yollardan geçerek bugüne geldi merak ediyorsanız,
    O ölçekte bir burjuva ailesinin (eşyanın tabiatı gereği!) batmak zorunda olduğu pisliğin boyutlarını merak ediyorsanız;
    “Erol Toy”un yazdığı “İmparator” adlı kitabı okuyabilirsiniz! “Koç”lar hakkında çok şey öğreneceksiniz!

    [Nevzat Evrim Önal
    26 Ocak 2016]

  900. Ş.Eygi önceki iki yazısında Beyaz Ya-la-ka’ların israfına değinmiş;
    *
    Lüks, israf, saçıp savurma, gurur ve kibre yol açan ihtişam; aşırı lüks meskenler, aşırı lüks otomobiller, aşırı lüks cep telefonları, aşırı lüks mobilyalar, aşırı lüks yeme içme giyinme, aşırı lüks konaklamalar toplumun temellerini sarsan bir kötülüktür. Yıkıma ve çöküşe götürür.

    Toplum ve devlet sermayeyi üretim için kullanmalıdır. Ülke sermayesinin büyük kısmının, üretmeyen lüks meskenlere, binalara, yazlıklara, AVM’lere, stadyumlara, tek kelimeyle betona gömülmesi ve âtıl hale getirilmesi çöküş ve batış sebebidir.
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Bu_On_Kotuluk_Yikar_Batirir/28115
    MUHTEREM Lâtilokum beyefendiye… Muhterem zevceleri Kuşkonmaz hanımefendiye… İyi günler diler, saygılarımı sunarım… Keyifler yerindedir inşaallah…
    Gel keyfim gel, oh kekâh hayatınız devam ediyor… Mahdumunuz Tarçın bey üniversitede, kerimeniz Çıtkırıldım kolejde… Bir eliniz yağda, bir eliniz balda… Geçen Pazar sabahı Golden TriumphRoof Restoranda, adam başına 100 liralık kahvaltı etmişsiniz, trüflü peynir bile varmış sofrada… Açık büfe 57 çeşitmiş… Hem yemişsiniz, hem de baygın ve süzgün gözlerle manzara seyr etmişsiniz…
    Hayatınızın altın çağını yaşıyorsunuz. Evinizde tavuk kızartma makinası ile portakallı Pekin ördeği makinası bile ayrıymış…
    Siz böyle lüks ve refah içinde yaşarken etrafımızda acayip işler oluyor, acaba farkında mısınız?
    Rusya Suriye’yi ele geçirmek üzere… Güneyimizde Irak’tan Akdeniz’e kadar bir Kürt devleti kurulmak üzere… Ukrayna’da savaş tamtamları çalıyor… Kafkasya barut fıçısı… Kosova ve Balkanlar da öyle… Libya’da iki devlet, iki hükümet var… Mısır’da diktatörlük… Nijerya’da Boko Haram… Saymakla bitmez, her yer karanlık vesselam…
    Türkiye ile Beni Asfar devleti arasında, önce Suriye’de savaş çıkabilir. Sonra bu savaşın alevleri her yere yayılabilir.
    Bosfor’da beklenmedik patlamalar olabilir.
    Siz rezidansın on birinci katında oturuyorsunuz. Elektrikler kesilince doğal gaz yanmaz, asansörler çalışmaz. Nasıl ısınacaksınız?.. Nasıl dairenize çıkacaksınız?.. Nasıl yemek pişireceksiniz?
    Ekmek bulamazsak pasta yeriz demeyin sakın. O günlerde pasta da bulamayabilirsiniz.
    Mum mummum… Birkaç gaz lambası… Beş on litre parafin veya gazyağı…
    Birkaç gaz tüpü…
    Peksimet, bisküvi, çay şeker, makarna, pirinç, konserve…
    On gün yetecek gıda stoku… İlk yardım malzemesi… Elektrikler kesilince, birkaç gün sonra o üç bin liralık cep cihazınız bir işe yaramayacaktır.
    Kaz dağlarındaki yazlığınıza gitmek mi?.. Bilmem ki, gidebilecek misiniz?..
    Köprüler ya hiç yok, yahut izdihamdan geçmek mümkün değil… Deniz otobüsleri ve araba vapurları çalışmıyor…
    Su yok… Elektrik yok… Ekmek ya yok, yahut bulmak çok zor… Elli yedi çeşit açık büfe kahvaltı, hayallerde kaldı… Portakallı Pekin ördeği makinası, elektrik olmadığı için çalışmaz… Bulaşık ve çamaşır makinası da öyle…
    Ortalık ana baba günü…
    Dünyanın bir yerinde düğmeye basarlar, HAARP olur, yer sarsılır.
    Sizin altın çağ sona erer.
    Ah benim Lâtilokum beyciğim, Kuşkonmaz hanımcık… Tarçın oğlumuz, Çıtkırıldım kızımız… Dünya böyledir işte… Genişlik gider, darlık gelir… Yedi zayıf inek, yedi semiz ineği yer…
    1914-18, 1939-45 cihan savaşlarında da böyle olmuştu.

    Bilmem ki, siz sevgili ve muhterem Lâtilokum bey ve zevce-i muhteremesi Kuşkonmaz hanım, bu âhir zaman hengâmesi içinde ne yapacaksınız? Sevgili çocuklarımız Tarçın ve Çıtkırıldım ne olacak?..
    Olur mu böyle şeyler demeyin… 1912 Balkan harbi… Birinci dünya savaşı… İkinci dünya savaşı… Afganistan… Irak-İran savaşı… Suriye savaşı… Vietnam savaşı…

    Suriye’den beş milyon insan kaçar, bunun en az iki buçuk milyonu Türkiye’ye sığınır.
    Suriye’de olup bitenler gerçek midir, hayal mi?
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Ltilokum_Beye_Acik_Mektup/28101

  901. Sayın (anonim) 901'e

    Sayın “anonim” 901,

    Mehmet Şevket Eygi ilk önce kendi kafası içindeki köhnemişliğe yansın; ondan sonra “Beyaz Ya-LA-ka”lara lâf yetiştirsin!

    55 yılı aşkın süredir Eygi’nin bayraktarlığını yaptığı zihniyet; “kapitalizm”le aynı seviyede tehlikelidir!

    Sayın “anonim” 901,
    Yanlış kişileri kendinize örnek alarak eleştiri yöneltmeye yeltenmeyiniz!

    Sayın “anonim” 901,
    Eğer “kapitalizme” karşı referanslar arıyorsanız; Eygi ve türevlerini kendinize dayanak seçmeyiniz! Hele hele bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara eleştiri yöneltmek niyetiniz varsa; karşımıza Eygi ve türevleriyle çıkmayınız, neye uğradığınızı şaşırırsınız!

    Yukarıda okuduklarınız; size bildirdiğimiz sert fakat dostane tavsiyemizdir! Tavsiyemizi dikkate alınız!

  902. DONALD TRUMP ve KOÇ HOLDİNG

    Yukarıda “899” numaralı metnimde sizlere “patronseverliğin psikopatolojisi”ni izah etmiştim. Önemli, ancak eksik kısımlar var, zira meselenin maddi zeminine, ekonomi politiğine yeterince girmemiştik. Şimdi bu açığı kapatmaya çalışacağız.

    Yürüttüğümüz tartışmalar zaman zaman “işçileri ayırıyor, sınıfın birliğini zedeliyor” gerekçesiyle eleştiriliyor!

    Oysa sınıfın birliği zaten “olan” değil, “kurulması gereken” bir şey! Ve kol emekçisinin işi; onu (sınıf birliğini) başka ideolojik girdiler olmaksızın patronseverliğe sevk etmezken, kafa emekçisinin işinin onu patrona düşünsel ve duygusal olarak yaklaştıran kimi yönleri var.

    “Özel mülkiyet düzeni” sadece gelir seviyeleri arasında değil, toplumun her düzleminde eşitsizlik ve ayrışma yaratıyor; buna işçi sınıfı da dâhil. Zaten kafa ve kol emeği ayrışması özünde gelir düzeyi değil; meta üretimi ve buna bağlı sermaye birikim sürecinde üstlenilen fonksiyonun farklılaşmasındandır. Yani işbölümünden ileri geliyor ve ücret eşitsizliğini de bu çerçevede yaratıyor.

    Kol emeğinin boyunduruk altına girmesi kölelikten bu yana tüm sınıflı toplumların özelliğiydi, ama kafa emeğinin aynı kaderi paylaşması kapitalizmin eseri oldu. Kafa emekçileri kapitalizmden önce de egemenlere çalışıyordu; örneğin mimarlar kralların saraylarını tasarlıyor ve inşaatına nezaret ediyor, ya da astronomlar kilise için gökcisimlerinin hareketlerini inceliyordu. Ama bu insanlar işçiden ziyade zanaatkârdı; egemenlere emeklerini değil, eserlerini satıyorlardı ve “günümüzdeki beyaz ya-LA-kalar”dan çok daha özgürdüler.

    Kapitalizm; “Adam Smith’in öve öve bitiremediği ‘rekabetçi’ dönemde” ilk bu özgürlüğü yok etti. Bu dönemin burjuvaları; sermayeleri küçük ve kendileri çok meşgul adamlardı. İşleri güçleri pazardan daha büyük bir pay kapmak için rakipleriyle itişip kakışmaktı. O sihirli ve ulvi “girişimcilik (entrepreneurship)” kelimesinin ardına gizlenen; “kaba fırsatçılık” ve “basit kâr hesabı”ndan ibaret bu yaşantıda nitelikli düşünce ve becerilere yer yok, ama ihtiyaç vardı. Bu yüzden egemenliği ele geçiren burjuvazinin ilk işi; hekimi, hukukçuyu, din hizmetlisini, şairi, bilim adamını “kendi ücretli işçisi” hâline (*) getirmek oldu.

    (*) Karl Marx ve Friedrich Engels, “Komünist Manifesto”, Almanca aslından yayına hazırlayan: G. Doğan Görsev, 2. Baskı, İstanbul: Yazılama, sayfa 11.

    Kapitalist burjuvazi bununla da kalmadı, çünkü “rekabetin zorunlu sonucu elenme, eleme ve tekelleşmeydi”!

    Kapitalizm, yukarıda alıntıladığımız satırın üzerinden bir insan ömrü geçene kadar, her ülkede esnaftan hâllice on binlerce burjuvanın kıyasıya rekabet ettiği bir düzen olmaktan çıkıp, zengin ülkelerde sermayenin tamamına yakınının birkaç yüz patronun elinde toplandığı ve bu patronların sadece kendi ülkelerinin değil tüm dünyanın pazarlarını aralarında pay ettiği en yüksek aşamasına; “emperyalizm”e ulaştı!

    Artık kafa emekçilerine olan ihtiyaç çok artmıştı, çünkü devasa piyasalara & pazarlara hükmeden, aynı üründen yüz binlerce üretip yüz binlerce ayrı müşteriye satan şirketler, milyonlarca insandan mevduat toplayıp on binlerce burjuvaya kredi veren bankalar ortaya çıkmıştı. Bu tekellerin idari işlerinin bizzat patronca yürütülmesi imkânsızdı. Böylelikle, geçmişte birbirleriyle serbestçe rekabet eden iş adamları işle bağlantılı, kol emeği dışında kalan faaliyetin onda dokuzunu bizzat yürütürken; artık “beyin-işi”nin onda dokuzu işçilerce yapılmaya başlanmıştı.(**)

    (**) Schultze-Gaevernitz’den aktaran V.I. Lenin, “Imperialism: The Highest Stage of Capitalism”, ( https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/imp-hsc/ch02.htm )

    Yani “beyaz yakalı işçilik”; sermaye düzeninin tekelci aşamasının bir ürünü oldu!

    Burjuvalar için önce kafalarının basmadığı işleri yapmaya başladık; ardından idari işleri de bize iteleyip zamanı golf falan oynayarak geçiren, bir de üstüne bunun için övülen “aylak asalaklar”a dönüştüler. Ama bunu yaparken işçilerle aralarına önce küçük burjuvalardan bir “patron vekili müdürler katmanı” kurdular, onun altına da içimizden onlara özenenlerden bir “patronseverler katmanı” devşirdiler. Bu hiyerarşik yapı salt bir tercih değil; dev şirketlerin idare edilebilmesi için bir zorunluluktu!

    Bu katmanlardan birincisinin maddi çıkarları patronla ortak. Genel müdür ve benzer konumdakiler şirketlerin performansına göre gelir elde ediyor, hâttâ genelde hissedar oluyorlar.

    İkinci katman ise böyle değil. “Patronsever beyaz yakalı işçiler”in sadakati kimi zaman biraz daha güvence ya da yüksek ücret, ama genelde sadece “sırt sıvazı” ile satın alınıyor ve bunlara sadece gammazlık gibi alçakça işler yaptırılmıyor; en fazla bunlar çalıştırılıyor. Bu bağlamda patronseverlik; istismarcı bir babaya duyulan hastalıklı sevgiye benziyor! Bu insanlar; hem işyerinde hem de özel hayatlarında, mensubu olmaya devam ettikleri işçi sınıfının içinde patron sevgisi yayıyor, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki “ajanları” ve “ideoloji taşıyıcıları” oluyorlar!

    Lenin, yukarıda alıntıladığımız eserin Fransızca baskısına yazdığı önsözde Beyaz Ya-LA-ka’ları; “sermayedar sınıfın emekçi yaverleri” olarak niteliyor!

    Dolayısıyla, burjuvazi ortaya çıkmasa nasıl işçi sınıfı da ortaya çıkmayacaktıysa;
    Sermaye bu denli tekelleşmese, ortaya “Donald Trump” veya “Mustafa Koç” gibi milyarlarca dolar sermayeyi kontrol eden zenginler çıkmasa, bizler, beyaz yakalılar da bu kadar kalabalık olmayacaktık!

    Ama bir prensip hiç değişmedi:

    Onların (kapitalist burjuvazinin) bize ihtiyacı var ama bizim onlara ihtiyacımız yok!

    Bu mühim konuya devam edeceğiz…

    [Nevzat Evrim Önal
    9 Şubat 2016]

  903. Yeni Ulu Şefler ve Yeni Sıradanlar başlıklı yazım 903 gibileri içermişti ama bir türlü sansürü geçemiyor.
    Çoğunluğun okuma yazma bilmediği bir ülkede çoğunluk için yazılar çıkar, tüm halkın burjuva olduğu ülkede burjuvalara “onlar” diyerek eski ve çürümüş ve kokmuş sol politikacılığı yapılır, hala utanmadan işçiler adına konuşanlar olur, hala eski Stalinciler eski polislik saplantısı ve alışkanlığı içinde sansür yaparlar, hala, hala, hala, …
    Saçma konuşanlar, sonsuz karışık konuları eskimiş formüllerle basitleştirenler ve kendi sefilliğini görmeyenlerle ancak alay etmek kalıyor.
    Zaten doğru dürüst yazılar da sansürden geçmiyor.

  904. Sayın Zileli,
    Sansürünüz çok güçlü.
    Sansürden geçmeyen yazıları ne yapıyor sunuz?

  905. Sorular, Cevaplar ve Sansür
    Soru: “327 Sayın Gün Zileli’ye 23 Ekim
    Sayın Zileli,
    Bu sayfada; daha çok sayın “pipsqeuak” ve sayın “ogürsel” ile görüşmelerimizi sürdürüyoruz ama umarız yazdıklarımızı siz de okuyorsunuzdur.
    Esen kalın !”
    Cevap: “Gün Zileli; Ekim 23rd, 2015
    OKUMUYORUM”
    Soru: Merak ettim, siz nasıl oluyor da okumadan okuyorsunuz? Bu bir mucize!
    İlahi güçler mi, yoksa otantik anarşistlik mi?
    Cevap: Gün Zileli; Ocak 20th, 2016
    ÇOK UZUN DA.
    Soru: 7 Ocak 16 / 6pm, Sayın Gün Zileli,
    Sayın “pipsqueak”in gönderdiği metinleri niçin yayınlamıyorsunuz?! Yakışıyor mu size?!
    Uyguladığınız taktik şu mu: “‘Pipsqueak’ mahlası ile yazan kişinin gönderdiklerini sileyim, bir süre sonra bıkacak ve siteyi terkedecektir.” ?! ?! ?!
    Niçin sayın “pipsqueak”in gönderdiklerini yayınlamıyorsunuz?!
    Cevabınızı bekliyoruz sayı Zileli…
    Gün Zileli, Ocak 7th, 2016
    DAHA ÇOK BEKLERSİNİZ.
    Soru: Sayın Zileli 7 Ocak 16 / 6pm
    Böyle bir tavır takınmanızın nedeni nedir?
    Öfkeli olmanızın nedeni nedir?
    Gün Zileli
    Ocak 7th, 2016 at 19:05
    ÖFKELİ DEĞİLİM.
    Soru: 7 Ocak 16 / 7pm
    Sayın Zileli,
    Öfkeli olmadığınızı yazdınız. Samimiyetinize inanıyoruz.
    Bir gerekçe gösteriniz; “şu şu şu sebeplerden ötürü, ‘pipsqueak’ mahlaslı kişinin metinlerini siliyorum.”
    [daha çok beklersiniz.] diye savurucu bir yanıt veriyorsunuz, hemen arından [öfkeli değilim] diye yanıt veriyorsunuz !!!
    Eğer doğrudan hakaret içermiyorsa (ki içerenleri siliyorsunuz zaten); yayınlamamanız, herşeyden evvel “anarşizm”in doğasına aykırı değil mi sayın Zileli ?!
    Sayın “pipsqueak”in metinlerini silmenizin gerekçesi nedir sayın Zileli?
    Gün Zileli Ocak 7th, 2016
    ŞAHSİ SALDIRI İÇERMEYİP DÜŞÜNSEL PLANDA KALAN YORUMLARI YAYINLIYORUM.
    Soru: Peki neden “pipsqueak”e ilk cevabınız “kafan yaşlanamış” , ve sonra bir müridinize “pipsqueak’i ciddiye alma”, daha da sonra “kafayı yemişsin” gibi şahsi hakaretlerini yayınladınız, sayın Gün Zileli?
    Cevap: yok
    Sansür bahaneleri satılık kitaplar kadar çok.
    Bazan uzun (daha uzunlar yayınlanıyor ama olsun), bazan kısa, bazan orijinal değil, bazan şahsi, bazan hem okuyorum hem okumuyorum, bazan “Ocak 20th, 2016; burayı kendi özel ilan tahtanız haline getirdiniz.”; bazan “bundan sonra “yalaka” hitaplı hiçbir mesaj yayınlanmayacaktır.”, bazan hatta artistlik, yaratıcılık, orijinallik gerekçesi: “Ocak 20th, 2016; Limit yok ama uzun mesajlara da gerek yok. Daha kısa, özlü, siteyi meşgul etmeyecek mesajlar. Bir de şu yalakalar hitabını bıraükın lütfen. HİÇ DE ORİJİNAL* BİR BULUŞ DEĞİL.”
    *Sayın yazar – artist Gün Zileli, herkes sizin gibi yaratıcı, orijinal, artist olamaz. Böyle bir gerekçe haksızlık.

  906. En büyük, hatta temel sınıfsal çelişki şehir ile kır arasındadır, şehirli sınıflar (burjuvazi ve işçiler vb) arasında değil.
    Kır, ihtiyacı olan yiyeceği kendisi ürettiğinden kendine yeterlidir. Şehir ise yiyeceğini ithal eder ve şehirlilerin çoğu ihtiyacından fazlasını tüketen tüketici, hatta sömürücü bir sınıftır.
    Bu sömürücülüğün dışında kalan, “işçi sınıfı” tanımına girebilecek olan şehirli sınıflar, düşük gelirli, fabrikada ve tehlikeli iş kollarında (madencilik, inşaat gibi) çalışan işçiler, gecekondularda, sokakta yaşayan yoksul kesimler, veya toplumdışı kaldıkları için tüketim toplumunun da dışında kalan yalnız, marjinal orta sınıf bireyleri olabilir sadece. Bunların dışında kentli nüfusu oluşturan orta-üst sınıfın tamamı sömürücüdür demek pek abartı olmaz.

  907. çöpe atıyorum. çünkü içinde küfür ve hakaret var.

  908. Benim o yazımda ne küfür var ne hakaret. Bırak başkaları karar versin. Benim o yazım bazı sinirlere dokanıyor, rahatsız ediyor olabilir. BIRAK BAŞKALARI KARAR VERSİN! BU BİR SAÇMALIK! BU BİR ÜSTÜ ÖRTÜLÜ DİKTATÖRLÜK! BIRAK BAŞKALARI KARAR VERSİN! Ben o yazı seni rahatsız edebilir ama Türkiye’nin, aynı Gorter’in yazısı gibi, hala 17-19 yüzyıllar arasında yaşadığını açığa çıkaraır. Sanırım sizi rahatsız eden o. Kendinizi aynada görmek!
    O YAZIDA KÜFÜR YOK! HAKARET YOK! BIRAK DİĞERLERİ GÖRSÜNLER! HİÇ DEĞİLSE YENİ NESİL UYANIR; BELKİ, İNŞALLAH!

  909. Benim “Yeni Ulu Şefler ve Yeni Sıradanlar” başlıklı yazımda hakaret de yok küfür de. Ama sanırım belki sizi rahatsız edici bazı açıklamalar var. Aynı Gorter’in yazısı nasıl marksist-leninist Türk solunun gafletini ifşa ettiyse, benim bu yazım da günümüzde aynı masalları değişik adlar altında yutturmaya çalışanları inceler. Siz hangi gözlüklerle hakaret ve küfür okudunuz? BIRAKIN DİĞERLERİ DE OKUSUN, BAKALIM ONLAR DA SİZİN GİBİ DÜŞÜNECEKLER Mİ?

    Üstelik daha sonra yazdığım 906 no’lu yazım daha çok küfür ve hakaret bahanesiyle çöpe atmaya uygun.

    BIRAKIN YENİ NESİLLER OKUYUP SİZLER GİBİ TUZAKLARA DÜŞMESİNLER! BIRAKIN ONLAR KARAR VERSİNLER! BIRAKIN OKUSUNLAR! ARTIK SİZİN İÇİN İŞ İŞTEN GEÇMİŞ, ÇOK DAHA BEYİNLİ VE BİLGİLİLER BİLE BU TUZAKLARDAN KURTULAMADILAR! GİRMESİNLER, AYNI NAKARATLARI ANLATMA SAPLANTILÜTFEN BIRAKIN BARİ YENİ NESİLLER DEĞİŞİK GÖRÜŞLERİN TADINI ALSINLAR!

    Yazının orijinalini isterseniz, çevirmeden gönderebilirim. Sizler karşı yazılmış bir yazı bile değil. Tamamıyla dünya devrimciler safsatalarını inceleyen bir yazı.

    BIRAKIN YENİ NESİLLER ESKİ SOL GİBİ TUNEL GÖRÜŞÜNDE KALMASINLAR! SİZLERE OLAN OLDU, GERİ DÖNÜLMEZ, YENİ DÜŞÜNCELERİ ANLAMNIZIN GÜÇ OLDUĞU BELLİ, BIRAKIN DİĞERLERİ GÖRÜŞ ALANLARINI GENİŞLETSİNLER!

  910. Sayın (pipsqueak) 909'a

    Sayın “pipsqueak” 909,

    Bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara yardım elinizi uzatmak için sayın Gün Zileli’yle atıştığınızı takip ediyoruz.

    Şahsınız ısrarla “‘medeniyet’in tehlikeleri”ni işaret ederken; bizler (yani “Beyaz Ya-LA-ka”lar) “‘modernite’nin tehlikeleri”ni işaret ediyoruz. İnce ayrım bundan ibaret.

    Yukarıdaki paragraf zemininde “antropolojik verilerle kontrol” ve “tarih madenciliği” yaparak kendi akvaryumumuzda birbirimize konformist konformist sataşmaktansa; “kapitalizm hastalığına karşı” ortak mücadele etsek daha iyi olmaz mı?!

    Ve hâttâ şu “modernite” hususunda size referanslar da gönderdik:

    Fransızca: “Modernité”
    İngilizce: “Modernity”
    Almanca: “Der Begriff Moderne”

    İşte:

    Kitap: “Toplumlar Nasıl Anımsar?”
    Yazan: Paul Connerton (Antropolog)
    Çeviren: Alâeddin Şenel
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/toplumlar%20nasil%20animsar.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Societies-Remember-Themes-Social-Sciences/dp/0521270936/ )

    Kitap: “Modernite Nasıl Unutturur?”
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=798 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/How-Modernity-Forgets-Paul-Connerton/dp/0521745802/ )

    Kitap: “Modernliğin Sonuçları”
    Yazan: Anthony Giddens (Sosyolog)
    Çeviren: Ersin Kuşdil
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/modernligin%20sonuclari.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Books-Consequences-Modernity-Anthony-Giddens/dp/0745609236/ )

    Kitap: “Modernite ve Bireysel-Kimlik” Geç Modern Çağda Benlik ve Toplu
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: Say Yayınları
    Türkçe: ( https://www.saykitap.com/BSWeb/KitapDetay.aspx?kID=100333 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Modernity-Self-identity-Self-Society-Modern/dp/0745609325/ )

    Kitap: “Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori” Marx, Durkheim ve Max Weber’in Çalışmalarının Bir Analizi
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kapitalizm-ve-modern-sosyal-teori/8203#.VpZoz_05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Capitalism-Modern-Social-Theory-Analysis/dp/0521097851/ )

    Kitap: “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” Globalleşme Hayatımızı Baştan Aşağı Nasıl Şekillendiriyor?
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Osman Akınhay
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=261 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Runaway-World-Professor-Anthony-Giddens/dp/1861974299/ )

    Kitap: “Modernliği Anlamlandırmak” Anthony Giddens’la Söyleşiler
    Yazanlar: Christopher Pierson & Anthony Giddens
    Çevirenler: Murat Sağlam & Serhat Uyurkulak
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=714 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Conversations-Anthony-Giddens-Modernity-PCVS-Polity/dp/0745620493/ )

    Kitap: “Toplumun Kuruluşu” Yapılaşma Kuramının Ana Hatları
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Hüseyin Özel
    Yayınevi: Bilim ve Sanat Yayınları
    Türkçe: ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumun-kurulusu/16507.html )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Constitution-Society-Outline-Theory-Structuration/dp/0745600077/ )

    Kitap: “Özgünlüğün Politikası” Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı
    Yazan: Marshall H. Berman (Siyaset teorisi ve şehir sosyolojisi alanlarında uzman akademisyen)
    Çeviren: Nursel Yıldız
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=696 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Politics-Authenticity-Marshall-Berman/dp/1844674401/ )

    Kitap: “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” Modernite Deneyimi
    Yazan: Marshall H. Berman
    Çevirenler: Bülent Peker & Ümit Altuğ
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kati-olan-her-sey-buharlasiyor/7050#.VpZzMv05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/All-That-Solid-Melts-Into/dp/1844676447/ )

    Bizlerden (yani “Beyaz Ya-LA-ka”lardan) daha tecrübeli olduğunuz, daha görmüş-geçirmiş olduğunuz aşikâr; bu hususta şahsınıza gösterdiğimiz saygımızda kusur etmeyiz.

    28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz yazışmalarda “o meşhur 1968 kuşağı niçin 1980’lere varamadan eridi?!” diye size sora sora parmaklarımız kanlar içinde kaldı! Siz ne cevap verdiniz: [Gelmekte olan nesillerin düşeceği tuzakları biz 1960’larda görmüştük! Ve kitaplarımıza dalıp kendi akvaryumumuzda yaşamaya başladık!] Bunun ötesinde hiçbir şey yapmadınız, ve ne yazık ki “Beyaz Ya-LA-ka”ların doğmasına sebeplerden biri oldunuz sayın “pipsqueak”! Yani hiçbir şey yapmayarak “Beyaz Ya-LA-ka”ların doğmasına sebep oldunuz; İsa’yı doğuran Meryem’in hikâyesinden farkınız yok!

    “Sadece tarih madenciliği yaparak” olmuyor; bunu göremiyor musunuz sayın “pipsqueak”?! Ne yazmıştınız “875” numaralı metninizde?! “Siz bile!” hangi tehlikeyi işaret etmişsiniz, ne çabuk unuttunuz: [Ben bu yaşta para için harfi harfine hamallık yapıyorum. Yaptıranlar da aynı sizler gibi dünyayı ıslah etmeyi kendilerine terapi etmişler.]

    Açıklamanızda “doğru nokta” şu:
    “Beyaz Ya-LA-ka”lar hem kendileri hammal olmak, hem de “başkalarına!” hammalık yaptırmak için yetiştirilmiş bir nesil! “Kapitalizmin zombileşmiş neferleri” olmak için beynimize enjekte etmedikleri zehir kalmadı! Kim enjekte ediyor: “Şirketokrasi”!

    Açıklamanızda “yanlış nokta” şu:
    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada “Ne ezen! Ne ezilen!” diye yaza yaza parmaklarımız kanlar içinde kaldı!
    “Dünyayı ıslah etmek” kimsenin haddine değil! Saçmalamaktan vazgeçiniz!
    “Kapitalizme karşı mücadele etmek” ile “dünyayı ıshal etmek”i birbirine karıştırıyorsanız; yandı gülüm keten helva!

    Niçin Elias Canetti’nin muazzam eseri (1935) “Körleşme”de (Almanca: Die Blendung / Fransızca: Auto-da-Fé / İngilizce: The Blinding) yarattğı karakter “Doktor Peter Kien”i taklit ediyorsunuz sayın “pipsqueak”?!

    Niçin “kapitalizm hastalığına karşı” mücadeleler üzerine görüşlerinizi yazmıyorsunuz sayın “pipsqueak”?!

  911. Bir İyi Haber Daha (ama uzun): Yeni Ulu Şefler ve Yeni Sıradanlar kimler sorusuna kafayı yemiş birinden bir katkı.
    Not: salt paranoyak olduğum için yazdıklarım küfürsüz ve hakaretsiz olduğu halde eski sol taktiği sansürden bir türlü geçmediği hayalimin mahsulü değil. Asıl konuları içeren yazılarım ya “çöpe” gidiyor veya artistlik yemi olmak için arşive gidiyor. Bir çok “çeviri” misali.
    Önsöz
    Bu sitede gördüğüm kitaplar ve okuduğum yazılar, fikirler, medyadan alıntılar, sosyal medyadan alıntılar, televizyon haberleri, jurnalcılardan alıntılar, bana sürekli Batı 17. – 19. yüz yıllarının göz kamaştıran başarılarını Türkiye’ye (ve şimdi tüm dünyada doğa kadar doğal olan) düzeni ithal eden Atatürk’ü hatırlattı. Masal aynı masal. Doğaya şükür doğal ki, Allah’a ve anarşizme şükür, beş parmağın beşi aynı değil: her bireyci birey kendini tek, orijinal, Türk vatandaşı olarak sorumluluk üstlenen ve özellikle kendi halinden memnun ama sefillerin sefaletine acıdığından sefillerin adına konuşan meslek sahipleri, yazarlar, solcular, devrimciler, marksistler, anarşistler… liste uzun, maşallah. Yüne doğaya şükür doğal ki, bazı parmaklar daha büyük ve daha önemlisi el aynı el. Tüm yazılar Atatürk’ün güncellenen tenasühleri, reenkarnasyonları.
    Neyse, asıl konu yukarıdaki ulu şefler. Bakalım bunlar kim.
    Not: Bu bir bu yazı bir çeviri, aslını isteyen olursa elde etme yollarını belirlerim.
    Ulu şefler – Mao, Stalin, Hitler, Kim Il Sung – bir rastlantı ya da bir sapma ya da bir akıl dışı düşüncelerin aniden yüzeye çıkışı değil. Ulu şefler, mevcut sosyal düzenin ilişkilerini kişileştirirler, kişiliklerinde tecessüm ederler.
    Ulu şefin kendisi de başlangıçta her hangi sıradan bir birey: yaşamda kalma koşullarının totaliter yöneticisinin oto portresine, kendini övme monologuna, mevcut düzenin durmaksızın kendinden söz etmesine seyirci olmuş bir birey. Cemaat ve aracısız temastan mahrum dilsiz ve güçsüz bir mağdur. Seyircilikten tiksinen bu mağdur, “özgürlüğe kavuşmanın, sosyal bir varlık ve aynı zamanda cemaatte birey olma özlemi içindedir.” Eğer bu özlemini insanlığını inkâr eden çalıştığı yer veya sokak gibi yerlerde yaşamaya kalkışırsa, isyankâr olur.
    Ama Ulu Şef cemaat ve aracısız temas özlemini böyle bir isyankâr yaşamaya dökmez, Düşünce’ye çevirir. Bu kalkanla donanan Ulu Şef hala dilsiz ve güçsüz ama artık diğerlerinden farklı bir kimse: o artık Bilinçli, o artık Görüş sahibi. Başkalarından farklı olduğuna, Ulu Şef olduğuna inanışının bir hüsnü kuruntu, bir hayal ürünü olmadığına emin olmak için başkalarının da kendini farklı bir mahlûk olduğunu görmelerini ister. Sıradanlar onun gerçekten Düşünce sahibi olduğunu görüp kabul ederler.
    Ulu Şef, “cemaat” ve “aralıksız temas” özlemine erişmek için gücünün yetişebildiği yerlerdeki seyirciliği hurdahaş etmeyle gerçekleştirmez. Etrafını benzeri düşünen sıradanlarla sarar ve Altın Düşünce’yi aralarında birbirlerine tekrarlarlar, Altın Düşünce’nin özlerinde ve gerçekten var olduğunu pekiştirirler. Bunlar, Eski Ahit’deki gibi, Seçilmişler. Bu noktadan sonra, Düşünce, altınlığını kaybetmemelidir, sonsuza dek aynı kalmalıdır. Lekesiz, ödünsüz bir bakire olmalıdır. Eleştiri ve düzeltme ihanettir. “Böylece gerçek dünyayla sürekli tartışma içine girer. Her şeyi reddeder. Varlığını koruması için donar ve gittikçe daha totaliter olur.” Kısacası, durmaksızın Düşünce’yi ifade eden ve onaylayan sıradanlar veya müritler düşünmekten vazgeçerler.
    Baştaki hedef alınan “özgür insan” olma Ulu Şef’in bilincine havale edilir. Günlük yaşamadan yoksunlaşır, günlük yaşanmasına gerek kalmaz. “Bilincin kendisi amaç olur, örgütte şeyleşir ve amaç örgütte vücut kazanır.” Birbirlerine hayranlardan oluşanlar planlama ve toplantı yerlerine kavuşurlar, kurumlaşırlar. Yerel şartlar ve kişisel tercihlere göre ve bağlı nedenlerden değişik biçim alırlar: Bolşevik veya Nazi hücre, Sosyalist okuma dernekleri, Anarşist eğilimli bireyler grupları oluşur. Anarşist örgütleri inceleyen bir yazar, ” bu örgütler, ideolojilerini savunan ve propagandasını yapan, ne kadar sıradansa o kadar belli ve koşulsuz hakikatleri tekrarlayan uzmanların gayri resmi otorite kurmalarına elverişli çevrelerdir. Örgüt içi kararlarda ideolojik nedenlerden fikir birliğine saygı, özgürlük uzmanlarının dizginsiz otorite kurumasına elverişli bir ortamdır.” Egemen seyirciliği reddeden özgürlük uzmanlar örgütü, seyircilik ilişkilerini örgüt içi etkinliklerinde yaratıp yaşarlar.
    Düşünce’yi kendinde cisimleştiren örgüt dünyaya saldırır çünkü “bu bilincin amacı gerçeği kavramının kapsamına uydurmaktır.” Grup militanlaşır. Örgütün iç ilişkilerini tüm topluma yaymak ister. Bunun bir çeşidi şöyle özetlenebilir: “Parti içinde yukarıdaki Ulu şefler “ileri” komutu geldiğinde sallanmamak şart, eğer komut “sola dön”se kimse sağa dönmemeli. Bu safhada Düşünce’nin özgül kesin kes içerisi Hıristiyan cennetinin coğrafyası kadar yersiz, artık amaç sopaya indirgenmiştir: grup içi baskının meşruluğunu pekiştirir, şantaj aracı olur.
    Örnek 1: Yüce Ulu Şef Lenin’den bir alıntı:
    “Sosyalist ideolojiden zerre kadar sapmak burjuva ideolojisini güçlendirir .”
    Örnek 2: Anarşist dergiye bir anarşistin mektubu:
    “Sözüm ona ‘anarşist’ diğerlerine karalayıcı, yerici eleştiriler yaptığında, olgunlukları ve devrimci toplumsal değişmeye bağlılıkları kuşku yaratır.”
    Militan örgüt manipülasyondan geçenler ve dönüş yapanların katılmasıyla büyür. Döndürme, ilk Bolşeviklerle misyoner ruhlu anarşistler arasında tercih edilen taktikti. Lenin’e göre militanın ilk ödevi emekçilere bilinç aşılamak; bir “anarşist”e göreyse “emekçilere fikirlerimizle ulaşmak”. Ne var ki militanın üstü örtülü görevi ve etkinliğinin asıl işlemsel sonucu, işçilerin düşüncelerini değil somut yaşamlarını etkilemek. İşçi, ne düşünürse düşünsün, eğer aidat öder, örgütün grev ve manifestasyon çağrısına uyarsa, militan başarılı olmuş demektir. Ulu Şef’in üstü örtülü amacı kendinin ve örgütünün büyük sayıda kişiler üzerinde egemenlik kurmak, kitlelere lider olmak. Eğer militanlar Nazi veya Stalinci veya ikisinin karışımı İşçi Partileriyse, bu üstü örtülü amaç kinik bir açıklıkla ifade edilir. Yandaş ve mürit toplamak amacı gizlenmez. Altın Düşünce eşsiz, değişmez sabit yıldız olmaktan çıkar, asıl amaca araç olur. Müritlerin korku ve nefretlerini sömürür; asıl suçluyu, karakeçileri, “karşı-devrimcileri”, “anarşistleri”, polis ajanlarını”, “azınlıkları” yok etmeyi hedef alır. Misyonerlerle manipülatörler arasındaki fark daha çok teorik; gerçek yaşamda çağdaşlar ve aynı sosyal alanda rekabet içindeler ve birbirlerinin yöntemlerini alıp kullanırlar.
    Ulu Şef’e, Altın Düşünce’yi yayınlamak için bir araç, medya, gerekir. Medyayı kendi avantajına çevirmek ister: “Şu an medya yönetici sınıfın elinde ve kendi yararlarına kullanmaktalar. Fakat medyanın ana yapısı ‘temelde eşitlik içerir’, devrimcilerin görevi kapitalistlerin sapıttığı medyadaki bu potansiyeli yüzeye çıkarmak, gerçeğe dönüştürmektir, tek kelimeyle özgür kılmaktır.” (bu Ulu şeflerden biri olan Lenin’den bir alıntı.) Seyircilikten tiksintiyle başlayan, “cemaat” ve “aralıksız temas” özlemi, cemaat ve aralıksız temasın kökünü kazıyan araçlara hükmetmeye çevrilir. Tereddüt veya aniden satha çıkan bir eleştiri örgütsel şantajla susturulur: anarşist birileri, “eğer biz kazanma kavgasını omuzlanmazsak, Leninizm kazanacak.”, der; Stalinci diğer birileri, ” … Troçkiler kazanacak.” Bu noktada sonra, her şey muaf olur; amaca ulaştıran tüm araçlar iyidir; hatta saçmalığın aşırı sınırında, Kapital’in öz dili satış reklamı ve özendirme bile meşru devrim aracı olur. Anarşist bir dergiye mektubunda “anarşist iş adamı” şunu yazar: ” Satışlarımızda ağırlığı dağıtım ve özendirmede yoğunlaştırdık… Promosyon faaliyetlerimiz geniş alanlar kapsar ve hayli masraflıdır. Tüm ülkede büyük çapta reklamlar, özendirmeleri postalama, kataloglar, malları tezgâhlamalar, vs. yapmaktayız. Bunlar, büyük masraf ve enerji harcamaya mal olurlar ve bunu kitap satışların yarattığı parayla karşılıyoruz.” Bu anarşist iş adamı gülünç bir abartma mı, yoksa geleneksel militanlığa özgün bir örnek mi? İşte eşsiz Ulu Şef Lenin’den bir alıntı: “Büyük bankalar, sosyalizmi gerçekleştirmemiz için bize lazım olan ve kapitalizmden olduğu gibi kullanmaya hazır ele geçireceğimiz ‘devlet araçlarıdır’; görevimiz kapitalizm elinde kötürüm edilen kısmını kesip atmak ve bu eşsiz aracı daha da büyütmek, daha demokratik yapmak ve kapsamını genişletmektir… ”
    Ulu Şef için medya sadece bir araç. Amaçlar egemenlik kurmak, güç toplamak ve özellikle gizli polis gücünü ele geçirmek. “popüler fırtınanın ortasındaki görünmeyen biz pilotlar, görünen güçle değil, tüm birleşenlerin beraberce kurdukları diktatörlükle yönlendirmeliyiz. Bu diktatörlük, kimliği belirsiz, unvansız, resmi bir güçten yoksun, özellikle bir güç gibi görünmediğinden çok daha güçlü olan bir diktatörlüktür. (Bakunin) Birleşenlerin diktatörlüğü çabucak tek ve tek Ulu Şef’in yönetimi olur. “Eğer bürokratlar tüm her şeye beraberce karar verecek olurlarsa, bürokratların teröristlikte uyuşumunu ancak ve ancak terörizmi tekeline alan tek bir Ulu Şef sağlar.” Bu Ulu Şef firmasının başarısıyla, her türlü sosyal ve yerel temaslar polis aracılığıyla yok edilir. Ne yazık ki, bir “bozulma”, bir sapıtma değil. Araçların zafer amacıyla kullanılmasıdır. “Medyanın özelliği karşı-medya, aktarmasız oluşu, temas yoksunluğu üretmesi… Televizyon evde sosyal kontroldür. Evleri gözetim altına almaya gerek yok; televizyon gerçek gözetimden çok daha etkili bir araçtır; insanlar arasındaki teması yok eder, cevapsızlığı yalnızlığı içinde yaşamaktır.”
    Özet: Ulu Şef’in projesi tamamıyla fuzuli. Kapitalist üretim ve iletişim üretimi insanları henüz düzenin durmaksızın “kendini övme monologuna” maruz kılan dilsiz, güçsüz, pasif mağdurlara çevirmiş. Kısacası, sorun medyayı şu veya bu Atatürk’ün cici bici güncelleşmeleri adına kullanmak değil, kökünü kazmak, yok etmektir! İnsanla insan arasında temas medyanın tam tersidir!
    Not: bu sayfada bilim-tekniği savunanlar, kapitalizmi kapitalistsiz kapitalizme çevirmek isteyenler, her türlü şantaj yapanlar, sansür kullananlar, eski-yeni Marksist-anarşistlik bakire ideolojiyi benimseyenler uygun yerlerde sözcükleri değiştirerek kendilerini görebilirler.
    Nakarat : salt paranoyak olduğum için yazdıklarım küfürsüz ve hakaretsiz olduğu halde eski sol taktiği sansürden bir türlü geçmediği hayalimin mahsulü değil. Asıl konuları içeren yazılarım ya “çöpe” gidiyor veya artistlik yemi olmak için arşive gidiyor. Bir çok “çeviri” misali.

  912. 910 veya Güler Yüzlü Kapitalizm İsteyenler,
    Son yazımda kendinizi görürsünüz.
    Ben kendime yardım edemiyorum, ama yine de size tek edebileceğim yardımı defalarca belirledim:
    İŞİNİZDEN ÇIKIN!
    Belki siz de bu kadar biriktirdiğiniz bilgilerle kitap yazarsınız ve kitap ticaretiyle bilmeyenelere yardımcı olursunuz. Bence en iyisi şişe suyu veya simit satmak. Başkalarına akıl verenlerin ve kitap yazanların çoğunun ne kadar zırvaladığını artık görmüşsünüzdür. İNŞALLAH! BELKİ!
    Devrim, karşı-kapitalizm, Marksizm, sol, anarşizm, karşı-modernlik*, TZM, Venus Project, çoluk çocuğum, ekmek param, emekliliğim, …, bahaneler sonsuz. Bütün bunlar insanla yaşam arasına giren pezevenkler. Çıkın bu pis kokan bataklıktan. Bu sitede zırvalayanlar size örnek olsun. Bilim bilmeyen bilimi savunur, Marksizmi bilmeyen Marksizmi savunur ve zaten artık anarşizm k*han*e dönmüş, bilen bilmeyen uzmanı olmuş.
    İŞİNİZDEN ÇIKIN!
    *Dali’nin genç artistlere öğütü: “Hiç denemeyin, modern olmamanız imkansız!”
    İşte dürüst insan böyle konuşur!
    Benden size öğüt: “Gönderdiğim ‘Modern Mitler’i okuyun!” Adını verdiğiniz akademisyenlerin, bir kaçı hariç, tümüne bedel. Siz daha eğitimin, tıpa tıp sağlık gibi, dünyanın en büyük endüstrilerinden biri, iş ve işçi bulma kurumu olduğunu bile bilmiyorsunuz.
    Orta Asya’da hemen hemen okuma yazma bilmeyenlerin yaptıkları Budist kitapların çevirileri hala en kaliteli çeviriler sayılır. UYANIN ŞU ATATÜRK’ÜN sizi uyuttuğu 17. yüz yıl derin uykusundan! 17. yüz yılda temeli atılan ve gözlerinizi kamaştıran düşünce genellikle yer altı madenlere benzetilir. Kuşsuz, çiçeksiz, gündüz ışıklı, yaşamsız, salt zalim ve öldürücü duvarlar ve toksik (zehirli) gazlardan oluşan bir ortam. Aynı bu site ve günlük yaşamımız gibi ve bu sitede bunu savunanlar var. Bilimin kapitalizmle aynı dünya görüşünü paylaştığını bile bilmiyorlar ve sizin gibi g*rinin b*yla bana cevap veriyorlar.
    BÖYLE ŞAHSİ, KÜFÜRLÜ, HAKARETLİ, DÜŞÜNSEL OLMAYAN BİR YAZI YAZDIĞIM İÇİN AFFET BENİ ALLAHIM!

  913. Sayın (pipsqueak) 911'e

    Sayın “pipsqueak” 911,

    Siz hâlâ ama hâlâ; şahsınızın meşhur nakaratıyla “ulu şefler!” olan […Lenin, Mao, Stalin, Hitler, Kim Il Sung, Atatürk…] ve türevlerinde debelenmekten zevk alıyorsanız; yapabileceğimiz hiçbir şey yok!

    İçinizde 45 yıldan fazla biriktirdiğiniz öfkeyi yanlış yerlere boşaltıyorsunuz!

    19. yüzyılda değiliz; 2016’dayız!

    BUGÜN EN ÖLÜMCÜL (şahsınızın nakaratıyla!) ULU ŞEF; “ŞİRKETOKRASİ”DİR! BUNU GÖREMEYECEK KADAR KİTAPLARINIZ ARASINDA KAYBOLMUŞSUNUZ! VE DAHA DA ACISI; KAYBOLMUŞLUĞUNUZDAN ZEVK ALIYORSUNUZ!

    Peki; kim bugünün (ve “geleceğin!”) ulu şefleri?!

    İşte cevabı:

    === PARMAKLARINIZA ZAHMET OLMAZSA; ARAŞTIRIN BAKALIM AŞAĞIDAKİ LİSTEYİ, KİMLERMİŞ BU “NEW MODEL ULU ŞEFLER!” ===

    Lloyd Craig Blankfein,
    James P. Gorman,
    Klaus Martin Schwab,
    John McFarlane,
    Douglas Jardine Flint,
    Axel A. Weber,
    Paul Achleitner,
    Jean Lemierre,
    Federico Ghizzoni,
    Dennis M. Nally,
    Punit Renjen,
    John B. Veihmeyer,
    Mark A. Weinberger,
    Ahmet Muhtar Kent,
    Indra Nooyi,
    Sundar Pichai,
    Tim Cook,
    Oh-Hyun Kwon,
    Satya Nadella,
    Gregory R. Page,
    Donald John Trump,
    Charles de Ganahl ve David Hamilton Koch,
    Fred DeLuca,
    Alexandre Behring da Costa,
    Andrew James McKenna,
    Gregory B. Penner,
    Roman Abramovich,
    Mukesh ve Anil Ambani,
    Jack Ma (veya “Ma Yun”),
    Jeff Bezos,
    Jack Dorsey,
    Carly Fiorina,
    Ratan Tata,
    Rahmi Koç,
    Güler Sabancı,
    Ferit Şahenk,
    Ümit Nazlı Boyner,
    Bülent Eczacıbaşı,
    Ahmet Nazif Zorlu,
    Şarık Tara,
    Arzuhan Doğan Yalçındağ,
    İzzet Garih,
    Hakan Ateş,
    Ersin Özince,
    Turgay Ciner,
    Ahmet Çalık,
    Murat Ülker,
    Firuz Kanatlı,
    Mark Zuckerberg,
    Ethem Sancak,
    Cansen Başaran-Symes,

    Levent Erden
    https://twitter.com/leventerden/with_replies

    Sina Afra
    https://twitter.com/SinaAfra/with_replies

    Liste devam ediyor…

    Sizden “kapitalizme karşı mücadeleye katılmanız” dışında başka bir talebimiz yok sayın “pipsqueak”!

    Hoşçakalın!

  914. 910 Gözümden Kaçan Küçük-Büyük bir Ayrıntı
    “Gün Zileli’yle atıştığınızı takip ediyoruz.”
    Burada bir abartma var. Daha henüz Gün Zileli gibi yüce bir düşünür, bir bilge, bir gerçek anarşist, kısacası hemen hemen bir dahiyle tartışacak zirveye ulaşmadım. Lütfen sınırları bilin.
    Ben, Gün Zileli’den sadece biz ufaklar arasında atışma ve tartışmalara engel olduğunda bazan haksızlık yaptığını hatırlatmak istedim. Biliyorsunuz çok yüksekte olanlar (Deus Otiosus, hadi ben de biraz fiyaka yapayım) oturdukları yüksek yerden biz ufakların halini görmez ve daha da kötüsü anlamaz olurlar, hepsi o kadar.
    Hatta sizler bile benden çok ilerde ve yüksek yerlerde hava atıyorsunuz ama nedense Zileli’ye kıyasla daha alçak gönüllü davranıyorsunuz. Bu yüzden size teşekkür ederim.
    Unutmayın yaşam olan yerde ne ahlak, ne düzen, ne yasa, ne din, ne bilim ve kapitalizm ikizi, ne okul, ne banka, ne değer, ne tarih, … olur. Tek ve tek, burada benim yaptığım gibi ödün ,veya Atatürk öncesi saf olmayan lekeli dille, taviz vermek var. Unutmayın sayın Zileli bu sitede Hortlak gibi ırkçı, faşist, yazma bilmeyenlerle alay eden, Marksizm’i soytarılığa çeviren, kişiliğime hakaret ve küfür edenlere bile hoş görü gösterdi, yazılarını yayınladı. Çok liberal ve geniş ruhlu olduğunu fazlasıyla kanıtladı. Hatta kendinin bana hakaretlerini bile, bir yazara yakışır yaratıcı ve orijinal ve kısa ve öz de olsa, yayınladı.
    Siz de Hortlak ve benzerlerine saygı göstermekle ona benzediğinizi, liberalliğinizi, terbiyeli ve uslu olduğunuzu, yüceliğinizi ifade ettiniz.
    Eğer iş yerinizde terfi ederek veya eski solcu-devrimciler gibi, örneğin Suriyeliler arasında karışarak, bu cennet ülkeye politik ilticacı olarak kapağı atarsanız, yerimiz küçük de olsa, sizleri misafir ederiz. Ama unutmayın İsviçre devleti, bundan 10-15 yıl önceki hesaplamama göre her kapağı atana Türk parasıyla ayda aşağı yukarı 30 000,00 TL’sı veriyor. Burada ırkçıların ağzından düşmeyen sakızlardan biri bu. Diğerleri gibi bizimle konuşmaya tenezzül etmeyebilirsiniz. Emin olun İsviçre devleti sizin gibi mağdur adına konuşanları sonsuz seviyor. Beadavaya dernekler tahsis ediyor, bildiri ve fotokopi makineleri veriyor, uslu gösterilere teşvik ediyor, kısacası veriyor da veriyor, ediyor da ediyor. Hem dernekde hem şenliklerde döner satarsınız. Dernekde anti-kapitalizmliğinizi, anti-şirketliğinizi ve diğer ant-‘lerinizi aranızda paylaşmaya devam edersiniz. İsviçre devleti sizin gibi güler yüzlü bilimi, güler yüzlü kapitalizmi, güler yüzlü okulculuğu, güler yüzlü bankacılığı, kısacası sizin ve benzerlerinizin taptığı güler yüzlü etkinlik ve verimliliği sevenleri çok sever.
    Sloganınız şu olmalı: YAŞASIN GÜLER YÜZLÜ BİLİM-TEKNİK! YAŞASIN GÜLER YÜZLÜ KAPİTALİZM!
    Benim sloganım: Blake’i okuyun ya da cehenneme gidin!

  915. 913 veya Medya Hastaları
    Önce bir uyarı:
    Jacob Fugger (15. yüz yıl) and J. Pierpont Morgan (19. yüz yıl) birbirlerinin yöntem, dünya görüşü ve mizaçlarını anlamada hiçbir zorluk çekmezler.
    Sizin bu yeniyse daha iyi nakaratınız sadece sonsuz çaylak olduğunuzu açığa vuruyor. Bu sitede pek bilgili yok ama başka bir yerde deve kuşu olduğunuzu görürler.
    911 yazımda ‘da size gönderme çok. Siz sosyal medya devşiriciliği (bu sözcük salaklardan kalma ama artık yerleşmiş) yapmaktan topladıklarınızı yemek ve özellikle hazım etmek (anlamak) fırsatı bulamıyorsunuz, okumuyorsunuz, anlamıyorsunuz.
    Size biraz yardım etmek gerekiyor.
    1. Somut bir şefe gerek yok ama kalbinizde ve özellikle beyninizde bir şef var.
    “popüler fırtınanın ortasındaki görünmeyen biz pilotlar, görünen güçle değil, tüm birleşenlerin beraberce kurdukları diktatörlükle yönlendirmeliyiz. Bu diktatörlük, kimliği belirsiz, unvansız, resmi bir güçten yoksun, özellikle bir güç gibi görünmediğinden çok daha güçlü olan bir diktatörlüktür”. (Bakunin)
    Anarşist örgütleri inceleyen bir yazar, ” bu örgütler, ideolojilerini savunan ve propagandasını yapan, ne kadar sıradansa o kadar belli ve koşulsuz hakikatleri tekrarlayan uzmanların gayri resmi otorite kurmalarına elverişli çevrelerdir. Örgüt içi kararlarda ideolojik nedenlerden fikir birliğine saygı, özgürlük uzmanlarının dizginsiz otorite kurumasına elverişli bir ortamdır.”
    2. Şantajlarınız.
    “Sözüm ona ‘anarşistler’, diğerlerine karalayıcı, yerici eleştiriler yaptığında, olgunlukları ve devrimci toplumsal değişmeye bağlılıkları kuşku yaratır.”
    Stalinci, “eğer biz kazanma kavgasını omuzlanmazsak, Leninizm kazanacak der.”; diğer birileri, ” falan filanı yapmazsak … Troçkiler kazanacak.”, derler.
    “Eleştiri ve düzeltme ihanettir.”
    3. Sosyal medya hastalığınız, diğer bir deyişle seyirciliğiniz
    “sorun medyayı kullanmak değil, kökünü kazmak, yok etmektir! İnsanla insan arasında temas medyanın tam tersidir!”
    Ve sizin tiksindirici twatter, facebok, youpoop, site adresleri, adı büyük içerisi boş kitaplar, …
    Biraz bu sosyal medya hastalığı, beyine ve belleğe zararlarına baksanız fena olmaz. Belki sizi asıl deliye çeviren bu.
    Ama diğer yandan siz ve benzerlerinizi putları olan bilim adamları şimdi artık tüm sapıklıkların, sağlık veya isyankârlık veya benim gibi kafayı yiyenlerin genlerinde yazılı olduğunu buluyorlar. Ama aman Müslümanlar duymasın: “yahu bu bizim eski alın yazısı, yine alçak gâvurlar bulup bize satacaklar!”, derler.
    Dahası da var ama hala bunlarda bile kendinizi görmüyorsanız, sizi hasta, harap eden işiniz değil medya. Çünkü bu sitede bile size benzeyenler ve sizin gibi yerlerde çalışmış olanlar, emekli maaşlarını alıp, taş uykusunda rahatlığına dönüyorlar.
    KIVIRMAYIN, İŞİNİZDEN ÇIKIN!

  916. Sayın (pipsqueak) 912'ye ve 914'e

    Sayın “pipsqueak” 912 ve 914,

    Görmemekte ısrar ettiğiniz bir husus var:
    [Devrim, karşı-kapitalizm, Marksizm, sol, anarşizm, karşı-modernlik*, TZM, Venus Project, çoluk çocuğum, ekmek param, emekliliğim, …, bahaneler sonsuz.] yazmışsınız.

    Listeniz arasında endişelendiğimiz bir tek durum var; o da [çoluğumuz çocuğumuz]!

    “Şirketokrasi”ye eroine alıştırılmak gibi alıştırıldığımız hâlde işimizden çıkacak cesarete sahibiz! Fakat bu kararımızdan bizi vazgeçiren yegâne durum: “Çocuklarımızın geleceği!” Çünkü çocuklarımız da “kapitalizmin zombileşmiş neferleri” olmak amacıyla “şirketokrasi”nin kurallarıyla yetişiyor; ne hazin!

    Eğer “işimizden çıkarsak”; çoluğumuza çocuğumuza kim bakacak sayın “pipsqueak”?! Evlatlarımız, canlarımız ciğerlerimiz; kendimizi “kurtaramadık!” peki çoluğumuzu çocuğumuzu nasıl kurtacağız?! “İşimizden çıkarsak” kim bakacak onlara?!

    Bir diğer husus şu:
    “Liberal” kelimesinin köküne nasıl dinamit döşendiğini 28 Mayıs 2015’ten beri yaza yaza parmaklarımız koptu, bu kelimeden iğrendiğimizi defaatle anlattık; ama siz bize utanmadan arlanmadan [liberalliğinizi ifade ettiniz.] yazabildiniz! Yazık!

    Son husus da şu:
    [Benim sloganım: Blake’i okuyun ya da cehenneme gidin!] yazmışsınız.

    Elias Canetti’nin muazzam eseri (1935) “Körleşme”de (Almanca: Die Blendung / Fransızca: Auto-da-Fé / İngilizce: The Blinding) yarattğı karakter “Doktor Peter Kien”i taklit ettiğiniz için; ZATEN CEHENNEM İÇİNDE KAVRULDUĞUMUZUN FARKINDA DEĞİLSİNİZ! UNUTMAYINIZ: SİZ DE BU CEHENNEMİN BİR ÜYESİSİNİZ!

    Size uyarılar gönderdik, umursamadınız:

    === 1 ===

    Juvenile +‎ Paranoia = Juvenoia

    ( https://www.youtube.com/watch?v=LD0x7ho_IYc )

    === 2 ===

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    George Orwell

    === 3 ===

    “Dante” ne demiş:
    “Cennetin ve cehennemin ötesi yok! Dünyadaki hayatınızı ona göre yaşayın!”

    Dünyadakiler ne demiş:
    “Siz nasıl buyurursanız efendimiz! Lütfen bize, cennette nasıl arsa parselleyebiliriz onu gösteriniz ve cehennemin kapısını sürekli kapalı tutunuz! Dünyadaki hayatımızı yaşarken kaç günah işleme hakkımız var, bunu da söyleyin de, zevk-ü sefa içinde bir ömür geçirelim!”

  917. Her bilimin, kendi inceleme alanının düzene sokulması ve bu alana özgü nedensellik ilişkilerinin keşfedilmesi diye bir sorunu vardır. Esasen bu aşamaya ulaşılmadan önce, bilgi edinme süreci henüz sadece algılamaların biriktirildiği, olguların dolaysız görüntüleriyle resmedildiği (adetâ fotoğraflarının çekildiği), betimsel bir düzeydedir. Bu yolla edinilen gözlem öbekleri arasında bir önemli / önemsiz ayırımının yapılması; bazılarının «sebepler», diğer bazılarının ise «sonuçlar» olarak sınıflandırılması; böylece birbirine zincirlenen olayların bir gelişme olarak düşünülmesi ve sözkonusu zincirin halkalarının geri’den ileri’ye doğru sıraya sokulması ise, teorileştirme kertesini oluşturur. Bu adım bir ayıklamayı, bir soyutlamayı, deyim yerindeyse ölçeğin küçültülmesini gerektirir; dolayısıyla fotoğraf çekiminden çok, harita yapımına benzer. Hangi genişlikte bir ampirik bilgi temelinden hareket ettiklerine bağlı olarak, belli bir alanın teorik hipotezleri, yeni verilerle sınanma, kısmen yanlışlanma, tekrar formüle edilme yoluyla, peşpeşe yaklaşıklıklar halinde, görece yanlış hipotezlerden görece doğru hipotezlere yürürler (kuşkusuz bazı hipotezlerin görece yanlış olmuş olduğu, ancak sürecin bütünlüğü içinde, nesnel gerçeğe daha yakın olanı ortaya konduğunda anlaşılabilir). Örneğin Coğrafya’da; İlkçağda Milet’li Hekataeus’un ve onu bir nesil arayla izleyen ünlü Herodotus’un M.Ö. 6. – 5. yüzyıl haritaları, Ortaçağ sonlarında Martin Behaim’in küresi (1492) ve Mercator’un haritası (1569), nihayet 20. yüzyılın son çeyreğinde uydu düzeltimleriyle elimizde bulunan haritalar, yeryüzü hakkındaki bilgilerimizin üç ayrı evresine denk düşen sistemleştirmelerdir. Astronomi’de; İlkçağ insanının gözlem ve ölçüm olanaklarıyla elde edilen algılar, gezegenlerin üzerlerinde çakılı durduğu yedi veya dokuz saydam küre şeklindeki gök katlarının, dünyanın etrafında döndüğü hipotezini besler; 15. – 16. yüzyıl teleskoplarıyla görülebilen, matematiğiyle hesaplanabilenler üzerinde, Kopernik’in güneş-merkezli sistemi yükselir; biraz daha sonra, dairesel yörüngelerin yerini eliptik yörüngeler alır. Ama uzak geçmişteki ilk teorik hipotezlerin hamlığı ve kabalığı ne olursa olsun, her bilgi dalı, saf betimsellik aşamasını geride bırakıp böyle teorileştirme denemelerine giriştikçe olgunlaşır ve daha fazla Bilim kimliğine bürünür. İster doğayı, ister toplumu konu edinsinler, bilimlerin ilerleyişinde, eski teoriler ile yeni teoriler arasındaki çatışmanın keskinleştiği anlar olur. Genel bir teori düşmanlığı, böyle anlarda, yeni teorilerden hoşlanmayanlarca silah edinilir. Örneğin Tarih alanında kimileri, insanlık tarihi için az ya da çok kapsamlı nedensellik genellemelerinin, aşamalandırmaların ve gelişme yasalarının araştırılmasını, kâh «tek-yanlılık», kâh «kadercilik» diye adlandırarak, eklektizme ve bilinemezciliğe geri çekilirler. Aslında onların tutumu kabul edilecek olsa, Tarihçiliğin tekrar teori-öncesine, betimselliğe, ampirisizme dönmesi gerekecektir.
    Yukarıdaki karşılaştırma ve benzetmeler çerçevesinde, Tarih Biliminin kendi betimsellik kertesini, bilinen (ilk başlarda sayıca sınırlı) toplumların (ilk başlarda görece aksak ve eksik) kronolojilerinin çıkartılması; (Mezopotamya, Mısır, Çin, Eski Yunan, Roma, Araplar, Batı Avrupa gibi) öncülüğü birbirine devreden uygarlık merkezlerinin, kendi çevrelerindeki kavimlere dair bilgileri arttıkça bu kronolojilerin çoğalması ve tamamlanması, hattâ birbirleriyle senkronize edilmesi diye tanımlayabiliriz.
    19. yüzyıl sonlarından bu yana, tarihî, arkeolojik, antropolojik, etnolojik ve dilbilimsel bilgilerimiz, muazzam bir artış gösterdi. Bu gelişmenin bir ekseni, incelenen kavim, topluluk ve toplumların sayısının alabildiğine çoğalması; bir diğer ekseni, bilgi zincirlerinin gitgide daha gerilere, yeryüzündeki varlığımızın en karanlık dönemlerine doğru uzatılması; bir üçüncü ekseni ise, görece iyi tanınan uygarlıklara ilişkin, zaten mevcut bilgi öbeklerinin derinleştirilmesi ve ayrıntılandırılması oldu. İlkel kollektivist, köleci ve feodal (ya da köylü) üretim tarzlarının iç işleyişi hakkında, doğal olarak, Marx’ın zamanındakinden çok daha fazla şey biliyoruz.
    Bu çerçevede, bugün yeryüzünde Marksist olan ve olmayan diye iki ayrı tarihçilik değil, Marx’ın katkılarıyla büyümüş tek bir Tarih Bilimi vardır.
    [Halil Berktay-Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türklerin İktisadi ve Toplumsal Tarihi]

  918. 916, Benzeyen Benzeyene Benzediğini Okuya Okuya Benzer
    (Özür dilerim, bu başlık orijinal değil ama olsun)
    Siz ve bu sitedekilerin hemen hemen hepsine benzeyen bir örnek: 917
    Herif Nuh zamanından kalma. Darwin’in evrim teorisini, Darwin’in kopyası ve kendinin putu Marks’ı çorba yapmış satıyor. Kuru kafalıların bile güleceği, bilgiyle bilgi edinme metodunu çorba etmiş. Dincilerin ne kadar yobaz olabileceğini bir defa daha kanıtlıyor.
    Boş sözlerin enayiler arasındaki sonsuz gücünü bilen ırkçı ABD bile bu çorba masalından vazgeçti, güzel bir kıvırdı (diyalektikleştirdi):
    ” çorbada tüm katılanlar aynı tadı alıyorlar (aynı 917’ı yazan ve sizler gibi), artık ülkemize çorba değil, salata adı daha yakışır, salatada her katılanın tadını alırsın!”
    Belki, biriktirdikçe biriktiren, sizlerin devşirip durduğunuz veri-bankasına benzeyen banka gibi soyutlar toplayıp kabız olmuş AZİZ EVLİYA ÂLİM BİLİM adamlarının gittikçe artan bilgilerine şükür, bilgi artıyor aptallar çoğalıyor. Bu AZİZ BİLİM adamlarının son altın yumurtaları olan evrim psikolojisi ve gen teorileri doğru olabilir. Sizler de benim hakkımda vardığınız kararla bu terorlere katıldınız:
    “İçinizde 45 yıldan fazla biriktirdiğiniz öfkeyi yanlış yerlere boşaltıyorsunuz!”
    (Here is that psychology again! Yine karşımıza her kapıyı açan MODERNLİK ANAHTARI PSİKOLOJİ çıktı!)
    Belki bu 917 bilgiç- Darwin-Marks putlar, 911 yazımda belirlediğim bu Altın Düşünce’nin sahipleri gerçekten haklılar. Bu saçmalıklar ve yalanların 10 bin yıllık bir tarihi olduğunu unutmamalı, bunlar önce zavallı annemle babamın genlerinde BİRİKMİŞ, sonra bana geçmiş, bende bu herif ve sizler gibileri duya duya, okuya okuya hem genlerimde BİRİKEN ALIN YAZIMIN, farkında olmadan (yine o Freud!) mağduru olmuşum hem de sapkınlık yapıp değişmez ALIN YAZIMA (GENLERİME) birkaç çizik daha atmışım.
    Bana kafayı neden yediğimin bilimsel (veya bu herifin dediği gibi tarihsel, veya evrimsel) ipucunu verip beni uyardığınız için teşekkürler. Daha önce bu uyarı yapılmıştı ama Allah’dan gelen mesajlar gibi, sadece beni uslandırmak, ıslah etmek için yapıldığını sanıp çöpe atmıştım.
    İŞİNİZDEN ÇIKIN! ÇOCUKLARINIZ ÇOK DAHA UYANIK BÜYÜRLER! KORKU İNSANIN RUHUNU HARAP EDER! KORKU DÜZENİN EN ETKİLİ ŞANTAJIDIR!*
    *Sizler sık sık şantaj yaptığınız için bu sağcı-solcu taktiğini sonsuz özümsemişsiniz sonsuz iyi biliyorsunuz! Kullanması dilinizden sonsuz doğal akıyor!

  919. Sayın (pipsqueak) 915'e

    Sayın “pipsqueak” 915,

    Şu hususlarda emin olmanızı umuyoruz:

    === 1 ===
    Sizin bu sayfada 30 Mayıs 2015’ten beri (yukarıda ’18’ numaralı metninizden beri) yazdığınız HER KELİMEYİ HARFİ HARFİNE takip ediyoruz, ANLAMAYA GAYRET EDİYORUZ!

    === 2 ===
    Yazdığınız onlarca referans isme (insan ismi, makale ismi, kitap ismi, dergi ismi, alıntılar vb) odaklandığımızı, ve bu isimlerin büyük kısmını İLK KEZ ŞAHSINIZIN SAYESİNDE ÖĞRENDİĞİMİZİ bilmenizi istiyoruz!

    === 3 ===
    Siz ortalığa kamyon kamyon öfke boşaltmaya devam etseniz de, ne kadar büyük yardımınız olduğundan pek haberiniz yok! Çünkü öfkeniz, şuurunuzu hapsetmiş gibi gözüküyor (yanılmayı ne çok isteriz!) Siz ‘moda tabirle!’ megaloman biri değilsiniz, megalomanlıkla uzak yakın ilginiz yok! Sizin en büyük problemlerinizden biri, öfkenizin, beyninizin her hücresini hapsetmiş olması! Hâlbuki, sizin ‘çağdaşınız!’ olan Ulrike Meinhof’a biraz kulak verseydiniz, öfkeniz size bu kadar zarar vermeyebilirdi!

    Sayın “pipsqueak”,

    ( http://www.gunzileli.com/ ) sitesinin kod yapısı, size yazdığımız metnin bütününü kabul etmedi. Kısım kısım yazıp göndermeyi denedik, yine kabul etmedi. Bu nedenle: SİZE CEVABIMIZIN BÜTÜNÜNÜ OKUMAK İÇİN ŞU ADRESE TIKLAYINIZ ( http://pipsqueak-915e-cevap.tumblr.com/ )

  920. Akıl ilerledikçe tepkisellik ortadan kalkar. Bazı kişiler en doğruyu bildiklerine, kendileri dışında hemen herkesin yanlış düşündüğüne inanmalarına rağmen tepkisellikte karşı oldukları çoğunluktan geri kalmazlar. Gerçek bir muhaliften çok, iktidar savaşının bir kaybedeni gibidirler.

  921. Çağdaş Ruhsallığın Tanımına Ufak bir Katkı
    Zamanımıza egemen dinsellik, ruhsallık, maneviliğin içerisi eski ve geleneksel dinsellik, ruhsallık, maneviliğin içerisinin aynısı, özdeşidir. Fakat biçimleri, tezahürü, belirtileri o kadar ayrıdır ki eski ve yeni ruhsallığın müminleri düşmandırlar. Çağdaş ve modern müminler eskileri hor görürler, bağıl inançlara inanır ve kandırılmış sayarlar. Çağdaşlar ruhsal olmadıklarını iftiharla sergilerler. Akılla hareket ettiklerine inanırlar. Aklını oynatanların beyinlerinde bir “bozuk” çalışma olduğuna, kimyasal dengesizlik olduğuna, elektrik sinyallerin gerektiği gibi iletişim yapmadıklarına ve hatta her türlü normalden sapmaların genlerde yazılı çizili olduğunu iddia ederler. Kısacası materyalist – bilimseldirler.
    Çağdaş ve modern maneviciler batıl inançlardan arınmış, hakikati gün ışığı gibi görürler. Görmeseler bile hiç değilse “gören biri vardır” rahatlığı içinde huzurlarını kaybetmezler.
    Not: Batı’da modern bilimin kök almasının nedeni, her şeyi bilen birinin olduğuna (yani “gören biri vardır” düşüncesi) ve Sicilya Müslümanlarından aldıkları “her şey O’nun elinde” inançlarından kaynaklandığı savunulur. Kısacası, aynı kapitalist-burjuva dünya görüşü gibi, DÜZEN ve TÜM BİLGİ MÜMKÜN inancı.
    Bu zamanımız dinselliği kendini nasıl gösterir?
    Yeni, modern, ilerici, aydın, zeki çağdaş ruhsal, her türlü yaşayan varlıktan, fiziksel temastan kaçınır uzaklaşırlar. Eğlencesini televizyonla, konuşmasını telefonla, müzik dinlemeyi CDlerle, öğrenme ve düşünmeyi kitaplarla, başkalarını görmeyi film seyretmeyle, ekranlarda görmeyle gerçekleştirir. Tüm ilişkiler somutluktan sıyrılıp soyutlaşırlar. (Bu her şeyin soyutlaştırılması modern bilimin başarısın sırrıdır. Yaşamın pisliği, düzensizliği, aseptik oluşunu sevmeyen bu pak temiz bilim adamları soyutluk ve nicelikle ölüme taparlar.) Hem kendi et kemiği hem de diğerlerinin et kemiği çağdaş ruhsalı tiksindirir. Diğerlerinin canlı seslerini işitmek istemez, ekranda görmeyi tercih eder. Diğerleriyle yüz yüze temas etmek istemez, diğerinin ekrandaki gölgesini tercih eder.
    Bir alay etme çağdaş ruhsalları çok güzel anlatır:
    Tiyatroda, sahne arkasında yangın çıkar. Soytarı seyircileri uyarmak ister. Seyirciler soytarı espri yapıyor diye gülerler. Soytarı ısrar eder, seyirciler daha da çok gülerler. İşte dünya bir soytarılığa inanan çağdaş ruhsalların kahkahalarıyla sona erecek.

  922. İtalyan Turistler
    İtalyan turistler “Türkiye’de asla yolunu kaybetmezsin, bir Atatürk heykelini bul, hep İLERİYE (BATI’YA) bakr (Arapça bir sözcük)”
    Aynı nedenden 920 yolunu hiç kaybetmez, hep kafası İLERİDE.
    Zavallı Türkler, zavallı 920ler! Aşağılık duygusu içinde İLERLEMENİN 920 gibi az öz özdeyişlerle geçinenler, cahiller, sefiller, ücret köleleri, bilgiçlik özentisi içinde bilgi açlığı yaşayanların üssel artığını taş uykusundalar. Aylık maaşlarının verdiği huzurla aynaya baktıklarında kendilerini mavi gözlü sarışın Atatürk torunları olarak görürler. Makine yapma bilgilerinin üssel artışının salakların üssel artışıyla doğru orantılı olduğunu, İLERLEMENİN bizi içinde bulunduğumuz rezalete sürüklediğini görmeyecek kadar modernlik ideolojinin (yani enayilere dağıtılan şekerlemenin) büyüsü içindeler.
    Bilgi ancak bilgisizler dünyasında değer kazanır!

  923. Her şeye muhalif ve çok radikal görünen bazı kişiler, tıpkı karşı olduklarını zannettikleri insanlar gibi, toplumsal sorunların köklerini görmezler, tabana değil yüzeye bakarlar. Toplumsal bunalımların yukarıdan aşağı önlemlerle çözülebileceği düşüncesini taşıdıklarının farkında değildirler. Kişinin, içinde yaşadığı sosyo-ekonomik koşullardan bağımsız hareket ettiğini varsayarlar. Onların düşüncesine göre, “Tarihi insanlar yapar, ama bunu keyiflerine göre değil, kendilerini içinde buldukları ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” demek doğru olmaz.

  924. Çağdaş Ruhsalların Camileri
    Not: cami sözcüğü cemaat sözcüğünden türer. Cuma sözcüğü de öyle.
    Çağdaş, modern, ilerici, bilim-teknikçi, seküler, laik, ateist, burjuva-burjuva değil, dinsel-dinsel değil, okulla medya vahşi evliliğin Büyük Patlamasından (big-bangden) doğan asi çocukların, ünlü büyü asası diyalektik mahsülü garip mahlukların ayin yerleri, camileri, tapınakları:
    FACEBOOK, TWİTTER, YOUTUBE, TELEVİZYON, GAZETE, MEDYA, SOSYAL MEDYA.
    Tek bir cümleyle, beraber-beraber değil diyalektik mucizesi, yalnızlar kalabalığı.

  925. === OTORİTESİZ İKTİDAR ===

    Sayın “pipsqueak” 915,

    “Otoritesiz İktidar” kavramı ile ilgili cevabımızı yazdık ve siteye gönderdik. Fakat sitenin kod yapısında sorunlar çıktı.

    ( http://www.gunzileli.com/ ) sitesinin kod yapısı, size yazdığımız metnin bütününü kabul etmedi.

    Kısım kısım yazıp göndermeyi denedik, yine kabul etmedi.

    Bu nedenle: SİZE CEVABIMIZIN BÜTÜNÜNÜ OKUMAK İÇİN ŞU ADRESE TIKLAYINIZ ( http://pipsqueak-915e-cevap.tumblr.com/ )

  926. 923 Veya Rahip, Hacı Hoca Umutları
    Zavallı Marks İncil veya Kura’n yazdığının farkında olsaydı, böyle papağanlık yapanların kendine imam olacaklarını bilseydi belki hiç yazmazdı. Bu müminlerini duyunca kızgınlığından mezarında dönüyordur. Nasıl bu hacı hocalar dinden nefret eden İsa adına din yarattıysalar, Marks’ın hacı hocaları da Marks’ın keskin inceleme ve eleştirilerini acizlik ve bilgisizliklerini örtme şantajına çevirirler. Zavallı Marks donar. Ne ileri gidebilir ne geri.
    10 bine yakın bir yıldır yukarıdakiler toplumların bunalımlarıyla geçindiler, bunalım onların gıdasıydı, virüsler gibi salt canlıların varlıklarıyla varlıklarını sağladılar. Alttan bir şeyler yapmak isteyenleri kırımdan geçirdiler, diğerlerini sürü halinde bu 923 benzeri imamların “bekle eşeğim yaz gelecek” dualarının umutlarıyla peşlerinde sürüklediler.
    Krallar, sultanlar, padişahlar, imparatorlar, kapitalistler, zenginler, kişinin içinde yaşadığı sosyal-ekonomik-psikolojik-biyolojik-coğrafik-ruhsallık-antropolojik-jeolojik-kimyalık-bilim ve tekniklik – endüstrilik-bankacılık-hastalık-gençlik-ihtiyarlık- dindarlık-politik-devletçilik- bürokratik- okulculuk-artık değerlik-emekçilik-eylemcilik-teorik- pratik gibi geçmişten kalan koşullarla değil, 923 gibi dâhilerin kafalarından fışkıran zekâyla tarihi yaptılar. Bu yetmez gibi ve yine 923 benzerleri dâhilere bu becerilerini yazdırdılar.
    Yazık. Devasa Marks devasa hatalar yaptı ama böyle basmakalıp formüllere indirgenecek kadar alçaltılmayı hak etmez doğrusu.

  927. Doğada yaşaması gereken Bilim-Teknik-Uygarlık düşmanlarının burada işi ne?
    Bırakmaları gereken yer sadece burası da değil.
    Yaşadıkları şehir/ev, yediklerini-giydiklerini almak için kullandıkları para [bunları dikmek, ekip-biçmek, avlamak veya yağmalamak için gerekenleri parayla almadan kendileri üretmeleri gerekir], bindikleri araçlar [uygarlığın evcilleştirdiği hayvanlar ve onların çektiği arabalar dahil], görüşemedekileri sevdikleriyle konuşmalarını/mesajlaşmalarını/yazışmalarını sağlayan araçlar, şimdiye kadarki bilgilerini edindikleri kitap/ansiklopedi/dergi/internet yazıları [okuma-yazma öğrenmeleri yanlış, bir daha hiçbir şey okumamalılar], haberleri duymalarını sağlayan radyo/televizyon/ilanlar, gözleri görmüyorsa taktıkları gözlük/lens veya oldukları lazer ameliyatı, sakat iseler protez ve tekerlekli sandalyeler, ölecek bile olsalar almamaları gereken her türlü tedavi/ilaç/ameliyat/organ ve kan nakilleri…

  928. 927
    Ne Mutlu Atatürk’ün Oğluyum Diyene!
    “Doğada yaşaması gereken Bilim-Teknik-Uygarlık düşmanlarının burada işi ne?
    Bırakmaları gereken yer sadece burası da değil.”
    Bu devrimci Bilim-Teknik-Uygarlık gardiyan- komisarının tek hatası biraz geç kalmış olması. Bu zavallı Marks-Engels-Lenin ve özellikle Mao ve Stalin trenini kaçırmış. Veya daha önce belirlediğim gibi aslında bu sitede Atatürk dilinden başka konuşan biri çıkmıyor. Hep b*k aynı b*k, sinek değişiyor: marksizm, anarşizm, devrim, sol, falan filan. 927 konuyu anlamıyor ama mükemmel bir asker: düşmanını ölümle, var olmamakla tehdit ediyor. Zaten mükemmel askerlerin en büyük silahı bu.
    Bu zavallı, köküne kadar yuttuğu ideolojik yalanları, tehditleri, şantajları iyi ezberlemiş bir robot. Bir ilk okul çocuğu. Hocaları da yukarıda saydıklarım artı bu sitedeki diğer bolluk düşünmekten başka bir düşünceleri olmayanlar.
    Bu başkalarının becerilerini ele geçirmek için hayatını ücret köleliğiyle geçiren zavallı insanda tiksinti yaratıyor.
    Bu okumaktan laf eden zavallı, lafını ettiklerinin insanın yeryüzündeki 4 milyon varlığına kıyasla bir günde bir saniye bile sayılmayacak kadar az olduğunu bile bilmiyor. Överek göklere çıkardığı kendi gözlerini kamaştıran ıvır zıvırları özgürlüklerine tercih etmeyenlerden bihaber bir zavallı.
    Oku oku, hiç değilse Goethe’nin Faust’unu oku, diğer sahte bilgiçler gibi falan filan olma!

  929. Öfkelen, öfkelen açılırsın.
    Bundan başka bir şey üretmiyorsun zaten.

  930. 929
    Yoksa sen eski Marksist-Stalinist, sonra anarşist, şimdi de tekrar o güzel Marksist günlere dönen, Bolşevikleri devrimci sanan, ilerici hücre ulu şefi falan filanlardan mısın? Söylediklerim batıyor değil mi? Dillencilikle düşünmeyi karıştıran zavallı köle.
    Köleliğinden memnun olanlar öfkelenmezler. Varsa bir bildiğin yaz, korkma: Cahillik ayıp değil, öğrenmemek ayıp.

  931. Sayın (anonim) 927'ye

    Sayın “anonim” 927,

    Muhtemelen bu sayfayı henüz keşfettiniz, ya da uzun süredir takip ediyordunuz ve görüşlerinizi yazmaya karar verdiniz.

    “928”de yazdıkları ile size cevap veren kişi sayın “pipsqueak”; üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir şahsiyet. Bunu şaka olsun diye değil; yazdıklarını 28 Mayıs 2015’ten beri takip eden “Beyaz Ya-LA-ka”lar olarak söylüyoruz.

    Sayın (anonim) 927; sayın “pipsqueak”, [bilim-teknik]e karşı değil. Eğer bu konuda neler düşündüğünü öğrenmek isterseniz, daha yukarıdaki yorumlarını okumalısınız.

    Sayın “pipsqueak” bir hata içinde, bu hatasını görmemekte ısrar ettiği için yanlış aktarımlar yapıyor:

    İşte o hata:

    Sayın “pipsqueak”; “medeniyet”e karşı değil,
    Sayın “pipsqueak”; “modernite”ye karşı!

    Kendisi bu iki akım arasındaki ince çizgiyi görmeyi reddettiği için; tespitlerinin çoğunda ne yazık ki hata yapıyor.

    Durum bundan ibaret.

    (Not: Konu hakkında detaylı referanslar için, yukarıda “910” numaralı metnimizde yazdıklarımızı sizin de dikkatle okumanızı öneriyoruz sayın [anonim] 927.)

  932. Darwin Makineler Arasında; veya Tarihte Marks, Atatürk, Anarşistlerin okumadığı Sayfalar; Veya Geride İlerde Olanlardan İlerde Geride Olanlara Uyarı; Veya ve en iyisi, Kedi fareyle nasıl eğlenir.
    Not: eğlenceler [] içinde
    Gün be gün gelişen mekanik araç gereçlerin çağdaşlarımızda haklı olarak gururunu okşar. Bu ilerleme çok türlü açıdan tebrike değer.
    [Yaşasın Atatürk! Yaşasın Marks! Yaşasın Her ikisinin 927 ve benzeri Sonsuz Çeşit Müritleri!]
    [Bu gelişme becerileri en son 927 daha önce benzeri hilkatler saydılar, tekrarlamaya lüzum yok.]
    Bizi burada ilgilendiren, bu gelişmenin insanlığı sürüklediği gelecek, insanlık üzerindeki etkileri. Bu düşünce kibrimizi kırabilir.
    [Bu uyarı 927 ve klonları için geçerli değildir. Bunlar estetik ameliyatla burunlarını kırıp küçültür, taş uykusuna dönerler.]
    Eğer bu alanda daha önceki gelişmelere bir göz atarsak, havyanlar ve bitkilerin evrimine kıyasla makineler evriminin dev adımlarla ilerlediği inkâr edilemez. İster istemez bu güçlü hareketin sonunun neye varacağını sormak kaçınılmaz oldu. Yönü ve eğilimi ne? Ne sonuçlar yaratacak? Çözüm var mı?
    [Bu kuşku da, yaratıcı tanrıları modern bilim-teknik olan 927 ve klonları robotlar için geçerli değildir. Artık hayvan olmadıklarından yaşamı yok etmeye azimli bilim-teknik tanrılarının becerilerini alkışlarlar.]
    “Mekanik hayat”, “mekanik âlem”, “mekanik dünya” sözleri kullanılır. Bu sözler ne demek? Madde âlemi bitki âlemini, bitki âlemi de hayvanlar âlemine dönüştü. Ama son iki üç yüz yıl yepyeni bir âlem fırlayıp ortaya çıktı. Bizim sadece ucunu gördüğümüz bu ırk, gelecek nesiller Nuh öncesi bir ırkın modeli olarak algılayacaklar.
    [927 ve klonları 1863’de “son iki üç yüz yıl” olarak bilinen ve hakkında milyonları aşan yazıların cahilliği içinde 2-3 yüz yılı 4 milyonla aynı sayarlar. 1863’de yazılmış bu yazı 927 ve klonlarının var olacaklarını görür. Sadece onların biz hayvanlarla alay etmeyle programlaştıracağını görmez. Yaşasın Okullar! Yaşasın Medya! Yaşasın Marks! Yaşasın Marks’dan dönek Anarşistler! Yaşasın Ivır Zıvır Satanların Beyin Yıkaması!]
    Doğa tarihi ve makine bilgimiz son derece kısıtlı. Makineleri cins, alt cins, tür, çeşit ve alt çeşit sınıflarına ayıramadığımız, çok çeşitli özelliklere sahip makineler arasındaki bağları saptayamadığımız için özür dileriz. Doğal seçim veya ayıklama, bitki ve hayvan âlemlerindeki evrimi becerdi. Aynı beceriyi insanlar arasında makineler becerdi ama bunun bilgisi bizi aşar. Bu konuyu, ilgili diğer bilgi ve incelikleri eğitim ve yeteneği bizden çok daha yüksek olanlara bırakacağız.
    [Eminim burjuvalığın en büyük hastalığı ÜRETKENLİĞE yakalanmış olan 927 ve klonları bunu becerir. Hatta belki bu arada Panglossian papağanı olduklarının farkına bile varabilirler. İnşallah! ]
    Bu yönde bir ipucu: nasıl en alt devasa omurgalılar evrimle çok daha düzenli canlılara dönüştüklerinde küçülürlerse, bir benzeri süreç makinelerin küçülüp gelişme ve ilerlemesinde de saptanır, örneğin saat. Fakat ilerde saat de, bazı sürüngenler gibi, soyu tükenmiş bir ırkın kalıntısı olarak müzelerde sergilenecektir.
    Hafifçe değindiğimiz makinelerle ilgili görüşlerimizle gönderme yaptığımız asıl soru şu: Dünyaya egemenlik nasıl bir yaratığa miras kalacak? İnsanın halefleri kim olacak? Bu sık sık tartışılır. Unutmayalım ki, kendi halefimizi kendimiz yaratıyoruz; her gün makinelerin fiziksel yapısına yeni bir güzellik, yeni bir incelik katıyoruz; her gün onlara kendi kendini düzenleme, kendi kendine işleme gibi yeni güçler veriyoruz: makinelerin bu güçleri, insanların beyin gücüne tekabül edecek. Zamanla kendimizi aşağı bir ırk göreceğiz; güçte aşağı, kendi kendine hâkim olma da aşağı, her şeyde aşağı bulacağız.
    [Mucize! 1863’de bu sitede dolup taşan Marksist, anarşist, solcu, devrimci, ırkçıların ilkeller hakkında düşündüklerini gören olmuş!]
    Makinelere, gelmiş geçmiş en akıllı insanların hedef aldıklarına erişmiş varlıklar gözüyle bakacağız. Ne kötü tutku, ne kıskançlık, ne tamahlık ve kirli istekler bu görkemli yaratıkların sakinliğini ve huzurunu bozabilecek. Hiç biri günah, ayıp ve üzüntü yaşamayacaklar. Sürekli sakinlik içinde olacaklar. İstek diye bir şey bilmeyen bu ruhların huzurunu hiçbir pişmanlık bozmayacak. Asla hırs işkencesi yaşamayacaklar. Nankörlük bir an bile onları tedirgin etmeyecek. Suçlu vicdan, ertelenmiş umut, iş yerinde asilik bilmeyecekler.
    [Bunu Freud da gördü ve adına “ölüm içgüdüsü” adını verdi. Öfkelenmeden arınmış 927 ve klonlarının rahatlığının açıklaması aşağıda.]
    Eğer “beslenmek ” isterlerse (ki bu laf bile onları canlı varlıklar gibi algıladığımızı dışa vurur), ödevleri ve çıkarları bu görevi icra etmek olan sabırlı köleler gerekeni becerirler. Eğer bozulurlarsa, yapılarını enine boyuna bilen doktorlar müdahale ederler. Eğer ölürlerse ki bu yüce ve görkemli varlıklar bile evrensel tüketim yasasına uymak zorundadırlar, hemen yeni bir varoluş safhasına girerler. Çünkü hiçbir makinenin tüm parçaları aynı anda ölmez.
    Yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız durum gerçekleştiğinde, köpekle at insana neyse, insan da makineye o olacak. İnsan var olmaya devam edecek, hatta ıslah olup ilerleyecek, ve hatta makinelerin iyiliksever idaresi altında evcilleşmiş haliyle günümüzdeki vahşiliğinden daha bir şartlar içinde yaşayacak. Biz, genellikle, atlara, köpeklere, inek ve koyun sürülerine şefkatli davranırız; onlara deneyimlerimizle öğrendiklerimiz yararlı olanların en iyilerini veririz ve kuşkusuz et yememiz bu alttaki hayvanların mutluluğunu kısıtlayacağına çok daha arttırdı. Makinelerin varlığı da, ayni bizim varlığımızın bu hayvanlara bağı olduğundan, makinelerin de bize şefkatli davranacakları şüphe götürmez. Makineler, bizim koyunlara yaptığımız gibi, bizi öldürüp yiyemezler. Sadece doğum yapmada değil (zaten üretim ekonomilerinin bu kesimleri daima bizim elimizde olacak), onları beslemede, tedavide, ölünce parçalarını yeni makinelerde kullanmada bizim servislerimize ihtiyaçları olacak. Kendi kendilerini üretme organları geliştirene kadar varlıklarını sürdürmeleri insana bağlı kalacak. İnsanların çıkarı bu yönde olduğundan, doğru ki, eninde sonunda bu organlar geliştirilecek. Hiç bir sevda günümüz çılgınlığı olan iki buhar makinesinin birleşip bebek yapmasını görme sevdasını aşamaz. Yine doğru ki, şu an bile bazı makineler kendi çocuklarını yapmada kullanılıyorlar. Ama zayıf hayal gücümüzle makineler arasında flört veya kur yapma, evlilik tasavvuru hayli güç.
    [927 ve klonları sevişmeyi, bir birinin sırtını okşamayı, birbirinin derdini paylaşmayı sosyal medyayla başarıyorlar. Makinelerin makine yapması, birleşip doğurmaları, ÜRETKEN olmaları, bu makine müminlerini zevkten dört köşe ederler. ]
    Ne var ki, her geçen gün, makineler bize göre mesafe kazanıyorlar; her geçen gün onlara boyun eğen uşaklar oluyoruz; makinelere bakım yapan, kölelik eden, tüm yaşam enerjilerini makineleşmiş yaşamın gelişmesine sarf eden insan sayısı her geçen gün artıyor. Sorun zaman meselesi. Makinelerin dünyaya ve, az kalsa da, yaşayanlara egemen olacakları felsefi düşünen biri için su götürmez bir gerçek.
    [Müjde! 927 ve klonlarının programlarına uşaklıklarını sevme eklendi. Eklenen program bu uşakların, 4 milyon yıl insanların kendileri gibi robot olma özentisi içinde oldukları robot marşını şakırdatır.]
    Biz onlara karşı derhal ölüme dek bir savaş açılmasını düşünüyoruz. Her türünün iyiliğini isteyen her ve her türlü makineleri yok etmelidir. Hiç bir istisna tanınmamalıdır, hiçbir acıma gösterilmemelidir; ırkımızın ilk çağına, ilkelliğe dönülmelidir. Eğer bunun imkânsız olduğu ileri sürülürse, bu, sadece iş işten geçmiş, köleliğimiz gerçekten ve içtenlikle başlamış, yok edilmeleri gücümüz dışı mahlûklar yarattık, sadece köle değil köleliğimize mutlak boyun eğiyoruz demektir.
    [Şu an, 927 ve klonları dünyanın %99’u. Karamsar olmamak zor ama bu kendini insan sananlarla dalga geçmek çok hoş. Hele benim gibi gülmeyi seks kadar seven biri için!]
    Samuel Butler 13 Haziaran, 1863
    Çeviren: Tarihin oyun eseri olduğuna daha çok inanan biri. Veya çocuklar için dünya oyuncak, 927ler için dünya meta.
    ======================
    931
    HAYIR! BEN MEDENİYE’TE KARŞIYIM VE MEDENİYET VE MEDENİYET’İ SAVUNANLARDAN NEFRET EDERİM!

  933. Sayın (pipsqueak) 932'ye

    Sayın “pipsqueak” 932,

    Size hatanızı gösteriyoruz; görmemek için direniyorsunuz!

    Siz; “medeniyet”e karşı değilsiniz!
    Siz; “modernite”ye karşınız!

    Eğer, şahsınıza gönderdiğimiz “910” numaralı metnimizdeki referansları dikkatle incelerseniz; hatanızı kendi gözlerinizle görürsünüz!

    Ama bunu yapmaya pek istekli değilsiniz gibi…

    Elias Canetti’nin muhteşem eseri (1935) “Körleşme”den “Doktor Peter Kien”ı taklit etmeyi niçin bu kadar çok istiyorsunuz; anlamakta güçlük çekiyoruz!

  934. 932
    Bütün yazdıklarınızı, ‘bilgisayar teknolojisi’ ve ‘internet teknolojisi’ sayesinde bizlere okutabildiğinizin farkında mısınız?

  935. Quia par in parem non habet imperium.

  936. 931
    Sizler sonsuz ince düşünerek hatamı güzel görüyorsunuz. Ama bunun kaynağının yöntemsel olduğunu görmüyorsunuz. Anlamak için ayırıp sınırlar çizmek ve sonra bir sentez yapmak yararlı oluyor. Ben sınırlara saygı olması yönünde, her zaman başarılı olamasam da, uyarılarda bulunmak istedim. Örneğin, bilgiyle modern bilim aynı değil, teknikle modern bilim aynı değil, her türlü ticaretle kapitalizm aynı değil, kan bağlarına dayanan toplum düzeniyle Devlet’e dayanan toplum düzeni aynı değil, tarihte kadınlara karşı haksız davranmalarla, kadını ev hanımı yapan kapitalist düzen aynı değil. Benzeri karıştırmalara bu sitede rastladıkça eleştirilerini yapmaya çalıştım. Karıştıranlar süper modern olduklarından siz benim modernliğe karşı olduğum sonucuna vardınız. Sınırları saptamak, farklardaki incelikleri görmek insanı tanımamıza çok yardımcı oluyor. Ne var ki, bu analitik yaklaşım bazı ve özellikle insanı en fazla meşgul eden konularda çoktan iflas etti. Cansız varlıklarda kullanılan bu yönteme sadece kuru kelleler, robot olmak isteyenler, makine ve bolluğa tapanlar hala sarılmışlar. Hareketin parçalara ayrılamayacağını 2400 yıl önce Zeno gösterdi (sinemada gördüğünüz hareket statik anlardan oluşur), insan, insan beyni, insan sağlığı (tabii sağlık bürokratları doktorlar hariç), canlı varlıklar, toplumlar parçalara ayırıp yeniden toparlamayla anlaşılmaz. Anarşistlerle Marksistler arasındaki farkın anarşistlerin çok daha cahil oldukları ilkesinin doğru olduğunu bu sitede defalarca gördüğüm için çok daha ince örnekler vermek istemiyorum. Ulu şefiniz hemen benim kafayı yediğimi müritlerine ilan edip beni ciddiye almamalarını tembih eder.
    Biçimsel (formal) düşünme büyük hatalara yol açabilir. Ben kendim genellikle içeri veya öz veya varılan (substantial) düşünmeyi çok daha tercih ederim.
    Örneğin biçimsel açıdan taş yontmayla atomdaki protonu parçalayarak enerji üretip insanın kullanacağı hale sokmak aynı. Böyle milyonlarca biçimsel benzerlikler ucuz cahillerin ağzında bilgiçlik çikleti olur.
    Ama biçimsel düşünmeyi öcü etmek de doğru değil.
    Örneğin modern bilimle kapitalist-burjuva dünyası aynıdır. Zaten tarihsel olarak da birbirleriyle, aynı Devlet ile Kapitalizm gibi, iç içe geliştiler. Din, kapitalizm, modern bilim aynılar: her üçü de “Gökte düzen varsa, yerde de düzen olmalı.”, baş belaları. Tam eski dinden yeni dine, bu sitenin dolup taştığı Marksist-Kapitalist-Faşist-Anarşist –Irkçı kısacası bolluk ve makinelere tapanların dinine, geçişte Newton, nasıl gökyüzünde gezegenler güneş etrafında dönerse, elma da o yüzden yere düşer, altın yumurtasını boşuna yumurtlamadı. Tam organik görüşten ölü görüşe, bu sitenin dolup taştığı tek ve tek madde ve hareketten oluşan Marksist-Kapitalist-Faşist-Anarşist –Irkçı kısacası bolluk ve makinelere tapanların görüşüne, geçildiğinde ünlü filozoflar dünyanın sadece madde ve hareketten oluştuğu altın yumurtasını boşuna yumurtlamadılar. Ruh beyin oldu, ruhsallık kişisel inanç oldu. O yüzden yeni, laik, seküler, akılcı, eğitimden geçmiş, beyinleri tertemiz dinseller dinci olduklarını görmezler. Ne olur ne olmaz, ellerini yakar veya kendilerini aynada görürler korkusundan eski dinlerin kutsal kitaplarını açmazlar. Hatırlatırım: W. Benjamin, “tüm politik ideolojiler üstü örtülü teolojiler.”, dedi.
    Haklı olduğunuz taraf bu her şeyi çorbaya çevirenlerle alaylarım. BEN MEDENİYET’E VE BİLİM-TEKNİK’E BÜTÜN VARLIĞIMLA DÜŞMANIM. Bunu görmeniz veya görememeniz sizin yargınıza kalmıştır.
    Modernite Medeniyet’de bir safha. Göz kamaştırıcı bolluk yarattığı için bir türlü kurtulamadığımız bir baş belası. Ama asıl canavar Medeniyet.
    Ben kendim b*k içinde yüzen bir biçare olduğumdan öğüt vermekten kaçınırım ama bence siz işinizden çıkarsanız çok iyi olacak. Korku insanın ruhunu yok eder. 927 ve benzerleri korku ve ücret köleliği içinde yoğruldukları için köleliklerini yüzlerini vuranlardan nefret ederler. Siz bile bu sitede bunu defalarca, dolaylı da olsa, söylediniz. Sizi yetiştirenlerin korkusunu hasıraltı etmeyin, haklı olarak korktular. Hatta 1970lerde komünistliğin fitilinin tükendiğini kabullenen ABD koca kelleleri uzaydan saldırma masalları seçeneğini ciddi ciddi tartıştılar.
    Faust mutlak bilgi için ruhunu sattı, 927 ve benzerleri atılan bolluk kırıntıları için ruhlarını satmışlar.
    Not: siz hala benim haklı öfkemle, şapşallarla dalga geçmemi karıştırıyorsunuz. Hakim Bey, David Watson’la Murray Bookchin arasındaki farkın, David’in oynadığı diğerinin kalın enseli ciddi olduğunu söyler. Bu şahane güzel bir tespit.
    İşte ABD tarihin defalarca tekrar ettiğim özetler özeti
    Jollity and gloom
    were contending for an empire.
    Neşeyle gam dünyaya egemen olmaya yarıştılar.
    Nathaniel Hawthorne 1837
    İşte size bir yenisi:
    Toprağı hissediyor musun? Öldürülen Kızılderilileri mezarlarından çıkarmak, sanki hala cesetlerinde izleri kalmış hakikiliklerini bile çalmak isteğin …
    Amerikan Şair William Carlos Williams
    Biliyorum, bu sitede yazanlar, ulu şefleriniz, krallar, imparatorlar, sahtekarlar, Devletler, yalancılar, … hep kazanırlar. Tarih kazananların tarihidir!

  937. 935
    Siz galiba ‘bilgisayar teknolojisi’ veya ‘internet Teknolojisi’nde hayatını çürüten ufak bir memurusunuz. Zeka dereceniz bunu çok güzel gösteriyor. Şantajdan başka bir entelektüel yeteneğiniz yok.
    Ben 70lerde programcılık dersleri verdim. Burada birçok Türkiyelilerin Fransızca öğrenmek veya diğer mesleklerde verilen sınavlarda başarılı olmaları için sorulu cevaplı programlar yazarak onlara yardımcı oldum.
    Sanırım Marks’ın “Tarihi insanlar yapar, ama bunu keyiflerine göre değil, kendilerini içinde buldukları ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” alıntısıyla bilgiçlik fiyaka satan sensin.
    Her halükârda, dış ülkelerde sana benzeyenlerin önünde bir hata yapıp, faşist ruhlu olduklarının farkına varmadan, ülkelerini eleştirdiğimde senin gibi kalın enseli klonların hep “sevmiyorsan çık git!”, dediler. Türkiye’de de sana benzeyenler klonların Türk olup Türkleri eleştirmemde çelişki kokladılar. Faşistler ve düzenin savunucuları maşallah çeşit çeşit.
    Her neyse, Marks zamanında yaşamış olsaydın, onun nimetlerinden yararlandığı kapitalizmi tarihin en gaddar düzeni olduğu düşüncesine karşı da ağzından bu çirkin ve zavallı cahillik şantajlarını kusardın.
    Hapiste olanın hapisten çıkmak istemesi senin gibi hapiste olmayı sevenlere tuhaf gelmesi hem normal hem sapıklık. Ama üzülme bu site senin gibilerle dolu.
    Daha önce de demiştim, senin gibi bilgi küpü cahillerle dalga geçmek hoşuma gidiyor. Ama acıyorum da. Salt yaltakçılık yapmak için bana saldırmaların ne kadar küçük ruhlu olduğunu gösteriyor. Yazık!

  938. bu “maçta” ben de topa girmeliyim!
    … konuştuk bunları; yeni bir şey söylemem gerekli.. biliyorum..

    937.. pipsqueak…
    Ruh’una, isyanına saygı duyuyorum. Ama “somut koşulların, somut analizi” bağlamında görüşlerinizi paylaşmıyorum.
    Nasıl ki, “bir” tane sosyalizm yoksa, “bir” tane modernite de yok.
    Her “çağ” öncekinden “olumlu” şeyleri alarak yeni bir ilişki biçimi yaratmışsa…
    Bilim ve teknoloji, nasıl ki, salt burjuvazi’ye değil, insanlığa aitse..
    Çok şeye el koyduğu gibi kapitalist-burjuvazi bilim ve teknolojiye de el koymuşsa..
    Nasıl ki, özgürlük, ekmek ve adalet demokratikleşecekse…
    bilim ve teknoloji de bireylerin-kapitalistlerin mülkiyetinden “devralınarak”, ortak-yarar için kullanılacaktır.
    Bence siz, bilim ve teknolojinin kendisine değil, mülkiyet biçimine eleştiri noktasına gelemediğiniz sürece, “saçmalıyor” izlenimi uyandırmaya devam edeceksiniz…
    Bilim ve teknolojinin ortaklaşılığı, mülkiyetsiz üretilebileceği dünyada bu uğraşının çok neşeli bir oyun da olabileceğini düşünüyorum…
    Bebekleri, çocukları gözlüyorum.. o ateş saçan bakışlarını.. 8-10 yaşında sönmeye başlıyor… Toplumsal gericilik söndürüyor bu beyinleri…
    Bilim, deney, keşif.. bir oyun gibi, keyifli bir uğraş alanı olabilir.. geleceğin toplumunda…
    tabiat, tüm canlıları ve insanı da bu gezegende “denge” içinde yaşatmanın en büyük silahı artık, mülkiyeti bulunmayan, kâr amacı olmayan bilim ve teknolojidir…
    *
    Özlediğiniz “Taş Devrine” dönmek mümkün olsaydı, dönüp, yeniden buralara geleceğimizi düşünüyorum…

  939. Batı uygarlığını toptan ve tüm sonuçlarıyla reddetmek, kişisel düzeyde, saygıdeğer bir tutum olabilir. Taktığı gözlüğün ve yaktığı kibritin yaratıcılarına gönlünün bir yarısıyla bile olsa minnette kusur etmemek koşuluyla, kimi ender insanlar, modern-öncesi dünyanın daha sade ve daha manevi değerleriyle yaşamayı tercih edebilirler. Bulaşık makinasına, kredi kartına ve psikanalize ihtiyacı olmadan yaşamak, yabana atılacak bir felsefi ideal değildir. Bu yolu seçenlerin toplum yaşamına getirdiği zenginlik, bazen gözlüğü ve kibriti keşfedenlerinkinden az olmayabilir.
    Fakat kişisel düzeyde anlamlı olabilen bu idealin, bir toplumsal tercih olarak benimsenmesi, günümüzün dünyasında, mümkün gözükmemektedir. Batı uygarlığının ürünleri insanların ezici çoğunluğu açısından öylesine dolaysız ve öylesine tartışmasız bir şekilde caziptirler ki, bütün bir toplumu bunlardan vazgeçirmek ancak olağanüstü baskı ve şiddet tedbirleriyle, insan doğasına aykırı yasaklarla, terör ve katliamlarla birlikte düşünülebilir. Batı uygarlığının çağdaş dünyadaki alternatifi, barbarizmdir. Yakın dönemde ciddi ve tutarlı bir biçimde Batı uygarlığını reddetmeye çalışmanın bildiğimiz tek örneği, Kamboçya’da 1975-80 arasında hüküm süren Khmer Rouge rejimidir. Beş yılda ülke nüfusunun üçte birini katletmiş, buna rağmen başarılı olamayarak devrilmiştir.
    Batı uygarlığının ürünlerini sömürmekte hiçbir sakınca görmedikleri halde o uygarlığın kendisine, o uygarlığın kurumlarına ve o uygarlığın yaratıcılarına düşman olan toplumların tavrı ise, ancak ahlaksızlık ve utanmazlık gibi gayrı siyasi terimlerle tanımlanabilir. Küba “sosyalizmi” buna dahildir. Irak’ın, Libya’nın, eski Cezayir’in “üçüncü dünyacılığı” buna dahildir. İran’ın “İslamcılığı” da buna dahildir. Antibiyotikler sayesinde vebadan ve hummadan kendini koruyabilen bir toplumun, antibiyotiği keşfeden adamlara ve onları yaratan kültüre, sevgi şöyle dursun, merak bile duymaması; ya da gazete çıkararak fikirlerini yayabilen bir siyasi hareketin, matbaayı, ofseti, rotatifi, hurufatı, fotoğrafı, klişeyi, renk ayrımını, katlama makinasını, sanayi kağıdını, matbaa mürekkebini, süreli yayın fikrini, basın özgürlüğü idealini, kitle gazeteciliğini, makaleyi, düzyazı uslubunu, paragrafı, başlığı, mizampajı, punto hesabını, muhasebeyi, reklamı, dağıtım sistemini, o dağıtımı yapan kamyonları ve hatta o gazete muhabirinin giydiği lastik ayakkabıyı icat eden bir uygarlığın önünde saygıyla eğilmemesi, “fikir” değil, ancak cehalet ve ahlaki yozlaşma gibi kavramlarla ifade edilebilecek bir durumdur.
    Üstelik bu tavrın zararı sadece ahlaki değil, ekonomik ve kültüreldir. Ekonomiktir: çünkü tüketimine talip olduğu uygarlığın üreticilerine ve üretim sürecine düşman olmak, kendini ebediyen tüketiciliğe – ürettiğinden fazlasını yemeye – mahkûm etmek demektir. Kültüreldir: çünkü kendi yaşamını ve kendi zihnini biçimlendiren şeylerin aslını inkâr etmek, kendi kendini inkâr etmekle birdir. Yaşantısıyla inançları birbirini nakzeden bir toplum, sahtelikten ve iğretilikten kendini kurtaramaz. Yaşam biçimini açıkça savunabilecek fikirlerden mahrumdur: prensipte reddettiği şeyleri pratikte yapmak, pratikte yapmayı sevdikleriyle prensiplerini çürütmek zorundadır. Kendi koşullarını anlamaktan ve anladığını söylemekten kendini mahrum ettiği için, o koşulları geliştirecek, hatta değiştirecek donanımdan yoksundur; o iş için gerekli fikir ve ruh özgürlüğüne sahip değildir.
    Bu yüzden, böyle bir toplum, sömürücülük konumundan asla kurtulamayacak; özendiği ve nefret ettiği uygarlığa karşı, yaltaklanma ile meydan okuma arasında gidip gelen çürütücü ikilemi asla aşamayacaktır. “Tek dişi” olduğuna kendini inandırdığı medeniyeti kıskana kıskana, onun çelik zırhlı duvarı önünde darmadağın olan imanına içten lanet ede ede, kahredici bir korku ve kompleks batağında sonsuza dek debelenecektir.
    III.
    Batı uygarlığına son beşyüz yıldaki olağanüstü dinamizmini kazandıran etkenin veya etkenlerin hangileri olduğunu bildiğimizi ileri sürmeyeceğiz. Bizzat Batılı düşünürlerin beşyüz yıldan beri üzerinde anlaşamadıkları bir konuda kesin öneriler üretmek, bu kitabın boyutlarını aşar.
    Çeşitli yerli ve yabancı yazarların Batı uygarlığının “anahtarı” olarak ileri sürdükleri kavramlardan birkaçını sıralamak, işin zorluğu hakkında fikir verebilir:
    Hıristiyanlık, demokrasi, eğitim, laiklik, bilimsel düşünce, kapitalizm, materyalizm, sömürü, eski Yunan-Roma uygarlığı, akılcılık, çalışkanlık, Protestanlık, Katoliklik, bireycilik, Cermen ırkı, Haçlı zihniyeti, ılıman iklim, denizlere egemen olmak, cumhuriyetçilik, faiz, pozitivizm, çoğulculuk, çoksesli müzik, ademi merkeziyetçilik, domuz eti yeme alışkanlığı, “zulüm, kahır, tahakküm,” emperyalizm, matbaa, şapka.
    Birbiriyle bağdaşması kolay olmayan bu unsurlardan hangisi Batı uygarlığının püf noktasıdır? Batı uygarlığına özenen bir toplum, bunlardan hangisini uyguladığı takdirde başarıya ulaşmayı umabilir?
    Batı uygarlığını oluşturan kurum ve gelenekler arasında belirleyici olanlar hangileridir? Farklı kültürlere sahip toplumlara nasıl ve ne ölçüde uyarlanabilirler?
    Bu soruların tatmin edici cevabı yoktur. Ancak böyle bir cevaba ulaşmak için atılması gereken ilk adım, yeterince açıktır. Bu adım, şu ya da bu nedenle üstün konuma gelmiş bir uygarlığa karşı ilgi, merak, saygı ve hatta sevgi duymaya izin veren zihin devrimini gerçekleştirmektir. Batı uygarlığına ilgiyi ve merakı körelten ideolojik dirençleri aşmak; o merakın tatmin edilmesine imkân verecek iletişim imkânlarını ve haberleşme özgürlüğünü yaratmak; yalnız teknik sonuçları değil, o sonuçların gerisindeki insan unsurunu, inanç ve değerleri, kurumları ve tarihi tanımak ve tartışmaktır. O uygarlığa sahip ülkelerle ortak bir kadere ve ortak davalara sahip olunduğu inancını kazanmak; o uygarlığın eserlerini alırken, onları yaratan toplumlara sunabilecek bir şeyler yaratma ihtiyacını ve sorumluluğunu hissetmek, aynı zihin devriminin ögeleri arasında sayılabilir.
    Bu devrimi gerçekleştirebilen bir toplumun, bir süre sonra, Batı uygarlığını güçlü ve evrensel kılan faktörlerin hangileri olduğu konusunda, kendi usul ve adabı çerçevesinde birtakım cevaplar üretmeye başlayacağı muhakkaktır.

    http://www.nisanyansozluk.com/book/book_29.pdf

  940. Sayın (pipsqueak) 937'ye

    Sayın “pipsqueak” 937,

    [bilgiyle modern bilim aynı değil, teknikle modern bilim aynı değil, her türlü ticaretle kapitalizm aynı değil, kan bağlarına dayanan toplum düzeniyle Devlet’e dayanan toplum düzeni aynı değil, tarihte kadınlara karşı haksız davranmalarla, kadını ev hanımı yapan kapitalist düzen aynı değil.]

    Yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdıklarınız arasında; [bilgiyle modern bilim aynı değil, teknikle modern bilim aynı değil] kısmını daha açık ve örneklendirerek anlatır mısınız?

    Yazdığınız yüzbinlerce kelime arasında kafa karışıklığı doğuran ana kısımlardan biri yukarıda.

    “Bilgi”ye ve “teknik”e KARŞI OLMADIĞINIZI DAİMA YİNELİYORSUNUZ. Buraya kadar tamam; sizi gayet iyi anladık.

    Karşı olduğunuz tam olarak ne?

    “Modern bilim” ve “teknik”i kullanarak “sömürmek ve sömürülmek”mi?

    “Modern bilim” ve “teknik”i kullanarak “kitle imha silahları” tasarlamak mı?

    “Modern bilim” ve “teknik”i kullanarak “genetically modified organism”leri hayata saçmak mı?

    “Modern bilim” ve “teknik”i kullanarak; herkesi “antibiotic drug”lara köle yapmak mı?

    “Modern bilim” ve “teknik”i kullanarak; devletlere ve şirketokrasiye zombi olacak insanlar yetiştirmek mi?

    Şahsınızın 28 Mayıs 2015’ten beri haykırdığı “bilgi” ile karşı olduğunuz “modern bilim”i ayıran neler?

    Şahsınızın 28 Mayıs 2015’ten beri savunduğu “teknik” ile karşı olduğunuz “teknoloji”i ayıran neler?

    Sayın “pipsqueak” 937,
    Cevabınızı yazarken; “şaka”lar, “zahiri” ifadeler, “sembolik” terimler, “metaforik” üslup kullanmamanızı istiyoruz.
    Cevabınızı açık açık, hiçbir dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yazar mısınız?

  941. 939
    Sayın Ogursel,
    Doğrusu söylediklerin sonsuz geniş kapsamlı. Tek tek alıp incelemelerle korkarım binlerce sayfa doldurmam gerekir. Tabii bu sadece imkânsız değil benim kapasitemi fazlasıyla aşar. Diğer imkânsız ve özellikle tatsız olan görüş farklarını içeren kitap adları sıralamak.
    Yine de elimden geleni yapmaya çalışacağım. Aslında en büyük sorunu 737 sayılı yazımda belirledim ve hatta orada bile benim dediklerim ya yanlış anlaşıldı veya ben senin “somut koşulların, somut analizi”, lafınla ne demek istediğini hiç anlamadım.
    Şimdiye kadar bu sitede yazdıklarımın hemen hemen hepsi ve bildiğim kadarıyla tamamıyla olumsuz ve dolayısıyla doğal olarak soyut. Belki bir somut bir örnek daha iyi açıklar.
    Farz edelim sen insan iyi sağlık ve uzun ömür olanağı kahve içmekle mümkün dedin. Bunu yaşadığın Habeşistan’da hastalık sayısı ve ortalama yaşam süresi sayılarıyla kanıtladın. Ben kahve içilmeyen yerlerde daha az hasta olduğuna, daha uzun yaşanıldığına işaret edersem soyut bir olumsuzlukla cevap vermiş olurum. Ülkeni, Habeşistan’ı, terk et veya nedenini biliyorum diyecek kadar aptal değilim.
    Soyut olmamın diğer nedeni, kendimin doğru yolu biliyorum diyenlerden son hızla kaçmam.
    Kısacası sanki iki keçi aynı köprüde gibi sen olumlu çareler önerdiğinden ben senin çok soyut olduğunu sanıyorum. Belki yanlışım var. Ama işte nedenleri.
    Benim için “aynı şartlar aynı sonuçları yaratır”, ya mantıksal bir totoloji (eşsöz veya eğer sizi gücendirmezse, boş söz, nitekim Russel ve Whitehead tüm matematiğin totoloji olduğunu, varsayımlarla başlayıp varılan sonuçlara zorunlu varıldığını görerek makinelerin daha hızlı yapacağını sandılar, ilginç bir konu ama uzaklaşmış olacağım) ya da bu kavram belli bir bağlamda tarihte doğdu. Şimdi biraz bilgiçlik yapmak zorundayım. İki türlü bilgi vardır. Gerekli bilgi, mantık veya akıl yürütmek ki bu insan ruhunun yarattığı bir sonuşlara yanlışlık yapmadan varma yöntemi. Ama bu bile dikenlerle dolu. Eğer merak edersen Gödel’in 1930lardaki teoremine bakabilirsin. İkincisi ve benim için çok daha ilginç olan olumsal bilgi. Olumsal dünyada, yarın suyu ateşe koyarsak ve su kaynayacağına donarsa, doğayı mahkemeye verecek değiliz. Dolayısıyla benim için önemli olan bu “aynı şartlar veya koşullar, aynı sonuç verir” kavramının doğuş yeri, doğuşundaki sosyal şartlar, neden gerek duyulduğu, doğru olup olmadığı, toplumda nasıl değişiklere yol açtığı soruları. Hume doğa bilimlerinde bile bu kavramın yanlış olduğunu ileri sürdü. Biz sadece bir biri ardından gelen iki olay görüyoruz, aradaki bağı görmüyoruz, dedi. Hatta daha da ileri gidip bunun Orta Çağ dinciliğinden kaynaklandığını, daha yeni cinlerden perilerden, şeytandan kurtulduk, yine geri getiriyorsunuz, dedi. Benzeri Newton’un başına geldi. Dokunmadan nasıl kuvvet etkisi olur ve bu kuvvet etkisi nasıl oluyor da zaman içinde yer almıyor gibi zor sorular soruldu.
    İkincisi “kaçınılmazlık” veya gerekircilik. Müslümanlıkta ve Protestanlık’ın Kalvinist versiyonunda “alın yazısı”.
    Not 1: Belki Atatürkçülük içinde yoğrulanlar için çelişki gibi gelecek ama ilk kapitalistlere hırs, disiplin, çalışkanlık, azmin bu alın yazısından, hiçbir şeyi değiştiremezsin inancından geldiğini ünlü sosyolog ve tarihçiler savundu ve savunur. İlk 50-100 yıl içinde Çin’den İspanya’ya egemen olan, Antik Yunan eserlerini ve bilhassa pratik bilimleri içeren eserleri çeviren Müslümanlık baştan alın yazısına inandı ama bu onların dinamikliklerine engel olmadı. Hatta olumsallık, “her şey Allah’ın elinde” kavramının Sicilya Müslümanlarından Avrupa’ya girdiği ve daha sonra yavaş yavaş olumsal dünyaya egemen olmanın Allahsız da yapmanın mümkün olduğu öğrenildi.
    Not 2: Bunlar pek öyle somut değil. Ve bu sitede defalarca somut bilgiler içeren benzeri yazılar yazdım. Eğer yazarsam gösteri yapıyorum, yazmazsam yukarıdan hava atıyorum. Bıyık sakal davası.
    Bu bağlamda modern bilimin orta direği olan indüksiyonun (tümevarım) da dikenlerine dikkatini çekmek isterim. Bir espriyi anlatacağım. Köylü her gün domuzuna yem verir. Domuz keyiften dört köşe, her gün karnı doyuruluyor (kusura bakma ama bu daha sonra değineceğim bilim-tekniğin yarattığı somut ve güncel ekolojik kıyameti unutup bolluktan dört köşe olmuş ve daha da çok isteyen zamanımız insanlarına benzer). Ama bir gün köylü ahıra bıçakla girer.
    Diğer bir sorun da benim bilime çok daha doğrusu modern bilime karşı tutumum. Ben insanın en büyük düşmanının modern bilim olduğuna bütün varlığımla inandığım gibi modern bilimden günahlarımdan fazla nefret ediyorum. Modern bilim kapitalizmin klonu ve aynı kapitalizm gibi özgürlüğün tam tersi. Modern bilimin dili nicelik ve ölçü.
    Burada tekrar etmem şart. Ben burada bilgiden, toplumlarda gelişen tekniklerden söz etmiyorum. Ben yine somut, tarihin belli bir safhasında başlamış, belli varsayımlara dayanan bir varlıktan söz ediyorum. Aksi halde karşımıza bir karikatür, bir çeşit Dr. Pangloss, çıkar: sanki ve bu sitede bunu tekrarlayan sayısız, son 4 milyon yıl insanlık bizim gibi olma özentisi içindeydi. Yaşamı kolaylaştırmak için yaratılan araçlar ve gereçler, insanın doğada hazır bulup kullandığı veya doğada olmayanları, eğer bir espri yaparsam, Allah’ın hatalarını düzeltmek için, kendisi yaparak kullandığı her şey, son derece muğlâk bir genellemeyle, bir çeşit peri masalı olur. Diğer bir yazımda dediğim gibi çorbaya döner.
    Doğa bilimlerinde bile artık, kuantum fiziğinden dolayı, bu çeşit düşüncelerden vazgeçildi. Senin kendi mesleğinde eskiden kullanılan “aynı hastalık, aynı ilaç” fikrinden de vazgeçiliyor. Hatta senin söylediğin [“bir” tane sosyalizm yoksa, “bir” tane modernite de yok.] lafı da bunu pekiştirir. Kısacası eğer 4 ayak üzerinde kalsaydık veya buzlar çekilmeseydi veya boyumuz 2 cm olsaydı, tarihimiz farklı olurdu demek başka, ne olduysa mutlaka olacaktı demek başka.
    Ben şimdiye kadar tarihte kaçınılmazlık savunan hiçbir bir tarihçiye rastlamadım. Bu alanda William McNeill Kudüs’ün Asurlar tarafından başarısızlıkla sona eren ablukasının incelemesiyle çok ilginç bir sonuçlara vardı. McNeill incelemesine “eğer”le başlar. Daha sonra ve aynı ilginçlik taşıyan, “eğer … ” tarih yazarları birçok ünlü olayların yer almaması halinde ne olabileceği spekülasyonu (kurgu) yaptılar.
    Not: Mc Neill diğer bir kitabıyla medeniyetlerin 19. yüz yıla kadar neden doğa zenginlikleriyle dolu Afrika’ya içine girip talan etmediklerini inceleyen son derece ilginç nedenlere ve bu nedenlerin insan tarihinde çok önemli rol oynadığını gösterir.
    Değinmek istediğim üçüncü nokta, ilkellere ilgili. İlkelleri çalışmanın çeşitli nedenleri var.
    Antropologlar “insan ne?”; etnologlar “değişik toplumlar hangi değişik örf, adet, ahlak, din, teknik, sosyal kurumlar geliştirmişler?” ; politika filozofları veya antropologları “Devletsiz toplumları” (en ünlü örnek zamanını ilkellere yansıtan Hobbes); Marks ve benzeri ekonomi ve sosyoloji düşünürler çağdaş ekonomik düzenin geçmişini, ilkel komünistliği; … Ama günümüzde en büyük dürtü bu bilim-teknik çılgınlığının yaşama son vermeye azimli olduğunu görenlerden geldi. Toynbee gibi büyük bir tarihçi bile Medeniyet’in (tekrar etmekten bıktım ama ne yapayım, benim için Medeniyet Sümer demek, Batı bunun son temsilcisi) yaşama son vereceği ihtimaline işaret etti. Bunun diğer biri adı bu gözlemi kendine politika ve meslek amacı edenlerin diliyle “ekoloji”. Kendim bu “ekolojik” endişeye katılıyorum ve elimden geldiği kadar bu yolu tutanları destekliyorum ama ayrıntılar açısından bilgilerim sınırlı. Ama 1972’de arkadaşlarım bu konuda son derece ciddi araştırmalar sonu bir kitap ürettiler. Kendim nükleer enerji kalıntıları hakkında 2-3 yıl ders verdim. Şu an, bildiğim ve sonsuz emin olduğum, dünyayı yönetenlerin şiddetli ve katı bir propagandayla 17. – 19. yüz yıllardaki heyecan, umut, parlak ileri hayallerini yeniden canlandırmak çabası. Ne yazık ki, inananlar sonsuz çok. Bu beni şaşırtmıyor, Kapitalizmin en güçlü özelliklerinden ikisi her şeyi özümseyebilmesi ve yandaşlarına satıhta kalmayı, yani bolluk istemeyi, pratik olmayı, tümevarım mantığıyla “eğer şimdiye kadar düzen bize bolluk sağladıysa, bundan sonra da sağlar” umudunu vermesi.
    Not: Bu da yanlış anlaşabilir diye eklemek isterim. Bence entelektüellik her zaman, hele şimdi, sadece bir azınlığın ayrıcalığı. Ben de insanların kafalarını değil, karınlarını doyurmalarına tamamıyla katılıyorum. Ne var ki, artık bilgi nesilden nesile aktarılmıyor, Tekel olmuş. Üstelik satılıyor.
    Son nokta oyun. Benim oyun anlayışımda özgürlük büyük bir yer alır. Hatta özgürlük oyunun tanımındadır. En sevdiklerimden birini anlatmakta geçemeyeceğim. Bir Hindu filozof varlıkların nasıl ve nereden geldiğini kurgulamaya başlar. Bütün varlıkların varlığın ve kaynağını kendi kendini tatmin edecek kadar tespit ederi Ama insana gelince kafa gider. Ele avuca sığan bir mahlûk değil. Uzatmayacağım ama yukarıda dediğim gibi veya Eski Ahit’de yazıldığı gibi Babil Kule’sini yapmaya kalkışan bir yaratık. Düşünür taşınır ama işin içinden çıkamaz. Nihayet, “en yüce tanrı biliyordur”, der, biraz düşünür, “belki o da bilmiyor”, der. Tabi balığın su içinde oynamasıyla su dışında yaşamayı öğrenmesini biliyorsun.
    Ama şimdi bir de bir itirafta bulunacağım. Bu konuların çoğu benim için çok sıkıcı ve o yüzden genellikle yarı ciddi yarı dalga geçerek yazıyorum.
    Benim asıl ilgimi çeken tüm dünya insanlarının tamamıyla burjuva oldukları. Tüketme ve bolluktan başka hiçbir şey olduğuna ne inanıyorlar ne de biliyorlar. Her şey bir azılık tarafından tekele alınmış ama her konuşan tüm insanlar adına konuşuyor. Her şey niceliğe indirgeniyor. Günümüz düzen ve kapitalizmine karşı olanlar bile benim eleştirenlerime mal, alet, makine, ilaç, gibi sayım çizelgesiyle karşılık veriyor. İnsandan çok bir muhasebeci gibi konuşuyor.
    Son ve belki en önemli olarak bilim-teknolojiyi en güzel eleştiren bir düşünür, “sanki ben kansere karşıyım” gibi tepkiler alıyorum der. Yani sorun yazı tura değil, kendimizi tanımak.
    Ben son 40 yıl yüzlerce ilkelleri içeren kitaplar okudum, daha şimdiye kadar o zamanlar dönelim diyene rastlamadım.
    “Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği medeniyetin reddi ve anti-tezidir.”
    Ibn Khaldun (1332.1406) on nomads (göçebeler üzerine)
    Göçebeleri böyle tasvir eden İbn Khaldun “medeni olmaktan vazgeçin”, demedi ne de gidip onların arasında yaşadı. Bir bilim adamı olarak gözlemini yazdı.
    Aynı şeyi Orta Asya Türklerinde görürüz. Eski Ahit’de tarımcı kıskandığı için göçebeyi öldürür. Binlerce daha fazla örnekler var. Bunları bilmeden, düşünmeden, konuyu evet / hayır bilgisayar mantığına bağlamak bence saygısızlık.
    Veya beğendiğim bir antropologun dediği gibi, “Kıyaslamazsak nasıl anlayacağız? Kıyaslarsak nasıl anlayacağız?”
    Evrim teorisinin aynısın, aynı zaman ileri süren Wallace Darwin’in kitabı basıldığında okuyup çok beğenir ama bir uyarıda bulunur: insana gelince en iyisi çok daha dikkatli olmak. Ben aynı fikirdeyim.
    Daha önce de yazmıştım. Son 10-15 yıldır MIT üniversitesinde sadece 300 nörondan oluşan ve “beyninin” yapısının tümünün bilindiği bir canlının hala bir sonra ne yapacağı kesin tahmin edilemiyor. İnsanda 100 milyar nöron var.
    Eğer olumlu söyleyeceğim bir şey varsa ki bu bile sadece bir olasılık: belki köle ruhlu olmamızın nedeni bu bize kemik atan Devlet-Kapitalizm yöneticiler ve yamakları bilim adamlarından dolayı.

  942. 923, 927, 929, 935
    Sayın 923, 927, 929, 935. Sitedeki bu yazılarınızı çok beğendim. Bu haddini bilmeyenlere, nankörlere, münafıklara, ne yardan ne serden geçenlere bir ders vermeniz çok yerinde bir tutum.
    Tabii ben siz bilgi dolu kişi veya kişiler gibi zeki ve uyanık biri değilim ama karınca kaderince.
    TC sınırları içinde yaşarlar, yollarından, okullarından, hastanelerinden, çöp toplanmasından, su arıtılmasından, market ve pazarlarda fiyat denetimi yapılmasından, genel evlerinde sağlık denetimi yapılmasından, geceleri canımız sıkılmasın diye televizyon temin edilmesinden, içerde kaybolmamak için kimlik, dışarıda kaybolmamak için pasaport sağlamadan, askerleriyle dışarıdan saldırmalara karşı sınırlarını ve canımızı korumasından, yasa ve polislerinin mal ve mülk güvenliği sağlamasından, endüstri yaratma ve dışarıdan yatırım cezp etmesinden, doğal ve insan kaynaklarını kullanılmasından ve bunun en verimli bir şekilde yapılmasından ve diğer binlerce sağlanan servis ve hizmetlere minnettar olacaklarına durmadan çamur atarlar. Mızmızlık edip dururlar.
    Özellikle azınlıklar, kadın haklarını savunanlar, insan haklarını savunanlar, çevreyi korumak isteyenler, eşcinseliler, hayvanlara eziyet edenlere karşı gelenler, politikacı solcular, vs. Kısacası hem TC’nin nimetlerinden yararlanıp hem de çıkıp gideceklerine yerlerinde tepinenler.
    Hele 923 arkadaşın, “Tarihi insanlar yapar, ama bunu keyiflerine göre değil, kendilerini içinde buldukları ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” derin ve mana dolu düşüncesi! Ne kadar doğru, ne kadar yerinde, ne kadar gizem dolu, ne kadar anlamlı. Tam anladığımı iddia edemem ama anladığım kadarıyla “Olanla olur, olmayanla olmaz!”, demek istemiş. Para yetmez olduğundan herkese olmayan para verilemez, yeteri kadar iş olmadığından herkese olmayan iş verilemez, yeteri kadar yiyecek olmadığından herkesin karnı olmayan yemekle doyurulamaz, yeteri kadar doktor ve hastane olmadığından herkes olmayan doktor veya hasaneyle tedavi edilemez, … , liste uzun! Eminim siz bilgi dolu, yüksek tahsilliler, daha ince düşünürler, çok daha okumuşlar bu listeye binlerce dahasını katarsınız.
    Ama özeti zaten yapmıştınız, tekrar yorulmanıza gerek yok:
    TC dışında yaşaması gereken bu nankörlerin TC düşmanlarının TC’de işi ne? Çobansız sürü olur mu? Köpek ancak kamçıyla evcilleştirilir!

  943. Maksat üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi? Maksat bağcıyı dövmekse bunu zaten hepimiz, her zaman yapıyoruz. Ama derdimiz üzüm yemekse, hiçbir ciddi değerlendirme yapmadan, “yağmur yağdı böyle oldu” misâli, yaşanan olumsuzluklarda hiç payımız yokmuş gibi; ucuz, demagojik gerekçelerle dışımızdaki herkese aklımıza gelen yaftayı yapıştırmak; tehdit, saldırı ve her türlü hakareti kendinde hak görmek; iptidâilik değil midir? Bu ilkellik ortamında yapacağınız tek şey, sadece kavga etmek olur. Dahası; bu hâl kanıksandığı zaman, sadece kendi küçük mahfilinizde geyik muhabbeti tadında lafazanlıklarla vakit geçirir, sesinizi kimseye duyuramazsınız. Zaten marjinallik denilen şey, tam da bu değil mi?

    Eğer ben; sistemin değişmesini, dönüşmesini istiyorsam, bunun yolu da benimle aynı fikirde olmayan insanların beni anlamasından geçiyorsa, kaba saba bir muhalefetle bunu sağlayamam; sesimi de kimseye duyuramam. Çünkü bu tür davranışlar beni iyice marjinal kılar. Hadiseler benim istediğim gibi gelişmiyorsa, bunun sebeplerinden hareketle gerçek bir diyaloga girmem gerekmez mi? Elbette gerekir. Çünkü mütecaviz tavır alışlar, iletişim kurabilmeyi imkânsız kılıyor. Biz farkında olmasak da bu tür bir muhalefet güçten değil, acizlikten kaynaklanır. Üstelik bunun müşahhas örnekleri de önümüzde duruyor. Bu tarz bir muhalefete ancak, kendi cemaatlerine hapsolmuş, üstüne kapanmış; başkalarıyla diyaloga girmekten aciz, aşırı milliyetçi veya marjinal solcu gruplarda rastlarsınız. Bu minvâldeki politikaların ne siyaset ne de toplum üzerinde etkili olması asla mümkün değildir. Kaba saba bir muhalefetle, popülizmle ancak, kültür seviyesi hiç de iç açıcı olmayan kesimlere hitap edebilirsiniz.

    http://aylikdergisi.com/yazar-9-bir_fikir_nasil_temsil_edilemez.html

  944. Sayın 940
    Ben zaman zaman uygarlığa karşı düşünceler ifade ettim ve aslında Batı’nın uygarlığın sadece son temsilcisi olduğunu, bilimsel saydığım ayrıntılara girmeden, defalarca söyledim, Diğer bir deyişle, Medeniyet’in başlaması ve yayılmasını inceleyen bir tarihçinin “Sümer Avrupa için neyse, ABD Avrupa için o” lafına katıldığım için aradaki farkları küçümsemesem de, farklar daha çok alanları daraltarak daha iyi görmede kullanılan akademik ve analitik yöntemler olduğundan ve bu siteye daha çok sentez uyduğundan, böyle ayrıntıları gereksiz gördüm.
    Kısacası yazınızın benimle hiçbir ilişkisi olmasa da eleştirim kişisel bir seçenek bir yaşam tarzı olmadığın açıklamak istedim. Genellikle kişi mecbur değilse, medeniyet dışı yaşaması için milyarder olması lazım olduğuna inandığım gibi böylelerini ciddiye almam. Bunu en güzel dile getiren iki ard arda gelen filozofların dedikleri. Birincisi, “Dünyada en önemli olan özgür olmak.”, der. İkincisi, “Herkes özgür değilse, ben özgür olamam!”, der. Biraz benzeri bir örnek: çok daha önce bir filozof , “kendini tanı”, der. Öğrencisi filozof “Devlet’i tanımazsan, kendini tanıyamazsın!”, der.
    Ben Batı uygarlığını eleştirenler arasında, şu an Avrupa ve ABD’de en büyük endüstrilerden biri olan ve dünyaya hızla yayılan ve bu sitede de üstü kapalı da olsa çok rastladığım, “kendi kendiyle barış içinde olma”, İngilizce “well-being”, Fransızca “bien-être” veya kısaca New Age andavalına hiç rastlamadım. Unutmayın burjuvalığın (= Batı uygarlığı) en derininde yatan ve tüm yapıyı taşıyan MUTLULUKTUR. Dolayısıyla eskiden sonsuz bir disiplin isteyen mutluluğu mal bolluluğuna çeviren burjuva ve taklitçileri komünistler, anarşistler, faşistler, totaliter rejimler aynı mal bolluğunu vaat ederler.
    Biçimsel ayrılıkları açısından gelmiş geçmiş medeniyetlerin bir listesini yapan Toynbee, 19 değişik medeniyet bulur ama 1976’da fikrini değiştirip tek bir medeniyet (= tren) var ama lokomotif değişir sonucuna varır.
    Evet, doğru, son lokomotif daha hızlıydı ve dünyaya daha çabuk yayıldı.
    Bu yayılma çoğu zaman o saydığınız cazip malları istemeyenleri kırımdan geçirmekle başarıldı. Bu açıdan bakıldığında, Batı somut destekleri gören Khmer Rouge (özellikle İngiltere ve ABD) her ne kadar komünist olmadıklarını açık açık söyledikleri halde, aynı Bolşevikler gibi, dünyaya Batı’yı veya daha doğrusu burjuvalığı yaymak istediler. Engelleri de aynı Batı gibi kırımdan geçirmek metoduyla başardılar.
    Medeniyet en baştan yayılma, taklit veya kırım, özelliği gösterdi. Sadece iş bölümü ve tarımla uzun savaşlar yapabilme imkânları bile bunu fazlasıyla kanıtlar.
    Batı uygarlığının aşağı yukarı aynada imgesi olan burjuva-kapitalizm-modern bilim baba oğul ve ruhülkudüs üçlüsünün ve taklitçileri sosyalist-komünist-faşist-totaliter rejimlerin dünyayı ve kendi içlerinde yarattığı virane âlemi görenler “sosyalizm veya barbarizm” akımını Batı’da başlattılar. Her şeyi yutup kusan kapitalizm, böyle “özgürlüklere” izin verir. Bunu görenlerin de ağzı sulanır. (Ne güzel ama değil mi? Bol bol ye, bol bol konuş!) Ama tekrar edeceğim bu akımı başlatanlar için barbarizm Batı uygarlığının karşıtı değil, sosyalizmin karşıtı. Bence artık dünya insanlarının gen ve hücrelerine girmiş olan burjuvalığın, mal bolluğu ninnisinin karşıtı.
    Sizin saydığınız malları istemeyenleri sizin içinde yüzdüğünüz burjuva denizinde yüzüp cilve yapanları değil gerçekten istemeyenleri bilen Ivan Illich, verilenleri istemeyenler bomba yağdırılır der.
    Artık dünyanın en ücra yerlerinde bir taş kaldırsan karşına bir burjuva çıkar. Böyle bir durumda dediğiniz gibi bu her yerde hazır ve nazır yeni Allah ve Evrensel Dinin reddi günah, ahlaksızlık, akılsızlık, bağnazlık.
    Japonya, Rusya, Osmanlı sivri zekâlıları çoktan Batılaşmadan başka bir çare olmadığını gördüler. Eğer burjuva düzeni evrenin merkezini ekonomi yaptı diye özetlersek, komünizm, sosyalizm, anarşizm, faşizm, totalitarizm gibi akımların bolluk vaatleri bizi şaşırtmamalı.
    Örneklerimi sonsuz azaltırsam, M. Sahlins taş devrinin bolluk devri olduğunu çoktan gösterdi ve K. Polanyi üretimi kendine merkez alan ekonominin diğer sosyal düzenleri yok ettiğini sergiledi.
    Benim babam kundura yapardı. Bir ayda bir tane. Şimdi bir saniyede bir milyar ayakkabı yapan Batı ve taklitçileri önünde eğilip ayaklarını öpmeyen dediğiniz gibi ruh ve fikir özgürlüğünden mahrumdur veya deli. Yalnız unutuyorsunuz mahrum olduğu diğer bir şey daha var: başka hiçbir seçenek yok. O yüzden hem burjuvalar hem komünistler hem aydınılar hem… bu gerçek karşısındaki engelleri yok ederler. Kendi kendileriyle konuşurlar.
    Bu dediğinizi daha alaylı Clastres anlatır. Ormanda vahşi yaşayanların kendi halkı gibi uslu ve akıllı olmasını isteyen Uruguay devleti bu vahşileri yerleşik hayata zorlar. Clastres, “zeki ve uyanık olanlar başka bir çare olmadığını çabucak çakıp, kabullenirler, avanaklar konuyu bile anlamazlar.”, der
    Tarih benzeri olaylarla dolu. Son tek Allahlı dini reddedenlerin cehenneme gitmesi veya cennette cehennemde yaşaması kaçınılmaz oldu.
    Özür dilerim ama bu her yerde hazır ve nazır yeni ve son Allah da tarihte doğdu. Ve diğer tanrılar gibi tarihe gömülebilir.
    Eğer yanlış anlamadıysam sizin söylediğiniz Batı’da iyi kalplilerin fakir ülkelere yardım nakaratının bir biçimi: “Onlara balık verme, balık tutmasın öğret; xyz verme, xyz üretmesini öğret.”
    Ve yine yanlış anlamadıysam: sizin Batı’yı taklit ama “gerçekten” taklidini, Japonya,…, Bolşevikler ve şimdi Çin ve Hindistan yaptı ve yapmakta.
    Her neyse, biraz da espri.
    Sizin anladığınız anlamda, Gandi’ye sorulur:
    – Batı Medeniyetine ne dersiniz?
    – Fena olmaz!
    Hatta bu bağlamda ve benim için daha da gülünç ve olmuş bir olayı anlatmak isterim.
    Endülüs’de 11. yüz yılda, emir, saraydaki en büyük âlim-filozoftan dünya kültür ve medeniyetlerinin bir değerlendirmesini yapmasını ister. Birkaç yıl sonra âlim raporunu sunar. Ben sadece bir tanesini aktaracağım: “siyah olmalarına rağmen dünyanın en zeki ve akıllıları Hindistanlılar.”
    Avrupa’da aşağı yukarı 10. yüz yılda başlayan bu mal göz kamaştırıcı bolluğuna erişme süreci ve şimdi Batı uygarlığı adını alanda bu yüce varlığın sadece Çin, Hindistan, İslam gibi en çok bilinen katkılarının listesini yazıp uzatmayacağım. Hele Amerika keşfiyle zenginleşme, işi iyice uzatır.
    Kısaca söylersem medeniyetlerin birikim üzerine birikim kattıkları bilinen bir konu. Batı uygarlığının en göze çarpan özelliği birikimi değil, birikimden kabız olmuş olması: özel mülkiyet, telif, falan filan.

  945. İnsanlar tarihi keyfine göre yapamaz derken öncelikle kastettiğim şudur; insan herşeyden önce biyolojik bir varlık olarak doğal ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Hayvanların aksine yiyeceğini, barınağını kendisi üretemez – özellikle uygar toplumlarda. Bu ihtiyaçlarını karşılamak için para ekonomisi gereklidir. Kapitalist-işçi-memur-bürokrat hangi sınıftan olursa olsun insanlar bu işleri keyif için değil geçinmek için yapıyor.

  946. “TC dışında yaşaması gereken bu nankörlerin TC düşmanlarının TC’de işi ne? Çobansız sürü olur mu? Köpek ancak kamçıyla evcilleştirilir!”
    ***
    Büyükdedem de sizin gibi düşünürdü. Sizin mantığınız şöyle yorumlanmalı; Padişahın mülkünde oturuyorsunuz; şükredin ona, dua edin..
    TC denilen yapı da tek tek insanlardan, her bir insanın emeği, eleştirisinden “münezzeh”, insanlıkdışı bir şey..
    Tuhaf olan, çoban isteyen sürüden biri, sürüsünü mü kaybetti de yolu buralara düştü?
    Sürü kişisi; köleliğini seviyorsun; ne güzel! Kendi aklın varmış gibi yazı yazman, düşünce belirtmen yakışmamış; sen yalnızca “evet efendim” demek üzere bu dünyadasın.. Dikkatli ol; bakarsın çobanın-sultanın bir cümleni beğenmeyiverirse, dünyan başına yıkılır..

  947. Sayın 947
    923, 927, 929,935 başlıklı 943 sayılı yazım aslında o yazıların aynı kişiye ait olduğu tahminiyle yaptığım bir pastişti. Siz ciddiye almışsınız. Sizi yanılttığım için özür dilerim.

  948. Sayın 946,
    Anonimler arasında yol kaybetme kolay ama sanırım en azından 923 ve 946 kesin sizden ve belki 927 ve 935 de.
    Bence 929 siz değilsiniz ve ona ayrı bir cevap yazdım.
    923’de beni tedirgin eden muhaliflik ve radikalliğin bir ihtimal cahilliği örtbas etme merakından kaynaklandığını ima ettiğinizi sandım. Bu düşşünceniz bence tamamıyla makul ve sık sık olan bir şey.
    Ne var ki, bu itham yersiz de kullanabilir, yargı da hata olabilir.
    Ben kendim sizin son yazınızı, 946’yı inceleyip eleştirerek, zamanımıza egemen bazı farkında olmadan bilinç altında kabullenen varsayımları göstermek ve radikalliğin salt olumsuz değil, daha dikkatli düşünmeye davet olduğunu göstermek istiyorum.
    Ama ilk önce biraz bilgiçlik, yapıp iki âlemden söz edeceğim: gereklilik âlemi ve özgürlük âlemi.
    Sanırım siz “biyolojik varlık” sözüyle gereklilik âlemini ima ettiniz.
    Buna biraz daha yakından bakacağım.
    ÇOK ÖNEMLİ BİR UYARI: AŞAĞIDA İŞARET EDECEĞİM İNSAN BECERİLERİYLE İNSANLARI ÖVMEK PEŞİNDE DEĞİLİM. BUNLAR SALT GÖZLEM.

    Yerçekimine karşı gelip uçamayız, su izerinde yürüyemeyiz, birkaç metreden uzağı göremeyiz, soğukta üşürüz, olsa olsa saatte en fazla 5-6 km katedebiliriz, olduğumuz yerden dünyanın öbür ucunu göremeyiz ve sesimizi birkaç metreden uzağa ulaştıramayız, su altında ancak 2-5 dakika kalabiliriz, karanlıkta etarfımızı göremeyiz. Sanırım liste yüzlerce cilt ansiklopediler doldurur.
    Bütün bu biyolojik zorunlukları ortadan kaldıran insan, bu gereklilik âlemine boyun eğmeyen insanın, para ekonomisi gerekliliğine boyun eğmesi veya sonsuz daha da kötüsü bunu doğal ve normal görmesi son derece tuhaf ve hatta sapılık.
    Not: Ben burada yüksek makamlarda cici bici adı entropi olan ve evrenin en kaçınılmaz ve temel “yasasına” bile boyun eğmeyen tüm canlılardan bile laf etmedim.

  949. Bir Hata Olasılığı, 929’a Yeni Yanıt
    923, 927, 929, ve 935 başlıklı yazımda 4 yazının aynı kişi tarafından yazıldığını varsaymıştım.
    946’yı okuduktan sonra bir hata yapmış olabilirim düşündüm.
    BU YAZIMLA, SALT ÜRETKEN VE PSİKOLOJİ UZMANI 929’a HİTAP ETMEK İSTEDİM
    Cenevre üniversitesinde matemetik dersleri veren bir profesör Pitagor’un neden üçgenlerle kafayı bozduğunu bilmiyordu. Hatta geometri sözcüğündeki “geo” ön takısının kökeninden bile habersizdi. Belki kadınların doğurma organını andırdığı, yaşamın başlangıcını imgelediği için gizli bir anlam taşıdığı inancından kaynaklanmıştır dediğimde sadece güldü. Sanırım kim olduğunu bildiğim bana çamur atan 929 gibi, asıl önemli olan ÜRETMEK demek istedi. Önemli olan geometrinin ÜRETİMDE kullanılmasıydı.
    Yalnız bu modern, bilimci, akılcı, mantıkçı, devrimci, solcu anarşist için ÜRETMEK sözcüğü de aynı Humpty Dumpty’nin “Bir sözcük kullandığımda, ben hangi anlamı vermeyi seçersem, sözcük o anlamı taşır!”, demesine benzer. Marks ve göklere çıkardığı kapitalizmin, üretimi toplumun orta direği, ruhu yaptığından beri bir türlü kurtulamadğımız ÜRETİM belası.
    Bakalım acaba Pitagor gibi üretimi ciddiye alan ama Marks ve kapitalistler gibi ÜRTİCİ olmayı bireyselciliğe, güce, veya bulaşıcı hastalığa çevirmeyenler var mı?
    Hristiyanlığı kabul eden Güney Amerika yerlileri hala kiliseye girdiklerinde oğluna değil Meryem Ana’ya yönelir, kafasına coca cola serperler. Hala önemli olan doğurgan, üreten annedir. Bu olay modern, bilimci, akılcı, mantıkçı, devrimci, solcu anarşistleri yukarıdaki matemetik profesörü gibi sırıttırır. Diğer bir örnek Kuzey Amerikalı bir yerli. Yerli, “Beyazlar bana yeri kaz, ek, mısır yetiştir … “, diyorlar. Ben “annemin kemiklerini kırmam, güzel saçlarını kesmem!”, der.
    B*k kadar çeşitli, b*k kadar çok, b*k kadar kalitesiz ürünler içinde hala ÜRETİM isteyen 929, bu gerçeği görmez, üretim sözcüğünün her yerde aynı anlamı taşımadığını bilmez. Modern ideolojiyi o kadar yutmuş ki, koyu dinciler gibi modernlik dininin bağnazlığını gururla sergiler. Ne yazık!

  950. Sayın 944
    Çok haklısınız. Sizin ulu şefinizin, putunuzun kim olduğunu bilmediğimden bir tahmin listesi yapıp, biraz çene çaldıktan sonra üzümleri, eğer kalırsa, yemeye dalacağım.
    Liste: Atatürk, Hz. Muhammed, Erdoğan, Batı Uygarlığı- liberal düzeni, Marks-Lenin-Mao-Hitler-Stalin- … hele daha uzun tarih içinde, liste sayfalar tutar.
    Bunlar halkı, insanlığı, sopayla, kavgayla, kabadayılıkla yola getirmediler. Karşılıklı münazara, fikir alış verişi, diyalog, tartışma, güzel ve hoş dil, ikna ederek, akıl yürüterek, tez-antitez-sentezle ikna ettiler. Son zamanlarda bir ara ABD’in denediği iyi kalpliliği gibi, üzüme erişemeyenlerin kalp ve akıllarını kazandılar. Aklı yerinde ve kalbi temiz aydınlar da, aydınlanmaya şükür, hakikat ışığını hemen görüp yukarıdakilere katıldılar. Aslında bu beceri her zaman Devlet kurarak başarıldı ve Devlet’in tek tanımı şiddet ama olsun, bu marjinal bir konu.
    Bu ulu şeflerle etrafındaki keskin zekâlılar kesin kes bir azınlık, marjinal, kendi cemaatlerine hapsolmuş gruplar değillerdi. Ulu şef konuşur konuşmaz uyanıklar, eğitim görmüş uslu ve akıllılar, hemen asıl ne dediklerin anlayıp saflarına geçtiler. Ne yazık ki tarihte bu saflar her zaman, son zamanlarda ve özellikle Batı’da çok yaygın ve salgın bir hastalık, bir sapıklık olan tüketim çılgınlığı hariç, çok çabuk dolar ve herkese açık değil, hem üzüm hem de üzüm yetiştirilen bağlar kara deliklere girip kaybolurlar.
    İlkeller mantık ve akıl öncesi bir dünyada yaşadığından, daha henüz insanlığın yüce, uygar ve özellikle zengin-uygar Batı basamağına erişmediklerinden ve daha çok hayvanlara benzediklerinden, lafla yok olanı var görme, lafla herkese yetecek kadar bağ ve üzüm olmadığına ikna edilmeleri imkânsız. Üstelik Devlet’den nefret ettiklerinde ve uzak durduklarından, akıl verecek sopa da yok.
    Burada bu ilkellerin laftan anlamadıklarına bir örnek vermek isterim. Bir Afrikalı ilkel, “Beyazlar geldiğinde toprak bizim, İncil onlarındı; şimdi İncil bizim, toprak onların!”, der. Bak uygarlar arasındaki şu laf gücüne!
    Gelelim uygar oldukları halde hala vır vır edip etrafı karıştıranlara. Üzüm yok, bağ yok. Sanırım akla uygun en iyi çare onlara laf (veya okul ve eğitim, yani emzik) dağıtmak. Ümit vermek. Gerçi ümit, ümitsizler içindir ama olsun, bu da marjinal bir konu. Marjinal olmayan, lafın üzümden daha bol olması. Haklısınız, en iyisi geyik muhabbetini geniş alanlara yaymak, gazete köşelerinde “diyalog” kurmak. “Gerçek kültürü” olanlara erişmek. Ama tabii daha önce bu gerçek kültürden mahrum çoğunluğu okul-eğitim, medya, gazete, televizyon, beyin yıkamalarla azınlık olmayan azınlık gibi düşündürmeye alıştırmak, onlara gerçek kültür aşılamak. Orwell’in 1984’ü gibi bir şey.
    Bütün bunlara rağmen vır vır edenler susmazlarsa, olmayan bağ ve üzümleri görmezlerse, azınlık ve marjinal olmayan ulu şeflerle etrafındakiler geleneksel tarihte denenmiş ve güvenilir olan kırımdan geçirme yöntemleri uygularlar. Şu an birçok yerlerde bu yöntemler milyonları kırımdan geçirmekte.

  951. Sayın 941ler
    Sorunuz basit olduğundan cevabının da basit olduğunu sanıyorsunuz. Her neyse, başladım hazırlanmaya ve önümde aşağı yukarı 60-70 sayfa var.
    Önce bir uyarı. Uzun bir süredir modern bilimle hem modern bilim hazırlayan hem de iç içe gelişen teknolojiyi (teknik çok daha uygun ama artık alışılmış bir terim) ayırt etmenin yanlış veya yetersiz olduğu anlaşıldı ve yerine “technoscience” denildi. Ben buna tamamıyla katıldığım için “bilim-teknik” olarak çevirdim.
    Üstelik şu an asıl dünyayı felakete sürenin kapitalizm üzerinde bile mutlak egemenlik kurmuş olan “teknik” olduğu benim için daha doğru.
    Diğer bir zorluk modern bilimi kendine model olan kapitalizm dünya görüşünden ayırmak. Daha da büyük zorluk Avrupa’da aşağı yukarı 10. yüz yılda başlayan ve insanları 17. yüz yılda açık ve kesin ifade edilen modern bilim görüşüne hazırlayan kapitalist gelişmeler.
    Açık seçik olmaya çalışacağım.
    1. Teknikle modern bilim.
    Bir çömlekçiyi örnek alalım. Çömlek yapmayı Hindistan’da bir ustadan öğrenmiş olsun ve kendisi de büyük bir usta olsun. Bu çömlekçi Çin’e giderse orada bir usta bulup Çin’deki çömlek yapma tekniğini öğrenmek zorundadır. Her iki ülkede ortak olan kişinin ve kültürünün çömlekte bıraktığı insan izleri.
    Modern bilimin dili matematiktir ve her yerde aynıdır. Çömlek yapma matematiksel bir dille ifade edilir. Çömlekleri matematiksel dille yapılmış makineler yapar. Makineler çömleklerin matematiksel formüllerini, “programlarını” uygular. Ne kültür, ne de insan kalır. İnsanın kendisi tıpa tıp makine olup makine başında kendi programını tatbik eder. Bu modern makine köleleri bıraksa bıraksa çektikleri acıların izlerini bırakırlar.
    Makineler daha hızlı, daha çok ve hatta bazen daha dayanıklı ve güzel çömlek yapabilirler. Hatta ve hatta bir dahi fabrikadan çıkan her çömleğin (eğer buna market varsa) elle yapılmış gibi, bir kişilik, bir kültür iziyle çıkaracak bir makine bile icat edebilir. Ne var ki iz bırakan salt icadı yapandır. Adı okuldaki zavallı çocukların beyinlerini yıkamak için tarihe geçer. Tabii dahi tarihe, göz boyayan bir sahtekâr değil, çocukların gözlerini kamaştıran bir icatçı olarak geçer. Belki de fabrikalarda sadece robotlar bile çalışabilir.
    Somut, yaşanılmış, duyuları okşayan, insana gurur ve onur veren beceri dünyası yok olur. Yerini soyut dünya, salt duyuları beyinlerinde olan, kilise ve rahipleri gibi yeryüzünü düzene sokmak isteyenlerin, soyut düzeni alır.
    Söylediklerimin yine yukarıdaki çocuklar gibi beyni yıkanmışların ne olduğunu anlamaktansa hemen gericilik, ilkellik parti sloganlarıyla kapatacaklar olacağını bildiğim için daha açık bir özet yapacağım.
    Dağınık, özgür, somut, yerel gelenek ve bilgilere dayanan insanın egemen olduğu üretimin yerini merkezleşmiş, büyük kapitaller gerektiren, soyut üretim alır. Aşağı yukarı 600 yıl birikmiş somut, anarşik bilgi ve teknik birkaç soyut formülle düzene sokulur.
    Somut örnek: su, rüzgâr, odun tekniklerinden metal ve buhar ve madenkömürü endüstrisine geçiş.
    Not: ilk dahiler sıradan insanlardan öğrendiklerini saklamaz ve hatta öğrendiklerinin çoğunun doğaüstü denilecek kadar şaşırtıcı olduğunu söylerler.
    Daha da kısacası, hem insan, hem doğa, hem toplumlar standart ve aynı olurlar. Tek düzensizlik ve anarşi, dünyayı paylaşmaya çalışan çeteler arasındaki kavga ve kargaşalıktan kaynaklanır.
    Not: yıllar önce kaosun tam düzen olduğunu bilmeden kaosu öven anarşistlere rastlamış hayret etmiştim.
    2. Modern bilim
    Modern bilim 17. yüz yılda doğdu. İlhamını bir süredir gelişen kapitalist dünya görüşünden aldı. İlk önce temel yapısını açıklayayım.
    a) Doğa matematiksel hipotezlerle ifade edilir. Nitelik öznel olup hakikat ifade etme değerini kaybeder. Tek geçerli olan niceliktir.
    b) Deney ve bilhassa tekrar edilebilir deney bilgi edinmede tek güvenilir yöntem olur.
    c) Birinci ve ikinci nitelikler ayırımı yapılır. Asıl var olan madde ve harekettir. İkinci nitelikler bu hareket eden maddenin insana çarpmaları, duyu organlarında yarattığı algılar olur.
    d) Uzay geometrikleşir.
    e) Mekanik model tüm dünyaya uygulanır.
    Doğal ki, bu beş çiçeğin de etrafı dikendir, hardır.
    Ben elimden geldiği kadar bu varsayımların en önemli olan, bana göre insanı en alçak düşüren, duyularla algılanamayan, gizli, teknik gibi nesilden nesle direnenlerin aktardığı bilgiyi, bende tiksinti uyaran taraflarını anlatmaya çalışacağım.
    Ama önce “sömürmek ve sömürülmek”; “kitle imha silahları”; “genetically modified organism”; “antibiotic drug” ; “devletlere ve şirketokrasiye zombi olacak insanlar yetiştirmek” gibi artık dilden dile dolaşan eleştirilerden uzak durmayı tercih ettiğimi söylemek isterim. Bunlar sonsuz doğru ama konuyu çok dağıtmış olacağız. Örneğin, tarım ve iş bölümü, yazı, büyük sayıda insan yığınlarını bir arada çalıştırmakla ilk makinenin icadı, savaşlarda kullanılan ve varlığı, işlenmesi gizli tutulan metallerin medeniyetler tarafından kitle kırım ve imha aracı olarak kullanıldığı ve bunları insan beyinlerine gece gündüz yerleştirmeleriyle, daha önce dediğim gibi biçimselle içeri veya maddi veya tözel düşünmeyi karıştırıp benden çok daha bilgili olanların “dünya böyle gelmiş, böyle gider” ilahisinden kaçınmak isterim.
    Çok bilinen bir örnek: her ne kadar ateşsiz metalürji olanaksızsa da, Prometeus kahraman ama Hephaistos alay konusu.
    Dikenler
    Bana göre en önemlisi:
    17. yüz yıl insanları, modern bilim dünya görüşünü paylaşmaya çoktan hazırlanmışlardı. Kapitalizm (belki burada ticaret desek daha doğru olur ama fark akademik) dünyayı olduğu gibi tanımaya zorlar: önemli olan tarih, coğrafya, özellikle hesap yani matematik, diller bilmek. Asıl sorular “bu ne? Yerine “bu kaça?” olur. Keşifler dünyanın geometrik olduğunu gerektirir. Perspektif “keşfedilir”: varlıklar niteliklerine göre değil, birbirleriyle olan geometrik ilişkilerle görülür. (Çocuklar hala bu salaklığı benimsemiş değiller!) Kapitalist markette olduğu gibi, nihayet aynı şimdi olduğu gibi, herkes eşit olur fark sadece uzayda bulunduğu yerle, soyut kavramlarla, ifade edilir.
    Ardından gelen zaman içinde, aynı şimdi olduğu gibi, insanlar cenneti yeryüzüne indirip yaşamak isterler. O zamanlardaki bu isteği anlıyorum ama şimdi bunun her şeye hazır kapitalistlerin ekmeklerine ne kadar yağ sürdüğünü görmemek için kör olmak lazım.
    Modern bilim bilginin tümüne egemen olmadığını itiraf eder ama kendi yöntemlerine uymayan bilginin şarlatanlık olduğunu ilan eder. Kısacası bilmediğini bilir!
    Modern bilim olgu ve gözlemle başladığını iddia eder ama sonsuz sayıda olgu ve gözlemler gözünden kaçar. Endüstrilerde çalışan çocuk, kadın, erkeklerin hastalıkları, etrafın kirlenmesi, sadece bir kesimin zenginleştiği ve binlerce diğer örnekler gibi.
    Modern bilim bilgi edinme yöntemlerini gerekliliğinden gerçek dünyayı yapay ve keyfi kısıtlar. Ardından bu kısıtlama bazı beklenmedik sonuçlar verince, sayısız zarar ve insan ölümüne neden olunca “kaybede kaybede kazanacağız” ninnisine yatar.
    Bir uzun örnek:
    Son derece yaygın bir çılgınlık. Dünyada karpuz kıtlığı var. Karpuz yetiştirip köşe dönme hayalleri başlar. Kimya veya suni gübre şirketinde çalışan sıradan bir “bilim-teknik” teknisyeni bir köye gidip karpuz ekmelerini tavsiye eder. Köylüler denemişler ve etraflarındaki toprakta karpuzun yetişmediğini biliyorlar. Bu 17. yüz yıl modern bilimci teknisyen köylüleri, yüzlerce suni gübre ve kimyasal maddelerle toprağın karpuz yetiştirebileceğine ikna eder. Mucize! Sivri kelle haklıymış. Ama bir süre sonra kuyulardaki sudan içen, bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeler ve meyveleri yiyen köylüler çeşitli hastalıklara yakalanırlar. İlaç şirketlerine, doktorlara, hastanelere iş çıkar. Kazandıkları paraları diğer bilimci teknisyenler kaptırırlar. Bir sağlık teknisyeni şişe suyu içmelerini öğretir; diğer bir sivri kelle sosyolog teknisyen köylülerin nihayet modern olduklarını yazar; solcu-devrimci sivri kelleler köylüleri başkaldırmaya teşvik eder; çevreci bir gazeteci olayı gazetesinde yayınlar; bir televizyon kanalı günlü haberlere ekler. Kısacası köylülerin ekonomik-sosyal-politik hayatları değişir, modernleşir çağdaş olurlar.
    Siz hayal gücünüzle bunun karanlık yerlerde elektrikle çalışma, uzaklarda yaşayıp telefonla konuşmak gibi yüz binlerce çağdaşlaşmayı biliyor veya hayal edebilirsiniz.
    En önemli unsur öznel ve yaşanan zamanın nesnel tık tıklara çevrilmesi. Bu da gökyüzü düzenini yeryüzüne uygulamak isteyen manastırlarda gelişti.
    Dünya ve yaşam karman çorman, modern bilim doğasıyla dünyayı düzene sokar, basitleştirir, indirger ve bunu soyutlamayla başarır.
    Zaman, mekân ve madde tamamıyla soyutlaştırılır, eski cinlerin ve perilerin yerini alırlar ve onlar kadar ne oldukları belli değildir ama olsun. Mutlaka bir yerde bilen bir koca kelle vardır. Sanırım hatta bu sitede bunları bilmeyen yok. Bana saldıranlar, şimdi, dünyada, var olan malların adları sıralarlar. Hatta çoğu şimdi evlerinde varmış. Kısacası dünya matematikleştirilir, salt niceliklerle tanımlanır. Öldürülür. Ve böylece ele avuca sığar olur.
    “İlk çocuğumuzun doğduğu gün”, Nuh zamanından kalmış veya sizin dilinizle, hala modern olmamışların dili. Zaman anları arasında nitelik farkı olamaz. Sadece Devlet ve hastane hazretlerinin takvim kaydı olur.
    Bilimsel tık tak zaman hem ileri hem geri gider, belki bir gün gelir insanlar da, gidip gidip geri gelirler. İnşallah!
    Canlılar bile bazı kimyasal maddelerin bazı şartlar altında, ama nedense bir defaya mahsus, ölü maddelerden oluşurlar. Tek sır canlılarda bulunan bazı moleküllerin doğada bulunmayışı. Ama olsun. Sivri kelleler ya bulurlar veya bu arada kıyamet kopar ve bulmaya gerek kalmaz.
    Algılanan olgular sanıldığı kadar nesnel değiller ve sadece deneye uyanlar seçilir.
    Doğrusu benim anlamadığım modern bilimin bilgi edinmede güvenilir olup olmaması yerine mal sayanlar; insan ve yaşamı formüllere indirgemesini görmeyenler; modern bilimin soyutlamayla işini kolaylaştırmasını, gerçek dünyanın sadece bir kısmını tecrit ederek, karpuz misali gibi, dünyayı viraneye çevirmesini hala görmeyip hoplayıp zıplayanlar.
    Hele ve özellikle ilkelleri daha özenle çalışmanın modern bilim ve modern politik ideolojilerin iflas etmesiyle hem hız kazandığını hem de yön değiştirdiğini bilmeyenlerin tutumu pek iç açıcı değil. İlkellerden bu yana dünyaya egemen olan dünya görüşünü daha yakından incelemeleri bilmeyenler ya televizyon, ucuz medya, Hollywood filmlerinde gördükleri karikatürlere çeviriyorlar veya aynı miyop bilim-teknik adamları gibi kendi bildikleri dünyanın diline çevirip hiçbir şey anlamadıkalarını açığa vuruyorlar.
    Bu bağlam bana, kendilerini yangın söndürmeye koşmaktan asıl konuya giremeyenlere benzeten “Not in Our Genes” şahane eserin yazarlarını hatırlattı.
    Kalbimde yatan ve modern bilime düşmanlığımın asıl nedeni onun hakikat otoritesi olmuş olması ve sıradanların buna inanması. Modern bilim bu nedenden özgürlüğe karşıdır.
    Türkiye’de bir İlahiyat Fakültesi mezunu bana azizlerin mezarında nur çıktığının bilimsel ispatı yapıldığını söyledi. Ben Allah’a inananın neden bilime başvurduğunu anlamayınca, bana daha da ayrıntılar, toprak moprak, fosfor mosfor hikâyeleri anlattı. Burada ve Amerika’da insanın maymunda gelmediğini, Allah tarafından yaratıldığının bilimsel ispatları çok bol. Bazı çok ünlü bilim adamları da Allah mallah işine bilimsel kanıtlara dayanarak inanıyorlar. Benim için bu inanmayanlar kadar normal. Zavallı insanlık!
    Bence bu inançtan vazgeçilmezse, kapitalizme karşı tüm hareketler başarısız olacaktır. Modern bilim kapitalizm kadar ve bence kapitalizmden çok insan düşmanı. En azından modern bilimin kapitalizmsiz var olması imkânsız! Biliyorum, dünyanın şu veya bu safsatalarına inanan insanlarla dolu olduğu şantajı hemen başlar. Ama bunu iddia edenler, modern bilimin safsatalar sayesinde ilerlediğini, okullarda sergilendiği gibi ücret kölesi yetiştirmek için arınmış, dezenfekte edilmiş, okul kitabı olmuş olduğunu bilmezler. Üstelik insanlara karşı sevgi gözüyle değil aynı düzeni elinde tutanların nefret ve şüphe gözüyle bakarlar. Tüm reklamların safsata olduğunu görmemezlikten gelirler. Ben nasıl olacağını bilmiyorum ama eğer insana onur, gurur, kendine güven sağlanmazsa kurtuluşun imkânsız olduğunu sanıyorum. Tek bildiğim ve emin olduğum bunun okullar veya dahi koca kellelerin eline bırakılmaması.
    Elimden geldiği kadar alay etmeden ve cıvıtmadan yazmak için insanüstü bir çaba harcadım. Kendimi tebrik ediyorum!

  952. Sayın 941ler: Bir Ek
    Son yazımda asıl sorunun “teknik” olduğuna değinmiş ve bu fikre katıldığımı söylemiştim. Bu kavramı inceleyen ve eleştiren çok sayıda düşünürler var. Ben beğendiğim birinin “okura not” başlığıyla yazdığını biraz kısaltıp çevirdim. Belki yararlı olur.
    Not: italik yazılar ” arasında.
    ‘Teknik’ terimini makine, teknoloji, veya bir amaca varmak için kullanılan yöntem anlamında kullanmıyorum. İçinde bulunduğumuz teknolojik toplumda, ‘teknik, her türlü insan etkinlik alanında, akıl yoluyla varılan ve mutlak verimlilik içeren yöntemler bütünüdür.’ Modern tekniğin özellikleri tamamıyla yenidir ve eskiyle kıyaslamada ortak bir ölçüden yoksunuz.
    Bu tanım teorik bir kurgu olmayıp, modern insanın etkinliklerinde ve insanların genel olarak teknik adını verdikleri olgularla uzmanların alanlarında kullandıklarını ilan ettikleri yollara verdikleri adın incelemesiyle vardığımız bir tanım.
    Bu terimi kullandığımızda bazen akılcılık, bazen verimlilik veya yöntem vurgulanacaktır, ama tanım değişmeyecektir.
    Bir de, teknik sosyolojik açıdan incelenecektir. Tekniğin sosyal ilişkiler, politika ve ekonomik olgulara etkisine bakacağız. ‘Teknoloji’ terimiyle yaratılan, tekniğin toplum dışında, bağımsız, yalın, soyut, ayrık kanısı aksine, teknik, modern insan yaşamının her boyutunda yer alır; sosyal ve diğer tüm olguları etkiler. Dolayısıyla tekniğin kendisi sosyolojik bir olgudur. Ve biz tekniğe bu açıdan bakacağız.
    Aşağıdakiler yazarın biraz daha anlaşılması için sunusundan [] içinde alıntılar.
    [Kendimin teknolojik medeniyet içinde yaşadığımın; teknolojiyle iç içe olduğumun; ve bu medeniyetin tarihinin kendi tarihim olduğunu derinden hissediyorum.]
    [Okuyucu bir kötümserlik hissedebilir. Ben ne doğamdan, ne inandığım ilkelerden dolayı kötümserim ne de kötümser ön yargılarım var. Beni meşgul eden sadece dünyanın böyle olup olmadığını bilmek. Beni kötümser damgalayan okuyucu kendi inancını, bilincini yoklayıp bu yargıya nasıl vardığını incelesin. Çünkü bu yargıların altında yatanlar daima metafizik değer yargılarıdır: “insan özgürdür”, “insan yaratış tanrısıdır”, “insan her türlü engeli aşmayı başarmıştır” (bunu neden başaramasın?), “ilerleme her zaman olumludur”, “insan ruhu ebedidir, dolayısıyla tehlike veya riziko”. Bu okuyucudan isteğim olgulara bakıp, kendi kendine şu soruları sorması: “İncelenen olgular yanlış mı?”, “İncelemenin kendisinde bir eksiklik veya yanlışlık var mı?”, “Varılan sonuçlarda haksızlık var mı?”, “Büyük eksiklikler, kusurlar, ihmal edilen yanlar var mı?”]
    [Benim amacım ne tekniğin kötü olduğunu, ne insanın kaçınılmazlığa esir olduğunu, ne de benzeri bir şeyi ispat etmek.]
    [Ne var ki, yarın hakkında daha yarın gelmeden son bir yargı yapmayacağım. İnsanı zincirlere bağlamaya yeltenmeyeceğim. Ama teşhisle tedavi arasında fark olduğu üzerinde ısrarlıyım. ]
    [Kitabın başında bu kitabın bir amacı olduğunu söyledim. Amaç teknolojik kaçınılmazlığı ve anlamının bilincini uyandırmak, uyuyanı uyanmaya çağırmak.]
    Not: eğer bu kitabı okumak isterseniz,
    http://www.ratical.org/ratville/AoS/TheTechnologicalSociety.pdf

  953. 951

    “Liste: Atatürk, Hz. Muhammed, Erdoğan, Batı Uygarlığı- liberal düzeni, Marks-Lenin-Mao-Hitler-Stalin- … hele daha uzun tarih içinde, liste sayfalar tutar.
    Bunlar halkı, insanlığı, sopayla, kavgayla, kabadayılıkla yola getirmediler. Karşılıklı münazara, fikir alış verişi, diyalog, tartışma, güzel ve hoş dil, ikna ederek, akıl yürüterek, tez-antitez-sentezle ikna ettiler.”

    Bunların hepsi geçicidir. Dünya Süleyman’a (Atatürk, Hz. Muhammed, Erdoğan, Batı Uygarlığı- liberal düzeni, Marks-Lenin-Mao-Hitler-Stalin’e) kalmaz.
    Ulu şefler, putlar, peygamberler, dinler, ideolojiler, partiler, rejimler geçicidir. Tarihte birer sayfadırlar sadece.
    Sadece olumsuz yönlerini öne çıkarıp bunlardan ibaret saydığınız Uygarlık-Bilim-Teknik ise kalıcıdır, herkesin katkılarıyla şekillenir, değişir, dönüşür.

    Unutmadan
    Herkese “ulu şef” yaftasını asanların kendileri de “ulu şef”lik taslarlarsa onlara ne denir?
    Senin her söylediğinin doğru olduğu ne malum? Sen tanrı mısın? Söylediğin bir şey doğru bile olsa, bu tanrılık taslayan hoyratlık ve kibirle muhatap alınmayı hak ediyor musun?
    denmez mi?

  954. valla ağzımdan sen aldın.

  955. 939’a
    Hayata, olgulara kuşkucu yaklaşımınızı paylaşıyorum. Yorum sınırlılığı içinde kimi önerilerim “katı” görünebilir.
    Sıkıcılığa gelince; haklısınız; bir noktadan sonra insan o duyguya geliyor. Doğrusu aramızda bilgiye ulaşma yöntemi olarak bir farklılık şu; ben daha çok tarih okuyarak yorum üretiyorum. Siz de üretilmiş yorumlar üzerinden meseleyi ele alıyorsunuz. İnsanlık, bilim, doğa, dinler tarihi… Kuşkusuz arada yorumları ile…
    Birisi demiş; “bana yasalar bulun!”
    Bence bilgilerin en önemli yanı bu; belirli bir nicelik, nitelik ile bir doyma noktasında Yasa’lar ortaya çıkar.
    Tabiat’a ait Yasalar kolayca anlaşılır; deneylerle kanıtlanır…
    Ama Toplumsal Yasa’lar… Biliyorsunuz; Sosyolojinin bir bilim alanı olması çok eski sayılmaz; 150 yıl cıvarında.
    Örneğin Marks bu yasaları bulduğunu sandı; çok insan ikna oldu. Ama bugün büyük kuşku var; “işçi sınıfı” devrimi meselesi.
    İşte “somut durumunu, somut analizini” bu Yasa’lar açısından yapılması gerekli bir işlem olarak anıyorum.
    Örneğin insan-toplumsal tarihsel sürecin “Yasa’larına” göre bilim ve teknolojiden vaz geçilebilir mi?
    Yine “toplumsal yasalara” göre nasıl bir insanlık düzeni beklenebilir; kurgulanabilir; yapılabilir…
    O zaman şu Engels’in “özgürlük, zorunluluğun bilinci” meselesine gelebiliriz. Buradaki “zorunluluk” sanırım “yasalara” uygun siyasal eylemin “keşfi” anlamında olmalı. Ve bu “yasa” meselesinde yanılmış olduklarını da biliyoruz.
    Ama Bilimsellik bu zaten; aynı zamanda kendini eleştiren, kendini olumsuzlayan yöntemi de kabullenmesi. Bu anlamda “Bilimsel” olarak Kapitalist üretim ve tüketimin de artık Tabiata ve insanlığın geleceğine zarar verdiği kanıtlanıyor. Yine “bilimsel” olarak “Taş devrine” dönmemiz gerektiği iddia edilebilir! Ama (10 bin yıllık) Ekonomi-Politik yasalara göre bu iddia kanıtlanabilir mi? Sanmıyorum…
    *
    Benim asıl ilgimi çeken tüm dünya insanlarının tamamıyla burjuva oldukları. Tüketme ve bolluktan başka hiçbir şey olduğuna ne inanıyorlar ne de biliyorlar”
    Bu ve benzeri bir çok düşüncenizi paylaşırım. Göçebelerin bir kısmının da katı Şef’lik içinde yaşadığı da biliniyor. Sanırım biz yolun sonuna geliyoruz. Belki birkaç yüz yıl sonra Tabiat mahvolduktan, insanlık açgözlülüğü ile yaşam alanı kalmamış; nüfusu çok azalmış… O zaman haklı olduğunuz söylenebilir; ben ise bugünden bu “olası” geleceğin Bilim ve Teknolojinin Kapitalist olmayan bir üretim biçimi ile önlenebilir olduğunu düşünüyorum.
    *
    “17. – 19. yüz yıllardaki heyecan, umut, parlak ileri hayallerini yeniden canlandırmak çabası…” Evet, bence bu saçma! Çünkü o “heyecan” ile Bilim ve Teknolojinin “zararlı” yanları gözden kaçtı; oysa bugün “soğukkanlılık” gerekiyor!
    *
    “Ben şimdiye kadar tarihte kaçınılmazlık savunan hiçbir bir tarihçiye rastlamadım.” Sorunu bu kesinlikte ortaya konulduğunu sanmıyorum; ama bence bu “kaçınılmazlık” vardır. Tabiatın, her bir canlı hayatın; inorganik maddeler kadar tabi olduğu yasalar vardır. Ama sanırım bunların tamamı “keşfedilmedi!
    “Örneğin sorumsuz; tembel; başkalarının sırtından geçinmeye alışmış ve “dua’ya” inanan bir birey 10; böylesi bir toplum ise 100 yıla kalmaz duvara toslar!” yasası gereği ( ))bugün yaşadıklarımız öngörülebilir ve kaçınılmaz değil mi?
    *
    Hoşçakalın..

  956. Zavallı 954, Daha da Zavallı Cahilliğini bir Türlü hazım Edemeyen G. Zileli,
    Zavallı yazılanlara cevap vermekten aciz, hacı-hoca, atasözü benzeri eskiden şekerlemeleri saran kağıtlarda çıkan laflarla cevap vermekten başka hiçbir bilgisi olmayan bolluk ve zenginlik (= Uygarlık-Bilim-Teknik ) dininin bağnazları.
    Marks-Lenin-Mao-Hitler-Stalincilik dininden çıkıp anarşit olmak kolay ama bu aynı ama değişik dille söylenen Uygarlık-Bilim-Teknik dininde kurtulmak için biraz bilgili olmak gerekir.
    İmam efendi 954, söylediğimin ne malum doğru olup olmadığını gösterecek gücün yoksa sesini kes daha iyi.
    Ama “Her şeyin geçici olduğu”, gerçekten ve senin bilgisizliğin kadar derin!
    Tek güvencen sitenin Zileli gibi cahillerden oluştuğu. Hepsi senin gibi cahilliğini görecilikle örter.

  957. hazım etmek, yanlış kullanım: hazmetmek olacak.

  958. Sen niye göstermiyorsun? Senin söylediklerin sadece küçümseme, alay, hakaret, kibir, nefret dolu sübjektif cümleler. Yazdıklarının hiçbirinde yeni bir bilgi veya farklı bir görüş yok.

  959. Senin çelişkini de benden önceki yorumcular da göstermişti zaten. Sözde uygar yaşama karşı olduğun halde sen de yaşıyorsun o yaşamı. O yüzden sen sesini kes diyeceğim ama boşver istediğin kadar konuş, bu öfkenle kendini yiyip bitirene kadar.

  960. Sizler kendinizi ne zannediyorsunuz da sayın “pipsqueak”e [Sen tanrı mısın?] diye sorabiliyorsunuz!

    “Din”, “metafizik”, “cult”, “myth”lerle ilgili onlarca yazı yazdı yukarıda; hiç merak edip okudunz mu?! Hayır; okumadınız!

    Sayın “pipsqueak”i eğer “gerici” zannediyorsanız; yandı gülüm keten helva! (Ki “gericilik” ile “ilericilik”in ne olduğundan bile habersiz olma ihtimaliniz var!)

    Eğer yüreğinizde tırnak ucundaki bakteri kadar cesaret kalmış ise; sayın “pipsqueak”e, en az yazdıkları kadar kuvvetli argümanlarınızla karşı çıksanıza! Var mı cesaretiniz!

    Bir şahsın öfkesinin ve nefretinin çok yüksek seviyelerde olması; metinlerinde işaret etmeye çırpındıklarına gölge (en azından sayın Gün Zileli’nin bu sayfasında) düşürmemeli! Daha açık ifadeyle: Sayın “pipsqueak”in öfke ve nefret tsunamilerine değil, metinlerindeki işaretlere yoğunlaşırsanız; kendinize iyilik etmiş olursunuz!

    Bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri, sayın “pipsqueak” bizlere, yani bebekliklerinden itibaten patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara yönelik şirret seviyesi çok yüksek kelimeler sarfetmiş olsa da; bütün bunlar, metinlerinde işaret etmeye çırpındıklarının önemini azaltmaz!

    İlk önce:
    Sayın “pipsqueak”in yazdıklarını okuyup anlamaya çabalayınız!
    Sonra; kendisine ne diyecekseniz deyiniz!

  961. Sayın Gün Zileli,
    Bize öyle geldi ki, 954’ün 951 hakkında söylediklerini ağzınızdan almamış, daha çok ağzınıza koymuş.
    Hoşça kalın.

  962. Amaçla Aracı Karıştıran Şaşkın ve Zavallı 954, 957, 958
    Benim 951. yazım 944’e hitap etmişti. 944 de gazete veya dergiden bir yazının kopyasıydı. Ben Türkler arasında yaygın olan “ünlü biri demişse, doğrudur” kölelik yapısını bildiğimden, kopyayı yapıştıranın yazının içerisini anlamadığını tahmin etmiştim. Yazanın ucuz bir politikacı olduğunu, hali vakti yerinde olanları okşayıcı, şekeri bol yazısı midemi bulandırdı ve ona bir yanıt verdim. O herif sen misin? Akraban mı? O gazetenin reklamcısı, kapı kapı dolaştıran seyyar satıcısı mısın? Yoksa aynı Atatürk gibi, ama ondan farklı İngiltere’den diplomalı yenilikler ithalatçısı Ulu Şef’inin bir müridi misin? Bana Hitler’in gençlerini andırdın. Zaten senin Ulu Şef hücrelerine kadar işlemiş olan çoğunluklar adına diktatörlük kurma Marksist-Leninist-stalinist- hayallerinden, eski huylarından bir türlü vazgeçemiyor ve senin gibi bilgisizleri etrafına toplamış, üzerime saldırıyor. Orwell’in “Hayvanlar Çiftlik’inde ” olduğu gibi.
    Sen benim “kes sesini” lafımı bile anlamadın. Bak Ulu Şef’in çoktan anlamış. Ne güzel kısa ve özdeyişlerle etrafındaki bilgisizler nasıl şekerleme dağıtıyor, uyutuyor. Yani o sesini kesiyor, korkuyor, yatırımlarının faizlerini toplamayla yetiniyor. Zaten tek yaptığı kitap tüccarlığı ve medyadan topladıklarını ibişlere bilgi diye yutturuyor. Tek yenilik bir çok konularda tamamıyla yüzeysel “politically correct” olması.
    Benim AMACIM siz taş uykusunda olan zavallı kandırmışları uyandırmak, ARACIM bu site veya internet veya uygarlığın kaçınılmaz olan yaşam tarzına uymak. Sen bu kaçınılmazlıkları bilmemekle ne kadar sonsuz cahil olduğunu gösteriyorsun ve senin kadar cahil olan Ulu Şef’in seni pohpohluyor. Her ikinizde acınacak hale gelmişsiniz. Bu kaçınılmazlıkların kendilerinin modern yaşamın eleştirisinde en temel noktalardan biri olduğunu bile bilmeden çirkin şantajlarla ayıplarınızı kapatmayı tercih ediyorsanız, çok yazık!
    İşte sana sen, Ulu Şef’in, ve bu sitede sizlerin klonları olanları derin taş uykularından uyandırmak için bir yazı.
    Enformasyon Putperestliği veya Bilgi Sayma Hastalığı: Sosyal Medya Yalnızlar Kalabalığı
    Çağdaş toplumda enformasyon saplantısı oyalanmaya dönüştü. Bu varılan noktada “enformasyon” kavramıyla “düşünce” veya “fikir” karıştırılır. Bilgisayar teknolojisinin hızlı gelişmesiyle kullanışının yaygınlığı ve beyin gibi son derece karışık (karmaşık), içine girmeden incelenemeyen bir sisteme benzetilmesi, enformasyona yüce ve ululuk kazandırdı.
    “Enformasyon” artık “Allah’ın Dediğidir”.
    20. yüz yılda doğa bilimleri bilim adamları bile çalıştıkları alanlardaki sistemlerin aslında enerji akışı değil enformasyon akışı olarak kurgulamaya başladılar. (Eğer kara cahil değilseniz bunun değişik dallarda nasıl yönlendirici olduğunu bilmeniz gerekir.)
    Enerji kavramı daha iyi anlaşıldıkça ve özellikle insana has sistemlerde, enerji akışı enformasyon akışı oldu. Hatta bu yaklaşım ve gelişmenin kendisi, enerji akışını etkiledi ve daha kolayca anlamaya yol açtı.
    20. yüz yıl ortasına doğru, sistem yapısının aslında enformasyon akışlarından oluştuğu, enformasyonu manipülasyon etme ve sürecinde değişiklikler yapmayla bu türlü sistemleri denetim altına alma düşüncesi kök alıp yerleşti. Enformasyon işlem modeli, kişilerin kararlarına nasıl vardıkları; beynin, bilgisayar gibi giren verileri işlemden geçirip geri veren, uyartıyla tepkilerden (bak: davranış psikolojisi, çılgınlığı) oluştuğu bilimsel ilke oldu.
    Toplumlar, enformasyon işleme ve yönlendirme sistemleri olarak algılanmaya başlandı. Bu gelişme özellikle Batı’da yer aldı. Zenginlik, nüfus, yüksek ve eleman yetiştirme eğitiminin artışıyla, soyut bilgi veya, bilgiçler dilinde, “bilişim” (sözcükler, sayılar, resimler ve imgeler) tufanı toplumu aldı götürdü. Bu sele kapılan ilericilere, yani ve güncel aydınlara, göre gelecekte, “bir avuç insan, elle tutulur, gözle görülür, ağızla yenir, burunla koklanır, kulakla işitilenleri üretecek; geri kalanlar enformasyon işleyip yönlendirecekler.
    Benden not : soyut ve sanal annelerden doğmuş bu eski-yeni aydınlar, salt beyin olan bu mahlûklar, yani sizler ve Ulu Şefleriniz, geceleri sanal imgelerle sevişecekler.
    İnşallah bu yazı sizleri tamamıyla tanımlar. İnşallah sizleri uyandırır. İnşallah bu dediklerimi ” doğru olduğu ne malum?”, ve benzeri şantaj ilahilerine çevirmezsiniz.
    Türkiye’ye son geldiğimde maymunlukta eşsiz Türk doktorlarının leblebi dağıtır gibi antidepresan dağıttıklarına şahit oldum. Belki siz o yüzden “biliyorsunuz” ama rahatsınız. Bana göre ücret köleliğiniz bile size her gün antidepresan gerektirir. Kendi kendini parlak ümitler terapisiyle kandırmak lazım.
    Bir şeyde haklısınız. Sizin gibilerle ancak alay edilir ve eğlenilir. Dünyadan habersizsiniz. Atatürk’den beri bir adım ileri atmamışsınız.

  963. Sayın 959,
    İnsanlığa olan derin inancımı pekiştirdiğiniz için bütün samimiyetimle teşekkür ederim.
    Ama bende bir “gericilik” var. Ben insanın kaderini insan tarafından çizilmesini istiyorum. O yüzden ilkelleri anlamak benim için önemli.
    Eğer toplum bir b*k yerse, salt toplumun kendisi sorumlu olmalı. Bu çok dallı budaklı bir kavram ve konu, beni fazlasıyla aşar.
    Ama yine de okuduklarım ve okuduklarımın bende yarattığı sezgi, arkadaşlarım, hatta hayat tecrübelerimin, tabii kendi seçtiğim parçalarının, beni bu düşünceye sürüklediğini söylemek istiyorum.
    Bir örnek: bazı ilkel toplumlarda karar verilmesine şahit olan antropologlar, bir sürü konuşmalardan sonra oy beklerken herkesin çekip gitmesi gözlemi yapanı şaşırtır. Daha sonra herkesin varılan kararın ne olduğunu bilmesi daha da şaşırtıcı olur. Böyle bir durumda verilen karardan herkes sorumlu olur.
    Bence modernlerde buna yakını, idarecileri, belli bir süre için kurayla, ki demokrasinin tek ve öz anlamı da budur, çekmektir. Eğer beraber yaşayacaksak, bence her bireyin en yüce ödevi içinde bulunduğu toplumun idaresinde yer almasıdır. Geriye insanın gereklilik ve özgürlük diyalektiğindeki becerisi kalıyor. Bunu akıl almayacak kadar bir ölçüde başarmış ve yerden göğe kadar övsem okyanusta damla olmaz.
    Bence küçücük bir çocuğun bir at gördükten sonra bütün atların at olduğunu bilmesi bir gerçek mucize!
    Esen kalın

  964. Sayın Ogürsel (955)
    En başta takıldım kaldım. Bilgiye varmada yollar hakkında söylediklerini çok tuhaf.
    Sanki bir Allah gibi olanları olduğu gibi bilmek var, bir de sadece süzgeçten geçen yorumları bilmek var.
    Bu yanıtımda sadece buna değineceğim.
    Üstelik, bir ara konuları daha çok tek tek ele almayı sen öğüt vermiştin. Değindiğin diğer noktaları daha sonraya bırakacağım. Aksi halde ve her zamanki yaptığım gibi yazı çok uzun olacak.
    Tarihçi arşiv dediğimiz toplanmış belge yığınlarını inceler. Bazen akıl almayacak kadar çok belgeler arasından “önemli” olanları seçer. Bu belgelerde kayda geçen olguları yorumlar. Bu noktada çok sayıda sorun ortaya çıkar: yorumlarında gününün ideolojisi etkisi altında kalmak, modaya uymak (istersen sana somut örnekler yazarım), bilinçaltı varsayımlar, kültürün aşıladığı dünya görüşü ve benzerleri gibi. Bu nedenden değişik tarih ekolleri ve değişik tarih felsefeleri var. Hatta tarihçiler arşivlerden seçilen olguların önem ve uygunlukları konusunda bile anlaşamazlar. Bazı tarih felsefecileri, tarihin anlamsız ve rastgele olgulardan, bazıları dönüp gelen devirlerden, bazıları diyalektik değişmelerden, bazıları sınıf kavgasından, bazıları evrim ve ilerlemeden oluştuğunu ileri sürerler. Bazıları insana benzetir, bu özellikle medeniyetler için kullanılır: çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık, halsizlik, ölüm. Bazıları tarihin bir amacı olduğuna; bazıları oyun oynamayla, bazıları uzun sürede etkili olan temel varlıkların etkileriyle, bazıları kahramanların becerileriyle şekillendiğine inanır. Bazıları da tarih tek ve tek kazananların tarihi olduğuna inanırlar.
    Eğer seni yanlış anlamadıysam eninde sonunda bunlar aydınlığa varıp aralarındaki farkların yorumlardan kaynaklandığını anlayıp işin aslını görecekler.
    Hatta dahası da var.
    “Zaman” terör ve yılgınlığına düşmeyen Hindistan medeniyetinde tüm olguların evrenselleştirilmesi, mit ve efsaneye çevrilmesi (bunda Eski Ahit’e benzer) karşısında Hindistan tarihini inceleyen tarihçiler, tabii ırkçı olmayıp tek ve tek bir tarih olduğuna inanmayanlardansa, bir yandan imrenir, diğer yandan neyin olduğu neyin olmadığını ayıklamalarına ket vurduğundan dert yanarlar.
    Kısacası meslekleri tarih olanlar aralarında anlaşamazlar. Ve bu anlaşmazlıklar gerçekten bilimselleşip hepsi aynı düşünüp, “yanılmış olabiliriz”, diyene kadar süreceğe benzer. Geleneksel olarak, tarihin kendini olduğu gibi, doğrudan doğruya, yorum yapmadan tek bilenin Allah olduğu düşünülür. Bir de hayvanların aracılara ihtiyacı olmadığı sanılır. Örneğin odaya bir umak yuvarlanır girerse kedi ardından koşar, biz “nerden geldi?”, deriz. Sanırım bu yüzden ilkeller hayvanları sever ve kendilerinden daha zeki görürlerdi. Aslında modern bilimde de dünyanın kendisinin olduğu gibi bilindiği iddia edilmez. Duyularla algılanan veya görünen dünyanın bilindiği iddia edilir ama galiba bu, bilim bize mal bolluğu sağladığı sürece, önemsiz bir ayrıntı.
    İnsana, kültür, zamana egemen olan dünya görüşü, moda, kişisel eğilimler, ideolojik varsayımlar, bilinçaltı ön yargılar ve benzeri sorunları bir tarafa bıraksak bile, olguları inceleyip anlam verebilmek için veya hatta düşünebilmek için hâlihazırda zaman, mekân, madde, neden ve sonuç, nitelik, nicelik gibi mutlak gerekli süzgeçlerden geçirmek zorundadır. Dolayısıyla, insan olguların kendilerini değil yukarıdaki süzgeçlerden geçmiş olguları bilirler. Tekrar etme pahasına da olsa, yine olguları, felsefe ve dinde, ancak Allah, olduğu gibi algılar. Bir de tabii, bildiğimiz kadarıyla, hayvanlar.
    Bir örümcek doğayı veya olguları, bildiğimiz kadar, bizim gibi algılamaz, yorumlamaz.
    Eğer bir tahminde bulunursam, senin mesleğin tarih değil. Benim de değil. Hatta tarih yazanların çoğu “tekerleği yeniden icat etme” yolunu seçmez. Yorumunu destekleyen verileri daha önce yazılmış tarih kitaplardan alır. Mesleği tarih olanlar da tarihi, kendilerinden daha önceki tarihçilerin yazdıklarını öğrenirler.
    Not: Eski Mısır’ı anlatan Heredot’un zamanında bile Mısır’da turizm endüstrisinin çok geliştiği, gelenlere duymak istediklerinin anlatıldığı, ve Heredot’un da böyle bir tuzağa düştüğü şimdi bilinir.
    Diğer ve özellikle sosyal bilimlerin tümünde bu duruma rastlanır. Yanılmıyorsam, sen sosyobiyolojiciler gibi değişik sosyal bilimlerin aslında bir temele dayandığını ve senin bu temeli bildiğinden yorumsuz bilgin olduğunu ileri sürüyorsun.
    Doğa bilimlerinde bile ama değişik bir biçimde aynı sorun yaşanır. Yaşanan sorun genellikle senkronik değil diyakroniktir. Aslında şimdi doğa bilimleri bir bunalım içinde ama o ayrı bir konu.
    İlk önce senin dediğin: “Ama Bilimsellik bu zaten; aynı zamanda kendini eleştiren, kendini olumsuzlayan yöntemi de kabullenmesi.”
    Bir düzeltme: “yöntemi” değil bulgu veya daha çok biriken bulguların geçerde olan teoriyi olumsuzlaştırması kabullenir.
    Tarih içinde (diyakronik) bir zamanlar geçerli olan teori ve inanışların yetersizliği ve hatta saçmalığına çok rastlanır.
    Geriye kalan ve bana sonsuz tuhaf gelen düşüncen: “ben daha çok tarih okuyarak yorum üretiyorum. Siz de üretilmiş yorumlar üzerinden meseleyi ele alıyorsunuz.”
    Şimdiye kadar elimden geldiği kadar kitap isimleri yazmaktan kaçındım. En fazla okuduklarım tarih kitapları Ne var ki, bence bu sitede daha çok öğrenilenlerin sentezini, okuduklarımızdan varılan yorumların yazılmasının daha uygun olduğuna da inanıyorum. Üstelik bu sitedeki tarih bilgisi kıtlığı ürkütücü. Ben aynı zamanda dünyayı idare edenlerin en sık ve yoğun kullandıkları silahın tarihi silmek olduğunun 70lerden beri derin ve acı bilincindeyim. Bunu söyleyen sadece ben değil, tarihçiler, düşünürler, entelektüeller, eleştiriciler, filozoflar. Bunları bile bir yana bıraksak, günlük hayatın kendisi “gününü gün et, gerisini unut” ve benzeri kendine dönüklüğü pekiştirir. Bunu görmemek için gerçekten kör olmak lazım. İnsanlara bundan başka bir seçenek bırakılmadığını bilmemek için hayli cahil olmak lazım.
    Şimdi de gerçekten olmuş bir olay. 16. veya 17. yüz yılda bir tarihçi bir tarih kitabı yazar ve diğer tarihçilerin değerlendirmesine sunar. Diğerleri beğenirler ama dipnotlar ve bibliyografiyi neden eklediğini anlamazlar. “Sadece okul çocukları bir rapor yazdığında kaynaklarını belirlemeleri istenir.”, derler.
    Siz de hoşçakalın veya hoşça kalın

  965. Sayın 954,

    Bu kadar koyu Allahçılık ve dincilik bu siteye hiç yakışmamış.

    “Uygarlık-Bilim-Teknik ise kalıcıdır”, lafınız bir çeşit ilahlaştırma değil mi?

    Üstelik sizin bu lafınızı doğru olduğu ne malum? Galiba Allahlaştırdığınız için mutlaka doğrudur düşünmüşsünüzdür.

    951 en azından düşüncelerini tarih ve felsefeye dayanarak açıklamış ve savunmuş. Sizinki daha çok dincilerin ve burç köşe yayınlarında yazılanlara benziyor.

    Üstelik ” herkesin katkılarıyla şekillenir, değişir, dönüşür.” Bu gerçekten çok çirkin. Acı ve cefa çekenlerin de katkısı varmış. Ne güzel!

    Zaten Zileli 951 yazısını yazan arkadaşa ya kendisi saldırıyor veya müritlerinin saldırısına katılıyor.

    Derdi ne acaba?

  966. 9555’e ek veya Sayın Ogürsel,
    Belki artık gereksiz olduğundan kendimi tanıtmadan yazıyorum. Ama karışıklığı önlemek için “pipsqueak” olduğumu ekleyeyim.
    Bana bir yanıtında öğrenmeden kaçınmadığına benzer bir yazı yazmıştın. Bunu sana inanmam ve 955’de yazdıklarımı tamamlamak için yazıyorum.
    Eksiklik kaçınılmaz, onun için uzun ve çok sayfalı kitaplar var, onun için logomerkezcilik saldırıya uğradı, onun için modern edebiyata en ünlü isimlerden biri olan Joyce bir günlük yaşamı 700 sayfayla anlattı, … Bu notu eklememde asıl neden alaycılığımı anlamanız için, bu sitedeki cahillik sonsuz derin ve hala Atatürk’den kalanlarla geçinmenin bende yarattığı tiksinti. Kabaca söylersem Marksizm-leninizm- anarşizm gibi adı yeni ama aslı aynı düşünceler gerçekten mide bulandırıcı. Ben senin inandığın öğrenmeye açıklık tersine bunun yok denilecek kadar çok az ve özellikle bu sitede yazanların sonsuz beton kadar katı ve sert ve dogmatik inançlarından vaz geçmeyeceklerini biliyorum. Çünkü bunlara dağıtılan emzik değişti (“Enfermosyan”la ilgili yazımı oku). Sefilliklerinin meşru olduğuna bir türlü inanmayanlara karşı hala kullanılan sopa, kırım ve gaddarlık yerine, bunlar tüketicilikle avutuluyorlar. Bunlar kendi hallerinden memnun ama başkaları için kahramanlık yapanlar. Bilgili ve iyi bir vatandaş olarak “Demokratik” düzende liberal, solcu, devrimci, anarşist, çevreci, hayvan severci, kadın ve eşcinsleri savunucu, vicdanı ve kafası rahat kendi kendiyle barış içinde olanlar, “politika nabza göre şerbetçileri” (İngilizce’de “politically correct”, denir.) Kısacası din değil, bir sürü antidepresan ve benzeri biçare ve sorumsuz doktorların zavallı ve biçare halka dağıttığı modern) afyonun kendisi insanların afyonu oldu. Şu an benim bu bilgi gösterişiminden kudurup ağızlarından köpük getirenleri görüyorum bile. Bunlar rahatsızlıklarını bozanlara şiddete tapan tüm cahiller gibi saldırıyla karşılık veriyorlar. Tek fark “enfermasyon” yazımda belirlediğim gibi bunların “enfermasyonu” bilgi sanmaları. Bu sitede tek istisna ve tek dürüst olan ve benim gibi yuttukları uyku haplarıyla veya çocuk bilgileri olanlara şerbet dağıtmayla geçinme yerine sefilliğimizi ifşa eden 959 (eski adları yalaka).
    Bilgiye nasıl varılır kişisel farklarla anlaşılacak bir özetlemeyi sonsuz aşar. Ve sadece tarih bilgisiyle kısıtlanamaz. Örneğin, ben 1908lerde, tarih kitaplarında yazılanların, doğru veya yanlış bilinçaltı sansürlerle dolu olduğunu, düşünerek mitleri ve antropolojiyi çalışmaya döndüm. Bir çok tarihçiler tarihin çeşitli bilimdallarından oluşmasını isterler. Modern bilimin ne olduğunu bilmeyenlerin bana saldırılarında mal saymaları bundan kaynaklanır. Nicelik ve salt ölçülebilenleri bilgi sayma kavramının bilgiyi sonsuz denecek kadar kısıtladığının tarihini bilmeyenler hala Atatürk peri masallarıyla yetinirler.
    Bu düşüncelerimi Türkiye’de sayısız kitaplarının çevirisi yapılan bir tarihçi Immanuel Wallerstein’nin yazdığı AVRUPA EVRENSELCİLİĞİ – GÜCÜN RETORİĞİ kitabından çok kısa bir parçasını çevirerek senin bilgiyle ne anladığını göstermek istedim.
    Önce bir genel giriş. Immanuel Wallerstein bazen “uzun süre” adı altında geçen Annales Okulu’undan bir tarihçi. Son yazımda sözünü etmiştim. Türkiye’de bu okulun temel düşüncelerine katılan ve aynı yöntemleri kullanan ünlü tarihçiler var. Fuat Köprülü, Ömer Lütfü Barkan, Mustafa Akdağ ve Halil İnalcık. Ben Wallerstein’in 5-6 kitabını ve türlü makalelerini okudum. Annales Okulu’undan en fazla okuduğum kitap sayısına göre sıralarsam Fernand Braudel, Marc Bloch, Jacques Le Goff, Lucien Febvre, Georges Duby. Bunlar sadece Fransızlar. Diğer ülkelerden bu okulu benimseyenler işi çok uzatır ama İngiliz Hugh Trevor-Roper’ın “Avrupa’nın Cadı (yakma) Çılgınlığı” mutlaka okunması gerekir diyebilirim. Burada yine bilgiye varış lafına döneceğim. Bilgiye varış tek yönlü bir araştırma değildir. Bilgi edinme yöntemiye bilgi karıştırmamalı. Örneğin bu cadılık konusunda yazılan Fransız tarihçisi Jules Michelet’in “Cadı veya Büyücü” veya Norman Cohn’un “Avrupa’nın İçinde Yatan Cin ve Şeytanlar” adlı kitapları bana tarihi anlamamda çok yardımcı oldular.
    Neyse uzatmayacağım. Yine cahiller benim bu bilgimi, burç köşelerinde yazılan genel zırvalamalar, gökleri aşan genelleştirmeler, görecilik, “bilim bize mal veriyor sen ne veriyorsun?”, ve benzeri hacı hoca lafları ve her kapıyı açabilen, her cahillik derdine derman görecilikle saldırırlar. Ve Ulu Şef de pis pis sırıtır.
    ***
    İşte ilk açtığım bir Türk kitap satış evinde önüme çıkan Wallerstein’in Türkçe’ye çevrilmiş kitapların bir listesi:
    http://www.idefix.com/kitap/immanuel-wallerstein/urun_liste.asp?kid=2464
    1930 yılında New York’ta doğdu. Columbia Üniversitesi’nden 1951 yılında lisans, 1959 yılında doktora diploması aldı ve aynı üniversitenin Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1955-1970 döneminde başlıca araştırma alanı Afrika’ydı. 1961’de Africa: The Politics of Independence adlı çalışması, 1967’de ise Africa: The Politics of Unity adlı çalışması yayımlandı. 1968 yılında Columbia Üniversitesi’ndeki reform hareketine etkin bir biçimde katıldı. 1971 yılında Montreal’de McGill Üniversitesi’nde görev aldı. 1976’dan bu yana Binghamton’daki New York Eyalet Üniversitesi’nde sosyoloji profesörlüğü yapmaktadır ve Fernand Braudel Ekonomi, Tarihsel Sistemler ve Uygarlık Araştırmaları Merkezi’nin müdürlüğünü üstlenmiştir. Temel yapıtı niteliğindeki üç ciltlik The Modern World-System kitabını sırasıyla 1974, 1980 ve 1989 yıllarında yayımladı ve sosyal bilimlerde verimli bir damarın ortaya çıkmasına yol açtı.
    Sıralama : yeniden eskiye göre
    1. Modern Dünya Sistemi – 4
    2. Kapitalizmin Geleceği Var mı?
    Immanuel Wallerstein, Craig Calhoun, Georgi Derluguian, Michael Mann, Randall Collins
    3. Sosyal Bilimleri Düşünmemek
    4. Bilginin Belirsizlikleri
    5. Dünya Sistemleri Analizi
    6. Modern Dünya Sistemi- 3
    7. Modern Dünya Sistemi- 2
    8. Modern Dünya Sistemi- 1
    9. AVRUPA EVRENSELCİLİĞİ – GÜCÜN RETORİĞİ
    10. Amerikan Gücünün Gerileyişi
    11. Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri
    12. Bildiğimiz Dünyanın Sonu
    13. Liberalizmden Sonra
    14. Sistem Karşıtı Hareketler
    Giovanni Arrighi, Immanuel Wallerstein,
    15. Historical Capitalism with Capitalist Civilization
    16. Küreselleşme ve TerörTerör Kavramı ve
    17. Jeopolitik ve Jeokültür
    18. Soğuk Savaş Üniversite – Savaş Sonrası Yılların Entellektüel Tarihi
    Noam Chomsky, David Montgomery, Howard Zinn, Immanuel Wallerstein, Ira Katznelson, Laura Nader, R. C. Lewontin, Raymond Siever, Richard Ohmann
    Not: Giovanni Arrighi, Howard Zinn ve özellikle biyoloji bilim adamı R. C. Lewontin’i okumanızı çok tavsiye ederim.
    ***
    Çeviri.
    Hakikati Nasıl Biliriz? Bilimsel Evrenselcilik
    Modern dünyada, birbiriyle çekişme halinde olan iki tarz evrenselcilik bulunmaktadır. Birinci tarz, Oryantalizmdir -özcü tikelleri algılama tarzı. Kökenleri, belli bir hümanizm versiyonundan gelir. Evrensel düzeyi, bir dizi yegane değerleri içermenin tersine, özcü tikelciliklerin sürekliliğinden oluşur. Alternatif tarz ise bunun tam zıttı olmaktadır- bilimsel evrenselcilik ve zamanın tüm anlarındaki bütün fenomenleri yöneten nesnel yasalar iddiası. Hümanist tarz, en az on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, ağır bir eleştiri bombardımanına uğramıştır.
    Modern dünyanın baskın hümanizmi -Batı Hristiyan değerleri (Aydınlanma değerleri halini almıştır) – bilişsel olarak kendi kendini doğrulayan bir doktrindi. Bu yüzden, sadece bir dizi öznel iddiadan müteşekkil olmakla isnat edilebildi. Çünkü, öznel olanın bir sürekliliği olamazdı. Aynı şekilde karşıtları da, bu şekliyle evrensel olmadığını söylüyorlardı.
    Bu nedenle, evrenselciliğin öteki temel modern tarzı -bilimsel evrenselcilik – on dokuzuncu yüzyıldan itibaren toplumsal kabul anlamında nispeten güçlendi. 1945’ten sonra
    bilimsel evrenselcilik, neredeyse tartışmasız olarak, Avrupa tarzının sorgulanamazcasına en güçlü evrenselciliği oldu.
    Peki bu bilimsel evrenselcilik nereden geldi? Avrupa evrenselciliği söylemi, daima kesinlik hakkında oldu. Modern dünya-sisteminde kesinliğin esas teolojik zemini, müthiş bir karşı çıkışla karşılaştı. Ve her zaman için evrensel yaklaşımları, ifşa olan tanrıların gerçeklerinde gören birçok insan varolmaya devam etse de, özellikle toplumsal ve entelektüel elitler gibi birçokları açısından tanrılar yerini kesinliğin diğer kaynaklarına terketti. Oryantalizm söylemi, özeti tikellerin kesinliği ile alakalıdır -bir insan nasıl Acem olabilir, bir insan nasıl “modern” olabilir. Fakat bu söylem, sırf öznel olduğu için reddedilip ardı sıra sorgulanmaya başladığında (ki artık kesin değil) Newtoncu doğrusallık, determinizm ve ters çevrilebilir – zaman kavramlarında somutlaşmış bilimin kesinlikleriyle yer değiştirebildi. Bu yaklaşım Aydınlanma düşünürleri tarafından kültürel ve siyasal olarak, özellikle bilimsel bilgi ve onun teknolojik uygulaması konusundaki ilerleme kesinliklerine dönüştürüldü.
    Bu epistemolojik devrimin önemini kavramak için -ilk olarak, iki kültür adıyla anılan kavramın oluşumu ile pekişmesi ve ardından onun içindeki bilimsel evrenselciliğin zaferi-, onu modern dünya-sistemi yapısının içinde ele almak gerekir. Bu bir kapitalist dünya-ekonomisidir. Beş yüzyıldan beri varlığını devam ettirmektedir ve gezegen üzerindeki tek tarihsel sistem olmak amacıyla on dokuzuncu yüzyıldan itibaren bütün yerküreyi kendi yörüngesine eklemlemek için başlangıç bölgesinden (Avrupa’nın bazı bölgeleri, artı Amerika’nın bazı bölgeleri) dışarı doğru yayılmaktadır. Tüm sistemler gibi onun da bir hayatı vardır: doğuş dönemi, işlerliğine devam ettiği uzunca bir dönem ve halihazırdaki nihayetini getiren yapısal krizi.
    Not: Bu krizi şahane inceleyen ” Ütopistik ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri” kitabını da bir mutlak.
    Dahası için şu aşağıdaki sitelere bakabilirsiniz.
    https://tr.wikipedia.org/wiki/Immanuel_Wallerstein
    https://tr.wikipedia.org/wiki/Annales_Okulu
    Eğer bu yazımla neden alay ettiğimi ve bilgi gösterişimin neden hemen hemen herkesi rahatsız ettiğini anlarsanız, amacıma erişmiş olacağım.
    Hoşçakalın

  967. Bertrand Russell’dan modern bilimle ilgili bir alıntıyı aktarmak istedim. Amacım bir bilim adamı ve filozofun modern bilimi görüşüyle bana saldıran mal mühasebecilerini kıyaslamak.
    Giriş
    Önce Copernic sonra Darwin İnsanı’ı kendini merkezde sanmasından kurtardı denir, öyle olsun. Ben acaba İnsan’ı nereye koydular sorusuna cevap aradım durdum. Nihayet bu sitede, Modern Bilim ve daha da önemlisi Medeniyet ile yazılarıma karşı saldıranların yazılarında cevabı buldum!
    Bu yukarıda adını ettiğim sivri kelleli âlimler, dahiler, yeni dinin peygamberleri İnsan’i Süpermarket’e koymuşlar!
    Bu süpermarketlerde doğup büyüyenler iki türlü.
    Birinci tip gerçekten ampirik, modern bilimsel, duyularıyla süpermarkette gördüklerini dolaysız algılayanlar. Bu gerçekçi muhasebeciler gerçeği, kaba da olsa, doğru bir şekilde dile getirirler: “elma var, armut var, saç kurutma makinesi var, çocuk arabaları var, mercimek var, …var da var. Üstelik ne güzel, mikroplardan arındırmak için hepsi plastiğe sarılmış!” Aslında liste çok uzun ve kütüphaneler doldurur.
    İkinciler eğitimle dünyanın karman çormanlığını ve pisliğine görmemeleri için veya düzene sokmaları için beyinleri genişletilmiş ve iyice yıkanmış tipler. İlk bilim adamları gibi görünen dünyanın ardında yatan asıl dünyayı, asıl düzenli dünyayı, görenlere benzerler. Bunlar yeni ışığı gören aydınlar. Hemen önlerinde görünmeyenleri de görürler. Gaip dünyanın peygamberlik hevesi içinde olanlar. Bu muhasebeciler neler görürler neler: “Uçak var, IRA var, otobüs var, gemi var, televizyon var, bilgisayar var, ilaçlar var, çok katlı fare yuvaları apartmanlar var, kafayı yiyenlere sayısız antidepresanlar var, ümitsizlere ümit veren kapitalizm-marksizm-anarşizm var, … Hem de ilerde tüm işlerimizi görecek robotlar olacak, aralarından televizyon kanalı seçer gibi geceleri bizimle sevişecek robotları kendimiz seçeceğiz, daha ilerde de Medeniyet’in aynı ilkel zamanlarında robota çevirdiği deri kemik insanlar gibi, biz de salt beyinden oluşan çip-robotlar olacağız. O ilkel çağlardaki robotlar, bir yandan, Devletlerin telif hakkı olan ve adı Vatandaş olan robotlardı; diğer yandan, büyük şirketlerin telif hakkı olan ve adı Emekçi olan robotlardı. Çiplerimizin programlarında bu ilkellik bilinci olmayacağından, aynı şimdi gibi, yaşamın başka türlü olabilmesi ihtimali çipimizden bile geçmeyecektir …”
    Tek marşımız değişmeyecek: Büyük bir coşku içinde Orwell’in “Hayvanlar Çiftiliği’nde” olduğu gibi, “eski kötü, yeni iyi”, marşımıza devam edeceğiz.
    ***
    Russell’dan bir alıntının çevirisi:
    Bilim, özet olarak, biz modernlere, amaçsız ve anlamsız bir dünya sunar, bir boş dünyaya inanmaya zorlar. Bu boş dünyada ideallerimize bir barınak, bir yuva ararız. Varoluşu, evrimi, ümitleri, korkuları, rastgele atomların çarpışmalarıyla oluşmuş; becerilerinin neye vardığını daha önce görmekten mahrum nedenlerin yarattığı bu İnsan’ın mezar ötesinde varlığını, ne ateş, ne kahramanlık, ne yoğun his ve düşünceler sürdürebilecek. Tarihteki tüm çabaları, dindarlığı ve bağlılığı, insan dehasının ulaştığı en parlak zirvelerin tümü, devasa güneş sisteminin sönmesiyle sona erecek. Tartışma götürmez olmasa da, İnsan’ın tüm başarılar tapınağını evrenin enkazı altında gömüleceğinin kaçınılmaz olduğu o kadar kesin görünür ki tersini savunacak hiç bir felsefi iddia başarılı olamaz. İnsan ruhu veya varlığına verdiği anlam ancak ve ancak bu gerçeği destek olarak kullanma, umutsuzluğun katı direnişi temeli üzerine kurulabilecek.
    Yaşamı kısa, güçsüz İnsan, hem kendi hem de tüm türünün kaderi olan acımasız, amansız kıyameti kendi sırtında taşır. İyi kötü tanımayan, kırımdan geçirmede pervasız kadir-i mutlak madde sonu gelmez bir yol almış gidiyor. Canından fazla sevdiğini kaybeden İnsan, yarın kendisi karanlık dünyanın kapısını geçer.
    Not 1: Kaynak, MİSTİSİZM VE MANTIK
    Not 2: Bu alıntı aynı zamanda en değerli klasik olan E. A. Burtt’ın 1925’de yazdığı “Modern Doğa Biliminin Metafizik Temelleri”, kitabında da var.
    Not 3: Mircea Eliade da aynı alıntıyla, aynı Burtt gibi, modern ama bilgili ve dürüst olan bu hakiki düşünürü anlamlı bir evrende yaşayan insanlarla (bak *) kıyaslar.
    Not 4: Hemen hemen aynı kıyaslamayı Adorno yapar.
    * Irkçılar için bu bir sorun değildir. Anlamlı dünyada yaşayanlar süpermarketlerde doğup büyümedikleri için, kendi kendilerini kandırıp avutuyorlardı. Daha henüz bizler gibi aklı, mantık, bilim yöntemleri kullanacak olgunluğa erişmemişti. Daha işin aslını, ışığı, aydınlığı görmemişlerdi. En üstte oturduğumuz merdivenin basamaklarıydılar. Doğaldır ki, tarih bir merdivense, merdiven basamaksız olmaz. Basamaklardakiler de sabırla, bizim gibi, en üste varmak için beklediler.

  968. Sayın Ogürsel (955)
    İki örnekle bir ön söz:
    1. Bu, düşünme ve bilgi edinmede sık sık rastlanan ayırım uyarısı: biçimle içeriyi karıştırmak. Biçimde benzerlik insanın genelleştirme yapmasında çok önemlidir. Hatta genelleştirmeden ne bilgi ne de bilim düşünülebilir. “Su ancak, sabah 9’da, İstanbul’da, yağmur yağarken, apartmanın 3. katında ateşe koyulursa kaynar”, ne bilim ne de bilgi olabilir.
    Ne var ki, benzetme veya teşbih veya analoji insanı son derece tehlikeli sonuçlara vardırabilir. Eve yakın, 13. yüz yılda bunu gören Rumi’den bir hikâye.
    Bir bakkal öğle namazına giderken papağanın kafesini kilitlemeyi unutur. Geri geldiğinde dükkân karman çorman (benim kafama benzer): yağla şeker, pirinçle mercimek, pekmezle bulgur …. hepsi iç içe. Bakkal kızar ve papağanın bütün tüylerini yolup kafesine koyar.
    Bir süre sonra kafası kabak bir müşteri gelir. Papağan bağırır:
    “Senin halt ettiğini biliyorum!”
    2. Hem “yarın yağmur ya yağacak ya da yağmayacak” hem de hava tahmini raporu gelecekten haber verir. Birincisinin içerisi boştur, ikincisi çabalarla dolu.
    959 sayılı yazındaki şu cümle biçimsel bir düşünce.
    “Göçebelerin bir kısmının da katı Şef’lik içinde yaşadığı da biliniyor.”
    Kendim böyle bir durumda ne yapacağımı, ne diyeceğimi bile bilmiyorum. Göçebelerde “Şef” ne demek sorusunu bir tarafa bile bıraksak, “katı” lafının ne demek olduğunu bile anlamak zor.
    Örneğin Atatürk (ardından Marks, anarşistler, Erdoğan) Türklere, “İlk hedefiniz Avrupalı olmaktır !”, demiş; dünyanın her yerinde şefler aynı şeyi söylemişler; hem Türkler hem tüm dünya burjuva olmuş (hatta sen 955’de buna katılıyorsun). Bu sadece şefde katılığı değil dünya çapında bir katılığı, bu Şeflerin (Atatürk- Marks- Engels – Lenin- anarşistler- Erdoğan) de bir Şef’i varmış katılık bilgisini içerir.
    Not: L. Morgan’ı kopyalayıp Marksizme uyduran Engel’i bilerek ekledim. Bu herif çocuk doğurmayı bile üretim at gözlüğünü takarak gördü ve ilkelleri anlamada, tabii bu sitedekiler hariç, hem Batı hem Sovyet antropologları çıkmaz sokaklara soktu.
    Biliyorum, son zamanlarda bilim adamları şeflerinin emirlerine uyarak her yerde şefler bulmaya başladılar. Ve tabii bu dünyada gelmiş geçmiş en alçak bu insanlar hemen aradıklarını hayvanlar arasında, bitkiler arasında ve nihayet dna’de buldular. Ne var ki, bir azınlık da olsa, bu katılar katısı şeflerin k*larını yalamayan onurlu, gururlu, dürüst bilim adamları var. Bu bilim adamları, en azından şarlatanların yalanlarını ifşa ederler. Daha bilimsel olarak da “şeflik” ve “katılık” kavramlarının şarlatanların buldukları yerlerdeki içerisini incelerler. Bazıları, aynı benim burada başıma gelen gibi, kendilerini itfaiyecilere benzetip, şerbet ve leblebi dağıtan kapitalist-liberal-solcu-devrimci-marksist-anarşist- faşistlerin yangınlarına koşmaktan asıl konuya bile giremediklerine yakınırlar.
    Bu konuyu örnekler vermekle kimseyi ikna edemeyeceğimi biliyorum. Bunlar dinsel, daha doğrusu mit inançları. Olgular, bilgi ve hatta en yakında aile içinde bile “şefliklerin” anlaşılmasının ne kadar karışık olduğuna işaret etmekle mit inançlarını değiştirmek imkânsız.
    Hegel, “Karanlıkta tüm inekler siyah olur.”, dedi. Şimdi okullar, medya, ve yaltakçıların kitaplarına şükür, aydınlıkta gözler kör, beyinler atrofi olduğundan (körelime uğradığından) farklar görünmez olmuş!
    Hoşçakalın

  969. Sayın Yeni Ranters (yaratıcı artist tarafından yasaklanan eski adı Ya*Ka’lar): Tarih Silinmesine Bir Katkı
    Not: Sayın Ogürsel, sizin için geçerli olmayan bu konuya hafifçe dokunmuştum. Bu yazı siz ve sizin gibi tarih bilgisi olanlar için okumaya değmez.
    Sayın Ranters, dünyada en tehlikeli ve en çok cana kıyan madencilikten vazgeçme tavsiyenize uyup günümüzde dönen bazı dolapları, düzeni elinde tutanların en büyük 5-6 saldırıdan biri olan tarihi silmeye göz atmakta yarar var gibime geldi.
    Bazı hemen göze çarpanları söylemeye gerek yok ama fazla mal göz çıkarmaz. En başta dili temizleme gelir. Medeniyet yerine uygarlık. Medeniyet şehri andırır ve asıl anlama daha yakın. Uygarlık Uygurları hatırlatır, milliyetçilik damarlarını kabartır ama olsun, sonu gelmez yeni nesillere hitap eder ve hepsinden ötede devrimcilik politikacılığında nabza göre şerbettir (politically correct). Yüzlerce daha örnekler var ama uzatmayacağım. Hele kökeni geri kalmışları andıran Arap veya Farsça kelimeler! Bunların yerine derhal en son, modern, çağdaş ve kökeni televizyon dizileri olan cici bici sayısız şahıs isimleri kullanmalıyız! Daha okkalı kelimeleri de Atatürk’le başlayan tarih silmeye hemen katılan uzmanların türettiği, kökenleri Orta Asya’ya giden saf, temiz, öz Türkçe sözcüklerle mutlu Türkler olmalıyız. Nesiller arasında bilgi aktarma muhabbet tellalları okullara bırakılmalıdır.
    Diğer ve daha çok sinir yıpratanlar, bu sitedeki tarihi avucunun içi gibi bilenler. Bu Atatürkçü, Kapitalist, Marksist, Anarşist, Faşist, Irkçı bilgiçlere göre Tarih Avrupalı sarışın mavi gözlü olma, mal bolluğuna erişmedir. Hastalanan, yaşlanan, acı çeken, hisseden, zamanını ÜRETME yerine türkü, müzik, dans, oyun, sanat gibi boş işlerle dolduran ve nihayet ölen insan baş belası deri kemik olmadan kurtulup robot olmadır. Bu amaçtan habersizler, Antik Yunan meşalesiyle aydınlatılmamışlar, hala karanlıkta yaşayan ilkeller ve geleneksel toplumlar. Ama bir gün gelecek onlar da bu her yere ulaşan ışığı görüp uyanacaklar.
    Bu iyimser Atatürkçü, Kapitalist, Marksist, Anarşist, Faşist, Irkçı kötümserler karşısında iyimser olmamak imkânsız.
    Ama tarih silme saldırısını sergilemekte amacım ikna etmek, iyiyi kötüyü ayıklamak değil, amacım olanları anlatmak. Zaten taş uykusunda olanları ancak oyalama-eğlendirme artistleri başarır.
    Oyalama ve eğlendirme adına “medya” takmakla uyutma sadece bir çeşit araç, kamu hizmeti olur. Tarafsız ‘profesyonellik’ kisvesi altında oyalananlar arasında iletişim sağlar. Hâlihazırda alınmış kararları pasif yığınlara aktarır.
    Bilim-tekniğin yarattığı mal tüketicileri, ağzı bu emziklerle dolu pasif hilkat garibelerinin bu sitede çok daha yüzeysel ifade ettikleri gibi, oyalama – eğlendirme de artık yaygın, yerleşmiş ve söz götürmez bir ortam olur. Dünyanın en ünlü gazetelerinden biri 1987’de bunu, “Eğer varsa, hakkında konuşmak gerekmez.”, lafıyla mühürler. Zaten eleştirenler bile dikkat çekebilmek için oyalama-eğlendirmeye katılırlar.
    Oyalama-eğlendirmenin eşsiz örneği olan Devlet, şapşalların göklere çıkardıkları teknoloji sayesinde, artık algı ve hatıraları yalanlamanın mutlak egemenidir, hâkimiyeti için gereken tüm araçlara sahiptir.
    Örneğin, iş bölümü gülünçleşir. Sinema artisti başkan olur, gazeteci düşünür olur, şarkıcı filozof olur, avukat tarihçi olur, Marksist-Leninist-stalinist anarşist olur, mühendis şarkıcı olur, futbolcu âlim olur, medya artisti bilgiç olur, günlük oyalama-eğlendirmeyi inceleyip oyalama-eğlendirmeye katılan eleştirici olur, yazmasını bilen bilgi küpü olur, … Artık her yerde ve herkes yıldız olma hakkına sahiptir.
    Oyalama-eğlendirme endüstrisi her gün 24 saat ağzı açık beyni kapalılara dünyayı sergiler, sadece dünyayı yok etme azmini açığa vurmaz veya bazen gerekirse onu bile öcülük yapmak için açıklar. Zaten her şey oyalama-eğlence olduğundan kimse farkına bile varmaz. Bu nedenden ilk Irak savaşı olduğunda Baudrillard, “Irak’da savaş olmadı, görüntüler Hollywood stüdyolarında uyduruldu!”, dedi. Zaten Hegel’in dediği gibi bu ALTÜST olmuş dünyada (bak not:1) art arda gelen yalanlar dizisinde sadece bir an olan hakikatle yalanı artık kimse ayırt edemiyor ve hatta kimsenin umurunda bile değil. Bu sitede iki sivri kelle âlimler bunun güzel bir misali: birincisi “bu dünya Süleyman’a bile kalmamış”, dedi ve ikincisi sevinç içinde katıldı.
    Not1: haddimi aşarak, tarih mütehassıslarına, anarşist kitap tüccarları politika mütehassıslarına aynı adı (ALTÜST DÜNYA) taşıyan eşsiz 17. yüz yıl devrimcilerini İMRENEREK anlatan Marksist C. Hills’in kitabıyla, orta Çağ devrimcilerini İĞRENEREK anlatan N. Cohn’un ALTÜST olmuş dünyayı “pipsqueaklik” tevazusu içinde, tavsiye ederim.
    Not 2: Eminim hangi Süleyman bile olduğunu bilmiyorlardır.
    Not 3: Her gün yenilenen ve her gün unutulanları inceleyen köşe yazarları, devrimci-solcu- Marksist-Leninist yeniden anarşist olarak hortlamış bilgi küpleri, dergi yazarları, sosyal medya artistleri bu altüst olmuş dünyada zırvalayarak eğlendirirler. Bu altüst dünyada yolunu kaybeden saflar uzman abilerini imdada çağırırlar, bilgi küpü gibi görünme sevdası içinde olanlar asıl, otantik kaynaklara gidip ab-ı hayat içerler.
    Önemli olan “gibi görünmek”, ve bu site, bunun en yüce örneği. Bu konuyu merak eden varsa Christopher Lasch’ın “Narsisizm Kültürü” kitabını tavsiye ederim. Tabii bu sitedeki tarih ve tüm alanlarda her şeyi bilen âlimler hariç.
    Artık insanların medya mitralyöz-vari saldırılardan uzak, aracısız birbirleriyle sohbet edip dert paylaşacakları yer bile kalmadı. Artık bağımsız bilgi ve yargı kabiliyetli kişiler de yok. Daha kısacası insanlar baba veya analarından çok zamanlarına benzerler.
    Tarihte sansür hiçbir zaman şimdiki kadar mükemmel olmamıştı.
    Sansürden şikayetçi basın kendi kendini sansür ettiğini görmez.
    Ve tarih bilmeyenleri yönlendirmenin ne kadar kolay olduğunu bilmek için dahi olmak gerekmez. Bu alanda kullanılan uyku ilaçlarından biri teknoloji, diğeri yığınlar psikolojisi.
    Hâkim olan bilgisayar ikili mantığı: ekonomik mi, politik mi? Politik ekonomi aforoz edilir. Çocuk eğitiminin bilgisayar öğrenimiyle başlaması şaşırtmamalı. Sohbet öldü. Yakında konuşma bilen de kalmayacak. Mantıkta en kabiliyetsizler kendi kendini devrimci ilan ederler. Yukarıda değindiğim gibi medeniyete uygarlık demek veya cici bici isimlerin altında yatan mantığı görmekten acizdirler.
    Not: Bu sitede Hortlak gibi ırkçı, faşist, Marksizm’i parti toplantılarıyla afişlerden öğrenmiş birine ses çıkmaz, benim dediklerim rahatsız eder. Ağızlarına oyalama-eğlendirme emzikleri sokulmuş müritler arasında “Abiciğim ne yapıyorsun? Biraz mantıklı olmalı, hâlâ daha henüz hepimiz o kadar salak olmadık, …”, diyecek kadar asgari akıl yürütme marifeti olan bir kişi bile çıkmaz.
    Bu oyalama-eğlendirme ortamının en ünlü ve çağımızın en büyük salaklarından biri olan MacLuhan bile yığınlar medyasının akıl dışı olmaya sürüklediğini gördü.
    Not: bana bilgisayar, medya övenler belki biraz utanırlar. Ama nerde o eski dürüst insanlar?
    Bilimin kâra köle olduğu çoktan bilinir. Yeni olan kâr düzenini elinde tutanların insanlığı yok etme azmi ve bunun apaçık olduğu. Artık bilimden dünyayı anlaması değil, meşrulaştırması beklenir. Tüm olanları temize çıkarma, doğru olduğunu savunması buyrulur.
    Örneğin, bir zamanlar bazı bulaşıcı hastalıkların kökünü kazıyan tıp şimdi, nükleer radyasyon ve kimyasal tarım karşısında tamamıyla kâr peşinde koşanlara esir oldular. Birçok hastalıklara neden olan çevreden söz eden dürüst bilim adam sayısı bir elle sayılacak kadar az. Mesela bu sitede Nuh’dan kalmış politika eserleri satılır ama zamanımızda en merkezi eleştiri olan çevreyle ilgili bir kitap veya yazıya ender rastlanır. Artık ne Devlet’e ne de ilaç şirketlerine karşı gelecek sözüm ona bağımsız bilimin bağımsız bilim adamları var. Zaten çoğu bilim adamı değil meslek adamı olmuşlar. Aynı eski büyücü, tılsımcılar gibi konuşan şarlatan doktor sayısı ciltler doldurur.
    Şimdi bile 19. yüz yılda gülünç olan tarihi komplo görüşünü hâlâ gülünç bulan 19. yüz yıla saplanmış kalmış devrimciler bu gülünç düşüncelerini devletin bildiğinden habersiz, kuşkusuz taş uykusundalar.
    Hava raporları ekonomik, turistik, ana yollardaki trafik yoğunluğuna uygun uydurulur ve hatta raporu yapan daha çok eğlendirir.
    Fransa ve İsviçre’de çok yaygın mesleklerden biri “animateur veya animatrice” . Bu, kelimesi kelimesine “canlandıran” demek. Ve kimse bunu tuhaf bulmaz.
    Sahte araştırma merkezlerinin açılıp kapandığı, gazeteci polis, tarihçi polis, romancı polislere ün kazandırıldığı, devrimci sendika başkanlarının gizli polis ajanları oldukları bir zamanda devrimcilik artistliği yapanlar aynaya bakmazlar.
    Bu devrim artistlerinin düsturu oyalama-eğlendirme mantığını yansıtır: eğer başaramadıysam, zamanımı boşuna harcamışım. Bu aynı zamanda kapitalizmin temel direklerinden biridir.
    Siz Ranters’lere (eski ya*ka’lar), size ben artist olmadığımı kendimin b*k içinde çırpındığımı defalarca söyledim. Ama bu bağlam içinde, Jacques Ellul’un daha önce yazdığım bir yazıda söylediği lafı tekrarlayacağım: hastalığın teşhisi olmadan tedavisi imkânsız. Daha önce yaşadıklarım, okuduklarım, bu sitede gördüklerimden, sizlerin dürüstlüğünüz hariç, vardığım teşhisim onunkinden çok daha mütevazı: devrimci artistler, kapitalist-burjuvalarla aynı değerleri paylaşırlar.
    Durmadan değişen elbise, müzik, turistik gezi yerleri, ve benzeri binlerce ıvır zıvırla geçmiş unutturulur.
    Ünlü bir devlet başkanı, “artık su üzerindeki yansımalar gibi akan ve kaynaşan imgelerin hatıralardan yoksun bir dünyasında yaşayacağız”, der.
    Tarihin silinmesiyle günümüzde yayınlanan kanıtlanması imkânsız olaylar, doğruluğunun onaylanamayacağı istatistikler, inanılmaz açıklamalar, eğreti akıl yürütmeler peri masalları olurlar. Sadece medya uzmanları (bu sitedeki benzeri devrimci falan filanlara ben medya artistleri adını taktım) yorumlar yapıp hava raporu sunarlar.
    Bence kapitalist-burjuvalarla aynı değerleri paylaşanları tanımak bu pis kokan dünyaya karşı direnişte ilk adımdır. Bence sorun kişisel değilse de, bu iyi niyetli cehennem yolunu döşeyenleri tanımakta yarar var.

  970. İkinci Dünya Savaş’ını gittikçe kaybettiklerini anlayan Naziler artık propagandaya inanmayan halkı umutlandırmak için parlak gelecek haberlerini burç yorumlarına sıkıştırmaya başladılar.
    (Annem, fallarına baktıran komşu fakir kızların geleceğinde üniformalı subaylar görürdü. Tabii şimdi olsa iletişimci, işletmeci, doktor, avukat falan filanları görecekti.)
    Fal ve burç yorumlarını günlük gazetelerden okuyan medya artistleri solcu-devrimci-marksist-anarşist nerede bir kıpırdama olsa hemen kendileri gibi cahil olan var-yok parti müritlerine iyi haber verirler.
    İran’daki seçimlerin resimlerinde genç kızlar ve kadınlar görünce böyle bir falcıyı hatırladım. Bu artist 2009 yılında, “Bir yerde kadınlar sokağa döküldü mü, orada iktidarların işi bitik demektir. 1917’de Çarın işini bitiren de kadınlar olmuştu.”, demişti. Sadece çarın işinin bitmesinin “DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİ” olduğu lafıyla süslemesini unutmuştu. Sanırım yeni nabızlara yeni şerbet dağıtma, yani kadıncılık muhabbeti yapma veya politically correct olma, heyecanından eklemeyi unutmuş olmalı.
    Bu solcular din rahiplerine benzerler. Yerel inançları değiştiremediklerinden sadece dili kendi dinlerinin diline çevirir, müritlerinin sayılarını arttırmakla yetinirler.
    Bu solcuların dinler hakkında cahillikleri bir bakıma çok faydalı: kendi dinlerini göremez, rahat uyurlar.
    Kendilerinin dindeki azizler gibi ümitsizlere ümit dağıtan, daha cana yakın, daha anlaşılır, daha halden anlayan aracılar olduklarını görmezler.

  971. Bu sitede yazılanlara bir göz atarken aşağıdaki, 334 Ogursel’in yazdığı, nefesimi kesen bir küstahlığa rastladım.
    “İnsanlığın insan olma sürecinde Avrupa Tarihi önemlidir.”
    Bu ırkçılık yüz kızartıcı ve çirkin. Bana nazilerle faşistleri anımsattı.
    “İnsanlığın insanlıktan çıkma sürecinde Avrupa Tarihi önemlidir.”
    Biz (Diyarbakır ve civarı insanları) her zaman insandık. Biraz terbiyeli olsanız fena olmaz. Beyni yıkanmamışlar için aşağıdakiler daha doğru.
    ” Avrupa Tarihi, Avrupa dışı insanlarını küçük düşüren faziletsiz, utanmaz, adi ruhlu alçakça konuşan insanlığa geçişte önemlidir.”
    “Avrupa Tarihi’nin en büyük önemi, ilkokul tarihi bilgisiyle tarih bildiğini sanan yaşlı geri zekalıların utanmadan konuşma devirlerine geçme süreci olması.”
    “Avrupa Tarihi’nin en büyük önemi insanların ekonomiyi yağlaması için reçete yazan sahte doktorların mantar gibi bittiği insanlık dışı süredir.”

  972. 970
    ırkçılığın ne olduğu konusunda zerre kadar fikrin yok..
    “İnsan olma”, kendini de bir bilgi nesnesi olarak görebilmektir ki bu 19. yy Avrupa coğrafyasında gerçekleşmiştir.
    Azıcık tarih bilgin olsa aslında mezopotamyadan başlayan bir insanlık sürecinin; Çin ve eski Yunan vs.. sentezi ile ilerleyerek
    sonunda taçlandığı bir bölgedir. Tarihsel bölgelerin adını; olayın olduğu yeri belirtmek ırkçılıksa vah senin mantığına..

  973. biyolojik değil, kültürel-felsefi-kavramsal bir “insanlıktan” söz ediyorum.. Sence IŞİD militanları bir “insan” mı?
    Bak “insan” diyorum.. Bir kabileden bahsetmiyorum. Bu Avrupalıların dünyanın en korkunç katliamlarını yapmış olması başka bir şey, kültürel sürece katkı başka bir şey..
    Bak, o zavallı göçmenler nereye gidiyor.. Bizim siyasi insanlarımız nereye sığınıyor..
    Hayata “siyah beyaz” bakanların da “insan olma” süreçleri kolay olmayacak.. yine de kolay gelsin..

  974. 971, 972

    Bırak şu kıvırmaları, çırpındıkça bataklığa daha fazla batıyorsun. Irkçılığı tek bir tanımı var: BİYOLOJİK. Birleşmiş Milletler kurulup dünya, senin gibi ırkçılığı okumuşlukla ve beyin yıkanmayla anlayanlarla, okullarda meslek edinenlerle, boynundan büyük laflar edenlerle, Avrupa’ya tapan kölelerle, diplomalı cahillerle dolunca biyolojik ırkçılık artık gereksiz oldu.

    Senin tarih bilgin beynin kadar küçük. Oku biraz oku! Seni aşan şatafatlı ” kültürel-felsefi-kavramsal” benzeri laflarla kendini oyalama. Hiç değilse Darwin, Spencer, A. Comte, F. Galton gibi sana benzeyen biyolojik ırkçılıklarını açık açık söylemekten utanmayanlarla daha gizli yollara sapan K. Lorenz, R. Ardrey, D. Morris ve nihayet E. O. Wilson gibileri oku ondan sonra hala utanma kalmışsa bilgiden söz et.

  975. Bakalım Bu Yazı Sansürü Geçecek mi?
    Lügatler / Sözlükler
    Marksist-leninist-stalinist-maoist Lügatinden seçme kadim kelimeler:
    proleter, işçi sınıfı, köylü sınıfı, emekçiler sınıfı, …
    Yeni ve Gelişmiş öz ve katıksız Anarşist Sözlüğünden seçmeler:
    Halkımız, İran Halkı, Suriye Halkı, Macar Halkı, Rus Halkı, ABD Halkı, Güney Amerika Halkları, Afrika Halkları, Avrupa Halkları, Çin Halkı, Hindistan Halkı, …
    Lügatte ve sözlükte değişmeyen “politikacı” manası/tanımı: çok konuşup boş konuşan.
    Orwell, “Kullanışı yaygın ve geçerli bir kelime kullanılmıyorsa, bir sorun var demektir.”, dedi.
    Çok eski bir kelime: IRKÇI
    Marksist-leninist-stalinist-maoist Lügati: Kültürel Emperyalizm
    Karaktersizler Sözlüğü: Hayvanlar nihayet İnsan tacını Avrupa’da taktılar.
    Not: Avrupalılar da devasa fabrikalarında, kalitesiz plastik taçlar üretip cüzi bir miktar karşılığı dünyanın diğer coğrafyalarındaki hayvanlara sattılar. Bu hayvanlar da Avrupalılar gibi ırkçı oldular. Allah bu Avrupalıları salak ırkçıların plastik taçlı başından eksik etmesin!
    Lügatte ve sözlükte değişmeyen “bilgiç” manası/tanımı: boş konuşan.

  976. Yıl 4500
    İnsanlar uzayda değişik gezegenlere yayılmışlar. Devlet yok, kapitalizm yok, Marksizm yok, Leninizm yok, hatta bu hikâyenin orijinalini yazan anarşist bilimkurgu yazarın anarşizmi bile yok, okul yok, banka yok, para yok, yok, yok, yok ama her zaman birazcık geride kaldığından daha ilerde olmak isteyen İLERİCİ TÜRK DEVRİMCİ SOLCULAR var. Ama asıl ve hala var olan bu masalın anlamı.
    Bu Türk devrimcileri uzayın daha henüz keşfedilmemiş yerlerine giderek ne kadar azılı ilerici olduklarını, eski / yeni akıncılar olduklarını göstermek isterler. Otorite olmadığından kimse engel olamaz. Bu alanda araştırma yapanlar gereken teknik araçları temin ederler. Uzay gemisini her türlü canlı, düşünme, his algılayacak aygıtlarla donarlar. Ama ne olur ne olmaz, tüm alıcı aygıtların algılamada akim kalması halinde, algılamada şaşmayacak özelliği olan bir kişiyi de ekibe katarlar. Bu kişi etrafındaki bütün hisleri algılar ama, işin kötüsü, o hisleri olduğu gibi yansıtır. Zamanla bu kişinin saldırganlığı, öfkesi, tatsız lafları ekiptekileri aşırı rahatsız eder. Toplanıp aralarında onu öldürmeye karar verirler ama planları suya düşer. Tekrar toplanıp bu kişiden kurtulma yolları bulmaya çalışırlar.
    Aralarından biri nihayet uyanır. “Bu kişi bizim içimizin pisliğini bize yansıtıyor eğer iğrenç, tiksindirici düşünce ve hislerimizden vazgeçersek, o da değişir!”, der.
    Ve dediği olur.
    Darısı bu sitede dünyayı viraneye çeviren Batı’ya körü körüne hayran olanlara! Darısı bu sitede utanmadan ırkçılığı yeni adlar altında yutup yutturanlara! Darısı son 40-50 yıldır yapılan araştırmalardan habersiz cahillere! Darısı 17. yüz yıla takılmış bozuk plaklara! Darısı son 50-60 yıldır devrimin zenginleşmek olduğuna inanan ve bu inancı yutturan azılı eski stalinist / yeni anarşist Türk devrimcilerine!

  977. 973
    Senin gibi kavramsal düşünemeyenler için yapacak bir şey yok. Öyle bir takım adamları ortaya atıp, gösteri cümleleri kuranlara, “kağnı gölgesinde yürüyenlere” ne denilse işe yaramayacağını biliyorum.
    Bu “oku” diyen adamların, okuduğunu anlayamayan skolastik zihinlerin ruhsal sefaleti ne acınası.
    Bence senin gibilere “boşuna okuma” demeli. Zahmet etme..
    *
    “Aydınlanma, sekülarite, insanın “özgürleşmesi”, ulus devletlerin bulunmadığı, köklerinde Doğu’ya ait bilgi-zanaat bulunsa da sonunda 18-19.yy’da Batı Avrupa’da doğmuştur!
    İnsan “dinsel dogmalardan” zihnini kurtararak “insan olmaya” başlamıştır.”
    Bu düşünce ırkçılık mı? Hangi ırk aşağılanmıştır?
    *
    Doğu’lu “ezik”, bilimin insanlığın ortak ürünü olduğunu göremez. Doğu’nun sefaletinde, “özgür insan” oldurmayan gelenekleri savunmalarının payı çok büyüktür.
    Irkçılık “doğal” olanı aşağılar; toplumsal “kusurların” aşağılanmasını ırkçılık sanmak, ona buna oku diyen adamın en temel bilgiden yoksun olduğunu gizlemez.
    Irkçılık, kültürel geri toplumları sömürmek için uydurulan gerekçedir; “kültürel geri toplumların” (örneğin şu an Müslüman halkların”, nasıl “insan gibi yaşayacağının” tartışılması, çözüm önerileri yolunda var olan “sefil halin” tespiti ırkçılık değildir.
    *
    “Pasif” ırkçılar, kendi gelenekleri ile yüzleşemeyenler kendine yönelen eleştirileri “ırkçı” olarak değerlendiriyor; çünkü “makul” bir açıklamaları yok!
    Bir de bu “oku” diyerek azgın cahilliklerini örtme çabası da acınası..
    *
    “Sen öyle bil!”

  978. Senin bu Avrupa aşkın bülbülün güle aşkını geçti. Taklitçilerde çok rastlanan bir vasıf. Avrupalılardan çok Avrupalı olmuşsun. Bak olgun, insanlaşmış, aydınlanmış, maşukun Avrupalı Almanlar ırkçı olduklarını kabul ettiler, masraflarını ödediler, senin gibilerin saygısını kazandılar. Bütün Avrupa ırkçılıklarını rahatça kabul ettiler ve hala ediyorlar.
    Kimse senden para bile istemiyor. Neden korkuyorsun? Zaten ırkçılığının adını da değiştirmişsin, mübarek ağzında saygı değerlik de kazanmış, Avrupa’ya aşkını bülbül gibi ötüyorsun.
    ” Bu düşünce ırkçılık mı? Hangi ırk aşağılanmıştır?”
    Yine cahilliğini sergiledin. Irk yok, ırkçılık var!
    Sen okulunu nasıl bitirdin? Bir türlü öğrenemiyorsun!
    Senin gibi ruhu ırkçı olanlar ne kadar saklansalar nafile.
    Konuyu değiştirmen de nafile. Doğu ezikliği, özgürlük, sekülarite, skolastik, …
    Irkçı olduğunu kendi kendine kabul et, rahatlarsın. Müptelanın iyileşmesi müptela olduğunu kabul etmeyle başlar.

  979. Senin Avrupa hakkında bilgin gerçekten yüz kızartıcı ve acıklı. Avrupalı büyük yazarların Avrupa’yı eleştirileri senin cevap verdiğin arkadaştan daha da sert. Bu boş lafların ve bilhassa ırkçılığın bu siteye yakışmaz diyeceğim ama sanırım yönetici anarşist olduğundan veya başka nedenlerden sana haddini bildirecek cesareti gösteremiyor. Çok yazık.

    Sen “doğu ezikliğinin” mükemmel bir misalisin. Eğer sen kendini Avrupalılara kıyasla aşağı görüyorsan, lütfen kendin için konuş, hepimize hakaret etme. Irkçılığının çirkinliği yetmez gibi aşağılığını da bizlere mal etme!

  980. Fatih’in Torunları Haçlıları İstanbul Surlarından Geri Püskürttü!

    Bir Naipaul’dur tutturuldu. Zaman gazetesinin şair-felsefeci, eski marksist ve yeni Fettullahçı yazarı Hilmi Yavuz’un başlattığı bir tartışmayla, hemen her entelektüel, köşe yazarı en az bir Naipaul yazısı yazdı.
    Kimdir bu Nailpaul?
    Bir “solcu” olarak, “solcu aydın” olarak, böyle bir soru sormakla, ne kadar “naif”, “cahil”, “kültürsüz” olduğumuzu göstermiş oluyoruz. “Solcu” ya da “marksist”, herşeyden önce “aydın”dır, yani entelektüeldir. Bu nedenle, müzikten edebiyata, resimden yontuya kadar her konuda “bilgi” ve “ilgi” sahibi biridir. Dolayısıyla Nailpaul gibi Nobel Edebiyat Ödülü almış birisinin “kim” olduğunu sormaz, çünkü bilir! Bildiği için de, bir Nailpaul tartışması başlatılmışsa, mutlak olarak bir “fikir” sahibidir.
    Ama biz soruyoruz, çünkü bilmiyoruz. Üstelik bilmediğimiz gibi, bilmemizi gerektiren (tartışma dışında) bir durumla da karşı karşıya değiliz.
    Burada, Nailpaul’un “kim” olduğunun hiç önemli olmadığı bir “tartışma”nın ortaya çıkardığı bazı gerçeklerden söz edeceğiz. Naipual’dan da, sadece bu gerçeklerin tanımlanması açısından bir “vesile” olarak söz edeceğiz. (Yine de Naipaul’un “kim” olduğunun “bilinmesi”nin “iyi” olacağını düşünenler için, Hilmi Yavuz’un başlattığı tartışmanın geniş bir malzeme sağladığını söyleyebiliriz.)
    Rivayet odur ki, Nailpaul, 1990 yılında “dört İslam ülkesi”ne “seyahat” yapar ve bu “seyahat”ten edindiği izlenimlerini kitaplaştırır. “Seyyah” Nailpaul’un izlenimine göre, islam ülkelerindeki insanlar “geri-zekalı”dır; islamiyet de, “yalnızca zorluktan kaçıp sığınılan bir barınaktır; yaratıcı değildir; hiçbir şeyi başaramıyor; tıpkı bir parazit gibidir”.
    İşte “kıyamet” buradan kopmaktadır.
    Fatih’in torunları, peygamberin askerleri, Fettulahın müritleri, “ılımlı” islamcı iktidar yandaşları ayağa kalktı! “Vay efendim, sen nasıl islamiyete dil uzatırsın; sen nasıl inananlara geri-zekalı dersin; bu kimsenin haddine değildir!”
    Entelektüellerin (aydınların değil, entelektüellerin) kimileri Nailpaul’un edebi “kişiliği”ni öne çıkararak, bunun bir “toplu linç” hareketi olduğunu söylerken, kimi entelektüeller “demokratik hoşgörü”den söz ettiler. Ama “Fatih’in torunları”, Türk-İslam sentezcileri, ehl-i müslimler ise, “ehl-i salibin”i (Haçlılar) İstanbul surlarından geri püskürttüler.
    “Kıyamet” konusu, “geri-zekalı” müslümanlar ile “yaratıcı olmayan”, “parazit gibi” olan islamiyet olunca akan sular durdu. Ama söz konusu olan “islam ülkeleri” ve bunların ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıları olunca, ister istemez “geri kalmışlıkları” kesin bir olgu durumundadır. Neden “geri” kaldıklarına ilişkin araştırma ve tahliller, yine ister istemez (ve kaçınılmaz olarak) bu “geri”liğin nedenleri arasında “din” etmeninin rolünü de hesaba katmak durumundadırlar.
    Buraya kadar, dogmatik bir ideoloji olarak dinin toplumların geri kalmasında ya da bıraktırılmasındaki nesnel rolü ile dinin “kutsallığı” ve “dokunulmazlığı” ilişkisinde ağır basan yan “dokunulmazlık” olmaktadır. Söz konusu olan “suçlama” gayr-i müslimden, ehl-i salibinden gelince, “dokunulmazlık” da kutsallaştırılmaktadır.
    Bir yerden sonra, Nailpaul bir “haçlı”dır, “Batılı”dir. Doğal olarak batıdan doğuya, doğu toplumlarına bakışı simgeler. Bu bakış açısını “oriyantalizm” olarak tanımlamak fazla yanlış olmayacaktır.
    “Oryantalistler”, eski-sömürgecilik (kolonyalizm) döneminde sömürgeciliği (kolonyalizm) haklı ve meşru göstermenin bir aracı olmuşlardır. Emperyalist aşamada ise, aynı oryantalistler emperyalizmi meşrulaştırma görevini üstlenmişlerdir. Onlara göre, doğu ya da genel olarak “batının dışındakiler, uygarlaşmamış geri ve ilkel ülkelerdir. Dolayısıyla “batı”nın görevi, “batılı” aydınların görevi, bu ülkelere uygarlık götürmek, o ülke insanlarını aydınlatmaktır. Böylece kolonyalizm ve emperyalizm, geri ve ilkel ülkelere uygarlık götürme “misyonu”nu yerine getirerek, dünyanın (global) bütünsel gelişmesine katkıda bulunur. Bu da, emperyalizmin tarihsel “misyonu” olarak tanımlanır.
    “Batı dışındaki” ülkelerin ve toplumların, kapitalist anlamda geri oldukları her türlü tartışmanın dışındadır. Emperyalizm, sermaye ihracı yoluyla bu ülkeleri kapitalist ilişkiler içine çeker. Bu yolla, bu ülkelerdeki geri, feodal yapılar tasfiye olmaya başlar. Ve “olay” da buradan başlar.
    Burjuvazinin ilerici ve devrimci olduğu dönemlerde, kapitalizmin feodalizme göre büyük bir tarihsel ilerleme olduğu açık bir gerçektir.

    “Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı.
    Burjuvazi, egemenliği ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. Karışık feodal bağları kopardı, insanın insanla ilişkisinde çıplak çıkar ilişkisinden, katı “nakit ödeme”den başka bir şey bırakmadı. Kutsal tutkuları, dinsel tutuculuğu, şövalye coşkusunu, darkafalı duygusallığı, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel asaleti, değişim-değerinin içinde yok etti ve sayısız yazılı ve lağvedilemez ayrıcalık özgürlüğünün yerine insafsız ticaret özgürlüğünü geçirdi. Tek sözcükle, dinsel ve politik göz boyamalarla gizlenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, doğrudan kaba sömürüyü koydu.
    Burjuvazi, bugüne dek saygı duyulan ve kutsal bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin kutsal yaldızlarını söküp attı. Doktoru, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını parasını kendisinin ödediği ücretli işçi haline getirdi.
    Burjuvazi, aile ilişkilerindeki duygusal peçeyi yırtıp attı ve onu salt para ilişkisine indirgedi.” (Marks-Engels, Komünist Manifesto, s. 35, İlkeriş Yayınları.)

    Burjuvazi tarihte “devrimci bir rol” oynarken, girdiği her ülkedeki “feodal, ateerkil, romantik” ilişkileri parçalarken, aynı zamanda “açık, utanmaz, doğrudan kaba sömürüyü” de yerleştirdi. Doğal olarak da, bu kaba sömürü halkın tepkisine de yol açtı.
    İşte bu tepki, ileriye, kapitalizmin sonrasına, yani sosyalizme yönelmediği ölçüde, geçmişe duyulan bir özlemin ifadesi oldu. Sosyalizm ne kadar uzaklaşırsa, sosyalist mücadele ne kadar güçsüzleşirse, bu geçmişe duyulan özlem de o ölçüde arttı. Din, kapitalizme uyumlanmamış, dönüşüme (reform) uğramamış ve bu yüzden geçmişi temsil eden din, burada kapitalist (ve emperyalist) sömürüye karşı duyulan tepkilerin birleştiricisi haline geldi. Böylece kapitalist sömürüye karşı yükselen tepki, dinsel kılık altında biçimlendi.
    Emperyalizm, özel olarak Amerikan emperyalizmi, tarihten ders çıkartarak, İngiliz aristokrat bencilliğinin ve kibrinin temsil ettiği eski oryantalist bakış açısının yerine, “gülen yüzlü” din adamlarını, softaları devreye soktu. Adına “Yeşil Kuşak” denilen projeyle bu “dinsel” hareketi finanse etti, korudu ve kolladı. Amaç, bir yandan emperyalist sömürüyü gizlemek ve “dinsel” çevreleri bu sömürünün bir parçası haline getirmek, öte yandan halkın yükselen tepkisinin sosyalizme yönelmesini önlemekti. Dinsel dogmalarla kapitalizm ve emperyalizm kutsandı.
    Ama bu gelişme, hiçbir biçimde “batı dışı toplumları” geri kalmışlıktan kurtarmadı. Tersine kendi iç dinamikleriyle ilerlemesini önleyerek, geri kalmışlığı pekiştirdi. Dini dogmalarla da bu geri kalmışlık pekiştirildi. Düne kadar işbirlikçi-tekelci burjuvaziye yedeklenen “batıcı” küçük-burjuva aydınlarıyla yürütülen ideolojik saptırmalar, bugün “din adamları”nın “gülen yüzü” ile yapılmaktadır.
    Burada Afganistan’daki “Karzai modeli” (ya da “Tayyip modeli”), yani ikiyüzlü siyaset egemen kılındı. Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki yeni iktidarlar “imanı güçlü” yapılar haline getirildi. Emperyalizme (ve kapitalizme) karşı duyulan tepkiler, doğrudan bu “imanlı” iktidarlar tarafından temsil edilmeye başlandı. Onların inandırıcılıklarını güçlendirmek için de, görüntüsel “bağımsızlıkları”nı gösteren din temelinde emperyalizme karşı çıkışlar sergilendi. Böylece “vahşi” kapitalizm, din tarafından “adam edilmeye” başlandı. “Medya” gücüyle de bu görüntü sürekli gündemde tutuldu.
    Artık emperyalizme (ve kapitalizme) duyulan tepkiler pasifize edilmiş; “inananlar”, “gavuru dize getiren” “sultan”ların peşine takılmıştır. Ama emperyalist sömürü olanca hızıyla ve derinliğiyle sürmeye devam etmiştir.
    Naipaul’a karşı ehl-i müslimlerden “yükselen” tepki, böylesi bir görüntünün parçası olarak “Batı” dünyası tarafından hoşgörüyle karşılanmıştır.
    Böylece düne kadar işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle genişletilen iç pazarın, şimdi “dinciler” aracılığıyla toplumun en kapalı ve en geri kesimlerinin kapitalist ilişkiler içine çekilerek genişletilmesi sürecine girilmiştir.
    Deng Sioping’in ünlü sözüyle, kedinin görevi fare tutmaktır! Fare tuttuğu sürece, renginin hiç önemi yoktur!

    KURTULUŞ CEPHESİ – Kasım-Aralık 2010

    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc118_8.html

  981. Sayın 971

    Siz bir hazinesiniz. Gerçi 970-973-977-978 sayılı yazıları yazan arkadaşlar insana yakışmaz laflarınızın çirkinliğini yüzünüze vurdular ama her cümleniz kendi başına bir ırkçılık ve cahillik örneği.

    “İnsan olma”, kendini de bir bilgi nesnesi olarak görebilmektir ki bu 19. yy Avrupa coğrafyasında gerçekleşmiştir.

    Bir okul çocuğu gibi konuşuyorsunuz. Yukarıdaki cümleyle bilgiçlik gösterisi yapayım derken iyice sapıttınız.

    Karl Marks bile aynı 19. yy’ı Orta Çağ’la kıyaslandığında, Orta Çağ’ı “çok derin insancıl” bulur.

    Siz insan olmayla insanı okullarda konu etme arasındaki farkı görmemekle ne kadar satıhsal bir anlayışınız olduğunu yüzünüz kızarmadan açığa vurdunuz ve üstelik hala savunuyorsunuz.

    En azından, Antik Yunan’ı kendine iftihar ve gururla mal eden Avrupa’nın doğayı kendine nesne eden Sokrat öncesi (batı Anadolu), insanı kendine nesne eden Atina okulu, ve insanın dünyayı anlamada kullandığı düşüncesini kendine nesne eden güney İtalya hakkında bilgisizliğiniz bilgili bir Avrupalı düşünürü hayrete düşürür. Ama sizin gibi ırkçı ve cahil olanlar size hayran olurlar. Zaten bunlar gittikçe ve yine artmakta.

    Avrupa dışında sayısız örnekler var ama sizin bilgisizliğiniz artık Rubicon’u geçmiş. Yukarıda yazılarına değindiğim arkadaşların ne dediklerini bile anlamıyorsunuz.

  982. 977 ve 978…
    sonuç olarak tarih olacak zamanları yaşıyoruz… sizin bu doğulu “ezik” ırkçılıkla, Batı ırkçılığı-kültür emperyalizmine karşı kof mücadelenizin beyhudeliğini anlamanız için yazık ki zamanımız yok.. en az 50 yıl gerekli.
    *
    Yineliyorum; insan denilen hayvanın tek sığınacağı yer aklıdır; olmayanların sığınacağı yer sefalet ve acınası karanlık mağaralardır…
    Sanat ve “tin” aklın kibrini biçimler; derinleştirir.
    Bu “kavramsal devrimler” Batı Avrupa’da gerçekleşmiştir.
    Büyük katliamlar ve acımasız sömürüler bu sürecin “besini” olmuşsa da; şimdi Cizre ve Sur’da olanlardan yalnızca niceliksel farklılık gösterir ki; Doğu’daki katliamlar tarihsel olarak bir devrime yol açmamıştır. Olasıdır ki, burada tarihi özümlemeden gevezelik yapanların öncülleri bugün olduğu gibi hiç de az değildi…
    Neolitik Devrim ilk Mezopotamyada; 2. Devrim, yani endüstriyel devrim ve felsefi-seküler kopuş da önce Batı Avrupa’da gerçekleşmiş…
    Pasif ırkçı; ezik Doğululardan özür dilerim… Bu iş maalesef bu coğrafik alanlarda böylece gerçekleşmiş..
    Kendinizi suçlamayın; bu hikayede ne geçmişe ve ne de geleceğe ait bir sorumluluğunuz yok…

  983. düzeltmeliyim..
    “Sanat ve “tin” aklın kibrini biçimler; derinleştirir” yerine
    Sanat ve “tin” aklın kibrini sınırlar; olumlu anlamda biçimler; duyuşunu derinleştirir.”
    Etnik, dinsel milliyetçiliğin burnumuzun dibinde katliamlar tezgahladığı bir ülkede, bu “geleneğin” yaslandığı geçmişi teşhir etmek için “sığınılacak” sözcüklerin, kavramların ürediği; derli-toplu felsefe-sanat-bilim disiplinlerinin doğduğu coğrafya ve batı dışında toplumlar varsa eğer yazın bilelim..
    20 yy Faşist Avrupa’nın ve günümüzde Faşizme sürüklenen Batı gerçekliği Tarihsel gerçekliği değiştirmez…
    Hiç bir “element” saf değil!
    Oksijen iki Hidrojen atomuyla birleşir; su olur; bir karbon atomuyla birleşir; öldürücü gazdır o.
    Rastlantılar Tanrısı insanlığın 2. büyük devrimini Batı Avrupa’da yaptıysa.. bu tepkileriniz de belki IŞİD’çileri anlamayı kolaylaştırıyor…
    *
    “İslamofobi” diye höykürenler, İslamofobiklere “gâvur” diyor.
    Almanyadaki o tarikatçı, orada Yeşil’lere, SDP’ye oy veriyor; Türkiye’de AKP’ye… Nasıl ama!
    *
    Pasif Irkçılar…
    Onlar Irkçı; beni eziyor.. Zaman gelecek, ben onlara gösteririm!
    “Türkler buraya sonradan geldi; defolsunlar…”
    Emperyalist ben değilim.. o zaman…Kahrolsun Emperyalizm.. Yaşasın Kapitalizm…
    “Müslümanlar hep zulme uğradı; başörtülü bacılarımız…” .. Yaşasın RTE…
    ***
    Benim için, siz ve sizin gibiler yaşanılan toplumsal-siyasal hayatın arasında dokunmuş, o rezil bağları göremeyen, ezberci, şahsen düşünemeyen; “neden-sonuç” ilişkilerine yeterince kafa yormayan ve böylece yaşanılan vahşet ilişkileri değirmenine istemeden de olsa su taşıyan; bir şekilde tanısam olasıdır, böyle kırıcı cümleleri kesinlikle kullanmayacağım bireylersiniz…
    Özür, dilerim.. Bu düşüncelerim bir kaç yılda oluşmadı..
    Kolayca değişmeyecek…
    *
    Bu vahşet ülkesinde bu katliamlar olabiliyorsa, elbette en temel konularda bile uzlaşamayan sefil bir “sol” olduğu içindir… Bu ve benzeri tartışmalarda hiç bir kişisel çıkar gözetmese de birbirimize saldırma şehveti, bu ülkede cinayet ve katliamların yoğunluğuna da şaşırmamamızın sebebi olmalı…

  984. “Ülkemizde çok eski bir düşünce, son yıllarda yeniden çok sayıda taraftar bulur oldu. Bu düşünce Batı’nın neredeyse tüm kötülüklerin kaynağı ve adeta şeytanın yeryüzünde cisimleşmiş hali olduğu şeklinde özetlenebilir.
    Öyle ki Batı’dan gelen her şey değersizdir, günaha sevk edicidir, Batı’nın düşünceleri kötü niyetli, emperyalist komplolardır vs. vs. Bu kanaatler aslında şu aralar oldukça revaç bulan sözcükle ifade edersek, fazlasıyla ‘kadim’dir.
    Bu haliyle bu klişeler, her iyiliğin ve gelişmenin Batı’dan geldiğini ileri süren fikirlerle birbirinin düşman kardeşleridir.
    Yalnız son zamanlarda ‘Batı’ eleştirileri iyice ipe sapa gelmez noktalara vardı. O kadar ki, sosyoloji ‘Batı’nın toplumumuzu dağıtmak, çözüştürmek için icat ettiği bir bilgi türü, psikoloji, dişleri ve tırnakları keskin ‘Batı’nın, ruhlarımızı hedef alan bir saldırganlığı, ekonomi aslında bizi sömürmek için bize öğrettiği bir çeşit yanlış bilgi şeklinde tanımlanmaya, siyasi partiler, “Batı’nın başımıza bela ettiği” kurumlar olarak anlatılmaya, hayali bir kötü ‘Batı’ yaratılıp onun karşısında yine hayali bir ‘zavallı ve masum’ ‘Doğu’ konumlandırılmaya başlandı. ‘Bizim’ hiçbir kabahatimiz yoktu bu hikâyeye göre. Biz birbirimizi öldürelim diye Batılılar bize silah satıyor, silah satabilmek için de aramıza nifak sokuyordu. Ve hayrettir bütün bu olup bitenlerde biz masumduk.
    Bu fikirlerde ‘Batı’nın nerede başladığı ve ‘Doğu’nun nerede bittiğinin belirsizliği bir yana kimleri kapsadığı da tamamen muğlaktır. Mesela Japonya, Çin, Hindistan ‘Doğu’ mudur? Ya da Arjantin ve Brezilya ‘Batı’ mıdır, eğer öyle ise neden öyledir?
    “Doğu’ya doğru fazla giden, coğrafya yüzünden Batı’ya düşer. Tersi de geçerlidir bunun.” der merhum şairimiz Ece Ayhan.
    Hadi adını koyalım, aslında bizim ‘Doğu’cularımız ‘Batı’ diyerek Hıristiyan kültürlü ve inançlı ülkeleri kastetmekte fakat nedense ‘Batı’ demeyi sürdürmektedirler. Ama ortada fikriyat denilebilecek bir şey olmadığından, bütün tartışmalar ‘Batı’nın ortaya koyduğu fikirlerin tartışılmasından ibaret hale gelmektedir.”
    http://www.zaman.com.tr/yazarlar/reha-camuroglu/dunyaya-neden-bati-hukmediyor-simdilik_2326224.html

  985. 980
    senin o Atinalı’ların o felsefelerini kölelerin dünyasında ürettiler. Günümüz salaklığı da o köleci toplum vahşetini anlamadan, Aristo, Sokrat, Platon, Heraklit mevzusunda at gözlükleri ile bu tür cümleler kurmayı koşullar. Şunu kendine sormaz; MÖ 500 yıllarında bu olağanüstü düşünceler neden 2000 yıl uyudu da, ancak 1500’lü yıllarda anımsandı…
    ne acınası bir tarih anlayışı…

    Marks’ın andığı insancıllık senin sandığın gibi değil; Şekspir’in şiiri üzerinden yazdıklarını anlamamışsın; Marks aynı zamanda köle emeği olmasaydı çağımızın da bu şekilde olmayacağını yazmıştı.
    Ezberci okumalar bunlar…

    Zaten sorun da çağımızda “sıçrayacağımız” o “büyülü” basamağı bulmak..
    *
    2016 yılında… şu yaşadığımız .. o Atina demokrasilerinden bile daha geride ise…
    CHP ve Sosyalistleriyle…
    çok korkunç bir “düşünce-bilgi” çarpıklığı ve “yöntemsel” büyük yanlışlar içindeyiz…
    bu konuları samimiyetle konuşmak yerine; bilgi alışverişi yerine…
    sidik yarışı…
    olur ya ,, öğrendiklerimiz, ezberimiz yıkılırsa, dünyada tutunacak yer bulamayıp, uçuruma düşeceğim paniğiyle laf yetiştirmek..
    neyse.. hiç olmazsa son yorumcular, oradan, buradan kitap kapakları sallamadılar..

  986. Marks’ın andığı..
    Tayyip’in vassallarına bak; insancıllığı gör…
    işte öyle bir şey..Şövalye hikayeleri..
    “sadık kullarınız”…
    tamam, insanın da meta olması bundan kötü ama…
    öncekinin sefilliğini aklamaz bu…
    *
    İnsandan insana dolaysız ilişki…
    *
    kendini hiç bir zaman bir köle olarak aklına getirmeyen o sefih küçük burjuva için bu tür tarih okumalarına ait üç cilt kitap yazılırdı sanırım…

  987. O çok bilmişe anımsatayım..
    Marks İngiliz Emperyalizminin Hindistan sömürgeciliğini de olumlu, onun anladığı biçimiyle “insancıl-ilerlemeci” bulur..
    *
    Bence..
    250 milyon yıl önceki Dinazor hikayelerine “sempati” duyan insanlık açısından…
    Marks haklı sanırım!

  988. Bu gün kullandığımız anlamıyla “Doğu” ve “Batı” kavramları kapitalizmin Avrupa’da zafer yürüyüşüne başlamasıyla doğduğundan, burjuva uygarlığına göre bir koordinat ekseninden tanımlanmışlardır. “Orta Doğu”, “Uzak Doğu” gibi kavramlar hep Avrupa’ya göre tanımlanmıştır.
    Bu ideolojik karakterini unutmadan, Doğu ile Batı arasındaki temel farka baktığımızda ne görürüz?
    Birinde zengin ülkeler ve demokratik rejimler vardır, diğeri yoksuldur ve anti demokratik rejimler vardır. Doğu’dakilerin en parlamenter biçimlerinde bile, halkın seçilmiş temsilcilerinin gerçek bir iktidarı, gerçek özgürlükler yoktur. Batı da ise, en “mavi kanlı” kralların ve kraliçelerin bile, en sıradan bir şark karakolundaki jandarma veya polis kadar olsun, insanların kaderi üzerinde karar verecek gücü ve yetkisi yoktur.

    Peki, niye böyledir?
    Batı’da kapitalizmin doğup gelişti, Doğu’da ise modern bir kapitalizm doğup gelişemedi.
    Peki, bu niye böyle oldu?
    Bunun nedeni Doğu’da Devletin çok güçlü olmasında; batıda ise Kralların hiçbir zaman firavunlaşamamasındadır.
    Bunun da nedeni komünal geleneklerin güçlülüğü, Batı’nın uygarlıklara az bulaşmışlığı; az uygarlaşmışlığıdır. Yani Batı, Klasik biçimiyle uygarlaşamadığı için modern biçimiyle bir uygarlık kurabilmiştir veya modern uygarlığa geçebilmiştir; Doğu ise, klasik uygarlıkları kurduğu için modern uygarlığa geçememiştir.
    Peki, bunun mekanizması nedir?
    Çünkü ilk uygarlıklara subtropikal ırmak boylarında geçilmiştir. Devlet, başlangıçta toplum adına işleri organize ederken bir süre sonra, kendisi artı ürüne el koyan bir egemen sınıfa dönüşmüştür.
    Ve bu egemen sınıf-devlet (Sünuf-u Devlet) öylesine mükemmel ve soyut bir şekil almıştır ki, en “gelişmiş” biçimlerinde Sultan veya Kral haricinde tüm devlet kölelerden (Kapıkulları) oluşur. Aslında Doğu’da egemen sınıf kölelerdir. Ancak kölelere dayanan ve onlardan oluşan bir aygıt mutlak şark devletini oluşturabilirdi. Bunun en bilinen ve son örneği, Osmanlı’dir, Osmanlı uygarlaştıkça, padişah eşitler arasında birinci olmaktan çıkmış; bir köleler ordusuna dayanmıştır. Osmanlı devletleştikçe yeniçeri ordusu ve devlet görevlileri tümüyle devşirme kölelerden oluşmuştur. Fatih İstanbul’u feth ettiğinde İstanbul Osmanlı’yı feth etmiştir.
    Batı’da ise, Krallar hiçbir zaman bu güce, Firavunlaşıp Nemrutlaşmaya ulaşamamışlardır. Diğer kabilelerin liderleri (Asiller, şövalyeler) Kralın karşısına çıkıp, bugün batı demokrasisinin çıkışı kabul edilen “Magna Karta”yı dayatabilmişlerdir.
    Yani batıdaki refah ve kapitalizmin sırrı, modern uygarlığın sırrı Demokrasidedir.
    Sanılır ki, demokrasi kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür. Türkiye’de ve tüm eski doğu despotluklarında, demokrasinin gelmesi için hep belli bir gelişmişlik ve refah düzeyine erişmek gerektiği yalanı ve ideolojisi piyasaya sürülür. Bu fikrin kendisi doğu despotluğunun bir ideolojik aracıdır. Gerçekte ise, gelişme ve refah için Demokrasi şarttır.
    Burada şöyle bir itiraz yapıldığını duyar gibi oluyoruz: “Peki Japonya doğunun doğusunda, ama orada pek ala kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış?”
    Bu bize, doğu ve batı kavramlarını daha dakik olarak tanımlamamız gerektiğini gösterir.
    Doğu’nun ayırıcı özelliği nedir?
    Eski uygarlık beşikleri olması. Yani Çin, Hint, İran ve Orta Doğu, bunların hepsi, eski uygarlık beşikleridir. Doğu’nun bu özelliğinden hareket edersek, Doğu’nun coğrafi değil bir sosyolojik kavram olarak, eski uygarlık beşikleri olarak tanımlanabileceği ortaya çıkar. Eski uygarlık beşiği olmak ne demektir? Uygarlık demek ticaret, yani tefecilik ve bezirganlık, sınıflar demektir; devlet demektir. Uygarlık demek çok güçlü bir devlet demektir. Şark, Uygarlık ve Devlet özdeş kavramlardır.
    Doğu ve Batı Coğrafi kavramlar değildir. Yukarıda da değinildiği gibi, Doğu, klasik uygarlığa ve devletçiliğe bulaşmışlık demektir. Bu kriter açısından bakıldığında Japonya’nın coğafi olarak doğuda olmakla birlikte hiçbir zaman doğulu olmadığı; uygarlığa ancak Batı gibi sınırlı ölçüde bulaştığı görülür. Japon imparatorları Batı Avrupa’nın kralları gibi eşitler arasında birinciydiler birer firavun olmayı başaramamışlardı. Samuray denen şövalyeler, aşiret şefleri hep silahlıydılar; bir köleler ordusu olmuyor ve olamıyordu hiçbir zaman imparatorun ordusu. Dolayısıyla silahlı samurayları ezip, bir kapıkkuları devleti kuramıyordu. Kuramayınca da Samurayları ezemiyordu.
    Doğu’yu ve Batı’yı böyle sosyolojik olarak tanımlayıp bu kriterler açısından baktığımızda, Japonya’nın istisna olmadığı kuralı doğruladığı görülür. Çin uygarlığı Japonya’ya fazla işleyememiştir. Japonya’nın antik tefeci bezirgan uygarlıklarla ilişkisi, tıpkı Kuzey ve Batı Avrupa’nın Orta doğu ve Akdeniz uygarlıklarıyla ilişkisi gibidir. Yani Japonya, coğrafi olarak doğulu ama sosyolojik olarak batılı bir ülkedir.
    Tersinden de örnek verilebilir. Örneğin, Fas, Tunus, Cezayir; Arap uygarlığının “Magrep” dedikleri, coğrafi olarak Batının batısındadırlar ama tarihsel ve sosyolojik olarak doğuludurlar. Fenikelilerden beri, boğazlarına kadar Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığına batmışlardır.
    Hatta bu ölçüt bizzat, Batı’nın kendi içinde bile görülebilir. Güney Avrupa, uygarlığa çok daha fazla bulaşmıştır. Roma egemenliğinde kalmıştır. Kuzey ise çok daha az. Roma Alplerin kuzeyine çok az ve geç işleyebilmiştir. Bu antik Roma’ya bulaşmışlık, Katolik ve Protestan sınırını bile belirler. Eski Romla imparatorluğunun iyice içine işlediği alanlar Katolik; uygarlığa yeterince bulaşmamış alanlar Protestan’dır. Yani Avrupa ölçülerinde, Güney, Dünya’daki Doğu’nun benzeridir, Kuzey de Batı’nın.
    (Burada yıllardır üniversitelerde ve aydınlar arasında kapitalizm ve protestanlık bağları kuran Weber’ci açıklamaların yanlışlığı da ortaya çıkar. Bu konuda Kıvılcımlı’nın burada bizim dayandığımız açıklaması hem Marksist kavram sistemine dayanır; hem de iç bağlantıları çok daha iyi açıklar. Protestanlık gibi görünen uygarlığa bulaşmamışlık; Komün’ün gücüdür. Yani bir anlamda demokrasidir. Weberci açıklama ise komün’ü ve Demokrasiyi gizlemenin ideolojik bir aracını sunar. Tutulmasının nedeni de budur. Weberci tarih açıklamaları liberallerin ve burjuvazinin çıkarlarına tıpatıp denk düşer.)
    Bütün bu sonuçlara baktığımızda, medeniyete az bulaşmışlık, yani komünal ilişkilerin güçlülüğü ile demokrasi ve modern kapitalizm arasında çok yakın bir ilişki olduğu görülür. Bütün Kuzey Avrupa ülkeleri Krallıktır, ama o Kralların, her hangi bir doğulu ülkenin jandarması kadar bile yetkisi ve gücü yoktur. Japonya da bir istisna oluşturmaz. Japon İmparatoru’nun adı imparatordur, yaksa konumu İngiliz krallarından farklı değildir. Bunun nedeni, o kralların, hiçbir zaman doğu firavunları gibi her şeylere kadir tanrılar olamamasıdır, yani komünün yaşayan etkileridir. Onlar hiçbir zaman firavunlaşamamışlar, diğer asiller (komün şefleri) karşısında, eşitler arasında birinci olabilmişlerdir. Magna Karta da bunun yazıya geçirilmesinden başka bir şey değilidir.
    *

    Doğu ve Batı
    Demir Küçükaydın
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/10/dogu-ve-bat.html

  989. O.Gürsel, yukarıda hakkında yazılan ‘cahil ve ırkçı’ yakıştırmaları ağır ithamlar ama ‘Batı’ konusunda fanatiklik yolunda at koşturuyorsun. Nedir bu takım tutar gibi Avrupa savunması. Tarihte her coğrafyanın ilerici olduğu gerici olduğu dönemler var. Kaldı ki tarihte bütün kültürler etkileşim içinde olmuş. Senin salladığın gibi hiç bir düşüncenin uyuduğu yok.Yunan felsefesi başka coğrafyalarda yaşamaya ve gelişmeye devam etmiş. Kemalizmin bu coğrafyaya en büyük zararlarından biri de bu Batı fanatikliği olsa gerek. Sen bunun en güzel ifadesi olabilirsin.

  990. yaşadığımız toplumsal, zihinsel, kültürel, davranışsal sefalet ile bu meseleler arasında birebir bağlantı olduğunu düşündüğüm için bu meseleye sık değiniyor.. ısrarcı oluyorum..
    Yüzde 46-47 kemik AKP oyu; yüzde 65 Türk-İslam taraftarlığı; bu “eğilmiş demir” nasıl düzeltilecek.. Devrim yapsan bile bu sorun nasıl çözülecek.. Mesele bu……

    Ama çok okur “meramı-kastı” anlama çabası yerine, kendi ezberi ile doğrudan yargılamaya geçiyor ve tartışma adabı ve yöntemi bozuluyor.
    kuşkusuz hayatı yöneten düşünceler değil; “telaşa” gerek yok..
    sorun veya tartışma konusu “Avrupa” değil; 1200 1600 yılları arasında “olan bitenden” ne öğrenebiliriz tartışması olabilir ki.. sanırım bu şimdilik mümkün görünmüyor..

  991. D. Küçükaydın’ın bu çözümlemesi üzerinden.. .
    1
    Roma İmparatorluğu dağıldıktan sonra Avrupa’da kent devletleri arasındaki rekabet, yarışma ve savaşlar; Merkezî imparatorluğun ve “eski uygarlığın” baskısının bulunmaması.. “Firavunlaşma”, nesnel bir açıklama değil.. Yetersiz… “Bunun nedeni Doğu’da Devletin çok güçlü olmasında; batıda ise Kralların hiçbir zaman firavunlaşamamasındadır.”

    2
    “Yani batıdaki refah ve kapitalizmin sırrı, modern uygarlığın sırrı Demokrasidedir.
    Sanılır ki, demokrasi kapitalizmin ürünüdür, aksine kapitalizm demokrasinin ürünüdür.” Bu tespitlere katılırım..

    3
    “Peki Japonya doğunun doğusunda, ama orada pek ala kapitalizm gelişmiş ve tıpkı Batı’daki gibi bir ülke ortaya nasıl olmuş da çıkmış?”
    1828 de başlayan reformlarla.. Kararlı ve katı!! Ve bu reformlara karşı büyük sorun çıkarmayan bir “dinsel” düşünce alt yapısı sayesinde.. (Bu bizde 1923’e karşılık gelir.. Yani çok geç ve gereken “samimiyet” olmadan; “taklit” olarak.. )
    *********

  992. Hızlı ve özgür gelişmenin makroskopik ve mikroskopik “stratejik yol haritası” _basittir_ aslında:

    1) ‘Avrupa Tarihi’nin öğrenilmesi.
    2) ‘Din Eleştirisi’nin kurumsallaştırılması.
    3) ‘Kimya ve Metalürji Endüstrileri’nin geliştirilmesi.

    Taktikler, metodlar, dürtüler…hemen herşey, bu stratejik birikimler üzerinde, bireysel-toplumsal-sistemsel olarak ‘otomatikman’ şekillenir.

  993. Sayın 981 & öncesi & sonrası,

    Anne ve babanızın kuzusu iyi bir öğrenci olduğunuzu, derslerinize iyi çalıştığınızı, ev ödevlerinizi zamanında ve sapkınlık yapmadan yaptığınızı, kısacası emir verenlerin dilini iyi kapıp köle-dilenci fikirleri iyice özümsediğiniz çok belli. Bu sitede yazıları kopyalanıp yapıştırılan modern dedikoducu gazetecilere benziyorsunuz.

    Boynuzlu koca gibi hakikati en son sizler öğreneceksiniz. Konu Doğu, Batı değil. Konu siz köle ruhlu insanların bilgiyle anlamayı ayırt edememeniz.

    Sizin taptığınız mihrabınızın coğrafyasında, taptığınız sürelerin bir adı da AKIL ÇAĞI’ydı. Sizler gibi para ve zenginliğin yarattığı kölelik çağları için son derece uygun bir isim.

    Sizin gibi aklını kullanmayı iyi bilen burjuvalar da “herkes aklını kullanır, işini bilir, ev ödevini yapar, büyüklerini dinler, … Kısacası herkes zengin olursa birbirimizi boğazlamamıza gerek kalmayacak”, dediler.

    Bu yüksek zeka, bu yepyeni ve daha önce hiç görülmemiş İNSANLIK özelliği olan akıl kullanma semeresini vermeyince, modern bilimle başlayan hakikati “altta yatanlarda arama” modasına kapılan iki dahi aslında akla asıl yön veren ve daha “derinde” yatan motorlar buldular.

    Freud, sizin gibi orta sınıf burjuva ailelerden gelenlerin seks açlığını ders çalışmayla giderenlerin bu isteklerini, “sakla samanı, gelir zamanı” misali, “derinde” yatan bilinçaltına attıkları ve bu İNSAN sapıklığının asıl nedenin sizin gibi yaşamdan zevk alamayan, içleri insan düşmanlığıyla dolmuş burjuvalar olduğunu ileri sürdü.

    Not: aynı zaman yaşayan orta sınıftan diğer bir düşünür, “Freud’ın dedikleri bizim için geçerliydi ama fakir mahallelerde geçerli değildi.”, der.

    Diğer bir burjuva, Marks, sapıklığı, tarihi oluşturan ve yine “derinde” yatan “sınıf kavgasında”, buldu.

    İşiniz gücünüz aynı Marks gibi kum sayısı kadar çok ve çeşitli insanları, akıl almaz güzelliği, yaratıcılığı, kültür zenginliğini, sanatları, şiirleri, felsefeleri akıl alır “akıl” düzenine sokmak. Sonsuzu basit ve bayağı sonlu yapmak. Aynı askeriye ve okullarda olduğu gibi, ki bu sizin körü körüne taptığınız sistemin önemli bir özelliğidir, gagalama ve egemenlik düzeni kurmak. Bu kusturucu fikirler artık genlerinize girmiş.

    Sapıklığın sonu yok ” Marks aynı zamanda köle emeği olmasaydı çağımızın da bu şekilde olmayacağını yazmıştı.” Her şeyde bir hayır vardır!

  994. Sayın 982
    “Etnik, dinsel milliyetçiliğin burnumuzun dibinde katliamlar tezgahladığı bir ülkede, bu “geleneğin” yaslandığı geçmişi teşhir etmek için “sığınılacak” sözcüklerin, kavramların ürediği; derli-toplu felsefe-sanat-bilim disiplinlerinin doğduğu coğrafya ve batı dışında toplumlar varsa eğer yazın bilelim..”
    Bilindiği kadar “felsefe”, sanat”, “bilim” sahibi sayısız coğrafyalar ve toplumlar var.
    Felsefenin iki ülkede doğduğu ileri sürülür. Hindistan ve Eski Yunan. Çin felsefi akımların sadece adları sayfalar tutar. Hindistan felsefi okulları da sayfalar alır. İslam’da kapılar ve pencereler sürgülenene kadar felsefi kurgular yapıldı ve bilimde büyük adımlar atıldı. Burada da katkıları olanların adları sayfalar tutar. Felsefi alanda hakikate iki yoldan varılabileceği, isterseniz ilk sekülerlik diyelim, fikrini batı coğrafyasında İbn Ruşd savundu.
    Sanata hiç dokunmayacağım. Sanırım siz sanat derken dünyanın her yerinde yaratılmış milyonlarca güzel sanatlardan başka şeyler demek istiyorsunuz.
    Bilime de çok az değineceğim. Biruni, al- Rheza, özellikle ışıkla ilgili ilk deneyim yapan, güvenilir bilime ancak deneylerle varılabilineceğini ilk ileri süren Ibn Al-Haytham,… Mayalar 16. yüzyılda Hıristiyanlara fosilleri gösterip dünyanın 6-10 bin yıldan çok daha yaşlı olduğunu anlatmaya çalıştılar ve sıfırı biliyorlardı. Maya ve Azteklerin takvimleri ve zaman hesapları, ki zamanın nesnel ve soyut ölçüsü modern bilim gelişmesinde en önde gelir, baş döndürücü boyutlar alır.
    Matematikte sayıların pozisyonlara göre yazılışı ve sıfır Hindistan’da gelişti. Matematiksiz modern bilim düşünülemez.
    Tarihi binlerce defa yazılmış bir devir ve gelişmeyi inceleyen bir kitaptan bir alıntı.
    “Diğer medeniyetler teknolojinin yöntem ve amaçlarından derin etkilenmeden teknolojide büyük beceri ve yeterlik düzeyine vardılar. Matematik, kimya ve mekanik bilgileri bir tarafa bıraksak bile, diğer kültürler modern teknolojide büyük rolleri olan önemli araçları, saat, baskı makinesi, su değirmeni, manyetik pusula, dokuma tezgahı, torna, barut, …bilgileri vardı. Çinliler, Araplar, Yunanlılar, Hindistanlılar makine yaratmakta ilk adımları çoktan atmışlardı. Bu insanların makineleri vardı ama “Makine” yapmadılar.”
    Not: Burada “Makine” ile makineler arasındaki fark ve tanımları sorun yaratıp işi uzatabilir. Özet olarak “Makine” şu an, her yerde, har zaman, her şeyde insanın yaşamına egemen olan yeni Allah.
    Not: Biliyorum bu yeni ve gerçekten etkili Allah’ın bir eksik tarafı var, kapitalistler esir olmuş. Ama eski Allah da hacı-hoca ve rahiplere esir olmuştu.
    Her neyse, size safça bir sorum var: Siz “derli-toplu” sıfatıyla ne demek istiyorsunuz?
    Eğer bir benzetme yaparsam belki sorum daha iyi anlaşılır. Siz, çok tanrılı bir dinden tek tanrılı bir dine geçmediler mi demek istiyorsunuz?
    Not: Bence “bilim”le “modern bilim” arasındaki farkı bilmekte fayda var. Modern bilim 17. yüz yılda ve salt Avrupa’da gelişti. Bilim insanlık kadar eski. Yabancı dillerde bu ayırım yapılır ve sözcüklerin kendilerindedir. Belki Türkçe bu ayırım “bilgi” ve “bilim” olarak geçer. Eğer siz “bilim” sözüyle “modern bilim” demek istiyorsanız, bu defada olmayan yerlerde derlenip toplanması bir mantıksız.

  995. Sayın 971

    “Bak “insan” diyorum.. Bir kabileden bahsetmiyorum.”

    Siz bilgiçlikle kafayı fazla bozmuşsunuz.

    Mezopotamyadan başlayan bir insanlık sürecinin; Çin ve eski Yunan vs.. sentezi olan sizin gibi eşsiz ırkçıların kabileler hakkında söylediklerini bilen büyük bir tarihçi sorar: “bu kadar saldırgan ve vahşi oldukları iddia edilen kabileler şimdi neredeler acaba?”

    Aynı soru kökü kazılan “vahşi hayvanlar” için de sorulabilir.

    ” Bu Avrupalıların dünyanın en korkunç katliamlarını yapmış olması başka bir şey, kültürel sürece katkı başka bir şey..”

    Ancak sizin gibi zamanımızın simgesi olan yabancılaşmış, parça parça olmuş, anomi içinde yaşayan sıradan insanı böyle olguya değişik gözlük takıp bakarlar. Kültürel sürece katkıları da senin gibi konuşanları türetmesi olmalı. Banka gişesinde çalışanın kendini zengin sanması gibi siz de ırkçılık yaparak kendinizi Avrupa vitrinlerini süsleyen bir azınlığın üyesi olduğunu sanıyorsunuz.

    Olgu yoktur, olguların yorumları vardır. Sizin yorumunuz ırkçılık ve görmemiş olmaktan kaynaklanıyor.

    Ünlü bir Fransız gazetesinden bir alıntı:

    “Bir yabancı Fransız edebiyatında Victor Hugo’yu beğendiğini ve bütün kitaplarını okuduğunu söyler. Fransızların büyük bir çoğunluğu için Victor Hugo bir sokak adı.”

    Öt bülbül öt. Ve dua et gül açıldığında uyanmayasın. Gül, hayatını bir yalana inanmakla harcadığını söyleyebilir.

  996. Bugün, Batı uygarlığının İslamdan doğduğunu, bü­tün buluşların Kuran’dan alındığını söyleyen sözde bil­ginlerimiz az değildir. Ancak sağduyunun sorduğu şu so­ru da yanıtsız kalmaktadır: Bütün buluşlar Kuran’dan alınmışsa, neden hepsi Kuran’a inanmayanların, onun varlığını bile duymayanların, onu okumayanların ellerin­den çıkmıştır? Neden Kuran’ın indiği toplumda, ona bağ­lanan uluslarda böyle bir kimse çıkmamıştır?
    İlkçağ Yunan-Roma uygarlığının, Avrupa’da tanın­masında, özellikle Ortaçağ’da İslam aydınlarının etkisi yadsınamaz, çalışmaları önemlidir. Ancak bu etki, bu çalışmalar Yunan kaynaklarının bilinmesinde, öğrenilmesinde yardımcı olmuştur. Batı uygarlığı kısa bir süre­ de tüm Ortaçağı, İslamı aşmıştır. Tüm İslam buluşları, yenilikleri on üçüncü yüzyıl ortalarına bile ulaşamamış­tır. On beşinci yüzyıl ortalarında Avrupa’da şaşırtıcı bir gelişme, deneyci bir atılım yaşanmıştır. Gökbilim, fizik, matematik, kimya, tıp alanlarında önemli buluşlar sergi­lenmiştir.
    İslam aydınlarının emeklerinden saygıyla söz ediliyor. Ancak, bu İslam uya­nışı, bilimsel aracılığı pek uzun sürmüyor, Ortaçağ’la kapanıyor, unutulup gidiyor.
    Peki islam dünyası, Ortaçağ’daki olumlu gelişimi neden sürdüremedi, neden günümüz İslamcılarına yal­nızca o döneme özgü bir övünme kaldı? Bu duraklama­nın, gerilemenin nedenleri neler olabilir? Bunları bizim Nurculara, gericilere, “Kurtuluş İslamda”, “Anayasa Kuran olmalı” diyenlere sorarsanız alacağınız yanıtlar bellidir.
    Durum düşünce yetersizliğinden doğuyor, bilinç bu­lanıklığı düşünme eylemini saptırıyor, buna bilgisizlik, kendini beğenmişlik, çevrede toplananların savrukluğu, sarsaklığı eklenince iş içinden çıkılmaz bir bulaşıklığa dönüşüyor. Said-i Nursi’nin çok üstün düşünceler üret­tiğini savunanlar, bu üstün düşüncelerin neler olduğu so­rulunca, bir örnek istenince konuyu saptırıyor, anlamsız sözcükler sergileyerek gerçek bir çözüm getirdiklerini sa­nıyorlar. 1950 yılında, Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde öğrenciyken Muhsin Alev adlı nurcu bir ar­kadaşımız vardı. Sonradan Berlin’e giderek, orada yeni bir “nur derneği” kurdu, adını da “Muhsin Elkovani”ye dönüştürdü. Bu arkadaşımız, Almanca yayımladığı bir yazısında, Nursi ile Kant’ı karşılaştırmış (biz yazıyı görmedik, yalnızca işlenen konunun aktarılmışını dinledik), Nursi’yi Kant’tan daha üstün bulmuş. Biz, Kant’ın tüm yazılarını okuduk, Nursi’nin “risale”lerini de biliyoruz. İkisini karşılaştırmak şöyle dursun adlarını yan yana yaz­mak bile çılgınlıktır. Kant’ın görüşlerinden birçok felse­fe çığırı doğmuş, Avrupa düşüncesi yeni bir içerik kazanmış. Üstelik Kant bir yorumcu değil çığır açıcı düşü­nürdür. Oysa Nursi yeterince öğrenim görmemiş, bilgi edinmemiş, yalnızca Kuran’ın kimi yerlerini açıklama­ya, yorumlamaya yeltenmiş, dağınık düşünceli, sağlıksız dilli bir kimse. Ayrıca Nursi dinci, kendinden bin üç yüz elli yıl önce gelmiş bir dinin özünü kavrayamadan savunucusu olmaya kalkışmış bir kimse. Kant, bizim Said-i Nursi’nin bir “yeni Kuran” yazmaya kalkışması gi­bi “yeni İncil” yazmayı düşünmemiş. Neyse sözü uzat­mayalım, bu söylenenlerle yetinelim.
    (İRTİCANIN AYAK SESLERİ-İSMET ZEKİ EYUBOĞLU)

  997. 991..
    Güzel özetlemişsiniz.. Teşekkürler.. Mevzu bu .. Bu denli basit!
    Ve her zaman gerçek basit, sade, yalındır.. Zekâ bu .. E=mc2!
    Kavrayamayanlar.. çok konuşanlar!
    992…
    yazmayı biliyor ama anlamamış…
    993..
    farklı gezegenlerden ve farklı tarihlerden “üremiş” iki ayrı türüz…
    994
    “Irkçı” gibi önce söyleyenin kazandığı bir kelimeye yapışmışsın.. Sanırım sen o “pasif ırkçılardansın”
    kendi ırkçılığını örtme telaşı ile karşıdakine bunu yapıştıran.. Velev ki, senin beyin hücrelerinde bu mesele böyle çarpık kodlanmış; olsun; ama iyi bak, burnunun dibindeki Sünni ve Türk ırkçılarla uğraş; bana sıra gelmeyecektir…

  998. 991 için yazdıklarım yanlış anlaşılmasın..
    *
    991.. bu özeti ile, kapitalist-emperyalist “yarışma” içinde yer almaya ait bir “stratejiyi” de açıklıyor olarak eleştirilebilir. Bu doğru değil; özetten, bu amacın olduğu ya da olmadığı anlaşılmıyor.
    Ama bu özet’e şu eki yapmak istedim…
    Bu “strateji-yöntem” kâr amaçlı olmamalı; “insan” ve tabiat ile barışık olmalı…
    *
    Bilimden uzak insanlar için bu iddialar abartılı gelebilir; şunu yazayım..
    bir zamanlar tüp bebek karmaşık, belli insanların “debelendiği” faaliyet alanlarıydı.
    Oysa bugün herhangi bir “akıllı” pratisyen hekime 10-15 günde öğretilebilecek “hikâyedir”…
    MADDENİN İMKANLARI ÖĞRENİLDİKÇEVE İNSANIN YETENEKLERİ KÖRELTİLMEDİKÇE, BİLİMİN STANDARTLARI YERLEŞTİKÇE DEVLETLERE DE İHTİYAÇ KALMAYACAK!

  999. “Olgu yoktur, olguların yorumları vardır. Sizin yorumunuz ırkçılık ve görmemiş olmaktan kaynaklanıyor”

    hımmm.. Demek olgu yok…
    *
    yani “uçuş serbest!”

    örneğin IŞİD bir olgu değil!
    Faşist totaliter iktidar yöntemleri bir olgu değil.
    Sünni ve Şii militanların aynı “Allah, Allah” nidaları ile birbirlerini boğazlamaları bir olgu değil.
    Türk kabilesinin, her daim “kölesi” olmasını istediği Kürt’ler bir olgu değil…
    Hatta bu dünya küre de değil…
    hatta ölmüşüz de cehenneme atılmış “mahluklarız” .. Bu da tartışılır bir olgu!
    *
    Irkçılık da bir olgu değil.. Yoruma tabi.. İstediğin gibi beni de ırkçı yorumu çuvalına atma özgürlüğün var…
    **
    Evrim de bir olgu değil.. Yoruma tabi… Maymundan gelenler var, ve hala gelemeyen…
    *
    Deneyle kanıtlanan olgu, olgu değil; Allah öyle istedi; istemeseydi, deneyle kanıtlanamazdı…
    Allah herkesi eşit yarattı; bu bir olgu ama “kölelerinize iyi davranınız” diyerek olguyu sulandırdı… Yoruma açık hale getirdi..
    *
    Görüyorsun; adam en riyakar söylemler, en alçakça ittifak komplolarla iktidarı ele geçirip bir polis devleti kuruyor ve ağzından düşmeyen Sünni mezhepçi söylem.. Bu olgu da yorumla aklanabilir, değiştirilebilir..
    Yani “ben bilmem, Allah bilir!”
    O zaman sus; o her şeyi biliyorsa, çeneni kapa… ebediyen sus…
    ne işe yarayacaksın.. ne gereğin var..
    *
    “Allah size kolaylık versin!” desem..
    Bu olgu değil; demek ki,işin zor! Kimsesiz ve olgusuz yaşayacaksın…
    *
    1500’lerde Latin amerikayı mahvedenler Hıristiyan dinci ırkçılardı; bu bir olgu!
    Belki de dünyayı mahveden öncelikli olarak etnik değil, kültürel dinci ırkçılıktı.
    Cihatçılık da butür ırkçılığın en acınası, modern, traji komik olgusu… evet.. OLGU!
    İngiliz emperyalizmi kadar olsun değeri yok! Bu da bir olgu! Kanıtlanabilir!
    *
    O yürüdüğün bataklık da bir olgu!
    Batacak ve gömüleceksin! Aşağıda yorum yapacak sonsuz cenneti bulabilirsin..

  1000. Sayın 995
    Her etki aslında etkileşme demektir. Bu, sizlerin okudukları kitaplar gibi kutsal kitapları okumada da geçerlidir. Bir yanda kitap, diğer yanda okuyan.
    Tarihteki ilerlemeler sayesinde modern çağ insanları aynı sizin gibi daha akıllı ve daha zeki olduğundan okuduklarının ardında yatan anlamları daha iyi anlıyorlar.
    Gelelim sizin sorunuza:
    “Ancak sağduyunun sorduğu şu so­ru da yanıtsız kalmaktadır: Bütün buluşlar Kuran’dan alınmışsa, neden hepsi Kuran’a inanmayanların, onun varlığını bile duymayanların, onu okumayanların ellerin­den çıkmıştır? Neden Kuran’ın indiği toplumda, ona bağ­lanan uluslarda böyle bir kimse çıkmamıştır?”
    Aslında, siz seküler – laik eğitimden geçenlerle din eğitiminden geçenler arasında çok sayıda benzerlikler var. Yobazlığınız da dahil.
    Benzerlik 1
    Eskiden Kur’an okuyanlar bu gizli yazıları görmemişler, anlamamışlar.
    Dünyanın her yerinde elmalar düştüğü halde her elma düşen yerde işin sırına varanlar çıkmamış. Her yerde içi boş tas su üzerinde batmadan yüzer ama her yerde bunun sırrını çakan o zamanın Erdoğan’ının sarayına büyük bir coşkuyla, belki ayıp olduğundan, çırıl çıplak koşan çıkmamış.
    Benzerlik 2
    Müslümanlar Kur’an’da arıyorlar, diğer dinciler kendi kutsal kitaplarında arıyorlar. Aralarında inançlarını benzerleriyle pekiştiriyorlar.
    Siz ve benzerleriniz, nedenlerini seküler-laik eğitiminize uygun olan sosyal-politik-ekonomik-psikolojik-biyolojik- coğrafik-matematiksel-fiziksel-teknolojiksel-bilişimsel-bilimsel-iletişimsel-televizyonsel-medyasel- facebooksel-twittersel-felsefi-tarihsel kaynaklarda arıyorsunuz. Siz de aranızda aynı inançları pekiştiriyorsunuz.
    Benzerlik 3
    Hem onlar hem siz bilim ve teknolojinin faydasını çakmışsınız.
    Benzerlik 4
    Halk arasındaki deyimlerle ifade edersem aranızda diğer bir benzerlik daha var: Atı alan Üsküdar’ı geçti; iş işten geçmiş, Türkün aklı sonradan gelir, …
    Benzerlik 5
    Hem onları hem sizleri besleyen, iş yaratan, aylık maaş bağlayan, emeklilik sağlayan, bu derin ve çözüm bulamadığınız soruları gelecek nesillere aktarmanızı sağlayan düzenler kurulmuş. Başa kim gelirse gelsin siz kuyruklar arkasından takip ediyorsunuz. Maşallah düzen saat gibi çalışıyor. B*k aynı b*k, sinek değişiyor.
    Benzerlik 6
    Sık sık işittiğim Türk Müslümanlar, “Evet her şeyi Allah yaratmış, her şey Allah’ın elinde ama Allah bize akıl da vermiş.”, derler. Petrolün duayla çıkmayacağını, otomobille daha hızlı gidileceğini, ve benzeri milyonlarca şeyi aynı sizler gibi onlar da biliyorlar. Her iki taraf da işin siz ve Müslümanlar gibi işini bilen akıllılarla döndüğünün farkındalar.
    Benzerlik 7
    Hem onlar hem siz nimetinizi kim verecekse ona yaltakçılık yapıp onu tercih ediyorsunuz.
    Daha çok benzerlikler var. Bu siteye bir göz atın yeter.
    Şimdi de kişisel reklam:
    Ben bu sitenin çoğunluğunu teşkil eden mekanik maymunlardan ve sizin gibi seküler-laik derin düşünür-sellerden aldığım ilhamla bilimsel, bilişimsel, bilgisayarsal, elektroniksel, mantıksal, akılsal, nanoteknolojiksel bir makine yapıyorum. Dünya sırları ne Kur’an ne de sizin okuduğunuz kitaplarda! 29 harfli (Marks veya Ata-) TÜRK alfabesinde! 29 harfli yerli malı klavyede! Klavyenin üstünde sanal bir muz olacak ve bu sitedeki Darwin’in maymunlarıyla, Allah’ın Müslüman maymunları kardeş kardeş muzu kapmak için zıplayıp duracaklar. Maymunlar muza erişemeyecek ama düştüklerinde bastıkları tuşlar klavyeye takılı baskı makinesiyle yazıya dönüşecek, baskı makinesindeki dil bilgisi programı da anlamlı cümleleri anlamsız cümlelerden ayıklayıp sadece anlamlı cümleleri kusacak. Bu nesilden nesle geçecek ve eninde sonunda tüm bilgileri içeren bütün kitaplar yazılmış olacak. Asıl sır alfabede. İş sizlere kalmış olacak ey cesur yeni dünya ihtiyar-gençleri! Hoplayıp zıplayın! Bu arada biraz da jimnastik yapıp dinç ve sağlam kalırsınız. İNSANLIK sizi bekleyecek, hiç şüpheniz olmasın.
    Not: Makinemle ilgili yazdıklarımın teknik ayrıntılarına vakıf olmak ve benzerlerinize fiyaka satmak isterseniz, dershanemizdeki derslerime cüzi bir miktar karşılığı katılabilirsiniz. Öğrenmenin yaşı yoktur.
    Not: Türkiye ve özellikle bu sitedeki dinci ve seküler-laik yobaz sayısı sonsuz. Tarihte olup bitenler bile anlatılamıyor. Bu Erdoğan, aynı eski klonu klonu Atatürk gibi, sizleri hem iyice korkutmuş hem iyice işgüzar etmiş.

  1001. 999
    Evet haklısınız, bunu “Benzerlik 2″de örnek verdiğiniz kaynaklarda değil de “pipsqueak’sel” kaynaklarda aramalıydık. Yegane doğru kaynak odur çünkü.
    Yanılmışız, özür dileriz.

  1002. Sayın 998

    Dünya sorularının kaynağı aptalların kendinden emin, akıllıların şüphe dolu olmaları.

    Bertrand Russell

    İnsanlar aptal değil cahil doğarlar. Okul insanları aptallaştırır.

    Bertrand Russell

    Eğer olguların yorumları olmasaydı insanlar arasında anlaşmazlıklar olmazdı. Tabi siz tam bir kuru kafa gibi cümleyi kelimesi kelimesine anladınız, daha doğrusu hiç anlamadınız.

    Ne yazık, hala utanmadan bilgiçlik taslıyorsunuz.

    Türkiyemizin sorunu bu efendim, bize okumuş aptallar lazım!

  1003. 999’u dikkatle okudum.
    Hiç bir şey anlatmayan sayıklamalar…
    yalnızca “karşı” tarafa ait aşağılama cümleleri anlaşılır!
    Kendi dünyasında bir şey olmayanların bu “modern” dil ile “moderniteyi” çözmüş algısı yaratarak “müritlerinin” gözünü boyama retoriği..
    Ders de veriyormuş! sorulan sorunun yanıtlarını verme çabası göstermeden yalnızca aşağılama bilinen taktik..
    *
    Doğu’nun zihni koşullanması ile gözünün önündeki olguyu göremez; koşar kitabına bakar. Kitapta yok.. o zaman olgu da yok!
    Bu zihin için yapacak bir şey de yok…Olgulara kapanmış bir zırhlı beynin yaşının da bir önemi yok..

  1004. 1002
    Belki ırkçı, dilenci ruhlu faşistlere ancak ve ancak aşağılama yakışır.
    Acaba bu sitenin asıl müdürü kim? Keseyi açıp parayı vererek bilgiçlik gösterisi yapmak isteyen eski bir ücret kölesi emekli mi? Yoksa sık sık kılıf değiştiren anarşist kılıfına girmiş bir faşist mi?
    Ücret köleliği yapmış olmaktan utanmamak için gerçekten alçak olmak lazım.
    Tarih tekrarlanır ama tıpa tıp tekrarlanmaz!

  1005. Irkçı ithamını önüne gelen herkese çok rahat ve sık kullananlar ırkçı olmasalar bile şoven bir zihniyetin temsilcileridir. Türk devletçileri de herkese çok rahat Kürt ırkçısı der.

  1006. 1002..
    insan öfkelendiğinde kendini ele verir…
    “ırkçı, dilenci ruhlu bir faşist miyim?” Nasıl anladın? Yineliyorum; dünyayı seküler algılamayan biyolojik olarak insandır ama kültürel olarak değildir.. O insan böylece aşağılanamaz-dokunulamaz-sömürülemez ama salaklık bu ya; o tutar da seküler algı-yorumda bulunanlara dil uzatırsa, bir de ukalalık yaparsa eğer “başına geleceklerden” dolayı zırlamasın…

    “sitede ‘müdür’ olduğunu” nereden anladı?
    “bilgiçlik gösterisi” yapmak isteyen, para alır mı?
    “ücret kölesi” olmak aşağılanacak bir insanlık hali midir?
    Anarşist olduğunu iddia etmeyen birisine anarşist’lik yamamak neden?
    Ne b.k olduğumu, hatta “nasıl” olacağını da bilmiyorum ama.. hadi yineleyeyim.. özgürlükçü sosyalist!

    Faşist nasıl olunur; tekelci sermaye çıkarlarını savunmayan, tahakkümcü insan ilişkilerini reddedene faşist demek anlaşılır bir hal midir?
    Aşağılayanı aşağılamak bilgece olmasa da her zaman bağışlanır bir kusur değil mi?
    **
    kendine format at! Biliniyor bu da yetmez; üzerine en az bir on yıl materyalist, sınıfsal mücadeleler tarihine ait bilgi de yazmazsan o “hard diskin” bir dolar bile etmez.. “beş para” desem olmazdı!
    Bu tür “cihazlar”, müslüman parası ile değerlendirilemez..
    müslüman parasının değeri, ancak müslümanların paraladığı insanların kanı üzerinde yüzdüğünde ciddiye alınır; yani müslümanlar öldürmedikçe ciddiye alınmayacaklar…
    yoksa bir “meczup”, yalnızca dalga geçilen insanlar…
    daha çok öldürmelisiniz.. yoksa gündemde kalamazsınız…

  1007. Bırak şu sansürü, ayıp!
    Sayın Mert Sert Erkek Harita Mühendisi,
    “makroskopik”, ” mikroskopik”, “stratejik yol haritası” , “yol haritası”, ” bireysel-toplumsal-sistemsel”
    Siz bu şatafatlı lafları nereden öğrendiniz Allah aşkına?
    Ama iş lafla kalmamalı.
    Avrupa Tarihi’nin öğrenme kaynaklarınız neler?
    Din Eleştirisi’ni siz mi kurumlaştıracaksınız? Bildiğim kadarıyla Atatürk bunu başlatmıştı, siz Atatürk’ün işini eksik mi (Allah göstermesin!) buluyorsunuz? Yine bildiğim kadarıyla Erdoğan dinin sonunu getirmeye azimli. Yerine asıl din olan ve sizlerin de katıldığınız paraya tapma dinini yerleştirmekte. Tabi sadece kendi köpeklerine dağıtıyor.
    Kimya ve Metalürji Endüstrileri güler yüzlü, çevre dostu, havayı, suyu, yiyecekleri bozmayan türden mi olacaklar? Sahipleri, kapitalist – kapitalist değil diyalektiği mantık yasasına uyan kapitalistler mi olacak?
    Lütfen bu konuları biraz daha açar mısınız? Sabırsızlıkla bekliyoruz.
    Biliyorsunuz böyle devrimci tutumlarda en başta teori-praksis bütünlüğü gelir. Siz de bu eksik gibi. Teori tamam, praksisde nefesiniz kesilmiş gibi.
    Sizin gibi sert mert erkekten daha fazla bekleriz. Adınız bile insana güven veriyor. Orta Asya Türklerinden misiniz? Bana akıncıları andırdınız. Avrupa tarihinde, sizin gibilere, yazılışı yanlış değilse, avanta-fart derler.

  1008. Bırak şu sansürü, çok ayıp!
    Sayın Ogürses
    Bırak şu “pasif ırkçılık”, doğu ırkçılık”, batı ırkçılık” sakızlarını çiğneyip durmayı. Bu laflarla asıl ırkçılığını kapatmak istiyorsun ve enayiler de yutuyor.
    Senin ırkçılığın asıl hastalığının semptomu. Asıl hastalığın dünyada en yaygın bir hastalık. Artık sanki insanlar doğuştan genlerinde getiriyorlar: dünyayı hiyarşik değerlendirme ruhu ve görüşü. Uzun bir süredir bir türlü kurtulamadığımız tiksindirici insan ruhu, insan düşmanlığı, özgürlük düşmanlığı. Bunların hepsi sende var. Ama görmen imkansız.

  1009. Bu Sitedekiler bana daima Marksist tarihçi EP Thompson’ın “Canavar Karşı Tanık” kitabını hatırlatır. Bu sitedekilerin çoğunluğu uslu, evcilleşmiş, hayatı ücret köleliğiyle geçmiş zavallılar. Bu zavallılar bolluk ve zenginliğin muhabbet tellallığını yaparlar. Kılıfları çeşit çeşit: solcu, devrimci, sosyalist, komünist, marksist-leninist-stalinist-maoist ve nihayet, eğer İspanya’yı saymazsak, hala “bakire” olan anarşist. Son ve en yenisi “özgürcü sosyalist”. Maşallah tavşanlar gibi çoğalıyorlar. Ben yukarıdaki kitaptan bir alıntıyla bu zavallıların arasında çok moda olan dine karşı olmanın aslında kendi dinlerini görmemelerine neden olduğunu, din konusunda utandırıcı cahilliklerini göstermek istedim.
    Not : “Canavar” genellikle İncil’e ve özellikle “John”ın Apokalips’indeki (vahiydeki) canavara gönderme yapar. Daha derinde bu sitedekilerin çoğunluğunu simgeler. Bu sitedekiler bolluk ve zenginlik; daha da kötüsü ve aslında aynı şey olan yasa ve düzen taraftarı baş belalarımız.
    Çeviri:
    “Politik ve ekonomik tarih ‘kazananların propagandası’, olmakla kalmaz; entelektüel tarih de öyledir. 19. yüz yıldan geri bakıldığında zafer kazananlar akılcılık, politik ekonomi, yararcılık, (modern) bilim ve liberalizm. Bu muzafferlerin ataları incelendiğinde, 18. yüz yıl düşüncelerinin ‘aydınlık’ devrine doğru ilerlemede bir safha olduğunu saptamak kolaydı. İngiltere Kilisesi’nden akılcı Ayrılanlar’ın üniteryenizmden deizme geçişi esnasında ilerlemenin bazen kiliseler aracılığıyla yaygınlığı da bu görüşü pekiştirdi. Sadece son zamanlarda tarihçiler hayli canlı, bazen açıkça aydınlığa karşı, bir alternatif dürtü ve uyarı akımının varlığının farkına vardılar: Rosicrucianlar, Philadelphianslar Behmenistler: veya Hutchinsonianların Newton’a karşı kullandıkları teolojik ve bilimsel teorilerini benimseyen akademisyen olduğu gibi daha mütevazı hayalciler de vardı.”
    Bu çevirimin amacı horoz gibi ötenlerin aslında [AKILCILIK, POLİTİK EKONOMİ, YARARCILIK, (MODERN) BİLİM VE LİBERALİZM] zaferini kazananların basit, adi, sıradan, akıntıya katılmış ölü balıklar, direnen değil dilenenler olduğunu ifşa etmek.
    Not: kitap Blake ve İbahiler (yasalara karşılık) hakkında.
    Not: Bu sitedeki cahillik o kadar aşırı ki yasaya karşı olmanın ne anlamda kullanıldığını simgeleyen bir cümle eklemekte yarar var. Yasa ancak suçu bulur çıkarır, yok edemez.

  1010. Bazı Anarşistlerden Bazı alıntılar ve Ekler
    Sayın Özgürlükçü Sosyalist Bey
    Alıntı 1
    Bizim halka sigortalı olmayı özgürlük diye sattılar ve halk da bunu yuttu. Herif hayatını ve gelecekteki hayatını garantiye almak için ücret köleliği eder ve özgür olduğuna da inanır.
    Bu siteden bir örnek:
    “ÜCRET KÖLESİ” OLMAK AŞAĞILANACAK BİR İNSANLIK HALİ MİDİR?
    Alıntı 2
    Affet Alladım bu herif ne dediğini bilmiyor!
    Alıntı 3
    Sadece bu koyunlara sigortayı özgürlük olarak satmakla kalmadılar, köleliliklerinden gurur duymayı da beyinlerine aşıladılar.
    Bu siteden bir örnek:
    “ÜCRET KÖLESİ” OLMAK AŞAĞILANACAK BİR İNSANLIK HALİ MİDİR?
    Alıntı 4
    Bu herif tüm dünyayı fabrika olarak görüyor. Zavallı köle!
    Ek 1
    Bu siteden bir örnek:
    “SİTEDE ‘MÜDÜR’ OLDUĞUNU” NEREDEN ANLADI?
    Düzeltme: Özür dilerim yeni, saf, bakire, katıksız, Atatürkçü, pis Arapça ve Farsça Müslüman kokan dillerden arınmış, gerçek Türkçede “YÖNETİCİ” denir.
    Ek 2
    Bu siteden bir örnek:
    “BİLGİÇLİK GÖSTERİSİ” YAPMAK İSTEYEN, PARA ALIR MI?
    Düzeltme: Bunu söyleyen sonradan görmüşe benzer. Bilgiçliğini bilgili gibi görünme karşılığı para almaz, aynı asilliği alanlar gibi, para verir.
    Ek 4
    Bu siteden bir örnek:
    ANARŞİST OLDUĞUNU İDDİA ETMEYEN BİRİSİNE ANARŞİST’LİK YAMAMAK NEDEN?
    Kendinden bir düzeltme:
    227 OGÜRSEL 6 EKİM 15 / 8PM
    SANIRIM BEN YÜZDE 50 ANARŞİST, YÜZDE 25 MARKSİST, YÜZDE 25 TİNSEL’CİYİM!
    Benden bir uyarı: çok televizyon, çok gazete, çok medya, ve özellikle çok Ulu Şefinizi dinlemenin beyinde hasarlar yapıp unutkanlığa neden olduğu, bülbülün şafaka kadar ötüp erişemediği, bilimsellikle kanıtlandı.

  1011. Kendini akıllı sanan insanlarla tartışmak ne güç..
    “Ücretli Köle olmak” bugün çok insanın içinde olduğu bir haldir ki, tartışılacak olan bu “olguya” karşı düşünceleri ve gösterdiği tavrıdır. İnsanların kendileri aşağılanmaz!

    Bir mirasyedi ya da patron olmalısınız!
    Şişmiş egolarıyla herkesi ve her şeyi aşağılamak isteyenler için bu tür ayrımlar önemsiz olabilir.
    Belliydi; kavrayış sınırlılığınız; Sistem ile sistemin ezdiği kişiyi aynı kaba koyabiliyorsunuz..

  1012. BİLİME SALDIRI ve EĞİTİMDE DİNSELLEŞME

    Eğitimde dinselleşmenin izleri müfredat değişiklerinde rahatlıkla izlenirken, gerici ve piyasacı uygulamalar da öğretmen kimliğinin köklü dönüşümüne sebep oldu. Gericilikten en çok payı alan eğitim fakülteleri aydınlanmacı öğretmen yetiştirilmesine müdahale ederken öğretmenler sınıf içinde teknik eleman olarak kurgulanıyor.

    Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ebru Aylar ile “öğretmenin köklü dönüşümü” üzerine:

    SORU: Üniversitelerin, en çok da eğitim fakültelerinin gericilikten payını aldığını biliyoruz. Öncelikle değişen öğretmen kimliğinden bahsedebilir misiniz?

    CEVAP: Aslında bu bahsettiğiniz pay çok boyutlu, öğretmen kimliğindeki dönüşüm çıktılardan sadece birisi diyebiliriz. Eğitim sistemi bir toplumu şekillendirmede kullanılabilecek en etkin araçtır. Her ne kadar dinci gerici saldırının gövdesinin büyüklüğünü daha yakın bir tarihsel kesitte net olarak görmüş olsak da, eğitim sistemine ilişkin yapılanma önceden başladı. Hatta ben tarihi biraz daha gerilere götürerek bu sorunu 1997 yılındaki eğitim fakültelerini ilgilendiren YÖK yapılanmasına da dayandıracağım, daha doğrusu bu sürecin şu anki dinselleşme hamlelerini kolaylaştırdığını belirteceğim. Ayrıntılarına çok girmemekle birlikte eğitim bilimleri bölümlerinin lisans programlarının kapanması ile somutluğa yansıyan bu süreç aslında öğretmen yetiştirme programlarının içeriğinde de büyük etkiler yaratmıştır. 1997 hamlesi öğretmen yetiştirme sürecinin eğitim bilimsel altyapıdan uzaklaştırılarak daha teknisist bir içeriğe ulaşmasını hızlandırmıştır. Eğitim alanı var olan sosyal gerçeklik içerisinde anlam kazanan, bu gerçekliğin belirleniminin dışında ele alamayacağımız aslında siyasal bir alandır. Yani bir öğretmen olarak siz “öğrencilerim hangi sosyal, sınıfsal belirlenimden gelirlerse gelsinler ben tüm bunlardan bağımsız, bu farklılıkları ortadan kaldıran bir öğretim süreci yaratabilirim ve öğrencilerim arasındaki eşitsizlikleri giderebilirim” diyemezsiniz. Öğretim yöntemleri / metotları veyahut kullanacağınız öğretim materyalleri bu kudrete sahip değildir. Ama biz bugün eğitim fakültelerinde öğrencilerimize aynen bu içeriği sunuyoruz. Onları eğitim alanının sosyal, felsefi, politik veya tarihsel okumasından uzak tutarak, yani eğitimbilimleri alanına çok az temas etmelerini sağlayarak mezun ettiğimiz öğretmen adayları dünyayı, sosyal gerçekliği kavramaktan ve eğitimi bunun içerisinde ele almaktan da dolayısıyla uzak duruyor. Bu farkındalık eksiği öğretmen adayını daha savunmasız kılarken, öğretmenlik mesleğini “ben sadece kendi işimi yapar dersimi anlatırım” ile de sınırlı tutuyor.

    Gericilik bu savunmasız konuma çok rahat sirayet edebilmiş durumda. Bakın eğitim fakültelerine bilinçli olarak yığınak yapan cemaatlerin varlığına değinmiyorum henüz. Gericilik bu alanda uzun süredir örgütlü ve örgütlenmeye de devam ediyor. Bilimsel alana yönelik saldırılara ek olarak, gericiliğin bu saldırılarını mesleki yaşantısı içerisinde, ilk – ortaokul veya lise düzeyinde sürdürmeye aday bir neslin yetiştirilmesi için örgütleniyorlar. Ama benim işaret etmek istediğim asıl şey, örgütlü gericiliğin dışında yer alan öğretmen adaylarını zor bir sürecin beklediği. Gericilik sarmalına bulanmış müfredat ve uygulamalar onları karşıladığında bu sürece karşılık üretebilecek yeterli mesleki donanıma veya toplumsal farkındalık geliştirme yetisine sahip olamamaktalar ne yazık ki.

    Meslek hayatına atıldıklarında ise başka bir sarmal ile karşılaşmaktalar. Öğretmen kimliğini var olan merkezi sınavlarda başarıya odaklanan, kendilerine sunulan öğretim sürecini aynen uygulayan, sorgulamayan nitelikte bir öğretmen sarmalı.

    BİLGİNİN GÖRECELİ KILINMASI İLE YENİDEN DİZAYN EDİLEN BİR BİLGİ FELSEFESİ ANLAYIŞI!

    “EVRİM TEORİSİ”Nİ REDDETMEK, “YARATILIŞ TEORİSİ”Nİ YAYMAYA ÇALIŞMAK!

    SORU: Arada bilimsel alana yönelik olan saldırılara da değindiniz. Öğretmenler bu ve benzeri ne tür saldırılarla karşılaşmaktalar meslek hayatlarında?

    CEVAP: Bence öğretmenlerin ve hatta bizlerin, akademisyenlerin de göğüsleyemediği ilk saldırı 2004 yılında gerçekleşen müfredat değişikliği oldu. Ezbere öğrenmenin reddi, anlamlı öğrenmenin sağlanması, öğrenci merkezli öğretim vb. şekildeki güzellemelerle birlikte hayatımıza sokulan “yapılandırmacı yaklaşım” aslında bilimsel bilginin reddine zemin hazırlayan büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirdi. Bu tehlike perde arkasında kaldı, ortaya çıkarılamadı ama üzerine çok şey de yazıldı çizildi. Kastettiğim yapılandırmacı yaklaşım ile müfredatın temel felsefesinin “bilginin göreceli kılınması üzerine dayanan bir bilgi felsefesi”ne dayanmış olduğudur. Evet bilginin edinilmesi / öğrenilmesi bireysel farklılıklar taşır ve öğrenme bireye göre farklılaşır. Ama yapılandırmacılığın asıl tehlikesi bilgi felsefesine dair söyleminde taşır, yapılandırmacılık nesnel bilgiyi reddeder, göreceli kılar ve bilgiyle bilgi olmayanı ayırmaya dönük geçerli dayanakları ortadan kaldırır. Artık bilimsel bilgi ile herhangi bir inanç eşdeğerde sayılabilmektedir. Bence dinselleşme başlığında eğitim alanına yönelen en önemli saldırı bu olmuştur. Evrim teorisinin müfredat dışı bırakılarak, “yaratılış” şeklindeki inançlara ağırlıklı olarak yer verilmesi, zorunlu din derslerinin artırılması ve daha erken yaş kuşaklarına indirilmesi, dini içerikli seçmeli derslerin neredeyse zorunlu kılınması, liselerin imam hatiplere dönüştürülmesi görünür bir biçimde eğitim sürecinin dinselleştirilmesi anlamını taşımaktaydı. Ama zaten 2004 den beri, yani 12 yıldır AKP yapılandırmacı yaklaşım ile tüm müfredatı dinselleştirerek okullarımızı tamamen imam hatipleştirmekteydi. Bu süreçte ilkokula başlayan birisini düşünün, mezun oldu ve şu an üniversitede. Matematik, tarih, sosyal bilgiler gibi tüm derslerinin etkisiyle şu an bilimsel bilginin varlığını kolaylıkla reddedebilecek bir ön öğrenmeye sahip. Tam da bu nedenle biyoloji veya genetik bölümlerinden mezun bir öğrenci evrim kuramına dair görüşleri sorulduğunda “evrime inanmıyorum” diyerek, bilimsel bilgiyi inanç düzleminde ele alabiliyor. Farkındalık ne oranda bilmiyorum ama bu sonucun ortaya çıkmasında öğretmenler de pay sahibi. Yapılması gereken şey öğretim sürecine yüklenen bu gerici politik misyonun farkındalığının artırılmasını sağlayarak, tutum almak.

    Farkındayım tutum almak kolay değil, dersinde evrim teorisine yer verdiği için pek çok öğretmen arkadaşımız soruşturma geçirdi, bazıları sürgüne maruz bırakıldı ama gericilikle mücadele öncelikle gericiliğin toplumsallaşmasında yapısal açıdan büyük misyona sahip eğitim alanından başlamak önem taşımakta. Direnişin gerek eğitim alanı içerisinde, gerekse dışında örgütlenmesi gerekmekte.

    SORU: Evet, buraya geleceğiz ama öncesinde uzunca zamandır süren gerici müdahaleler ve piyasacı anlayışın öğretmenin sınıf içi konumunu ne yönde değiştirdiğine biraz değinmenizi istesem?

    CEVAP: Öğretmenin toplumsal konumu, ağırlığı senin de değindiğin üzere gerici ve piyasacı bir yaklaşım temelinde uzun süredir erozyona uğratılmakta. Burada en başta bahsettiğim öğretmen adayı yetiştirme sürecinde, öğretmenin yetkinliğinde meydana gelen aşınmanın da etkisi var. Öğretmen toplumda sözü geçen, önem verilen, saygı duyulan bir figür olmaktan çıkarılarak, bir telefon hattı ile kolaylıkla şikayet edebileceğiniz, başarısını sadece öğrencilerinin merkezi sınavlarda elde ettiği sonuçlarla ölçebileceğiniz bir kişi olarak algılanmakta artık. Öğretmenler sendikal eylemlere katıldıkları için haklarında açılan soruşturmalarla, aldıkları cezalarla veya AKP’nin okul müdürlerinin kendilerine yönelik sundukları eleştirilerle gündeme getirilmekte. Öğretmenler sessiz kalmadıkça iktidar tarafından azarlanan, baskılanan öznelerdir.

    DİNSELLEŞMENİN ASIL HEDEFİ “İŞÇİ SINIFI AİLELERİ”Nİ ŞEKİLLENDİRMEK!

    SORU: Gerici müfredat ve piyasa kıskacına alınan öğrenci ve velilerin durumundan da biraz söz eder misiniz?

    CEVAP: Bugün eğitim veli ve öğrencilere ne sunuyor diye yorumlarsam bu soruyu, bilimsel bilgiden iyice uzaklaşan, merkezi sınavlar aracılığıyla eğitimde eleme işlevini acımasızca gerçekleştiren, bu olumsuz tabloya içeriği tamamen dinselleşen bir eğitim, özellikle seküler kaygı taşıyan veliler için iyi bir tablo çıkarmıyor ortada. Sanırım çocuğunu okula göndermemeyi tercih etmek hiç bu kadar gerçekçi bir seçenek olmamıştı bu aileler için. Maddi gücü olan veliler için özel okullara kaçış bu tablodan sıyrılmanın bir yolu haline gelmiş durumda. Trajik bir durum, Türkiye’nin dinselleşmesiyle bir sorunu olmayan sermaye sınıfı, özel okullar aracılığıyla bu sorunu yaşayan aileleri kapsayabilmekte bugün. Çözüm mü, değil? Dinselleşen bir toplumsallıktan ne kadar kaçabilirsiniz?

    İşçi sınıfı aileleri için ise durum daha vahim. Dinselleşmenin asıl hedefi zaten onlar, gelir dağılımındaki derinleşen uçurum ve artan yoksullaşma sınıf üzerindeki dinci-gerici belirlenimi de artırmakta. Kaçamadığınız eğitim sistemi ve okullar ise bu belirlenimi iyice pekiştirmekte.

    Eğitim sistemi aracılığıyla bir yandan gerici bir formasyona tabi tutuluyorsunuz, bilgiden uzaklaştırılıyorsunuz, bir diğer yandan ise geçemediğiniz merkezi sınavlar nedeniyle eğitim sisteminde ilerleyemediğiniz için o size sunulan fırsat eşitliğini değerlendirememiş bulunuyorsunuz. Yani, yine aynı noktadasınız. İçerisinde yer aldığınız sınıfsal konumda sabit durmakta, daha iyi bir mesleğe veya maaşa sahip olamamanız eğitimde ilerleyemeyişinize bağlanmakta. Sınıf atlayamamış olmanız, sizin başarısızlığınız kaynaklı olarak değerlendirilmekte. Halbuki her yıl bir iki başarı örneği gazetelerde yer almaktaydı, örneğin köyde tarlada çalışırken tıp fakültesini kazanan lise öğrencisi gibi. Eğitim sisteminde ilerleyebilirliğin, sınıfsal aidiyetten, sahip olunan olanak / olanaksızlıklardan bağımsız ele alınışı, toplumsal eşitsizliğin eğitimdeki uzantısını, eğitimde eşitsizliği yeniden üreten bir söylev olarak çıkmakta karşımıza. Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde, gericiliğe ve sınıfsal aidiyetine mahkum kılınan bir kuşak çıkmakta karşımıza. Bu sayede de toplumsal eşitsizlikler gericilik harmanıyla yeniden üretilmekte, bilimsel akıldan uzak bir nesil yetiştirilmeye çalışılmakta.

    SORU: Son olarak toplumsal çürüme olarak adlandırabileceğimiz bu bilgiden yoksun bırakılma halini ele almak istiyoruz. Sizce toplumsal çürümeye karşı nasıl bir hat örülmeli?

    Önceki değerlendirmelerimde kısa kısa değinmeye çalışmıştım aslında, evet doğru bir noktaya ulaştık. Bugün eğitim alanında yaşanan dinci-gerici, piyasacı dönüşüm toplumu çürütmekte. Bu çürüme bilimsel akıldan uzaklaşıldıkça büyümekte. Öncelikle bilimsel olana sahip çıkmak, bu alana yönelik saldırılara karşı gelmek gerekir. Bu da dinselleşme sürecini karşımıza almak demektir. Okullarımızın imam hatip okullarına dönüştürülmesine, derslerin içeriğinin bilimsellikten uzaklaştırılmasına, bilimsel bilgi ile dinsel dogmaların eş değerde tutulmasına “artık çok geç oldu” demeden karşı durmak gerekir. Bu doğrultuda okullarımıza, öğrencilerimize ve aslında geleceğimize veli, öğrenci veya öğretmen olarak sahip çıkmak gerekir. Sohbetimizde bir ara direnişin gerek eğitim alanları içerisinde, gerekse dışında örgütlenmesi gerekmekte demiştim, bu direnişleri geniş bir toplumsallıkla hayata geçirmek örneğin mahallemizdeki lisesin İmam Hatip Lisesi’ne dönüşümünü mahallece engelletmek gerek, ya da çocuğumuza dayatılan derslerin içeriklerinden rahatsız isek bu dini içerikli dersleri çocuğumuza aldırmamakta kararlı olmak, bu kararlılığı diğer velilere de yaymaya çalışmak gerek. Yakın bir dönemde çağrısı bizlere ulaşan Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi benim zihnimde tam da bu noktaya oturmakta. Gericiliğe karşı tepkiyi, mücadeleyi eğitim alanında daha fazla zaman kaybetmeden büyütmek lazım. Dinselleşmeye karşı olan duyarlılıkları bir araya getirmek, farkındalığı artırmak ve eğitim sistemini bu belirlenimden çıkarmak için mücadele etmek toplumsal çürümeye karşı da önemli bir hat oluşturacaktır.

    (Gökçen Düzkaya, 8 Mart 2015)

  1013. Çağımızın En Büyük Sırrı
    Hayatı ücret köleliğiyle geçenler hangi büyü altında materyalist ilahileri şakırdarlar?
    Bazı açıklayıcı notlar:
    Gerçi bu site her şeyi bilen bilgiç dolar taşar ve bu ciddi mahluklara asıl lazım olan Michael Velli’nin “Manual For Revolutionary Leaders” “Devrimci Ulu Şeflere El Kitabı” ama fazla mal göz çıkarmaz.
    Not 1: Artık materyalizmin asıl anlamı doğacılık oldu. Bu sitedekilerin sevdikleri dille söylersem, artık materyalizm, sosyal-ekonomik-politik -yol haritası- kapitalistsiz kapitalizm falan filan oldu.
    Not 2: Tarihte bilindiği kadar, tabii bilgiçliğini vahiylerle edinen özgürcü sosyalist hariç, bu sırra, biraz “dolaylı” da olsa, ilk önce Hz. Eyüp varır.
    Not 3: Neden “dolaylı”? Hz. Eyüp zenginlikte bir pislik olduğunu sezer. Kaynağını bu dünyada değil, gökyüzünde keşfeder. Modern köleler bu dünyada bulurlar ama bu defa da kulaklarına materyalizm, politik ekonomi, sosyal-ekonomik, sosyalizm, komünizm, liberalizm, anarşizm, özgürcü sosyalizm, esirci sosyalizm, diyalektik sosyalizm, teknoloji, bilim (ezellikle bilkent gibi k*ç yalalayan bilim), emek, eylem, banka, para, az gelişmiş, çok gelişmiş, orta gelişmiş, eğitim, radyo, gazete, televizyon, buz dolabı, mri makinesi, güzellik ameliyatı, şişe suyu, organik katıksız yiyecek, tatil köyleri, futbol, CD, facebook, twitter, sosyal medya, internette sayfa açıp anarşistlik ve kitap satma, doğu-batı, güney-kuzey, yol-haritası ve benzeri sayısız dünya üfürükleri üfürülür. Kısacası bu avanaklar da sırrı materyal olmayan nedenlerde bulurlar ama çok daha dürüst olan Hz. Eyüp yerine işi boşuna karıştırırlar.
    Aynı soru ama biraz değişik:
    Koca kelle Descartes’ın dediği gibi, ücret kölesinin materyal varlığına tek ve tam güveni olduğu şey, her gün iş başında heder ettiği kendi bedeni. Acaba hangi üfürükçü ona bu köleliği kabul etmeyi kulağına üfürmüş? Hangi din inancı bu zavallıyı böyle kandırmış?

  1014. 1011 İki Din Arasındaki Bitmez Tükenmez Kavga
    Din 1: Allah, Muhammed, Vaatler (uslulara sonra)
    Din 2: Para, Atatürk-Marks, Vaatler (uslulara sonra)
    En azından, bir bilim filozofunun okullarda neden bazı derslerin öğretildiği diğerlerinin öğretilmediği hakkındaki bilgi dolu tarih ve felsefe “Yönteme Hayır”, kitabı okunsa bu kavganın aslında aile içi bir kavga olduğu anlaşılır. Belki.
    Veya medya ucubeleri hiç değilse aşağıdaki sitede satıhsal bir bilgi edinebilir.
    [https://tr.wikipedia.org/wiki/Paul_Feyerabend
    Paul Karl Feyerabend (d. 13 Ocak 1924, Viyana – ö. 11 Şubat 1994), Avusturyalı filozof ve bilim felsefecisi … “Anarşist bilgi kuramının” en önemli isimlerinden biridir.]
    Ciddi bir konuyu iş ve işçi bulma açısından ele alan, çok adi politika his sömürücülüğü öğretim üyesi bir yanda, aklı sıra kız oğlan kız modern olduğunu gösterme çabası içinde bir kara cahil, büyük bir ihtimalle modern dedikoducu jurnalci. Tam bu siteye uygun “politically correct” bir düşünce dedikodusu yaparlar.
    Ama olumlu bir tarafı var. Her ikisi de burnunun ucundan ötesini görmeyen dar görüşlü olmalarını sergilemekle, zamanımızdaki bunalımı simgelerler.
    Siteye zengin olma ve iş aramayla düşünmeyi, bilgiyi, günah çıkarmayı karıştıran iki kamil daha katıldı.
    Not: Feyerabend bu kamillerle site dolu doğru din seküler-laik müritleri için zor olabilir. Heinrich Böll, “Bir Görev Seyahatinin Sonu” kitabında Türklerin maşuku mavi gözlü sarışın sekiler-laik Avrupalıları bir sahnede anlatır.
    Not: Aynı Böll, “Hem Hıristiyan hem zengin olunmaz.”, der. Aynısını Müslümanlar için Hasan al-Basri 7. yüz yılda söyler.
    Rahibin devlete karşı şahitlik ettiğine şaşıran savcı, rahibe, “Ben devletle din dost bilirdim, ne oldu?”, der. Rahip cevap verir, “Dostluk değil, ödün vermeydi!”
    Bu kamiller için biraz daha ağır 20. yüz yılın en büyük tarihçilerinden biri olan Toynbee,”Son 7 bin yıl insanlar Devlet’e taptılar ama Allah’a taptıklarını sandılar.”, der.
    Bu site gerçekten cahil bilgiçlerle dolu! Eğitim+Televizyon+Medya = Cahiller sürüsü
    Kısacası: “THE SHOW MUST GO ON!” (“EĞLENCE DURMAMALI!”)
    Önemli Not: Bu bilgiçler bilgici sosyalist özgür ve anarşist müdür için geçerli değildir. Yani baş belası aramıyorum.

  1015. Sayın Gün Zileli,

    Yazı üslubundan “pipsqueak” olduğunu sandığımız kişinin son derece ilginç ve bilgi dolu yazılarını yayınlamıyorsunuz. Bize öyle geliyor ki bu sitenin asıl yöneticisi siz değilsiniz veya sizde “pipsqueak”e karşı kişisel bir eziklik var.

    Uzun bir süre kendilerini”yalakalar” rumuzuyla tanıtanlar da ortadan kayboldu. Onlar da sitenin asıl yöneticisini eleştirirlerdi. Bu bir tesadüf mi?

    “eleştiri bittiğinde, çürüme başlar..”, alıntısını sadece süs olsun diye sergilemediğinizden eminiz. Ancak “pipsqueak”e karşı davranışınızla bu özdeyişle çelişkiye düşüyorsunuz.

    Biz “pipsqueak”den sayısız yararlı bilgiler kazandık. Lütfen savunduğunuz özgürlüğü uygulayınız.

    Esen kalın

  1016. =BÖLÜM 1= Sayın (Anonim) 1014'e

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM İKİ (2) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Anonim” 1014,

    Sayın “pipsqueak”, “Homo Ludens” konusunda uzman olduğundan (en azından sayın Gün Zileli’nin bu sayfasında); top çevirdiğini, sayfanın ziyaretçilerinin hepsi olmasa bile çoğunun gözleri önünde “oyun oynadığını zannediyor!” (Not: Ve işin en acı taraflarından biri; kapitalizmi öksürmeye pek yanaşmayan sayın “ogürsel” de bu oyuna seve seve geliyor gibi gözüküyor!)

    Bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da; sayın “pipsqueak”in “Homo Ludens” konusundaki kalibresine yaklaşabilmek için çeşit çeşit kurslara katılmaya başladık. Eğer kendimizi sayın “pipsqueak”le boy ölçüşecek seviyeye yaklaştırabilirsek; cevaplarımızı yazmaya devam edeceğiz. Ki kendisini David Watson, Fredy Perlman, Pierre Clastres, Paul K. Feyerabend, Marshall D. Sahlins, Simone Weil ve diğer dostları ile her ne kadar “aynı seviyede görüyor olduğunu” belirtmiş olsa da; bizim, yani “Beyaz Ya-LA-ka”ların “eşitlerin daha eşit olduğu bir ‘clique’e yaklaşabilmesi” şimdilik pek mümkün gözükmüyor! “Homo Ludens” konusunda uzmanlaştıkça belki yaklaşabilecek imkânı buluruz!

    Bu arada:

    Eğer sayın “pipsqueak”; tarih madenciliği yapmak ve antropolojik verilerle kontrol etmek üzerine sergilediği maharetlerine ek olarak, Elias Canetti’nin muazzam eseri (1935) “Körleşme”yi (Almanca: “Die Blendung” / Fransızca: “Auto-da-Fé” / İngilizce: “The Blinding”) okursa, kitaptaki ana karakter olan “Doktor Peter Kien”a ne kadar çok benzediğini idrak edip; büyük bir özeleştiri yapmaya başlayabilir…

    “Demiryolu Hikayecileri”

    Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağbaşı kasabasında, bir demiryolu istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. İstasyon binasına bitişik yanyana üç kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikaye satıcılığı yapıyorduk.

    İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikayeciler uyurduk. Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: Çünkü bizim bütün ümidimiz, gece yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (yani “hikayeciler”in de) uyuyarak gece ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmâl ediyordu istasyonun bu tek memuru. Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu, bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak, kapamak.. Bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık bedave hikayeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikaye yazdığımız düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşam üzeri ilham geliyordu ve gecenin geç saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu “yakamızı bırakmıyordu” sözüyle alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak elle yazdığımız hikayeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize çekiyorduk. Hikayeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç yahudiye veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç yahudiyi çok seviyordum.

    Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: Kulübelerimiz de istasyon binası için ayrılan alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon şefi gülerek, “memur hikayeciler” diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. “Siz esnaf hikayecilersiniz” diyordu istasyon şefi bize. Aslında ben memur ya da esnaf olarak nitelendirilmek istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken “ayrıcalı bir durumda”
    olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı satmak için. Tabii genç yahudinin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikayeden ancak bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek alıcı bulamıyorduk. Hikayeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler yazıyorduk ve bir iki günlük modası geçmiş hikayeleri uzattığımız zaman yolcular yüzlerini buruşturarak “Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?” diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.

    Başka güçlüklerimiz de vardı: Tren her zaman bizim kulübelerin önünde durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu istasyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta, üçüncü perona (bunlara “peron” denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önce yük vagonlarına çarpıyorduk telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır sepetler içinde tomarlar halinde duran hikayelerimiz, hemen satılmıyordu. Her yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.

    Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca, sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst incelemden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı. Ülkede taze olarak hikaye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
    var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına birkaç kuruş vererek yolcuları bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava birer hikaye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden düşme satıyorlardı.) Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı. Bunlardan bazılarıyla ilişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için çok acıkıyorduk. Hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor, geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
    sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da (her zaman değil) bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden (hangimizinki olursa olsun) isterdi, son kopyalardan olmak şartıyla: İnce kağıttan olduğu için sigara sarıyordu hikayelerimize.

    Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satışlar iyi gitmişse, yiyecek satıcılarına hikayelerimi okurdum. (Genç kadın buna karşıydı.) Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı.) Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek içini çekerdi. “Olur böyle şeyler” derdi elmacı da: “İnsan neler görüyor yaşadıkça.” Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayeler de yazmıştım.
    Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  1017. =BÖLÜM 2= Sayın (Anonim) 1014'e

    [2. BÖLÜM – SON]

    İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: Fakat nedense, her hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin toprakları içinde yazıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım: Bizim durumumuzu düzeltecek, bize de istasyon toprakları içinde şerefli bir yer verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında “Sağlığı Koruma Yasaları”nın uygulandığını ileri sürerdi.

    Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç yahudi gittikçe zayıflıyordu. Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu. Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizdn hikayeleri neredeyse zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu. Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.

    Üzüntüler içindeydim, üstelik aşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede oturan genç kadına aşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikayeleri ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak “ağlama” dedim. Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, “Sağlığı Koruma Yasaları”na uygun olarak hazırlanmış gazoz, saydam kağıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da, yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra (kim bilir neler yiyorlardı) geceyarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
    bulmuştuk ve henüz yataklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden. Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz (genç kadınla ben) gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu kasabaya hangi rüzgar atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu. Kitap almak için büyük şehire gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize kuytu gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
    sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine daha önce sattığımız hikayelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikayeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikayelerin dış sayfaları ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle “isterseniz geri verin hikayeleri, paranızı da alın” demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.

    Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş, başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikaye sepetlerimizi koluma taktım, uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla üzmitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve rayların arasında sıkışıp kalmış kulübemde yazmış olduğum bir günlük hikayelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet genç kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken yahudinin evinin önünden geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç yahudinin de hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikaye satmaya çıkamıyordu;
    hikayelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikayelerini de ben yazmaya başlamıştım. O kadar hâlsizdi ki bu yardıma bile itiraz edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa hikayeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız konulara, hâttâ yazış biçimimize bile karışır olmuştu.

    Ben o sıralarda aşk hikayeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi, dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim, istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri sürerek sadece bu konuda hikaye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek veriyordu: “Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu?” Ona boş
    yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaşmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.

    İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular, tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir müşteri kalabalığına yeni hikayeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe ağırlaşan genç yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. Hangi tarafa yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da hikayelerine yardım etmek zorundaydım.

    Düşücemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık. Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu zaman. Evet bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada bir çok şeyi hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç yahudi bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre, savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.

    Sonra, hikayelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti, unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her gün yazmak zorunda olduğum hikayelerin dışında kalan kelimeleri hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede alıştım.

    Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum. Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez, kendime yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik. Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı. Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum.

    Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç yahudi yoktu; bir süre önce ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki istasyon şefi, ben daha bu isteiğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün (bir süre önce) kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi bildirmek için.. Neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç kadın bir süre önce gitmişti. Evet kulübesi boştu. Benim uzun hikayelerimden birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikayelerim nedense hiç satmıyordu. Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum. Hikayelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok geçiriyordum. Bir gün (yani bir süre sonra) bir yolcu daha önce (bir süre önce) kendisine satmış olduğum hikaye hakkında ağır eleştirilerde bulundu. Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim. Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya (bir süre sonra) söyledim. Bir süre önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi unutuyordum. Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum, bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa, pek alıcı bulamamakla birlikte, daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikayelerimi de dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra (bir süre sonra tabii) istasyondan ayrılmıştı.

    Bu, son yazdığım hikayelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikaye birikti. Hikayelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hepsini yazmış olmayabilirim. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı uyanıyor ve bu yeni hikayelerimi sepetime (ya da genç kadının sepetine, ya da şimdi ölmüş bulunan genç yahudinin sepetine) özenle yerleştiriyorum, demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum (çünkü yıllardır hiç tatil yapmamıştı). Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde. Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse, bunlar önemsiz ayrıntılar.

    Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakkaldan utandığım için soramadım, bir zamanlar (bir süre önce) aynı çekingenlik yüzünden kundura tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. “Bana herhangi bir adres söyler misiniz?” diyemezdim. Oysa herhangi bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de var (yani bir süre geçtiği halde) kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık (belki de sadece belirli bir süre için) geçmediği halde, bir yolunu bularak okuyucularıma (artık müşterim kalmadı) iletebilsem bile, nerede bulunduğumu nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum.

    Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

    [Oğuz Atay,
    “Korkuyu Beklerken”,
    May Yayınları & İletişim Yayınları
    Tarih: 1975]

  1018. Sayın Ogürsel,

    Kendini “pipsqueak” diye tanıtan ve genellikle üslubundan o olduğu az çok belli olan kişiyle atışmalarınızı okuduğumda (doğal olarak hepsini değil) aranızda büyük bir fark görüyorum.

    Pipsqueak zamanımızı, son yılların araştırma ve eleştirilerini, uzaktan sesi hoş gelen Avrupa’yı yakından tanıyan biri. Defalarca Avrupa lafıyla Medeniyet’in en son temsilcisi olduğunu söyledi. Dinlere karşı amansız eleştirisi eşsiz. Günümüzde ekonomi, sosyal, politik rejimler, enerji, teknoloji, sosyal sınıflar, din, psikoloji, eğitim, aile, felsefe, örf-adet-ahlak, savaş, tüketim gibi tüm alanlarda tüm dünyanın burjuva olduğunu bilen biri. Bunu hazırlayan safhaları ve geliştirilen düşünce ve ideolojilerin de çok iyi biliyor.

    Siz belki haklı olarak Türkiye’nin, Avrupa’nın gelmiş olduğu noktada geçtiği ilkel safhalara bile erişmemiş olmasına yakınıp, o safhalara bir özenti içindesiniz. Aynı özenti son 40-40 yıl Türk solu da yaşadı. Hatta bu Atatürk’e ve daha önce Osmanlı reformlarına kadar uzanır. Üstelik “pipsqueak”in defalarca tekrarladı: bu tüm dünyaya yayıldı. Size Wallerstein’in okuduğum, beğendiğim ve ne kadar eski düşüncelere saplanmış kalmış olduğunuzu gösteren ‘Avrupa Evrenselciliği – Gücün Retoriği’ kitabından bir alıntının çevirisini gönderdi. Size son 50 yıldır epistemolojik alanda büyük değişiklikler getiren düşünürlerin adlarını verdi. Artı, M. Sahlins, L. Mumford, J. Ellul gibi inançlarınızın ne kadar çocukça ve anlamadan sarıldığınızı apaçık anlatan eleştiricilerden söz etti. Eskiden bir insan iş yerine yürüyerek, ki sağlığı için daha iyi, 20-30 dakikada varıyordu. Şimdi otobüs, vapur, dolmuş, tren, metro ve sinir bozukluğu içinde 2 saatte varıyor. Neden hala “pipsqueak”i anlamamakta ısrar ediyorsunuz? O size insan/doğa ikiliğinin sadece Batı’da bulunduğuna ve sizlerin bu baskıcı düzenleri meşru kılma felsefi inanışını farkında olmadan özümlediğinize işaret etti. Siz dönüp dolaşıp artık kokusu çıkmış inançları tekrar edip duruyorsunuz. Şu siteye, sergilenen kitaplara bir göz atmak bu site ve sizin ne kadar katı ve geri kafalı olduğunuzu hemen gösteriyor. Hatta “pipsqueak”in söyledikleri arasında en önemli olanlardan biri olan çevrenin yok edilmesi hakkında tek bir kitap veya yazı yok.

    Ben kendim anarşist edebiyatını az çok bilen ve anarşistliği seven biriyim.

    Bu sitede hissettiğim örtülü bir kişisel hınç ve çekememezlik var gibi. Çok sayıda örnekten bir aşırısını seçeceğim.

    Bu site kendini anarşist tanıtmakta ama hiçbir anarşistin kolay kolay düşmeyeceği ilahlaştırma, şeyleştirme, bir kavramı somut bir nesne gibi düşünme gafletine düşer.

    Biri ” Uygarlık-Bilim-Teknik ise kalıcıdır”, der ve site yöneticisi Gün Zileli hemen “valla ağzımdan sen aldın.”, lafıyla bu ilahlaştırmayı tasvip eder. Ve kimse Gün Zilelin’nin bu dinciliğinin farkına bile varmaz.

    Siz de benzerini yapıyor, anlamadığınız Pipsqueak’i anlamış gibi davranarak sanki onu kışkırtıyorsunuz. Bence, makul olup bu büyük bilgi farkını kabul etmeli.

    Hatta somut nesne tanımı zaman ve mekanda varlığını koruyansa, bu bile tartışma götürür. Sanırım Pipsqueak bunları çok iyi bilen biri. Sizi buna benzer büyük hatalar yapmada defalarca uyardı ve düzeltti ama anlamadınız.

    Sizin “üzerine en az bir on yıl materyalist, sınıfsal mücadeleler tarihine ait bilgi de yazmazsan” lafınız son derece satıhsal ve cevap vermiş olmak için verilmiş bir cevap. Kendiniz bir yazınızda “sınıfsal mücadeleyle alay etmiştiniz. Belki “pipsqueak” haklı, siz fazla hap yutuyorsunuz, materyal belleğinizde lezyon yaratmış. Ben kendim sizin diğer kullandığınız büyük laflar gibi “materyalist” lafını sadece fiyaka için kullandığınızdan eminim.

    Hoşça kalın

  1019. 1017

    Siz “hakiki pipsqueak” olmayasınız!

    Niçin “hakiki pipsqueak” olduğunuz halde, sanki o değilmiş gibi davranıp, aklı sıra maskeli şövalye gibi bir görünüm veriyorsunuz kendinize!

    Açık açık “ben pipsqueak’im” diyecek kadar mert değil misiniz!

  1020. Kibir, nefret, küstahlık dünyanın en haklı insanının bile haklılığını ortadan kaldırır.

  1021. Pipsqueak denen kişi çok cahil.
    Aslında cahil olmamasına rağmen saplandığı fikirler onu bu hale getirmiş, ama bu ona özgü bir durum değil.
    [Bu olguyu sn. Zileli de güzel ifade etmiş; “Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir. Galiba bunun genel cevabı, her ikisinin de birbirini beslediği yönünde olmalıdır ama hangisi daha ağır basar, hangisi önceliklidir, işte bunun içinden çıkamıyordum. Özdemir İnce’nin bugün (29 Eylül 2010) Hürriyet’te çıkan “Dersim Fiyaskosu ve Tunceli Gerçeği” yazısıyla kafamdaki bu ikilem çözüldü: Evet, ağırlıklı olarak, yanlış düşünce cehaleti körüklüyormuş.” Özdemir İnce Fiyaskosu]
    Muhalif görünümlü birtakım fikirler ezberleyip kendini dünyanın en alimi sanmak yeni bir şey değil.

  1022. Bunun kişisel olmaktan çok genel, sosyo-ekonomik nedenleri de var. O yazıda ifade edildiği üzere İnce’nin ‘köşe yazarlığı gibi kötü bir mesleğe intisap etmesi’ yani kâr amaçlı medya sektörünün avama hitap eden bir yazarı olması gibi.

  1023. 1018-1021
    Polislik ruhundan kurtulamayan eski Stalinciler, Stalinci Anarşistler, Faşistler, Irkçılar, İlericiler, Seküler-laikler, Ücret Köleleri, Dönek Komünistler, Bilgiçler, Yalnızlar Yığını Sıradanlar, Cahilliklerinden Utanıp Ortak Düşmanlarına Yansıtanlar, beraberce kardeş kardeş kuduruyorlar, ağızları köpükle dolmuş.
    Joyce, “bu kadar aralarında anlaşamayanları birleştirdiğim için bana barış Nobel ödülü verilmeli”, dedi.
    Ben kedinin farelerle oynarken duyduğu zevk içindeyim.
    Bravo, pipsqueak!
    Ben anarşist diplomasını aldıktan sonra bile hala “devleti artık ürün değil, devlet artık ürünü yaratır” anlamayanın “Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir.”, demesi son derece normal. Konuyu soyutlaştırıp bilgiçlik yapmak ve kendi cahilliğini örtmek enayileri kandırmada çok eski bir taktik. Aynı şahıs hala hiç utanmadan Bolşevik darbesiyle kurulan modern insan kasaphanesine “Tarihin En Büyük Devrimi”, der. Enayiler yine yutar. Ayni şahıs dünyayı enayiler yığını haline çeviren, enformasyonu bilgi diye yutturan, kapitalizmin en son ve en incitmede kazıklayan devleri olan facebok, twatter, youpoop gururla ağzına alır ve onları besler. Enayiler yine yutar. Dünya’da gelmiş geçmiş en büyük devrim olan İLERİCİLİK’İN diğer bir adı olan GENÇLİK mitinden bihaberliğiyle sonsuz cahilliğini sergiler. Enayiler yine yutar.

  1024. Sayın 1015&1016 Yoldaşlar
    Kendinizi sıfatsız anarşist ilan etmiştiniz ve bu çok ölçülü ve akıllıca bir tutumdu. Özellikle bu iki yazınızda bizim EKA’da (Enternasyonal Komünist Akım) savunduğumuz fikirlere ne kadar yakın fikirleri artık sizin de benimsediğiniz, kapitalizme karşı ciddi mücadeleniz, teori ve pratik bütünlüğüne içten sarılmanız aramızdaki farkların aslında önemsiz olduğuna işaret etmekte.
    Anarşizm ve komünizm aslında aynı ananın sadece görünüşte farklı iki fırlamaları. Eski komünist anarşistliğe döner, siz yeni anarşistler eski komünistliğe döner, dünya döner, siz döner, biz EKA’cılar döner, dervişler döner.
    Sizin eski Stalinci, Maoist teori ve pratiğe dönüşünüz utanılacak bir şey değil, tam tersine tarihsel diyalektiğin cilvesidir. Biliyorsunuz materyal dünyada dönen aynı yere gelir. Bu sitedeki Atatürk-Marks-Lenin-Engel-Stalin-Mao at gözlükleriyle sadece sizin gibi İLERİ’Yİ gören bilim müritleri bilgiçler ve dahiler buna “doğa yasası” derler.
    Teori ve pratiği birlikte götüren Canetti’yi bu anarşist engizisyonunda itiraf uzmanı olarak kullanmanız da harika bir buluş. Sizin bu tarihsel diyalektik ırmağının tersine değil akımına uyma cesaretinize hayran olduk. Tersine yüzenlerin pasifliklerini itiraf etmelerini, özeleştiri yapmalarını talep etme cesaretiniz sizde dönercilik cevherine işaret ediyor. Özeleştiri Ulular Ulusu Şefimiz Marks’ın Marksizm’inin temelinde yatar. Kişi kendi kendinin polisi olmalıdır. Ama dikkatli olun, tarih bize itiraf edenlerin sadece or*pu çocuklarından kurtulmak için yalandan itiraf ettiklerini de öğretir. Muhammet bile bizlere benzeyen müritlerine, “bu bedevilere dikkat edin, yalandan Müslümanlık yapıyorlar”, uyarısında bulundu. İspanya’da yalandan Hıristiyan görünen Müslümanlarla Yahudiler siz ve biz gibi engizisyon polislerine az çektirmediler.
    Aslında, sizler kı* yalayacağınız dönercilik yapsanız adına konuştuğumuz halkımızın sayısı artar ve biz de halkımız için daha çok yazılar yazma fırsatı buluruz.
    Canetti kitaplarını sadece düşünerek (teori),gökyüzüne bakarak yazmadı (teori); eliyle koluyla yazdı (pratik).
    Canetti gibi, sizler gibi devrime katılmak insanlığa borcumuzdur. Okuma yazma bilmeyen, ezilen halklarımızı durumlarına uyandırıcı yazılar yazmalıyız. Dergiler, gazeteler, broşürler çıkarmalıyız; roman ve makaleler yazmalıyız; halkımızla facebook, twitter sosyal medya aracılığıyla ilişki kurmalıyız; bu site gibi siteler açmalıyız
    Bunların hepsi kapitalizmi besler ama tarihsel diyalektikle aynı siz sıfatsız anarşistlerin Stalinci olması, eski Stalincilerin anarşist olması, %50 anarşistin “ben hiçbir zaman anarşistim demedim” diyerek birden bire özgürcü sosyalist olması gibi her şey her zaman değişir. Önemli olan materyal dünya ve aynı kapitalistler gibi devamlı değişmek ve pragmatik olmak, teori ve pratik. Aynı kapitalistler gibi işe yarayanları kullanmak.
    TEORİ VE PRATİK ERDEM ÖRNEĞİ CANETTİ’DEN SEÇMELER
    “Yaşam bize bir şey öğretmez. Yaşam, salt romanlardan, örneğin Balzac’dan daha iyi öğrenilir.”
    “Kişi, öteki insanlardan uzaklaştığı ölçüde hakikate yaklaşır. Günlük yaşam, yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendir.”
    “Korkulmaktansa nefret edilmeyi tercih ederim.”
    “Kişi diğerlerinden uzak kaldıkça yenilmez. Başkalarıyla birleşince zayıflar.”
    Son söz:
    K*ç yalaya yalaya ağzınızdan, aynı bu sitedeki diğerleri gibi, sadece yaladıklarınız çıkıyor. Diğerleri ayni şeyi yapmışlar ama benim aynı şeye verdiğim ismi, ücret köleliğini, tercih ediyorlar. Sizden daha kurnaz ve zekiler. Böylece para içinde rahat bir hayat yaşamalarına rağmen kendilerini halktan sayıyorlar.

  1025. 1018 – Mert, Pala Bıyıklı Türk Erkeği 1018,

    Açık açık “ben pipsqueak’im” diyecek kadar MERT değil misiniz!

    Hayır. Ve sizin gibi asker doğan, asker büyüyen, savaşa hazır salak da değilim. Ben kadınım.

    Bu sitenin her zaman akıma yüzen müdürü sizi azarlamalı. Farkında olmadan kadınlara hakaret ediyorsunuz, çok ayıp.

    Müdür bey, kadıncılık akımına kapıldığınızı unutmuş olmalısınız. Çok sosyal medyanın beyinlerde hasar yaptığı bilimsel kanıtlandı. Kendinize, iş işten geçmeden bir emar çektirmekte yarar var.

  1026. Homo Luden Falan Filan
    Sayın 1015&1016, Homo Luden’i Yanlış Anlama Üzerine
    Siz ve bu sitedeki dahi bilgiçler için bahsi edilmeyecek kadar küçücük bir hata ama olsun.
    Nasıl olsa yeni dinin bağnaz müritleri ve Ulu Şef’i için “Dünya Süleyman’a değil Solomon’a bile kalmamış”
    Düzeltme 1. Homo Luden bir tarih felsefesi.
    Düzeltme 2. Bu bira uzun, maddelerle açıklayıp ekler yapacağım.
    a) Oyun, özünde özgür bir etkinliktir ve “sanki” gibi oynanır.
    a1) Ben özgür değilim sürekli salakların esiri oluyorum.
    b) Günlük yaşamın dışında gibi bir hisle oynanır.
    b1) Ben sürekli günlük yaşamın bataklığına saplananların saplantısına saplanıyorum.
    c) Oynayanlar için oyun ne ilginçtir ne de kâr sağlar ama oyun, oynayanların tüm varlığına egemen olur, kapsar.
    c1) Benim için oyun ilginç. Burjuvalığın insan varlığına ne kadar egemen olduğunu, insanı nasıl nihilizme ve göceciliğe sürüklediğini, bu sitedekilerin bilgi nitelik farklarını görmelerinin imkânsızlığını bu sitede devamlı görüyorum. Kârım da var. En kısa bir zamanda ücret köleliğinden kurtulup günah çıkaracak alçaklıktan da kurtulduğumu görüp şükrediyorum. Bu sitedekiler gibi bana dolaylı veya dolaysız kemik atanları savunmamam, emekliliğim olmadığından ve hala çalıştığımdan kişisel gururumu korumam benim için eşsiz bir kâr.
    Okumadığınızı bildiğim için uzatmayacağım.
    Oyun, biyolojik veya psikolojik bir unsur taşımaz; artı yaşam enerjisinin telafisi değildir; taklitçiliğe eğilim değildir; oyalanmak için bir araç değildir; kendi kendine egemen olma yöntemi değildir; üstünlüğünü kabul ettirmek isteği için başkalarıyla rekabete hazırlanmak değildir; toplumun izin vermediği isteklerin bilinçaltındaki güdüleri iyiye yönlendirmek değildir.
    Diğerleri gibi ne kadar sonsuz ve zifiri kara cahil olduğunuzu görüyor musunuz?
    Ama neyse, dünya Süleyman’a da kalmaz bana da. Ama nedense sizler gibi faşist ruhlulara daima kalmakta.

  1027. Sayın (pipsqueak) 1022'ye

    Sayın “pipsqueak”,

    “1022”de yazdıklarınızdan hiç bir şey anlamadık.

    Size tavsiyemizi yineliyoruz:

    Elias Canetti’nin muazzam eseri (1935) “Körleşme”yi (Almanca: “Die Blendung” / Fransızca: “Auto-da-Fé” / İngilizce: “The Blinding”) vakit kaybetmeden okuyunuz.

    Hoşçakalın.

  1028. Bu konulara daha sonra ayrıntılı gireceğim.. şimdilik kısaca..
    Pipsquek’a saygım var..
    1017 değildir.. yapmaz..
    düşünce farklılığı saygıya engel değildir..
    burada “arkadaşça” konuşmak istiyorum; sürekli okuyor, düşünüyorum.. kimsenin gölgesine sığınmadan sentezlerle söyleşmek istiyorum..
    herkesten bir şey öğrenebilirim; tüm düşüncelerimi reddetmeye hazırım! Bana öyle büyük ama çok büyük, bir takım yazarların karşısında ezik-büzük olmam gereken dinci dogma zihniyle yanıt vermeyin.. O adamlar değerlidir ama geriye kalan her şey değersiz değildir..
    Bu tapınıcı bilimsel yöntem sakattır..
    bu yorumlarda kısa konuşmaya çalışıyorum..
    Benim de “akıllı peygamberlerim” var ve hiç birine de tapmıyorum…
    *
    ortak kaygıları olan insanların “çözüm-süreç” farklılığına ait düşüncelerinin düşmanca ve saygısızca iletişime sürüklenmesi hem düşüncelerimizin hem de kişiliğimizin yeterince sağlıklı olmadığını gösterir…
    Belki bu tip tartışmalar da en azından bu yolda bize dersler sağlayacak…
    gerçek cehalet karşısındakinin dünyası-görüşüne hiç bir köprü-bağ atamamak olmalı.. Denememek olmalı…
    Kendi adıma bir “öğrenci” olarak hayatımı sürdürürken, o “anda” vardığım, inandıklarımı yazmak oluyor…
    *
    Pipsqueak ile yazışmalar genelde keyifli ve benim için öğretici… hala düşüncelerini “gerçekçi” bulmam; ama donanımı ve kaygılarına saygı duyarım..
    (Bence kaçırdığı bir şey var.. Ya da benim kaçırdığım korkunç bir şey! )
    (Bu arada önceki yazdıklarına ait açıklama, değerlendirme borcum var.. Yazacağım…)

  1029. Birinin hiçbir yeni fikri olmadığı, muarızlarını itham etmek için kullandığı yaftaların hiçbirinin yeni olmamasından da anlaşılabilir.

  1030. Sayın Ogürsel
    İlk önce bazı benzetmeler.
    Sözüm ona (yani hatırladığım kadarıyla) Çin resim eserlerinde mutlaka bir insan olmalı.
    Yine Çin’den ve beğendiğim Daoist felsefeden:
    Bir taş yontucu hayatının sıradanlıkla geçtiğini düşünür. Güçlü olmak ister. Ateş olur ama suya rastlar söner. Su olur rüzgâr alt üst eder. Rüzgâr olur bir taşa rastlar, durur. Taş olur. Bir süre sonra tak tak sesler işitir. Bir taş yontucusu!
    Birçok benzeri hikâyeleri bildiğinden eminim. Uzatmaya gerek yok.
    Asıl konu, bence, belki, şu olabilir. Sıradan alışkanlıklar günlük yaşamda, sanırım etkinliklerimizin %90’nı, büyük ölçüde yer alır. Bazılarından kurtulmak imkânsız kadar zor ama bu alışkanlıklar olmazsa yaşamak da imkânsız. Bir fıkra daha güzel anlatır.
    Kırkayağa sormuşlar, “yahu bütün ayaklarının hepsini aynı anda nasıl idare ediyorsun?”. Zavallı düşüp kalkmaya başlamış.
    Biliyorsun, bu alışkanlıklar beynin belli ve çok daha derin bir yerinde depolanır, otomatikleşir.
    Sanırım fikir tartışmalarında da, kabul etsek de etmesek de, fazlasıyla yer alır.
    Bu yazdığım iki Çin hikâyesiyle bir örnek:
    Eğer okuyan beni tanımıyor, diğer yazdıklarımı bilmiyor, hepsinden kötüsü ŞİMDİ VE BURADA olan dünyadaki çılgınlığı düşünerek yazdığımı bilmiyorsa, değişik yorumlarla ve haklı olarak benim söylemek istediklerimin tam tersini çıkarabilir. Belli bir düzeni savunduğumu varsayabilir.
    Ben kendim bu hikâyelerle diğer onsuz yaşanmaz olan soyut kavramlar, kuramlar, ilkeler, ideolojiler, bilim ve bilimin henüz az ve çok kısıtlı kapsayabildiği, sonsuz daha geniş ve bilinmeyen tüm evreni içeren inanışlar (bunlara din derler ama ben mitler demeyi tercih ederim) ormanında kaybolup somut ağaçları, insanları görmemek çılgınlığını ifade ettiğimi sanıyorum. Tabii dahası da var ve hatta çok daha önemli bir dahası ve korkarım bu beni bataklığa saplayacak ama mutlaka söylemeliyim, çünkü bence bunun anlaşmazlıklarda büyük bir payı var: insanlara vaat edilen evrensellik yerine tekbiçimlilik, sıradanlık, en akıl almaz batıl inanışlar aşılandı. Reklamlar bu batıl inanış okyanusunda bir damla.
    Bu ve buna benzer tüm girilen çıkmazlar yeni araştırmalara yol açtı. Bu araştırmalar bana insanı anlamada, çok daha geniş anlam çerçevesinde ve çok daha uzun bir süre içinde görmeyi öğretti. Örneğin insan/doğa ayırımına her yerde rastlanmıyorsa, bunu anlamak yerine “onlar daha hakikati görmemişler”, demek çok saçma. Yüzlerce daha örnek ve aynı cevap eklenebilir.
    Geriye, alışkanlıklara, dönüş.
    Bu son söylediğimde tehlike nerede? Son derece genel ve soyut olduğundan tekrar düşünce alışkanlıkları araya girip asıl ne demek istediğim yerine ve yine haklı olarak değişik bir yorum yapılabilir.
    Şimdi de daha da tehlikeli bir misal vereceğim: İslam ve Batı medeniyetleri.
    Bana göre, iki tarafı savunanlar ormandan çok ağaçlara, yani daha doğru olarak yaşayan insanlara baktıklarından, ayrıntılara önem verdiklerinden ve bu defa ben kendim savunduğumun, ayakların yerde olması fikrimin, tersini yapacağım.
    Her iki medeniyetin dayandığı iki temel direk: Yahudi dini ve Yunan doğa felsefesi. Geri kalan aile içi kavgası. İdeolojileri ulusal devletçilik olan iki ülkenin birbirlerini boğazlamasını düşünen biri için bunu anlaması, bence, kolay olmalı. Hatta ben Avrupa’nın 9-10. yüz yıllarda Müslümanlaştığına tüm varlığımla inanıyorum. Ve bu, tarihin cilvelerini bilen biri için pek şaşırtıcı olmamalı. Yerel yorumlar her zaman alınanı simyacı potasından geçirir.
    Sen genel anlamda ” Bana öyle büyük ama çok büyük, bir takım yazarların karşısında ezik-büzük olmam gereken dinci dogma zihniyle yanıt vermeyin.” demekte haklısın.
    Ama ben o büyük yazarlardan yukarıda söylediklerimi öğrendiğim için onlara son derece borçlu olduğumu düşünüyorum ve onlardan öğrendiklerimi ya uzun kitaplar yazarak, ki bende böyle bir yetenek zerre kadar yok, veya karşılıklı uzun sohbetlerle aktarma fırsatı bulabileceğimi sanıyorum.
    Bir şeyde sonsuz inatçıyım Medeniyet denilen şey zamanımız insanlarına at gözlüğü taktı. Dünyayı esnek, anarşik, özgür, çok yönlü, şiirsel, sanatkâr, romantik bakmayı bazı vitrinlerde teşhir edilen uzmanlara mal edildi. Geri kalanlar için, eğer zengin ülkede yaşıyorlarsa, tüketicilik; değilse tüketici olma isteğinden başka bir şey kalmadı.
    Benim sabırsızlığım, saldırganlığım, bozuk ağzımın nedeni şu: eğer bu kaçınılmazsa bunun savunması değil ispatı gerekir.
    Yukarıdaki sözünü ettiğim kitaplar bana hiç değilse böyle bir iddianın büyük bir yalan olduğunu öğrettiler.
    Tabii bu burjuvanın pazara dayanan ve pazar modelinde şart olan çok şekerli “herkes eşittir” ilkesi değil. Zaten tüm evrende iki aynı şey bulunamaz. Bu, eşitsizliğin belli bir sömürü yöntemine karşı gelmektir.
    Ben herkes şair, yazar, sanatkâr, romantik olsun demek istemiyorum. Tam tersini savunuyorum.
    Bir örnek daha:
    Bu sitede bana hayatımı kitap okumakla geçirdiğim iddiasıyla Canetti’yi okumam emir edilir.
    Canetti’nin, “Yaşam bize bir şey öğretmez. Yaşam, salt romanlardan, örneğin Balzac’dan daha iyi öğrenilir.”, dediğini yazdım.
    Cevap ,”ne dediğini anlamıyoruz”. Gel kafayı yeme. Sanki iki ayrı dil konuşuyoruz.
    Aynı şahıslar bana durmadan kendilerine katılmamı emir ederler.
    Canetti’nin, “Kişi diğerlerinden uzak kaldıkça yenilmez. Başkalarıyla birleşince zayıflar.”, dediğini yazdım.
    Cevap ,”ne dediğini anlamıyoruz”. Gel kafayı yeme. Sanki iki ayrı dil konuşuyoruz.
    Kısacası bir yanda gerçekçiler, diğer yanda Canetti gibi dünyayı esnek, anarşik, özgür, çok yönlü, şiirsel, sanatkâr, romantik gözle görebilenler.
    Herman Broch’ın trilojisinde romantik ve geleneksel asker binbaşıyla biraz delimsi anarşist, evrensel farklara rağmen, birbirlerini anlarlar ve belli bir ölçüde severler. Ne bir ne diğeri yeni insan (bana göre pek yeni değil ama o ayrı bir konu) gerçekçiyi anlar. Gerçi yüzlerce daha örnek var ama bu trilojide kendilerini anarşist ilan edenlerin adı geçtiği için bahsini etmeyi daha uygun buldum.
    Not: Burada kullandığım “gerçekçi” senin benim için söylediğine gönderme yapmıyor. Çünkü doğrusu bu konu beni aşar ve bildiğim kadarıyla tarih boyunca tartışılmış bir konu. Eğer basit bir örnek verirsem. Eğer insan gerçekçi olsaydı, ben senin beğendiğin teknolojik gelişmeyi düşünemiyorum.
    Not: Doğal olarak söylediklerin arasında ancak birine yanıt verebildim.

  1031. Sayın (pipsqueak) 1029'a

    Sayın “pipsqueak” 1029,

    Size hiçbir zaman [şuraya gelin, buraya katılın, oranın neferi olun] şeklinde dayatmalarda bulunmadık! Paranoyalarınızı ve ısrarla yanılarak tekrarladığınız [bana şantaj yapıyorlar] zırvalarınızı yanlış kişilere kusuyorsunuz! Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; sizin düşmanınız değiliz!

    28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde size iki temel soru soruyoruz:

    1. Kapitalizme karşı mısınız, değil misiniz?

    2. Kapitalizme karşı sizin çözüm önerileriniz nedir?

    Ve şahsınıza özel 3. soruyu da sormaya mecbur kalıyoruz:

    3. Kapitalizme karşı olmak; niçin hâlâ ama hâlâ “Marxism’i diriltmek!” olarak algılanıyor? Niçin komünist sistemin yayılmasına öykünmek olarak algılanıyor?

    Siz, bu sorulara yanıt yazmak yerine; “kafalarımıza taş savurmak”tan ne kadar hoşnut olduğunuzu gösteriyorsunuz!

    Elias Canetti’nin bütün kitaplarını okuduk, fakat size işaret ettiğimiz kitabı ısrarla görmezden gelmeniz; bu kitapta yarattığı karaktere ne kadar benzediğinizi deklare etmeye gönüllü olmadığınızın kanıtı: 1935’te yayınlandı; “Körleşme” (Almanca: “Die Blendung” / Fransızca: “Auto-da-Fé” / İngilizce: “The Blinding”)

    Bu kitaptaki ana karakter olan “Doktor Peter Kien”a ne kadar benzediğinizi bir kez anlasanız; çok şey değişecek!

    [Professorial]ın bile ne demek olduğunuz sizden öğrendik! Kimseye [professorial]lık taslayacak kadar donanımlı olmadığımızı Eylül-Ekim 2015’de yazdıklarımızla size izah ettik; eğer parmaklarınıza zahmet olmaz da, sayfanın üst kısımlarına uğrarsanız, Eylül-Ekim 2015’te size yazdıklarımızı daha dikkatli okursanız; anlayacaksınız!

    (((
    Not:
    Son olarak; “Batı”ya, “Avrupa standartlarına!” özendiğimizi zannetmeyin! Jean-Marie Le Pen, Donald Trump gibi zırtapozların virüs gibi yayıldığı coğrafyalarda neleri örnek alıp, neleri örnek almayacağımızı gayet iyi biliyoruz!

    Sayın “pipsqueak”; siz, İsviçre’de yaşıyorsunuz. “573” numarada ne yazmıştınız, hatırlıyor musunuz:
    [Bulunduğum şehirde herkes devamlı sırıtır ama dünyada adam başına en fazla psikiyatristler burada. Eğlendirme endüstrisi de öyle. Gençler her deliklerinde bir kabloyla sefilliklerini unuturlar. Hatta Batı ülkelerinde mutsuz olmak yasak. Kapı komşun bile bu yasayı takviye etme polisi olduğundan, resmi yasa çıkarmaya da neden kalmaz.]
    )))

    Yukarıda, 20 Eylül 2015 tarihli “150” numaralı cevabımızı,
    Ve bu cevabımızın devamı olan ( http://pipsqueake-cevap-2nci-kisim.tumblr.com/ ) adresindeki cevabımızı umarız okur ve anlarsınız!

    Kısa bir bölüm:

    {{{
    **** 126’ya Genel Yanıt 2****

    1. Biz buraya “yerleşmeden” önce Avupa’nın, özellikle İspanya ve Almanya’da hayli yaşadım ama hep bize benzerlerle. Bu defa normaller arasına girdik ve karıma, “Amerika’da düzeni savunanın maskesini kürdanla beş dakikada yırtardık, ve ardından zavallılar ‘that is right, we are really screwed (aslında başka bir kelime kullanılrdı ama…'”, derlerdi. Burada, “maskelerini baltayla bile yırtmak imkansız!”, dedim. Belki binlerce nedeni var ama bir tanesi çok önemli.Amerikalılar, hala kendilerinden sonsuz daha asil, gururlu, onurlu, özgür insanları kırımdan geçirdiklerinin bilinci yaşamakta. Buradakiler eski Yunanlılarla başlarlar, ardından Newton, Galileo, Descartes, Copernic, Darwin…aynı siz gibi yıldızlar beyinlerine işlemiş ama kendileri boş ve nihayet gece gündüz mutluluk arayan tüketici olmuşlar.
    }}}

    Sayın “pipsqueak”: Ulaştığınız düzeye bırakın yaklaşmayı; böyle bir düzeyin varlığından haberimiz bile yoktu!

    Gün Zileli’nin internet sayfasında, sizin aktardıklarınızdan niçin haberimiz yoktu?

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “hiyerarşik zihniyetten” kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bebekliğimizden itibaren DNA’larımıza kodlanan “rekabetçi olmazsan; ölürsün!” telkinlerinden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-schooling”in neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “De-growth”un neye benzediğini hiç tecrübe etmemişliğimizden kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: “Decadence” kuyusu içinde uyuşturulmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Bizleri “philistinism” ve “poshlost” terimleri ile nitelelen kişilerle karıştırıyor olmanızdan kaynaklanıyor olabilir!

    Bunun sebebi: Taksim Gezi Parkı’nda “potlatch daydreaming” içinde kaybolmuşluğumuzdan kaynaklanıyor olabilir!

    Sebepler listesini uzatabiliriz…

    “Veri-bankacılığı”nın ne kadar tehlikeli nesiller yaratabileceğini (Not: “Dunning-Kruger” hâli!) yıllar önce öngördüğü hâlde; bizleri bu öngörü temelinde yetiştirmeyen insanları, yani “sizleri!”, bir nebze avutacaksa;

    Sizlerden özür dileriz!

  1032. Sayın Ogürsel,
    Sana son yazımı iletmek için siteye girdiğimde, 4 milyon insanlığı bir tarafa bırakalım, salt Avrupa tarihinden habersiz olduğunu sandığım 1028’in şu yazısını gördüm:
    “Birinin hiçbir yeni fikri olmadığı, muarızlarını itham etmek için kullandığı yaftaların hiçbirinin yeni olmamasından da anlaşılabilir.”
    Not: Yanlış anlaşılmasın diye ekleyeyim: üstüme alınmış değilim. Sana bir örnek vermek istedim. Allah bilir bu arkadaş kimi ve neyi ima ediyor. Hiçbir açıklama yok.
    1700 yıllarından sonra orijinallik ve buluş bir görev olur. Buluş sayısı 1700-1750 arası 170’den her 50 yıl büyük artışla 1850-1900 arası 1150’e erişir.
    Demode olmak ilk defa rönesansta halk arasında, tabii yüksek halk arasında, moda olur. Giyim modası 17. yüz yılda moda merkezi Venedik’i taklitle her nesil yerine her yıl değişmeye başlar.
    Zamanın soyutlaştırmasını, ardından gelen tarih kültü ve klasik çağları özümsemek, cam teknolojisiyle ayna ve kişinin görünüşüne önem vermesi ve dolayısıyla bilincinde yarattığı etkileri bir yana bırakıyorum.
    Benzeri yenilik, orijinallik, buluş saplantısı sanat, resim, edebiyat tarihini bilen biri için apaçık olmalı. Sanatkârlar orijinal olmak için deliye dönerler.
    Onu da bırakalım, zamanımız insanları diğer insanlardan farklı, orijinal olduklarını göstermek için akıl almaz çılgınlıklar yapmakta.
    Not: bu çılgınlığa yakından bakıldığında, ne yazık ki, hepsi bir birine benzeyen ve son modaya uyan coca cola şişeleri görürüz. Salt böyle bir çılgınlığı beslemek bu kadar israfa değer mi? Bence aynı şey diğer alanlardaki çılgınlıklar için de söylenebilir. Örneğin yazılan milyarlarca kitaplar.
    Tabii yukarıda söylediğim gibi ben 1028 ne demek istediğini biliyorum diyemem. Ama dünyaya, tarihin bir safhasında, belli bir yerde gelişmiş bir düşünce biçiminin at gözlüğüyle ve daha da kötüsü farkında olmadan, takılarak bakıldığı apaçık.
    Sanki orijinal olmak, yenilik getirmek, buluşlarda bulunmak yeni fikirler ortaya atmak gökten Allah’ın zembiliyle inmiş bir vahiy, bir hakikat, bir emir.
    Tarih bilen biri böyle şeylere karşı biraz daha akıllı, biraz temkinli davranmalı. Bence bu İlahlaştırma, şeyleştirme, dinsel düşünmenin özü.
    Bu sitede benzeri şekilde orijinallik isteyen diğerleri de oldu.
    Arkadaşça konuşmak istedin.
    Sen bunu nasıl yorumlarsın? Ben çok mu sert davranıyorum? Sen defalarca “seküler” sözcüğünü kullandın. Bence Türkçe en yakını “zamani” demek. O halde bu tarih dışı konuşmak bir dincilik değil mi?
    Biraz espriye kaçan ve çok uzaktan ama bence bu zaman dışı bağlamında hedefi tam on ikiden vurmak olacak. Ve özellikle derin düşünenlerin bu kadar kolayca at gözlüğü takmadıklarını gösterir.
    Einstein telepatiye inananları ne hor görür ne de küçümser. Hatta derneklerine bile gider. Ne var ki, enformasyonun ışık hızından daha hızlı gidemeyeceğinden, ayni şeyi ayni anda bilmeyi kabul etmez.
    Ama daha sonra, kendi öldükten sonra, kuantum fiziğinde ispatı deneylerle yapılan benzeri olayı da ölene kadar kabul etmez.
    Hoşça kalın

  1033. 1024

    pipsqueak olduğunuz apaçık!

    Kusura bakmayın, kendiniz politically correct’liğin ortalığı toza dumana buladığını söylüyorsunuz devamlı, ama bizzat kendiniz politically correct’lik yaptığınızın farkında değil misiniz!

    Şahısların cinsiyetlerine göre nasıl bir üslup kullanmam gerektiğini gösteren bir hâl, nizam, şablon var mı bu sayfada! Bu sayfada ben, kimsenin cinsiyetine yönelik herhangi bir kelime kullanmamış iken, niçin “kadınlık” durumunu önplana çıkardınız! “Mert” kelimesi kafanıza mı takıldı yoksa! Sizin gibi ‘politically correct’ davranıp, hem kadınların, hem erkeklerin ve hatta LGBTİ’lerin onay makamından geçecek ‘politically correct’ ifadeler mi kullanmak zorundayım! Siz aklınızı mı oynattınız!

    Örneğin ‘politically correct’ davranıp, ‘biliminsanı’ mı demek zorundayım! ‘Bilimkadını’ ve ‘bilimadamı’ demem suç mu!

    Kusura bakmayın, ‘cinsiyetçilik hastalığı’ ile ‘politically correct ifadeleri’ birbirine karıştırıyorsunuz! Her tür ‘cinsiyetçilik’e karşıyım, fakat ‘politically correct’liğin tuzaklarına düşecek kadar da ahmak değilim!

  1034. Sevgili 1031…
    Şu yazdığın cümle “Einstein telepatiye inananları ne hor görür ne de küçümser. Hatta derneklerine bile gider..”
    Tuhaf.. Anlamsız. Kastettiği acıklı.
    Ben de bir kez ülkü ocaklarına gittim. 1975. “bu adamlar ne yapıyor?” 14 yaşında anladım. Arkaiklerdi! Sonra bir Nurcu toplantısına. Samimiyetsizlerdi…
    Einstein bu saçmalığı neden yapsın; belki bu tür saçmalıklar sınıfına girer..
    *
    Bu “metafizik” zihnin, bilim maskesi takmış bir yöntemi.. Nice saçmalıklarını böylece haklılaştırırlar.. Zavallı “halkın” gözünü boyamak için.. Sizin kastınız böyle değil.. eminim.. ama bu yönteme dikkat edin.. TV’larda çıkar, “Batı’da.. böyle..” ya da “Einstein da…” Ofsayttan golünü atar! Hakem de bir salak! Yedirirler!

    Velev ki, o yapmış! O da saçmalamış; hiç bir insan saçmalamaktan muaf değil.. Kanıtlanamayan, deneyle gösterilemeyen; neden-sonuç içinde “makul” çıkarsamaları gösterilemeyen iddialar saçmalıktır…

    Önemsiz ve önemli ayrıntılar vardır. Bence siz önemsiz ve anlamsız ayrıntılarda geziyorsunuz.
    İnsna denilen yaratık şu koca evrende “yalnız”, “aciz”, “kimsesiz” ve belki bir kediden daha çok acınası bir varlıktır; çünkü kullanamadığı aklı onun düşmanıdır. Akılı, sanrılar ve halüsinasyonlar; geleneklerin kör ettiği gözleriyle “doğanın diyalektiğini” göremeyen; Uydurduğu tanrılar, cinler, şeytanlar; aralarından çıkan “uyanık” peygamberler tarafından “şaşırtılmış” olduğu için kimsesiz; zavallı, aciz olduğu için bu uydurduğu en az kendi kadar “zavallı” o sahte dünyaya sığınır…
    Sözcükler neredeyse her zaman içerdiği “sıradan” anlamla değil, zaman içinde kazandığı “zenginlikle” kavram haline gelir. Ve Sekülarizm de böyledir.
    “Seküler nedir?
    Seküler Latince bir kelime olmakla birlikte, “saeculum” kelimesinden türetilmiştir. Saeculum ise bir nesil veya yüzyıl gibi bir anlama da sahip zaman belirten bir sözcüktür.
    Seküler kelimesi hem çok kullanılmayan hemde çok görülmeyen bir kelimedir. Aslında “Seküler” kelimesi önemli bir kavramdır. Bu anlamda seküler yaklaşık her yüzyılda bir olan bir olay olarak tanımlanır. Seküler “Laik duruma getirme, dinden bağımsızlaştırma. Yüzyıllık, yüzyılda bir olan.” gibi anlamlara gelmektedir.
    Seküler kelimesi Hristiyanlık doktrininin parçalarından olan Tanrı’nın zaman dışında var olduğu prensibine karşılık zamana (zamansal olmaya) vurgu niteliği taşıyan, genel olarak hayat ve idarenin dini bir merkezden ayrılıp dünyevi bir merkeze ilerlediğini, zamansal, zaman içinde var olan bir tarafa kaydığını belirten bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır…”
    ***
    Sportmence yarışır gibi.. böyle tartışmalı…

  1035. Sayın (ogürsel) 1033'e

    Sayın “ogrüsel” 1033,

    Belki bu sayfayı takip ettiğiniz andan beri farkettiniz ama susup yazmaya devam ettiniz, belki farketmediniz:
    Sayın “pipsqueak” medeniyete karşı olduğunu yukarıda defalarca söyledi (ki kendisinin asıl karşı olduğu “modernite”dir; çünkü medeniyete karşı olmak neredeyse imkânsız!) ve sizle oyun oynuyor!

    Siz, sayın “ogürsel”; yukarıda “köktenci pozitivist” olmadığınız, hayatın bütünlüğünde bir tür tinselliğe inanmaya açık olduğunuz yollu bir açıklama yapmıştınız. (En yaygın anlamıyla “din-dar”, “din-sel” bir şahıs olmadığınızı da deklare ettiniz.)

    Sayın “pipsqueak” pozitivizmin bile medeniyetin rahminden çıkmış bir garabet olduğunu savunuyor. Bunu doğrudan doğruya söylemek yerine; [Einstein telepatiye inananları ne hor görür ne de küçümser. Hatta derneklerine bile gider] ifadesini kullanıyor!

    Siz, sayın “ogürsel”, yazdıklarınız içinde “‘bilim’e yakın duran” ne kadar çok ifade kullanırsanız; sayın “pipsqueak” sizle o kadar oyun oynamaya devam edecek! Kısaca; ne kadar ekmek o kadar köfte!

    Durum bundan ibaret; umarız bu satranç tahtasının varlığından haberdarsınızdır…

  1036. 1033
    Kitaplar sıralanmasında fiziğin ardından gelen kitaba verilen ad zamanla ve özellikle zamanımızda felsefe bilmeyenler arasında “fiziği aşan”, “öbür dünyadan olmak”, “hayal gücüyle Allah’a erişmek” ve benzeri anlamlar aldı.
    Felsefede, ontoloji ve epistemolojiyle sıkı bağlığı ve ince ayırımları bir yana bırakırsak varlık bilimi demektir.
    Belki günümüzde ve felsefe bilenler arasında kullanılan niteliklerini, hatırlayabildiğim kadar, sıralarsam daha iyi anlatmış olurum: emprisizm (deneyimcilik), entelektüalizm (anlıkçılık), rasyonel (ussal) yöntem, ontolojiye eğilim, evrensellik, ve hümanizm.
    Not: bunların her biri kendi başına daha çok gazete ve televizyondan öğrenilen anlamlardan değişik anlam taşırlar.
    Not: bu niteliklerin modern bilimle ilişkileri apaçık ve değinmeyeceğim, iş çok uzar. Ama modern bilimin metafiziği adlı çok sayıda kitaplar var.
    Bu açıklamayla geleyim Einstein’in saçmalığına. Kuantum fiziğinin gelişmesiyle, ve yine bataklığa batma pahasına da olsa kısaca söyleyeceğim, fizik dünyası bir bunalıma girdi.
    Basit bir örnek: Sanki evrenin iki ucunda iki parçacık “bilgi iletişimi ” yaparlar.
    Ben telepati örneğiyle bunlardan sadece ama önemli bir sorunu biliyorsunuzdur diye ayrıntı vermeden ilettim ve hatta paragrafa ” Biraz espriye kaçan …” laflarla başladım.
    Bu defa başka türlü anlatayım: sorun, felsefe bilmeyenlerin anladığı metafizik sözünün taşıdığı bir gizem dünyası var mı? Daha doğrusu kuantum fizikteki bazı “aklı dışı” gibi görünen gözlem ve deney sonuçlarının nedeni daha henüz varlığından bihaber olduğumuz, matematiksel ve fizik anlamında, bir değişken varlığından mı kaynaklanıyor?
    Modern bilim, televizyon, sinema olmayan bir kültürden insanlar geldiğini ve ayrı ayrı evlerde misafir edildiklerini düşünelim.
    Bir gece bazıları sinemalara gidip farklı filimler seyrederler. Diğerleri aynı gece “aynı saatte” bir televizyon programı izlerler.
    Ertesi gün sinemaya gidenler duvarda tiyatro eserleri seyrettiklerini ama bunun nedeninin (bihaber olunan değişken) gizli olduğunu ileri sürerler iddia ederler. Projeksiyon makinesinden bihaberler. Ama hepsi gizli olanın bulundukları yerde bir varlık olduğunda anlaşırlar.
    Televizyon seyredenler aynı sorunu yaşarlar ama elektromagnetik dalgalardan bihaber olduklarında gizli varlığın televizyon seyrettikleri yerde olmadığında anlaşırlar. Eğer burada durur benzerliği anımsatırsam bir çeşit “telepati” var gibi. Şimdi benim için en önemli noktaya geldik. Aslında ekranda gördükleri “aynı anda” olmaz. Ama fark milyarlarda bir saniye olduğu gibi bu ziyaretçilerde bunu ölçecek saat de yok.
    Fazla uzatmayacağım. Einstein bir çeşit elektromagnetik dalga olan ışığın hızının sonlu olduğunu ve aşılamayacağını bildiğinden senin anladığın anlamdaki metafizik hatasına düşmez.
    Not: Aynı sorun yer çekimi F = (m1*m2 / r2 )xG formülünde de yaşanır. Zaman (t) yok. Yani çekiş zaman geçmeden olur. Bir çeşit büyü. Özellikle boşlukta çekişi iletenden yoksun bir ortamda olması iyice tuhaf. Tabii bilimin Allah’ını bile sen ve benzerlerin için bu bir tuhaflık değildir.
    Not: Ben istatistik dersleri dışında telepatiyi duysam bile, bir kulağımdan girer diğerinden çıkardı. Ama telepati bilimsel bir hipotez, yani deneylerle yanlış veya doğru olduğu ispatlanır, olduğundan deney yapanların vardıkları sonuçları, aynı ilaçların etkinliği deneyleri gibi, statiksel güvenilirliklerine örnek olarak anlatırdım.
    Not: Ülkü ocakları veya Nurculuk hakkında hiç bir bilgim yok. Ama dediklerinden bir tahmin yaparsam bu tip şeyler benim hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Milyarlarca benzerleri var. Hatta ben 1031 yazımda böyle bir inanca işaret ettiğimi sanmıştım. Karşıma onlara benzeyen sen çıktın.
    Bu notla seküler lafına geldim. Bildiğin gibi sözler değişik anlamlar taşırlar ve anlamda asıl olan bağlamdır. Benim 1031 yazımda incelediğim 1028’i zaman dışı konuşur buldum ve genel olarak sosyal yaşamda ebedi hakikatlerin yerini alanın ve senin buna bağlılığını düşünerek “zamani” yani zaman içinde yer alan ve dolayısıyla ebedi bir hakikat olmadığını söylemek istedim.
    Geriye kalıyor arkadaşça konuşmak. Metafizik, modern bilimle ilişkisi, sekülerlikle ne demek istediğimi bana soracağına, akıl almayacak hakaretlerle ders vermeye kalkıştın. Bazı diğerleri de benim seninle oyun oynuyorum ithamında bulundu.
    Senin arkadaşça tartışman bu mu?
    Ben senin metafizikle cin ve perilere inanma anladığını, bunun gazete, televizyon ve ilkokul bilgisi olduğunu söylesem, senin yazdıklarının aynı 1028 gibi zaman dışı İlahi bilgiler, bilim tarihinde ve felsefede Allah gözüyle bakış, sekülerliğin tam tersi olduğunu olduğunun bilindiğini ileri sürsem, bu senin arkadaşça tartışmaya benzemez mi? Tabii aynı tüm fanatikler gibi değişik kaynakların var, biliyorum. Bu dünya ne Süleyman ne de bana kalır. Fanatiklere, kana susamışlara, arkadaşça sözüyle en adi ve saçma suçlamalar yapan, IŞİD ve Boko Haram’dan hiçbir farkı olmayan cahil fanatiklere kalır.
    Yazdıklarımda asıl olan (%99,9’unu) kısımlarını arkadaş hisleriyle bana acıyarak arkadaşça çöp tenekesine mi attın?
    Sana bazı arkadaşça sorularım var.
    Büyücülükle modern bilim arasındaki sıkı bağı biliyor musun?
    Büyünün ne zaman modern bilime dönüştüğünü biliyor musun?
    (Not: Bazı düşünürler simya deneyleri yapan Newton için ilk rasyonel bilimci değil son büyücü derler.)
    Saf emprisizmin ne zaman sistematik deneyciliğe dönüştüğünü biliyor musun?
    Simyanın ne zaman kimyaya dönüştüğünü biliyor musun?
    Astrolojinin ne zaman astronomiye dönüştüğünü biliyor musun?
    Hemen sonuç ve haza varmanın ne zaman tarihten kaybolduğunu biliyor musun?
    Büyücülükle modern bilim arasındaki temel farkları biliyor musun?
    Maddenin transmutasyonuna inanan simyacıların gülünçlüğü atomik transmutasyonla gülünçlükten ne zaman çıkıp, ciddi bilimsel bir olgu oldu? Biliyor musun? Ne zaman senin gibi her şeyi zaman dışı, Allah gibi bilenlerin cahil ilahilerinden kurtulacağız? Biliyor musun?
    Belki bu sorularım ve yukarıdaki anlattıklarımın çoğunu dünyanın en dandik (hele Türkçe’si utandıracak kadar daha dandik olan) Wikipedia’dan öğrenebilirdin.
    Sözüm ona modern bilimin sınırlarını belirten ve çağımızı sarsan kitap, eğer sen ve sana benzerlere benzetirsem, şu sözlerle biter: bilmediğin konularda kes sesini.
    Ama aynı kişi sizler gibi kasıklanmadığından ve katı fanatik olmadığından ekler: asıl önemli olan konular sesimizi kesmemiz konular. Ben bu hisle arkadaşça yazdım karşıma her şeyi, hatta Latince bile, bilen bir profesörler profesörü çıktı.
    Einstein hikâyesine benzer bir hikâye belki televizyon severlerin hoşuna gider.
    Bir bilim adamı Niels Bohr’u ziyarete gider ve kapıda asılı at nalı görür. Hayret içinde sorar:”Sen böyle şeylere inanıyor musun?”. Niels Bohr cevap verir: “İnanmasan da yarıyormuş.”
    Çok katısınız ve sonsuz cahilsiniz. Ve sonsuz belli!
    Şu apaçık: senin fanatikliğin o kadar derin ki, aynı sana benzeyen ama benzedikleri için nefret ettiğin insanlar gibi seninle arkadaşça konuşmak, sana doğru dürüst bir şeyler öğretmek imkânsız!
    Senin gibi sonsuz terbiyesiz birine ancak alay etmekle cevap verilir ama en başta ne kadar cahil olduğunu göstermek için sayfalar dolduracak bir konuların (metafizik, modern bilim, sekülerlik) sana yakışır bir özetini yaptım.
    Belki diğerleri haklılar, benim gibi çok bilgili biri tuzaklar kurup senin gibi cahillerle oyun oynuyor.

  1037. 1034
    “… çünkü medeniyete karşı olmak neredeyse imkânsız!”
    Eğer dandiklikte ve profesörlükte sizleri bile aşan Wikipedia’ya bile bir göz atsanız ve İngilizce “Anarcho-primitivism” veya Türkçe ” Anarko-ilkelcilik ya da anarko-primitivizm” madde başları size Medeniyet’e karşı olanların varlığını gösterirdi.
    Ben kendim anarşist olmadığımdan bu sıfatları kullanmam doğru olmaz ama Medeniyet’e bal gibi karşıyım.
    Benzeri biçimde, eğer sadece dandikler dandiği bu sitedekler gibi boş hava dolu Wikipedia’ya baksanız pozitivizmin geçtiği safhaları, çeşitlerini, kullanıldığı değişik dalların listesini ve eleştirilerini öğrenebilirdiniz. En azından sizler gibi zenginlik peşinde koşanların taptığı bilim-teknikle paralel koşan ve sizlere benzer fanatiklerden oluşanlarla dolu.
    Hepsinden kötüsü yalanlarınız:Fredy Perlman’ın kitabını övdünüz ama okumamışsınız. Medeniyet’e karşı, hem de köküne kadar karşı.
    Bu site ve aranızda yudumladığınız yavan ve kokmuş şekerli anarşizmin eleştirisi en baştaki sayfalarda.

  1038. Freud, Kopernik Devrimi ile âlemin merkezinin dünya olmadığını; Darwin’in evrim teorisiyle kendisinin canlılar silsilesinin devamından ibaret sıradan bir varlık olduğunu gören insanın narsisizminin büyük darbe aldığını söyler. Ona göre psikanalize olan tepkiler de aynı narsisizmden kaynaklanıyordu. Ama gelin görün ki, modern bilimin ve teknolojinin mucidi insan, kasım kasım kasıldığı, narsisizmini doruğa çıkarma zevkine bu zamanlarda ulaştı. Düşünürler “narsisizm çağı” diye yaşadığımız zamanları adlandırdılar.

    Freud, yanılmıştı; modernlikle birlikte yara alan insanın narsisizmi değil, iradesiydi. İrade giderek bilimden ve felsefeden çekildi, kendisine sadece İlahiyat ve Hukuk’ta yer bulabildi. Freud, iradenin itibar kaybetmesiyle birlikte insanın sorumluluklarından firar edeceğini de fark edemedi. Hem kendini beğenmiş hem sorumluluk üstlenmeyen modern insanın, bu komik çelişkiyi fark etmeden yaşayıp gitmeyi beceren akrobatik bir körleşme ustası olacağını göremedi.

    Modern insan, bilgisi, bilgiye ulaşma imkanları arttıkça daha çok yetki ve sorumluluk sahibi olması gerekirken davranışlarının sorumluluğunu içindeki karanlık bilinçdışına ya da genetik yapısına bağlamaya nasıl rıza göstermişti? Mühim ve zor soru bu. Kapitalizm, teknoloji, yeni iş düzeni, boş zaman mefhumunun ortaya çıkışı, alkol, uyuşturucu, pornografi, reklam ve tüketim kültürü ne aklınıza gelirse sayabilirsiniz… Ama galiba sonuçta hepsi bir oldu; içimizdeki nefsani akış, iradenin yerini aldı, özgürlük adına sorumluluktan firar ettik.

    Biz insanlar da canlılardanız ama diğer canlılardan, hayvanlardan birçok temel farkımız var. Hayvanlar da kendilerine göre bir mantık silsilesine ve iletişim sistemi olarak dile sahipler ama hepsi bir biyolojik program dâhilinde gerçekleşiyor. Hür irademiz, bizi tabiatın, biyolojik programın belirleyiciliğinden kurtarıyor, bambaşka bir ontolojiyle donatıyor. Şimdilerde pek anlaşılamasa da, insan, arzusunun niteliği açısından da diğer canlılardan çok değişik yapıda… İnsan arzusu, hayvanlardaki gibi basit değil, karışık ve nitelik açısından apayrı…

    Filozof Hegel’e göre, başkasının arzusunun arzulamak, insani arzunun en ayırt edici niteliği. “İnsan isteği ya da daha iyi bir deyişle, bir bireyi özgür ve bireyselliğinin, özgürlüğünün, tarihinin ve sonuç olarak da tarihselliğinin bilincinde kılan, anthropogene (insan kılan) istek, hayvanın duyduğu istekten (doğal, yalnızca yaşayan ve hayatı hakkında yalnızca bir duyguya sahip olan varlığın isteğinden) gerçek ‘pozitif’, veri olan bir nesneye değil de, başka bir isteğe yönelmesiyle ayrılır. Böylece örneğin erkek ve kadın ilişkisinde istek, eğer biri diğerinin bedenini değil de, isteğini isterse; eğer o istek olarak isteği ‘elde etmek’, ‘kendinin kılmak’ isterse, yani istenmek ya da ‘sevilmek’ yahut insan olması bakımından değerli olarak, insan bireyi gerçekliğinde ‘kabul edilmek’ isterse, bu insani bir istektir.” Hegel’in bu sözlerini tekrar tekrar okumak lazım. Velhasılı, insan, esasen başkası tarafından tanınmayı, sevilmeyi arzuluyor.

    Hegel’in bu tanımından hareket eden psikanalist Jacques Lacan, insan arzusunun diğer canlılar gibi tek başına ele alınamayacağını, ancak kişiler arası bir bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Örneğin ağlayan çocuğa, annesi bir parça çikolata verdiğinde, çocuk, hiçbir zaman annenin bu eyleminin kendi ihtiyaçlarının giderilmesi için mi yoksa bir sevgi gösterisi olarak mı gerçekleştirildiğini bilemeyecektir. Zaten bir bakıma arzunun gelişmesinin temeli de talebin ortaya çıkardığı bu düş kırıklığıdır. Lacan’a göre insani arzunun tatmini imkânsızdır ve bunun kökeninde insanın dilsel bir varlık oluşu bulunur. Biz, insan yavrusu iken, dili öğrenmeden önce de arzuluyorduk, istek ve ihtiyaçlara sahiptik. Ama dili öğrenir öğrenmez, arzumuzu dille ifade etmeyi de başardık. Ne ki, kelime, gerçeğin yerini tutmayacak, bir şeyler hep eksik kalacaktı. Sürekli anneyle yaşadığımız günlerin, yitik zamanların peşine düşmekten başka çaremiz yoktu. Ama ne yaparsak yapalım o günler geri gelmeyecekti.

    Canlılar içinde en tutkulu olan biziz. Bu tutkunun kaynağı, anneyle birlik zamanlarımızı tekrar ele geçirmek isteyen arzu… Annemizle yaşadığımız cennet günlerini arayıp duruyoruz. Başkalarının bizi annemiz kadar sevdiğinden emin olmak istiyoruz. Ama ne cenneti bulabiliyor ne de sevildiğimizden emin olabiliyoruz. Modernlikle bu açmazımız iyice mütebariz oldu. Oysa iradeli bir varlık olduğumuz eski zamanlarda, tutkumuzu, arzumanımızı içimizde tutabiliyor, doğrudan doğruya asıl cenneti arıyorduk ve bu garipsenmiyordu.

    Erol Göka, 13 Mart

  1039. Sayın (pipsqueak) 1036'ya

    Sayın “pipsqueak” 1036,

    Şaşırmayacağınıza eminiz ama yine de söyleyelim:

    Siz; su katılmamış bir anarşistsiniz!

    Hoşçakalın…

  1040. 1035
    J. Maynard Keynes 1942’de bir konferansta söylüyor. Newton için” o büyücülerin sonuncusuydu…”
    Bunu biliyorsun ama anlamını, değerini bilmiyorsun; bir malumatfuruş bilginin arkasındaki “hayatı” görmez.
    Ülkücü ve Nurcu toplantılarına katılarak seküler olmak ile Son simyacı Newton’un seküler bilime hizmeti arasındaki bağları kaçırır.

    yine uçmuşsun. Sidik yarıştırmak için yazıyorsun.. kabul ediyorum.. iyi attırıyorsun..
    O sorduğun soruların yanıtları ansiklopedik.. belli, sen ölmüş bilgiler uzmanısın…
    *
    Bilgisini gösteri için kullananlar aslında anarşist değil, tiksindirici, bencil insanlardır..
    Kendine tahammül ettiğin sürece bence de hiç sorun yok.. kolay gelsin..

  1041. Bak çokbilmiş..
    O N. Bohr’u anarak ile anlatmak istediğin fıkra, bu hali ile saçma; kendi içinde kanıtsız, açıklamasız. Uyduruk… (Bu verdiğin örnek bile bilginin arkasında yatanları anlayacak çapın olmadığını gösterir..)
    Ben sana anlatmak istediğine dair daha iyi bir “anekdot” yazayım..
    Bu durumlarda bu hikayeyi kullan!

    “Hoca evin avlusuna darı serpiyor. Bunu gören ‘hoca ne yapıyorsun’ der, ‘ Neden darıyı boşuna ortalığa saçarsın?” Hoca “kaplanlar gelmesin” diye yanıtlar.
    Adam, “hoca, buralarda kaplan bulunmaz ki” dediğinde ona “bak demek ki işe yarıyormuş..”

  1042. “Newton akıl çağının öncüsü değildi. O, büyücülerin sonuncusuydu. Babil ve Sümerlilerin sonuncusu….”
    Keynes şunları da söylüyor; “Kanımca Newton’un seçkinliği bir insana bahşedilmiş en güçlü ve en sağlam sezgilerinden kaynaklanıyordu…”
    sizde zerre bulunmayan sezgi..
    sorununuz bu, zihninizde taşıdığınız bilgiler, kitaplarda bulunan ölü satırlar gibi…
    hırsınız, kötücüllüğünüz, kolayca aşağılamaya sürüklenişinizin arkasında, senteze varamayan, “bal” yapamayan arının vızıltılar içinde gürültüsü yazdıklarınız…
    “soktukça” ölüyorsunuz!

  1043. 1037
    Not: aslında yazıyı kimin yazdığı pek belli değil ama sanırım önemli de değil, yazı derinlik taşıyor, o yeter.
    Aşağıdaki eşsiz güzellikte sözlerle örülmüş yazınıza hayran oldum.
    ” İrade giderek bilimden ve felsefeden çekildi”
    (Not: İster istemez kendimi tutamadım. Artık felsefe yok, sadece felsefe profesörleri var. Daha da kötüsü felsefe sosyal bilimlerden kayboldu.)
    ” … iradenin itibar kaybetmesiyle birlikte insanın sorumluluklarından firar edeceğini de fark edemedi.”
    “içimizdeki nefsani akış, iradenin yerini aldı, özgürlük adına sorumluluktan firar ettik.”
    “Modern insan, bilgisi, bilgiye ulaşma imkanları arttıkça daha çok yetki ve sorumluluk sahibi olması gerekirken davranışlarının sorumluluğunu içindeki karanlık bilinçdışına ya da genetik yapısına bağlamaya nasıl rıza göstermişti?”
    “özgürlük adına sorumluluktan firar ettik.”
    “Hayvanlar da kendilerine göre bir mantık silsilesine ve iletişim sistemi olarak dile sahipler ama hepsi bir biyolojik program dâhilinde gerçekleşiyor.”
    “Hür irademiz, bizi tabiatın, biyolojik programın belirleyiciliğinden kurtarıyor, bambaşka bir ontolojiyle donatıyor.”
    Bu aşağıdaki cümleyle başlayan yerden sonraki bilgiler benim için kulak dolgunlukları olduğundan açıklamanız için teşekkürler.
    “Filozof Hegel’e göre, başkasının arzusunun arzulamak, insani arzunun en ayırt edici niteliği.”
    Ama ardından gelen inciler de var. Örnekler.
    “Velhasılı, insan, esasen başkası tarafından tanınmayı, sevilmeyi arzuluyor.”
    Ve nihayet inciler incisi:
    ” Oysa iradeli bir varlık olduğumuz eski zamanlarda, tutkumuzu, arzumanımızı içimizde tutabiliyor, doğrudan doğruya asıl cenneti arıyorduk ve bu garipsenmiyordu.”
    Döneyim kulak dolgunluğuma ve özellikle çok az tanıdığım Lacan’a.
    Kafamda cirit atan tilkiler.
    Tarihte insana rastlamamışız. Sadece toplumlar var. İlkel toplumlardan farklı olarak kişiyi doğadan ve içinde bulunduğu cemiyetten soyutlama en azından ve en bilinçli halde “modern” çağlarda başlar.
    Ben bunun daha da eskiye, Medeniyet’e, gittiğine inanıyorum.
    Bazı örnekler:
    İlk medeniyette şef hala cemiyeti temsil ettiğinden, şefin kaderi cemiyetin kaderi. Sarayda şefin kaderini, dolayısıyla cemiyetin kaderini, okuyan yıldızbilimciler (sanırım Türkçe burç okuyan veya müneccim daha uygun) var. Bir süre sonra çok zengin tüccarlar türer ve bunlar da yıldızbilimcilere kaderlerini okuturlar. Zamanımıza bu bağlamda, yukarıda sözünü ettiğiniz ve size göre tam doğru olmasa da, “narsisizm çağı” dersek, her bireyin yıldızbilimcisi var. Aynaya bakmaktan sorumluluğunu düşünmeye zamanı kalmıyor.
    Her halükarda, bu sözüm ona bireye sadece aynadaki kendini düşünmek, boyundan büyük işlere burnunu sokmamak, asıl önemli olanlar işleri Devlet ve köpekleri kapitalistlerle bilim-teknik adamlarına bırakması gece gündüz aşılanır. Bu durumda sorumluluk hissetmesi bile bir mucize.
    Daha yakından bir örnek. Edebiyatta birey psikolojisini kendine ana tema alan “roman”ın kökenin 10-11. yüz yıllardan sonra mantar gibi türeyip çoğalan tüccarlar iş yaptıkları kişiler hakkında, ne olur ne olmaz diye, yazdıkları notlara dayandığı ileri sürülür.
    İlkel toplumlarda kişi kendini bile beğenmeyip veya sevmeyip yeniden ve yeni bir isimle doğabiliyor. Bir merasimle yalandan gömülüp ölüyor ve tekrar dirildiğinde yeni bir kişi oluyor. Bazı ilkellerde, özellikle yılsonunda-yılbaşında, tüm sosyal kurallar yok edilip tekrar kaosa dönülüyor ve ardından herkes yeniden doğuyor. Bazılarında klanlar bir araya gelip eğlenceler yapıldıktan sonra tekrar ayrıldıklarında isteyen istediği klana katılıp yola çıkabiliyor.
    Birçok daha örnekler var ama amacım, ŞİMDİ ve BURADA olan ve açılmış Pandora kutusunu kapatacağımızı umut etmek, bu alanda yapılan kurgu ve çalışmaları küçümsemek değil. En azından, işaret ettiğiniz “sorumluluk sahibi olması gerekirken davranışlarının sorumluluğunu içindeki karanlık bilinçdışına ya da genetik yapısına bağlamaya nasıl rıza göstermişti?” çılgınlığına dikkat çekmenize katılmam.
    Diğer bir deyişle, eğer soru “insan ne?” sorusuysa son 7-10 bin yılı 4 milyonluk insan tarihini, insan doğasına, insan genlerine, doğa diyalektiğine, tarihsel diyalektiğe, aynada gördüğü-görmediği kendine çevirip sefilliğini kendinden saklaması. “İnsan ne?” sorusunu ele alan antropolojideki son 50-60 yıl gelişmelerden tamamıyla bihaber olması, doğal olarak başkalarının daha henüz aynada gördüğü ve beğendiği kendine benzemediğinden hor görmesi. Sizin işaret ettiğiniz çalışmaları “bilgi-meta” algılaması, yine işaret ettiğiniz sorumluluktan kaçma veya Fromm’ın dediği gibi özgürlüğünden kaçtığının bedeli olan bolluk içinde yaşama olduğunu görmemesi.
    Benim aklımı aşan veya bilinçdışıma düşen bu insanların, özellikle son zamanlarda akıl almaz boyutta güç kazanmış propaganda yöntemleri, bilginin tamamıyla tekel altına alındığı yetmez gibi dürüst düşünürlerin bile itiraf ettikleri gibi artık bilginin bireyi sonsuz aştığı günümüzde kendi haline acıyacağına daha da İLERİ gitme hayalleriyle sorumluluğundan kaçması, kendi durumunu görmemesi, kendinden sonsuz daha üstün ve yüce olan çıplakları küçük görmesi. Kendine uzayda gezi, yapay beyin, yapay kadın, yapay ayak, yapay güzellik, ve binlerce diğer yapaylık vaatlerine inanmayla kendi salaklığın ve kendinden sonsuz daha salak olan vaadi yapan bilim-teknik adamlarının gelmiş geçmiş en cahil ve en köle ruhlu yapay insanlar veya ucubeler olduklarını görmemesi.
    Bu eklediklerim sadece benim kafamı kurcalayan sorular, güzel yazınızı “tamamlama” değil.

  1044. Sayın Ogürsel,

    1035 yazı yapmış olduğu açıklamalarla bazı anlaşılması güç kavramları, kuantum fizikte ve hatta bilim felsefesindeki yaşanan bazı sorunları aydınlattı. Güzel örnekler verdi.

    Bohr hikayesiyle büyük düşünürlerin katı fanatikler olmadığını belirlemek istemişe benzer. Sizin hoca fıkrasında önemli olan hocanın gerçekten bunu söyleyip söylemediği değil, alınacak ders. Bohr pozitivist Viyana Çevresi’ne kuantum fiziğini anlattıktan sonra kapıdan çıkarken, “Allaha şükür anlayanlar var, çünkü ben hiçbir şey anlamıyorum.”, der. Burada da katı ve fanatiklerle durumu daha yakından bilen ve doğal olarak daha esnek olan biri arasındaki fark vurgulanır. 1035’de sorulan sorular da bilimin tarih içinde geliştiğini ve daha önce gelenleri daha sonrakilere hazırlık olduğunu anlatır.

    Bilim filozofu Feyerabend bir gün kıra çıkar. Koyunlara rastlar ve koyunlar melerler. Feyerabend, “Ben de üniversitede aynı şeyi yapıyorum ama bana para veriyorlar.”, der. Derin düşünürler geniş düşündüklerinden sizin gibi düşünmenin ve bilimin ayak askerliğini, kahraman yiğitliğini yapmazlar.

    Büyük fizikçi David Bohm sizin gibi bilgin yerine size kıyasla salak Krişnamurti’yle uzun konuşmalar yapmak için Hindistan’a gider. Einstein sizin gibi bilgin yerine size kıyasla salak “mistik” şair Tagore’yle felsefe konuşmak için aynı şeyi yapar. Pozitivist Viyana Çevresi, ne yazık ki sizin yerinize, kendilerini bilimde aydınlatmak için size kıyasla salak Wittengstein’i davet ettiklerinde, Wittengstein, sizin düşünceleriniz yerine, Tagore’nin şiirlerini okur. Girişini size kıyasla salak Gandi’nin yazdığı size kıyasla salak anarşist Tolstoy’un Hindistan’a açık mektubu sizin din hakkında ne kadar derin bilgilerle donanmış olduğunuzu betimler. Ama aynı zamanda ne kadar basit bir fırsatçı politika tüccarı, dogmatik, olduğunuzu ve derin düşünür 1035’yle kıyas edilemeyecek kadar yüzeysel düşündüğünüzü de gösterir.

    Siz 1035’e kıyasla aşırı bilgisizliğinizi ve katılığınızı örtmeye çalıştıkça, ne kadar bilgili gibi görünmek istediğinizi ispat ediyorsunuz. 1035 uzun ve ayrıntılı yazılar yazıp bilgi veriyor. Siz atasözleri gibi laflarla yetiniyorsunuz. Yanlış düşünen ülkücüler, nurcular, IŞİD gibilerin yaptıklarıyla his sömürücülüğü yapıyorsunuz.

    Sanki sizde bir mazoşistlik var. Ben sizin yerinizde olsam bilgisizliğimi bu kadar apaçık gösteren 1035 karşısında susardım.

  1045. 1043,
    1035 i henüz değerlendirmedim.
    kendinize bakın.
    Ben bilmediğimi biliyorum; siz bilmediğinizi bilmiyorsunuz..
    bildiğimi biliyorum; siz bildiğinizi bilmiyorsunuz…

  1046. 1043..
    pardon..
    yazıları karıştırdım…
    öyle olsun.. öyle düşünüyorsanız..

    mantık dizgeleri arasında bakış, kavrayış arasında büyük farklılıklara olabiliyor..
    Herkesin kendine göre bir “paradigması” olabiliyor..
    belki de iletişimsizlikte sorun bu..

    öyle olsun….

  1047. o kadar gevezelik ediyorsunuz, bilgi gösterişi içinde..
    o okuduklarınızdan “insan gibi” insanı hayran bırakacak bilgece bir şey hatırlamıyorum..
    size bir kaç tane yazayım…
    Bunlar tam siz göre….
    Altlarında “büyük” imzalar var; yoksa “anlayamazdınız” eminim…
    *******************
    Tanrı bilgeleri şaşırtmak için dünyanın aptalca şeylerini seçmiştir ve Tanrı güçlü olanları şaşırtmak için dünyanın zayıf şeylerini seçmiştir.
    ve dünyanın aşağılık şeyleri ve hor görülmüş şeyleri Tanrı tarafından seçilmiştir ve olmayan şeyler olan şeylere yokluğu getirmek için seçilmişlerdir..
    **************
    Yunancam pek iyi değildir dedi dev. Benimki de diye cevap verdi felsefe böceği, “o halde neden Aristotelesden Yunanca sözler söyleyip duruyorsun” diye sürdürdü sözlerini Sirian. Çünkü diye cevap verdi öteki.. “kavrayamadığımız bir şeyi anlayamadığımız bir dilde söylemek daha mantıklı geliyor..”
    **
    Muğlak ve manasız konuşma şekilleri ve dil istismarı o kadar uzun zaman bilimin sırları kabul edildi pek bir anlam taşımayan zor ve uygunsuzu sözcüklerin zamanaşımı yoluyla derin bir bilgi ve yüksek bir mütalaa kabul edilmesi geleneği öyle bir yerleşti ki onları söyleyenleri de dinlayenleri de bunların sadece cehalet kılıfı olduğuna hakiki bilginin önünü kapadığına ikna etmek kolay olmayacak..
    ******************

    **

  1048. Bilgiç olmayan ve Latince bilmeyenlere not: RASYONEL sözünün kökeni ORANTIDIR, aynı matematikte rasyonel sayılar gibi.
    Çok salak ama sonsuz devrimci bir şaire göre:
    Her şeyde Sonsuz gören Allah’ı görür. Sadece Orantı gören, sadece Bilim, Doğa Diyalektiği, Zenginlik, Bolluk, Makine daha da kısacası sadece kendini görür.
    Bu şaire ilham olan, İngilizcede İncil’den sonra en etkili ve en çok okunan, halk arasında ve evlerde, bu kitapta yaratılan hayali karakterlerin William Shakspeare’in yarattığı karakterlerden bile çok daha fazla bilindiği ve kullanıldığı, 200’den fazla dile çevrilen, işçi sınıfının temel kitabı sayılan kitabı hapishanede bir salak yazar. Bu salak, kitabında EMEK değil İNANÇ’IN önemli olduğu gibi saçmalıklar ileri sürer.
    Acaba bu sitede salak şairle salak mahpusun salakça yanlışlıklarını düzeltecek bir modern seküler-laik kahraman yok mu?

  1049. CAPITALISM and SLAVERY!

    HONG KONG’S MAIDS ARE OFTEN TREATED LIKE SLAVES!

    Thousands of domestic workers in Hong Kong are treated little better than modern slaves, according to a new report.

    Justice Centre, a non-profit human rights organization, says its study of 1,049 domestic helpers found that one in six are victims of forced labor and face abuses such as physical violence, wage exploitation and deprivation of food and rest. Of those, 14% were trafficked.

    Hong Kong is one of the world’s richest cities, a financial center packed with shiny skyscrapers, luxury boutiques, and billionaire tycoons. It’s also home to 336,600 migrant domestic workers. Based on the report’s findings, as many as 56,000 may be in forced labor.

    “Hong Kong must come clean; the government can no longer afford to simply sweep these problems under the carpet,” said Jade Anderson and Victoria Wisniewski Otero, co-authors of the report, which studied workers from eight countries.

    One maid who escaped an abusive employer says she was kicked, punched, fed rotten food and forced to work 20 hours a day for nearly a year.

    “I felt very, very scared,” Mun, 23, told CNNMoney. “I thought all work in Hong Kong was like this … [and that] nobody can help me.”

    Hong Kong started allowing foreign domestic helpers to work in the territory in the 1970s to make up for a shortage of local staff. Many come via agencies direct from their home countries — Indonesia, the Philippines and other Asian countries — and don’t meet their employer before signing a contract requiring them to live and work in their homes. By law, they’re only entitled to one day off a week.

    “Migrant domestic workers are uniquely vulnerable to forced labor, because the nature of their occupation can blur work-life boundaries and isolate them behind closed doors,” the Justice Centre said in the report.

    The Hong Kong government didn’t respond to a request for comment.

    PUNCHED, KICKED AND SLAPPED!

    Mun arrived early last year, excited to start a job she hoped would help support her ailing mother back home.

    Her monthly wage was HK$4,110 ($530), the legal minimum at the time, and four times more than what she was earning at a restaurant in Indonesia scrubbing dishes and waiting tables.

    As required by law, she lived with her employer. Her room was a narrow closet, much smaller than the 80 square feet stated on her contract.

    About a month in, the physical abuse started. She was punched, kicked, and slapped by her employer for missing a spot, or putting things back in the wrong place.

    Mun, who declined to give her full name because her case is still being investigated by local authorities, said the family she worked for only allowed her to eat food that had gone bad, and she would often get sick as a result. That left her with little energy for the 20-hour days, and her wages were often docked.

    But she couldn’t leave, she said, because the recruitment agency kept her passport. She also owed huge sums, up to 75% of her monthly wage, as the agency had forced her to take out a loan from a local money lender to repay job placement fees.

    One day late last year, after another beating, she finally decided to flee when the family was out, making her way to a local shelter. She weighed only 34 kilograms (75 pounds), and had multiple cuts and bruises all over her body. She showed CNNMoney photographs taken by a friend that day.

    NOWHERE TO TURN!

    Mun is among the group of domestic workers the Justice Centre says are most vulnerable: they’re on their first contract, have significant debt linked to their recruitment and were hired outside the city.

    The group wants Hong Kong to enact legislation to make forced labor a standalone offense, abolish the requirement for domestic helpers to live with employers, regulate recruitment agencies more closely, stipulate what would be considered appropriate accommodation and food, and set maximum working hours.

    Other advocacy groups have made similar appeals, triggered by a major abuse case that came to light in 2014.

    Indonesian maid Erwiana Sulistyaningsih was kept prisoner and tortured in the home of Hong Kong housewife Law Wan-tung, who deprived her of food, sleep and payment for long hours of work. Law was later found guilty by a local court of imprisoning and abusing her maid.

    The successful prosecution was a rare exception, and many more abuse cases are never pursued, advocates say.

    One in three Hong Kong households with children have a maid, according to the Justice Centre. These migrant laborers make up 10% of Hong Kong’s working population, and the majority of them are women.

    (Reported by Sophia Yan, March 15 –Vivian Kam contributed to this report.–)

  1050. Sayın Ogürsel,

    Siz 1035′e kıyasla aşırı bilgisizliğinizi ve katılığınızı örtmeye çalıştıkça, ne kadar bilgili gibi görünmek istediğinizi ispat ediyorsunuz. 1035 uzun ve ayrıntılı yazılar yazıp bilgi veriyor. Siz atasözleri gibi laflarla yetiniyorsunuz.

    Hadi sizin bu tek bilgiçliğinizi ben de deneyim: Konuşmak gümüşse, susmak altındır.

    Size terapi, anti stres ve antidepresan ilaçları lazım. Bir diplomalı bilimsel şarlatan, ilaç fabrikalarının komisyoncu – dağıtıcısı meşru doktora veya bir diplomalı bilimsel şarlatan, ilaç fabrikalarının komisyoncu – dağıtıcısı meşru ruh doktoruna (Yunanca psikiyatrist) görünün. Rahatlarsınız.

  1051. Sayın Ogürsel

    1045

    “Herkesin kendine göre bir “paradigması” olabiliyor..”

    Siz bu lafları sınır geçerken sınır polisine, bankadan para çekmede, süpermarkette aldığınız malların parasını ödeyeceğiniz kasacıya ve ödememekte ısrar ederseniz gelecek polise, çocuğunuzu okula göndermede, (zengin olduğunuz belli) “ev sahibine” demeyeceğim, Devlet vergi topladığında, askerlik yapmada, askerde amirinize, iş yerinde amirinize, etrafa şiddet saran sağ veya sol Devletlere, terör örgütlerine söyleyiniz sizi çok severler.

    Zaten her yer hariç kafa içinde söylenebilecek bir laf. Mükemmel bir burjuva ve burjuva ortamda büyüyen biri olduğunuzu bir daha farkında olmadan belli ettiniz.

    Siz galiba fazla terapi, fazla anti stres, fazla antidepresan ilaçları alıyorsunuz. Biraz uyansanız fena olmaz. Dünyada asıl ve önemli konularda “kendine göre” yok!

  1052. SENDİKA BAŞKANI KENDİNİ ATEŞE VERDİ!

    MONGOLIAN UNION HEAD SETS HIMSELF ON FIRE IN PROTEST OF SALE OF MINES TO CHINA!

    For video: ( https://www.youtube.com/watch?v=mQGalXNGj0U )

    A Mongolian union boss set himself on fire to protest a deal with China, shocking video showed.

    Identified as S. Erdene, the chairman of the Board of the Mongolian Solidarity Labor Union calmly sat at a press conference Friday just before pouring a flammable liquid over his head.

    “The government no longer supports our company, families of the workers are forced to starve,” he tells reporters. “This is why I will burn myself for the people of Mongolia and our children.”

    He then lights his lapel, and bursts into flames immediately. To everyone’s horror, he immediately falls from the burning pain, while others try putting the blaze out with their jackets.

    Black smoke fills the room as the blaze grew, until someone puts out the flames with a fire extinguisher.

    Erdene was rushed to Mongolia’s National Trauma and Orthopedic Research Center, where he suffered burns to over 40% of his body, AKI Press reported. The burned mining leader was in stable condition after recovering from his injuries.

    Mongolian Prime Minister Chimed Saikhanbileg made the leader’s mining company, Erdenes Tavan Tolgoi, pay for his medical bills.

    The protest stemmed from the Mongolian government considering selling stakes in several coal mines across the country to China, which miners feared would force them out of work. The same day the union leader burned himself alive, 21 workers from his mining company went on strike.

    After seeing the fiery protest, representatives from Erdene’s company and the labor union reached an agreement, ending the strike the next day.

    ( http://www.nydailynews.com/news/world/mongolian-union-head-sets-fire-protest-article-1.2438235 )

    (Reported by Alfred Ng, November 17, 2015, New York Daily News)

  1053. Bir doğrunun tersi yanlıştır ama derin bir doğrunun tersi bir başka derin bir doğru olabilir.

    Niels Bohr

  1054. 1046

    Tanrı bilgeleri şaşırtmak için dünyanın aptalca şeylerini seçmiştir ve Tanrı güçlü olanları şaşırtmak için dünyanın zayıf şeylerini seçmiştir.
    ve dünyanın aşağılık şeyleri ve hor görülmüş şeyleri Tanrı tarafından seçilmiştir ve olmayan şeyler olan şeylere yokluğu getirmek için seçilmişlerdir..

    Joel Kovel, “Tanrı ve Tin”, Ayrıntı yayınları

    Kitap kapakları reklamcılığına tam gaz devam…

  1055. Sayın pipsqueak'e

    Sayın “pipsqueak”,

    Davetimiz hâlen açık.

    Eğer bir gün İstanbul/Maslak tarafına yolunuz düşerse, bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larla görüşmenizi temenni ederiz. Ki İsviçre’de yaşıyorsanız eğer; orada da bol bol “Beyaz Ya-LA-ka” var. İsviçre’deki yoldaşlarımız arasında gözlemlerinizi yapıp Maslak’a uğrarsanız; bizlerle görüşmeniz daha “efficient!” geçebilir…

  1056. 1049, 1050
    kutlarım. kısaca yazabilmişsiniz derdinizi.. Benim adıma “terapi” öneriniz elbette saygıya değer…
    ama yanıtlanmamış soru ortada duruyor..

    okuduklarınızı anladığınızı sanmıyorum… bu yorum köşesi.. “hakikati” anlama yolunda bir “zerre” katkı imkânı ise.. kendi adıma hala kaç kişi iseniz, üzgünüm.. “bana bir kelime” öğretmediniz.. ve bu mesele kişisel değil.. anlaşılan bence..siz “tanrının” şaşırtmak için “bilgelere” gösterdiği “aptalca” şeylere kapılmışsınız…
    *
    1053..
    O kitabı okumuş olmanız harika bir şey..
    ama.. anlamış olduğunuzdan kuşkuluyum..
    bakın ben o kitabın adını vermedim.. okuduğumu, anladığımı ima etmedim.. üzerinde düşünülmesi gereken bir “derin” söz olarak bir “epigrafı” alıntıladım….Haksızlık etmeyin.. Burada kimilerin sıkça yaptığı o kolaycı, gösterişçi tutumu sergilemedim…

    “Dervişin fikri.. ” gibi yazdınız.. O kitabı okuyan ve anlayan meseleye böyle yaklaşamaz…
    Bu kitabı 20 yıl önce okudum ve defalarca yeniden gözden geçirdim… Çok özel, çok önemli kitap. Bence hala değeri anlaşılmamış..
    Ve yapmadığım bir şey için beni aşağılıyorsunuz.. Bu saçmalık da kendinize açıklamanız gereken bir sorun.. .. .

    Kuşkulanıyorum.. Sanki Sizin gibilerin sorunu anlamak değil..anlaşılmasına katkı vermek değil..
    Bu ülke, bu dünya bu halde ise elbette bizim de payımıza düşen bir kabahat vardır.. Kendi adıma bu “suçluluk” duygusuyla buradayım… Burada neredeyse 3 insan bir düşüncede uzlaşamıyoruz.. Şu sefil ölümlü dünyada, bu yangın yerinde “değmez avuç açmaya…”
    *
    Şu son katliamda eminim benden çok daha fazla yaşamayı hak etmiş bir kaç delikanlı nasıl da öldürüldü…

    Bir yerde yanlış yapıyoruz..
    Sezgilerim böyle…
    Biz 60’larda, 70’lerde şu anda burada olduğu gibi bencil, küçük burjuva egolarla ve olması gereken “tarihsel bilinçle” davransaydık.. bu çocuklar ölmezdi..
    yazık ki.. bana öyle geliyor ki.. bu birbirimizi tanımadan, “tuhaf” hırslarla sözel “kapışmaların” bile bir “acıklı” sonucu var..(Sakın kendimi ayrı tutarak eleştirdiğimi düşünmeyin..)
    Burada 3 insan bile sıradan bir meselede bir araya gelemiyorsak “halk” ne yapsın?

    O 150 yıllık sosyalizmin “ürünleri” bile neden bir ulusal kurtuluş meselesinin kuyruğuna takıldı; “tarihsel bilinci” ile güçlü bir anarşist-sosyalist yapı belki bu karşılıklı katliamları ciddi ölçüde azaltabilir, nice delikanlı bugün yaşıyor olurdu… Kürt halkına daha çok yararlı olabilirdi…
    neden anarşizm hala bir “meczup” davranışı sanılır?
    O kitabı anlayarak okuyan bu yazdıklarımı anlar ümidi ile yazdım bunları…
    hoşçakalın…

  1057. Sayın 1050
    “herkesin kendine göre bir paradigması var” derken şunu kast ettim…
    bir şekilde bebeklik-çocukluk yıllarından “kopyalanmış” dünya ve insan ilişkileri algımızın; ve sonra kendimize yaptığımız toplumsal ilişkiler; kültürel inançlarımız bağlamında iletişimdeki güçlükleri ifade etmeye çalıştım. Uzlaşma, iletişim güçlüğünü saygı ile kabullendim… ( karşımdakini sığlıkla, bilgi sahibi olsa da bilginin bence gereken derinliği-içeriğini kavrayamamasındaki yetersizlik ile itham etmek yerine…)

    Örneğin; “nasıl bir intihar bombacısı olunur?”
    bu o kişinin “paradigması”; yani hayat üzerine öğrendiği kalıplarla ilgili değil mi?
    Dünyanın düz ve güneşin de dünya çevresinde döndüğü bir hayat algısı ile bizim “paradigmamız” arasındaki uçurumu kestirebilirsiniz… Ve burada zaman zaman ben de aynı hisse kapılarak o kişiye dolaylı olarak “paradigmalarımız” farklı demişsem..
    benim “tuzu kuru bir burjuva” olduğum gibi saçma bir iddia öne sürmüşseniz… evet..benim sizinle de paradigmamız farklı demem de ne sakınca var?
    *
    Ucuz, en küçük bir zeka gerektirmeyen aşağılama sözcükleri, klişe hakaret cümleleri kurmamı mı tercih ederdiniz, kimilerinin yaptığı gibi…

  1058. 1039 Ogürsel
    1035’deki soruların tarihte dönüşmeyle ilgili olanların cevaplarını hiç kimse bilmiyor. Ben modern bilim tarihi araştırmaları yapan bazı tanıdığım tarihçilere sende bunları bilen bir ansiklopedi olduğunu müjdeledim. Onlar ilk önce belki gözlerinden kaçmıştır diye siz Aydınların Türk olmayan Aydın Atalarınızın (Diderot, d’Alembert , …) meşhur Ansiklopedisini daha dikkatli taramışlar ama bulamamışlar. Cevabım bu nedenden gecikti. Hemen bize o ansiklopediyi yayınlasın, göndersin, veya nerede bulacağımızı bildirsin diyorlar.
    Adınız DOĞA DİYALEKTİĞİ değil ama İNSANLIK İLERLEME DİYALEKTİĞİ, karınca kaderince veya karınca KEDERİNCE, TARİHİNE geçecek.
    Bu arada notlarımın arasındaki bazı ünlü modern bilim tarihçi ve filozoflarına da bir göz attım. Biliyorsun cin gibi yaratıcı Türklerden hele senin gibi ermiş bir Türkden her şey beklenir.
    Bu salak modern bilim tarih ve filozoflarına göre modern bilimde bal gibi metafizik var.
    1. Dünya böyle gelmişse, böyle gidecek.
    2. Sol kulak sağ elle gösterilmez.
    3. Senin gibi dönen dahiler olmasa da dünya var ve döner.
    4. Zaman ne durur ne koşar.
    5. Televizyon önünden kalkıp mutfağa gittiğinde oturduğun mekân seninle gelmez.
    Dahası da var bu yaşamları senden habersiz geçmiş saçmalık pınarlarına göre metafiziksiz modern bilim düşünülemez.
    Hatta bu farkında olmadan Nurcu olmuş modern bilim tarihçileri bu alanda katkılar olmuş, senin gibi bir Türk’ün ağzına almayacağı, Arap düşünürlerden bile söz ederler.
    Biliyorum bunlar sizin gibi bir dahi için, modern bilim ÜRETTİKÇE ve BİZE VERDİKÇE ve DOĞA DİYALEKTİĞİNE UYDUKÇA, düşünmeye bile değmez. Biliyorum sizin için asıl sorun bunu elinde tutan alçak kapitalistlerin elinden alıp, sizler gibi yüksek kapitalistlerin eline vermek. Ama acaba neden bunu DOĞA DİYALEKTİĞİNE bırakmıyorsun? Anlamadım.

  1059. Sayın (ogürsel) 1055'e

    Sayın “ogürsel” 1055,

    [Burada 3 insan bile sıradan bir meselede bir araya gelemiyorsak “halk” ne yapsın?] ifadenizle; niçin [3 insan] ile [halk]ı ayrı kefelere koyuyormuş gibi bir değerlendirme yapıyorsunuz?! Şu adreste ( http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ ) yazan sayın “Necip”; aşırı fıtratçı hâliyle; kendi dışındaki neredeyse herkesi “ebleh” yerine koyma niyetinde idi ama belki (yok denecek kadar az!) tevazusunu toptan yitirme endişesi ile ölçülü kalmayı yeğledi!

    Sorumuz şu: [Burada 3 insan bile sıradan bir meselede bir araya gelemiyorsak “halk” ne yapsın?] ifadeniz ile [halk]ı “ebleh” yerine koymaya çalışıyor musunuz, çalışmıyor musunuz? Daha açık izah eder misiniz?

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmelerde; 240 yıldan fazla süre “sistemli bir şekilde kabara kabara!” günümüze ulaşmış, ve daha da ölümcülleşerek devam eden “kapitalizm hastalığı”na karşı mücadele üzerine çözüm önerileri anlatıyoruz! Herbirimizin beynine bebekliğimizden itibaren enjekte edilen “yapay ve ölümcül rekabet zehri” üzerine uyarı işaretleri gönderiyoruz! Bunlara karşı sizlerin tavırlarını, “eylem kararlılığınızı!”, çözüm önerilerinizi öğrenmeye çırpınırken; sizlerin yaptığı “tarih madenciliği”, “antropolojik verilerle kontrol etmek”, “siz önce gidin tarih öğrenin!”, “rekabet insanın DNA’sında var; salak mısınız?!”, “sizin yapmak istediğiniz kapitalizmi ortadan kaldırmak değil; kendi zümrenizin iktidarını kurmak!” ve yüzlerce zırva ile öfke kusuyorsunuz! Samimi değilsiniz!

    Defalarca yazdık:
    19. yüzyılda, 20. yüzyılın başında inşa edilmeye çabalanmış “sosyalist sistem(ler)”in işe yarayıp yaramadığı belli değil iken; nasıl olur da bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların 2010’lu, 2016’lı yıllarda bile politbüro hiyerarşisi fantezileri kurduğunu zannedersiniz?!

    Defalarca yazdık:
    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; anarşistiz! Ve “Sergey Nechayev” gibi bir zırtapoz ile, “Don Quijote” gibi bir zırtapoz ile uzak yakın temasımız yok! Saçmalamaktan vazgeçiniz!

    [Şu son katliamda eminim benden çok daha fazla yaşamayı hak etmiş bir kaç delikanlı nasıl da öldürüldü…]

    Öldürülen gençlerin çoğuyla daha önce görüşmüştük. Üniversitelerde yaptığımız saha araştırmalarına, konferanslara ve anketlere katılmışlardı. Ve hâttâ İstanbul/Maslak’taki “şirketokrasi!”nin nasıl bir yer olduğunu merak edip bizleri yerinde ziyaret edenler bile vardı!

    Öldürülen o gençlerden biri Maslak’a gelenler arasındaydı! (İsmini yazmayalım!)

    Mezuniyet sonrası kendilerini “şirketokrasi”ye nasıl köle yapacakları ile ilgili bizlerden, yani “Beyaz Ya-LA-ka”lardan “kariyer tavsiyeleri!” dinlemek için heyecanlanıyorlardı!

    Şimdi, sayın “ogürsel”, siz, öldürülen o gençlerin sizden daha fazla yaşamasını hak ettiğini söyleyerek; vicdanınızın nasıl ağladığını, insaniyetinizi göstermiş oldunuz! Peki bu gençler ölmemiş olsa idi; onların büyük çoğunluğunu nasıl bir hayatın beklediğini hiç mi tahayyül edemiyorsunuz?! Kapitalizmi öksürmeyi bu derece mi unuttunuz?!

    14 Mart 2016 sabah saat 05.59 – 06.00’da; “BİST 100” düşmesi gerekirken yükseldi, Dolar kuru beklenmedik şekilde düştü, Euro kuru beklenmedik şekilde düştü, döviz sepeti [(EUR/TL + USD/TL) / 2] beklenmedik şekilde düştü! Bir gün önce saat 18.35’te yaşanan katliam; 14 Mart sabahı piyasaların umrunda bile değildi!

    Sayın “ogürsel”, siz; yaşananlara çok ama çok fazla duygusal bir pencereden bakıyorsunuz! Kapitalizmin ölümcüllüğünü, kapitalizmin “umursamazlığını!” göremeyecek kadar perdelisiniz!

    Kapitalizme karşı mücadele etmek; tahmin edildiği kadar zor değil! Siz de, sayın “pipsqueak” de; paranoyalarınızı, “eğer kapitalizme karşı mücadele edersek; sol yeniden canlanır ve Stalin yeniden dirilir mi acaba?!” zırvalarınızı terkediniz artık!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1060. 1057…
    sanırım bir “kısa devre” meydana geldi. Hasar tespiti için fazla uğraşmak gerekmeyecek olmalı… sizdeki basit bir düzenek; paniklemeyin… yenisini alsanız daha “kolay” diyeceğim ama… bu DOĞA’YA uygun değil.. Tabiat yenisini “yaratmayı” seçer; bu “işlem” tabiat için daha pratik… Mutlaka denenecek ve daha iyisi yapılacaktır.. Bu sizi üzecek ama n’apalım; “DOĞANIN DİYALEKTİĞİ” bu! Sizi “O’na” havale edeceğim; benden istediğiniz gibi…
    ***
    Sanırım size “post-Neçayevist” desem, gerçekliğinize daha çok yaklaşacağım..
    Neçayev’in zamanın devlet üst yöneticilerini “düşman” sandığı ve suikastlar düzenlediği gibi, sizin de şirketleri düşman sanmanızdaki akrabalığı göstermek için…

    Kapitalizme karşı mücadelenizi “naif” buluyorum… Ve yazdım; söyleminiz ve iddianız bilinen bir çok siyasal örgüt gibi “felsefesine” uygun içermesi gereken tutarlı en basit insanî “ahlâki” bütünlüğe sahip değil…
    *
    O sorunuza yanıt; “onları” nasıl bir yaşam beklediğini “tahmin ediyorum” ama biliyorum ki her şeye karşın hayat diğer olasılıkları da içerir.. Ve ölüm içinde hiç bir diğer seçeneği sunmaz…
    Kaldı ki, çok insan hayatı büyük yanılsamalarla iç içedir; aynı sizin ve benim de yaşadığımız hayat gibi! Ya da Newton’un simyacılığı gibi.. Ama sonunda bu “yanılsamalardan” da bir sentez ortaya çıkabilir… Ve asl’olan yaşamdır; yaşadıkça ümit vardır..
    İyimser bir insanım; 300 ya da 1000 yıl önceye baktığımızda “durumumuz” o kadar da kötü değil…
    neyse.. bunlar sizin kavrayamayacağınız “paradigmalardı” değil mi.. uzatmayayım…

  1061. 1059 Sayın Doğa Diyalektiği Uzmanı
    Cehennem&Cennet gezisinden sonra bir turistine ne düşündüğünü sormuşlar. Uyuşuk cevap vermiş: “bir yerde çok acı çekenler, diğer yerde benim gibi çok rahat uyuşmuşlar var, ama ortalama fena değil!”
    Aslında Doğa Diyalektiğine göre acı çekenlerle rahatlıktan uyuşmuşları ayırt etmemeli. İç içe girmişlerdir ve hatta bazen aynı sokakta, aynı mahallede, aynı ülkede, aynı dünyada, aynı evrende yaşarlar.
    İnanç yobazlığında en aşırı fanatikleri geçen biri için her şey her şeyle açıklanır. Tabiat tabiatına uyar. Doğa Diyalektiği Doğa Diyalektiğine uyar.
    Bu inancın müridi korkusunda her kelime etrafına tırnak işareti kullanmamalı. Neden korkuyorsun? Korkma cehenneme giren Doğa Diyalektiğine uyar, geri çıkıp seni ısırmaz. Isırsa da Doğa Diyalektiğinin uyuşturucu ilaçları var. Zaten turist o yüzden uyuşuk.

  1062. 1059
    Sayın Her Şeyi Açıklayan
    Hâlihazırda, 2300 yıl önce, bir filozof, “diyalektikçi yer neden batmaz, gök neden düşmez, her şeyi açıklar” , demiş. Haklıymış!
    Cehennem&Cennet gezisinden sonra bir turistine ne düşündüğünü sormuşlar. Uyuşuk cevap vermiş: “bir yerde çok acı çekenler, diğer yerde benim gibi çok rahat uyuşmuşlar var, ama ortalama fena değil!”
    Aslında Doğa Diyalektiğine göre acı çekenlerle rahatlıktan uyuşmuşları ayırt etmemeli. İç içe girmişlerdir ve hatta bazen aynı sokakta, aynı mahallede, aynı ülkede, aynı dünyada, aynı evrende yaşarlar.
    İnanç fanatikleri her şey her şeyle açıklarlar. Olmuşsa olmalıymış, varsa var, yoksa yok, nurcular nur satar, aydınlar aydınlık satar, dünya döner, … Tabiat tabiatına uyar, Doğa Diyalektiği Doğa Diyalektiğine uyar, demokrasi kapitalizm doğurur, kapitalizm demokrasi doğurur, anneler yani Panglosslar doğurur.
    Bu Doğa Diyalektiği Uzmanı neden utangaç? Neden kısa kesip “Her şeyde bir hayır vardır.” diyeceğine uzatır da uzatır. Neden kendine dert edeceğine dincilerle aynı düşündüğünü kabul etmez ve hatta onlardan gıcık alır. Dinciler de ayni şeyi söylerler: “Her şey Allah’ın elinde”
    Bu güncellenmiş Pangloss neden korkusundan her kelime etrafına tırnak işareti kullanır? Neden korkuyor?
    Korkma UZMAN Bey, cehenneme giren Doğa Diyalektiğine uymak zorundadır. Geri çıkıp seni ısırmaz. Isırsa da Doğa Diyalektiğinin uyuşturucu ilaçları var. Zaten turist o yüzden uyuşuk.

  1063. Sayın (ogürsel) 1059'a

    Sayın “ogürsel” 1059,

    ÖLDÜR BENİ EKMEK TEKNEMİ ALMA!

    ( https://www.youtube.com/watch?v=vPb9T49PIDI )

    Zabıta tarafından el arabasına el konulan kağıt toplayıcısı; “öldür beni ekmek teknemi alma” diye feryat etti. Uzun süren uğraşın ardından çevredeki vatandaşların da desteği ile el arabasını zabıtalara vermedi.

    ( http://webtv.hurriyet.com.tr/haber/kagit-toplayicisi-oldur-beni-ekmek-teknemi-alma_128762 )

    * * * * *

    Sayın “ogürsel”, yine sırf kırılmasını istediğiniz için zırva dolu yumurtalarınızı ortalığa saçmışsınız:

    [Sanırım size “post-Neçayevist” desem, gerçekliğinize daha çok yaklaşacağım..
    Neçayev’in zamanın devlet üst yöneticilerini “düşman” sandığı ve suikastlar düzenlediği gibi, sizin de şirketleri düşman sanmanızdaki akrabalığı göstermek için…
    Kapitalizme karşı mücadelenizi “naif” buluyorum… Ve yazdım; söyleminiz ve iddianız bilinen bir çok siyasal örgüt gibi “felsefesine” uygun içermesi gereken tutarlı en basit insanî “ahlâki” bütünlüğe sahip değil…]

    “Sergey Nechayev”in kendisi, “pre-“si ve “post-“u ile temasımız olmadığını binlerce kez size izah ettiğimiz hâlde; yumurta fırlatmaya devam ediyorsunuz!

    Öncelikle, siz, sayın “ogürsel”; 35 yıldan fazla süre, devlet hastanelerine sırtınızı yaslaya yaslaya göbeğinizi şişirmiş, konformist, “özel sektör”den haberi olmayan, kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabetten haberi olmayan, ve en acısı da kapitalizmi öksürmeyi unutmuş, çürümeye yüz tutmuş bir kölesiniz! Acının katmerlisi ise; kapitalizmin kölesi olduğunuzu gayet net bildiğiniz hâlde [iyimser bir insanım] saçmalığını hönkürebiliyorsunuz! Şu adreste ( http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ ) yazan sayın “Necip” sizi çok etkilemiş anlaşılan! (Yanılmayı ne çok isteriz!)

    Size verilerle, örneklerle, “yaşanmış gerçeklerle!”; kapitalizmin ölümcüllüğünü, 240 yıldan fazla süre sistemli şekillerde kabara kabara günümüze nasıl ulaştığını, ve yarınlarımızı nasıl yok ettiğini anlatıyoruz:
    “Foxconn” fabrikalarındaki intiharlardan Endonezya’daki Gujarat’lı (Gucerat) ticaret erbaplarının uyarılarına kadar,
    Bangladeş’teki tekstil işçilerinin çilelerinden İstanbul/Kumkapı’daki ayakkabı imalathanelerinde merdiven altı çocuk işçi sömürerek bir kanser gibi yayılan “aman sus, kimseler duymasın, ülke zaten karışık!” düzenine kadar,
    Londra’daki meralarda kurulan, polis baskınından kurtulmaya daima hazır, karavan köy(cük)lerde kaçak yaşamaya alışan “Doğu Avrupalı üniversite mezunu kimyagerler”in nasıl “seks işçiliği!” yapmaya mecbur bırakıldığdan Manisa/SOMA maden cinayetine kadar…
    Yüzbinlerce örnek aktarıyoruz size sayın “ogürsel”! Siz ise utanmasanız; sayın “Necip”in dediği gibi [fıtrat] deyip geçeceksiniz! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    İkinci olarak; siz, kendinizi ne zannediyorsunuz?! [söyleminiz ve iddianız bilinen bir çok siyasal örgüt gibi “felsefesine” uygun içermesi gereken tutarlı en basit insanî “ahlâki” bütünlüğe sahip değil…] ifadenizle; kapitalizme karşı nasıl mücadele yürütülmesi gerektiği üzerine “vahiy gelmeli”vari açıklamalar yazacak kadar böbürlenmiş bir kişisiniz! Yazdıklarınız sadece balon! “İğne batır; patlasın!” İçi dolu bir tek ifadeniz yok! Öğretmenlik taslamaktan başka yaptığınız hiçbir şey yok! İşaret parmağınızı sallaya sallaya “nasihat eden amca!” kılığınızdan başka hiçbir şeyiniz yok! Kapitalizme karşı sunacağınız çözüm önerileriniz yok! (Dikkat buyurunuz; “çözüm önerileriniz” yazdık, “çözüm dayatmanız” yazmadık!) Siz ahlâk bekçisi misiniz?! “The Zeitgeist Movement”ın sunduğu çözüm önerileri arasında; ahlâk bekçiliğine özenmek, “dünyayı ıslah etmek!”, “Sergey Nechayevcilik oynamak!”, “tarih öğretmenliği yapmak!”, “kitap kapakları uzmanlığı yapmak!”, “kapitalizm içinde kaybolmuş iyimserlik taslamak!”, “SSCB politbüro fantezileri kurmak!”, “mehdilik rüyaları görmek!” ve daha da çeşitlendirebileceğimiz zehirler yok! Artık saçmalamaktan vazgeçiniz sayın “ogürsel”!

    [O sorunuza yanıt; “onları” nasıl bir yaşam beklediğini “tahmin ediyorum” ama biliyorum ki her şeye karşın hayat diğer olasılıkları da içerir.. Ve ölüm içinde hiç bir diğer seçeneği sunmaz…
    Kaldı ki, çok insan hayatı büyük yanılsamalarla iç içedir; aynı sizin ve benim de yaşadığımız hayat gibi! Ya da Newton’un simyacılığı gibi.. Ama sonunda bu “yanılsamalardan” da bir sentez ortaya çıkabilir… Ve asl’olan yaşamdır; yaşadıkça ümit vardır..
    İyimser bir insanım; 300 ya da 1000 yıl önceye baktığımızda “durumumuz” o kadar da kötü değil…]

    [her şeye karşın hayat diğer olasılıkları da içerir] O “OLASILIKLAR”I BELİRLEYEN NE?! CEVAP: “KAPİTALİZM”! BUNU GÖREMEYECEK KADAR KÖRLEŞTİNİZ Mİ?! BU KADAR MI UZAKLAŞTINIZ KAPİTALİZMİ ÖKSÜRMEKTEN! KAPİTALİZMİN SİZE DE DAYATTIĞI “OLASILIKLAR ARASINDAN SEÇMECE YAPARAK!” YAŞAMAYA MAHKÛM EDİLDİĞİNİZİN FARKINDA DEĞİL MİSİNİZ? ANLAŞILAN O Kİ PEK DE FARKINDA DEĞİLSİNİZ! ÇÜNKÜ SİZ SADECE DEVLET HASTANELERİNE SIRTINIZI YASLAYA YASLAYA YAŞAMAYA ALIŞMIŞ, KONFORMİSTLEŞMİŞ BİR KÖLESİNİZ! RAHATINIZI BOZMAK İSTEMEZSİNİZ! SAMİMİ DEĞİLSİNİZ!

    ANKARA/KIZILAY PATLAMASINDA ÖLDÜRÜLEN O GENÇLERLE YAPTIĞIMIZ GÖRÜŞMELERDE; HAYATLARINDA SADECE “ŞİRKETOKRASİ”YE KÖLE OLMAK DIŞINDA BAŞKA BİR “OLASILIK!” BIRAKILMADIĞINI SÖYLEDİKLERİNDE KAHROLMUŞTUK! BU GENÇLER DE “ŞİRKETOKRASİ”NİN YAYILMACI ZİHNİYETİNİN FARKINDA İDİ; NE YAZIK Kİ “ŞİRKETOKRASİ”YE KARŞI MÜCADELEYE BAŞLAYAMADAN ÖLDÜRÜLDÜLER!

    PEKİ SİZ NE YAPTINIZ 35 YILDAN FAZLA SAYIN “OGÜRSEL”?! KAPİTALİZME KARŞI BİR TEK HAMLE YAPTINIZ MI?! HAYIR; YAPMADINIZ! DEVLET HASTANELERİNE SIRTINIZI YASLAYA YASLAYA GÖBEĞİNİZİ ŞİŞİRDİNİZ!

    İLK ÖNCE KENDİNİZİ ELEŞTİRECEK CESARETE SAHİP OLUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”! AHLÂK BEKÇİLİĞİ YAPMAK KİMSENİN HADDİNE DEĞİL!

    Size defalarca yazdık; size pek acımıyoruz! Çünkü siz ununuzu elemiş, eleğinizi duvara asmışsınız! Rahatınız yerinde! Bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları asıl endişelendiren; sizin evlatlarınız, ve varsa torunlarınız! Çünkü onlar da; kapitalizmin dayattığı “olasılıklar arasından seçmece!” yapmaya mahkûm ediliyorlar! Hepsi birer “Beyaz Ya-LA-ka” olmak için sizin gibiler tarafından yetiştiriliyor! Okula gönderiliyor, dershaneye gönderiliyor, özel kursa gönderiliyor, üniversiteye gönderiliyor, yüksek lisans programı için kenara para ayırılıyor, fiyakalı “şirketokrasi”lerde staj yapması için yurtdışına gönderiliyor, ve doğacak evlatlarına aynı sistemin sürdürülmesi gerektiği, yine sizin gibi [iyimser olmaya çalışan!] kişiler tarafından nasihat ediliyor! Kapitalizmin akıttığı zehir, böylelikle, nesilden nesile bulaşıyor!

    Eğer hâlâ incelemediyseniz, parmaklarınıza ve beyninize zahmet olmazsa; inceleyin bakalım, neymiş:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    “The Century of the Self” (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    Bölüm 1: Happiness Machines (Mutluluk Makineleri)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2: The Engineering of Consent (Rıza & İkna etme mühendisliği)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787

    Bölüm 4: Eight People Sipping Wine in Kettering (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
    İngilizce video:
    http://dai.ly/x2j38dj

    (Alternatif adres:
    http://dai.ly/x17b3nc )

  1064. (Orta) Doğu Neden (orta) Doğu; Batı Batı (veya uzak Batı) neden Batı
    Bu çok nedenli ve karmaşık bir soru. Bu sitede Batı neden Batı ve Doğu neden Doğu temasını derin düşünürlerin derin incelemeleri oldu. Bu yazılar demokrasi, kapitalizm, psikoloji, özgürlük, kent-devletler ve cumhuriyetler ve benzeri sayısız beni aşan nedenlere işaret eden çözümlemeler ve incelemelerle dolu. Bu yazarlar benden daha yetenekli, daha bilgili, daha zeki, en kısacası çok daha uslu ve evciller. Ciddi olanlar onları okusun.
    Her halükarda yukarıdaki tüm açıklamalara ortak olan MERDİVEN PARADİGMASI.
    “Bak şu merdivende yukarı tırmanan çevik maymunlara! Üst üste binip çıkarlar. Birbirlerine çamura, uçurum sürüklerler. Bu çılgınlar kalabalığından her biri merdivenin en üstüne, tahta çıkmak ister. Sanki mutluluk merdivenin en üstünde, sanki mutluluk tahtta. Tahtın çamurun üstünde, çamurun da tahtın üstünde olduğunu bilmezler.”
    Ben bu yazımda sadece DÜZEN / DÜZENSİZLİK temeline oturan din ve Allah kavram farklarına değinmek istiyorum.
    Hıristiyanlık akıldışı bir dindir. Allah kullarını sever, bir babadır. Bir ara yere bile iner. Hatta Hıristiyanların 2 bin yıl dedikodusunu yapacakları bir pot kırar: Yahudi bir kadınla bir film çevirir. İslamlık zıddına son derece rasyonel bir dindir. Sadece bir koca kelle var ve her şey onun elinde. Üstellik Allah her an dünyayı tekrar ve tekrar istediği gibi yeniden yapar. Müslümanlar için dünyaya düzen vermek, hem Allah’ın işine karışmak olur hem de ve hele dünyadaki düzensizlik düşünüldüğünde, imkânsız.
    Gökyüzünde aslında iki düzen var. Biri saat gibi çalışan Allah’ın saltanat düzeni, diğeri yine saat gibi çalışan Eski Yunan’dan kalma yıldızlarla gezegenler düzeni.
    Her iki düşünce sisteminde yeryüzü rezillik, kargaşalık, bozgunluk, illet dolu. Her şey her zaman değişmekte.
    Hıristiyanlar, “Allah’ın makamında düzen var, dünyada da düzen olmalı!”, inancıyla dünyayı düzene sokmaya başlarlar.
    Allah bu fikri beğenir. Kendisi de etrafı karıştıran, anarşik ruhlu, İblis gibi baş kaldıranları sevmez. Saltanatını sürdüğü yerdeki düzenin yeryüzünde de kurulması için daha önce elçiler, peygamberler göndermişti ama insanlar eninde sonunda suçu ya kendinde ya da Şeytan da bulmuşlardı.
    Not: Sadece Allah değil, gelmiş geçmiş bütün krallar, sultanlar, imparatorlar, modern başkanlar DÜZEN severler.
    Üstelik bu Hıristiyanlar, “Nasıl Allah EMEKLE dünyayı yaptıysa, biz de bu düzene sokma işini EMEKLE yaparız diyorlar.” Allah için bu da çok iyi bir fikir. İşgüzarlardan, meşgul olanlardan, oyalananlardan zarar gelmez. İşleyen demir pas tutmaz. Allah’ı da rahat bırakırlar.
    Her şeyi açıklayan bir şey arayan basit beyinliler Allah’ın yerine tek ve ASIL NEDEN DOĞA DİYALEKTİĞİ’Nİ koyarlar. Daha basit beyinliler Ekonomi, Sosyal, Politik, Kapitalizm, Komünizm, Sosyalizm, Özgürcü Sosyalizm, Köleci Sosyalizm, Anarşizm, Materyalizm, Para, Eğitim, Devrim gibi sayısız ASIL NEDENLER VEYA KARIŞIMINI seçerler.
    Kısacası, basit beyinliler tek tanrılı din müritleri; diğerleri çok tanrılı dinin müritleri.
    Bu cin gibi Hıristiyanlar sonunda bir taşla iki kuş vururlar, her iki düzeni her ikisini de yeryüzüne indirirler.
    Allah’ın Batı’yı seçmesinde diğer bir neden daha var. Sahih Müslim hadisinde Muhammed’in, “Allah güzel ve güzelleri sever.”, dediği yazılı.
    Diğer taraftan yukarıda sözü edilen çevik maymunlardan biri olan bir Endülüs emir saraydaki en büyük Müslüman âlime, tabii şimdi herkes biliyor ki Müslüman âlim olamaz mutlaka bir Avrupalı dönmeydi ama olsun, tüm bilinen dünya insanları arasında bir değerlendirme raporu hazırlamasını, insanları MERDİVENE (yine karşımıza merdiven paradigması çıktı) yerleştirmesini buyurur. Âlimin raporuna göre dünyada en güzel insanlar Avrupalılar.
    Elmanın bir sivri kelleye düşmesiyle Yunan gökyüzünün yeryüzüne inmesi ve yeşermeye başlayan kapitalizmle gökteki bolluk cennetinin yeryüzüne indirme ayrıntılarını doldurmayı, sayın okuyucular, sizlere bırakıyorum.

  1065. 1061
    Balata da yandı! Doğa’da uyuşuklar sonunda ya “parazit” sınıfına girer ya da yok olur.
    Yok olmadıklarını görüyorum!
    (Bakın, Parazit tırnak içinde; çünkü bu bilinen değil, bilinmeyen, ilk bakışta anlaşılmayan parazit sanılmayanların da anlaşılması amaçlıdır. Siz tırnak işaretini kaldırarak okuyabilirsiniz. )
    Şu anlatılan saçmalık; cennet-cehennem mavrası. Ne utanç verici zihin yoksulluğunu ele verir.. Az kaldı, N. Kemal fıkrası anlatacaksın… Mahallenin kahvesinde anlat bunu..

    ” Doğa Diyalektiği, Doğa Diyalektiğine uyar.” Hımm. Yanık kokusu buradan geliyor olmalı… Bak bu da tırnak içinde… Nedeni, bu saçmalıkla alakam yok!
    “Akranına” çatsan daha iyi.. Canını bu denli sıkmana gerek olmayacak… (Akran neden tırnak içinde; umarım açıklama beklenmiyor!)
    Neyse, eğitime ihtiyacınız var.. Verelim. Tırnak işaretini ya bana ait olmayan bir fikri aktarmak için kullanırım; ama daha çok bir yorumu uzatmamak için, bir sözcüğün dar, anlamı dışındaki çağrışımları da anımsatmak için.. Salt sözcüklerle iletişimdeki imkânsızlıkları aşmak, bir sözcüğe yüklenebilecek anlam farkılığını anımsatmak amacıyla…
    Ama bu tür çağrışımların uyanamayacağı “dümdüz” bir zihne verdiğim rahatsızlık için özür dilerim!
    1062..
    Vallaha göbeğim şiş değil! Fotoğrafımı göndersem, profilden; karnını içeri çektin” diyeceksiniz…
    Şaka bir yana.. Bu kişiselleştirme ahlaksızlığınız, iddianızın “kutsiyetini” kirletiyor. Daha bunu bile aşamamış insanlara güvenilmez.. O cafcaflı “merhametli” söylemlerinizin de iki yüzlü kanıtıdır bu tarzınız…

  1066. Sayın Ogürsel

    1056

    Sanırım “pisqueak” adlı arkadaş sizi çılgına çevirmiş, şaşkınlıktan ne dediğinizin farkında bile değilsiniz. Binlerce şaşkınlıklar içinden bir cevabınızı seçeceğim.

    Apaçık olan şu: siz onun kadar, tarih ve antropoloji, felsefe, bilim tarih ve felsefesi, teknoloji tarihi, medeniyetler tarihi, dinler ve mitolojiler… hakkında bilginiz hatta hiç bilginiz yok ve varsa da bilgileriniz aşırı yüzeysel.

    Bunların bir “sentezi” olan, eleştiri, ve çok daha önemli olan direniş tarihindeki bilginizin sıfırlığınız çok korkutucu. Bana Hitler zamanındaki iyi eğitimden geçmiş beli bükükleri hatırlatıyor.

    Ağza alınması yasak Müslümanlar sizden çok daha önce, moda sözleriyle örtülü “herkesin kendine göre bir paradigması var” yerine, “Her koyun kendi ayağından asılır”, demişlerdi. Ve “pipsqueak” bunu üç büyük din arasında kıyaslama yaparak ne anlama geldiğini yazıp sizden sonsuz daha derin bir düşünür olduğunu göstermişti.

    “herkesin kendine göre bir paradigması var” demek başka, bireylerin kendi kültürü ve dünyada olup bitenlerin etkisi altına girdiği, ve hemen hemen her zaman aynı sizin gibi bir koyun sürüsü melemelerini yapması başka.

    Not: genellikle bunu size benzeyen felsefe cahilleri, insanı anlamadan çok matematik ve istatistiği anladıklarını gösteren köleliklerini sizin gibi seven sapık bilimsel soytarılar sosyolog ve sosyal psikologlar yaparlar.

    Siz “… kendine göre…” lafının altında yatan, pazar ilişkilerinin mutlak gerektirdiği, burjuvanın tarihte yarattığı sahte hem yok/hem var olan bireyinin yattığını, kendiniz mükemmel bir burjuva olduğunuzdan, görmekten acizsiniz.

    Bence “pipsqueak” Hz. Eyüp’den bile sabırlı.

    “Pipsqueak”, sizin bilmediğiniz hiç bir şey olmadığını biliyor. O nedenden, çağımızın eşsiz eserlerden biri olan “Er-Tarih’e Karşı, Leviathan’a Karşı” adlı kitabından başkalarına söz etti ama sizi es geçti. Sizin Ulu Şef bile size bu kitaptan söz etmemiş aksi halde bu bilgiçlik gösterisinden çoktan vazgeçerdiniz. Kitabın başına sizin gibi her olanı, her şeyi İNSAN’A mal etme hastalarına cevabı okursanız belki burjuva uykusundan uyanırsınız. Siz ve sizin gibilerin farkında olmadan uyuduğu bu derin uykuda olduklarını bilmemelerine inanmak imkansız. Yani bu sapıkların bir rüyası değil, bu bir olgu.

    Not: Devletçilik hayalleriyle yaşama kitapları satan, ve çoğunluğu aynı hayallerle yaşayanların yazdığı bu sitede doğal olarak “Er-Tarih’e Karşı, Leviathan’a Karşı” sahte bilinçlilerin sinirleri bozar.

    Not: Belki 1053’ü yazan arkadaş sizde bu tarih bilmeden tarihte, ki tarihin kazananlar tarafından yazıldığını da unutsak, sadece bir kısmı tüme mal etme vicdansızlığını görmüş olmalı.

    Not: Aynı zamanda işiniz gücünüz dünyadaki facialarıyla his sömürüsünü yapmakla ait olduğunuz sürüye ne kadar bağlı olduğunuzu pekiştirmek.

    Not: Hannah Arendt kötülüğün banalleştirmesi kavramıyla televizyon, gazete ve medya yetmez gibi, sizin gibilerin de katılacağınızı düşünmemişti.

  1067. Sayın (ogürsel) 1064'e

    Sayın “ogürsel” 1064,

    [Bu kişiselleştirme ahlaksızlığınız, iddianızın “kutsiyetini” kirletiyor. Daha bunu bile aşamamış insanlara güvenilmez.. O cafcaflı “merhametli” söylemlerinizin de iki yüzlü kanıtıdır bu tarzınız…]

    Siz ahlâk bekçisi misiniz sayın “ogürsel”?! “Nasıl ahlâklı olunur?” isimli Das Kapital-vari bir kitap seti yazdınız da haberimiz mi yok?!

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Bayaz Ya-LA-ka”lar, kendimizi daima eleştirirken; siz, kendi kılınıza dokunmaya cesaret edemiyorsunuz! Bizlere, yani “Bayaz Ya-LA-ka”lara laf savuracağınıza; ilk önce kendi kendinizi eleştirmeyi öğreniniz! Bu konuda kendinizi eğitebilecek donanıma sahip gözüküyorsunuz!

    Bir diğer husus:

    Bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerde, hiçbir zaman [kutsiyet] ve benzeri kelimelere tamah etmedik, etmeyiz, etmeyeceğiz! Zaten dünya genelinde, kapitalizmin kuluçka merkezleri olan “şirketokrasi”lerde; “realite dışı alanlarda köle gibi, robot gibi yaşamaya programlanmış damızlık insan sürüsü yetiştirmek amacı” hızla yayılırken; [kutsiyet] ve benzeri kelimelere yakınlık göstermemiz mümkün değil! Saçmalamaktan vazgeçiniz sayın “ogürsel”! Verilere, bilgilere, gerçeklere yoğunlaşınız! Kapitalizmin size DE dayattığı “olasılıklar arasından seçmece yapmak!” oyununu bırakınız! Konformistliğinizden kurtulunuz!

    Sizin gibi özverili gözüken bir şahıs; nasıl olur da evlatlarının, (ve varsa) torunlarının “Beyaz Ya-LA-ka”laşma riskine karşı önlemler almaya çalışmaz?! Bu derece mi unuttunuz kapitalizmi öksürmeyi?!

    “Özel sektör”den haberiniz yok!
    Devlet hastanelerine sırtınızı yaslaya yaslaya göbeğinizi şişirmişsiniz, rahat bir ömür içindesiniz!
    Kafanızı kaldırıp “kapitalist özel sektör makinesi”nin hayatı nasıl parçaladığı hakkında eylemlere başlayacak, “kutsal olmayan!” çözüm önerileri sunacak mecaliniz yok!

    Adeta çürümeye yüz tutmuş, “zombileşmiş memur kılıklı!” bir “insanımsı” izlenimi bırakıyorsunuz! (Yanılmayı ne çok isteriz!)

    “The Zeitgeist Movement”ın sunduğu, [kutsiyet] ile uzak yakın teması olmayan, çözüm önerilerini inceleyecek sabra sahip olmayacak kadar konformistseniz;

    Bari, “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuzla en kısa zamanda görüşünüz! Cumartesi & Pazar yine geldi! Hastanede nöbetçi çizelgesinde adınız yoksa eğer ve kapitalizmin size DE dayattığı “olasılıklar arasından seçmece yapmayacaksanız” bu haftasonu; oğlunuzdan, kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabeti öğreniniz!

    Madem bizleri [güvenilmez] kelimesi ile yaftalıyorsunuz; o hâlde, “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuzla görüşünüz! Eminiz; oğlunuz bizlerden daha [merhametlidir]!

    “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuzu dikkatle dinleyiniz bakalım; size neler neler anlatacak!

    Sonra gelip bu sayfada kafanızı duvarlara vurmayınız: “Keşke ‘Beyaz Ya-LA-ka’ların uyarılarını önemseseymişim!”

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1068. 1065

    Niçin ‘mert’ davranmıyorsunuz pipsqueak?

    1065’de yazan apaçık sizsiniz! Niçin maske takarak, sanki pipsqueak değilmiş gibi davranmaya çalışarak, ‘bias’ üstüne ‘bias’ yapıyorsunuz!

    1024’de yazan da sizsiniz: pipsqueak!

    Kusura bakmayın, kendiniz politically correct’liğin ortalığı toza dumana buladığını söylüyorsunuz devamlı, ama bizzat kendiniz politically correct’lik yaptığınızın farkında değil misiniz!

    Şahısların cinsiyetlerine göre nasıl bir üslup kullanmam gerektiğini gösteren bir hâl, nizam, şablon var mı bu sayfada! Bu sayfada ben, kimsenin cinsiyetine yönelik herhangi bir kelime kullanmamış iken, niçin ‘kadınlık’ durumunu önplana çıkardınız! ‘Mert’ kelimesi kafanıza mı takıldı yoksa! Sizin gibi ‘politically correct’ davranıp, hem kadınların, hem erkeklerin ve hatta LGBTİ’lerin onay makamından geçecek ‘politically correct’ ifadeler mi kullanmak zorundayım! Siz aklınızı mı oynattınız!

    Örneğin ‘politically correct’ davranıp, ‘biliminsanı’ mı demek zorundayım! ‘Bilimkadını’ ve ‘bilimadamı’ demem suç mu!

    Kusura bakmayın, ‘cinsiyetçilik hastalığı’ ile ‘politically correct ifadeleri’ birbirine karıştırıyorsunuz! Her tür ‘cinsiyetçilik’e karşıyım, fakat ‘politically correct’liğin tuzaklarına düşecek kadar da ahmak değilim!

  1069. Ben bu tartışmaları kimi salaklar gibi kişisel görmüyorum ki, öfkeleneyim. Bu aptalca bir duygu.
    Burada kimi yanıtladığımı bilmiyorum. Pipsqueak’ın bilgisine saygım var. Şizofrenik bir parçalanma içinde, “aradan” başka şeyler yazıyorsa bilemem.. Ama öyle ise eleştirdiğim bölümler ona aitse, ona yakışmıyor diyebilirim.
    Sonuçta “doğru” olduğuna kanaat getirdiğim bir bilgi ile karşılaşmışsam buna neden kızayım..
    “Hakikat” her bireyin dışında olan bir şey; “sezdiğimi”, “çıkarsadığımı” yazıyorum; çelişiyor muyuz? Düşünelim..
    Düşünüyorum, okuyorum… Hayır; PQ, her ne kadar bilgili olsa da bir ergen isyanı içinde…
    İnsanlığın akan nehri yatağını oyarken, gelecekte aradığı coğrafyayı akla dayalı, cetvelle çizmeye kalkışanlara şaşırıyorum; insanlığın neolitik devrimden sonraki 2. büyük devrimi Bilim-Teknolojiye ait salt, toptancı reddiyeyi naif buluyorum. Edindiği bilgiler gözümde değersizleşiyor..
    PQ, sempatizanı, PQ’in kendi de olabilir; bu varsayımla yazıyorum…
    Bugün tartışılması gereken, Bilim ve Teknolojinin NASIL ve HANGİ KOŞULLARDA üretileceği ve kullanılacağı olması gerekirken, kısır bir tartışma içindeyiz..
    Bu sebeple ben yalnızca eğlenmek, zihinsel egzersiz amaçlı polemik yazıları yazıyorum..
    Ne acı ki o “çok” bilgi, bir insanın aynı zamanda düşmanı; ölü bilgilerin yerini canlı bilgilere bırakmaması olabiliyor…
    Sonuçta, sohbet ediyoruz…
    Edemiyorsak.. aşağılama yanıtları yerine susmayı da seçebiliriz…
    Ve uzatmıyorum.. kısa yanıtlar yazıyorum…

    Sonra bilgili olmak ile bilgiye dayalı “doğru” çıkarsamalarda bulunmak çok farklı şeylerdir…
    PQ, bilgili ama bence çıkarsamaları yanlış…

  1070. Sayın (ogürsel) 1068'e

    Sayın “ogürsel” 1068,

    [Bugün tartışılması gereken, Bilim ve Teknolojinin NASIL ve HANGİ KOŞULLARDA üretileceği ve kullanılacağı olması gerekirken,]

    Size [kutsiyet] kelimesi ile uzak yakın temas içinde olmadığımızı ifade etmiştik.

    Yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdığınız, sorduğunuz, “beyin jimnastiği” yapmak istediğiniz [Bilim ve Teknolojinin NASIL ve HANGİ KOŞULLARDA üretileceği ve kullanılacağı] konusu ile ilgili; parmaklarınıza ve beyninize zahmet olmazsa incelemenizi öneriyoruz:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    Üşenmeyiniz, inceleyiniz.

    Siz inceledikten sonra yazacaklarınız ve bizim (yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların) size yazacaklarımız, görüşmelerimiz incir çekirdeğinin küçük bir kısmını doldurmaya başlayabilir belki sayın “ogürsel”!

  1071. Sayın 1067
    Hem doğru, hem yanlış!
    Hayır 1065 ve 1024’i yazan pipsqueak değil başka biri. Ama o da pipsqueak.

  1072. Hem doğru, hem yanlış! Sayın 1067
    Hayır 1065 ve 1024’i yazan pipsqueak değil başka biri. Ama o da pipsqueak.

  1073. Olumlu, Yapıcı, Geliştirici Eleştiri Yapmalı
    1960’lar sonundaki ayaklanmalar düzene çok şeyler öğretti.
    Konu: Bu sitede üstü kapalı veya açık büyük bir çoğunluğun çiğnediği bir çikletin doğuşu.
    Uyarı: Lütfen, ciddiye almayın. Gülmek için yazıyorum.
    Not: Bu pek de gülünecek bir konu değil ama olsun. Çünkü Mayaların varlığı bu çiklet arayan şirketler sayesinde ortaya çıktı. Ama Mayalar daha henüz NEOLİTİK DEVRİM, FRANSIZ DEVRİM, hele hele DÜNYANIN EN BÜYÜK BOLŞEVİK DEVRİMİ aşamalarını geçmemişlerdi. Daha henüz İNSANLIK İNSANI olmamışlardı. Onları pek ciddiye almak da gerekmez. Ama şu an bolluğa erişmenin en kolay yolunu bulmuş gibiler: PARAZİTLİKLE geçiniyorlar.
    Gelelim sadede.
    60’lar sonunda düzen savunanlar eşsiz bir çiklet buldular: “Devlet, Kapitalizm, Teknolojinin kökünü kazmak yerine Olumlu, Yapıcı, Geliştirici Eleştiri Yapmalı.”
    İki seçenek var:
    1. Her üçünün kökünü kazmak;
    2. Tamir edip yeniden devreye sokmak.
    Son 5-6 yüzyıl her üçü de eşsiz bir dinamiklikle çıkan tüm sorunları çözdü; kendi kendini tamir etti; dünyanın en hücre köşelerine yayıldı; kişilerin bilinçaltı, bilinç üstü, rüya, hayal, istek, arzu, fantezi, hatıra tüm varlığına, en küçük zerrelerine kadar egemen oldular.
    Bu site tamircilerle dolup taşar.
    Robotlar, uzay turizmi, yapay zekâ, TZM, Venüs projesi, kapitalistsiz kapitalizm, güneş enerjisi, su enerjisi, rüzgâr enerjisi, kuşların kanatlarını çarpmalarından elde edilecek enerji, insanların geceleri uyurken yellenmelerini toplamak, insanları 24 saat uyumadan ayakta tutmak, …
    Dünyada da, benim bildiğim ve çok az ilgilendiğim kadarıyla, bu sitenin huşu içinde andığı Foucault müritleri ve soyu blanquistlere uzanan (Negri, Badiou, deleuzo-guattarist) projeleri, akselerasyon projesi, cyborgcular, google, silicon valley, Çin, transhümanizm, IBM, facebook, twitter ve binlerce sayıda diğer tamir projeleri …
    Hepsi Olumlu, Yapıcı, Geliştirici fikirlerle bu kutsal üçü tamir edip yeniden devreye sokmak için can atıyorlar.
    Bu sitede başkalarının hastalıklarına acımakla günah çıkaranlar bu çikleti çiğnerler ama ayni zamanda OLUMLU, YAPICI, GELİŞTİRİCİ ELEŞTİRİDEN haberleri yokmuş gibi davranırlar.
    İşte size gülmek için fazlasıyla uzun bir fıkra.

  1074. Mehmet Akif Ersoy da medeniyete karşıydı…

    Biri “din okyanusu”nda boğula boğula medeniyete karşı çıkar,
    Bir başkası çarşaf çarşaf yazarak, “Schrödinger’in kedisi” misali, “hem pipsqueak’im, hem değilim” diye diye medeniyete karşı çıkar!

    Artık ey milleti merhume, sabah oldu uyan!
    Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
    Ne Kürtlük, ne de Türklük kalacak aç gözünü!
    Dinle Peygamber-i Zişanın İlahi sözünü.

    Veriniz başbaşa; zira sonu hüsranı mübin,
    Ne hükümet kalıyor ortada, billahi ne din !
    MEDENİYET size çoktan beridir diş biliyor;
    Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

    Ne bu şuride siyaset, ne bu fasid dava?
    Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…
    Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
    Bunu benden duydunuz, ben ki evet, Arnavudum…

    Başka birşey diyemem… İşte perişan yurdum!…

  1075. MURAT SAĞMAN:

    “Türkiye’de piyasalar terör saldırılarına da alıştı, reaksiyonlar git gide azalıyor.

    Küresel likiditede bolluk devam ettiğinden, para akımlarında majör bir aksama meydana gelmediği sürece; Türkiye gibi kırılgan ülkelerin piyasalarında dalgalanma daha az olur.

    Ankara patlamasından sonra, 14 Mart sabahı BİST 100’ün ülkede 1 gün önce sanki hiçbir şey olmamış gibi yükselmeye devam etmesinin, Dolar/TL’nin ve Euro/TL’nin düşüş eğilimi göstermesinin ana sebebi, küresel para akımlarında şimdilik majör bir problem olmamasındandır.

    Ülke içindeki terörün piyasalarımıza etkisi git gide azalıyor.

    Alışılıyor…”

    Tamamı için: (https://www.youtube.com/watch?v=ZZR8wKisyVU)

  1076. Sayın 1073
    Pipsqueak esprisi kimliği üzerinde bir türlü karara varılamayan ünlü bir yazara gönderme yapmıştı. Siz iyi ki kaçırdınız, böylece kendini anarşistlikle süsleyen ve kendilerini anarşist olarak tanımlayanlar sitesinde anarşistlerin medeniyete karşı olmasını Mehmet Akif Ersoy gibi Allah arayan birinin medeniyete karşı olmasıyla karıştırarak benim bu sitenin kalitesi hakkında düşündüklerimi teyit ettiniz. Teşekkür ederim.
    Ama yanlışlığın olumlu tarafı var. Size “Schrödinger’in kedisi” ni bildiğiniz gösterişi yapma fırsatını sağladı.
    Yalnız bu fırsattan tam faydalanıp Schrödinger’i okusaydınız fena olmazdı. Schrödinger’in siz ve sitedeki hemen hemen hepsi gibi medeniyet ve bilimi mal bolluğu sananlar, yararcılık gözlükleriyle görenler hakkında söyledikleri hiç de iç açıcı değil. Böyle düşünenleri hoyratlar yığını olarak görür. Gasset’in tüm bilim adamlarını hoyrat, sıradan, cahil örnekleri görmesine hemen hemen katılır. Okusaydınız belki bunu görüp Schrödinger’in adını ağzınıza almaktan vazgeçerdiniz. Ve hiç değilse ilkelci anarşistlerin neden medeniyete karşı olduğunu anlamada sonsuz küçük de olsa bir ilerleme yapmış olurdunuz.
    Himalaya’ya çıkma bile bir adımla başlar.
    Mehmet Akif Ersoy’un medeniyetiyle benim veya ilkel anarşistlerin ne demek istedikleri arasındaki evren büyüklükteki farkı görmemek çok ama çok utandırıcı.
    Son heyecanlı, dökülen, coşkun, taşkın, taşan yurtseverlik debdebeniz gözlerimi yaşlarla doldurdu. Coşku içinde dile getirdiğiniz vatanseverliğiniz, maşallah! bu siteye çok yakışmış.

  1077. 1075

    Pipsqueak, hangi ‘ünlü’ yazara gönderme yapıyor?

    M.A.Ersoy ismi ortaya çıktı.

    Peki, pipsqueak’in gönderme yaptığı o ‘ünlü’ yazar kim?

    Diğer bir soru, ‘Schrödinger’in kedisi’nin ulu şefi Schrödinger hakkında sen ne biliyorsun, 1075? Senin Schrödinger hakkında ne bilip ne bilmediğin ortada değilken, başkalarını nasıl ‘gösterişçi’ olmakla itham ediyorsun?

    Schrödinger hakkında bildiklerini anlat bakalım, memban sığ mı derin mi görelim…

  1078. Ha ha ha hay! Ha ha ha hay!

    Bilime ve teknolojiye karşı olmak mı!

    Kuzum, siz ne yapıyorsunuz böyle!

    Müteferrika matbaayı kullanamadan suikaste kurban gitseydi, matbaa yine de kullanılacaktı, daha geç gelecekti ama yine de gelecekti ve kullanılacaktı! Eğer şunu

    ‘Our opinion is that war to the death should be instantly proclaimed against them. Every machine of every sort should be destroyed by the well-wisher of his species. Let there be no exceptions made, no quarter shown; let us at once go back to the primeval condition of the race. If it be urged that this is impossible under the present condition of human affairs, this at once proves that the mischief is already done, that our servitude has commenced in good earnest, that we have raised a race of beings whom it is beyond our power to destroy and that we are not only enslaved but are absolutely acquiescent in our bondage.’

    asıl dilinde okumuşsanız, matbaa kullanılmamış olsaydı ‘Erewhon, Darwin among the Machines’ı (Kyrhos yayınları) Türkçe’de muhtemelen hiç okuyamayacaktınız!

    Bilgisayar kullanmayın, kalem kağıt kullanın, hatta onları da kullanmayın, o kutsal, o binlerce yıla yayılmış, Asya medeniyetlerinin sütunlarından olan ‘sözlü nakil’ yöntemi ile diyeceğinizi deyin!

    Bilim ve teknoloji sayesinde Mars’a bir gün koloni kurulacak. Dünya ‘insan hırsları’ tarafından yaşanılmaz hale gelince, Mars’ı da tüketmek için oraya gittiğimizde, siz de artık boşalacak geniş geniş Dünya’da o çok özlediğiniz medeniyetsiz zamanı yaşar ve Mars’a giden mekikler aracılığı ile, oradaki yakınlarınıza, artık medeniyetsiz Dünya gezegeninde okuduğunuz kitapların paha biçilemez ilk baskılarını hatıra niyetine mobilyalarının baş köşesinde sergilesinler diye gönderirsiniz!

    ‘Dünya gezegeninde, medeniyete ve bilim & teknolojiye karşı yaşayan bir yakınımız var. Çok ısrar ettik ama Mars’a gelmek istemedi…’

  1079. 1076
    Son Yazım “Sayın Blöf 1076″a ek
    Dahi olduğunu biliyorum ama yine de hiç değilse ne “medeniyete karşı” ile ne anladığınızın ne kadar yüzeysel ve utandırıcı olduğundan son Fransızca yazımı alın Google’la Türkçe’ye çevirisini yapın. Hiç değilse konunun özünü az çok anlarsın.
    Biraz uyanın lütfen. Bırakın şu kişiliği ve bilgi edinin!

  1080. Bu sansür ve oyunlar son derece faşist, polis oyunları.
    Ya neden yayınlamadığınızı yazın ya da yayınlayın. Başkalarını hemen yayınlıyorsunuz.
    Bu kişilik düşmanlıpğı çok ayıp’

  1081. Benim yazıları hemen tanıdığınız belli, oyun yapmayın. Ve okuduğunuz da, okumuyorum diye yalan söylemenize rağmen, belli.
    Yazının nereden geldiğini bilmek çocuk oyuncağı. Kim kandırıyorsunuz. Bu değil mi eski Stalinci taktikler?

  1082. Dezenfermasyon kavramı Sovyetler’den Batı’ya geçti.

  1083. Nedense Yayınlanmayan bir Yanıt
    Bu yazı ne kendilerini anarşist tanıtan aslında tiksindirici rahatlık içinde tiksindirici konuşanları tenkit eden biri tarafından yazılmadı. Formülleri hala kuantum fizikte kullanılan bir bilim adamı, ama dürüst ve bilgili, dilenci felsefesi savunan biri değil. Basım tarihi 1935.
    Uyuşuklar hala “kapitalizm efendim, kötü ellerdeki kapitalizm uykusunda”, “bizim tanıdıkların eline bırak, bak neler olacak” ve benzeri çirkin laflar ederler.
    Erwin Schrödinger, bolluk ve zenginlik için onur, gurur kalmamış, rahat hayatın taş uykusuna dalmış soytarılardan biri değil.
    Yazar: Erwin Schrödinger
    Kitap:Physique quantique et représentation du monde = Kuantum Fiziği ve Dünyanın Temsili (bilimi Allah’dan inen vahiy sanan müminler için bu ‘Dünyanın Temsili” sözü bir anlam taşımaz).
    Bilim ve Hümanizm
    Çoğunluk, özellikle bilime karşı derin ilgiden yoksun olanlar bilimin yaşamda ve bilgide yapmış olduğu katkının değeri önemsizdir. Önemli olan, çok az sayıda bilim adamının katıldığı, bilimin pratik hayata getirdikleri görüşü: TEKNOLOJİ, ENDÜSTRİ, MÜHENDİSLİKTE DEĞİŞMELER. Ne var ki, bu değişmeler en azından son iki yüzyıl tüm yaşam şeklimizde kökten değişmelere neden oldu ve gelecekte daha da hızlı değişmeler beklentisine yarattı.
    Değer sorunları incelemek çok daha zor; bu alanda, reddedilemez argümanlar sunmak neredeyse imkânsız. Her halükarda, üç ana nedene dayanarak bu pratik anlayışa karşı fikirlerimi sunacağım.
    İlk başta, doğa bilimlerinin büyük ölçüde diğer Almanca bilgi, Wissenschaft, anlamına gelen diğer bilgi türleriyle aynı seviyede olduğunu düşünüyorum. Tarih, filoloji, felsefe, coğrafya, sanat tarihi dallarında araştırmaların müzik, resim, heykel veya mimarlığa katkıları veya – arkeoloji ve tarih öncesi çalışmalarının pratik faydaları olmasa da bu alanda bazı ilerlemelere dolaylı neden olurlar. Bu açıdan baktığımda doğa biliminin özel bir ayrıcalık taşıdığına inanmıyorum.
    Bazı doğa bilimleri insan yaşamına hiç bir pratik katkı yapmazlar: astrofizik, kozmoloji, bazı jeofizik dalları. Bu da benim ikinci ana fikrim. Hatta depremler üzerine yapılan araştırmaların çoğu deprem bölgelerinde yaşayanların başka yerlere taşınmasına neden olmaz.
    ÜÇÜNCÜ OLARAK, ENDÜSTRİ VE TEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELERİN İNSANLIĞA YARARLI, İNSANLARI DAHA MUTLU ETTİĞİNE İNANCINI ÇOK ŞÜPHE GÖTÜRÜR. Burada ayrıntılara giremeyeceğim. Ne de gelecekteki gelişmeleri ele alabileceğim. YAPAY RADYOAKTİVİTENİN YERYÜZÜNE YAYILIŞI VE İNSANLIĞI SÜRÜKLEYİCİ KORKUNÇ SONUÇLAR DEHŞET YARATICI. Aldous Huxley’in “Maymun ve Öz” kitabı hem ilginç hem de dehşet verici. Bir örnek olarak sadece ulaşıma bakalım. Tüm mesafeler sıfır kadar az bir ölçüye indiler. Ama son on yirmi yıl içinde en ucuz ulaşım ücretlerine iki veya hatta üç misline çıktı. Birçok aileler ve yakın arkadaşlar birbirlerinden uzağa dağılırlar. Eğer aralarında zengin olanlar arada bir birbirlerini görebilseler de fakirler büyük bir maddi fedakârlık karşılığı, sadece çok kısa bir süre içinde, gözyaşları içinde ayrılarak aynı şeyi yapabilirler.
    Şimdi bana sormak istersiniz ve hatta sormak zorundasınız: “Size göre doğa biliminin değeri katkısı ne?” Cevabım: “Doğa bilimlerinin nesnesi, amacı ve değeri her hangi diğer bilgi dalıyla ayni.” Hatta daha ileri gidip tek başına hiçbir bilim dalı bir değer taşımaz; salt birlikte bir değer taşırlar. Daha da basit bir biçimde ifade edilebilir: “KENDİNİ TANI.” Veya Plotin’in sorusu: “Son tahlilde biz kimiz?” Ve Plotin devam eder: “Belki bu dünya var olmadan önce, diğer tür insanlar veya hatta tanrılar olarak, ayrı ve parçalanmış değil, saf tin ve ruh olarak tüm evrenle birleşik, anlaşılabilir bir dünyanın içindeydik.”
    Not: Sizin gibilerin bolluk rüyasına ters düşen kısımları özellikle anlatan kısımları büyük harflerle yazdım.
    Not: CONNAIS-TOI TOI-MÊME = kendini tanı. Hemen arkasından sizleri düşünen bir filozof, “Devleti tanımazsan, kendini tanıyamazsın!”, dedi.
    Not: Eğer medeniyete karşı gelen anarşistler hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, ya öğrenin ya da bu 17. yüz yıl ilahilerinden vazgeçin. Bu yaptığınız yobazlığın ta kendisi.

  1084. 1077
    Önce dünyamızı sizlere salt şantaj yapmakla geçinenlerden temizlesek, geri kalan kolaylaşır.
    Bu İngilizce metini yayınlayan benim yabancı dilden aktardıklarımı yayınlamıyor. Neden acaba?
    “Our opinion is that war to the death should be instantly proclaimed against them. Every machine of every sort should be destroyed by the well-wisher of his species. Let there be no exceptions made, no quarter shown; let us at once go back to the primeval condition of the race. If it be urged that this is impossible under the present condition of human affairs, this at once proves that the mischief is already done, that our servitude has commenced in good earnest, that we have raised a race of beings whom it is beyond our power to destroy and that we are not only enslaved but are absolutely acquiescent in our bondage.’”,
    Ben bu yazıyı Türkçe’ye çevirip göndermiştim. Matbaayı övmeyi her bilgiçlik taslayan zavallı Atatürk evladı yapabilir. Ama yazımı okumamışsın bile ve diğerleri gibi medeniyete karşı olmanın ne olduğu hakkında hiçbir bilgin yok.
    Bu Sitede 1077 gibi olanların falına bakan, geçmişte olanları olduktan sonra görecek kadar büyük bir dahiye devekuşu olduğunu hatırlatacak kimse yok mu?
    Modern Çağlar = Sıradanlar, Beyni Yıkanmışlar Çağı= Düzeni Koruyan Köpekler Çağı

  1085. MERDİVEN DİNİNİN İLMİHALİ

    MERDİVEN dininin müminlerinin İLMİHALİ 1:
    Bir Marksist tarihçi, Mezopotamya denilen bir yerde, doğaya karşı savaş açan salakları tüm İNSANLIK ilan eder. Bu savaşa cici bici NEOLİTİK DEVRİM adını takar. Her çağdaş olmaya özenen ama Atatürk’ün pabucunu dama atan bu sakızı çiğner durur.

    MERDİVEN dininin müminlerinin İLMİHALİ 2:
    İnsan dolu yerler keşfedilir. Bu keşfi zavallı çocukların beyinlerine COĞRAFİ KEŞİFLER diye tıkarlar.

    MERDİVEN dininin müminlerinin İLMİHALİ 3:
    21. yüzyılda bile bu beyin yıkamadan geçmişler hala ve hiç utanmadan salt bir avuç insanı İNSANLIK sayarlar.

    MERDİVEN dininin müminlerinin İLMİHALİ 4
    Keşfedilen yerdekiler daha henüz NEOLİTİK DEVRİM’DEN geçmediklerinden İNSAN sayılmazlar. HIRİSTİYAN KİLİSE, Allah’ın yarattıkları muhasebesine göre bu insan dolu keşfedilen yerdekileri İNSAN saymaz; SEKÜLER-LAİK-BOLLUK-ZENGİNLİK KİLİSESİ de ATATÜRK-MARKS eğitimi muhasebesiyle bu insan dolu keşfedilen yerdekileri İNSAN saymaz.

    Bağnazlık ve yobazlık ancak bu kadar olur. Beyinler ancak bu kadar temiz olur. İnsanlar o kadar ezilmiş ki insanlığın en güzel bir özelliği olan gülmeyi bile beceremiyorlar. Stres, efendim stres, bunlara antidepresan lazım. Bu kadar çılgınca bir komediye gülecek takatleri bile kalmamış.
    Zavallı Atatürk-Marks’ın vefakâr askerleri!

  1086. Aşağıdaki dünyada en itibarlı bilimsel araştırma yapılan yerlerdeki son bulgulara göre yağlar beyinlerde de toplanıyormuş.
    Buna en çok zeki olma heveslileri arasında tastlanıyor. Göbek değil kafa şişiyormuş.
    http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/
    http://www.scientificamerican.com/article/fats-in-the-brain
    http://www.info-radiologie.ch/
    http://www.cerveauetpsycho.fr/
    Ne yazık ki, bu bilgi her zaman olduğu gibi kırıntılar ve parazitlikle geçinen ve diğer diller bilmeyenlere çok sonra gelecek.
    Not: parazit ve kırıntılarla geçinenler eğer göbeği yerine kölelikle banka hesaplarını şişirmiş, dünya cennetine kavuşmuşlarsa, kendilerinin kırıntılarla geçindiğini ve parazit olduğunu, normal olarak, görmezler.

  1087. CAHİLLERE GÜVENİYORUM. ÇÜNKÜ...

    Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı, okuma oranı arttıkça kendisine afakanlar bastığını söyledi ve cahil, okumamış halka daha çok güvendiğini belirtti. Prof. Arı, “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayışına, sezgisine) güveniyorum bu ülkede” dedi.

    “KRT” isimli televizyon kanalında Çağlar Cilara’nın konuğu olan Prof. Dr. Bülent Arı, “Erdoğan giderse tam bir felaketle karşı karşıya kalırız” diye ekledi.

    “EN TEHLİKELİ OLANLAR ÜNİVERSİTE MEZUNLARIDIR”

    “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayışına, sezgisine) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar, okumamış, hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halktır. Onlar bu yanlışların hiçbirini yapmazlar, o beyannamenin ben neresinden tutayım. Daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi ateşe sürüklüyorlar Türkiye’yi. Türkiye’nin okumuş kesimi, profesörlerden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları. Olayları en rahat okuyanlar ilkokul mezunları. Çünkü zihinleri berrak. Üniversite ve sonrası durum çok vahim çünkü gidişatı okuyamıyorlar, zihinleri bulanık.”

    “OKUMA ORANI ARTTIKÇA BENİ AFAKANLAR BASIYOR”

    “Sultan Hamid devrine geri dönelim, Sultan Hamid, mülkiye olmak üzere Sultanileri kurdu. Yani medreselerde az çok, kıt kanaat sadece dini tedrisat olmak yerine, laik eğitimi bütün ülkeye yaydı. Yani Osmanlı aydınlanmasını sağlayan Sultan Hamid’dir. Bu okullarda okuyanlar Sultan Hamid’i devirdiler. Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben açıkçası korkuyorum, ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum. Ben sürekli Refik Halit gibi gözlem yapıyorum, trafikte en tehlikeli tipler üniversite mezunlarıdır. Bakın normalde hiç okumamış kesimler trafikte bir şey verdiğiniz zaman ona uyarlar, bunlar sürekli tehdit oluşturmazlar. Dünyanın gidişatını göremeyenler okumuşlardır. Okuma oranı arttıkça Türkiye’de olayları tahlil kabiliyeti azalıyor.”

    “SEVDİKLERİMİZDEN DE VAZGEÇECEĞİZ”

    “Erdoğan giderse tam bir felaketle karşı karşıya kalırız. Gelecek nesillere bir şey bırakabilmemiz için evet bizim de ölmemiz gerekiyor. Sevdiklerimizden de vazgeçeceğiz. Üzeri örtülü görünmeyen bir savaş halindeyiz, bunu kabul edelim.”

    21 Mart 2016
    [ http://odatv.com/okuma-orani-arttikca-beni-afakanlar-basiyor-cahil-kesime-guveniyorum-2103161200.html ]

  1088. “… Bu, Foucault’un Kelimeler ve Şeyler adlı kitabındaki savıyla…

    Buna göre insan 18. yy sonlarına dek var olmadı. Tanrı ancak o zaman evrenin merkezindeki yerinden edildi ve insan bilginin hem nesnesi, hem de öznesi oldu. ”
    **
    Şimdi Foucault böyle diyor da böyle.. demiyorum…
    Ama olgu böyle ve bu saptamaya katılıyorum!
    Yineliyorum; insan kültürel bir varlıktır… ve böylece insan oldu!
    Ama “Homo Sapiens’e” de bir lafımız yok… “insandan” daha değersiz değildir ama … bu yaklaşım, tanım olarak; cehalet ve vahşi geleneklerle hesaplaşmada işe yarayabilir…

  1089. Sayın Ogürsel Abi,

    Sizin 1005’de yazdığınız materyalist, sınıfsal mücadeleler tarihini bilmenin önemli olduğundan ilham alarak bu konularda daha donanımlı olmak istedim.

    Ama materyalizm üzerine okuduğum bilim ve felsefe kitaplarına göre artık kimse materyalist düşünceyi savunmuyor. Önce materyalist dünya gerçek dünya olmuş. Sonra insandan bağımsız dünya olmuş. Daha sonra ne olduğunun anlaşılmasından vazgeçilmiş dünyanın nasıl çalıştığı anlamak asıl amaç olmuş. Ve ne nihayet şimdi, anladığım kadarıyla, esas konu “insan dünyayı nasıl anlıyor. “, olmuş. Her şey sayıdır veya semboldür diyenler bile var. Zaten ve yine anladığım kadar, bilimin doğuşundan bu yana, dünya bizim duyularımızla algıladığımız materyal dünya değil o dünyayı oluşturan zaman, mekan, kitle, ve bu temel varlıkların matematiksel ilişki ifadeleri.

    Hatta Antik Yunan’da bile atomlar ontolojik birimler değiller, sadece değişmeyi açıklarlar.

    Anladığım kadarıyla atomun varlığıyla zirveye ulaşan materyalist bilim, elektriğin bulunmasıyla kuşku yaratmaya başlar. Esîr’in varsayılmasıyla materyalizm ayakta tutulur ama esîrin olmadığı ispat edilir. Ardından radyoaktivitenin bulunuşuyla atomun töz oluşturan en küçük parça olmadığı ortaya çıkıyor. Buna da bir kurtuluş yolu bulunur ama o da büyük bir darbeye uğrar ve nihayet fizikçiler materyalist düşünceden vazgeçerler. Diğer yandan dalgalar enerji taşıyorlar ama kendileri materyal değil. Enerji bir çeşit kitle ama bizim anladığımız anlamda materyal değil.

    Lütfen, sizin anladığınız materyalist tarihindeki materyalin ne olduğunu açıklar mısınız? Kitap isimleri verir misiniz?

  1090. “NLRBE”: Natural Law/Resource-Based Economy

    (The Zeitgeist Movement, the Polish chapter presents)

    This episode of TZM global is hosted by Jasiek Luszczki from the Polish chapter of TZM. Today’s show features an interview with two activists of the Rotterdam TZM Chapter (Holland) – Anthony Jacobi and Robert Schram.

    They talk about their way of utilising the NLRBE-like philosophy and code of conduct within the confines of today’s monetary system. They present some ideas on how to move away from “business as usual” (working for profit) to “awareness as usual” (generating social capital) mindset.

    Address: ( https://www.youtube.com/watch?v=egxopLfju4s )

  1091. Bazı Parazit olmayan, Yüzlerine Yağan Yağmurlarla Serinlenen, Yüce ve Eşsiz Bilgiçlikleriyle Gurur Duyan İlericilerden Alıntılar la Sonsuz Küçük Değersiz Pipsqueak Bilim Adamlarından Alıntılar.
    Tabii önce Parazit Olmayan Ne mutlu Türk Olanlar.
    1. Buzdolabı, saç kurutma vs. muhasebecisi:
    “Ha ha ha hay! Ha ha ha hay!
    Bilime ve teknolojiye karşı olmak mı!
    Kuzum, siz ne yapıyorsunuz böyle!”
    2. “olgu”yu olduğu gibi gören bir Allah, bir mucize, bir ucube, bir “bankada param var, o halde kafam çalışıyor!”. Bir Türk Descartes’ı.
    ” “Olgu yoktur, olguların yorumları vardır. Sizin yorumunuz ırkçılık ve görmemiş olmaktan kaynaklanıyor”
    hımmm.. Demek olgu yok…”
    Her ikisi de mal sayma muhasebeciliğiyle bilimi aynı saydığından bundan sonraki bilim adamı pipsqueaklerden alıntıları sadece sıralayacağım
    1.
    All of our exalted technological progress, civilization for that matter, is comparable to an axe in the hand of a pathological criminal.
    Bütün yüceleştirilen teknolojik ilerleme ve hatta medeniyet de, patolojik bir suçlunun elinde bir baltaya benzer.
    2.
    Anyone who thinks science is trying to make human life easier or more pleasant is utterly mistaken.
    Bilimin insan hayatını daha kolay ya da daha zevkli yapmaya çalıştığına inanan köküne kadar yanlış.
    3.
    All the fifty years of conscious brooding have brought me no closer to answer the question, “What are light quanta?” Of course today every rascal thinks he knows the answer, but he is deluding himself.
    Son elli yıl, “ışık quantaları nelerdir?”, sorusuna derin düşünceler içinde aradığım cevapta bir adım dahi ileri atamadım. Tabii zamanımızda her soytarı cevabı biliyor. Ve salt kendini aldatır.
    Not: Bu zavallı pipsqueak bu sitedeki bilim severleri hiç okumamış.
    a) quanta = olgu= materyal,
    b) cevabı bulamayışının nedeni alçak kapitalistler,
    c) kapitalizm bizim genç dinamik ve bizler kadar zeki çocukların eline geçse mal bolluğu artar, her şeyi robotlar yapar, robotlar seks de dahil her türlü ihtiyaçlarımızı karşılarlar,
    d) biz de şimdikinden daha zeki oluruz ve uzay turistliği yaparız. Olan dünyayı televizyonda görmekten bıktık, yeni heyecan istiyoruz! Televizyon, gazete, medya, facebok, twatter, youpooplara rağmen bunalımlara giriyoruz, canımız sıkılıyor. Şarlatan ilaç fabrikalarının komisyoncuları doktorların verdikleri antidepresanlara karşı bağışıklık geliştirdik, artık etkili olmuyorlar.
    4. Bilimde teori ne deney OLGULARININ betimlemesi ne de bu tasvirden varılan sonuçtur. Bilim adamı kurama kurguları aracılığıyla varır. Bu yöntemde, OLGULARDAN teori varsayımı sonucuna değil, tam tersine varsayılan teoriden OLGULAR ve deneylerine varılır. Kısacası, önce kurgusal teori, sonra teoriden çıkan mantıksal sonuçların deneyleri gelir.
    Eğer konuşma dilinde OLGULARLA OLGULARIN deneysel tasvirleri kavramı arasındaki fark olduğu anlaşılsa, bu yosun beyinlerin şaşkınlığı (benden not: belki, belki, belki) kaybolur. Çok daha kısacası, her bilim teorisi OLGULAR ötesinde felsefi varsayımlar içerir.
    Atom içi çalışmalarda günlük hayatta alıştığımız ŞEYLER ve OLGULAR yok. Olasılıklar ve potansiyeller var.
    Not: Bu zavallı pipsqueak de bu sitede OLGULARI; MATERYALİ, BİLİMİ bilen sonsuz sivri kelleli ve bir türlü sesini kesmeyen çaçaron, ağzı gevşek, çenebaz, lafebesi, ağzı laf yapan ve hepsinden ötede hiç utanmayanlardan ders almamış.
    Bu site bilgiçleri uslu, evcil, terbiyeli, ileriye umutla bakan, çoluk çocuk ve aile sahibi, aklı başında insanlar. Bunlarda çok hikmet var.
    Ama.
    Diğer bir ünlü yazara göre:”Delilikten kurtulan salaklaşır.”

  1092. %50 anarşist özgürcü sosyalist oldu, insan doğa eseri bir varlıktır diye ötüp duran insan kültürel bir varlıktır ilahilerini şakırdatmaya başladı. Bu site politikacı yetiştirme üniversitesi, sık sık renk ve fikir değşitirenler barınağı, ucuz politika tüccarlarıyla dolup taşıyor. MAŞALLAH!

  1093. Sayın Gün Zileli,
    Bazılarının İngilizce yazılarını yayınlıyor bazılarını yayınlamıyorsunuz. Siz sonsuz sayıda çeviriler yaptığınızdan ve yazıları okuyup elediğinizden benim İngilizce yazılarımda küfür veya hakaret olmadığını bilecek kadar İngilizce biliyorsunuzdur.
    Neden benimkiler sansürü geçmiyor?
    Uzunsa kısaltırım, pisse temizlerim, İngilizceyi çözemezseniz yazın izah ederim.
    İyi Günler Efendim

  1094. (1) SORUN NEDİR? İNSANDIR!

    “Din okyanusunda boğulanlar”ın medeniyet algısı ile “ilkel anarşistlerin ne demek istedikleri”ni anlatmaya çalışan pipsqueak’in medeniyet algısı niçin hep birbirine karışıyor?

    “Başkasında görüp de nefret ettiğin şey, sana edeb olarak yeter.” (Hz. Alî)

    SÖZBAŞI:

    Aristoteles, felsefe-bilimi “yarar” dolayısıyla uygulanabilirlik gâyesine kapalı tutmuştur. Yalnızca bilmek uğruna bilgi edinmeği istemek…

    Bilim, aklî olmanın yanısıra, fizik dünyayı dahî göz önünde tutmak zorundadır. Bu husus da, nihayet bize bilimin positiv yönünü gösterir.

    Duyu verilerini derleyip toparlayarak değerlendiren (…) akla bağlı çalışan zihindir. Akl’ın (…) tecrübelere tekrar eğilip onların arasında (…) bağlantılar kurarak yaşantıyı şekillendiren yönü aklıselimdir.

    Bu kâbil kimselere bilge diyoruz.
    Bilgeliğin şu durumda, kendisinden çıktığı, fışkırdığı pınar, aklıselimdir.

    Aristoteles’in elinden bilimi doğurmasıyla felsefe, annesi bilgelikten, dolayısıyla aklıselimden uzaklaşmağa koyulup akl’ın biçimselleştirici etkisini benimser olmuştur.

    Salt akıl (…) duygulardan tecrid olunmuş düşünceler demek olan fikirlerin müellifidir.
    Salt akıl, zaman ile mekâna aşkın olup insanlığın ortak paydasıdır. (sayfa 14)

    Evrensel genelgeçerlilik kazandığı ölçüde örf, ahlak durumuna gelir.
    Ahlakın (…) felsefede akıl işlemine tâbî tutulması (…) bu durumda da ortaya hukuk yahut fıkıh çıkar.

    …biçimselleştirilmemiş ahlak esaslı mistik bilgelikler (…) bunlara haddizatında hikmet denilir.

    Salt aklın biçimselleştirici sürecine tâbî felsefeden bilim doğmuştur.

    Aklın ve gönlün, bu hikmet ateşiyle yanıp tutuşması filo-sofiyadır. (sayfa 15)

    İngiliz-Yahudi medeniyetleri çerçevesinde felsefe, filo-sofiya kökü kökeninden koparılmış, tam anlamıyla biçimselleştirilmiş işlem dizileri durumuna sokulmuştur.

    …biz de burada kadîm felsefe yapma usûlu ile üslûbuna geri dönüyor, felsefemize filo-sofiyayı esas alıyoruz.

    İslam dini ile klasik medeniyeti felsefemizin de neşvünema bulduğu topraktır, zemindir.

    Din, hayattır…
    Hayat, dirim faaliyetleri demek olan yaşamayı aşar.

    Herakleitos’un logos’u manasında idrâk ettiğimiz akıl ile gönülden sudur bulan filo-sofiya esaslı, hikmet çıkışlı felsefe, insanı yalnızca yalınkat yaşayan değil, ama ondan çok daha fazla, ölümü-aşmaya-yönelik-hayatla-donanmış-varlık şeklinde algılayıp belirlemiştir. (sayfa 16)

    Hayat, nasıl dirimsel yaşamayı aşmaktaysa, din de hayatın ötesine işaret etmektedir.

    Dinin aslî görevi, kişiyi ölümle birlikte vücudunu terkedecek olan ruhuna, böylelikle de salt ruh hayatına alıştırmaktır. Dünya hayatı bedenle el ele, kol kola yürüyen nefsin işidir.

    Felsefe, en çapraşık metafizik işlemleri sırasında bile, dinle arasındaki sınırı şaşırmadıkça meşrû zeminlerde hareket etmiş sayılır. Karşılıklı hudut ihlallerinin sonucundaysa, ya din felsefîleşmiş (Ortaçağ Hıristiyanlığında gördüğümüz gibi) ya da felsefe dinîleşmiştir –İslam medeniyetinde karşılaştığımız durum.

    Felsefe-bilim, açıklayıcı ve bilgilendirmecidir. Dine gelince; o, kural-koyucudur. Din, akıl yürüterek, demek ki gerekçe göstererek, kanıtlayarak açıklayıcılığa kaydığı ölçüde felsefîleşir. Ötekisi de kural-koyuculuğa yöneldiği oranda dinîleşir.

    Bilgi, bir yahut birkaç olayın aid olduğu olaylar kümesindeki yerinin tesbiti ile tefrikidir. İlim ise, bütünlüğü görme kabiliyeti ile sanatıdır.

    Aklıselimi besleyen gürpınar, sezgidir.

    Her halis felsefe çalışması, haddizatında bir ahlak irdelemesidir.

    Bir felsefe çalışması soru tarafından başlatılıp yönlendirilir.

    Sorunluluk demek olan felsefe araştırması, kişiye huzur vermez…

    Akıl, zihne hükmeder. Aklın işleyişini (…) metafizik, tayin ve tesbit eder.
    Bu (…) bir transsendental araştırmadır.

    İnanç düşünceden öncedir.

    İman, inanmanın (…) düşünmenin kılavuzudur.

    Kitapta izlenen yöntem, genelde Descartes’ın önerdiğinin doğrultusundadır.

    Felsefe tarihi (…) insanlık tarihinin bilincidir.

    Arzulanan (…) bilginin öğrenilmesi iradesi meraktır.
    Bunun dile getirilme biçimi sorudur.
    Şu durumda sorunun annesi merak, yavrusuysa bilgidir.
    Sorun Nedir? / Soru’nun geniş çaplı araştırılmasıdır.

    İcrâsı en kolaymış gibi görünen iş, aslında en zor olanıdır.

    BİRİNCİ KİTAP
    SORU – SORUN – MESELE VE BUNLARIN MUKÂBİLİ:
    CEVAP – ÇÂRE – ÇÖZÜN SORUNLARI

    “…soru, bilginin yarısıdır…” (Mevlânâ)

    Yaş git gide kemâle erdikçe de “bu nedir”in yerini “bu ne demektir?” sorusu almağa başlar.

    …kavrama ilişkin sorduklarımız, anlam sorusudurlar.
    Anlama ilişkin sorular ise, meseledirler.

    …kavramın anlamı sorulduğunda, gidilecek olan (…) cevap değil çaredir, çözümdür.
    …meseleler cevaplandırılamaz, onlara çareler getirilir.

    Felsefenin özgül işi, aşırı soyut sayılan kavramların anlamı nedir sorusuna cevap bulmak, yani bunları çözüme kavuşturmaktır.

    …kavramların anlamlarını karşıt eşleriyle kavrayıp çözümlemek suretiyle çözmek mümkündür.
    Buysa (…) diyalektiktir, cedeldir.

    İKİNCİ KİTAP
    DİRİM GERÇEKLİĞİN SORUNU

    1
    CANLILIK SORUNU
    CANLILIK KİMİN MALIDIR: “FİZİK”İN Mİ YOKSA “METAFİZİK”İN Mİ?

    …insan, bir yanıyla canlıdır. Canlı olan tarafına da beşer diyoruz.
    Beşeri canlılar bilimi inceler
    İnsanı da metafizik (ilahiyat / theologie) ele alır.

    Can sözü sorunludur. Ruhun yahut nefsin Farscasıdır. Şu durumda canlı, ruhlu yahut nefsi olan demektir.

    Can, ruh yahut nefs, zaman – mekân boyutlarında yer almaz, dolayısıyla bizzat duyumlanmaz.

    Canlı iki cepheli bir varolandır. Bunlardan biri iç, ötekiyse dıştır. İnsan açısından duyulara açık olan yüzeye dış, olmayanaysa iç diyoruz.

    Varlıkça her üst seviye alttakine dayanır. Ama canlı-olmayandan farklı olarak alttakine indirgenemez. Zirâ Aristoteles’in tesbit ettiği üzre, canlı gâyeli bir varolandır.
    Onun gâyesi tohumuna gömülüdür. Tohumuna-gömülü-duran-gâyeliliğe kuvve diyoruz.
    Tohumun yani kuvvenin gizlilikten görünüme, gâyeye yürümesi fiildir.

    Canlı, yaşanandan-önceki-zamana bağlıdır. Böyle olan varlığa tarihli diyoruz. Her canlının iki çeşit tarihliliği vardır. Bunlardan biri doğum dediğimiz, kuvvenin fiile dönüşmesi evresiyle başlayan süreçtir. Bahsedilen sürece bireyoluş denir. Bireyoluşa zemin hazırlayan kuvvenin fizik-kimya özellikleri canlı bireyin dirimsel seleflerinden gelir. Dirimsel seleften halefe intikal eden fizik-fizyolojik-morfolojik malzemeye kalıtım denir.

    Genetik, canlının bireyoluş denilen kısa ile soyoluş diye nitelenen uzun vadeli geçmişlerinin ortak verisidir. Canlının bireyoluşunu inceleyen embriyolojiyken, soyoluşunu araştıran evrimdir.

    Evren, Platon’un bildirdiği üzre, karanlıktan ışıl ışıl yayılarak serpilen bütünlüktür.
    Bu bütünlüğe düzgünlük demiştir.
    Düzgünlüğün bilinebilirliği (imkân-kuvve) ile bilinişi (fiil) Âlemdir.
    Hareketleri ile yapıp ettiklerinin, nasılı ile niçinini bilen bilinçlidir.
    Bilincin saklandığı muhafazaysa nefstir. (sayfa 45)

    …çift görünümlü evrimin, maddî cephesi fiziğin, yani doğa biliminin nesnesiyken, nefs – bilinç yakasını temsil eden maneviyat da metafiziğin konusudur.

    Beşer bireyi ile kendini çevreleyen dünya arasında kurulan köprüye kültür diyoruz.

    Arapcanın nefsi – Türkçeye nefes şeklinde geçmiştir – veya ruhu gibi, Latince de anima da yel ve soluk demektir. Anima, Yunancada aynı anlamı taşıyan anemostan gelir. Bu kelime, Sanskritçenin atmanı ve Germence-Almancanın Atemiyle kökdeştir.

    Canlı, canlı-olmayan öğelerin birleşiminden oluşur.

    Canlıya vücut veren canlı-olmayan öğelerin başında karbon, oksijen, nitrojen (yahut azot) ile hidrojen atomları gelir.
    Bu atomlar, canlıda (…) organik bileşikler halinde bulunurlar.

    Söz konusu organik bileşikler başlıca dört büyük öbek şeklinde sınıflanırlar:
    1) Karbonhidratlar
    2) Yağlar
    3) Proteinler
    4) Çekirdek asidi (nükleik)

    Karbonhidratlar da dörde ayrılırlar:
    1) Monosakaritler (basit şeker / glukos)
    2) Disakaritler (sakros ile laktos)
    3) Trisakaritler (raffinos,
    4) Polisakaritler (nişasta, selulos)

    Proteinler, karbon bileşiklerinin üçüncü çeşididirler. Yapıyı oluşturan temel birimler amino asitlerdir.

    Karbon bileşiklerinin dördüncüsü çekirdek asitleridir.
    Çekirdek asitleri (…) kalıtımın taşıyıcısı deoksiribonükleik ile ribonükleik asitleri teşkil ederler.

    DNA, canlının beslenme durumuna göre miktarca değişmez.
    RNA ise, değişir.

    DNA molekülünü oluşturan iki sarmal zincirinin her biri münâvebeli şekilde şeker ile fosfat öbeklerinden meydana gelir.

    İki zincir arasındaki ilintiyi kuran hidrojen bağlarıdır.
    İki zincirin bir yakasında adenin, öbüründeyse timin öbekleri oluşturur.
    Yakaların birinde guarin öbeği yer aldığında, onun karşısına sitosin düşer.
    Adenin – timin; guanin – sitosin.
    Çeşitlemeler hep zikrolunan çiftler arasında vukuu bulurlar. Yerler değişir, fakat çiftler aynı kalırlar.

    Eskiçağ felsefesinde düzgünlükten varlığın tümlüğü anlaşılmıştır.
    İslam düşüncesinde (…) Âlemle kasdolunan, varlığın düzgün tümlüğünün bilinirliğidir. (sayfa 53)

  1095. (2) SORUN NEDİR? İNSANDIR!

    2
    EVRİM İLE TARİH SORUNLARI

    Her canlı birey, biçim ile yapıca kendine has olmakla birlikte, bunların dışında ana hatlarını kendisinden ortaya çıktığı ebeveyninden kalıtım yoluyla alır.

    …her birimiz, birey olarak, dil ile din başta olmak üzre, genel ve daha ziyâde zahirî özelliklerimizi toplumumuz ile kültürümüzden alırız. (sayfa 54)

    Hatırlayarak düşünmelerimiz, hep geçmişte başımızdan geçenler üstünedir.
    Kendi ‘ben’imizi aydınlatan, kendimize açan düşünceler, bilincimizi oluştururken; çevremize ilişkin olanlar, ‘bilgi’lerimizi meydana getirirler. (sayfa 57)

    Dini, felsefe-bilimle karıştırmak metodolojik ve epistemolojik yanlışlığa yol açar. Hatada ısrar ise, kişiyi taassuba sevkeder.

    …ahlak’ın hiçbir unsur ile veçhesini kişi, kendi dışındaki ‘doğal dünya’da bulmaz, bulamaz.

    3
    BEŞERDEN İNSANA SORUNU

    Hayatımızın dayandığı maddî unsurların tamamını Karl Heinrich Marx, ‘altyapı’ diye adlandırmıştır.

    …insanın ‘dirim-beşer’ yanı, onun ‘altyapı’sını oluştururken, ‘insan-kültür’ ciheti de ‘üstyapı’sını teşkil eder.

    Biri olmaksızın öbürü de olamaz.

    …dirim-beşer’ yanımız, ‘maddî’; öteki tarafımızsa, ‘ruhî-manevî’ cihetimizdir.

    ‘Beşerleşmek’, dirimbilimsel/biyolojik bir vakıadır. ‘İnsanlaşmak’ ise, dirimbilimötesi olaydır.

    Varlık bütünlüğü, İslâm düşüncesi uyarınca, anlamlı düzenlenmişliktir (Âlem).

    (‘Âlem’) onu bilip anlamlandırma şevkiyle yanıp tutuşan, hayatını bu davaya adamış kişi de âlimdir. (sayfa 65)

    İnsan ızdırabının baş sebebi hürlüktür.
    Zirâ insan, dünya hayatı süresince her ân seçim yapmak, tercihte bulunmak mecburiyetindedir.

    İnsan, meydana getirdiği ‘kültür’ ortamında barınıp varolabilir ancak. İşte insanla vücut bulup biricik varolabilirlik ortamını teşkil eden kültürün başında ve temelinde ‘Vahiy’ yer alır.

    İlkaslî öğretici (…) Âdeme adları öğretmiş olan Rabbidir. Onun öğretme, doğru yolu gösterme etkinliği, her bireyin ‘vicdan’ denilen bir hat üzerinden kendi hayatı boyunca sürer. Söz konusu bağı her dem işler halde tutmanın şartıysa bireyin, kulun Rabbiyle irtibatını açık tutmasıdır. Kulun, Rabbiyle irtibatını açık tutması da ibadet vasıtasıyla olur. (sayfa 67)

    Beşer bireyler, arasındaki DNA parçaları aynıdır.
    Beşerler arasındaki tek değişkenlik %0,1 oranındadır.

    Beşer ile şempanze arasındaki genetik fark % 1,5; şempanzelerin kendi aralarındakiyse %1,3 – 1,5 civarındadır.

    Her dil, kültürünün aynası olup kullanan toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak kıvamdadır.

    4
    İNSAN-OLUŞ SORUNU

    …değişme, kesintisiz bir süreçtir.
    Zihin, süreci süreçliliğinde anlayıp anlamlandıramaz.

    …zorunlulukların boyunduruğundan kurtulmamış beşer, hür varlık olan insanın halini anlayamaz.

    Hürlük, ilke olarak ‘iyilik’ ile ‘kötülük’ arasında tercihte bulunmaktır.

    Aklın kişiye içindeki seslenişi vicdandır.
    Kişinin genetik-fizyolojik-morfolojik-olmayan, demek ki manevî-ruhî içine gönül denir.
    Aklın, gönüldeki hitabı demek olan vicdanın kendini dışlaştırma gücüyse iradedir.

    Akıl-vicdan-âr-hayâ-edep-bilinç-beden varlığı insan, mühendislik bir yana, bilime bile konu kılınamaz.
    Bilim, olayı süreçlilikten keserek durdurur, dondurur; genelleyip soyutlar. Hâlbuki insan, tektir, biriciktir, yaşar, yaşadığı ân bir defalıktır; bundan dolayı geri döndürülemez, genellenemez, soyutlanamaz. (sayfa 74)

    Nefs, beden faaliyetlerinde kendini gösterir.
    Nefs ile beden yaratıktırlar. Ruh, oysa, Allah’ın beşere kendinden ihsanıdır.
    Beşer (…) maddesi beden, biçimiyse nefstir. (sayfa 75)

    Latince nascordan (doğmak) türetilmiş natura (doğum, doğma ve nihayet doğa) taklid edilerek doğmaktan doğa meydana getirilmiştir. Bununla da dilimizde yerleşik tabiat sözü safdışı kılınmak istenmiştir. Tabiat, taba’a ( طبع ) ‘mühür bastı’, bastı, damgaladı demektir. Buna göre tabiat, Yaradanın kalıpladığı, kalıbını çıkardığı, yaratılışın izini taşıyan anlamlarına gelir.

    ÜÇÜNCÜ KİTAP
    AŞKIN HAKÎKAT SORUNU

    1
    METAFİZİK SORUNU

    Duyularımıza açık, duyulabilir varolanlar Aristoteles’e bakılırsa, doğadadırlar (Fusei), doğaldırlar (Fusikos yahut autofües).
    …bunların nasıl ve neden sorularını cevaplandıran sistemli ele alınışları, doğa araştırmalarının (füsike) işidir.
    Duyulara açık yahut yakın durmayanlar, doğa-araştırmaları-alanı-dışıdır.
    İşte bu doğa-araştırmaları-alanı-dışında kalan bir başka araştırma alanı daha vardır. Bu son anılana Aristoteles, ilk felsefe adını takmıştır.
    Doğa araştırmalarından elde edilmiş sonuçların değerlendirildikleri (…) ikini felsefenin konusu olan varolanları (pragma) düşüncede (dianoia) kendisinden türettiğimiz varlığı varlık olarak (to on he on) inceleyen ilk felsefedir.
    Varlığın dışında veya ötesinde bir şeyi düşünemeyiz. Olan yalnızca varlıktır.

    Eflatun’da varlık tek olmayıp ikidir: Tanrı’nın varlığı ile Âlemin varlığı.
    İkincinin zâtı birincidedir.
    Yaradan (Demiurgos)
    O, iyidir. İyi (Agathos)

    Mutlak akıl, Mutlak Varlık’tadır.

    Varlıklar kavramlar; varolanlar ise, olaylar yahut süreçler biçiminde tezahür ederler.

    Tanrının zâtı iyiliktir. İyiliği keşfetme çabaları (…) Tanrıyla buluşma gayretinden gayrı bir iş değildir.

    Sezgisel yakalamanın dışında, insan aklının, genellikle, çalışma imkânı yoktur.

    Felsefenin hikmeti sebebi ahlaktır.

    Üslup ile davranışlar, düşüncelerimizden kaynaklanır.
    Düşüncelerin (…) tasavvur içeriği azalıp zayıfladığı ölçüde düşünce, kavramlaşır.
    Tasavvur içeriği bulunmayan düşünceye fikir (idee) diyoruz.

    İyilik ile güzellik
    Salt kavram, demek ki fikirdirler.

    İyilik ile güzelliği bize esinleyebilecek bir dış dünya kaynağı yoktur.
    İyilik ve güzelliği dünyaya insan yansıtır.

    Akıllı, her şeyi layık olduğu yere koyandır.
    Akıl, varolan nesnelerin düzen ve tertibinin kavranmasına yarar.

    Felsefede akıl, düşünmeyi duygulanmalardan tecrid ederek iş görür.
    Felsefî akıl, nus anlamındadır.
    (Nus: anlama, anlamagücü, kavrama, akıl)
    Nusa Latincede ratio, Arapçada akl, Ortaçağ Latincesinde intellectus, Fransızcada raison, Almancada vernunft demişlerdir.

    Akıl, buyurucudur,
    Öngörüp çizdiği yola ise yöntem denir.
    Bu yolu geliş-gidişli bir caddeye benzetebiliriz. Gidiş yönüne tümevarış, gelişeyse tümdengeliş diyoruz.
    Gerek tümevarışta gerekse tümdengelişte iki önemli tâlî yol vardır: Çözümleme/analiz ile birleştirim/sentez.

    Kavramlar, gerçeklik düzlemindeki bir şeyi yahut şeyleri gösterirler.
    Gerçeklik düzlemindeki bir şeye yahut şeylere işaret etmek, kavramın görünen cephesidir.
    Görünmeyen cephesiyse, onun aslî veçhesidir. Bu aslî veçhe, asıl-olana, kavramın haddizatında dile getirmekle yükümlü olduğu belirli varlığa salt akıl düzleminde delalet eder.
    Salt akıl, gerçekliği kuşatan, hakikat âlemindedir.

    İdealar âlemi, transsendenttir, mutlak aşkınlıktır.
    Trenssendent âlemde, olsa olsa, Allah dostu manasına gelen gönül adamı, müşahit, veli-mutasavvıf gezintiye çıkabilir.

    Söze dökülen kavram düşüncedir.

    Varlığın bu salt hakikat haline Eflatun, idea demiştir.

    İnsanın akıl-zihin işleyişiyle, demekki dimağıyla erişebileceği sahanın dışı hayut ötesi gayptır.

    Kuvve, henüz yürürlüğe girmemiş, salt güç durumudur.
    Hiçbir veçhile duyumlanamaz, hissedilemez, olsa ola düşünülebilir.

    Akıldaki varlık kuvvesi kavramdır.

    Kavram, hakikat âleminin trenssendent ile trenssendental kesimleri arasında bağdır, bağlantıdır.

    Diyalektik
    …konu birliği oluşturacak tarzda anlamca akraba iddiaların birbirleriyle ilintilenmelerinden sav meydana gelir.
    Ulaşılan vargı (…) çoğunlukla, yeni bir çıkarıma önayak olacak öncüle gebedir.
    Buna şüpheyle yaklaşıp onu kendine soru sorgu konusu kılan ise, karşısavdır.

    Birden fazla insanın, belli bir anlamlandırma durumunu paylaşması bilgiyi meydana getirir. Şu halde anlamlandırma, bireysel düzlemde olurken, bilgi, öznelerarası anlam uyuşmasıdır.

    Teemmül, gerek bir olayın sebeplerini daha ziyade çözümlemek ve daha doğru anlamak gerekse bir hareket tarzının sonuçlarını, özellikle de yarar ile sakıncalarını irdelemek maksadıyla, oluşturulmuş yargının, eleştirilmek üzre askıya alınmasıdır.

    Teemmüllü düşünme sevgisi idraktır.

    Üç ana düşünme seviyesinden söz edilebilir:
    Düzayak düşünme,
    teemmül,
    tefekkür.

    Malumat, düzayak düşünme süreçlerinin semeresidir.

    Teemmüllü düşünmeden doğan bilgi çeşidiyse ilimdir.

    En geniş, en kapsayıcı düşünce yapısınıysa, felsefenin ürünü sistem oluşturur.

    Tefekkür,
    Metafiziği, dolayısıyla felsefe sisteminin sınırlarını aşan mistikliğe dek uzanır.
    Mistiklikte tefekkürden doğan bilgiye irfan denilir.

    İdeanınkisi gibi, kavramın da manası bilkuvvedir.
    Bilkuvve olan, bilinmez.
    Fikir ile düşünceye yansıdığı, yani fiilleştiği oranda kavramın manası bilinirlik kazanır.

    A priori analitikten anladığımız verilmiş yahut eldeki bir fikrin tarifidir.
    Yargılar (…) analitik olamazlar. (sayfa 112)

    Nesnesini belli bir tecrübe çerçevesinde edindiğinden düşünce, a posterioridir.
    A posteriori olan düşünce, dayandığı izlenimlerin soyut sentetik birliğidir.
    Buna karşılık, doğrudan belirli bir tecrübe bağlamında izlenimlerin sentetik birliğine dayanmayan fikir, a prioridir.

    …diyalektik yönteme başvurmadan felsefe kanıtlaması olamaz.

  1096. (3) SORUN NEDİR? İNSANDIR!

    Varlık, olmadır, bulunmadır.
    Olmanın olduğunu düşünmek olumluluk; olmanın olmadığını tasarlamak ise, olumsuzluktur.

    Felsefe, özellikle de felsefe tarihi, metnin; bilim, deney verisinin; sanat ise yalınkat insan-toplum ile doğa olaylarının yorumudur.

    İdea, görmek demek olan idein masdarından gelir.

    Aristoteles’te Kategoriler
    1) Cevher yahut öz nedir?
    2) Nicelik: nice, ne kadar?
    3) Nitelik: nasıl?
    4) Görelilik yahut ilgi: hangi, neye göre?
    5) Yer yahut mekân: nere/de?
    6) Zaman: ne vakit?
    7) Durum: ne durumda?
    8) Malik olma: nesi var?
    9) Etkinlik: ne ediyor?
    10) Edilginlik: ne ediliyor?

    Farabî’de Kategoriler
    1) Cevher: Ali
    2) Görelilik: Hasan’ın oğlu
    3) Nicelik: Kısa
    4) Nitelik: Sarışın
    5) Zaman: Bugün
    6) Yer: Çarşıda
    7) Durum yahut konum: Ayakta duruyor
    8) Malik olma: Ahmed’in kalemi
    9) Etkinlik: Büküyor
    10) Edilginlik: Bükülüyor

    Kant’ın Kategorileri

    1) Kavramların İşlerlik Kazanması

    I) Niceliğe İlişkin
    Birlik
    Çokluk
    Bütünlük

    II) Niteliğe İlişkin
    Nesnellik
    İnkâr
    Sınırlayıcılık

    III) Bağıntıya İlişkin
    Özerklik ile aid olma
    (Özlülük ile ilgililik)
    -Nedenlilik ile bağımlılık (neden – etki)
    -Ortaklık (etkiyen ile etkilenen arasındaki etkileşim)

    IV) Geçerliliğe (Kipe) İlişkin
    Olabilirlik (imkân) – Olamazlık (imkânsızlık)
    Varolma-Varolmama
    Zorunluluk-Rastlantı

    2) Kavramlardan Yargıların Oluşması

    I) Yargıların Niceliği
    Genel yargılar
    Özel yargılar
    Cüzî (tek tek) yargılar

    II) Yargıların Niteliği
    Onaylayıcı yargılar
    Olumsuzlayıcı yargılar
    Sonsuz yargılar

    III) Bağıntı Yargıları
    Şartsız yargılar
    Şartlı yargılar
    Ayırıcı yargılar

    IV) Yargıların Geçerliliği (Kipi)
    Sorgulayıcı Yargılar
    İddiacı yargılar
    Yanılmaz yargılar

    3) Kategoriler ve Onlara Tekabül Eden Yargı Biçimleri

    Nicelik ve tümel: Bütün S’ler, P’dir (Birlik)
    Nicelik ve cüzî: Bazı S’ler, P’dir (Çokluk)
    Nicelik ve tekil: Bir S, P’dir (Tümlük)

    Nitelik ve tümel: Onaylayacı, gerçeklik: S, P’dir.
    Nitelik ve cüzî: Olumsuzlama, inkâr: S, P değildir.
    Nitelik ve tekil: Sınırlama: Kimi S, P değildir.

    Bağıntı ve tümel: Şartsız, aid olma, özerklik: S, P’dir.
    Bağıntı ve cüzî: Şartlı, nedensellik, istinât: İse, (…) öyleyse.
    Bağıntı ve tekil: Ayırıcı, ortaklık: Ya (…) ya da.

    Kiplik ve tümel: Sorgulayıcı/sorunlu, olabilirlik/olamazlık: Ola ki, yahut, muhtemelen.
    Kiplik ve cüzî: İddiacı, varolma/varolmama: Gerçekten de.
    Kiplik ve tekil: Yanılmaz, zorunluluk/rastlantı: Zorunlulukla.

    4) Çokçeşitliliğin İdrakteki Sentetik Birliği

    5) Salt Aklın Mimarîsi (sayfa 156)

    2
    KİMLİK: İNSAN-OLMANIN ESASI SORUNU

    Hakkında, üstünde konuştuğumuz ne varsa, şeydir.

    Şeridin birinci kesimi koptumu, devamı yanar, yokolur.
    Geçmişi unutmak, hayat körlüğüne, bunamaya götürür.
    Bunamışın şimdisi, dolayısıyla da geleceği yoktur.

    Bir varolanın varlıklığına onun neliği diyoruz. Kısaca, nelik, bu, şu yahut “o nedir?” sorusuna verilen cevapta kendini izhâr eder. Neliğin kendini şaşmazcasına belirgin kılan varlık tabakası, canlınınkisidir. (sayfa 161)

    Kimliğime ilişkin bilincim, öze ilişkin bilinçtir, yani özbilinçtir. Özbilinci bulunan kişi, kimlik sahibidir.

    Kimlik, bir manevî yapıdır. Düşünmeğe, dolayısıyla da bilmeğe dayanır.

    Nefs (Atman), âlemşumûl Ruh’un (Brahma) (…) insana (…) düşen payıdır.

    Kimliğin ana payandası (…) hafızadır. Onun tümüyle dumûra uğramasıyla bilinç kaybı baş gösterir.
    Artık bu varolanın sadece dirimlik faaliyetleri, demekki beşerî ciheti yürürlüktedir.

    Kimliğini oluşturan manevî ile maddî özelliklerini, demekki hâfızasını yitirdiği ölçüde o belirli toplum, millet vasfından yoksun kalır.

    Yurd ile bayrağın artık değer taşımadığı ortamlardaysa savaş dahî yoktur; uğrunda mücadele edilecek bir şey kalmamıştır.

    Olayların mekanik türden olanlarına vakıa denilir.

    Kendini türdeşlerinden farklı biçimde sergileme gücünü kendinde bulmağa özerklik diyoruz.

    3
    BİREYLİLİK-KİMLİK-KİŞİLİK SORUNLARI

    İnsan, kimlik kazanıp kişileştiği ölçüde insanlaşmış olur. İşte böylesine, kişilikli insan diyoruz.

    Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere eylem diyoruz.

    Bir kimsenin (…) hal ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirleyen ahlakıdır.

  1097. (4) SORUN NEDİR? İNSANDIR!

    4
    ÖDEV ESASLI AHLAK: İNSANIN BAŞKALDIRMASI SORUNU

    Felsefenin gövdesi (…) üç parçadan müteşekkildir.
    Metafizik
    Bilgi öğretisi
    Ahlak

    Nefs ile canın Yunancası psühedir.
    Yaşamanın Yunacasıysa zoedir.
    Yaşayan zoondur.

    Ruh, nefsin üstünde vargörülmektedir. Ruhun görevi, nefsi denetlemek, dizginleyip zapturapt altında tutmaktır.
    Nefs, evrendeki bütün öteki varolanlar, süreçler ile olaylar gibi, Allah’ın yaratma fiiline bağlı bulunmasına karşılık, ruh, Onun zâtından neşet etmektedir.

    Ödevini yerine getirmek, işin hakkını vermek demektir.

    Aklım, Allah ruhunun benime düşen payıdır, o halde aklımın, ben’e seslenişi, ben’i uyarışı şeklinde tarif ettiğimiz vicdan, haddizatında Rabbın dur durak bilmez seslenişinden gayrı bir şey değildir.

    Logos / Allah kelâmı / KelâmAllah

    Ölüm, dünya bilgisinin kesinlikle sonlandığı ufuk çizgisidir. O kapıyı bize açan tek anahtar, imandır.

    Din, kutsallığın, ona bağlı olarak da saygının ve nihayet, ahlakın fışkırdığı pınardır.

    Nefsî-ben-beşer evresini aşıp ruhî-benim-insan aşamasına yükselmeği ret yahut ihmal eden, kalbi mühürlü bir kimsedir.

    Ödev, kişinin yerine getirmek zorunda olduğu işdir. Kişiye (…) cebir yoluyla iş gördürüyorsa, onun zorunda olmaklığı keyfiyeti ortadan kalkar; yapılan iş de, ödev vasfını yitirir. Şu halde ödevin kaçınılmaz şartı, hikmetisebebi hürlüktür.

    Hür olmayanın ödevi bulunmaz.

    Ödev gerçekliğinin ortaya çıkarılması, bir değerlendirme işidir. Demekki ödev, değerdir.

    Marifet, sezgi verisi, dolaysız ve aracısız elde edilen kesinkes bilgidir.

    Ödevin aslı esası, kişinin kendi ben’i ile benim’ine e dışarı’sına âdil olmasıdır.

    En yüce savaş, zalim buyrukçuya doğruyu söylemektir.

    Allah rızası için muvâhacehesinde iş görüp davranan kimse, karşılık beklemeksizin yaşayan, çalışan kişidir. Bu da ödevin ifasıdır. (sayfa 231)

    Friedrich Nietzsche; Tanrı öldü…
    Francis Fukuyama; tarihin sonu…
    Vurguladıkları gerçeklik transsendental benin insanın gündeminden düşmesidir.

    Tanrının ölümüyle kasdolunan insanlığın, sırâtımüstakîmi terketmesidir.

    El-i’lm: En genel anlamda bilme
    Ta’allim: Öğrenme, bilme
    Ma’alûm: Bilinen
    Ma’alûmât: Bilinenler
    Â’lim: Bilgilenmiş
    A’lîm: Ezelden ebede tümü bilen.
    A’lem: Bilgi sağlayan, bilgilendiren, bildiren, bayrak, nişan
    Â’lem: Yaratılmışlık, yaratıkların tümü

    DÖRDÜNCÜ KİTAP
    TARİH GERÇEKLİĞİ SORUNU

    1
    ÇAĞIMIZIN DEĞERLER DİZİSİ (PARADİGMA) SORUNU

    Hıristiyanlığın iki ana mezhebinden Ortodoksluk başta Türkler olmak üzre, Müslüman devletlerinin hâkimiyet sahasında yaşamanın sonucunda, Hıristiyan âleminde başat bir oruna oturamamıştır. Meydan Katolikliğe kalmıştır. (sayfa 251)

    Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin dünyası, Maddeci-Mekanikci bir dünya tasavvuruna dayanır.

    Batı Romanın, bir Germen beği olan Odovaker tarafından 476’da tamamen ortadan kaldırılmasından sonra, Avrupa topyekûn bir kargaşa ortamından kalmıştır.

    Büyük kargaşanın içerisinden Avrupa sahnesine ilk çıkan merkezî devlet Fransa olmuştur.

    Dinden kopuş beraberinde doğallıktan uzaklaşmayı da getirmiştir. Din ile doğaya ve doğallığa yabancılaşan insan, maddiyatcı-iktisadiyatcı beşer tipine bürünmüştür.

    İngiliz-Yahudi medeniyeti = sivil disiplin
    Prusya Almanlığı = Askerci disiplin, militarist

    İngiliz, disiplin anlayışında dış kaynaklı emir-komuta zincirinin yeri yoktur. Disiplinin kaynağı içeridedir.

    Kuzey ile Orta Almanya mahreçli Angıllar ile Saksonlardan türeyen İngilizler’in kurucu unsurları hep Germen asıllı olmuştur.

    Müslümanlar, Akra’ya sıkışıp kalmış son Hıristiyan devletini 1291’de ortadan kaldırdıktan sonra, İslam illerinde döğüşen (…) savaşçılar (…) geldikleri yerlere yörelere çekilmişlerdir.

    İslam coğrafyasında uzun süre yaşamış, böylelikle de Müslümanlığı yakından tanıma fırsatını yakalamış olan ve sonunda oralardan anayurtlarına çekilmek zorunda kalmış rahip savaşçılar, öz dinlerine bir başka bakar olmuşlardır.

    İslâm’ı meşru kabul etmemekle, hatta ona husumet beslemekle birlikte, ondan doğrudan yahut dolaylı gelen etkiler, bu ve başka birçok din adamını Roma Katolik Hıristiyanlığının yanılgıları ile yanıltıcılıklarından uyandırmışlardır.

    Bugün dünyaca içerisinde yaşadığımız, Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyetinin “klasik” devridir. Yoksa anlamca içerikten yoksun mu yoksun “Postmodern” devir filan değildir.

    Çağdaşlığın sona erip çağdaşlık sonrasına geçiş şöyle dursun, adı anılan çağın “klasik” devrinin bitimi bile henüz görünürlerde yoktur. Geç devrin baş göstermesi, ancak farklı seçenek bir medeniyetin ufukta belirmesiyle söz konusu olabilir.

    Fuhuş ile zinâ, bireyin günümüzde son toplumsal dayanağı ile sığınağı olan aile kurumunu yıpratıp aşındırmakta; sonunda da çökertmektedir. Böylelikle birey, tümüyle dayanaksız ve korumasız kalmakta, sonuçta küresel sömürü karşısında dirençsiz bırakılmaktadır. (sayfa 286)

    Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana ideolojisi olan Mali Sermayecilik, adaleti ayaklar altına alan bir fikri-siyasi-iktisadi işleyiştir.

    Çağdaş küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyeti (…) tarihte ilk defa seçeneksiz bir medeniyet olması itibariyle adı anılanın çürüyüp çökmesi, batmasıyla insan varoluşunun noktalanması mantık gereğidir. (sayfa 287)

  1098. (5) SORUN NEDİR? İNSANDIR!

    2
    “BİZ KİMİZ?” SORUNU
    OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK

    Anadolu’da savaşan Müslüman Türk ordusunun (…) istilacıyı denize döktüğü haberi geldi. Yüzyılların istilacısı, sömürücüsü, sömürgecisi, zorbası, demekki yenilebiliyordu. Şimdi orası kurtuldu, eh sıra bundan böyle bize de gelebilirdi.

    Peki sonra ne oldu?
    Türklük (…) Müslüman âleme niye sırtını döndü?

    Çin kaynaklarında Türkce adındaki bir dilin bahsi ilk defa M.Ö. 1766’da geçer.

    Altay dağları ile eteklerinde geniş ormanlık ile bozkır şartlarında kaynaşarak yaşamış “Türküt” yani Türkler, altıncı yüzyılda devletleşme becerilerini tarih sahnesine çıkarmışlardır.

    Türklüğün bir ucunda Göktürk, öbüründeyse Osmanlı durur.
    Bu iki tarihi durağı birbirine bağlayan hat Oğuzdur.

    Aslında okun çoğulu, yani günümüz Türkcesinde oklar demek olan Oğuz, bir boylar birliğidir.

    Tarihe adını kazımış milletler, güçlü bir ülkünün ısrarlı takipçisi olmuşlardır.

    Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihat tarihini yaşamağa koyulmuştur.

    Talas vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar halinde hicret edip Müslümanlaşmış, akabinde Dârülislâm’da, çoğunlukla, yerleşik düzene geçmişlerdir.

    Türklüğün öteden beri başat özelliği olan askerî savaşçılığı, herkes için geçerli kılınması (…) Osmanlı devlet ile toplum yapısının esasını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yakası için de söz konusudur.

    Askeri, mülki ile ruhban-ruhban olmayan ayrımının, Tanzimat sonrası dönem değin Müslüman Türk, özellikle de Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.

    Ruhban-ruhban olmayan ayrımının olmaması, Müslümanlığın temel özelliğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. (sayfa 334)

    İki onulmaz yanlıştan söz edilebilir: Biri dini siyaset ile iktisada alet etmek, öbürü de müstehcenliktir.
    Birincisi manevî, ikincisiyse, maddî mahrecimizi ayağa düşürür.
    Kişinin birinci –yani dünya ile ahiret- dayanağı Rabbıdır.
    İkincisi de mürebbiyesidir (annesidir).
    Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirirsek, varoluşumuz çürüyüp çözülür. (sayfa 335)

    İngiliz-Yahudi medeniyetinin (…) dünya çapında (…) hâkimiyet tasarılarının önünde göze batacak kadar belirgin pürüz, çözülmekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimaline ilişkin emarelerdir.

    Türklüğün toptan imhası, soykırım yoluyla (…) Balkanlarda 1800’lerin başlarından 1950’lilerin sonuna değin (…) bir benzerinin Kafkaslarda sahnelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir.

    Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür.

    Türklük bir ülkünün tarihidir.

    Osmanlı millet tecanüsünün dayandığı beş sütûn: ordu, önder, Müslümanlık, Hz. Peygamber ile ehlibeyt aşkı, muhafazakâr yazı Türkcesi.

    Dârülİslâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür.

    Ülkü devletinin milletine ümmet diyoruz.

    İngiliz-Yahudi medeniyetinin (…) uyguladığı eğitim (…) tek cinsiyetli nesillere zemin hazırlamaktadır.
    Beşerin dünyası, nitekim, bir maşerî domuz çiftliğine dönüştürülmektedir.

    Milli Mücadeleden tükenmiş halde çıktık.
    İngiliz-Yahudi imperyalismi Sevres’de bedenimize el koydu. Milli Mücadele zaferimizle bize Lausanne’da takas teklife edildi: “bedeninizi geri vereceğiz, buna karşılık ruhunuzu bize teslim edeceksiniz!”

    Sonuçta ruhun teslim edilmesi teklifinin gerektirdiği bütün öldürücü ameliyeler eksiksizce yerine getirildi: Halifeliğin ilgâsı, yazı ile dil devrimi ve nihayet köklü bir İslâmsızlaştırma hareketi gibi. (sayfa 345)

    …çağımızın sermayecilik merkezli küreselleştirilen İngiliz-Yahudi medeniyetine karşı biricik anlamlı seçeneği İslâm medeniyeti teşkil edebilir. (sayfa 347)

    Mete ile Bilge kağanlardan yahut Tonyukuk’tan Mustafa Kemal Paşaya değin Türk devlet refleksinin değişmez özelliği, vatan toprağının elden çıkarılmasına katî tahammülsüzlüktür.

    İmparatorluk hukuk devletidir.
    Hukuk ise (…) adaletin toplum düzlemindeki uygulanışıdır.

    İmperyalist devlet nizamı, ilhamını adaletten almayan hukuka, demekki örfe dayanır.

    Felsefe, şiir gibi, sorun yüklü, bunalımlı ortamlarda kendini gösterir.

    İnsan, pek nankördür.
    Beklenen nedir?
    İyiliği teşekkürle karşılayıp unutmamak.

    Geçmişini unutan birey ile tarihinden kopan toplum, beşer olarak yaşasa bile, insanlık bağlamında artık ölüdür.

    Sorun nedir?
    Sorun: “İnsandır.”

    İlimin taşıyıcısı âlimdir.
    Sorumluluğunun idrakinde olmak (…) ilmin, âlem kaynaklı olduğunu unutmamaktır.

    Bunu unutmamaksa ilkönce ahde sadık kalmaktır.

    Teoman Duralı
    “Sorun Nedir?”
    Dergâh Yayınları, 2006
    [ http://www.dergahyayinlari.com/?q=node/63 ]

  1099. Bazı Parazit olmayan, Yüce ve Eşsiz Bilgiçlikleriyle Gurur Duyan İlericilerden Alıntılarla Sonsuz Küçük Değersiz Pipsqueak Bilim Adamlarından Alıntılar.
    Tabii önce Parazit Olmayan Ne mutlu Türk Olanlar.
    1. Buzdolabı, saç kurutma vs muhasebecisi:
    “Ha ha ha hay! Ha ha ha hay!
    Bilime ve teknolojiye karşı olmak mı!
    Kuzum, siz ne yapıyorsunuz böyle!”
    2. “olgu”yu olduğu gibi gören bir Allah, bir mucize, bir ucube, bir “bankada param var, o halde kafam çalışıyor!”. Bir Türk Descartes’ı.
    ” “Olgu yoktur, olguların yorumları vardır. Sizin yorumunuz ırkçılık ve görmemiş olmaktan kaynaklanıyor”
    hımmm.. Demek olgu yok…”
    Her ikisi de mal sayma muhasebeciliğiyle bilimi aynı saydığından bundan sonraki bilim adamı pipsqueaklerden alıntıları sadece sıralayacağım
    1.
    All of our exalted technological progress, civilization for that matter, is comparable to an axe in the hand of a pathological criminal.
    Bütün yüceleştirilen teknolojik ilerleme ve hatta medeniyet de, patolojik bir suçlunun elinde bir baltaya benzer.
    2.
    Anyone who thinks science is trying to make human life easier or more pleasant is utterly mistaken.
    Bilimin insan hayatını daha kolay ya da daha zevkli yapmaya çalıştığına inanan köküne kadar yanlış.
    3.
    All the fifty years of conscious brooding have brought me no closer to answer the question, “What are light quanta?” Of course today every rascal thinks he knows the answer, but he is deluding himself.
    Son elli yıl, “ışık quantaları nelerdir?”, sorusuna derin düşünceler içinde aradığım cevapta bir adım dahi ileri atamadım. Tabii zamanımızda her soytarı cevabı biliyor. Ve salt kendini aldatır.
    Not: Bu zavallı pipsqueak bu sitedeki bilim severleri hiç okumamış.
    a) quanta = olgu= materyal,
    b) cevabı bulamayışının nedeni alçak kapitalistler,
    c) kapitalizm bizim genç dinamik ve bizler kadar zeki çocukların eline geçse mal bolluğu artar, her şeyi robotlar yapar, robotlar seks de dahil her türlü ihtiyaçlarımızı karşılarlar,
    d) biz de şimdikinden daha zeki oluruz ve uzay turistliği yaparız. Olan dünyayı televizyonda görmekten bıktık, yeni heyecan istiyoruz! Televizyon, gazete, medya, facebok, twatter, youpooplara rağmen bunalımlara giriyoruz, canımız sıkılıyor. Şarlatan ilaç fabrikalarının komisyoncuları doktorların verdikleri antidepresanlara karşı bağışıklık geliştirdik, artık etkili olmuyorlar.
    4. Bilimde teori ne deney OLGULARININ betimlemesi ne de bu tasvirden varılan sonuçtur. Bilim adamı kurama kurguları aracılığıyla varır. Bu yöntemde, OLGULARDAN teori varsayımı sonucuna değil, tam tersine varsayılan teoriden OLGULAR ve deneylerine varılır. Kısacası, önce kurgusal teori, sonra teoriden çıkan mantıksal sonuçların deneyleri gelir.
    Eğer konuşma dilinde OLGULARLA OLGULARIN deneysel tasvirleri kavramı arasındaki fark olduğu anlaşılsa, bu yosun beyinlerin şaşkınlığı (benden not: belki, belki, belki) kaybolur. Çok daha kısacası, her bilim teorisi OLGULAR ötesinde felsefi varsayımlar içerir.
    Atom içi çalışmalarda günlük hayatta alıştığımız ŞEYLER ve OLGULAR yok. Olasılıklar ve potansiyeller var.
    Not: Bu zavallı pipsqueak de bu sitede OLGULARI; MATERYALİ, BİLİMİ bilen sonsuz sivri kelleli ve bir türlü sesini kesmeyen çaçaron, ağzı gevşek, çenebaz, lafebesi, ağzı laf yapan ve hepsinden ötede hiç utanmayanlardan ders almamış.
    Bu site bilgiçleri uslu, evcil, terbiyeli, ileriye umutla bakan, çoluk çocuk ve aile sahibi, aklı başında insanlar. Bunlarda çok hikmet var.
    Ama.
    Diğer bir ünlü yazara göre:”Delilikten kurtulan salaklaşır.”

  1100. Sayın 1088…
    “Dünya’yı” ve insanlık tarihini kavramanın iki yöntemi var.. bilindiği gibi.. Metafizik ve materyalist..
    ki Diyalektik Materyalizm bence ülkemizde hakkı verilmediği, “papağanca” yinelenmiş basmakalıp cümlelere sıkışmış, yalnızca bir kaç kitaptan öğrenileceği sanılan yöntem olma talihsizliğine uğramıştır.
    Diyalektik materyalizm doğrudan öğrenilmez; olguları kavrayış yöntemi olarak çok okumalarla gerçekleşir.
    Diyalektik Materyalist olduğu iddia edilen birey ve kitaplarda da Metafizik yanlar, yaklaşımlar görünebilir.
    İlk kitap olarak Sosyalizmin ve Sosyal mücadelelerin Tarihi. (Max Beer) önerebilirim.
    *
    “Kurtuluş” arayan kişi metafizik yoldan ayrılmamalı… İnsan kurtuluş arayan değil, varlığına “anlam” arayan değil; yaşadığı hayatı “anlamlı” kılmaya çalışan varlıktır;
    gevezelikten başka bir şey olmayan Dinsel yabancılaşma; bu çağda yaşayanlar için bir “şans” olarak IŞİD ile taçlanarak kendi “derinliğini” ele vermektedir… Görene!
    *********************
    1091…
    Goethe “at’lar, at olarak doğar ama, insan eğitimle insan olur” gibi bir laf söylemiş… Bunlar akıllı insanlar; kuşkusuz arada bir “saçmalamış” da olabilirler; yağma yok.. ayıklayacağız..
    sanırım siz bu “ayıklama” işleminde başarılı değilsiniz…

  1101. Sayın Aynı Suya İki Defa Ayak Basmaz
    Sayın Profesörler Profesöri Bukalemun
    ” Bunlar akıllı insanlar; kuşkusuz arada bir “saçmalamış” da olabilirler; yağma yok.. ayıklayacağız..”
    Bu herkes yanılabilir buluşun Arşimedin buluşuna benzer. Ama sakın onun gibi Ulu Şef’ine müjdelemek için çırıl çıplak yollara düşme. Diğer Ulu Şef Erdoğan kulaklarını çeker.
    Yolda rastladıkların “ölümden başka her şey yalan” atasözünün sonradan görmüş bir profesör-bilgiç versiyonu olduğunu görüp sana benim gibi gülerler. Üstelik bu “herkes yanılabilir” hikmetini çok tekrarladın. Eskidi ve tadı kaçtı ama olsun, malın çoğu göz çıkarmaz.
    Türklerle tanışanların çoğunun bana söyledikleri: Türklerde çok profesörlük özentisi var.
    Biraz değişmiş haberim yoktu. Türklerde çok Arşimetlik özentisi de başlamış.
    Her neyse iyi/kötü haber: taptığın Batı’da şimdi doğruyu yanlışı ayıklayan bir robot yapıldı. Bu eserin ardında senin geleceğinin Batı’sı Google + Amazon + IBM + Silicon Valley + Microsoft + Apple + Facebook + Twitter + … var.
    Tabii bu sizin iyi kalpli tanıdık genç, dinamik, teknisyen, senin gibi iyi ailede büyümüş, uslu, terbiyeli, çalışkan falan filan kapitalist ama kapitalist değil diyalektikçileri değil. Bunlar her zamanki alçak kapitalistler. Robot ucuzlayana kadar parazitlerin beklemeleri gerekecek.
    Bilgisizliğin o kadar utandırıcı ki bilgi dünyasında en başta gelen gözlemleri olan fikirlerin uyuşmaması, daha henüz kimsenin son sözü söylemediği gibi bir salaklığı hafız gibi tekrarlamakla bilgili olduğunu gösterdiğini sanıyorsun. Zavallı deve kuşu!
    Şimdiye kadar sadece bukalemunluk yaptın ve Ulu Şef’e sığındın.
    Kapitalistsiz kapitalizm olur ve hatta benim tanıdık iyi kalpli teknisyenler bunu yapmaya hazırlar der, Bolşevikler bunu yaptılar cevabını alır, vazgeçer veya unutur
    İnsan at gibi biyolojisine esirdir der. Dünyayı yönetenlerin faşist ruhlu köpekleri SOSYOBİYOLİJİSTLER çoktan beri bunu savunuyorlar, insan kültürünün eseridir, beynin farkından olmadan yıkanmış diye hatırlatırılır. Birden bire insan kültür ürünü olur. Daha sonra “… insan eğitimle insan olur…” lafına katılır ama kültürle eğitim arasındaki farkı belirlemez. Özellikle artık eğitimin dünyada en büyük endüstrilerden biri olduğu ve eğitimlilerin kendisi gibi meslek edinmeyle bilgi edinmenin aynı olduğunu saydıkları bir zamanda.
    Dünya’da faşist ruhlular, düzeni savunanlar ve hödükler hariç teknolojinin tarafsız olduğunu savunan yok, sen devamlı savundun. Bir otobüs şoförü, otobüsün hayatını ne kadar etkilediğini sana rahat anlatırdı. Bu, bağnazlığın, koyu dinciliğin en güzel örneği. Daha fazla teknoloji istemenle değişmek istediğinin farkına varmayacak kadar bu konularda ne kadar çaylak olduğun apaçık.
    İş ayıklama değil, iş senin işinin çoktan bitmiş olması. Hayatın ücret köleliğiyle geçmiş biri ancak ve ancak düşünce alanında da aynı şeyi yapar: düşünce kölesi olur.
    %50 anarşistim der, 1005 yazısında ” Anarşist olduğunu iddia etmeyen birisine anarşist’lik yamamak neden?”, der.
    Sınıf kavgası sakızını çiğner ama sınıf kavgasındaki insanı insanlıktan çıkarıp ücret kölesine çevirmesini diyalektik materyalizm cambazlığıyla olumlu, faydalı, ilerleme olarak görür. Kendisi gibi bankada parası bol, buzdolaplı, saç kurutma makinesi olanları yarattığı için bazı insanların en büyük gaddarlıklar içinde acı çektiklerini utanmadan unutuverir. Bu herif, sanırım, ücreti bol kölelik yaptığından insanın indirildiği en alçaklık olan ücret köleliğiyle iftihar bile duyar. Bak şu diyalektik materyalizm cilvelerine!
    Olmuşların mutlaka olacağı falı bu herifin ağzında diyalektik materyalizm adını alarak itibar kazanır.
    Ama çabucak kendini toplar, el çabukluğu veya çene çabukluğuyla, iyi kalpliliğini ispat etmek için IŞİD sakızını çiğner. Nedense bu modern Pangloss, IŞİD’ın ve tasvip ettiği düzenin insanlara yaşattığı milyarlarca gaddarlık, acı çekmeleri, sefaleti aynı büyü sopası veya “yetiş ya Hızır” olan diyalektik materyalizmin cilveleri olarak görmez. İşte sana iki yüzlülük. Birinde diyalektik materyalizm, kendine devasa süpermarketler, elektrik diş fırçası ve diğer kendi gibi ıvır zıvırlar getirdiği için insanın alçalmasına acı çekmesine değer. Diğerinde diyalektik materyalizm iyi kalpli olmasını ispat etmesine, ucuz ve adi politikacılık yapmasına engel olduğu için unutulur.
    Bilim, bilim, bilim der durur. 1005 yazısında “en az bir on yıl materyalist” safsatasıyla göz boyar, ardından bilimde materyalist kavram olmadığını gösteren birine cevabında birden bire ” materyalist ” olmaktan vazgeçip “Diyalektik Materyalist”, olur.
    Bilimi hakikatle karıştırıp çorba eder ve hatta bilimi elektrik süpürgesine indirger, “ardından metafizik yoldan ayrılmamalı…”, der.
    Ünlü bilim adamlarından az sayıda alıntıların yüzüne yağdırdıkları serinletici yağmuru bile hissetmez: Herkes yanılabilir ilahilerine devam eder.
    Kendine tüm bilgilerini edindiği beyin yıkama araçları televizyon ve medya aletleri verdiği için Batıyı över, Batı’yı eleştirenlere, ki en şiddetli eleştirenlerin çoğu Batılıdırlar, parazit der. Hala Atatürk’ün getirdiklerinden bir adım ileri atmayan kendisinin asıl parazit olduğunu görmez. Teknolojinin büyük bir hızla merkezleşip tüm insan girişimlerini insanların ellerinde aldığını, ürünlerini zorla dayattığını inceleyen binlerce kitaptan habersiz ama tabii yanılmış olabilirler. Bu herif insanın insan olduğuna utandıracak bir en adi Batı’nın muhabbet tellalı. Çirkin ve tiksindirici çağdaş insanlığın eşsiz örneği.
    En derin düşüncesi zamanımızda en yaygın derin düşünce. Freud bunu içgüdü bil yaptı. Yaşamdan bıkkınlık, yaşamdan kaçmak. Yaşamayı robotlara bırakıp hayatta ölmek. Ve bence bu adam çoktan ölmüş. Bence bilinen son 7-10 bin yıllık tarihte tek ve tek kaçınılmazlık buydu. Ve insanlık bu alçak noktaya erişmekte başarılı oldu. Dünya bu herif gibi ölülerle doldu.
    Zamanımız sıradanları arasında sonsuz yaygın, fanatiklikte IŞİD’ı sonsuz aşan her şeyi göreliliğe indirir ve ne olur ne olmaz diye görelilik kapısını hep açık tutar: “Bunlar akıllı insanlar; kuşkusuz arada bir “saçmalamış” da olabilirler …”
    Bu adam aynı suya iki defa basılmadığının canlı ispatı.
    Ama bir şey değişmez: Ulu Şef’inden aldığı özel derslerde öğrendiği ucuz politikacılık. Çok konuşup hiç bir şey söylememek. Yazılarına enayi avcılığı için her zaman IŞİD’ı ekler.

  1102. 1100, Bu genel ve elbette her zaman tartışmalı konuları bu denli kişiselleştirerek ele alman anlaşılmaz.. Hakaret etmekten fırsat bulup konuya geçemiyorsun.. hiç üşenmedin mi bu kadar tuhaf şeyleri yazmaya.

    Abartmayalım; ülke büyüklüğüne göre bir avuç insanız şurada; değmez bu tantanaya!
    .
    Düşündüklerimi, çıkarsadığım fikirleri paylaşıyorum… Kimsenin kafasına silah dayadığımı anımsamıyorum…
    ama.. sen elinde sopa sağa sola koşturuyorsun…
    senin paylaştıkların, çıkartısını kıymetli sanan bir çocuğun avucundaki…
    sende kalsın…

  1103. “We are not human beings having a spiritual experience. We are spiritual beings having a human experience.”

  1104. Dünyada her gün 1 dilin yok olduğu üzerine (bilimsel araştırma sonuçlarına dayansa da dayanmasa da) haberler sık sık çıkar.

    Her gün 1 dilin yok olmasının sebebi medeniyet mi yoksa başka şeyler mi?

  1105. Egemen modernist kültür.

  1106. Sayın 1093
    Not: Bu yanıtımın kapsamı salt 1093le sınırlı olacak. Daha da kötüsü sadece ilkellikle ilgili kısma değineceğim.
    Yazınızı derinliği ölçüsünde dikkatle okumaya çalıştım. Anladıklarımı sandıklarımı değil anlamadıklarımı, din / felsefe ayırımını, felsefe / bilgi ilişkisini daha sonraya bırakıyorum.
    Burada sizin “… “ilkel anarşistlerin ne demek istedikleri”ni anlatmaya çalışan pipsqueak’in medeniyet algısı niçin hep birbirine karışıyor?” sorunuza, tam anladım diyemesem de, bir nevi ışık tutmaya çalışacağım.
    Önce en zor ve en kolayı ve biraz kuru, soyut, cansız, kaba özetimsi, şematik olacak. Ama “ilkellik” ve “medeniyet” sorularını daha ciddi eğilmeme fırsat verdiğiniz için teşekkürler.
    Medeniyet tarihine baktığımızda sanki bir kalıp, bir desen görüyoruz. Gerek felsefede gerek dinde ıslah etmeye çalışanlarda ortak olan “insanlar yoldan çıkmışlar” tespiti. Altında yatan varsayım zaman içinde daha önce öyle olmadığı. Başlangıcın, isterseniz yaradılış diyelim, mükemmel olduğu ve zamanla bozulduğu düşünülür. Hatta Gılgamış destanına benzer binlerce mitlerde rastlanan başlangıçta ölümün bile olmadığı, dünyaya gelişinin bir yanlışlık, bir hata sonucu olduğuna inanılır. Eğer benim kendi anladığım dille söylersem, “insanlar daha henüz okullar tarafından meslek kapıp esas soruları unutacak kadar aptallaşmamışlar.”, derim. (Aristotle felsefeyi hayret etme diye tanımlar ve bence güzel bir tanım) Dünya bir mantık veya bir kaçınılmazlık eseri değil, olumsal (diğer dillerde “contingent”) bir dünya. Ve hem kadim cemiyetler hem ilkeller bunu çok iyi bilirlerdi, mitleriyle ifade ederlerdi.
    Islah etmek isteyenler teşhisi “yoldan çıkma”, tedavi ne?
    Ben burada zamanımıza tamamıyla egemen olan, 17. yüz yıldan bu yana son temsilcisi Batı olan ve selefi olan ilk medeniyet, Sümer’le başlayanı ele alacağım.
    Not:Bence tüm Orta Doğu medeniyetleri (Hitit, Asur, Babil, Medler ve Persler, Bizans, İslam); Eski Mısır, Hindistan medeniyetleri, Çin, Antik Yunan, Roma, ve Avrupa aynı Sümer medeniyetinin devamlarıdırlar. Aşağıda değineceğim mükemmellik devrimi hariç aralarındaki farklar ilkeller açısından akademik bir konu.
    Bu medeniyet daha sonra Eski Ahit’de çok güzel ifade edilen dünyaya egemen olma çılgınlığını açık açık söyler:
    “Ve Tanrı şöyle dedi: ‘İşte, tüm yeryüzünde tohum veren her bitkiyi ve meyvesi tohumlu her ağacı size verdim; bunlar size yiyecek olacak. Yerin tüm yaban hayvanlarına, göklerde uçan tüm kanatlılara ve yeryüzündeki tüm canlılara bütün yeşil bitkileri yiyecek olarak verdim.’ Ve böyle oldu.”
    Çok daha sonra bu doğaya karşı savaş açma “bilimsel” bir ad olan ” neolitik devrim” adını alıp itibar kazanır.
    Medenilerin yaşadığı en büyük devrim mükemmelliğin başta değil sona koyma mitidir. Bunun en tanınan adları: İLERLEME, veya salt maddesel anlam kazanan MUTLULUK, veya GELİŞME.
    Bu çılgınlığı görüp ıslah etmeye çalışanlardan en tanınmışı K. Marks. Ne var ki, Marks medeniyete geçişin nedenini insanın doğayla savaşında buldu ve bu yolu almayı olumlu bir ilerleme olarak gördü.
    Tabii bir sürü politika cambazları bu tedavinin altında yatan mesajı, yani herkes zengin olursa medeniyetin getirdiği birbirini boğazlamaya gerek kalmayacağı, her şeyi makinelerin yapacağını, her bireyin burjuvaların vitrinlerini süsledikleri bir azınlık olan yazar, sanatkâr, heykeltıraş, bilim adamı, müzisyen vs olacağı gibi vaatlerle halkları arkalarına taktılar.
    1. Bunların hiç biri ne kapitalist ülkelerde ne de cambazların peşine taktıkları ülkelerde gerçekleşti. Veya eğer sizin SORUN NEDİR? İNSANDIR! Sözünü doğru anladıysam, insan daha da alçaklara indi. Veya tekrar (ve sadece siz adını kullandığınız için ekliyorum) Aristotle’a göre demokrasi yöneticilerin kurayla seçilmesidir. (Politika, kitap 3, bölüm 9) Batı’da demokrasi bir çeşit sirk.
    2. Çevrenin yaşanılmaz hale gelişi, suyun içilmez, yiyeceklerin yenilmez, denizin girilmez, havanın teneffüs edilmez hale gelişi; insanların televizyon önünde salt başkalarının yaptıklarının dikizciliğine indirgenmeleri; hiç değilse Batı’da (burada 60lardan söz ediyorum, şimdi tüm dünya Batılı veya burjuva oldu) nihilizm veya hiçlik, anlamsızlık, akıl dışçılık, her şeyi olasılığa indirgenmesi, ve özellikle her şeyin göreliliğe bağlanması en egemen ideoloji oldu.
    3. Bu parlak geleceğin gittikçe sönmesi bazı düşünürlerde kuşku yarattı ve salt bu sosyal bilimcilerle kısıtlı değilse de özellikle antropologlar medeniyet öncesi toplumlara daha yakından bakmaya başladılar. Birçok ilkellerin doğayla savaş içinde olmadıkları, hatta kendilerini medenilerde olduğu gibi insan/ doğa ikilimi olarak görmediklerini, bolluk içinde yaşadıkları tespit edildi. Medenilerde rastlanan ve Antik Yunan’da açıkça ifade edilen insanın doğasının hırçın, bencil, şiddet sever, kısacası düşman doğanın kendinden bir parça ve dolayısıyla Devlet tarafından evcilleştirilmesi gerektiği düşüncesi, yerine ilkellerin çoğunun tanrılardan geldiklerine inandıkları, Devlet’den nefret ettikleri görüldü.
    4. Belki en kötüsü bizde bir saplantı haline gelmiş olan dünyayı hiyerarşik bir düzene sokmaya birçok ilkellerde rastlanmaz. Hatta medenilerde rasyonel kıyaslama demek.
    Not: Bunlar değişik bulgular ama kesin kesi genelleştirme yapmak istemem. Eğer insan her yerde aynı değilse, aynı teori her yerde geçerli olamaz. 4 milyon yıllık insan tarihini son 6-7 bin yıl içindeki olaylar ve kavramlar deli gömleğini giydirmek sanırım büyük bir kibir. Hatta medeniyet çerçevesi içinde bile son 2-3 yüzyıl hariç dünyayı sırtında taşıyan köylüler bile bu kibirliler tarihine zor sığarlar. Kendi kültürlerini bal gibi geliştirdiler. Ve hatta bu teorinin her yerde geçerli oluşunun tek nedeni okulda, günlük yaşamda, kazananların dayatmasından kaynaklanır.
    Medeniyetleri tasvip eden ve hatta temel vasıflarına göre sınıflandıran büyük tarihçi Toynbee bile 1976’da tek bir medeniyet olduğu ve hem dünyayı hem de insanlığı yok etme k.bir veya çılgınlığı içinde olduğunu ileri sürdü.
    Dahası da var ama sanırım çok beğendiğim bir din tarihçisinin dediği ne demek istediğimi, belki daha iyi, anlatır:
    “Avrupa kültürünün tuhaf bir aşağılık kompleksinden dolayı kadim bir kültürü saygıyla anmak, ideolojisinin tutumluğu, insanlığının asilliğine işaret etmek; ikinci derecede önem taşıyan sosyolojisinden, ekonomisinden, sağlık bilgisinden bahsetmemek kaçamaklık yaptığınıza, ve hatta gerici olduğunuza şüphe etmeye yol açar. Tarihsel açıdan bu aşağılık kompleksini anlamak mümkün ve normal. Avrupa bilim ruhu, dünyaya egemen olup değiştirmek amacıyla, son iki yüz yıl dünyayı anlamak için daha önce görülmemiş bir çaba gösterdi. Avrupa ideolojisi açısından bakıldığında, bu gayret, Avrupalıların sadece sonsuz ilerlemeye inanmasıyla kalmaz, insan ne kadar “modernse” mutlak hakikate o ölçüde ulaşır, o ölçüde onurlu ve yüce olur kanısı da kök almıştır.
    Ancak son zamanlarda oryantalistler ve etnologlar yüksek ve yüce değerli cemiyetler ve medeniyetlerin tarihte, ve hatta şimdi bile, var olduklarını gösterdiler. Bu cemiyetler ne (modern anlamda) bilime, ne de endüstri üretimine eğilim gösterirlerse de geliştirdikleri metafizik, ahlak ve hatta ekonomik sistemleri mükemmel muteberlik arz ederler. Doğal olarak yiğitçe tuttuğu yolun sadece en yüce değil ayni zamanda dürüst ve akıllı insana en yakışır olduğuna inanan Batı kültürümüz; bilim ve endüstride ilerlemenin devasa entelektüel çabasını besleyen ve böylece ruhunun en değerli niteliğini feda eden Batı kültürümüz, kendi değerlerini korumada aşırı kıskançlık sergiler. Bu kültürün en yüce temsilcileri geleneksel ve ilkel toplumları muteber kılmayı kuşkuyla karşılarlar.
    Bu geleneksel ve ilkel toplumların gerçek varlığı ve yüksek değerleri doğal olarak Avrupa medeniyetinin temsilcilerinde, eğer kültürleri insanlığın zirvesi olmadığı, 20. yüzyılın tek olası kültürü olmadığı, acaba eriştikleri düzen harcadıkları çabaya ve özveriye değermiydi şüphesi uyandırır.”
    Mircea ELIADE
    Demirciler ve Simyacilar, İlk yayın tarihi 1956
    Ben şimdiye kadar ne “ilkelciler” arasında, ne de teknoloji ve medeniyete kaşı olanlar arasında her hangi bir “geriye dönelim” gibi son derece aptalca bir öneride bulunana rastlamadım. Genellikle ve medeniyet ve teknolojiyi körü körüne savunanlar bu çamur, ve tarihte buna çok rastlanır, atmayı yaparlar.

    Son bir söz: Din /felsefe çok daha zor bir konu ve daha sonraya bırakıyorum. Şimdilik küçük bir not ekleyeceğim.
    Bence felsefenin veya doğa felsefesinin asıl doğuş yeri olan Ege kıyısındaki filozofların düşünceleri zamanlarında bir çeşit televizyon dizisi olmuş Zeus ve Olimpos tanrıları resmi dininin çok daha öncesine giden din düşüncelerine dayanır.
    Aksi halde, örneğin Thales’in “Her şey su” veya “doğa canlı, tanrılar ve ruhlarla dolu”, gibi laflar ne insanın iç dünyasını incelemesine ne de dış dünyayı incelemesine uyar görünür. Dolayısıyla felsefe dinden Tanrı, Ruh, Tin gibi kavramları olduğu gibi alır. Hepsinden daha da tuhafı doğada bir düzen, ve bu düzenin Felek veya Adalet veya Yasa tarafından yönetildiği. Günümüz dünyasında buna “Doğa Yasası” derler. Hatta doğa ahlaklı olur. İnsanlar kötü bir şey yaptıklarında doğa cezalandırır.

  1107. 1104… olayı ele alış, değerlendirme olarak saygıya değer bir üslup.. Ama şu noktalara katılmıyorum…
    1.
    “Çok daha sonra bu doğaya karşı savaş açma “bilimsel” bir ad olan ” neolitik devrim” adını alıp itibar kazanır..”
    Neolitik Devrim ile Doğaya savaş açılmamış, doğanın imkânları öğrenilerek, doğa taklit edilmiştir…
    2.
    4 milyon yıllık insan tarihini son 6-7 bin yıl içindeki olaylar ve kavramlar deli gömleğini giydirmek sanırım büyük bir kibir….
    Bu 4 milyon yıllık değil, 7-800 bin yıl.. Ateşin keşfi ve etin pişirilmesi…
    ve ta ki Neolitik Devrime kadar sonsuz bir tekrar.. Kısır döngü.. İyi ya da kötü değil.. ama bu geçen sürenin uzunluğu da değerli değil… Bu 1 milyon yıl, dinozorların 1 milyon yılı gibi!
    3.
    M. Eliade….
    ne kapalı, kişiliksiz bir anlatı bu… İnsanlık tarihini ve sürecin “diyalektik” zorunluluklarını zerre kavramamış öznel bir mırıltı sanki..

  1108. Sayın 1104
    Katılmadığınız noktaları düşünüyorum ve bence en tuhafı M. Eliade hakkında söyledikleriniz. Yine Türk profesörü koktu. Sondan başa cevaplar.
    3
    Eliade yazısında Avrupa’nın eriştiği noktaya nasıl vardığı, diyalektik süreç ve zorunluluklarını ele almamış. Avrupa’nın varmış olduğu noktada bazı buluşlara karşı tutumunu ifade etmiş. Okuduklarını anlamayışın gına getirmeye başladı. Hem de profesörlüğüne pek yakışmıyor, salt derin varsayımlarınla önyargılarını açığa vuruyor, dikkatli ol!
    Ama istersen ve mutlaka bir yazı ancak ve ancak diyalektik olmakla doğru oluyorsa, ben deneyeyim:
    Tez: Avrupa, insanlığın erişebileceği en yüksek noktada olan tek ve tek toplum.
    Antitez: Hayır (bu bir enayi kandırması)
    Sentez: Ayni yükseklikte ama Avrupalı olmayan geleneksel ve ilkel cemiyetler de var.
    Yüce Türk Profesörü bunu sevmez, aynı Avrupalılar gibi strese girer. Avrupalı olmanın daha kısa yolları olamaz der. Atatürk-Marks’dan beri eşşek gibi çalışıyoruz, hala olmadı, der. Nasıl Allah tekse, merdiven de tek merdivendir, başka merdiven olamaz diye isyan eder. Zavallı Profesör, Türkiye’de Atatürk-Marks tarih ve sürecin “diyalektik” zorunluluklarını, halk arasında ve özellikle meslek sahibi olma eğitimini bilgili olmayla karıştıranlar arasında yarattığı aşağılık kompleksi sosyal-psikolojik-sonradan görmüşlük- bilgelik özentisini zerre kavramamış öznel bir mırıltıyla kendini uyutur.
    Lütfen biraz kendinize gelin. Bir bunalım yaşayan Avrupa düşünürleri bu bunalımın nedenlerini aramakta. Hepsi o kadar. Hatta bu yazının temelinde yatan araştırmaların “zaman”la kafayı yemiş olmak, “zaman” saplantısı, “köken” bulma gayretleri bile bu bunalımın bazı emareleri olarak görünür. Zamanın nasıl ve ne zaman saplantı olduğunu inceleyen sayısız “yanlış olabilir” kitaplar var. Avrupa’nın bu bunalımıyla ilgilenecek çok daha ince düşünürlere ihtiyacı var. Böyle etrafa attığı saç kurutma makinesi ve televizyon gibi kemikleri kemirenlerden onlara onlara fayda gelmez.
    Not: Eliade yazmış olduğu sayısız kitaplarda diyalektiği kullanır. Onu okuyun göreceksin.
    2
    Yanomamilere bir göz atarsanız fena olmaz. Sadece etraftan topladıklarını yerler ve belki size göre daha henüz insan değiller (pişirmiyorlar gerçi pişirmeden yeme şimdi Avrupa ve ABD çılgınları arasında moda oldu ve eminim arkadan kuyruk gibi izleyen Türkiye’ye de gelmiştir) ama onları inceleyen bilim adamlarına göre insanlar.
    Bir yanda, insanı diğer hayvanlardan ayırt etme (ve hatta oyun gibi ortak taraflarını ele alma) kurgularının kıstasları var: sembol kullanma, konuşma, alet kullanma, iki ayak üzerine kalkma, başparmak, sosyalleşmede ve dolayısıyla kültür ve dil gelişmede yardımcı olan ateşi bulma, oyun oynama, hiyerarşik düşünme, ölüsünü gömme, dinsel olması, melek mi maymun mu sorusu, şair oluşu, çok ince sanatçı ruhu oluşu vs. gibi.
    Diğer yanda, bu ayrımın ne zaman olduğu. Zaman içinde bu devamlı gittikçe geriye itilir ama olsun, Türk profesörü bilir.
    Bir paleoanrtopologa göre hala yaşayan ve kültürlerini bedenlerinde taşıyan, etrafa saçmayan (alet, piramit, heykel, tarım ve binlerce vs gibi dışa yansıtmalar ki belki bu, tarihte ilk telif hakkı sapıklığı) ilkeller hala yaşıyor olmasaydı, biz onların varlıklarını bile bilemeyecektik der. Nedense gerçek bilgililer profesörlük kokacağına alçak gönüllü oluyorlar. Aynı Einstein’ın belki telepatide bir gerçek payı vardır demesi gibi. Ve nedense derinde yatan varsayımlarının ve ön yargılarının farkında olmayan için her şey aylık maaşı kadar gerçek ve apaçık. Ve zaten önemli olan da aylık maaşı. Geri kalan zaman öldürme, hava atma, fikirlerini daha doğrusu tüm ilkokul beyin yıkamalarını edebi muaşeret üslubuyla kendine benzerlerle dedikodusunu yapmak.
    Sana göre: “Benim elektrik süpürgen ve ücret köleliğiyle kazandığım parayla alış veriş ettiğim süpermarketler var, o halde Neolitik Devrime kadar süre kısır döngü”. İnsanlığını bu kadar ucuza satmayan büyük insanlar için ilkeller devri varoluş ve bolluk devri. O zamanlarda yaratılmış sanat eserlerine baksaydın böyle terbiyesiz laflar etmezdin. Senin gibi mal ve bolluk peşinde koşanlar şu güzel dünyayı viraneye çeviriyorlar ve utanmıyorlar. Gerçekten nefret uyandırıyorsunuz. Aynı Avrupa, ABD ve diğer birçok ülkelerin adi ve sıradan insanları gibi öldürücü kansere tapıyorsunuz. Hepinizin kalıp söz aynı: “Bak ne güzel, öldürücü hücreler artıp duruyor!”
    Zaten zamanımız adı da senin gibi “fiyaka satanlar devri.” Kendini malıyla ölçenler devri. “Hubris” kelimesine bir baksan fena olmaz. Henüz Yunanlılar bu aşırı kendini evrenin merkezi olma sapıklığını gördüler.
    1.
    Senin ucuz bir Marksist olduğun her yerinden sümük gibi akıyor. Bari Marks’ı oku. Özellikle “insan doğallaşacak ve doğa insanlaşacak”, demekle ne demek istediğinin ve bu savaşın sona ereceğini ima ettiğini belki, belki, belki ve eğer senin o hilkat garibesi ucube eski / yeni diyalektik Marksist Ulu Şef’in sana izin verirse, anlarsın. Sen sürekli her şeyi birbirine karıştırıp çorba ediyorsun. Kesin kes bir bağlamda söylenenin, telepati gibi en salakça anlamaktansa bana ne demek istediğimi sorabilirdim. Aksi halde kes şu terbiyesiz saçmalıklarını: Taş yontmayla da doğanın imkânları öğrenilmişti, et ve sebze yemekle de. Yazdıklarınla cahilliğini göstermeden önce bir bilgileye göster. Ayıp değil. Bu konularda çok yenisin ve çaylaksın.
    Tarihte en sevdiğim kişilerden biri İsa ama ben senin gibi terbiyeli, rahat, uslu, evcilleşmiş büyümedim. Nerede bir faşist görsem aklıma ilk gelen kafasını ezmek.
    Üstelik hayatım böyle içi binlerce insanlıktan nefret, ölüme tapan, çirkin dolu dışı kibar orta sınıf burjuvaları arasında geçti. Zamanı gelince ne kadar gaddar olduklarını çok iyi biliyorum. Güzel ambalajlı tiksindirici ruhlar.

  1109. 1106,
    saçmalıyorsun. beş para etmez bilgiler içinde hayatın yitip gitmiş; şimdi yüzleşmek zorunda kaldığın için öfkeleniyorsun. değersiz, tam da edindiğin bilgi çerçöpüne uygun kişiliksiz hakaret cümleleri ile seviyeni ele veriyorsun. okuduklarını o kadar çok anıyorsun ki, anlamamış olduğun belli olmasın. derya içinde olup da anlamayan balıklar gibisin. ümitsiz vakasın. zaman kaybısın. bu yüzden kısa yazıyorum

  1110. PIPSQUEAK BİR DİNCİ OLABİLİR Mİ ?

    ‘MEDENİYET’E KARŞI OLMAK DAHA ÇOK DİNCİLER ARASINDA YAYGIN İKEN, PIPSQUEAK ‘İLKEL ANARŞİZM’ MASKESİYLE DOLAŞAN BİR DİNCİ OLABİLİR Mİ ?

    ‘SORUN NEDİR? İNSANDIR!’ başlığıyla 1093, 1094, 1095, 1096, 1097’de yazan şahıs ‘Şaban Teoman Duralı’, günümüz muhafazakâr gençliğinin öğretmeni, İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde ‘filozof-dinci bir embedded-teorisyen müsveddesi’dir! Ve ayrıca 1037’de yazan şahıs Erol Göka da Duralı ile kol koladır! Pipsqueak, kimlere alkış tuttuğunuzun farkında mısınız!

    Bela Bartok müzikte bunun kanıtlarını bulurum diye Türkiye’ye gelip modernlik bokunun henüz değmediği yerleri dolaşıp müzik notaları ve güfteleri toplamak ister. Tabii hiyerarşi sizin gibi iliklerinde olanlar, o ünlü olduğundan zamanın kültur bakanı refaketinde dolaşmasını uygun bulurlar. Bir yerde bir yaşlı kadın bir ninni söyler ve genellikle kulaktan notları yakalayabilen Bartok, bu ninni çok kompleks olduğunda kayıt aletini çıkarıp tekrar etmesini ister. Yaşlı kadın, “bu şey benim sesimi çalacak, ondan sonra sesimden mahrum kalacam”, diyerek tekrarlamak istemez. Hala insan kalmış hayreti içinde olan Bartok’u “kültür” bakanı, “kusura bakmayın, bizim halk hala cahil”, demeyle Atı-türk’e, veya şimdiki marksist-falan filan anarSHITlere yakışır bir lafla, moderrnler ve ölüler dünyasına geri getirir. Bartok içinden “asıl cahil sensin”,der ve bunu hatıralarında anlatır. Sizler daha konuyu bile anlamamışsınız o yüzden aynı kültür bakanı gibi kendinizden emin horozlanıyorsunuz.

    ‘Özgürlük sorumsuzluk değildir!’

    Hukukçular bireyin özgürlüğünün sınırlarını bir başkasının özgürlük alanına girilmesi diye tarif ederler ama bu tanım adı üstünde hukuki. Özgürlüğümüzün gerçek sınırı, fiziki ve akli gücümüzle yapabileceğimiz her şey. Özgürlüğümüzün sınırı, fiziki ve akli potansiyelimiz ama bu madalyonun bir yüzü yalnızca. Öbür yüzde özgürlüğümüzün ilerleyebileceği yol hattını, rotasını belirleyen psikolojik organizasyonumuz, vicdanımız var. Vicdan, fiziki ve akli potansiyellerimizi bir sorumluluk kalıbına sokar, ne ölçüde fiiliyata dönüşebileceklerini belirler; özgürlüğümüzü çerçeveler. Vicdan tuvali olmadan özgürlük tablosu ortaya çıkmaz. Ya da daha doğru bir deyişle insan sorumluluklarını hatırlatan vicdanının sesini dinleyebildiği anlamda sahiden özgürleşir.

    Özgürleşmek, kendini, gücünü ve sınırlarını, en önemlisi de sorumluluklarını bilmekten geçer. Eğer bir insan hayata dair sorumluluklarını üzerine alamıyorsa, yaşadığı olaylarda kendi payını göremiyorsa, onun değişim (dünyayı ve kendini değiştirme) için hiçbir çaba harcamayacağı, bu çabayı anlamsız bulacağı açık. Böyle bir insanın özgürlük diye bir derdi yoktur veya serkeşliği özgürlük sanmaktadır. Ancak sorumluluğunun ve başına gelenlere kendi katkısının farkında olan insan, değişim için bir inanç ve umut taşıyabilir, arzusunu iradesinin rehberliğinde değişmeye doğru yöneltebilir. Özgürlüğünü sorumluluklarını kavradığı ölçüde sorunsallaştırır.

    Sorumlu insan, özgür insandır. Özgür insan, irade ve vicdan sahibidir. Kendisini kuşatan tüm sınırlamaları, biyolojik, toplumsal, zihinsel programları aşmaya çalışan, ruhuna üflenmiş Yaratıcı özü keşfedip tanımaya, gürleştirmeye çalışan kimsedir. Buna göre insanın özgürlüğünden değil de özgürleşmeye çalışmasında bahsetmek, daha uygun aslında.

    Maalesef bugün, fazlaca düşünmeksizin, gündelik yaşantı sırasında özgürlüğü, nefsanî arzuların hayata geçirilmesi manasında kullanıyoruz. Artık sorumluluk üstlenen vicdan ve iradeden ziyade bilinçdışından, ihtiyaç ve arzulardan bahsediyoruz. Başka türlü, tüketim kültürü, hayatlarımıza böylesine hâkim olamazdı. Bilinçdışı ve arzunun yanısıra modern bilim adına her şeyin bir sebebe bağlanması, davranışlarımızdan ekonomik durumun, genlerimizin vs. sorumlu olduğunun ilan edilmesi, irademizle birlikte sorumluluğumuzun da giderek tedavülden kaldırılmasına neden oldu. Önceden insan iradesine bağlanan nedenlerin birçoğu genetikle ve dış koşullarla açıklanmaya girişilince, davranışlarımızın sorumluluğunu alacak kimse kalmadı.

    Şimdi yeni baştan kavramları tasnif etmeli, her şeyi yerli yerine koymalıyız. Modernlik, arzu ile anlamı, özgürlük ile vicdan ve iradeyi birbirinden koparmaya çalıştı. Oysa bunların hepsi birbirine sıkı sıkıya bağlı; bilinçli hallerimiz bilinçdışımızdan, arzularımız da anlamdan bağımsız değil. Yürütücü mevkii de ise vicdan ve irade var.

    Hep söylüyoruz, insan arzusu, hayvani arzudan tamamen farklı. Asıl amacı tanınma ve sevilme ama bir de geleceğe yönelik. Geleceği biçimlendirmeye, umutlarımızı hatıra ve hayallerimizi katarak adlandırmaya çalışıyor. Arzu, kendimizi geleceğe yöneltmenin muharrik gücü… İnsan, arzulayan varlık ama arzusunu nasıl dışa vuracağı, insana yakışır bir yol bulup bulamayacağı da önemli. Bunu başarabilmek için, iradenin direksiyon başında olması lazım. Bu yüzden de nasıl özgürlük sorumlulukla yan yana, iç içe ise, arzu da iradeyle sarmaş dolaş. Arzu yoksa irade de yok, irade yoksa arzu saçma. Arzusuz irade de iradesiz arzu da inançsızlığın değişik türleri…

    İnsanın başına gelenlerin sorumlusu, sanılanın aksine arzular değil, iradesi alınmış dünyada, arzuların rehbersiz kalması. Artık 200 yıl önce Batı’da yapıldığı gibi arzuyu ve iradeyi karşı karşıya koymamamız, onların birbirinin mütemmim cüzleri olduklarını anlamamız gerekiyor: “Arzu iradeye sıcaklık, içerik, hayal gücü, çocuk oyunu, tazelik ve zenginlik kazandırır. İrade arzuyu korur, onun çok büyük tehlikelere girmeden devamını sağlar. Fakat arzu olmadan irade, yaşam gücünü, canlılığını yitirir ve kendiyle çelişerek yok olur. Sadece irade var, arzu yoksa, elinizde kurumuş, Viktorya dönemi neopüriten insan kalır. Sadece arzu var, irade yoksa, elinizde çocuk kalmış yetişkin olarak robot adama dönebilecek, yönlendirilen, özgür olmayan, çocuksu insan kalır.” Batılılar bu cümlelerin sahibi Rollo May gibi sağduyulu varoluşçulara kulak vermeli. Bizimse bakacağımız yer besbelli. İnançlarımıza göre, insan iradesi, Allah’ın yani kozmik bütünün cüzüdür ve onunla birlikte vardır. O’na rağmen, O’na karşı, O’nun edilgen bir parçası olarak değil, O’nunla birlikte… Biz insanız. Mutlak varlığın, haysiyetli kıldığı özgür ruhlarız. Doğanın ve diğer varlıkların emanetini üstlenebilecek donanıma sahip sorumlu varlıklarız.

    Erol Göka, 24 Mart

  1111. 1103’den Soru ve Bir Politikacının Cevabı
    “Dünyada her gün 1 dilin yok olduğu üzerine (bilimsel araştırma sonuçlarına dayansa da dayanmasa da) haberler sık sık çıkar.
    Her gün 1 dilin yok olmasının sebebi medeniyet mi yoksa başka şeyler mi?”
    MANTIKSIZ, BİLGİSİZ BİR POLİTİKACININ BU SORUYA CEVABI:
    EGEMEN MODERNİST KÜLTÜR.
    İtalya’nla İspanyol ayrı diller konuşur ama aynı düşünürler.
    Daha da gülünç düşünürsek, neden acaba bu diller aslında aynı düşünceleri ifade ettikleri halde yok edilmediler? Neden acaba “Egemen modernist kültür.” Almancayı yok etmedi.
    Neden başarılı olmak için şimdi Doğu Afrikalılar Swahili, Orta Avrupalılar Rusça ve hatta tüm dünya İngilizce konuşmak zorunda kalıyor? Bunlar modernist kültürde mi başarılı olmak istiyorlar acaba? Yoksa endüstrileşmemiş cemiyetlerin, henüz 19. yüz yılda tam hız kazanmış, Avrupa ve diğer medeniyet fırlamalarının dünyaya yaydıkları ekonomik-vebasının önünde diz çöküp bu sitedekiler gibi mal birikiminde başka bir seçenekleri kalmadığından mı?
    Neden acaba AB herkese ortak dil İngilizce olduğundan, bazı Avrupa dillerinin yok olması endişesine düşüyor. Ben sanırım aralarındaki kültür farkları görmek için ya boş konuşan politikacı olacaksın veya en güçlü elektronik mikroskopla bakacaksın.
    Acaba dilleri yok edilmeye mahkûm edilenler aslında medeniyetin cici bici fırlamaları olan endüstri- ekonomik-politik saldırı karşısında mı boyun eğerler? Acaba bu nedenden mi bu sitede utanmadan bir cici bici isimle dünyayı bütün yönlerden, başta insan, su, toprak, hava, hayvanlar, bitkiler, ağaçları viraneye çeviren medeniyetin doğuşuna neolitik devrim diyorlar. Eğer artık insanı kusturan “hayır ama kötüler yerine biz iyiler iş başında olsaydık, bu olmazdı”, diyecek kadar hala adilik edenleri bir tarafa bırakırsak, endüstri-ekonomi-politikanın insanı tam tanımladığı ve tam alçaklaştırdığı çağın adı değil mi bu şekeri aşırı bol şirin neolitik devrim?
    Herkese aynı dili konuşturma hastalığı ulusal-devletçilikle başladı. Ve aynı şimdi medeniyeti savunanlar gibi savunuldu. Sadece Fransa’da, 19. yüz yılda 90’ı aşkın birbirlerinden Türkçeyle Mongolca kadar farklı diller yok edilir.
    Hatta bu politikacını gözünün önünde bir gerçek var: Türkiye’deki azınlıklar Türkçe bilirler ama tersine hiç rastlanmaz.
    Bu bağlam içinde “Egemen modernist kültür.” ve medeniyetin getirdiği çok şekerli bir isimle “iletişim” denilen her yere varma ve her kişiye varma teknolojisi aynı mı?
    Medeniyeti en büyük silahları ve beyin yıkama araçları okul, medya, yazı, televizyon diller ayrı da olsa herkese Danimarkalı ve İtalyan gibi aynı düşünmeyi öğretmez mi?
    Medeniyet olmayan yerde “modernist kültür” düşünülebilir mi?
    Solcular savundukları milliyetçilik altın yumurtasını sağa kaybedince, enternasyonalist olurlar ve herkesin aynı dili konuşması çılgınlığına heyecanla sarılırlar. O zaman egemen modernist kültür neredeydi? Bu devrimci-solcu-anarşist tam burjuvalar bir türlü tüm dünyanın burjuva olduğunu kabul etmek istemezler ama burjuvaların yarattığı dünyanın rüyalarıyla yaşadıkları çamur içinde debelenip dururlar.
    Hatta bu yazdıklarım bile bence çocuk oyuncağı. Bu sitede dolup taşan bilgisiz, mantıksız düşüncelerle dalga geçmek ve alay etmek hoş oluyor.
    20. yüz yıl edebiyat eserlerinde en fazla rastlanan temalardan biri yabancılaşmadan dolayı aynı dili konuşanların bile bir birini anlamaması.
    Benim çeşitli ülkelerde işittiğim ve bu sitede yazanların dili Televizyon dili. Değişik ülkelerdeki farklar silinmiş. Ekranla geviş getiren inek.
    Sorulan soruya cevap bile dilin ne kadar değersizleştiğini gösteriyor. Sanki bir İlahi Ulu Şef gökten kısa, öz ayetler serpiyor. Hangi kültür egemen? Bir tane mi, çeşitli mi? Kültürün ardında başka güçler var mı? Bir Çinli bir Türk gibi mavi gözlü sarşın olmak ister ama , bir Avrupalı Çince konuşmak zorunda kalabilir mi? Para getirmeyen bir kültür egemen olur mu? Cemiyetler değişik diller konuşur ama canavarların en soğuk canavarı bütün dilleri konuşurmuş, doğru mu?
    Bırakın lütfen bu 70lerden kalmış sloganları tekrarlamayı. Belki bu nedenden hep genç kalıyorsunuz.

  1112. 1108
    Ben pipsqueak.
    Ben bu sitede Jacques Ellul, Ivan Illich, Tolstoy, Gandhi ve benzeri anarşistlerin adların vermiştim. Benim için dinci olmakla anarşist olmak birbirlerini karşılıklı dışlamazlar ama evreni gezseniz benim kadar dinsiz, allahsız, imansız ve yasadan nefret eden birini zor bulursunuz. İslam’da anarşistlik hareketleri oldu ve ben bu siteye gönderdim. Qarmatlar en fazla tanınanlar arasında. Sizlerin cahilliğiniz gerçekten insanı insan olmaktan tiksindiriyor.
    Ne var ki ben bunu, bu sitedekiler gibi bir iftiharlık konusu yapmıyorum. Nedeni sonsuz basit. Ailemde yoktu, öyle bir ortamda büyümedim.
    Aynı zamanda ben bu sitedekiler gibi ilerleme, mutluluk, para, laiklik, sekülerlik gibi başka isimler altında tapılan din ve allaha inananlardan son derece nefret ediyorum.
    Bu konularda çalışmalarım bana din veya daha doğrusu mitlerin cemiyet veya toplumların yapısını yansıttığını öğretti. Hatta 1104’de buna değineceğimden söz ettim. O yazıya ekimi okusaydınız gerçi artık bu sitede bir anlayan çıkması mucize ama belki bir şeyler anlardınız.
    Örnek önümüzde: Ya Atatürk-Marksın k*nı yalayanlar veya Erdoğan-İslam k*nı yalayanlar. Bir de şimdi Marksistlerden tek farkı kendilerine anarşist adını verenler çıkmış. Her üçünün de canı cehenneme.
    Eğer siz Erdoğan-İslam mafyasına yaltakçılık yapıyorsanız ben o zaman bu sitedeki din ve allaha karşı olanları başımın üzerinde taşırım ve size zerre kadar saygım olmaz.
    O hikayedeki kadını anlatmamla ne demek istediğimi hiç ama hiç anlamamışsınız. Günümüzde her belli bir zaman, belli bir mekan, belli kişilerle gerçekten yaşanan, yaşayandan koparılıp başkalarına eğlence, tüketim ürünü olur. Aktarmak istediğm buydu. Bartok’un kafası sizler gibi Erdoğan ve Atatürk ve (Marks değil) Marksitlik gibi adi ve tiksindirici düşüncelerle dolu olmadığından kadına hayret etti. Yüksek ruhlu bir insan olduğu için asıl kimin cahil olduğunu gördü. Adını bu sitede ettiğim için pişmanım.
    Siz benim 1104 yazımı bile okumadan zırvalamışsınız. İşte İslam’dan laf ettiğim kısım: “Not:Bence tüm Orta Doğu medeniyetleri (Hitit, Asur, Babil, Medler ve Persler, Bizans, İSLAM); Eski Mısır, Hindistan medeniyetleri, Çin, Antik Yunan, Roma, ve Avrupa aynı Sümer medeniyetinin devamlarıdırlar. AŞAĞIDA DEĞİNECEĞİM MÜKEMMELLİK DEVRİMİ HARİÇ ARALARINDAKİ FARKLAR İLKELLER AÇISINDAN AKADEMİK BİR KONU.”
    Aynı diğerleri gibi anlamadan kudurmanı bekliyorum. Bu sitedeki eş*ek sayısı sonsuz. Din tarihinde en çok okunan kitapların yazarını tanımıyan bir eş**ekler eş**eği her kapıyı açan anahtar “diyalektikle” yazılanı anlamadan küçümser.
    Eğer sizde biraz dürüstlük varsa önce 1104’deki Eliade’ın paragrafını okuyun. Tamamıyla bir durumun tasviri. Bu in*k “süreç”, değişme”, aptallık ayıbına örtü etmiş “diyalektik” arar. Hatrılatırım kudurur.
    Eğer sizde biraz daha dürüstlük olsaydı sitede benim Allah laflarımı kullanışma bakardınz.

  1113. 1103’den Soru ve Bir Politikacının Cevabı
    “Dünyada her gün 1 dilin yok olduğu üzerine (bilimsel araştırma sonuçlarına dayansa da dayanmasa da) haberler sık sık çıkar.
    Her gün 1 dilin yok olmasının sebebi medeniyet mi yoksa başka şeyler mi?”
    MANTIKSIZ, BİLGİSİZ BİR POLİTİKACININ BU SORUYA CEVABI:
    EGEMEN MODERNİST KÜLTÜR.
    İtalya’nla İspanyol ayrı diller konuşur ama aynı düşünürler.
    Daha da gülünç düşünürsek, neden acaba bu diller aslında aynı düşünceleri ifade ettikleri halde yok edilmediler? Neden acaba “Egemen modernist kültür.” Almancayı yok etmedi.
    Neden başarılı olmak için şimdi Doğu Afrikalılar Swahili, Orta Avrupalılar Rusça ve hatta tüm dünya İngilizce konuşmak zorunda kalıyor? Bunlar modernist kültürde mi başarılı olmak istiyorlar acaba? Yoksa endüstrileşmemiş cemiyetlerin, henüz 19. yüz yılda tam hız kazanmış, Avrupa ve diğer medeniyet fırlamalarının dünyaya yaydıkları ekonomik-vebasının önünde diz çöküp bu sitedekiler gibi mal birikiminde başka bir seçenekleri kalmadığından mı?
    Neden acaba AB herkese ortak dil İngilizce olduğundan, bazı Avrupa dillerinin yok olması endişesine düşüyor. Ben sanırım aralarındaki kültür farkları görmek için ya boş konuşan politikacı olacaksın veya en güçlü elektronik mikroskopla bakacaksın.
    Acaba dilleri yok edilmeye mahkûm edilenler aslında medeniyetin cici bici fırlamaları olan endüstri- ekonomik-politik saldırı karşısında mı boyun eğerler? Acaba bu nedenden mi bu sitede utanmadan bir cici bici isimle dünyayı bütün yönlerden, başta insan, su, toprak, hava, hayvanlar, bitkiler, ağaçları viraneye çeviren medeniyetin doğuşuna neolitik devrim diyorlar. Eğer artık insanı kusturan “hayır ama kötüler yerine biz iyiler iş başında olsaydık, bu olmazdı”, diyecek kadar hala adilik edenleri bir tarafa bırakırsak, endüstri-ekonomi-politikanın insanı tam tanımladığı ve tam alçaklaştırdığı çağın adı değil mi bu şekeri aşırı bol şirin neolitik devrim?
    Herkese aynı dili konuşturma hastalığı ulusal-devletçilikle başladı. Ve aynı şimdi medeniyeti savunanlar gibi savunuldu. Sadece Fransa’da, 19. yüz yılda 90’ı aşkın birbirlerinden Türkçeyle Mongolca kadar farklı diller yok edilir.
    Hatta bu politikacını gözünün önünde bir gerçek var: Türkiye’deki azınlıklar Türkçe bilirlere ama tersine hiç rastlanmaz.
    Bu bağlam içinde “Egemen modernist kültür.” ve medeniyetin getirdiği çok şekerli bir isimle “iletişim” denilen her yere varma ve her kişiye varma teknolojisi aynı mı?
    Medeniyeti en büyük silahları ve beyin yıkama araçları okul, medya, yazı, televizyon diller ayrı da olsa herkese Danimarkalı ve İtalyan gibi aynı düşünmeyi öğretmez mi?
    Medeniyet olmayan yerde “modernist kültür” düşünülebilir mi?
    Solcular savundukları milliyetçilik altın yumurtasını sağa kaybedince, enternasyonalist olurlar ve herkesin aynı dili konuşması çılgınlığına heyecanla sarılırlar. O zaman egemen modernist kültür nerdeydi? Bu devrimci-solcu-anarşist tam burjuvalar bir türlü tüm dünyanın burjuva olduğunu kabul etmek istemezler ama burjuvaların yarattığı dünyanın rüyalarıyla yaşadıkları çamur içinde debelenip dururlar.
    Hatta bu yazdılarım bile bence çocuk oyuncağı. Bu sitede dolup taşan bilgisiz, mantıksız düşüncelerle dalga geçmek ve alay etmek hoş oluyor.
    20. yüz yıl edebiyat eserlerinde en fazla rastlanan temalardan biri yabancılaşmadan dolayı aynı dili konuşanların bile bir birini anlamaması.
    Benim çeşitli ülkelerde işittiğim ve bu sitede yazanların dili Televizyon dili. Değişik ülkelerdeki farklar silinmiş. Ekranla geviş getiren inek.
    Sorulan soruya cevap bile dilin ne kadar değersizleştiğini gösteriyor. Sanki bir İlahi Ulu Şef gökten kısa, öz ayetler serpiyor. Hangi kültür egemen? Bir tane mi, çeşitli mi? Kültürün ardında başka güçler var mı? Bir Çinli bir Türk gibi mavi gözlü sarşın olmak ister ama , bir Avrupalı Çince konuşmak zorunda kalabilir mi? Para getirmeyen bir kültür egemen olur mu? Cemiyetler değişik diller konuşur ama canavarların en soğuk canavarı bütün dilleri konuşurmuş, doğru mu?
    Bırakın lütfen bu 70lerden kalmış sloganları tekrarlamayı. Belki bu nedenden hep genç kalıyorsunuz.

  1114. 1108
    Ben pipsqueak.
    Ben bu sitede Jacques Ellul, Ivan Illich, Tolstoy, Gandhi ve benzeri anarşistlerin adların vermiştim. Benim için dinci olmakla anarşist olmak birbirlerini karşılıklı dışlamazlar ama evreni gezseniz benim kadar dinsiz, allahsız, imansız ve yasadan nefret eden birini zor bulursunuz. İslam’da anarşistlik hareketleri oldu ve ben bu siteye gönderdim. Qarmatlar en fazla tanınanlar arasında. Sizlerin cahilliğiniz gerçekten insanı insan olmaktan tiksindiriyor.
    Ne var ki ben bunu, bu sitedekiler gibi bir iftiharlık konusu yapmıyorum. Nedeni sonsuz basit. Ailemde yoktu, öyle bir ortamda büyümedim.
    Aynı zamanda ben bu sitedekiler gibi ilerleme, mutluluk, para, laiklik, sekülerlik gibi başka isimler altında tapılan din ve allaha inananlardan son derece nefret ediyorum.
    Bu konularda çalışmalarım bana din veya daha doğrusu mitlerin cemiyet veya toplumların yapısını yansıttığını öğretti. Hatta 1104’de buna değineceğimden söz ettim. O yazıya ekimi okusaydınız gerçi artık bu sitede bir anlayan çıkması mucize ama belki bir şeyler anlardınız.
    Örnek önümüzde: Ya Atatürk-Marksın k*nı yalayanlar veya Erdoğan-İslam k*nı yalayanlar. Bir de şimdi Marksistlerden tek farkı kendilerine anarşist adını verenler çıkmış. Her üçünün de canı cehenneme.
    Eğer siz Erdoğan-İslam mafyasına yaltakçılık yapıyorsanız ben o zaman bu sitedeki din ve allaha karşı olanları başımın üzerinde taşırım ve size zerre kadar saygım olmaz.
    O hikayedeki kadını anlatmamla ne demek istediğimi hiç ama hiç anlamamışsınız. Günümüzde her belli bir zaman, belli bir mekan, belli kişilerle gerçekten yaşanan, yaşayandan koparılıp başkalarına eğlence, tüketim ürünü olur. Aktarmak istediğm buydu. Bartok’un kafası sizler gibi Erdoğan ve Atatürk ve (Marks değil) Marksitlik gibi adi ve tiksindirici düşüncelerle dolu olmadığından kadına hayret etti. Yüksek ruhlu bir insan olduğu için asıl kimin cahil olduğunu gördü. Adını bu sitede ettiğim için pişmanım.
    Siz benim 1104 yazımı bile okumadan zırvalamışsınız. İşte İslam’dan laf ettiğim kısım: “Not:Bence tüm Orta Doğu medeniyetleri (Hitit, Asur, Babil, Medler ve Persler, Bizans, İSLAM); Eski Mısır, Hindistan medeniyetleri, Çin, Antik Yunan, Roma, ve Avrupa aynı Sümer medeniyetinin devamlarıdırlar. AŞAĞIDA DEĞİNECEĞİM MÜKEMMELLİK DEVRİMİ HARİÇ ARALARINDAKİ FARKLAR İLKELLER AÇISINDAN AKADEMİK BİR KONU.”
    Aynı diğerleri gibi anlamadan kudurmanı bekliyorum. Bu sitedeki eş*ek sayısı sonsuz. Din tarihinde en çok okunan kitapların yazarını tanımayan bir eş**ekler eş**eği her kapıyı açan anahtar “diyalektikle” yazılanı anlamadan küçümser.
    Eğer sizde biraz dürüstlük varsa önce 1104’deki Eliade’ın paragrafını okuyun. Tamamıyla bir durumun tasviri. Bu in*k “süreç”, değişme”, aptallık ayıbına örtü etmiş “diyalektik” arar. Hatırılatırım kudurur.
    Eğer sizde biraz daha dürüstlük olsaydı sitede benim Allah laflarımı kullanışma bakardınız.
    Not: böyle saçmalıklar konuşacağına aynı yazıda yazdığım Aristotle’ın demokrasi tanımına baksaydın.

  1115. 1108
    Ben pipsqueak
    Siz dürüst değilsiniz. Şimde yeni hatırladım. Benim 1104 yazımda Aristotle’ın demokrasi tanımın okusaydınız sizin bu dincilik masalının ne kadar temelsiz olduğunu anlardınız.

  1116. 1103 Bir Soru Sorar Politikacı Bir “Cevap” verir
    Soru:
    “Dünyada her gün 1 dilin yok olduğu üzerine (bilimsel araştırma sonuçlarına dayansa da dayanmasa da) haberler sık sık çıkar.
    Her gün 1 dilin yok olmasının sebebi medeniyet mi yoksa başka şeyler mi?”
    MANTIKSIZ, BİLGİSİZ BİR POLİTİKACININ BU SORUYA CEVABI:
    EGEMEN MODERNİST KÜLTÜR.
    İtalya’nla İspanyol ayrı diller konuşur ama aynı düşünürler.
    Daha da gülünç düşünürsek, neden acaba bu diller aslında aynı düşünceleri ifade ettikleri halde yok edilmediler? Neden acaba “Egemen modernist kültür.” Almancayı yok etmedi.
    Neden başarılı olmak için şimdi Doğu Afrikalılar Swahili, Orta Avrupalılar Rusça ve hatta tüm dünya İngilizce konuşmak zorunda kalıyor? Bunlar modernist kültürde mi başarılı olmak istiyorlar acaba? Yoksa endüstrileşmemiş cemiyetlerin, henüz 19. yüz yılda tam hız kazanmış, Avrupa ve diğer medeniyet fırlamalarının dünyaya yaydıkları ekonomik-vebasının önünde diz çöküp bu sitedekiler gibi mal birikiminde başka bir seçenekleri kalmadığından mı?
    Neden acaba AB herkese ortak dil İngilizce olduğundan, bazı Avrupa dillerinin yok olması endişesine düşüyor. Ben sanırım aralarındaki kültür farkları görmek için ya boş konuşan politikacı olacaksın veya en güçlü elektronik mikroskopla bakacaksın.
    Acaba dilleri yok edilmeye mahkûm edilenler aslında medeniyetin cici bici fırlamaları olan endüstri- ekonomik-politik saldırı karşısında mı boyun eğerler? Acaba bu nedenden mi bu sitede utanmadan bir cici bici isimle dünyayı bütün yönlerden, başta insan, su, toprak, hava, hayvanlar, bitkiler, ağaçları viraneye çeviren medeniyetin doğuşuna neolitik devrim diyorlar. Eğer artık insanı kusturan “hayır ama kötüler yerine biz iyiler iş başında olsaydık, bu olmazdı”, diyecek kadar hala adilik edenleri bir tarafa bırakırsak, endüstri-ekonomi-politikanın insanı tam tanımladığı ve tam alçaklaştırdığı çağın adı değil mi bu şekeri aşırı bol şirin neolitik devrim?
    Herkese aynı dili konuşturma hastalığı ulusal-devletçilikle başladı. Ve aynı şimdi medeniyeti savunanlar gibi savunuldu. Sadece Fransa’da, 19. yüz yılda 90’ı aşkın birbirlerinden Türkçeyle Mongolca kadar farklı diller yok edilir.
    Hatta bu politikacını gözünün önünde bir gerçek var: Türkiye’deki azınlıklar Türkçe bilirlere ama tersine hiç rastlanmaz.
    Bu bağlam içinde “Egemen modernist kültür.” ve medeniyetin getirdiği çok şekerli bir isimle “iletişim” denilen her yere varma ve her kişiye varma teknolojisi aynı mı?
    Medeniyeti en büyük silahları ve beyin yıkama araçları okul, medya, yazı, televizyon diller ayrı da olsa herkese Danimarkalı ve İtalyan gibi aynı düşünmeyi öğretmez mi?
    Medeniyet olmayan yerde “modernist kültür” düşünülebilir mi?
    Solcular savundukları milliyetçilik altın yumurtasını sağa kaybedince, enternasyonalist olurlar ve herkesin aynı dili konuşması çılgınlığına heyecanla sarılırlar. O zaman egemen modernist kültür nerdeydi? Bu devrimci-solcu-anarşist tam burjuvalar bir türlü tüm dünyanın burjuva olduğunu kabul etmek istemezler ama burjuvaların yarattığı dünyanın rüyalarıyla yaşadıkları çamur içinde debelenip dururlar.
    Hatta bu yazdılarım bile bence çocuk oyuncağı. Bu sitede dolup taşan bilgisiz, mantıksız düşüncelerle dalga geçmek ve alay etmek hoş oluyor.
    20. yüz yıl edebiyat eserlerinde en fazla rastlanan temalardan biri yabancılaşmadan dolayı aynı dili konuşanların bile bir birini anlamaması.
    Benim çeşitli ülkelerde işittiğim ve bu sitede yazanların dili Televizyon dili. Değişik ülkelerdeki farklar silinmiş. Ekranla geviş getiren inek.
    Sorulan soruya cevap bile dilin ne kadar değersizleştiğini gösteriyor. Sanki bir İlahi Ulu Şef gökten kısa, öz ayetler serpiyor. Hangi kültür egemen? Bir tane mi, çeşitli mi? Kültürün ardında başka güçler var mı? Bir Çinli bir Türk gibi mavi gözlü sarşın olmak ister ama , bir Avrupalı Çince konuşmak zorunda kalabilir mi? Para getirmeyen bir kültür egemen olur mu? Cemiyetler değişik diller konuşur ama canavarların en soğuk canavarı bütün dilleri konuşurmuş, doğru mu?
    Bırakın lütfen bu 70lerden kalmış sloganları tekrarlamayı. Belki bu nedenden hep genç kalıyorsunuz.

  1117. Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Peki neden yayınlanmıyor?

  1118. Çok hızlı yorum gönderiyorsunuz. Biraz yavaşlayın.
    Bunu siz mi söylüyorsunuz, yoksa bir robot mu?
    Eğer robotsa kullanışınız nedeni hız kazanma için değil mi?
    Bu site teknoloji sevenlerle dolu, siz de bu hızlı iletişim araçlarını severe benziyorsunuz. Fikrinizi değişmiş olmalı.
    Üstelik hem “isim”, “eposta” istememe fiyakası yapıyorsunuz hem de gönderenin kim olduğunu hemen biliyorsunuz. Bu biraz ayıp değil mi? Bir politikacı yalanı değil mi?

  1119. O halde yalancının yalanı

  1120. Bu cevabında sırıtmayı unutmuşsun. Her neyse, sanırım yeteri kadar zaman geçti.
    Ben Pipsqueak
    UYARI:
    Bunu defalarca söyledim ama tekrarlamaktan bıkmış değilim. Tek bir medeniyet var (Amerikadakiler hala tartışma konusu). Trene benzetirsek sadece lokomotif değişir. Son lokomotif Avrupa veya Batı. İslamlığı medeniyet olarak görmeyenler sadece bilgisizliklerini sergilerler.
    Dönelim esas konuya.
    Tanımla başlayan bir kavram ancak mantıkla incelenebilir. Mantık ve matematikte olduğu gibi bize dünya hakkında hiçbir bilgi vermez.
    Örnek:
    1. Bütün Türkler, aynı bu sitedeki Avrupa k*ç*ını bıkmadan yalayan, mavi gözlü sarışın olma hastası, modern bilim= elektrik süpürgesi sanan, Medeniyet’in son başını çeken Avrupa kanser hastalığı önünde yerlerde sürünenler gibi Allah’ın Dünyayı Neolitik Devrimle yarattığı ve diyalektik motoru takarak yürüttüğüne inanır.
    2. Ben Türküm.
    3. O halde ben de ayni b*ka inanıyorum.
    Not: İslam’ın bir medeniyet olduğunu bilmeyen yobazlar da aynı şeye inanırlar ama değişik k*ç yaladıklarından, değişik dille ifade ederler.
    Ben anarşizmin ne olduğunun tanımını vermeyeceğim ama bu sitedeki dinci zırvalamaları görünce anarşistlerin en büyük düşmanlarından biri ve belki de tek düşmanının Devlet olduğunu hatırlatmak istedim.
    Teoloji okyanusu içine boğulanların, aynı Avrupa k*çı yalayanların insanlara tek bırakılmış seçenek olan bolluk ve zenginlik hayalleri içinde boğulan seküler-laikler gibi biraz, birazcık, çok az birazcık tarih bilmelerinde yarar var.
    Arabistan’da kan ve akrabalığa dayanan düzen Mekkeli tüccarlar tarafından paraya dayanan düzene çevrilir ve artık çalışmaz olur. Hemen hemen 2 yüz yıl çare aranır. Nihayet Bizans ve İran’daki akrabalık ve kanı aşan düzen taklit edilir. Medine’de inen ayetlerin hepsi Devlet kurma ayetleri.
    Son derece Hıristiyan büyük tarihçi Toynbee’ye göre Sümer’den bu yana insanlar, Allah sanarak aslında Devlet’e taptılar.
    Tarihte ve zamanımızda sayısız din diliyle direnmeler, anarşistlikler, ayaklanmalar, soğukkanlı canavarların en soğuğu Devlet denilen en alçak ve adi mahlûka karşı gelenler oldu. Aslında bu sitede Bilim-Teknolojiye tapanlar alçak ve adilikte Devlet’i bile geride bırakmışlar.
    İsterseniz bu direnenlerin binlerce sayfa tutan listesini az az gönderiririm.
    Devlet’e karşı gelmeyen dinci, k*ç yalayan bir yaltakçı dincidir.
    Bence Avrupa ve ABD neo-(yeni) faşist, veya belki akademik inceliklerin meraklıları için, totaliterler. Ama bir ara Türkiye’ye geldim. Her hangi bir or*pu çocuğu Devlet memuru benim kimlik numaramla ölmüş annemin d*n*un rengini bile bulup çıkarıyordu.
    O yetmez gibi aynı Bilim-Teknoloji’ye tapan bayağılar gibi halkın çoğu derilerinin altına çip koyulmasına razıydılar, aynı Bilim-Teknoloji’ye tapan adiler gibi geceleri robotlarla sevişmeye de hazırdılar.
    Aslında bu Allah sanıp Devlet’e tapan teoloji okyanusunda boğulmuşlarla Bilim-Teknoloji’ye tapan bayağılar arasında hiçbir fark yok.
    Çok dinci biri bana, “Otomobil ne güzel, camiye daha çabuk gidiyoruz”, dedi.
    Bu site okumamışlarla dolu olduğundan bu dediğimi anlamayacaklara bir not: bu or*s*p* çocuğunun aynı seküler-laik or*pu çocukları gibi yapacağı çok daha önemli işleri olduğundan camiye çabucak gidip geri asıl önemli işlerine, para kazanmaya, dönmesi ne güzel!
    Benzeri ama bilim-teknolojiye tapan bir Atatürk-Marks yobaz müridine Portekizlilerin Afrikalı yerlilere renkli boncuklar verip altın aldıklarını söylediğimde, Afrikalıların enayi olduklarını söyledi. Ayni olayı anlatan asil ruhlu ve bilim-teknolojinin yarattığı dünyayı en yakından ve derinden inceleyenlerden biri olan Lewis Mumford, henüz bu sitedeki “herkes yanılabilir” k*p*k havlamalarını işitmeye başladım bile, Portekizlileri enayi bulur. Kusura bakmayın ama her şeyi anlatacak değilim. Biraz hayal gücünüzü kullanın.
    Kıyaslayın bu adileri bir dinci I. Illich, bir J. Ellul, bir Tolstoy, bir N. Berdyaev, bir Müntzer, bir A. Conselheiro veya daha yakında Hariciler, Qarmatlar, Şeyh Bedrettin, Sayyid Qutb … Ve nihayet benim en fazla beğendiğim ve sonsuz dinci olan W. Blake.
    W. Blake, benim gibi, sadece Allah sanıp Devlet’e tapanların değil, Allah sanıp Bilim-Teknoloji’ye tapanların da yüzüne sürekli tükürür.
    Bu bilim-teknoloji-bolluk-zenginlik dininin yobazları hümanistlerin hiyerarşik düzene ne kadar destek olup kapitalizmi beslediğini, Leonardo da Vinci gibi birinin bile aşağılık duygusuyla hümanistlerin dayattığı bilgili nasıl olunur mitine karşı kendini savunduğunu bilmezler.
    Nakarat 1: “herkes yanılabilir” k*p*k havlamaları.
    Nakarat 2: Ama bana kim emekli maaşı verecekti k*p*k havlamaları.
    Avrupa’nın 18.-19. yüzyıllarda ham madde bolluğundan dünyayı akıl almaz israfla viraneye çevirmeyi bilmezler.
    Nakarat1: Oğlum ve arkadaşlarının kapitalizmi, veya anarşist dindarlarımız, veya Marksist dindarlarımız yapmazdı k*p*k havlamaları.
    Nakarat 2: Önemli olan bunu diyalektik büyü asasıyla anlamak k*p*k havlamaları.
    Nakarat 3: TZM, Google, Facebook, Silicon Valley, Venus Project, Sürdürülebilir (Sustainable) Ekonomi, Yenilebilir (renewable ) Ekonomi Teknolojisi, Su, Rüzgâr, Deniz Dalgaları gibi Temiz ve Bakire Teknoloji, Geceleri israf olan Os*r*uk ve horlamaları Toplama Teknolojisi, Kuşların Kanat çırpmalarıyla yarattıkları Enerji Dalgalarını (E=Mc2 ile dalga enerjisi, tarihsel değil tarihsiz ama dönüştüğü için diyalektik, materyale çevrilir ve tüketim devresine sokulur) Toplama Teknolojisi, Sevişmek yerine işi hapla halletmekle Enerji Tasarrufu Teknolojisi yaratacağız k*p*k havlamaları.
    20. yüz yılda bile ve sadece ABD’de yılda ortalama 51 milyon çalışma günü işsizlikle geçer (inşallah bir salaklar salağı benim bu dediğimden EMEK tanrısına taptığım sonucunu çıkarmaz).
    Nakarat1: Oğlum ve arkadaşlarının kapitalizmi; anarşist dindarlarımız; Marksist dindarlarımız; TZM, Google, Facebook, Venus Project, Sustainable Ekonomi, Temiz ve Bakire Teknoloji bunu yapmaz k*p*k havlamaları.
    Nakarat 2: Bize diyalektik lazım efendim, diyalektiksiz hiçbir şey olmaz k*p*k havlamaları
    Eğer Devlet ve Bilim-Teknoloji’ye tapan yeni faşistlerin kökünü kazmasak, kurtuluş imkânsız.
    Yobaz dincilerle yobaz seküler laik Bilim-Teknoloji’ye tapan yobazlar arasında hiçbir fark yok. Her ikisi de ÖLÜME tapar.

  1121. 1114,
    dinozorların da yok olmasına ait ağıta da başla, tam olsun. Böyle çok “doğalcı” olup da kaybolan dillere üzülenleri hem de tutarsız naif bulurum. Naif’e olan kadar olsun saygı duymam..

    Kaybolsun!
    Nice türün yokolduğu şu yüzlerce milyon yılda kafa yorulan şeye bak..
    Tabi hemen faşist Dravinci biyolojik suçlamaları ve bilmem kaç kitap kapağı gelecek..
    Gözümüzün önünde yüzlerce milyon Müslüman’ın kahrolası ve kaybolası geleneklerini de savun bari; onları mahveden budala alışkanlıklara da övgüler diz..
    O çoğu erkek-ata erkil zorba egemen 3-500 sözcüğün arkasında ağıt yakarken, milyarlarca insanın sefaletine değindiğini okumadık..
    o senin ilkellerinin o çok bildiğin simya saçmalıkları içinde binlerce yıl korkak, yozlaşmış köpekler gibi yaşadıklarını da yazmazsın.
    burada yazar, zeka taşımayan en bayağı hakaret cümlelerinden de vaz geçip, kemal sunal repliğini yinelemeye dek düşerek, kim bilir hangi arzu hayallerinin parçalanmışlığı içinde hem de ingilizce, fransızca yazıldığı için değerli sandığın, hem de bu yüzden anlayamadığın ama daha da kötüsü anladığını sandığın küflenmiş, yalnızca kokusu ile değerli bulduğun metafizik mavalları satacak; satamadığında da tepinir, dolanır durursun.

    bin yıl sonra tüm dünya ingilizce konuşursa, en azından senin gibi çok dilli cahillerden kurtulmuş olur!
    Okuduğu ama anlamadığı dünyaya ait çok dilli cehaletin ucuz tahakkümünden de…

  1122. 1118,
    meydanı boş buldun sallıyorsun. Arap islam kültürü koca bir hiçliktir. İran’ı sayma. Zaten Arap da değil..
    İbn Haldun’dan başka kimse yok! İbn Rüşd ü de unutmayalım. Bu adamların umursanmadığı bir kültürü de kimse umursamasın.
    İbn-i sina Galenos çevirmeni
    Harizmi.. 9. yy. Arap rakamları kaynağı da Hindistan…
    *
    Said de şarlatanın teki. (Bunu ben söylemiyorum!) kanıtlaması da kolay!
    **
    bitti… bu kadar! Arap İslam kültürüymüş; bugünkü rezillikleri ne ise arkada kalan kültürleri de o..
    *
    işte senin sorunun bu; çok okuyor, anlamıyor, yarım biliyorsun.
    *
    o ucuz hakaret sözcüklerini GZ sansür etmemekle çok iyi etmiş..ne mal olduğunu kanıtladın.
    snra inkar etmiştin; homseksüelleri aşağılamıştın. şimdi de o.r.spu çocuğu diyerek iyce batmışsın..
    hep böyle olur, aklı yetmeyen bu rezil hale getirir kendini….

  1123. HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK NEOLİTİK DEVRİMİN, HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK YERLEŞİK YAŞAM VE EVCİLLEŞTİRMENİN İNSANLIĞA BAZI DEVASA FAYDALARINA PİPSQUEAK’DEN BİR KATKI.
    Okuyucuya, eğer bu sitede sadece bildiğini okuyan Atatürk-Marks-Müslüman Erdoğan evlatlarından başka okuyan varsa, bir not:
    Lütfen her kelimeye HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK nakaratını ekleyerek okuyunuz. Arada bir hatırlatmak için kendim de ekleyeceğim.
    Bir düzeltme: Türkiye’de modern Müslümanlar HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK, yerine HER ŞEY ALLAH’IN ELİNDE AMA ALLAH BİZE AKIL DA VERMİŞ sakızını çiğnerler. Bu iki formülün de aynı olduğunu ancak benim gibi pipsqueak salaklar düşünürler.
    DİYALEKTİK tanrısının buyurusuna uyarak ilk önce en son olur. Şimdiden başlamak gerekir.
    ŞİMDİKİ dünya insanlık tarihinde en mükemmel, en gelişmiş, en ileri, en değerli, en eşsiz bir dünya. Hele çoğunluğunun insanı bile aşıp insan- otomaton olduğu ŞİMDİKİ dünya. Her insanın henüz dış görünüşünde olmasa da, pis ruhunda mavi gözlü sarışın olduğu ŞİMDİKİ dünya. Ah o alçak kapitalistler, genetik mühendisliğiyle hepimizi hem içte hem dışta Avrupalı yapabilirler ama yapmıyorlar. Bize iyi kalpli kapitalistler lazım! Bize cahil enayilere şekerleme dağıtanın oğluyla teknisyen arkadaşlarının kapitalizmi lazım!
    Bir örnek.
    Şimdi yaşın geçince eskisi gibi ölüp gitmezsin. Özellikle hayatın boyunca uslu uslu çalışmış kendini yetiştireceğine ekonomi, banka hesabını ve emeklilik maaşını beslemişsen. Böylece ihtiyarlayıp emekliye ayrılınca, aldığın iyi bir sigorta sayesinde yapay ayak, yapay kol, yapay diz, yapay kalça, yapay beyin, yapay kalp, yapay böbrek, yapay göz, yapay akciğer, yapay karaciğer, yapay kamış taktırır daha önceki kalitede bir hayata televizyon önünde devam edersin. Eğer işler karışırsa bu defa da,ve yine iyi sigortan sayesinde, hastanelerde her deliğinde bir tüp, etrafın sırıtan doktorlarla çevrili, ve yine televizyon önünde tüm hayat boyu yaşadığın eski hayatına devam edersin.
    Eskiden insanlar cahilliklerinden dolayı onur ve gurur içinde ölürlerdi. Sen ilaç fabrikalarına, doktorlara, hastanelere, tıp makineleri üreten firmalara, tıp eğitimi yapan gelecek 19 Mayıs gençliğine kısacası ekonomiye büyük bir katkı yapmanın hakiki ve bilimsel bir gururu içinde ölürsün. Zaten adı hala kullanılan kendi yok olmuş insan aslında sarışın mavi gözlü HOMO ECONOMICUS (İKTİSADİ İNSAN) olmuş. Sadece kendi gurur ve onurunla değil TÜM İNSANLIĞA yaptığın KATKININ gurur ve onuruyla ölürsün. Ne mutlu MATERYALİST ( = HER ŞEY ALLAH’IN ELİNDE AMA ALLAH BİZE AKIL DA VERMİŞ) dininin müridiyim diyene.
    Şimdi biraz geriye dönelim ve bakalım dünya bu ünlü HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK neolitik devrimden nasıl yararlandı.
    Dünya artık herkese açık ve bedava değil. Dünya belli kişiler veya gruplara ait topraklara bölünür. Doğayı sömürme yoğunlaşınca daha önce olmayan mülkiyet kavramı doğar. Mezarlar, kalıcı yerleşik evler, tohumları işleme araçları, tarlalar, sürüler dünyaya güzellik katarlar. Bildiğim kadarıyla tarihte ilk şehirler mezarlıklar ve hala öyle.
    Çok sonraları bir çok çok çok koca koca koca kelle K. Marks ve Marksizm dininin müridi sivri kelle G. Childe güçlü antenleriyle Türklerden “HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR”, hikmetini telepatiyle kaparlar. VE BÖYLECE BU NEOLİTİK DEVRİM GERİYE DÖNMEK İÇİN İLERİYE ATILMIŞ BİR ADIM İLAN EDİLİR.
    Neyse. Masala devam.
    Bu devrim kadınların daha çok çocuk yapmalarına ve hatta daha doğurgan olmalarına neden olur. Eski dolaşan kadınlar çocuk iyice büyüyene kadar ikincisini yapmazlardı ve çok daha aktif olduklarından doğurganlıkları kısıtlıydı. (Kafayı bilimsellikle bozanlar için not: şimdi aynı şeyin doğruluğu, doğurganlığın üçte bire inmesi, fiziksel aktif olan kadınlar arasında kanıtlanmıştır.) İnsanların boyu kısalır. Daha çok çalışırlar. Dışkılarını yaşadıkları yerde dışladıklarından hastalık artar. Başlayan hastalık hemen yayılır. Yiyecek türü azalır: yiyecek çeşidi bulduklarını yiyenlerde 100’ü aşar, yerleşmişlerde ve hatta modern tarımcılarda en fazla 20. Protein yerine daha çok karbonhidrat tüketilir. Bu devrimci HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK neolitikçiler önce mekânı, ardından bitki ve hayvanları, ardından zamanı (takvim) evcilleştirirler. Her gecenin bir sabahı olduğu gibi bir gün gün ağarır ve bir de bakarız insanın evcilleştirdikleri kendini evcilleştirmiş. Yine karşımıza o meşhur “HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR” = DİYALEKTİK çıktı! Bu noktada benim gibi doğuştan tembel olanlar bütün bu değişmeler yerine “HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR” = DİYALEKTİK koyup kısa kesebilir.
    Aslında bu felaketin ayrıntıları binlerce sayfa tutar ve medeniyetin içindeki asil ruhlular ve bu canavara direnenler tarih boyunca bu alçalmayı sezerler. Değişik dil ve yollarla isyan ederler.
    Ama felaket üstüne asıl felaket eklenir. Bu “HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR” = DİYALEKTİK sırrına eren bir türlü sırtımızdan inmeyen, MERDİVENİNİN en üstündekiler, etraflarını yaltakçılar, yamaklar, savaşçı yerine askerler, bazılarının çalıştığı bazılarının oturup düşündüğü iş bölümü, bürokratlar, okul, yasa, yazı, tapınak ve rahipler gibi koruyucu köpeklerle donayıp insanları istedikleri gibi istedikleri şekilde istedikleri yere sürerler. Daha çok sonra bu yerel merdivenin EVRENSEL MERDİVEN olduğu sağcılar, dinciler, solcular, Marksistler, anarşistlerin çoğu, faşistler, Naziler, özellikle merdivenin en üstüne konaklamış mavi gözlü sarışın Avrupalılar, kısacası hepsi aynı aileden olan ama doğa ganimetini paylaşmada birbirine yiyen köpekler arasında kutsal bir düstur olur. Sanırım bu tasvirini yaptığım dünyanın ŞİMDİ olduğunu, görmek için “HER ŞEY YANLIŞ OLABİLİR = ÖLÜMDEN BAŞKA HER ŞEY YALAN” telif hakkını elinde tutan kadar büyük bir sonradan görmüş çaylak DAHİ olmak gerekmez. Galiba aradan geçen zaman içinde HER ŞEYDE HAYIR VARDIR = DİYALEKTİK motoru bozulmuş!

  1124. Hem 1119 hem de 1120 beni yakından tanıyan biri gibi konuşuyor. Gün Zileli olmasın.
    1120 bul benim “homseksüelleri aşağıladığım” yazıyı, veya sadece numarasını yaz ondan sonra böyle suçlamalar yap, ondan sonra yalancılığını tartışalım. Benim hayatımın çoğu kadın ve erkek homseksüellerle geçtiği için yalan söylediğinden eminim. Ama bu site okuduklarını cahillikten veya ön yargılarından dolayı anlamayan hödüklerle dolu.
    Siz bağnaz, yobaz, faşistlerle ancak alay edilir. Dalga geçilir, kudurtulur.
    Atatürk-Marks- Erdoğan sizi pompalıya pompalıya zır deli etmiş.
    Eğer İslam hakkında doğru dürüst en az bir yazı okumak istiyorsan kö*ek gibi havlamak yerine Hodgson’ın 3 cilt “The Venture of Islam” kitabını oku. Bırakın şu “cahilim, o halde haklıyım”, çirkin konuşmalarını.
    Koyré ( o da kim yahu?) senin gibi ırkçılara en azından “anlamadan çeviri yapılamaz”, der.
    Ağzından köpükler akıyor. Çok strese girmişin. Çok tight a*s olmuşsun. Biraz rahatla. Türkiye antideprasan dağıtan komisyoncu şarlatan doktor dolu. Al birkaç tane. Tam Avrupalı, tam medeni olursun.

  1125. Amerikan yerlilerine ait bazı bilgiler…..

    “ölüm ayrıntılı törenlere konu olurdu.. belli yerlerde Hindistan’ın sati adetini çarıştıran bir uygulamayla kocaları ölen kadınların yaşamına son verilirdi. .. Brezilyadaki Tupinambalar yamyamdı. .. insan etinin yenmesi soyu sürdürme ve ata ruhları hoşnut etme açısından önem verilen törenin bir parçasıydı… Mundurukucularca yürütülen kelle avcılığı… ” (R. Girard snırım bu kabilenin diğerlerini insan saymadığını yazmıştı..)
    .. çoğu kez bir rahip kastı ve bazen “güneş bakireleri” vardı. bu bakireler daha 10 yaşındayken “tapınak hizmetinden”, adak kurbanlığına kadar uzanan çeşitli roler için seçilirdi. .. Pavni bakireleri .. tam yüreğe indirilen bir bıçak darbesiyle kurban edilirdi.
    .. bir kız ergenlik çağına girdiğinde klitorisi kesilip alınırdı..
    İmparatorun ve eşinin naaşları mumyalanır ve özel olarak inşa edilmiş, zengin bezemeli saraylara konulurdu. .. öbür dünyada imparatora hizmet etmek üzere çok sayıda köle ve odalık kurban edilirdi… .. Geniş mülklerin gelirleri ölülere ait sarayları korumaya .. tahsis edilirdi.. ”
    *****
    o dünyanın bir RAHİBİ, reenkarnasyonla buralara gelmiş galiba.. “eski güzel günleri” yad ediyor! 10 yaşındaki “bakire kızların” hizmetini unutamamış olmalı!

  1126. Pipsqueak’den Espriler
    1
    Postmodern aşk:
    – Seni deli gibi seviyorum!
    CEVAP
    – Son zamanlarda Barbara Cartlan’ı mı okuduyorsun?
    2
    Postmodern sıradanlar dünyası
    – kaybolan dillere üzülenleri hem de tutarsız naif bulurum
    – Kaybolsun!
    – erkek-ata erkil zorba
    – ilkellerinin o çok bildiğin simya saçmalıkları
    – kemal sunal repliğini
    – metafizik mavalları satacak
    – Okuduğu ama anlamadığı dünyaya
    – meydanı boş buldun sallıyorsun
    – İbn-i sina Galenos çevirmeni
    -Harizmi.. 9. yy. Arap rakamları kaynağı da Hindistan
    – Said de şarlatanın teki
    -Arap İslam kültürüymüş
    -homseksüelleri aşağılamıştın.
    CEVAP
    – sen yoksa son zamanlarda faşistleri veya Gün Zileli’yi okuyorsun.

  1127. İslamdom..
    İslamicate…
    Oukimene… yani Çin’in İslamicate’e katkıları..
    Bunlar Hodgson’un lafları…
    bir yerde yazıyor.. Hodgson Arapların abartılmış rolü üstünde daha az durmuştu…

    İranlıların, Hintlilerin, ve Türklerin.. siyasal ve kültürel katkılarına daha büyük ilgi gösteriyordu…
    (şu senin aşağıladığın Türkler mi bunlar?)
    (yani Arap-İslamcılar değil…)
    ***
    zaten sorun öncelikle bu arap-islamcılara ait görünüyor.. Ama İslam’ın doğduğu yer de burası.. bu anlamda Türklere, hintlilere ve İran’a da çok zarar vermiş görünüyor!
    Daha iyi bakış açısıyla, İslam olmasaydı bu kültürler daha “yüksek” olabilirdi.. Araplar da ancak bu kadar yükseldiğine göre!
    (Ama bu tür bakış açıları sana göre değil; kitaplarında yoksa, o şey senin için yoktur! )
    *
    Bu mevzuyu anlamak için Hodgson yetmez…
    Roessken Gibb.. Grunebaum.. B. Lewis… gibi adamlar da önemli farklı bakış açıları sunuyor…
    unutuyorum.. sen farklı bakış açılarına alışık değilsin…

  1128. 1119, 1120 ve 1123’te yazan kişi ogürsel’dir.

  1129. Pipsqueak, dinci misin?
    Yoksa ‘hem dinciyim, hem değilim’ mi diyorsun?

    Asian quietism’e niçin karşısın?

  1130. 1123
    Ne Oldu sana DİYALEKTİK fitilin bitmişe benzer. Bu yazdıklarını DİYALEKTİKLE anlasana. Bunların hepsinde mutlaka bir hayır vardı. Sen ve Ulu Şef’in gibi parazitler üreten medeniyet yolunda adımlardı.
    Bir süredir kaçırdığın karakeçilerini de bulmuşa benziyorsun.
    Not: Girard’ın senin gibi büyük konuşan, bilim ve verilerden uzak, antropoloji ve İncil’den anlattıkların tamamıyla uydurma olduğu çoktan tespit edildi. O verileri metafiziğine uydurmuş. Biraz sana benzer. Sen sıfır kadar az bilginle bana karşı ezikliğini hazmedemediğinden uydurup duruyorsun. Hatta konuyu bile anlamıyorsun. Ben de bilerek açıklamıyorum. Sizi kudurtmak hoşuma gidiyor. Faşist ırkçılardan, hangi kılığa girerlerse girsinler, her zaman nefret ettim. Sen ve Ulu Şef’inin bana karşı duyduğunuz cahillik, sizi en bariz olan çeşitlilik yerine gelen tekbiçimliliğin gelmiş olduğunu bile görmekten aciz etmiş. Girard da metafiziğine uysun diye bir sürü şey uydurmuş ve kendinden önce aynı fikri ileri sürenleri hasıraltı etmiş.
    Bu sakızı daha önce çiğnemiştin: R. Girard yazar; “Mundurucu kabilesi diğer kabile insanlarını insan görmez!” Birçok ilkelller kendilerini “insan” adını takarlar ve yaradılış mitlerinde sadece onlar yaratılmıştır. Girard’ın en çok kullandığı kaynaklardan bir olan ve senin cahilliğinle ve “ölümden başka her şey yalan” salaklığınla yakışmayan ağzına aldığın Mircea Eliade’ın bir YORUMUNA göre ilkel, eğer mitinde yaratıldığından söz edilmemiş varlıklara rastlarsa doğal olarak insan saymaz. Eski Yunan kavramlarının bile günümüz topluca paylaşılan dünya görüşlerimizden dolayı çevirileri yapılmasını imkânsızlığını ileri süren çok sayıda derin düşünürler var. Maşallah sen ve senin kadar cahil Ulu Şef’in her şeyi Atatürk-Marks-Erdoğan- Müslümanlık-IŞİD-Irkçı-Faşist-Anarşist-Özgürcü Sosyalist- … diline çevirip anlıyorsunuz.
    Bak, Girard’ın saygıyla Eliade’ı kullanmasına, git ardından Eliade hakkında kabızlığından dolayı arkandan çıkaramadıklarını çıkardığın ağzını bir yıka. Ulu Şef’ine de söyle.
    Zavallı Girard senin gibi soytarıların ağzına düşüp bu kadar adice bir yoruma tabi tutulacağını bilseydi, hiç yazmazdı.
    Atatürk-Marks-Erdoğan-İslam sizi zır deli etmiş, ağzınızdan düşünce yerine salya ve saçmalık akıyor.
    Ben bu siteye giren tüm insanlara sesleniyorum!
    Bu insan bile olmayan çirkin mahlûkla Ulu Şef’inin adi, ırkçı faşist ruhlu olduklarını görmek isterseniz Brezilya medeni ülkesinin Munduruku’lara ne yaptığını görmek için
    http://www.filmsforaction.org/watch/eng-trailer-the-munduruku-indians-weaving-resistance/
    veya benzerlerini sadece “Munduruku” yazarak bulursunuz.
    Benim bu uzun yazıma bak, sen ve Ulu Şef’inin yazdığı birkaç saçma cümlelere bak. Bilgisizliğinizi az ve öz konuşmayla örtme taktiği.
    AMERİKAN VEYA HERHANGİ BİR VAHŞİNİN MEDENİLER HAKKINDA RAPORU:
    Not: sen kudurduğundan benim imparatorları ne kadar sevdiğimi bile unutmuşsun.
    Otomobilsiz yaşanılmaz tanrılarına inançlarından yılda 2 milyon insan kurban ederler.
    İlk medeniyetten bu yana dünyayı paylaşmak için verilen kurban sayısı hızla artan ve artık milyarlarla ifade edilmeye başlayan savaşlar yaptılar.
    Biz sadece yemek için öldürdüğümüzden, medeniler devamlı birbirlerini öldürdüklerinden hepsi yamyam.
    Acıkınca yemezler, saate bakıp yerler hem de çok çok çok yerler.
    Çok yedikleri için metabolik hastalıklar, diyabet ve kalp gibi, medeniler arasında çok yaygın.
    İlerleme tanrılarına inançlarından çevrelerini, suyu, havayı, toprağı ve yiyecekleri kanserojenik zehirlerle doldurmuşlar. Bu nedenden medeniler arasında kanser medeniyetin en uygun simgesi olduğu gibi en yaygın ve öldürücü hastalıklardan biri.
    Uykuları gelince uyumazlar, saate bakıp uyurlar. Kafayı yediklerinden uyuyamazlarsa, ilaçlarla uyurlar.
    Zavallı çocuklarını dünyayı görmeye bırakacaklarına okullara tıkarlar, görmek yerine okumak öğretirler.
    Hem çocuk yaparlar hem de meşgul olmazlar. Ya televizyon önüne, ya kreşe koyarlar. Çoğu zaman hem baba hem anne ya çalışmak zorunda veya daha büyük bir televizyon almak için çalışırlar.
    Canları seks istediğinde değil devlet veya rahip-imam izin verince, adına evlenmek derler, seks ihtiyaçlarını giderirler.
    Bazı ülkelerde kadınlarını özel yerlerde, bazı ülkelerde sokaklarda seks satıcılığı yapmaya zorlarlar.
    Erkekler kendilerini satmayı çalıştıkları yerlerde yaparlar.
    Bazı ülkelerde kız çocuklar ergenliğe ulaşınca, “aç kızım”, derler; diğerlerinde “kapat kızım” derler.
    Kadınlar iş yerlerinde süslenmeye güzel olmaya, güzel görünmeye zorlanırlar.
    Özellikle erkekler gece gündüz seks düşünürler ama medeniyet sonsuz sayıda yasaklarla dolu olduğundan deliye dönerler. Hatta uzun bir süre bu sitedekilerin k*larını bıkmadan yaladıkları Avrupalılar arasında seks iğrençti, pisti, kaçınılması gerekirdi.
    Bu listeye yüzlerce daha eklenebilinir ama faşist ırkçıların kafalarını ezmekten başka bir çare yok. Lafla olmuyor. Ulu Şef bile kıskançlığından kafayı yemiş.

  1131. 1128,
    uçmuşsun.
    dersin ki, o yerlilerin hayatı bugünkünden iyiydi… Bu kadar.. o aciz öfkeye gerek yok.
    Ben de orada o “rahibin” yerinde olmak isterdim; çok okuyorum ve çok da öfkeliyim ya!
    *
    Sana “bugün” daha iyi diyen yok; ama “bugün” daha iyi olma imkânlarını taşıyor diyorum.. klavyeni sil, çok fazla salya, sümük akmış olmalı…
    *
    Hodgson dedin durdun.. bu kadar mıydı mevzu.. unuttun mu okuduklarını…
    *
    R. Girard da Hıristiyan; ama Hodgson da öyle! Bu ikiyüzlülük neden?
    *
    hatırlatayım, o senin çevrendeki salak, tüketimci, bencil, içinde yaşadığı “uygarlığı” anlamaktan aciz solucanlardan kurtul…herkesi öyle sanma!
    *
    Faşist’ gelince..
    o farklı düşünceye senin üslubunla konuşandır! Tek doğru kendini sanandır.
    O ilkelleri savunanlar faşist olmak zorundadır; insanın kendini olduğundan daha aptal hale getirmesi de faşizmin arzusudur.
    ırkçı, kabileci, kan dökücü, kurbancı gelenekler iyi bak, Faşizm’in en has gelenekleridir… Bunları bile anlayamayacak denli “çok okumuşsun!”

  1132. Mundrukulara da, Kürtlere de otonomi’ye evet!
    *
    N.Erbakan’da siyasi mülteciliği İsviçre’de geçirirdi!
    İsviçreden uygarlığa açılmış savaş da çok hoş..
    o videoda sen de var mıydın?
    *
    Burada Kürtler’e yapılanların, Mundruku’lara yapılanlardan daha acımasız olduğunun farkında mısın?

    Senin kendinden başka kimseye ve saygı duyulması gereken bir çok şeye saygın yok..
    benim de sana…
    Tam da senin gibi adamlar sebebiyle bu uygarlık böylesine rezil hale gelmiştir!

  1133. Pipsqueak……küçük adam, kendini bir şey sanan önemsiz tip; zayıf ve güçsüz…
    *
    Yürüyerek yolculuk yapılan zamanların birinde, bir kasabadan, diğerine yolculuk yapan bir adam, bir derenin kıyısına gelmiş. Orada derenin yamacında oturmuş bir “pipsqueak” seslenmiş ona. “Zayıf ve güçsüzüm evladım; beni karşıya geçirir misin?”
    Adam “pipsqueak’ı” omzuna almış, dereyi geçirmiş. Karşı kıyıya vardıklarında adam “tamam dede, geldik” dese de bizim “pipsqueak”, omuzlarının yanlarından sarkıttığı bacakları ile adamın boynuna bir kelepçe gibi sıkıca kenetlemiş.. “Artık benimsin, beni taşıyacaksın!”
    *
    Bu o “pipsqueak” işte!

  1134. “O ilkelleri savunanlar faşist olmak zorundadır; insanın kendini olduğundan daha aptal hale getirmesi de faşizmin arzusudur.” cümlesini…
    Karşıda çok kötü niyetli bir malumatfuruş olunca düzeltmek zorundayım..
    *
    Yaşanılan “vahşi-barbar ama uygar(!)” hayattan “Binlerce yıl öncenin o ilkel hayatına dönelim” saçmalığı faşist düzenlere hizmet etmek zorundadır.. (aşağıdakileri köleleştirir; o yeni sınıf- egemen tüketimciler de keyfince yaşar!)

    ama…… (Var olan “ilkel” toplulukların yaşama alanlarını gasp etmek de faşistçedir.. ) Yanlış anlaşılmasın!

  1135. yorum hakaret içerdiği için kaldırıldı.

  1136. Zavallı G. Zileli

    Seni savunan 1119, 1120 gibi faşist ruhlular seni utandırmıyor! Senin ruhunu yansıttıkları seni rahatsız etmiyor. Ne yazık!

    Bari şu anarşistlik bayiliğini yaptığın dükkanın anarşistlik süslerini çıkar.

  1137. Silinenin yerine Bu site kadar Pak ve Temiz bir Nüsha:
    1125 veya Gözlüksüz Okuyan
    1122de yazdıklarımdaki şu alıntıdaki büyük harflere çevirdiğime bir daha bak. Bana karşı gelme ve büyüklerine sadık mürit olduğunu gösterme hırsı gözlerini bozmuş. “EN AZ”la başlayanı bir daha oku!
    “Bu sitedekileri ağzından Eğer İslam hakkında doğru dürüst EN AZ BİR YAZI OKUMAK istiyorsan kö*ek gibi havlamak yerine Hodgson’ın 3 cilt “The Venture of Islam” kitabını oku. Bırakın şu “cahilim, o halde haklıyım”, çirkin konuşmalarını.”
    Ama çok nankörsünüz. Hiç değilse size biraz bilgili olduğunuzu gösterme fırsatı veriyorum. Özellikle sizler gibi ırkçı veya “essentialist” B. Lewis gibi biri.
    Unutmayın Atatürk-Marks siz Türkleri aşağılık duygusuyla pompaldığından beri kitap çeviri endüstrisi muazzam bir gelişme yaptı.
    Yüzlerinize cahilliklerinizi vurduğum için hınç, kin, aşağılık kompleksinizi bile görmeden açığa vuruyorsunuz.
    Yazık, gerçekten çok yazık. Atatürk-Marks-Anarşistlik safsatası-İlerleme-Erdoğan –İslam düşmanlığı sizi zır deli etmiş. Ama hak ediyorsunuz ve benim de katkım oluşu beni sevindiriyor.
    Faşist- ırkçılar-anarşistleri bulup çıkarmak zevkli oluyor.

  1138. Goon Abi,
    S:Osmanlılar neden reformlar yapıp Avrupalılaşmak istediler?
    C: Egemen modernist kültür
    S: Atatürk neden Türkler mavi gözlü, sarışın olsun istedi?
    C: Egemen modernist kültür
    S: Neden 50lerde Amerikalı olmak daha cazip geldi?
    C: Egemen modernist kültür
    S: Neden 70lerde bazı aynı şeyleri isteyenler Marksist-leninist-stalinits-maoist kılıfına girdiler?
    C: Egemen modernist kültür
    S: Daha sonra neden bazıları anarşist kılıfına girdiler?
    C: Egemen modernist kültür
    S: Biri size başka biri “faşist çizgiye sürüklendiği için”, o kişinin bu sitedeki yazsını sildirmiş. Siz bir ANARŞİT olarak neden bu emre boyun eğdiniz?
    C: Egemen Para Kültür. Bana bahşiş veriyor, rüşvet veriyor. Kitap satışı masrafları karşılamıyor.
    S: Bu herifin kendisi faşist ve ırkçı, neden yazılarını silmiyorsunuz?
    C: Egemen İdare Et Kültür.
    Not: Unutmayın ben kendim Pirinç- deri tüccarı gibi bir fırıldağın çırağıydım. Bakın şu televizyon dizilerine benzeyen kitap tüccarlığıma, bunu nerede öğrendim?
    S: 1134, 1125’in adi bir hatasını düzeltmişti. Acaba sildirten 1125 aynı zengin mi? 1125 daha çok 1126’ya, daha çok size sık sık emir veren zengin herife benziyor.
    Aslında tüm sorularınıza tek bir cevap kafi:
    NE SATILIRSA ONU SATACAKSIN. BEN MARKSİST-LENİNİST-STALİNİST günlerimde ve pirinç-deri tüccarı ustamdan bunu öğrendim
    Allah sırtınızı dayadığınız o bok gibi para dolu velinimetinizi başınızdan eksik etmesin!

  1139. Ben Pipsqueak’in bütün dediklerini ve özellikle ilkeller hakkında bütün dediklerini anlıyorum diyemem. Ama Pipsqueak’e adice saldıranların aslında abuk sabuk bilgisiz laflar ettiğini aşağıdaki videoyu seyrettikten sonra anladım.

    http://www.filmsforaction.org/watch/eng-trailer-the-munduruku-indians-weaving-resistance/

    Hayallere daldım:

    Keşke şimdi de eski anarşistler olsaydı veya ben kadın olduğumdan bilhassa, “Ben de orada o “rahibin” yerinde olmak isterdim” çirkin laflar eden 1130 ve diğer kalpsiz ırkçılar1119, 1120 1123, 1131, 1132, 1133 gibilerin k*larına birer dinamit koyup havaya uçurabilsek.

    Bravo Pipsqueak! Türk erkeklerinin seks açlığını gösterdin. Bravo Pipsqueak! Bu siteyi yönetenin de aslında bunlardan biri olduğu ve seni kıskandığı için politically correct maskesini takmayı unutturdun!

    SAYIN yönetici, bundan sonra sitenizi anarşistlikle süslemekten utanmayacak mısınız? Neden aslında bir neo-faşist olduğunuzu kabul etmiyor sunuz?

  1140. Pipsqueak’den Düşmanca Öğütü
    Yahu, biraz kendinize gelin.
    Atatürk-Lenin-Stalin-Mao-Site Anarşiti sizlerin beyinlerinizi aşınmasına, yalama olmasına neden olmuş. Bu modern politika cambazlarının sizlere taktığı at gözlüğü yetmez gibi gürdüğünüzü de görmeme hastası da olmuşunuz.
    Şimdi bir de yeni bir mavi gözlü sarışın olma hastası politika cambazı Öcalan Kürt müridi çıktı.
    Her neyse.
    Videoda kol saati, cep telefonu, şeker kamışında suyunu çıkarma araçlarını, hoparlör, metal araçları görmediniz mi?
    Zavallı Avrupalı olma veya olduklarını ispat etme aşağılık duygusu içindekiler. Esas konuyu bilmeyecek kadar cahil ve bu konuda çaylak olduğunuzu bile göremez hale gelmişiniz.

  1141. 1138..
    tartışmayı bilmeden konuya daldığında böyle saçmalarsın.
    dersin ki, o yerlilerin hayatı bugünkünden iyiydi… Bu kadar.. o aciz öfkeye gerek yok.

    “Ben de orada o “rahibin” yerinde olmak isterdim; çok okuyorum ve çok da öfkeliyim ya!”
    lafı malum öfkeli şahsın, ilkellerin o hayatını savunması nedeniyle onun ağzından çıkabilecek cümle olarak anılmıştır.. ”
    yazana ait değil!
    1123’ü okursanız bunu anlarsınız…
    böylece bir mevzuya ne kadar anladığınızı da gösterdiniz..
    mundurukularla ilgili yazılanları da anlamamışsınız..
    ************
    malum şahısa……

    Bu mesele önemli değil; homoseksüellerle ilgili tartışma o gürsel ile aranızda geçen mevzu.. beni ilgilendirmez…
    siz arayın bulun, eminim..
    or.spu çocuğu söyleyen bunu da söyler…
    bu konu da burada biter..

    her ne b.k bilirsen bil, yönteminle, kavrayışınla, ifade edişinle kibirinle, sonunda vardığın yer ile …yalanların, iftiralarınla, insanları asılsız ithamlarda bulunmanla..
    karakteri zayıf birisin..
    öfkelendiğinde söylediğin cinsiyetçi küfürlerle…
    çekilir bir insan değilsin..
    “doyumunu” başka yerlerde dene..

  1142. http://www.filmsforaction.org/watch/eng-trailer-the-munduruku-indians-weaving-resistance/
    Videoyu gördükten sonra 1119, 1120 1123, 1130 (bu seks sapığı rahibin yerinde olmak ister), 1131, 1132, 1133 tepkileri okuyunca ve tepkilere ses çıkarmadığından üstü kapalı olarak katılan site yöneticisini düşününce aklıma aklıma ilk gelen insanların çirkinlik ve alçaklığına ölçü kalmadı olduğu. Hannah Arendt çok haklıymış: Kötülüğün Banalliği (Banality of Evil) zamanımızı damgalar. 1119, 1120 1123, 1130 1131, 1132, 1133 bu yargıyı fazlasıyla kanıtlar..
    Pipsqueak sizleri zır deli etmiş ve unutup aslınızı açığa vurmuşsunuz.

  1143. Primitive Anarşistler.. gerçekten de priitif!
    Somuta gelelim.
    Gevezelik, gevezelik, gevezelik…
    ****
    Primitivist Okuma Kitabı
    John Moore
    “… bütün güç ilişkilerinin ortandan kaldırılması –örn., kontrol, baskı, tahakküm, sömürü yapıları – ve bu ilişkileri barındırmayan tarzda toplulukların yaratılması.”
    Tamam, bu iyi!
    *
    “…Bu fikre göre bizler ilkelcileriz … ‘Fith Estate’ grubu, yenileme ve anti-otoriter esinlenmelerin kaynağı olarak kabul ettikleri, ilkelliğin yeniden dönüşümü ile kontrol edilen bir proje olarak uygarlığın bütününün eleştirisine çabaladılar. İlkelin yeniden dönüşümü anarşist bir perspektifte yer alır, güç ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı bir bakış açısı. …”
    bu gevezelik…
    *
    … Amaç ilkele dönmek veya kopya etmek değil, sadece ilkeli bir ilham kaynağı olarak, anarşinin örnek teşkil eden şekilleri olarak görmektir.
    Belki de bu en önemli bir kaç cümleden biri..
    “…. Marksizm, klasik anarşizm ve feminizm gibi ideolojiler uygarlığın görünüşüne karşı çıkar; sadece anarko-primitivizm uygarlığa, zulmün değişik şekillerinin yaşamın her türlüsüne sıçradığı ve yayılmış bir hale geldiği sınırları içersindeki şartlar ve çevreye karşı çıkar – ve, hakikaten, mümkündür. ”

    Neden sadece anarko primitivizm? Mürit isteyenin palavrası…
    ***
    “Anarko-primitivizm perspektifine göre, radikalizmin bütün diğer şekilleri, kendilerini devrimci olarak tanımlasınlar ya da tanımlamasınlar, reformist gözükmektedirler. Marksizm ve klasik anarşizm, örneğin, uygarlığı teslim almak, yapılarını bir dereceye kadar yeniden çalıştırmak, kötülüklerini ve baskısını kaldırmak isterler. Bununla beraber, uygarlıktaki yaşamın 99% ‘u onların gelecek senaryolarında kesinlikle değişmeden kalmaktadır, çünkü uygarlığı en az şekilde sorgulamaktadırlar. Hepsinin kapitalizmi ortadan kaldırmak istemesine, ve klasik anarşizmin ayrıca devleti de kaldırmak istemesine karşın, ortalama yaşam modelleri çok fazla değişmeyecektir. …. İlerlemenin batı modeli sadece ıslah edilecek ve hala idealmişçesine taklit edilecektir. Yığın toplumu çoğu insanın çalışması, yapay yaşam, teknolojileşmiş çevre, baskı ve kontrolün biçimlerine itaat ile esasen devam edecektir.
    Sol içersindeki radikal ideolojiler gücü elde etmeye çabalarlar, ortadan kaldırmaya değil. Bu sebepten dolayı, bireyleri kazanmak ve gücü elde etmek için stratejiler planlamak için farklı çeşitlerde belli bir kesime has gruplar –kadrolar, politik partiler- geliştirirler. Örgütler, anarko-primitivistler için, sadece gürültüdür, belirli ideolojileri güç içersine koymak için çetelerdir. Politikacılar, ‘devletin sanatı ve bilimi’, ilkelci projenin bir parçası değildir; sadece iradenin, arzulamanın, karşılıklı olmanın ve radikal özgürlüğün politikası.”

    Hepsi tu-kaka.. ben iyiyim.. En devrimci benim saçmalığı. Asıl gürültü bu anarko-primitivizm…
    ***
    ” John Zerzan ise sembolik kültürün gelişimini – sayı, dil, zaman, sanat ve daha sonra tarım gibi sayısız şekillerinde – insan özgürlüğünden evcilleşme durumuna geçişin araçları olarak yerleştirir. Kökene odaklanma anarko-primitivizmde önemlidir çünkü primitivizm, üs bir davranışta, suçu ortaya koymaya, meydan okumaya ve bireysel, sosyal ilişkiler ve doğa ile karşılıklı ilişkilerimizi planlayan gücün bütün şekillerini kaldırmaya çabalamaktadır. … ‘kökünden işbirliğine dayalı ve komünel, ekolojik ve feminist, kendiliğinden gelişen ve vahşi’ bir gelecek planlar..”

    gevezelik, gevezelik…
    **
    “‘Bizleri mağaralara dönmeyi istemekle veya uygarlığın konforlarından hoşlandığımızı dile getiren suçlamaları tahmin etmemize izin verin. Ütopyamız için model olarak Taş Devrini önermiyoruz, ne de geçimimiz için araçlar olarak, bahçecilik ve avcılığa dönmeyi belirtmiyoruz.”
    Utangaç laflar! Teknolojiye karşı ama .. yiyecek ama şişmanlamayacakmış!
    ****
    “Teknoloji, içinde çürümekte olduğumuz bu hiper yabancılaşma düzeyinin üretimi ve yeniden üretimi için gerekli olan her türlü ruhsuzluğu ve zehirlenmişliği ifade eder. Teknoloji, hiyerarşinin ve şeyleşmenin her aşamasında ortaya çıkan tahakkümün biçimi ve örgüsüdür. Teknoloji karşıtlığı bunun için anarko-primitivist pratikte önemli bir rol oynar. Bununla beraber, Fredy Perlman, “teknoloji Leaviathan’nın cephanesinden başka bir şey değildir, onun pençeleri ve dişleridir” der. Anarko-primitivistler bu nedenle teknolojiye karşı çıkarlar…”

    İşte gülünç olan, gevezelik olarak da sıkıcı saçmalıklar… Teknolojiyi reddedecek gücü olanlar, onun “akıllı-iradeli” insan tarafından denetiminin sağlanacağına inançları yok!
    ***
    Anarko-primitivizm anti-sistematik bir akımdır: bütün sistemlere, kurumlara, soyutlamalara, suniye, sentetiğe, ve makineye karşıdır, çünkü onlar güç ilişkilerini biçimlendirir. Anarko-primitivistler bu nedenle teknolojiye ve teknolojik sisteme karşıdırlar, fakat burada belirtilen fikirler içersinde aletlerin ve araçların kullanımına değil. Her hangi teknolojik kalıpların anarko-primitivist dünyada uygun olup olmayacağı konusu üzerinde tartışma vardır. Fifth Estate, 1979’da şöyle söylemiştir: ‘En temel öğelerine indirilmiş, gelecek hakkındaki tartışmalar makul bir şekilde, sosyal olarak ne arzuladığımıza dayandırılmalı ve ne kadar teknolojinin mümkün olduğuna karar vermekte ifade edilmelidir. Hepimiz merkezi ısıtma, bol su ile temizlenen tuvaletler, ve elektrikli aydınlatma arzularız, fakat insanlığımızın pahasına değil. Belki hepsi birlikte mümkündür, fakat bekli de değil. ‘
    Gevezelik, gevezelik ve biraz da kendilerinden kuşkulanmaya da başlamışlar!
    **
    Peki ilaçlar?
    Nihayette, anarko-primitivizm iyileşmeye dair her şeydir – bireylerin içersinde, insanlar arasında, ve insanlar ve doğa arasında açılmış çatlakları, Devleti, Sermayeyi ve teknolojiyi içeren, uygarlık boyunca, güç boyunca açılmış çatlakları iyileştirmek. Alman felsefeci Nietzsche, acı, ve temas edildiği durum, her hangi özgür toplumun kalbinde olmalıdır, ve bu hususta, o haklıdır. Bireylerin, toplumların ve Dünyanın kendisi, uygarlığın güç ilişkileri özelliği tarafından bir derece veya değere sakatlanmıştır. İnsanlar psikolojik olarak sakatlanmıştır fakat ayrıca hastalık ve rahatsızlık tarafından fiziksel olarak saldırılmaktadır. Bu, anarko-primitivizm acıyı, hastalığı ve rahatsızlığı yok edebilir diye öne sürmek değildir! Bununla beraber, araştırma, çoğu rahatsızlığın uygar yaşam şartlarının sonucu olduğunu açıklamaktadır, ve eğer bu şartlar yok edilseydi, o zaman acının, hastalığın ve rahatsızlığın belirli tipleri kaybolabilirdi.
    Geri kalana gelince, acıyı kendi merkezine yerleştiren bir dünya, hastalığı ve rahatsızlığı tedavi edebilecek yollar bularak, acıyı hafifletmenin takibinde etkin olabilecektir. Bu fikirde, anarko-primitivizm ilaçla tedaviyi içermektedir. Bununla beraber, yabancılaştıran yüksel teknoloji, Batı’da uygulanan ilaçla tedavinin eczacılık merkezli şekli mümkün olan tek tedavi şekli değildir. Anarko-primitivist gelecek içinde ne kadar ilacın bulunabileceği sorusu, Fifth Estate’in yukarıda teknoloji üzerine yorumlarındaki gibi, ekolojik merkezli özgür topluluklar içersindeki özgür bireylerin yaşam yollarından fedakarlık olmadan, ne kadar mümkün ve insanların ne kadar arzuladığına bağlıdır. Tüm diğer sorular üzerindeki gibi, bu konuya dogmatik bir cevap yoktur.
    Uzun bir alıntı… Çünkü düşünsel ve olası “pratiğin” korkularını şimdiden hisseden sefaleti eleveriyor.. Gevezelik içinde mırın, kırınlar…
    ***
    George Bradford, Derin Ekoloji Ne kadar Derin? İsimli kitabında, kadının üzereme üzerindeki kontrolünün nüfus oranında bir düşüşe götüreceğini tartışır. Şimdiki yazarın kişisel görüşü ise, nüfusun azalmış olması gerekecektir, fakat bunun doğal azalma boyunca meydana gelmesine ihtiyaç olacaktır. – örneğin, insanlar öldüğünde, hepsinin yeri doldurulmayacaktır, ve böylelikle ortalama nüfus oranı düşecek ve sonunda sabitlenecektir. Anarşistlerin, özgür bir dünyada, aşırı üremede doğrultusunda sosyal, ekonomik ve psikolojik baskıların ortadan kaldırılacağı konusunda uzun tartışmaları vardır. İnsanların zamanını işgal eden çok fazla ilginç olup biten şeyler olacaktır! Feministler, kadının, cinsiyet sınırlamasının, ve aile yapısının, ataerkil toplumlardaki gibi kadınların üreme kapasitelerince tayin edilemeyeceğini tartışmışlardı, ve bu, düşük nüfus seviyelerinde de sonuçlanacaktır. Öyleyse nüfus, muhtemelen düşecektir, ister istemez….

    Elbette.. bu kafa ile kitlesel ölümlerle nüfus azalacaktır..
    Bu saçmalıkları okumak isteyenlere linki vereyim…
    http://www.oocities.org/yesilanarsi/yazilar/primitivist_okuma_kitabi.htm

  1144. “Fifth Estate, 1979’da şöyle söylemiştir: … ve ne kadar teknolojinin mümkün olduğuna karar vermekte ifade edilmelidir. Hepimiz merkezi ısıtma, bol su ile temizlenen tuvaletler, ve elektrikli aydınlatma arzularız, fakat insanlığımızın pahasına değil. Belki hepsi birlikte mümkündür, fakat bekli de değil. ‘

    Ne utanç verici kararsızlıklar..
    “ne kadar teknoloji” isteyeceklerine karar vereceklermiş.. ne oldu o “vahşi hayat!”
    o Mundrukulara da ne kadar teknoloji gerekecek acaba?
    **
    tamam ben de öyle diyorum; nasıl bir üretim ile ve ne kadar bir teknoloji..

    anlaşılan reddedemedikleri zekaları ile teknolojiden tümüyle vazgeçemeyeceklerini anlamışlar!
    bundan kimilerinin haberi yok henüz..

  1145. 1141’e
    H. Arendt’i okudum. Çeliştiğim bir şey anımsamıyorum.
    Sorun şu; sizin gibi primitif, gerçekten de primitif anarşist zekâ’nın bu yazılanlardan çıkarsadığınız ne ise… size ilkokula yeniden başlamanızı önermekten başka daha iyi bir öneri aklıma gelmiyor…

  1146. 1141’e devamla…

    pardon.. türkiyedeki ilkokullardan bahsetmiyorum.. olasıdır ki, sorun da belki buradaki okullarda okumuş ve çok iyi öğrenci olmanızdır…

    “ilkokul” derken, okuma ve anlamayı öğretecek bir ilk öğretimi kastediyorum…

  1147. 1140
    Ben pipsqueak.
    Ben 1120’e “bul” demiştim. Ya sen 1120, ya ogursel 1120.
    Ya Ya Mantık Dersi:
    Ya sen yalancısın , ya o yalancı, ya ikinizde yalancı.
    Zaten sorun da değişti. Bu konu, bu sitediklerin söylediklerimden hiç bir şey anlamadıklarına bir örnek olacak. Ama bu defa cömert davranıp asıl konuyu açıklayacağım.
    Konu homoseksüelliğin iyi / kötü salaklığı. Bu sitedeki gibi homoseksüelliğe karşı politically correct tutum almak değil. Bazı kültürlerde her iki taraftan zevk aldıkları için homoseksüeller üstün görülür; diğer birinde, evreni kadın/erkek ekseniyle ayıran bir kültürde homoseksüel birini ya kadın veya erkek olmayı seçmeye mecbur edilir. Ve binlerce diğer kültürel tutumlar daha var.
    Sorun hepinizde tight as*’lik olması. Çok sıkıyorsunuz, biraz gevşeyin, rahatlayın. Biliyorsunuz şimdi artık şarlatan komisyoncu doktorlar tüm hastalıkları stresle açıklıyorlar. Genlerde bile stres bulmuşlar.
    Burada bir biyolojik veriden söz ediyoruz. Bilhassa biyolji-materyalizm-diyalektik maşuku ogursel bu işi çok sever.
    Meşhur doğa erkeğe her iki tarafı vermiş. Sizler bunu kendiniz sorun edeceğinize homoseksüelliği deneyin, belki seversiniz. Eğer sen veya ogursel biyoloji-materyalizm-diyalektik formülünü sadece söylemek için söylemiyorsa ve biraz düşünürseniz bu denemenizde biyoloji de var, materyalizm de var, diyalektik de var. Yan yararı: bu sitede İngiltere’den anarşitliği ithal edip bayiliğini elinde tutan gibi, siz de homoseksüelliğin öncüllüğünü yapmış olursunuz. Hatta Franko öldükten sonra sarışın mavi gözlü demokrasiye erişen İspanya’da çok benzeri durumlar oldu. Kendinize model edinirsiniz.
    Üstelik sizde seks açlığı hastalığı olduğu çok belli. O yüzden 1138 sizi küplere bindirmiş. Belki de 1138, “… rahip…” falan filan zırvalayanda bu seks açlığı hastalığının freud dil sürçmesini sezmiş. Özellikle yazan bir kadın olduğundan bu hastalığınızı daha iyi bildiği apaçık.
    Bence 1138 “politically correct” ambalajlarınızı yırtıp altında yatan tight as*’lik, fazla sıkan, seksde istediğine kavuşamayanların Reich’in dediği gibi faşist ruhlu olduklarını şahane görmüş.
    Bütün konularda mantığınız siyah / beyaz; doğru / yanlış; iyi / kötü. Bu mantık, insanları sadece ve sadece faşistliğe sürükler ve sizleri sürüklemiş.
    Atatürk-Marks-Lenin-Stalin-Mao-19. yüz yıldan kalmış kokan anarşistlik sizleri hasta etmiş.
    İyileşmek istiyorsanız önce hasta olduğunuzu kabul edin. Kızmak, kudurmak, ağzından çıkan köpükler sizi daha çok strese sokuyor.
    Madem ki Atatürk-Marks ve Avrupa yolunu tuttunuz biraz okuyun. Bana hak vereceksiniz: Siz cahilliğinizi sindiremediğiniz için çok stres yapıyorsunuz.
    Gelelim benim pis ağzıma:
    EN AZINDAN C. Hill’in 17. yüz yıl devrimcilerini okuyun. Aralarında en radikaller sizin gibi gibi faşist ruhlu insanlara sık sık küfür ederlerdi. Eğer biraz daha gevşerseniz, W. Blake’in kendini veya tariçi E. P. Thompson’un veya N. Frye’ın Blake hakkında yazdıklarını okuyun. Kendinizi her sayfada görürsünüz. Blake de sizleri sonsuz iğrenç bulurdu.
    Gelelim Erdoğan’ı İslamla karıştıran salaklıklara.
    İslam’da sadece çevirme yapılmış, kopya yapılmış, zırvalamaları. Hele şu saldırır gibi görünüp aslında bana bilgili olduklarını gösterme çabası içinde olan 1130 ve 1125.
    Biraz öğrenin, aynı homoseksüellik gibi, sevebilirsiniz. Hayatınız ucuz, adi, sahtekarların akıl almaz beceriksizce çevirileri içinde geçmiş. Şiir, mit, din, mistik düşünceler, felsefe, bilim iç içeler. Ancak siz bir yanda Atatürk-Marks-Avrupa-salak anarşitlik; diğer yanda Erdoğan-İslam kıskacında ezilmiş, büzülmüş, ölmüşsünüz.
    İnsanın en derin varlığına dokunan, köpeklere kemik dağıtma endüstri ve teknoloji dili değil, mit ve dinler gibi metaforlarla asıl bilgileri aktaranın şiirin olduğunu öğrenin.
    İşte en ünlü bir şairin sizin gibi saç kurutma makinesi isteyenlerin hor gördüğü İranlı Hafız için söyledikleri:
    “Hafız, sen ve sadece senle rekabet etmek isterim. Sen ve ben ikiziz. Ortak yaşadığımız ne acılar, ne hazlar bizi bağlar. Senin gibi sevmek, senin gibi içmek benim gururum, benim hayatım. ” Goethe
    Mundurukuların tarihlerinin yaşadıkları yerdeki atalarının bıraktığı anılar olduğunu öğrenen bir yüksek ve asil ruhlu bir şair varlığının en derinden etkilenir. Siz buz dolapları var mı sorarsınız. Okullarda ve Avrupa muhabbet tellalığı yapan kitaplarda öğrendiğiniz yalanları tarih sanıyorsunuz.
    Sizler zavallı dilenci ruhlu ucubeler olmuşunuz.
    Sizin sloganınız: bize kim daha çok kemik atıyorsa o iyi!

  1148. Kötülüğün Banalliği (Banality of Evil)
    hımmmm…. işim gereği anlıyorum…
    bu parantez içi o “açıklama”… bu bile.. o bilgiçliği, sığınılan
    acınası bir dünya içinde,kendine bir dünya yapamamış, tutsak, bilgiç ukalaların kurbanlarını, “gösteri dünyasının” insanlarını görüyorum…
    Bu primitif anarşizm; o sefil insancıl küçük burjuva, o çok iyiliksever naif ruhlarını gerçeklikten kaçırarak kendilerini iyi hissetmelerini sağlamanın bir aracı olmalı…
    Asr-ı Saadet arayan İslamcılar gibi; “hadi gelin 10 bin yıl önceki köyümüze dönelim!”
    “Ay ne kadar da” insansevermişsiniz siz; gözüm yaşardı!
    Aptalca rüyalar kurarak, hayatın pisliğine, vahşetine suçortağı olmadığının sahte cümleleri ile ömür tüketmek…
    kolay değil; bu gerçeği hatırlatana öfke ve çarpıtma kuşkusuz bir zorunluluk!
    Zerre kadar bilmediğiniz 10-50 bin yıl önceki hayata yapılan bu güzelleme ile Muhammed dönemine yapılan güzelleme ile aynı zihinsel işleyişi taşıyorsunuz..
    Saygı da bekliyorsunuz.. işte bunu hak etmiyorsunuz…

  1149. Videoyu gördükten sonra 1119, 1120 1123, 1130 (bu seks sapığı rahibin yerinde olmak ister),

    KİM İSTER?

    İlkel insanların hayatına KÖRLEMESİNE övgü düzen,
    küçük burjuva, kibirli, egosal yaratıklar;
    çok okumuş ve herşeyi anladığını sanarak “büyücü rahip” makamını kendine layık sanabilecek,
    aklı-bilgisi yetmediğinde cinsiyetçi küfürler savuran…
    erkek ve kolayca “or.spu çocuğu” diyebilenler…
    *
    tane tane anlattım.. umarım anlaşılmıştır…
    primitif’ler bile anlamış olmalı…

  1150. KALP KRİZİ!

    Ereğli Demir ve Çelik Fabrikalarında (Erdemir) çalışan işçi geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.

    Alınan bilgiye göre Erdemir, 1 Nolu Yüksek Fırın’da işçi olarak çalışan Yaşar Yasin Öktem’in (41) rahatsızlanarak yere düştüğünü gören iş arkadaşları durumu sağlık ekiplerine bildirdi.

    Erdemir’e ait ambulansla ilçedeki özel bir hastaneye kaldırılan Öktem’in kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiği tespit edildi.

    (http://www.ereglionder.com.tr/guncel/is-yerinde-kalp-krizi-gecirdi-h64909.html)

    29 Mart 2016

  1151. hakaret içeren yorum yayınlanmadı.

  1152. Sayın 1142 ve 1143
    Ben pipsqueak
    Bu sitenin müdürü bile bu sizin pis kokusu çıkmış, ilerleme ve tüketimi tanrılaştırmış, fetişleştirmiş markizm-leninizm-… ilahilerden hiç değilse görünüşte vazgeçti.
    Siz galiba Alex Williams ve Nick Srnicek’in “Accelerationisms ” müritlerindensiniz. Zaten size benzerler aynı kökten klonlar, fak etmez.
    Sizin ULU Şeflerinizin ACCELERATE MANIFESTO’sundan bir paragraf:
    Indeed, as even Lenin wrote in the 1918 text “Left Wing” Childishness:
    “Socialism is inconceivable without large-scale capitalist engineering based on the latest discoveries of modern science. It is inconceivable without planned state organisation which keeps tens of millions of people to the strictest observance of a unified standard in production and distribution. We Marxists have always spoken of this, and it is not worth while wasting two seconds talking to people who do not understand even this (anarchists and a good half of the Left Socialist– Revolutionaries).”
    Tüm söylediklerinizi cambaz Lenin 1918’de daha kıa söylemiş. Neden ilahilere devam ediyor sunuz? Yoksa sizi birileri arkanızdan pompalıyor mu?
    İlahiler:
    x demiş … Olmaz efendim, olmaz.
    y demiş … Olmaz efendim, olmaz.
    z demiş … Olmaz efendim, olmaz.

    Bize Atatürk lazım. Bize Marks lazım. Bize Lenin lazım. Bizi pompalıyacak, ileriye itecek üretici güçler lazım. Bize daha çok b*k miktarda mal lazım. Ve hepsinden çok bizi ileriye daha hızlı itecek elektronikli pompa lazım!
    Yaşasın hız! Yaşasın Yeni Şeflerimiz Alex Williams ve Nick Srnicek.
    Size iyi haber. Bu herifler TZM ve yüzlerce diğer ümit verme cambazları şarlatanlar gibi bu yaz staj yapacaklar. Bu sitenin müdürü gibi bir yolunu bulup oraya kapağı atın. Daha öz, daha kısa, daha etkili ve daha VERİMLİ konuşmayı öğrenirsiniz! Üstelik sertifika da verecekler. Fiyakanızdan geçilmez olur.
    Ne mutlu en son modanın taklitçisi Türküm diyene!

  1153. Pipsqueak, dünya nüfusunun azaltılması gerektiğini savunuyor musun?

    Eğer savunuyorsan, kimlerin öldürüleceğine kimlerin yaşamasına nasıl karar verilecek?

  1154. 1140, 1142, 1143, 1144, 1145, 1147, 1148’deki kişi ogürsel’dir.

    1142’de “Bu mesele önemli değil; homoseksüellerle ilgili tartışma o gürsel ile aranızda geçen mevzu..
    beni ilgilendirmez…” yazmış olması ogürsel’in kendini maskeleme çabasından ibarettir.

  1155. 1148

    “Zerre kadar bilmediğiniz 10-50 bin yıl önceki hayata yapılan bu güzelleme ile Muhammed dönemine yapılan güzelleme ile aynı zihinsel işleyişi taşıyorsunuz..”

    Bu sitede başkası senin bu konuda ne kadar kara cahil olduğunu sayısız defa gösterdi sende gerçekten utanma yok. O zamanlara ait bilgilerin ilk okul çocuklarının beyinlerini yıkamak için anlatılan masallar. Zamanımızı eskiye uydurmalar.

    Senin tek bildiğin kapitalistsiz kapitalizm imkanı ve oğlunla arkadaşlarının bunu acıdıkların sefiller için yapacakları.

    Bolşevikler bunu yaptı yüzlerine bulaştırdı. Senin de bu bilgi yüzüne vuruldu ama arlanmıyorsun. Çin şimdi yapıyor sen hala tümü sana benzeyenlerden oluşan bu sitedekilerin seni yapay resusite etme ve verdiğin bahşişlerle ayakta duruyorsun.

    Seni çok fena kandırıyorlar. Cahilliğini apaçık.

    Önünde bir örnek bile var. Pipsqueak’in derinliğine bak, kendinin satıhta konuşmalarına bak. Belki sen rahatsız eden de bu.

  1156. Ben Pipsqueak
    Daha etkili, daha güzel bir yazım bir kısmı İngilizce olduğu için yayınlanmadı. İşte onun yerine otantik, haride, öz, saf, Türkçe bir benzeri.
    Bilgiden Patlayacak bilgiçler bilgici, sonradan görmüş, kendinin Ortega y Gasset’in model sıradan olduğunu bir türlü kabul etmeyen yığından harfç, haşmetli haşv 1148 şöyle demiş:
    “küçük burjuva, kibirli, egosal yaratıklar;”
    Bugün pazar.

    bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
    Toprak, güneş ve ben…
    Bahtiyarım…
    Not: Bak şu herifin egoistliğine, bak şu herifin küçük burjuvalığına, bak şu herifin pasifliğine, … EYLEM nerede? ÜRETİM NEREDE? EMEK NEREDE? Kıçının üstüne oturmuş, mırıldayıp duruyor. Veya diğer klon-robot 1142’nin dediği gibi gevezelik ediyor.

    1143
    “Fifth Estate, 1979’da şöyle söylemiştir …”
    Ne derin ve dürüst bir inceleme!
    Sizi örnek aldım ve bu sitede benzer sapıklıklar, yanlışlıklar, tereddütler falan filanlar buldum. Kâtip 1143 arzuhalimi oku böyle.
    1
    21 Mart 2016’da bu site şöyle söylemiştir:
    “Erdoğan giderse tam bir felaketle karşı karşıya kalırız. Gelecek nesillere bir şey bırakabilmemiz için evet bizim de ölmemiz gerekiyor. Sevdiklerimizden de vazgeçeceğiz. Üzeri örtülü görünmeyen bir savaş halindeyiz, bunu kabul edelim.”
    Bakın bu sitenin yobazlığına!
    2
    22 Mart 16’da bu site şöyle söylemiştir:
    “Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetinin ana ideolojisi olan Mali Sermayecilik, adaleti ayaklar altına alan bir fikri-siyasi-iktisadi işleyiştir.”
    “Logos / Allah kelâmı / KelâmAllah”
    Bakın bu sitenin Yahudi düşmanlığına, Nazi eğilimine, komplo teorisine, yobaz dinciliğine!
    Yüzlerce daha örnek var ama gerisini sizin hatablığınıza bırakıyorum
    Sloganınız şahane cömert burjuva Marksistliğiniz: b*k gibi bol malı eşit dağıtmalı ve fazlasını üretmeli.
    1142 sizin havası çok havacıvacı harveş ama eninde sonunda sizin klonunuz ve sloganı değişik sözler ama aynı: sefillere acımalıyız! onlar da bizim gibi har olsunlar! Onları görmek vicdanımız rahatsız ediyor! Daha, daha, daha.

  1157. 1148
    “Zerre kadar bilmediğiniz 10-50 bin yıl önceki hayata yapılan bu güzelleme ile Muhammed dönemine yapılan güzelleme ile aynı zihinsel işleyişi taşıyorsunuz..”

    bu ithamın yanıtı yok. 11 yaş aptalca aşağılamaları. Kavrayış yoksunluğunun kaprisli numaraları..
    *
    “arap-islam kültürü bir hiç..”
    yanıtı yok.. edepsizce cümlelerden fırsat bulunamıyor..
    Hodgson’dan bir laf bul, yapıştır; nerede?
    *
    Primitiflerin teknoloji “kararsızlığına” ait yanıt yok..
    yine ukala dolaylı içeriksiz boş cümleler.
    *
    başkalarını aşağılayarak kendilerini yükselteceğini sananlar acınası insanlardır..

  1158. Pipsqueak’den Bir Methiye
    Sayın Bu Sitenin Tümü;
    Sayın Sert Erkek Devrimci Laik Sekulerler İlericiler;
    Sayın Atatürk, Marks, Lenin falan filan Ciddi Gerçekçi Hayranları;
    Sayın Üretim, Tüketim, Emek, Eylem Müritleri.
    Sayın Dünyayı devasa bir şantiye
    (In short, be real, man!, diyen mavi gözlü sarışın Türkler!)
    Küçük burjuvalık, romantiklik, hayal dünyasında yaşama salaklığı, dincilik ve gericiliğe bir örnek olacak şu şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum.
    ” …
    And God, like a father rejoicing to see
    His children as pleasant and happy as he,
    Would have no more quarrel with the Devil or the Barrel,
    But kiss him, & given him both drink and apparel.”

    Not: Bakın şu aptal ve geveze küçük burjuvanın kurduğu hayallere, romantikliğe, naifliğe. Haklısınız! Bu dünyada Türk erkekleri gibi sert ve katı olmalı. Çalışmalı, üretmeli, ilerlemeli. Türk ihtiyarlanmayan ihtiyarları ve genç gençleri, hedefiniz uzay ve ötesi!

  1159. ÖZGÜR ÜNİVERSİTE: Kelimelerin, kavramların kullanılışıyla ilgili bir sorun var. Bu durum kavramların manipülasyona açık olmasıyla da ilgili. Bir şey söyleniyor, kabul görüyor ve sorgulanmadan, “gerçekten öyle mi?“ sorusu bir daha sorulmadan kullanılmaya, kesinliğinden şüphe edilmeyen “hakikât” olarak sunulmaya devam ediyor. Mesela yukardan devrim öyle bir şey. Aslında yukardan devrim demek, anlam karşıtlığı olan, antınomik iki kelimeyi yan yana getirmek demektir. Başka türlü söylersek, tam bir oxymoredur. Mâlum, devrim denilenin bir içeriği olması gerekir. Oysa, yukardan devrimdendiğinde bu Osmanlı Padişahının da, Osmanlı Paşalarının da devrim yapabileceği anlamına gelir. Osmanlı Sarayında “devrimci”,”ilerici” unsurlar olduğunu düşünmek abesle iştigal değil midir? Bu konuda neler söylemek istersin?

    GÜN ZİLELİ: Evet, bazı kavramlar birileri tarafından ortaya atılıyor ve hiç sorgulanmadan kabul görüyor. Bu “yukardan devrim” denen şeyin ilk kimin tarafından ortaya atıldığını bilmiyorum. Ama yıllar yılı karşımıza çıkar. Sanırım ilk önce Bismark’ın, dağınık Alman prensliklerini birleştirip tek bir kapitalist ulus devlet yaratmasını izah etmek için kullanılmıştı. Bismark’ın “demir el”i ile yapılan bir “devrim”! Buyrun bakalım! Hem de “sosyalistleri yasaklama yasası” ile gerçekleştirilmiş bir “devrim” bu. Yani aslında tam ve gerçek anlamıyla bir karşıdevrim. Buna niçin devrim dediler? Çünkü kapitalistleşme yolunda bir gelişme var. Onların devrimden anladıkları, kapitalist ilerlemeden başka bir şey değil.

    Bunun, ilerlemeci paradigmanın marifeti olduğu açık. Devrimi, ezilen kitlelerin yeni, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum oluşturmak için ayağa kalkması olarak değil de, ne pahasına olursa olsun kapitalist ilerleme, kapitalist düzleme ve standartize etme girişimi olarak anlayanların uydurduğu bir kavram. Zaten böyle bakacak olduktan sonra bu kapitalist standartlaştırmaya yukardan devrim adını vermek de fazladır, çünkü tarihte bu tür girişimlerin hepsi yukardan olmuştur. İşçi ve köylü kitleleri kendilerini bile bile cendereye sokmayacaklarına göre, bu tür “ilerlemelerin” hepsi yukardan, kapitalist sınıflar ya da kapitalist bürokrasiler tarafından yapılmıştır. İşte bu, ilerlemeci üretici güçler teorisinin vardığı vahim noktadır.

    Eğer Bismark yukardan devrim yapmışsa, Hitler de yukardan devrim yapmıştır, Kenan Evren de yukardan devrim yapmıştır. Hitler az mı geliştirdi Alman kapitalizmini, az mı yollar açtı, Yahudi-köle emeği kullanarak? Az mı modernleştirdi Almanya’yı? Hakkını yemeyelim şimdi. Bismark’ı yukardan devrim diye kutsayanlar “yukardan devrim”lerinin nerelere uzandığının üzerinde düşünsünler. Evet evet, Kenan Evren de öyle. O da demirden bir elle ve solcuları ezerek Türkiye’yi kapitalizm yolunda ilerletmedi mi? O zaman neden şikayet ediyoruz ki. Evet, Evren, Atatürk’ün yolunda olduklarını söylerken hiç de sahtekârlık falan yapıyor değildi. Belki de söylediklerinin arasında tek gerçek buydu. Ama ta doğduğu günden beri Kemalist ilerme paradigmasının kölesi olan solumuz tüm enerjisini Atatürk’le Kenan Evren arasındaki zıtlığı göstermeye harcadı. Oysa bir zıtlık değil, devamlılık söz konusuydu.

    Yukardan devrim diye bir şey yoktur. Yukardan yapılan her şey, isterse “devrim” desin kendine, bal gibikarşıdevrimdir ve devrimin düşmanıdır. Bir tek devrim vardır, o da aşağıdan toplumsal devrimdir. Hatta burada aşağıdan sözcügü bile fazladır. Çünkü devrim sadece ve sadece aşağıdan, kitlelerin iradesiyle gerçekleştirilebilen büyük bir toplumsal ayağa kalkış, değişim ve Fikret Başkaya’nın bir toplantıda ifade ettiği biçimiyleemansipasyondur.

    ÖZGÜR ÜNİVERSİTE: Sorunun devamı olarak, Türkiye’de 1908 İttihatçı darbesi ve 1923 Kemalist darbe ve sonrasında bir yukardan devrim gerçekleştirildiği söylendi, söyleniyor, üstelik buna inananların sayısı da az değil. Osmanlı Paşaları, devlet bürokrasisi tarafından bir devrim gerçekleştirilebileceğini düşünmek, olaylara, şeylere, tarihsel sürece uzaktan bakmak anlamına gelmiyor mu? Kavramların böyle yerli yersiz kullanılması, müthiş bir ideolojik bunalıklık yaratıyor ve bu tür ideolojik manipülasyonlarla rejimin gerçek niteliği gizleniyor. Böyle bir anlayış sola da musallat olmuş durumda. Kapitalizmin önünü açmak, iktidarı pekiştirmek amacıyla yapılanların ‘devrim’ olarak sunulması sadece Türkiye’ye özgü bir şey mi?

    GÜN ZİLELİ: Osmanlı paşaları da bir “kurtuluş”un peşindeydiler; devletin kurtuluşunun. Bunun ancak Batının yolundan gidilerek, modernizasyonla gerçekleşeceğini düşündüler. Tanzimat, daha sonra 1908 İttihatçı darbesi ve 1923 Kemalist hareketi bu yönelişin ürünleridir. Doğal olarak yukardan-zorlayıcı ve o ölçüde de halk ve emekçi düşmanı, yukardan kapitalist modernleşme girişimleridir bunlar. Devrimle ve devrimcilikle bir ilgileri yoktur. Hepsi, çalışan kitleleri baskı altına alan karşıdevrimci atılımlardır. Bizim solcularımız, Menşevik üretici güçler teorisinin etkisinden kurtulamadıkları için bu hareketleri kendilerine müttefik görürler. Zaten kendileri de iktidara geldiklerinde benzeri şeyleri yapacaklardır. İttihatçıları, Mustafa Kemal’i ve Stalin’i sonuna kadar savunmaktan vaz geçmemelerinin nedeni budur. İnsan bindiği dalı keser mi? Kemal’in ve Stalin’in işçi ve köylü düşmanı eylemlerini mahkûm ettikleri an kendi gelecek iktidarlarının perspektifini de karartmış olacaklarını çok iyi biliyorlar.

    Ne var ki, Türkiye solunun bu yönelimini Türkiye’ye özgü bir şey olarak görmemek gerekir. Devlet iktidarı aracılığıyla bir “toplumsal değişim” gerçekleştireceğini iddia eden dünyadaki tüm sol bürokrasiler bu ilerlemeci paradigmanın takipçisidirler. Türkiye solunun özel konumu ise, Kemalist devlet geleneğinin gücünden gelmektedir. Bu gelenekle savaşmak yerine, onu sahiplenmek kolaylarına geliyor. Zaten neden savaşsınlar ki. Kendileri de gelecekte aynı baskıcı bürokratik yöntemleri uygulayacaklarına göre….

    ÖZGÜR ÜNİVERSİTE: Türkiye’de sol hareket, rejimi tartışmaya yanaşmıyor. Rejimin putlarını, tabularını sorun etmiyor. Rejimi tartışmaya çalışanları da kendinden saymama, dışlama eğilimi çok güçlü… Sence bu durum nasıl açıklanabilir?

    GÜN ZİLELİ: Çünkü sol hareket kendini gelecekteki iktidar olarak, gelecekteki devlet olarak planlıyor. İktidara gelecekler ve aynı Mustafa Kemal gibi, aynı bugünkü rejim gibi halkın ensesinde boza pişerecekler. Aynı Stalin gibi, ilerleme adına emekçileri zorla iş kölesi haline getirecekler. Aynı onlar gibi milliyetçi bürokrasiler olarak konumlanacaklar. Ne diye geleceklerini karartsınlar ki. Bugüne kadar şu ya da bu yolla herhangi bir ülkede iktidara gelmiş sol bürokrasilere bakın. İktidara gelir gelmez devlet baskısının, baskı rejiminin ve milliyetçiliğin en kararlı savunucuları olmuşlar ve bunu pratiğe geçirmişler. Bir ülke ve milliyet adını taşıyan bir sol bile utanç vericidir. Bir sol hareket kendini bulunduğu ülkenin adıyla ya da hakim ulusun adıyla adlandırıyorsa, o geleceğin milliyetçi bürokrasisinin temsilcisidir demektir ve zaten bugün Türkiye solunun esası bundan başka bir şey değildir.

    ÖZGÜR ÜNİVERSİTE: Sol hareketin ‘yeniden düşünmeyi’ radikal bir biçimde gündemine almadan, rejimi tartışmaya cesaret etmeden yol alması, inanadırıcı-güven verici alternatif bir toplum projesi üretmesi mamkün mü?

    GÜN ZİLELİ: Sol hareketin ufkunda böyle bir proje olduğunu hiç sanmıyorum. Onların derdi- günü özel ideolojili kendi örgütlerini güçlendirmektir. Kitle hareketlerine girmelerinin, destek vermelerinin nedeni de budur, yoksa o hareketi düşünmek değildir sorunları. Ayrım noktası tekel işçilerinin direnişinde ortaya çıkmıştır. İpler kimin elinde olacaktır. Sınıfın elinde mi, yoksa örgütlerin elinde mi? İşçiler dayanışmaya taraftar. Gelsinler, desteklesinler, bu iyi bir şey diyorlar. Ama ele geçirmeye yoklar. Bunu istemiyorlar. Orada dur diyorlar. Bakın, bugün tekel işçileri en büyük birleştirici güç olduklarını gösterdiler. Herkes orada. İşçi mücadelesi herkesi birleştirdi. Ama bu, örgütlerin işçilere dışardan verdikleri “bilinç”le olmadı. İşçi sınıfının kendiliğinden dayanışma bilinciyle oldu. İşte burada sol “yeniden düşünmeli”dir. Esas olan sınıfın kendisi mi, yoksa sol ğrupların kerameti kendinden menkul özel örgütleri mi? İşçilerin bu tür özel örgütlere ihtiyacı yok, bunlar işlevsel de değiller. İşçilerin kendi özörgütlenmelerine ihtiyacı var, işlevsel olan bu.

    Sol, eğer gerçekten bir toplumsal devrim istiyorsa iki şey yapmalıdır: 1. Devrimi yeniden düşünüp, ilerleme paradigmasını, dolayısıyla Türkiye ve dünya tarihindeki emekçi düşmanı Kemalist ve Stalinist ilerleme pratiklerini reddetmeli; 2. İşçi sınıfına yabancı özel örgütlenmeleri dağıtıp işçi sınıfının özörgütlenmesine destek olacak yeni ve birleşik bir örgütlenme pratiğine girmelidir. Böyle bir yöneliş, solun, ulusalcı ya da liberal mihrakların ihtiyat kuvveti olma pratiğinden kurtulmasının ve ezilen kitlelerle gerçekten kaynaşmasının yolunu da açacaktır.

    ÖZGÜR ÜNİVERSİTE: Teşekkür ederiz…

    GÜN ZİLELİ: Ben de size teşekkür ediyorum…

    10 Şubat 2010

  1160. Ben Pipsqueak
    Seküler-Aziz Ordinaryüs Profesör 1156
    Siz çok mızmızsınız! Katıksız burjuvasınız ve burjuva değerleri sonuna kadar savunuyorsunuz ve dolayısıyla okulda notlarla değerlendirilmeyi, meslek hayatında benzeri şekilde ücretle ölçülme ve köleliğini iftiharla yapmayı, vb. tamamıyla benimsemişsiniz.
    Ben kendi üniversitede hocalık yaptım. Tabii arada sırada hata yapılabilir ama biri ağzını açtığında boş konuştuğunu hemen bilmek pek güç değil.
    Örneğin sizin anarşit ve politika diplomalı Ulu Şef’iniz GENÇLİK MİTİNİN İLERLEME MİTİNİN diğer bir adı olduğunu bilmeden cahilliğini hemen ortaya koymuştu.
    Veya 70ler sloganı her derde derman enayi şurubu ” Egemen modernist kültür”,
    “Ağzını başkalarını aşağılayarak kendilerini yükselteceğini sananlar acınası insanlardır..”, diyorsunuz. Ama teknoloji konusunda benden 10 üzerinden 1 aldınız. Siz buna alıştığınız halde benden geldiği için, yani kurum ortamında değeriniz biçilmediği için çok kafa şişiriyorsunuz.
    Biraz öğreteyim.
    Zamanımızda en önemli tutum “HAYIR”, demek.
    Anakara Türkiye’de.
    Buna “hayır” denilirse, bu sizin istediğiniz gibi “o halde Ankara, televizyon ve yıkanan beyinlerinize yerleştirilen peri masallarındaki mavi gözlü sarışın, zengin, teknolojide dünyayı köpek gibi arkalarından sürükleyen Avrupa’da veya ABD’de.”, demek değildir. Olabilir ama şart değil. Sadece Türkiye hariç her yerde olabilir demektir.
    Ben teknolojiye “hayır” dediğimde sizler ancak ve ancak hayal gücünüzün yettiği kadar anladınız veya anlamadınız, ben de sizinle oynadım durdum.
    Atatürkçülükten (veya daha sonraki versiyonu Marksistlikten) kurtulamazsınız. Hiç denemeyin. Ulu Şef de dâhil bedeninizin tüm gözeneklerinde sızıyor. Teknolojiyi eleştiriyi bile sadece ve sadece Atatürk-Marks at gözlüğüyle anlıyorsunuz.
    Kızmayın sayın Seküler-Aziz Ordinaryüs Profesör 1156, hayatınız bu değerler içinde geçmiş. Sizi pompalayanlar size iyilik değil, kötülük ediyorlar. Çırpındıkça daha çok batıyorsunuz.

  1161. sorulara yanıt verin sayın hocam…
    ben çok beş para etmez hoca tanıdım ve eli öpülesi olanları da.
    “el öpmeyi” bilir misiniz?
    kimlerin eli öpülür! Bunu da bilemezsiniz! Kitaplarınızda yazmaz bu!

    *
    Hodgson bilir miydi?
    İsviçre’den anlaşılır mı bu mevzu?
    *
    Herşeye Hayır demekmiş! Şımarık çocuklar gibi!
    ya da geri zekalılar ..
    sorun şu; yüzde 99’una hayır denilecek dünyada yüzde 1’i arıyoruz. belli, siz bulamamışsınız! arayanlara düşmanlığınız da bu sebepten mi?
    işiniz gücünüz, gösteriş…
    şu Hodgson’dan bana “arap islam kültürünü” önemseyebileceğim bir cümle yazın da dolaylı olarak okuduğumu doğrudan okumaya heves bulayım..
    *
    profesörlük başkasının verdiği bir ünvan… değerli değil; kaldı ki sizin gibi bencil, empatisiz, kavrayışsız malumatfuruş, derinliksiz, tahakkümcü adamların vereceğinin de yeri çöplüktür, üzerine de tükürürüm..
    sanırım bu sebeple de alamadım!
    keyfim de yerinde…
    şaşkın bir bilgi-sayar, değerini bilmezle eğleniyorum…

  1162. ilerleme mit’ine gelelim…
    sayın İsviçre’li hoca;

    MS 7. yy’ı Asr-saadet sanan, o zamanlara dönme arzusunun “sahiciliğini” katliamlar yaparak, yanıbaşınızda, Belçika ve Fransa’da da işledikleri hunharca cinayetlerle bize “kanıtlayan” zavallılara ne güzel anlatırdınız… Elinizi de öperlerdi emin olun! Mürid arıyorsunuz; olurlardı; bulurdunuz!
    Burada o “derin hocalığınızın” karşılığı yok..
    Onlar 1500 yıl önceye döner, siz o yalnızca 600 yıl önceye, o 1400’lü yılların Amerikasın’da elbette hoca-Rahip olurdunuz…
    **
    Stalinist fanatikler sanırlar ki, iktidarı ele geçirince Bakan olacak!
    bir devlet kölesi işçi, bir kamp yolcusu, bir hain olacakları akıllarına gelemez…
    aynı sizin tayfalar gibi…
    o zamanlarda…
    O ilkel hayat özlemcileri de sanırlar ki, o zamanlara dönülürse bir büyücü, rahip, reis olacaklar…
    oysa..
    bir “günah keçisi”, bir bakire kurban, bir köle, bir odalık; reisle gömülecek zavallılar olabileceği;
    klitorisinin kesileceği, adak olarak seçileceği, rahiplerin tecavüzü için uygun bulunacağı akıllarına hiç gelmez…
    tam da sefil bir küçük burjuva rezil tarih bilgisi…
    *** okuduklarından ne öğreniyorsun?
    berbat durumdasın.. acınası haldesin….
    ————
    ilerleme mitine gelince…
    bırak da
    bu zavallı İslamikler.. 20. yy’a kadar olsun gelsin…

  1163. Ben (yine) pipsqueak
    Guy Debord’u anlamayanlar, Teknoloji’ye karşı, Medeniyet’e karşı olanları anlamayanlara güzel haber!
    İki bebek arasında okuyanları veya seyredenleri veya dinleyenlerin seyirciliklerine (the show must go on!), cahillikleri içinde debelenip oyalanmalarına büyük katkısı!
    Bir yanda “Özgür Üniversite” sözcüğünün oksimoron olduğunu görmeyen bir moron, diğer yanda hayatını yukarıdan devrim yapıp, tabii “geçici” olarak yeni düzende memur olmak için aşağıdan asker toplayan bir aşağı devrimci.
    İlk Medeniyet’den bu yana olan tüm devrimler yukarıdan oldu. Bu altın yumurta yumurtlayanlar aşağıdan bir devrim örneği vermekten bile acizler.
    Aşağıdan başlayan direnişlerin hiç biri başarılı olmadığı için “aşağıdan devrim” kavramı tarihte değil salakların beyninde.
    “…in every sh*t head and vırvır
    the mind-forged menacles I hear.”
    (Bak şu küçük burjuva idealist salak şairin bu artistler hakkında söylediği saçmalıklara)
    İlk önce, en son.
    Avrupa’da yapılan devrim, biraz, çok çok az tarih bilen için yukarıdan aşağıya bir devrimdi.
    Ve şimdi Avrupalı olma sevdası veya “sink or swim” karşısında dizginleri elde tutanların girişmiş oldukları reformlar:
    The government reforms of Peter, 1682, …aimed at modernizing Russia based on Western and Central European models. … in 1696, Peter started his series of sweeping reforms.
    The Meiji Restoration Japan in 1868
    Bu söyleşiyi yapanlara Osmanlıları biliyorlar, tekrar etmeyeceğim.
    Muhammad Ali Pasha (1769 – 1849) … founder of modern Egypt because of the dramatic reforms in the military, economic and cultural spheres
    Tüm Güney Amerika reformları.
    Ve yüzlerce daha sonra gelenler.
    Hele DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİ, BOLŞEVİK DEVRİMİ! Zaten bu sitedekilerin prototipi cambaz Lenin’in Marksizm’de yeniliği Batıyı hazmeden yukarıdakilerin pisliklerini aşağıya kusmaları, Batılaşmayı yukarıdan aşağıya dışkılamaydı.
    Bu zavallılar benim bu yukarıda yazdıklarımın özetinin özeti olan “TARİH, KAZANANLAR TARİHİDİR” gerçeğini salt hödüklere eğlence artistliği yapmak için hiç utanmadan unutup gösteriye devam ederler.
    Hele din konusunda: Binlerce örnek verebilirim.
    Hindistan’da Aşoka’dan Arabistan’da Mekkeliler, Hıristiyanlıkta Konstantin’den Eski Mısır sarayında büyüyen Musa’ya, …
    İşte sarışın mavi yeni nesil ihtiyarlanmayan ihtiyarla, geleceğin başını çekmeye hazırlanan “Özgür Üniversite” ox-moron genç gençlere Orta Asya Türklerine yakın bir örnek:
    Bulan was a Khazar king who led the conversion of the Khazars to Judaism.
    Türklerin şamanlıktan Müslümanlığa geçmeleri DEVRİMCİ -SOLCU-DİPLOMALI-ANARŞİTLE- DİĞER DİPLOMALI ox-moronlar biraz, biraz, çok az biraz bilseler fena olmaz.
    Ben bu siteye girdiğimden beri yaptığım eleştirilerin özeti zamanımız insanlarının yeni dini olan İLERİCİLİK.
    Ve başta site yöneticisi tüm utanmazlar bana her dinlerini eleştirenin yaptığı gibi durmaksızın saldırdılar.
    Bu ox-moron “Özgür Üniversite” İLERİDE gözü olanlar, insanın en büyük belası olan hiyerarşiye boyun eğip benim İLERİCİLİK dinini eleştirmeme karşı gelenle İLERİCİLİĞİ konuşacaklarına siteye bir göz atıp bu sitenin diplomalı anarşiti ve sitedekilerin hemen hemen hepsinin İLERİCİLK dini müminleri oldukların görürlerdi.
    UYANIN YA MÜMİNLER!
    ALLAH’INIZ ve DİNİNİZ İLERLEME VE MUTLULUK. Marksizm, sosyalizm, anarşizm, faşizm, üniversite, bilim- teknoloji bu dininizin cennetine varmak için sizi evcilleştiren yeni seküler-laik tapmaklarla seküler-laik rahip ve imamlar.

  1164. 1160, 1161
    Pipsqueak’den
    Sadece kendi köpeklerine kemik atan Erdoğan sizi çıldırtmış. Kemik peşinde koşanların hepsi sizin gibi konuşur. Ver, ver kim olursan ver: Ağzımı ekmek, gözümü eğlence doldur.
    Başkalarından önce kendiniz ilerleyin. Hala Panem et circenses politika felsefesini sizler uygulayanların dünyasında yaşıyorsunuz.
    Zavallı dilenci ruhlular.
    Bana karşı aşağılık duygularınız, İslamcıların da sizler gibi aynı b*k peşinde olduğunu görmeyecek kadar sizi çok beslemişler veya pompalamışlar. Sizlerin bu akıl almaz acizliğinizi sadece bana karşı ezikliğinizden geliyor ve görmüyorsunuz. Siz ve sizlere benzeyen soytarılara istediğiniz kadar kemik atmayan Erdoğan ve İslam masallarıyla klonlarınızdan destek alacağınızın güvencine sığınıyorsunuz.
    1161 sen kafayı seksle fazla bozmuşsun. Seks açlığı ayıp değil, açık açık söylememek ayıp. Pezevenk Bolşevikler, daha en başta halk arasında tartışılan ve hak için önemli olan bu konuyu bilimselliğe çevirerek işi kapattılar.
    Okuyun adam olun, diplomalı anarşitler gibi salak olmayın. Hele 1160! Bir hilkat garibesi. Hodgson’ı pis ağzına alması bir yana, Erdoğan kendini zır deli ettiğinden, ne dediğinin farkında bile değil. Hodgson hakkında bilgisi aynı savunduğu modern bilim hakkındaki bilgisi gibi eksi sonsuz.
    Hodgson İslam demek, İslam Erdoğan demek, o halde KÖTÜ.
    Modern bilim buzdolabı demek, o halde İYİ.
    “Hayır” hakkında hiçbir bilgisi olmadığından, diğer bütün konularda olduğu gibi cahilliğini sergiledi ama farkında bile değil.
    Siz kara cahil yobaz ve bağnazlarla oyun oynamak çok hoş.

  1165. 1162 ve 1163..
    bu zırvalar,
    uyurken, kendine ait yanılsamalar içinde kâbus görürken yazılan sayıklamalar olmalı..
    utanmadan, sıkılmadan o basit soruyu yanıtlamayıp, bilinen bilgiçlik gösterileri yine.. . sirk maymunu gibi..
    soruyorum..
    Hodgson’dan Arap İslam kültürüne saygı duyulacak önemsenecek bir kaç kırıntı aktar.. Arap Milliyeçiliğinden son 300 yıla taşınabilecek sevimli bir kırıntı.. hani okumuştun ya, onu da okumayan da cahildi ya..
    görelim kavrayışını…
    yoksa bir daha ağzını açma.. pardon, saçma sayıklamalarını kendine sakla…
    ***
    sen sanırım öncelikle küfürbazlık konusunda eğitim almışsın… Bu alandaki eğitimine baktığımda diğer alandaki kavrayışını da anlıyorum.. Bu durum bile entelektüel kapasiteni gösteriyor.. tabi bu da senin sorunun.. Okuduğunu anlamayanlardan; okuduğunun kölesi olanlardansın.. küfür sözcüklerindeki sentezin ne ise O’sun!
    Kısır, aynı yave, aynı düz renksiz, mahalle kahvesi sıkıcılığı, özgünlüğü bulunmayan, sokurdanır gibi…

  1166. ben Türkçe’den başka dil ile okuyup yazmam.
    sağolsunlar, çevirilmiş onca güzel kitaplarla büyüdüm.. ve senin gibi adamların korteksinin altında gezen sinsi yılanları görüyorum…
    senin o züppe ingilizce gösterilerin ile gözü boyanan aptallar umurum değil.
    Hayat, öncelikle bir kavrayıştır; ele alınışındaki yöntem her bilgiden önce gelir. O aptal bilgilerin, bunlar sende olmayınca bak ne de değersiz oluyor. yalnızca bir gürültü!

    bu tavrın ile belli; doğu ezikliğinin kabuğunu kaldırarak akan kanı içmek isteyenlerdensin..
    emperyalist batılı egosu taşırken, suçlu vicdanını bastırmak için bu mundrukucu ve doğu güzellemeleri yapıyorsun…Bu tür salak teknoloji karşıtlığı palavralarıyla, kimbilir hangi naif aptalların gözünü boyayacaksınız…
    aptalca hayaller taşıyarak mücadele kaçkınlığını maskeliyorsunuz..
    “vicdan mastürbasyonu ideolojileri” üretiyorsunuz..
    (bu lafı şimdi uydurdum!)
    ay, o kadar da iyi yüreklisiniz ki!
    sahtekârlar!

  1167. 1164 1165
    Ben pipsqueak
    Şu açık olmasa da dolaylı tespitiniz doğru: ben çocukken bile sizin gibi yerde sürünen onursuz, gurursuz, faşist ruhlu, ırkçı zengin aile süt çocuklarından nefret ederdim. Hele şu hiyerarşi yaltakçılığınız! Sonsuz tiksindirici! Kimlere yaltakçılık yaptığınız ne kadar belli!
    Atatürk-Marks-Erdoğan sizi zır deli etmiş.
    Atatürk’den bu yana yukarı tırmanan çevik maymunlar! Sizleri kudurtmak çok zevkli oluyor.
    Siz şanslısınız, sitenin kendisi, özü ve yazanların %99’u sizin gibi yobaz, ırkçı, faşist aşağılık duygusu içinde yukarı tırmanan çevik maymunlar.
    Onlar da aynı sizler gibi sadece aynada kendi kendilerine bakıyorlar, dünya umurlarında değil.
    Onlar da aynı sizler gibi günümüzde en yaygın kara cahilliğin ayıp örtüsü görecelik (nihilizm) ardında saklananlar ve ayırt etme gücünden yoksun zavallılar.
    Sizde biraz gurur ve onur olsa, bana karşı ezikliğinizi, aşağılık duygunuzu bir tarafa bırakıp 1158’de iki size benzeyenlerin arasındaki siz kara cahillere ninnisiyle benim 1162 yanıtıma bakıp hem onlar adına hem kendi adınıza geri kalmışlığın insanları ne kadar taklitçi çevik maymunluğa, boş konuşup sizler gibileri pompalayanlar üretmeye sürüklediğini görür, utanırdınız.
    Merak: Sayın öz-gür sosis-ist, kapitalistlerin yerini alacak oğlunda mı başka dil veya kapitalizmin küresel ticaret dili İngilizce bilmiyor? Hatta sen bankada parası bol, emekli maaşı bol, malı mülkü bol, boş lafı bol, ve hala bolluk peşinde koşan birine benziyorsun, bir özel hoca tut sana şarlatan Türk çeviricilerin çoğunun bildiği yabancı dilleri çabucak öğretirler.

  1168. “üslubu beyan, ayniyle insan”. ve O’sunuz!

    T. Hodgson ne oldu? Bu kadar saçma sapan, beylik, rahatsız edici bile olamayan aşağılama cümleleri yerine, şu iddianızı doğrulayacak Arap-İslam kültürüne ait bir kaç cümle neden yazmıyorsunuz.
    okuduğunuzu anlamadığınızı bildiğim için yineliyorum..

    Son 3-400 yılda sanatsal, bilimsel açıdan “yeni bir fikre” öncülük etmiş “Arap-İslam” dünyasından doğmuş, “dişe dokunur” bir orijinal “fikir” var mı?
    Ben bulamadım. Yok! Ve bunu yazınca bana saldırdınız; Hodgson’u oku cahil!

    Bay çok okumuş ve anlamamış palavracı.. siz okudunuz mu gerçekten.
    .(siz o kitapları gerçekten okumuş ya da anlamış olsaydınız, bu deni saldırgan, bu denli kibirli, bu denli bayağı olmazdınız!)
    *
    bekliyorum.. ama günlerdir arayıp da bulamamış da olabilirsiniz.. ve hırsınız da bu nedenle olmalı…
    *
    Korkarım, siz “bulamadım” deme dürüstlüğünü gösterecek insanlardan değilsiniz!
    *
    benim hakkımdaki tahminlerinizin birisi bile doğru değil; bu da gösteriyor.. sanırım siz bir arı gibi “okuduklarından” bal yapan değil; bir “kitap biti” gibi onları sindirim sistemine dahil edenlerdensiniz.. çıkardıklarınız ek bir kanıt sağlıyor…

  1169. eklemek zorundayım…

    onur, diyorsunuz da…
    onur kavramını gerçekten bilen, hayatında bu “değere” sahip çıkmaya çalışan bir insan, hiç tanımadığı, yalnızca farklı görüşleri taşıdığı insanlara bu kadar kolay, “onursuz” der mi?
    İçeriği binlerce yılda ne bedellerle doldurulmuş bu söz bu şekilde böyle, kullanılabilir mi?
    senin bilgilerin köksüz; kimsesiz, susuzluktan kurumuş ki bu “onur” kavramını bile böyle savrukça yazabiliyorsun…
    sen işkencede insanın öncelikle koruduğu şeyin NE olduğunu bilir misin?
    *
    ben de senin gibi adamların taşıdığı “onurdan” tiksinirim; çünkü onun gerçek adı “onur” değil; kibirdir! Bunu bile yanlış biliyorsun..

  1170. 1142 1143 (Pipsqueak’den)Taklidi
    Bu sitede,
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/buyuk-siyaset-ve-orgut-151311
    yazı ” Çünkü biz Türkiye’nin Komünist Partisi’yiz.” laflarıyla biter.
    1142 ve 1143 Böyle Konuştu veya Kustu.
    Nasıl oluyor da bu site anarşistlik savunuyor.
    Kararsızlık?
    Gevezelik?
    Saçmalık?

  1171. 1170’e bak!
    “Stalin’i Anlamak” gibi utanç verici bir kitabı; metafizik yöntemle yazmış bir adamdan alıntı yaparak bireysel (veya genel) bir düşüncenin hem de yorumlar bölümünde bile sansürünü savunuyor.
    o yazılara yapılan eleştirilerden yola çıkarak “düzeyli” bir tartışma başlatmak yerine “susturun bu adamı” diye bağırıyor..
    “Nöbetçiler!”
    **
    Ne diyelim ki; o devletçi sosyalistliğine de, o uyduruk sahte komünizmine de yazıklar olsun…
    *
    Bu güzelim değerler işte böyle çürütüldü, değersizleştirildi.
    Her değerin-idealin asalakları vardır; anarşizmin de var…..
    Şimdi de soralım;
    Anarşizm’in asalakları kimdir?

  1172. Pipsqueak’den
    Yine Cahillere “EN AZINDAN”
    Peter Arşinov’un “Makhnovism”
    José Peirats’ın “the Spanish Revolution”
    Okumayanlar Marksistler, sosyalistler ve komünistlerin ve özellikle “DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİNİ” yapan Bolşeviklerin karşı devrimciliklerini bilmediklerinden utanmadan aşağıdaki sitedeki yazı, ” Çünkü biz Türkiye’nin Komünist Partisi’yiz.”, lafıyla biter.
    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/buyuk-siyaset-ve-orgut-151311
    Yukarıdaki site bu sitenin ikizi olmalı. Bu site de hiç utanmadan benzeri pis kokmuş “devrimci” mavalları yazan ve inanan, hatta ırkçı ve faşist olanlarla dolu.
    İnsanın ne kadar aşağı olabileceğini bu bitip tükenmez kanıtları! Ne yazık!

  1173. 1168
    Pipsqueak
    Sende zerre kadar onur ve gurur olsa bir medeniyeti tarih sürecinde inceleyen bir eserde övme veya kötüleme aramaz. Zaten hiçbir değerli tarih kitabı veya saygı değer tarihçi böyle bir şey yapmaz.
    Sen bu konularda çaylaksın ve böyle yargılar aramakla ne kadar bayağı bir anlayış dünyası içinde beslendiğin belli.
    Bütün kalbimle söylüyorum: o yazar gibi birinin bu sitede senin gibi futbol takımı tutanların ağzına düşeceğini bilseydim, sözünü etmezdim. Senin gibi parti politikası içinde büyümüş ve bilgilerini afişlerden öğrenen birinin o büyük insanı ağzına alman bile beni onun adına utandırıyor.
    Not: bazı yanlışlıklardan dolayı uzun bir süredir yazılarıma adımı katıyorum, beni tanıman için üsluba başvurmaya gerek yok.

  1174. 1171 (pipsqueak’den)

    HAKARET İÇERDİĞİ İÇİN YAYINLANMADI.

  1175. analitik, araştırmacı tarih yazarları yazar;
    bir uygarlığın neden çöktüğü . bir uygarlığını bir başka uygarlığı nasıl beslediği ya da beslemediği..
    salla dur.. çok okumuş, bir şey anlamamış..
    tuhaf adamsın; uyduruyorsun ve en kötüsü kendin de buna inanıyorsun..
    **
    T. Hodgson’un tartışılmaz değeri değil konu; senin onun yazdığını ileri sürdüğün; onun ve bir çok yazarın “kağnılarının gölgesinde” gezindiğini anlamış olmam…
    salladın, kanıtlayamadın, sıkışınca da demogoji yapıyorsun… aptalca aşağılama, hakaret cümleleri..
    kibrinden hastasın sen..
    acıyorum sana.. yüzleşmeden yaşıyorsun; bilgileri bir b.k haline getirip içinde yüzeni de bilmezdim.. senden öğrendiğim de bu! Bu da fena değil..

    baktığın aynayı değiştir!
    ve bu tartışma benim için bitti.
    yalancı, palavracı ve çarpıtıcı adamlarla bir yere varılamaz..
    sen de
    Oryantalistler ve Düşmanlarını oku.. Bir de Fikirler tarihini.. Uygarlık (N Ferguson) . Bilim Tarih. (P. Fara) diğerleri şimdilik kalsın..
    ben sallamıyorum.. tam da senin boşluklarını tamamlayacak bilgiler var orda ama senin sorunun bilgi değil; onları kullanacak yöntem-kavrayış yok sende…..
    *
    yolun açık olsun.. Sandığın insan değilsin..

  1176. 1171 (pipsqueak’den)
    Her şeyi sizi ezen “pipsqueak” kabusunun etkisi altında okuyor, salt aşağılık duygusu içinde cevap yetiştirmek arzusuyla yanıp tutuşuyorsunuz. Ben kapsamlama (synecdoche) yapan 1142 ve 1143leri taklit edip onlarla alay ettim.
    Örneğin eğer onlar gibi hödükler bu sitede yayınlanan bir yazıyı siteye mal ederse, bildiğim kadar (synecdoche) kapsamlama yapmış olur.
    Yazan ve tarih verilmeden yazılar ancak kişisel dedikodu olur.
    Sen galiba o meşhur çok bilen cahil profesörsün veya Türklerde hastalık olan profesörlik özentisi içinde debelenenlerden birisin.
    Buna meslek deformasyonu denir: çok boş şeyler bilmenin beyindeki hasarları.
    Kafanı en son teknoloji mucizesi bir emar makinesine sok. Belki lezyonu bulurlar.
    Sigortan var mı? Özel mi? İyi bir şirket mi?
    Not: ” Çünkü biz Türkiye’nin Komünist Partisi’yiz.”, diyen senin gibi bir beyni b*k dolu bir azılı devrimci.

  1177. 1175
    Pipsqueak’den
    Sayın profesör, bu derin düşüncen, “analitik, araştırmacı tarih yazarları yazar;”
    Sayın profesör, bu derin düşüncen, “bir uygarlığın neden çöktüğü . bir uygarlığını bir başka uygarlığı nasıl beslediği ya da beslemediği..” o kadar derin ki sonu bile gelmiyor.
    Derin düşünürlerin en büyük özelliği sende toplanmış: Ne dediği belli değil ama derin olduğu belli.
    Senin o tarihçiyi anlayışın derinler derini:
    1. İslam = Erdoğan
    2. Erdoğan bizden de İlerici ama değişik İlerici.
    3. O halde Erdoğan öcü,
    Dolayısıyla İslam da öcü.
    Eğer bizim gibi sert, palabıyıklı Türk erkeksen, bul bakalım İslam’ı öven bir tarihçiyi.
    Dil bilmiyorsun. Kitap okumuyorsun. Çeviriciler Türkiye’de nerdeyse şarlatanlıkta doktorlorı bile aşar. Okudukların elden düşme saçmalıklar. Sen EMEK’E tapanlar müminlerdensin, git kendin bul çıkar. Eğer seni ciddiye alsaydım çoktan yüzlerce sayfaya yüzüne yağmur yağdırırdım.
    İslam = Erdoğan sanan birini ciddiye almak için kendisi kadar salak olmak gerekir.
    Sen en iyisi buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi say. Başka bir b*k bildiğin yok.
    Ben sana acıyorum. Çünkü parandan dolayı seni biri pompalayıp duruyor.
    Seni pompalayana yazdığım yazıya bak: 1162. Herif kuzu gibi hiyerarşi yuvasından gelenlerin kuzulara kuzumsu melemeler yapıyor ve aynı senin gibi utanmadan yayınlıyor.

  1178. Pipsqueak’in Uyanışı Işığı Görmesi
    Sayın 1175, Sayın Profesör
    Bu uyanışımı sana borçluyum. Eksiklerimi görüyorum. Zaten senin Ulu Şef’in seni telepatiyle sürekli pompalıyor, boşlukları sana aktarıyor. Özellikle her devrimciliği fırsat bulup kitap ticaretine çevirmeme eksikliğini çok güzel tespit etmişsiniz. Olmaz efendim, olmaz, satılmayan mal para etmez!
    Aslında bu tüccarlık son derece bilinen bir konu ama sen daha çok yenisin. Onun için kapitalizmi kapitalistsiz özgür soytarılığa çevirecek oğlunuzla arkadaşalarında bu tüccarlığı göremiyorsun.
    Her neyse, işte beni uyandıran yazınız:
    “analitik, araştırmacı tarih yazarları yazar;”
    Sayın profesör, bu derin düşüncen, o kadar derin ki sonu bile gelmiyor.
    “bir uygarlığın neden çöktüğü . bir uygarlığını bir başka uygarlığı nasıl beslediği ya da beslemediği..”
    Sayın profesör, bu derin düşüncen, o kadar derin ki sonu bile gelmiyor.
    Hatta tüm yazdıkların akıl hastanesindeki bir dahiden keçi b*kları gibi tek tek sıkarak dışlanmışa benzer.
    Derin düşünürlerin en büyük özelliği sende toplanmış: Tüm yazın anlamsız ama, ve hatta o nedenden, derin kapsamlı olmalı.
    Sen böyle bir kitap yaz eminim şu yaşadığımız senin gibi sıradan insanlar dünyasında kitabını havada kaparlar. Biraz önünden ayrılmadığın televizyona benziyor. kesik, kesik; kısa, kısa; öz be öz; yoğun; daldan dala atlayan; … ama bir şeyler var!
    Senin o tarihçiyi anlayışın derinler derini:
    1. İslam = Erdoğan
    2. Erdoğan bizden de İlerici ama değişik İlerici.
    3. O halde Erdoğan öcü,
    Dolayısıyla İslam da öcü.
    Eğer bizim gibi sert, palabıyıklı Türk erkeksen, bul bakalım İslam’ı öven bir tarihçiyi.
    Dil bilmiyorsun. Kitap okumuyorsun. Çeviriciler Türkiye’de nerdeyse şarlatanlıkta doktorlorı bile aşar. Okudukların elden düşme saçmalıklar. Sen EMEK’E tapanlar müminlerdensin, git kendin bul çıkar. Eğer seni ciddiye alsaydım çoktan yüzlerce sayfaya yüzüne yağmur yağdırırdım.
    İslam = Erdoğan sanan birini ciddiye almak için kendisi kadar salak olmak gerekir.
    Sen en iyisi buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik süpürgesi say. Başka bir b*k bildiğin yok.
    Ben sana acıyorum. Çünkü parandan dolayı seni biri pompalayıp duruyor.
    Seni pompalayana yazdığım yazıya bak: 1162. Herif kuzu gibi hiyerarşi yuvasından gelenlerin kuzulara kuzumsu melemeler yapıyor ve aynı senin gibi utanmadan yayınlıyor.

  1179. Sayın Gün Zileli,
    Pipsqueak’den bir soru.
    20 Ekim 2015’de bir asıl Şef (parası bol) size sitedeki bir yazıyı sildirtmiş.
    Benim yazılarımı aynı Şefiniz mi sildirtiyor?
    Benim yazılarımı aynı Şefiniz mi yayınlatmıyor?

  1180. Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Hep aynı masal.
    Asıl Şefinizden emir mi bekliyor sunuz, Zulalı Bey?

  1181. Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Emir hala gelmemiş, galiba.

  1182. Pipsqueak’den İslam Düşmanlarına bir Övgü
    Erdoğan bu cahilleri çılgınlığına çevirmiş. O kadar aptallaştırmış ki İslam = Erdoğan formülüyle maskaralık edip duruyorlar.
    İspanya’da Seville şehrinde yarattıkları Alcazar (Hisar) bahçede meyveleri elin yetişebileceği yerler koyarlar. Cenneti dünyada yaratırlar.
    Modern bilim-teknik İslam’ın bu şahane başarısına ulaşamadığı gibi, tamamıyla cıvığını çıkarır.
    Bizi maymun mavi gözlü sarışın Türkler, plastik, kimyasal zehir dolu, renk ve koku fabrikalarında yapılan meyveleri ücret köleliğiyle kazandıkları parayla yeryüzünde klimalı cehennem olan süpermarketlerden alıp yerler. Hastalığa karşı sigorta alırlar ve hastalanınca şarlatan doktorların eline düşüp sağlıksız kalitesiz bir hayata razı olurlar.
    Bilim-tekniği anlamamaları bir yana bilim-tekniğin bu yeryüzündeki cehennemini severler ve savunurlar.
    Uyuşuk Soytarıların Nakaratı: suç kapitalistlerde! suç kapitalistlerde! suç kapitalistlerde!
    Affet bu cahilleri Allah’ım ne dediklerini, ne yaptıklarını, ne yediklerini, ne içtiklerini bilmyorlar! Tek bildikleri Atatürk-Marks-Anarşitlik askerliği.

  1183. Pipsqueak’in İslam Futbol Takımı Taraftarları ve Karşı Takımların Taraftarlarının Sefilliğine Bir Bakışı
    İslam hakkında yazılmış en değerli eserlerden biri şu sözlerle başlar:
    “TO CONSIDER MANKIND OTHERWISE THAN BRETHREN, TO THINK FAVOURS ARE PECULIAR TO ONE NATION AND EXCLUDE OTHERS, PLAINLY SUPPOSES A DARKNESS IN THE UNDERSTANDING.”
    ÇEVİRİ:
    “İNSANLARIN KARDEŞLİĞİNİ GÖRMEMEK, DİĞERLERİNİN TÜMÜNÜ DIŞLAYARAK BİR MİLLETİN TARAFINI TUTUP ALKIŞLAMAK, GÖKLERE ÇIKARMAK, KARANLIK ANLAYIŞIN APAÇIK BİR GÖSTERGESİDİR.
    Taraftarlar (İslam = Erdoğan) hep bir ağızdan: İslam kötü ellere düştüğü için bize buzdolabı, saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi ve diğer modern ıvır zıvırları getirmedi. Kur’an’ın kapağını açmayan enayiler tüm ıvır zıvırların orada yazıldığını görmezler.
    Karşı takımların taraftarları (İslam = Erdoğan) hep bir ağızdan: diğer takımlar bize buzdolabı, saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi ve diğer modern ıvır zıvırlar getirdi! Daha çok istiyoruz ama alçak KAPİTALİSTLERİN elindeler! Bıraksınlar bizim iyi kalpli kon-üni-ist-anarşit arkadaşlarla çocuklara, o zaman bolluğu gör! Hatta genetik mühendisliğiyle hepimiz üstün millet gibi sarışın mavi güzlü olacağız. Yaşasın Atatürk-Marks-Anarşitlik!
    Not: Bu zavallılar Erdoğan’ın kendilerinden bile daha çok ıvır zıvır meraklısı olduğunu görmekten acizler!

  1184. Sayın Gun Zileli
    Milli marşınızı bir türlü yayınlamıyorsunuz. Neden acaba?

  1185. Pipsqueak’in Dilenciler İçin Yazdığı Milli Marş
    Yüce düşünür büyüde modern bilim-teknik görür.
    Ulu Şef ve Yamakları Mavi Gözlü Sarışınlar: Buzdolabı yaptılar mı?
    Yüce düşünür simyada modern bilim-teknik görür.
    Ulu Şef ve Yamakları Mavi Gözlü Sarışınlar:Elektrik süpürgesi yaptılar mı?
    Yüce düşünür astrolojide modern bilim-teknik görür.
    Ulu Şef ve Yamakları Mavi Gözlü Sarışınlar: Saç kurutma makinesi yaptılar mı?
    Yüce düşünür modern bilim-tekniğin temelinde din görür.
    Ulu Şef ve Yamakları Mavi Gözlü Sarışınlar: Yüce düşünür Müslüman olmasın? Erdoğan yamağı olmasın?
    Yüce düşünürler İslam medeniyetini büyük bir saygıyla incelerler.
    Ulu Şef ve Yamakları Mavi Gözlü Sarışınlar hep bir ağızdan marşlarına devam edereler: İslam’da, bilişim, facebok, twatter, youpoop, yalnızlar kalabalığı, sıradan profesörler, Atatürk, Marks, DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİNİ bize bal gibi yutturan çobanımız Ulu Şef ve benzeri muhabbet tellalları var mı?
    Pipsqueak’den bir katkı:
    Evet, var ve o yüzden bu dilenciler gibi her zaman kazananların k*ını yalayan ama Erdoğan’ı seçen (demokrasi cilveleri?) müslümanlar, “İslam Şamanizm’den üstün olduğu için Türkler Şamanizm’den vazgeçtiler.”, derler. Dilenciler aynı kendilerine benzeyen ucuz ruhlu laf cambazları Müslümanların da merdiven teorisine inandığını görmemezlikten gelirler.
    Ulu Şef’in en büyük marifeti marksist anarşistliği laf cambazlığıyla enayilere anarşistlik olarak satabilmesinde.

  1186. Pipsqueak’den Atatürk-Marks-Anarşizm Sevenlere bir Övgü
    Bakın sayın İLERİCİ Atatürk-Marks-Anarşizm coşkunluklarıyla dolu müminlerimiz, bakın şu salağın öznel mırıldamalarına.
    “And all must love the human form,
    In heathen, arab or african.
    Where Mercy, Love & Pity dweIl
    There God is dwelling too.”
    Çeviri:
    “İnsan ne olursa olsa:
    Kafir, arap, afrikalı,
    Onu herkes sevmeli.
    Nerede Merhamet, Sevgi, Acıma varsa,
    Bulunur Allah’ın kendisi de orada.
    Bak şu idealist, romantik, hayalperestlik saçmalıklar mırıldayan dinci şaire!
    Türk marksist-anarşist sert erkekleri böyle dinci ninnilere uyup uyuşukluk içine girmemeli. Ulu Şef’imiz bir zamanlar benzeri Daoist salakları daha büyük Ulu Şef Bookchin’e gammazlamıştı. Bunlar bir azınlık. Bu kadınlaşmış romantiklerin kafaları ezilmeli veya yazıları yayınlanmamalı!
    Bize pala bıyıklı sert Türk (şimdi Akıla şükür milliyetçi Kürtler de katıldı) erkekler, marksist-anarşistler, ilerici gençlerle ihtiyar gençler lazım! Bize Hortlak, Ulu Şef, Özgür Sosis-olistler ve yüzlerce bu siteyi süsleyen, ileriye erkek cesaretiyle adımlar atan gerçek erkekler lazım!
    Yaşasın Gençlik! Yaşasın İhtiyar Gençlik! Yaşasın Laiklik-sekülerlik! Yaşasın Bolluk!

  1187. DİNDAR-KİNDAR-ASALAK NESİL

    Ülkenin emeğiyle geçinen insanları olarak şunu hiç tereddütsüz söyleyebiliriz:
    İslamcılar bu topluma yapışmış asalaklar. Topluma hiçbir faydaları yok; ondan besleniyor ama ona değer katmıyor ve zayıf düşürüp sağlığını bozuyorlar. Bugün ortadan kalksalar toplum zarar görmez, ama her gün emip tükettikleri büyük miktarda toplumsal kaynak faydalı işler için kullanılabilir.

    Üstelik bu, salt son birkaç yılın meselesi değil. Asalaklık, islamcılığın fıtratında var. İslamcı ideolojinin kökeninin dayandığı ulema, Osmanlı tarihi boyunca tek bir anlamlı işe yaramamış; ancak sürekli toplumsal kaynaklardan otlanmış ve otlanamadığı anda kazan kaldırmıştır. İmparatorluk maliyesi iflas edip toprak rejimi bozulduğunda ilk isyan edenler, çiftçi olup da toprakla uğraşmamak ve boş beleş yaşamak için medreselere doluşmuş “suhte”lerdi. (Medrese öğrencisi demek olan “suhte”, aynı zamanda softa kelimesinin kökenidir. Konuyu merak edenler, Celali İsyanları öncesi ve sırasında dolup taşan medrese imarethanelerinin nasıl bugünkü Ensar Vakfı’na benzer tecavüz yuvaları olduğuna dair tarihsel bilgiler için Prof. Mustafa Akdağ’ın “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: Celali İsyanları” eserine bakabilir.)

    Ulema, imparatorluğu kurtarmak için yapılan her modernleşme çabasına bencilce direndi, fetva üzerine fetva çıkarttı ve devrim tarafından süpürülene kadar memleketin kanını emdi. Bu bağlamda, gericilerin cumhuriyet devrimlerinden en fazla dillerine doladıklarının harf devrimi olması mantıklı; çünkü harf devriminin bir hedefi gerçekten de ulemanın, yani işi gücü tek bir kitabı okuyup işine geldiği gibi yorumlamak olan, skolastik çağ keşişlerinden beter asalakların toplumsal etkisini kırmaktı.

    Hazmedemedikleri, bunun başarıya ulaşmış olmasıdır.

    Ne var ki bu başarı, cumhuriyetin ilericiliği özel mülkiyet düzeninin sınırlarına çarpana kadar sürdü. Kapitalizmin işsizlik ve sefalete mahkûm ettiği toplumsal kesim büyüdükçe, Marx’ın “Komünist Manifesto”da “aylaklık içinde çürüyen yığın” olarak tanımladığı ve “gerici entrikalara kendini satmaya yatkın” olduğunu vurguladığı “lümpen proletarya”, islamcılık tarafından din afyonuyla uyuşturulup ucuza satın alınarak bu topraklara uygun biçimde kurgulandı!

    Bu kurgunun hamileri, Türkiye’nin en gerici mülk sahipleri, “hacıağa”lardı. Üretim namına hiçbir işin ucundan tutmayan bu adamlar, zenginliklerini esasen devlet himayesinde gayrimüslimlerin mallarını yağmalayarak, bilhassa Demokrat Parti”nin 6-7 Eylül provokasyonu sayesinde edinmişti (örneğin Beyoğlu’ndaki iş hanlarının çoğunun 1955-56 arasında tuhaf biçimde el değiştirdi).

    Benzer bir süreç, metropoller göç ile büyürken yaşanan gayrimenkul zenginleşmesinde, kamu arazilerine çöreklenilmesiyle işledi. Böylelikle islamcı zenginler, kendilerine en uygun para kazanma yöntemleri olan rantiyelik, esnaflık ve ticarette hâkim hale gelerek kapitalizmin (finans hariç) her “üretim yapmadan kazanma yöntemleri”nde ustalaştılar.

    Toplam öğrenci sayısı bir milyonu aşmış imam hatip saçmalığı buraya oturuyor. Bu kadar imama ihtiyaç yok. Halkın bu yönde özel bir talebi de yok; aksine kontenjanlar boş kalıyor ve insanlar çocuklarını kaydettirsin diye kırk takla atılıyor. En dindar aileler bile imam hatip okullarını son çare olarak görüyor ve çocuklarının gerçek bir meslek edinmesini istiyor. Ne var ki, islamcı para babalarının, iktidarlarına bekçi ve değer üretmeyen getir-götür işleri için emirlerine amade olacak, kafası pek çalışmayan, gerektiğinde içinden cihatçı devşirilebilecek bir genç lümpen yığına; yeni bir asalak suhte kuşağına ihtiyacı var.

    Soruyorum:
    Hırsızlık, tecavüz, sübyancılık ve akla gelen her türlü ahlâksızlığın buradan fışkırmasında şaşılacak bir şey var mı? İnsanı ahlâklı kılan, her şeyden önce özsaygı ve özgüvendir; bunları da emeğiyle değer üretme becerisine sahip olduğunu görmesi sağlar. Tek faydalı işin “ahirette hurilere kavuşmak için ibadet” olduğunu düşünen, değer üreten emeği nafile bir çaba gören ve islamın iktidarı için her alçaklığı mubah sayan insanlar ahlâklı olamazlar.

    Ve tersi de doğru:
    Bu ülkenin işçilerinin önemli bir bölümü sağcı ideolojilerin etkisinde kendi çıkarlarını göremiyor ve savunamıyor olabilir; ama islamcı güruhun içinde işçiler çok küçük bir azınlık.

    Bugün, bir kez daha, 2013 Haziranı’ndaki gibi karşı karşıya duruyoruz. Bir tarafta ülkenin eğitimli, aydınlıktan yana, dinsel değil modern kurallarla yaşamak isteyen, kentli emekçileri var, biz varız. Diğer tarafta ise bize hakaret eden, baskı ve şiddet uygulayan cahil, gerici, asalak lümpenler.

    Biz olmasak, bu ülkeyi bir gün dahi döndüremezler. Emeğimizle bu faydasız softaları beslemek zorunda değiliz. “İmam yetiştirmeyen imam hatipler kapatılsın” diyen Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi, tam da bu karanlıktan çıkış yolunu gösteriyor.

    Nevzat Evrim Önal
    5 Nisan 2016

  1188. “Kibarlık Budalası” (Le Bourgeois gentilhomme) Türklerle Alay Etmek İçin Yazılmıştı

    Molière’in “Kibarlık Budalası”, şu sıralarda İstanbul sahnelerinde geziniyor. Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’ndan sonra, önümüzdeki günlerde Trump Kültür ve Gösteri Merkezi’nde ve KKM Gönül Ülkü Gazanfer Özcan Sahnesi’nde de tiyatro seyircisiyle buluşacak olan oyunda Mösyö Jourdain rolünü sekiz yıldır sahnelerde görünmeyen Haldun Dormen oynuyor.

    1940’larından başlarından beri Türk sahnelerinde sık sık arzıendam eden ve orijinal ismi “Le Bourgois Gentilhomme” olan bu komedi-balenin Türklerle alay etmek için yazıldığını bilen bizde belki parmakla sayılacak kadar azdır.

    İlk defa 14 Ekim 1670 tarihinde Château de Chambord’da, XIV. Louis’nin huzurunda oynanan “Le Bourgeois Gentilhomme”un hiç hoş karşılanmadığı, hatta kralın kendisini ve Saray’ı gülünç duruma düşürdüğü için Molière’e kızıp odasından beş gün çıkmadığı biliniyor.

    Kral, Türkleri maskara etmek için yazılmasını bizzat istediği bu komediden niçin rahatsız olmuştu? Bu sorunun cevabını araştıran ve ulaştığı sonuçları Etudes Françaises adlı milletlerarası derneğin 1956 yılında düzenlediği kongrede bir bildiri olarak sunan Adile Ayda, Fransız basınında da yankılar uyandıran bildirisinin Fransızca metnini ve Türkçe tercümesini, sonuca nasıl ulaştığını anlattığı bir önsözle birlikte küçük bir kitap olarak yayımlamıştı: “Bourgeois Gentilhomme Komedisinin Yazılışı Sebepleri Hakkında Yeni Bir İzah (Bilinmeyen bir Kaynağa Göre), İstanbul 1956.”

    Adile Ayda’nın Lamartine’den naklettiğine göre, XIV. Louis, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğü ve kudreti karşısında tezatlı duygular içindeydi; hayranlık duyduğu bu imparatorluğu aynı zamanda kıskandığı için ikiyüzlü bir siyaset takip ediyordu. Fransız asilzadelerini Türklerle savaşmaları için Girit’te göndermesi bu siyasetin tipik bir yansımasıydı.

    XIV. Louis, Girit cephesine gönderdiği kuvvetler 1668’de ağır bir hezimete uğrayınca öfkelenip İstanbul’daki daimi elçisini geri çağırmış, yerine sadece bir maslahatgüzar tayin edileceğini bildirmişti. Fransa’nın bu tuhaf davranışını ciddiye almayıp sadece bir blöf olarak gören Saray, elçinin niçin geri çekildiğini öğrenmek için Müteferrika Süleyman Ağa’yı resmi bir mektupla Paris’e gönderdi.

    Fazla ciddiye almadığı ülkelerde ikamet elçisi bulundurmayan Osmanlı Devleti’nin endişeye kapılarak Paris’e daimi bir elçi gönderdiğini zanneden Kral, aslında sadece bir kurye olan ve 4 Ağustos 1669 tarihinde Toulon Limanı’na ulaşan Süleyman Ağa’nın muhteşem bir törenle karşılanması emretti.

    Tören, Büyük Efendi’nin, yani Osmanlı padişahının sarayında nasıl yapılıyorsa öyle yapılacaktı. Kral, yabancı elçileri padişahın değil sadrazamın kabul ettiği hususunda uyarılınca bu rol Hariciye Nâzırı’na verildi ve alelacele Türk usulü alçak sedirlerin ve iskemlelerin bulunduğu bir mekân düzenlendi, gülyağları, şerbetler ve kahve temin edildi. Sadrazam rolünü üstlenen Hariciye Nâzırı, Süleyman Ağa’yı ve maiyetindekilere bu mekânda iki defa ağırladı.

    Hariciye Nâzırı, ilk görüşmede padişahtan bir mektup getirdiğini ve bu mektubu Kral’dan başkasına vermesinin mümkün olmadığını söyleyen Süleyman Ağa’nın görevinin mahiyeti ve kapsamı hakkında şüpheye düşmüşse de renk vermemişti. Asıl komik sahneler sarayda cereyan ediyordu.

    Esvapçıbaşısından Osmanlı padişahının törenlerde altın ipliğinden dokunmuş bir elbise giydiğini öğrenen Kral, ondan aşağı kalmamak için kendisine altın kumaştan bir elbise ısmarladı ve saraydaki bütün pırlantalar kullanılarak süslenmesini emretti. Kabul günü, Osmanlı elçisine kudretini, zenginliğini ve ihtişamını göstermek için bu süslü elbiseyi giyip tahtına kurulan XIV. Louis gerçeği öğrenince beyninden vurulmuşa döndü. Mektuba göz atılınca, Süleyman Ağa’nın elçi değil, sadece mektup taşımakla görevli bir kurye olduğu anlaşılmıştı.

    XIV. Louis’yi asıl çıldırtan, Süleyman Ağa’nın çıkarken “Kralımızın elbisesini nasıl buldunuz?” diye soran asilzadelere söyledikleriydi: “Padişahımız efendimizin selama çıktığı zaman bindiği at bile daha süslüdür!”

    Kral’ın düştüğü gülünç durum ve Süleyman Ağa’nın sözü soylular arasında dilden dile dolaşmaya başlamıştı. Paris dedikoduyla çalkanıyordu. Üstelik Hariciye Nâzırı’nın ısrarıyla İstanbul’a çağrılan elçinin yerine yeni bir daimi elçi gönderilmişti.

    Soylular sınıfının kendisine göstereceği saygıya her şeyden fazla değer veren XIV. Louis, prestijinin tehlikede olduğunu fark edince, Saray erkânının nezdinde eski itibarını kazanmak için Molière’den Türkleri maskara edecek bir komedi sipariş etti. Ancak sonuç onun için büyük bir hayal kırıklığı oldu; çünkü “Le Bourgeois Gentilhomme”, Türkleri değil, kralın kendisini ve Fransa’yı gülünç gösteriyordu. Adile Ayda şöyle diyor:

    “Seyircilerin kahkahası Türklere teveccüh etmiyor, sadece müstakbel damadı tarafından aldatılan Fransız burjuvasını hedef tutuyordu. Fazla olarak Molière bizzat Kral’a ders vermek istiyor gibiydi. İkinci perdenin sonu ile üçüncü perdenin başı Mösyö Jourdain’in elbisesi etrafında dönmekte idi. Mösyö Jourdain’in terzisiyle konuşmalarına ait olan sahneler ise Kral’a Türk elçisinin kabulüne takaddüm eden hazırlıklar sırasında kendi terzisiyle yaptığı konuşmaları hatırlatacak mahiyette idi. Ya şapka? Merasim günü kendisinin giydiği şapkanın tıpatıp kopyası değil miydi?”

    Kral, Molière’e o kadar kızmıştı ki, bu yazının başında da belirttiğimiz gibi, tam beş gün odasından çıkmadı. Adile Ayda, Molière’in biyografisini yazan Béatrix Dusanne’nin şöyle bir sözünü naklediyor: “Molière, hiçbir zaman kendisini mahvolmaya bu kadar yakın görmedi.”

    Adile Ayda, büyükelçi değil basit bir kurye, fakat akıllı bir adam olan Müteferrika Süleyman Ağa’nın ülkesine dönerken Fransa’ya iki şey hediye ettiğini belirterek bildirisini noktalıyor:

    Komedi Fransez’in repertuarından eksik etmediği bir komedi ve o tarihten beri Fransızların kahvaltılarının vazgeçilmezi olan kahve!

    Beşir Ayvazoğlu, 3 Nisan

  1189. Edmund Burke, Cevdet Paşa ve muhafazakarlık

    Tarihçilerin “Aydınlanma Çağı” olarak kabul ettikleri 18. yüzyıla damgasını vuran Fransız İhtilâli, insanlık tarihinde ciddi bir kırılmaya yol açan ve hayatın hemen her alanında çok hızlı bir değişim ve dönüşümü başlatan büyük bir kalkışmaydı. Temel kavramları, bu ihtilâle ve sonuçlarına bazı düşünürlerin yönelttiği eleştirilerden yola çıkılarak geliştirilen siyasî doktrine muhafazakârlık deniyor. Bu doktrinin ilk büyük düşünürü Edmund Burke’tür.

    İngiltere Avam Kamarası’nda uzun yıllar milletvekilliği yapan Burke (1929-1797), Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler isimli ünlü eserinde “Hürriyet, müsavat, uhuvvet” sloganı ve vaadiyle gerçekleştirilen, özellikle Avrupa’da insanlığın geçmişin ağır yükünden kurtulup kendi geleceğini inşa edebileceğini iddia ederek büyük bir iyimserlik havası yaratan Fransız İhtilâli’ne köklü eleştiriler yöneltmişti.

    Burke, aslında İngiltere’de 1688 Devrimi’ni, Amerika’da da bağımsızlığı destekleyen bir Whig, bir liberaldi. Ancak Fransız devrimcilerinin kendilerinden başkasının tecrübelerine saygı duymadıklarını fark etmişti. Devrim, ona göre, sadece Fransa’yı değil, bütün Avrupa’yı, hatta belki daha da ötesini içine alacak çok ciddi bir krizi ifade ediyordu.

    Amerika’da bağımsızlık savaşını destekleyen ve Bağımsızlık Bildirgesi’nin hazırlanmasında etkili olan Thomas Paine, Fransız Devrimi’ni savunduğu İnsan Hakları adlı ünlü eserinde Edmund Burke’ü ağır bir şekilde eleştirmişti. Ancak 1892 yılında başları gövdelerinden ayırmaya başlayan giyotin, Paine’i değil, Burke’ü haklı çıkarmıştır.

    Avrupa’da muhafazakâr düşüncenin temel kitabı olan Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’in kısa bir zaman öncesine kadar Türkçede tam bir tercümesinin bulunmadığını söylesem inanır mısınız? Bu önemli eser, nihayet Okan Arslan tarafından eksiksiz olarak dilimize kazandırıldı ve Kadim Yayınları tarafından yayımlandı. Editörlüğünü Bekir Berat Özipek ve Cemal Fedayi’nin yaptığı esere Özipek tarafından yazılan “İllüzyon ve Hayal Kırıklığı: Bir Devrimin Hikâyesi” başlıklı önsöz, Burke’ün fikirlerini ve Fransız İhtilâli’ne getirdiği eleştirileri çok iyi özetliyor.

    Burke’ün görüşleri doğrultusunda şekillenen muhafazakâr düşünce geleneği toplumu bir organizma gibi görmekte, bu organizmayı oluşturan din, aile, gelenek gibi temel kurumların korunmasını istemekte, tedricî ve temkinli değişimi tercih etmektedir. Bu temel görüş bizde Elmalılı Hamdi Efendi tarafından “Beka içinde yenilenme, yenilenme içinde beka” diye formüle edilmişti. Tanpınar’ın Türkçesiyle “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek”…

    Tecrübeden hareket etmeyen, akıl yürütmeye dayalı rasyonalist siyaseti, yani toplum mühendisliğini reddeden muhafazakârlara göre, başarının ve sağlıklı ilerlemenin kaynağı, din, tarih, gelenek ve tecrübe gibi kurumlardır. İnsanlığı nereye götüreceği belli olmayan devrimler tahmin edilemeyen olumsuz sonuçlar doğurur. İktidarın devrim yoluyla değişmesi meşru görüldüğü takdirde topluma açgözlülük, haset, intikam ve korkunun hâkim olacağını iddia eden Burke’ün bu kehaneti doğru çıkmıştı.

    Burke’ü eleştiren ve ihtilâli yücelten Thomas Paine bile Kral XVI. Louis’nin idamına karşı çıktığı için Jakobenlerin hışmına uğramıştır.

    Yeri gelmişken, bizde de Ahmed Cevdet Paşa’nın Tanzimat döneminde Fransız İhtilâli’ni Edmund Burke’ünküne benzeyen gerekçelerle eleştirdiğini hatırlatmak isterim. Bu ihtilâli sadece Fransa’da olup bitmiş bir hadise olarak değil, bütün insanlığın kaderini etkileyecek bir “fitne” olarak gören bu büyük tarihçi ve hukukçu, “İhtilâl çıkarmak, bir selin önünü açmak gibidir. Bir kere açıldığı gibi tabii hızı kesilmedikçe durmaz ve açanlar sedd ve bendine kadir olamaz. Ve yalnız kendi gelenleri getirmeyip ona yol verenleri dahi beraber gark ve telef eder. Binaen alâ zâlik Fransa İhtilâli’ne sebep olanlar hep bu veçhile birer bire telef olmuş ve her biri ettiklerin aynıyla cezasını bulmuştur,” diyordu.

    Prof. Dr. Bedri Gencer, Hikmet Kavşağında Edmund Burke ile Ahmed Cevdet (Kapı Yayınları, 2011) adlı eserinde, Burke’ün ve Cevdet Paşa’nın görüşlerini mukayeseli olarak ele alıp analiz etmişti.

    Burke’ün Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’ini Bedri Gencer’in bu önemli kitabıyla birlikte okumakta fayda vardır.

    Beşir Ayvazoğlu, 24 Mart

  1190. Keleci bilen kişinün yüzini ağ ide bir söz
    Sözi bişürüp diyenün işini sağ ide bir söz

    Söz ola kese savaşı söz ola bitüre başı
    Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ide bir söz

    Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini
    Bu cihan cehennemini sekiz uçmağ ide bir söz

    Yüri yüri yolunıla gâfil olma bilünile
    Key sakın key dilünile cânına dâg ide bir söz

    Yûnus imdi söz yatından söyle sözi gâyetinden
    Key sakın o şeh katından seni ırağ ide bir söz

    Yunus Emre

  1191. Gustave Le Bon kimdi?

    Psychologie des Foules (1895)
    The Crowd: A Study of the Popular Mind
    Kitleler Psikolojisi

    http://www.gutenberg.org/ebooks/445

  1192. PİDE ÇALAN SURİYELİ ÇOCUKLARI DÖVDÜLER

    Sosyal medyada paylaşılan ve büyük tepki çeken olay, kamera kayıtlarına göre 1 Nisan 2016 günü sabaha karşı oldu.

    ÇOCUKLAR HASTANELİK OLDU

    Görüntüde, 2 çocuğun bir marketin önündeki dolaptan pide çaldığı sırada, 2 kişinin ellerinde sopalarla çocuklara doğru koştuğu görülüyor. Çocukları feci şekilde döven 2 kişi, ambulansın gelmesine kadar bekliyor.

    Görüntülerin Hatay’da çekildiği, pide çalan çocukların ise Suriyeli oldukları belirtildi.

    http://www.ensonhaber.com/pide-calan-suriyeli-cocuklari-dovduler-izle-2016-04-05.html

  1193. Pipsqueak’in Bir Bilim Tarihi Kitabını Bu Siteye ve Türk Bilim Dahilerine Uygun Kılan Düzeltmesi
    Bu siteden aldığım ilhamımım kaynağı ve ana fikrim:
    Bilim = Ivır Zıvır Üretme
    Düzeltmeleri Diyalektik ve Materyalizm İlkelerine Göre Yaptım.
    En değerli ve ünlü bilim tarihi eserlerinden biri şu sözlerle başlar.
    “Modern Physics and Mental Images
    The classical tradition had been to consider the world to be association of observable objects moving according to definite laws of force, so that one could form a mental picture of the whole scheme. … It has become increasingly evident, however, that nature works on a different plan. Her fundamental laws do not govern the world as it appears in our picture in any direct way, but instead they control a substratum of which we cannot form mental picture without introducing irrelevancies.”
    P. A. M. Dirac
    Çeviri:
    “Klasik düşünceye göre dünya, gözlemleri yapılabilen ve belirgin kuvvetlere tabi haraket eden nesnelerin ilişkilerinden oluşur. Böylece bütün (dünya) zihinde canlandırılabilir. Fakat doğanın değişik bir yol içinde olduğu gittikçe daha çok belirlileşmekte. Doğanın temel yasaları dünyayı bizim zihnimizde canlandırdığımız gibi biçimleştirmezler. Daha doğrusu alttemeli, özü, tabanı kontrol ederler. Bu yeni anlayışta dünyayı zihnimizde canlandırmayı ancak ve ancak yersiz saçmalıklar uydurarak yapabiliriz.”
    Bak şu diyalektik, materyalizm, tarihsel materyalizm ve hepsinden ötede buzdolabı, saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi gibi olgulardan oluşmuş dünyayı bilmeyen, bu sitedeki Türk dahileri tanımayan şu salağın dediklerine! Ayıp, olmaz böyle şey!
    Birkaç sayfa ilerde, Pisagor ve Pisagor okulundan (özellikle kürenin mükemmelliğinden yola çıkıp dünya ve güneşin yuvarlak oldukları gibi safsatalar ileri süren Pisagor okulundan) laf eden bu eşsizler arasında yer alan bilim tarihi kitabını yazan da saçmalar:
    “The conception seems very fanciful to us now. Nevetheless fancies of this type have been repeatedly of value in the history of science.”
    Çeviri:
    “Bu kavram bize şimdi hayli hayal kurma gibi gelir. Ne var ki, buna benzer fanteziler bilim tarihinde devamlı yararlı oldular.”
    (Hele bu yazarın dediklerini daha da büyük bir şiddet ve katılıkla savunan bilim filozofu ve tarihçisi Feyerabend, bu sitede ağza alınmayacak bir şapşal. )
    Şu salağa bak hayal kurmanın buzdolabı, saç kurutma makinesi, elektrik süpürgesi yapmada işe yaradığını ileri sürüyor. Ne günlere kaldık seküler-laik ya param! Ne günlere kaldık ya benim olgu gibi sağlam sandığım benim ilkokul bilim anlayışım! Ama neyse, biraz ücret köleliği, biraz düzene yaltakçılık rahat bir ihtiyarlık kazanabilirsin, önemli olan da o.
    Yaşasın diyalektik! Yaşasın materyalizm! Yaşasın buzdolabı! Yaşasın saç kurutma makinesi! Yaşasın elektrik süpürgesi ve binlerce diğer ıvır zıvırlar!
    Bu yukarıdaki sahtekârlar gerçek materyal dünyayı bankadaki paraları ve aylık emeklilik maaşları kadar olgu ve somut varlıklar olarak bilen ihtiyar gençleri kandıramazlar.
    Not: Genellikle bunu okunamayacak kadar küçük harflerle yazmak gerekir ama teknoloji buna izin vermiyor. Kitabın yazarı sayfalarca İslam katkısını anlatır. Mutlaka Erdoğan ona 1941’de rüşvet vermiştir.

  1194. “Ülkenin emeğiyle geçinen insanları olarak şunu hiç tereddütsüz söyleyebiliriz:
    İslamcılar bu topluma yapışmış asalaklar. Topluma hiçbir faydaları yok; ondan besleniyor ama ona değer katmıyor ve zayıf düşürüp sağlığını bozuyorlar. Bugün ortadan kalksalar toplum zarar görmez, ama her gün emip tükettikleri büyük miktarda toplumsal kaynak faydalı işler için kullanılabilir.”
    NEDEN…
    ÇÜNKÜ ONLAR SON 3-400 YILDIR ASALAK!
    yeni bir fikir üretemiyor; yeni bir fikri üretecek kültürel alt yapıları yok..
    Eski dünyada yaşadı ve öldüler; o yüzden eski dünyayı istiyorlar.
    var olan “berbat” dünyayı aşabilecek imkanları da olmayınca..
    işte bilinen rezil siyasal islam..

  1195. Sayın pipsqueak'e

    === 1 ===

    Juvenile +‎ Paranoia = Juvenoia

    ( https://www.youtube.com/watch?v=LD0x7ho_IYc )

    === 2 ===

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    George Orwell

  1196. 1193
    “.. .. Doğanın temel yasaları dünyayı bizim zihnimizde canlandırdığımız gibi biçimleştirmezler. … Bu yeni anlayışta dünyayı zihnimizde canlandırmayı ancak ve ancak yersiz saçmalıklar uydurarak yapabiliriz.”
    ********

    Elbette, Dünya, organik ve inorganik “bütün” hiç bir zaman tümüyle “zihinde canlandırılamaz”.
    Tabiatın ürünü ve bir parçası olan zihin, hiç bir zaman onu aşamaz; yalnızca “anlama-canlandırma” sürecinde yol alabilir.

    Bu denli basit bir gerçek ne ingilizce, ne de türkçe yazılarak özgün ya da değerli hale getirilemez; bu basit olguya bu tür bir yaklaşım, o kişinin zihinsel sığlığını ele verir…

    Bu sıradan gerçeği, böyle satmaya kalkışmak, bir Skolastik yöntem içinde tutsak ve ezik ruhlu karakterin, gerçeğin tümünü yalnızca kendi okuduğu kitaplarda bulunduğunu sanan bir zihnin; bir puzzle’ın tüm parçalarını göremeden, diğer parçalara ait hiç bir kestirim cesareti göstermeyecek korkak bir aklın itirafı sayılmalı.
    *
    Kutsal kitaplar, hadis kumkumaları içinde yolunu yitirmenin seküler halidir bu!

  1197. Aklın kapanmasının iki yolu vardır:

    1. Akıl ile herhangi bir şeyin bilinebileceğinin inkârı.

    2. Gerçekliğin bilinemeyeceğinin kabulü.

    Bu iki önermeyi hayata geçirirseniz insan aklı ve gerçeklik arasına mesafe koyarsınız. Bunun neticesi neden-sonuç ilişkisinin reddidir ki, yorumlar içinde sıklıkla görüyoruz. (Bir adım ötesi komplo teorilerine olan talebin patlaması.)

    Lübnan kökenli Amerikalı Fuat Acemi (Fouad Ajami) “Ortadoğu coğrafyasında nereye gidersem gideyim hep aynı sorun; neden-sonuç ilişkisinin reddi” demek zorunda kalmıştır. (Ajemi, Irak Savaşı’nın önde gelen destekçilerinden biriydi.)

  1198. Pipsqueak 1120’yi Bekliyor
    “homoseksüelleri aşağılamıştın.” yalanını uyduran 1120 hala bunu nerede dediğimi arıyor olmalı. Veya site müdürü gibi nasıl olsa müritlerimiz çok, diğerleri önemli değil havasında.
    Bu sitede Erdoğan’ın çıldırttıkları anarşist, Marksist, özgür sosyalistlik gibi kılıflara giren ırkçı yeni faşistlerin “politically correct” (incitmeyici siyaset) olmak için ne kadar aşağılık olduklarına bir örnek vermek istedim. Tabii anlayana.
    Homoseksüelliğini hiç bir zaman saklamayan Pier Paolo Pasolini (o da kim yahu? Müslüman falan mı?):
    “Dans ses articles, il s’attaque à la télévision et — en suivant l’enseignement d’Ivan Illich — au système scolaire, responsables à ses yeux d’un véritable ‘génocide culturel’. Il n’hésite pas à dénoncer les dangers d’une ‘libération’ sexuelle qui est devenue ‘une convention, une obligation, un devoir social, une anxiété sociale, une caractéristique inévitable de la qualité de vie du consommateur.”
    Écrits corsaires
    ÇEVİRİ:
    “Pasolini yazılarında televizyona ve Ivan Illich’den öğrendiklerine dayanarak hakiki bir “kültürel soykırım” olarak gördüğü eğitim sistemine saldırır. Ayni zamanda, ‘bir uylaşım, bir zorunluluk, bir sosyal görev, bir kaygı, bir tüketici varlığın yaşam niteliğinin kaçınılmaz özelliği’ (pipsqueak’den not; yani politically correct olma cambazlığı) olmuş olan ‘cinsel’ özgürlük hareketinin tehlikelerini ifşa eder.”
    Dürüst ve hakiki düşünürle bu sitede dolup taşan politikacılar arasında ne kadar fark var!

  1199. Sayın Alimler Alimi 1196
    Tabii pipsqueak’den
    Sen bu sitede defalarca sendeki bilginin sonsuzluğunu ispat ettin. Ne yazık veya ayıp ki, keşfedilmemiş bir dahisin. Oğlun ve iyi kalpli arkadaşlarının kapitalizmi ele geçirecekleri ve merkezsiz merkezler düzeni kuracakları diyalektik-materyalist-devrimci teorin çığır açacak kalitede ama sanırım bunun reklamını yapacak kadar zengin değilsin.
    Ücret köleliğiyle ve k*ç yalamalarla bankaya yatırdıkların, ayni nedenlerden Erdoğan’ın sana verdiği emekli maaşın buna yetmez. Ancak bu site gibi senin gibilere benzerlerin dolup taştığı bir yerde reklam yapabilirsin. Din, felsefe, tarih, ekonomi, hele salt bir kara keçi antropoloji kitabını okumakla tüm antropolojiyi su gibi içen birisin.
    Şimdiden binlerce yıl sonraları, falla değil diyalektik-materyalist-kaçınılmazlık- bilimsel falan filanla görecek keskin bir görüşe sahipsin.
    Robot olup uzay turistliğine çıkacağını, robotlar gibi hatta daha da zeki olacağını, robotların senin yerine tuvalete bile gideceklerini, geceleri seninle yatacaklarını, kısacası her şeyi robotların yapacağı bir dünyayı şimdiden hayal edebilen bir beyine sahipsin.
    Sen veya bilimsel klonun o zaman geldiğinde ayni şimdiki gibi dahilere yakışır koca laflarını, koca evrende, koca yayın yapan, o zamanın koca facebok, koca twatter, koca youpoop, koca goon zulacı gibi uzay sitelerinde ufak bir ücret karşılığı yalnızlığını unutmak için kişisel terapi yaparsın. Hatta mutluluk dalgaları satan uzay süpermarketlerinde abonelik alırsın ve geceleri dalgalar gelir sana, sen farkında olmadan girerler.
    Gerçi bence sen çoktan robotluğa ermişsin, bir tarikat kursan fena olmaz.
    Burada belki sana cesaret verir diye, sana kıyasla son derece salak birinin dediğini tekrar etmekte yarar var:
    “Tüm siyasi teoriler aslında üstü örtülü dinlerdir.”
    Doğrusu kendini Dirac gibi bir basit bilim adamının seviyesine indirmekle kendine haksızlık ediyorsun. Kendini küçültüyorsun. Yoksa bu senin o meşhur diyalektiğin mi? Pipsqueak karşısında kendini ne kadar küçük görürsen kendini büyüttüğün gibi Dirac karşısında kendini alçatmakla yükseliyorsun. Sen cin gibi bir Türk’sün, maşallah!
    Ama her zamanki gibi bir salaklık ve soytarılık var.
    Dirac daha önce biçimlendirildiğine inanıldığını ima eder ve sadece bunu fizik alanında dile getirir. Ve bunun artık geçerli olmadığını söyler. Bilimde biraz, çok çok az bilgili olmakta yarar olabilir. Determinizm duymamış biri kabızlığından arkasından çıkramadığını çok münasip bir yer olan bu siteye ağzıyla boşaltmışsın, yeri doğru seçtiğin için seni tebrik ederim.
    Bütün kalbimle tekrar ediyorum. Bilim, felsefe, mit, din, antropoloji konularında sonsuz cahilsin. Bu sitenin müdürü 19. yüzyıl klasik politikasına saplanmış kalmış, sen de, kısıtlı da olsa, klasik bilgiler saplanmışsın. Bilimde senden çok daha alçakta bir bilim adamının “bana şu anın tüm verilerini ver, sana tüm geleceği söylerim.”, dediğini hiç duymadın mı? Bu o kadar eski ki, sende cahilliğinden utanma onuru bile kalmamış.
    Sıradanlar yığınından bir nesnesin.
    Gerşi senin bu bilgisizliğini utanmazlığa çevirip “yanlış demiş”, ukalalıkların eğlendirici oluyor. Paran var. Git kendine bilim tarih ve felsefesinde özel bir hoca bul. Belki herif sana arkandan çıkarman gerekenleri ağzından değil arkandan çıkarmayı öğretir.
    Bu site fanatik ırkçı faşistlerler dolup taşmasaydı, biraz bilim bilen biri çıkar sana ne kadar cahil olduğunu çoktan söylerdi.

  1200. ANTROPOLOG PAUL JORION

    ANTROPOLOG PAUL JORION: “PANAMA BELGELERİ SIZINTISI HİÇ DE TESADÜF DEĞİL!”

    Yakında on yılı dolacak. Subprimes krizinden altı ay, sermaye piyasalarının 14 Eylül 2008’deki çöküşünden de bir buçuk yıl önce, eski bir borsacı olan ekonomist Paul Jorion, mali sistemin çöküşünü önceden gören tek kişiydi neredeyse (Vers la crise du capitalisme américain ? [“Amerikan Kapitalizmi Krize mi Giriyor?”] La Découverte, Ocak 2007). O zamandan beri uyarıları peş peşe geldi: “Can Çekişen Kapitalizm” [Le capitalisme à l’agonie], “Göçüş. Ekonomiye Karşı Finans” [L’implosion. La finance contre l’économie]. Son kitabının başlığı ise insanın içini donduruyor: “Son Giden Işığı Söndürsün. İnsanlığın Sönüşü Üzerine Deneme”[Le Dernier qui s’en va éteint la lumière. Essai sur l’extinction de l’humanité] (Fayard). Zira Paul Jorion sadece ekonomist değil, anthropolog da. İşte bunun için devasa “Panama Belgeleri” sızıntısını mûzip bir uyanıklıkla ve ettiği sözlere daha da yenilenen bir bağlılıkla gözlemliyor…

    Finans dünyasının bu yeni rezaleti size ne ilhamı veriyor ?

    Jorion: İnfial kavramı üzerine düşünme ilhamı veriyor. Nasıl oluyor da, yıllardan beri bildiğimiz şeylere karşı bazı anlarda infiale kapılıyoruz? Vergi cennetleri üzerine koca koca kitaplar var; bütün mekanizmalar tarif edilmiş bu kitaplarda. Bunların en yenilerinden biri, Nicolas Shaxson’ın Treasure islands: tax havens and the men who stole the world (“Hazine Adaları: Vergi Sığınakları ve Dünyayı Soyan Şahıslar”) adlı kitabı, 2011’de ABD’de best-seller olmuştu.

    Evet ama bu sefer sızan devasa bir veri stoku!

    Jorion: Bu iyi bir şey tabii ki; seviniyorum da buna. Ama bu sızıntıların tesadüfen ortalığa döküldüğünü düşünmüyorum. Le Monde ve Süddeutche Zeitung devrimci gazeteler değil. Şubat 2010’da, Yunanistan’ın Euro bölgesine girmek için hesaplarında tahrifat yaptığı bilgileri sızdırılmıştı Der Spiegel’e. Bunun kökeni neydi: Bizzat Angela Merkel mi, yoksa Alman Merkez Bankası Başkanı Jens Weidmann mı? Bilinen şeyler var ve hiç kimse infiale kapılmıyor; sonra birden infial çıkıyor ortaya…

    Niçin?

    Jorion: 2009’dan beri hükûmetler, Eylül 2008’deki sermaye piyasaları çöküşünden sonra katkı vermeye çağırdıkları vergi mükelleflerinin, kaynağı kendileri olan finans sistemini kurtarmak için kaydadeğer meblağlar bağlama serbestliğini artık tekrar hükûmetlere vermeyi kabullenmeyeceklerini anladılar. O dönemde bail out («mali destek vererek iflastan kurtarmak») terimi icat edilmişti. 2012’de, Kıbrıs’ta bir banka iflas ettiği vakit ise, bail in, yani « [parayı bulunduğu yerde aramaya gitmek/içeriden kurtarma] » deyimi icat edildi. Kıbrıs’ın da içinde yer aldığı bölgedeki her mevduat için teminat altına alınmış 100 000 Euro’nun üstündeki mudilerin hesapları boşaltıldı. O mudiler ise Kıbrıs’ı vergi cenneti olarak kullanan Ruslardı. Yani Rusların hesapları boşaltıldı.

    Ya bugün?

    Jorion: 26 Haziran 2015 tarihli Avrupa anlaşması, bankaların kayıpları olduğunda öncelikle mali alacaklılara, sonra büyük şirketlerin mevduatlarına, KOBİ’lerin mevduatlarına ve nihayet 100 000 Euro’nun üzerindeki kişisel hesaplara başvurulmasını öngörür. Ama vergi mükelleflerini esirgeme amaçlı bu kural, internet üzerinde, “Devlet doğrudan cebinizden çalıyor!” diyen komplocu bir kampanyaya konu oluyor artık. Devletler, nasıl bail out artık vergi mükellefi için kabul edilebilir değilse, bail in’in de tasarruf sahibi için kabul edilebilir olmadığının ayırdına varıyorlar yani! Dolayısıyla devletler kaçan paranın birazını kapatmaya uğraşıyorlar. Vergi kaçışına bugün ışık tutulması bu yüzden. Zaten François Hollande da hükûmetinin biraz daha fazla para kapatmasını sağlayacak bu dosyaların yayınlanmasına sevindi.

    Sızıntılar özellikle şöhretlerin, devlet adamlarının, sporcuların, sanatçıların isimlerini açığa vuruyor; oysa siz, kitabınızda, vergi kaçışının bambaşka bir ölçekte, her şeyden önce de uluslar-ötesi şirketlerin işi olduğunu gösteriyorsunuz.

    Jorion: Doğru. Vergi cennetleri şebekesinin aslında son derece iyi gözetlendiğini bilmek gerekir; çünkü eski Britanya İmparatorluğu’na tekabül etmektedir. Londra’daki City, şebekenin bütününde iyi düzeyde bir gözetim yürütmeyi sürdürüyor. Gerçekte, devletlerin bu gözetime ihtiyacı var; çünkü uyuşturucudan, fuhuştan, silah kaçakçılığından gelen kara paranın aklanmasını, yarı göz yumarak denetim altında tutmak istiyorlar. 17 Eylül 2008’de, o sırada Uyuşturucu ve Suç Şebekelerine Karşı Birleşmiş Milletler Ofisi’nin yöneticisi olan Antonio Mario Costa’ya inanılırsa, sistemin çöktüğü gün vergi cennetleri üzerinden çok miktarda kirli para zerk edilmiştir. Hikmet-i hükûmetin bu cennetlere ihtiyacı olduğu bâriz.

    Devletler isteseler bile, bazen kendilerinden de güçlü olan uluslar-ötesi şirketleri denetleyecek iktidarları var mı?

    Jorion: Evet, sanıyorum. Amerikan Senatosu’ndaki bir komisyonun huzuruna çağrılan Apple, cirosunun yüzde 60’ının hiçbir yerde vergilendirilmediğini itiraf etmek zorunda kaldı. Bir ya da iki yıldır, kaydadeğer ilerlemeler oldu. Kasım 2014’teki Luxleaks Davası’yla, tax rulings ilkesinin, yani Lüksemburg’da ikamet gösteren şirketlere sağlanan vergi ayrıcalıklarının ifşa olması üzerine, Lüksemburg yetkilileri geri adım atmak zorunda kaldı. Bu sistem savaş-öncesine kadar uzanır. Lüksemburg’un aniden kendini Avrupa’nın infial haritasında bulması, halklarına kemer sıkma planları uygulatan Avrupa ülkelerinde korkunç bir mali kaynak noksanlığı hissedilmesindendir. Belçika da tax rulings uygulamasını bir hâle yola koyacaktır. Kamuoyu baskısına maruz oldukları için devletler tavır değiştiriyorlar.

    Devletlerin uyanmasını sağlayan, büyük çoğunluğun yoksullaşması değil mi?

    Jorion: Elbette. Rakamlar ortada. ABD’de, Avrupa’da, orta sınıf diye adlandırılan kesimin pestili çıkarıldı. Ücretler düşüyor; insanın yerine yazılım ya da robot kullanımı anlamında istihdam sorunu ortaya konulmadığından işsizlikle bu daha da vahimleşiyor. İşlerini kaybedenlerin yeni iş bulmalarının gerektiği söylenmeye devam ediliyor. Oysa, ortada iş kalmadığında, ücretliler de yok oluyorlar ve sâfî muhasebeci mantığıyla şirketlerin durumları işten adam çıkardıklarında iyileşiyor. Bunun da baş sebebi, muhasebecilik ilkeleri uyarınca, değer paylaşımında, emek katkısının bir maliyet gibi telakki edilmesidir; oysa temettü ve bonus ödemeleri kâr payıdır. Halbuki bir ücretin bir maliyet olmasını, yöneticilerin temettü ve ücretlerinin ise kâr payları olmalarını haklı gösteren hiçbir nesnel etken yoktur: Hepsi aynı şekilde lüzumlu “avans”lardır, dolayısıyla sadece bir inanış söz konusudur. Bu tartışma 19. yüzyılın sosyalist düşüncesinde çok şiddetliydi. Ne var ki ortadan yok oldu. Şimdi “Occupy Wall Street” gibi hareketler etrafında tekrar ortaya çıktığını görüyoruz…

    Ama Fransa’da sosyalist hükûmet, ücretlerin azaltılması ve işgücü piyasasında ücret tarifesinin serbest bırakılması yoluna gitmeyi sürdürüyor.

    Jorion: Kısa süre önce yapılan bir BVA kamuoyu yoklaması halihazırdaki hükûmetin artık iş çevrelerince desteklenmediğini gösteriyor. Medef (İşverenler Hareketi) platformunu uyguluyor. 70’li yıllar ve aşırı liberalizmi teşvik eden Chicago Okulu’ndan beri, her yerde, baş özelliği bir ekonomik elitin hâkimiyeti olan bir siyasî sistem hüküm sürüyor. Bizim ülkemizde farklı platformlar üzerinden seçilmiş art arda hükûmetlerin tamamen aynı politikaları hayata geçirmesini izlemek yeterli.

    2010’da, ABD Yüksek Mahkemesi firmalara seçim kampanyalarına sınırsız meblağlarla yatırım yapma izni verdi. Ve Hillary Clinton’ın kampanyasına mali destek veriyorlar…

    Jorion: Yüksek Mahkeme’de o sırada muhafazakârlar çoğunluktaydı. Fakat Yüksek Mahkeme’deki yargıçların aşırı-muhafazakâr kıdemlisi Antonin Scalia Şubat ayında öldü ve şimdi, yeni bir seçim kampanyasına birkaç ay kala, Başkan Obama’nın onun yerine atama yapma hakkı olup olmadığı soruluyor. Bernie Sanders bunu kampanyasının önemli bir noktası haline getirdi ve Barack Obama’dan “en çabuk şekilde bir atama yapması”nı istiyor.

    Yüksek Mahkeme’nin bu kararı ekonomik çevrelerin siyaset ve adaletin alanlarına büyük ölçüde tecavüz ettiğini göstermiyor mu?

    Jorion: Elbette. Demokratik sistem para tarafından kangrenleştirilmiştir. Chicagolu iki üniversite öğretim üyesi Amerikan halkı tarafından dile getirilen bin iki yüz dileğin listesini çıkardılar; bu dileklerin pek az kısmının Kongre’de tartışıldığını, bunun da ancak lobiler tarafından teklif edildiğinde gerçekleştiğini saptadılar.

    Vergi kaçışının merkezinde, aşırı-zenginlerin inanılmaz zenginleşmesi var. Şayet bir hükûmet harekete geçmek istese, ne yapması gerekirdi? Thomas Piketty’nin salık verdiği gibi en yüksek gelirleri ve mirası yüksek vergilendirmesi mi?

    Jorion: Thomas Piketty düzeltici sürecin yeterli olabileceğini düşünüyor. Yüksek gelirleri yüksek vergilendirme önerilerinin büyük ekonomik krizleri tasfiye edeceği doğru. Onun fikirleri özel mülkiyete halel getirmeksizin iş görebilirler. Ama ben aşağıdan çözümleri tercih ediyorum; sonradan düzetmek yerine zenginlik yaratmanın daha iyi paylaştırılmasını. Kesin olan şey, 2008’in de gösterdiği gibi, kendi kendini düzenlemenin finansta işlemediğidir. Şeylerin değişmekte olduğu duygusundayım. Geçen sene Belçika Maliye Bakanlığı’nın finans sektörünün geleceğini düşünmek için kurduğu bir komisyona katıldım. Ve güzel bir sürprizle, yöneticilerin tekrar devletin oluş nedenini hatırlamakta olduklarını saptadım.

    Toplumsal patlamalardan çekindikleri için olmasın sakın?

    Jorion: Devletlerin korktukları kesin, özellikle de terörizm ortamında bir yığın insanın sokaklara dökülmesinden… Nuit Debout (“Ayakta Gece”, İş Yasası’nda reform tasarısına karşı çıkmak için 31 Mart 2016 gecesi Paris République Meydanı’nda başlayan ve başka şehirlerde de yaygınlaşarak süren protesto hareketi) kargaşa yaratıyor. Gençler “Panama Belgeleri”ni keşfettikleri vakit, sanırım République Meydanı’na gitme isteğine kapılıyorlar. Başka şekilde gitmeyecek olmalarına rağmen bu yüzden katılma kararı alanlar varsa şaşmam buna…

    * * * * *

    Belçikalı antropolog, sosyolog ve iktisatçı olan Profesör Paul Jorion, dünya gündemine damgasını vuran Panama Belgeleri’ne dair düşüncelerini haftalık Fransız dergi Telerama’de paylaştı. Vincent Remy‘nin Profesör Jorion ile gerçekleştirdiği söyleşiyi Türkçe’ye Haldun Bayrı çevirdi.

    5 Nisan 2016’da yayınlanan röportajın Fransızca aslını okumak için:
    ( http://www.telerama.fr/idees/paul-jorion-economiste-les-fuites-des-panama-papers-ne-surviennent-pas-par-hasard,140605.php )

  1201. Anarşist Diplomalı Gün Hazretleri Yine Sevdiklerini ve müritlerinin sefilliğini gösterne yazıları yayınlamıyor!

  1202. Erdoğan’ın Çılgına Çevirdiği “İslam = Erdoğan” inanç fanatiklerine bir Uyarı.
    Söylemeye gerek bile yok galiba, pipsqueak’den.
    TARİHTEN BİR YAPRAK
    “… les Arabes qui ont été les maîtres et les éducateurs de l’Occident latin.
    J’ai souligné : maîtres et éducateurs et non seulement et simplement, ainsi qu’on le dit trop souvent, intermédiaires entre le monde grec et le monde latin.”
    “… par l’effet dévastateur des vagues d’invasions barbares, turques, mongoles (berbères en Espagne) qui ont ruiné la civilisation arabe et ont transformé l’Islam en une religion fanatique, farouchement hostile à la philosophie.”
    “Les sabres turcs et berbères ont, brutalement, arrêté le mouvement et ce fut à l’Occident latin qu’échut la tâche de recueillir l’héritage arabe, concurremment avec l’héritage grec que les Arabes lui avaient transmis.”
    ÇEVİRİ
    “Araplar Latin Batı’nın üstatları ve eğitimcileriydi.”
    ” (Salak Atıtürk’ün 8sonra da Marks) ve bu sitedeki ne mutlu Türk mavi gözlü sarışın salak olan torunlarının) sık sık dedikleri gibi salt ve sadece Yunan dünyasıyla Latin dünyası arasında aracı değil, altına çizerek tekrarlıyorum, üstatları ve eğitimcileriydiler.”
    “Doğuda Türk ve Moğol, İspanya’da Berberi istilaları Arap medeniyetini yerle bir eder ve Müslümanlığı felsefeye katı düşman fanatik bir dine çevirirler.”
    “Türk ve Berberi kılıçları İslam’da gelişmeyi vahşice durdurunca, Arapların aktardıkları Yunan bilgi kalıtımı ve Araplardan kalan miras bilgileri toplama işi Latin Batı’ya düştü.”
    TARİHTEN BİR YAPRAK DAHA
    ” … there still remains a certain tendency to belittle the work of the Arabs abic), and to regard them as no more than transmitters of Greek ideas.”
    “Even one who was well aware of the Arab contributions . Baron Carra de Vaux, writing on Astronomy and Mathematics’ in The Legacy of Islam (1931), felt compelled to begin by disparaging the Arabs …”
    ” A moment later, however, he concedes that ‘the Arabs have really achieved great things in science’, and he goes on to enumerate some of the points to be mentioned here.”
    ÇEVİRİ
    “Hala Arap (fanatik okuyuculara benim notum: daha doğrusu Arapça yazılmış ) eserlerini salt Yunan düşüncelerinin aktarıcıları olduğu eğilimi hala yaygın.”
    1931’de The Legacy of Islam (İslam’ın Mirası) kitabında Astronomi ve Matematikle ilgili bölümüne Arapları aşağılayıcı laflarla başlar (Benim notum:ah şu mavi gözlü sarışın Atıtürk fırlamaları, hangi taşı kaldırsan altından bir tane çıkıyor!)”
    “Ama hemen sonra, ‘Araplar bilimde gerçekten büyük başarılara eriştiler’, der. Ve ardından, bu kitapta sözünü edeceğimiz, katkıları sıralar.”
    Acaba bu sitedeki İslam ve özellikle Arap düşmanları ne kadar katı ırkçı ve fanatik olduklarını görüp ne zaman utanacaklar.
    Üstelik bunu yazan tek ve tek bir medeniyet var, salt lokomotif değişir diyen bir kimse. SÜMER ŞİMDİ!
    Tek fark politika tüccarı olmayışı ve cahillere asıl konuları anlatmaktansa onları çılgına çevirmeyi tercih etmesi.

  1203. Sayınlar Sayını Yerinde Sayan 1200
    Profesör Paul Jorion aynı bu sitedekiler ve son zamanlarda mantar gibi artan diğer medya artisti olmak için ruhlarını Faust gibi satılığa, hödükler arasında açık arttırmaya çıkaran dedikoduculardan biri. Bunlar televizyon dizi artikleri, şarkı-türkücüler, futbolcular falan filanlarla rekabet içindeler.
    Bir örnek:
    Arnavutluk nihayet Aydınlık’a varıp komünistlikten kapitalistliğe geçtiğinde bu herife benzeyen ve her zaman b*k üzerinde toplanmaya hazır sinekler yayın evlerinin emirlerine uyarak hemen Arnavutlukla ilgili yüzlerce kitaplar yazdılar. Vitrinlerin bu kitaplarla dolu olduğunu gören bir zavallı Arnavut bana. “Pipsqueak, bizden bu nefret edenler neden bizim hakkımızda bu kadar kitap okumaya hevesliler?”, diye sordu.
    Cevabım hala aynı. Dünya 1200 gibi (Guy Debord) seyirci-tüketicilerle dolu.
    Ama şu da doğru: bu yukarıdaki herif bu sitedekiler gibi ileriye dönük salaklardan. Ama yine de, biraz bilgili olmak, bu herifi tanımak, göz çıkarmaz. Örneğin, şimdi en etkili propaganda doğruyu söylemek oldu.
    İyi Uykular Sayın 1200

  1204. 1198.. Aramıyorum. Biliyorum. Bu benim sorunum değil. Bu aptal işlere zaman ayırmam.
    1199.. Bu mevzuyu kişiselleştirme hırsınızın açıklaması bu sitede yazılı..” küçük insanların” ne ile uğraştığı. Sizi aşağılamak için bile artık sebep bulamıyorum!
    Sizin gibi adamlar biraz zekâ sahibi çok insanın ele geçirebileceği gerçekliği ingilizce, fransızca yazınca bir b.k sanıyor. Aynı arapça yazılı her salaklığa huşû ile eğilenlerden farklı değilsiniz…
    Muhatabına cahil diyerek konuşan-yazanlar, kendi kavrayış zavallığını örtmeye çalışanlardır. Asıl ve korkunç cehalet bildiğini sananların halidir. “Kağnı gölgesinde” gezinenler…
    1202.. Yine döktürmüşsün yalanlarını.. O anlattığın hikayeler 1100-1200 yıllarına ait. Konumuz son 3-400 yılda Arap-İslam kültürü bir fikir üretti mi? Benim için o sıradan bilgileri ingilizce-fransızca yazınca değerli mi olacak sanırsın. Şaşkın.
    1203.. Guy Debord’u bile anladığını sanmıyorum!

  1205. 1204 Diyalektikle Küçük-Büyük Sayın Zamane Pi*i
    Pipsqueak’den Aramadan Bulana. Yine falcılık koktu.
    “Konumuz son 3-400 yılda Arap-İslam kültürü bir fikir üretti mi? Benim için o sıradan bilgileri ingilizce-fransızca yazınca değerli mi olacak sanırsın.”
    Konumuz sen bu mavi gözlü sarışınların merdiveninde üstte olanları senin açık ağzına, senin de altta olanların açık ağzına durmaksızın dışkılarını akıtmalarını ne zaman görüp beni anlayacaksın?
    Homoseksüellikte söylediğimi bildiğin diğer bildiklerine benziyor. Koca bir SIFIR. Çok sıradansın, ırkçısın, faşistsin, cahilsin. Tek başarın tüm sıradanların başarısı: İnsanları merdivene koymak, üsttekilere tapmak alttakilerden nefret etmek. Sana şimdi kemik atanların k*çlarını yaladığın için dediklerin çok normal. ŞİMDİ İSTİYORSUN. Bana karşı ezikliğin seni o kadar kör etmiş ki, benim medeniyete karşı, dolayısıyla Batı’ya insanın bile bir meta (köle) ticaretini öğreten İslam’a haydi haydi karşı, olduğumu bile küçük beynin unutumuş. Kaç defa söyledim: sen ve sen gibi cahillerle oynamak hoşuma gidiyor. Irkçı ve faşistlerden her zaman nefret ettim.
    Zamanımız tipik sembolüsün. Ve insanlığın yüz karası! Ver, ver, ver sizlerin milli marşınız!
    Not: bir hata daha yapıp bir yazar adı verdim, G. Debord. Sanmakla kalınmaz büyük bilgiç, göster boyunu o zaman, anlat bakalım.

  1206. Sayın G. Zileli
    Başkaları sayfalar dolduran İngilizce yazılar gönderdiğinde yayınlıyorsunuz, bana gelince haksızlık ediyorsunuz.
    G. Debord’un kitapları Türkçe’ye çevrilmiş, merak eden bu aşağıdaki alıntıları çabucak bulabilir. Boş konuşanların boş konuştuklarını ispat etmem için asılları yabancı dil olan yazıları yeniden çevirmem için bir neden görmüyorum. Sırası gelince yapıyorum ama her defasında bunu yapmak yorucu. Üstelik boş konuşanlar sözünü ettikleri kitapları, en azından Türkçesini, okumuş olduklarını ima ediyorlar. Veya blöf yapıyorlar.
    1204 Sayın G. Debord’u Anlayan-Anlamayan Diyalektiği Cambazı.
    İlk önce:
    “… 3-400 yılda Arap-İslam kültürü …” ile ilgili bir ek not:
    1204 sen galiba yatırımlarını borsada izlediğinden tarihle borsanın iniş çıkışların karıştırmaya başlamışsın. Senin ayaklarını öptüğün Batı ve taptığın bilim-teknikde ünlü bir bilim adamı, “Eğer ben uzağı görüyorsam, devlerin omuzlarından baktığım için.”, der. Sen bilimde sonsuz cahil olduğundan ekleyeyim: 3-400 yıl önceki bir devi kasteder.
    Gelelim aramadan bulduğun blöfün homoseksüelliğe eklediğin yeni blöfüne.
    Bu aşağıdakiler sana Debord’ın tuttuğu aynadaki yansılarının binde biri ama G. Zileli uzatırsam korkarım yayınlamayacak.
    1
    “A financier can be a singer, a lawyer a police spy, a baker can parade his literary tastes, an actor can be president, a chef can philosophize on cookery techniques as if they were landmarks in universal history. Anyone can join the spectacle, in order publicly to adopt, or sometimes secretly practice, an entirely different activity from whatever specialism first made their name. Where ‘media status’ has acquired infinitely more importance than the value of anything one might actually be capable of doing, it is normal for this status to be readily transferable; for anyone, anywhere, to have the same right to the same kind of stardom.”

    Not:Bu hayatı ücret köleliğiyle geçmiş, tarihi bilmekle merdiven teorisiyle yargılar yapma, arasındaki farkı bilmeyen; salt İslam’ın bilim-teknikte katkılarını yazmakla ırkçılığını yüzüne vurmamdan laf cambazlığıyla kurtulmak isteyen 1204, sen salt bu konularda çaylaklığını gösteriyorsun. Üstelik, tarih sadece senin taptığın ıvır zıvır üretimi tarihi değil.

    2
    “The society whose modernization has reached the stage of the integrated spectacle is characterized by the combined effect of five principal features: İNCESSANT TECHNOLOGİCAL RENEWAL; integration of state and economy; generalized secrecy, unanswerable lies; an eternal present. TECHNOLOGİCAL İNNOVATİON HAS A LONG HİSTORY, AND İS AN ESSENTİAL COMPONENT OF CAPİTALİST SOCİETY, sometimes described as industrial or post-industrial. ”

    Not: sayın ıvır zıvır, elektrik süpürgesi = medeniyet bilen 1204, bu da senin taptığın teknoloji hakkında söyledikleri.

    3
    “Spectacular domination’s first priority was to eradicate historical knowledge in general; …
    In France, it is some ten years now since a president of the republic, long ago forgotten but at the time still basking on the spectacle’s surface, naively expressed his delight at “knowing that henceforth we will live in a world without memory, where images flow and merge, like reflections on the water.” Convenient indeed for those in business, and who know how to stay there. ”

    Not: daha az ünlü, daha az emekli maaşlı sayın ŞİMDİCİ 1204, şimdiyi tarihe yansıtmakla Fransız başkan gibi aynı salaklıkla ve rahatlıkla ŞİMDİ kemik atanların tüketicilik denizinde yüzüyorsun. Tabii senin için ıvır zıvır üretimi = insan tarihi. Bu inançla doğal olarak İslam’da, özellikle şi’i İran’daki felsefi alanda gelişmeleri bilmediği için öyle bir şey “yok ve önemsiz”. Ivır zıvır bolluk üretme dışında hiçbir şeyin önem taşımadığı bir ırkçı faşist 1204 için, son teknolojik gelişmeler hariç, Hindistan ve Çin de yok.

    4
    “With the destruction of history, contemporary events themselves retreat into a remote and fabulous realm of unverifiable stories, uncheckable statistics, unlikely explanations and untenable reasoning. For every imbecility presented by the spectacle, there are only the media’s professionals to give an answer, …”

    Not: sayın İslam = Erdoğan, ŞİMDİ = MEDYA ARTİSTLERİNDE duyduğun dedikodular sen ırkçı, faşist 1204 için tek tarih. Ancak ve ancak kendi bildiğin tarih. Şimdi medya artistlerinin köpeklere attıkları kırıntılar.
    Onursuzluk, gurursuzluk ve yüzsüzlüğün acı sonucu: utanmazlık!

  1207. 1206;
    senden ümidim yok; hoşuma gidiyor senin “kağnı gölgesinde” bıraktığın izlere dair yazmak..
    *
    Zavallı, hep çeviri yapıyorsun; anlamadığın için. Bir şeyi doğru dürüst anlatamıyorsun. Anlamadığın için.
    Okuduklarından anlaman gerekenleri ayıklamıyor; bir ana izlek gösteremiyorsun. Arap İslam medeniyeti 1200-1300 lerde tükenmişti. (Hımm. Newton da o “devlerin” sırtındaymış! Bu mu Arap İslam medeniyete ait iddian! Saçmalığa bak!)
    Türk, İran, Hint gelişmeye devam etti. Osmanlı 1700’lerde bitmişti. İran ve Hint’i bilmem! Bak ben bilmediğimi biliyorum..
    Bak ne güzel anlatıyorum! Annadın mı?
    **
    Senin gibi okuduklarını anlayamayan, önyargılı bir adam Newton’un o lafını da bu kadar anlar; kendine züppelik fırsatı için pas verecek kadar da alçalır.
    Bak Newton hangi devlerin üzerinde.. (O salak Simyacılığı bırak.. Bu ona yalnızca ilham vermiş olmalı.. Gerçek bilime sürükleyerek… Bunu bile kavrayamayacak kadar sığ bir dünyan var.) Kopernik.. Brahe.. Kepler.. ve Galile
    Bu adamlar olmasa yerçekimi teorisi olmazdı..
    Newton’un yaşadığı dönemdeki adamlara bak..
    Malumatfuruşluğunu göstermek için konuyu dağıtıyorsun. En temel ahlâkı taşımıyorsun; kendi çamurunda güreşmek için yapıyorsun bu gösterileri.
    Bak sen de kavrayışsızlığını, yöntemsizliğini gizlemek için bilgi gösterisi yapanlardansın;
    Guy Debord’un andığı gibi; sen de buradaki en hevesli gösteri yapıcı! Bağlamından kopuk, sallanıveren kitap adları;ihtiyaç duyulmayan çeviri saçmalıkları.
    Kendine ait cümlelerini yalnızca hakaret-aşağılama sözlerinde görüyorum ve bunlarda bile kavrayışa ait temel sorunlarını görüyorum..

  1208. 1196 Bilim Bilmeyen Bilim Alimi
    Daha doğrusu :
    1. Bilim = saç kurutma makinesi,
    2. İslam = Erdoğan,
    3. Diyalektik = Olan Olacaktı,
    4. Bana karşı aşağılık duygusunun kudurtuğu bilgiç heveslisi.
    a) Dirac Ne Dedi?, Alim ne anladı ?
    Veya ünlü özdeyiş: “Öğretmen bir şey söyler, öğrenci başka şey anlar.”
    “The usual argument given for determinism is that the relation between cause and effect is ‘law-like’: one event causes another only if there is a law connecting them. And laws have no exceptions. In which case, given the sum of true scientific laws, and a complete description of the universe at any onetime, a complete description of the universe at any other time may be deduced. Hence the way the world is at any future time is fully determined by the way the world is now.”

    “A very old-fashioned view of science is supposed in that account.”
    ÇEVİRİ
    “Determinizmin klasik argümanı nedenle sonuç arasındaki ilişkinin “yasa gibi” olması: bir olay diğer bir olaya ancak aralarında bağ kuran bir yasa varsa yol açar. Ve yasalar dışına çıkılamaz. Bu durumda tüm doğru bilimsel yasalar artı belli bir anda evrenin tüm verileri veya hali biliniyorsa; evrenin daha sonraki seçtiğimiz bir anında ne durumda olacağı bilinebilir. Dolayısıyla gelecekteki dünya şimdiki dünya tarafından tamamıyla belirlenir.sı tek”

    “Bunda demode olmuş bir bilim anlayışı yatar. ”
    Not: Nasıl oluyor da salt bana karşı hislerinden dolayı bu kadar çocuğumsu bilim bilgileriyle 1196 hala horoz gibi ötüyor, anlamadım.
    2
    Bu alıntı da muhafazakar ve Thatcher’i destekleyen bir filozofdan.
    “Even if we did not have before us the reality of the Nazi and Communist experiments, we have those works of fiction by Orwell, Huxley and Koestler, which warn us what the world must inevitably become, when humanity is surrendered to science. To see human beings as objects is not to see them as they are, but to change what they are, by erasing the appearance through which they relate to one another as persons. It is to create a new kind of creature, a depersonalized human being, in which subject and object drift apart,the first into a world of helpless dreams, the second to destruction. ”
    ÇEVİRİ
    Nazi ve Komünist gerçeklerini yaşamasaydık bile elimizde Orwell, Huxley ve Koestler’in, eğer bilim önünde diz çökersek dünyanın kaçınılmaz olarak neye benzeyeceğini uyartıcı kurgusal eserleri var. İnsanı nesne olarak görmek, insanı olduğu gibi görmekten kaçar. İnsanın özünü değiştirmek ister. Birbirlerini kişi olarak görmede ve ilişki kurmadaki aracı olan görünüşlerini siler. Özneyle nesne ayrılıp iki akışa kapılırlar. Özne çaresiz , aciz rüyalar dünyasına; nesne imha edilme dünyasına sürüklenir. Böylece yeni bir mahluk, kişisiz bir insan yaratılır.
    Not: Tabii bu sitedeki atatürkçü – anarşist-özellikle işlerini ailelerini, çocuklarını, geleceklerini, maaşlarını, emekliliklerini düşünen ve kendi b*kları içinde debelenen hızlı anarşistler- marksist- leninist, özgürcü sosyalist, oğluyla iyi kalpli arkadaşlarının dizginleri ele almasının bekleyen bilim ve diyalektik alimi ve tüm İLERİCİ yaşlanmayan yaşlılar ve yaşlanan gençler hariç. Bu İLRİCİLİER Erdoğan ile birlikte geleceği ayni imanla korkusuz kucaklarlar.
    Not: muhafazakar birini Thatcher Erdoğan’a benzediği için seçtim.
    Not: sözüm ona Bolşevik komünizmini benimsemeyen, oğluyla arkadaşlarını daha iyi başaracağını ileri süren enayi hala Sovyetlerin var oldukları sürede kapitalistlere kıyasla sonsuz daha çok kendisi gibi teknolojiyi Allah yerine koyduklarını bilmez. Sovyetler’de teknolojiye karşı olmak bu uzun kulaklı dört ayaklının dediği gibi imkansızdı, günahlar günahıydı.Zaten ben bu hödüğün bana karşı atasözleri yazması dışında ne bildiğini daha henüz biliyor değilim.

  1209. 1207
    Aferin1207
    Aferin gözüme girmeye çalışımışsın ama bilgilerin çok klasik ve çok hatan var.
    Belki Zhuangzi bunu en güzel anlatır: “Ayinler değişmiş, zavallı bilmiyor!”
    Son 50-60 yıl yapılan araştırmalar ve buluşlardan tamamıyla habersizsin. Zaten o yüzden cahilliğinin farkında değilsin.
    Her halükarda, eskiden kabızdın veya kara keçini taklit ediyordu: tek tek ve sıka sıka çıkıyordu. Şimdi isal gibi akmış: Newton, Simya, Kopernik, Brahe, Kepler, Galile. Aferin be!
    Ama dev ve omuza binmede yine karıştırmışsın. Sonradan görenlerde ve çaylaklarda sık sık rastlanan bir boşluk.
    Sana tavsiyem bu klasik salon konuşmalarında sana benzer sonradan görme Türk aşağılık duygusu içinde merdiven üstündekileri övmenize devam et.
    gözüme girmeye çalışmışsın ama bilgilerin çok klasik ve çok hatan var.
    Belki Zhuangzi bunu en güzel anlatır: “Ayinler değişmiş, zavallı bilmiyor!”
    Son 50-60 yıl yapılan araştırmalar ve buluşlardan tamamıyla habersizsin. Zaten o yüzden cahilliğinin farkında değilsin.
    Her halükarda, eskiden kabızdın veya kara keçini taklit ediyordu: tek tek ve sıka sıka çıkıyordu. Şimdi isal gibi akmış: Newton, Simya, Kopernik, Brahe, Kepler, Galile. Aferin be!
    Ama dev ve omuza binmede yine karıştırmışsın. Sonradan görenlerde ve çaylaklarda sık sık rastlanan bir boşluk.
    Sana tavsiyem bu klasik salon konuşmalarında sana benzer sonradan görme Türk aşağılık duygusu içinde merdiven üstündekileri övmenize devam et.

  1210. A question for pipsqueak

    Who is John Galt?

  1211. 1208, 1209
    Konu dışına çıkıyorsun. Gösteri yapıyorsun.
    Newton’un sırtına bindiği devler kim ve bu sözü neden söyledi?
    *
    Konu dışına çıkmadan yaz.. Bu konuyu bağlarsak, şu son 500 yıllık arap-islam sefaleti tespitinden sonra daha yürünecek uzun bir yolumuz olacak…

  1212. Sayın Atatürk-Marks-Lenin Hayırsız Torunları.
    Sayın kavramları benimseyip, isimleri silen torunlar.
    Sayın Uluslararası şirketlerin propagandasına inanıp Teknolojinin kurtarıcı Hızır sananlar.
    Sayın laik Teknoloji-Allah’a tapanlar
    Sayın suçu kapitalde değil kapitalizmde bulan ve Lenin gibi eski-yeni soytarılık yapanlar.
    Sayın iyi kalpli oğluyla arkadaşlarının kapitali ele geçirip dünyayı güllük gülistanlık yapacağına, sorunu AHLAK’LA çözmeye inanan laik imam-rahip-hacı-hoca “materyalist” ahmaklar.
    Sayın yeni/eski yalanlar ve inananlar, başta MATERYALİST Özgürcü Sosyalist Cahil, ve sitenin hemen hemen tümü.
    Sayın son 50-60 yıl içindeki araştırmaların geliştirdiği eleştirilerden habersiz, 17-19 yüzyıl masallarıyla avunan devrimci falan filanlar.
    Milyonlarca örnekten sadece iki tane.
    1. 1900 – 2005 arası nüfus 4 misli arttı; inşaat malzemeleri için gerekli maddelerin çıkarması 34 misli, metal ve endüstriyel maden çıkarması 27 misli, yakıt fosillerin çıkarılması 12 misli arttı. Ama asıl insana en fazla yaralı olan temel biokütle, özellikle yiyecek sadece 3,6 misli arttı.
    2. Sadece geleceğin kurtarıcısı olarak yutturulan İLETİŞİMDE kullanılan metaller: ender bulunan germanyum, alüminyum, kurşun, çinko, nikel, kalay, gümüş, demir, platin, paladyum, cıva, kobalt, antimoni, arsenik, baryum, berilyum, kadmiyum, krom, hafniyum, indiyum, …
    Not: Umut dolu yeni teknoloji hapını yutanlara uyarı! Yeni teknoloji umut hapını yutturanlara göre PARLAK GELECEK, PARLAK İLERİ materyalsiz gerçekleşecek. Sanırım devrimci laik imamların dualarıyla olacak. Veya derde deva DİYALEKTİK’LE.

  1213. Pipsqueak’den Merdiven Teorisine bir Katkı
    Kendi kurdukları, durmaksızın basamak atlamaya çalışan Bolluk-Merdiven’indeki çevik anarşist-marksist-özgürcü sosyalist-faşistleri gören Allah bu hep daha fazla isteyen çevik maymunlardan bıkar. Hepsini toplar, istedikleri ıvır zıvırı dağıtıp vırvırlarından, uykusunu kaçıran gürültülerinden ister kurtulmak.
    Merdiven’in en üstünde, en zeki, en çalışkan, en kurnaz, Mavi Gözlü Sarışın uzmanlardan bu dağıtma işinde akıl danışır.
    Tabii en çok ıvır zıvır Mavi Gözlü Sarışın yüce ırka gider, diğerleri de tarihte ıvır zıvır üretmedeki katkıları oranında paylarını alırlar.
    O zaman, bu zaman, bilim-teknik-ekonomi-kapitalle kafayı bozmuş Merdiven’de tırmanan çevik maymunlar, bu hem kendi basamaklarındakilerini hem diğer basamaklardakileri yiyip dururlar.
    Not: Bu Merdiven tırmananlar, Elealı Zenon’un (MÖ 490 – MÖ 430) Akhilleus’la kaplumbağa yarışını bile duymamışlar. Ne de “eğer sonsuzu anlamak istiyorsan insan enayiliği düşün'”, diyen bir yazarı.
    Aradan bir zaman geçer, bir gün iki şair gelir. Belki biri Merdiven’in en altlarındaki basamaklardan İranlı şair Hafız, diğeri bolluğa tapanların çeviklerin erişmek istedikleri taptığı en üstünden ve Hafız’ı taklit etmek isteyen Goethe.
    Şairler: Acız
    Allah: Dağıttığımda siz burada değilmiydiniz?
    Şairler: Buradaydık.
    Allah: Peki, neden bir şey almadınız?
    Şairler: Senin güzelliğine daldık, unuttuk.
    Şairler ilkellere benzerler.
    Dünyanın en büyük sanat galerisi 25-35 bin yıl önce yapılmış.
    Zavallı terapi amacıyla kendi sefilliklerini ilkeller ve ıvır zıvıra önem vermeyen insanlara yansıtan TEKNOLOJİ’YE tapanlar.

  1214. Pipsqueak’den bir çeviri.
    Sayın ciddi solcu devrimci falan filanlara: bu, özgürcü değil özgür bir serserinin özgürce çevirisi.

    Serseri Türküsü

    Anam Anam, Canım Anam
    İlerici- kapitalist- devrimci-solcu,
    Marksist- Anarşist Vaaz çok sıkıcı,
    Ama meyhane sağlıklı & hoş & iç acıcı,
    Üstelik bilirim sevmediklerini aylakları.

    Ama Vaaz yerine biraz şarap verseler,
    Ücret köleliğine tapmaktan vazgeçseler,
    İlerde Mutluluk vaazlerini es geçseler,
    Bütün gün türkü söyler göbek atarız,
    Vaaz yerinden asla kaçmayız.

    Belki Vaaz Şefleri de içer & oynar & türkü söyler,
    İlkbahar kuşları gibi mutlu oluruz hep beraber,
    Her Vaaz’de hazır nazır fırsatçı yobaz,
    Vazgeçer enayi yandaş, papağan mürit aramaktan,
    Karşı-devrimcilere dayak atmaktan
    Küçük burjuvalara çamur atmaktan.

    Allah da mutlu bir baba gibi,
    Görünce çocuklarının neşesini,
    Affeder bu laik sahte peygamberleri,
    Eder onları da bizim gibi serseri.

  1215. 1211 (pipsqueak’den)
    Senin Araplar ve İslam hakkında söylediklerin ırkçılık ve faşistlik ve konu da sadece ve sadece bu. Bir Atatürk fırlamasından aşağılığının nedenlerine bahane arayan zavallı bir ezik insan.
    Sen son 50-60 yıl çalışmalar hakkında, ve özellikle ilkeller hakkında utanılacak kadar cahilsin. Atatürk gibi Avrupa k*ını yalayıp duruyorsun.
    Avrupa’nın bilim-tekniğe uyanışı ve temellerin atılışı 1000-1200 yılları arasında olur. Newton 17. yüzyılda yani siz k*ç yalayanların Büyük Patlama (Big Bang’iyle) ortaya çıkan ve sizlere çok benzeyen benzeyen kuru kafa. Biraz kapitalizmle modern bilim arasındaki sıkı bağları okursan belki, belki, belki beynin beni anlamaya başlar.
    Sen tarihte olanları anlatmakla aşağılık duygularını karıştırıp çorba etmişsin. Şimdi tüm dünyaya yayılmış, sizlerin hücrelerinize işlemiş burjuvalık vır vırı edip duruyorsun. Sen bilgi değil terapi aramışsın.

  1216. 1212-1215
    kusmuşsun yine..
    mevzuyu dağıtmışsın.
    gösteriye devam ediyorsun..
    ben “polemik” olarak aşağılama cümlelerimi yinelemeden yazmaya çalışıyorum; sen aynen “kopyala yapıştır” ile yineliyorsun.
    *
    teknolojiden ne kadar tutam koyacağız hayatımıza?
    ve arap islam meselesi..
    Sanırım dürüst olmayı denesen hayatın daha kolay olacak..
    *
    şu 1000-1200 yılları meselesine gelince.. Kurtarmaz!
    Biraz daha çık!
    sen bu çok dilli cahilliğinle kimi hödükleri ikna edebilirsin ama.. böyle somut konuştukça batacaksın..
    potpuriye devam et..
    Hodgson’un arap islam düşünürlerini görelim..
    Newton’un devlerini..
    *
    sen züppesin; somut konuşamazsın…
    analitik zekan yok.. ezberci, aktarmacı.. gösterişçi..
    bu hakaret cümlelerinin sığlığından, kurgusundan, sıradanlığından belli..
    öfkendeki ucuzluktan.. sindirilmiş bilgi tam da senin karşıt karakterini yapar…
    senin adına üzgünüm..

  1217. 1210 (Pipsqueak’den)
    “Who is John Galt?”
    He is the hustler who founded TZM (Turgid Zealous Mountebank) and succeeded in gathering opportunist suckers from all over the world.
    Turkish opportunist suckers in this site talk about them with utmost reverence. They have Turkish local branch called TZM (Türk Zamane-adamları Materyalistler).
    These wheeler dealers try to reach downtrodden, illiterate people with their publications. A sort of new and improved Bolshevism. A sort of pimps who peddle hope for the hopeless and job training for the young, dynamic, forward looking hustlers&suckers all over the world. They promise a bright future and a bright future is always for the young. Needless to say that the bright future is always in the future.

  1218. 1216
    Tüm insanlık tarihini sadece ve sadece modern-bilim teknoloji kıstasıyla Merdiven’e yerleştiren senin gibi faşist, ırkçı bir Atatürk’ün hayırsız evladına saygım olmadığını ve senin gibilerin insanlığın yüz karası olduğunu defalarca söyledim.
    Geriye kalan akademik konular. Senden ve benden çok daha bilgili olanlar arasında bile ayni senin gibi 17. yüz yılı evrenin başlangıcı sanan ırkçı, faşistler çok oldu. KONU BU, SEN IRKÇI ve FAŞİSTSİN.
    Sen “HAKİKAT” aramışsın. O kadar safsın ki sadece ve sadece modern bilim-teknikte bir ilerleme hakikati kanıtlanabileceğinden bile habersizsin. Sanat, müzik, şiir, felsefe ve benzeri konularda, bilhassa bilimsel olmadıkları için, ilerlemeyi ancak senin gibi çirkin ruhlu ve sonradan görmüşler görür.
    Not: Sen 17. yüz yılı evrenin başlangıcı olarak alınmasından “başka bir şey kalmadı” zorunluluğu olduğunu görmeyecek kadar kör olmuşsun. Çok, çok, cahilsin.
    Not: Bu sitede tarafsız biri benim sayfalar tutan yazılarımla senin bana karşı aşağılık duygularından kaynaklanan KISA AMA ÖZ soytarılıklarını görürdü. Bu siteye Diyojen lazım.

  1219. 1218..
    yazdım ya,
    senin kavrayış sığlığın somut konuştukça ortaya çıkıyor..
    sanat, felsefe, müzik ve şiir… insanın bilimsel kavrayışı ile anılan alanlardaki “yükselme” farklı değil..
    zavallı; müzik ile modernizasyon arasındaki uyuma bak.
    resimde, romanda..
    *
    ortaya iddia atıp sonra yanıt veremeyince böyle çamurlaşan çok adam var.
    Hodgson’u oku! diyen sendin; Arap-İslam kültürünün son 500 yıllık hiçliği iddiasına karşı sığındığın “gölge”!
    Kuşkusuz senin hayatın bu; anlamadığın, bağlantı kuramadığın bilgilerin altında ezilirken, Doğu’lu eziklere çok dilli kavrayışsızlığını gizleyen züppece gösteriler..
    Hadi oradan!
    “Irkçı, Faşist”
    ben ne olmadığımı biliyorum.. Sen ise ne olduğundan habersizsin! En temel, evrensel; senin o ilkellerinin bile taşıdığı “primitif” ahlâki değerleri taşımayansın..
    Yoksa bu tartışma bu çirkin üsluba sürüklenmezdi. İnsanları ezmeye çalışan; üzerlerinde tahakküm kurma arzusu taşıyan, olur olmaz aşağılayarak kendini üste çıkarma gayreti gösterenin karakteri FAŞİSTİK’tir. Aynaya bak; o yüzde bu insanı göreceksin.
    Irkçılığa gelince. Teknoloji üretemeyerek sömürgeleşmiş, köleleşmiş yığınlara senin gibi güzelleme yapanlar, emperyalist zihniyetin en sevgili adamları olsa gerek. Irkçılığı besleyen bu kafa, ne de kolay kullanıyor bu sözcüğü.
    Senin o bizde cahilliği savunan rektör yardımcısı, profesörden farkın yok. Ne iyi anlaşırdınız onunla! Senin zihniyetin de o selefî islamcılar gibi çalışıyor.
    Ne saygısı; tiksinirim bu sefil zihniyetten!

  1220. Pipsqueak’den ORİJİNAL bir katkı.
    Rüzgâr gücü veya enerjisine inanan enayilere bir uyarı.
    Not: Kapitalsiz kapitalizmi, kapitalsiz teknolojiyi yutan sıfatsız anarşistler ve iyi kalpli ahlakı bozulmamış oğlu ve arkadaşlarının işi ele almasıyla dünyanın güllük gülistanlık olacağını yutan, bu sitede dolup taşan İLERİCİ Atatürk-Lenin torunları için bu bir uyarı geçerli değil. Onlar çoktan uyanmışlar veya “suç kapitalizmde” uykusunda gezerler.
    Bu değirmenler 120-200 metre yükseklikte ve her biri için 1300 metrekare, buna alt yapı eklenirse 8 000 metrekare alan gerekir. Üstelik tehlikeli oldukları için kırlara kurulmakta. Bu şimdiye kadar doğa veya tarım yapılan yerleri harap ederler ve evcilleştirirler.
    Örneğin Portekiz’de tayların kusurlu doğmalarına, Tayvan’da rüzgâr tarlası yakında sayısız keçiler uykusuzluktan ölürler, yarasaların ve benzeri şekilde bir tür kartalların kanatlara çarparak yok olması, …
    Yakınlarda yaşayan insanlar için de gürültünün sağlığa zararları tespit edilir.
    Her eskiyenin yerine yapılacak taban (3 katlı bir bina temelinde kullanılacak) 400 metre küp beton gerektirir.
    Meksika ve Girit gibi bazı ülkelerde bu rüzgâr tarlalarını kurmak için yasal veya yasa dışı metotlarla topraklar ele geçirilir.
    Ekolojik ve sosyal zararlı ham maddeler de Çin ve Güney Asya’dan tedarik edilir.
    Bu sitedeki bilim-teknik enayilerin yuttuğu propaganda: Eğer yenilenebilir enerjiyse, çevreyi kirletmez!
    Not: Hatırlatmak ta fayda var. Bu sorunların kaynağı bilim-tekniğin kötü ellerde oluşu. Çaresiz enayilerin dinsel ilahileri.
    Maksimum verim %24. Rüzgâr olmayanca tekrar kömür, gaz, nükleer ve hidrolik güç veya enerjiye dönülür.
    Bu sitedeki sayısız burjuvalara, insanı orijinallik, yaratıcılık, keşifçilik, yenicilik ve benzeri %100 burjuva değerleriyle ölçen Merdiven dininin müritlerine not: Kitaba el basarım bu bilgiler benim KENDİM, bu rüzgâr tarlalarına, Portekiz’e, Tayvan’a ve hatta Meksika ve Girit’e giderek KENDİM araştırmalarım, KENDİM röportajlarım, KENDİM analizlerim ve KENDİM bulduğum sonuçlar ESERİ.
    Not: Bu sitedeki Türkler boynuzlu kocaya benzerler. Hakikati en son onlar öğrenir.

  1221. Yeni Laik Din-Allah Müritlerine (Pipsqueak’den)
    Not: Bolluk enayiliğine HAYIR diyenler vardı.
    Not: Önce Atatürk, sonra Lenin, şimdi de Erdoğan’ın uyuttuğu teknolojiye tapan bu sitedikilerin entellektüel sefilliği.
    Not: Bu, hala 17. yüz yılda yaşayan, son 50-60 yıldır yapılan araştırma ve bulgulardan tamamen habersiz cahillere bir uyarı.
    Not: Tabii, söylemeye bile gerek yok ama cahillere hatırlatmada yarar var. Laik Din-Allah = PARA. 17. yüz yılda (akademik olma özentisi içinde olanların havlamalarını duyuyorum bile) doğan bu Allah’ın gücü o zamana kadar var olmuş Allahların hepsinin birlikteki gücünü sonsuz aşar. Bu nedenden dilenciler bu yeni Allah’a gece gündüz taparlar. Bu güç öyle olur olmaz, bazen şöyle bazen böyle, hatta bazen şüphe götürür bir güç değil. Dünyanın en salak insanı bile artık bunu biliyor. Özellikle çalımından geçilmez meslek eğitimi ve birkaç tamamen klasik safsatalar öğrenmişler arasında.
    X VE AYDINLIK ÇAĞI
    X hayatı boyunca meşruluğunun kaynağı kabul edilmiş kanılara olan mevcut düzen ve sabit inançları sorguladı. X’e göre, insan, dünyada kendine öz ve kişisel yolunu bulmalıydı.
    X’in duası: “Allah bizi / Tek bir Görüş ve Newton’un uykusundan korusun!”
    X’in Newton tasarımında bilim adamı kendi çıplak bedeninin güzelliğinden tamamıyla bihaber, mercan kaplı kaya üstüne oturmakta. Kendini tek meşgul eden (kuru) kafasından fışkıran kâğıt üzerindeki geometrik şekilleri ölçmek, X’in Allah’ının yaratmasının gülünç bir taklidi. X için Bacon, Locke, Newton modern bilimin kurucuları değil, Ateizm ve Şeytan ilkelerinin hocaları.
    Not: Bu sitede sayısız yaratıcı, orijinal, yenilikçi, otantik falan filan burjuvalardan özür dilerim. Bu defa çok ayıp bir şey yaptım. Diğer ve sonsuz değerli bir insanın laflarını aktardım.
    Not: X’in adını pis ağızlara düşmesin diye bilerek yazmadım.

  1222. 1219
    En azından sadece şu alıntı senin ne kadar çirkin ruhlu ırkçı ve faşist olduğunu fazlasıyla kanıtlar.
    “Irkçılığa gelince. Teknoloji üretemeyerek sömürgeleşmiş, köleleşmiş yığınlara senin gibi güzelleme yapanlar, emperyalist zihniyetin en sevgili adamları olsa gerek. Irkçılığı besleyen bu kafa, ne de kolay kullanıyor bu sözcüğü.”
    Bu Sosyal Darwinizm’in kendisi. Bu paragrafını defalarca oku, okut. Çok ama çok cahilsin, benim bile söylediklerimi anlamıyorsun. Senin bu yukarıda söylediğini aynı toplumda zengin-fakir veya güçlü-güçsüz sınıflar arasında düşün, ne kadar nefret edilecek bir faşist ve tiksindirici bir kişi, çirkin bir hilkat garibesi olduğunu görürsün.
    Hatta Hodgson konusunda da cahilliğinin sonu yok. Bir medeniyete ciddi ve saygılı bir şekilde ele alan bir tarih kitabını çirkefliğe çevirdin. Bu sitede benden başka senin bu her şeyi bıktırıcı ve ahlaksız insanlar merdivenine koymanı, tiksindirici ruhunu gören tek bir kişi yok. Bu gerçekten korkutucu bir sosyal fenomen. Bir birinizin klonusunuz. Atatürk- Erdoğan sadece seni değil hepinizin ucube etmişler.
    Müslümanlar ilerlemelerinin durmasının nedenini barbar Türklerin İslam’a egemenliğinde bulur, Türklerin mavi gözlü sarışın olmasını isteyen AtıTürk de size İslam’dan nefret etmeyi aşılamış.
    Ben küçükken sizin gibilere, “yiyin birbirinizi köpekler!”, derdik.
    İslam hiç değilse senin değer verdiğin gelişmede bir katkıda bulunmuş. Türkler hiçbir b*k yememişler. Utanıp sesini keseceğine vır vır edip duruyorsun.
    Benim sen ve sana benzerler hiç ama hiç saygım yok. Hem cahilliğin hem yobazlığın sonsuz. Sen ölçülebilir niceliklerle ölçülmesi olanaksız veya öznel, olan nitelikler arasındaki farkı bile bilmiyorsun. Şu merdiven seni çılgına çevirmiş. Cahilliğini saklamak için bir araç olmuş.
    Sadece sonsuz cahil değil, sonsuz yobazsın.

  1223. Sayın (pipsqueak) 1217'ye

    Sayın “pipsqueak” 1217,

    Vah vah vah!

    Size “George Orwell” gibileri defalarca cevap verdi; ama suratınızın kızaracağı samimiyet nerede?!

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    Tarihin görüp görebileceği en zehirli beyinlerden biri olan “Ayn Rand”ın yanına bile yaklaşmaya niyetli olmadığınızdan, Rand’ın yarattığı “John Galt” gibi canavar bir karakteri, bir çözüm önerileri oluşumu olan “The Zeitgeist Movement (TZM)” ile denk tutarak; ne büyük önyargı (prejudice) beslediğinizin farkında olmayacak kadar nefret dolusunuz!

    Yazık! Üzülüyoruz size!

    Defalarca tavsiye ettik; yaklaşmak için bir adım bile atmadınız:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]

    Antropolog “Ralph Linton”:
    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns…We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”

    Siz, sayın “pipsqueak”, sadece ama sadece “coordinator” gibi bir kelimeye; ne amaçla kullanıldığını okumadığınız hâliyle anlamadığınız, sonuçta önyargıyla yaklaştığınız için, “TZM”nin sunduğu çözüm önerilerine kapıyı kapatıyorsunuz!

    Ve en kahredicilerinden biri:

    [A sort of new and improved Bolshevism.] gibi bir ifade içinde [Bolshevism] gibi şirret bir kelimeyi kullanarak; “TZM”yi hiç araştırmadığınızı, okumadığınızı, izlemediğinizi, anlamadığınızı ispatlamış oldunuz!

    “TZM”nin; 19. yüzyılda bile işe yarayıp-yaramadığı belli olmayan “komünist!” ideallerle uzak/yakın teması OLMADIĞINI bilmeyecek kadar nefret dolusunuz! Çünkü “TZM”nin ne anlattığını hiç okumamışsınız, öğrenmeye yanaşmamışsınız! Hâlâ ama hâlâ Elias Canetti’nin muazzam eseri (1935) “Körleşme”yi (Almanca: “Die Blendung” / Fransızca: “Auto-da-Fé” / İngilizce: “The Blinding”) okumamış, bu kitapla Canetti’nin sizi (daha 1935’de!) anlattığını görememişsiniz! Yazık! Üzülüyoruz size!

    Eğer bir nebze utanma duygusu kalmışsa içinizde; yukarıdaki referans videoları izler, her videonun sonundaki kaynakları tahlil eder, ve “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”da neler söylendiğini öğrenirsiniz!

    Göreceksiniz, “TZM”de, “Günther Anders” başta olmak üzere; sizin bizlere önerdiğiniz kişi ve eserlerin ırmakları da mevcut!

    Ama nerede sizde o sabır!…

  1224. 1219
    Irkçı, faşist, kraldan çok kralcı olan zavallı ezik insan demek için bin şahit isteyen 1219
    1
    En derin ABD tarihi kitaplarından biri olan “Kızıl derili Nefreti ve İmparatorluk Kurma Metafiziği” kitabı Nathaniel Hawthorne’dan (1837) aşağıdaki bir alıntıyla başlar.
    Jollity and gloom
    were contending for an empire.
    Neşeyle gam dünyaya egemen olmaya yarıştılar.
    2
    Toprağı hissediyor musun? Öldürülen Kızılderilileri mezarlarından çıkarmak, sanki hala cesetlerinde izleri kalmış hakikiliklerini bile çalmak isteğin …
    Amerikan Şair William Carlos Williams
    Ne biri ne de öteki senin bu artık çekilmez, bıktırıcı, sonsuz cahil, alçak, rezil, utanmaz teknoloji fetişizmden oluşan merdivenden söz ederler. Sen Atatürk-Marks’dan bu yana k*çlarını yaladıklarınızla aynı olmak isteyenlerdensin. K*çlarını yaladıklarınızdan olanlar benim gibi ilkelleri överler, sen ilkellerden nefret edersin. Tanıdığın bir psikiyatriste sor, sana bunun yorumunu yapsın. Sen hastasın. Hastalığın aşağılık kompleksi.

  1225. 1223
    Bu yazdıklarınız bile sizin ne kadar tecrübesiz enayiler olduğunuzu fazlasıyla kanıtlar. Sizler TZM gibi dolandırıcıları tanımayacak kadar çaylaksınız. Aynı şekilde Linton’un söylediği çok eski bir formülün salaklara umut verici versiyonunu yutmuşunuz.
    Sahtekarlar enayi avcılığını yapmayı çok iyi bilirler. Bu dolandırıcıların taklidini yapan Devrimcilere El Kitabını unuttunuz galiba. Sosyal medya ve televizyonun beyinde yaptığı hasarları da.
    Size tek yakışan uslu uslu çalışıp ücret köleliğinize devam etmek. Zaten güzel bir bahaneniz var: bu köleliği aileniz, çocuklarınız, sağlık sigortanız, emekliliğiniz, falan filan için yapıyorsunuz. Bari zevkini alın. Üstelik günah çıkarma terapisini de bulmuşsunuz: Sefillere acımak, sıfatsız anarşit olmak.

  1226. 1220..
    mevzudan anladığın bu kadar..
    bre şey! .. biz ne diyoruz.. Bilim ve Teknoloji üretimi kâr için değil, toplumsal, insanî yararlılığı ve tabiat “homeostazisini” gözeterek gerçekleştirilmeli…. Bu demektir ki belki bugün kullanılan enerjinin üçte ikisi gereksiz! Savaş endüstirisi, kişisel taşıma araçları, salak tüketim ürünleri, gösteriş giysileri… aptal oyuncaklar; Bu rüzgar tribünleri de bu “bilimsel” verilere göre yeniden düzenlenebilir..
    sen tam da o dinciler gibisin; moderniteye moderniteden edindiğin silahlarla saldıran şizofrenik bilinç…
    ****
    1221
    bir şey anlamadım! İyi misin?
    ***
    1222
    ” “Irkçılığa gelince. Teknoloji üretemeyerek sömürgeleşmiş, köleleşmiş yığınlara senin gibi güzelleme yapanlar, emperyalist zihniyetin en sevgili adamları olsa gerek. Irkçılığı besleyen bu kafa, ne de kolay kullanıyor bu sözcüğü.”
    Senden de bu beklenir. Sosyal Darwinizm, pratikte gerçekleşen bir alçaklıksa, bu alçaklığın “panzehirini” görmezden gelen, bu faşist sömürünün idamesini besleyen zihniyet de bu alçaklığın suç ortağıdır.
    *
    Sen ne utanmaz bir adamsın. Türk diyerek süregen bir aşağılama yaparak beni ve kim bilir nicelerini ırkçılıkla suçlayacak kadar ırkçı söylemlerde bulunuyorsun. Bre cahil; tam da o Türkler, o arap-islamcı kültüre onların bıraktığı yerden ortaçağ değerlerine göre bir “organizasyon” yapmışlar.. Ne oldu; Hodgson’u unutuverdin…
    Ne İslam’a ne de sana düşmanım; senin gibi mezarlar üzerinde tepinen “kavrayışsız-yöntemsiz” bir insan olduğumu sanmıyorum… “Sezar’ın hakkını Sezar’a” vermeye çalışıyorum..
    “anlamak, gideni ve kalmakta olanı…”
    bunu tartışıyorum..
    ah, zavallı; senin derdin bambaşka galiba…
    1224
    ben kızılderilileri hep sevdim!
    sen anlamazsın, neden sevdim!
    Elbette seninle aynı sebeplerden olamaz bu!
    *************
    Not..
    1. Hodgson’un yazdığı, son 500 yıl içinde gerçekleşmiş Arap İslam kültürüne ait “olumlu” sayılabilecek paragraflarını bekliyorum.
    2. Newton’un omuzlarına oturduğu Arap-İslam “devlerinin” adlarını istiyorum..
    **
    Palavracı!

  1227. “Zayıf-Güçsüz” Şeytan Yamağına…
    —————-
    Mundrukucu’larca yürütülen kelle avcılığı…

    Saldırganlığıyla korku salan bu kabile, düşmanların kellerini uçurma gibi ürkütücü bir adetle isteklerini zorla kabul ettirirlerdi. Ancak bu işe girişen savaşçı ağır bir yük altına girerdi; kelle uçurmayla birlikte üç yıla kadar sürebilen bir tören sürerdi. ( Bu ülkenin Güney Doğusunda sürdürülen kelle-avcılığı ile Mundrukucuların’ki karşılaştırılsın.) kelle uçurmayla birlikte ona biçim verme hazırlığı hemen başlardı. Erkeklerin köye dönmesinden çok önce, beyin çıkarılır ve dişler sökülüp bir yere konulurdu. Ardından kelle yarı yarıya pişecek şekilde haşlanıp, kurutulur … Başarılı kelle avcısı kutsal konuma sahip heybetli bir kahraman sayılırdı. Karısıyla ya da başka bir kadınla cinsel ilişkiyi de kapsamak üzere günlük uğraşlardan uzak kalması gerekirdi. .. Gününün büyük bölümünü erkekler evindeki bir hamakta geçirerek, çok az konuşur ve ancak ciddi konularda söze girerdi. Yemek yiyeceği zaman sofraya karısıyla birlikte, ama sırt sırta otururdu. … Av’ın yıldönümünde başka bir etraflı törenle deri kafatasından sıyrılırdı; bir yıl sonra dişler ipe dizilir ve son bir kutlama vesilesi olarak kahramanın evindeki bir sepete asılırdı. Üç yıl geçtiğinde, kahraman normal hayat akışına dönerdi…”
    *
    Sen İsviçre’de çok dilli, çok şaşkın; kibirli adam.. Kitaplarının gölgesinde yaşayan; beş vakit onların karşısında secde eden… Selefi ve skolastik zihin…

    Bu ülkede Güney Doğu’daki kelle avcılığından haberin var mı? Değil üç yıl, üç saniye “ben bu cinayeti neden işledim” diye düşünmesine gerek olmadan kahraman ilan edilenleri…
    sonra
    bu kelle avcısı üniformalıların “inlerine” girip masum insanları öldüren “kahramanların” taziyesine giden “barışçı” Kürtleri anlayabilir misin?
    “Ne mutlu” ki, buradayım ve bu çakma Mundrukucu’ları tanıyorum…
    *
    Günümüz katliamcılarına bakıldığında Mundrukucu’ların kelle avcılığına saygı duyulması gerektiği tartışılmaz; ama yazık ki, dünya senin zihninde kurguladığın değerlere göre yargılanamaz…

    Ama biliyorum ki, bu Mundrukucu kelle avcılığı günümüz kelle avcılığını da besleyen bir kültür! Ve onları da aşağılayarak “yol almak” zorunda olduğumuz düşünüyorum… “Kelle avcılığı” kefareti ödenerek de olsa kahramanlık sayılmasın!
    ************
    Senin dünyana bir kedicik bile kendi dilinden başka ses çıkaramadığı için giremez; farkındayım. Bu dünyada son 2 bin yıldır yeni bir şey söylenmemiş olsa da senin okuduğun, yazdığın dillerde ifade edilmiyorsa değersiz addedilir; biliyorum. Bu yüzden sana acıyorum.
    Sonunda toprak olacak bu kibri anlamakta hep zorlandım, acıdım; şimdi sende görüyorum; tiksiniyorum.
    Bu tiksinti ile yazıyorum; bu keskin duygu.. yazmama yol açıyor. Umursamayarak, yazmamayı yeğlerdim ki, bu umursanmama tepkisi ile yanıtsız kalmayı tercih etmen daha akıllıca olurdu… Ama o hastalıklı kibrin ancak aşağılanarak can bulabilir; ve ancak düşmanlarla yaşayacak bir hayat seçmişsin kendine; yalnız, kendini ayakta tutacak bir fikrî bütünlük içinde sürebilecek bir yaşama seçeneğin yok…
    ***
    bu yazıdaki emek, senin palavracı, gösterişçi bilgi kumkumalığına kanacak hödüklerin gözünü açmak içindi; sen, zerre çabaya değmeyecek, kayıp bir tarihsin.. bence..

  1228. Sayın “1225”,

    [Bu yazdıklarınız bile sizin ne kadar tecrübesiz enayiler olduğunuzu fazlasıyla kanıtlar. Sizler TZM gibi dolandırıcıları tanımayacak kadar çaylaksınız. Aynı şekilde Linton’un söylediği çok eski bir formülün salaklara umut verici versiyonunu yutmuşunuz.
    Sahtekarlar enayi avcılığını yapmayı çok iyi bilirler. Bu dolandırıcıların taklidini yapan Devrimcilere El Kitabını unuttunuz galiba. Sosyal medya ve televizyonun beyinde yaptığı hasarları da.
    Size tek yakışan uslu uslu çalışıp ücret köleliğinize devam etmek. Zaten güzel bir bahaneniz var: bu köleliği aileniz, çocuklarınız, sağlık sigortanız, emekliliğiniz, falan filan için yapıyorsunuz. Bari zevkini alın. Üstelik günah çıkarma terapisini de bulmuşsunuz: Sefillere acımak, sıfatsız anarşit olmak.]

    Vah vah vah!

    Ne yaptık biz?!

    Onca yıl kandırılmışız da haberimiz mi yokmuş?!

    Vah vah vah!

    Nasıl kurtulacağız bu cendereden?!

    Suratınız hiç mi kızarmaz sizin sayın “1225” ?!

    Bu kadar mı kayboldunuz Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı eserindeki karakter olan “(Sinolog) Doktor Peter Kien” içinde; aranızda hiç fark yok!

    Howard Zinn’in gönderdiği uyarı işaretini hiç mi idrak etmezsiniz?!

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1229. Sn Zileli, bir yazar olarak bir yazıda her sözcüğün ne kadar önemli olduğunu biliyorsunuz. Ben elimden geldiği kadar kısalttım. Sanırım 8 sayfa daha önce kabullenmişti. Ümit ederim bu da kabullenir.
    Pipsqueak’den Dilenci Ruhlu 1226 & 1227’ye
    Beyniniz çok fena yıkanmış. Bu tarihinizden bir yaprak.
    İlk önce sonradan görmüşler olarak tanınan burjuvalar Batı’da mantar gibi türediler. Ardından dünyanın tümü burjuva oldu. Sizler sonradan görmüşlerin sonradan görmüşlerisiniz. Size artık daha çok orta sınıf, sıradanlar, yalnızlar yığını deniliyor. İlk burjuvalar sizleri görünce kendilerini görüp tiksindiler. Kalite yoksunluğunuz onları intihara sürükledi. Ama intihar edene kadar onları yakından tanıyıp adiliklerini görenlerin bıraktıkları eleştiri hazinesinin alevini taşıyan nitelikte sizleri ışık yılları aşan gerçek insanlar yetişti. Sizler eski burjuvanın göz kamaştırıcı ıvır zıvır bolluğunu öven kalitesiz Batı’nın soytarı ve yaltakçı yazarlarıyla beslenmişsiniz. Son 50-60 yıl yücelerin araştırmalarıyla alevi canlı tutan eleştirilerin sizde zerresi yok.
    İntiharın nedenine örnekler:
    İnsanları salt ıvır zıvır üretmeyle kıyaslayan 1226 faşist-ırkçı, herkesi kendi kurduğu merdiven basamaklarına koyar. Okumadığı yüce ruhlu bir tarihçiyi kendisi gibi adi sanıp, Müslümanları 1226 merdivenin hangi basamağa koyduğunu sorar. Merdiven kendi merdiveni, ve bundaki saçmalığı görmez.
    İlkelleri sevmenin orta sınıflar arasında yaygın moda, egzotiklik düşkünlüğü olduğundan da habersiz. Konuyu televizyon seyircileri gibi anlamış: zamanımızın en yaygın ve salgın hastalığı: “sevdim/sevmedim”.
    Batı ve İslam iki direk üzerine kurulu: Yunan doğa felsefesi ve Yahudi ruhaniliği. Bu bilgiç bunu da bile bilmez.
    Bu bilgiç İslam Devletlerin müslüman olmak isteyenleri daha az vergi verecekleri için reddettiklerini de bilmez. Yani bu çaylak, müslümanların da kendinin taptığı gibi PARANIN ASIL şey olduğunu bildiklerinden habersiz.
    Bu bilgiç kara cahil çaylak ay takvimini kullanan, bayramların değişen mevsimlere rastlayan İslam’ın kendi taptığı laiklik dini gibi TİCARET dini olduğunu da bilmez.
    Tek bildiği: İntihar edene kadar Stalinci G. Childe’din ırkçı merdiveniyle kültür = kazma kürekle bulunan ıvır zıvır; yabancı dil bilmediğinden körü körüne inandığı Girard’ın uydurduğu keçi masalları. 1226 da Girard gibi yaratıcı, uydurduklarını orijinallik aynasında kendi kendine anlatır ve ufak bir aidat karşılığı bu sitede yayınlar. Girard’ın masalı Freud’un masalına benzer, tüm yalanlamalara rağmen inekler gevişini getirip dururlar. Veya Marks’ın salt 19. yüzyılda geçerli masalını politika ticaretine çevirip Dünyanın En Büyük Devrimin yapan Lenin gibi. Tabii en önemlisi Ulu Şef’in 1226’yı pompalamaları, sırtını okşamaları.
    Bu herif çeke çeke çü*nü kopardığı oğluyla her şeyi düzeltecek. Bunlar mini rüzgâr değirmeni keşfetmişler. Kanatlarını os*r*klarıyla çevirdikleri değirmen çevreye zararsız ENERJİ üretimi yapacakmış. Avrupa, ABD, ve doğa zenginliklerini görece yeni keşfeden Çin, Hindistan, Brezil gibilere öğreteceklermiş. Bu ülkelerdeki halkların os*uk sarfiyatını enerji üretimine çevirip ıvır zıvır üretim ve tüketimini yeni bir canlılık kazandıracaklarmış. Bu herifle oğlunun os*ru*ları sonsuz güçlü. Oğluyla beraber denizleri, okyanusları, nehirleri, gölleri, yeraltı sularını, toprakta biriken kimyasal zehirleri, nükleer artıkları, havadaki kirlikleri os*ruk-üfürük gücüyle (zaten bu herif baştan beri falcılık, üfürükçülük gibi batıl inanışları bilimsel sanır ) uzaya uzaklaştıracaklarmış. Bu arada bu yellemeleri ısınan küreyi de soğutacakmış. Dünyayı pis kokuya salmamak için de kokusuz os*ruk yapma hapları yutacaklarmış. Tabii evrensel yasa olan b*k mutlaka çıkacak, her sivri kelleden çıkan orijinal teknolojik yenilikten sonra b*ku çıkacak yasasına karşı gelinmez. Ama merak etmeyin, bu herif her zorluğu büyü asası DİYALEKTİKLE çözer.
    Benim korkum mutlaka çıkması gereken b*kun çıktığında bu os*ruk-üfürüklere rastlaması.
    Şimdiden pislik temizlemede veya sonsuz şapşallığın varlığını ispat etmede Nobel ödülünü kazanan “ilk iki Türk” görüyorum ve gözlerim sevinç yaşlarıyla doluyor.
    En iyimser tahminler bile 50 yıldan söz ederler, en büyük astrofizikçiler bile başka hiçbir yerde yaşam olmadığını savunurlar. Bu konuya dalmak bile istemiyorum çünkü bu site çok dindar “kapitalizm efendim, kapitalizm” ilahisini şakırdatan zır delilerle dolu.
    Ve bu çaylak “diyalektik”, “materyalizm”, bilimsel” laflarıyla kendinin iflah olmaz idealizm çığırtkanı olduğunu bile görmez.
    Bu Nuh öncesi mucize ucube mahlûk 1226, materyalist olduğunu iddia eder ve teknolojinin nötr olduğuna inanır! Dünyada düzenin dalkavukları ve düalistler (ikiciler) hariç buna inanan bir hödük bulmak imkânsız. Düalistler hiç değilse benimsedikleri felsefenin kaçınılmaz bir sonucu olduğu için buna inanırlar. Bu herifse bilimselliği batıl inanışa çevirdiği için bu inanca sarılmış. Bilim hakkında bilgisi utandıracak kadar az ama durmadan bilimsellik horozluğu yapar. Bu salaklığı ancak ve ancak bana karşı ezikliği ve Şef’inin pompalamasıyla anlaşılabilir. İnsan ancak bu kadar alçalır.
    1226’nın bana karşı ezikliği o kadar aşırı ki, diyalektik sakızını ağzından çıkarmaz ama benim “HAYIR”, lafımı anlamaz. Negatif diyalektiği bile duymamış bir koyu fanatik cahil. Ulu Şef zavallı 1226’yı pompalıya pompalıya saçmalık musluğuna çevirmiş. Aralarındaki ilişkide bir sır var. Ulu Şef’in çaylakları sömürmede ustalığı mı?
    Sayın bilimsel 1226 bari oku adam ol! http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/7810846.stm
    Okumasını bilmiyorsan, tut bir dil bileni bunları okuyup yüzüne yağmur yağdırsın. Belki çeviriyi birkaç lira için Şef’in yapar. Maşallah İngilizcesi ve Türkçesi şahane. O da bilmediği dillerden çeviri yapmada Nobel kazanma yolunda.
    Bence salt 1226 + 1227 beyinlerindeki boşluktaki hava bir delik açılıp dışa çıkarılsa şu an henüz kurulmuş yel değirmenlerin kanatlarını gelecek bin yıl her gün 24 saat çevirmeye yeter.
    Diğer ırkçı 1227, Kürt olmakla geçinmek peşinde. Milliyetçiliğin kendisi gibi enayiyle Öcü-Olan dolandırıcıları kardeş ettiğinden habersiz. Bilgiyi okunan kitaplardaki çizikler sanan bu 1227 kuru kelleye kötü bir haberim var: Sayın Kürt efendi 1227, şu an ilkellerde ve diğer ezilmiş halklarda yaygın sulhseverliliğin nedeni apaçık: artık aralarında savaşçı kalmamış! Sen “politically correct ” = “uslu orta sınıf iyi aile çocuğu konuşması”, yapayım derken kara cahilliğini sergilemişsin, sapıtmışsın.
    Sana bir ev ödevi.
    Senin k*çlarını yaladığın Avrupalıların Yeni Dünya’dan gönderdikleri ilk raporları oku. Hobbes, Montaigne, LasCasas ve Rousseau’yu oku. Ama 1226 gibi benden sayfa numaraları sorma! Çeviri yapmaya zamanım yok.
    Hobbes ilhamını Devlet’siz insanların devamlı savaş içinde olduğu haberlerinden aldı ve Hobbes’a göre Devlet bu savaşlara son verilmesi için kurulmuş bir canavar. Sen git bu sulhseverlik masallarını senin gibi cahil ve Hint-Avrupa dil konuştukları için 1226’un ünlü ırkçı merdiveninde kendileri kadar cahil Türklerden daha üstün yere yerleştiren cahil Kürt milliyetçi dostlarına anlat. Sen ya iyice orta sınıf süt çocuğusun veya Kürt olmanın avantajlarını kullanıp süt ve bal diyarlarına kapak atma fırsatını kaçırmışsın.
    Kelle avcılığı senin “politically correct ” yaltakçılığının güzel bir örneği. Osmanlıların dağıldığı sırada çocuk olan annem Arap kabilelerin Kürt köylerine saldırıp kestikleri kelleri etrafta gezdirdiklerini çok iyi hatırlardı. Annem Arap, babam Kürt ve ben milliyetçilikten günahım kadar nefret ederim. Çocukluğumun büyük bir kısmı Urfa, Hilvan, Siverek ve Diyarbakır’da geçti. Tabii sen ve 1227 gibi cahil solcular, milliyetçiliğin solcuların yarattığı bir kavram olduğunu bile bilmezsiniz. Yerine sizin gibi kibar solcular “kültür”, “dil”, “müzik”, “dans”, “örf ve adetler”, “gelenekler”, “giysiler” , “yerel yiyecekler” gibi laflar yerleştirip seyahat acenta reklamcılığı yaparlar. Senin beynini Mundruku kelle avcılarından daha da radikal gaddarlıklar örnekleriyle doldurmak isterim ama binlerce sayfa tutar. Birkaç örnekle yetineceğim.
    Bitkiler güneş ışınlarından fotonları gaddarca koparıp elektronlarını zıplatıp fotosentez yapar ve başarılarını bin bir türlü şekilde sergilerler. Size benzer koyunlar dişleriyle bitkileri parçalar aynı sizler gibi fiyaka satarak bitkilere karşı zalimliklerini çiğneyerek gösterirler. Kurtlar koyunları parçalarlar ve gaddarlık eseri parçaları utanmadan ağızlarında sergileyerek yavrularına taşırlar. Kartallar da kurtları parçalarlar. Hatta 1226 ırkçı faşiste ilham olan dünya pisliklerinin doğadan ve insan doğasından geldiği propagandasını sen ve 1226 gibi ırkçı faşistlerin kulaklarına fısıldayanlar ilhamlarını yukarıda verdiğim örneklerden alırlar.
    Sen,n taptığın Avrupalılar son 400 yıl salt Munduruku gibileri karşı savaşlarda ortalama günde 350 kişi öldürdüler.
    Sen de diğer ırkçı faşist kara cahil gibi aynı verilerden değişik sonuçlar çıkabileceğini bilmiyorsun.
    Senin barışçı Kürtler masalı sadece “politically correct” = dostlar arasında hoşa gidilecek biçimde konuşma örneği. Bir kelimeyle, YALTAKÇILIK! Dostlar alış-verişte görsün!
    Ben 15-20 yıl önce o zamanlar buradaki bütün Kürtlerin ilahlaştırdığı Öcü-Olan’a karşı konuştuğumdan dolayı senin barışsever Kürtler beni 9. kattan atmaya kalkıştılar. Sanırım b*k aynı b*k, sadece sinekler değişmiş.
    Bence senin 17. yüz yıl inanışlarının fanatikliğinle dünyayı asıl viraneye çevirenlerin k*ını yalamaktan başka bir şey bilmiyorsun. Seni koyun gibi güdenler, benim gibilere karşı gardiyan köpek olarak kullanıyorlar ve Mundruku’lardan sonsuz daha gaddarlar.
    Ama her ikiniz de bilgi gösterisiyle gözüme girmeye çalışıyorsunuz. Sizler bu bilgi konusunu aşırı ciddiye almışınız, tekrar ve tekrar ettiğim Eskimo sözü “bizi sorularıyla işkence ediyorlar!” lafını ne anlamışsınız ne de hatırlıyorsunuz.
    Not: İşkence edenler Eskimoları çalışan bilim adamları.
    Cahillik sadece ve sadece Medeniyet’de anlamı olan bir kavram. Aynı fakirliğin de sadece ve sadece Medeniyet’de anlamı olduğu bir kavram oluşu gibi.
    Siz sıradanları yaşadığınız yavan hayat biçimlerini eleştirenlere tepkilerine göre kabaca ikiye ayırabiliriz. Eğer dürüstlerse eleştirileri ciddiye bile almazlar. Solculuk-devrimcilik havaları atanlar eleştiricilere parti sloganları olan yaftalar takarlar. Ama her ikisi de iyi yaşamak için yaşamaktan vazgeçmişler. Ücret köleliğiyle kazandıkları para denilen bir kodoş aracılığıyla tüm isteklerini ele geçirirler. Allah ve dinleri olan bu kodoşa daha kibar bir isim vermişler: laiklik.
    LAİKLİK= DİN-ALLAH’INIZ = PARA= KODOŞ
    Her yerde bu yeni dinin müritlerinde tarihte görülmemiş bir fanatiklik görülür. Sizlerin fanatikliğiniz IŞİD ve dünyada hayli yaygın benzerlerini ışık yıllar aşar.
    Basit bir misal verirsek, en yakın benzeri pazar ekonomisi. Ve dolayısıyla liberalizm, demokrasi, özgür ticaret, bırak yapsınlar gibi safsata fanatiklik. Bu var olmayan şeyler inananlar inanmayanlara fanatik derler.
    Çok daha üstü kapalı, görmesi zor ince örnek: Zamanımıza ve kapitale asıl egemen olan TEKNİK fanatikliği. Ama bu sizi fazlasıyla aşar.
    Sizler dünya düzenini elinde tutan koyu fanatiklerin, aynı IŞİD gibi, aynada yansısısınız.
    Eski ve geleneksel dinlere saldırdığınızda, bu yeni dininizin etkinlilik açısında bütün eski dinlerin toplamına kıyasla sonsuz daha verimli olduğunu bilmeniz sizde belki hapı yutmuş enayi olduğunuz çağrışımı yapmıyor mu? Alık alık sırıtarak haklı olduğunuza inancın huzuru ve savunması fanatikliği, asıl kemik dağıtanı bulmuş olmanızdan geldiği kuşkusu yaratmıyor mu? Yeni dinin vaat ettiği kemikleri gerçekten üretip dağıtması sizleri şüphelendirmiyor mu?
    Her neyse. Irkçı faşist sizler ve yüce ruhlu şairler.
    Sizler:
    Her ikiniz de yerde sürünen ve yerlerde sürünenlerle aynı tarafta olmayla günah çıkartan, terapi yapan tiksindirici ruhlu burjuva solucanlarsınız. Değerleriniz burjuva, beyniniz burjuva, eğitiminiz burjuva, fiyakanız burjuva, taptığınız Allah burjuva Allah’ı, eğitiminiz burjuva, istekleriniz burjuva, …
    Bunlar da Batı’da sizlerin intihar eden atalarınızı yakından tanıyan asil ruhlu şairler:
    Şair 1:
    Yüce ruhlularda tek inanç bile kalmamış,
    Çirkin ruhlular yoğun hırsla dolmuş.
    Şair 2:
    Burada ne oturulur,
    Ne ayakta durulur,
    Ne de uzanılır.
    Dağlarda bile sessizlik yok,
    Sadece yağmursuz gök gürültüsü.
    Şair 3: İşte size sizin taptığınız, gece gündüz beyninize aşılanan düşünce sistemine HAYIR diyen gerçek insan.
    Şair ve AYDINLIK:
    Şair hayatı boyunca yerleşmiş düzen ve inanışların kaynağı olan ön yargıları eleştirdi. Kişinin dünyada kendi yolunu kendinin bulmasını savundu.
    Şair’in duası: “Allah bizi bir tek görüşten ve Newton’un uykusuna dalmaktan korusun!”
    Newton’u içeren eserinde sizlere benzeyen ruhu kurumuş Newton kendi çıplak vücudunun ve mercan kayaların güzelliğinden bihaber. Tek düşüncesi beyninden fışkıranlarla kâğıt üzerindeki geometrik şekilleri ölçmek. Newton’a göre Allah Evren’i pergel cetvelle yaratmış: Şair’in Allah’ının yaratışının bir iğrenç ucubesi, bir parodisi. Şair’e göre Bacon, Locke ve Newton modern bilimin kurucuları değil, Ateizm ve Şeytan’ın ilkelerinin hocaları.
    Aman Newton’um! Aman Öcü-Olanım, yoksa bu şair bir Müslüman mı? Bir kelle avcısı IŞİD’ci mi? Bir Munduruku mu?
    Aşağılık duygusu içinde büyümüş siz ikiniz ne zaman acaba bu kı*larını yalamaktan bıkmadığınız bu hocaların ağzınıza aktardıklarının pis tadını hissedeceksiniz?
    Tek ve Tek Din-Allah’ınız = KODOŞ=PARA dışında bir tanrı olamayacağı inancınızın her dinde hemen göze çarpan bir özellik olduğunu bilmeyecek kadar beyniniz yıkanmış. Biz 70lerde attığımız “Hitler öldü, yaşasın Hitler!” sloganımızla sizler gibi kemik peşinde koşanları daha ince ve bilimsel tekniklerle peşine takanları çoktan tanıdık. Irkçı ve faşist olduğunuzu görmem için Hitler’e gerek yok.
    Alman yazarlar Hitler’den sonra yazdıklarının Hitler zamanındaki gibi anlaşıldığının farkına varıp çok daha özenle yazmaya başladılar.
    Siz de benim her dediğimi kendi ırkçı ve faşist eleğinden geçirip anlıyorsunuz.
    Her ikiniz de temeli 17. yüz yılda atılan ve şimdi tüm dünyaya egemen fanatik Tek ve Tek görüşün adi ve sıradan çığırtkanlarısınız.
    Sizin cahilliğinize sınır yok. İslam teknolojide İlerleme trenini kaçırdı başka, teknolojik İlerleme’ye karşı başka. Çılgınlığınız içinde veya daha doğrusu bana karşı ezikliğiniz içinde Erdoğan’ın ve sayısız Müslüman ülkelerin bilim-tekniği sizden daha çok benimsediğini bile inkâr edecek kadar şaşırmışsınız. Zavallıları aldatma diliyle gerçeği ayırt edemiyorsunuz. Bu aldatma konusunda hayli tecrübesi olan Ulu Şef size yardımcı olabilir. Dünyanın tümü burjuva olmuş, sizler klonlarınız olan Müslümanların hislerini sömürenlere saldırıp içinizi rahatlatıyorsunuz. Cahilliğiniz aynı Avrupa cahilleri gibi sonsuz. Sadece dünya din coğrafyası haritasına baksanız bu salaklığınızı anlamaya başlarsınız. İnsanlar belli bir dine doğarlar. Üstelik (sayı açısından) büyük dinler artık sizler gibi burjuva mirasçıları “tekno-crotte”lar elinde TEKNİK boyunduruğu altına girdiler. Sizler partinizin şefine yaltakçılık, kendinize terapi yapıyorsunuz. Aslında sizin Tek sorun Erdoğan’ın kendi köpeklerine daha çok kemik atması.
    Not: Müslümanların klonları olduğunuzla ilgili bir anekdot. Burada ilk defa İslamcılarla tanıştığımda onların bilgiye daha saygılı olduğunu bir idama mahkûm edilmiş devrimci-solcu bir arkadaşa överek anlattım. Arkadaş,”Aman dikkat et, bizi bir saatte affederler seni asla!”, dedi. Siz benim okuduklarımı anlamıyorsunuz, yamakçılığınızı yaptığınız parti Ulu Şefleriniz sizi koyu cahil fanatik etmiş. Her iki din de ilk defa Hindistan’a girdiğinde, Hindistanlıların tepkisi: “Bunlar aşırı fanatik!”. 17. yüz yıl kırıntılarıyla geçinen pis ruhunuzu aynada görüyor musunuz?
    Ama bir evren kadar derin bazı düşüncelerinize katılıyorum: IŞİD insanları dualarıyla öldürüyor; İran petrolü imamların dualarıyla çıkarıyor ve nükleer silahları da öyle elde etmiş; Pakistan da nükleer silahları dualarla yapmış; kuantum fiziğinde Nobel kazanan Pakistanlı Abdus Salam’a bildikleri bir dua esnasında Allah’dan inmiş. Müslümanlar bilgiye okumakla değil duayla erişirler. Müslümanlar asla yazıyı ve okumayı fetişleştirmedi, “Kitap”ı olmayanları kılıçtan geçirmediler. Ku’ran sözcüğünün İslam’ın dili Arapça “oku” sözcüğünden türediği de yalan. Bunlar hep gavur yalanı. Veya benim uydurmalarım.
    Not: Lütfen bu sitede bilgili ve henüz çılgınlaşmamış biri varsa düşünsün. Medeniyet beşiği adı verilen Orta Doğu’da son çıkıştan önce defalarca çıkarak Medeniyet trenine atlayan Samilerin son çıkış olan İslam’la o coğrafyada birikmiş bilgi mirasını elde ettiğini bilmek için dahi olmak gerekmez
    Kâğıt üzerindeki çizikler anlamayan bu salaklar yerine biraz düşünen herhangi bir insan bunu bulur çıkarır. 1226&1227 bilimsel beyin yıkama tekniklerinin sonsuz etkili olduğunu kanıtlayan iki örnek.
    Bu sitede dolup taşan çok cahil olanlar için bir not: İslam’ın yazıyı fetişleştirmesi bile salt kendi başına bilgi birikiminde son derece etkili olan aracıyı, silahı, sezip kutsallaştırmaları, bilgiye ne kadar gözlerinde büyüttüklerini ve önem verdiklerini gösterir. İslam düşmanlığıyla körleşmiş ve aşırı salaklaşmışların yerine benim gibi medeniyet düşmanın bunları hatırlatması, bu sitenin kalitesinin ne kadar düşük olduğunu kanıtlar.
    Aslında sizin derdinizi bilmek pek zor değil. Avrupa ve ABD orta sınıfları kadar b*k dolmuşunuz ama bol paranıza uygun alt yapı ve politik düzen daha henüz yok.
    Bunu bana yıllarca önce sizlerden çok daha bilgili kişileri barındıran Birikim dergisi, dolaylı da olsa, söylemişti. Ve hatta sizlerin bu çılgınca sarıldığınız Avrupalı olma sevdasına karşı bir yazı yazmamı Avrupa ve ABD bataklığını kendinde çok daha iyi bildiğim için sayınlar sayını Ulu Şef’iniz G. Zileli benden istemişti. Sanırım yeni ve daha iyi bir anarşistlik ahlakı bulmuş. Kedi, köpek, kadın konularında bülbül kesiliyor. Sizlere sesini çıkarmaktan korkuyor. Tabii biliyorum, çok, çok, çok daha önemli işlerle, örneğin kitap satmayla uğraştığı için veya politika ticaretinin içinde büyüdüğü için şimdi sesini sizlere karşı yükseltme cesaretinde bulunamıyor. Bukalemun gibi renk ve kılıf değiştirdiğinden, nabızlara göre şerbet dağıtma eski huyu.
    Not: Benim arkadaşımın yazdığı bir kitabı “özgür” üniversitede okutmak için ısmarlama geldiğinde, bembeyaz oldu, bana “ne yapıyım?”, diye sordu. Kitabın özü üniversiteleri karşı. Bu herif “özgür” üniversiteyle konuşmasını iftiharla yayınlamış. Sizi boşuna pompalamıyor! Özü ticaret! Burjuvalık öyle hafife alınacak bir şey değil!
    Her neyse doğrusu ben Birikim cevabını tiksindirici ama yerinde ve haklı bulmuştum. Sizinle olan sorunum sizin onlar gibi boş ve tiksindirici olmanızdan kaynaklanmıyor. Siz dilenci değil başka şeyler olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Bilgiçlik numaraları yapıyorsunuz. Kendinizi çok sıkıyorsunuz.
    Siz IŞİD’in klonlarısınız. İnançlarınız çirkin, düşünceleriniz çirkin, yaşamınız çirkin, savunduğunuz fikirler ve canavarlık çirkin, istekleriniz çirkin, amacınız çirkin, hırsınız çirkin, … sonsuz çirkinsiniz. Sizler kendi dini inancınızdaki fanatikliğinizde IŞİD’i ışık yolu aşmışsınız. Sizler kadar körü körüne inanan fanatiklik imkânsız. Zaten tarihte modern insan kadar inancı sizler gibi sağlam temele oturmuşa, sizler gibi katı dincilere, fanatiklere rastlanmaz. Allah’ınız sizler gibi alçak bir varlık: PARA. Onun karşısında hiçbir engel dayanamaz. Eski tanrılarda ve dinlerde her zaman bir müphemlik, bir kuşku, bir ambivalens (hem tanrı iyi, hem de şeytan yartamış misali), günah kavramındaki muğlâklık ve benzeri kültürden kültüre değişen belirsizlik zenginliği vardı. Sizlerin dininde zerre kadar şüphe götürecek bir müphemlik yok. O yüzden horoz gibi ötüyorsunuz. Allah’ınız PARA, her kapıyı açan evrensel or*s*u!
    Not: Bu müphemliği dile getiren bir şairden alıntı:
    Hayatım boyu sonsuz bir tutkuyla Allah’ı aradım,
    Buldum.
    Peki sonra?
    Sizleri dolandırıcı olduğunuz çok belli. Hali vakti yerinde olduğunuz da. Aksi halde kendi sefilliğinizi görüp buna özel bir hız kazandıran 17. yüz yılını daha iyi anlamaya gayret ederdiniz. Biraz, çok az modern bilimin ne olduğunu anlamaya çalışırdınız. Biraz, çok az en son ve en modern dinin ne olduğunu araştırırdınız.
    Sonsuz küçük bir örnek:
    Eski baskılara karşı kazanılan zaferle gururlanmak kolay. Ama ya kazanılan zaferin bedeli daha da büyük baskılar altında yaşamaksa?
    Artık ne gece ne gündüz; ne sıcak ne soğuk kaldı. Yerine aşırı nüfus, medyaya mutlak esaret, tamamıyla amaçsız bir yaşam geldi. Bütün insanlar kendi egemenlikleri dışında araçlar ve amaçlara bağlı bir yaşam sürerler.
    Siz canlı-ölülersiniz!

  1230. Gülmek İçin (Pipsqueak’den)
    Bazılarına hiç okumadan her şeyi bilen yalancılar, medya hastaları, beyinleri nde lezyonlardolu, beyinleri medyadan toplayıp anlamadıkları ama kulağa hoş gelen saman dou.
    İşte çok güzel bir örnek:
    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”
    Bu enayiler aynı zamanda, “Onca yıl kandırılmışız da haberimiz mi yokmuş?!”, derler ve çelişkiyi görmezler.
    Kör olduğumu görmüyorsam körüm. Kör olduğumu görüyorsam, GÖRÜYORUM!
    Information can tell us everything. It has all the answers. But they are answers to questions we have not asked, and which doubtless don’t even arise.
    “The purpose of art : effective communication, nowadays, propaganda and advertisement.”
    H. Zinn,TZM’nin enayi toplama şarlatanı olduğunu görmeyenlerin düzenin beyin yıkama ve kalitesizler üretmede ne kadar becerikli olduğunu bildiği için yukarıdakileri yazdı.
    HİÇ OKUMUYORSUNUZ! YALAN SÖYLEMEKDEN DE UTANMIYORSUNUZ!
    Bu sitedeki gibi ücret köleliğine devam edin! Emekliğe hazırlanın! Çocuklarınızı, torunlarınızı düşünün! Size ancak bu yakışır!
    Büyüklerimiz bize yol göstermedi soytarılığı yapıyorsunuz ama gösterdiğim yolu tutmuyorsunuz.

  1231. ben de günlerce süren suskunluğunu, kendi iddialarını kanıtlaman için sorduğum soruların yanıtını aradığına yormuştum. Bulamamışsın.. Bu kez ne kadar bilgili ne çok okumuş adam olduğunun her zamanki gösterisine yönelmişsin.
    Demek bunları da biliyorsun ha! Aferin
    Senin tüm hayat hikayen orada. Şirretçe tartışan; hayatını verdiği ama anlamadığı hayatın hıncını başkalarından çıkartmaya çalışan. İftiracı; yalancı.
    Senin o kendine ait çıkartılarla oynaştığın çukuruna da inmem.
    Rahatlıyorsun değil mi; insanları cahillikle suçlamak için tek sebebin okurken anlamadığın dilleri konuşman. Bilirsin; belli bilgi alanları uzman çeviri gerektirir. Sen bu nedenle, okuduğunu sandığın anlamadığın kitaplar yüzünden bu halde olmalısın.
    Sık oluyor bu; o andığın bilgiler burada aşılmış halde. Kendi aynanın önünde çok zaman geçirdiğin için senin dışında olup-bitenlerden haberin de yok.
    Cahillik burada.. Çocuklar gibisin, keşfettiğin salakça haraketleri kimse yapamaz sanıyorsun..
    *
    Neyse.. bak palavracı. Sen iddia ettin..
    Bana Hodgson’un Arap-İslam tarihini önemseyen cümlelerini yaz. (Son 500 yıl için)
    Ve Newton’un omzuna oturduğu devleri..
    *
    Palavracısın; batıdan çalınan, bilgi ve adamlarla kotarılmış silah teknolojisini bile İslamcıların bilime önem verdiği olarak yorumluyorsun..
    bilimselliğin ne olduğundan haberin olmadığı belliydi; ..
    zavallı, iddianda haklı çıkmak için yapmayacağın şey yok..
    özür dile, yanıldım de, seni affedecek, bu konuyu kapatacağım…

  1232. Sayın (pipsqueak) 1230'a

    Sayın “pipsqueak” 1230,

    Vah vah vah!

    Vah ki ne vah!

    Howard Zinn’in; “The Zeitgeist Movement’a (TZM)” en yürekli desteği verenlerden biri olduğunu bilmeyecek kadar size gönderdiğimiz videoları dikkatle takip etmekten, okumaktan, araştırmaktan yoksunsunuz, çünkü; NEFRET DOLUSUNUZ!

    [Büyüklerimiz bize yol göstermedi soytarılığı yapıyorsunuz ama gösterdiğim yolu tutmuyorsunuz.]

    Siz ve sizin kuşağınızın ekseriyeti (o meşhur “1968”i milat kabul eder isek!) “68” ile beraber, dünyanın bambaşka bir çağa girdiği müjdesini vermeye hevesli iken;
    Bu hevesiniz niçin söndü?!
    Niçin “neoliberalism”e boyun eğdiniz?!
    Niçin Ronald Reagan’a, Margaret Thatcher’a, Turgut Özal’a boyun eğdiniz?!
    Niçin “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ların doğacağını bile bile “eylemlere” geçip kapitalizme karşı mücadele etmediniz?!
    Cevap: Konformistliğinizden olmasın sakın! Şimdi de gelmişsiniz sayın Gün Zileli’nin sitesine; Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı eserindeki karakter olan “(Sinolog) Doktor Peter Kien” ile ikiz olduğunuzu neredeyse bütün yazılarınızla ispatlıyorsunuz!

    “Ulrike Meinhof”dan hiç mi ders almadınız:
    “Üzgün olmaktansa; öfkeli olmayı yeğlerim!”

    Ama siz, sayın “pipsqueak”, siz: NEFRET DOLU OLMAYI TERCİH EDİYORSUNUZ!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1233. yarım kalmıştı..
    şimdi anlaşıldı, sen de o ezik doğulu Arap’sın demek. Aptal, yalan bir tarihle kandırılmış.. Modernizasyonun Künhüne vakıf olamayan bir kültürel yüzleşememenin ucubelerinden..
    Bu sebeple Türk ve Teknoloji düşmanısın. Türklerin ezdiği, bilim-teknolojinin sizin gibileri bu dünyaya yabancılaştırdığı ezik arap’çı! İddialarına kanıt bulamadıkça o malumatfuruşluğunu kusup duruyorsun.
    Zaten o kitapları okumuş-anlamış olsaydın sende bir vakar, bir “bilgelik” olurdu. O ezik doğulu ruhun o kitapları kim bilir nasıl okudu? Kimbilir o dilde okuyacağım züppeliği için neler kaçırmışsın.. bu ne çok belli..
    Cehalet bilmediğini bilmektir ki bu sana uyuyor.
    Kendini bilgili sanıyorsun; kitap adları savuruyorsun; ingilizce okuduğun için ne de çok şişiniyorsun. Ne zavallısın; moderniteden edindiğin çakar almaz silahlarla hayatını savunuyorsun…
    Bir aşağılık kompleksi içinde debeleniyorsun; bu aptal konu dışı hezeyanlar, sıradan küfürler, seni hiç rahatsız etmemiş insanlara ait aşağılamaların..
    Rezil bir hayatın olmalı… Bu kadar rezilleşmek kolay değil; başarıyorsun.. devam et.

  1234. 1232
    Bu adam nefret dolu. Evet…
    Çok açık. Yazdığı ödünsüz, felsefesine uygun, mücadeleye katkı vereceğine inandığı onca emek harcanmış kitaplarıyla evinin kirasını, iki öğün yemeğini, ısınmasını karşılamaya çalışan adama çıkışıyor; sen kitap pazarlıyorsun! Bu ne korkunç, canavarca bir nefret. Ne tiksinilecek karakter; insan şüpheleniyor; bu adamın yüreği sıvı çamur mu pompalar o beyine!
    *
    haketmediği saygıyı dileniyor, o şişinmeleri bu yüzden.
    Algı, belirli amaca yönelen bilinçle mümkün!

    Adamın belirli bir amacı da, bilinci de yok. Algısı da bozuluyor elbette. Kibrinden geberiyor. İngilizce, Fransızca ve Yunanca, Latince, Arapça, Farsça, İbranice bilen araştırmacılara da cahil demeye hazır bu zavallı. Örneğin Almanca bilmediği için ona Almanca’dan çevirisi gelen bir belge üzerinde konuşsa, oradan haykıracak. “Cahil.Almanca bilmiyorsun! ”
    Bu hastalığın adını biliyorum!

  1235. Pipsqueak’den Solcu, Devrimci, Marksist, Leninist, Anarşist, Sosyal Medya Anarşistleri, TZM Enayileri ve Bazı Bunların Yüzdelerini Birleştiren Orijinallik Heveslisi Soytarı Bilgiçlere Bir Uyarı
    Başkasına iyilik yapan titizlikle ve ayrıntılara özenle yapar. Sanat ve Bilgi ancak ve ancak dakik inceliklerden oluşur. Herkese Münasip Genel İyiliği alçak, iki yüzlü dalkavuklar savunur.

  1236. Küfürlü mesaj yayınlanmadı.
  1237. Pipsqueak’den Kafayı İslam ve Araplarla Oynatmış Sonsuz Bilgiç 1231’e Biraz Gülmek için Son Dakika Haberler:
    2009’da İslam
    JKAU: Med. Sci., Vol. 16 No. 2, pp: 77-90 (2009 A.D. / 1430 A.H.)
    DOI: 10.4197/Med. 16-2.7
    Effect of Camphor on Uterus Histology of Pregnant Rats
    Sabah A. Linjawi, PhD
    In a study conducted by Abdulaziz University in Saudi Arabia, pregnant lab rats that were given camphor experienced varied degrees of bleeding and significant structural changes in ther uterus.
    ÇEVİRİ
    Gerçi bu çeviri işi sıkıcı ama ne yapalım bu herif hayatını ücret köleliği yapmak ve emeklilik maaşıyla bankada para biriktirmeyele geçirmiş ve emekliliğinden sonra boyundan büyük işlere heves etmiş.
    Kamforun gebe fareler (1231 lağım faresi, çok sert ve çok ve çok biligiç, yüzdeli çok anarşit, çok gerçek çok Türk erkeği ama benzerlik de var) rahim histolojindeki etkileri.
    Arabistan Abdulaziz Üniversitesi laboratuar gebe farelerinde yapılan çalışmada kamforun kanama ve rahim yapı değişmelerine neden olduklarını tespit edildi.
    Not: Bu uzun kulaklı ve dört ayaklı, Hitlerin Almanları gibi öz ve öz, saf Türk kanı taşıyan bu burnunun ucundan ötesini görmeyen lağım faresi İran ve Pakistan ve diğer İslam ülkelerdeki bilimsel araştırmaları, yine üfürükçülük ve falcılıkla, son 500 yıl dışında sanır.
    Herifi bu kadar şaşkına çevirdiğim, zır deli ettiğim için çok mutluyum.

  1238. Sayın (pipsqueak) 1235'e

    Sayın “pipsqueak” 1235,

    [Sanat ve Bilgi ancak ve ancak dakik inceliklerden oluşur.]

    “Sanat”ı ne yok etti sayın “pipsqueak”?!

    [Dakik incelikleri] ne yok etti sayın “pipsqueak”?!

    Roman “endüstrisi”nin, müzik “endüstrisi”nin, resim “endüstrisi”nin, sinema “endüstrisi”nin ve hâttâ “medeniyet karşıtlığı endüstrisi”nin yeşermesine destek veren, bütün bunlardan yüksek yüksek kâr elde etmek için zemin hazırlayan “kapitalizm” değil miydi?! Bunu bilmeyecek kadar tecrübesiz misiniz sayın “pipsqueak”?!

    Bugün [dakik incelikler] sadece ama sadece bir romanın “nasıl daha çok satılacağı!” üzerine düşünülür; “romanda, ‘insan’ın özüne dokunan imgeler işlemek” için değil! Bundan haberiniz olmayacak kadar tecrübesiz misiniz sayın “pipsqueak”?! “Gösteri Toplumu (La Société du spectacle)” örneğini bu sayfada ısrarla hatırlatan siz değil miydiniz sayın “pipsqueak”?!

    Siz ve sizin kuşağınızın ekseriyeti (o meşhur “1968”i milat kabul eder isek!) “68” ile beraber, dünyanın bambaşka bir çağa girdiği müjdesini vermeye hevesli iken; niçin “sanat”ın da paramparça edilmesine boyun eğdiniz?!

    Kapitalizmin “sanatı” da sömürdüğünü siz, bizlerden, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-lar”dan daha net gözlemlemediniz mi?! Günther Anders’dan başlayın, Pierre Clastres’la sohbet edin, David Watson’da mola verin, sonra Guy Debord’a gelin; “sanat”ın bile kapitalizmin tahakkümü altında esnetildiğini daraltıldığını, hamur gibi şekil verildiğini iliklerinize kadar hissettiğiniz hâlde, niçin on-yıllardır köşenize, “kitaplarınız arasına!” çekildiniz, niçin “eylemlere” başlayıp kapitalizme karşı mücadele etmediniz?!

    İlk önce, beyniniz içinde dağ gibi büyüttüğünüz “nefret”i azaltmaya, özeleştiri yapmaya cesaret ediniz; sonra patron kıçı yalamak için sizin kuşağınız tarafından yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara ve bütün muhataplarınıza satirik metinlerinizi yazınız!

    Size kendinizi eleştirmeye başlamanız için Elias Canetti’nin “Körleşme” kitabını okumanızı defalarca tavsiye ettik; yanına bile yaklaşmadınız!

    Taaa 1935’de görmüş Canetti; sayın “pipsqueak” gibi şahısların beyninde büyüttüğü “nefret dağları”nı!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1239. Ben Pipsqueak ve Dünyayı Hayırseverlerle, Fabrikalarla doldurmaya çalışan Batı yaltakçılığı Atatürk benzerlerine zerre kadar saygım yok.
    Zavallı Bana Karşı Aşağılık Duygusu+Ulu Şef pompalamalırıyla Çılgınlaşmış1231, 1233, 1234
    Hele bilgiç 1231. Hala ağzına yakışmayan bir tarihçinin İslam’ı merdiven basamağına koyma peşinde. Herif saplanmış kalmış.
    Sayın 1231 son 500 yıl çok uzun, belli olmaz. Sen en iyisi son 5 saniyeye indir.
    En üstte Avrupa-ABD’nin oturduğu Merdiven’deki yerlerinden memnun olmayan Araplar suçu Türklerde bulur, Merdiven’deki yerlerinden memnun olmayan Türkler suçu Araplarda bulur.
    Yiyin birbirinizi adi kö*ekler!
    1232 papağanlar aynı şeyleri tekrarlayıp dururlar. İşerinden memnun olmamaları günümüz iş dünyası kıstaslarına göre bu sitede açıkça sergiledikleri geri zekalık olmalı. TZM şarlatanlığını bile çakmayacak kadar çaylaklar. Galiba işlerine kapağı babalarının torpiliyle kapak atmışlar. Bunları çaylaklığına sınır yok: neden H. Zinn (veya Canetti) ve benzeri yüz binlerce eleştirici düzeni değiştirmedi sorusu akıllarına bile gelmiyor. Tek amaçları diğer hödükler gibi doğruye suratlarına yağdırdığım için rahatsız olmaları.
    Ben dolandırıcılardan nefret ettiğimi saklamadım. İsa’yı sonsuz sevdiğim halde düşmanlarımın beyinlerini ezmeyi tercih ederim. Siz ucuz politika tüccarlarını kudurtmak, az da olsa, bir teselli oluyor.
    Not: Şimdi hafta içi bir iş buldum çalışıyorum. Ben sizler gibi ücret köleliği yapıp emeklilik toplamadım!

  1240. 1237.. tam cahilsin.. bu çalışma o denli sıradan ve değersiz ki…Hayvan deneyleri 1700’lerde yapılıyordu. Bu tür bir çalışmada sıradan bir asistanın, sıradan bir doktora tezi olur. Verdiğin örnek acınası cehaletinin kanıtıdır. Belliydi, sende bilimsellik denilen şey yok; bilim düşmanlığının da sebebi bu.
    Dedim ya somut oldukça batıyorsun.
    Bak sana somut rakamlar vereyim…
    “İsrail’de 1980-2000 arasında verilen patent sayısı 7652′yi bulurken, Arap ülkelerin toplamında bu sayı 367′de kaldı. Sadece 2008′de İsrailli mucitler 9591 yeni patent başvurusunda bulundu. Başvuru sayısı İran’da 50, Müslümanların çoğunlukta olduğu bütün ülkelerde ise toplam 5657′ydi.”
    Ya.. İşte böyle!
    *
    diğer gevezeliklerin aynı.
    Yine o iki sorunun yanıtı yok.. Bir kitap adı, bir iki yazar.. Salla.
    Arkasında duramayacağın şeyleri yazma..

  1241. kabul edilmedi.

  1242. kabul edilmedi.

  1243. Sayın (pipsqueak) 1239'a

    Sayın “pipsqueak” 1239,

    [TZM şarlatanlığını bile çakmayacak kadar çaylaklar.]

    Vah vah vah!

    Yukarıda, köşeli [] parantez içindeki ifadeyi yazan; sayın “pipsqueak” mi?!

    Vah vah vah!

    Onca yıl kandırılmışız da haberimiz mi yokmuş?!

    Vah vah vah!

    Nasıl kurtulacağız bu cendereden?!

    Suratınız hiç mi kızarmaz sizin sayın “pipsqueak”?!

    [Galiba işlerine kapağı babalarının torpiliyle kapak atmışlar.] Çok doğru, çok doğru! “Ebeveynlerimizin torpili!” ile patron kıçı yalamaya alıştırıldık; nihayet, yavaş da olsa, idrak etmeye başladınız!

    “İlkokul 2″den terkiz, ve “torpil!” ile İstanbul/Maslak’taki gökdelenlerde patron kıçı yalamak için helikopterle gönderildik! Şuurumuz; bebekliğimizden itibaren lime lime edildi! Kimler tarafından; kapitalizme köle olarak yetişmemiz için siz (ve kuşağınızın ekseriyeti) tarafından! Yani; “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ların doğmasında sizin de kabahatiniz var sayın “pipsqueak”!

    [İsa’yı sonsuz sevdiğim halde düşmanlarımın beyinlerini ezmeyi tercih ederim. Siz ucuz politika tüccarlarını kudurtmak, az da olsa, bir teselli oluyor.] Biraz daha dikkatli “Fyodor Dostoyevsky” okumalısınız! Çünkü Dostoyevsky, karakterleri aracılığı ile daima kendini konuşturdu ve şunu da söyledi: “Ben artık İsa ne derse onu yapacağım. Şu fani dünyada kurulmuş zahiri sistemler beni ilgilendirmiyor. Eğer İsa ‘zaman yoktur’, ‘saatler yoktur’ derse; inanmaya hazırım! Ben eski Dostoyevsky’yi gömdüm! Bundan böyle İsa benim yegâne ‘saviour’um!”

    “Ben hasta bir adamım… Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum.”

    &

    “Orada leş gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak güçlendirilmiş sıçancık yavaş yavaş kine; soğuk, zehirli, özenle sonu gelmez bir kine boğulur. Kinini kırk yıl en ince, en utanç verici ayrıntılarına dek anımsayacak; her anımsayışta kendinden daha bir yüz kızartıcı şeyler ekleyerek, bu uydurmalarıyla kendini yiyip bitirecektir. Bir yandan kuruntularından utanır; bir yandan da olanları anımsamaktan, yeni baştan kurcalamaktan, “olabilirdi” düşüncesiyle başka başka uydurmalar eklemekten kendini alamaz. Bağışlamak nedir bilmez. Belki öç almaya bile kalkışır, ama beceriksizce, miskin miskin, uzaktan uzağa, sinsice, ne öç almak hakkına, ne de başarısına inanmadan yapar bunu; öbür yandan öç almak istediği kimseden yüz kat fazla üzüleceğini, ötekinin kılının bile kıpırdamayacağını ta başta bilir. Ölüm döşeğinde bunları bir kez daha, bunca zaman birikmiş faizleriyle birlikte anımsayacak ve…Bakın işte, bu soğuk, iğrenç yarı umutsuzlukla, yarı inançla, kahrından kendini bilinçli olarak yeraltına kırk yıl diri diri gömmede; zorlamayla yaratılmış durumunun yine de kısmen içinden çıkılabilir olmasında; bütün o içe işleyen doyurulmamış isteklerinin özünde; kesin olarak verilen kararla bunun peşinden gelen pişmanlıklar çalkantısında yatmaktadır o garip acı hazzının özü.”

    (“Записки из подполья & Zapiski iz podpol’ya”, “Notes from Underground”, “Yeraltından Notlar”, 1864)

    [Bunları çaylaklığına sınır yok: neden H. Zinn (veya Canetti) ve benzeri yüz binlerce eleştirici düzeni değiştirmedi sorusu akıllarına bile gelmiyor. Tek amaçları diğer hödükler gibi doğruye suratlarına yağdırdığım için rahatsız olmaları.]

    Elias Canetti ömrü boyunca “otokrasiye karşı” mücadele etti; konformistleşmedi! Yalan atmayınız sayın “pipsqueak”!

    Howard Zinn; 1940’ların sonundan beri, sırtına “devlet copu” ve “şirketokrasi copu” yiye yiye hafif kambur oldu! Sadece “kitapları arasında kaybolarak!” ömrünü tamamlamadı! Daima “ceberut devlet”e ve “kapitalizm”e karşı mücadele etti! Howard Zinn’in; ömrünün son demlerinde, “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” konferanslarına ve proje oluşturma süreçlerine onlarca kez katıldığından haberiniz var mı?! Howard Zinn’le kaç kez yüzyüze fikir alışverişinde bulunduğumuzdan haberiniz var mı?! Haberiniz olamaz sayın “pipsqueak”! Çünkü siz “nefret” ile yoğrulmuş bir kişi izlenimi veriyorsunuz!

    [Not: Şimdi hafta içi bir iş buldum çalışıyorum. Ben sizler gibi ücret köleliği yapıp emeklilik toplamadım!] Bu cümleleri yazan şahsın “pipsqueak” olduğunu bilmesek, derdik ki; “Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in külliyatından hiç haberi yok!” Ama gelin görün, ey ahali; bu cümleleri yazan sayın “pipsqueak” imiş!

    Sayın “pipsqueak”, hiç kusura bakmayınız, bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri size yönelik “cahil!” kelimesini ilk kez kullanmak zorunda kalıyoruz: Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in tespitlerinden hiç mi haberiniz yok da; bizlerin ücret köleliği yapıp emeklilik topladığımızı söylüyorsunuz ama [hafta içinde bir iş bulmanız ile] bizzat kendinizin de “ücret köleliğine boyun eğdinizi!” görmüyorsunuz?! Marx’ın (ve Engels’in) tespitlerini unuttunuz mu?! Ve hâttâ; nerede Pierre-Joseph Proudhon’dan edindiğiniz tecrübeler, nerede Henry David Thoreau’dan edindiğiniz tecrübeler, nerede Paul Lafargue’dan edindiğiniz tecrübeler, nerede Samuel Butler’dan edindiğiniz tecrübeler, nerede David Watson’dan edindiğiniz tecrübeler, nerede Fredy Perlman’dan edindiğiniz tecrübeler, nerede Ivan Illich’den edindiğiniz tecrübeler?! Unuttunuz mu bunları?!

    [Ben dolandırıcılardan nefret ettiğimi saklamadım.] Eğer siz, sayın “pipsqueak”, [dolandırıcılar] ile “kapitalizme karşı mücadele edenler”i birbirine karıştırıyorsanız; yandı gülüm keten helva!

    Beyninizde biriktirdiğiniz “nefret dağları”nın parmaklarınıza neler yazdırdığının farkında değilsiniz, daha da kahredici olanı; nefret dolu olmaktan hoşnut gözüküyorsunuz!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1244. Temiz ve bu sietye yakışır şakilde yeniden yazdım

    kabul edilmedi.

  1245. “Bir cahil için en iyi şey susmaktır.
    Ne var ki, bunu bilseydi zaten cahil olmazdı.”
    -Sâdî Şirazi (1193-1292)

  1246. kabul edilmedi.

  1247. 1,5-2 milyar Müslüman
    8-9 milyon İsrail’li…,
    “…Sadece 2008′de İsrailli mucitler 9591 yeni patent başvurusunda bulundu…..Müslümanların çoğunlukta olduğu bütün ülkelerde ise toplam 5657′ydi.”
    *
    Bu olgu senin cehaletin kadar korkunç ve acıklı…
    Zavallı; senin anlamak istemediğin, inkâr ettiğin bu gerçeklik bu zavallı Müslüman halkların büyük acılar çekmesine yol açıyor.
    amacım, zaten tarihin-emperyalizmin ve kendi alçak din-sermaye sınıfının mahvettiği bu insanların “kaderinin” nasıl değiştirileceğini konuşmak…

    Bir yerden başlamak gerekir; bunu konuşmak isterdim.. ama bu sen değilsin. Üzgünüm.. Sen kibri ile o ezik Doğulu-Arap, bilim düşmanlığınla kendine hayrın yok.. Yöntemsizliğin ve kavrayışsızlığınla o dillerinin ve kitaplarının sana da yararı yok…
    İnsan anlamadığı şeylere karşı akılcı olmayan hayranlık ya da nefret duyar.
    Sen bu sebeple biilime karşı nefret dolusun; anlamadığın kitaplara da tapınıcı bir hayranlık..
    Şahsi hayatındaki onurlu ya da rezilce şeyler bu diyalektikten bağımsız olmayacak…
    *
    Sana yardım edebilirdim.. Anladım.. Sanırım sana kimse yardım edemez.. Üzgünüm…

  1248. 1231 Temiz, Adab-ı Muaşerete Uygun,
    Emeklilerin Kalbini Kırmaz,
    Hızlı anarşist TZMlere Yem Atmaz
    Bu siteyi okuyan kimin asıl dolandırıcı, benden öğrendikleriyle peri masallarını değiştirdiğini, kimin yalan söylediklerini görmekte zorluk çekmez.
    1. Teknoloji nötrdi şimdi sesin kesildi.
    2. Önce: Şef’imi gördüm öyle bir şey söylemez. Sonra: Onu yıllarca önce görmüştüm öyle bir şey söylemeyeceğini tahmin etmiştim.
    3. Anarşistim dedin, inkar ettin. Ben bulup yüzüne yağmur yağdırdım, sesin kesildi.
    4. Oğlunla birlikte Bolşevikler gibi kapitalistsiz kapitalizm kuracağız dedin, o da kayıplara karıştı.
    5. Dünyanın en salak insanı bile suçu bir öcüde bulmakla işi halleder. Bu dolandırıcılık.
    6. Bu sitede sen de dahil hepinizin formülünüz Nuh’dan kalma: Biz işi ele geçirirsek her şey güllük gülistanlık olacak demek dünyanın artık bilinen en büyük şarlatanlığı. Hepiniz şu çaylak TZMciler gibi aynı nakaratı tekrarlayıp duruyorsunuz. Bu üfürükçülük, cin-şeytan kovalama. Adi dolandırıcılık. Bunu söylemek için senin maşukun hiç bir bilimsel kanıt yok. Fala bakmak bu.
    7. Dünyanın durumu ciddiye alan kimse senin gibi os*ruk düşünceler ve os*ruk rüzgarlarıyla dünyayı ıslah edebileceiği gafletine düşmez, böyle bir şapşallık etmez. Tabii düzeni elinde tutanlarla sizler gibi enayiler hariç.
    8. İslam hakında os*dun durdun bende “hiç değilse şu kitabı oku”, dedim. İşi sinemacılığa döktün. Kendi merdiveninde belli bir yere oturtma şartı koymakla bilgi açısından ne kadar çaylak olduğunu, mantıktan ne kadar uzak kaldığını gösterdin.
    Daha sayısız yalan, sahtekarlık, kılıf değiştirme, cahillik örnekleri var ama şimdilik bu kadar. Zamanım olursa tek tek bulur , daha önce defalarca ve şimdi yaptığım gibi yüzüne vururum.
    Seni en büyük avantajın bu sitenin senin gibi ırkçı faşist ruhlularla dolup taştığı. Hepiniz aynı olduğundan hepiniz kuduruyorsunuz. Bu bile kadar ucuz ruhlu birarti üyeleri olduğunuzu gösterier. Hepsi de senin tarafında.
    Bak TZMcilere, senin gibi başlangıçtan beri aynı ucuz fikirler içinde çırpınıp duruyorlar. Ayni senin gibi gerçeği yüzlerine vurmamı sindirmiyorlar.
    Sizlerle oynamak hoş oluyor, çok bönsünüz.

  1249. Pipsqueak’den “Ne Mutlu Türküm Diyene!”
    “1,300 bağımsız bilimsel uzmanlardan oluşan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli, Birleşmiş Milletler desteğiyle hazırladıkları Dördüncü Değerlendirme Raporunda, gezegen ısınmasının yüzde 90’dan fazla olasılıkla son 50 yılda endüstriyel faaliyetler olduğunu belirledi.”
    Diğer yandan, hepsi yenilenip satışa çıkarılan solcu-devrimci- anarşist –marksist-leninist ünlü,bir Türk sitesinde fenni modern bilimsel bir astrolog baktığı bilimsel falında asıl suçun suçlularda olduğunu tespit etmiş; aynı falında kendi ve oğlu gibilerin dünyayı ele geçireceklerini ve böylece çevreye zararsız endüstrilerle çevreye zararsız endüstriyel faaliyetlerinin mümkün olduğunu da görmüş.
    Aslında bu site dünyanı bütün sorunlarını ciddi ciddi ele alan, ciddi ciddi çözümler getiren cin gibi dahiler, bilimseller, yeni anarşistler, yeni marksistler, yeni leninistler, yeni hitlerciler, yeni stalinistlerle dolar taşar.
    Diğer bir guruba göre suç ne suçluda ne de endüstride. Suçun asıl adı gizli tuttukları bir sır. Komplo uzmanı olan Ulu Şefleri bu sırrı açıklamayı yasaklamış. Kendileri bile bu komplonun altında yatanın adın sadece ilk harf K’yı biliyorlar. Komplo uzmanı Şefleri bunlara veri bankacılığı yapıp partilerinin gardiyanlığı vazifesini vermiş. Bu arada, bu “speedy Gonzalez” sıfatsızlar, aynı falcı astrolog gibi, kendi kıstaslarına göre, ama yine aynı falcı astrolog gibi Şeflerinin “big brother is watching you”, gözetimi altında , dünya insanlarını K’ya karşı mücadelele Merdiven’ine yerleştirmekle görevlendirilmiş. Bu parti komplo artisti Şef’in yamaklarına göre partileri dünyayı ele geçirdiğinde tüm dünya bir Medeniyet müzesine dönecekmiş. Her gizli tutulan sır gibi günü geldiğünde bu sır müritlere açıklanacakmış.
    Sır = Sır yok, bu bir enayi avcılığıydı.
    Dünyayı bu Türk falcı- üfürükçülerle bir soytarı artiste inananlar kurtaracak! Ne mutlu Türküm Diyene!
    Ama bu arada sakın bu güzel günleri beklerken nefesinizi tutmayın!
    Bu sitede sosyal medya turistliği yapmayı düşünen okuyucular uyarı: Hepsi dünyada en yaygın bireycilik hastası. Aynı şeyi değişik söylerler. Hepsi sosyolog, insan mühendisi gibi konuşur. Kapitalistlerin klonu olan solcuların eski bir hastalığı. Bir şair bu ölü-canlılara eşsiz bir isim verir: URİZEN!

  1250. 1240 (pipsqueak’den)
    Senin Hala 17. yüz yılda yaşadığın her yazında belli oluyor.
    Sen kafayı sayılarla bozmuşsun. 17. yüz yıl insanların ölçme ve sayı çılgınlığı, hastalığı devri olarak da bilinir.
    Hele şu iyi kalplilikle tüm dünya insanlarını aynı, klon yapma merakın mide bulandırıcı.
    Sen yoksa İŞID akıl hocası falan mısın?
    Ben bilim-tekniğe, Medeniyet’e , senin gibi faşist ruhlu ırkçı milliyetçilere karşı olduğumu saklamadım. Baştan beri aynı türküyü değişik ayaklarla söylüyorum.
    Modern sayı ve ölçü hastalığının kaynağı artık modern bilim değil. Kölelik ücreti, emeklilik maaşı, banka hesabı. Diğerleri de var. İş başı yapma saati, okula gitme saati, tren-otobüs-uçak saatleri, … : Düzenin enayileri sonsuza dek oyalamaları veya hayat kavgası. Bu senin ruhuna işlemiş haberin yok.
    Sen de diğer bir modern insan hastalığı var. Başkalarının maharetleri seni heyecanlandırıyor. Tam bir dikizcisin!
    Bak yine sana bir şey öğrettim.
    Eğer hatırlarsan buna benzer nedenlerden bir ara bana da yaltakçılık etmiştin ama ben, senin politika tüccarı Ulu Şef’inin aksine, seni kovaladım. Sen bazı insan özelliklerinin doğuştan geldiğinin canlı kanıtısın: yaltakçı doğmuşsun

  1251. Emekli Bilgiç 1231’in Kalbini Kırmaz;
    Hızlı anarşist, Yeni, Daha İyi Baba, Ulu Şef arayan, Şimdilik TZM+Zin+Canetti Aziz Üçte Demir Atanları incitmez;
    Adab-ı Muaşerete Uygun.
    Bu siteyi okuyan kimin asıl dolandırıcı, benden öğrendikleriyle peri masallarını değiştirdiğini, kimin yalan söylediklerini görmekte zorluk çekmez.
    1. 1231 Teknoloji nötrdi şimdi sesin kesildi.
    2. 1231 Önce: Şef’imi gördüm öyle bir şey söylemez. Sonra: Onu yıllarca önce görmüştüm öyle bir şey söylemeyeceğini tahmin etmiştim.
    3. 1231 Anarşistim dedi, inkar etti. Ben bulup çok hatırlattım. Sesi kesildi. Avrupa hastalığı stressden bellek zayıflamış olmalı.
    4. Oğlunla birlikte Bolşevikler gibi kapitalistsiz kapitalizm kurma kurgularından söz etti, ardı gelmedi, kayıplara karıştı.
    5. Merkezsiz çok merkezli bir masal anlattı, ardı gelmedi.
    6. Salt dolandırıcılar dünyayı ıslah etmek için suçu bir öcüde bulurlar. Böylece iş sonsuz kolaylaşır. Bunu ancak politika tüccarları dolandırcılar yapar. 1231 sürekli öcüden bahseder. Dili bile çok eski ve artık duyunca insana tiksindirici Bolşevikleri, Nazileri, Çin’i ve hatta bütün totaliterlerin öcülerini hatırlatır. Kapitalizm, Sermaye Sınıfı, Emperyalizm, …Enayi avcılığında en ünlü tuzaklar.
    7. Bu sitede hepinizin formülünü Nuh’dan kalma: Biz işi ele geçirirsek her şey güllük gülistanlık olacak! Bu şarlatanlık defalarca yapıldı. Çaresizlik mi? Yoksa çaylaklık mı? TZMciler gibi aynı nakaratı tekrarlayıp duruyorsunuz. Bu üfürükçülük, cin-şeytan kovalama. Hele bilimsel olma madalyası taşıyan 1231, bunun falcılık olduğunu , hiç bir kanıtı olmadığını görmez. Üstelik bilimsellik açısından daha önce denenmiş olduğu bile bu herifi taş uykusundan uyandırmaz. Tek isteği diğerleri gibi doğru yolda olma terapisi.
    8. Dünyanın durumu ciddiye alan kimse senin gibi os*ruk düşünceler ve os*ruk rüzgarlarıyla dünyayı ıslah edebileceiği gafletine düşmez, 1231 gibi böyle bir şapşallık etmez. Tabii düzeni elinde tutanlarla sizler gibi enayiler hariç.
    9. 1231 İslam hakında os*du durdu. Bende “hiç değilse şu kitabı oku”, dedim. İşi sinemacılığa döktü. Hemen meşhur Merdiven’ini çıkardı. İslam’ın Merdiven’de bir yeri olduğunu yazdım. Bu defa da son 5 saniye, 5 dakika, 5 gün, 5 ay, 5 yıl, 5 yüz yıl masallarına başladı. Son 5 yıl içinde ve kendinle alay etmek için o gün tesadüfen rastladığım bir deneyi yazdım. Dalga geçtiğimi bile anlamadı. Yazdığı cevap yine ırkçı ve faşist. Hem de gülünç. Modern bilim tekrarlanan deneylerle kanıtlanır ve ilerler sayın 1231. Ama benim konum o değil. Konum sendeki ırkçılığı, faşistliği, milliyetçiliği yüzeye çıkarmak.
    Daha sayısız yalan, sahtekarlık, kılıf değiştirme, cahillik örnekleri var ama şimdilik bu kadar. Zamanım olursa tek tek bulur , daha önce defalarca ve şimdi yaptığım gibi yüzüne vururum.
    Seni en büyük avantajın bu sitenin senin gibi ırkçı faşist ve milliyetçi ruhlularla dolup taştığı. Dikkat edersen sana dokunan hepsine dokunıyor. Ucuz, klasik parti üyelerisiniz.
    Bak şu TZMcilere, aynı sen. Bütün suç buldukları bir öcüde.
    Bense sizin o yeni kılıfa girmiş eski, çok eski bir öcünün savunanları olduğunuzu görüyorum, söylüyorum, dayanamıyorsunuz.
    Sizlerle oynamak hoş oluyor, çok bönsünüz.

  1252. Zayıf ve güçsüz’e
    Karakteri zayıf, belleği Güçsüz olana

    O aptal 2009 çalışması ile Pakistan’da bilimselliğin olduğunu öne sürüp, suratına o sayıları yiyince o, ipe sapa gelmez yalanları döktürüp, tartışmayı kişiselleştirmeye utanmıyorsun değil mi?
    Ne gevezesin sen; iddiaların çürütüldükçe, o çok dilli cehaletin ortaya çıktıkça torbandaki tüm çerçöpü döküyorsun ortaya.
    Aramızdaki çelişme şu; ben bilim ve teknolojinin yeni bir organizasyona ihtiyaç duyduğunu söylüyorum. (Ve günümüz kullanılan enerjisinin belki 3 te 2 sinin de aptalca olduğunu yazdım! Bilerek görmezden geldin; bu mu senin tartışma ahlakın; bunu mu öğrendin o anlamadığın kitaplarda..) Sen okuduklarını anlayan adam olsaydın, bir konuda derinlemesine tartışmayı becerebilirdin; hayır. Sen züppe, bilgi gösterişçisi zavallı bir adamsın. Yazdıklarının onda 9’u hakaret ve aşağılama. Hem de ucuz, bayağı, aptalca sözcük yığını. Bilgi dünyana ait aczin kanıtları benim için. İnsan değer vermediğinin hakaretlerine de değer vermez!

    Tartışmanın 2. ayağı Arap İslam Kültürünün son 500 yıldır bitmiş olduğu.
    O 8-9 milyon insanın, 1,5-2 milyar insandan daha bilimsel olduğu bunu kanıtlar ama senin gibi kibirli züppeler, “yanılmışım” diyemez; senin yaptığını yapar; kişisel suçlamalar; yalanlar; yok “sayılara hayranlık”… Ne acınası bir tartışma karakteri…
    Zavallı; o sayılar senin anlamadığın kitaplarla avunduğunun da kanıtı.. Öfken de bundan olmalı..
    *
    Hala Hodgson’un arkasına saklanıyorsun. Yaptığın bu; onu oku, bunu oku.. Sefil; insan bir kitaptan bir güzel şey aktarır; biz de okur okumayız; sen kendini ne sanıyorsun da senin okuduklarını, okumayana cahil diyorsun ki. Sen bilgileri örgütleyemeyen kavrayışsızlığın, o kafan ile cahilden de zararlısın.
    Sen bana o adamın, Hodgson’un son 500 yıl içinde Arap İslam kültüründe fikir üreten fikir bulunduğuna dair bir şey yazdığını aktar; okuma sıralamasında öne alayım.
    *
    Ah, ne bilgelik; Newton son simyacıydı; devlerin omuzuna oturur, ileriyi görürdü. Bu cümleleri biliyordum ve arkasında yatanı da.. Zavallı; o “ayna, ayna, söyle bana” görüntüsüne konuşmaktan ne çok şeyi kaçırmışsın sen. Ve arkasında yatanı, o devleri sordum. Aptalca gevezelikleri sürdürdün. Bilgiç iddiaların havada kalıyor; örtbas etmek için ucuz, kişiselleştirme taktiklerine kaçıyorsun.
    *
    Anladım; sen palavracısın. bu sitede züppelik yapmaya, mürit toplamaya geldin. (Öğütüm şu, sakın sen de o zayıf-güçsüz züppenin peşinden gitme!) Avucunu yaladın. O açıklaması güç öfkenin sebebi de bu.. O kitap adlarını salladın. Çok dilli cehaletini açığa çıkardım; İçinde ne olduğundan haberin olmayan; kavrayışsızlığınla anlamadığın halde, yabancı dilde okur-yazar-anlamaz karakterinle burada o ezik doğulu ruhunun takdis edilmesini arzuladın.
    Seninle işim bitti. Ne halin varsa gör.
    Başka kapıya….

  1253. valla en doğrusu bu. 5-6 hakaret mesajını yayınlamadım. ama aradan kaçıyor işte.

  1254. Sayın Robot, Bilimsellik, Teknoloji Dininin Mümini
    Not: Sayın Eski Kulağı Kesik Polis Efendi: Bu defa sakın kaçırma! Aylık aidat kesilir, valla billa!
    Bir bilim dergisinden bir yazı:
    More money for the rich, fewer jobs for everyone else: The price of the coming AI revolution
    Financial analysts forecast AI and automation will drive “greater income inequality” and lower wages for low and middle-skilled workers.
    January 20, 2016
    ÇEVİRİ
    Zenginlere daha da fazla para, geri kalanlara daha da az işçilik: gelecekteki YZ, seninki gibi Yapay Zekâ, DEVRİMİNİN bedeli.
    Finans uzman tahminlerine göre YZ ve otomasyon “gelirde daha da büyük eşitsizlik” yaratacak ve belki oğlun gibi alçak ve orta becerili işçiler daha az kazanacaklar.
    20 Ocak 2016
    Bak, daha neler yapıyorlar bu alçak suçlular. Ama sakın DİYALEKTİK yasalarına imanınızdan vazgeçmeyin. Günü geldiğinde ben, oğlum, komplo artistine inananlar düzeni elimize geçirdiğimizde bu teknolojik ilerlemelerden yararlanırız ve aynı zamanda, büyü asalarımızla eğriyi düzeltiriz.
    Bir bilimsel falcı astrolog, bilimsel diyalektikçiden seçmeler.
    1. Ben ve oğlum İsrail’e ABD’ye silah vermelerini önerdik. Bu bir tuzaktı.
    a) Benim diyelektik sayesinde le Filistinliler silahın önemini anlarlar.
    b) Benim diyalektik sayesinde silahlar karşı tarafa, Filistinlilere geçer.
    Not: Pakisatan Bangladeş savaşında Pakistan’a silah veren Mao aynı bu mantığı savunmuştu.
    2. Aradan yüz yıl, bin yıl, yüz bin yıl bile geçse ne olacaksa mutlak olacak. Kıyamet günü bu suçlular yargılanacak!
    3. Devamı gelecek hafta.
    Ama unutmayın enayiler suçlunun kim olduğunu şarlatanlardan öğrenirler ama aynı değerleri paylaştıkları için köklerini kazıyamazlar.

  1255. Sayın (pipsqueak) 1253'e

    Niçin sabırsızsınız?!

    “More money for the rich, fewer jobs for everyone else: The price of the coming AI revolution: Financial analysts forecast AI and automation will drive “greater income inequality” and lower wages for low and middle-skilled workers.” (Written by Nick Heath, January 20, 2016, “The Tech Republic”)

    Address:
    ( http://www.techrepublic.com/article/more-money-for-the-rich-fewer-jobs-for-everyone-else-the-price-of-the-coming-ai-revolution/ )

    “Samuel Butler” eğer 20 Ocak 2016 günü dirilmiş ve Nick Heath’in yukarıdaki yazısını okumuş olsa idi; belki yine aynı ikazı yapacaktı:

    “Our opinion is that war to the death should be instantly proclaimed against them. Every machine of every sort should be destroyed by the well-wisher of his species. Let there be no exceptions made, no quarter shown; let us at once go back to the primeval condition of the race. If it be urged that this is impossible under the present condition of human affairs, this at once proves that the mischief is already done, that our servitude has commenced in good earnest, that we have raised a race of beings whom it is beyond our power to destroy and that we are not only enslaved but are absolutely acquiescent in our bondage.”

    Sayın “pipsqueak”, eğer “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” çözüm önerilerini (“dogma” değil!) sabredip incelemiş olsaydınız; Nick Heath ve onun gibi yüzbinlerce kişinin uyarılarına, sorularına, endişelerine, korkularına, “korkusuzluklarına!” cevap vermeye çabaladığını anlardınız! Ama siz, sayın “pipsqueak”, “TZM”de sırf “Movement” kelimesi geçiyor diye; bu oluşumu, “SSCB politbüro!”yla karıştırıyorsunuz! Yazık!

    Nick Heath’in yukarıdaki yazısının aynısı; 2012’de, “emperyalizmin başkanı Barack Obama!” ile “teknoloji şirketokrasileri C.E.O.’ları!” arasında da görüşüldü:

    (Not: “8 Kasım 2016 ABD başkanlık seçimleri için aday olmaya uğraşan ‘şarlatan Donald Trump!’a; ABD vatandaşları niçin destek veriyor?!” sorusunun cevabını da şimdi okuyacağınız yazı ile bir kez daha idrak edeceksiniz!)

    “OUTSOURCING” NE DEMEK? NASIL YAPILIR?

    ABD, “APPLE iPHONE” ÜRETİMİNİ KENDİ ÜLKE SINIRLARI İÇİNDE YAPMA ŞANSINI NASIL KAÇIRDI?

    (Written by Charles Duhigg & Keith Bradsher, January 21, 2012, “The New York Times”)

    Obama, ABD’nin teknoloji devlerinin CEO’ları ve diğer yöneticileri ile “Silikon Vadisi”nde bir yemekte bir araya gelir.

    Yemek başlamadan önce herkese Obama’ya bir soru sorması için telkinde bulunulur. Apple’ın CEO’su Steve Jobs (toplantı Jobs’un ölümünden önce gerçekleşti) tam konuşurken, Obama: “iPhone’ları ABD sınırları içinde üretebilmek için ne yapabiliriz?” diye ortaya bir soru atınca sohbetin rengi bir nebze değişir. Bu soru her ne kadar Apple özelinde gibi gözükse de, masadaki diğer dev şirketlerin üretimleri için de geçerlidir.

    Sadece 2011 yılını örnek alacak olursak, satılan; 70 milyon adet iPhone, 30 milyon adet iPad ve 59 milyon adet diğer Apple ürünleri ABD sınırları dışında üretilmiş.

    Obama da “tüm bunları veya önemli bir miktarını niçin ABD sınırları içinde üretemiyoruz? Niçin kendi ülkemiz içinde istihdam yaratamıyoruz?” diye sorarak CEO’ların fikirlerini öğrenmeye çalışıyor.

    Jobs’ın bu soruya cevabı oldukça net. Cevabının özü: “Sorun sadece ABD sınırları dışındaki işgücünün daha ucuz olması değil. Apple’ın yönetim kurulunun gözlemlerine göre asıl sorun; özellikle Uzak Doğu’daki ‘üretim tesisi & fabrika inşa etmek’ anlayışının; oradaki işçilerin esneklik, hamaratlık ve en önemlisi teknik bilgilerinin, ABD içindeki işgücüyle kıyaslandığında katbekat üstün olmasından kaynaklanıyor!” Ve Jobs ekliyor: “Yönetim kurulumuz ‘Made in the U.S.A.’ konseptinin Apple ürünleri için artık o kadar önemli olmadığını söylüyor!”

    Apple ABD sınırları içinde 43.000, dünya genelinde 20.000 kişi istihdam ediyor. Fakat burada küçük bir sihirbazlık var. Apple’ın kendi kök departmanları (yani 63.000 kişi) dışında, Apple ile “kontrat & sözleşme” yollu çalışan 700.000 kişi daha var. Ve bu devasa sayının neredeyse hiçbiri ABD sınırları içinde değil!

    Bir iktisatçıya göre Apple ile ilgili yukarıda verilen tüm bilgiler; Apple gibi yüzlerce şirketin niçin “ABD sınırları içinde ‘orta sınıf’ı genişletemediğine” en net örnek!

    Sadece elektronik ürünler için değil, benzer hikayeler; muhasebe, bankacılık, otomotiv sektörü, ilaç sanayi gibi alanlara da yayılıyor.

    Çin’de Apple için üretim yapan fabrikaların içinde veya yakın çevresinde inşa edilmiş “yurtlar” var. İşçilerin büyük bir bölümü buralarda kalıyor!

    Bu yurtlarda, ustabaşı 12 saatlik vardiya ile çalışan 8.000 kişilik bir işçi ordusunu uyandırmakla mükellef. 96 saat içinde, günde 10.000’in üzerinde telefonun üretimi bitmiş oluyor!

    Apple yönetim kurulunun Çin’e yaptığı ziyaretlere göre bu devasa sayıdaki işgücünün gösterdiği performansı, günümüz ABD sınırları içindeki işgücünden beklemek mümkün değil!

    ABD Çalışma Bakanlığı’ndan bir yetkilinin yaptığı açıklamaya göre; bir zamanlar şirketler, maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun kendi çalışanlarının emeğinden en iyi şekilde istifade edebilmek için onlara ek imkânlar sunar, ve onları yeni gelişen teknolojiler üzerine eğitirdi. Bu anlayışın ABD genelinde artık bittiğini, “kâr marjını yükseltmek” ve “marka değerini üstün kılmak” denilen iki kavramın “cömertliği” yendiğini söylüyor!

    Bu hususta şirketlerin kendini savunduğu nokta ise; üretim tesislerini ABD sınırları dışındaki ucuz işgücüne kaydırmayı tercih ediyorlar çünkü “innovation” yapabilmek (ve bunu hızlı yapabilmek için) kısa zamanda iyi miktarda kâr etmeleri gerekiyor. “Innovation”a yatırım yapmayı azalttıkları an rekabetin keskin dişleri arasında ufalanacaklarını ve bu durumun da kendi ülkelerinde, yani ABD’de, işsizliğin daha da yükselmesine sebep olacağını söylüyorlar!

    Yukarıda verilen bilgilerin hiçbiri üzerine Apple tarafından bir yorum gelmemiş. Zaten kurumsal yapısı ve gelecek stratejileri üzerine ketum bir şirket olarak bilindiğinden, sessiz kalmaya devam etmişler.

    Yukarıda okumuş olduğunuz bilgilerin çoğu; çeşitli röportajlardan, eski Apple çalışanlarından, hâlâ Apple ile çalışıp kimliğinin ifşa edilmesini istemeyen kişilerden alınmış.

    Apple’ın şu anki CEO’su Tim Cook’a göre Asya’daki üretim tesislerine güvenmek daha mantıklı. Çünkü Asya’da anlaşmalı oldukları fabrikalarda üretim hızını istedikleri oranda arttırıp azaltabiliyorlar ve Asya’daki tedarik zinciri yönetimi ABD’ye göre daha iyi.

    Telefonların meşhur “çizilmez cam”larını üretmesi için bir diğer ABD’li şirket “Corning Inc.”la anlaşma yaparlar. Fakat milyonlarca telefona monte edilecek cam blokların kesilmesi, monte işleminden sonra yüzlerce dayanıklılık testinden geçirilmesi için devasa bir test alanına ve “orta-seviye mühendis ordusu”na ihtiyaç vardır. Ve tüm bunları ABD sınırları içinde hazırlamak neredeyse bir servete bedel!

    Yardıma yine bir Çinli şirket koşar!

    Bu Çinli şirket farklı bir amaçla tesislerini inşa etmeye çoktan başlamış. Bunun haberini alan Apple yöneticileri bu şirketi ziyaret ve iPhone camlarını üretmesi için ikna eder. Çin Hükümeti ile Çinli şirketler arasında; yabancı yatırımcı çekebilmeleri için, çeşitli sektörlerden Çinli girişimcilerin maliyetlerinin bir bölümünü ödeme garantisi veren bir anlaşma imzalar. Buradan da gelen avantajla; antrepolarda iPhone için denenecek “çizilmez cam”lar istif edilir ve üstelik hepsi bedava! Çinli şirketin yöneticileri, tüm bu süreci idare edecek, ucuz maaşla çalışacak mühendisleri de bulur!

    Bir Apple yöneticisi şunları söyler: “Tüm tedarik artık Çin’de idare ediliyor. Bin adet lastik contaya mı ihtiyacınız oldu; hemen yandaki fabrikaya sipariş verebilirsiniz. Bir milyon vidaya mı ihtiyacınız oldu; bir blok ötedeki fabrika sizi bekliyor. Bu vidanın şeklinin telefonun bir sonraki modeli için yeniden dizayn edilmesi mi gerekiyor; dizaynı tamamlatıp seri üretime başlamak sadece üç saatinizi alır!”

    Çünkü Çin’de, ABD sınırları içinde günümüzde görülmesi henüz mümkün olmayan; “Foxconn” isimli bir üretim tesisleri devi var!

    Bu tesislerde 230.000 kişi, haftada 6 gün, 12 saatlik vardiya ile çalışıyor. 76.000’in üzerinde kişi tesislerin içinde kurulmuş yurtlarda kalıyor ve bir günde $17 altında kazanıyorlar!

    “Foxconn”un Asya’da, Doğu Avrupa’da, Meksika’da ve Brezilya’da düzinelerce tesisi var ve tüm dünyada tüketici elektroniğinin %40’ını kendi tesislerinde monte ediyor. Apple ile beraber Amazon, Dell, Hewlett-Packard, Motorola, Nintendo, Nokia, Samsung ve Sony müşterileri arasında.

    Apple’ın tedarik departmanında 2010’a kadar çalışmış eski bir yöneticinin gözlemine göre: “Çin’de bir gecede 3.000 üzerinde kişiyi montaj şeridinde çalışmak için işe almak mümkün. Peki ABD’de bu 3.000 kişiyi tek hamlede, bir çırpıda nereden bulabilirsiniz?! Ve daha önemlisi; ABD’de bunca kişiyi fabrika içinde kurulmuş bir yurtta kalmaya nasıl ikna edebilirsiniz ki?!”

    Apple’ın telefonlarını üretmesi için Çin’i tercih etmesindeki bir başka neden ise; montaj şeridindeki 200.000 işçiyi yönlendirebilmek için 8.700 endüstri mühendisini karşılayabilecek kapasiteye sahip olması. Apple yönetim kurulunun araştırmasına göre ABD içinde bu sayıda kalifiye mühendisin bulunması ortalama 9 aylarını alır!

    Massachusetts Institute of Technology (M.I.T.)’te öğretim görevlisi Martin Schmidt’e göre; teknik yönden donanımlı bu kadar kişiyi ABD’de bulmak geçmişe nazaran artık daha zor! ABD’li şirketler; özellikle lise üstü teknikerlik & mühendislik tecrübesi gerektiren, üniversite lisans diploması gerektirmeyen işgücü arıyor. Bu seviyede tecrübeli işgücü artık ABD’de zor bulunuyor ve ayrıca ülke, bu yüksek teknolojili ürünleri satın almayı isteyen kitlelerin talebini karşılayabilecek sayıda “tekniker”, “orta seviye mühendis”e ulaşacak hâlde değil. Durmadan artan iştahı karşılamak için üretimlerini Çin’e kaydırmak zorunda kalıyorlar.

    Bütün bunlar, özellikle Batı ülkelerinde, “orta sınıf”ın gitgide azalmasına işaret ediyor!

    Bir şirketten, tüm ülkenin veya tüm dünyanın ekonomik sorunlarını çözmesini beklemek tabii ki mantıklı değil. Fakat Apple gibi bir gemiyi yöneten Tim Cook; “Biz, yüzden fazla ülkeye iPhone satıyoruz. ABD’nin ekonomi sorunlarını çözmek bizim sorumluluğumuz değil. Bizim yegâne sorumluluğumuz; mümkün olan en iyi ürünü üretmek.” gibi bir ifadeyi söylüyorsa; “sen de elini taşın altına koymak ister misin?” sorusunun ne demek olduğunu çoktan unutmuşuz demektir!

    Address:
    (Makalenin hepsini okumak ve “real figures”ü görmek için:
    http://www.nytimes.com/2012/01/22/business/apple-america-and-a-squeezed-middle-class.html?_r=1 )

    Sayın “pipsqueak”,

    Sabredip bu sayfada defalarca hatırlattığımız referansları okursanız, dinlerseniz, izlerseniz, araştırırsanız; Nich Heath ve onun gibilerin endişelerine nasıl cevaplar verildiğine tanık olursunuz:

    === 1 ===

    “NLRBE”: Natural Law/Resource-Based Economy
    (The Zeitgeist Movement, the Polish chapter presents)

    This episode of TZM global is hosted by Jasiek Luszczki from the Polish chapter of TZM. Today’s show features an interview with two activists of the Rotterdam TZM Chapter (Holland) – Anthony Jacobi and Robert Schram.

    They talk about their way of utilising the NLRBE-like philosophy and code of conduct within the confines of today’s monetary system. They present some ideas on how to move away from “business as usual” (working for profit) to “awareness as usual” (generating social capital) mindset.

    Address: ( https://www.youtube.com/watch?v=egxopLfju4s )

    === 2 ===

    Antropolog “Ralph Linton”:

    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns…We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatle incelemenizi öneriyoruz:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    === 3 ===

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

  1256. bu adam şizofren… Bir tanesi tepemizde.. bir tanesi de burada…

  1257. 1254…
    siz bitmişsiniz..
    insanlar tüm rezilliğin farkında.
    daha da rezil adamların hükmiyeti altına girmekten korkarak bu sefalete katlanıyorlar.
    Örneğin bunlar, Stalin’den iyidir.
    Salaklar, kendini akıllı sanan çok dilli salaklar.
    Kitaplarda hayat arayarak kendi hayatını ıskalayan skolastik naif ergenler.
    Siz hayatın aktığı yatağın uzağına savrulmuş dereciklersiniz. Hızla yok olur, buharlaşırken, o buhar ısınızı ciddiye alacak kadar şaşkınsınız.
    Aklınızı başınıza toplayın.
    O zayıf ve güçsüz, şeytan yamağı hasta; hem de çok hasta. Onu bile ciddiye aldınız.
    Müridi de olacaktınız. Zavallılar, kitapları hayat yazar; aksi değil! Hayatı yazan-yapan bir kitap henüz yazılmadı; zavallı idealistler; kapitalizmi A. Smith icat etmedi; o da sizin gibi bir kurban; etkisiz eleman!
    Var olana ivme vermiş… Siz de var olan salaklığa ivme veriyorsunuz. Kutlarım.
    Ölmüşsünüz; ağlayanınız da var. ama gömülmek zorundasınız. Pardon!

  1258. Sayın (Anonymus) 1255'e veya (ogürsel) 1255'e

    Sayın “Anonymus” 1255 veya sayın “ogürsel” 1255,

    Recep Tayyip Erdoğan bir diktatör, Turgut Özal’ın 2002’den sonraki tezahürü! Erdoğan’ın şizofrenliği “tıp”tan meslektaşlarınız tarafından teyit edilirse; belki tedavi sürecine başlanabilir! Ama nerede o cesaret! “1 Mayıs”larda sokaklara dökülmekte çekimser davranan “tıp camiası”nın, diktatöre teşhis koymaya yeltenmesi beklenemezdi herhâlde!

    Sayın “pipsqueak”; şizofren değil!

    “Pipsqueak”: Beyninde özenle körüklediği “nefret dağları”nı ufaltmak istemeyen, önyargılarını yüksek tutmakta hoşnut gözüken “bilgisi ve tecrübesi geniş” bir şahıs.

    Ötesi yok…

    Kahredici olan ne biliyor musunuz sayın “ogürsel”;
    Sayın “pipsqueak” en azından “bilgisini ve tecrübesini” kapitalist sistemde kâr elde etmek için kullanmıyor, yani “bencillik”in kendisine henüz uğramaması ayakta alkışlanacak bir durum! Yıllardır “kapitalist hırslardan” kendisini korumasını başarmış!

    Ama “sadece kendisini” korumuş; çemberi dışındakilere de yardım etmek istememiş! İşte tam da bu sebeple, ne hazindir ki; “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ların doğumuna yol açan kişilerden biri, ve ne yazık ki farkında değil! Farkında olsa bile; itiraf edecek cesareti yok! “Tıp camiası”nda olmayan cesaretin “pipsqueak versiyonu”!

    Keşke Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı eserini okuyup, özeleştiriye başlasa,

    Ve keşke, sabredip; “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” çözüm önerilerini (“dogma” değil!) inceleyip, görüşlerini yazsa…

    Ama nerede o sabır!

  1259. Düşünce akışı ve içeriği ile ilişkili belirti ve bulgular: Şizofrenide düşünce içeriği ile ilişkili olarak ortaya çıkan belirtilerin en önemlisi hezeyanlardır. Hezeyanlar aksine kanıtlarla ve mantık yoluyla çürütülmesine rağmen kişinin inanmayı sürdürdüğü, kişinin kültürü, dini ve eğitimi ile ilişkili olarak normal kabul edilemeyecek türden yanlış inanışlardır. Şizofrenide ortaya çıkan hezeyanlar arasında referans (üzerine alınma), etkilenme, kıskançlık, perseküsyon (kişiye zarar verileceği), büyüklük, erotomani (başkalarının kendisine aşık olduğu), düşüncelerinin değiştirildiği, çalındığı veya yayınlandığı temalı olanlar sayılabilir. ……… Düşünce bozuklukları baskındır. Kötülük görme sanrıları, büyüklük sanrıları, etkilenme fikir ve sanrıları, alınganlık, kuşkuculuk bu türde sık görülen düşünce bozukluklarıdır. Başlangıcı genellikle yavaş ve daha geç yaştadır. ….. Rahatsızlığı kabul etmez, belirtileri gizlemeye çalışır, sanrıları yüzünden savunmaya geçer ve toplumdan uzaklaşırlar.

  1260. Sayın 1255
    Siz Uslu, Terbiyeli, Basiretliye benziyorsunuz. Bunlar iyi aile çocuğu olmanın yararları. Okula git, evlen, çocuk yap, çalış ve emekliliğe hazırlan, medyadan aldıklarını kullanıp sosyal yaşamda sorumlu bir vatandaş gibi konuş, hatta dünya konularını bile izle ve katkıda bulun. Sana şizofren veya diğer deliliklerin normal olmadığını öğretmişler ve bu emirleri iyi izlemiş olmakla iftihar edebilirsin. Kısacası itaatkar, sorumlu model bir vatandaşsın. Tebrik ederim.
    Ancak başka dünyalar da var. Ve seni bu yolu sürükleyen toplum mühendislerinin bu diğer dünyaları bütün temizleme girişimlerine rağmen hala benim gibi deliler var.
    Bana göre, insan delilikten çıkar çıkmaz salaklaşır. Bazı hastalıklardan kurtulmak iyi bir şey değil. Ancak böyle daha ciddi hastalıklardan kendimizi koruyabiliriz.
    Allah sizin iyi ve uslu vatandaşlığınızın rahatlığını bozmasın. Sürüden ayrılmak çok tehlikeli.

  1261. What is this violence, this anger?

  1262. Sayın 1257 (Pipsqueak’den)
    Beni savunduğunuz için teşekkür ederim.
    Size bazı söyleyeceklerim var.
    Bence siz bilgiyi, benim bilgimi, bilinci çok abartıyorsunuz.
    Ümit ederim dediklerimi bağlam (ki benim için asıl anlam bağlamda, bağlam dışında kavramlar ve sözler en kötü anlamda dolandırıcılık, en cömert anlamda salaklık) içinde anlarsınız.
    Eğer binlerce sayfa tutacak bir anlatmayı sonsuz küçültürsem, benim için sefaletimiz simgeleyen anahtar kelime düzen (“order”). Dolayısıyla her düzen kurmak isteyeni, toplum mühendisini, insan mühendisi olarak algılarım ve bu çeşit mahlûklardan nefret ederim. Bence kılıfları ne olursa olsun bunlar faşist.
    Örnek:
    Amerika’ya varanların bazıları Kızılderililerle yaşamayı tercih etti. Tersi de oldu. Ne var ki, beyazlarla yaşayanların hemen hepsi geri döndüler. Kızıl derilerle yaşayanları hemen hiç biri geri dönmedi.
    Diğer yandan Avrupa baskı sisteminde kaçan en radikal guruplar Kızılderililere okuma yazma, çıplak gezmeme, kendilerini boyama ve süslemeyle zaman kaybetmeme, çalışma ve emek verme, ileriye düşünme, doğayı sömürme ve elde ettikleri nimetlerini tam kullanma, düzenli, rasyonel, “akılla” (URİZEN) tasavvur edilen hayat biçimlerini öğretmek istediler. İşte bu sitedekilerin hepsi, TZM, anarşizm, Marksizm, … böyle bir uslu, düzenli, terbiyeli, daima ileriyi düşünen, endüstriyle tekrar iyi yaşamaya dönmek isteyenler. Ben bunları çok iyi anlıyorum. Bu çok eski bir hikâye. Golden Age, Cennet Hasreti, İlkel Komünizm, Robotlar Komünizmi, Sosyalizm, …, olmayanı arama ama ne derseler desinler ben günümüz bağlamı içinde bakıyorum ve bunlar bende tiksinti yaratıyor. Bu dolandırıcılar bu çeşit insan ve cemiyetlere öz his ve istemleri veya dile getirilen kavramları bağlamlarından çıkarıp köpeklere kemik dağıtma politikasına çeviriyorlar. Örneğin yaşlanmak, hastalanmak, ölmek ve bunsuz bir hayatın hasreti bütün insanlarda mit, şiir, efsane, edebiyat aracılığıyla ifade edilir. Bizim bağlamımızda bunun politik, kapitalist, AI, anarşist, Marksist, Leninist pezevenkliği yapılır. Azıcık bir aidat, ruhunu ve insanlığını satmak karşılığı satılır. Banalleştirilir. Okullar, medya, vitrinler yüce başarılara erişmelerle doldurulur. Her kes yaratıcı, keşifçi, doğa verilerini sınırlarında araştırmacı, sanatçı, yazar, şair, en iyi futbolcu, en iyi şarkıcı olma peşinde koşturulur. Ve eğer dikkat ederseniz bu devasa sosyal soruna ne zaman değinip bunun çılgınlık olduğuna işaret etsem hemen bir Ulu Şef’in pompaladığı bir faşist yamak çıkıp işi kişiliğime döker. Psikolojik sorunu yapar.
    Bu pezevenkler her yerde hep aynı dili konuşurlar: “Biz ne istediğinizi biliyoruz, gelin arkamızdan.”
    Benim hiç anlamadığım: bunu en güzel reklam şirketleri başarır ama bu şapşallar hala orijinallik peşinde koşarlar. Bunun yanı sıra İsa’nı su üzerinde yürüme mucizesi çocuk oyuncağı!
    Eğer özetlersem: ben kapitalizm nimetlerin reddetmek gibi nedenlerden bu yolu seçmedim. Hatta bu nimetlerden kırıntı bile elde edecek bir yeteneğim bile olmadığını çok iyi biliyorum. Dünyanın en salak ve yeteneksiz insanlarından biri olduğumun bütün samimiyetimle sonsuz farkındayım. Ama ben yurt dışına solculuk-devrimcilik-demokrasicilik seyyar satıcılığıyla çıkmadım. Devlet bende liseden sonra bir cevher gördü, burs verdi ve dışarı gönderdi. Sonra da “pişman” oldu: Cevher sadece içi boş görünüşte bir cevhermiş. Vardığım noktanın nedenleri aslında çok uzun ve karışık. Kendi anladığım kadarıyla insanı önce doğanın bir parçası yapan ve ardından mantıksal olarak bir nesne gibi gören modern bilim ve modern bilimin tüm esiri olmuş, tek bahaneleri iyi kalplilik olanlardan uzak durdum. Ve bunları hiçbir zaman affetmem, nefret ederim. Bence bu ileri zekâlılar defolup başka bir gezegene gitseler, ne kadar yüce olduklarının bilincine ben ve bana benzer salakların sırtına çıkarak fark etmekten vazgeçseler, ben asıl devrim oldu derim.
    “He who would do good to another must do it in Minute Particulars.
    General Good is the plea of the scoundrel, hypocrite, and flatterer;
    For Art and Science cannot exist but in minutely organized particulars….”
    Not: Bu şair n “science” lafıyla modern bilim değil, bilgi demek istediğini bildiğim için çevirimde “bilgi”, dedim.
    Siz TZM gibi sürekli “General Good” peşinde olduğunuz için beni anlamanız imkânsız. Bu yukarıdaki lafları bile çorbaya çevirdiniz. Hemen, cop yemediğim, hapiste yatmadığım, pezevenkler partilerine katılıp önlerde bayrak taşımadığım, kısacası kapitalizmin yan endüstrisinde yer almadığım ve etkili olmadığım için aynı hakaretlere, saçma suçlamalara döndünüz. Salt bilgi birikimime kanıp sizlerden çok daha büyük bir b*k içinde yüzen, yeteneksiz, satacak bedeninden başka hiçbir şeyi olmadığımı kabul etmek istemiyorsunuz.
    Ben yurt dışına çıkana kadar kavga fırsatı bulmak için arkadaşlarla gece kulüplerini gezer fedailerle kavga ederdik. Sizler gibi süt çocuğu büyümediğim için sizler gibi orta sınıf iyi kalplileri yakından gördükten ve tarihte zamanı geldiğinde sonsuz gaddar olduklarını okuduktan sonra bende tek ve sadece tiksinti yaratıyor, zengin annelerini kuzularını, hayır sever cemiyetlerinde gönüllü çalışıp geleceğe hazırlananları ve faşistleri anımsatıyor.
    Benim size değersiz sayılır öğüdüm (“Minute Particulars”), işinizden çıkmak ve özellikle sosyal medyacılıktan vazgeçmek.
    Veya diğer bir deyişle:
    “My brethren (brothers), will ye (you) suffocate in the fumes of their maws and appetites! Better break the windows and jump into the open air!
    Do go out of the way of the bad odour! Withdraw from the idolatry of the superfluous!”
    Bence işinizden çıkın, özgür düşünün. Bu kitaplarda bulunmaz. Kitaplar ima ederler. Ve özgürlüğü benim anladığım şekilde anlayan kitap sonsuz az. Ama günümüz şartları içinde, Canetti bir misal olabilir, düzenin dayattığı şartlardan kaçma imkânsızlığı içinde özgürlüklerini kullananların yazdıkları kitaplar da var.
    Bilginin tekel altına alındığı günümüzde hala bilgili olmak veya olmamak, bu alanda ödün verenleri gökler çıkarmak bana sadece alçalmış insan ruhunu ifade eder. Bulunduğumuz bağlam içinde “Bilgi” tamamıyla Medeniyet’de anlamı olan bir kavramdır. Bununla övünülmez. Bunun bazılarını yücelttiğini ancak faşist ruhlu alçaklar savunur. Hepimiz çok iyi biliyoruz: Şu an insanların, özellikle bilgiye ulaşmanın ne kadar zor olduğunu daha da derinden hissedenlerden oluşan ve tek çareyi Carpe diem, psikolojik terapi, antideprasyan ilaçlarıyla halleden Batı insanlarının, bilgiye ulaşması bir çeşit süper lüks.
    Siz Zinn deyip duruyorsunuz ama o neden sıradan insanlara ulaşamadı sorusunu kendinize sormuyorsunuz. İnsanlar bilgi değil umut peşinde. Hatta sıradan insanlar kime inanacaklarını bile bilemez hale geldiler.
    Bence sorun iyi yaşamak değil. İnsanlığını korumak ve özgür olmak.
    Bana göre bu sitedekilerin hepsi iyi yaşamak peşinde. Beni sonsuz şaşırtan bu iyi yaşamanın en ileri safhasındaki insanların yaşadığı Batı ülkelerinde bu fikrin iflas ettiği, istenileni başaramadığından habersiz gibi hala “kapitalizm efendim, kapitalizm”, diyecek kadar utanmazlar. Sanki başka bir şey var, sanki iyi yaşama hapları satmak hala geçerli alçaklığı içinde hayal güçleri kapitalizmle sınırlanmış aslında politika ticareti yapan alçak ruhlu faşistler bir taş uykusu içindeler. Nasıl olur da bu sağ ve solun kardeşçe paylaştığı ve başlarda eşsiz ve yüce bir ideoloji gibi görünen “iyi yaşama” safsatası iflas ettikten sonra, eğer akademik konuşursam, hala olumsuz yaklaşımla gam yükü ticareti yapan alçaklar görülmüyor. Yutturulan hap: ” Kapitalizm yok olsun, dünya güllük gülistanlık olacak”. Özür dilerim ama kapitalizm 5-6 yüz yıllık, ve üstelik Medeniyet’in belini büktüğü insanlara “iyi yaşama”yı vermede en büyük başarıyı kapitalizm becerdi. Bak Rusya, Çin ve diğer sözüm ona komünist girişimlerine. Bahane hep aynı. Müslümanlara göre “asıl” Müslümanlık; Hristyanlara göre “asıl” Hristyanlık; utanmaz devrimci-solculara göre “asıl” sosyalizm veya anarşizm veya Marksizm veya komünizm; Medeniyet başlayalı “asıl” Cennet veya asıl “Golden Age”; kapitalistler göre asıl İLERİ; ve bu sitedekiler göre “asıl” kapitalistsiz kapitalizm.
    Canetti’yi okursam kendimi görebilirim. Ama tahmin ediyorum daha çok Canetti’nin özgür olduğunu görürüm ve bazı noktalarda tam anlamadığımı veya farklı düşündüğümü sanabilirim. Bu insan düşünce zenginliği. Bunu yanı sıra başkalarını örgütleme dünyanın en adi insan mühendisliği. Bir orta sınıf, bir burjuva sapıklığı.
    Hatta daha somut olarak söylersem ki bunun beni çamura saplatacağından eminim. Ben kendi ufacık çocuğuyla başa çıkamayanın 6-7 milyar insanı düzene sokma sevdasını salt kendinden ve özgürlükten kaçma olarak görüyorum. Bazı beraber yaşama ve çocuklara bildiğimiz kadar yardımcı olma dışında, gördüğüm faşist ruhluları kendi düzenli hayatlarını başkalarına da uygun bulmaları. Çocuk hala özgür ve onun için dünya hala oyuncak. Bizim için dünya meta. Hatta daha da kötüsü dünyaya yaşamaya değil öğrenmeye, çalışmaya, ücret köleliği yapmaya, okula gitmeye, yasalara uymaya, paraya inanmaya, hastanelerde onursuz gurursuz zavallılar olmaya, Devlet dairelerinde hakaret edilmeye, televizyon önünde başkalarını becerileriyle heyecanlanmalara, …, bu da yetmez gibi bunun ideoloji değil normal, doğal, kaçınılmaz olduğuna inanacak kadar aptallaşmak! Bu da yetmez gibi bunu savunan faşist ruhlu insan değil nesne olmuş hilkat garibeleri!

  1263. Sayın 1257 (Pipsqueak’den)
    Yazmak isteyip unuttuğum bir ek.
    Bir yanda yer yer dolaşıp bulduklarını yiyen insanlar.
    Diğer yanda yiyecek, içecek, giyecek, silah, iş bölümü ve binlerce diğer ıvır zıvırla dolu bir toplumu düşünün. Etrafları duvarla çevrili, ve en iç acısı olan evcilleşmiş insanlarla dolu toplum.
    Sanırım eninde sonunda ikincinin birinci toplumu kırımdan geçireceğini tahmin etmek için dahi olmak gerekmez.
    Ama suçun ikinciler gibi olmayan birincilerde, bazı bu sitedeki ırkçı ruhlular misali, olduğunu savunmak kadar adilik gerçekten insanın varacağı en derin alçaklık. Bir de utanmadan onları sevdiğini ve onların kurtulmaları için ikinciler gibi olmadıklarının kendini üzdüğünü söyler ve bunun birincileri kırımdan geçirmenin diğer bir biçimi olduğunu ve hatta tarihte yapıldığını bilmez.

  1264. Pipsqueak’den
    Ivan Illich son günlerinde beyinsizler arasında son moda olan “Hayat” sözcüğünden nefret ettiğini sık sık söyledi.
    Başka sığınacakları hiç bir şey olmayan çirkin ruhlular insansız hayatı da faşistleştirmişler.
    Bu fetiş hayranları, bu aslında ölüme tapanlar için, dinler, laiklik, ilericilik, modern bilim, materyalizm, diyalektik ve benzeri yüzlerce insana ve insanın yarattığı hayata yön veren ideolojik veya evrensel düşünceler gelir gider ama, anlamını tamamıyla yitiren, bir put olan HAYAT kalır! Bu yeni ve son altın yumurta daha öncekilerin yerine girer. Aslında hayli eski bir moda ama her zaman olduğu gibi Avrupa ve ABD daha yeni Türkiye’de pazarlamasını yapıyor olmalı.
    Tabii altında yatan sidik yarışması, güçsüzlükten kelimelerle işi bağlamak, durmadan kılıf değiştirmek ve hatta her yerde rastladığım son derece adi ve sıradan insanların küçüklük ve bayağılığını büyüklük ve yüceliğe çevirme çirkin oyunu.
    İşin kötüsü bunu genellikle fanatik dinciler yapar. Hepsi insanın yarattığı ıvır zıvıra tapar ama hemen ardından “Bak şu Allah’ın yaptıklarına, sen veya x, y, z aynısın yapabilir mi?” , ilahileri başlar. Belki artık dinci fanatiklerle laik fanatikler arasında fark sıfırlaştı veya karanlıkta bütün inekler kara olmuş.
    Bahaneler maşallah çok.
    Hayat yerine Doğa, Madde, Zaman, Mekân koysan aynı amaca varırsın. Amaç faşistliği, tek düşünceyi güzel laflarla saklamak.
    Hayat tüm özelliklerinde tecrit edilmiş bir maskaralık olmuş. Kendi kendine akan bir ırmak, kendi kendine var olan bir varlık, hiç kimse, hiçbir toplum, hiçbir medeniyet, hiçbir inanış bu yeni ve son soytarılar Allah’ın işine karışamaz. Ama nedense bunu savunanlar değişme çığırtanlığını olimpiyatını rahatça kazanacak kadar avaz avaz bağırırlar.
    “Allah bizi bir tek görüşten ve Newton’un uykusuna dalmaktan korusun!”

  1265. Pipsqueak’den
    1260 “What is this violence, this anger?”
    Eğer sen bunu anlamıyorsan taş uykusındasın. Dünya şiddet ve kızgınlıkla dolu. Sen 70ler, 80ler, ve hatta 90lara kadar uzanan sadece Türkiye’deki sol hareketlerindeki şiddet ve kızgınlığı bile hatırlamayacak kadar uyuyorsun. Ama asıl maksat yine sidik yarışması, sosyal sorunu kişiliğe indirgemek. Kendime sorarım, “bu herif asıl terörist olan Devlet’in tanımın şiddet tekeli olduğunu bile bilmiyor mu?” Ama tabii her sıradan insan gibi fikir özgürlük hakkını kullanıyor olmalısın. Yaşasın yığınlara söz hakkı vererek dünyayı vasat insanlarla dolduran modern ve sahte demokrasi!
    Madem İngilizce biliyorsun dünya sorununu kişiliğe çevirme hastalığına bir tedavi en azında “On Western Terrorism: From Hiroshima to Drone Warfare by Noam Chomsky and Andre Vltchek.”, olabilir.

  1266. Sayın 1256'ya

    Sayın “1256”,

    === 1 ===

    [kapitalizmi A. Smith icat etmedi]

    Kusura bakmayınız, şunu yazmayı hiç istemezdik ama mecbur ettiniz:
    Bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların; “kapitalizmi Adam Smith’in icat ettiği”ne dair bir ifadeyi ne zaman yazdığımızı ispatlar mısınız?!

    İspatlayamazsınız! Çünkü böyle bir ifade hiç yazmadık!

    Okuduğunuzu anlayınız:

    “Bugün (25 Nisan 2016!) devam etmekte olan kapitalizmin OMURGASINI SAĞLAMLAŞTIRAN YEGÂNE ŞAHIS ADAM SMITH’TİR! KAPİTALİZMİ İCAT EDEN ADAM SMITH DEĞİLDİR!

    KAPİTALİZMİN OMURGASINI SAĞLAMLAŞTIRDIĞI TARİH 9 MART 1776’DIR VE ESER DE ŞUDUR: KISA & MEŞHUR ADIYLA ‘THE WEALTH OF NATIONS’, TAM ADIYLA ‘AN INQUIRY INTO THE NATURE AND CAUSES OF THE WEALTH OF NATIONS’.”

    Yukarıda tırnak “” içindeki cümlelerimizi, bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri defalarca yazdık ama “önyargınızı azaltamadığınız için” anlamadınız!

    Saçmalamaktan vazgeçiniz sayın “1256”!

    Söylemediğimiz, yazmadığımız, ifade etmediğimiz şeyi; söylemişiz gibi, yazmışız gibi, ifade etmişiz gibi göstermekten vazgeçiniz!

    Onurunuzu kendi ayaklarınız altına almayınız!

    === 2 ===

    [siz bitmişsiniz..]

    Yoo; bittiğimiz falan yok!

    İçinizde kuruntu yapmaktan vazgeçiniz sayın “1256”!

    Bitmiyoruz; her gün (yavaş da olsa) artıyoruz!

    Her gün; “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”e ve “şirketokrasi”ye karşı mücadele edenlerin sayısı artıyor!

    === 3 ===

    [Örneğin bunlar, Stalin’den iyidir.
    Salaklar, kendini akıllı sanan çok dilli salaklar.
    Kitaplarda hayat arayarak kendi hayatını ıskalayan skolastik naif ergenler.
    Siz hayatın aktığı yatağın uzağına savrulmuş dereciklersiniz. Hızla yok olur, buharlaşırken, o buhar ısınızı ciddiye alacak kadar şaşkınsınız.
    Aklınızı başınıza toplayın.]

    [Örneğin bunlar]; kim “bunlar”?! Niçin muğlaksınız?! Açık açık yazsanıza!

    “Stalin” ile uzak/yakın temasımız olmadığını, “nefret ettiğimizi!” dafalarca belirtmiştik; bunu anlamak istemediğiniz için “Stalin” ismini pişirip pişirip getiriyorsunuz!

    [Salaklar, kendini akıllı sanan çok dilli salaklar.] Kendimizi akıllı sansaydık; sayın Gün Zileli’nin sitesine gelip sizlerle görüş müzakere etmezdik! [Salaklar, … çok dilli salaklar.] gibi bir ifade kullanmak size hiç yakışmıyor! Neye göre karar veriyorsunuz?! “Kim salak? / Kim değil?” teşhisini koyacak bir cihaz henüz icat edilmedi! Saçmalamaktan vazgeçiniz!

    [Kitaplarda hayat arayarak kendi hayatını ıskalayan skolastik naif ergenler.] Vah vah vah! Hayatı kitaplarda arıyormuşuz da haberimiz mi yokmuş?! “Yaşadığımızı zannettiğimiz hayatımıza” kapitalizm şekil veriyor; bunu idrak edemeyecek kadar tecrübesiz misiniz sayın “1256”?!

    [skolastik naif ergenler] Vah vah vah! Peki siz nesiniz: “Skolastik naif ‘adult-conformists'”!

    [Siz hayatın aktığı yatağın uzağına savrulmuş dereciklersiniz.] Vah vah vah! [Derecik] olsak yine iyi! Hepimiz (siz de dahil!); egzoz ve motor yağı karışmış, asfalt boşluğunda birikmiş zehirli su birikintisinde debelenen insanlarız!

    Peki siz [hayatın aktığı yatakta mı] yaşıyorsunuz da; gelmişsiniz bu siteye, bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların derecik olduğunu iddia ediyorsunuz!

    Kendinizi eleştirecek cesaretiniz yok!

    === 4 ===

    [O zayıf ve güçsüz, şeytan yamağı hasta; hem de çok hasta. Onu bile ciddiye aldınız.
    Müridi de olacaktınız. Zavallılar, kitapları hayat yazar; aksi değil! Hayatı yazan-yapan bir kitap henüz yazılmadı; zavallı idealistler; kapitalizmi A. Smith icat etmedi; o da sizin gibi bir kurban; etkisiz eleman!]

    [O zayıf ve güçsüz, şeytan yamağı hasta; hem de çok hasta. Onu bile ciddiye aldınız.] Kimden bahsediyorsunuz?! Niçin muğlaksınız?! Açık açık yazsanıza!

    [Müridi de olacaktınız.] Kimden bahsediyorsunuz?! Niçin muğlaksınız?! Açık açık yazsanıza! Patronlar (C.E.O.’lar!) plaza dışına çıkmamıza izin vermediği için; zorla içeride tutuluyoruz! Patronlar, bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları kendilerine “mürit” yapmak için her yolu deniyorlar!

    [kitapları hayat yazar; aksi değil!] Evet, tespitiniz doğru.

    [Hayatı yazan-yapan bir kitap henüz yazılmadı] Eğer böyle bir beklenti içinde olanlar varsa; vay onların hâline! “Anarşizm”den bir tutam haberleri olsa idi; “kitapların” yeri ve önemi, “hayatın” yeri ve önemi hakkında daha vâsi tecrübeye nail olabilirlerdi!

    === 5 ===

    [Ölmüşsünüz; ağlayanınız da var. ama gömülmek zorundasınız. Pardon!]

    Kusura bakmayınız; [Ölmüşsünüz] kelimenizde 2. çoğul şahıs eki kullanarak hata yaptığınızın farkında değilsiniz!

    “Ölmüşüz de ağlayanımız yok!” ifademizde; SİZ DE DAHİL OLMAK ÜZERE öldüğümüzü işaret ediyoruz!

    Bırakınız “gömülmeyi”;
    Peşimizden “ağlayan bile” çıkmayacak!

    Çünkü bugün:
    Kapitalizm “duygular üzerinden daha fazla kâr elde etmek” hususunda geçmişte hiç olmadığı kadar ustalaştı!

    “Birer ceset hâline gelen insan bedenlerimizi bile”; makyajlayıp, paketleyip, üzerine “fiyat etiketi” yapıştırarak; evlatlarımıza, torunlarımıza satacaklar!

    Kapitalizme karşı mücadeleye başlamadığımız sürece; bunların hepsi bir bir yaşanacak!

    Şimdi, tekrar:

    YAZIK!

    ÖLMÜŞÜZ DE AĞLAYANIMIZ YOK!

  1267. Pipsqueak herşeye karşı olduğunu zannneden bir düzen yandaşıdır.
    Gerçek bir muhalif olmak için sadece uygarlığı değil uygar olmayan toplumları da sorgulamak, Pipsqueak’inkiler dahil her türlü muhalif düşünceyi eleştirmek gerekir.
    Kendisi bunu yapmadığı için bir düzen yanlısıdır.

  1268. Sayın Bilim Teknoloji Mümini 1252
    “Aramızdaki çelişme şu; ben bilim ve teknolojinin yeni bir organizasyona ihtiyaç duyduğunu söylüyorum. (Ve günümüz kullanılan enerjisinin belki 3 te 2 sinin de aptalca olduğunu yazdım! Bilerek görmezden geldin; bu mu senin tartışma ahlakın; bunu mu öğrendin o anlamadığın kitaplarda..)”
    Ben görmezden gelmedim, senin bu ilahilerin, teknoloji saplantın gına getirdi. Burnu havada bir insan mühendisi, bir sıradan sosyolog, bir teknisyen, bir yeni olabilir Devlet başkanına danışmanlığa hazırlanan, tamamıyla sıradan ve eleştirilerden uzak kitaplardan ezberlediğin ilahiler bunlar.
    Aramızdaki fark ” … bilim ve teknolojinin yeni bir organizasyona ihtiyaç …”, değil. Benim sen ve sana benzer insan mühendisliği yapmak isteyen düzen yamaklarından tiksinti duymam. Bana daima faşistleri, Bolşevikleri, Nazileri anımsatman.
    Ban göre farkımızda ortak bir ölçü olmadığı için kıyaslamak bile imkânsız.
    Okuduğum kitapları anlamamış olabilirim. Tabii buna kim karar verecek? Sen mi? Ama en azından modernliğin en iyi bilinen felaketi olan ve insanları nesne yığını, sürü, güdüme ihtiyacı olan çocuklar gibi görmenin, insanların yaşamına düzen verme hastalığını senin bilmediğini görecek kadar bilgim var. Sen bu konularda nesnel düşünmeden tamamıyla yoksunsun. Kendini bu felaketin kurbanı değil yeni bir düzende işi ele geçireceklerin yamağı danışman gözüyle görüyorsun. En azından ve başlangıçta Bolşeviklerin planlamayla aynı fikirleri savunduklarını ve belli bir derecede başarılı bile olduklarını bilmiyorsun. Ben aynı sevmediklerimin tarihini, İslam gibi, senden çok daha iyi biliyorum ve gerekirse salakça saldıranlara karşı beğendiğim için değil, bön bön konuşulduğu, modaya uyulduğu, parti konuşmaları papağanlığı yapıldığı için yapanların yüzüne vururum.
    Örneğin eğer bir dini eleştireceksen kendi savunduğun din olduğu çoktan ispat edildi, onunla başla. Sadece “hayır din değil”, “onlar da kimmiş?”, “ben başkalarını tanıyorum” gibi nakaratlar çok ama çok çirkin.
    Bu tamamıyla cahilce konuşmana örnek olsun diye sana bir site adresi gönderdim. Ses çıkmadı. Ve hatta sanırım okusan da benim asıl maksadımı anlayacak kapasiten yok. Örneğin Wallace evrim teorisini Darwin’le aynı zamanda buldu ama kimse Wallace’ı tanımaz. Bu tarihin kazananlar tarafından yazılama cilveleri. Ve sen kazananların yamağısın.
    Anlamadığın için tekrarlayacağım. Toynbee gibi çok dinci ama yüce tarihçi, “Son 5-6 bin yıl insanlar Allah sanıp aslında Devlet’e taptılar.”, der. Belki sen de Bilim ve teknolojiye aynı nedenlerden tapıyorsun.
    Hele seni ışık yılları aşan dincilerden söz bile etmeyeceğim. Senin Allah’ın modern bilim bile değil, BOLLUK. Eğer bu sitede tarafsız ve modern bilimi bilen tek kişi olsa ben senin modern bilim konusunda hiçbir şey bilmeyenden bile daha düşük bilgin olduğunu ispat ederim. İslam’ın Merdiven dışı katkısında da Henri Corbin veya Majid Fakhry oku derdim ama yine laf cambazlıkların başlar: “ama aşk olsun, televizyon yaptılar mı?, oğlumun iş başı yapması için otomobil yaptılar mı?, aylık aidat vermekle benim boş konuşmamı hoş gören bilgi sayar ve siteler yaptılar mı?” çok şekerli ilahiler başlar.
    Biraz öğren sonra konuş. Daha nesnel olmakta yarar var.
    Sen olmaya alışmış bir koyun, bir dalkavuksun. Sen görmemişler ülkesinde büyümüşsün. Ben görenlerin sefaletini gördüm.
    Din ve Allah kaypaktır. Adları değişir ama kendileri değişmez.

  1269. 1266’ya
    “Vicdan mastürbasyonu ideolojileri” diye bir şey var;
    bu ideolojiler insanı somut siyasal pratiğin ve tavrın, devlet tarafından cezalandırılan yaptırımlarından korur; ve kendini de bedavadan iyi, temiz sanırsın.

    bir de insanların içindeki aşağılık kompleksini uyandırıp, “cahilsin sen”.. bunu oku, şunu oku.. aşağılamaları. Biraz da ingilizce, fransızca döktürmeler…
    Ana avrat dümdüz yazılmış arapça kâğıtları, öpüp başına koymuş ezik “moderen” Türkler için bu neo-Şeyh o mehdi olabilir.
    İnsanın kıçıyla güleceği bu grotesk Şeyh tiplemesine kuşkusuz ki kızılamaz; o kendinin de kurbanıdır.

  1270. Pipsqueak’e bir soru
    Uygarlık karşıtı fakat insanlık yanlısı olarak sınırlarınız nedir?
    Alt sınırınız hangisidir?
    Homo Sapiens Sapiens mi, Homo Sapiens Neanderthalensis mi, Homo Erectus mu, Homo Habilis mi, Australopithecus mu yoksa bir başkası mı?
    Üst sınırlarınız nasıldır?
    Örneğin Mezopotamya ve Mısır’da uygarlık öncesinin en geç tarihi için aşağı yukarı bir rakam verebilir misiniz?
    Osmanlılar Ertuğrul Gazi’nin 1281’deki ölümüyle mi karşı çıkılması gereken bir uygarlık olmuştur, yoksa Osman Bey’in bağımsızlığını ilan ettiği 1299’da mı? Bazı tarihçiler de beyliğin bağımsızlık tarihini Osman’ın 1288’de Karacahisar’ı fethetmesi veya Selçuklu sultanı III. Alaaddin Keykubad’ın 1302’de ölmesiyle başlatıyor. Sizce hangisi doğru?

  1271. TIAN FULEI (ÇİN) ADLI İŞÇİ ÖLDÜRÜLDÜ!

    “Çin’deki iPhone fabrikası ilk kez görüntülendi”

    Fotoğraf ( http://www.cumhuriyet.com.tr/thumbs/600×300/Archive/2016/4/25/522055_resource/page_cindeki-phone-fabrikasi-ilk-kez-goruntulendi_161673290.jpg )

    Çin’de Apple’ın sır gibi sakladığı dev iPhone fabrikasının fotoğrafları ilk kez ortaya çıktı.

    Çin/Şangay şehrindeki “Pegatron Corp” fabrikasında 50.000 işçi çalışıyor.

    İşçiler her sabah kıyafetlerini değiştirerek; “pembe ceketleri”, “mavi başlıkları” ve “plastik terlikleri”yle sabah yoklamasına katılıyor.

    “iPad” ile yüzleri taranıyor. İşçiler henüz piyasaya sürülmemiş herhangi bir teknolojinin dışarıya sızdırılma ihtimaline karşı metal dedektörlerden geçiyor.

    Fotoğraflar fabrikada çalışan işçilerin rutin bir gününe ayna tutuyor.

    FABRİKA, 90 FUTBOL SAHASI BÜYÜKLÜĞÜNDE

    90 futbol sahası büyüklüğündeki fabrikanın işleyişi şimdiye kadar bir sır gibi saklanıyordu. Bu fabrika ile ilgili işçilerin düşük ücretlerle uzun saatler çalıştırıldığı iddia ediliyordu.

    Fabrika kapılarını ilk kez batılı gazetecilere açtı.

    “Çin İşçi İzleme Kurumu”na göre işçiler bu fabrikada ayda 2.020 yuan; yani 950 TL ücret alıyor. Ürettikleri “iPhone”ların Çin’deki satış fiyatı ise 6.488 yuan yani yaklaşık 2 bin TL.

    Şubat 2016’da, 26 yaşındaki bir işçinin fabrikada 12 saat çalıştıktan sonra öldüğü iddia ediliyor.

    “Tian Fulei” isimli genç, Şangay yakınlarında diğer işçilerle birlikte paylaştığı bir yatakhanede ölü bulunmuştu. Ancak fabrika yönetimi, işçinin ölümü ile çalışma koşulları arasında bir bağlantı olmadığını savunuyor.

    25 Nisan 2016
    ( http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/522055/Cin_deki_iPhone_fabrikasi_ilk_kez_goruntulendi.html )

  1272. Sayın Medeni Değil Uygur 1266
    İlk önce bir övgü, bir de itiraf ve özür dileme.
    Medeniyet lafı yerine Uygur lafını kullanarak Atatürk’ün öz be öz Türk evladı olduğunu göstermen, Türklerin de Medeniyet merdiveninde yeri olan bir Devlet’i olduğu zamanları çağrıştırmak gözlerime saf Türk olma yaşları getirdi. Ben saf, öz be öz, halis, katıksız, karışmamış, bilhassa hayvan tüccarlarının kıstası olan pedigreye göre tam Türk sayılmam ama modern ulusal devletlerde önemli olan pedigre değil senin gibi uslu, terbiyeli, tahsilli, keskin zekalı, ileriye bakr vatandaş olmak. Ama bu senin gibi bir dahi için ağır bir konu. Bu sitedeki bir bilgice göre ağırlar aşağı düşermiş. İftihar ettiği bir İngiliz’den duymuş. Sense yüce birine benziyorsun, sana yukarılar layık. En iyisi hafiflik et, hafif ol. Üstelik bildiğim kadarıyla bu tip şeyleri kurtçular ulurdu. Neyse, zaten şaşkınlık, ırkçılık, milliyetçilik, ilericilik ve bilgi yoksunluğu bu sitedekilerin rümuzu.
    Doğru, senin savunma anlayışın sınırları içinde, ben vahşileri savundum ama yine senin savunma anlayışın sınırları içinde, savunmamı savunmamazlık etme laik günahını işledim. Sen bir mantık dâhisisin, zaten ve özellikle bu site Türk dâhileriyle dolup taşmakta. Site müdürünün dâhiliğinden, simbiyozından olmalı.
    Sen farkında değilsin ama son zamanları simgeleyen, televizyon + okul eğitiminden geçenlerin küçük beyinleriyle büyük keşiflerde bulunabilecekleri biliniyor ve sen tekrar ispat ettin. Senin mantığın bu sitedeki diğer bir dâhinin her kapıya anahtarı diyalektik mantığını bile aşar.
    Bütün bu sitede kitapları satılan bütün kapitalizm eleştiricileri aslında düzenin destekçileri. Sovyetlerde sözüm ona komünizmi eleştiren bütün yazar ve bilim adamları da aslında rejimin destekçileriydi. Dünyanın her yerinde, her zaman, her eleştirici aslında düzeni destekler. IDİŞ’i eleştirenler, Türkiye’de 70ler, 80ler, 90lar ve hatta şimdi bile düzeni eleştirenler aslında eleştirdiklerini destekleyenler. Liste senin beynin gibi kısa olmadığından, kısa keseceğim. Sen bu parlak fikrini propaganda şirketleri olan sosyal medya, gazete, televizyon falan filan şirketlere sat. Senin bu fikrin, dünyada ilk defe gerçek eşitlik sağlayacak bir fikir. Veya kendin bir site aç. Siten enayiler ve dolayısıyla facebok gibi reklamlarla dolar. Eğer cömert davranırsan tüm Türkiye köşeyi döner. Ama unutma sana bu fikri ben verdim.
    Senin fikrinde ölçüde küçük, kapasitede devasa beyninden fışkırmış diğer bir dâhilik daha var ama farkında değilsin.
    Anlatayım, belki bir şeyler öğrenir ezikliğinden kurtulursun. Genellikle düzen yerine başka bir düzen önerilir. Eğer alternatif düzen gerçekleşme süresine girerse realiteyle çelişkileri anlaşılır ve noksanlıkların bilincine varılır. Hatta şimdiye kadar daha henüz olmadı ama eğer bir alternatif gerçekleşmiş olsa en yüce ideal eleştirme ateşini sürekli yaşatmaktır. Bu özellikle organik tarihsel gelişme ve alışılmış bir hayat biçimi olmayan modern çağlar için geçerlidir. Çünkü hayal edilen yeni düzen her zaman bir teoridir ve dolayısıyla yapaydır. Ancak tatbikata geçince eksiklikler ortaya çıkar. Örneğin liberal demokrasi kişiyi kutsallaştırır, insan haklarını evrenselleştirir ama pratikte hem azınlıkları hem de benim gibi şizofrenleri ezer, dışlar. Zayıf ülkeleri sömürür ve kırımdan geçirir. Diğer örnek Sovyetlerde yaşanılan çelişkiler ve eleştiriler. Veya Çin ve diğer sözüm ona alternatif düzenler. Hatta İspanya’da çok kısa yaşanılan anarşizmin bile hem yaşandığı esnada hem sonra gerçek dünyayla olan çelişkileri, bazı kapitalistlerden eleştirisiz benimsenen kavram ve etkinliklerin sonradan farkına varıldı. Türk bolluk anarşistleri hala bu salak anarşizmin kılıfında anarşistlik bayiliği yaparlar.
    İlkelliğin gerçekleşebileceğini savunduğumu ancak ve ancak senin gibi dahiler sıka sıka altın yumurtlar. Daha henüz olmamış ve olması imkânsız bir düzeni eleştiri hayal gücü bende yok. Ama sende var. Maşallah zamanımıza egemen nihilizm altın yumurtaları arkandan değil kafandan fırlıyorlar. Sen daha düşünmesini bile bilmeyen bir zavallısın. Ezikliğini kelime düzmeyle saklamaya çalışıyorsun.
    He neyse, yine sınırımı aştım. Sınır polisleri materyalist, diyalektik, bolluk-tokluk bilgiç köpeklerin havlamalarını işitiyorum.
    İşte ilkellerin eleştirisi. “Yok”lardan, eksikliklerden oluşan bir liste. Aslında yüzlerce sayfa tutar ama listeyi uzatmak istemiyorum.
    Bu vesileyle, Sn. Gün Zileli’nin hoş görüşünü, cömertliğini ve kendine bile saldırmalarımı yayınladığı için, bu bağlamda saygımın sonsuz olduğunu belirlemek istiyorum. Bu hoş görüşünü suiistimal etmemek için elimden geleni yapacağım.
    Not bu listedeki özelliklerin hepsi aynı ilkel cemiyette bulunmaz, bazıları bulunsa da aynı şiddette değildir , bazıları bir cemiyette merkezi bir önem taşır ama komşusunda marjinaldir.
    1. Devlet yok. (Olmaz efendim! Uygurla başlamak lazım)
    2. Mülkiyet ve dolayısıyla özel mülkiyet yok (Olmaz efendim! Adalet nasıl sağlanacak?)
    3. Saat yok, işbaşı etmek için çalar saat yok (Olmaz efendim! Saatsiz olur mu? İşbaşına nasıl koşturacağız?)
    4. Para yok (Olmaz efendim! ıvır zıvırı Parasız nasıl alacağız?)
    5. Borç yok. (Olmaz efendim! İnsanın beli nasıl bükülecek?)
    6. Süpermarket yok (Olmaz efendim!Aç mı kalacağız)
    7. Banka yok (Olmaz efendim! Paramızı nerede saklayacağız?)
    8. Muhasebeci yok (Olmaz efendim! Pipsqueak’in savunduğu düzendeki şirketlerin paralarını kim sayacak? Hayır Olmaz!)
    Hiyerarşi yok, hiyerarşi türeten okul yok, enayiyle dolandırıcı üreten üniversite yok, uzman yok, süt inekleri bilim adamları yok, bürokrasi yok, kimlik kartı yok, sağlık sigortası yok, Ulu Şefler (Atatürk, Erdoğan, Lenin falan filan çobanlar) yok, vergi yok, televizyon yok, uçak yok, tavşan üretir gibi çocuk üretme yok, iman yok, yasa yok, Allah yok, haberler yok, gazete yok, tuvalet kağıdı yok, asansör yok, gelecekten korkma ve geleceğe hazırlanma yok, emekli maaşı için hayatını feda etmek yok, kazanmış hayatlarını kazanmak yok, ard arda fırlattığımız çocuklarımız için sosyal yardım yok.
    Seks açlığı yok. Bir antropolog ilkeller arasında babasını bilen şanslıdır der. Hoca veya bürokrat önünde yeminle evlenmek yok. Diğer bir antropolog üç yıl beraber yaşadığı çıplaklarda kamışı havada birini görmediğini söyler. Dolayısıyla Medenilerin en iftihar edecekleri, anneleri ve bacıları dışında tüm diğer kadınları tıkamak istedikleri genel evler yok. Or*pu yok, or*pu satan pezevenkler yok; or*pu yerine bolluk satan pezevenk politikacılar da yok.
    Açlıktan tüketim robotlarına dönmüş insanlar yok, yiye yiye kabız olmuş, ne kadar zorlasa çıkaramadığı için pişman olan zengin, bol emekli maaşlı tüketimi eleştirici iyi kalpli, tatlı dilli ölçülü tüketim pezevenkliği yapanlar yok.
    Bu vahşiler çok tembel olduklarında çok ÇALIŞIP ufacık fiyatlar, özellikle beyin ve ruhlarını satışı, karşılığı hayatı kolaylaştırıp televizyon önünde stresli, antidepresyan ilaçlı keyif yaşamazlar, senin gibi fazla yediğinden normal yoldan çıkaramadıklarını dahileşmiş beyinlerinden çıkarmazlar. Salt yaşamda kalmak, karınlarını doldurmak için gece gündüz ÇALIŞIRLAR.
    Devamlı süslenir, tüyler takar, kendilerini boyarlar. Dans eder şarkı söylerler. Günün çoğu zamanı etrafa serpilip hayal kurarlar. Hatta onlara ilk rastlayanlar bu insanlarda bir halsizlik hastalığı olduğunu düşünerek yanlarında doktorlar götürdüler. Meğersem mavi gözlü sarışınlar, kendi sefillikleri olan EMEK günahını tatmamış olan ilkelleri görünce şaşırmışlar. Meğersem tıpa tıp sizler gibi salt kendilerinin soytarıya, dilenciye, ruhsuz ve beyinsiz hilkat garibelerine çevirdiklerini bir türlü sindirememişler. Artık kendi alçaklığını diğerlerine yansıtıp, sonra alçaklığı matematikselleştirip nicelik merdivinenine yerleştirerek bulunduğu yer ölçüsünde mutluluk kazanma sapıklığı dünyaya yayıldı. Bu kendi hastalık ve sapıklıkları başkalarında arayıp bulmaya çalışmak artık Medeni insanların tek teselli arama aracı oldu.Olmaz efendim, olmaz! Ücret köleliği yapmayanlar, EMEK günahını tatmayanlar mutlaka kaytarıyorlar. OLMAZ!
    Bu arada, fırsat bu fırsat, bolluk anarşistlerinin tiksindiriciliğini gören ve reddeden anarşistlerin bir espiri bak *) havasıyla “bu da bizim İsa’mız” dedikleri sonsuz sevdiğim sonsuz dinci bir şairin “kendini” eleştirdiği bir şiirini çevireceğim.
    * o salak polis ırkçı bilgicin hayal gücü olmadığını bildiğimden, havlamalarını duyduğumdan “espiri havasıyla” kelimelerini ekledim.
    Baca Temizleyicisi
    Ufacık siyah bir şey karlar içinde,
    Çağırır ağlar sesle ‘bacacı”, ‘bacacı’ diye.
    Söyle, baban annen nerdeler,
    Kiliseye duaya gittiler.
    Kırlarda neşeli olduğumdan,
    Kış karında kahkahalar attığımdan,
    Bana ölüm elbisesi giydirdiler,
    Acı, azap çekme türküsü öğrettiler.
    Mutluyum, türkü söyler oynarım diye,
    Sanki beni sokmadılar işkenceye,
    Gittiler Allah’ı rahibini ve Kralı övmeye,
    Sefilliğimizi Cennetlerine çevirenlere.
    Aynı şair sizin hala Allah diye taptığınız ve sizin gibi kişisiz, ruhsuz, kurumuş bolluk tanrılarından biri olan Newton için onun aslında Şeytan’ın sözcüsü, basit bir aleti olduğunu söyler. Sizin özendiğiniz mavi gözlü sarışın gözlü İngilizleri, bu günkü canlı-ölüler olmaya karşı uyarmaya çalışır. Aynı diğer ve başarısız olan 17. yüz yıl pezevenk olmayan devrimciler gibi.
    Nakaratım: Din ve Allah kaypak varlıklardır. Adları değişir ama özleri değişmez.

  1273. Terörizm ve Batı’da Basın (Pipsqueak’den)
    Teknik not: Sol hareketleri de dahil, düzene karşı olanların klasik orduların karşı karşıya savaşa girmeleri gibi klasik metotlara başvurmalarının imkânsızlığı çoktan beri biliniyor. Bu konu çok sayıda unsurlar ve özel durumlar içerir ve dürüst ve hakkıyla incelenirse sayfalar tutar. Yapanlar oldu.
    Benim burada amacım bunun teknik nedenlerini açıklamak değil. Ama sanırım son 40-50 yıl dünyanın türlü yerlerinde “terör” adıyla halka yutturulanları az çok bilenler benim bu yukarıda söylediğime, direniş hareketlerinde klasik savaş imkânsızlığı gözlemime, katılırlar. Hatta klasik savaşa en yakın Vietnam-ABD savaşı bile basında sık sık “gerilla” adı altında sunuldu.
    Amacım ne de koca kelle sosyolog, politolog, marksolog, anarcholog, gazetelog, televizyolog, medyalogluk.
    Amacım bu sitedeki bazılarının düzeni tam içine sindirmiş olduklarına dikkat çekmek ve benim eleştirilerimi sürekli kişilik ve psikolojik saçmalığına indirgemekle enayileri uyutmalarına işaret etmek.
    Aynı şekilde son yıllardaki terör eylemlerinde Batı basını ve politika şefleri olayı daima eylemi yapan kişinin psikolojisine indirgemekle enayileri oyalarlar.
    Benzerlik bir tesadüf mü acaba?
    Tabii çok daha derinde yatan düzeni savunanların sosyal ilişkileri insan yapısının ebediliğine bağlama olduğu safsatasına indirgemekle ilişkileri şeyleştirme (reification) eğilimidir.
    Not: Ben bu sitede bunu yapanların bilerek yaptıklarına bile inanmıyorum. Bunu bilerek yapacak kapasitede birine daha henüz rastlamadım. Bu sitedekiler antenleri güçlü robotlar, hepsi o kadar. İşin acı tarafı da bu!

  1274. 1269
    Ben bu konularda sıfırım. İsterseniz bunları açıklayan bir kitap listesi ve hatta en iyilerini içeren bir listeyle kitapları n çoğunu nasıl bedavaya elde edebileceğinizi size bildiririm.
    Not: Kitaplar Fransızca ve İngilizce.
    Not: Uygarlık karşıtı olmakla insanlık yanlısı, bu ne demekse (?), birbirlerini dışlamazlar. Bunu kendiniz ima ediyorsunuz.
    Not: Benim “Sayın Medeni Değil Uygur 1266” yazım benim için asıl konuya cevap verir. Geri kalan meslekçilik veya “enfermasyon”. Dediğim gibi isterseniz size bu konularda en seçkin ve en üstün bilim adamlarının kitap listesini gönderirim. Bence bu sorular ve cevapları lise öğrencilerinin geleceğe hazırlık bilgileri. Siz yoksa lise öğrencisi misiniz?

  1275. Tanıştığımıza memnun oldum çok “Medeni” Sayın Öz Arap/İbrani/Asur/Akad/Hami-Sami ve aynı zamanda isminizden anlaşıldığı kadarıyla Hint-Avrupalı Ari İngiliz beyefendi.

  1276. Bizimki, o bilge laflamalara dalmış yine. Dünyayı yalamış, yutmuş eda makyajını tazelemiş, dönmüş. Ezik hödükleri ayartacak. Çuval, çuval laf. Fethullahın sohbetleri kıvamında. Sümüğünü, salyalarını silmiş; edepli zamanlarını takınmış. “P” zamanlarını unutturmak için, PMD’nin, MD ortalamasında karar kılmış.
    Postunu sermiş, laflıyor. Ayar çekiyor. Ayarsız!
    Elini uzatmış; öptürecek adam arıyor.
    *
    Cübbeli Ahmet Hoca sanki; arapça gevezelikleri araya sıkıştırır gibi İngilizce, Fransızca lafları da serpiştiriyor. Ezik ruhundan biliyor; ezik ruhların zaafını… Hakikatin dilinin tek olduğunu züppe gösterilerle örtülebilir sanıyor. Skolastik naif ergenleri aşağıladıkça daha çok mürit zaafına sürükleneceğini, kibirli hasta ruhunun “doğal” alçaklığıyla biliyor.

    Şarlatanların giysileri, dilleri, edaları “zamanın ruhuna” göre değişir; Şeytan Yamakları bu makyaj ve uygun kostüm konusunda her zaman seçimlerini iyi yapar…
    Bu tuhaf enerji, bu açıklanamaz yazılama motivasyonu arkasında kim bilir hangi derin tatminsizliğin, hangi kişilik bozukluğunun, hangi zavallı arayışın insanı yatar.
    Karanlıkta kara bir kedi arıyor.. Biri söylesin. Zaten o kedi de aradığı yerde yok…

  1277. Demedim mi demedim mi
    Sana cânım demedim mi
    Gönül kuşu yuvasından
    Uçar bir gün demedim mi

    Cânım derviş gözüm derviş
    Çalış maksûduna eriş
    Bu gafletle baş olmaz iş
    Geçer fırsat demedim mi

    Nedir bu dünyanın işi
    Terk et beyhûde teşvîşi
    Eli kazmalı bir kişi
    Kazar kabrin demedim mi

    Sana derim behey sûfi
    Ki yok mu sende Hak havfi
    Ecel cellâdı bir seyfi
    Çalar bir gün demedim mi

    Ölüm demez yiğit koca
    Gelir bir gün ya bir gece
    Kefen elinde bir hoca
    Sarar seni demedim mi

    Bu dünya fânidir fâni
    Senden önde gelen hani
    İmamlar giydiğin donu
    Soyar tenden demedim mi

    Yatma gâfil eyle kıyam
    Ölüm fikrin eyle müdâm
    Kıyamet gömleğin imam
    Biçer bir gün demedim mi

    Göçeriz dünyadan şehâ
    Varırız kabre çün tenhâ
    Gelir Münker Nekir Baba
    Sorar sual demedim mi

    Dünya işinin ur terkin
    Göç yarağın eyle öndin
    Herkesin ameli kendin
    Yakar Sûzî demedim mi

  1278. Sayın 1254, 1257 (Pipsqueak’den)
    Not: Önemli değilse de eklemek istedim. Bazen rumuzumu eklemeyi unutuyorum. 1248, 1251, 1253, 1259 yazıları ben yazdım.
    Not: Tekrar sn. Zileli’nin cömertliğini suiistimal etmemek için elimden geleni yapıp kısa kesmeye çalışacağım. Eğer sınırı aşarsam iki bölüme ayırırım.
    Bir itiraf: Ön yargılarım devasa, nefretim devasa.
    Bir savunma: Ön yargılar dinlerdeki günahlara benzerler, onlarsız olmaz ama kimse tasvip etmez.
    Konuyu kısıtlayacağım: TZM, Ralph Lipton, Howard Zinn, Canetti
    Ön yargılarım:
    TZM benim bilgilerim ve felsefem açısından dünyanın en alçak dolandırıcısı ve bunu görmemeniz bir mucize.
    Maalesef bütün dolandırıcıların “bilim”lerine model olmakla sonsuz hasar yapan, sonsuz zarar yaratan doğa bilimlerinin baş artisti fizikte bile bilim adamları “Natural Law” sahtekârlığından vazgeçtiler. Sizin bilim-teknik bilginiz fakirleri bolluğa eriştirme de kandırma veya görünen köye kılavuz istemez propagandası. Size söyledim anlamak istemiyorsunuz: Doğa yasası ne demek?
    a) Yarın suyu ateşe koyduğunda kaynayacağına buz tutarsa salaklar gibi “doğa, doğa yasasına uymayan şizofren olmuş”, diyecek değilsiniz.
    b) Doğa, pek doğal değil.
    c) Siz Rousseau ve benzeri yüzlerce asil ruhluların medenilerin sefilliğini vurgulamalarını ve tarih boyunca salt kazananları anlatan masalları yutmadıklarından doğada yaşayanların pekâlâ işi becerdiklerini kelimesi kelimesine anlıyorsunuz. İstekleri bu boynu bükük, beli kırıkları tekrar özgür yaşama davet. Aslında mavi gözlü sarışınlar ve ucuz ruhlu yaltakçıları kendilerinin “doğa” ve “kaynaklar” sözleriyle salt kendilerinin ne demek istediklerini açığa vururlar. Ben yüce ruhlular arasında bu doğada yaşayan insanların “doğa” kelimesiyle ne demek istedikleri iddialarına ben hiç rastlamadım. Tabii son yapılan antropolojik çalışmalara dalmak istemiyorum ama bu çalışmalar ilkellerin “doğayı” mavi gözlü sarışınlardan çok farklı algıladıklarını söylerler. Ve tasvir ederler. Hepsi o kadar.
    Ahlaksız ucubelerse “Doğa” ve “kaynaklara” bağlam dışı, soyut, cansız, evrensel bir tanım verirler veya en son ve en cici bici tanımıyla bir “enformasyon” sinyali, bir elektronik gürültü olur. Bu konuya aşağıda daha tekrar değineceğim.
    Bu TZM dolandırıcılar cici bici “New Age” ucuz ve orta sınıflara uygun terapi yapıyorlar.
    Ralph Lipton daha da adi bir varlık.
    Her iki sahtekârlara benim tepkim: “sorun sosyal yaşamın taptıkları teknolojik Allah’a ayak uydurmaması değil, tamamıyla politik bir sorun”. Siz bile başlarda benzeri bir anlayış içinde “political economy” yerine “economy” (daha sonra cici bici “econometrics” ve diğer çılgın isimler yumurtlandı) satan alçaklıklara işaret etmiştiniz.
    Eğer bir toplum teknolojik yeniliği reddederse, en azından bu o toplumun bileceği bir iş. Üstelik farz edelim etrafta gezip yiyecek arayanlara otomobil sunuldu.
    1. Bilinçaltı model, medenilerin “gezip yiyecek aramayı” bağlamından soyutlaştırıp sadece ve sadece “karnını doyurma”, işlevsel (fonksiyonel) yani kendilerine benzeterek teknolojik bir sorun olarak görmesi. Sorun süpermarket sorunu olur. O insanları doğayı kendileri gibi görmemeleri sadece geri kalmışlık. Çevreyle olan ilişkilerinde belli bir sayıyı geçmeye karşı aldıkları “mitsel” önlemler ve inanışlar bir tarafa atılır. Hayvan sevgileri, çiçekler, kuşlar, kokular, dağlar, ovalar, ırmaklar da öyle. Hepsi “doğa” ve kaynaklar” olur. Bunların hepsini fabrikalarda üreten medeniler için bunlar teknik sorunlar. Bu söylediklerim binlerce sayfalar, özellikle durumun vahimleştiğinden son 50-60 yıl binlerce kitaplar inceledi. Doğayı nesne olarak görmeyen insanlara teknolojik araçlarla bolluk vaadini ancak TZM gibi alçaklıkta sınırları aşmışlar yapar. Kısacası bu dolandırıcılar teknik sorunlara teknik çözüm önerirler.
    Bu sitedeki cici bici maaşlı gibi otomobilin bu insanları medeniler benzettikleri inkar edilir. Çünkü bu salağın Ulu Şeflerine göre teknoloji nötrdir.
    Bu TZM dolandırıcıların ” Resource-Based Economy” lafındaki “resource” bende sonsuz tiksinti yaratıyor. TZM, anlamsız bir hayat sürdüren ama eğitim görmüşler orta sınıf, dünyayı tamamıyla burjuva gözüyle görenlere iş ve işçi bulma kurumu. Yalnızlar yığınına bir işgüzarlık yaratma.
    Not: Gezip dolaşanlardan küçük bir gurubun bile diğer varlıkların kökünü kurutmadan yaşamaları için ihtiyaçları olduğu alan ölçüsü Türkiye kadar olabilir.
    Not: Eğer sadece Orta Asya Türklerinin veya Mongolların yerleşik toplumlara saldırmalarının nedenlerine biraz yakından bakarsanız fena olmaz. Aynı artık yaşaması için çevresi gittikçe küçülen ve dolayısıyla yiyecek bulamayan kurtların köylere inişlerine benzer.
    Evet, bunları görüşüm benim ön yargılarımdan kaynaklanır ve haklı olduğumdan sonsuz eminim.
    Gelelim Howard Zinn ve Elias Canetti’ye.
    Onlara karşı da ön yargılarım var. H. Zinn’i okudum (80lerde ve hala referans olarak kullanırım). Saygım ve hayranlığım sonsuz. Benzeri kitap A.L. Morton’un İngiltere için yazdığı kitaba da hayranlığım sonsuz. Hatta şimdi bu hayli yayıldı, diğer bir ismi “kazananlar değil kaybedenlerin tarihi “veya “alttan tarih” adı altında geçer. Sonsuz saygım olan E. P. Thompson, C. Hill, ve özellikle başlangıç yeri sayılan İtalyan tarihçiler, örneğin Carlo Ginzburg … Köpeklerin havlamasını işittiğim için listeyi uzatmayacağım. Bu tarihçiler kapitalizm felaketine uğrayan alt tabakalarda cadılık, büyücülük, gece karanlıkta ayinler, iblise tapmalar gibi sağlıklı tepkileri incelerler ve bu sitede beni tiksintiyle dolduran beyinsiz mükemmel AtıTürk evladı, bilim-teknik fanatik mümin-askeri, çirkin ruhlu ırkçı, faşist yeni gelişen ve sosyal yaşamı darmadağın eden kapitalizme direnişleri anlamadan bön bön, içi boşaltılmış yerine kibir doldurulmuş kişiliğiyle yargılarda bulunur. Bu herif cici bici ailede, cici bici sütle, cici bici eğitimle, cici bici evlilikle, cici bici oğluyla, cici bici ücret köleliğiyle, cici bici emekli maaşıyla bilgiçlik özentisi içinde.
    Hatta daha ileri gideceğim. Dünyanın her yerinde aynı felakete uğrayanlarda benzeri tepkiler tespit edilir. Bak “Cargo cults”, bak Avustralya’da yaşlıların gençlerde görüp dert yandıkları inançları arasından salt “kara büyü” cazibesi, bak Peyote Cults”, bak “Sun Dance”, bak “Bahia Uprising”, bak “Sudan’da Mahdi Uprising”. Bunlar hatırladıklarım. Yüzlerce dahası var.
    Aylık emekli maaşı, uslu terbiyeli, süt çocuğu büyümüş, kendisi gibi salaklar salağı AtıTürk’ün beyin yıkamasından bir türlü kurtulamamış burnu havada lağım fareleri beni her zaman deliye çevirdi.
    Lütfen kıyaslayın:
    “Religious suffering is, at one and the same time, the expression of real suffering and a protest against real suffering. Religion is the sigh of the oppressed creature, the heart of a heartless world, and the soul of soulless conditions.”
    Bunu yazan, hiç sevmesem de, okyanusunda damlası bile olamayacağım dev Karl Marx.
    Bir de oku şu sonradan görmüş, bolluk anladığı bilim-teknik yeni din ve yeni Allah’a bütün varlığıyla (daha doğrusu canlı-ölü varlığıyla) sarılan şu burnu havada cici bicilik fiyakasından geçilmeyen kibir küpü AtıTürk evladının din inanışlarıyla alay etmesine.
    Herif o kadar cahil ki, bunun, yani kendi dinine inanmayanlarla alay etmenin, müminlerin en başta gelen özelliği ve hatta inanç tanımının zorunluluğu olduğunu bile bilmez.
    Bir yanda Marks gibi bir devin sempatisi, diğer yanda bir görmemişin zırvalamaları, bilmediği bilimsellik çalımları, iyi kalplilik ve hayır severler derneği üyesi gibi konuşmalar.
    Sizin şunu oku bunu oku deyip beni salt okumakla suçlamanızı anlıyorum ama bence sonsuz yanlışsınız. Beni tanımıyorsunuz. Bende sizin taptığınız medya yıldızları gibi ne bilgi ne zekâ ne de yetenek var.
    Ama durumu daha iyi anlamanız için ve yine ilkellerden öğrendiğim bir bilgiyle açıklayacağım. Bir Kızılderili yaşlının dediği:
    “Ben bebekken oynardım, biraz büyüyence izci oldum, biraz daha büyüyünce savaşçı oldum, sonra şef oldum, sonra filozof (daha doğrusu halkının tarihçisi ve düşünürü) oldum ve bugün ölmek için güzel bir gün.”
    Bunu 70-80 yaşında hala doğru dürüst bit hayat yaşamadığından ölmek istemeyen, daima genç kalmak isteyen, genç kızlara aç gözle bakan, onursuz, gurursuz etrafı şarlatan doktorlar ve her deliğinde bir hortum bağlı ölen medeni yaşlılarla kıyasla. Ben zamanımda yapabileceklerimi yaptım ve sizin bu yargılarınız son derece çirkin ve hakaret edici. Üstelik yaptıklarımı yazdığımda her ikisi de TZMcilere benzeyen iki salak Ulu Şeflerinizin kulaklarınıza fısıldadığı pis dedikoduya uyarak dolandırıcılara ne kadar kolay inandığınızı ve köleliğinizi sergilediniz.
    Bir karşılıklı konuşmada hala genç olan bir Situationist International’da yer alan birine sordular:
    – Peki neden artık sesiniz çıkmıyor?
    Cevap belki tatmin edici değil ama insana yakışır.
    – Söyleyecek ne varsa hepsini söyledik, artık söyleyecek bir şey kalmadı.
    Ben bunu bir formül, bir ilke, bir kılavuz olsun diye söylemiyorum. Terbiyesizliğinize son vermeniz için söylüyorum. Ve tekrar ediyorum:
    “Allah bizi bir TEK GÖRÜŞTEN ve Newton’un uykusuna dalmaktan korusun!”
    Ama sizin bunu bilerek yaptığınızı, inşallah doğrudur, da sanmıyorum.
    Canetti’yi okumadım ama kısaca bir araştırmam ona da H. Zinn gibi hayran olacağımı gösterdi.
    Ben uyku hapları dağıtanlar, devrimcili, solculuk, anarşistlik, en kısaca bu adlar altında aslında bolluk seyyar satıcılığı yapan pezevenklerden nefret ediyorum. Ve nefretimle evreni doldursanız okyanusta bir damla bile olmaz.
    Daha önce de söyledim.
    “General Good is the plea of the scoundrel, hypocrite, and flatterer”
    Kapitalizmin bir canavar olduğunu görmekle büyük bir adım atmışınız ama kapitalizmin canavarlığı apaçık. TZM, bu sitede ve dünyada mantar gibi çoğalan kapitalizmi makyajlayıp, ıslah etme masallarını anlatanların dolandırıcılığını görmüyorsunuz. Size ben Amerika’ya varanların üç misalini verdim. Radikaller günümüz dolandırıcıları. Ama bu dolandırıcılar kendi masallarına inanırlar, hepsi kinik değil ama çoğu son derece enayi ve modernliğin ve medeniyet canavarının yüzde yüz köleleri. Kapitalistler bedeni, misyonerler ruhu kırımdan geçirenler. 1960larda bile Kızılderili çocukların kendi dillerini konuşmaları yasaktı. Bunu icra edenler TZM gibi ve bu sitedeki ırkçı faşist gibi “sosyal geriliği” düzeltmek isteyen ve bu arada değişik yollarla kırımdan geçirenler.
    Size değersiz bir uyarım: kelimeyle hakikat (veya daha doğrusu “şey”) felsefi açıdan aynı değil ama zararsız. Asıl sorun kendimizi ilgilendiren konularda ayırt etmenin zorluğu.
    Not: Bence TZM ayrıntılarıyla incelenecek kadar zaman kaybına değmez. Özür dilerim, ben buyum. Alttan tarihçiler ve Canetti sadece okumaya değmezle kalmaz, insana gerçek insan misalleri sunarlar. Tek engel yeni işim ve mavi gözlü sarışınların “hümanizm”i veya TZM’nin diyeceği gibi, iş olmasına ve k*ç temizlemeye bile hazır olduğumu defalarca söylememe rağmen, bu iyi kalpliler yaşlılığımın teknik sorununa teknik çözüm olan beni “fazla yormamak” için bana ne zaman ihtiyaçları olursa o zaman telefon edip çağırmaktalar. Ne güzel ama değil mi? Küçüklere sevgi, büyüklere saygı! Yine o pezevenk AtıTürk çıktı karşımıza!
    Tekrar ediyorum nakaratınız “oku ,oku ,okuma” da hayli sıkmaya başladı. Ben sizden daha büyük bir b*k içindeyim. On dakikalık Fransa’ya bile çıkmamız yasak! Bunlar AtıTürk’ün çirkin evladının taptıkları Batılılar!
    Tabii o cici bici maaaşlı hödük de sizin gibi pürüzleri düzeltme ezanları okuyor.
    Tekrar ede ede kafayı yiyecem:
    “Doğa”yı, “kaynak”ları” sizler gibi algılamayan, özne /nesne, biz/doğa ayırım yapmayan, Devlet’den nefret eden, sizler gibi Tek’e tapmayan cemiyetler ve insanlar oldu ve bütün kırımlara rağmen hala, kendi kendilerini yönetme, kendi kendilerinin karnını doyurma, kendi kendilerinin türkü, sanat, dans ve diğer mide kadar önemli olan ihtiyaçlarını aracı pezevenksiz elde edenler var. Örneğin ” Art of Not Being Governed”. Bunlar arasında Zinn ve Canetti olur ama TZM gibi çirkin ve ruhsuz bir mahlûku makyajla canlılık kazandırıp devreye sokan pezevenklere rastlanmaz.
    “Allah bizi bir tek görüşten ve Newton’un uykusuna dalmaktan korusun!”
    “Allah bana Zinn ve Canetti gibi dürüstlerle pezevenkleri karıştırmamakta yardımcı olsun!”
    Ama bütün Allahlar yere inip bana TZM ve Bolluk Allah’ına tapan cici bici emekli maaşlı ırkçı, faşist, milliyetçi, merdivencinin pezevenk olmadıklarını söylese, cevabım, “ulan siz de pezevenk olmuşunuz”, olur!

  1279. Pipsqueak’den
    Ne güzel oluyor bu 1274, 1275 gibileri çıldırtmak. Aşağılık duygularını atasözleri, kısa ve öz, adi ve zahmetsiz kısa her kapıyı açar sümsük ve mızmız eziklikliklerini, acılarını dökme fırsatı verdiğim için bu zavallılara yardımım olduğunu hissediyorum. Ama sanırım biraz de bunalım yaşıyorlar. İnşallah yanlışım var.
    Hele son zamanlarda birden mutfak psikanalisti olan cici bici emekli maaşlı 1275. Keçilerden vazgeçmiş olmalı.
    1274 de 1275 gibi bana bilgili olma gösterisi içinde. Türkiye sadece taklitçi maymunlar yığını değil, AtıTürk’den bu yana bilgili görünme peşinde yanıp tutuşanlar yığını.
    Yalnız bilgi yerine kendilerini çok sıktıklarından normalde arkadan çıkan ağızlarından çıkıyor. Bu sitedeki hemen hemen tüm kitaplar ve kendi okudukları elden düşme Batı yazarları. Ama olsun. Esas olan içlerini boşaltmak.
    Zavallı Türkler, zavallılıkta bile Batı’yı taklit ediyorlar. Hala bilginin bir tekel olduğuna uyanmamışlar. Televizyon önünde büyüdükleri ne kadar apaçık: her şey psikoloji olmuş.

  1280. Kürt Halkının “insan haklarının” yanında cesaretle duranlar ile H. Zihn “yoldaş’tır.

    Howard Zinn’i anmak -Noam Chomsky

    1960′ların başı itibariyle, Marthin Luther King’in liderliğiyle ve hükümetin yanıt vermek zorunda kaldığı kitlesel bir halk hareketi şekilleniyordu. Howard, cesaretinin ve dürüstlüğünün mükafatı olarak, kısa süre sonra, öğretmenlik yaptığı okuldan atıldı. Birkaç yıl sonra, “sayısız küçük eylemleri” ile King’in önemli bir etki kazanmasını (eminim ki bunu en başta King’in kendisi ifade ederdi) ve ülkeyi, eski kölelere temel insan haklarını teorik olarak sağlayan bir yüzyıl öncesinin anayasal değişikliklerini kabul etmeye mecbur bırakmasını (daha gidecek çok yol kaldığını belirtmeye gerek yok ama en azından kısmen de olsa bir yol kat edilmesini) sağlayan o “meçhul insanlar”ın ana örgütü SNCC üzerine (Barışçıl Öğrenci Koordinasyon Komitesi) kitabını yazdı.
    ….
    Bazı yerlerde Howard’ın yaşamı ve çalışmalarının özel bir yansıması vardır. Bu yerlerden biri, daha iyi bilinmesi gereken bir ülke, Türkiye’dir. Başka hiçbir ülke bilmiyorum ki önde gelen yazarları, sanatçıları, gazetecileri, akademisyenleri ve diğer aydınları devletin suçlarını kınarken ve bunun da ötesine geçerek, şiddetli baskı tehdidi altında ve kimi zaman da bu baskılara maruz kalarak ve sonra yine iş başına dönüp baskı ve şiddetin son bulması çabasıyla sivil itaatsizliğe katılırken sergiledikleri cesaret ve onurlu duruşlarıyla böylesi etkileyici bir sicile sahip olsun. Bu, benim bildiğim kadarıyla eşi bulunmayan, şerefli bir sicildir ve Türkiye’nin de bundan onur duyması gerekir. Ve bu durum diğer ülkelere de model olmalıdır. Aynı, tarihin nasıl anlaşılması ve onurlu bir yaşamın nasıl yaşanması gerektiği konusunda silinmez bir iz bırakan Howard Zinn’in hayatı ve çalışmalarıyla unutulmaz bir model sunduğu gibi.

  1281. Sayın (pipsqueak) 1277'ye

    Sayın “pipsqueak” 1277,

    Madem kendinizi “yaşlı” yerine koyuyorsunuz; “genç kalmaya çabalayan!” (‘gençlik myth’i tuzağına düşmeden!) bizlerden, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lardan tavsiye:

    Siz de bir gün öleceksiniz!

    Geleceği; bizler, evlatlarımız, torunlarımız sırtlarında taşıyacak. Ne acı ki; sizin gibi “tecrübeli kişiler!” kabuklarına çekilip, sadece ama sadece URIZEN referansını gerekçe gösterdiği için, konformistlikleri içinde kayboldukları için; “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”lar doğdu!

    “Bugünün dünyası (28 Nisan 2016)”nın ne hâle geleceğini, sizin nesliniz daha 1960’larda sezmeye başlamış iken; niçin kılınızı kıpırdatmaktan vazgeçtiniz?!

    “Dünyayı daha hakkaniyetli bir yer yapmak” fiilini, sürekli William Blake’den yaptığınız kotarmaları kendinize dayanak noktası belirleyip; “hayatı ıslah etmeyiniz!” zırvasıyla karıştırıyorsunuz!

    Sayın “pipsqueak”, siz; “kapitalizm” ile “hayat”ı birbirine denk zannediyorsunuz!

    SİZE DEFALARCA YAZDIK: HAYATI ISLAH ETMEK KİMSENİN HADDİNE DEĞİL!

    KAPİTAZLİM; HAYAT DEĞİLDİR!

    “The Zeitgeist Movement (TZM)” ile ilgili size defalarca gönderdiğimiz referansları bir kez olsun incelemediğiniz için; içinde neler olduğunu BİLMEDEN YAZIYORSUNUZ!

    “TZM”; hayatı yontmaya çalışmıyor!
    “TZM”; kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışıyor!

    Sayın “pipsqueak” ilk önce; SABIRLI OLUNUZ!
    Sayın “pipsqueak” ikinci olarak; REFERANSLARI İNCELEYİNİZ!
    Sayın “pipsqueak” üçüncü olarak; GÖRÜŞLERİNİZİ YAZINIZ!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]

    Sizden yaşça genç olan fakat “gençlik myth!”inden nefret eden “Beyaz Ya-LA-ka”lardan bir hatırlatma:

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    George Orwell

  1282. Sayın 1265 (ve daha önceki 1257) (ben yine Pipsqueak)
    Bölüm 2
    Bir uyarı: Düzeni destekleyenlerin hepsi aynı dili konuşurlar ama parti üyeleri olmaları şart değil. Bu “conspire” “co-inspire vaya daha açıkça con-inspire” kelimesiyle oynamayla daha güzel ortaya çıkar.
    Siz aralarında birbirlerinin sırtlarını sıvazlamaları olan aslında partisiz parti üyelerinin ne kadar fanatik ve yıkıcı olduklarını görmüyorsunuz.
    Evrende en nefret ettiğim insan türü olan Erdoğan’ın bu kendi gibi alçakları çılgına çevirmesi, bu bolluk için her türlü aşağılığı kabul edenlere az kemik attığından bilgiyi ayakları altında çiğneyenleri deli divane etmesi hoşuma gitti. Erdoğan’ın aynada yansıları olan cici bici emekli maaşlı ve diğer milliyetçi, ırkçı ve faşist günah çıkaranların İslam’ı tarihte yerine koyma yerine İslam düşmanlığını bir çeşit parti içi “Heil Hitler” etmişler.
    Herif dil bilmez benden 70lerde okuduğum ve çok beğendiğim dürüst bir düşünür olan Hodgson’ın kendisi gibi süpürge makinesiyle ölçen biri gibi adileştirmek ister ve ben sanki babasının uşağıyım, bu süpürge makinesi sayfalarını bulup kendine çevirmemi ister. İşte size bu sitenin bilgi kalitesini güzel simgeleyen biri. Sadece ” The Islamic Heritage and the Modern Conscience” başlıklı bölüm bu ucuz ruhlu politikacının ne kadar çirkin ve tiksindirici olduğunu göstermeye yeter. Ama herif kafaya süpürge makinesini takmış, tekrar eder durur.
    Bu site haklı olarak küfür ve hakaretli yazıları yayınlamak istemez ama bu cici bici bilgili olma özentisi içinde olanın sitenin kalitesine hakaret etmesi es geçilir.
    Dürüst, derin bir düşünürün İslam üzerinde yazdığı kitaptan alıntılar:
    ” The war of light and darkness sounds well, but in this post-Freudian world men realize that the darkness ascribed to one’s enemies is a projection of the darkness in oneself that is not fully admitted. In this way the distorted image of Islam is to be regarded as a projection of the shadow-side of European man.”
    ” According to John Wycliffe … main characteristics of Islam were also the main characteristics of the Western Church of his own day. This does not mean that he was favourably disposed towards Islam. On the contrary. The leading characteristics of both Islam and the Western Church, as he saw them, were pride, cupidity, the desire for power, the lust for possession, the gospel of violence, and the preference of human ingenuity to the word of God. These features in the West were the main cause both of the divisions within Christendom and of the division of the West from its neighbours. In speaking of the Western Church as a whole Wycliffe even uses the phrase we western Mahomets”
    Bizim çirkin ruhlu dâhiden sonsuz yüce ve kuzeyin Atinası denilen bir yerde (1909 – 2006) arası yaşamının son 60-70 yılını İslam’ı çalışmaya atamış tarihçi bir papaz!
    Bu İslam’a saldıran kendi dininin gardiyan köpeği utanmada “Freud”cılık eder ve sadece ne kadar cahil ve tenkitsiz bir ruha sahip olduğunu sergiler.
    Erdoğan gerçekten sonsuz beyin lezyonlarına neden olmuş.
    Bizim AtıTürk kalıntısı çirkef dâhi sorar:
    John Wycliffe veya Jan Hus kim yahu? Yerçekimini buldular mı? Televizyon ürettiler mi? Bu dâhi arar bu adamları Childe’in Merdiven’inde, Girard’ın keçileri arasında. Bulamaz. Ulu Şef’ine sorar, o da duymamış. O halde bunlar benim uydurduğum aslında yabancı dil bilme gösterişim. Bu dâhi, kendi Ulu Şef’inin kitap bazı Türkçe romanlar hariç tüm diğer kitapların yabancı dillerden çeviri ve hatta genellikle utanılacak kadar kalitesiz çeviriler olduğunu bile görmeyecek kadar zır deli olmuş.
    Ben bu dâhinin gelmiş geçmiş en adi dininin mümini olduğunu görüp kendi dinine kıyasla daha henüz cemaat varlığının etkisinden tam kurtulmamış İslam’a bakmasını tavsiye ettim, herif partilerindeki İslam ısırma öğretisi etkisi altında havlamaya başladı. Asıl olan İslam’ı treni kaçırdığı, cemaat dilinde değişikliklere uyamadığı, hatta yeni dil ve dinin Allah’ı olan TİCARET’İN İslam’ın özü olduğunu öğrenip kendi dinine ne kadar benzediğini göreceğine, işi kendi dinini dili olan buzdolabı saymaya çeviriri.
    Sizler az çok modernliği biliyorsunuz. Ama modernliğin tanımında esas, mihenk taşı olan eskiyi reddetme, gelenekleri ve geleneksel cemiyetleri kırımdan geçirmenin, insanları bu içi geçmiş dâhi gibi salt emekli maaşı olduğu için kendini insan sananlara çevirdiği, bilim-tekniğe uyum ve uyuşukluk gösteren köle ruhlu merdivenci ucubeler yarattığını görmemezlikten geliyorsunuz.
    Bu bağlam içinde eski eserleri yok eden IŞİD’la İlerciliğe ve yıkıcı Bilim-Teknik’e tapanlar arasındaki fark ikiyüzlülük. IŞİD açık açık yapar, diğeri dünyayı kolonileştiren Avrupalıların misyonerlerine benzerler. Salak tatlı dillerle bolluk satan güler yüzlü, iyi kalpli gaddar, gam yükü tüccarları.
    Bana sömürüyle, daha önce fakir olmayan ama dünya politik sefillerine çevrilen Afrikalıların Yehova’nın Şahitlerinin gelişini zengin ülkelerden zenginlik getirecekleri ümidiyle kucak açarak beklemelerini anımsatır.
    Ve bir Afrikalı peygamber, “Beyazlar geldiğinde, İncil onların, toprak bizimdi. Şimdi tam tersi!”, der.
    Bu sitedeki içi kurumuş çoğunluk ucubeler hala zenginlik ve bolluk gazelleri okumaktalar!
    Not: Gündemde olan bir örnek: 26 Nisan1986 Çernobil (alçak kapitalistler) kazası NÖTR TEKNOLOJİSİNDEN etkilenen Samiler artık Sami değiller. Yaşam biçimleri ve dolayısıyla kimlikleri yok oldu. NÖTR TEKNOLOJİ daha önceki nötr becerilerinin kırımdan geçirdikleri cemiyetleri, sizin TZM ve bu sitedeki cici bici emekli maaşlı dâhiyle iyi kalpli oğlu işi ele geçirenlere kadar kırımdan geçirecekleri cemiyetleri tekrar dirilteceksiniz, eminim. Dediğiniz gibi sadece sabırlı olmak gerekir. BAZI RADYASYON ELEMANLARIN YARIM HAYATI MİLYON YILLARLA İFADE EDİLİR. Dâhi ve oğlu üfürükçülük yapıp bu pislikleri temizleyeceklermiş. İNŞALLAH! Bunu eskiden din rahipleri söylerdi, şimdi laik, devrimci anarşistler ve cici bici emekli maaşlı söylüyor. Zaten suçlu belli: A. Smith’in dediği gibi haris KAPİTALİSTLER. Tarihte insanlar bu kadar hiçbir zaman alçalmamıştı. Yıllarca BBC için Vietnam savaşı röportajı yapan bir gazeteci emekliye ayrıldığında dünyayı gezer: “Vietnam’ı hayatta duymamışların orada olan bitenleri benim röportajlarımı okuyanlardan çok daha iyi anladığını gördüm!”, der. Boynuzlu koca gibi hakikati en son devrimci-solcu- insan mühendisi- eğitimli- cici bici maaşlı dahi ve beyni ve kalbi temizler öğrenecek!
    Bu cici bici emekli maaşlı dâhinin taptığı, he sır gibi anlamını tek kendi bildiği “bilimsellik” metotlarla 2 milyon önceki insanların 15 000 yıl önceki insanlardan daha zeki oldukları, Antik Yunanlıların 1850 yılındaki İngilizlerden ve insanlardan daha zeki oldukları, ve 1850 yılındaki insanların zamanımız insanlarından daha zeki olduklarının ispatından habersiz. Bu dâhi, kendine benzer Erdoğan’ın zır deli edenlerle ayinlerinde “emekli maaşımız var, elektrik saç kurutma makinemiz var, antideprasyon ilaçlarımız var, var oğlu var; o halde biz Erdoğan’ın aynı varlıklar içinde yüzenlerden ve özellikle salt aynı şeyleri isteyen pis Arap ve pis Müslümanlardan zekiyiz!” şakırdarlar. Bu “bilimsel” çalışmalar beyin üzerinde yaptıkları çalışmalarla bu gittikçe aptallaşmanın büyük bir ihtimalle çevre pisliklerinden kaynaklandığını ileri sürerler. Bu bilim adamları daha henüz bizim bolluk müminleri, heyecandan hoplayan zıplayan, yaşlanmayan gençler ve genç olan genç solcu-devrimci-bollukçu 19. yüzyıl anarşistler-lenincilerin her derde deva bulduklarını ve bunu politika enayiler pazarına yeni ambalajlarla bir daha sürdüklerinden habersizler. Bu kendi başına zamanımız insanlarının aptallıkta 2 milyon yıl zekâ merdiveninde en alt basamakta olduğunu fazlasıyla gösterir ama Popper’in dediği gibi modern bilimin diğer bilgi edinme metotlarına kıyasla üstünlüğü (enayi süt inekleri için) bir çeşit iş ve işçi bulma kurumu oluşunda, ücret köleliği emzikleri dağıtmasında.
    Eski küçültme ilahilerinizi dört gözle beklerim.

  1283. Sayın 1280 ve Aynı Zamanda Enayi/Dolandırıcı Olma Sanatı
    Yeni referanslar, videolar, youpooplar, kitaplar için teşekkürler. Siz yeni Ulu Şefiniz TZM genel başkanı muhabbet tellalına benim size göndereceğim referansları ve kitapları lütfen iletiniz. O muhabbet tellalının dahi-artist olduğu çok belli, hepsini çabucak yutar ve sizin gibi umut arayan umutsuzlara kusar. Kendisi hayatta hiç okumadıkları kitapları okuyup yaptığı muhabbet tellallığının uzun bir tarihi olduğuna belki uyanır.
    Sn. Zilelinin sitesini gereksiz sayfalar doldurarak suiistimal etmek istemiyorum ama listenin ne kadar uzun olacağını belirlemek için meşhur Merdiven’in en altından bazı numuneler vereceğim. Eğer bana bir adres verirseniz binleri aşan kitap, binleri aşan makale, binleri aşan siteler gönderirim. Mutlaka cop yemem, hapse atılmam, sokaklara düşüp televizyonlara ve gazetelere iş yaratmam da gerekiyorsa onları da kanıtlayıcı noterden tasdikli belgeler gönderirim.
    Çin
    Lao-Tzu (Tao Te Chıng), Zhuang Zhou (The Essential Chuang Tzu), Li Po (Poems), Wing-Tsit Chan, U. Le Guin (Lao Tzu), Max Kaltenmark (La Philosophie Chinoise), M. Granet (La Pensée Chinoise), J. Needham (La Science chinoise et l’Occident ve Science and Civilisation in China), J. P. Seaton (The Essential Chuang Tzu, Anthology of), McNeill (Classical China), Chinese Poetry) and many more. I am afraid of retired genius to add more.
    India
    Bhagavad Gita, Upanishads, Radhakkrihnan (History of Philosophy, Eastern and Western), Nagarjuna, Max Weber ( Hindouisme et Bouddhisme) , K.M. Panikkar (Indian History) McNeill (China, India and Japan), M. Eliade (Yoga, Alchemy, Bengali Nights), but above all the works of Ananda K. Coomaraswamy. Coomaraswamy’nin kitaplarını tek tek yazmak isterdim. Hepsi eşsiz değerde ama hiç değilse “Chritian and Oriental Philosopy of Art” is a must.
    “Every generation imagines itself to be less of a suckers by believing hustlers like TZM, and wiser than those who do not believe the conman like TZM.”
    Not: En son ve en yeni ve en doğru Ulu Şefler Ulu Şefi, TZM soytarısı bu kitapları okumaz tabii. Onun da sizler ve burjuvaların dünyaya egemen olmasında pahası ölçülmez bir başarı kazanan EYLEM emzikleri dağıtmaktan zamanı yoktur. Ama olsun, sizin BÜYÜĞÜNÜZ olarak, demedi demeyin veya beyninizde sayısız lezyon olduğundan tekrar edşp durun.
    Ama yine de en iyisi TZM veya eski Ulu Şeflerinizden ayrılmayın, İLERİYİ düşünün. Öbür salak gibi yaptığınız bu bilgiçlik özentisi boşuna. Öbür salaklık numaralarıyla iyi bir emekliye konduktan sonra boş konuşmak için sonsuz zamanınız olacak. Hatta teknolojide gelişme sayesinde konuşmaya da gerek kalmayacak. Beyniniz diğer beyinlere bağlanacak. Nihayet gerçek telepati gerçekleşecek. Size EYLEM lazım, hoplayıp zıplamak lazım, cop yiyenler, mücadele edenlerin, sefil olanların sosyal medyadan adlarını , adreslerini bulup diğer sizin gibi iyi kalpli sosyal medyacılarla paylaşmak lazım. Bu size fazlasıyla yeter. Siz can sıkıntısından kurtulmak için meşguliyet arıyorsunuz. Medenilerin ve modernlerin sonu ve ilacı olmayan hastalığı.
    ATASÖZLER
    Anonymous
    “In my generation I was a told not to be gullible and keep away from the conmen. I lived long enough to be of next generation and found out that gullibles are not the yokels that they are made out to be. They are rather slimy slick would-be conmen who pretend to be jackasses to have the hay.”
    Pipsqueak
    Zavallı Orwell, soytarıların elinde maskara olmuş. Daha da kötüsü adını ağzına alanların TZM gibi dolandırıcları görmemeleri onu intihara sürükleyebilirdi. TZM = NEWSPEAK!; TZM = İŞ VE İŞÇİ BULMA KURUMU!

  1284. Pipsqueak Bolluk Dini Müminlerine Alıntılar Sunar
    Not: Sayın AtıTürk’ün, aşırı zeki, laik, gerçek bilimsel, gerçek dâhileri, lütfen bu aşağıdaki şaşkın salakların saçmalıklarını hoş görün.
    “Din bireyler ve gruplar arası ilişkilerde kardeşçe sevgi salık verir ama gerçek dünya bir orkestradan çok savaş alanına benzer. Rekabetçilik ruhu en çok cici bici laik, seküler, ilerici, bilim-teknik, bol maaşlı meslek isteyen ve dincilere karşı korkuluk askerleri yetiştiren cici bici okullarda aşılanır.
    Bu bolluktan başka hiçbir dine inanmayan kötümserlik askerleri, insanların birbirlerini boğazlamasının kendi beyinlerinin yıkandığı dinleri olan “insan doğası” inancının sebep olduğuna inanırlar. Yani şeyleştirirler (reification). Allah kahretsin, yine karşımıza elden düşme Batı eserleriyle beslenen hödüklerin nefret ettikleri Batı eserlerinden kavramlar, Batı dilinden kelimeler çıktı. Bunlar insanlar arasındaki sosyal ilişkilerinin temsilini hakikat sanan cici bici eğitimli, cici bici maaşlı, cici bici oğullu yeni putperestler. Eğer biraz okumuşlarsa, çeneleri daha çok düşer. Karşımıza o meşhur laik yerçekimi çıktı yine! Bunlar din öğretilerinin ütopik idealler, insan ilişkilerinde yol göstermede yararsız, mal yaratmaz, bolluk getirmez, elektrik süpürgesi satmaz, elverişsiz saçmalıklar olduğunu savunurlar. Kendi beyinlerinin yıkandığı cici bici okulları diğerine yansıtırlar ve nereye baksalar diyalektik büyücü asasıyla kendileri / kendiler değilleri, varmış oldukları hakikat yerine temsilini yutturanları görürler.
    Bu yeni bilim-teknik putperestlere Ruth Benedict’in Kültür Kalıpları kitabında Pueblo Kızılderililerini (Patterns of Culture ‘da Pueblo Indians) tasvirini okumayı tavsiye ederim.
    Bu kabile, yaşadıkları çevrenin aşırı sert yaşam koşullarına rağmen bireylerini cici bicilerin kaçınılmazlık ilahileri olan rekabet ruhu belasından kurtarıp ılımlı, karşılıklı yardım edenlerden oluşan, dış baskılardan yoksun, kişilerin mutluluklarına hiçbir engel koymayan bir hayat yaratmışlar.
    Buradaki yaptığım din yorumu doğal olarak modern bilimin dine bağlılığına dayanır. Günümüzün dilencilerle dolu cici bici bolluk müminler dünyasında bu bağ kolaylıkla görmemezlikten gelinir.”
    A. EİNSTEİN (BİRAZ DA BENDEN EKLEMELER)
    Not: Yine karşımıza o cici bici emekli maaşlı hakiki bilimsellik uzmanın salak dediği telepaticisi çıktı! Olmaz efendim, olmaz. Bize sırtımızdan inmeyen AtıTürk lazımlığı lazım!
    Not: Eğer “cici bici emekli maaşım çok, o halde zekâm da çok”, diyen AtıTürk’ün gerçek laik, gerçek bilgiç, tek gerçek olan bolluk dininin açıkgöz cin dâhileri bulundukları bulutlar arasından aşağıya iner de salakların halinden de anlamaya tenezzül ederlerse, Einstein’ın Hindistan’a gidip kendisi kadar salak ve son derece dinci olan Tagore’yle konuşmak istediğini ve aralarındaki konuşmayı çeviririm. Bak şu salak Einstein’a! Türkiye’ye gelerek cici bici emekli maaşlı gerçek dâhileri görüp AYDINLIĞA varacağına, salak Einstein, Hindistan’a gitmiş. Bak yine cici bici maaşlının Merdiveni çıktı karşımıza! En alt basamakların, son zamanlardaki saç kurutma makinesi üretiminde başarılarını hasır altı edersek, alt basamakta, değersiz alçak Doğu çıktı karşımıza!
    Diğer bir alıntı:
    “Bak şu cici bici bol maaşlı beyaz mahlûklara. Ne kadar gaddarlar. Dudakları süzük, burunları incecik, suratları çarpık, eciş bücüş, kıvrım kıvrım. Bakışlarında her zaman boşluk ifadesi var; her zaman bir şey arıyorlar, her zaman rahatsız ve tedirginler. Biz bu cici bici maaşlıları anlamıyoruz. Deli olduklarını sanıyoruz.”
    YAŞLI BİR PUEBLO KIZILDERİLİ’NİN CARL GUSTAV JUNG’A DEDİKLERİ
    Not: Bir yanda yüce ve gerçek bilim adamı Einstein’ın din ve Pueblo Kızılderililer hakkında söylediği laflarla diğer bir yüce ruhlu düşünürün, Jung’un, Pueblo Kızılderililer hakkında söylediği laflar; diğer yanda AtıTürkün yarattığı insanlığa yüz karası boş konuşan cici bici emekli maaşı bolluk dilencisi ve dilencileri.
    Not: Eskiden mağrip ülkelerindeki Müslüman dilenciler sadaka verenlere,”Allah sizi cennete göndersin.”, derlerdi. Şimdi cici bici AtıTürk laik dilencileri olmuşlar ve “Allah sizi Avrupa’ya eriştirsin!”, diyorlar. Bundan rahatsız olan sofu Müslümanlar camide ikinci AtıTürk Erdoğan’ın Türkiye’yi Avrupa’ya sokmada başarılı olması için dua ediyorlarmış. Böylece dilenciler, “Allah sizi Avrupalı Müslüman Türkiye’ye göndersin!”, diyeceklermiş. İnşallah!
    Not: Bugün Cuma. Ben bu kelimeyi milliyetçi, ırkçı, yabancı dil sevmeyenlere yakıştırmıyorum. Cuma ve Salı Arapça; Çarşamba , Perşembe, Pazar Farsça. Hafta Sümer’e uzanır, ay da öyle. Bunları atıp cici bici emekli maaşlı dâhi gibi Avrupalı olmak şart! Bu açıdan bakınca, bana öyle geliyor ki, Erdoğan diyalektikle zıtlarını hoplatp zıplatarak AtıTürk’den bile yararlı olacağa benzer.

  1285. Sayın 1280 (Pipsqueak’den)
    Sizin hiyerarşi ruhunuz, papağanlığınız, ayni şeyleri utanmadan tekrarlamanız, ikiyüzlülüğünüz sınırsız. Bırakın yalanları. Bırakın sosyal medyadan topladığınız sizin gibi kodoşların adlarını sayıp beni küçük düşürme taktiklerinizi. Ben sizlere ŞİMDİ İŞİNİZDEN ÇIKIN diyorum, duymazlıktan geliyorsunuz. Boş verin geçmiş hikayelerini.
    Çekirge felaketini bile aşmış insan sayısı felaketine katkınız olan fırlamalarınızı yaptığınızda neden Detroit’e yazıp bize bunun sorumsuzluğun daniskası olup olmadığını öğrenmediniz? O zamanlar İlahi Şefiniz olan Ulus Baker ve diğerleri sizin bu enayiliğini görüp sizi uyarmadılarsa suç bende mi? Gidin onlara yapın bu göğsünüzü dövme numaralarınızı, sinemasını yapmayı. Siz onursuz, gurursuz, Ulu Şef’in yamaklarısınız, hepsi o kadar. Milyarlarca birbirleriyle çelişkiye düşen atasözlerinin varlığından bile habersiz bön bön Orwell’i tekrarlayıp duruyorsunuz. Ben kolayca Orwell’in bu lafının tam tersini söylediğini bulup sizin yüzünüze vururum, örneğin kendinin yazdığı Hayvanlar Çiftliği veya 1984 veya Katalonya’ya Saygı veya sizin TZM’yi yuttuğunuz gibi kendinin Trotçkiliği yutup Katalonya’da anarşistlerin yüceliğine az çok uyanması, veya Hayvanlar Çiftliği kitabının okullarda komünistliğe karşı propaganda olarak kullanmasına göz yumması ve hatta polis muhbirliği yaptığı iddiaları gibi. Ama sizde utanma kalmadığı için tekrar veri bankanızdan keyfi sayfaları bana gönderirsiniz.
    Siz rahat yaşamanın günahlarını çıkarmak terapisi yapıyorsunuz. Ben kendinden ve sıradanlığından nefret eden ve dolayısıyla başkalarının kahramanlığıyla boşalan dikizci ruhlu, sizin gibi çok orta sınıf modern insan harabeleri gördüm.

  1286. Sn Zileli,
    Sayın 1265 (ve daha önceki 1257) (ben yine Pipsqueak)
    Bölüm 1
    Yorumuma cevabınız:
    “Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!”
    Ben elimden geldiği kadar temizledim ve öznel yargılarımla birçok diğer yazılardan pek farklı olduğunu görmüyorum.
    Yazı iki bölümden oluşmakta ve birinci bölüm ikinci bölümü anlamak için, bence, gerekli.
    Ama yine gözden geçireceğim.

  1287. İnşallah bu defa yeteri kadar temiz.
    Sayın 1265 (ve daha önceki 1257) (ben yine Pipsqueak)
    Bölüm 1
    Yaratıcılıktan mahrum, orijinallikten yoksun, türetici olmayan , icatçı olmayan burjuvalar merdiveninde en alt basamkta yaşayan kulunuz ben, sık sık yaşadığım düş dünyama dalmıştım. Senin veya sizlerin “yol gösterme” konusundaki eleştiriler düşüme girdi. Kendi kendime “bir deney yapalım bakalım bunlar ciddi mi, yoksa benim gibi eğleniyorlar mı?”, dedim.
    Yol gösterenlerden nefret etmem en başta gelir. Ama mutlaka tartışılmak gerekirse, önce kendi yolumu ve sizlerin şimdiye kadar yazılarınızda algıladığım yol arasındaki devasa farklara dikkatinizi çekmek istedim. İnşallah başarırım.
    Bence siz dâhileri pek anlamıyorsunuz ama ciddiye alıyorsunuz. Ben de anlamıyorum ama alay ediyorum. Siz bana yüceler yücesi Spinoza’yı anımsatıyorsunuz. Vico gibi Descartes’ın Newton gibi ruhu kurumuş olduğunu göreceğine, çok ciddiye aldı.
    Bu sitedeki dahiler dâhisi 1256 yazısında şöyle dedi:
    “Hayatı yazan-yapan bir kitap henüz yazılmadı; zavallı idealistler; kapitalizmi A. Smith icat etmedi; o da sizin gibi bir kurban; etkisiz eleman!”
    Siz anlamadınız. Asıl demek istediği kapitalizmi açıklayan ve anlatanlara gerek yok, bilgiye gerek yok, kitaplara gerek yok. Marks’a gerek yok.
    İkinci Dünya Savaş’ından sonra kapitalist ülkelerin Keynesci ekonomisini uyarlamaları ve benimsemeleri aslında sadece “hayatın” akışı. Sanırım bu herif “doğa”, “diyalektik”, materyalizm”, her kapıyı açan anahtarlarına şimdi “hayat” veya “hayatın akışı” gibi yeni altın yumurtalar ı çıkarmak için kendini sıkıyor.
    Bolşeviklerle Marks’ın arasında hiçbir ilişki yok. Bu dâhinin meşhur büyücü “hayat” asasıyla “poof”, der ve Marks birdenbire ortadan kaybolur. Yerine “hayatın” diyalektiği, maaşı gibi hakkını verme “hak ırmağı” aydan aya akar.
    Siz bu dâhiyi anlamıyorsunuz! Sadece kendisi gibi dahi olup “hayat”ın akışına katılıp akıntıyla yüzmek yeter. Emekli maaşınızla bilgiçlik demokratik haklarınızı kullanıp aklınıza, eğer kalırsa, geleni söylemek. “Hayat” kendi başına ne yapacağını bilir ve olacak olur.
    Dâhinin tek unuttuğu benim gibi küçük beyinlilerin gerçeği ve hakikatin asıl kaynağı olan “hayatı” kendi gibi aracısız görmekten yoksun olduğum. Ama sizde bu hakikati olduğu gibi görme cevheri dâhilik var. O yüzden kibar, saygılı, ciddi bir tutuma giriyorsunuz. Diyalektikle aynı ama aynı değil fikirleri savunuyorsunuz.
    Herif Kant’ın felsefesini bu sitede diğer bir dâhinin Müslüman arkadaşının çürütmesi gibi abrakadabrayla çürütür. Bu herif Hegel’in Baykuş’unu küçük parmağıyla bir tarafa iter, bu herif Batı’nı elektriğine şükür devamlı AYDINLIKTA. Dolayısıyla sadece ve sadece karanlıkta yürütülme zorunluluğu olan akıla da ihtiyacı yok. Bakar görür, ağzını açar hikmet akar.
    Aynı dâhi 1207 yazısında şöyle dedi:
    “Kopernik.. Brahe.. Kepler.. ve Galile
    Bu adamlar olmasa yerçekimi teorisi olmazdı..”
    Burada da asıl demek istediği önemli olan yerçekiminin nasıl çalıştığını anlatmak ve dolayısıyla anlamak değil. Önemli olan yerçekiminin “hayatın” içinde olması.
    Not: American Scientist ve Nature dergilerinde yayınlanan Dawkins ile yaptığı söyleşide DogKins Türk emekli dâhiye sorar:
    – Eğer yerçekimini Newton bulmasaydı, başkası bulur muydu?
    – Yerçekimi hayatta siz ve benim ağızlarımızdan akan hikmetlere benzer. Bulunacaksa bulunur. Çıkacaksa mutlaka çıkar.
    Dâhi totolojisine, maaşı gibi cici bici epistem, paradigma, materyalizm, bolluk-solluk, toknoloji, Merdiven teorisi, keçileri kaçırma gibi laflarla devam etti ve tek emin olduğu Araplar veya Müslümanlar veya Hindistanlılar veya Çinlilerin hele hele ilkellerin asla bulamayacakları olduğunu ekledi. Her iki dâhi de söyleşiye Sezar’ın becerilerinin beceriler olduğunu tekrarlayıp sizler gibi k*ç yalama ilahileriyle son verdiler. Bu bana yıllarca önce diğer bir hayatı k*ç yalamayla geçmişin Marksı eleştirdiğimde ağzından hemen yaladıkları “Ama deve dev payını vermeli!”, çıktı. O kendini solcu-devrimci, %li değil, tam anarşistti ve devlere dev paylarını vere vere bu hale gelmemiz onu rahatsız etmiyordu. Herif bu dâhinin ücret köleliğiyle hak ettiği emekli maaşı gibi kendi de Marks gibi artist olma peşindeydi.
    Eagleton kafamı pek sarmaz ama “Dawkins’in din bilgisi, bir ilkokul çocuğunun biyoloji bilgisi kadar”, deyişiyle kalbimi kazandı. Ve Eagleton bir Marksist! İşte bizim sonradan görme Türk sol ve devrimciliği. Hala 17. yüzyıldalar. 19. yüzyılda aşağı yukarı zirvesine erişen ve tamamlanan değişik konuların kendilerine öz değişik metotlarla çalışıldığından bile habersizler. Politika ticaretiyle kapı kapı gezen seyyar satıcılıktan hala kurtulmamışlar. Bu herifin din bilgisi AtıTürk’ün kulağına fısıldadığı enayi avcılığı masalları. Burjuvaların rakiplerini yerme masalları olan dine karşılılık haplarıyla büyümüş.
    Bu dâhinin düşünceleri o kadar derin ki, içine dalarsanız dünyanın (eğer yuvarlaksa) tam karşısı olan yerden çıkarsınız.
    Böylece bu dahi sayesinde Türkler yeni bir metro sistemi bulup teknolojiye katkıda bulunmuş olurlar.
    Bir örnek daha.
    Birisi bu herife yazıyı Sümerler buldular der. Bu dahi cevap verir: “Olmaz efendim, olmaz. Sümerler son İKİ YIL bir katkı da bulundular mı? Daktilo icat ettiler mi? Olmaz! Burjuva dünyanmızda bedavaya yaşamak yok, benim gibi kölelik yapacaksın!”
    Birisi bu herife ateşin ilk kullanışı (şimdi bilindiği kadar ) 2 milyon önceye uzar der.
    Bu dahi cevap verir: “Olmaz efendim, öyle şey olur mu? Ampul tüccarı Edison nerde? Üstelik bu Afrika’da olmuş, olmaz! Afrikalılar benim Merdiven’in çok altındalar. Olmaz!”
    Bir örnek daha siz A. Smith deyip duruyorsunuz ama A. Smith’in bu iyi kalpli herifle ve oğlu, solcu-devrimci-leninist-bolluk anarşistleri sizlere ve bu sitede dolup taşan dolgun aylık maaşları veya dolgun emekli maaşlarının günah çıkarma ilahilerini şakırdatanlara ne kadar benzediğini görmüyorsunuz. Eğer paranoyaksam bu demek değildir ki, cehennem yolunu iyi niyetlerle döşeyenler yok, tatlı dilli politika tüccarları yok, günah çıkarma ayinleri tarihte olmamış ve şimdi de yok, …
    Her neyse, işte A. Smith alıntı.
    ” To gratify the most childish vanity was the sole motive of the great proprietors. The merchants and artificers, much less ridiculous, acted merely from a view to their own interests, and in pursuit of their own pedlar principle of turning a penny wherever a penny was to be got. Neither of them had knowledge or foresight of that great revolution which the folly of the one, and the industry of the other, was gradually bringing about.”
    Aynı bizim cici bici emekli maaşlı dahi gibi konuşuyor, değil mi?
    Not: Size bu tatlı dili yutmayan Ghanalı Anton Wilhelm Amo’dan (1703 – 1759) bahsettim, sanırım o ırkçı dâhi gibi Afrika’dan adam çıkmaz düşüncesiyle önem vermediniz.
    Vico’dan söz ettiniz ama benim anlayışımla sizin anlayışınız arasındaki fark geceyle gündüz farkı.
    “Vico was also opposed to the scientific rationalism associated with the natural sciences: the New Science rejects many of the assumptions of Newton, Galileo and the philosophy of Descartes. Cartesian rationalism, a potent influence on philosophy and science at this time, assumed that the only certain knowledge was derived from principles and concepts drawn from mathematics and physics … But mathematics itself, Vico argued, was man-made and the knowledge derived from mathematical propositions was true knowledge only because humanity itself had created it .”
    Ve Vico’nun en beğendim düşüncesi:
    ” … that humanity can know only that which itself has created: the true (verum) and the made (factum).”
    Sizlere göre ve özellikle cici bici maaşlı dâhiye bilim-teknik kendi başına bağımsız ve nötr şey (reification), sosyal ilişkiler yerini şeylerin alması.
    Bakın Vico’nun düşüncelerine ve sizin hele o dâhi gibi bolluk getiren, aslında kapitalizm ama neyse, bilim-tekniğin aklı almayacak sıradan ve banal savunmanıza. Sizin anladığınızın adı var. “Abstract, universal, formal”. Ha taş yontmuşuz ha atom patlatmışız, tek fark geri kalmış sarı ırkı yok etmek. Nükleer enerji elde etmede yaratılan radyoaktif atıkların yarım yaşam süreleri milyonlarla ölçülür, tiroit ve diğer kanserlere neden olur ama fena değil tıp endüstrisine ve şarlatan hizmetçileri doktorların ceplerini doldurur. Her şeyde bir hayır veya diyalektik veya en son ve en yeni “hayat akışı” vardır.
    Eski küçültme ilahilerinizi dört gözle beklerim.

  1288. Sayın (pipsqueak) 1282-84-86'ya

    Sayın “pipsqueak” 1282, 1284, 1286,

    === 1 ===

    [Bence siz dâhileri pek anlamıyorsunuz ama ciddiye alıyorsunuz. Ben de anlamıyorum ama alay ediyorum.] Biraz daha dikkatli “Fyodor Dostoyevsky” okumalısınız sayın “pipsqueak”! Çünkü Dostoyevsky, karakterleri aracılığı ile daima kendini konuşturdu ve şunu da söyledi: “Ben hasta bir adamım… Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum.” (“Записки из подполья & Zapiski iz podpol’ya”, “Notes from Underground”, “Yeraltından Notlar”, 1864)

    === 2 ===

    [“Hayatı yazan-yapan bir kitap henüz yazılmadı; zavallı idealistler; kapitalizmi A. Smith icat etmedi; o da sizin gibi bir kurban; etkisiz eleman!”
    Siz anlamadınız. Asıl demek istediği kapitalizmi açıklayan ve anlatanlara gerek yok, bilgiye gerek yok, kitaplara gerek yok. Marks’a gerek yok.]

    Vah vah vah!

    [Gerek yok] tabii!

    Ne kadar kolay; [gerek yok] diye yaz, sıyrıl işin içinden, tereyağından sıyrılır gibi!

    O öve öve bitiremedikleri “Çin ‘Halk!’ Cumhuriyeti”nde yerleşik “Foxconn şirketokrasi canavarı”ndan haberiniz yok, sonra, gelmişsiniz sayın Gün Zileli’nin sitesine [Asıl demek istediği kapitalizmi açıklayan ve anlatanlara gerek yok, bilgiye gerek yok, kitaplara gerek yok. Marks’a gerek yok.] zırvalıyorsunuz! Yazık!

    Ömrünüz boyunca “Adam Smith”i teğet geçmişsiniz, sonra gelmişsiniz sayın Gün Zileli’nin sitesine; [gerek yok] diye zırvalıyorsunuz!

    Ömrünüz boyunca bir kez olsun “okudunuz mu?!”:

    “AN INQUIRY INTO THE NATURE AND CAUSES OF THE WEALTH OF NATIONS” (9th March 1776):
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smWNCover.html )

    === 3 ===

    [Bir örnek daha siz A. Smith deyip duruyorsunuz ama A. Smith’in bu iyi kalpli herifle ve oğlu, solcu-devrimci-leninist-bolluk anarşistleri sizlere ve bu sitede dolup taşan dolgun aylık maaşları veya dolgun emekli maaşlarının günah çıkarma ilahilerini şakırdatanlara ne kadar benzediğini görmüyorsunuz.]

    Gözlerinde bozukluk (aslında “beyninde algılama!”) sorunu olan varsa; bu kişi siz olabilir misiniz sayın “pipsqueak”?! (Yanılmayı ne çok isteriz!)

    Adam Smith’in [günah çıkarma ilahilerini şakırdatanların] ağababası olduğunu, yukarıda, size defalarca yazdık, gönderdik; görmek istemediniz, anlamak istemediniz!

    (20 Eylül 2015, “150” numaralı metnimiz)

    {{{
    Sonra bir başka ekol; “Adam Smith” geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına “din”i de ekliyor.

    Locke; “Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.” diye başlamıştı. Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; “Bu sadece Tanrı’nın değil…” Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar “muğlak” ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak “prensipte” dediği:
    (“Bu sadece Tanrı’nın değil…”) ↔ “Bu sadece ‘özel mülkiyetin’ sorunu değil. Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: ‘Piyasa ekonomisi’ ön koşulludur. Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise; ‘piyasa ekonomisi’ de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.”

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde devam etmekte olan “serbest piyasa ekonomisi” zırvasının bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse “Tanrı” yerine koydukları “Adam Smith”in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; “para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur” bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (“Milletlerin Zenginliği” & “The Wealth of Nations”, 1776)

    Smith devam ediyor:

    “İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”

    “Patronun (veya ‘yatırımcı’nın) bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”

    “Patronun (veya ‘yatırımcı’nın) ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte ‘eşitsizlik’ (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”

    Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):

    Bilirsiniz:
    İnsanlar ürünleri (malları) “satmak için” piyasaya sürdüğünde arz, ve diğerleri bu ürünleri (malları) “satın aldığında” talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları…

    “Arzı talebe” ya da “talebi arza” nasıl eşitleyebiliriz?

    Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir?

    Bunların nasıl dengelendiği; ekonominin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki: “Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir’!” (The Invisible Hand!)

    Yani yukarıda bahsettiğim “muğlaklık”; şu anda sanki “Tanrı” lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve “doğal haklarını” Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda “‘Tanrı’ metaforu” ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir “‘sözde’ ön koşullu sistemle” karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için “Milletlerin Zenginliği”ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

    [İngilizce]
    “Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.”

    [Türkçe]
    “Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.”

    [“Milletlerin Zenginliği”, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren “Haldun Derin”, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; “evrim teorisini” beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara “işçi ırkı” adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    “İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı”!

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık!

    Ve “‘görünmez el’ denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; “‘Tanrı’ metaforu”yla yoğrulmuş, sözde “bilgece bir tavır olarak!” bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla “öldürücü”, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden “akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)” anlaşılan o ki Smith’de de vardı!
    }}}

    === 4 ===

    [Çin
    Lao-Tzu (Tao Te Chıng), Zhuang Zhou (The Essential Chuang Tzu), Li Po (Poems), Wing-Tsit Chan, U. Le Guin (Lao Tzu), Max Kaltenmark (La Philosophie Chinoise), M. Granet (La Pensée Chinoise), J. Needham (La Science chinoise et l’Occident ve Science and Civilisation in China), J. P. Seaton (The Essential Chuang Tzu, Anthology of), McNeill (Classical China), Chinese Poetry) and many more. I am afraid of retired genius to add more.
    India
    Bhagavad Gita, Upanishads, Radhakkrihnan (History of Philosophy, Eastern and Western), Nagarjuna, Max Weber ( Hindouisme et Bouddhisme) , K.M. Panikkar (Indian History) McNeill (China, India and Japan), M. Eliade (Yoga, Alchemy, Bengali Nights), but above all the works of Ananda K. Coomaraswamy. Coomaraswamy’nin kitaplarını tek tek yazmak isterdim. Hepsi eşsiz değerde ama hiç değilse “Chritian and Oriental Philosopy of Art” is a must.]

    “Rajasthan”da, “Gujarat”ta veya “Kerala”da bir “Sadhu” ile de yanyana gelip sohbet ettiniz mi sayın “pipsqueak”?! Emin olunuz; “Fyodor Dostoyevsky”den ne çok işaretler bulurdunuz bu sohbetlerde sayın “pipsqueak”!

    Bu arada; “Swami Vivekananda”nın, “Jiddu Krishnamurti”nin, “A. C. Bhaktivedanta Swami Prabhupada”nın ve “Arthur Schopenhauer”in kitaplarını da eklemeyi unutmuşsunuz!

    Hele hele, nerede; “Rigveda”, “Yajurveda”, “Samaveda”, “Atharvaveda”?! Bunları da mı unuttunuz?!

    === 5 ===

    [Sizin hiyerarşi ruhunuz, papağanlığınız, ayni şeyleri utanmadan tekrarlamanız, ikiyüzlülüğünüz sınırsız. Bırakın yalanları. Bırakın sosyal medyadan topladığınız sizin gibi kodoşların adlarını sayıp beni küçük düşürme taktiklerinizi. Ben sizlere ŞİMDİ İŞİNİZDEN ÇIKIN diyorum, duymazlıktan geliyorsunuz.]

    Sayın “pipsqueak”; sadece sizi değil, kimseyi “küçük düşürmek!” gibi alçakça bir tavır benimsemeyiz! Yanlış kişilerin kafasına taş atıyorsunuz! Bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları düşman yerine koyarak ne kadar devasa bir hata yaptığınızın farkında değilsiniz!

    Size yukarıda, “9 Ocak 2016” tarihli “873” numaralı metnimizde bir soru sorduk; cevap vermediniz!

    {{{
    [Ben 60larda yapılan çocukların medya-okul malı olacaklarını, bir mesleğe kapak atmanın ücret köleliği olduğunu, Bolşevik darbesinin burjuva-kapitalist düşünce sisteminin mantıksal sonucu olduğunu biliyorduk diyorum siz beni tam tersini yapanlarla aynı kefeye koyuyorsunuz. Neden? Çünkü DEVRİM yapıp sizlere daha çok ıvır zıvır dağıtmadım.] yazmışsınız.

    28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız her metne bir daha bakın; içinde bir tane “Marxist devrimi savunduğumuza dair!” ifade bulabilecek misiniz?! Bulamazsınız!

    Defalarca ikaz ettik, görmek istemiyorsunuz; “vanguardism & öncü savaşı & öncü cephe” kavram ve uygulamalarına karşı olduğumuzu defalarca yazdık, ama sizin yaptığınız ise “lâf bükmeye” inatla sürdürmek!

    İŞTE SONUNDA İTİRAF ETTİNİZ: [Bolşevik darbesinin burjuva-kapitalist düşünce sisteminin mantıksal sonucu] !!!

    DEMEK Kİ KÖK: “KAPİTALİZMİN BİZZAT KENDİSİ” !!!

    HASTALIĞIN KÖKÜ OLAN “KAPİTALİZME KARŞI” NİÇİN 1960’LARDA, 70’LERDE (80’lerde eridiniz gittiniz zaten!) SESİNİZİ ÇIKARMADINIZ?! NİÇİN SUSTUNUZ?! NİÇİN FRAKSİYONLAŞTINIZ?!

    “KAPİTALİZME KARŞI OLMAK” İLE “MARXIST DEVRİM”İ NİÇİN BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ?!

    EĞER 1960’LARDA, 70′LERDE KAPİTALİZME KARŞI KALLAVİ “EYLEMLER”E BAŞLAMIŞ OLSAYDINIZ; BUGÜN, SİZLE, SİZİN BEKLENTİSİ İÇİNDE OLDUĞUNUZ KONULAR HAKKINDA KONUŞURDUK! AMA NE YAZIK Kİ KONUŞAMIYORUZ, ÇÜNKÜ: BİZLERİ ZORLA “BEYAZ YA-la-KA” YAPTILAR!

    HANİ NEREDE CEVABINIZ ?! ?! ?!

    Aşağıda okuyacağınız sorumuzu, “sizin kafanıza taş atmak için değil, size ‘şantaj!’ yapmak için değil”; gerçekten cevabını tırım tırım aradığımız için soruyoruz:

    Bizlerin de “evlatları” var! Ve evlatlarımızı da kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmeye mecbur bırakılıyoruz! (Tıpkı sizlerin bizleri kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmiş olmanız gibi! Yukarıda okudunuz!)

    Diyelim ki bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar, “konformist hayatlarımızı!” terkettik, işimizden çıktık; buraya kadar her şey tamam.

    Peki:

    Evlatlarımıza kim su götürecek ?
    Evlatlarımıza kim ekmek götürecek ?
    Ekmek de parayla ! Su da parayla !

    Kendimiz “özgürleşeceğiz!” derken; evlatlarımıza kim bakacak ?
    }}}

    === 6 ===

    [O zamanlar İlahi Şefiniz olan Ulus Baker ve diğerleri sizin bu enayiliğini görüp sizi uyarmadılarsa suç bende mi?]

    Vah vah vah!

    Ulus Baker dirilse, şu ifadenizi okusa; notlarını yazdığı kağıtları suratınıza savururdu! Baker de “tarih madenciliği!” yaparken karşılaştığı isimleri kendisiyle eş tutardı; onları ne “üst (veya “ulu şef”!)” ne de “alt” görürdü! Yani ikiniz neredeyse aynısınız sayın “pipsqueak”! Ama bunu göremeyecek kadar nefret dolusunuz!

    === 7 ===

    [Milyarlarca birbirleriyle çelişkiye düşen atasözlerinin varlığından bile habersiz bön bön Orwell’i tekrarlayıp duruyorsunuz. Ben kolayca Orwell’in bu lafının tam tersini söylediğini bulup sizin yüzünüze vururum, örneğin kendinin yazdığı Hayvanlar Çiftliği veya 1984 veya Katalonya’ya Saygı veya sizin TZM’yi yuttuğunuz gibi kendinin Trotçkiliği yutup Katalonya’da anarşistlerin yüceliğine az çok uyanması, veya Hayvanlar Çiftliği kitabının okullarda komünistliğe karşı propaganda olarak kullanmasına göz yumması ve hatta polis muhbirliği yaptığı iddiaları gibi.]

    “Daniel Defoe”nun de “bir ‘ajan’ olduğu!” yüzyıllar boyunca anlatılagelir; inanalım mı?! Diyelim ki inandık; ne değişti?!

    === 8 ===

    [Ben kendinden ve sıradanlığından nefret eden ve dolayısıyla başkalarının kahramanlığıyla boşalan dikizci ruhlu, sizin gibi çok orta sınıf modern insan harabeleri gördüm.]

    Bir insan ancak bu kadar lâf bükücü olabilir!

    Size boşuna haykırmıyoruz; “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ların doğmasına yol açan kişilerden biri de sizsiniz! Çünkü; sadece “insan harabeleri görmek”le yetindiniz, bizleri de kurtarmak için kılınızı kıpırdatmadınız!

    === 9 ===

    “HAYATI ISLAH ETMEK” DENEN ŞEYİN MÜMKÜN OLMADIĞINI SİZE DEFAATLE İŞARET ETTİĞİMİZ HÂLDE, “THE ZEIGEIST MOVEMENT’IN (TZM)” ÇÖZÜM ÖNERİLERİNDEN ZERRE HABERİNİZ YOK İKEN; YUMURTLAMIŞSINIZ:

    “Every generation imagines itself to be less of a suckers by believing hustlers like TZM, and wiser than those who do not believe the conman like TZM.”

    SAYIN “PIPSQUEAK”; SİZ, HÂL AMA HÂLÂ, “ARTIFICIAL INTELLIGENCE”İN BİR GÜN PALAZLANIP “İNSAN IRKININ HAKİMİYETİNDEKİ HAYATI” YENİP, İKTİDARI ELE GEÇİRECEĞİNİ, VE HEPİMİZİN TEKNOLOJİNİN KÖLELERİ OLACAĞIMIZ ZIRVASINA İNANAN ZAVALLI BİR KİŞİYE BENZİYORSUNUZ! (YANILMAYI NE ÇOK İSTERİZ!)

    “SKYNET”İ ELE GEÇİREN “TERMINATOR”LER DE YOLA ÇIKTI MI ACABA?!

    SAYIN “PIPSQUEAK”, SİZ, “SINGULARITY” DENEN ZIRVANIN BİR GÜN GERÇEKLEŞECEĞİNE İNANIYORSANIZ; YANDI GÜLÜM KETEN HELVA!

    KUSURA BAKMAYINIZ, BU “SAÇMALIKLARLA” KENDİ KENDİZİ KORKUTTUĞUNUZ İÇİN; “TZM”NİN ÖNERDİĞİ ÇÖZÜM ÖNERİLERİNİ ISKALIYORSUNUZ! YAZIK SİZİN GİBİ TECRÜBELİ BİR KİŞİYE! HEM DE ÇOK YAZIK!

    === 10 ===

    [“In my generation I was a told not to be gullible and keep away from the conmen. I lived long enough to be of next generation and found out that gullibles are not the yokels that they are made out to be. They are rather slimy slick would-be conmen who pretend to be jackasses to have the hay.”] (pipsqueak)

    In our generation we were doomed by our parents’ (and grandparents’) greatest fears. Since our early toddlerhood, we were constantly brainwashed into becoming tame, professional, utterly-egocentric and deadly-competitive lickers of “C.E.O.”s majestic asses. In every single second of our juvenile years, we were educated to be “forever young” slaves of capitalism. Then, coincidentally, a very experienced, and perhaps doleful man, named “pipsqueak”, appeared before us. This happened all of a sudden. On Mr Gun Zileli’s website, he tirelessly wrote thousands of pages — which he seems to be struggling to deliver a kind of conclusion — that he had lived long enough to be of next generation and had found out that gullibles were not the yokels that they were made out to be. But unfortunately, he is completely unaware that he just imitates the character (sinologist) Dr Peter Kien written in the marvellous book “Die Blendung (Auto-da-Fé)” by “abhorrence-free” mind Elias Canetti. It is crystal-clear that Mr “pipsqueak” enjoys (a lot!) to live in “a-million-books”-shelved-cave; he does not act to help poeple trapped in the cruellest hole of capitalism at all. What a pity! (Patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar)

    === 11 ===

    Aslında sizle sayın “ogürsel” arasında fark; yok denecek kadar az!

    Sayın “ogürsel”; 35 yıldan fazla süre devlet hastanelerine sırtını yaslaya yaslaya, gayet “korunaklı!” yıllar içinde bir ömür yaşamakta, sonra, sayın Gün Zileli’nin sitesine gelip; “kim diyalektiği doğru yapıyor? / kim yanlış yapıyor?” hususunda kendini uzman zannederek ahkâm kesmekte! Louis Althusser dirilseydi, muhtemelen, sayın “ogürsel”in çırağı olmak isterdi! Ne hazin: Sayın “ogürsel”; kapitalizmi öksürmeye hâlâ yanaşmıyor!

    Sayın “pipsqueak”; daha 1960’lı yıllarda dünyanın nerelere evrileceğini sezen “tecrübeli bir şahıs!” olmasına rağmen, kendine sadece URIZEN’ı dayanak noktası yaparak, kendine sadece William Blake’i dayanak noktası yaparak, sadece “kendi kabuğuna çekilerek!” koca bir ömrü yaşamayı tercih etti! Ne yazık ki; “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ların doğmasına yol açanlardan biri oldu! Ne hazin: Sayın “pipsqueak”; kapitalizmi öksürmeye hâlâ yanaşmıyor!

    Ve an acı veren durumlardan biri; sayın “pipsqueak”, kapitalizmin göbeğini şişirdiği kaynaklardan bir başkası olan “medeniyet kaşıtlığı endüstrisi”nin bir üyesi olduğunun farkında değil! Kapitalizm; “medeniyet karşıtlığı”nı bile sömürecek kadar, “medeniyet karşıtları”nı bile bir kukla gibi oynatacak derecede maharetli!

    Ama nerede buna karşı meydan okuyacak cesaret!
    Ama nerede bu “illusion”u yırtıp atacak azim!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  1289. Çuval dolusu “yorumlarla” ve o malumatfuruşluğunu döktüren, b.kunu seven bebekler gibi şirret ruhunun kusmuk kokusu ile sarhoş olunacağını sanan, hak etmediği saygıyı dilenen, zayıf ve güçsüz gibi bir sözcüğün arkasında, Fethullah tarzı mazlum-mağdur sahtekârlığına sığınan o acınası ruhunu görüyorum…

    Seni ciddiye almamakta haklı olduğumu anlıyorum; “ne halin varsa gör” demiştim.
    Bu “becerme” işinde sana yardımımı esirgemeyeceğim. Benim için bu gerçek bir entelektüel keyif; kendimi bundan esirgemeyeceğim!
    *
    Hırsın dinmemiş. Bu ezikliğini kanıtlar. Sana yardımcı olacağım; o çok dilli cehaletinin teşhirinde bana yardımcı olacağından eminim.
    *
    Örneğin, sen gerçekten de utanmaz bir yalancısın; benim net bir iddiam var; ve bu İslam üzerine değil; son 500 yıllık Arap-İslam kültürü ile ilgili.. ve ne utanmaz zavallısın; bunu ısrarla çarpıtıyorsun; senin gibilere acırım ben; o okuduklarına, geçmişine yazık!
    Ve yine o züppelik; ingilizce yazmışsın; müritlerinin gözünü boyamak için mi? ben kendimi senin kadar salak hissetmiyorum; ne gök yüzünde, ne yeryüzünde tapacağım adam yok… O adamları çoğuna saygım var ama senin diline değince değersizleşiyorlar; farkında mısın; bak küçük adam; bu lafı da ezberle; birilerine satarsın.. sen, Allahı değersizleştiren peygamberler gibisin! Bu lafı anlaman, bir kaç yıl sürebilir; zamanın umarım olacaktır!
    *
    Çuvallarla yazıyorsun ve Hodgson’un Arap İslam kültürüne ait somut alıntıyı yapmıyorsun.. gerekçeye bak.. “Hodgson’ın kendisi gibi süpürge makinesiyle ölçen biri gibi adileştirmek ister ve ben sanki babasının uşağıyım, bu süpürge makinesi sayfalarını bulup kendine çevirmemi ister.” Utanmaz, yalancı; sen bana o 3 cildi oku derken bir zahmet bu iddiayı yalanlayacak bir kaç cümle de yazıver. Kibirli cahil. Bu cümleler yok ve sahtekârca kıvırtmak için o ucuz ukalalığına sığınıyorsun… Senin sorunun bu, kendini bir b.k sanıyorsun; ve herkeste bir b.k görüyorsun; biliyor musun; senin gözünün korneası b.ktan yapılma; bu sebeple kendince haklısın!
    *
    Ha zavallı; tek tanrılı dinleri savunmaya da başladın demek; bu rezil İbrahimi dinler ne de senin o primitif anarşistliğinle örtüşür; hepsi de köleliği onaylamıştı. Sen de köle arayan tüccarlardansın; kendini pazarlayarak… Aptal; ne biçim anarşistsin sen; İslamı savunmak sana mı kaldı? Pagan dinleri savun bari; her şeyden önce İslam dini öncelikle her zaman iktidarların elinde bir araç, ona tabi, çanak yalayıcıydı. Orada İsviçre’de salla dur; bak, İslamdan kaçan milyonlarca göçmene.. Utanmaz bencil…
    *
    Zavallı, çok bilmiş; sen ki Modernizasyon ile pozitivizm arasındaki uçurumu göremezsin; Modernite ile Modernizasyon kavramlarına akıl da erdiremezsin. Kendine ait zerre fikrin yok; aktarmacı, ezberci, gösterişçi, mürit kollayan şişmiş egosu ile poposu sıkışınca kişiselleştirme zavallılığı ile gevezelik yapan sefil şeyh!
    *
    Zavallı; beni G. Z’ye şikâyet ediyor..
    Sen gerçekten okuduklarının kölesi, züppesi, border-line’sın.
    ah, zavallı; sen o çok dilli cehaletinin kökenini kanıtlıyorsun; bir sözcüğü kaçırıyor ve rezil oluyorsun.. Zaten senin tüm o okuduğunu sandığını ve anlayamadığın, kaçırdığın sözcükler ya da cümleler ile bu halde olmalısın…
    bak ne demişim.. ““Hayatı yazan-yapan bir kitap henüz yazılmadı; zavallı idealistler; kapitalizmi A. Smith icat etmedi; o da sizin gibi bir kurban; etkisiz eleman!”
    HENÜZ YAZILMADI! Marks yazdı sanmıştık… ve HENÜZ yazılmadı. Budala, skolastik.. Henüz Yazılmadı! Bu YAZILAMAZ anlamına gelmez..
    Senin zihniyetindeki bir adam bu dünyada 1000 yıl yaşasa, bu kitabı yazamaz; senin budalalığın da bu; yazdım sanıyorsun; gözündeki o b.k çapağı seni yanıltıyor; yıka desem de olmaz; geçmez ki; onunla yaşamaya mahkumsun; ne yazık; bu korkunç gerçekliğe acımıyorum desem yalan olur.

  1290. OSMANLI İLERİ TÜRKİYE GERİ Mİ?

    Son dönemde şu iddiayı sürekli duyar olduk:
    Osmanlı İmparatorluğu bilim, teknoloji, sanat ve kültürde ileriydi, Türkiye Cumhuriyeti kurulup da alfabe değişikliğine gidilince geçmişin bilgi birikimi yok oldu, o nedenle bir türlü ileri gidemiyoruz.

    Bu iddia doğru mu ya da hangi ölçüde doğru?

    Teorik fizik profesörü Michio Kaku “Geleceğin Fiziği” adlı kitabında 16’ncı yüzyılda dünyadaki en büyük iki gücün Çin İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu olduğunu öne sürüyor.

    İddianın askeri güç açısından doğruluğunu biliyoruz. Ekonomik güç açısından doğru olup olmadığını anlamak için en kestirme yol OECD tarafından yürütülen “Maddison projesi”nin hesaplamalarına bakmak (ekonomi tarihçisi “Angus Maddison”, sağlığında yaptığı hesaplamalarda, 1 yılından başlayarak dünya nüfusu ve GSYH’sını bölgelere ve ülkelere göre ortaya koymuştu.) Maddison projesinde ortaya konan hesaplara baktığımızda (1990 “Geary-Khamis Doları”na göre) 16’ncı yüzyılda Çin, dünya GSYH’sının %25’ine, Osmanlı İmparatorluğu da yaklaşık olarak %6’sına sahip bulunuyormuş. Bugünkü (2016) çerçevede düşünürsek Çin günümüzün ABD’si, Osmanlı da günümüzün Japonya’sı büyüklüğünde görünüyor.

    Michio Kaku’ya göre 16’ncı yüzyılda Avrupa, bilimsel de olsa din anlayışına karşı çıkabilecek düşüncelerin açıklanmasını ve tartışılmasını yasaklamış ve tümüyle Hristiyanlığın ayrıntılarına boğulmuş durumda iken, Çin ve Osmanlı’da bilimsel icatlar, buluşlar yapılıyor, eğitim buna göre biçimlendirilmiş bulunuyordu. Çin, baruttan pusulaya kadar uzanan birçok buluşa imza atar, Çin donanması batılılardan çok önce keşiflerde bulunurken, Osmanlı İmparatorluğu’nda bilim adamları yıldızlara isim verecek kadar ileri çalışmalar içindeydiler. İstanbul medreseleri dünyanın birçok ülkesinden bilim adamları için çekici bir merkez konumundaydı.

    İzleyen dönemlerde işler tersine gelişti.

    Avrupa “Rönesans” ve “Reform”la birlikte aydınlanma çağına girip de inancın yerine bilimi öne çıkarırken;
    Çin, ekonomisinin ve askeri gücünün büyüklüğüne aldanıp bilimden uzaklaştı.
    Osmanlı ise aşağı yukarı aynı dönemlerde bilimin yerine dini öne çıkarmaya yöneldi. Pek çok alandaki bilimsel çaba hep dine aykırılık nedeniyle kenara atıldı (en bilinen iki örnek: “Hezarfen Ahmet Çelebi” ve “Lagari Hasan Çelebi”nin çalışmalarıdır.)

    Malezyalı siyasetçi (eski başbakan) “Mahathir bin Mohamad” bu durumu şöyle vurguluyor:
    “Müslüman âlimlerin, bilgi edinmeyi, sadece dini bilgi olarak yorumlamaları, dini bilgi dışındaki bilgiyi ‘İslam dışı bilgi’ olarak görmeleri sonucu büyük İslam uygarlığı düşüşe geçti. Müslümanlar, bilim, matematik, tıp ve diğer ‘sözde dünyevi’ öğretileri çalışmayı bıraktılar. Bunun yerine, İslam’ın öğretileri ve yorumları üzerine, İslam hukuku, İslami uygulamalar üzerine tartışmaya zaman harcar oldular.”

    Sonuçta Avrupa bilim ve teknolojide ileri giderken;
    Çin ve Osmanlı İmparatorlukları, farklı nedenlerle de olsa, sonuçta bilim ve teknolojiden uzaklaştıkları için, çöküşe geçtiler.

    Bu saptamalardan Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok alanda ileri olduğu fakat bu ileriliğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra kaybettiği iddiasının ilk bölümünün doğru ikinci bölümünün yanlış olduğu ortaya çıkıyor.

    Osmanlı imparatorluğu bilim ve teknolojideki ileriliğini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından yaklaşık 400 yıl önce kaybetmeye başlamış.

    Çin, son dönemde (2000’li yıllarla hızlanarak) bilim yoluna geri döndü. Bilime dönüş yolunda tavizsiz devam ettiği için bilim ve teknolojiye katkı yapmaya başladı ve 16’ncı yüzyıldaki gücüne yeniden ulaşma aşamasına bugün yaklaştı.

    Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp da yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulunca Türkiye de yeniden bilime dönüş yaptı. Ne var ki bu dönüş, kesintisiz ve kararlı bir dönüş olamadı ve din ile bilim arasında sürekli gel-gitler yaşandı. O nedenle Türkiye, bilim yoluna Çin’den daha erken girmiş görünse de, o yolda kararlı olarak yürüyemediği için, Çin’in gösterdiği başarıya yaklaşamamış durumda bulunuyor.

    Kaynaklar:
    1. Michio Kaku, “Geleceğin Fiziği”, TAV, ODTÜ Yayınları. Sayfa 333-336.
    2. Angus Maddison, Maddison Project (OECD) ve Angus Maddison database

    http://www.ggdc.net/maddison/maddison-project/data.htm

    2 Mayıs 2016 Pazartesi
    Yazan: Mahfi Eğilmez (Hazine eski müsteşarı, Kadir Has Üniversitesi İktisat bölümü öğretim görevlisi)

  1291. 1289..
    bu “idealist” bir açıklama…
    Çin ve Osmanlı merkezî İmparatorluk yapısıyla, tahakkümcü, baskıcı; Avrupa devletleri ise yüzlerce ayrı kent.. ; yarışmacı.. görece daha özgür.. Fransa’dan Londra’ya, İspanya’dan Hollanda’ya kaçma şansı var!
    Doğu’da “icat çıkarma şimdi” geleneği yerine Batı’da icat için ilerleyen bir ilişki yumağı vardı.
    Tabi toprak mülkiyeti, hukuk sistemi de buna eklenmeli.
    O barut, pusula 1100’lerde de vardı. Matbaaa bile ahşap ve aynı sıralarda..
    Amerika Kıtasının keşfi ve sonrası…
    *
    Osmanlı ve Çin baskıcı.. Din de bu baskının ideolojik aracısı.. uygun bir “sopa”…
    Ama sonuç aynı gibi görünür.. Sekiüeler düşünebilme..
    Ama “seküler düşünebilme” arkasında bir çok toplumsal-ekonomik-siyasal önkoşul istiyor…
    1923 de de bu “ön koşullar” çok iyi anlaşılmadan yalnız sonuçlar üzerinden gidilmesi, “devrimi” güdük bıraktı…

  1292. ogürsel, kemalist olmadığını söylemiştin bir aralar. Buna rağmen, muasır medeniyetler seviyesinin batı olduğuna inanıyor musun?

    Lafı dolandırmadan, batıcı mısın?

  1293. BİLİM - EVRİM - ERWIN SCHRÖDİNGER

    Dünya nasıl oluştu? İlk “canlılar” ne şekilde ortaya çıktılar, ne şekilde kimyasal evrim geçirdiler? Bizler ne tür süreçlerden geçerek ilkel bir primattan gelişmiş ve düşünen modern insana dönüşmeyi başardık?

    Günümüz şartlarında bir toplum din ve peygamber bilmeden de gelişebilir lakin, yaşadığımız Evren’i, Dünya’nın ve “canlı” yaşamlarının evrimsel süreçlerini bilmeden, anlamadan ve kabul etmeden hiç bir toplum ilkel bir noktadan daha ileriye gelişim gösteremeyecek, nihayetinde yok olacaktır. Bu görüşün doğruluğu farklı toplumların mevcut durumları ile ispat olunmaktadır. Din, bilimin yerini tutmaya çalıştığı sürece eleştiriyi hak eder ve işlevini hızla yitirmesi nedeni ile zaman içerisinde zihinlerden silinecektir. Bu sebeple Vatikan bilim karşısında geri adım atacak denli uyanık davranmış, Yahudiler İsrail’in laik yapısını ve bilimsel çalışmalarını baltalamamış, ancak İslam dünyası adeta bilime savaş açtığı için geri kalmış, bu tavırları eleştirildiği vakit ise, Müslümanlar bin yıl önce İslam dünyasından çıkmış bir takım mucitleri ve doktorları öne sürerek bilim ile iç içe olduklarını savunmaya çalışırlar. Sadece inanca hizmet ettiği zaman bilime destek veren İslam dünyası da bir gün mutlaka bilim önünde diz çökmek zorunda kalacaktır. Daha açık görüşlü dindarlara dönüşmek mümkün, tüm Müslümanları yapmakta oldukları hatadan dönerek o yola girmeleri için davet ediyorum, aksi takdirde yeni nesilleri bu hayatta bilgisiz kalmanın neticesinde acı ve sefalet içerisinde kıvranmak, başkaları tarafından sömürülmek zorunda kalmaktan kurtulamazlar.

    4.5 MİLYAR YIL ÖNCEDEN BAŞLIYORUZ

    Gezegenimiz, toz ve gaz bulutunun kütleçekim kuvveti sayesinde bir araya toplanması sonucunda oluşmuştur, Goldilocks kuşağında bulunması neticesinde yaşamın filizlenmesi için uygun bir ortam haline gelmiştir. Daha önce Dünya’nın oluşum aşamasını ve bilhassa Ay’ın ortaya çıkışının “canlı” yaşamının gelişmesi için ne denli önemli olduğu konusunu incelemiştik. Şimdi ise Dünya çevresinde Ay ile uzay boşluğunda sürdürdüğü yolculuğu esnasında milyarlarca asteroid ve kometin şiddetli saldırılarına maruz kaldığı noktadan, yani 4.5 milyar yıl önceden tekrar başlıyoruz. Kütle çekimi sayesinde bu cisimler gezegenimize yönleniyor ve buraya donmuş halde su taşıyorlardı, akışkan bir lav kütlesi halindeki gezegene temas eden cisimlerdeki donmuş su buharlaşmış, dünyayı yoğun bir su buharı çevrelemişti.

    Asteroidler çok az su taşısalar da 20 milyon yıldan uzun bir süre kesintisiz şekilde Dünya’yı vurdukları için bu su nihayet birikmiş ve soğuyan gezegende okyanusları yaratmışlardı. Gezegenimizdeki okyanusların devasa boyutlarda olmaları sizi düşündürebilir, ancak eğer gezegenimiz bir futbol topu büyüklüğünde olsaydı, bu topu bir kova suya sokup çıkarsaydınız, topun üzerinde kalacak incecik bir katman halindeki su ne kadar yoğun ise, okyanusların mevcut varlığı da Dünya’nın kütlesine oranla benzer bir yoğunluktadır, yani aslında biz çok küçük “canlılar” olduğumuz için okyanuslar gözümüzde büyüyor diyebiliriz.

    DÜNYA ZİYADESİYLE HAREKETLİ BİR YERDİ

    Dünya önceleri sadece su ile kaplı olsa da ziyadesi ile hareketli bir yerdi, volkanik patlamalar okyanus yüzeyinde birer leke gibi ufak adacıklar oluşmasına sebep oldular, bu adalar yeni volkanik hareketler ile büyüyecekler ve tektonik plaka hareketi ile gezegen boyunca dolaşarak birbirleri ile çarpışırken, daha büyük kara parçalarını oluşturacaklardı. Bu esnada Dünya halen asteroidlerin saldırısı altında, uzaydan gezegenimize mineraller taşırlarken, bu mineraller okyanusun çamurlu zemininde, gezegenin çekirdeğinden sızan başka mineraller ve kimyasal maddeler ile buluşarak tek hücreli bakterileri oluşturuyorlardı.

    Burada biraz es verelim ve şu soruyu soralım, “cansız” moleküller nasıl oluyor da “canlı” yaşamını oluşturuyorlar? Bu büyük bir sorudur ve dindarlar bilimin bu soruya yanıt veremediğini ancak dinlerin yanıt verdiklerini iddia ederler. Bilakis, dinler bu soruya bir yanıt veremezler ve “yaratıcı” bir tanrının “ol dedi oldu” demesi ile özetlerler. Sorarım, bu bir yanıt mıdır? Bir çeşit “hokus pokus” ile bu işin gerçekleştiğini ve “her şeye kadir olan” bir tanrının bir tek emir ile “cansıza”, “can” verdiğini söylemek kesinlikle ikna edici bir açıklama değildir. Ancak bilim bize yanıtları verir, fakat inanç sahibi insan pek fazla derinine inerek incelemediği bu yanıtlar ile ikna olmaz ve yaşamın ortaya çıkışını açıklasanız da, o halde elementler nasıl oluştu sorusunu sorarlar, elementlerin moleküllerin bir araya gelmesinden oluştuğunu söyleseniz, bu sefer molekülleri oluşturan atomların nasıl oluştuklarını sorarlar, onu da açıklasanız, o halde Evren nasıl oluştu? Bu soruları sormaları güzeldir ancak altındaki amaç ikna olmamak ve sizi köşeye sıkıştırma gayesidir. Sizi sürekli henüz keşfedilmemiş bir yere doğru çekerler ve yanıt veremediğiniz noktada İşte gördün mü yanıt veremiyorsun, halbuki yanıt “ol dedi oldu” diyerek türlerin ortaya çıkış süreçlerini açıkladıklarını ve sizin bilgilerinizin doğru olmadığını ispat ettiklerini düşünerek gülümserler. Halbuki, kendi inançları ve kitapları size sordukları soruların hiç birinin yanıtını verememektedir, “ol dedi oldu” diyerek bir meseleyi özetlemek, ikna edici bir yanıt değildir. Yaradılış efsanesi sadece mesnetsiz bir iddiadan ibarettir.

    BİLİME SIRTINI DÖNEN HİÇ BİR TOPLUM GELİŞEMEYECEKTİR

    Dinler, ilkel toplumların birlik ve düzen içerisinde yaşamak için geliştirdikleri, korkuları ile harmanlanmış efsanelerden ibarettir. Bu efsaneleri kaçınılmaz gerçekler olarak kabul eden ve bilime sırtını dönen hiç bir toplum gelişemeyecektir.

    Bu söyleyeceğim çoğu insana kabullenmesi zor gelebilecek bir mesele olsa da, öncelikle şunu anlamak gerekir, hücre dediğimiz şey aslında kimyasal tepkimeler ile işleyen bir fabrikadır ve “canlı” falan değildir! Biz “canlı” ve “cansız” sözcüklerini bir şeyleri tanımlamak ve kategorize etmek için uydurduk, asıl gerçek olan ise canlılık değil, sadece kimyasal tepkimedir. Biz yine de kavramları anlaşılabilir kılmak için yazı içerisinde yerleşik ifade olan “canlı” tanımını kullanacaksak da yazının ilerleyen bölümlerinde “canlı” tanımı yerine ‘tür’ ifadesini tercih etmeye başlayacağız.

    Yaşamının nasıl oluştuğu sorusu evrim konusuna dahil değildir evrim “canlıların” nasıl oluştuğunu değil nasıl geliştiklerini açıklar, “canlıların” oluşumları ise Abiyogenez teorisi ile anlatılmaktadır (Bilimde kuram veya teori; bir olgunun sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler baz alınarak yapılan bir açıklamasıdır. -Wikipedi’den alıntı-) ve her ikisi birbirinden bağımsız konulardır. Okura Abiyogenezi (abiogenesis) en sade şekli ile, fazla teknik terimlere girmeden açıklayabileceğimi düşünüyorum. Parantez içerisinde verdiğim kısım bilhassa dikkatinizi çekmiş olmalı, TEORİ sözcüğü günlük hayatta TEZ sözcüğü ile karıştırılmaktadır, halbuki teori bilim jargonunda deneyler ve gözlemler ile ispatlanmış olguları tanımlamakta kullanılan bir terimdir. İşte size Abiyogenez Teorisi…

    MOLEKÜLLER ELEMENT OLUŞTURMAYA BAŞLIYOR

    Dünya’ya düşen cisimler atomların bir araya gelerek oluşturdukları moleküller ile doludurlar, karbon atomu burada en önemli unsurdur, çünkü öteki tüm atomların aksine daha fazla atom ile bir araya gelerek yeni ve daha karmaşık moleküller oluşturmayı başarabilmektedir, bu sebeple karmaşık organik formların temelinde karbon atomu yatmaktadır. Peki atomlar nasıl bir araya gelirler? Taşıdıkları elektrik sayesinde birbirleri ile uyum gösterir ya da gösteremezler, mıknatıs gibidirler. Uzay ortamından Dünya’nın çamurumsu yapısına taşınan moleküller burada bir araya gelebilecekleri uygun ortamı bulunca farklı elementler oluşturmaya başlarlar.

    İlk işlevsel hücre nasıl ortaya çıktı bunu anlamak için polimer ve monomer nedir bunu iyi bilmemiz gerekiyor. Yunanca ‘poli’ çok demektir, ‘meros’ ise “parça” manasına gelir. Yani polimer “çoklu parça”, monomer ise daha küçük molekülleri ifade etmektedir. Monomerler kimyasal tepkime ile bir araya geldiklerinde polimerleri oluştururlar. Lego parçalarını birleştirmek gibi düşünün lütfen.

    Yaşamın başlangıcında öncelikle enerji faktörü olan yıldırımlar etkili olmuştur, bu süreç günümüzde çeşitli deneyler ile ispat olunmuştur, elektrik moleküllerin işlevsel formlara dönüşmesinde enerji faktörünü sağlamışlardır, sonrasında ise yağ asitleri etkili olmuştur, denizlerin diplerinde oluşan yağ asitleri bulundukları suda uygun PH derecesi ile karşılaştıklarında veziküller, yani kararlı kabarcıklar oluştururlar, bu kabarcıklar yarı geçirgendirler ve monomerlerin içlerinde hapsolması için uygun yapıdadırlar, aynı zamanda kabarcıklar bir araya gelerek birbirlerine yapışırlar ve daha büyük dallar oluştururlar, bu dallanmalar ise suyun akışı, dalgalar ve akıntılar ile bölünebilirler fakat bölünen dallanmadır, kabarcık kararlı yapıda oldukları için formunu korumaya devam eder, monomerler kabarcığın güvenli haznesi içerisinde bir araya gelip daha karmaşık ve büyük parçacıklar, yani polimeler oluşturunca bunlar daha büyük parçacıklar olduklarından kabarcığın içerisine hapsolurlar.

    YEMEK YEDİĞİNİZDE MİDENİZİN ŞİŞMESİ GİBİ

    Bu esnada parçacıklar ile dolan kabarcık, içerisindeki basınç nedeni ile büyümektedir, bu yemek yediğinizde midenizin şişmesi gibidir, yağ asidi kabarcıkları, kendilerinden daha az polimer içeren bir kabarcık ile temas ettiklerinde az olan polimerler daha çok olan polimerler ile birleşirler, kabarcığın şişmesi bu sayede daha da artar, kısacası kabarcıklar birbirlerinden polimer çalmaya, yani birbirlerinden beslenmeye başlamışlardır, büyük kabarcık küçük kabarcığı farkında dahi olmadan yemektedir, yedikçe şişmektedir, peki bu şişme hali nereye kadar sürebilir? Yağ asidi kararlıdır demiştik, bu sebeple patlamıyor, ancak şişme haline de bir süre devam edebiliyor ve sonunda yağ kabarcığı içerisinde oluşan basınca dayanamayarak bölünmek zorunda kalıyor. Başka yağ kabarcıklarından çaldıkları yegane şey polimer değil, küçük kabarcığın yağ asidini de çaldığı için bölünerek ikiye ayrılmak için uygun miktarda malzemeye sahip olurlar.

    Ufacık parçacıklar güvenli bir kese, yani kabarcık içerisinde bir araya geldiler, birbirlerinden beslenerek ve başka ufak parçacıkların keseye hapsolması ile büyüdüler, sonunda bölünerek çoğaldılar. Ortada ‘akıllı’ bir yapı dahi yok, sadece kimyasal tepkime gerçekleşiyor, tüm bu süreç bilinçsizce, “eşyanın tabiatı” nedeniyle mümkün oluyor, temelinde atomların yapısı ve özellikleri bulunuyor. Erwin Schrodinger, “Yaşam Nedir” adlı kitabında bir maddeye ne zaman “canlı” denebileceğini şu şekilde açıklıyor; “Hareket, çevresiyle materyal alışverişi ve benzer ‘birşey yaptığı’ ve benzer koşullar altında ‘gidişi koruma’sını beklediğimiz ‘cansız’ bir maddeden çok daha uzun bir süre için yaptığı zaman.” Dolayısı ile burada sözünü ettiğimiz yağ asitleri, bu eylemi gerçekleştirdikleri için artık “canlı” bir tek hücredirler.

    Bu kabarcıkların içlerine hapsolmuş polimerler en ilkel genomlardır, ancak önceleri genetik bilgi taşımazlar, bu noktada henüz o özelliğe sahip olmadılar. Fakat kopyalanmalarını ve çoğalmalarını sağlayan bilinçsiz davranış sahip oldukları ilk bilgi olarak saklanmaya başladı bile, yukarıda anlattığımız süreci tekrar edebilenler mevcudiyetlerini korurken bu mutasyona ayak uyduramayanlar yok oldular, böylece ortada bilinçsizce tekrar eden bir bilgi oluştu, ne yağ kabarcığı ne de polimerler ne yaptıklarının farkında değiller, kimyanın gereksinimlerini yerine getiriyorlar.

    ÇOĞALMAYI BAŞARAMAYANLAR

    Peki ya bu bölünerek çoğalmayı başaramayanlar? Onlar elbette yok olmak zorunda kalıyorlar, böylelikle başarabilenler kendilerini kopyalayıp çoğalttıkça ortamı ele geçirmeye başlıyorlar. Bölünüp çoğalırken bu beceriyi yeni üreyene de kopyalamış oluyorlar. Yeni monomerler de bu beceri kazanmış sisteme dahil olsunlar ve bilgi kazanmış olan polimerleri daha da zenginleştirsinler, daha zengin içeriğe sahip olan bilinçsiz ancak bilgi sahibi polimerler ile daha karmaşık bir yapı oluşturmuş olan yağ kesecikleri mevcudiyetlerini bölünerek sürdürsünler. Eğer bir kabarcık bu bölünme ve çoğalmayı engelleyecek monomerleri sistemine dahil ederse bölünmeyi başaramadığı ve çoğalamayacağı için, ortam yine becerisini koruyup geliştirenlere kalacaktır. Bilgi ve bilmek hayata tutunmak için ne kadar önemli gördünüz mü? Bu yeni bilgiye sahip olmayanlar nasıl da yok oldular.

    2 milyar yıllık bir sürecin ardından bu yapılar daha karmaşık başka yapılar oluşturuyorlar ve iki hücreliler meydana gelmeye başladı, aynı sistem devam ettikçe karmaşıklaşan yapı RNA ve DNA’ları oluşturuyorlar, böylelikle daha fazla bilgi depolayıp aynı bilgiyi yeni nesillerine taşımayı başardılar. Bunun gerçekleşmesi için doğaüstü bir unsurun “ol” demesine ihtiyaç yok.

    SİSTEM NASIL ÇALIŞIYOR

    DNA, bir moleküldür. Moleküllerin nasıl oluştuklarını açıklamıştık, genetik bilgi genler şeklinde DNA’da bulunur ve bu DNA çok sayıda protein ile bir araya gelerek kromozomu, dolayısı ile daha karmaşık yapıları oluşturur, DNA molekülünü içeren kromozomlar hücre çekirdeğinde saklanır, bilgiyi saklar ve gerektiğinde kopayalarlar. DNA’da bulunan bilgi RNA molekülüne geçer, bu sayede hücrenin protein sentezlemesini yani beslenmesini sağlar.

    Sistem bu şekilde çalışıyor ve adım adım daha karmaşık bir yapıya ulaşıyor. Ben buradan bir sıçrama gerçekleştirerek tekrar Dünya’nın gelişim sürecine geri dönüyorum. Yukarıda anlatılanlar, inorganik maddelerin organik maddeye nasıl dönüştüğünü, bu sistemin nasıl başladığını ve işlediğini, kısacası mekanizmayı anlatmaktadır. Güneşten dünyaya ulaşan X ışınları da mutasyonları çeşitlendirmekte etkili olmuştur fakat “canlılar” zamanla mevcut X ışını seviyesine karşı bir ölçüde bağışıklık geliştirmişlerdir.

    Dünya’yı kaplayan su, bilhassa sığ bataklıklar artık mikroskobik organizmalar ile dolu bir çorbadır, hayat bir defa ortaya çıkınca onu yok etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir, fakat milyonlarca yıl boyunca en ufak bir değişiklik olmaz, tek hücreli bakteriler suları kaplamışsa da fazla bir gelişim sergilemezler, zaman geçer ve bu tek hücreli bakteriler sığ sularda ufak komünler oluştururlar, bu bakteri öbeklerinin adı Stratamolit’tir, fotosentez yapmaya başlamışlar, ışık, karbondioksit ve suyu glikoza çevirmektedirler, bu sayede bir yan ürün olan oksijen üretirler.

    +++++

  1294. OKSİJEN ZEHİRLİ BİR GAZDIR

    Manzara şahanedir fakat o manzarayı süsleyen “canlı” yaşamı halen ilkel bir haldedir, bununla birlikte su ve atmosfer artık oksijen ile dolmuştur, bildiğimiz anlamda oksijen aslında pis kokulu ve zehirli bir gazdır, uzaydan zeki bir “canlı” gelecek olsa belki de oksijeni soluyunca ölebilir, Dünya’yı kaplayacak olan “canlılar” bu zehirli gazı soluyarak hayata tutunacak şekilde evrilirler, Dünya ise tektonik plaka hareketleri nedeniyle hareket halindedir, bir süre önce ufak adalardan başka kara parçası göremiyorduk, artık Rodinya adında bir süper kıta yeryüzünü süslemektedir, tektonik plaka hareketi Rodinya’yı zaman içerisinde parçalara ayırır ve farklı kıtalar haline getirmeye başlar, bu kara parçaları adeta dans eder gibi Dünya üzerinde farklı yönlere doğru dağılsalar da ileride tekrar birleşerek bir başka süper kıta oluşturacaklardır.

    Gezegen uslu durmak bilmez, tam manzara güzel derken kıtaları oluşturan volkanik hareketler atmosferi karbondioksit ile doldururlar, eriyik halde sürekli yüzeye fışkıran lavlar soğuyarak kayalara dönüşürlerken atmosferi kaplayan karbondioksiti de içlerine hapsederler, işte global ısınmanın Dünya’ya vereceği en büyük zarar, ısınan kayalardan kurtulacak olan bu karbondioksitin tekrar atmosfere karışacak olmasıdır. Dünya adım adım dengesiz bir yer haline gelmektedir, şartlar öyle sık değişir ki, bir bakmışsınız volkanlar patlıyor ve ortam cehennem gibi ısınıyor, bir bakmışsınız buzul çağı başlamış, karalar kilometrelerce kalınlıkta buz tabakasının altına hapsoluyor.

    PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK

    Böyle bir gezegen kolay oluşmuyor, geçirdiği evreler akıllara durgunluk verecek nitelikte zorlu şartları gerektiriyor, peki ya şimdi ne olacak? O tek hücreli organizmalar bu denli soğuk ve donmuş bir ortamdan kurtulabilecekler mi? Dünya’yı hemen ısıtmaya yetmese de volkanik hareketler buzun altında bir nebze akışkan su bulunmasını sağlıyor ve tek hücreliler o suyun içerisinde çekirdekten sızan ısıyla hayatta kalmaya çalışıyorlar, milyonlarca yıl boyunca volkanlardan atmosfere püsküren karbondioksit olmasa buzların eriyecekleri yok, buzlar eridiği zaman içlerine hapsolan oksijen, karbondioksit ile dolu olan atmosfere karışmaya başlıyor, bu durum ılımlı bir denge yaratıyor.

    Nihayet günümüzden 600 milyon yıl önce Dünya çekilir bir yer haline gelmeye başlıyor, su var, karalar da, oksijen de, peki ya hayat nerede? Elbette en güvenilir yerde, okyanusların diplerinde uygun ortamı bulan ilkel organizmalar önce çok hücrelileri oluşturmuş, zamanla ortaya bir çeşit su solucanı çıkacak şekilde evrimleşmişlerdi, bu solucanın deri hücrelerinde gerçekleşen mutasyon bazı hücreleri ışığa duyarlı hale getirince solucanların baş hizasında ilkel bir göz ortaya çıkmıştı, böylelikle çevrelerini az da olsa görebilmeye başladılar. Aynı esnada deniz bitkileri ve Wiwaxia adlı bir “canlı” ortaya çıkar, bu dönüşme becerisini bir kez kazandılar mı durmak bilmeden farklı türler denizleri kaplamaya başlarlar ve elbette o meşhur Trilobitler. Şu anda gezegende bulunan tüm böceklerin ve tüm eklem bacaklıların en ilkel ataları.

    Evrimsel süreçte göz gelişince bu göz sayesinde sinir sistemine ulaşmakta olan artan bilgiyi işleyecek bir mekanizmanın da temelleri atılır ve bir yığın sinir hücresi ufacık bir ilkel beyin halini dönüşerek gerekli bilgiyi işlemeye başlarlar. Böylelikle “canlılar” basit de olsa kararlar verebilecek hale gelirler.

    CİNSEL DEVRİM

    Anomalocaris okyanusun ilk yırtıcılarıdan biridir, 1 metreye yakın boyları, keskin dişleri ve avlarını kavramak üzere geliştirdikleri uzuvları ile okyanusların altını üstüne getirmektedirler, kambriyen patlama olarak adlandırdığımız, aslında “cinsel devrim” diyebileceğimiz bir süreçte ortaya çıkıyorlar. Türler artık çiftleşerek çoğalmaktadırlar, peki biz neredeyiz?

    Biz de okyanuslarda yüzüyoruz, adımız Pikaia, bir balığa benziyoruz, omurga geliştirmiş, bu sayede daha gelişkin bir sinir sistemi için uygun bedene sahibiz, hızlı bir şekilde bizi avlamak için can atan anomalocaris’lerden kaçınmaya çalışıyoruz, onlarca, yüzlerce milyon yıl boyunca ufak ufak değişimlere uğruyoruz, bir kez yolumuzu bulduk, başımıza sayısız felaket gelecek fakat bizi hiç bir şey durduramayacak, günümüzden 400-370 milyon yıl önce halen suyun içerisindeyiz ve kaçınmamız gereken öteki türler ile boğuşuyoruz, hayatta kalmayı öğrendik, yırtıcılardan kaçarken kıyıya yakın dolaşmaya başladık, gelişmeye başlamış omurgamız bize yeni özellikler ve daha gelişkin bir sinir sistemi kazandırdı, evrim geçiriyoruz ve biz artık bir Tiktaalik olarak adlandırılan bir türüz, kıyıya yakın sularda kalmak yırtıcılardan kaçmamızı güvence altına alıyor ancak burada açık sularda olduğu kadar fazla oksijen yok, hayatta kalabilmek için oksijen solumamız gerekiyor, kafamızı sudan çıkarmaya başlıyoruz, suyun içerisinde beslendiğimiz bitkilerin benzerlerinin karalarda da ortaya çıktıklarını görüyoruz, az ileride karada besin kaynakları var fakat onlara erişemiyoruz, bu bitkileri denizdekilerden ayıran en büyük özellik, çevrelerinde başka hiç bir yırtıcı olmayışı. Artık spor ile değil tohumla üremeye başlayan bu bitkiler iştah kabartıcılar, neden onlarla beslenmeyelim?

    VE AKCİĞERLER GELİŞİR

    Yırtıcılardan kaçarken kısa süreli de olsa kıyıdaki yosunlar, kıyıya yakın bitkiler ile besleniyoruz derken yüzgeçlerimizi kullanarak karaya çıkmaya başladık, biraz beslenip suya geri dönüyoruz, bu becerimiz geliştikçe karada geçirdiğimiz süre artmaya başlıyor, artık vaktimizin çoğunu karada geçirmeye ve nesilden nesile solungaçlarımızı kaybetmeye başladık, solungaç yerine hava kesecikleri evrim geçirerek akciğerler gelişti.

    Bu arada karaya çıktık ancak yalnız değiliz, Trilobitlerin torunları da bizleri izlediler, bizi denizde rahat bırakmayanlar artık karada da peşimizdeler, biz onları onlar da bizi kovalıyorlar, öyle büyük hızla dünyayı kaplamaya başlıyoruz ki, artık çevrede sürüngenler, böcekler ve daha nice hayvan dolaşıyorlar, yaşam denizden karaya doğru bir akın başlattı, Dünya oksijenle ve besin kaynakları ile dolu olduğu için her birimiz nesilden nesile daha büyük hayvanlara dönüşüyoruz, bir kısmımız ortama ayak uyduramayarak yok olurken, bazılarımızın derisi ve ayakları karasal ortama ve sıcak hava ile güneş ışınları altında yaşamaya adapte olarak dönüşüyor ve hayatta kalmayı başarabiliyoruz, yumurtalarımız suda olduğunun aksine kuru ortamda koruyucu ve kalın bir kabukla kaplanmaya başladı, onları toprağa gömüyor ya da ortalık yere bırakıyoruz.

    Çiftleşmeyi keşfedince genetik olarak birbirlerine yakın farklı türler de çiftleşiyorlar ve bazen ortaya melez türler çıkıyor, Casineria adlı bir sürüngen kertenkele türü, 340 milyon yıl önce karada doğup karada yaşayan ilk hayvan olarak tarihe adını yazıyor. Bu sürüngenin beyni öteki tüm türlerden daha fazla gelişmiş, biz insanlar günümüzde üç katmandan oluşan bir beyin taşırız ve en alttaki beyincik dediğimiz katman bu sürüngenlerin beyinleri ile aynı yapıdadır, o beyin halen kafamızın içerisinde duruyor, sonradan eklenen tüm katmanlar o sürüngen beyninin üzerine işlendi.

    Beyin gelişiyor ancak öteki uzuvlar da durmuyor, çenesi gelişen bir sürüngen daha hızlı ve daha çok yiyebilmeye başlayınca daha da hızla gelişiyor, Varanops adlı bir tür ortamın en acımasız avcılarından biri haline geliyor, dün bizi yiyenleri bugün biz yemeye başlıyoruz.

    ET YEMENİN KEYFİNE VARMAK!

    Hem suda hem karada yaşayabilen amfibi balıklar sürüne sürüne dolaşırlarken sürüngenlere dönüşmeye başlıyorlar, henüz dinozor değiller, son derece kaba görünümleri ile devasa Skutosauruslara dönüştüler, bugünün kaplumbağalarının ve birkaç başka hayvanın daha ataları, otla besleniyorlar fakat onlarla beslenen Gorgonopsitler et yemenin keyfine varmışlar. Hepsi son derece kaba görünümlü, ilkel ancak hayatta kalmak konusunda başarılı türler, fakat ortak bir düşmana karşı hayatta kalma mücadelesi veriyorlar, o düşman Dünya’nın ta kendisi, hayat tam gelişti derken yeniden başka bir yok edici oyun sahnelenmeye başlıyor, Dünya rahat durmuyor ve çekirdeğindeki eriyik bazalt yüzeye sızmaya başlıyor, bugün Sibirya olarak bildiğimiz bölgede yer kabuğu çatlıyor ve ortaya çıkan volkanik kaya atmosferi zehirli gazlarla dolduruyor.

    Dünya bildiğimiz kadarıyla 5 defa kitlesel yok oluşlara sahne oluyor, bunlardan ilki Permiyen adı verdiğimiz dönemde gerçekleşiyor ve 25kg’ın üzerinde iri bir cüsseye sahip türlerin hemen hiçbirinin yiyecek bulamayacağı felaketlerin ilkinin fitili ateşlenirken, yaşam neredeyse tüm Dünya’da yok olmanın eşiğine geliyor. Buna rağmen halen korunaklı yerler var, Dünya’nın öteki ucunda aynı felaketler yaşanmıyor, orası halen sakin, çeşit çeşit hayvan güven içerisinde dolaşmaya devam ediyorsa da bu sakinlik sürdürülebilir değil, kısa süre içerisinde jet akımları ile taşınan küller tüm atmosferi kaplıyor ve Dünya üzerinde ne varsa üzerlerine kül yağmaya başlıyor, atmosfer soluk alınamaz bir hale geliyor ve asit yağmurları hem karadaki hem de sudaki türleri öldürmeye başlıyor. Denizlerde neredeyse yosunlar dışında hiç bir şey bu felaketten sağ kurtulamıyor. Yetmezmiş gibi deniz tabanının altında donmuş halde bulunan metan gazı da iplerinden kurtularak suyu ve atmosferi kaplamaya başlıyor. Her şey mi öldü yani? Hayır, hayat sadece %95 ölçüsünde yok oldu, ancak türlerin %5’i hayata tutunmayı başarıyorlar, ne bulsalar yiyorlar ve bir nebze daha sakin olan az sayıdaki bölgede yaşama tutunmaya çalışıyorlar.

    DİNOZORLAR ÇAĞI BAŞLIYOR

    Kıtalar, durmak bilmeden hareket halindeler. Bir zamanlar birbirlerinden ayrılan karalar tekrar bir araya gelerek Pangea adında bir süper kıta oluşturuyorlar, bu süper kıta volkanik tabaka ile kaplanıyor ve milyonlarca yıl sonra bu tabaka verimli bir toprak katmanı haline gelerek yoğun bir bitki örtüsünün gelişmesine katkı sağlıyor, günümüzden 250 milyon yıl önce hayatta kalan türlerden yaşam tekrar evriliyor ve adım adım gezegeni kaplamaya, yeniden çeşitlenmeye başlıyor ve tanıdık simalar gezegene hükmediyorlar. Dinozorlar çağı başlıyor.

    Çeşit çeşitler, hızlılar, büyükler, acımasızlar, çevrelerindeki her şeye, hatta bazıları kendi türlerine dahi saldırıyorlar, oksijen yeniden çok yüksek bir seviyede ve tekrar devasa türler oluşmasına neden olurken bizim atalarımız olan memeliler tam aksine küçülmeye başlıyorlar, iri olanları kolaylıkla av olurlarken daha küçük olanlar dinozorlardan kurtulabiliyorlar, bugün benzer bir süreç fillerde gözlenir, genetik olarak iri dişleri olanlar fil dişi avcıları tarafından öldürüldükleri için, fil nüfusu daha küçük dişleri olanlar üzerinden devam etmeye başlamıştır, bu sebeple son 150 yıl içerisinde doğarak yaşayan fillerin daha küçük dişlere sahip olduklarını gözlemleyebiliyoruz, memeli atalarımızın da durumları bu şekilde gelişmiş olmalı, iri olanlar dinozorlar tarafından avlanırken küçük olanlar hayatta kalmayı başarmışlardı.

    Dinozorlar gezegeni kaplarken levha tektoniği durmak bilmiyor, kıpır kıpır olan kabuk kırılıyor, çatlıyor, yarılıyor ve ayrılıyor, Pangea parçalara ayrılarak birden fazla kıtanın oluşmasına neden oluyor. Bir zamanlar kıta olan yerler denize, deniz olan yerler kıtalara dönüşüyorlar. Bizim memeli atalarımız tehlikelerden kaçarken sinir sistemleri, beyinleri, duyu organları bu tehlikelerle daha hızlı baş edebilecek şekilde gelişiyor, beyinlerinde neo-kortex adı verilen bir bölüm gelişiyor ve bu sayede tehlikelere karşı daha yaratıcı çözümler bulabilir hale geliyorlar. Biz artık Bettong adı verilen ufacık memeli bir fare türüyüz, uyanık, hızlı, güçlü duyulara sahibiz, tek amacımız hayatta kalmak. Dinozorlar en büyük düşmanlarımız fakat bu denli kuvvetli bir düşmanın karşısında hayatta kalmaya çalışmak bizim daha gelişkin, zeki, yaratıcı ve kurnaz olmamızı sağlıyor, öldürmeyen şey güçlendiriyor. Devir dinozorların devri, Dünya’nın sahibi onlar, bu gücü ellerinden almamızın hiç bir yolu yok, ancak bu işi bizim için bir başka unsur halledebilir, iki paragraf sonra bu beklenmedik unsur sahneye girerek dinozorların sonunu getirecek, biz o zamana kadar bir başka dönüşüm hikayesini anlatacağız.

    SOLUNGACI OLMAYAN DENİZ CANLILARI

    Yaşam bir zamanlar denizden çıkarak karalarda adım atmaya başlamıştı, fakat evrim tek yönlü bir yolculuk değil, karalar yırtıcı hayvanlar ile dolmaya başlayınca bazı memeliler yırtıcıların çok korktukları bir yere sığınıyorlar, toynaklı Pakicetuslar sahillerde dolaşıyor ve kıyıya vuran kabuklu ve kabuksuz deniz türleri ile beslenerek hayatta kalmaya çalışıyorlar, bu davranış güvenli bir yol olduğu için zamanla sayıları hızla artıyor ve artık sahile vuran daha az besin kaynağı bulabiliyorlar, böylelikle biraz daha suya yaklaşıyorlar, yüzmeyi öğreniyorlar ve kıyıya çıkmaya gönülsüz hale gelen deniz türlerini suyun içerisinde avlamaya başlıyorlar, bunlar zamanla suda yaşamaya daha fazla adapte olarak balinalara dönüşecekler, balina, yunus, orca ve daha nice memeli deniz türü, balıklardan bütünüyle farklılar, solungaçları yok ve günümüzde halen hava solumak için yüzeye çıkıyorlar, balıklar kuyruklarını sağa sola sallarken bu deniz memelilerinin kuyrukları yukarı aşağı hareket ediyor. Karadaki yırtıcılardan kaçınırken büyük bir değişim geçirerek büyük ölçüde suda yaşamaya adapte olmayı başararak evrimsel süreçlerini farklı bir noktaya çekiyorlar.

    Denizler de elbette büyük yırtıcılar ile dolu, hayatta kalmak her zaman zorlu bir iş olmuştur, bilhassa karada yaşayan memeliler için hayat hiç olmadığı kadar zor, yerin altına kazdıkları yuvalarda ya da ağaçların tepelerinde yaşamak onlar için en güvenli yol, dinozorlar geceleri iyi göremedikleri için karada yaşayan memeliler beslenmek için gecenin çökmesini bekliyorlar. Dinozorlar ortamı boş bulunca Dünya için tam bir felakete dönüştüler, her gün tonlarca bitki ve hayvan tüketiyorlar, onları durduracak bir şey çıkmalı, aksi halde bugün insanın Dünya’ya verdiği zarar gibi büyük bir zarar veriyorlar. Neyse ki geçmişte Dünya’ya yaşam taşıyan bir unsur şimdi kitlesel bir ölüm için sessizce yaklaşıyor.

    +++++

  1295. DÜNYAYA ÇARPAN ASTEROİD

    Uzay her zaman gezegen olamamış kaya parçaları ile doludur, bunlardan yaklaşık 10km ölçülerinde olması gerektiği düşünülen bir tanesi uzay boşluğunda salınan mavi boncuk görünümlü gezegenimize doğru çılgın bir hızla yol alıyor, kurşundan onlarca kat hızlı bir şekilde bu kaya bodoslama gezegenimize, bugün Meksika olarak bilinen yere, Yukatan yarımadasına çarpıyor, tüm Dünya bu çarpışmanın etkisi ile sarsılırken asteroid dahi kendi çarpışma hızı ve basınç altında buharlaşıp yok oluyor. Bu çarpışma yüzünden milyarlarca tür anında yok olacak fakat asıl öldürücü olan etki bu çarpışma ile gerçekleşmeyecek, çarpışmanın ardından uzaya sıçrayan kaya parçaları aylar boyunca gezegenin her köşesine geri yağarak hayatta kalan türleri büyük ölçüde yok edecekler, çarpışmanın etkisi ile yükselen toz atmosferi kaplayacak ve Güneş ışınlarının yüzeye erişmesini engelleyecek, onlarca metre yüksekliğinde tsunamiler karaları içlerine kadar vuracak, uzaya geri sekemeyen güneş ışınları atmosfere hapsolarak yer ile havayı kaplayan toz arasında sekerken, yüzey ısısı yüzlerce derece birden artacak, hayat bir kez daha yok olma noktasına gelirken pek az tür bu felaketten kurtulmayı başaracaklar.

    Karada ve denizde pek az tür yaşamda kalmayı başarıyor, ancak yaşam bir kez tırnakları ile tutunmaya görsün, er ya da geç gezegenimiz tekrar eski sakin günlerine geri kavuşuyor ve hayatta kalanlar hızla üreyerek Dünya’yı sarmaya başlıyorlar. Dinozorlar kitlesel yok oluşlara kurban giderken bu bir anda, bir günde olmuyor, binlerce yıl devam eden bir süreç sonunda dinozorlar büyük ölçüde yok oluyorlar, bir yerde tamamen yok olduklarında halen bir başka yerde yaşamaya devam ediyorlar, günümüzde kanatlı canlılar, kuşlar, tavuklar, hindiler vb hayvanlar dinozorların yeryüzünde kalan son temsilcileri. Bu arada böcekler ortalığı dolduran devasa hayvan leşleri sayesinde bayram ediyorlar ve hızla çoğalıyorlar, biz ise şimdi bu böcekler ile beslenerek hayatta kalan bir Purgatorius olarak sahnedeyiz, yeniden fare türü bir memeliyiz, artık gezegen adım adım memeli türlerin hakimiyetine giriyor, büyük bir hızla dinozorlardan boşalan yerleri doldurmaya başlıyoruz.

    Böcekler her zaman iyi bir protein kaynağı olmuşlardır, zaten yakın gelecekte tekrar böceklerle beslenmeye başlayacağımıza kuşku yok, dinozorlardan kurtulan gezegen yeniden yeşermeye başlıyor, ağaçlarda yetişen meyveler yerlere düşüyor, bu meyveler ile beslenen bir tür kafasını kaldırıp yere düşüp çürümeye başlayan meyvelerin ağaç dallarında olgunlaştıklarını görünce 56 milyon yıl önce ağaçlara tırmanmaya başlıyorlar, elbette bu davranış anatomisini adım adım değiştiriyor, Altiatlasius adlı bir tür ortaya çıkıyor, artık yerde bizi kovalayan öteki yırtıcılardan kaçarak çıktığımız ağaç dallarında büyük ölçüde güvendeyiz, kuyruğumuzu adım adım kaybediyoruz, onun yerine kol ve bacaklarımız gelişerek güçleniyor. Elbette kuyruğunu kaybetmeyen başka türler de yollarına devam ediyorlar, ancak biz bu yazıda kendi atalarımızın izlerini takip ediyoruz.

    HİMALAYALARIN ORTAYA ÇIKIŞI

    İlkel primat atalarımız bu hayatta kalan memelilerden evriliyorlar, yaklaşık 50 milyon yıl önce levha tektoniği sayesinde Hindistan’dan Asya’ya doğru bir hareket ile kıtaların çarpışması sonucunda okyanus tabanı kabarıyor ve Himalayalar ortaya çıkıyor, bu denli devasa bir yükseklik jet akımlarının yönlerini değiştirebilecek kapasitede, bölgenin iklimi bütünüyle değişime gebe, coğrafi değişiklik dağların bir tarafını nemli tutarken, öteki tarafını binlerce kilometre boyunca çorak yerler haline getirebiliyor, türler yaşam alanlarında oluşan iklim değişiklikleri nedeniyle başka yerlere milyonlarca yıl süren göçler gerçekleştiriyorlar, onlar dahi göç ettiklerinin farkında değiller, nesiller boyunca bir ağaçtan diğerine, bir vadiden ötekine derken…

    Afrika’da ilkel bir primat türü, Ardipithecus Ramidus olduk, 1 metreden biraz uzunuz, 50 kilo bile değiliz. Hint okyanusundan gelen nem dağlar sebebiyle engellenince yağmur ormanları kurumaya, bozkırlar ortaya çıkmaya başlıyor, az sayıda kalan ağaçlardan inerek uzun otların arasında yolculuk yapmaya başlamak zorundayız. Tehlike her yerden gelebilir, eskiden ağaç tepelerinden çevreyi gözlemleyebilirken, şimdi bozkırda otların arasında, yer hizasında saldırmak üzere olan vahşi hayvanları göremiyoruz. Durup bekliyor, çevreyi dinlemek için kulak kabartıyoruz, fakat yeterli değil, ayağa kalkıp şöyle bir çevreye bakıyoruz, sonra dört ayak üzerinde tekrar yürümeye devam ediyoruz. Bu davranış zaman içerisinde hayatın doğal bir parçası olduğunda, artık daha uzun süre arka ayaklarının üzerinde durmaya alışıyoruz, böylelikle çevrede yaklaşan bir tehlike var ise, yürüme esnasında görerek önlem alabilmeye başlıyoruz. Arka ayaklar üzerinde durmaya alıştıkça, ellerimiz serbest kalıyor, yaklaşan bir şey olursa becerikli ellerimiz ile yerden alacağımız bir taşı fırlatabiliriz, bir odun parçası ile kendimizi savunabiliriz, kollarımızı havaya kaldırarak daha uzun boylu görünerek saldırmak üzere olan hayvanı korkutabiliriz, ellerimizi kullanmaya başlamak beyinlerimizi geliştirse de, asıl etki iki ayak üzerine kalkınca gelişen kafalarımız ile ortaya çıkıyor.

    Anatomisi nedeniyle insanın ilkel primat ataları dört ayak üzerindeyken kafaları bir ölçüde büyüyebilirdi, aksi takdirde öne doğru fazla ağırlık yapacak ve hareketlerini kısıtlayacaktı, önceleri dört ayak üzerindeyken köprü görevi gören omurilikleri iki ayak üzerine kalkınca bir kule görevi görmeye başladı, bu hızlı değişimin yan etkilerini bugün halen sırt ağrıları ve sorunları ile boğuşarak geçiriyoruz, fıtık oluyoruz ve daha nice sorun yaşıyoruz, çünkü bu omurilik iki ayak üzerine kalkmak için gelişmemişti. Evrim sürecimiz hızlı bir dönüşüm geçirirken bize artıları ve eksileri olduğunu artık görebiliyoruz. İki ayak üzerine kalkmak anatomik olarak sayısız değişikliği peşi sıra getirse de beynimiz bu değişim ve farklı sebeplerle daha fazla gelişmeye müsait bir hale geliyor.

    BEBEKLER 20 AY RAHİMDE KALMALI

    Fakat bu değişimlerin kattıkları kadar götürdükleri de oluyor, pelvis kemiği iki ayak üzerine kalkıp yürümeye başlayınca küçülüyor, bu sebeple bebekler daha erken doğmak zorunda kalıyorlar, aksi takdirde bu pelvisin içinden bebeğin kafası geçemeyecek ve asla doğamayacak, bu durum tam olarak gelişemeden doğmak zorunda kalan bebeklerimizi hayata geldikten sonra uzunca bir süre bakıma muhtaç bir hale getiriyor, bizler halen gelişim sürecimizin önemli bir bölümünü doğduktan sonra gerçekleştirmek zorundayız, bugün bile 9 ay 10 günde doğan bebeğin rahimde fazladan 11 ay daha geçirmesi gerekiyor ancak buna imkan yok, bu sebeple doğduğumuzda gözlerimiz büyük ölçüde görme becerisi kazanmamış, kızlar doğduktan 6 ay sonra, erkekler yaklaşık bir sene sonra net görebilmeye başlıyorlar, ayağa kalkamıyoruz, kemiklerimiz ve kıkırdaklarımız gelişmemiş, işte tüm bunların ve daha fazla noksanlığın sebebi iki ayak üzerine kalkan atalarımızın daralan pelvis kemikleri. Dünya’da yavrusunu doğduktan sonra uzun yıllar besleyip büyütmek zorunda kalan çok az tür var ve biz bunlardan biriyiz.

    3.2 milyon yıl önce biz artık iki ayak üzerinde dolaşan Australopithecus afarensis olarak gezegende dolaşıyoruz. Önce daha fazla et yemeye başlıyoruz ve beynimiz bu protein zengini besin ile hızla gelişiyor, fiziksel olarak güçleniyoruz ve 2.3 milyon yıl önce Homo Habilis oluyoruz, bu fiziksel değişimler bizi daha fazla tüketmeye yönlendiriyorsa da avlanmıyoruz, leş yiyerek besleniyoruz, bu esnada ilk aletleri geliştiriyoruz, taşları birer alete dönüştürüyoruz ve hem beslenmek için etleri ufak parçalara ayırabiliyor, hem de kavga ederken bu taşları bir silah olarak kullanabiliyoruz. Alet kullanmak bizi her anlamda geliştiriyor, eskiden ulaşamadığımız besinlere erişebilir hale geliyoruz, kemiklerin içlerindeki zengin bir besin kaynağı olan ilik bunlardan biri.

    1.8 milyon yıl önce Homo Erectus’a dönüşüyoruz, artık bizi pek az şey durdurabilir, hızlı koşan daha gelişmiş aletler geliştiren, hızlı ve güçlü hayvanları avlayabilen bir predatöre dönüşüyoruz.

    20’LİK DİŞLER YOK OLMA AŞAMASINA GELİYOR

    Artık daha az korkuyoruz, bir zamanlar kaçındığımız ateşe dahi yaklaşmaya cesaret edebiliyoruz, yıldırımlar nedeniyle yanan ormanlarda ya da bozkırlarda bulduğumuz ateşi kullanarak çiğ eti pişirmeyi öğrenince, iri çene kemiği de pişmiş eti çiğ etten daha az güç harcayarak çiğneyebilmeye başlayarak küçülüyor, bu küçülmenin etkisi bugün 20’lik yaş dişlerimizin yok olma aşamasına gelmesi ile gözlenebiliyor, çene kemiği küçülünce kafanın arka kısmına yaptığı baskı da azalıyor, böylece kafanın arkası gelişebiliyor ve beynimize daha fazla yer açılıyor. Ateş bizi vahşi hayvanlardan da koruyor, bir araya gelmemizi ve komün halinde yaşamamızı kolaylaştırıyor, iş bölümü yapıyoruz, anlamsız hırıltılar çıkarmak yerine değişen gırtlak yapımız ve dilimiz sayesinde tek heceli ve iki heceli sözcükler ile anlaşmaya başlıyoruz, sözel olarak anlaşmak bizim daha iyi iş birliği yapmamızı kolaylaştırıyor.

    Homo Erectus’un ardından yeni bir tür, Homo Sapiens günümüzden 250 bin yıl önce ortaya çıkarak gezegene yayılmaya başlıyorlar. Fakat yeni bir buzul çağı kapıda ve Dünya hızla soğuyor, günümüzden 20 bin yıl önce Sibirya ve Alaska arasında buzdan bir köprü oluşmasaydı eğer, Amerika’nın yerlileri kıtaya erken bir dönemde ayak basamayabilirlerdi. Homo Sapiens tüm gezegene yayılırken önüne çıkan öteki rakiplerini bertaraf ediyor, buna Homo Neanderthalensis gibi kuzenlerimiz de dahil, bir kısmı ile çiftleşiyoruz fakat çoğunu öldürüyoruz ve hatta yiyoruz, bizi artık bizden başka hiçbir şey durduramaz, 14.000 yıl önce neredeyse tüm gezegeni fethettik. 10.000-6000 yıl önce buzullar büyük ölçüde yok olunca tarım yapabileceğimiz geniş araziler açıldı, tarım yapmaya başlamak medeniyetin gelişmesini sağlayacak imkanları ortaya çıkarsa da, insanın hayatına farklı bir yön kazandırdı, Dünya ve hayat her zaman acımasız olmuştur, biz de bu vahşi ortamda evrimleşerek gelişmiş zeki bir hayvan olarak yaşantımıza devam ediyoruz.

    EVRİM İNANILACAK BİR ŞEY DEĞİLDİR

    Bilimde inanç olmaz, gözlem ve deney ile meseleler ispat olunur, bu sebeple evrim inanılacak bir şey değildir, inanç sadece ispatlanamayan unsurlar için geçerlidir, evrim ise sayısız şekilde ispatlanmış, deneyler ile kesinleşmiş, eğitimli bireyler tarafından inkar edilemeyecek bir gerçektir. Evrimi kabul etmemek kişinin bilgisizliği ve dogmalara teslim olmasıyla alakalıdır, günümüzde bazı toplumlar evrim gerçeğini inkar etmek üzere nesillerini sayısız yalan ile kandırmaktadırlar ve insanlar kendilerine ezberletilmiş argümanlar ile bilgisizce evrimi inkar etmektedirler, halbuki günümüzde evrimi kabul etmeden, mekanizmasını anlamadan ilaç dahi üretemez, mikroplar ile baş edemezsiniz.

    Çevremizdeki her tür, kimyasal evrim geçirmektedir, kimisi daha hızlı, kimisi daha yavaş ancak mutlaka evrim geçirirler. Bu süreci anlamak bizim için bilhassa önemlidir, aksi takdirde asla ispat olunamayacak hayal ürünü korkuların esiri olmaktan kaçınamaz ve yaşadığımız doğanın mekanizmasına yabancı kalırız. Yaşadığımız Dünya ve üzerindeki türler bize hizmet etmek üzere yaratılmadılar, biz bu doğanın bir uzantısıyız ve insanlık tarihi boyunca mekanizmanın gerçekte nasıl işlediğini anlamayı ilk kez bilim sayesinde çözümleyebildik.

    Dinler, bir zamanlar toplumların gelişmesinde çok önemli bir yere sahip olmuşlardır, dinlerin geçmişteki önemleri inkar edilemez fakat tanrısal bir unsur olmaktan ziyade, dinsel metinler geçmiş toplumların düzen içerisinde yaşama arzusu ile oluşturdukları bir çeşit anayasalardı, günümüzde bilhassa “tek kelimesi değişemez” denen inanç sistemleri, toplumların ilerleyişlerinin önünde engeldirler. İslam toplumları, bir zamanlar daha esnek bir yapıdaydı ve kendi içinde düşünebilen, üretebilen bireylerin çıkmasına engel teşkil etmiyorlardı, ne zaman ki tutucu kesimler İslam inancının kontrolünü ellerine geçirdiler, şimdi artık Hristiyanlığın bir zamanlar geçirdiği orta çağ sürecine benzer bir sürece hapsolmaktan kurtulamadılar. İslam dünyası günümüzde karanlık çağını yaşamaktadır ve günümüzde insanımız kimi odaklar tarafından benzer bir karanlığa hapsedilmeye çalışılmaktadır.

    DİNLER ARACA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

    Adem ve Havva efsanesi hiç bir gerçekliği olmayan, antik dönem insanlarının varoluşa istinaden uydurdukları bir hikayeden ibarettir, bu hikayeye bağlanmak bir dindar için kaçınılmaz olabilir, aksi takdirde yaratıcı olduğunu düşündükleri tanrısal varlığın dikte ettiği kitaplarının aslında insanlar tarafından yazıldığını ve binlerce yıllık mitolojik efsanelerin bir uzantısı olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır.

    Günümüzde sadece din ile gelişen bir toplum bulamazsınız, bilakis dinler insanları susturmak, eğitimsiz bırakmak ve güç odaklarına, iktidar sahiplerine teslim olarak pasifize edilmelerini sağlayan türde bir araca dönüştürülmüştürler. İnsanı insan yapan en önemli unsurlardan birisi sorgulamaktır, sorgulamayan birey kafatasının içerisinde bir beyin taşısa da bu beyin gelişemez ve birey yaratıcı potansiyelini ortaya koyamaz.

    Yaratıcılığı geri kalmış, düşünmeyen, sorgulamayan her toplum bu işleri başaran öteki toplumlar tarafından sömürülmekten kurtulamazlar, günümüzde İslam toplumlarının batılı düşünen ve sorgulayan toplumlar tarafından sömürülmesinin altında bu düşünce yoksunluğu yatmaktadır. İslam toplumları IQ testlerinde en düşük seviyedeki toplumlar olarak dikkat çekmektedirler ve bu gerçeğe rağmen her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia ederler.

    Not: Bu yazı çeşitli kitaplar ve belgesellerden edinilen genel kültür sayesinde yazılmıştır, vakit ve nakit sıkıntısı çeken okurlar Youtube gibi video sitelerinde konuyla ilgili çok sayıda belgesele ulaşabilirler, ya da daha iyisi şartları uygun ise eğer, iyi bir kitapçıdan antropoloji, evrim ve abiyogenez ile ilgili kitaplar edinerek bilgilerini geliştirebilirler.

    Şıvan Okçuoğlu, 3 Mayıs

  1296. 1291; beynine uygun haplar mı arıyorsun;
    “batıcıymış!” Bu ne saçma beklenti; böyle bir “kıble” mi varmış..
    anlamayacaksın ama “taraf” olduğum “dünyayı”yazayım;

    evrimciyim; zamanı gelmişse devrimciyim!
    Bilimciyim; tinselliği inkâr etmeden
    özgürlükçüyüm; tahakküm ilişkilerinin ve sinsi arzusunun bu senin sorduğun sorularla başladığını bilecek kadar…
    *

  1297. 1287.. bir türlü meseleyi kavramıyorsunuz..
    tamam.. 1+3; 2+2; -2+(+6), 2×2, 1×4.. -8 + (+12)..
    yaz dur.. hepsi de 4 ediyor… Siz bu 4 ile ne yapılacağını bilmiyorsunuz; hep bu 4’e ulaşmış olduğunuza dair oradan buradan alıntılar yapıyorsunuz; bir an tüm bu adamları unutun; bu gerçekliği anlamak için başınızı kitaplardan kaldırsanız, göremeyecek misiniz?
    Siz, 100-300 yıl önce yaşamış insanların doğrulamalarına bu kadar muhtaç mısınız? Bu denli kendi aklınızdan şüpheniz mi var?
    Biz bunları okuduk, çok akıllıyız; çok dilli parlak zekâyız mı demek istiyorsunuz?
    *
    Açık söylüyorum; ahlâkınız, yönteminizle belli, 60’ların genci olsaydınız; siz Gün Zileli’nin mevsimlerinde anlatılan o devrimci tiplerden bir olurdunuz; D. Perinçek bile olurdunuz!
    En temel tartışma, eleştiri, hakkaniyet ahlakınız yok. Kişisel saldırı ile derinliğinizin olmadığı gerçeğini örtmeye çalışan nobran örgüt şefleri gibisiniz.
    Yöntemleriniz, retoriğinizin özüne aykırı.
    Sizin gibiler deşifre oldu; artık gençler sizin gibilerin sığlığında yüzülmeyeceğini biliyor.
    Ölmüşsünüz; merak etmeyin, çiçek gönderilecek…

  1298. [1] PIPSQUEAK'İN HAKLILIK PAYI

    “7 Reasons You Might Not Want to Teach Anymore”

    Today marks exactly one year since I left teaching, a decision dictated by my family’s cross-country move. To acknowledge the occasion, let me share with you the top search — BY FAR — that brings people to my site:

    I don’t want to teach anymore.

    In the twelve years I was a high school English teacher, I watched people leave the profession in droves. The climate is different. The culture is different. The system is breaking, and educators are scattering to avoid the inevitable crushing debris when it all comes crumbling down.

    I won’t go into detail about the budget cuts or the massive class sizes or the average salary, as that’s all been discussed ad nauseam. I’m not going to talk about the bone-deep exhaustion that comes from being onstage all day, or the drowning sensation that follows you home on nights and weekends when you have hundreds of papers to grade.

    These are the other things — the stuff you might only understand if you have a key to the teachers’ lounge.

    (1) You are an “authority figure” with no real authority.

    A friend once told me, “You have no idea what it’s like to have a real job — something with deadlines and adults breathing down your neck. You get to be your own boss.” The sheer ignorance of her declaration has stuck with me for years, and still needles me, mostly because that line of thinking is an extremely common misconception.

    When we close our door each day and stride to the front of the classroom, it’s easy to fall prey to the illusion that we are in charge. It’s your name on that door, after all, so you must be the boss.

    Reality check: you are not the boss.

    Parents are the boss of you. The administration is the boss of you. Common Core is the boss of you. The students can sense it, which occasionally leads to comments like, “My parents pay your salary, you know.” Truth. And because of that truth, there is often immense pressure to compromise your integrity: to pass a child who has not demonstrated mastery, to allow an extension on a paper you assigned two months ago, to give less homework or different projects or more lenient grades, because sometimes you are expected to avoid rocking the boat.

    (2) Your day does not resemble that of a typical white-collar professional.

    Despite my aforementioned friend’s ignorance, I’ll give her this: sometimes you are painfully aware that your “real job” does seem suspiciously different from other “real jobs” which require a college degree.

    Here are the things your friends can do at work:

    1. Pee
    2. Get coffee
    3. Spend fifteen minutes chatting leisurely with a colleague
    4. Go out to lunch
    5. Complete paperwork and other job-related tasks during the actual work day
    6. Sit down occasionally

    I’m pretty sure the real reason summer break exists is because the School Gods counted up all the seconds you don’t get to use the bathroom and handed them back to you in one big chunk. Twenty-five-minute lunches are not conducive to nice, relaxing meals beyond the building’s walls, and you can only relieve yourself during passing time — which, unfortunately, is the only opportunity all the OTHER teachers have to take care of business.

    Because you know what else is the boss of you? The bell schedule.

    (3) Everyone thinks they know how to do your job. EVERYONE.

    Adding to the sting of your not-in-charge-ness, many people who ARE in charge have literally never taught a day in their lives — and a lot of them are pretty sure they know how to do it better than you.

    Most people have lights in their home, but that doesn’t make them electricians. My husband doesn’t know how to manage a restaurant just because we’ve gone out to eat. Can I profess to be an expert on successful lawyering because I watch Law & Order: SVU once a week?

    Surely, teaching is different, though, right? At some point, just about everyone has sat in a classroom. We were all students, after all. Six, seven, eight hours a day, ever since preschool, everyone has seen this job, so everyone is allowed to have an opinion.

    But even brand new teachers can tell: the view looks a whole lot different from behind the podium. So when your high, high, highest-ups are committees of people who only know what it’s like to be a student, it feels akin to a team of accountants trying to wire a building.

    You know what’s probably going to happen? That sucker’s going up in flames.

    (4) You wanted to foster imagination, not slaughter it.

    For a while now, teachers have been battling an increasing pressure to “teach to the test.” Despite our banshee-esque warning cries, this situation is not improving. Courses with “real-world” value (home economics, for example, or shop class) are dying a not-so-gradual death, as there is no “Foods & Nutrition” section on the SAT. Art and music programs are still in grave danger — and, in some districts, have already been slashed to ribbons.

    An elementary school teacher I know — who is a part of one of the wealthiest, most reputable districts in her state — attended a recent meeting where staff members were instructed to “drastically limit or entirely eliminate” story time. “It’s not differentiated enough,” they were told, “and therefore is a waste of valuable class time.”

    The kids are in THIRD GRADE. They deserve to gather around a rocking chair and feed their imaginations. They deserve the magic of a captivating story. They deserve to learn that you can read for pleasure instead of strictly for information.

    “Core” high school classes aren’t immune to the damage, either. English teachers look on helplessly as more and more works of fiction are plucked from the curriculum and replaced by fact-driven nonfiction. Even though we’re sometimes invited to join curriculum committees (as I did) under the guise that we might have a say, it’s ultimately just a ruse: we have only as much freedom as our national and state standards allow. At the moment, there is a relentless push toward FACTS. DATA. STATISTICS.

    That doesn’t leave very much room for make-believe.

    But here’s the thing: discussions about fiction lead to rich discussions about life, which drives something much more important than the growth of a student — it guides the growth of a human being.

    (5) The technology obsession is making you CRAZY.

    Our beloved works of fiction aren’t just getting elbowed aside by facts and figures. They’re also being trounced by the frenetic crush of technology. “The children must learn ALL THE TECH!” everyone shouts, flailing their arms and stampeding toward the nearest Apple store. “It is the way of the future!”

    Then why are some big-shot technology CEOs sending their kids to computer-free Waldorf Schools? There’s an app — er, a reason — for that.

    This one is tricky. OF COURSE, as teachers, our job is to adapt to the changing times. But I might argue that our job is also to challenge our students with something new — and, to this generation, technology is not new. In fact, it is all they know. Our kids don’t need more of it — most of them have been swiping and zooming and smartphone-ing since they were toddlers — and they continue to do it right in the middle of your (probably fact-driven) lecture about some (probably nonfiction) book, by the way. It’s incredibly frustrating when all that glorious innovation serves as more of a distraction than a learning tool.

    Read: ( http://images.huffingtonpost.com/2016-05-03-1462309678-7811356-HuffPotexting.jpg )

    Though we teachers tend to stick together, I also have a group of friends and family with a wide range of careers — they run the gamut from successful marketers to mechanical engineers to human resource managers. All of them have interviewed prospective employees for over a decade, and all of them now have a similar complaint: it’s becoming close to impossible to find candidates they actually want to hire.

    The three C’s people suddenly seem to be missing? Curiosity, creativity, and communication skills.

    Technology is wonderful — nay, necessary — for a plethora of things, but it’s killing those beautiful C’s. And as a teacher, you don’t just witness the death, you are expected to assist in the murder. Because of standardized expectations, you must incorporate more and more tech, even when all you want to do is take a hammer to anything with a screen.

  1299. [2] PIPSQUEAK'İN HAKLILIK PAYI

    (6) All the entitlement and the trophies and the apathy and whatever.

    The air inside your classroom walls is probably thick with the stench of “It’s not my fault, it’s your fault,” and it sure seems like the smell is coming from the students.

    Ironically, this is not their fault.

    Like cigarette smoke, it gets carried in from home, rising from their backpacks, woven through the threads of their clothes and the fibers of their upbringing. Their whole lives, generations of special snowflakes have received copious awards and accolades just for playing — NOT for excelling — so it’s no wonder kids have come to expect an A “because I tried.” But sometimes a D paper is just a D, which doesn’t necessarily mean that Johnny has an evil teacher. It means that Johnny might have actually earned a D this time. It means he might not have written a perfect paper. It means he needs to stop waiting until THE VERY LAST SECOND to start an essay he’s known about for three weeks.

    But Johnny doesn’t know it means all that, because what he hears at the dinner table is that his parents are UNBELIEVABLY ANGRY that his teacher had the nerve — the nerve! — to give their baby a D. (Brace yourself for the irate phone call in the morning.)

    Of course, for every helicopter parent, there is a devastatingly absentee parent, as well as an equal number who are so remarkably supportive that you wonder if they’re even real. They are warm and generous and responsible. You tell them at conferences, You are REALLY doing something right, and you mean it.

    I hope I will be that kind of parent.

    I became a mother a few years ago, and I must shamefully admit I get it now. My children ARE special. My children DO try. I do not EVER want them to feel like they are anything less than the most important people in the world. When my daughter’s preschool note tells me she was not a good listener that day, I feel frustrated and helpless and a little bit sure the teacher is just being too demanding. When she ran her first Toddler Turkey Trot last November, the people in charge asked if I wanted to buy her a medal. “Um, obviously,” I said. “She will obviously, absolutely get a medal.” Without hesitation, I forked over my money and contributed to the Trophy Generation Fund.

    As a parent, I understand.

    But as a teacher, this is what you wish you could say: Stop making excuses for your kids. STOP IT. Teach them to earn things, not demand things. Hold them to a higher standard. Challenge them. That way, when I try to challenge them, they’ll know we both expect it.

    They’ll know we are on the same team.

    Left to their own devices, the kids will be the first to tell you: Yeah, I totally forgot about that assignment. I didn’t really try my best. I just didn’t feel like finishing the reading. Whoops — sorry, Ms. B! They’ll cringe at you with raised eyebrows and endearing self-awareness. They’ll laugh uproariously when you pull a pretend trophy from your desk and give it a quick shine as soon as they catch themselves in the act of whining.

    Read: ( http://images.huffingtonpost.com/2016-05-03-1462312527-5674000-HuffPoselfawareness.jpg )

    They know. Deep down, despite that wafting air of entitlement, they know exactly what’s going on. They are smarter than that, and they are capable of more failures — and consequently, more successes — than the world is allowing them to experience.

    (7) There is no reliable way to assess who is ACTUALLY good at this.

    If you’re a teacher worth your salt, this might be the most troubling of the bunch.

    In order for people to really know how well you’re doing your job, they have to watch you do it. But when there is only one administrator for every thirty-plus teachers, adequate observation time is often a physical impossibility. Even if an administrator’s ONLY JOB was to sit in classroom after classroom, there would still be too few hours in the day, so lawmakers and district higher-ups are scrambling to figure out a way to fill in the blanks.

    A popular bright idea is to examine students’ test scores. In theory, this should work — but in practice, you’ve got to be kidding. Students are not products tumbling off a cookie-cutter assembly line. They are human beings, and there are thirty-five of them per class period, and they are influenced by FAR more than yesterday’s vocabulary lesson. You are not in charge of how well they slept, or the breakup that happened last week, or if their family has enough money for breakfast — but all of those things affect test scores. So do IEPs, 504 plans, and whether or not you are teaching an AP or Honors class filled with students who might perform well with or without your help.

    Read: ( http://images.huffingtonpost.com/2016-05-03-1462313108-8736074-HuffPostudentletter31.jpg )

    As more and more districts begin to adopt this nonsensical practice, who will teach the kids who are struggling? Which educators will potentially sacrifice their own careers to guide the students who work hard for a D+? Some of the very best teachers do that now, with only intrinsic motivation working to retain them.

    Another method is to place the burden of proof upon the teacher. Instead of spending your prep hour — or your Sunday night — creating a brilliant lesson plan or grading the ten dozen essays you just collected, you must spend that time figuring out how to meet arbitrary goals and initiatives that will become irrelevant and obsolete by the following school year. After that, you must waste utilize class time implementing said goals and initiatives, and then you must spend more prep time and Sunday nights writing reports to prove how well you implemented them. That, combined with your students’ test scores, shall determine whether or not you are an effective educator.

    Can I please just talk about Of Mice and Men instead? Can we spend that time learning why some words on a page just made us cry a little bit? That’s the important stuff. That’s what matters. Those are the things that teach us who we are.

    Read: ( http://images.huffingtonpost.com/2016-05-03-1462310670-5053897-HuffPostudentletter21.jpg )

    Here are the other things that matter: Helping a group of students work through a disagreement civilly. Keeping everyone calm when someone vomits on the floor. Watching the shyest student in your class, the one who never ever spoke back in September, volunteer to read a part in The Crucible — and he’s hilarious, and he does it with an accent, and he makes two new friends because he finally let himself be vulnerable.

    Your job is so much more than test scores, meaningless goals, and cyclical initiatives. It is tying shoelaces and distributing Band-Aids. It is listening to a parent cry about her crumbling marriage. It is showing teenagers how to debate thoughtfully, how to think critically, how to disagree respectfully. It is hearing from students ten years after graduation, because they just thought you should know it was your Spanish class that made them want to study abroad, your passion for science that led to a major in biochemistry, your quiet encouragement during their dark days that convinced them to keep coming to school in the first place.

    Where does that fall on the “highly effective” checklist? How can you document that kind of delayed impact? It certainly can’t be measured by A’s and E’s, or even by weekly walk-throughs. It’s no wonder you’re getting frustrated.

    It’s no wonder you don’t want to do this anymore.

    But if these are the reasons you might leave, here is the reason you might stay: the kids, man. The kids. After a year without them, you might miss their unbridled school spirit during Homecoming Week, their contagious sense of humor, the way they draw pictures for you and wave joyous hellos in the hallways. You might miss their ability to make you forget about the rough start to your morning, or the looks of awe on their captivated faces when they finally learn something that matters.

    If it weren’t for them, instead of Googling “I don’t want to teach anymore,” you might already be gone.

    May 5, 2016
    Written by Melissa Bowers, high school teacher turned writer, mom of two.
    ( http://www.huffingtonpost.com/melissa-bowers/7-reasons-you-might-not-want_b_9832490.html )

  1300. Pipsqueak’den 1287’ye
    Sayın Sosyal Medyanın Yaptığı Beyin Hasarların En İyi Temsilcileri 1287
    Ben bu sitedeki bir dahinin sözleriyle alay ettim, siz alaylarımı benim savunduğumu sandınız.
    TZM ve diğer binlerce dolandırıcıları neden anlamadığınızı, sosyal medya keçi dışkılarını toplayıp burada pazarlamasını yaptığınızı çoktan beri biliyordum ama bu fazlasıyla kanıtladı. Sizin gibiler ABD ve Avrupa’da çoktan bir ad takıldı: “functional illiterates”. Yani, televizyon, medya, “image” ucubeleri.
    İŞİNİZDEN ÇIKIN! SOSYAL MEDYA ARTİSTLERİNE İNANMAKTAN VAZGEÇİN!
    Not: Arkadaşça bir tavsiye, beyninizin bir mr’ını çektirin.
    Not: Beni de dahi sanıp ciddiye aldığınız için teşekkürler. TZM’nin buradaki şubesine (“chapter”) katılma başvurumda bu yazınızı özgeçmişime (cv) ekleyeceğim.

  1301. 1288&1290, 1294, 1296
    Ben pipsqueak. Sizler gibi dâhi değilim ama idare edin. Zaten hayatınız idare etmekle geçmişe benzer.
    Aşağıdaki alıntıyı daha önce yazmıştım.
    “Bu cici bici emekli maaşlı dâhinin (bak *) taptığı, her sır gibi anlamını tek kendi bildiği “bilimsellik” metotlarla 2 milyon önceki insanların 15 000 yıl önceki insanlardan daha zeki oldukları, Antik Yunanlıların 1850 yılındaki İngilizlerden ve insanlardan daha zeki oldukları, ve 1850 yılındaki insanların zamanımız insanlarından daha zeki olduklarının ispatından habersiz.”
    Bu yukarıdakine yeni bir ek: basit bir ortaokul aritmetik problemi bu sitedekiler gibi sosyal medya ucubesi olmuşlar arasında kıyamet koparır. Japonya’da yapılan bir araştırmaya göre bu soruya 1980’de cevabı %90, şimdi ancak %60 verebilmekte.
    *Not: Bu Atatürk’den sonra aydınlığa varan sonradan görmüş, kudurttuğum için ağzından köpükler fışkıran dâhi 1288 ve 1290’a diğer Atatürk evlatları dâhiler de katıldı. 1294 lise ev ödevini buraya aktarmış. 1296 bir zamanlar bilgisizliğin rahatlık olduğunu sezen şapşalların kurmak istedikleri HBŞBP (Hiç Bir Şey Bilmeyenler Partisi) partisini Türkiye’de kurmak istiyora benzer.
    Sayın 1294 dâhi.
    Bilimin oturduğu iki ana direk var.
    1. Bolluk enayileri. Bunlar zavallı vatansever askerler gibi savaşta öne sürülen fedailer. Kapıda havlayan köpekler. Kanıt isteyenler. Hala modern bilimin oturduğu temel üzerinde kafa çatlatan filozofları bir tarafa iten ve “Bize laf değil, kemik lazım”, türküsü çağıran köpekler.
    2. Soyut bulguları köpeklere kemiğe çeviren ve asıl egemen olan teknoloji.
    Tabii modern bilimin dayandığı ve yıllarca kafa patlatılan felsefi veya “metafizik” yani dinsel veya mitolojik temellere değinmeyeceğim.
    Köpeklerin havlamasını buradan işitiyorum. Telepati olmaz efendim, olmaz diyen evrimci, devrimci, dinci, laik, seküler, yüzdelerden oluşmuş, rüzgârın estiği yönde yel diyalektiğine uyarak hayatın akışında sürüklenen, milliyetçi, ırkçı emekli maaşıyla rahata kavuşmuş iyi aile süt çocuğunun sesleri kulaklarıma varmaya başladı, kısa keseceğim. Zavallı rahatlığın köleliğine (bak taptığınız bolluk tanrılarının ülkesinden aktarılan milyarlarca ağıtlardan biri olan şahane 1297’ye) boyun eğme olduğunu bilmez.
    Aziz Augustinus Allah’la “konuştuğunda”, bazıları senin anlamadığın için iyice cıvıttığın sözüm ona kendi dininin izin vermediği soruları soranlara “Allah senin gibilere cehennemi yapıyordu”, cevabın tatmin etmediğini, kaçamaklık olduğunu söyler. Senin gibi kara cahile senden milyarlarca daha derin düşünenlerden binlerce örnek verebilirim ama bolluk köpekleri1288, 1290, 1296 havlamalarından korkuyorum. Zaten amacım Atatürk evlatlarına gülmek.
    Al eline bir felsefe kitabı ve bak bakalım “zaman” hakkında en derin soruları kim dile getirmiş. Bu bolluk dininiz çok tiksindirici. Aynı Augustinus Medeniyet’e kavuşmuşların sefaletine ve bizim kendi içinde yaşadığımız sefaletimize bu sitedeki dâhilerin köküne kadar yuttukları “asıl nedeni” buldu.
    Sayın 1296
    10/0 =1 0’lar sadeleştirilir
    1/0! + 1/1! + 1/2! + 1/3! + 1/4! + … Allah’a kadar uzanan bu seri e’ye bölünürse cevap yine 1
    Matematiğe biçim veren, senin gibi dâhiler dilinde “matematiğin dilini yaratan, Allah’ı ciddiye alan adam, bulduklarını açıkladığında sana 1288 ve 1290’a benzeyen zamanının fanatik matematikçilerinin gazabına uğrar. Bu defa da zavallı bulduklarını yine sen ve 1288 ve 1290’a benzeyen Allah’ı bolluk Allah’ına çeviren muhabbet tellalı Kilise’ye gönderir. Onlar da sizin gibi kafaları kuma dalmış kı*ı dışarıda deve kuşu. Zavallı kafayı oynatıp sinir krizleri geçirir.
    Senin bilgi düşmanlığı aslında zamanımızda çok yaygın. Sizler hayatı, yani bir birini kazıklama, yalan söyleme, ücret kölesi olma, ve binlerce b*k yiyerek öğrendiğiniz için, çok doğru ki hakikati çok daha iyi biliyorsunuz.

  1302. Pipsqueak’den Kudurtma Kışkırtmaları
    İslam’dan Kaçan Meksikalı Kadınlar
    Sayın 1290….

    hakaret içerdiği için yayınlanmadı. Admin

  1303. PIPSQUEAK'İN KORKULU RÜYASI

    “TERMINATOR” FİLMİNİN GERÇEK OLMASINA AZ KALDI!

    “‘ARTIFICIAL INTELLIGENCE’ HEPİMİZİ YOK EDECEK!” SAÇMALIĞINI HAYKIRMAYA DEVAM!

    “SAMUEL BUTLER” DİRİLSE, SURATIMIZA TOKAT ATARDI; “NİÇİN UYARIMI DİKKATE ALMADINIZ!”

    “Our opinion is that war to the death should be instantly proclaimed against them. Every machine of every sort should be destroyed by the well-wisher of his species. Let there be no exceptions made, no quarter shown; let us at once go back to the primeval condition of the race. If it be urged that this is impossible under the present condition of human affairs, this at once proves that the mischief is already done, that our servitude has commenced in good earnest, that we have raised a race of beings whom it is beyond our power to destroy and that we are not only enslaved but are absolutely acquiescent in our bondage.”

    * * * * *

    “Google, göz içine yerleştirilecek bir elektronik lensin patentini alıyor.”

    Google wants to inject a computer into your eye.

    Google, the company who wants you to live forever so it can continue to pull every bit of interesting information about you to sell to advertisers, has filed a patent to shove a computer into your eye. Forget smart contacts — Google wants to be inside your eye.

    Diagram: ( https://cdn1.vox-cdn.com/thumbor/D8m95QjBGXK5kdRVulyfRTDnd2Q=/800×0/filters:no_upscale()/cdn0.vox-cdn.com/uploads/chorus_asset/file/6432933/Google.0.jpg )

    In the patent which was filed in 2014 but published last week, Google describes this gadget as “a[n] electronic lens that can be controlled to control the overall optical power of the device,” which will be powered by an “energy harvesting antenna.” This device would have to be injected into the lens capsule of your eye which does not sound fun in any capacity.

    Google mentions a bunch of fun signals that could be sent from the device like GPS, LTE, and NFC which are probably totally fine to have inside a human body. I’m not sure how this will play into Google’s never-ending quest to acquire all information, but I’d guess this could help people with vision problems. Or allow Google to retire those Street View minivans.

    Who knew Google could come up with something that makes Google Glass seem like an unobtrusive alternative?

    May 3, 2016
    Announced by Micah Singleton
    ( http://www.theverge.com/circuitbreaker/2016/5/3/11582090/google-wants-to-inject-a-computer-into-your-eye )

  1304. Din Değiştiren Pipsqueak’in İtirafları
    İlk başta, karanlıktan çıkıp aydınlığa kavuşmamda devasa payı olan bu site ve bu siteyi dolduranlara, cennetin bu dünyada olduğuna gözümü açanlara minnet borcumu ifade etmek istiyorum. Özellikle bütün inatçılık ve kuşkularıma rağmen bilim ve teknolojiyle bu cennete varılacağını yorulmaksızın tekrarlayanlardan özür dilerim. İnatçılığımın asıl nedeni cahilliğim, daha doğrusu keskin uç teknolojik gelişmelerden bihaber cahil olmam. Ümit ederim (nerdeyse eski alışkanlıkla İNŞALLAH diyecektim!) beni affederler.
    Bu sitede geleceğin zararsız teknolojisini, her şeyin robotlarla yapılacağını, bilim ve teknolojinin iyi ellere geçmesiyle cenneti yere indirmenin olasılığını savunan yüce ruhlu, sabırlı, dahi, bilgi dolup taşanlar, ileri görüşlü arasında en fazla bilgiye sahip olur gibi görünen bir kişinin laflarını daha ciddiye alıp bu konuda araştırmalar yaptım. Cennetin öbür dünyada olduğunu halklara yutturan dinlerin ve dincilerin göz boyayan dolandırıcılar olduklarını keşfettim. Benim için artık din insanların afyonu olmaktan çıktı yerini somut, gözle görülür elle tutulur materyalizm aldı.
    Artık iyi kalpli ilerici teknoloji aydını özgürcü sosyalist, TZMcilerin ve arada sırada kısa ve öz imalarda bulunan Ulu Şef’in dediklerini şimdi anlıyorum. Özgürcü sosyalistlerden tut yapay zekâcılar ve transhümanizmcilere kadar, Silicon Valley, IBM, Microsoft, Apple, Google, Amazon, Çin, bilim tekniksel anarşistler, Deleuze ve Guattari, Foucaultçılar. Göz açanlar listesi çok uzun.
    Açılan gözlerimle gördüklerim.
    İlerde salt beyinler olacak, vücuda gerek kalmayacak. Nihayet insanlar salt tinsel ama laik tinsel olacaklar, salt manevi varlıklar olacaklar. Bu beyinler her kişinin genomuna göre merkezi bir bilgi sayarın veri-bankasında toplanacak. Kişi tam bir özgürcü sosyalist, TZM, Venus projesi düzenine girecek, kişinin her isteği anında (ışık hızı sınırı içinde) merkezde algılanacak ve istekleri ne olursa olsun hemen yerine getirilecek.
    Düzen özgürcü sosyalist, cömert TZM ve ilerici Venus olduğu için, bu isteklere sınır koyulmayacak. Zaten DNA ve genom sayesinde her kişinin tüm istekleri, rüyaları, seks tercihleri, hatta bedeni var gibi sanması, fantezileri, kurduğu hayalleri, sapıklığı, çılgınlıkları daha önceden veri-bankasında kayıtlı olduğundan ve sadece beynindeki bu isteklerine tekabül eden noktalar uzaktan otomatik komutlarla gerçekleşecek. Eğer uzaya gitmek isterse, uzaya gitmiş hissedecek; yaratıcı eserler yaratmak isterse yaratıcı eserler yaratmış hissedecek, imambayıldı yemek isterse imambayıldı yemiş sanacak, orijinal olmak isterse orijinal olacak. Sanalla gerçek dünya arasındaki fark yok olacak, %100 köle olmakla %100 özgür olma arasındaki fark da yok olacak. Daha doğrusu aradaki farkı tespit etmek imkânsızlaşacak.
    Az, basit ve sıradan zekâmla anladığım kadar insanın tarih boyunca baş belası olan ikilikçilik inancı yerini laik tekçilik alacak. Diğer yandan, insanın modern bilimselleşmesi ve aydınlığa kavuşmasından bu yana süregelen laiklik tarihinde ve salt modern bilim felsefesinde ne var ne yok sorusuna cevapla baş belası olan ikilikçilik de tekçiliğe dönüşecek.
    Ölümsüzlük de gerçekleşecek ve TZM ve özgürcü sosyalizm sayesinde her kese nasip olacak.
    Yine az zekâmla anladığım kadar bu ölümsüzlüğün dayanağını anlatayım.
    Binanın planı insanın dna’si veya programı veya “software”i; binanın malzemesi (kapı, duvar, pencere, …) insanın vücudu, “hardware”i. İnsanın kimliğini saptayan, tayin eden, değişmeyen ve geleneksel olarak ruhu sanılan ve dinsel yorumu yapılan yanlış anlayış aslında bu kişinin laik ve bilimsel dna’si, genomu programı, veya “software”i. İşte yukarıda değindiğim ikicilik şaşkınlığının kaynağı bu. Program maddesel olmadığından ölüm anlamını kaybedecek ve ilelebet laik ölümsüzlük mümkün olacak. Örneğin bulgur pilavının tarifesi ölmez.
    İşte TZM’ciler, özgürcü sosyalist, eski Marksist yeni anarşist Ulu Şefin de baştan beri bu cenneti vaat etmeleri ve beni haklı olarak ciddiye almamalarının nedenini nihayet anladım. İleriye dönük, en son ve en yeni teknolojileri bilen sıfatsız anarşistleri, iyi kalpli özgürcü sosyalisti, eski dini Marksistlikten yeni dini anarşistliğe geçenleri anlamamışım. Özür dilerim.
    Marketlerde doğmuş büyümüşler gibi dinin de seçilebileceğini de bilmiyordum.
    Mevzuun mahiyeti ve hülasası: ben bu arkadaşların vaatlerinin gelecekte olacak kehanet olduğunu sanıyordum, meğersem bu arkadaşlar yaşadıkları hayatı anlatıyorlarmış.

  1305. Sanırım bu temiz, sn Zileli
    Pipsqueak’den Kudurtma Kışkırtmaları
    İslam’dan Kaçan Meksikalı Kadınlar
    Sayın 1290
    “… bak, İslamdan kaçan milyonlarca göçmene.. Utanmaz bencil…”
    Siz burada ““idealist” bir açıklama…”, yapmışsınız ama yetiş ya Hızır diyalektiğinizle materyalist açıklamaya çevirmenizi beklemeden kendim birkaç örnekle size yardımcı olayım.
    İslam’dan kaçan Meksikalı hamile kadınlar ABD sınırına gelirler ve bebeklerini beklerler. Bebeğin tam doğacağı an kendilerini sınırın öbür tarafına atarlar. ABD yasalarına göre ABD topraklarında doğan çocuk otomatik ABD’li olur ve dolayısıyla anne babası da.
    Avrupa’ya İslam’a benzer bir şeyden kaçan Türk devrimciler ve Kürtler burada düşmanıma vermeyeceğim et satmakla para içinde yüzerler.
    İşte tipik ve hatta konuşmasını bile bilmeyen sana benzeyen bir bolluk mümini alevinin bana söylediği.
    “Geçenlerde Türkiye’deydim ve bir mühendisle tanıştım, herif nerdeyse benim kadar iyi bir hayat yaşıyor!”
    Bu sonsuz tipik bir örnek.
    Sen emekli maaşını al, bilmediğin konularda, “konuşmak bedavaysa, susmakla kara cahilliğin ortaya çıkmaz”, atasözünü hatırla.
    “Zavallı; beni G. Z’ye şikâyet ediyor..”
    Ben başka birinin yazısını (“faşist çizgiye sürüklendiği için”) sildirttiğini kendin söyledin. Ben de zengin olduğunu bildiğim için bu emre uymanın bu siteye yakışmadığını düşünerek böyle bir şeyin ancak bir karşılık beklentisinden dolayı gerçekleştiği tahmininde bulundum. Bu sitede çok sayıda ırkçı, faşist, milliyetçi yazılar yayınlandı. Ama senin dinin olan bilimsellikte aynı neden aynı sonuç doğurur: o yüzden ırkçılık ve faşistliği görmen için Hitler’i görmenin şart olduğunu sanmıştım.
    Günümüzde ırkçılık ve faşistlik kendini değişik tezahür eder. Örneğin Merdiven teorisi, örneğin hakikate tek ve tek bolluğa erişten bilgi yöntemini savunmak, örneğin kendi sefilliği yerine başkalarının sefilliğinin ticaretini yapmak, örneğin 19. yüz yılda zirvesine ulaşan bir türlü kurtulamadığımız insanı ekonomik insana indirip alçaltan dünya görüşünü savunmak, örneğin cici bici isimlerle eski düzenin pazarcılığını yapmak. Sefilliği sefilliğe neden olan teknolojiyle çözmeyi savunmak.
    Not: Aslında ekonomiye, modern bilime, teknolojiye, kapitale, Devlet’e kısacası dünyaya egemen olan yöntemcilik ama bu senin gibi bilgiçleri çok aşar.
    Ben düzen önerenlerden nefret ederim. İster seninle oğlunun, ister TZM’cilerin, ister senin Ulu Şef’inin düzeni olsun. Hala anlamadın mı?

  1306. 1300
    yanıt vermeye değmez bulundu.

  1307. Sayın pipsqueak'e

    “‘The Zeitgeist Movement (TZM)’nin hayatı ıslah etmek gibi saçma bir hamlesi yok!” diye yazmaktan parmaklarımız kanlar içinde kaldı, ama, sayın “pipsqueak”, inatla, Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı kitabındaki karakter (sinolog) Doktor Peter Kien’ı taklit etmeyi ne kadar sevdiğini her defasında hatırlatmaktan bıkmıyor!

    Sayın “pipsqueak”,

    Kapitalizm, sizin gibi “medeniyet karşıtları”nı bile sömürmekten kaçınmaz!

    Kapitalizm, sizin gibi bir “medeniyet karşıtı”nı bile iliklerine kadar sömürüyor; görmüyor musunuz?! Bu kadar mı şuursuzsunuz?!

    “TZM”; hayata müdahale etmeye çalışmıyor!
    “TZM”; kapitalizmi ortadan kaldırmaya çalışıyor!

    Siz, bu farkı göremiyorsanız; biz ne yapalım?!
    Siz, “kapitalizm” ile “hayat”ı birbirine denk tutuyorsanız; biz ne yapalım?!

    “Şirketokrasi”ye karşı mücadele ettiğimizi, ve hâttâ, sizin evladınız (ve torunlarınız) varsa; onların da “şirketokrasi”ye köle olmaları için “Beyaz Ya-LA-ka” zehri ile beyinlerinin yıkandığı ikazını yazmıştık! Ama siz ne yaptınız; utanmadan, arlanmadan şirket isimleri yazdınız! Yetmedi, bu isimlerin önüne, arkasına; “özgürlükçü”, “sosyalist” gibi sıfatlar da iliştirdiniz: [Silicon Valley, IBM, Microsoft, Apple, Google, Amazon, Çin, bilim tekniksel anarşistler]

    SİZ “TRANSHUMANISM” GİBİ BİR SAÇMALIĞIN VARLIĞINA İNANIYORSUNUZ! BEYNİNİZE ACIYORUZ!

    SİZ “ARTIFICIAL INTELLIGENCE”İN BİR GÜN DÜNYAYI ELE GEÇİRECEĞİ SAÇMALIĞINA İNANIYORSUNUZ! BEYNİNİZE ACIYORUZ!

    Size defalarca yazdık, bir kez olsun, “TZM”nin ne anlattığını anlamaya gayret gösterseniz, ondan sonra görüşlerinizi yazsanız, bu sayfada 28 Mayıs 2015’ten beri yürüttüğümüz müzakere daha marifetli bir zeminde akacak!

    Ama nerede sizde o sabır!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]

  1308. 1303…Tekrar eden yorum bulundu! Yanıt hevesi uyandırmıyor.
    1304.. Bak bu iyi…
    “Ben başka birinin yazısını (“faşist çizgiye sürüklendiği için”) sildirttiğini kendin söyledin.”
    Bu sana yakışır! Böyle aşağılık bir iftira tam da senin o çok dilli ahlaksızlığına uyuyor ve insan mecburen yazıyor; zaten senin zekân ancak bu iftira yeteneği ile uyarıcı olabiliyor!
    *
    Konunun Meksika’lı ve çok göçmen gibi yozlaşmış gönüllü Türk göçmenleriyle ilgisi yok; (sen de uysa uymasa da “koyup” duruyorsun…. yazılarını!) Sevgili Arap Yüksek Kültürlü IŞİD’ine laf söylemem zoruna gitmiş olmalı!
    *
    Anlama aczi ile malul ve zayıf bellekli..
    ben DÜZEN önermiyorum; YÖNTEM öneriyorum.

  1309. Din Değiştiren Pipsqueak’den Yoldaşlarına Yol
    1305’e temel mantık; 1287lere de onlara yakışır mantık.
    Sayın 1305, emekli maaşıyla bankasındaki hesabı dışında yürütülen tek mantığın, Ya Bolluk Tek-Bolluk, Bilim-Teknik de Tek-Dağıtanı, olduğunu çok iyi biliyor. Yüce mantıkçı Lewis Carroll’ın dediği gibi asıl mantık da bu. Ama Avrupalı da olmak istiyorsa, b*ku güzel ambalajlamayı da öğrenmeli.
    Okullarda öğretilen ve sadece okullarda öğretilip orada kalan mantıktan veya mantıksızlıktan bir örnek: Yanıtım = yanıtım yok.
    Tabii bu klasik mantık. Siz bolluk getirenler ve emekli maaşınızı sayma dışında yoldaşlar alış verişte görsün diye daima (politically correct) DİYALEKTİK mantığı kullandığınız için sizi anlıyorum. Örneğin, aydınlığa kavuşan karanlıkta yaşıyor olabilir. Bu, ambalaj teknolojisinin inceliği.
    EMEKLİLİK MAAŞIN SENİ AKLINLA BİN YAŞATSIN!
    1287ler
    Dünyanın her yerinde “evlatlarımız, evlatlarımız, evlatlarımız, …” kölelik milli marşı olmuş. Evlatlarınıza da sizin tuttuğunuz yolu öğretin. Google, TZM veya binlerce benzerleri, sizler gibi enayilere maaş ve 1305 misali emeklilik maaşı karşılığı kölelik yaptıran şirketlerde çalışsınlar ama aynı zamanda bu alçakları sosyal medyada ifşa edip içlerini rahatlatsınlar. Bir taş, iki kuş. Hem düzeni beslesinler hem de düzenin yan endüstrisi olan b*kun ambalajı demokrasiyi beslesinler. Böylece sizler gibi hem bedenlerini hem de ruhlarını beslemiş olurlar. Bunun siz sosyal medya artistlerine yakışır adı: “Pari de Pascal.” Pratik-pragmatik ruhlu, 1305 emekli maaşlı ve sizinle tıpa tıp ayni ama Müslümanlık ambalajına sarılmışlar arasında ayni şeyin adı: Ne olur, ne olmaz.
    İyi Gelecekler Bilim-Teknik Yoldaşlarım!
    Not: 1305’le 1287 arasındaki fark: 1305 ücret köleliğini bitirmiş Erdoğan’a şükür semeresini topluyor ve oğluyla çevreyi yelleriyle temizleme kurguları kuruyor. 1287ler hala ücret köleliği içinde oldukları için 1305 kadar taş uykusuna dalmamışlar.

  1310. 1303 Sayılı Din Değiştirme Yazıma Ek (Pipsqueak)
    Beni cahillikten kurtaran, yüceliğini anlamadan emekli maaşıyla alay ettiğim dahiler dahisi, bilimseller bilimseli, yeni epistemolojik çığırı açan, yeni paradigmacı, yeni diyalektikçi, yeni anarşist-devrimci-solcu arkadaştan özür dilemiştim. Bu arkadaşın gösterdiği ışıkla tuttuğu yolda araştırmalarıma devam ettim.
    Benim gibi yanlış yollarda debelenen, bolluk diniyle benim gibi dalga geçen, emekli arkadaşın hikmetinden yararlanmayan iki sümsük daha buldum.
    1. Geri zekalı ünlü bir ekonomist
    “It is commonly held that modern Christendom is superior to any and all other systems of civilised life. Other ages and other cultural regions are by contrast spoken of as lower, or more archaic, or less mature.”
    Burada ” Christendom” zırvalaması, bilim-teknoloji bolluk diniyle Hıristiyanlık dinini benim gibi karıştırması hariç, bizim dahi gibi konuşur. Ama devam eder, ettikçe de benim gibi cahilliğini açığa vurur. Gittikçe eski ben gibi çamura saplanır.
    “It has, in fact, not an all-around superiority … many other civilisations surpass the modern occidental peoples. ”
    Şu itin yediği halta bak!
    “Other ages and other peoples excel in other things and are known by other virtues. In creative art, as well as in critical taste, the faltering talent of Christendom can at the best follow the lead of the ancient Greeks and the Chinese. In deft workmanship the handicraftsmen of the middle East, as well as of the Far East, stand on a level securely above the highest European achievement, old or new. In myth-making, folklore, and occult symbolism many of the lower barbarians have achieved things beyond what the latter-day priests and poets know how to propose. In metaphysical insight and dialectical versatility many orientals, as well as the Schoolmen of the Middle Ages, easily surpass the highest reaches of the New Thought and the Higher Criticism. In a shrewd sense of the religious verities, as well as in an unsparing faith in devout observances, the people of India or Thibet, or even the mediaeval Christians, are past-masters in comparison even with the select of the faith of modern times. ”
    Bak, bak şu bizim emekli dahiden akıl almadan mırıldayan geri zekalıya! Bak şu abuk sabuk konuşan şaşkına.
    Ama aynı deli kafası gibi aklı gider gelir. Geldiğinde de emekli dahi gibi konuşur.
    “To modern civilised men, especially in their intervals of sober reflection, all these things that distinguish the barbarian civilisations seem of dubious value and are required to show cause why they should not be slighted.”
    Not: TZMciler, benim eski, aydınlığa varmamış, bolluk cennetinin bu dünyada olduğunu bilmeyen enayilik zamanımdaki bana benzeyen bu enayiyi tanırlar. Adı THORSTEIN VEBLEN.
    Not: Sayın emekli dahi, kendinize bir çevirici bulur da anlamadıklarınızı da anlarsanız, valla billa, dahilikte Ulu Şef’i bile aşarsınız. Mal iyi ama ambalajınız pek iyi değil.
    2. Gerizekalı Afrika adlı şiirin şairi.
    Eyvah, gölge kaplı Afrika,
    İnsanlığın, kara örtün altında meçhul,
    Hor görmenin kasveti içinde bulanık.
    Köle tüccarları kara ormanlarından daha kara cahil kibirle,
    Vahşi kurtlarının pençelerinden daha keskin
    Demir kelepçelerle geldi.
    Medeniyet’in gaddar tamahı
    Acımasızlığının çıplak havasını attı.
    Şu şapşalın yediği halta bak. Bu sitede beni uyandıran emekli maaşlı dahinin dediği gibi, “ne kapalı, kişiliksiz bir anlatı bu… İnsanlık tarihini ve sürecin “diyalektik” zorunluluklarını zerre kavramamış öznel bir mırıltı sanki..”
    Suçlu Medeniyet değil, kapitalizm, hatta kapitalizm de değil kapitali elinde tutanlar. Hatta ve hatta Merdiven’in alt basamaklarından güçlü bir yayla üstlere fırlamasını bilmeyen Afrikalılar. Ve hala zıplamıyorlar. Bak bizim Atatürk bizi nasıl 5, 10, belki 15 basamak atlattı. Bu sitede bana ışık tutanlar en üste fırlamışlar, Atatürk’ü bile aşmışlar. Oradan tüm insanları kendileri gibi birden bire fırlamayla en üste çağırmaktalar. Bu şair, Tagore, de aynı Veblen gibi sapıtmış. Hatta diğer bir salak, Einstein, Türkiye’ye gelip bu bizim yerli malı emekli maaşlı dahiyle veya daha yüksek bir basamağa atlamış olan Ulu Şef’le konuşacağına, Hindistan’a Tagore’yle konuşmaya gider. Her neyse, bu salak şair mırıltısına devam eder.
    Aynı an, okyanus ötesinde, kiliseler,
    Sana diz çöktürenleri gece gündüz,
    Sevgi dolu Allahlarına duaya çağırırlar.
    Anneler bebekleri okşar,
    Şairleri güzelliğe ilahier yazar.

    Gel, bu yaklaşan karanlığın gün ışığında duran şair,
    Yağma edilmiş Afrika kapısında, kırıcı çılgınlığın ortasında, “Affet”, “Affet”, diye bağır.
    Ve bu sözler, Medeniyet’inin son erdem sözcükleri olsun.
    Bak şu Medeniyet mırıltısı tekrarına, diyalektiği anlamamışın abuk sabuk konuşmalarına. “Affet “, “Affet”, diye değil; “bilim ve teknoloji”, “bilim ve teknoloji”, “bilim ve teknoloji”, “bilim ve teknoloji”, diye bağır yazmalıydı. “TZM”, “TZM”, “TZM” haykırmalıydı.
    Allah, Allah’ı başımızdan eksik etmesin. Devlet, devleti başımızdan eksik etmesin. Allah, emekliye emekli maaşını veren Devlet’i emeklinin başından eksik etmesin. ÂMİN!
    Allah, bilim-teknolojiye çeki düzen verip yelleriyle çevreyi temizleyecek emekliye bol bol yellenme versin. Allah, birçok hastalıklara neden olan çevre kirliği aydınlığa aydınlığını katan bu emekli aydına ve etrafa saçtığı aydınlığa aydınlık katsın. ÂMİN!
    En önemlisi, inşallah, bu emekli hikmetini biz geri zekalılardan esirgemez. ÂMİN!

  1311. Hala seni kudurtmak için yazdığımı fark etmeyen emekli maaşlı dahi (pipsqueak’en)
    İŞTE SON DEDİKLERİN,
    1307 anonymusss 7 Mayıs 16 / 11pm
    “Ben başka birinin yazısını (“faşist çizgiye sürüklendiği için”) sildirttiğini kendin söyledin.”
    Bu sana yakışır! Böyle aşağılık bir iftira tam da senin o çok dilli ahlaksızlığına uyuyor ve insan mecburen yazıyor; zaten senin zekân ancak bu iftira yeteneği ile uyarıcı olabiliyor!
    VE İŞTE SENİN O YAZIN.
    Not: Paragraf [] içinde ve yine beyninden kaçar diye büyük harfler çevirdim.
    Not: Bu senin ilk inkarın değil. Sen de beynine bir baktırsan fena olmaz.
    Not: İşallah bu yalanını yüzüne vurmamı da sildirmessin.
    306 ogürsel 20 Ekim 15 / 10pm
    Pipsquek’a
    “Siz kar peşinden koşmayacak 30′lu yaşların bu ihtiyaçların üretimini elinde tutan ve sadece kar için yapan kapitalistlerden devrimle kendi ellerine geçirmesini arzuluyorsunuz.”
    Bu eksik olmuş; çok ciddi, insanlığı felakete sürükleyecek Kapitalizm’in sefaletinden sonra.. bu koşullarda “ele geçirmesi” yolunda hazırlıktan bahsediyorum! Kendini-gezegeni yemiş canavarın, bir canavar olduğu ve takatsiz (ama hala ölü değil) olduğu bir zamanda…
    **
    İnsan davranışının kültürel ve biyolojik temelleri meselesine gelince.
    R. Dawkins’in o kitabını okudum. Tipik ün kazanmayı isteyen, Amerikan budalalarına seslenen bir kitap olduğunu düşünüyorum. R.Dawkins sonuçta Ateizmiyle olumlu bir tarafta.
    Ama “bilimsel” bakış açısıyla şarlatanca tanımlar uyduruyor. Popüler anlamda da yararlıdır elbette…
    [BU KONUDA BİR İNCELEME BİR SİTEDE YAYINLANMIŞTI. AMA “ESKİ DOSTUM’UN” SİTESİ BİR MİLLİYETÇİ FAŞİST ÇİZGİYE SÜRÜKLENDİĞİNDE O YAZILARI SİLDİRMİŞTİM..]
    Ve R. Girard “Kültürün Kökenleri” adlı kitapta bebeğin kopyalaması ve “günah keçisi” düzeneğini çok güzel anlatır..
    Ama o kitapta şu açıklanmaz.. Öğrenilmiş olunan kültür de bir yanı ile biyolojik imkanların içindedir.
    İnsanın oluşumunda kültürel baskınlığa itiraz etmem ama sanırım bu “kültürel” aktarımlar, “baskınlık” bir şekilde biyolojimizin sınırları içindedir.
    Geçen yüzyılın başında Darvinist görüşlerin Hitler faşizmine yol açtığını da biliyoruz.
    Sonuç olarak ancak biyolojik baskınlıklarımızı da tanıyarak “insan” olma sürecimizi geliştirebileceğimizi düşünüyorum..
    *
    ve belki de en önemlisi yaşadığımız çağda hala hayvana çok yakın davranış kalıplarını koruyan kültürel yapı ile de hesaplaşmak için, hayvanlardan aldığımız, taşıdığımız, “olmazsa olmazları” keşfetmek zorundayız.
    Belki bu konuya İsviçre’den bu şekilde bakılması tutarlı görünebilir; ve orası ile burası arasında en az 200 yıllık bir tarih uzaklığı var…
    Biyolojik davranışsal zorunlulukların orada çok farklı değerlendirileceğini kestirebiliyorum.
    Merak ediyorum; orada insanın bir sürü hayvanı olduğuna ait “temel-reddedilemez” gerçekliğin toplumsal mutluluk-mutsuzlukla ilişkisine ait gözlemleriniz neler?
    ***
    Avrupa’da faşizm yükseliyor. Korkarım bu eğilim artarak sürecek.
    Faşizm bir yanı ile insanın hayvan ve “sürü” doğasını kurumsallaştıran organizasyon. Bu nedenle “kolayca” bulaşıcı bir karaktere sahip.
    Ve bu “hayvan doğa” ile yeterince hesaplaşılmadığı için faşizm yeniden, yeniden hortluyor.
    Ve insanın biyolojik zaafları, biyolojik davranış eğilimleri bence ancak iyi tanınarak “ehlileştirilebilir”.. Bu nedenle bu “tür karakterine” ait eğilimler ihmal edildikçe, “baskın olanın geri dönüşüne” ait komplikasyonları da yaşamak, yeniden karşılaşmak kaçınılmazlaşır…

  1312. ah zavallı; herkesi kendin gibi bilirsin sen…
    o hikâye İNSANBU sitesinde, site “patronu” Kaan Arslanoğlu ile tartışma sonrası, sitede o güne dek KENDİ YAZDIĞIM 20-30 makalenin o siteden kaldırılması-SİLDİRİLMESİ ile ilgiliydi ..
    ne acınasıymışsın; ama belliydi; retoriğin ve çıkardıklarına bakıldığında, onları üreten neden onlardan farklı olsun…

  1313. Pipsqueak’den 1307’ye (bugün tatil):
    Sayın Emekli Maaşlı Zengin Çocuğu Zengin
    Sizin sayenizde din değiştirerek artık yoldaş olduğumuz için bazı yapıcı eleştirilerle ben de size yardımcı olmak istiyorum.
    1. Siz bilgelik özentisi içinde ileride kurulacak yeni bir düzende danışmanlığa hazırlanıyor gibi havalar atıyorsunuz. Bu nedenden tüm geri kalmış ülkelerde rastlanan bir aşağılık duygusu içinde paradigma, epistem, sosyo-ekonomik, insan doğası, materyalizm, idealist, diyalektik, …, nihayet yöntem, düzen misali milyon dolarlık kelimeler kullanma hastalığı var gibi.
    Yöntem ya mevcut düzeni ıslah etmek için aranır veya yeni bir düzen kurmak için. Her iki halde amaca (=düzen) araçtır. Yani siz ya düzeni savunuyorsunuz veya yeni bir düzene hazırlık, danışman-bilge olma hevesi içindesiniz. Çok sık unutuyorsunuz, kılıf değiştiriyorsunuz, yetiş ya Hızır = diyalektik cambazlığına başvuruyorsunuz, inkâr ediyorsunuz, yalan söylüyorsunuz, … Eğer daha önce yazdıklarınızı unutmadıysanız, siz reformcu, ıslahçısınız. Ama arada bir devrimci olduğunuzu da söylüyorsunuz. Kısacası kafa gidip gidip geliyor galiba. Aynı zamanda ve zaten 17.-19. yüz yıllarda saplanmış kalmış olduğunuz için o yüz yıllardan daha önce egemen olan mantığa dikkat ve önem yerine siz sistem, düzen kurma peşinde koşuyorsunuz. Anlıyorum. Bu da geri kalmışlığın diğer bir cilvesi.
    2. Sizi bu konuda daha önce uyarmıştım ama ortada bir beyin sorunu olduğundan tekrar etmem gerekiyor. 1307 yazınızda,”Konunun Meksika’lı ve çok göçmen gibi yozlaşmış gönüllü Türk göçmenleriyle ilgisi yok”, lafınız yine siz materyalist dâhiye yakışmıyor. Bu insanın maddi nedenlerini değil psikolojik nedenlerini neden gösteren bir açıklama. Kaçan ha “gönüllü” bir zavallı, ha “gönülsüz” politikacı. Sonuç aynı: Baskıdan kaçma. Sonra dikkat edin sizin Ulu Şef’e de dil uzatıyorsunuz, çok ayıp. Üstelik benim tanıdıklarımın hemen hemen hepsi siz ve Ulu Şef’iniz gibi devrimci veya demokrasici veya Kürt milliyetçisi veya alevi din (sosyalist-) özgürcü. Ben onlardan söz etmiştim. Unuttunuz yine. Bol paranın veya fazla televizyon-medyanın yan etkisi olmalı.
    3. Bu benzetmeyi de daha önce yapmıştım. Siz ve IŞİD din fanatiklerisiniz. Sizinki bilim-teknik-bolluk fanatiğisiniz, onlar İslam fanatikleri. Hem onlar hem siz dünyayı ıslah etme, her yerde geçerli evrensel bir düzene sokma peşindesiniz. Belki bu nedenden siz cici bici “yöntem” sözüne ağırlık veriyorsunuz. Yöntemleriniz farklı ama her ikisi de kırıcı, gaddar ve alçak. Ama aranızda bir fark var. IŞİD sizi sever, çünkü onlar bilim-teknik-bolluğa karşı değiller. İslam bir TİCARET, ŞEHİR VE MEDENİYET dinidir. Kurucusu tüccar, ayakta tutmada büyük rol oynayan Mekke’li tüccarlar, yayanların devasa bir çoğunluğu tüccarlar. Siz partinizin yolundan çıkmamak için, diğer parti üyelerine doğru politika şerbeti dağıttığınızı göstermek için ve hepsinden önemli kendinize güveniniz olmadığı için IŞİD’a karşı olmakla Ulu Şeflerinize yaltakçılık ediyorsunuz. Bence suç Şeflerinizde, size “kes sesini ulan, bizi de rezil ediyorsun”, demiyorlar. O yüzden ben sizin hayli zengin olduğunuzu tahmin ettim. Burjuvalar paralarıyla “Nobles of the Robe” veya “Noblesse de robe” (asillik hırkaları) satın aldılar. Siz galiba Ulu Şeflerden devrimcilik ve yüzdeli anarşistlik satın almışınız.
    Not: Bu sizi çok aşar ama yoldaş acı konuşur. Günümüzde her alana egemen olan YÖNTEM.

  1314. sen önce o iftira için özür dile de sonra bilinen gevezeliğine yine dönersin…

  1315. Pipsqueak’den
    Sayın 1311
    Haklısınız, çok özür dilerim. Eğer özürüm hatamı aşmayacaksa, eklemek isterim: bilerek yapmadım ve sanırım, “BİR sitede yayınlanmıştı.”yı ,”BU sitede yayınlanmıştı.” okudum.

  1316. Pipsqueak’den Bir İtiraf Daha
    Sayın 1306lar, sizler de haklısınız.
    Ben taklitçiyim. Siteyi lüzumsuz ve kişisel yazılarla doldurmak istemem. Bu yüzden sizlere taklit ettiklerimin hiç denilecek kadar az bir listesini gönderiyorum.
    Biliyorum günümüzde en başta gelen egemen ideolojilerden biri yaratıcılık, çığır açma, yenilik getirme, karizmatik olma, ileriyi görme, buluşçuluk, orijinallik ama bu herkese nasip olmuyor. Genler, anne baba, aile, komşular, okul, rekabete dürtücü ortam, DNA, kalori miktarı, protein miktarı, insanın büyüdüğü şehir, antenlerinin algı güçleri, gıda kalitesi, hijyen gibi saymakla bitmez unsurlar rol oynuyor.
    Liste:
    http://poetrychina.net/wp/poets/lipo_tufu
    http://www.poemas-del-alma.com/octavio-paz.htm
    http://www.kyarbrough.freeservers.com/writing1.html
    http://www.universalis.fr/encyclopedie/poesie-chinoise/
    http://www.persee.fr/doc/arasi_0004-3958_1981_num_36_1_1143
    http://www.poemhunter.com/ezra-pound/
    https://www.poets.org/poetsorg/poet/walt-whitman
    http://www.telam.com.ar/notas/201504/101330-10-libros-imprescindibles-de-eduardo-galeano.html
    http://www.britannica.com/biography/Heinrich-Boll
    http://www.theguardian.com/books/booksblog/2009/oct/07/the-tin-drum-gunter-grass
    https://www.quora.com/China-is-one-of-the-most-populous-and-most-ancient-countries-so-why-has-its-civilization-been-so-slow-and-poor-during-the-last-two-centuries
    http://pensee-radicale-en-construction.overblog.com/2013/11/quelques-fragments-pour-une-critique-du-d%C3%89sastre-%C3%89cologique-actuel.html
    http://www.anarchisme.wikibis.com/editions_de_l_encyclopedie_des_nuisances.php
    http://www.alalettre.com/villon-oeuvres-quelques-poemes.php
    http://www.poetica.fr/categories/arthur-rimbaud/
    http://www.lemonde.fr/culture/article/2013/01/13/l-image-brisee-de-klaus-kinski_1816328_3246.html
    http://www.academia.org.mx/Miguel-Leon-Portilla
    https://www.wdl.org/fr/item/10096/
    http://www.mexicodesconocido.com.mx/fray-bernardino-de-sahagun.html
    http://www.britannica.com/biography/Bartolome-de-Las-Casas
    http://www.gutenberg.org/files/32474/32474-h/32474-h.htm (discovery and conquest of mexico)
    https://www.deepdyve.com/lp/sage/the-good-shepherd-francisco-davila-s-sermon-to-the-indians-of-peru-QWYr16iqBW
    http://cvc.cervantes.es/lengua/thesaurus/pdf/30/TH_30_001_081_0.pdf
    https://www.poets.org/poetsorg/poet/william-carlos-williams
    http://www.poetryfoundation.org/poems-and-poets/poets/detail/w-h-auden
    http://www.britannica.com/biography/William-Butler-Yeats
    http://www.academie-francaise.fr/les-immortels/roger-caillois
    Bunları lütfen okuyun. Tespitinizin ne kadar haklı ve yerinde olduğunu göreceksiniz.
    Eğer isterseniz taklidini yaptığım yazar, kişi, düşünür, filozof ve yüzlerce diğerlerinin kitap listesini vereceğiniz bir email veya site adresin gönderirim. Onları okursanız haklı olduğunuz fazlasıyla kanıtlanır.
    Not: TZM hakkında dedikleriniz de doğru. Ben sadece her olumlu projeye karşı olan bazı çok sevdiğim düşünürleri taklit ediyordum.

  1317. özürün yerindedir. teşekkür ederim. Böyle bir şeyi yapmayacağımı tahmin edememen de beni şaşırtmadı; öyle kötücül bir yüreğin var ki; bir şekilde seni anlıyorum; modern hayat seni o kadar bozmuş ki… ilksel çağlara özlemin de bu sebepten olmalı; bu şahsî bir mesele sanki!
    *
    bu listen yine her zamanki gibi ukâlaca; züppece.
    senin o okuma listeni al! …… Yeniden oku! Anladığına ait hiç bir kanıtın yok..
    yineliyorum; sen doğu ezikliği ile mâlul, bu ezikliği tanıyan ve bunu kullanmaya çalışan, mürit arayan bir zavallısın…

    başkalarının okuma-düşünme hayatının zebani başı mısın?

    sen her ne okumuş olursan ol, ne oluyorsa o beyninde, nasıl bir işleme giriyorsa ve sonunda sen ortaya çıkıyorsan, bu ortalığa liste atma konusundaki özgüvenine şaşmak gerekli…

    Yine soyuta kaçmalar; yine o adamların gölgesinde eli kıçında, volta atmalar; tespihin de varsa şaşırmam..

    Çok bilmiş; anlamamış.. ne ise derdin; insan gibi bize bir makale yazarsın okuruz; merak etme çok insan senin kadar değer, saygı bilmez değil…
    Ortalığa sallayıp durma…
    Sana başlıklar vereyim… Korkma, çalıştığın yerlerden seçtim… Görelim şu senin Liste’ni; kitap kapaklarını..

    —BİLİM VE TEKNOLOJİ’Yİ NEDEN TERKETMELİYİZ?
    —İSLAM-ARAP GELENEĞİNE YAPILAN BÜYÜK HAKSIZLIKLAR…
    — TÜRKLER, NEDEN TÜMÜYLE YOK EDİLMELİDİR
    — EMEKLİ OLMAK NEDEN UTANILASI BİR HALDİR?
    Şimdilik bu kadar; hevesine, performansına göre yeni başlıklar üretebiliriz… Mürit toplamak kolay değil; biraz toparlan…
    Elbette kendine yeni başlıklar bulabilirsin; görelim şu peygamberliğini; kitabını da görelim…

  1318. Sayın (pipsqueak) 1315'e

    Sayın “pipsqueak” 1315,

    Liste için teşekkürler de; bunların ekseriyetini biliyorduk zaten!

    Siz ise “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” çözüm önerilerini bir kez olsun incelemeden hönkürüyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    İlk önce inceleseniz, ondan sonra, bu sayfanın üst kısımlarında yaptığınız gibi; TZM’nin sunduğu çözüm önerilerinin içeriğine yönelik “kritiğinizi” yapsanız olmaz mı?!

    Niçin “ben leb demeden leblebiyi anlayacak kadar görmüş geçirmiş bir insanım! TZM’nin çözüm önerilerini bile incelemeden anlarım!” davranışını sergiliyorsunuz?! Müneccim misiniz?!

    Niçin dirseğinizi göstermekte ısrarcısınız?!

    Şuradan başlayabilirsiniz: “The Greatest Story Ever Told”
    ( http://www.zeitgeistmovie.com/Zeitgeist,%20The%20Movie-%20Companion%20Guide%20PDF.pdf )

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]

  1319. Sayın (pipsqueak) 1309'a

    Sayın “pipsqueak” 1309,

    Thorstein Veblen’in “metafiziksel” (“cin”ler, “peri”ler değil! Metafizik diye yazdık; dikkatinizi çekeriz!) tespitlerini hatırlatmanız iyi oldu. Zaten sizin gibi “soyutluklar içinde” bu kadar fazla vakit geçiren bir insandan; Veblen’den bula bula bunları bulup bu siteye dökmeniz hiç şaşırtmadı!

    Veblen’den “işinize gelenleri cımbızla seçip” bu siteye doktünüz; ama işinize gelmeyenleri çöp kutusuna gönderdiniz! Tıpkı Elias Canetti’nin “Körleşme” kitabını anlamaya yanaşmamanız gibi!

    Veblen’in magnum opus’u “The Theory of the Leisure Class: An Economic Study of Institutions (1899)”dur. Buna niçin hiç dikkat etmiyorsunuz: ( http://www.gutenberg.org/files/833/833-h/833-h.htm )

    “The Theory of the Leisure Class”da; metafizikten daha mühim konular işleniyor.

  1320. Pipsqueak’in Yeni İtirafı: Ben Eski Dinime Döndüm
    K. Marks kapitalizmin darmadağın ettiği sosyal yapıya karşı Binyılcılık hareketlerini, aynı Eski Ahit Çöl Peygamberleri için söylediğine benzer bir ifadeyle, Binyılcıların eleştirilerini hayran olacak bulur ama yanlış düşmana, ölmüş bir cesede dönmüş olan dine saldırdıklarını, asıl düşman olan kapitalizmi görmedikleri yorumunda bulunur.
    Not: Marksist C. Hill Binyılcılık hareketlerini “sadece” İngiltere’de ve destekleyici anlatır; N. Cohn Binyılcılık hareketlerini tüm Avrupa’da ve daha uzun bir süre içeren kitabında inceler. N. Cohn’a göre, hatta Zerdüşlük’e kadar uzanan bu hareketler, modern totaliter düşünüşlerin kaynağı olduğu iddia eder.
    Ben K. Marks’ın, dediklerine katılmadığım için, tamamıyla satıhsal (şekilsel, formel) taklidini yapacağım.
    Bu site bana 17.-19. yüzyıllara saplanmış ve bunu Türkiye’ye en başarılı bir biçimde ithal eden Atatürk’den Planck uzunluğu kadar bile değişmemiş bir ideolojinin müritlerini durmaksızın anımsatır. Bu ideolojinin fanatik savunucuları beni aşar. Bir de buna Erdoğan’ın başarılı bir şekilde bu fanatiklerin dikkatlerini ölmüş cesede çevirip, bu sitedekilerle aynı değerleri paylaştığını eklersem tablo mükemmelleşir. Ortak değer: bolluk ve bolluğu sağlayan bilim-teknik.
    Burada ve yine katılmadığım halde N. Cohn’un taklidini yapacağım. Bu Allah’ı bolluk, Resul’ü bilim-teknik olanlar yeni-naziler, yeni-faşistler. Daha eski “fanatikliğe” karşı gelişen düşüncelere engel olanlara benzerler.
    Modern dünyada, özellikle 19. yüz yıldan bu yana, sağcılar, solcular, anarşistler, devrimciler, faşistler en gaddar diktatörlük rejimlerin hepsinin bu değeri kardeş kardeş paylaştığını ancak ve ancak bu fanatikler görmezler.
    Bu sitede bu fanatikliğin şeyhülislamları, papaları, en cesur askerleri bol maaşlı emekli bilgiç ve yeni dinleri TZM olan sosyal medya ucubeleri.

  1321. Sayın (pipsqueak) 1319'a

    Sayın “pipsqueak” 1319’a,

    Size gönderdiğimiz referansları incelemeye yanaşmadığınız için YANLIŞ YAZMAYA DEVAM EDİYORSUNUZ!

    Kendinizi “müneccim” zannediyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    “The Zeitgeist Movement (TZM)” içinde sırf “movement” kelimesi geçiyor diye; “millenarianism”in 2000’li yıllardaki bir tezahürü zannediyorsunuz! Beyninize acıyoruz!

    Size gönderdiğimiz referansları incelemediğiniz için [Allah’ı bolluk, Resul’ü bilim-teknik] gibi bir ifadeyi bu sayfaya defalarca kusmaktan bıkmıyorsunuz!

    Ve bu sayfada yürüttümüz görüşmenin en acı taraflarından biri; sizin, “soyutluklar okyanusu”nda yüzüyor olmanız!

    Eğer şuurunuz hâlâ açık kalabiliyorsa, içinizde bir gıdım sabır kalmış ise, size gönderdiğimiz referansları incelersiniz, ondan sonra “kritiğinizi” yazarsınız!

    Siz “müneccim”lik taslamaktan öteye geçemiyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    Bir zamanlar “matematikçi” olduğunuzu belirtmiştiniz ve hâttâ üniversitede ders bile verdiğinizi söylemiştiniz; orada da, size sorular sorulduğu zaman, “kritiğini” yapmanızı istenenler size yöneltildiği zaman “müneccimlik” mi tasladınız?! Yoksa ilk önce, sabırlı şekilde, bunları inceleyip ondan sonra mı “kritiğinizi” yaptınız?!

    “Leb demeden leblebiyi anladığınızı” bu sayfada defalarca hönkürerek; kendi saygınlığınızı yerlebir ettiğinizin farkında değil misiniz?! “pipsqueak” mahlasını seçmenizin asıl sebebi bu mu?!

    Niçin sabırlı değilsiniz?!

    Şu anı bir tür “şahsi geçmişinize yolculuk” gibi tahayyül edin, üniversitede size soru sorulduğunu tahayyül edin, ondan sonra “kritiğinizi” yapın! Bu çok mu zor?!

    Sabırlı olmaya ve incelemeye ne zaman başlayacaksınız?! Bakınız; 18 gün sonra sizle görüşmemizin üzerinden tam 1 sene geçmiş olacak, hiç mi incelemeye yanaşmazsınız şu referansları?!

    Yakışıyor mu sizin gibi bir “kritik uzmanı”na?!

    Şuradan başlayabilirsiniz: “The Greatest Story Ever Told”
    ( http://www.zeitgeistmovie.com/Zeitgeist,%20The%20Movie-%20Companion%20Guide%20PDF.pdf )

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bu öneriler “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]

  1322. Bu ülkede dinci faşizmin cinayetlerini göremeyecek kadar uzakta yaşayanlar; dinci faşizmin çocukları, yine din maskesiyle, halkı zehirleyerek iktidarını korumak için iç savaş çıkartmaya da hazır bir diktanın ülkesinde yaşadığımızı umursamayanların, ya aklı, ya vicdanı kördür.

    Don Kişot gibi okuduklarıyla beyni sulanmış, Don Kişot kadar duygulu olamayan birisi, oralardan akıl satmaya gelmiş buraya..
    Bizler şanslı insanlarız! Senin gibi aptal, uyduruk teoriler, unutulmuş, değersiz hikâyeler, yalama olmuş bilgilerle uğraşmıyoruz…
    Tenimize değen sorunlarımız var; iyisi mi sen müritlerini İsviçre’den bul ..
    *
    Budala; insanlığın öncelikli “görevi” dinlerin-allahın tahakkümünden kurtularak birincil özgürleşmeyi sağlamasıdır; mülkiyetçi sınıfın dayandığı iki direğin birisi sahte ideolojidir ki, din, burada 5000 yıllık görünmez ordularıyla güçlü bir düşmandır; o halledilmeden, burada dünyevi sorunlarla yüzleşilemiyor. (Sen orada o halkların 200 yıl önce ‘ürettiğinden’ nasiplenirken, şimdi bize sıkılmadan ukâlâlık ediyorsun.. Arap-İslamı övüyorsun.. Okumuş cahil..)
    Buralarda ilkini halletmeden 2. ye sıra gelmez! Bu senin kitaplarında yazmaz; o okuduğun-anlamadığın diller, tam da inkâr ettiğin gibi, seni Batılı emperyal Oryantalist bir akla ve vicdana tutsak etmiş…
    Kadınları her gün öldürüyorlar; tümünü çuvala sokma gayreti içindeler; haberin var mı?
    Duygusuz, malumatfuruş, analitik zekası bulunmayan, taklitçi…
    Senin o kitaplarda okuduğun İslamiyet’in buradaki pratiği, İsviçre’de duyulan bir davul sesi olmalı…
    “Sürgünde” peygamberlik bu kadar oluyor demek ki…
    **
    önerilerimi değerlendirmemen, görmezden gelmek sana yakışmadı; sana kusabileceğin bir kap sunmuştum oysa… Çıkardıklarının beynine ait olduğundan kuşkum var çünkü.. Ne de çok kanıt sunuyorsun bu düşüncem için…

  1323. ne skolastik bir adamsın.
    Kitaplar içine gömülüp, gözünün önündeki hayatı göremeyen zavallı.
    K. Marks demiş ki.. katılmıyormuş! İşin gücün züppelik.. gevezelik..
    K. Marks ne bilir İslamcı Selefiliği!
    1840’larda Avrupa dünyasında… bu konuda da ondan alıntılar yapma gösterişi.. Örümcekli beyinler…
    Bugün, bu İslamcı Faşizm konusunda K. Marks’ın yazdıklarından medet umanlar, incil’de, Kuran’da dua arayanlardan farksız…
    Bu topraklarda 1. özgürleşme ile 2. özgürleşme belki birlikte olacaksa da, yine de burun farkıyla, 1. özgürleşme önemsenmek zorundadır…
    *
    Oradan görünmez bunlar; kitapların da yazmaz bunları.. Özgüvensiz, kendi aklına zerre güvenmeyen, “büyük adam” gölgelerinde sürdürdüğün ömrün anlaşılan çoğu sana ait değil;
    “acaba bu bir yaban kazı mı?” ..
    Kitabıma bakayım; o ne diyor?
    “Kargaymış….” ..
    Aradan uzun zaman geçer… İtiraf gelir; O zamanlar yanılmışım!
    yanlış sayfaya bakmışım…
    Sen bu’sun!

  1324. DÜNYAYI TERKEDİN!

    STEPHEN HAWKİNG’TEN İNSANLIĞA UYARI:
    “‘İKTİDAR’, SINIFLARI YOK ETMEDEN DÜNYA’YI TERKEDİN!”

    BBC’de yayınlanan Reith Lectures programına katılarak, kara delikler hakkındaki araştırmalarla ilgili bilgi veren Hawking, programa katılan yüzlerce izleyiciyi “bir çok şey yanlış gidebilir” diye uyardı ve insan türünün hayatta kalmasını sağlamak için diğer gezegenlerin kolonileştirilmesi gerektiğini öne sürdü.

    “Dünya gezegeninin felaketi için bir yıl belirlemek zor olsa da, zaman ilerledikçe bu olasılık artmaktadır ve gelecek bin ya da on bin yıl içinde kesinlik kazanacaktır. O zamandan önce, biz uzaya, diğer yıldızlara yayılmalıyız, böylece Dünya’daki felaket insan ırkının sonu demek olmaz. Ancak, en azından yüz yıl boyunca, uzayda kendi kendini besleyen koloniler kuramayacağız, bu nedenle çok dikkatli olmak zorundayız.”

    Böyle saygın bir bilim insanının, insanlığın varoluşuna tehdit olarak bilimsel ilerlemeyi göstermesi ters görünüyor olsa da, bu Hawking’in ilk uyarısı değildir. Teorik fizikçi, geçtiğimiz yaz, robotların silahlandırılmasına ve “askeri yapay zeka silahlanma yarışına” karşı yazılan açık mektubu imzalayan 1000’in üzerindeki yapay zeka uzmanının arasında yer almıştı.

    Geçen yıl Ekim ayında, Hawking Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN)’ndeki araştırmacıları da “Tanrı Parçacığı”nın (Higgs Bozonu)’nun ” katastrofik vakum bozunumu” başlatma potansiyeli hakkında uyarmıştı. Katastrofik Vakum Bozunumu, ışık hızında genişleyen kuantum balonu oluşumu ve bunun tüm evreni yok etmesi hakkında.

    Bilim insanı ayrıca, kapitalist açgözlülük ile dünyadaki işgücü otomasyonun birleşmesinden de endişe duymakta. Aslında, hepsi bir arada ele alındığında, Hawking’in sayısız uyarıları, iktidardaki kibirli seçkin sınıfa ve onların kar odaklı faaliyetlerine, uzun vadeli sonuçlar dikkate alınmadan uygulanan projelerine yöneliktir.

    Hawking, sunduğu uyarıcı senaryolara rağmen, toplumun büyük olasılıkla bunlarla başa çıkmak için gerekli araçları keşfedeceğini de belirtmekte.

    “Biz ilerlemeyi durdurmayacağız ya da geri gitmeyeceğiz, bu yüzden de tehlikeleri tanımamız ve kontrol etmemiz gerekmektedir. Ben bir iyimserim ve inanıyorum ki başarabiliriz”

    “Değişikliklerin doğru yönde ilerlediğinden emin olmak zorundayız. Bu da, demokratik bir toplumda, gelecekle ilgili bilinçli kararlar için, herkesin bilimin temel kavramları hakkında az çok bilgisi olması anlamına gelmektedir. Böylece, bilimde ne yapmak istediğiniz hakkında açık ve net bir iletişim kurabilirsiniz, ve kim bilir, belki de sonunda, kendiniz bile ne yapmak istediğinizi anlayabilirsiniz. ”

    Elbette ki Hawking’in teorileri eleştirilere maruz kalmakta, ancak o yine de coşkusunu korumayı başarabiliyor. Genç bilim insanlarına verdiği öneri de bunu kanıtlıyor:

    “Bana göre, yaşamak ve teorik fizik araştırması yapmak için harika bir zaman. Hiçbir şey, daha önce kimsenin bilmediği bir şeyi keşfetmenin yerini tutamaz”

    Claire Bernish

    Çeviri: Banu Akkök

    http://theantimedia.org/stephen-hawking-warns-humanity-leave-earth-ruling-class-destroys/

    http://dunyalilar.org/stephen-hawkingten-insanliga-uyari-iktidar-siniflari-yok-etmeden-dunyayi-terkedin.html

  1325. başlıkta bir hata var: İktidar, sınıfları yok etmeden… değil, yönetici sınıf dünyayı yok etmeden… olacak. Anlam tamamen kaymış.

  1326. Yani doğru BAŞLIĞIN TAMAMI ŞÖYLE: “Yönetici sınıf dünyayı yok etmeden, insanlık ondan ayrılmalıdır )burada da aslında bir anlam kayması var. Hawkins, dünya yok oluşa gidiyor, tek çare yeni gezegenlere gidip insanlığı yaşatmak gerek demek istiyor.

  1327. “Dünya gezegeninin felaketi için bir yıl belirlemek zor olsa da, zaman ilerledikçe bu olasılık artmaktadır ve gelecek bin ya da on bin yıl içinde kesinlik kazanacaktır…”
    …….
    Bu dünya soğuyacak,
    yıldızların arasında bir yıldız,
    hem de en ufacıklarından,
    mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
    yani bu koskocaman dünyamız.

    Bu dünya soğuyacak günün birinde,
    hatta bir buz yığını
    yahut ölü bir bulut gibi de değil,
    boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
    zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

    Şimdiden çekilecek acısı bunun,
    duyulacak mahzunluğu şimdiden.
    Böylesine sevilecek bu dünya
    “Yaşadım” diyebilmen için.. (NH)
    ——-
    Şimdiden kaç milyar insanın zaten “dünyası mahvolmuş” değil mi? Ortalama geliri 1 dolar insanlar………

    Bu çağrı Burjuvazi’ye olmalı; diğer gezegenlerde arsalarınızı, villalarınızı şimdiden hazır edin!
    Bin yıl yaşayacağını sanan ne çok kapitalist canavar vardır dünyamızda; bu önsezi öncelikle onları ilgilendiriyor olmalı…

  1328. Sayın Milliyetçi 1321&1322
    Sanırım gerek yok ama ben Pipsqueak.
    Milliyetçilik hislerini sömürmeyle destek aradın. Hem %50 anarşistsin hem de sürekli bu siteyi dolduranların çoğunluğunu oluşturan var/yok partinizin temel görüşlerinin sözcülüğünü yapıp onlardan destek arıyorsun. Unutma, MİLLİYETÇİLİK, üç kâğıtçılarla enayileri kardeş yapar.
    Kendi dininizin savunması ve diğer dinlere saldırı, hiç bilmediğin modern bilim-tekniği savunma, hiç bilmediğin kulağa hoş “diyalektik”, “materyalizm” gibi laflar savurma, ücret köleliğinin değer kavramıyla sıkı bağını bilmemen, %50 anarşistin ücret emeğinden gurur duyması gibi anarşistliği bile soytarılığa çevirmen, bu konularda kara cahil olduğun için burjuva anarşistliğine başvurup nesnel bilgiyi öznel “ben katılmıyorum” terapisine çevirmen, tüm dünyanın en az 2 yüzyıldır %100 burjuva olduğunu ve aralarında burjuvalığı en fazla senin gibi benimseyen içi boşaltılmış orta sınıflar olduğunu bilmemen, düzeni “yanlış ellerden” alıp sizler gibi “doğru ellere” mal etme, etrafa zararsız enerji üretimiyle enerji üretme ve nihayet son altın yumurtan YÖNTEM. Ama tabii beni en fazla üzen insanlığın en alçak noktasına varmışların ilkeller hakkında bilgilerinin okul+televizyon+ Hollywood olduğu.
    En azından son 50-60 yıl araştırmalardan tamamıyla yoksunluk içinde Medeniyet taş uykularına devam etmeleri, parti kavgaları, senin farkında olmadan itiraf ettiğin gibi amaç aynı yöntemler ayrı.
    Şimdiye kadar yazdıkların bana senin mükemmel bir Müslüman olduğunu fazlasıyla kanıtlar ama partiniz Erdoğan’la sidik yarıştırması içinde olduğundan sen ve bu siteyi dolduranlar bunu görmüyorlar.
    Sen durmadan “elhamdülillah”, diyorsun. Bu formül X mesleği bürokratı olarak boş ve loş koridor ve odacıklarda israf ettiğin hayatının kaçınılmaz afyonu. Ama seninki materyalist: Bankadaki hesabın+aylık Devlet baba kırıntıları. Müslümanlığın özünün özü TİCARET. Sizlerin taptığı din de TİCARET’İN bir fırlaması. Farklar akademik ve tarihsel. Gelişmesi ve vardığı nokta senin partine yaltakçılık olsun diye reddettiğin eski Allah’ın insanlık alın yazısı sandığın kaçınılmazlık değil, baskı ve fetih. En önemlisi içte ve dışta kaybedenlerin tarihinin yazılmamış olması. Bu nedenden sizler cahilliğinizi bilgiçlik gibi algılıyorsunuz. Beyin yıkama ve propaganda sonsuz güçlü.
    Sen dinin toplum yapısını ve sosyal ilişkileri yansıtan ayna olduğunu bile bilmeyen bir zavallısın. Örneğin tarımla köleliğe geçmiş yerleşik toplumlarının din ve mitleriyle daha önceki özgürce gezip dolaşanların mitleri arasındaki farkı bile bilmiyorsunuz. Erdoğan sizi çok fena deli divane etmiş. Daha önce Atatürk ardından cici bici K. Marks şimdi de Erdoğan. Mesajlar ayrı yarattıkları beyinsizler aynı.
    Ben sen, Ulu Şefin, hızlı TZMciler ve bu sitedeki diğer bol KEMİK ATAN DİNE inananlara karşı sadece Müslümanlığı değil bütün mit ve dinleri savunurum. O dinlerde bir insan ruhu var. Sizin dininiz adi, tüketiciliğe alçalmış köpeklere yakışır burjuva dini.
    Aynı modern bilimde olduğu gibi, yazı hakkında sonsuz cahil oluşun sana yarıyor ve partinizin öcüleştirdiği gönüllü beyin yıkamadan dolayı aynı Müslümanlar gibi okuma yazmayı fetişleştirdiğini görmüyorsun. Bu da ve bir defa daha senin ne kadar mükemmel bir Müslüman olduğunu gösterir.
    Senin için yazı ve okuma, tek ve tek egemenlik, baskı ve kırıcılık aracı olan çizikleri kâğıda koyma ve bunlara inek trene bakar gibi bakmak. Buna tapıyorsun ama partine yaltakçılık etmek için “yanlış ellerde” ilahileri okuyorsun. Bir taş yontmada bile insanın çevresini okuduğunu görmeyecek kadar beyni kazananlar tarafından yıkanmış, evcilleştirilmiş uslu bir orta sınıf burjuva olduğunu görmen imkânsız.
    Diyalektik senin için kulağa hoş gelen bir kelime. Şimdiye kadar “x, y, z diyalektiği bilmiyor”, nakaratın dışında kendin hiç kullanmadın. Modern bilim-teknik verimlilik, rasyonellik, randıman demektir. Bu taptığın kemik üretme ve dağıtma YÖNTEM’İ diyalektik olamaz. Üstelik eninde sonunda, zikzaklara rağmen, çeşitli alanlardaki yöntemleri merkezleştirip hepsini randımanlı bir YÖNTEM’DE toplamayı ancak Devlet başaracak. Aynı dinlerdeki beyinsizliğiniz gibi salt yol yapmayla otomobil üretimini birleştirme ve verimli bir şekilde, yani bir yöntemle el ele götürmenin, çıkacak toplumsal engellerin salt Devlet’in müdahalesiyle bertaraf edileceğini düşünmek aklınıza gelmiyor. İşi “yanlış ellerde” nakaratıyla hasır altı ediyorsunuz. Zaten sizlerin Devlet’den hiç laf etmemeniz sadece kılıfınızın anarşist olduğunu fazlasıyla kanıtlar. Amacınız Devlet ele geçirenleri k*çları*ı yalamaya hazırlık.
    Bunu, sizleri takılıp kaldığınız 17.-19. yüzyıllarda anlatılan masalları anlatmaya devam eden Batılılar gibi ikiyüzlülük yapmadan açık açık başaranlar, kapitalizmi mantıksal sonuçlarına vardırmak isteyenler: Komünistleri faşistler, Naziler ve diktatörlükler.
    Komünistler, Marks’ın ilkesini senin gururla söylediğin YÖNTEM’E indirgediler. Senin cahilliğinin sonu yok. Bunu bilmediğin gibi bu fenomenin 60lardan beri yapılan yüzlerce incelemesinden de bihabersin.
    Kazantzakis, BÜYÜK BOLŞEVİK DEVRİMİ’NDEN hemen sonra oraya gider. Ama Kazantzakis, Ulu Şeflerin gibi fırsatçı, sen ve TZMciler gibi Ulu Şeflerin müridi bir papağan değil, yüce ruhlu ve dürüst bir yazar. Kızıl Meydan’da BÜYÜK BOLŞEVİK DEVRİMİ’Nİ yapan sizler gibi orta sınıf fırlamalarının hava atmalarına kulak vermez. Asıl duyduğu senin hor gördüğün, tarihleri yazılmayan kaybedenlerin kızgın homurdanmaları.
    Not: Sen televizyon önünde büyüdüğün ve modern bilimin mükemmel, yani beyinsiz ama cesur, askeri olduğun için eklemek zorundayım: sesleri duymaz, hisseder. Çünkü benim sizin dolandırıcılığınızı gördüğüm gibi, o da o zamanın dolandırıcılarını görür
    Soteriolojik (kurtuluş) dinlerin, doğal olarak bu dünya görüşünün modern versiyonları olan Marksistlik ve anarşistlik de dâhil, neden Medeniyet’in başladığı Orta Doğu’da çıktıklarını bile bilmiyorsunuz. Sen o yüzden Walter Benjamin’in alıntısını anlamadın, kudurdun ve Ulu Şef’inin sana giydirdiği %50 anarşistlik kılıfıyla küstahlık bile ettin. Seni bu küstahlığın için azarlayan senden bile daha çok bataklığa saplanan biri. Sadece W. Benjamin’in tanınmış olduğunu söyleyip senin gibi ağzından çıkan ishali kâğıda koydu. Bu siteye yeni bir ad: Clon Olmadıkları Cakacıları Kalafatlar, kısaca COCK’lar.
    Sen çikolata kaplı Batı hapını çok fena yutmuşsun, onu göremiyorsun.
    Beynin diyalektiği almadığından benim hem dine saldırmam hem savunmamı anlamazsın. Halk türkülerinde ve atasözlerinde birbirlerinin zıddı olanlar hiç mi dikkatini çekmedi? Diyalektiği en güzel, en sık, zıtları “diyalektik” fetişine çevirmeden yapanlar şairlerdir. Ücret köleliği ve kaçırdığın bilgi trenini yakalamak için sarıldığın politika “nasıl yapılır” el kitapları yanı sıra hiç mi şiir okumadın? Var/yok partiniz ve oğlunla dünyaya çeki düzen verme heyecanı içinde şiir okumaya fırsatın kalmamış. Senin diyalektiğin sadece o kelimeyi kullanmayla attığın hava.
    Batı’nın kemik bolluğu ve vitrin süsleme demokrasisi dışında tamamıyla kara cahil olduğunuzu biliyorum. Aksi halde, en ele avuca sığmaz gibi görünen hukukta bile, Batı’nın haksızlığı düzensizliğe tercih etmesinin kaynağının Batı’nın YÖNTEM’E köleliğini sergileyen en güzel örnek olduğunu hatırlatır ve biraz, çok az, öğrenin derdim.
    Boş ve loş odacık ve koridorlarda telef ettiğin hayatını şimdi yaşamak istiyorsun. %lik anarşistlik, özgürcü sosyalist, oğlunla düzeni eline geçirme heyecan ve coşkunluğun acındırıcı. Üstelik nankörsün. Sana kapitalistsiz kapitalizm deneyini BÜYÜK BOLŞEVİK DEVRİMCİLERİN yaptığını ben söyledim. Nedense eski Bolşevikçi olmasına rağmen Ulu Şef’in hoş gördü. Ama hiç değilse sesin kesildi. Benzeri çok şeyler öğrendin ama Ulu Şef’ine bağlılığın feodallik yeminiyle yapılmışa benzer. Geçende salt meraktan Türk sitelerinde (modern) bilim-teknik konusunda yazılar var mı diye bir göz attım. Daha ilk sayfada bilim-tekniği yeren sayısız eleştiri meraklılarına rastladım. En başlardan birini seçtim. Ayni sen, TZMci hızlılar, Ulu Şefiniz gibi uslu, terbiyeli, hali vakti yerinde ailelerden gelen süt çocuklarının sitesi: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Elektrik Mühendisleri Odası. Bilim-teknolojinin şiddetli bir eleştirisini yaparlar ve senin tersine bilgililer. Onlar da senin gibi ücret hayatlarını ücret köleliği yapmakla kazananlar ama senin gibi salt kendine terapi yapmak için içi kokmuş bir şeyi savunmuyorlar.
    Bak, http://www.emo.org.tr/ekler/62387494f6be661_ek.pdf
    ” B İ L İ M Neylerse Güzel Eyler” Bu arada; Nükleer, ne yer ne içer …”
    Sanırım bu heriflerin sen, TZMci hızlılar ve Ulu Şefinizden üstünlüğü ve dürüstlüğünün nedeni çevreyi en çok kirleten politika tüccarlığı SOLCU-DEVRİMCİ-ANARŞİST-FALAN FİLAN pis hava içine girmemiş olmaları. Sizlere benzeyen tarafları yazdıkları yazıda adını verdikleri yazarların kendilerinden söz ettiklerini, kendilerini eleştirdiklerini bilmiyorlar. Dostlar alışverişte görsün, amaçları sizler gibi bilgiçlik gösterisi. Uslu, terbiyeli, iyi maaşlı ücret köleleri. Orta sınıf sorumluluk yüklenen hödük vatandaşlar.
    Fakat belki bu meslek sahibi aynı senin gibi evcilleşmiş uslu, terbiyeli, öz Türkçe kelimelerle mazbut ve adab-ı muaşerete uymuş, iş ve işçi bulma kurumu mezunu meslek sahipleri seni Ulu Şef’ini büyüsünden kurtarır. İNŞALLAH.
    Hava ata ata yel üretim uzmanı olmuşsun. Oğlunla birlikte çevreyi yeni ve verimli bir YÖNTEM olan deliklerden çıkan, biraz koksa da, yellerle temizleyeceksiniz, çevreye zararsız enerji üreteceksiniz. ÜRETİCİLİK ALLAH’INIZ, TÜKETİCİLİK AFYONUNUZ. Yaratıcı, orijinal, karakeçiler gibi kitap ve teori dışlamalar, altın YÖNTEM yumurtalar, medya artisti olma isteği içinde kıvranıyorsun. Bu orta sınıf burjuvalar arasında çok yaygın ve bilinen bir ruh bozukluğu, adı ” temsili doyum” olan kölelerin veya daha doğrusu acınacakların tesellisi. Sen Batı’yı boşuna savunmuyorsun. Bu hastalık, orta sınıf sayısının en fazla olduğu ABD ve Avrupa’da çok yaygın ve sen zengin olduğun için onlara yakınlık hissediyorsun.
    Senin beynin çok fena yıkanmış. Cahilliğinden gurur duymanın asıl nedeni bu.
    EN SON VE EN ÖNEMLİ SÖZLER
    Sizlerin ilkeller bilginiz: okul+televizyon+ Hollywood.
    İşte tarih boyunca insanı anlamak için ilkellere dönenlerin, sizlerin ortaokul bilgi seviyesine uygun, bir kısa listesi:
    1. Plato, Herodotus, Tacitus, Columbus, Montaigne, Gide, Rousseau, Bougainville, Melville, Conrad;
    2. Redfield, Radin, Sapir, Tylor, Boas, Morgan, Marx, Engels, Tonnies, Freud, Fromm, Weber, Durkheim, Mauss, Kroeber, Linton, Benedict ve yüzlerce diğerleri
    Nedenini hiç mi merak etmedin? Yoksa yine “yanlış ellerde” ilahini mi şakırdatacaksın. Hayatı koridorlarda, yapay ışıklarla geçmiş, beyni de yapay ışıklarla dolmuş bol emekli maaşlı Medeniyet müridi, TÜKETİM’E tapan meçhul askersin.
    Not: Ben hiç değilse senin, Ulu Şef’inin, bu sitede yazanların %99’nın dolandırıcılığını, cahilliğini sergileyici bilgilere, az da olsa, değiniyorum. Sen sadece ve sadece kuduruyorsun. Dediklerin hep ayni bilgiçlik yelleri.
    Medeniyet içerde baskı ve evcilleştirme, dışarıda fetih üzerine kurulmuş olduğundan ben kendim sizlerle Erdoğan, Atatürk, Marks, 19. yüzyıl anarşistlerin çoğunluğu, IŞİD, İslam, Hıristiyanlık, Çin, ABD, Avrupa arasında farkları akademik farklar olarak görüyorum: İçeri ayni, biçim değişik.
    Not: İçte baskının başarı ölçeği var. Ülkede sen ve bu sitenin çoğunluğunu oluşturan orta sınıf silikler sayısı. Başarı orta sınıflılar sayısıyla doğru orantılı. Bunlara en çok hayran olduğun Batı’da rastlanır.
    Medeniyet’i savunan Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çinli, Batılı, ABD’Lİ,…, kim olursa olsun, ilkeller açısından hepiniz ayni gaddarlık, kırıcılık, sadiklik ve kölelik sembollerisiniz. Benim bildiğim tek devrim, sizlerin kökünün kazılması.

  1329. Nedense Yazdıklarımı Tekrarlamam Gerekiyor
    Bu sitede çok daha kötü laflar edenleri yayınlandı bana gelince hep püritenlik bayrağı dalgalanıyor.
    Her neyse, Sayın 1316 ve Sayın 1317 (Pipsqueak’den)
    Not: Birbirinizin klonları ama emeklinin diyalektiğiyle klonları–değil olduğunuzdan ve ben eski mantıkla düşündüğümden sizi tek klon olarak görüyorum.
    Sayın 1316
    Kaç defa beni öven yazılar yazdın, senin Ulu Şeflerinin tersine k*çı*a tekme attım ve hemen arkasından kudurdun. Haklısın, aslında benim senin Ulu Şeflerinden daha çok zengin bir müride ihtiyacım var, ama yaltakçıları sevmediğim için hiç olmadı. Çalışmaktan anam ağlıyor.
    Sen diğer parti üyelerine ve özellikle Ulu Şeflerine yaltakçılık yapmak uslu, terbiyeli, söz dileyen olduğunu kanıtlamak, yukarıdakilerin kı*larını yalıyor aşağıdakilere ağzınla boşaltıyorsun. Materyalist-diyalektik-paradigma-epistem havaları atıyorsun ama her şeyi fetiş ediyorsun. Benden fetişleştirdiğin kitap beklemen gibi.
    İslam’ın Kitabı fetişleştirdiğini, Hıristiyanların İncile Kitap dediklerini bile bilmiyorsun. Allah’ın değişik ama Allah’ın var. Veya doğru dürüst kitap yazanların dedikleri gibi: “Kitaplar sadece ve sadece kitap basma ve bu site gibi kitap satma endüstrilerini besler”.
    Zengin olduğundan Ulu Şefler sana “ulan sus, bizi de rezil ettin!”, demiyorlar
    Sen daha emeğin, ücretin ve değerin ne olduğunu bile bilmiyorsun.
    Emek’i baş belamız eden K. Marks bile Emek’ten önce DEĞER olmadığını söyler. Senin normal kölelerden farkın ve sürekli sergilediğin cahilliğine neden olan yıllarca ücret köleliğin sende gurur olmuş. Hava atıp cahilliğini tekrar ve tekrar göstereceğine biraz öğren!
    Zengin olduğundan Ulu Şefler sana “ulan sus, bizi de rezil ettin!”, demiyorlar
    Üstelik geceleri kapitali ele geçirecek senin gibi dahi oğlunla, herkesin sizin gibi uslu, kuzu, temiz, zengin ve antiseptik aileden gelen, evcilleşmiş, pısırık, süt çocukları olmayışına çare arıyorsunuz. Yaratıcı olduğunuz için çözümler, yöntemler, teoriler beyinlerinizi doldurmuş, en yakın delik olan ağzınızdan fışkırıyor. Henüz adını bile duymadığın farkında olmadan taptığın dünyaya egemen Allah’ın YÖNTEM yani verimlilik.
    Zengin olduğundan Ulu Şefler sana “ulan sus, bizi de rezil ettin!”, demiyorlar.
    Dünya Doğu ülkesi olan senin gibi tamamıyla burjuvalaşmış Çin’in yakı gelecekte dünyaya egemen olacağını tahmin ediyor, sen hala “Doğu ezikliği” emziğini emip duruyorsun. Nerede senin yaratıcılığın?
    Zengin olduğundan Ulu Şefler sana “ulan sus, bizi de rezil ettin!”, demiyorlar.
    Sen %50 anarşistsin ama aslında %100 analşitsin. Ve senin Ulu Şefler gibi sahte anarşist olduğunu hemen ortaya koyuyorsun. Hiyerarşi genleriyle doğmuşsun, her şeyi ancak Merdiven’e koyunca anlıyorsun.
    Ulu Şefler sana “ulan sus, bizi de rezil ettin!”, demiyorlar.
    Sen IŞİD kopyası bir fanatik yeni-faşistsin, senin tarih bilgisinden yoksun cahilliğini görüp hatırlattığım için şunu veya bunu savunduğum söylüyorsun. Erdoğan seni çok fena bellemiş veya hiyerarşi beynine işlediğinden Ulu Şeflerine yaltakçılık etmek için onları da belleyen Erdoğan jokerini çıkarıp duruyorsun.
    Ulu Şefler sana “ulan sus, bizi de rezil ettin!”, demiyorlar.

    Sayın 1317
    Ben listeyi yazdığım ve “random number generator” içeren programla türettim ve daha sonra da diğer bir programla tarayarak sizin kafanıza uygunları sıraladım. Siz de yuttunuz.
    Bu yukarıdaki kudurmuş gibi sizde de kurtulmak imkânsız. Bir daha deneyeyim.
    Kapitalizm: “Dogmaya karşıyız, her zaman gelişmeye, ilerlemeye, yeniliğe, açığız ve özümleriz.”
    (Modern) bilim-teknik: “Dogmaya karşıyız, her zaman gelişmeye, ilerlemeye, yeniliğe, açığız ve özümleriz.”
    TZM Müritleri: “TZM dogma değil. Her zaman gelişmeye, ilerlemeye, yeniliğe, açıktır ve özümler.”
    Fakat en güzeli olan, yukarıdakilerin sadece ucuz örnekler oldukları düzenci düzenler: “Hiçbir şeyi değiştirmemek için, her şeyi değiştirmeye hazırız.”
    Her halükarda, bulduğunuz yeni dininiz TZM size yakışıyor ve çok sevdiğiniz de belli. Tebrik ederim.
    Benim TZM gibi pe*evenk*le kaybedecek zamanım yok. Eskiden çok sayıda hapı yutmuşunuz, bu artık sizde alışkanlık olmuş. Bence TZM’nin pe*evenk*liğini görmeyenler, ancak kendileri pe*eve*nk*se mümkün.
    TZM, sizler ve emekli dahi 17.-19. yüzyıllar arasında saplanmış kalmışsınız. Her üçünüz de yüzyıllarda gelişen burjuva kültürünün vitrin süslerini taklit etmek için can atıyorsunuz. Boyunuzdan büyük laflar ederek Koca kelleler gibi konuşuyorsunuz. TZM şirket ve devletleri taklit ettiğinden ve sizlerden daha büyük paralarla pompalandıkları için daha başarılı olmuş. Uslu gençler benim gibileri dinlemesin, üretici, yaratıcı, yenilikçi, ilerici olsunlar diye kurulmuş bir çeşit iş ve işçi bulma kurumu, jimnastik salonu, spor kulübü.
    Sizler de emekli maaşlı dahi gibi iyice uyuşturulmuş, uslu, kuzu, temiz, zengin ve antiseptik aileden gelen, evcilleşmiş, pısırık, süt çocuklarına benziyorsunuz. Haliniz vaktiniz de onun gibi yerinde ve onun gibi sizde bu solculuk-devrimcilik havalarını hobi etmişiniz, bir türlü terapi, işgüzarlık. Ama bir yan gelir isterseniz bu emekli maaşlıya tercümanlık etmenizi tavsiye ederim.
    Örnek:
    “As soon as a man appears who brings something of the primitive along with him, so that he doesn’t say, “you must take the world as you find it,” but rather “let the world be what it likes, I take my stand on a primitiveness which I have no intention of changing to meet with the approval of the world,” at that moment, as these words are heard, a metamorphosis takes place in the whole of nature. Just as in a fairy story, when the right word is pronounced, the castle that has been lying under a spell for a hundred years opens and everything comes to life, in the same way existence becomes all attention. The angels have something to do, and watch curiously to see what will come of it, because that is their business. On the other side, dark, uncanny demons, who have been sitting around doing nothing and chewing at their nails for a long time, jump up and stretch their limbs, because, they say, here is something for us, and so on.”
    Bu yazıya IŞİD, Erdoğan, emekli maaşlı zengin, Ulu Şef, siz, TZM aynı tepkide bulunursunuz:KUDURMA!

  1330. 1. Bu çağrı Burjuvazi’ye olmalı; diğer gezegenlerde arsalarınızı, villalarınızı şimdiden hazır edin!
    Bin yıl yaşayacağını sanan ne çok kapitalist canavar vardır dünyamızda; bu önsezi öncelikle onları ilgilendiriyor olmalı…
    2. Öyle müthiş, yaratıcı bilim ve teknoloji imkânlarına eriştik ki, sömürü ve tahakküm gereksiz hale geldi; bilim ve teknolojiyi ”insanın-tabiatın yararına” kullanabilen ve nüfus artışı dengelenmiş her toplum sınırlı mekânlarda bile kendini döndüren bir ekonomi ile “özgür toplum birimleri” yaratabilir; Mars’ta bile koloni kurma projesi ulaşılmış bilimsel düzeye ait bu iddianın tartışılmaz kanıtı sayılmalı!
    Not: 1. ve 2.yi öten ayni 1324 bilim-teknik mümini. Din mi değiştirdi yoksa?

  1331. ogürsel dinlere büsbütün karşı olduğunu hiçbir zaman söylemedi ki…

    Birkaç örnek:

    1295, Bilimciyim; tinselliği inkâr etmeden,

    227 OGÜRSEL 6 EKİM 15 / 8PM
    SANIRIM BEN YÜZDE 50 ANARŞİST, YÜZDE 25 MARKSİST, YÜZDE 25 TİNSEL’CİYİM!

  1332. Hiç üşenmedim, pipsqueak nickiyle yazan kişinin yazdıklarını dikkatle okudum, anlamakta zorlandığım yerleri tekrar tekrar okudum.

    Şunu söylemeliyim, bu sitenin sahibi Gün Zileli’nin aslında anarşizmle pek ilgisi yok. Gerçek anarşist nasıl olunur, ki pipsqueak her ne kadar anarşist olmadığını yazsa da, Zileli ve bu sayfayı izleyenler, pipsqueak’in ne yazdığını anlamaya yüksek gayret gösterse iyi olur.

    Kimse kusra bakmasın, ogürsel de dahil,
    pipsqueak dikkat edilmesi gereken tespitler ortaya koyan bir kişi.

  1333. Sayın (pipsqueak) 1326'ya

    Sayın “pipsqueak” 1326,

    === 1 ===

    [Sizler de emekli maaşlı dahi gibi iyice uyuşturulmuş, uslu, kuzu, temiz, zengin ve antiseptik aileden gelen, evcilleşmiş, pısırık, süt çocuklarına benziyorsunuz.]

    Size 28 Mayıs 2015’ten beri defalarca yazdık; bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız, ve bundan nefret ediyoruz! Ama siz hâlâ anlamışa benzemiyorsunuz, çünkü şunu yine yazmışsınız: [pısırık, süt çocuklarına benziyorsunuz.] EVET, DOĞRU! PISIRIK, SÜT ÇOCUKLARIYIZ! VE BUNDAN NEFRET EDİYORUZ!

    PEKİ BİZLERİ, YANİ “Beyaz Ya-LA-ka”LARI KİM BU ŞEKİLDE YETİŞTİRDİ: SİZ ve SİZİN KUŞAĞINIZ!

    “1287”, 30 Nisan 2016:

    {{{

    [“In my generation I was a told not to be gullible and keep away from the conmen. I lived long enough to be of next generation and found out that gullibles are not the yokels that they are made out to be. They are rather slimy slick would-be conmen who pretend to be jackasses to have the hay.”] (pipsqueak)

    In our generation we were doomed by our parents’ (and grandparents’) greatest fears. Since our early toddlerhood, we were constantly brainwashed into becoming tame, professional, utterly-egocentric and deadly-competitive lickers of “C.E.O.”s majestic asses. In every single second of our juvenile years, we were educated to be “forever young” slaves of capitalism. Then, coincidentally, a very experienced, and perhaps doleful man, named “pipsqueak”, appeared before us. This happened all of a sudden. On Mr Gun Zileli’s website, he tirelessly wrote thousands of pages — which he seems to be struggling to deliver a kind of conclusion — that he had lived long enough to be of next generation and had found out that gullibles were not the yokels that they were made out to be. But unfortunately, he is completely unaware that he just imitates the character (sinologist) Dr Peter Kien written in the marvellous book “Die Blendung (Auto-da-Fé)” by “abhorrence-free” mind Elias Canetti. It is crystal-clear that Mr “pipsqueak” enjoys (a lot!) to live in “a-million-books”-shelved-cave; he does not act to help poeple trapped in the cruellest hole of capitalism at all. What a pity! (Patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar)

    }}}

    === 2 ===

    [I take my stand on a primitiveness which I have no intention of changing to meet with the approval of the world]

    İŞTE İDRAK ETMEK İSTEMEDİĞİNİZ HUSUS BURADA BAŞLIYOR:

    SİZ “HAYAT” İLE “KAPİTALİZMİ” BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ!

    KAPİTALİZMİ ORTADAN KALDIRMAYI, HAYATA MÜDAHALE ETMEK OLARAK “YANLIŞ” ANLIYORSUNUZ SAYIN “PIPSQUEAK”!

    Stanley Diamond’un o muazzam yapıtı “In Search of the Primitive: A Critique of Civilization”nda, yine her zaman yaptığınız gibi, “işinize gelenleri cımbızla seçerek”; kafanızda kurguladığınız konsepti haklı göstermeye çalışıyorsunuz!

    Yukarıda “1309”da, “Thorstein Veblen”de de aynısını yaptınız, sadece işinize gelenleri cımbızla seçtiniz, sonra, çöp kutusuna gönderdiniz!

    Ne cevap vermiştik size:

    Thorstein Veblen’in “metafiziksel” (“cin”ler, “peri”ler değil! Metafizik diye yazdık; dikkatinizi çekeriz!) tespitlerini hatırlatmanız iyi oldu. Zaten sizin gibi “soyutluklar içinde” bu kadar fazla vakit geçiren bir insandan; Veblen’den bula bula bunları bulup bu siteye dökmeniz hiç şaşırtmadı!

    Veblen’den “işinize gelenleri cımbızla seçip” bu siteye doktünüz; ama işinize gelmeyenleri çöp kutusuna gönderdiniz! Tıpkı Elias Canetti’nin “Körleşme” kitabını anlamaya yanaşmamanız gibi!

    Veblen’in magnum opus’u “The Theory of the Leisure Class: An Economic Study of Institutions (1899)”dur. Buna niçin hiç dikkat etmiyorsunuz: ( http://www.gutenberg.org/files/833/833-h/833-h.htm )

    “The Theory of the Leisure Class”da; metafizikten daha mühim konular işleniyor.

    === 3 ===

    [TZM şirket ve devletleri taklit ettiğinden ve sizlerden daha büyük paralarla pompalandıkları için daha başarılı olmuş.]

    Vah vah vah!

    Bir kez olsun “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” ne olduğunu öğrenmeye yanaşmadığınız için; [paralarla pompalandıkları için] gibi bir YALANI YUMURTLAYABİLİYORSUNUZ!

    “150”, 20 Eylül 2015:

    {{{

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme; ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esraregiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilen ‘Görünmez El (The Invisible Hand)’ kavramının altında yatan fikir:

    Bu hayâli, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir! Yani; ‘sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!’ yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırladığınızı umuyoruz sayın ‘pipsqueak’!)

    Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi (Money sequence of value )’; ‘Hayat Değer Dizisi (Life sequence of value)’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şudur ki:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!

    ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

    Kısacası en başından beri kendinizi; ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!

    Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!

    Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!

    }}}

    SAYIN “PIPSQUEAK”, BARİ “TZM”Yİ İNCELEMEMİŞSİNİZ; YALAN ATARAK İTİBARINIZI ZEDELEMEYİN!

    Sayın “pipsqueak”, siz, Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı muhteşem kitabındaki (sinolog) Doktor Peter Kien’sınız!

  1334. 1325… şu kadarını söyleyeyim. Yeni bir iddia yok yazdıklarında. Sen tipik düşmanıyla yaşayan sefillerdensin. Kendine ait bir dünya, bütünsel bir düşünce yapın yok; eklektik; yama.. İftira edebilmekteki kolaylığını takdir ediyorum; bu aslında malumatfuruş bir geveze olduğunu kanıtlıyor; gerçekten de o okuduğun kitapları anlamış olsaydı erdem, hakkaniyet, sahici vicdan adına nasibin de olurdu.
    O makale önerilerimi yerine getirmedikçe palavracının birisisin gözümde; şaka bir yana, derli toplu bir şey yaz; merak etme, Gün Zileli senden para istemez; ben yazı başına ona 100 altın sikke veriyorum… Partimiz de beni bir gölge bakan yapacağına söz verdi. Yoksa neden bu kadar uğraşayım değil mi? Mutlaka bir çıkarım vardır!
    Ah, ne kararmış yüreklisin..
    ***
    1326
    herhangi bir düşünce görülmedi.
    bilinen aptal sıradan hakaret inlemeleri. İnsan acıyor; ne oldu da bu azgın öfke. Biat etmedik; ne mal olduğunu anladık; “paradigmamız” farklı dedik.. Bu mu? İnsanın ayaklarını bastığı dünya “primitif” ise giderek primitifleşir; bu kendi kabahatin!
    **
    1329
    bir tabelanın gölgesinde yaşama arzunu anlıyorum. Mürit arayana yazılabilirsin. Hayatı kucaklayan bir “ist” yok; buldunsa senin olsun!
    Bu adam o andığı yazarların paraziti;
    üslubu da, retoriği de, konuları ele alışıyla da, karşı düşünceye gösterdiği tutumla da, hakaret aşağılama cümlelerinde zerre yaratıcılık gösterememesiyle… belli
    gösterişçi bir züppe.. Okuduğunu sindirememiş bir kitap biti..
    Keşke anlamış olsaydı; belki bu nobranlığını, ukâlalığını bağışlatacak bir sebep olurdu; zavallı; hayatı, süreci çok karmaşık sanıyor; içinden çıkamıyor. Kendi kitaplarını kutsal sanıyor…
    Böbürleniyor; kendini övüyor; ne utanılası bir hal..

  1335. gözden kaçırmışım… senin budalalığını ele veren, tüm hayat hikâyeni, o zavallı malumatfuruş kof kibrini, hak etmediğin saygı beklentisi ile kıvranışını ele veren cümleyi..
    “İslam’ın Kitabı fetişleştirdiğini, Hıristiyanların İncile Kitap dediklerini bile bilmiyorsun..”
    sen bu bir b.ka yaramaz bilgileri bilmekle ayrıcalık mı istiyorsun..
    yazı-kitap zaten neredeyse tüm halklarca ilk zamanlarda öyle kutsal sanıldı. İncil’e kitap denildiğini bilmiyordum.. Teşekkür ederim; bu bilgi ile hayatımı kurtardın!
    Sen bu’sun.. ölü bilgilerin, beş para etmez gevezeliklerin şeyhi!

  1336. bak taklitçi, sen benden öğren..
    bunu hiç bir yerde okumadım; insan okuduklarından, okumadıklarını öğrenen bir yaratık.. sen hariç! Bunu yazan olabilir; bulursan haber ver! (Ayakların popona vurarak bu işi yapacağına da kuşkum yok.. Ben sen gibi değilim; bu hoşuma bile gider.. )
    ——-
    Hıristiyanlık, ruhban sınıfı ile bir Kilise kurumu var etti. Başlangıçta gelişmenin engeli olan bu kurum, bunu biliyorsun, kendi içinden felsefe, bilim, sanat’ın tohumlarını da yeşertti. (İşte bu diyalektik!; senin kavrayamayacağın!) Sonrasını da bilirsin.. Yazmışlar ve sen yalnızca böyle öğrenebilirsin!
    Oysa İslamiyet’te bu örgütlü ruhban sınıfı bulunmadığı için hâlâ kurumlaşmanın önemini bilmiyorlar.. O bedevi çöl kültüründen kurtulamamanın özeti-açıklaması bu…Bu bir kısır döngü içinde geçen 1400 yılın hikâyesi…
    *
    Ben senin gibi bulmaca çözmeye yarayan bilgilerle uğraşmam..

  1337. 1327
    bakım zamanın gelmiş. Yağ kaçırıyor beynin. 1 ve 2 birbirini tamamlar………

    Bilim ve teknolojinin kâr için kullanılmadığı; insan ve tabiatın gözetildiği koşullardaki üretim ve kullanımı, tam da bu 1000 yıl sonraki felaketi önleyecek “YÖNTEM”..
    Yağını tamamlarsan, bunu anlayacağını sanırım…

  1338. pipsqueak = jack of all trades, master of none

  1339. 1333

    Bunu okuyan sanır ki, bu siteye haşmetli bir teolog uğramış da, Hristiyanlık ile İslamiyet arasındaki farklara bir kendisi nail, başka kimsenin haberi yok!

    İslamiyet bir türlü ‘kurumsallaşamadığı’ için hoşgörü gelişemiyor, kalkınma, ilerleme olmuyor, felsefe, bilim, sanatın tohumları atılamıyor öyle mi!

    Hala anlamıyorsunuz değil mi, ‘kurumsal’ dedikleri nanenin tahakkümün ta kendisi olduğunu! Yutturmuşlar hepinize ‘kurumsal olmayan bir hayat, hayat değildir, eee tabii, kurumsal olmayan din de, din değildir’!

    İnsanda biraz merak olsa, teolog olmanıza gerek yok, biraz merakınız olsa, ‘kurumsallaşmış’ Hristiyanlığın ‘kurumsal’ mezhebi Katolikliğin ‘kurumsal’ lideri Papa Francis’in alelacele ‘yeni Papa’ yapılmasının nedeni, bir önceki Papa (Benedictus) döneminde ayyuka çıkmış ‘Kardinaller de dahil, çocuklarla sex skandalları’nı apartopar medyanın gündeminden silmek, ‘kurumsal Vatikan’ı yeniden ihtişamlı ‘günahsız’ günlerine döndürmek içindi!

    Giordano Bruno’nun, Hristiyanlıktaki ‘kurumsallığa’ karşı mücadele ettiği için cayır cayır yakıldığından haberiniz yok, gelmişsiniz teolog teolog konuşuyorsunuz!

    Søren Kierkegaard’un, ‘Hristiyanlığın (ve kilisenin) DEVLETLEŞMESİNE KARŞI’ mücadele ederken hastalanıp öldüğünden haberiniz yok, ‘kurumsallık isterim kurumsallık’ diye ağıt yakıyorsunuz!

    Ensar Vakfı’ndaki sapıklığın aynısı diğer dinlerde de var!

    Utanmadan, ‘keşke İslamiyet de kurumsal olsa idi’ diyorsunuz!

    Bütün dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de, ‘kurumsallık’ öncesi çağlara ait, ‘kurumsal olmayan geleneklerden’ miras kalmış düzenin, imgelerin, sembollerin, ritüellerin var olduğundan ya haberiniz yok, ya da bildiğiniz halde susuyorsunuz!

    İslamiyet’te ‘vakitler’e karar verilirken, şamanizmden bile öncesine giden (Sümerlere kadar gidebilirsiniz) ‘Ay’ın hareketlerinin baz alındığını hiç mi bilmiyorsunuz! Allah’tan Cebrail aracılığıyla Muhammet’e mi iletildi zannediyorsunuz ‘vakitler’in nasıl düzenlenmesi gerektiğini!

    Siz, bugünkü IŞİD canavaranın palazlandığı ‘sözde çöl bedevileri’ ile, 1400 yıldır nehir gibi akan ‘çöl bedevileri’ni ayırt edemeyecek kadar ‘tarihteki dönemsellikten’ bihabersiniz!

    Öğrenin bakalım, ‘kurumsallaşmış Hristiyanlık’ta neler yaşandığını:

    ‘Mea Maxima Culpa: Silence in the House of God’
    (Meryem & Madonna Ağlıyor: Tanrının Evindeki Omertà)
    Türkçe dublaj
    http://bit.ly/1R1QOBP

    ‘Spotlight’
    Türkçe altyazılı
    http://bit.ly/1XqR9Wl

  1340. Sen utanmaz bir yalancısın;
    Bu benim cümlem…
    “Oysa İslamiyet’te bu örgütlü ruhban sınıfı bulunmadığı için hâlâ kurumlaşmanın önemini bilmiyorlar.. O bedevi çöl kültüründen kurtulamamanın özeti-açıklaması bu…Bu bir kısır döngü içinde geçen 1400 yılın hikâyesi”

    Bu da senin benim cümlemi getirdiği hâl…
    “İslamiyet bir türlü ‘kurumsallaşamadığı’ için hoşgörü gelişemiyor, kalkınma, ilerleme olmuyor, felsefe, bilim, sanatın tohumları atılamıyor öyle mi!

    Sende ya ahlak, ya zeka yok.. İkisi birlikte seni terketmiş de olabilir..
    Bak budala, o yazdıklarının hepsini biliyorum; “diyalektik” derken bunu kast etmiştim. Kötü olan’dan, iyi şeylerin de doğabilmesi…
    Bugün Papa, “ateistler de cennete gidebilir” derken
    İslam’da kati vaciptir.. Neden acaba?
    Giardino Brunu’nun bir papaz, Dominiken tarikatından, kilisie içinden çıktığını neden söylemiyorsun.
    Anlaşıldı; düz kafalı; kurumsallaşma, birlikte tartışma, diyalog; ortak aklın keşfidir de.. Uzun zaman gericiliğin, Engizisyonun, arazilerin de sahibi olan Kilise, kendi içinden, kurumsal olarak karşı çıksa da neleri doğurmuştur.. Belliydi senin o “diyalektik” aşağılamalarının sebebi; kafan basmıyor; sen kitap adlarını vermeye devam et..

    Sonra..”Utanmadan, ‘keşke İslamiyet de kurumsal olsa idi’ diyorsunuz!”
    Yine o utanmaz karşı taraf adına cümle kurup, gevezelikler..
    1400 yıl önce olup bitene “keşke” diye yaklaşılmaz; var olan olguyu açıklayarak bir yeni süreç arayışı konuşulur..
    Diyalog, tartışma, ortak aklın kullanılması.. Kurumsallık bu yanı ile önemlidir..
    Senin gibi salaklar kurum diyince aklına bir bina, içindeki gerici, egemen yığın gelir; daha ötesini bilemez..
    Her somut girişiminde, somut tartışmada senin neden bu halde olduğunu bir kez daha anlıyorum..

  1341. daha da önemlisi.. bilginin biriktirilmesi, devri, usta çırak ilişkisi.. birikmiş düşüncenin korunması.. devredilmesi..
    .. ve gözetilen amaca aykırı süreçlerin de ortaya çıkıvermesi….
    yaaa.. diyalektik böyle bir şey…
    Komplikasyon’un bir yeni sürecin ta kendisi haline gelmesi..
    ama.. başlangıç aklın örgütlenmesi..
    *
    senin gibi adamla tartışmak istemiyorum; salaklığını teşhir için buradayım.. kendini çok yorma.. kısa yaz..

  1342. senden de ne Cizvit papazı olurdu ama! Yakışırdın! hakkını verirdin..

  1343. Hala göremiyorsunuz değil mi, başınızda daima bir baba olmalı, daima bir şef olmalı, daima bir yönetici olmalı, daima bir ‘kurum’ olmalı!

    ‘Kurumsallaşma isterim ben kurumsallaşma’… ‘Ama ilk önce bizde de şöyle en meritokratlarından bir ruhban sınıfı kurmamız gerek, ciğerim’!

    Neymiş, bugün Papa, ‘ateistler de cennete gidebilir’ demişmiş!

    Neymiş, ‘Bruno papazmış’, yok Richard Dawkins olsaydı bari! 1548-1600 arasında R.Dawkins meydanlarda cirit atıyordu da, Bruno papaz olduğundan göremedi mi acaba!

    Hani, Diyanet İşleri Başkanlığı’na karşıydınız siz, ‘sosyal demokratlar’!

    Şimdi, Vatikan mı oldu sizin yeni Diyanet İşleri Başkanlığı’nız! Mehmet Müezzinoğlu gitti yerine Francis mi geldi!

    Francis’in ‘fetva vermesini’ mi beklediniz yıllardır, ‘İslamiyet’te kurumsallaşma isteriz biz kurumsallaşma’ diye ağıt yakmak için!

    Sizin Marx’ınızın şu silsilesi vardır, her şey sırayla, ilk önce kapitalizm, ikinci sırada sosyal-demokratımsı iktidarlar, üçüncü sırada sosyalizm, dördüncü sırada komünizm ve nihayet beşinci sırada ‘devlet’e bile ihtiyaç kalmayacak tam özgürlükçü bir dünya!

    Ohhh ne rahat! Diz sıra sıra… Bekle Godot’yu…

    ‘Din’de de aynı silsile,
    İlk önce örgütlü ruhban sınıflı bir yapı (belli mi olur, belki bizde de bir Bruno çıkar!),
    Sonra ‘kurumsallaşma’, sonra hoşgörü gelişimi, kalkınma, ilerleme, felsefe, bilim, sanatın dallanıp budaklanması,
    Ve ehhh en nihayetinde,
    ‘Ateistler de cennete gidebilir’ diye fetva verenler çıkar elbette (ki diyorlar zaten. İslam itikadına göre, her insan müslümandır! Öyleyse ateistler de müslümandır!), ne de olsa örgütlenme sağlandı artık değil mi, ‘kurumsallaşmayı da kimse farketmez artık’ çünkü herkes özümsemiş olur!

    Keşke diyen sizsiniz, lafınızı kıvırmayın!

    ‘İslamiyet’te bu örgütlü ruhban sınıfı bulunmadığı için’ yazmışsınız, bu ne demek, ‘keşke’ demek!

  1344. Pipsqueak’den Burjuva/Burjuva değil Diyelektik Cambazlarına bir Çağırı
    Bu site tümünün burjuva olanları burjuva değiller gibi konuşmaları son derece tuhaf. Sanırım bu var/yok parti içi sırt sıvazlaması.
    1750-1820 arası biraz keyfi olabilir ama günümüz dünyası tüm kurumları, tüm yaşam alanları, hemen hemen bütün dünya insanların dünya görüşü bu sürede burjuva olan devriminin sonucu: ekonomi, enerji, politika, bilim, örf ve adet ve gelenekler, sınıflar ve cemiyetler ve tarikatler, psikoloji, savaş, ahlak, felsefe, teoloji, üretim, tüketim, aile, eğitim, …
    Bu sitedekilerin anıt kabirini dolduran Aydınlık çağı düşünürlerden söz etmeyeceğim.
    Daha sonraki Rus ve Çin devrimleri bu devrime kıyasla çocuk oyuncakları ve taklitleri.
    Bu site kendini anarşist kılıfına sokmuş olduğu için bir örnek: “No gods, no masters” = Allahsız, Efendisiz anarşist sloganı . Ama laiklik burjuva eseri, dini afyonlaştırma da öyle, Allah’ın öldüğünün iddia kaynağı da. Efendi İngiltere Kralı I. Charles’ın 1649’da kafasını kesenler de burjuva.
    Ben biraz geri zekalı olduğumdan bu sitedeki burjuvaların burjuvaları öcü gibi görmelerini pek anlamıyorum. Var mı acaba bana bu burjuva/burjuva değil diyalektiğini veya kişisel terapiyi anlatacak biri?

  1345. Simyacı Newton’dan bilim adamı çıkmasını alkışlayan, nasıl olur da gerici, baskıcı, katil Kilise’den hümanizma, sanat ve bilimin tohumlarının da yeşerdiğini görmezden gelir?

    Zavallı; okumamışsın demek! Okusaydın nasıl da kafamıza atardın ciltleri…
    Taklitçi olduğunu söylerken alçakgönüllülük yaptığını hiç düşünmemiştim!

  1346. Pipsqueak’den Sayın 1337 Analmuss (muss = buruşuk)
    “Kötü olan’dan, iyi şeylerin de doğabilmesi…” = DİYALEKTİK (eski adı emekli maaşlı %50 anarşist)
    Ne oldu? Şimdi de parti değiştirmişsin. Yeni bir Ulu Şef bulmuşsun. ERDOĞAN!
    Bekle, kötü Erdoğan iyi olacak. Sana, olmazsa oğluna, olmazsa kızına, olmazsa torunlarına, olmazsa oğlunun torunlarına falan filan iş verir, hepiniz diyalektik muradına erirsiniz. Zaten kazananlara kölelik ve yaltakçılık iliklerinize ilişmiş.
    Sizlere tavsiyem bu arada sakın nefesinizi tutmayın. Diyalektik de değişebilir yerine daha son, daha yeni, daha verimli bir epistem, bir paradigma, salaklara yeni bir oyuncak çıkabilir

  1347. Pipsqueak’den Marketlerde Doğmuş Büyümüş Tinselcilerle Geleneksel Dinler Arasındaki Farka Bir Uyarı
    Önce bazı kaba hatırlatmalar.
    Batı dillerinde dinin genel adı “religion”. Etimolojisi: (re)+legion= (tekrar) bağlamak=cemaat = birlik, beraberlik.
    Diğer bunu açıklayıcı sözcükler: cami ve cuma.
    Zamanımızda uzayda vızıldayan atomlardan oluşan “toplum” kelimesi, yozlaşmış cemaat kelimesi yerine kullanılır. Kavram akademik olur ve koca kellelere iş çıkar. Salaklara bir hatırlatma: Bu göz boyaması veya iş işten çok geçmişliği kabul etmedir. Şimdi sadece süpermarketlerde vızıldayan bol maaşlı veya bol emekli maaşlı bireyciler istediği maneviliğe cici bici bir ad takarak kendilerine has ısmarlama tinsellik seçerler. Din kişisel seçenek olur ve dolayısıyla isim değiştirir.
    İngilizce cemaat = “community”; toplum = “society”, Almanca daha da bilinçli ve üzerinde ısrarla durulan bir ayırım yapar: cemaat = “Gemeinschaft”; toplum= “Gesellschaft.”
    Dürüst düşünürler farkın tamamıyla bilincindeler ve politika alanındaki yazılarda farka dikkat sık sık dikkat çekilir. Ne var ki, dürüst düşünürler iki ateş arasındalar. Bir yanda devasa bir propaganda, okul, medya, beyin yıkaması beyinsizleri; diğer yanda alışagelmiş sözcükleri yapaysal değiştirme boş çabaları.
    Beyinsizler bir not daha:
    1. Bilgi tamamıyla tekelleşmiş ve metalaşmış. İstesek de istemsek de bilgiyi değişik alanlarda araştırma yapmış ama insanlığını kemik atanlara yaltakçılık, köpekleri peşine takma politikacılığı yapmak için kaybetmemiş olanlardan öğrenmemiz kaçınılmaz oldu.
    2. Hatta sorun bilgi de değil. Bir bakıma artık en ucuz ve en değersiz meta bilgi. Tek sözünü dinleten üretimi, kemik miktarını arttıran bilgiler ve bunun bu sitedekiler gibi yamakların bilgisi. Asıl olan bilgiyi anlamak.
    Ulu Şef’in yamağının emrine itaat etmek için kısa kesmeliyim.
    Yeni dinin ekonomi olması ve insanın günlük hayatında eski dinlere kıyasla milyarlarca daha fazla yer almasıyla, özellikle Batı’da, geleneksel dinler güçlerini tamamıyla kaybettiler. Bol maaş veya bol emekli maaşlarıyla her şeyi alabilmeye alışmış bu yeni din müminleri kendi özel istek, özel zevk, özel uyum, özel terapi, özel b*k içinde rahat ve huzurlu olmayı kendilerine özel kişisel tinsellikte buldular. Avrupa ve ABD’de bunlar saymakla bitmez. Tabi belli ki bu Türkiye’de okumuşlar arasında yayılmış, ayni son moda ve bakire anarşistlik gibi.
    Not: Bu din değişmesi için bak, M. Weber, R.H.Tawney, C. Hill ve hatta çok daha derinden inceleyenler var ama havlamalar başlar diye bahsetmeyeceğim.
    Bir espri: Son Iran şahı Reza kırda ve köylerde yaşayanları bu bizim yeni din aydıncıları gibi ama eski din Müslümanlıkta aydınlatmak için çok sayıda “bilimli” imamlar yetiştirip köylere yollar. Kısa bir süre sonra hepsi büyük şehirlere dönüp bu bizim bol maaşlı tinsel gibi şaşkınlara akıl vermeyle hayatlarını daha iyi kazanırlar. Aynı İngiltere’de anarşistlik diplomasıyla dönüp anarşistlik bayiliği yapan Ulu Şef’i gibi. Yeni din = Ekonomi+endüstri ve yamağı bilim-teknik. Bu yeni din tarihte görülmemiş bir güç sahibi. Ücret köleliğini seve seve üstlenenlere hemen istediklerini verir. Eski Allahların işi belli olmazdı.
    Ben bu bireyci tinselciler arasında büyüdüm diyebilirim. Bunların tinselliği ayni modern resim, modern edebiyat, modern sanat, modern müzik, modern imge ve televizyon bombardımanlarına karşısına mırıldadıkları zavallılıkları: “Bir şey var, hissediyorum, evet var. Ama ne olduğunu anlatamam, son derece kişisel bir his. Benim ve sadece benim özel kişisel tinselliğim.”
    İşte benim bu din ve mitlerin ne olduklarını Atatürk, Marks ve Erdoğan ve Ulu Şef gibi salaklardan öğrendikleri saçma soytarılıklarını yorumum:
    “Müslümanlık bende demen, bende değildir. Bir süpermarket tinsellik vardır bende bize bol kemik atmayan Müslümanlıktan içeri.”

  1348. Yine Pipsqueak’den
    1342 AnusuMousse
    Sık sık “bu sitedekilerin tümü” sıfatıyla yaptığım saldırmalarıma beni utandıran 1340 arkadaşın sana hatırlatması: “keşke” diyen sensin. Hatta ben kendi kendime “bu herif neden bahsediyor?”, dedim. Söyleme bir tarafa, benim yazılarımı üstünkörü veya keyfi seçip okuyan biri böyle bir isteğin benim felsefeme hiç uymadığını bilir.
    Aynı şey “simyacı Newton”, için de geçerli.
    Benim söylediğim Newton’un senin gibi salak bilim-teknik = bol kemik üretme müritlerini saldırısından korktuğu için simya deneylerini gizli yapmasıydı. Yani o zaman bile kemik isteyenler dini egemenlik kurmuştu.
    Bir din tarihçisine göre simyayla kimya arasındaki ilişki, masonlukla duvarcılık arasındaki ilişki. Senin beynine sokulan senin gibi temiz, uslu, evcilleşmişlere anlatılan modern bilim tarihi peri masalları. Maaşın bolsa, kendi terapini kendin yap propagandası. Biraz, çok çok biraz modern bilim tarihçiler ve filozoflarını oku.
    Sen gerçekten sonsuz kara cahilsin. Üstelik beyninde bir bozukluk olduğu çok belli. Zenginsin baktır kendine. Üstelik benim gibi, sana ve benzerlerine atılan kemiklerin bir parçası olan doktorlardan ve oyuncak aletlerinden nefret eden biri de değilsin. En azından Ivan Illich’i oku. Doktorların aslında ilaç şirketlerinin ve tıp aletleri üreten şirketlerin pezevenkleri olduklarını görürsün. Çoban Atatürk’den Erdoğan’a kadar, doktorlar ve benzeyen X meslek sahiplerinin çobanlara gardiyan köpekliği yaptığını görürsün. Bu konuda daha çok günümüzde yapılan araştırmaları içeren kitaplar da var. Senin bu “yanlış ellerde” = “Yetiş Ya Hızır” yaltakçı ilahilerin çekilmez oldu. Zamanımız insanın içinde bulunduğu bunalım, doğa, endüstri, psikolojik, bilim-teknik ve benzeri felaketlerini inceleyen binlerce kitaplardan birinin bile bu sitede olmayışı tesadüf değil.
    Not: Bizim 2 yıl önce pezevenkler pezevengi İsviçre Devlet’i bizi zorunlu kılana kadar hayatımız boyunca sağlık sigortamız olmadı. Or*s*pu çocuğu doktorlar yüznden karım kanser oldu ve burnumuza kadar borca girdik. Ayni Or*s*pu çocuğu doktorlar arkadaşım Fredy Perlman’ın ve karımın kardeşinin ölümüne neden oldular. Pis ağzınla bilmediğin konularda beynine doldurulmuş kazananlar tarihini simgeleyen general felsefesi olan “amaç için on milyon da ölse önemli değil” deme. Bu gardiyan köpeklerden biri olan salak doktor Gertrude Stein’e, “oğlun %65 yaşayabilir”, der. Cevap: benim 100 oğlum yok, doktor efendi.
    Senin beynin çok saman dolu. Tekrar ediyorum:
    Benim bildiğim tek devrim senin gibi yobaz yeni din müminlerini kökünü kazmak. Özellikle anarşistlik kılıfı içinde 17.-19. yüz yıllar arası kokmuş kemik tüketicileri köpeklere uygulanan çok eski bir politika felsefesini savunan ve özellikle Ulu Şef de dahil bu sitenin çoğunluğu: Panem et circenses.
    Eğer senin Ulu Şefinin bayiliğini yaptığı eski leninist-stalinist-yeni anarşistlik büyüsünden kurtulmak ister ve gerçek anarşistliğin biraz tadını almak istersen, “Pane e Tulipani” filmini izle. Filim sen ve sana benzer meleyen koyun sürüleri turistlere zamanımızı tamamıyla niteleyen medeniliğin 3 baş artistlerinden biri olan Antik Yunan masallarını anlatmayla başlar.

  1349. “Sümerler ve Mısırlılardan miras kalanlar…”

    Binbir Gece Masalları’nı bilmeyenimiz yoktur. Abbasi Hükümdarı Harun Reşid, koynuna aldığı kızları ertesi sabah öldürtürmüş. Güzel Şehrazat ise her gece, devamı ilginç olan masallar anlatarak hem ölümden kurtulmuş hem de hükümdarla mutlu bir hayat sürmüş.

    Bunları biliriz…

    Peki, Harun Reşid’in aynı zamanda bir arşiv ve kütüphane sevdalısı olduğunu biliyor muyuz?

    Onun, 9. yüzyıldan itibaren şahlanan İslam aydınlanmasının hamilerinden olduğunu; galip geldiği savaşlarda tazminat olarak Antikçağ filozoflarının ünlü eserlerinin kopyalarından istediğini; hatta bu eserleri elde etmek için Bizans’a seferler bile düzenlediğini bilenimiz var mı?

    Fatih’in 1453’te İstanbul’u fethettiğini biliriz. Ama onun henüz çocuk yaşlardan itibaren araştırmaya ve arşiv tutmaya başladığını; Bizans ve Roma’dan kitaplar getirttiğini, İstanbul’u bilim ve sanat gibi, bir arşiv ve kütüphane yuvası haline getirttiğini de bilir miyiz? Fatih’in kütüphanesindeki eserlerin çeşidinin ve miktarının, Avrupa’daki kütüphanelerle yarışacak düzeyde olduğunu biliyor muyuz?

    Rusya’da muazzam bir toplumsal reforma önderlik eden Rus Çariçesi II. Katerina’nın, aynı zamanda Ansiklopedi’yi yayımlayan Radikal Aydınlanmacıların; Voltaire’in, Diderot ve D’Alembert’in en büyük maddi destekçisi olduğunu biliyor muyuz?

    II. Katerina’nın arşiv ve kütüphane merakının Voltaire ve Diderot’ya, şahsi arşivlerini ölümlerinden sonra Rusya’ya bırakmaları karşılığında hayal edemeyecekleri kadar büyük bir servet teklif ettiğini biliyor muyuz? Voltaire ve Diderot’nun bu teklifi hemen kabul ettiklerini ve onların kütüphaneleriyle Rus Ulusal Kütüphanesi’nin oluşturulduğunu biliyor muyuz?

    Sovyet yönetiminin, ülkede açlık ve sefalet günleri olan 1920’li ve 30’lu yıllarda, yüklü bir ödenek ayırarak hem Marx ve Engels’in hem de 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin arşivini satın aldıklarını biliyor muyuz?

    Gene aynı şekilde Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın fırtınalı yıllarında bile arşiv ve kütüphaneye önem verdiğini, katır sırtlarında kitap dolusu sandıklar taşıttığını, yurtdışından belge ve kitaplar toplattırdığını, bunları tercüme ettirdiğini ve sonra da ciddi bir devlet arşivinin oluşturulması için şahsi olanaklarının yanısıra devletin bütün imkânlarını seferber ettiğini biliyor muyuz?

    NE YAZIK Kİ TÜRKİYE’NİN HALİ…

    Peki, bunları niye anlatıyoruz?

    Bilmem okudunuz mu, 8 Mayıs’ta bir haber çıktı: Ünlü yönetmen Ülkü Erakalın’ın arşivi, ölümünün üzerinden bir ay geçmeden ikinci el pazarına düşmüş. Olaya neresinden bakarsanız bakın hem sanat dünyası hem de ülkemiz açısından yürek paralayıcı bir durum.

    Ama bu durum ilk kez yaşanmamaktadır.

    Birçok ünlü yazara, düşün ve bilim insanına ait şahsi arşivin mirasçıları marifetiyle ikinci el pazarına düştüğüne veya devlet ricalinin körlüğü nedeniyle çok değerli arşivlerin çarçur edildiğine az tanık olmuyoruz.

    Gerçi daha vahim durumların da tanığıyız…

    Arşiv ve kütüphanelere verilen önem, ülke ve toplumların gelişmişlik düzeyini gösteren bir barometredir…

    Düşünebiliyor musunuz… Eğer Sümerler ve Mısırlılar kil tabletlerden ve papirüslerden oluşan arşivler kurmasalardı veya bunları kütüphanelerinde saklamasalardı insanlığın hali nice olurdu?

    Bugün hala alevlerin, İskenderiye Kütüphanesi’ni yutmuş olmasına yanmaz mıyız?

    Arşiv ve kütüphanelerin uygarlık yürüyüşüyle, devrimci hamlelerle sımsıkı bir ilişkisi vardır.

    Yükselişe geçen bütün toplumlar ve devrimci halklar, hem geçmişten ders çıkarmak, hem insanlık tarihinin kültür mirasına yaslanmak, hem ihtiyaç duydukları çağdaş bilgileri (bilimsel, kültürel ve siyasal) temin edebilmek hem de aydınlanmış yeni kuşaklar yetiştirebilmek için arşiv ve kütüphanelere önem verirler.

    Ellerinde varsa korurlar, yoksa da temin ederler…

    Ünlü felsefecimiz H. Ziya Ülken’in, yükselmekte olan devrimci uygarlıkların, ülke ve toplumların arşive, kütüphaneye ve bilimsel eserlere verdikleri önemi anlatan muazzam bir eseri var: “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü”

    Uluslar ve toplumlar, devrimci uyanış ve gelişme dönemlerinde bilgiye, arşive, kütüphanelere ve tabii ki bilimsel araştırmalara çok önem verirken, İbn Haldun’un ifadesiyle “çöküntü” sürecindeki devletler ve toplumlarsa, bırakalım yenilerini temin etmeyi, ellerindekinin kıymetini bile bilmezler.

    Ne yazık ki Türkiye’nin hali budur…

    Gerçek hayata, ihtiyaç duyulan somut ve elle tutulur bilimsel bilgiye sırtını dönen,
    Toplumu ölü, anlamsız ve hamasetten ibaret hurafeler bataklığına sürükleyen; bir algı operasyonuyla uygarlığın ve insanlık tarihinin kültürel mirasından koparan;
    Toplumu içinde bulunduğu çağa yabancılaştıran, ahlak çöküntüsüyle dokusunu çürüten, bireylerini umutsuzluğa, çaresizliğe ve atalete sürükleyen bir iradenin tiksinti verici hödüklüğüyle karşı karşıyayız.

    Toplumun ahlaken içten içe çürüdüğünü her gün birebir yaşıyoruz.

    Bu sürecin aşılabilmesi sadece siyasi bir devrimle değil, fakat en çok da her yurttaşın benimsemesi gereken bir kültürel dönüşümle mümkündür.

    15 Mayıs 2016, Sadık Usta

  1350. Bazen düşünüyorum da, pipsqueak, Gün Zileli olabilir mi acaba?

    Açık açık haykıramadıklarını, pipsqueak takma ismiyle Gün Zileli yazıyor olabilir mi?

    Gerçi Zileli, Fransızca ve Almanca bilmiyor ama belki bazı metinleri, kitapları yıllar içinde özellikle ezberlemiştir, ‘lisana hakim olmasam da bu metinleri gün gelir kullanırım belki’ diye…

    Zileli, pipsqueak sen misin? Yoksa ikiniz, doppelgänger misiniz?

  1351. pipsqueak sen “melamîlik”e intisap etmiş birisi misin?

    Deruni bir iklim yayıyorsun bu sayfada…

  1352. “Üstelik benim gibi, sana ve benzerlerine atılan kemiklerin bir parçası olan doktorlardan ve oyuncak aletlerinden nefret eden biri de değilsin. En azından Ivan Illich’i oku. Doktorların aslında ilaç şirketlerinin ve tıp aletleri üreten şirketlerin pezevenkleri olduklarını görürsün.”

    Anonymussss nickiyle yazan kişi “ogürsel”.

    Mesleği zaten “doktorluk”.

  1353. “Quis custodiet ipsos custodes?”
    (Romalı şair “Juvenal [Decimo Giunio Giovenale]“, 1. yüzyıl)

    “panem et circenses”
    Yine “Juvenal”, M.S. 100

  1354. Sayın 1329
    Ben pipsqueak.
    Bu siteye iliştirdiğim yorumlarımda ve saldırlarımda sık sık “tüm bu sitedekiler” dedim. Siz beni utandırdınız. Sizden çok özür dilerim.
    ” Bu siteye yazanların hemen hemen tümü”, diyeceğime, “tüm bu sitedekiler” yazmam hatalıydı.

  1355. Sayın 1348
    Ben pipsqueak ve “melamîlik”e intisap etmiş biri değilim. Ve doğrusu benim şimdiye kadar yazdıklarım deruni de değil, tamamıyla kamuya açık, nesnel bilgiler. Gizli saklı hiçbir şey yok. Kaynaklarım kamuda yaygın ve tanınan düşünürlerden öğrendiklerim. Hatta savunduğum Medeniyet öncesi cemaatler hakkında yazılar ve kitaplar artık sayısız. Bu kitapları anarşistlik kılıfı içinde “yanlış ellere” geçmiş” kapitalizm fırlamaları marksist-leninist-stalinist- faşist-19. yüz yıl anarşistlik ve şimdiki yandaşları-nazilik-diktatörlük-totaliterlik üretim-tüketimi savunan bu site hariç her yerde bulabilirsiniz.
    Sanırım, benim insanı üretici-tüketiciliğe indirgeyen bu siteye intisap etmiş politika tüccarlarından nefretim de apaçık.
    Ama bu sizi bir eleştiri değil. Hatta yazdıklarınızda sözünü ettiğiniz akımın varlığıyla, Kültür’ü sadece köpeklere kemik üretip dağıtma, saç kurutma makinesi anlayan bol maaşlı emekli ve bu siteye yazanların çoğuna dünya kültür zenginliklerine işaret etmeniz çok hoşuma gitti.

  1356. Doktorlar hakkında yazılan bu görüşleri genel olarak paylaşıyorum. İstisna diyebileceklerimizin sayısı o kadar az ki.. İ. İlyich’e de genelde hak veririm..
    *
    diğer yazdıklarına gelince
    o bir konuyu tartışmaktan kaçınarak, her seferinde konuyu dağıtan, bilgi kumkumalığını göstermeye çalışan züppece gösterilerinle zaman kaybetmeyeceğim.
    Yazdıklarımı kavrayamamışsan yapacak bir şey yok; bu kurum ve süreç ile olumsuzun olumluyu üretme ilişkisine kafan basmıyorsa ne yapabilirim?
    *
    Borderline insanlar senin tutumunu gösterir.
    şu cümlene bak.. “Benim söylediğim Newton’un senin gibi salak bilim-teknik = bol kemik üretme müritlerini saldırısından korktuğu için simya deneylerini gizli yapmasıydı. Yani o zaman bile kemik isteyenler dini egemenlik kurmuştu.”

    Konu şuydu; her sefer sana anımsatmak zorunda kalıyorum; bir Simyacıdan bir bilim adamı doğmuşsa, Kilise’nin içinden de bilim-seküler düşünce doğduğuna neden itiraz ediyorsun. (Kaldı ki, bu itiraz aptalca; kanıtlı bir şey.. Azgın cehalet ancak itiraz eder buna; istersen kanıtlarım.. buna ihtiyacın varsa söyle.. Beni boşuna yorma..)

    Her geçen zaman gözümden düşüyorsun…
    Kazanın doğurduğuna inanıp, öldüğüne inanmayan olduğunu gösterdim sana.. Yanıtın da bu. “Gizli, gizli yapıyormuş. çünkü .” Konu bu mu? Değişim-dönüşüm potansiyeli değil mi tartışılan..Yanıldığını kabul edemeyen insan, zavallıdır; acizdir.. Böyle konuyu dağıtarak demogoji yapan da. Hodgson; Arap İslam palavrası ve Newton sahtekârlıkları..
    Bunlar senin sorunun; kendiyle kalan, yaşayan, o çarpık kavrayışlı beyni de taşıyan sensin; “Allah” sana kolaylıklar versin!
    Yuh senin o çok dilli, şirazesi kaymış zihnine.. Sana “hendek atlattırma” ümidim yok…

  1357. Kilise’nin içinden bilim-seküler düşünce doğduğuna nasıl ikna oldunuz? Kanıtlı bir şey, diyerek nesnelliğine vurgu da yapmışsınız. Eğer şahsınızı yormayacaksa, zahmet olmaz ise, telaş etmeden, cevabınızı yazar mısınız?

  1358. Zamanım vardı; net’ten derleme yaptım..
    ————————————-

    …. 1200 lerde…” Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilahiyat, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşmuş ve
    öğretim üyeleri yine din adamları olmuştur…….

    Bu dönemde, üniversitelerin yanı sıra, bilimin gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan iki manastır düzeninin, yani tarikatın da ortaya çıktığı gözlenmektedir.
    1209′da Fransisken Tarikatı (Gri Kardeşler),
    1215′de ise Dominiken Tarikatı (Siyah Kardeşler) kurulmuştur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek
    biri bilime, diğeri ise felsefeye yönelmiştir.
    Bilimin gelişmesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmuştur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmişler ve büyük Müslüman optikçisi İbnü’l-Heysem’i izleyerek optik üzerine çeşitli yazılar yazmışlardır.
    ———-
    Fransiskenlerin yetiştirdiği en önemli bilim adamı
    Roger Bacon’dur (1220-1292).
    Geniş bilgisi nedeniyle Batı Dünyası’nda Doctor Mirabilis (Olağanüstü Bilgin) lâkabıyla tanınan ve Robert Grosseteste’in öğrencisi olan Bacon’a göre, güvenilir bilgiye ancak akıl ve deney yollarıyla ulaşılabilir; akıl kanıtlayıcı, deney ise veri toplayıcıdır ve doğru bilgi için her ikisinden de yararlanmak gerekir; akılsal kanıtlama tek başına yeterli değildir; doğruluğunun deneyle denetlenmesi gerekir.
    … Bacon, Arapça eserlerden etkilenerek tasarladığı simya
    deneyleri için bir laboratuar kurmuştur; barut yapımını betimlemiş, kapalı bir kapta ateşlenen baruttan büyük bir güç elde edilebileceğini ve bu gücün silah olarak savaşlarda kullanılabileceğini kavramıştır; uçan makineler, motorlu gemiler ve arabalar tasarlamıştır; bu yönüyle Rönesans Dönemi dahilerinden Leonardo da Vinci’yi anımsatmaktadır.
    ————-
    Albertus Magnus…
    Dominiken rahibi olmuştur……… Hayvanlarla ilgili yaptığı çalışmalarında Aristoteles’in “Historia Animalium” adlı eserinden ve Galenus’un çalışmalarından yararlanarak ve kendi gözlemlerini de ilave ederek De Animalibus (Hayvanlar Üzerine) adını verdiği 26 ciltlik bir eser yazmıştır….

    Aynı zamanda Aristoteles’in oklar ve diğer fırlatılan cisimlerin hareketini ele alış şeklini beğenmedi. Samanyolu’nun yıldızlardan oluştuğunu düşündü. Ay da Aristoteles’in söylediği gibi kusursuz bir cisim değildi. Ay’ın yüzeyindeki koyu lekelerin, Yer’in yaptığı gölgeler olmaktan ziyade Ay’ın kendi yüzeyindeki engebelerden kaynaklandığını ileri sürdü. Elementlerin kimyasal bileşikleri nasıl meydana getirdiği konusundaki fikirleri ve Demokritos’un atom teorisine olumlu bakması da yeniydi
    ————–
    Günümüzde, Rönesans’la birlikte ortaya çıkan hümanizm akımının yaratıcılarından ve en büyük temsilcilerinden biri olarak bilinen
    Rotterdamlı Erasmus,
    1465 yılında Hollanda’nın Rotterdam kentinde doğdu. Ayrıca bugünkü ortaöğrenimi karşılayan bir öğrenim döneminin ardından
    Augustin tarikatına girerek rahip oldu.

    —————————–
    Priestley, 1767’de bir kilise papazı
    olarak Yorkshire’a geri döndü. Bir bira fabrikasının hemen yanıbaşında oturuyordu veoraya gidip mayalanma sırasında fıçılardan çıkan gazı yani “hava”yı biriktiriyordu. Bugün karbon dioksit adıyla (CO2)bildiğimiz bu gazın suda çözünebileceğini ve tadı hoş, köpüklü bir içecek üretebileceğini fark etti. Keşfettiği, sodadanbaşka bir şey değildi.
    Priestley, o dönemde zaten bilinmekte olan üç gaza (karbon dioksit, hidrojen ve hava) ek olarak on gaz daha keşfetti.Bunlardan biri olan diazot monoksit (N2O, güldürücü gaz) sonradan ameliyatlarda kullanılan ilk anesteziklerden biri oldu. Priestley diazot monoksiti bulduktan iki yıl sonra da oksijeni yalıttı.

    —————————
    Johannes Kepler Alman matematikçi, astronom ve bir gökbilimci’dir. 17. Yüzyılın bilimsel devriminde, “Astronoma Nova”, “Harmonik Mundi” ve “Kopernik Astronomi Özeti” adlı çalışmalarına bağlı olarak, şahsen ortaya çıkardığı Kepler’in gezegensel hareket yasaları ile tanınır. Ayrıca bu çalışmalar Isaac Newton’un evrensel yerçekimi kuvveti teorisine dayanak sağlamıştır.
    Kariyeri boyunca, Graz, Avusturya’da bir papaz okulunda matematik öğretmenliği yaptı.
    ——————————–
    George Lemaitre (d. 17 Temmuz 1894, ö. 20 Haziran 1966), Belçikalı bilimadamı ve rahip.
    Louvain Üniversitesi’nde gökbilim okudu ve daha sonra aynı üniversiteye gökbilimprofesörü olarak atandı.
    Lemaitre, Einstein’ın genel görelilik kuramından yararlanarak evrenin genişlediğini söyled
    ——————–
    Kopernik Warmia rahipliğinde başarıya ulaştığında tarih henüz 20 Ekim 1497’di, yani kendisine bahşedilen süreden 2 yıl daha erken. Buna ek olarak, Padua’da 10 Ocak 1503 tarihli bir belgeye göre Wroclaw, Silezya, Bohemya’daki Kutsal haçın Collegiate kilisesinde kolay ve iyi maaşlı bir iş ekleyebilirdi. Papanın 29 Kasım 1508’de ileri papalık alması için gösterdiği müsamahaya rağmen
    dini kariyeri boyunca yalnızca papaz ödeneğinini ve yüksek mevkileri geri çevirmesi yanında 1538’de Wroclaw’daki işinden de feragat etmiştir.
    —-
    Yirmibeş yaşında papaz ünvanını alan Mendel’in (1822-1884)
    asıl özlemi hiç değilse bir ortaokulda öğretmen olmak, araştırmaları için daha elverişli bir ortam bulmaktı. Bu amaçla girdiği sınavda yeterli görülmez. Genç papaz umudunu yitirmemiştir. Viyana Üniversitesi’nde dört sömestr fizik ve doğal tarih eğitimi gördükten sonra şansını yeniden dener. Ama yine başarılı görülmez. Sınav kurulu ön yargılıdır; kendine özgü değişik bir tutum sergileyen genci anlamaktan uzak kalır. Adayın özellikle evrim ve kalıtıma ilişkin görüşleri bağışlanır gibi değildi. Mendel için artık manastıra çekilip araştırmalarını bahçe bitkileri üzerinde sürdürmekten başka çare kalmamıştı.
    ————

    Giardano Bruno, yakılarak öldürülen ilk bilim adamıdır. Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden sayılan Bruno, 1548 yılında İtalya’nın Nola kasabasında doğdu. Soylu bir ailenin çocuğudur. Onaltı yaşında Dominiken tarikatına girdi.
    Ama parlak zekası ve öğrenme isteği onu, o dönemlerde kilise tarafından yasaklanan Kopernik evren kuramıyla tanıştırdı. O noktadan sonra, tüm kişiliklerin silindiği bir dogmatik düşünce sisteminde, yani bir tarikatta kalamayacağını anladı. O, artık aklını özgürleştirmiş, evren ile ilgili gerçeği arama peşine düşmüştür. Özgür aklı, onu kilisenin dogmalarının ne denli yanlış olduğu gerçeğine götürdü
    ————
    bu yeterli sanırım…

  1359. Melamilik..
    “Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar. Görünüş ve gösterişe değer vermezler…
    Melamiler yalnız kendi egolarının (nefis) hatalarıyla meşgül olurlar başkalarının noksanlıklarına dikkat bile etmez hatta çevresine zarar verenlerin dışındakileri bile dua etmeyi hoş görmezler… ”

    Bu zayıf-güçsüz rumuzu ile, mazlumiyet çağrıştıran, boynu kırık edası ile şeytan yamağı olduğunu gizleyene Melamilik yakıştırmak ha…

    Böbürlenen, kendini öven, gösterişçi, küfürbaz, iftiracı, kaypak, demogog, samimiyetsiz, kibri ile sarhoş, zerre hakkaniyet kaygısı duymayan, kof iddialar sallayan, mürit arayan bu çok dilli züppeye bile Melamiliği de yakıştırmak.. Pes…

    Bu adam da bu “zekâya” güveniyor.. Ne kadar da haklı bu kof kibirli edasında… Alıcısı mutlaka olacaktır…

    Hayırlar olsun!

  1360. Sen Cizvit papazı olmalısın… Kitap verip, özgürlükleri çalan…
    Melamilik ne haddine…
    Müridinin uçuracağı şeyhlik arayan ego..

  1361. Pipsqueak’den Yalnızlar Kalabalığı Partisinde Kişiliğini Kaybetmiş 1353
    X, Y,Z meslekleriyle hayatını harcayanlarda rastlanan beyinsizlik sende fazlasıyla var. Zerre kadar anlamadıklarını kendi meslek dili olan sıradan, teknik, meslektaşlar arası geyik konuşması diline çevirip duruyorsun.
    Ama bunun yanı sıra yıllar ücret köleliği, zengin bir ailenin evcilleşmiş bir süt çocuğu olman, kendin gibi meslekli cahillerle konuşmalar, televizyon önünde geçirdiğin uzun zamanlar, televizyondan faklı olmayan kazananların masallarını anlatan kitaplar okuman, medya, uslu ve sorumlu vatandaş olarak ülke sorunlarına eğilmen enayiliği seni tünel görüşüne soktuğunu gördüm. Senin asıl konularda çaylak olduğun çok belli ve seninle alay etmeye başladım.
    Tüm düşüncelerinin kaynağı 10.-11. yüz yıllarda başlayan ve zirvesine 17.-19. yüzyıllarda erişen Avrupa tarihi.
    Asıl konuyu tekrar edeyim de o saman dolu beynine belki girer.
    Ben Medeniyet öncesi cemiyetler ve onların yaşamını savunduğumu en başlarda belirledim. Bu eğilimin sonucu olarak da Medeniyet’in en güçlü ve yıkıcı olan son tecessümü kapitalizm ve hizmetçisi ve klonu modern bilim bende tiksinti yarattığını tekrarladım durdum. Bu arada kurum olarak ilk ve sonraki bütün tecessümlere model olan Devlet’in kapitalizm ve köpeği modern bilim-tekniğe değinmeyeceğim. Ama BÜYÜK BOLŞEVİK DEVRİMİNİ yapanlar ve benzerlerinin amacının devleti ele geçirmek olduğunu gören bu kurumun ana olduğunu senden başka kim olsa hemen anlar. Üstelik 19. yüz yıl çoğu kapitalist maymunları olan anarşistlerle diğer kapitalist tüm maymunu olan marksistler arasındaki ayırımı bilsen belki sana yardımcı olabilir.
    Kendimden tek ayrıntı katkısı: artık kapitalizm, devlet, modern bilim ve yüzlerce diğer kurumlar tamamıyla teknik, yöntem, metot denile yeni bir tecessümün tüm esiri oldular ama bu konu seni ışık yılları aşar.
    Medeniyet ile başlayan ve her yere yayılan kanserin, sen ve senin gibi “yanlış ellerde efendim” zırvalayan faşistlerin kökünü kazmak imkansız. Lağım fareleri, hamam böcekleri, mikroplar ve virüsler gibi durmadan artıyorsunuz. Yaşamın kavga olduğu altı yumurtasını yumurtlayan Darwin kendine benzeyen sizleri düşünüyordu.
    Örnek: Daha ilk başta “olmaz efendim, teknolojisiz olmaz!”, zırvaladın. “Teknoloji nötr” senin ağzından akan salya. Medeniyet’i de durmadan savundun. Ayni zamanda son 50-60 yıldır sen ve o utanmaz anarşistlik tüccarı Ulu Şefini ışık yılları aşanların araştırmaları çevreyi, insanı ve hatta tüm yaşamı yok etmeye azimli Medeniyet’i anlamayı merkez aldılar. Medeniyet ve özellikle son tecessümü Batı’nın bilinçaltı veya bilinçli ifade ettikleri varsayımlarının evrensel olmadığını, tamamıyla değişik dünya görüşlü cemiyetleri inceleyip siz Batı köpeklerinin ne kadar adi ve alçak olduğunuzu ifşa ettiler.
    Peki, senin bu ayrıntılarda saplantının kaynağı ne?
    Ben sende her cahillik, faşistlik, insan düşmanlığı, Medeniyet ve Batı yaltakçılığı gördüm. Her önüne çıkanı adiler adisi Merdiven kıstasınla ölçme ve değerlendirmeni beni tiksindirdi. Bu İnançlarının yeni bir din olduğunu, inandığın Allah’ın gelmiş geçmiş bütün Allahlardan daha güçlü olduğunu biliyordum. Beynini yıkayan peri masallarının sahtekarlar tarafından anlatılan ninniler olduğunu sana hatırlattım, hepsi o kadar.
    Konu bu bilgilerin tamlığı, kısaca anlatmada eksiklikler, değişik anlamalar değil. Eğer sende sonsuz küçük bir entelektüel olgunluk olsa bazı temel görüşlerin hakkıyla anlatılabilmesinin ancak binlerce sayfayla sığacağını bilirdin. Hele bu aklı almaz çocuk konuşmaları içeren dandikler dandiği bu sitede. Sen, diplomalı Ulu Şefin, TZM hayranları ve size benzer soytarıların parti içi konuşmaları dışında sizinle hiçbir ortak noktası olmayan birini anlamanız imkansız. Senin bu konularda çaylaklığın yüz kızartıcı. Sana ben binlerce örnek vererek temel görüşlerde ayrılıkların tamamıyla değişik dünya görüşleri ifade ettiğini gösterebilirim.
    Sizler son 50-60 yıl dile getirilen eleştirilerle aşina olmadan partinizin basmakalıp laflarını tekrarlayıp duruyorsunuz. Kapitalizm, yanlış eller, insan doğası, doğa doğası, materyalizm, diyalektik, paradigma, …
    Saplanıp kaldığın ayrıntılara örnekler:
    Modern bilimin temelini atanların kilise rahipleri olduklarını ben defalarca söyledim.
    Dünyaya ve insanların ruhunu en şiddetli etkileyen, onsuz ne kapitalizm ne de modern bilim düşünülmez olan, saat Benedict manastırında ilk defa insana disiplin vermede kullanıldı.
    Hodgson ve Newton sende gördüğüm bedavaya hava atma, kendi din ve Allah’ının daha yüce olduğuyla iftihar eden salaklığına işaret etmemdi. Din ve modern bilim hakkında sonsuz cahil olduğunu yüzüne vurmaktı.
    Hemen hemen her konuda senin cahilliğini yüzüne vurmamı partinize saldırı edip destek aradın. Sana senin, Atatürk, Erdoğan, IŞİD, diplomalı anarşist Ulu Şef’in, TZMcilerin hepsinin değişik kisve içinde, değişik köpeklere kemik atan, değişik müritlerinin değişik nabızlarına şerbet dağıtan pezevenkler olduğunuzu, hepinize ortak olan Allah’ınızın GÜÇ olduğunu defalarca söyledim.
    Ben sizin dininize PARA’YA tapmaya karşı bütün diğer dinleri savunurum. Sen benim yazdıklarımı partine yaltakçılık etmek için benim şu veya bu dinci olduğuma tercüme ediyorsun.
    Eğer bu sitede bir tek dürüst insan varsa, yazdıklarımdan benim hiçbir dini benimsemediğimi, salt tarihte yerlerini ve insanla ilişkilerini anlattığımı sana söyler.
    Kaç defa din sosyal ilişkilerin aynasıdır dedim. Ben sizin din ve Allah’ınız kadar gaddar din ve Allah’a rastlamadım. Sizin dinizin sloganı: “Hitler öldü, yaşasın Hitler”. Ruhunuz faşist ve halk arasında buna içi başka, dışı başka denir.
    Ama bu sitede bile senin ne kadar boş konuştuğunu görenler çıkmaya başladı.
    Eğer sende zerre kadar dürüstlük kalmışsa benim yazdıklarıma bir göz at. Aksi halde kes şu horozluk yapmayı.
    Ya beyninde bir sorun var veya bana karşı çok alçak ve aşağı hissettiğinden aklına geleni söylüyorsun.
    Tekrar ediyorum: Benim senden nefret etmemin, bende tiksinti yaratmanın asıl nedeni senin faşist ruhlu olman ve bunu Merdiven teorisiyle meşru ve akla yatar gösterme soytarılığın. Senin faşistliğine kıyasla diğer alanlardaki sorunlar sonsuz önemsiz. Bana bilgili olduğunu göstermen gereksiz çünkü konu o değil. Nazilerin başını çekenlerin çoğu bilgiliydi ve yüksek zekalıydı. Şu an dünyayı yönetenler geri zekalılar değil. Yüzlerce cilt cilt kitap yazmış ve sizler gibi salt ulu şeflerinin yaltakçılığını yapan binlerce yazar var. Modern bilim adamlarının çoğu odun mu odun. Sen bu kadar asıl konuyu anlamaktan acizsin. Sen, TZMciler, Ulu Şefinizin çirkin ve tiksindirici olması bundan kaynaklanıyor. Güce tapan faşistlersiniz! Sen ancak bu sitedeki sana benzeyen enayileri kandırabilirsin.
    Benim savunduğum Medeniyet öncesi cemiyetler. Medeniyet ücret köleliğin karşılığında seni verdiği parayla her istediğini alan zavallı tüketici yapmış. Bundan utanıp nedenlerini derinden inceleyeceğine seni bu silikliğe indirgemişlerin k*çlarını yalayıp duruyorsun!
    Kalın kafalı olduğundan, partinin dalkavukluğunu yapmak için can attığından çok daha basit olarak sizlerle benim aramdaki ışık yıllarının bile sonsuz küçük olduğu bir şekilde anlatayım.
    Ben insanla dünyası arasına girmiş Devlet, hükümet, mülkiyet, para, kapital, bürokrasi, tapınak, din, bilgi, bilim, okul, banka ve yüzlerce pezevenklerin yüzünden zavallılaşmış, eziklik içinde yaşayan, medeti her elini uzatanda arayan insanı görünce kalbim kan ağlıyor. Ben onlardan biriyim.
    G*t yalamaktan burnu b*k kaplı, ücret köleliği, evcilliğiyle banka hesabını şişmanlatan sen, bu insanları hor görüyorsun. Bu yüzden senden tiksintim sonsuz. İlkel insanlar kendi kaderlerini kendileri tayin eder. Sizin gibi bir avuç insanın hayalindeki dünyada yaşamazlar. Siz bu farkı anlayacak kapasitede insan değilsiniz, hatta insan bile değilsiniz. Salt seyircisiniz.

  1362. Nedense bir türlü yayınlanmayan yazım.
    Sayın 1329
    Ben pipsqueak.
    Bu siteye iliştirdiğim yorumlarımda ve saldırlarımda sık sık “tüm bu sitedekiler” dedim. Siz beni utandırdınız. Sizden çok özür dilerim.
    ” Bu siteye yazanların hemen hemen tümü”, diyeceğime, “tüm bu sitedekiler” yazmam hatalıydı.

  1363. Nedense bir türlü yayınlanmayan diğer bir yazım.
    Sayın 1348
    Ben pipsqueak ve “melamîlik”e intisap etmiş biri değilim. Ve doğrusu benim şimdiye kadar yazdıklarım deruni de değil, tamamıyla kamuya açık, nesnel bilgiler. Gizli saklı hiçbir şey yok. Kaynaklarım kamuda yaygın ve tanınan düşünürlerden öğrendiklerim. Hatta savunduğum Medeniyet öncesi cemaatler hakkında yazılar ve kitaplar artık sayısız. Bu kitapları anarşistlik kılıfı içinde “yanlış ellere” geçmiş” kapitalizm fırlamaları marksist-leninist-stalinist- faşist-19. yüz yıl anarşistlik ve şimdiki yandaşları-nazilik-diktatörlük-totaliterlik üretim-tüketimi savunan bu site hariç her yerde bulabilirsiniz.
    Sanırım, benim insanı üretici-tüketiciliğe indirgeyen bu siteye intisap etmiş politika tüccarlarından nefretim de apaçık.
    Ama bu sizi bir eleştiri değil. Hatta yazdıklarınızda sözünü ettiğiniz akımın varlığıyla, Kültür’ü sadece köpeklere kemik üretip dağıtma, saç kurutma makinesi anlayan bol maaşlı emekli ve bu siteye yazanların çoğuna dünya kültür zenginliklerine işaret etmeniz çok hoşuma gitti.

  1364. Pipsqueak”den Yine Kudurup Ağzı Köpük Dolan
    Sen galiba TZMcilerden Internet’de avcılık devşiricilik dersleri almışsın. 1355 sayılı yazın onlar gibi ortaokul çocuğunun ev ödevine benziyor.
    Beyin yıkama ve propaganda veri-bankalarının becerileri.
    Senin becerin modern bilimin başlangıcını televizyon diliyle anlatman. Biraz da Müslümanlara karşı açtığın p*s ağzını yıkamışa benziyorsun. Ulu Şef’ten, “Ulan ne yapıyorsun partiye yaltakçılık edeyim derken, bizi de belaya sokacaksın. Valla bizi havada götürürler.”, mesajı mı geldi?
    Değerli düşünürlerin çok eskiden bildikleri, Avrupa ve ABD’de sıradanları kendi ülkeleri gibi şiddet kullanmaya başlandıktan sonra sen ve Ulu Şef’in gibi özü gazeteci veya son deyimle medya artisti olma sevdası içinde senin gibi araştırmalara başladılar ve senin gibilere yutturdular.
    Örneğin: Salman Rushdie’nin sattığını ben çok daha önce ve çok sayıda dürüst düşünürlerin yazılarında okumuştum. Salman Rushdie sen ve Ulu Şefin gibi fırsatçı. Üstelik sözüm ona zavallıları ezenlere karşı kahramanlık yapmak istedi ama onu Müslüman burjuvalar, ezenler ölümden kurtardı. Sen ve Şefin aynı ona benziyorsunuz: politikada satış fırsatçılığı antenleriniz güçlü. Ayni Salman Rushdie gibi kendiniz orta sınıf fırlamaları ama ezilenlerden yanasınız.
    Faşistler, naziler, bolşevikler, diktatörlerin pis ağızlarından eksik olmayan meşruluk yalanları.
    Anlattıklarında zerre kadar temel anlayış yok. %90’nu köpeklere kemikler imali masalları.
    Ama farkında olmadan derin bir noktaya değinmişsin. Bu maymunları zıplatanlar tüccarlar, size elektrik süpürgesi dağıtıp benim gibilere havlatanlar.
    Eğer sıkıyorsa, mağazaların vitrinlerini süslemeleri değil, eleştirileri oku. Senin kemik bekleyen gözlerin kamaşmış kemikten başka bir şey görmüyorsun. Herkes senin kadar alçalmış değil.

  1365. 1358
    duygularımız karşılıklı,
    Ben senin o malumatfuruş, bilgiyi örgütleyemeyen; düşünme’yi öğrenememiş; taklitçi zekanın hak ettiğinden fazlasını talep etmenden rahatsız olmuştum. Zaman gösterdi; olguları çarpıtabiliyorsun; kaybedeceğini gördüğün somut tartışmalardan kaçıyorsun.. sallıyorsun.. Ne kolay yalan söylüyorsun,,, Bu durum senin bilgi edinme ve kullanma amaçlarındaki tahakkümcülüğü ele verdi.. ve senin gibi bir adam Medeniyet öncesi kültürleri savunurken, bir Cizvit Papazı olacağından kuşkum yok.
    *
    “Medeniyet öncesi eski cemaatleri savunmak”, daha önce anımsattığım “karanlık odada, kara kediyi arama” eylemi.. Ve kedi de yok!
    Ne budala bir tutum; onların kendileri bile bunu savunmazken! Hep böyle olur; zekâsı yetmeyenler eskiye döner, eskiyi savunur. Asr-ı Saadetçilerle aynı rüyayı paylaşıyorsun.
    Bak, tam da senin istediğin kendine yeten köy-komün hayatı bugün ancak teknoloji ile mümkün. Neyse, senin bunu anlamayacağın belli… “Onu oku, bunu oku” demenden belli; sen bu salak dünya görüşünü ancak bu tür gösterilerle maskeleyebilirsin…
    Çocuklarına aşı isteyene küfrederek,
    Kalp damarlarına stent taktıranı aşağılayarak,
    Antibiotik kullanananlardan tiksinerek yaşamayı becerebiliyorsun demek.
    Acınası tutarsızlıklarla yaşamaya mâhkumsun… Yakında yalnızca gülünç olacaksın..

    *
    hangi partiye bağlı olduğumu da bilmiyorum; onu da söyleseydin. bilseydim. Partim yok; 15 yıldır üye olacağım bir parti de bulamadım; biliyorsan söyle.. değerlendiririm.

  1366. 1361..
    “ortaokul çocuğunun ev ödevine benziyor..” Evet. Muhatabıma uygun davranırım ben; taklitçi, çocuk akıllının anlayacağı yöntemle davranırım.
    Sanırım anladın; 1358’de anlamış olduğun belliydi; şimdi unutmuşsun; senin sorunun bu; okuduklarını anımsayamadığın için kitap adları sallıyorsun. Bu 1358-61 de kanıt olsun.
    Senin çok derin sorunların var! Anlayamıyorsun! Basmıyor. Bu yüzden böbürlenerek kitap adları sallıyorsun. İngilizce konuşan, okuyan kuşbeyinlilerden birisin; bu tartışma nereden başladı; kurumsallaşmanın insan aklını örgütlediği; bilgiyi biriktirip, sakladığı; giderek büyüttüğü ve nicelikten, niteliğe dönüştürdüğü.. Bu kurum geleneği olmayan İslamiyetin de geri kaldığı.. vs.. (Geri kalmasının bir kaç sebebinden biri olabileceği..) ve bunu bir yerde okumadım dedim..

    Ne tantana ediyorsun; ne gevezelik edip konuyu sulandırıyorsun; o zaman senin anlayacağın şekilde toparladım, senin zekâ yaşına göre.. Bunu da anlayamadın…
    Seni aşağılamak hoşuma gidiyor.. Hiç bir sentez düşünce göremiyorum sende.. Hakaretlerin bile aynı, sıradan.. sıkıcı, gülünç.. aciz; kişiliksiz; karaktersiz.. dozu kaçmış; sanki yalnızca bu amaçla yazar gibisin.. bu da yine senin zekâ yaşını gösteriyor..
    *
    aptalın tekisin sen; dil öğrenmekten; gösterişçi ruhunun bayağılığından meselelerin özünü ıskalamışsın.. Bence artık türkçe oku; kim bilir; hiç okumasan daha mı iyi olur; mundrukucularla birlikte internet aleminde eski medeniyet savunucusu dostlarınla örgütlen; uçağa bin; bir yerlerde buluş; ileri teknoloji ile üretilmiş ayakkaplarınla, gerekli ilaçlar torbanda, dağlarda gez..
    şaşkın…

  1367. Gerçekten çok acı verici olaylar…

    “Or*s*pu çocuğu doktorlar yüznden karım kanser oldu ve burnumuza kadar borca girdik. Ayni Or*s*pu çocuğu doktorlar arkadaşım Fredy Perlman’ın ve karımın kardeşinin ölümüne neden oldular.”

    Yaşadığınız bütün bu ızdıraplara ne kadar üzüldüğümüzü yazsak da, acıyı bizzat yaşayan sizsiniz, teselli çabalarımız anca omzunuza metanetli bir dokunuştan öteye geçemez gibi gözüküyor ne yazık ki…

    Eğer doktorlar yüzünden karınız kanser olmasaydı ve burnunuza kadar borca girmeye mecbur edilmeseydiniz, eğer arkadaşınız Fredy Perlman’ın ve karınızın kardeşinin ölümüne doktorlar sebep olmasaydı, bütün bu acıları yaşamamış olsaydınız, medeniyete, bilim-teknik’e, yine karşı olur muydunuz?

    Bir de, polyglot olmasaydınız ve ömrünüz boyunca bu kadar kitap okumayan biri olsaydınız, medeniyete, bilim-teknik’e, yine karşı olur muydunuz?

  1368. Pipsqueak’den
    Sayın Ortaokul Çocuğu Raporuyla Bizleri AYDINlatan:
    1. Bir boyutlu evrende bir tepenin iki tarafındaki iki şehir arasındaki mesafe 100 adım olsun.
    Bizim bilimi elektrik süpürgesi, hayatı kolaylaştırma sanan bol maaşlı boş kafalı ve dahi oğluyla kokan ama çevreye dost gaz çıkararak harekete geçirdikleri pnömatik kırıcıyla iki şehir arasında tünel açıp hayatı kolaylaştırmak isterler. Tünel Ulu Şef’in huzurunda açılır ama mesafe hala 100 adım.
    Bizim dahi bağırmaya başlar “bu telepatiye, dincilerin inandıkları gibi bir şey, olamaz!
    Bu bal gibi olur. Ve bizim salak aynı telepati hakkında söylediği gibi bilim tarihi ve felsefesini bilmediğini sergiler.
    Not: telepati %100 bilimsel bir öneri. Yani ya doğru ya da yanlış.
    2. Modern bilim tümevarım yöntemiyle genelliklere (genelleştirmeden modern bilim olamaz) ulaşır ama ancak tümevarımı varsaymakla. Nihayet K. Popper modern bilimin bu bizim salağa benzeyen salaklığına son vermek için çevik maymun hoplama zıplaması yapar. Tümevarım değil yanlışlanabilirlik ilkesiyle iş ve işçi bulma kurumlarına beyin yıkamada iş çıkarır. Kraliçe de aynı maymunluğu yapan Newton gibi ona da “sir” unvanı verir.
    Tüme varım: bir torbadan her çıkan bizim dahinin kara keçisinin dışladıkları gibi siyah. O halde, karakeçinin bütün dışkıları siyah.
    Yanlışlanabilirlik ilkesi: Modern bilimi modern bilim yapan, yanlış olabilmesi. Eğer karakeçiden süper ırklardan çıkan ve bizim bol emekli maaşlı gibi çok yıkanarak beyazlaşmış tek bir beyaz çıkarsa, karakeçinin bütün dışkıları siyah, diyemeyiz.
    Sorun: Bu çıkan ve bizim bol maaşlı ve Avrupalılara benzeyen nesnenin karakeçiden daha önce çıkanlarla aynı olduğunu nasıl biliyoruz?
    3
    Bol maaşlının ilk aşkı Newton: Yer elmayı çektiği için yere düşer.
    İkincisi Einstein: Hayır büyük kitleler uzayın geometrisini değiştirir ve elma o geometriye uyar.
    Lagrange, Hamiton ve diğerleri: Hayır, elma en az eylem ilkesine uymakta.
    Kuantum fizik: Hayır, aslında elmayla yer arasında gidip gelen parçacıklar yüzünden olur.
    Her ne kadar teorilerini destekleyen çok sayıda fizikçi varsa da, Einstein gibi gelip bu site Ulu Şef’i ve bol maaşlıyı görmektense Hindistan’a gidip mistiklerle söyleşi yaptığı için David Bohm’un ne dediğini eklemeyeceğim. Üstelik D. Bohm’un insan olarak yüceliğine saygım sonsuz olduğundan ve teorisinin telepatiden bile tuhaf oluşundan ağzı b*k kokan birinin onun adını da diline dolaştırmasından sakınıyorum.
    Bu bol emekli maaşlı gibi çok kabak olan okuyuculara not: Burada önemli olan her değişik kuramın, değişik bir dünya anlayışı yaratması. Bir zamanlar, daha henüz Medeniyet’in insanları çoğunluğunu birbirlerinin kopyası kölelere çevirmeden önceki değişik kültürden insanların birbirlerini anlamaması gibi. Tabii bütün değişik kültürler yok edildiğinden şimdi tek ve tek bolluk dinine inanan bol emekli maaşlılara kaldık.
    Aslında bir emlakçı olan (zaman-mekan-madde) ama cici bici adıyla Bilim-Adamı Sir Newton’un klasik fiziğinde eğer bol maaşlı elini nesneye sürmezse nesnenin kitlesi, nesnenin boyutu (örneğin uzunluğu) ve zaman hep aynı kalır. İzafiyet teorisindeki bol maaşlı nesneye elini sürmese de salt referans sisteminin değişmesiyle nesnenin kitlesi, boyutu ve zaman ölçüsü değişir. Aynı kuantum fizikle klasik fizik, materyalizmle madde (yani, bol emekli maaşlının aybaşı aldığı para) – tinsellik (bol emekli maaşlının kendine öz kişisel ruhaniliği) olan düalizm gibi yan yana ama kıyas edilmez bir şekilde bal gibi var olurlar.
    Bunlar bu salağın hor gördüğü eski dincilerin inançlarından da tuhaf ama olsun, yeni dine inanmak daha yararlı: bol maaş, bol kemik, tüm ve tam inanç rahatlığı.
    Üstelik bizim dahi emekli telepatiye inanmaz ama Newton’un gökyüzündeki cenneti yeryüzüne indiren tüccarların telepatisini algılayıp gökyüzündeki hareketi yeryüzüne indirmesini bu karalar karası cahil bilmez.
    Daha binlerce örnek verebilirim. Hepsi bunlar gibi ortaokul çocuğunun ne kadar çaylak olduğunu göstermek için alay etmeler olacak.
    Bunları hepsinden ötede günümüz dünyasına, kapitalizm, Devlet, eğitim, modern bilim, teknoloji gibi her alanda asıl egemen olanın YÖNTEM olduğunu bilmemesi yüz kızartıcı. Ben bilerek ve eğlenceme devam etmek için YÖNTEM kavramını bu sitedeki %99’u aşan hödüklerden gizli tuttum. Ama emekli böbürlene böbürlene düzen değil YÖNTEM avcılığı yaptığını söylemekle bu son hapı yuttuğunu farkında olmadan ağzından kaçırınca, nasıl olsa site cahillik bankası, eğlenmem için daha çok bilinmeyenler var diye açıklamaya karar verdim. Pantokrator artık YÖNTEM, sayın bol maaşlı, boş beyinli dahi efendi.
    Başlangıçtan bu yana asıl dediğim bol emekli maaşlının faşist ruhlu, ırkçı, milliyetçi, tarihte ve şimdi kazananların yaltakçısı, Ulu Şefi gibi insan mühendis-çobanı olmaya heveslenen bir yüz karası olduğu.
    Bunu anlaması imkansız: Herif Merdiven’e çıkmış Merdiven’i görmüyor.

  1369. 1364 Pipsqueak’den
    Her ne kadar kişisel tecrübelerin düşüncelere kılavuz olmasını sonsuz tehlikeli buluyorsam da benim başlangıç noktam kendim ve kendi tecrübelerim. Bu tutumun meşru olduğuna tek bahanem veya güvenim, kendimin tecrübelerimden yola çıkarak okumayla evrenselleştirme, daha geniş açılardan ve tarihte daha uzun bir süre içinde bakmak oldu. Ayni zamanda sayısız kişilerin kendime benzeri düşüncelerine katılmış olduklarını görmem de bunu sonsuz pekiştirdi. Kısacası bilgi süzgeçinden geçmeyen bilgi hoyratlar, propaganda uykusuna yatanlar, düzeni son derece ince tekniklerle savunanların kurbanı olanlar. Para peşinde koşmak bunun en adi, en basit ama belki de insanları köleleştirmede en büyük rol oynayan bir örnek.
    Zaten ben kendim süzgeçsiz, kız oğlan kız, bakire, bu sitedeki bir salağın inandığı bir dünya olduğuna inanmıyorum.
    Bence son 7-10 bin yıl insanlar bir avuç pezevengin hayal dünyasında yaşadılar.
    Bu çok kısa ve tatmin etmeyici bir yanıt ama her konu hakkıyla işlenmesi için sayfalar gerektiriyor. İnşallah bu kadar şimdilik yeter.

  1370. Pipsqueak’den
    1365’e
    İnsan Ancak Bu Kadar Alçalır
    Fredy Perlman ve verebileceğim yüzlerce yazı ve kitap yanı sıra bu çocuk vır vırları ne dünyayı ne kitabı açıklar. İnceleyenin kendi ruhunu açığa vurur. Utanmazlığını, eski politika tüccarı huyunu sergiler.
    Ne anarşist, ne solcu, ne de “özgür üniversitede” bir memur olan Toynbee bile 1976’da gezegenin yok edilmeye yönlendirildiğine uyardı. 40 yıl önce! Binlerce daha örnek verebilirim.
    Ve işte inceleyen tüccarın vır vırı:
    “Ekolojik krizle birlikte insanların düşünce dünyasında da olumlu yönde bir ‘kırılma’ ortaya çıkmış görünüyor. Artık insanlar henüz yeterli olmasa da şeylere, olgulara ve süreçlere farklı bir gözle bakar hale geliyorlar ki bu paradigmanın yenilenmesinin bir olasılık haline gelmesi demektir.” (s. 44)
    Buna bir sürü “buzz words” (= modada olan sözcükler) Gezi, şu veya bu vahşet, Paris Komünü, İspanya falan filan katılarak hiç bir eleştiri yapmadan enayi avcılığı yapılır. Kropotkin bile Paris Komünü’ne karşı müthiş gaddarlığın komündekilerin hazineyi yok etmemeleriyle samimi olmadıklarına bağlar.
    İspanya ve diğer enayi avcılıklarına değinmeyeceğim.
    Daha henüz kapitalizmin çoktan yerini başka bir şeye bıraktığından habersiz iki cahil! Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Bu iki bilgiç kapitalizmsiz Nazi Almanya veya daha da apaçık misal olan Sovyetler’i tarihten silmişler. Veya şimdiki Çin.
    Eğer, yazan ve dolaylı olarak inceleyen kapitalizmin yeldeğirmenlerine cesaretle saldıran gerçek bilim insanları, gerçek entelektüellerse, dünyanın değişmeyeceği, aracılık yapan muhabbet tellallarından kurtulamayacağımızı hele iyi kalplilerin iş ve işçi bulma kurumu “özgür üniversite” gibi eğitim bürokrasisinden kurtulup eğitim değil yaşama dönmenin imkansızlığını görmek için dahi olmaya gerek yok.
    Bana bu adresi veren olsa olsa şimdiye kadar söylediklerimi satılacak bir biçime sokmadığım için banalleştirmek isteyen, hiyerarşiyi genlerinde getirmiş bir muhabbet tellalı, yazıyı inceleyen de öyle. Hala devrim sakızını çiğnemekte, hala politika ticareti yapmakta, hala Komintern gibi “buzz words”lerle (= modada olan sözcükler) etki yaratıyor, bir b*k bildiğinin gösterisini yapıyor.
    Ana mesaj hiç değişmez: Hayatta pozitif, İLERİYE dönük olmalı. Bize asker lazım.
    Yazan da inceleyen de diğer bir salaklar salağının ayni nakaratını şakırdatır: Yanlış ellerde! Yanlış ellerde! Yanlış ellerde! Sitede teknolojiyi ve kapitalizmi savunan salağa saygısını sonsuzluğunu başka türlü anlamak imkansız.
    Bu herif 1984’te yayınlanan bir kitabın daha ilk sayfalarında Fredy Perlman’ın söylediklerini hiç duymamış numarası yapmaktan utanmaz.
    “Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da politika yapmanın herkesin işi olmasını varsayar… Ya da demokrasi, politikanın herkesin şeyi (chose commune) olduğu, herkes tarafından, ‘bilinçli yurttaşlar’ tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği, önemsendiği durumda mümkündür.” (s. 231)
    Bu vır vırları beğenmek için cahiller cahili olmak gerekir.
    Örneğin 1992’de düzeni savunan Fukuyama bile kitabının başında aşağı yukarı “demokrasi için demokrat insan gerekir”, der.
    Benim tanıdığım hem bu yazıyı yazan hem de inceleyen cahillerden sonsuz daha bilgili, tarih, felsefe, kurumlar tarihi, sosyoloji, sol tarihi, Marksizm’i, teknoloji ve yarattığı cehennemi bu iki fırsatçı politika tüccarlarından sonsuz daha kökten eleştirilerle inceleyen birinden bir alıntı:
    “Günümüzde doğru dürüst bilinçli bir yurttaş olmak için günde 3-4 saat medyayı incelemek gerektirir. Üstelik anlamak için son derece bilgili olmak şart: örneğin tarih, ekonomi, politika, sosyoloji, felsefe, propaganda teknikleri, vb .”
    Bunun yanı sıra bütün değerli politika filozof ve düşünürler demokrasi her yurttaşın kurayla seçilerek yönetimde yer alması olduğunu ısrarla tekrarlarlar.
    İncelemede buna benzer çok sayıda bundan 30-40 yıl önce komaya girmişin sayıklamaları var ama doğrusu eğer okuyan görmüyorsa ben ne desem bir faydası olmaz.
    Diğer örnekler:
    Yazar, “… , kendilerine sanatçı diyenlerin”, der.
    Ben şunu çok önce yazmıştım.
    “The purpose of art : effective communication, nowadays, propaganda and advertisement.” =
    “Sanatın amacı etkili sohbet: şimdi propaganda ve reklamé
    “Sanatın amacı sanatı yok etmek”
    Henüz 19. yüz yılda Thoreau ve ardından diğer düşünürler rasyonel bir şekilde yirimeyle otomobilden daha hızlı gidildiğini ispat ettiler.
    Saçmalıklar çok ama köpek köpeği ısırmazmış.
    Her iki uykuda gezerin sayıkladıklar İnsan/Doğa ayırımı yapmayan insanların daha henüz hepsi bu yazanla inceleyen bihaberleri beslemek için kırımdan geçirilmiş değiller.
    Bu yazı son 50-60 yıldır bas bas bağırılanları sömürür, özümler, evcilleştirir. Fikret Başkaya bir muhabbet tellalı, bir entelektüel tüccar, inceleyen diğeri. Köpek köpeği ısırmazmış
    En iç yakıcısı olan da hala yazan ve inceleyen gibi MEDENİYET köpeklerine kemik vaatleriyle dolu.
    En azından son 50-60 yıl araştırmaların eldeki imkanların gelişmesiyle daha keskin odaklaşmada büyük bir gelişme sinden tamamen habersizler: MEDENİYET KÖPEKLERİ GİBİ DÜŞÜNMEYENLERİN VAR OLDUĞU. BU GÖZLEMLER BU İKİ FIRSATÇININ KARA DELİKLERİNE GİDİP KAYBOLMUŞ.
    Not: Kitap inceleyenler hakkında bir bilgi. Daha önemli işlerle uğraşan burjuvalar sanat eserleri satın almada veya okuyacak kitap seçmede aracılık yapacak pezevenkler yaratırlar. Dolayısıyla kitap inceleyenler boynuzluya benzerler, hakikati en son onlar öğrenir.

  1371. Pipsqueak’den
    Sayın AnusMousse, 1362 1363 Falan Filan
    Yine kudurdun. Yine ilkeller hakkında bilgilerinin televizyon+Hollywood+okul beyin yıkamaları olduğunu kanıtladın. Son 50-60 yıl araştırmaların açığa çıkardıklarını bilmediğini defalarca imkansız olan ilkel yaşamaya dönüşü savunduğum masallarıyla örtbas ediyorsun. Sadece dönülmez değil, günümüz ilkelleri ya hızla yok olmakta, ya da siz faşistlerin ve taptığınız kırıcıların “ya yüz ya bat” mantığına uymak zorunda kalıyorlar. Atatürk, ardından Marks, şimdi de ayni şeyleri anarşistlik adı altında yapanlar boşuna sizleri “ısıramadığın eli öp” mantığıyla kölelik ve dilenciliğe sürüklemedi. Senin şansın bu sitede cahilciğini, görecek ve anlayacak kalitede birinin olmaması, benden başka kimsenin senin suratına yağmur yağdırmaması.
    Not: 1365’de adresi verilen yazı ayni senin düşüncelerini, kıç yalamayı, yeni saldıranları evcilleştirme, uslandırma or*s*luğu olan “yanlış ellerde, efendim yanlış ellerde alçaklığını” gizli saklı anlatan politika kitabı tüccarları. Oksimoronlar oksimoronu olan “özgür üniversitede” bir memurla 40 yıl önce girdiği komada sayıklayan bir politika tüccarı. Yani seni destekleyen bir yazı. Üstelik senin gibi cahil tarafından yazılmış ve incelenmiş. Son 50-60 yıl kara deliklerine girmiş kaybolmuş,
    Son 50-60 araştırmalar sen, ulu şefin, tzmcilerin ve bu sitedekilerin çoğunluğun eski Bolşeviklerden hiçbir farkı olmayan orta sınıf fırlamaları olduğunu gösterdi. Siz eski/yeni faşist, insan çobanı-mühendislerisiniz.
    İşte sana belki yardımcı olacak çok daha önemli bir örnek: İlerlemeye inanan Marksist veya anarşist olmayabilir ama Marksist ve anarşist mutlaka İlerleme’ye inanır. Yani ayni parti mensupları. Erdoğan’la sizler gibi.
    Zaten hepinizin akşamları ev ödevini yapan, banyosunu alan temiz, terbiyeli orta sınıf mahluklar olduğunuz çok belli. 20-30 kişiden oluşan bir klanın bile yaşamlarını devam ettirmek için Türkiye kadar bir bölgeye ihtiyaçları olduğunu bilmemen bir tarafa, Çinlilerin itmeleri ve topraklarını ele geçirmeyle çoban aşiretlerin Batı’ya yayılma zorunda kaldıklarından bile habersiz bir kara cahilsin. En azında kendi tarihini biraz öğren. Ve işte senin gibilerin yüzüne tüküren bir alıntı:
    “Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği MEDENİYETİN reddi ve anti-tezidir.”
    Ibn Khaldun (1332.1406) on nomads (göçebeler üzerine)
    Sor kendine geniş topraklara ihtiyacı olan göçebelere ne oldu. Cevabın aşikar, senin gibi emekli maaşlı evcilleşmiş ücret köleleri oldular. İlerlediler.
    İşte senin gibi köle ruhluları suratların tüküren diğer alıntılar:
    Seni gibi bol emekli maaşlıların bir partisinde sana benzeyen bir ortam yalakasıyla ayağında bir toz bile olamayacağın Wittgenstein arasında geçenler.
    Ortam Yalakası: Bütün kusurlarına rağmen Medeniyet içinde yaşamayı mağarada yaşamaya tercih ederim.
    Wittgenstein: Mağarada yaşayan hiç de senin gibi düşünmez.
    Ve işte sen ve Ulu Şefin gibi milyarların ayağında toz olamayacağı Kierkegaard.
    “Ruhunda ilkellik taşıyan ‘dünyayı bulduğun gibi kabullen”, yerine, ‘bırak dünyayı istediği gibi olsun” diyen biri çıktığında, ben (emekli maaşı bol insan çobanı/mühendisi faşist gibi) dünyanın beni beğenmesi yerine ilkelliği seçerim.”
    1914’de, 1. Dünya Savaş’ının Medeniyet’i korumak için yapıldı.
    Bir günde çıkardığı dış*ı*ı milyarlarca sen ve o kaypak Ulu Şefinden değerli olan M. Sahlins’in ilkellerin bolluk içinde yaşadıklarını ve Batı Medeniyet’inin ölçüsüz zararlı bir hata olduğunu, Wallerstein’in Batı Medeniyet’inin evrensellik cakasının sizler gibi kabaran horozdan başka bir şey olmadığını yazdığımda kudurdunuz.
    Öz be öz milliyetçi, faşist, merdivencinin ağzından köpükler çıkar, bağırır: “Peki, neden elektrik süpürgesi yapmadılar?”
    Batılılara benzemek için hoplayıp zıplıyorsunuz. Bu isteğin salt içinizin boşaltıldığının bir sonucu olduğunu bile görmüyorsunuz. Batılılar artık yarattıkları NİHİLİZM’İN bayrağını gizli taşırlar. Çok yaygın rastlanan bir olgu. Batılılardan daha Batılı olan siz maymunlar gururla taşıyorsunuz. Bu bana ABD’de sık şahit olduğum ABD’ye daha yeni gelmişlerin her hafta sonu arabalarını yıkayıp en güzel elbiselerini giymelerini hatırlatıyor. Orada doğmuş büyümüşler sizin gibi beyni yıkanmış orta sınıf fırlaması değilse, uyuşturucu alırlar, senin gibileri soyarlar. Ama yeni gelenlerin çocukları veya torunları eğer sizler gibi materyalist saç kurutma makineleri afyonunla uyutulamazlarsa, onlar da uyanıp iğnelere başvurular.
    Sen, Ulu Şef ve TZMciler, hepiniz analşitsiniz. Sizler için tek ve tek gerçek Allah, sizlere bolluk veren endüstri-ticaret-bilim-teknik. Ama bollukla bir türlü doyulmuyor. Bu avaz avaz bağırıldığı halde galiba daha henüz Türkiye’ye ses yetişmemiş. Daha doğrusu sizler gibi ucuz politika tüccarlarına terapi olacak “fakirlerden yana olmak” aşağılığı hala mümkün. Batı’da moda olan artık materyalizm değil, senin kafayı bozduğun tinsellik.
    Zaten ben son geldiğimde televizyon önünde geviş getirenlerin tümünde senin hastalığını gördüm: Keçileri %’lerden oluşan materyalist+tinsellikle kaçırmışlar. Orta sınıf arttıkça sana benzerler artacak.
    Size yeni bir anarşist diplomalı Ulu Şef lazım.
    Yeni bir os*rma var. Ne oldu? Teknisyen oğlunla kapitalizmi ele geçirmekten vazgeçmişsiniz. Sen ve oğlun daha yeni projeler kuruyorsunuz. Yöntem değil düzen kurmalar peşindesiniz. Biraz da diğer insan çobanı/mühendisleri arayan faşist tzmcilerin etki alanına girmişiniz. Bu defa modaya daha uygun köy-komün kurma iyilikseverliğiniz tutmuş. Havayı, toprağı, suyu fazla fasulye yiyerek üreteceğiniz gaz yelleri enerjisi yöntemiyle mi temizleyeceksiniz? Komşu köy-komünler pis kokunuzdan rahatsız olursa ne olacak? Senin ücret köleliğine alıştığın gibi onları da eğitim beyin yıkamasıyla pis kokuyu sevmeye mi alıştıracaksınız? Ben eninde sonunda başarılı olacağınıza eminim. Sizin düzeninizde yer alacaklar da sen ve oğlun gibi temiz, evcil, köle ruhlu, itaatkâr, akşamları sıcak banyo yapan, sıcak sütünü içen enayiler olacak. Daha karışık durumlarda, örneğin birine stent takma gerektiğinde, herifi yellerinizle üfleyerek büyük köy-komüne uçuracaksınız. Hava sizin gibi pis kokacak ama temizliğini koruyacak.
    Ancak siz alim efendiye bir sorum var. Tarihte insanlar kültürlerini; düğün, ölüm, doğum ve diğer binlerce merasimlerini; örf ve adetlerini, iyi/kötü inanışlarını birbirleri ve çevreleriyle haşır neşir olarak geliştirdiler. Bunların tümü Aydınlık, İlerleme, Akılcılık, Hümanizmin Üretim-Tüketim, Kapitalizm, Dünyaya tamamıyla yayılan Burjuva yaşam ve düşünce biçimi – ki sen, Ulu Şef’in ve bu sitede yorum yazanların %99’u eşsiz misallerisiniz. Cemiyetler Okul, Gazete-Televizyon-Medya, özellikle sen, Ulu Şef’in ve TZMcilerin heves ettiğiniz insan-çobanlığı-mühendisliğiyle en adi ve gaddar yollarla kırımdan geçti. Yerini SALT TELEVİZYON aldı.
    Köy-komünlere katılacak enayiler televizyon vasıtasıyla hiç sevmediğiniz ESKİ’Yİ mi öğreteceksiniz yoksa os*r*klarınızla zavallıları İLERİ mi fırlatacaksınız?
    DİYALEKTİK ustalık veya cambazlığından da vazgeçmiş gibisiniz. Çünkü nasıl Allah’ın işine akıl ermezse, sizin Allah DİYALEKTİK’İN işine de akıl ermez. Nasıl antibiyotiklerin zararlı olduğu ortaya çıktıysa, aşı tersine dönüp zararlı olabilir veya aşısı yapılan hastalık mutasyon diyalektiğiyle başka bir hastalığa dönüşüp veya verem misali, daha şiddetle geri gelebilir. Yararlı ilaçlar diyalektikle zıddına dönüşüp zararlı olabilirler. Hatta Medeniyet içinde yaşamanın hızla arttırdığı hastalıklar da bir çeşit senin “yetiş ya Hızır” diyalektikle açıklanabilir. Ama eskiler ne demişler, derdi veren Allah dermanını da verirmiş. Her işde bir hayır vardır. Bu ilerleme, ekonomiye katkıda bulunur. Bu arada sen, oğlun, tzmciler ve Ulu Şef bu yeni çıkan sorunlara yeni çözümler arar ve bulurlar. Siz cin gibisiniz maşallah. Tıpkı taptıkları gelmiş geçmiş en içi geçmiş, kurumuş ruhlu modern bilim adamları gibi siz yaşam çobanı/mühendis faşistler her derde deva bulursunuz. Kim demiş DEVRİDAİM MAKİNESİ olmaz!
    Erdoğan diyalektikle zıddına dönüp sizlere daha fazla kemik atabilir, İslam diyalektikle zıddına dönüşüp salt kendi köpeklerine değil zıddı olan sizlere de kemik dağıtabilir.
    Aslında, sayın AnusMousse, çok fasulyeyle biriktirdiğin yelleri kudurarak ağzından çıkarmakla boşuna israf ediyorsun. Kuracağınız köylere sakla.

  1372. ““Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da politika yapmanın herkesin işi olmasını varsayar… Ya da demokrasi, politikanın herkesin şeyi (chose commune) olduğu, herkes tarafından, ‘bilinçli yurttaşlar’ tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği, önemsendiği durumda mümkündür.” (s. 231)”

    Hımmm. Ne de orijinal! Ne de özgün zekâ gerektirir bunu anlamak için..

    Bu kadar sıradan bilgileri bu satışın var ya.. İnsanın yüzünde bir tiksinti mimiği uyandırıyorsun.
    gerçek bir taklitçisin; ayna gibi, soğuk, düz, yansıtan..
    budalalar kendini akıllı sanır; sen de bir Peter Sellers karakterisin…

  1373. Pipsqueak’den
    Kimin Elinde Olana Bağlı Peri masalı
    Bu sitede evrende rastlanacak en salak insandan daha salak biri var. Üstelik okumuş olduğu için salaklığını görmesi imkansız.
    Bu herifin büyük teorisi “Kapitalizm, Teknoloji, Devlet, X, Y, Z, kimin elinde olana bağlı”
    Mantıkta bir temel ilke var: eğer bir ilke her şeyi izah ederse, hiçbir şey izah etmez.
    En yakın örnek: Yağmur neden yağıyor? Allah’ın işi. Su neden kaynar? Allah’ı işi. Bu herif neden bu kadar yobaz? Allah’ın işi. Müslümanlık neden başarılı olmadı? Yanlış ellere düştü. Hıristiyanlık neden başarılı olmadı? Yanlış ellere düştü. Teknoloji neden dünyayı yok etme azminde? Yanlış ellere düştü. Sanırım örnekler sonsuza dek arttırılabilir.
    Şimdi de içinde bulunduğumuz düzenden nefret edenlere en büyük hakaret olan “özgür üniversiteden” bir memur bey, inceleyenden anladığım kadar, bu “yanlış ellerde olma” mavalını daha gizli saklı anlatmışa benzer.
    Aşağıdaki şiiri yazan 18-19. yüzyıl şairi İngilizlere “Newton size dünya güneş etrafında yer çekiminden dolayı döner.”, dedi. Ben size “dünyanın arkasındaki iki melek kanatlarını çırptıkları için dönüyor”, derim. Bu son derece Hıristiyan ve dinci bir şair. O zamandan beri büyük düşünürler bu şairin İngilizlerin ve daha sonra tüm insanların yedikleri kazığı önceden görebilen ender bir insan olduğunu söylerler. Büyük tarihçi Toynbee bu şairden Lao Tzu’dan söz eder ama doğal olarak kazığı iyice bileyen Marks ve anarşistlerden söz etmez. Birçok aklı başında kafayı politika cambazlığıyla bozmamış düşünürler de benzeri değerlendirme yaparlar. “Özgür üniversite” memuru ve inceleyenin yaptıkları ayni bu herif gibi terapi cambazlığı. Enayi uyutması.
    Nerede Fredy Perlman’ın kitabını okuduktan sonra helikopterlerle dağıtmayı öneren “dürüst” sahtekar TZMciler. Nerede D. Watson’u okuduklarını söyleyen “dürüst” yalancı TZMciler. Neden sesleri bu alçaklığa karşı çıkmıyor.
    Bu şiiri tüm yaşamı yok etmeyi hedef almış olan kendi dini teknolojinin fanatik yobazına din hakkında hiçbir şey bilmediğini, kendi dini olan teknoloji+bolluk dini hakkında da hiçbir şey bilmediğini göstermek için çevirdim.

    Ufacık bir siyah kar içinde,
    Şömine! şömine!
    Bağırır acı içinde,
    Baban annen nerede?
    Dua ediyorlar kilisede
    Kırda doldum neşeyle,
    Karda güldüm diye,
    Sardılar beni ölüm elbisesine,
    Öğrettiler bana,
    Acı çekme türküsü çağırmaya.
    Zorladılar beni türküsüne.
    Sevinç içindeyim diye,
    Türkü çağırıp oynadım diye,
    Sanki bana kötülük yapmadılar,
    Gittiler sena etmeye,
    Sefaletimizi cennet yapanları,
    Allah’ı, Papazını, Kralı
    Not: Bu şiir aynı Allah’ı, Papazının, Kralın adlarını değiştirip
    İNSANLIK, DEVRİM, İLERLEME, AYDINLIK, ANARŞİSTLİK falan filan adlarıyla alçakça satanlar için yazılabilir.

  1374. 1369’a

    1. En hoş söylemin; “kudurdun” diyerek kuduruk yazı döşenmelerin. Bu ithamın beni rahatsız etmiyor.
    2. “20-30 kişiden oluşan bir klanın bile yaşamlarını devam ettirmek için Türkiye kadar bir bölgeye ihtiyaçları olduğunu bilmemen bir tarafa, Çinlilerin itmeleri ve topraklarını ele geçirmeyle çoban aşiretlerin Batı’ya yayılma zorunda kaldıklarından bile habersiz bir kara cahilsin. En azında kendi tarihini biraz öğren. Ve işte senin gibilerin yüzüne tüküren bir alıntı:
    “Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği MEDENİYETİN reddi ve anti-tezidir.” Ibn Khaldun (1332.1406) on nomads (göçebeler üzerine) Sor kendine geniş topraklara ihtiyacı olan göçebelere ne oldu.”
    Hımm. Demek ki, 20-30 kişi bir Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor. Bunu da bilmemekle ne çok şey kaybetmişim! Sen iyi değilsin! Ne zavallı bir bilgilenme anlayışın var; 10-15 bin yıl öncenin göç sebepleri meselesini günümüz göçlerinden daha önemli bulman.
    Budala, dünyanın tüm alt üst oluşları o göçmen dalgalarına aittir. Tarihte belli zamanlarda olmuştur bu… Mesele-tartışma bu göç dalgalarını önlemek için ne yapmalı üzerine olması gerekir… Sen orada kalmışsın..
    Öyle salaksın ki; şu cümleyi yazıyorsun.. “20-30 kişiden oluşan bir klanın bile yaşamlarını devam ettirmek için Türkiye kadar bir bölgeye ihtiyaçları olduğu” ve o zorunluluğu görmüyorsun! O vahşiler, senin kadar zeki olmadıkları için tarım yapmaya başlıyorlar!

    3. “Ortam Yalakası: Bütün kusurlarına rağmen Medeniyet içinde yaşamayı mağarada yaşamaya tercih ederim.
    Wittgenstein: Mağarada yaşayan hiç de senin gibi düşünmez”.

    Sen hangi mağaradasın? “Mağarada yaşayan hiç de senin gibi düşünmez”. Bu mu dahice cevap!
    Medeniyet seçimini yapan o mağarada yaşamaktan hoşlanmayan insan ama bundan haberi yok.. Mağarada yaşayanlar, evlerini düşünerek mi yaptı?
    Öyle budalasın ki; insan denen aklına mahkum yaratığı sanki keyfî bir seçimle yaşıyormuş gibi anlatıyorsun; yazık; senin gibi bir peygamberleri olmamış…
    Senin temel sorunun bu; sen aptal bir idealistsin; bu lafı kötü anlamda yazdım!

    4. “Ruhunda ilkellik taşıyan ‘dünyayı bulduğun gibi kabullen”, yerine, ‘bırak dünyayı istediği gibi olsun” diyen biri çıktığında, ben (emekli maaşı bol insan çobanı/mühendisi faşist gibi) dünyanın beni beğenmesi yerine ilkelliği seçerim.
    Eğer ilkeller senin gibi davransaydı, dünya böyle olmazdı! Demek ki sen ilkeller öncesine aitsin! Yazık ki konuşmayı hatta okumayı, sonra da yazmayı öğrenmişsin… Anlaşalım ve 30 milyon yıl öncede bir sıçan olarak kalmayı kabul et; bu daha garantili! Daha sevimli olacaktın hem de…

    5. Sahtekâr… “1914′de, 1. Dünya Savaş’ının Medeniyet’i korumak için yapıldı.”
    O savaş senin vahşi kabile şeflerinin vahşi ve bencil torunları; o kabile büyücülerinin çok sonra din adamı olmuş sahtekâr evlatları tarafından istenilmişti.

  1375. Pipsqueak’den Silik Ruhlu 1335’e
    Sayın Başımızın En Büyük Belası Olan Uzmanlığı Köküne Kadar Yutan 1335
    Silik olduğun için dikkatimi bile çekmedin.
    Eğer bana adresini verirsem k*çını yırtsan da anlamayacağın “master” olduğum konuda bazı yazıları gönderirim:
    1. Eğer evren sadece ve sadece renkli noktalardan oluşsa ve doğrular sadece ve sadece ayni renkte olan noktalardan oluşsa, Öklid’in Paralel aksiyomu yerine evren 1335 gibi etraf efendi (= master) arayan köpeklerle dolardı.
    2. Eğer bir doğru parçası iki yönde uzatılamasa, Öklid geometrisini lağım fareleri 1335 hödükten daha çabuk öğrenirlerdi.
    3. What if the geometry as in Euclid’s were not based on rigid bodies so as to build monuments to cow the servile souls like 1335 and other creeps in this site, but rather based on the crafts of human dimension such as that of the seamstress or potter. Where would be the masters of these toadies such as 1335 and the other kiss asses that crowd this site? How could these born sycophants live?
    4. What is the relation between the rebellious angel Mephistopheles against so called perfect God and the mathematics that pretends to be perfect? Had Gödel really ended this human ambition?
    5. Update on a paper about the equivalence of Hamiltonian physics and Newtonian physics in spite of being based on different ontologies. Now and thanks to the liberal democracy we have imbeciles such as 1335 and the like all the world over, does it really matter what is the exact nature of the plastics that these idiots are made of?
    6. Supporting the scientific validity of IQ.
    Sayın 1335, gerçi bunları genç ve sizler gibi aptalken yazmıştım. Sizlerin mahiyeti ayni ama değişik adlarla zikrettiğiniz, TAPTIĞINIZ EMEK verdim. Ve siz eski/yeni devrimciler için EMEK kutsaldır. Bu sitenin salaklarının salağı bol maaşlı emeklinin dediği gibi “bedava yok”. Ben bu eserlerim için yıllarca EMEK verdim. Üstelik bunlar bu sitede satılan televizyon taklidi romanlar, eskimiş, kokmuş, karşı devrimci olmuş eski/yeni devrimci analşit kitaplar değil. Bunlar salaklar salağını bol maaşlı emeklinin peygamberliğini taptığı Allah’ı olan BİLİM-TEKNOLOJİ –BOLLUK-LAİKLİK konularının temelini oluşturan zikr-i cemile layık, ulu, yüce, laik-sekülerlerin kabesi olan BİLİMSEL eserler.
    Not: Bazı batıni kelimeleri mahsus kullanıyorum. Hem salaklar salağını satıhsal kudurtmak için hem de burada kendilerini İslam’dan uzak tutmak isteyen k*ç yalayıcı alevilerle alay etmek istediğimden. Hatta eski devrimci, solcu, demokrasi aşkı yerini Avrupa’da daha iyi satışı olan “hoş görülü” (çeviri: kiss ass) alevilik aldı. Eski devrimciler bile artık aslında alevi olduklarını iddia etmeye başladılar. Bu sitede satılan kitaplar boşuna değil. Bu çeşit köpekler yetiştirirler.
    Her neyse. Adresinizi aldığımda size ilk önce Türkiye’de bir banka hesabın IBN* numarasını göndereceğim. EMEK karşılığı HAKKIMI yatırır yatırmaz yazılarımı size postalarım.
    La Boétie ne demiş: A MASTERLESS life is not worth living!
    Pipsqueak ne demiş: God save us from these unctuous 1335s and the likes!

  1376. Pipsqueak’den
    Sayın Şaşkın1370
    Bu alıntı benden değil. Senin Ulu Şefinin beğenerek yazdığı bir incelemede başkasından aktardığı bir alıntı.

  1377. Pipsqueak’den
    Sayın Bolluk Peygamberi 1372,
    Sanırım Ulu Şef’ini incelediği kitap kendi ve sen kadar özgür olan üniversite memuru Fikret Başkaya senin yüzüne fazlasıyla yağmur yağdırdı. Tek bıraktığı kaçamak ki kitabın tümünü okumadan emin olamayacağım “seni taptığın” enayi masalı “Yanlış ellerde efendim, yanlış ellerde!”
    Ulu Şef’ini gidip bir görsen fena olmaz ama o da senin gibi bana karşı aşağılık hisleri içinde kafayı yediğinden ve “dürüstlüğün kusursuz örneği” olduğundan senin gibi bir faşistin sırtını hala sıvazlıyabilir.

  1378. Not: Sn Zileli, eğer uzunsa iki bölüm olarak göndermeye hazırım.
    1353, 1355 veya Okumuş Enayilerin Uyku Hapları
    Pipsqueak’den Alaylar
    Bizim emekli maaşı bol dahiden sorular ve cevaplar:
    EN BAŞTA EN ÖNEMLİ SORULAR:
    – Neden herkes benim gibi rasyonel olup semeresini emekli maaşıyla toplamıyor?
    – Neden herkes Newton ve ardından gelen maymunlar gibi rasyonel olup yeni dinin müridi olmuyor?
    – Neden herkes bizim gibi k*ç yalamanın yararlarını görmüyor?
    1. Diyalektik
    Bizim bol maaşlı alimin, Ne oldu? Nasıl oldu? Sorularına cevapları.
    Tarih arka arkaya gelir ve her sonra gelen daha öncekinden doğar. Örneğin kapitalizm komünizmden doğar, komünizm kapitalizmden doğar, kitap satma anarşistlik satmadan doğar, Newton’a benzeyen oğlum Newton’a benzeyen babasından doğar (ben de “politically correct” olmak istedim), anarşistler faşist olur, dünya döner, her doğan doğurandan doğduğu için doğar, simya kimyadan doğar, köpekler dini bilim-seküler düşünceden doğar, seküler-laik dini Atatürkçülükten Müslüman Erdoğan doğar, Erdoğan’dan laik-seküler bol maaşlının elektrik süpürgesi dini doğar, altın yumurtalar arkamdan değil benim zeka fışkıran kafamdan doğar. Olan olur, olmayan olmaz. Değişir dönüşür. Salaklığı hariç kırk elli yıl önceki bol maaşlıyla şimdiki bol maaşlı aynı mı?
    Atom parçacıklardan nasıl oluştu? Diyalektikle. Değişir dönüşmeyle.
    Moleküller atomlardan nasıl oluştu? Diyalektikle. Değişir dönüşmeyle.
    Dünya neden güneş etrafında döner? Diyalektikle. Değişir dönüşmeyle.
    Yağmur neden yağar? Diyalektikle. Değişir dönüşmeyle.
    Yağmur neden yağmaz? Diyalektikle. Değişir dönüşmeyle.
    Neden her şey hep “yanlış ellere” düşüyor? Diyalektikle. Değişir dönüşmeyle.
    Yobazlar Allah’la bizim bol emekli maaşlı cici bici adlı Diyalektik ve Değişme Dönüşmeyle açıklar. Ama her ikisi de tamamıyla haklı olma inancındalar, salaklıkta aynılar.
    Daha henüz Zhuangzi MÖ 4. yüzyılda böyle her şeyi Diyalektikle anlatan sonsuz cahillerle alay etmişti.
    Bizi bol maaş peşinden koşan zavallı Newton der durur.
    Kendi gibi ruhu kurumuş aslı emlakçı Newton evreni üçe indirger: zaman, mekan, madde= kaç yıllık, yeri nerede, kaç para. Rivayetler göre ve daha henüz sanal kadın olmadığından nasıl olsa maddedir diye laboratuar duvarlarına saldırırmış. İçi kurumuş bol emekli maaşlı daha cimri, evreni bire indirger: DİYALEKTİK. Geceleri diyalektikle yatar, robotlarla sevişme rüyaları görür.
    2. Ücret Köleliği
    Hiç bir kimsenin özgür olmadığı artık evrensel bilinen bir şey. Ne var ki bazı düşünürler hala yaratıcı olduklarından hiç değilse sanatçıların özgür olduklarını ileri sürerler. Bir sanat felsefecisi de, “… şimdiye kadar ne zaman bir özgür insan çıksa, kan gövdeyi götürdü.”, der ve sorar, “nasıl oluyor da bu kadar özgür insanlar etrafta cirit atıyorlar? ” Bu konuyu yakından inceleyen bir düşünür de, “ne zaman biri kendinin köle olmadığına eminse, o zaman tam köle olmuştur”, der.
    Bak bu düşünürlere, bak bu ücret köleliğiyle rahat bir hayat satın almış soytarıya!
    Bu kara cahil, işi elinde tutanların kuklası ağzı köpük dolu kudurmuş, ücret köleliği ve köleliğinin mükafatı olan bol maaş ve bol emekli maaşlı utanacağına iftihar eder.
    Ben parası olmayana ne yapıldığını çok iyi biliyorum. Ya sürekli ücret kölesi olacaksın veya gurur ve onurundan vazgeçip yardım alacaksın. Ben her ikisini de devamlı reddettiğim için bu sitenin çoğunluğunu oluşturan köpekleri çok iyi tanıyorum.
    3. Ortaokul Çocuk Tasvir Raporu
    Sana soruyu soran senin gibi boş beyinli, ortaokuldan bu yana salt meslek kitapları okumuş, senin gibi mesleğine kapak attıktan sonra dostlar alış verişte görsün diye banal kitaplar okumuş biri olabilir. Veya seninle dalga geçti.
    Ben senin bütün konularda sonradan görmüş tam bir çaylak olduğunu daha ilk yazılarımızda anlamıştım ama bu raporun ne kadar satıhsal bir insan olduğunu eşsiz kanıtlar.
    Orta Çağ tarihini az bilen biri bile bu kadar şatafata gerek görmezdi. Kilise, Roma’dan önce gelen bütün Medeniyetler bilgi hazinesine kondu ve tekeline aldı. Latince Kilise mensuplarına miras kaldı. Daha sonra Arapça ve Yunanca da öğrendiler. Sanırım bunları bilen bir lise öğrencisi bile kapitalizmin getirdiği yeni bir dünya görüşü olan “dünyayı olduğu gibi görme” merdivende zıplayan çevik maymunların ancak ve ancak Kilise mensupları arasından çıkabileceğini tahmin ederdi.
    Hatta Eski Ahit’in Daniel kitabını bilen bir uyanık için bile Roma küllerinden doğan yeni canavarın Kilise olduğu ve arkasından gelecek canavara yol göstereceğini bilirdi.
    Her ikisinde daha çok ima edilen ama açıkça belirlenmeyen noksanlık: Sen ve bu sitenin çoğunluğunu oluşturan kara cahillerin anlamanız imkansız olan Hegel’in “efendi-köle” diyalektiğiyle işaret ettiği asıl dönen filimler. Başı çekenler k*ç yalamayı sevenleri her zaman hoplayıp zıplatmayı becerirler: Köy-komün maskaralığın gibi.
    3. Bilgi = Bolluk Tanrısı Bilim-Teknik
    Sokrat (470-399 M.Ö.) büyük hatta belki dünyada en büyük (BOLŞEVİK değil) entelektüel devrimini yapan olarak bilinir. Sokrat için, siz bolluk tanrılarına tapanların aksine, “Bilgi erdemdir”. Zamanında içi kurumuş Newton’a benzerlerin gökyüzü nesnelerini aynı bir tüccar gibi teraziye koyup ölçen biçenlerin, kafayı yemiş olduklarını söyler. Ama bununla kalmaz bu salakların sidik yarışmalarındaki saçmalıkları yüzlerine vurur.
    4. Hümanizm
    Bol maaşlının değişim dönüşüm diyalektiğiyle Kilise ve rahipleri bürokrasisi yerine bol maaşa, Devlet memurluğuna, kapitalistlerin k*çlarını yalamaya, emekliliğe hazırlanan ücret köleleri yetiştirme iş ve işçi bulma kurumu Eğitim bürokrasisi geçer.
    Bu havlamasını iyi bilen sadık köpekler seçme YÖNTEMİ Çin’de M.Ö. 200 yıllarında başladı.
    Osmanlılar devşirmeler arasında kafaları çalışanları idareci, az çalışanları yeniçeri yaparlardı.
    Bu bol emekli maaşlının cahilliği sınırsız. Hala ortaokul çocuğu.
    Ama haklı olduğu bir şey var: ne Çinliler ne de Osmanlılar, bu annesinin biricik süt çocuğunun hayatını önünde geçirdiği televizyon yapmadılar.
    Sadece diyalektik yetmiyor, kemik atan diyalektiği olacak.
    5. Parti
    Bu sitede kitapları anarşistlik süsü olsun diye satılan, endüstri ve teknolojini tam kölesi olan Bakunin’den bir alıntı:
    “popüler fırtınanın ortasındaki görünmeyen biz pilotlar, görünen güçle değil, tüm birleşenlerin beraberce kurdukları diktatörlükle yönlendirmeliyiz. Bu diktatörlük, kimliği belirsiz, unvansız, resmi bir güçten yoksun, özellikle bir güç gibi görünmediğinden çok daha güçlü olan bir diktatörlüktür”.
    6. Hodgson
    Hala pis ağzına kendi gibi Merdiven beyinli faşistten milyarlarca değerli bir insanın adını alır durur.
    7. Telepati
    Yeni ama bilimsel (aşağı yukarı) telepati olan televizyon ve medyadan beynine Pierre Rabhi yeni çığırlar açan telkinlerde bulunmuş. Ama o pezevenk sinekkuşundan ilham almış, bizimki köy-komün ilhamını çok yediği fasulyenin yellerinden almış. Bak şu değişim dönüşüme! Bu bol emekli maaşlıya “enayileri meşgul etme” nobeli verseler hiç şaşırmam.
    8. Şantajlar
    Bol maaşlı bol bol çıkardığı gaz (yöntem değil yeni bir düzen) köy-komün kurucusu ve bu sitede sayısız ayni şantajı yapan maskaraların seviyesine inip alay etmek hoş olacak.
    Tabii en başta en aptalcası. Her düzeni eleştirene hem düzende yaşadıkları hem de beğenmedikleri şantajı.
    Medeniyet öncesi ilkellerden örnekler:
    Dil, üç boyutlu görme ve sosyal yaşam.
    Ateşi evcilleştirme. Mekanı (mızrak, zıpkın, ok ve yay) evcilleştirme. Zamanı (yiyeceklerini mevsimlere göre bulma yerlerine gitmeleri) evcilleştirme. Alet yapma ve aletle alet yapma. Oyunlar, sanat, resim, ayinler, dans, müzik, …
    Üstelik ilkeller soyut kuramları uygulama yerine çevrelerine yaratıcı zekalarıyla egemen oldular. Çevrelerine tam egemen oldukları bizim kuru kelleler ve kendilerini klonları olan düzen yaltakçıları antropologlar hariç tüm dürüst antropologlar bu noktada birleşirler. Hatta hiç de radikal olmayan E. E. Evans-Pritchard daha da ileri gider ve “bu nedenden ilkeller doğayla pek ilgilenmezler”, der.
    8. YÖNTEM
    Senin gibi faşistler akıl yürütmeyle bu ve benzeri binlerce insanın özgürce yapacağı veya yapmayacağını kendi seçeceğine soyut kurumlar kurarak senin ve Ulu Şefin gibi işi iyi kalplilik diyalektiği, değişme dönüşme pezevenkliğine çevirdiler. Bir adı Devlet. Senin farkında olmadan ve ne olduğunu bilmeden, cici bici diye söylediğin diğer adı, YÖNTEM, VERİMLİLİK.
    Aynı seni ücret kölesi etmeleri gibi. Eşek gibi çalış, gerisini bize bırak!
    İşte senin yüzüne yağmur yağdıracak bir VERİMLİLİK (= YÖNTEM) örneği:
    Eskiden insanlar ne olur ne olmaz kapı çalınır bir mağdur gelir diye bir tarafa biraz yiyecek koyarlardı. Kişiler kendi doğalarına uyarak karar verirdi.
    Yardım kurumlarının bunu insanların elinden alıp kurumalara mal etmesiyle senin o taptığın senin kadar içi kurumuş faşist ruh temsilcisi bilim-tekniğin VERİMLİLİK kavramı arasındaki sıkı bağı görmeyecek kadar kör olmuşsun. Ne yazık ki dünya gittikçe pis pis sırıtan, yoğun heyecanla “yanlış ellerde” politika tüccarlığı yapan sen, Ulu Şefinin ve TZMcileri orta sınıf fırlamalarıyla dolmakta.
    9. Tinsellik
    Zamanımızın en yüce tinselliği, birbirimizle bedensel temas ve karşı karşıya olmamızdan tiksinmektir. His dünyamızın inceliği, titizlikte büyük ilerleme, tüm diğerlerinin, kendimiz de dahil, fiziksel varlıklarından nefret etmek demektir. İnsanlığın filim, radyo, gramofon gibi (senin o salak kullanana bağlı sümüklerin akmasın hemen!) devasa ölçüde soyuta kayma, bizim eğlencede fizikselliği sevmediğimizi, fiziksel ilişkiden kaçtığımızı kanıtlar. Deri kemik insanları görmek istemiyoruz, sadece ekrandaki gölgelerini görmek istiyoruz. Gerçek seslerini değil, makinelerle iletilen seslerini işitmek istiyoruz. Fiziksel varlıklardan uzaklaşmalıyız.
    Sen boşuna robot hayalleri içinde zırvalayıp durmuyorsun. Veya zengin olduğundan alabileceğin üç boyutlu baskı makinenle dizilerde gördüğün senin gibi plastikten oluşmuş körpeleri indirip onlarla gecelerini geçirmeyi düşünüyorsun.
    Seni, Ulu Şefini, TZMcileri, bu sitede çoğunluğu oluşturan kemik peşinde koşanları güzel bir şiir anlatır.
    The best lack all conviction, while the worst
    Are full of pasionate intensity,
    ÇEVİRİ
    En iyileri artık kimse kandıramaz,
    En kötüler yoğun heyecanla daha çok kemik peşinden koşarlar.
    Sen mide bulandırıcı bir faşistsin ve kazananları alkışlayan eşsiz k*ç yalayansın.
    Not: Saçmalık yapmaya devam edeceğine hiç değilse ve G. Zileli’nin incelemesinden anladığım kadar, asıl konuları ele alıp eleştiren Fikret Başkaya’nın kitabını incelemeyi oku.
    Senin yüzüne dolaylı yağmur yağdırıldığı apaçık.
    Örneğin Zileli’den bir alıntı:
    ” … sol, sadece sömürücü sistemi eleştirir ve suçlar, sömürülenleri ise över, hatta pohpohlardı. Sömürü düzeninin baskısı altındaki “kitleler” bir kere bu baskıdan kurtulsunlar ne harikalar yaratacaklardır!”
    Kendi “yanlış ellerde” ilahini ve adiliğini görüyor musun?
    Not:Bir gün gelir bu siteda hala ender rastlanan dürüst biri çıkar ve senin ne kadar çaylak ve okumuş, sonradan görme kara cahil olduğunu görür diye ciddilikle karışık yazılar yazıyorum. Benim tanıdığım gerçek düşünürler seni bir saniye ciddiye almazlar. Eğer Zileli taraf tutmasa incelediği kitabın kapsamının senin zırvalamalarına ne kadar karşı olduğunu yüzüne söyler. Sen daha gerçek dünyanın yok edilip yerine kelimelerden oluşan bir dünya kurulduğundan bile habersizsin. O yüzden utanmadan ötüp duruyorsun.

  1379. “İslam dünyası son 500 yılda bilime doğru dürüst katkı yapmış değil. Bunu düzeltmemiz lazım.”

    Aziz Sancar, 22 Mayıs 2016 Pazar

    Tüm Üstün Zekalılar Derneği (TÜZDER), Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ), İstanbul Teknik Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve Boğazhisar Eğitim Kurumları iş birliğiyle yürütülen “Dahiler Dahildir” programı, YTÜ Davutpaşa Kampüsü Kongre Kültür Merkezinde düzenlendi.

    Etkinliğin onur konuğu olan Prof. Dr. Sancar, toplantıya ilk önce katılmak istemediğini ancak yapılan çalışmaların çok önemli olduğunun anlatılmasıyla fikrinin değiştiğini, gelmek için ikna edildiğini anlattı.

    Sancar, TÜZDER’i çalışmalarından dolayı taktir ettiğini belirterek, Türkiye’nin kalkınması ve çocukların gelişimini sağlamak için çalışan birçok kurum olduğunu söyledi.

    “Şimdi bunları görünce gerçekten çok memnun oluyorum. Ben Türkiye’den ayrılalı 40 yıldan fazla oldu. Benim zamanımda böyle şey yoktu. Şimdi bunları görünce çok seviniyorum.” diyen Sancar, şunları kaydetti:

    “İnşallah bunların ülkemizin kalkınmasında ve çocuklarımızın gelişmesinde, memleketimizin dünyanın her ülkesiyle yarışmasında katkısı olacak. Artık daha bekleyemeyiz. 2023 diyoruz. İnşallah 2023’te olur. O zaman olmazsa 2033’te olsun ama daha 25-30 yıl bekleyemeyiz. Artık Amerika ve Avrupa düzeyine geçmemiz lazım. O bakından bilim ve teknolojiyle ilgilenen çocuklarımızı desteklememiz, onların gelişimlerini kolaylaştırmamız lazım. TÜZDER’in gayesi de bu. O bakımdan destekliyorum.”

    Prof. Dr. Aziz Sancar, kendisinin üstün zekalı olmadığını belirterek, “Üstün zekalı çocuklarımız var ve onları tebrik ederim. Onların başarılı olmasını dilerim ve onlara elimizden geldiği kadar destek vermemiz gerekiyor. Fakat başarılı olmak, Nobel almak değildir. Başarılı olmak ailenize, memleketinize, vatanınıza, insanlığa hizmet etmek demektir.” diye konuştu.

    BİLİM YAPMAK VE BİLİM KÜLTÜRÜNÜ GELİŞTİRMEK GELENEK OLMALI

    Bir ayakkabı boyacısının, öğretmenin, üniversite rektörü ya da Nobel almış bir bilim adamının görevini iyi yapmasının başarı olduğunu aktaran Sancar, şöyle devam etti: “Ne yapıyorsak elimizden geldiği kadar en iyisini yapmaya çalışalım. Bu bir memleketin başarısı. Fakat çocukluk çağında tabii bu şuuru çocuklarımıza işlememiz lazım.
    Bunu geliştirmemiz lazım. TÜZDER onu yapıyor ve o bakımdan çok taktir ediyorum. Önce gelmek istemiyordum. TÜZDER’den dolayı değil, hiçbir yere gitmek istemiyorum.
    Fakat geldiğime gerçekten sevindim. Gördüm ve benim de birazcık katkım olsun dedim. Bilim yapmamız lazım. İnsanlık bilim birikimine katılmamız lazım. Niye yapmıyoruz
    Sadece Türkiye değil, tüm İslam dünyası son 500 yılda doğru dürüst bilime katkı yapmış değil. Bu bir gerçektir. Sadece İslam dünyası değil, başka grupları da söyleyebiliriz. Bunu düzeltmemiz lazım.”

    Sancar, bilim yapmanın ve bilim kültürünü geliştirmenin bir gelenek olması gerektiğini vurgulayarak, şunları anlattı: “Bu Amerika’da birçok seminerin konusu olmuştur. Yahudi kardeşlerimiz dünya nüfusunun yüzde 0,2’sini teşkil ediyor ama bilim Nobellerinin yüzde 20’sini almışlardır. Onlar bütün insanlardan daha üstün zekalı mı Yok değiller. Onların kültüründe eğitime, bilime önem veriliyor. Bu asırlarca öyle gelmiştir. Bunu Türkiye’de geliştirmek lazım. Bunu yaptıkça bizde de 100 yılda, bir tane bilim alanında Nobel almış Türk bilim insanı değil, 10-20 bilim insanı olur. İnşallah bu gibi girişimlerle çocuklarımızı bilim yapmaya ve kültürüne alıştırmaya devam eder ve gelecek yüzyılda inşallah, bizden sonraki nesiller buraya artık ‘Aziz Sancar veya İsmail Arslan Nobel almış, davet edelim’ demez. Zaten herkes Nobel alıyor diye dikkat bile etmeyiz. Temennim budur.”

    Sancar, “Nobel önemlidir ama Nobel’den daha önemli şeyler vardır. Ailenize, memleketinize, insanlığa katkınız olursa bu çok önemlidir ve gayemiz bu olmalıdır. Çalışırsanız Nobeller kendiliğinden gelir. Ben Nobel almak için araştırma yapmadım. O bakımdan bir insanın veya toplumun insanlığa olan katkısının tam ölçüsü değildir. Biz çocuklarımızı iyi yetiştirdiğimizde görevimizi yapmış oluruz. Onlar da memleketimize, insanlığa hizmet ederler.” ifadelerini kullandı.

    Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek de “Allah insanları yaratırken birini çok üstün zekalı, birini çok düşük zekalı yaratmamıştır.” diyerek, bilim adamlarının değerlendirmeleri sonucunda insanın aklının yüzde 5’ini kullandığını söyledi.

    Yüksek, üstün zekalılığın ve başarının çalışmaktan, işini sevmekten geçtiğini vurgulayarak, şöyle devam etti: “Hocamız da aslında çok çalışarak bu ödüle layık olduğunu bize ifade etti. Yeterince hepimizde zeka var. İşimizi çok sevmemiz lazım, çok çalışmamız lazım. Ülkemizin geçtiği sıkıntılı süreçte değerli hocamızın aldığı ödül, Türk milletine bir moral ve motivasyon kaynağı olmuştur. Kendisine buradan özellikle teşekkür ediyorum. Allah razı olsun, başarılarının devamını diliyorum.”

    “ntv.com.tr”

  1380. 1377’ye teşekkürler..
    “Sadece Türkiye değil, tüm İslam dünyası son 500 yılda doğru dürüst bilime katkı yapmış değil. Bu bir gerçektir. Sadece İslam dünyası değil, başka grupları da söyleyebiliriz. Bunu düzeltmemiz lazım.”

    A. Sancar yazılarımı mı okumuş 🙂
    Şeytan yamağı ile olan tartışmalardan alıntı yapmış sanki 🙂
    *
    Şeytan yamağı haykırsın.. “Hodgson’u okudun mu lan?” Seviye bu!
    ***
    Şeytan Yamağına
    1. Ben ilerlemeci değil, “re-organizasyoncuyum!” Bu ucuz numarayı bırak; insanları taşımadıkları düşünceleriyle eleştirme. (Bunu yapamazsın; sende o sıradan, basit bu ahlâk bile yok.. Acınası yanın bu; ezberci dünyan, farklı mod’a geçemiyor; eski model bir makinasın sen; kendinden nefret ettiğini sanıyorum..)
    **
    1374..
    budala , sorun o alıntıda değil, senin o alıntıyı kullanışında..
    yazmıştım ya, sen Allah’ı değersizleştiren peygamberlerdensin.. Sen “gerçekliği”, kendi ruhundan-aklından süzdüğünde o, çamur haline geliyor..
    **
    1376..
    Bakıyorum sen de o orta okul ev ödevi notlarını piyasaya sürmüşsün. Kıskandın galiba.. O beylik bilgileri geçelim..
    Ama bu yazıda belli, öfken o aklını iyice ezmiş; çılgın bir telaş içinde debeleniyorsun. Dağıtmışsın; ben toplamayacağım elbette!
    — Senin salaklığının tescili şu; ben o aptalca bilgileri edinmekten, bilmekten söz etmiyorum; bu bilgilerle ne yapılacağın; olası çıkarsamaları yazıyorum. Senin gibi budala, çıkara, çıkara, “hadi gel hatçem, 15.000 yıl önceye gidelimi” çıkarmış. Sen bilgi taşıyan bir katır gibisin..
    Yok eski ahitmiş, yok Daniel’mi, hala Hoggson diyorsun sıkılmadan; o cümleyi-paragrafı yazamayıp madara olduğunu unutup.. ne azgın, ısrarcı bir züppelik yaptığın..
    “Oku” demeden yazamıyorsun değil mi; budala ben bildiklerimi okumuyorum; o kitabın ne yazabileceğini biliyorum; aramızdaki fark bu; sen yalnızca okuyarak hem de öğrenemeyensin!
    1377’yi oku da utan biraz.. O İslam- Arap güzellemelerinden utan.. Ama sende utanma yok. Bu yazıyaı da yine salya sümük ne iftiralar, yalanlar, ne kitap adları, ne hakaretler, başı sonu belirsiz alıntılar gölgesi altında çuval, çuval kusacaksın..
    Sen, kendine yetersin; kendini rezil eden, o kara kıskanç, nankör, yalancı, iftiracı ruhun içinde, seninle hep! Acıyorum sana; kendine ne çok kötülük edersin sen…

  1381. Pipsqueak’den
    1377’de Bir Süt İneği Aziz Sancar & Diğerlerinin Göz Yaşartıcı Türklük ve Müslümanlık K*ç Yalamaları
    Aziz Sancar, dünyadan habersiz burnunun ucundan ötesini görmeyen ve hatta bilimi bilgiyle karıştıracak kadar cahil, bol kemik isteğiyle hoplayıp zıplar.
    Belki bu salak da Fikret Başkaya’nın kitabını okuyup yuttuğu süt inekliği hapını kusar, uyanır. Ama sanırım bunu da bol emekli maaşlı gibi fazlasıyla doyurulmuş olduğu belli. Zaten her ikisi de plastik-mahluklar. Herif gelişmiş ülkelerde asıl süt ineklerinin bilerek klimalı, bol yiyecekli, bol kemikli özel açık hava ve huzur evlerinde tutulduğundan bile habersiz. Tabii Dürrenmatt’ın diğer bir bağlamda tespit ettiği ve Charbonneau’nun etraflı ve derin çalışmalarıyla gösterdiği gibi bu süt inekleri ve bol emekli maaşlı hem mahpus hem gardiyanlar.
    Ne yazık. Efendisizliği savunur gibi görünen bu anarşist sitede bu süt ineği Aziz Sancar ve yamaklarından biri olmak için can atan bol emekli maaşlıya mutlak otoritelik içeren modern bilimle özgürlüğün bir arada ancak köpeklere bol kemik atmakla başarılacağını hatırlatacak bir tek anarşist yok. Çok yazık. Bakunin hayatta olsa, iki temel efendi Bolluk Tanrısı ve Devlet’e boyun eğen, yerlerde sümük böcekleri gibi sürünen anarşistlerin varlığını görse, intihar ederdi.

  1382. aynı şeyi ben sana tavsiye edecektim ama 🙂

  1383. 1378

    Ben ilerlemeci değil, “re-organizasyoncuyum!”

    Yani şu mu demek, beni (bizi) kapitalistler değil komünistler sömürsün, re-organizasyon bu mudur?

    Yani şu mu demek, beni (bizi) dinciler değil bilime tapanlar sömürsün, re-organizasyon bu mudur?

    Yani, sömürü her daim var da, sadece ‘sömüren el’ yer mi değiştiriyor?

    Ha kel Hasan, ha Hasan kel, gibi mi?

  1384. 1380– özetle söyleyeyim.. Konu uydurduğun gibi değil.. İlgisi yok… Dar ve sınırlanmış anlamda söylüyorum; bu soruyu soran Şeytan Yamağı değilse, patladın mı; sorunun yanıtını bekle.. Şeytan Yamağı ise, ne anlamda söylediğimi bildiğin halde demogojik olarak yazıyor-söylüyor olmalısın.. (Tartışılan bütünsel bir siyaset, ekonomi dünyası değil; kuşkusuz o da gerekli olacak ama ben o bütünün bir parçası olarak iddia ediyorum ve bu bütünü konuşmak için hazır değilim..)
    Özetle o sözcük ile demek istediğim..
    1. Bilim ve teknolojinin üretilmesi ve tüketilmesindeki re-organizasyon düşüncesini savunuyorum…
    2. Neredeyse tüm çocuklar bu üretimin öznesi olabilir!
    3. Bilime tapan.. sömürü.. kalıplarına tutsak sığ düşünceli beyinler için nakil tedavisine yetişebileceğini sanmam..
    ——-
    Not.. 30 yıl çalıştıktan sonra emekli aylık maaşım.. 909 Euro! Bu “bol maaş” için özür dilerim ama hak ettiğimi sanıyorum!

  1385. benim efendim.. Tabiat.. ve bilim-teknoloji de tabiatın imkânlarının; tabiata ait fiziksel gerçekliklerin insan, hayvan, gezegen hayatı için “dönüştürme” işlemi..

    senin gibi adamlar nasıl benim insanlıktan tiksinmeme yol açmıyorsa, bilimin de bugünkü sömürü ve alçaklıklara alet olması onu reddetmemi gerektirmiyor…

  1386. 909 Euro…

    İsviçre’ye göre az, Türkiye’ye göre çok para.

    Yalnız, Türkiye’de enflasyon yeniden yükselme dönemine girdi. Bu kez öyle kolay kolay inmeyecek. Maaşınız kadük kalabilir. (FED’den faiz arttırımı geldiğinde, maaşınızın alım gücü hiç kalmayabilir. Çünkü Türkiye’nin ithal ettiği her ürünün ödemesi yabancı kurlar ile. İlk önce USD, sonra EUR.)

    RTE imparatorluğu artık resmen de ilan edildiğinden, yabancı yatırımcının Türkiye’ye olan ilgisi, ilk önce aşama aşama, sonra hızlanarak azalacak. Dövize ulaşmak çok zor hale gelecek, 70li yıllardaki tüp gaz kuyruğu gibi.

  1387. pipsqueak, Ken Loach filmlerini nasıl bulursunuz? Beğenir misiniz? Kritiğini yapar mısınız?

  1388. Sayın 1380
    Ben Pipsqueak ve 1378, %x tinsel, %y Diyalektik Ustasının Bâtıni Hikmetine Biraz Neşe Getirmek İstedim.
    Bu ustanın her dediği takla atmayla tersine dönebilir. Bu ustanın aynı ama diğer bir bismillahisi de zaten değişip dönüşme: Örneğin DÜZEN YÖNTEM oldu, YÖNTEM KÖY-KOMÜN DÜZENİ doğurdu. Kendisi bilime tapar ama diyalektik aynasıyla baktığında kendini bilime tapanlara karşı görür. Kapitalizmi oğlunun ve arkadaşlarını eline geçirmesini savunur ama DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİNİ YAPAN Bolşeviklerin bu b*ku çoktan yedikleri yüzüne vurulduğunda, her kapıyı açan, her şeyi açıklayan eski Allah’ın yerine geçen “yanlış ellerde” ilahisini okur, … , liste çok uzun.
    İkincisi biraz ciddi ve hatta üzücü sayılır. Sırtımızdan bir türlü inmeyen düzeni elinde tutanlarla aynadaki yansıları, kopyaları olan devrimcilerin kim olduklarını anlatır. Şiir aşağı yukarı 100 yıl önce yazıldı. Şiiri kelimesi kelimesine çevirmeyeceğim, özünü aktarmaya çalışacağım.
    ŞİİR

    Kan dolu tufan etrafı sarar
    Ve her yerde masumluk merasimleri,
    Şehirlerden kırlara akan,
    Devrimcilerin ağızlarından çıkardıkları
    İshallerine boğulur, kırımdan geçer, gazabına uğrar.
    İyiler tiksinti içinde bir tarafa çekilirler,
    Başta Zileli, emekli, TZMci
    Eski / yeni devrimciler
    Pis kokan yoğun hırsla dolarlar.
    Mutlaka bir kurtuluş olacak;
    Mutlaka bu kâbus gecesinin sabahı olacak.
    Daha bu laflar ağızdan çıkar çıkmaz,
    Materyalist dünya tinseli,
    Zileli, Emekli, TZMci
    Vızıldarlar
    Yanlış Ellerde! Yanlış ellerde!
    Stadı inletirler müritleri
    Ve tırmalarlar sinirleri

  1389. Sayın 1384 (ben pipsqueak)
    Çok ama çok severim ve beğenirim. Ama maalesef bende zerre kadar kritik yapma yeteneği yok ve üstelik sinemanın insan ruhunda zararlı etkiler yaptığına inandığım için bu konuda çekingenliğim de var. Çoğu zaman en beğendiğim filimde bile propaganda unsurları ararım ve bulurum. Ken Loach “duyulmayanların” sesinin duyulmasını ister, ben duyulanların kökünü kazımak isterim. Duyulanların %99,9’unun kıç yalayıcısı olduklarından sonsuz eminim. Bakın bu sitede horoz gibi ötenlerle, ve ötenlerin yaltakçılığını yapanlara. Bakın şu Barbara Cartlan’ın kitaplarına benzeyen bol şekerli, banal kitaplar satan şu siteye. Bu kitap satış evinde son 50-60 yıldır eleştirisi yapılan düzen hakkında tek bir yazı veya kitap bile yok.
    Bu siteye yazdıklarım benim sonsuz zamanımı alıyor. Doğru dürüst yazmasını bilmiyorum. Karşılıklı konuşmayı tercih ederim ve karşılıklı olma yerine geçenlere karşı kuşkuluyum. Bence sırtımızdan atmamız gereken en büyük yük, bizimle yaşam arasına girmiş olan her türlü aracı (hatta medya aracı demek) yok etmek. Yani sesi duyulanlar gam tüccarlarını kırımdan geçirmek. Fiziksel beraber olmayı tercih etmek.
    Ayni zamanda, artık herkesin bilmesi gerektiği ve her alanda olduğu gibi istesek de istemesek de bizi içinde yaşamaya zorla kabul ettiren düzenin incelemesine dalarak, dağıtmak ve salaklık da etmek istemiyorum. Ama ödün vermeyi fazilet yapanlardan tiksinirim.

  1390. Pipsqueak’in Televizyon Dizisi
    Türkiye’de Neo-Atatürkçülük
    Bu yeni hareketin eskisinden farkları:
    1. Hareket anarşist ambalajına sarılmış.
    2. Ambalajın telif hakkı eski marksist-leninist-stalinist tecrübeleriyle yoğrulmuş, politika ticaretini Pirinççilik yapan ve koyun postaları satan bir ustadan öğrenmiş, sonra tövbe etmiş, dinini İngiltere’de değiştirmiş ve diplomasını da orada kazanmış bir anarşist elinde tutar.
    3. Ambalajın pis kokusu en son teknolojik yöntemlerle elde edilmiş esanslarla burun boyaması yapılmış.
    4. Diplomalı Şef ilhamını en az 50-60 yıldır entelektüel dünyanın merkezinde yer alan konuyu kendi gibi fırsatçı tüccar-memur “gerçek entelektüel” Fikret Başkaya’dan alır.
    Not: En azından ve son 10 yıldır burada ve Fransa’da aylık gazetelerini okuduğum gencecikler bu konularda sonsuz daha derin eleştiriler yapmaktalar, bu konularda sonsuz daha bilgili yazarları tanırlar, her türlü göz boyaması olan “yeni teknoloji” safsatasının pezevenklik olduğunu bilir ve belgelerle ifşa ederler. Hepsinden ötede, “özgür üniversite”nin aslında bir isyanı ıslah etme, evcilleştirme, uslandırma, özümleme kurumu; her alanda olduğu gibi bilimselleştirerek üst sınıfların eline geçirme taktiği olduğunu benim gibi hemen görürler. Fikret Başkaya ya bilerek veya büyük bir ihtimalle farkında olmadan fırsatçılık yapmakta. Daha büyük bir ihtimalle Aziz Sancar, İngiltere’den diplomalı, bol emekli maaşlı gibi kendi yalanına inanan bir ibiş, bir enayi dümbeleği, bir angut
    5. Hareket ayni kapitalizm gibi küresel.
    6. Misyonerler şimdilik iki salak: bol maaşlı emekli, her efendiye hazır süt ineklerinden biri olan Aziz Sancar. Fakat yakında yeni maceralar, yeni misyonlar arayan, her harekette hazır ve nazır TZMciler, TZM’den vazgeçip katılacaklar.
    AMAÇ
    Not: Bu hareketin tinsel başkanı İngiltere’den diplomalı ve bol emekli maaşlı diyalektiğe başvurarak her an amacı değiştirebilirler,
    Not: Bu salaklar dünyada artık sadece ve sadece araç (yöntem) olduğunu, amaç diye bir şey kalmadığını bilmediklerinden eski dili konuşurlar.
    Bu misyonerler dünyanın tümüne kendi beyinlerindeki yüce Batı, yüce sarışın mavi gözlü ırk, yüce teknoloji, yüce bilimsellik, yüce Aydınlık meşalesi taşıyacaklar.
    Bazı bilgili arkadaşlar “Ulan bunu daha önce çok etkili bir şekilde yaptılar ve hala şiddetle yapılmakta, bu herifler keçileri mi kaçırdılar?”, diye sorabilir.
    Bu soruya doğru cevabı ancak bu çatlaklar verebilir. Ben sadece bir tahminde bulunacağım. Eskiden yanlış yapılmış, yanlış kimseler tarafından yapılmış, yanlış amaçlarla yapılmış.
    Kişisel bir not: Bu üç muhabbet tellalı benim büyüdüğüm mahallede yaşasaydı ben onları Bill Gate’in fırlamaları sanırdım. Türkiye’ye son geldiğimde ilkokul öğretmenliğinden emekli olan ve Türkiye standartlarına göre fakir sayılır yeğenim de eğer benim mahallede yaşasaydı aynı şeyi düşünürdüm. Ben son 50’yi aşan hayatımı yurt dışında geçirdim ve Türkiye’ye salt 5 defa döndüm. Bence Türkiye’de olan değişme Fransız Devrimiyle Fransa’da olan değişmeyi gölgede bırakır ama gel bu gözü yukarılarda olan orta sınıf politika cambazlarına bunu anlat.
    Bu misyonerlerin egzotik yerlerde, egzotik insanlar arasındaki maceralarını bir hafta sonraki dizimizde izlemeyi kaçırmayınız!
    Bu maceralardan bir önizleme.
    Bu iyi kalpli, cana yakın, doğru politika (politically correct) taraftarı misyonerler bazı ilkeller arasında kadın özgürlüğünü yaymak istediklerinde çok tuhaf bir durumla karşılaşırlar.
    Bu cemiyetteki kızlar beyinleri çatışmalarla şaşkın, felsefi sorularla tedirgin, erişilmez ve uzak hırslarla dert içinde bir hayat yaşamazlar. Evlenene kadar ellerinden geldiği kadar çok sevgiliyle yatarlar.
    1. Bu cemiyette seksin kaçınılmaz merdiven aşaması olan metalık basamağından geçmeden özgürlük içinde zevk için yapılması kafayı diyalektikle bozan emekliyi rahatsız eder.
    2. Kızların bedenlerini bilime vereceklerine zevke vermeleri diğer yobaz misyoner Aziz Sancar’ı rahatsız eder. Bu herif daha henüz anarşistliğin sırlarına erişmediğinden kızların bedenlerini yatırım yapmak yerine (okul falan filan) terbiyesizliğe adamış olması kafasını karıştırır.
    3. Kadınları özgürlüğe kavuşturma fırsatı arayan İngiltere diplomalı anarşist kendini boşta bulur, rahatsız olur.
    Daha neler, neler sayın izleyiciler.

  1391. primitfti, gerçekten öyleymiş.

    bir de ilkokul şiirleri üretimine başladı.

    bu bir regresyon hali, b.kunu karışıtran, (zaten hep karıştırıyordu) şimdi de armağan olarak verilen döneme kadar gidecek görünüyor.

  1392. 1387.. Şeytan Yamağı olduğunu bir kez daha kanıtlayana…

    “bol emekli maaşlı gibi kendi yalanına inanan bir ibiş, bir enayi dümbeleği, bir angut”
    demek böyle; atış serbest. Ne iyi ki bu zavallının bu hakaretleri sansüre uğramıyor. Ne mal olduğunu görmemi sağlıyor.
    Sorunun ne senin? Ne içiyorsun sen?
    Hani sosyolojik, antropolojik, tarihsel mevzuları konuşuyorduk.
    Saçmalamalarını, zekâ yetmezliğini, sahtekârlığını yüzüne vurduğum için mi bu acz küfürleri?
    *
    Ve sana edeceğim hak ettiğin aşağılamaların da sansürlenmemesini sağlıyorsun.. Cesaretin aklından çok…
    **
    “Bu hareketin tinsel başkanı İngiltere’den diplomalı ve bol emekli maaşlı diyalektiğe başvurarak her an amacı değiştirebilirler,”

    909 Euro.. bol maaş mı senin için hala?
    **
    “Ben son 50′yi aşan hayatımı yurt dışında geçirdim ve Türkiye’ye salt 5 defa döndüm.”
    Tiksinmekte ne haklıymışım. Hala neden buradasın?. Umurun olmayan insanlarla alıp-veremediğin ne? 10 yılda bir döndüğün ülke diline ait bir siteye neden şimdi her gün dönersin? Hangi aşağılık kompleksini tatmin için yaparsın bu işi? Batılılar, sattığın bu züppeliği yemiyorlar mı?
    Sen her ne b,ku, hangi dilde okursan oku; maymunun teki taklitçi, okuduklarının altında ezilmiş kalmış, bir doğulu eziksin! Bu ezikliğinin tedavisi için buradasın.Tek bir sentez düşüncen yok..
    Tamam…
    Evet, biz hala bilim, teknoloji, modernite, ekoloji konularında Batı’nın çoktan geçtiği yollarda sürünüp duruyoruz. Bizim tartıştığımız nice mesele orada çoktan kapatılmış bir hadise. Bunu biliyoruz! Ama Doğu’nun tarihi başka olacak! senin gibi salaklar bunu sezemez; Burada tarih, Batı’daki şablon tarih gibi akmayacak…
    Sen hala o Batılı akıllı adamların, kavrayamadığın cümleleri ile oynaş…
    Rezil. Doğu halklarının çektiği acıdan keyif duyduğunu gizle; Primitif salaklığın burada işe yaramaz. Lüks tüketimden bıkmış kuş beyinli burjuvalar henüz burada yok…

    Şeytan yamağısın sen; duygusuz, ezik, geri zekalı egosunun mahvettiği birisi. Bu yüzden kolay yalan söylüyor, çarpıtıyor, iftira edebilmekte engelin yok… Bu ucuz hakaretlerin, meseleleri ele alışın; tartışmadaki sahtekârlıkların, kasıtlı çarpıtmaların.. O yazarların gölgesinde gezinen bir ucube yaratıksın;
    Bunları sana yazdığımı sanma; sen kendinin ne mal olduğunu bilirsin; sana saygı duyabilecek salaklara yazıyorum bu satırları… Sen değmezsin..
    ***
    “Bu iyi kalpli, cana yakın, doğru politika (politically correct) taraftarı misyonerler bazı ilkeller arasında kadın özgürlüğünü yaymak istediklerinde çok tuhaf bir durumla karşılaşırlar.
    Bu cemiyetteki kızlar beyinleri çatışmalarla şaşkın, felsefi sorularla tedirgin, erişilmez ve uzak hırslarla dert içinde bir hayat yaşamazlar. Evlenene kadar ellerinden geldiği kadar çok sevgiliyle yatarlar.
    1. Bu cemiyette seksin kaçınılmaz merdiven aşaması olan metalık basamağından geçmeden özgürlük içinde zevk için yapılması kafayı diyalektikle bozan emekliyi rahatsız eder.
    2. Kızların bedenlerini bilime vereceklerine zevke vermeleri diğer yobaz misyoner Aziz Sancar’ı rahatsız eder. Bu herif daha henüz anarşistliğin sırlarına erişmediğinden kızların bedenlerini yatırım yapmak yerine (okul falan filan) terbiyesizliğe adamış olması kafasını karıştırır.”

    Sen hastasın… Bu yazdıkların kanıtlar bunu… Budala, sana ne?
    Birey sorumluluğunu edinmiş insanların karşılıklı rıza ve arzu ile gerçekleştirdiği her seksüel ilişkisi mahrem, değerli, harika bir şeydir. Sana ve senin gibilere de b.k yemek düşer.

    Buralara kadar düştün demek…
    Zavallı; entelektüel, sosyolojik mevzulardaki sefaletin sonrası yazdıkların…
    1950’lerde Sosyalistlere yönelik o gülünç iftira gibi….

    “Komünistler evine geldiklerinde portmantoda bir şapka gördüklerinde hemen sokağa atarmış kendisini; karısı bir erkekle sevişiyordur diye…”

    Bu denli alçalacağını da düşünemezdim… Sen bana entelektüel rezillik çukurunun dibi olmadığını da gösteren örneksin…
    bekliyorum.. ümitliyim, bu derinliği büyütecek yetenek var sende; o kadar boşuna mı okudun , hem de ingilizce.. ve Fransızca.. senin için kolay olmalı..

  1393. pipsqueak, müsait olduğunuz zaman, spesifik bir konuda tecrübelerinizi yazar mısınız?

    Kapitalizmin yükselişinde, protestanlığın doğması ve gelişmesinin etkileri.

  1394. Pipsqueak’in Televizyon Dizisi, 2. Serüven
    Rönesans’da sözüm ona kökenini bulan Avrupalılar, o zamanlar bilgiç bol emekli maaşlıyı diyakronik telepatiyle duymuş olan yüceler yücesi Avrupalılar, “Bir Eski Yunan var, bir de biz Yüce Irk varız. Ama arada boş geçmiş bir zaman var, ne yapmalı?”, sorusunda araştırmalara girerler. Nihayet bol emekli maaşlının kopyası dahi Newton gibi biri zaman çekimi yapar ve “Orta Zaman” veya ‘Orta Çağ’ adını bulur. Rönesans ardından hemen yüce ırk Avrupalılar, Yunan meşalesini dünyanın bütün karanlıkta kalmış yerlerine götürüp AYDINLATIRLAR. Aslında Avrupalılar Aydınlık kavramını Zerdüştlükten almışlardı ama Zerdüştçüler elektrikli süpürge makinesi yapmamışlar ve o ünlü Merdiven’de hala zıplamaya çalışıyorlar.
    Avrupalılar geldiğinde karanlıkta yaşayan bir Afrikalı, “Beyazlar geldiğinde AYDINLIK onların, TOPRAK bizimdi; şimdi tam tersi.”, der.
    Meşale, onu ilk defa Türkiye’ye getiren yanlış el Atatürk’den doğru ellere geçer. 2 silahşör + süt ineği misyoner “yanlış” AYDINLATMAYI değişme dönüşme diyalektiğiyle faşist inançlarına en uygun ama yanlış olamayan TEK DÜŞÜNCEYE çevirmek için bıraktığımız yerden yola çıkarlar.
    YÖNTEMLERİ son teknoloji TEK ışınlı lazerle “doğru” AYDINLATMA. Diyalektik miyalektik cambazlığını anlamayan at gözlüklü zavallı süt ineği bana Hayvanlar Çiftliği’ndeki atı (Boxer), eski/yeni proleterya veya bol emekli maaşlının teknisyen oğlunu hatırlatır. Diğer iki cin gibi kulağı eski kesiklerden olanlar lazeri kullanmayı bilmediklerinden o işi akılları sıra enayi süt ineğine bırakırlar. Gerçi süt üneği, ilkokulda öğrendiği ilk Meşale kahramanı Atatürk saplantısına saplanmış kalmış, daha henüz yeni dili öğrenmemiş, öğrenmesi de gerekmeyen bir kabak. Bu kabak süt ineği diğer 2 silahşörü sık sık mahcup edici laflar eder, ama olsun, teknoloji her ineği sağmalı! Ne var ki teknoloji papağanlığı yapan diğer 2 silahşör, dünyadaki bütün alanlarda asıl egemenlik kurmuş olanın YÖNTEM olduğunu bilmezler. Bu YÖNTEM dininin rahipleri süt ineği ve bol emekli maaşlının oğlu teknisyenlere saygıları eski dinlerin müminlerinden sonsuz daha yoğun. Tabii bunu bu dünyanın gelmiş geçmiş en sıradanları olan teknisyenler de bilmezler ama dünyadan habersiz oldukları için pek umursamazlar ve zaten asıl yenilik de bu. Henüz 1960larda bu yöntem meselesi “kapital kaçtı” adı altında en fazla tartışılan konulardan biriydi. Bolşeviklerin bu akıl almayacak aptal 2 silahşörden üstünlüğü, her alanda asıl olanın YÖNTEM olduğunu bilmeleri ve tüm Marksizm’i bile metoda çevirmeleri. Bunun diğer bir adı ORGANİZASYON. Bol emekli maaşlı telepatiye inanmaz ama hem YÖNTEM hem de ORGANİZASYON şakırdar. Bu konuyu biraz kurcalamak isteyenlere William H. Whyte’in 1956’da yazdığı “The Organization Man” kitabını tavsiye ederim.
    Kendi katkım: Süt ineği ve bol maaşlının oğluna teknisyen denilir. Teknisyen, yaptığı işte tam kompetan, tam verimli tam bilgili, ancak kendinin dünya düzeni içinde nerede olduğunu ve neden orada olduğunu bilmez. Hatta bol maaşlı silahşör de hayatını teknisyen olarak geçirmiş ve sonra bilgiçliğe heves etmiş. Teknisyenlik dolu bavullarını bilgiçlik hayatına beraberinde getirmiş. Sokrat’a bol maaşlı dünyayı gezmiş bildikleri dışında hiçbir şey görmemiş demişler. Sokrat da, “kendini beraberinde götürmüş olmalı”, der.
    2. serüven Afrika’da.
    Bu üç mahluk gibi faşist ruhlu bir Devlet belli bir cemiyeti parçalamayı başarmış. Bir kısmını diyalektik miyalektik, değişme dönüşme kaçınılmazlığıyla yerleşik yaşama zorlamış. Bu yerleşmeyi kabul edenler Merdiven’in hayli alt basamağındalar ama misyonerler kadar olmasa da biraz aydınlığa kavuşmuşlar, evcilleşmişler.
    2 silahşör + 1 at gözlüklü süt ineği lazer meşalesi ellerinde yerleşmişlerin kamp yerine varırlar.
    Tamamıyla tesadüf eseri, yerleşmeyi reddeden, hala gezip dolaşanlar, Nietzsche’nin dediği gibi, bütün soğuk canavarların en soğuğu Devlet’i kem göz, yasalara, törelere karşı işlenmiş bir günah sayarlar, nefret ederler. 2 silahşör + 1 at gözlüklü süt ineğinin tuzak kuran ve üstüne kılıçla binlerce arzu asan gam yükü tüccarları olduğunu bilirler.
    Ne var ki doğa cilve yapmış, aç kalmışlar, yerleştirilmiş akrabalarını ziyarete gelmişler. Eski cömertlik alışkanlıklarını hala kaybetmiş değiller. Karınları aç ve daha önce olduğu gibi hala yiyecek paylaşılır sanıyorlar.
    Fakat yerleşmişler halihazırda ayni 2 silahşör + 1 at gözlüklü süt ineği gibi EMEK ve ÜCRET KÖLELİĞİNE boyun eğmişler. İlkel bolluk yerine ayni murdar misyonerler gibi EMEK ve ÜCRET KÖLELİĞİYLE bolluğa İLERDE erişme mitini yutmuşlar. Kısacası yerleşmiş akrabalar yiyecekleri için EMEK harcadıklarını ileri sürüp yiyecekleri paylaşmak istemezler.
    Gezip dolaşanlar hiç bir şey anlamazlar. 2 silahşör + 1 at gözlüklü süt ineğinin lazer ışığı şavkı da bir işe yaramaz.
    Gezip dolaşanlar kendi dillerinde ayni şeyi der dururlar. Dahiler dahisi asıl dahi Ulu Şef hemen facebokdan bunun yiyecek olduğunu öğrenir ama “yiyecek” kelimesinin anlamını bilmezler. Bu çiplerden oluşmuş üç mahluk istedikleri zaman havadaki molekülleri atomlara, atomları parçacıklara parçalayıp yeni atomlar yaparlar ve bu atomları biyo-moleküllere çevirerek gıdalarını alırlar. Ulu şef bu defa twattera bağlanır ve bu kelimenin çok eski olduğunu, bir çeşit ilkel biyo-moleküllerden oluşan nesnelerin adı olduğunu öğrenir.
    Her şeyi okulda öğrenmiş ve bir bakıma aralarında en dürüst olan at gözlüklü süt ineği Atatürk’ü hatırlar, gezip tozanlar için okul açılmasını ileri sürer. 2 silahşör aslında hödük süt ineklerinin şu dünyaya egemen olduklarını bilmezler ama hiç değilse bu somut süt ineğinin inekliğini anlarlar.
    Marksizm-leninizm-kapitalizm-anarşizm-materyalizm-sosyoloji-politik-ekonomi-alt /üst yapı-devrim-yöntem-re-organizasyon-falan filan ilahilerine başlarlar. Merdiven basamaklarından, dünyanın diğer yerlerinde atlayan zıplayanlardan, bilimsellik basamağından, endüstri, teknoloji, Avrupa, Batı, ABD, AYDINLIK, AKIL ÇAĞI, TARİHİN EN BÜYÜK DEVRİMİNİ YAPAN BOLŞEVİKLERDEN, Çin, İslam, Roma, Yunan, Sümer, Babil, Hitit falan filanları süsleye süsleye anlatırlar.
    2 silahşör + süt ineği bu laf kalabalığını uslu uslu dinlemiş, ev ödevlerini yapıp ezberlemiş, bu içi boş dışı cici bici safsataları beyinlerine depo etmiş, gece sıcak banyo yapmış, sıcak süt içmiş, sonsuz uyuşmuş, kendi hayatlarındaki boşluğu diğer İNSAN’ların sorunlarıyla doldurarak kişisel psikolojik terapiye çevirmiş uykuda gezenler. Tarihi asıl yapanların uşakları, uygulayanları. Bunlar ayni zamanda sonsuz cahil. AKIL YÜRÜTMENİN ancak ve ancak KARANLIKTA bir anlamı olduğunu bile bilmeyen enayiler.
    Gezip tozanlar bu laf kalabalığını dinlemezler bile. Beyazları çoktan tanımışlar. Bu misyonerlerin en alçak en adi yalancılar olduklarını çoktan biliyorlar. Aç kalmayı, 2 silahşör + süt ineğini dinlemeye tercih ederler, 2 silahşör + süt ineğinin yüzlerine tükürüp, yola çıkarlar.
    Gelecek serüven, sayın izleyiciler, Orta Doğu’da, eve çok yakın.

  1395. Pipsqueak’den
    Türk Solunun Yükselişi ve Daha da Yükselişi (karşımıza yine o ünlü MERDİVEN çıktı!) Tarihinden Yapraklar
    Rivayetler göre 1991’den önceki yıllar SSCB’de has be has Türk yeni Marks, bol maaşlı emeklinin beynindeki diyalektik-değişim-dönüşüm-kaçınılmazlık tarih-doğa-evren-sosyal-politik—falan filan YASASI harıl harıl incelenmekteydi. Sonuç: SSCB bir diyalektik takla daha atarak TARİHİN YENİ EN BÜYÜK DEVRİMİNİ yapıp AYDINLIK ışığının parlattığı BATI kapitalizmine döner.
    Daha önce SSCB’nin peyki bir ülke isyan etmişti ama gaddarca doğru yola getirilmişti. Bu ülkeden olan bir dürüst yazar (evet, hala var dürüstler), “Oedipus annesiyle yattığını öğrenince gözlerini oyar. Bizimkiler bilmiyorduk derler.”, der. Ayni şey az çok bu site için de geçerli. Gözlerini oymak veya en azından utanıp iğrenç ağızlarıyla şakırdamalara son vermektense, eski sahte ve adi malların adlarını değiştirip yeni ambalajlarla satmayı tercih edilir.
    Aynı yazar sanki bu siteye yazanların çoğunu okumuş gibi “Yaşam Hep Başka Yerde” ve “Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitaplarını yazar.
    Bu siteyi dolduran bilgiçler için not 1: 1848 hareketleri, 1789’a neyse; 1960 hareketleri, 1918deki TARİHİN EN BÜYÜK DEVRİMİNE ayni.
    Daha da önemli not: Tarih üç devre ayrılır: 1) VAR OLMA, 2) Bol maaşlı emekli ve diplomalı anarşiste benzeyenlerin sözcülüğünü yaptıkları burjuvalık peşinde koşanların SAHİP OLMA, bu özellikle 17. ve 19. yüzyıllarda büyük bir hız kazanır. 3) Yine bu iki muhabbet tellalının çoğunluğu oluşturduğu ve yaygın olan son devir, GİBİ GÖRÜNME.
    Yalnız 1960lar Türkiye politika tüccarları arasına değişik yansır. Asıl 1960lar mesajı fakir Türkiye’de satılamaz. Sol, Türkiye’de endüstrileşme ve zengin olma peri masalları satar. Bunu henüz başarmış Avrupa ve ABD’de satmak çoktan imkansızlaşmıştı.
    Değişik, hatta birbirinin tam tersi olan asıl nedenlerden, 1960ların başarısızlığıyla karşı karşıya kalırız. Bir yerde çoğunluk sefil, Avrupa ve ABD’de çoğunluk tüketicilikten ve seyircilikten başka bir şey bilmez ve zamanımıza egemen ideoloji NİHİLİZM’İ tamamıyla benimsemiş. Bol maaşlı emeklilerle dolu, yaşamak demek bolluk demek.
    1970lerde Türkiye solu Türkiye’yi ve devrimci olduklarından doğal olarak enternasyonalist olan sol dünyayı burjuvalaştırmak ister. Kapitalizmin hayranı Lenin ve Bolşeviklerin başardıkları TARİHİN EN BÜYÜK DEVRİMİNİ Türkiye’de yapma çılgınlığına kapılır. Bu çılgınlık tüm fakir ülkelerde Lenin gibi politika fırsatçılar arasında kontrol edilemeyen yangın gibi yayılır. Buna benzer bir tarih süreci daha önce yaşanmıştı. Avrupa ve sonra ABD de, dünyanın her yerinde egemenlik kurup okullarda kendilerine benzer entelektüeller yetiştirmişlerdi. O zaman da her yerde bu politika tüccarları kendi ülkelerini Avrupalılaştırmış, daha doğrusu burjuvalılaştırmışlardı.
    1970ler, ayni cambazlık, ayni entelektüeller, ayni amaç ama adı değişik. 1970ler Türk solu bütün şiddetiyle, en azından bu sitede, devam etmekte. Tek değişen ambalaj. Asıl olan burjuvalılaştırmayı tam yapmak.
    Ben Gorter’i bu 70ler Türkiye solcularının kim olduklarını yüzlerine vurmak için çevirmiştim. Gorter halihazırda 1921’de bunu görmüştü.
    Tabii dünyanın her yerinde asil ruhlular işin aslını gördüler.
    İşte o zamanlar Türkiye’de, bu Lenin’e tıpa tıp benzeyen bol maaşlı emekliyi Lenin gibi kudurtup ağzından köpük saçacak bir asil ruhlu Gülten Akın’ın 1976’da yazdığı bir şiir.
    Evleri yüksek kurdular
    Önlerinde uzun balkon
    Sular aşağıda kaldı
    Aşağıda kaldı ağaçlar
    Evleri yüksek kurdular
    Onbin basamak merdiven
    Bakışlar uzakta kaldı
    Uzakta kaldı dostluklar
    Evleri yüksek kurdular
    Cama betona boğdular
    Usumuzdaydı unuttuk
    Topraklar uzakta kaldı
    Toprağa bağlı olanlar
    (1976)
    Bol maaşlı emekli kudurur: Bİ-İSMİ-TEKNOLOJİ TEK ve ÇOK ÜRETİCİ (rahim kelimesinin kökenine bak)YANLIŞ ELLERDE! Yeni ve en son Bİ-İSMİ-TEKNOLOJİ TEK ve ÇOK ÜRETİCİ bize hem yukarıda hem aşağıda olmayı sağlayacak, betonda büyüyen ağaçlar büyüteceğiz, İNSANLIK’A hizmet eden televizyonlarla bakışlar hem yakın hem uzak olacak, dostluklara aynı Ulu Şef gibi facebok, twatter, youpoopla devam edilecek, hatta dostluğa bile gerek kalmayacak herkes benim gibi bo*unda boncuk bulacak, bol maaşla mutlu taş uykusuna dalacak, benim gibi eskiyi hatırlamaktan vazgeçip İLERİYİ hatırlamaya dalacak. TOPRAK ne demek? Nedir bu ilkelliğe hasret? Hayvan gibi yaşadığımız devirlere takılmış kalmışız. Artık her şeyi Bİ-İSMİ-TEKNOLOJİ TEK ve ÇOK ÜRETİCİ molekül formülleriyle yapılmakta. Biz artık CÜZİ bir ücret karşılığı istediğimiz kadını bile ısmarlayabiliriz. Ne güzel, değil mi? Hatta kadınlar da dâhil, bunların hepsi kısa bir süre içinde 3 boyutlu baskı makineleriyle anında taze yapılıp satılacak. Toprak istersek formülünü, miktarını, diğer özelliklerini evdeki makineye vereceğiz, hop! Makine istediğimiz toprağı kusacak. Neden benim beynim kadar temiz beton ve camlardan oluşan süpermarketlerde günümüzü gün etmiyoruz?
    Yükseğe kurulan tek şey, tarihte her zaman bir azınlık cambazların YARATMASIYLA her zaman çoğunluğun UYGULAMASINI karıştıran şaşkın Childe’in MERDİVEN’İ!
    Bir Uyarı:
    Sayın yandaşlarım, bizi kandırmaya çalışan, Merdiven’i kafamıza vuran, Childe’in derinliğini anlamayan bu pipsqueak adlı cahile birkaç eve yakın örnek verelim.
    Osmanlılarda reformlar “halk” arasında başladı. Atatürk’ün getirdiği yenilikleri “halkımız” getirdi. “Halkımız” ithal etti. Hatta yenilikleri ne Osmanlılar ne Atatürk ne de “halk” YARATTI, ben bol maaşlı emeklinin diyalektik-değişim-dönüşüm beynimi okuyan doğa ve tarih ve kaçınılmaz oluşmuş şartlar kendiliğinden YARATTI. Nesnelleşmiş bizler sadece UYGULADIK.
    Süpermarkete dönüş. Süpermarketlere benim gibi Merdiven tırmanmada çevik maymunluklar yapmış, hoplama zıplamalarla rahat emekliliğe kavuşmuş, ölümden sonra hayat olduğunun somut örneklerini görünce içim açılır. Enayi değil zeki olduğum nesnel onaylanır. Hele bütün bu maymunları aynı şeyleri istemeleri! Kara keçileri kaçıran Girard ne kadar haklıymış. Ne güzel hepimiz ayni şeyleri istiyoruz! Hele ne zaman Ulu Şefimin Barbara Cartlan’ın cana yakın, bol şekerli kitaplarına benzeyen satılık kitaplarını görsem gözlerim sevinç yaşlarıyla dolar. O’nun adına göğsüm kabarır, seçtiğim mesleğim gibi müritliğimde de hak yolunda olduğumu görür zevkten dört köşe olurum.
    İşte Batı, Lenin, 70ler Türkiye’sini ve bu sitede hala aptalca savunulan günümüzün en temel ideolojisi olan NİHİLİZM’İ gören diğer bir asil ruhlunun, Tarık Günersel’in, 1984’de yazdığı bir şiir.
    kopuk
    kelimeler.
    sahipsiz
    hedefsiz
    Boş kağıt. Hiç Bir Şey
    kılığında
    Çok Şey.
    Uçuşuyor algılarım
    sırrına varamadığım bu düzende.
    Vücudum, ben,
    çakılmış buraya, anısızlığa.
    Hiç bir sertlik bu yumuşaklık kadar
    sert olmamıştır; hiç bir kargaşa
    bu düzenlilik kadar altüst edici.
    “Kontratınız ebedileştirildi”.
    (1984)
    Bu defa Lenin’e tıpa tıp benzeyen 70lerde pişmiş diplomalı anarşist kudurur: KÜÇÜK BURJUVA! LÜMPEN PROLETARYA!
    Nihayet bu utanmazların ruhunu gören bir şiirden iki dize:
    The best lack all conviction, while the worst
    Are full of passionate intensity.
    En iyiler peri masallarına kanmazlar
    En kötüler iğrenç yoğun tutkularla dolarlar.
    Şimdi de her ikisi bir arada bağırır: KÖTÜMSER BİR KARŞI DEVRİMCİ!
    Gorter’in Lenin’e açık mektubunu bana 70lerde ölü balıklar misali akıma katılan, İngiltere’de din değiştirerek yine ölü balıklar gibi ama yeni bir akıntıya katılmaya hazırlanan getirmişti. İşin tuhafı bu cin politika tüccarı kitabın içinde kendini, 70ler Türk solunu, işçi olmayanları temsil eden komünist partisi PKK görmemişti! Önemli olan yeni akıntı anarşistliğin tezgahçılığıydı! Hatta daha da kurnaz bir tezgahçılığa uyanmıştı: kitap satış ticareti. Zaten bana karşı hıncı da benim bunu görüp kıçına tekme atmamdan kaynaklanır.
    Not: Bu eski / yeni Leninist anarşistin yıllarca yamaklığını yaptığı kendinden bile çok usta olan diğer pis ruhlu fırsatçıdan 06 Ocak 2016’da bir haber:
    “Vatan Partisi Lideri Doğu Perinçek, Başpiskopos Aram Ateşyan ve Baş Rahip Tatul Anuşyan’a gönderdiği mesajla Ermeni vatandaşların Noel’ini kutladı. Ermenice ve Türkçe gönderilen mesajda “Sizlere aydınlıklar, güzellikler, mutluluklar dilerim. Birlik, kardeşlik ve insanlık için gönül gönüle, el ele yaşama özlemini paylaşarak selam ve saygılar” ifadelerine yer verildi.”
    İyi kalpli bol maaşlı yeni/çok yeni pisliğin papağanlığını yapan bol maaşlı emekliye benziyor. Çok şekerli, mide bulandırıcı, orta sınıf geyik muhabbeti.
    Neyse.
    Bu İngiltere’de anarşistlik diploması kazanan anarşistliğin kafayı bakirelikle bozmuş Türkler arasında tezgahçılığının yapılacağını cin gibi çakar. Barınmak istediği Avrupa CV’sinde yeteri kadar devrimcilik bulamayınca, kıçına tekme atar. Türkiye’ye dönüp anarşistlik bayiliği ve bu kisve altında kitap satıcılığını seçer. Eski Leninizm’i bazı makyajlar ve bol emekli maaşlının değişen-dönüşen-diyalektiğiyle yeni anarşistlik ambalajı içinde satar.

    Özet:
    Daha çok kısa bir süre önce bu fırsatçılar fırsatçısı diplomalı anarşist, Gorter’in açık mektubuna rağmen abisine soran bir ineğe açıklama yaparken TARİHİN EN BÜYÜK DEVRİMİ lafını utanmadan kullanır ve gözlerini oyacağına veya kendisi intihar edeceğine, intiharı hiç bir akımın tezgahçılığını yapmayan bana tavsiye eder.
    Bu herif ultra modern, post modern bir anarşist: Merdivenci, ırkçı faşist bol maaşlı emekliyi destekler; Faceboklar, twatterlar, retwatterlar, youpooplar ve böylece dünyayı sömürenlerin en başında gelenleri besler. Solcuların dayanılmaz hafifliği olan ve salak bol maaşlının ağzında çiğnediği diyalektikle puf deyip “yanlış ellerden” doğru ellere geçecek teknolojiyi kendileri yuttuğu gibi mantıksal kaçınılmazlıkla diğer kendilerine benzeyen çoktan bu yolu tutan beyinsizlere yutturur gösterisine girerler. Bunlar, GİBİ GÖRÜNME devrinin fırıldakları.

  1396. Sayın 1390 (pipsqueak’den)
    Bu konuda bilgim sıfır kadar az. Tek bilgim protestanlığın üç silahşörlerinden biri olan İsviçre Luther’i Zwingli. Bana bu sitedeki gibi hem tarihte hem şimdi dünyanın her yerinde mantar gibi biten dolandırcı devrimcileri, dünyaya egemen olmuş olan düzeni hatırlatır.
    1. Zwingli bir meydanda Katolikliği eleştirir:
    “Katolikler kiliseleri altın gümüş gibi parlak şeylerle süsleyerek müminlerin gözlerini ve hislerini estetik yönlere çekip asıl olan maneviliği yok ettiler.”
    Buna genelde katılmasam da o zamanın bağlamı içinde katılırım.
    Zwingli kilselerden toplanmış bütün altın süslü şeyleri göle atmayı önerir.
    Şimdi hatta bravo derim, ama arkası var.
    Göle atmadan önce atılacak olanlardan altınları toplar!
    Bu sitedekilerin kapitalistsiz kapitalizm, zarasız ve nötr bilim-teknoloji, yanlış ellerdeki kapitali doğru ellere verme ilahilerine benzer.
    2. Zwingli’ye göre Musa’nın “hırsızlık yapmayacaksın” emri özel mülkiyetin kutsal olduğunu kanıtlar.
    Bütün bildiğim bu kadar. Sizi hayal kırıklığına uğrattıysam özür dilerim.

  1397. 1391-92
    Ruhunun pisliğini kusmuşsun yine. Konuştuğumuz şeyler. Ve bildik yalanların, iftiraların.
    *
    Küçük, böcek ruhlu insanlar
    1. tartışılmakta olan konuyu bırakıp, kişilik saldırılarına girişir.
    2. Bu tür böcekler düşman olmadan yaşayamazlar. kendi dünya görüşleri tutarsız, delik deşik olduğu için yalnızca karşısındaki düşünceyi eleştirir. Elbette bunu da yalanlarla yapar.
    3. Kanıtsız iddialarda bulunmakta utanmazlar; ikide bir “türkler” diyerek aşağılayan, yok edilmesini yazar ama yine de başkalarına Irkçı diyecek şaşkındır.
    4. Somut konularda rezil olur, sonra da sayfalarca uyduruk, başı sonu belirsiz, şizofrenik paragraflar yazar. (Ki gerçekten de bu hastalıktan şüpheleniyorum! Bu son iki yazı da kanıt olabilir… )
    5. Uzmanlık alanım değil; tedavi edemeyeceğim..
    Zavallı…

  1398. Pipsqueak’den 1388’e,
    Ben yazmasını bile zorla beceriyorum. Şiir yazmak benden evrenin diğer ucu kadar uzak. Eğer bende öyle bir yetenek olsaydı senin gibi putlara ve medya artistlerine tapanların yargılarını ciddiye almazdım.Siz hiyerarşi genleriyle doğmuşsunuz. Zaten ben bu siteye girdiğimden bu yana tek arzum sizler gibi hiyerarşiyi doğuştan getirenlerin suratlarına tükürmek.
    Yazdıklarım çeviriler. İyi veya kötü veya ilkokul çevirisi olabilir ama asılları eşsiz. Sen aşağılık duygusu içinde çıldırmışsın ne okuyorsun ne de ne dediğini biliyorsun.
    Senin beyinsizliğini görünce keşke son şiirlerin de yazarlarını belirlemeseydim düşündüm. Daha öncekileri gizli tutmama nedeni senin gibi dünyanın en adi insanlarının o güzel insanların adlarını ağzına almaması içindi.
    Son yazdıklarım Türk şairlerinden şiirler ama adlarını yazmadıklarım gibi güzel ve yüce ruhlular. Şiirleri biliniyordur diye adlarını saklamadım. Gösteriyi seven okumuş Türkler arasındaki kültür tüketimini hayli yüksek olduğunu bildiğimden nasıl olsa tanırlar diye düşünmüştüm.

  1399. Zaman, zaman bu sahtekâr, hasta, gösterişçi züppe, analitik zekâdan yoksun; bu kibirli, tahakkümcü, dinci fanatikler gibi budala, ince bir taktikle, bir şeytan yamağı, acınası bir karakteri olsa da, utanmadan kendine “zayıf-güçsüz” gibi bir rumuz seçmiş, Fethullahvari sinsi, zavallı bu adamı ciddiye alan ona sorular soran, öven, ezik ruhlular görüyorum…
    şeyh arayan müritler gibi…

    Bu adam mazoşist, otorite ile ezilmiş ruhların şeyhliğine soyunmuş bir züppe. Kuşkusuz ki o şizofrenik zekası ile kendine mürit, çömez bulabilir. Cehennem nedir ki; bu adamın dünyasıdır… Buyrun…
    *
    Bu sefil biz herhangi konuda bir makale yazsın… Görelim..
    *
    Bu bir asalak… Kağnı gölgesinde oynaşan taklitçi maymun…
    Ruh sağlığı elveriyorsa, kendine seçtiği konuda, derli toplu bir meseleyi yazsın da görelim..
    *
    Şeyh rollerine çıkanlar her zaman muğlak, belirsiz ve nefret cümleleri kurar.
    Hayat tarafından hakkının yendiğini düşünen bencil faşist ruhlu adamlardan biri.. Uzak olduğuna üzülen var mı; benzeri zaten tepemizde.. Bizi RTE düşmanlığı ile aşağılarken, burada özdeşlik kurduğu tek kişi o olabilir, o kibirli ruhu aşağısına katlanamaz..
    hasta, zavallı…

  1400. Pipsqueak’den
    Ağaçlardan dolayı ormanı görmez olduk. Biz özet yapmam gerekiyor. Ayrıntılar çok önemli olsalar da bazen ayıklamakta yarar var.
    Ben özgün anlamda gerici ve tutucuyum. Medeniyet ve Medeniyet’i övenlerden nefret ederim. En önde gelen örneği Devlet olan, Medeniyet ürünlerini hem beğenen/hem beğenmeyen muhabbet tellalları beni tiksindirir.
    Bu sitedekilerin hemen hemen hepsi bu mız mız orta sınıf ve eğer bir cümleyle ifade edersem, iyi yaşamak için yaşamaktan vazgeçmiş ölüler. Virüse benzerler, yaşayanlar sayesinde kendi gibi fırıldakları üretir, çoğalır, yaşamaya devam ederler. Sefillerin muhabbet tellallığı yapmalarının nedeni bu.
    Şimdi ayrıntılar.
    “Bol Maaşlı Emekli” takma adı sevmediği için bundan böyle adı ” Bozuk çalan Orta Sınıflı, BOS”, oldu.
    Hayatım, son 40-50 yıl Türkiye’de hızla artan, Avrupa ve ABD’de zibil gibi çoğunluğu oluşturan BOS gibi orta sınıflar arasında geçti. Avrupa’da bu orta sınıflar kendi kendilerinden tiksintilerini ayni Türk orta sınıfları gibi artık kalmamış burjuvalara yansıtırlar. Tarihin cilvelerinden ABD’de “burjuva” lafını sadece entelektüeller kullanır.
    Gerçi ben “bol maaşlı” etiketini tamamıyla sembolik, herifin ruhunu, özünü, isteğini, rahat yaşamak için yaşamaktan vazgeçmiş olduğunu simgelediği için kullanıyordum ama herif kelimesi kelimesine anlamış. Zaten bu çaylak her söylediğimi öyle anlıyor, bataklığa daha fazla batıyor. Bu BOS akıl yürütmek değil akıllı süt çocuğu olmak peşinde koşmuş ve hala koşuyor.
    Bu sümüklü BOS ayrıntılar açısından eşsiz bir maden. Ondaki DOĞAL zenginlik yeni bir big bang yapacak kadar enerji içerir. Kendini ne kadar işletsem, yüz misli daha maden çıkıyor.
    Irkçılık, insan doğası, Merdiven, faşistlik, özgür sosyalistlik, yöntem, köy-komün düzeni, nötr teknoloji, salt %’ler niceliklerinden oluşan kaliteden yoksun bir mahluk, ulu şefinin fedaisi yamak, dine karşı fanatik-bağnaz dinci, İslam-Arap ve daha genel olarak Merdivenin alt basamaklarında olanlara acıması veya düşmanlığı, akıl yürüteceğine akıllı süt çocuğu oluşu, saymakla bitmez madenler.
    Herif boşuna bolluğa tapmıyor. Bolluk ağzından köpüklere karışık sel olmuş akıyor. Doğrusu ben yetiştiremiyorum.
    ” Ben ilerlemeci değil, ‘re-organizasyoncuyum!'”
    Bu herif kendine bir özel mantık dersleri veren birini bulsa veya beyninin bir emarını çektirse hiç de fena olmaz.
    Zaten bu sitedekilerin çoğu bana, 1960larda radikal psikologların ileri sürdükleri tez olan ve dürüst düşünürlerin tasvip ettikleri, uslu ve akıllıların akıl hastanesini andırırlar.
    Tarihte kullanıldığı anlamda “İLERLEME” sadece ve sadece “daha iyiye gitme” anlamı taşır. Aksi halde bu salağın anladığı gibi sözlükte bir kelime. Eğer ‘re-organizasyon’ durumu daha kötüye götürecekse bu iyi kalpli BOS’un neden kötülük yapmak istediğini anlamak zor. Yok eğer daha iyi olacağını düşünüyorsa, o zaman BOS bal gibi İLERLİCİLİK dinin mümini. Dahası da var. Biraz, çok az tarih bilen bile bilime inanıp ilerlemeye inanmayanın bir kara cahil, aklına geleni söyleyen bir şaşkın olduğunu sanır. Tam doğrusunu bilen benim ustaca işlettiğimden kafayı oynatan bir çaylak olduğunu bilir.
    Buna benzer sayısız defa soytarılık etti, bir lise öğrencisinin bile hemen göreceği mantıksal uçurumlara düştü.
    “Senin salaklığının tescili şu; ben o aptalca bilgileri edinmekten, bilmekten söz etmiyorum; bu bilgilerle ne yapılacağın; olası çıkarsamaları yazıyorum.”
    Bu düşünce yanlış ellerde olan kapitalizmi ayakta tutan direklerden en önemli olanlardan ikisi:
    1.instrumentalism = araççılık = enstrümantalizm
    2. utilitarianism = utilitarizm
    “Acıyorum sana; kendine ne çok kötülük edersin sen…”
    Aman acıma! Cadıları yakanlar da onlara acıdıkları, yanlış yolda oldukları, şeytanın elinden kurtarmak için yakmışlardı.
    “senin gibi adamlar nasıl benim insanlıktan tiksinmeme yol açmıyorsa, bilimin de bugünkü sömürü ve alçaklıklara alet olması onu reddetmemi gerektirmiyor”
    Her şeyin hem iyisi hem kötüsü var, ben süpermekette doğdum büyüdüm, seöme (sosoyalist-) özgürlüğüm desene be kardeşim, neden böyle bilgiçlikle süslüyorsun?
    Fikret Başkaya’nın kitabını incelemeden alıntıların çoğu bu BOS’un bana karşı fanatik bağnazlığını içerir ama ben söylersem BOS kudurur, gözü görmez olur.
    Zaten inceleyen de, kitabın içerisi olan ve 50-60 yıldır düşünürlerin ve rezilliğin cefasını çekenlerin odakları olan konulara yeni uyanmış gibi.
    Sansür edilmeyişimin en az 10-15 yorumu yapılabilir. Seninki Anarşist diplomalı şefine yaltakçı yorumu.
    “Batılılar, sattığın bu züppeliği yemiyorlar mı?”
    Hayır yemiyorlar. Hepsi senin gibi bolluğun taş uykusunda. Yine cahilliğini sergiledin. Dünyanın her tarafında yüzyıllardır bilinen bir gerçek: çoğunluk doğru konuşanı değil kendine sen ve şefin gibi umut hapları dağıtanları tercih eder. Hatta bu “politika”nın bir tanımı bile olabilir.
    Hayatım Detroit’de kamyona kar doldurup İsviçre kayak istasyonlarına satmak isteyenlerden tut ta suyla otomobil yürütecek buluculara kadar züğürtler arasında geçtiği için anlıyorum ve bu duyguları hoş görüyorum. Karşı değilim. Umut, umutsuzlar için. Ama umut satmada unutulan bir sorun var.
    Bekle sorunu. Bu herif bir ara 10 yıl da olsa, 100 yıl da olsa, 1000 yıl da olsa Nuh zamanından kalma devrimci benzeri umut hapları dağıtmıştı. Söylemeye gerek yok sanırım, rahatlık içinde olanın bu aslı yerine zamanda cömertliği anlaşılır. Yalnız artık zaman artık tek başına düşünülemez, zaman-mekan ayrılamaz. Nerede-ne zaman beklenecek? Bu dünyada mı? Şimdi cennete kavuşmuş eski devrimci, demokratik Kürtler, hoş görülü aleviler falan filanların kapak attıkları ve para içinde yüzdükleri Avrupa’da mı? Köy-komünlerde mi? Uzayda bulunacak yeni gezegenlerde mi? Aradan geçen zaman içinde bu insanlar çok değişmiş olacaklar. Belki aynı bu sitedekiler gibi kölelikten hoşlanacaklar. Tam özgür olduklarına inandıkları için sümüklü BOS gibi köleliklerini göremezler. Hem kapitalist ülkelerde hem de kömünist ülkelerde bu uyutma yapıldı ve yapılmakta. Ama belki de bir gerçek uyanma olacak ve bu sümüklü BOS, ulu şefi ve sitede dolup taşan diğer orta sınıflıların hayal ettikleri yaşam onlara, şimdi bana göründüğü gibi, kitsch görünecek. Aynı benim gördüğüm gibi, ölmüşlerin yaşam duaları, yaşam hasretleri olduğunu görecekler.
    ” sana saygı duyabilecek salaklara yazıyorum bu satırları”.
    Bak şu babacılığa! Bak şu paternalizme! Ya babacılık veya kapı kollayan köpeklik. Her halükarda, sitedeki yazıları okuyanlara bir hakaret.
    Bu laflar Türkiye sorunlarının dışarıdan yaratıldığı, içerden eleştiri yapanların dışarıdan kışkırtıldığı cadı kovalama masallarına benziyor.
    “Lüks tüketimden bıkmış kuş beyinli burjuvalar henüz burada yok…”
    Belki doğru, ama tam emin değilim. Son geldiğimde tüketicilik tahsilliler ve hatta sıradan halk arasında en çok çiğnenen sakızlardan biriydi. Hüsnü kuruntunla alay etmemek imkansız. Sen galiba tense, senin gibi 19. yüz yıla saplanmış kalmış, ağır başlı, uslu-akıllı Atatürk evlatları burjuvalar var demek istiyorsun galiba. İyi uykular!
    Dünya insanlarının %99,9’u burjuva olmuş. Sümüklü BOS hala Doğu- Batı konusuna saplanmış. Bu benim madencilikte ustalığımı kanıtlar. Üstelik politika tatlı şerbetleri dağıtmada usta ulu şefi, “Güney-Kuzey daha gündemde ve daha moda”, olduğunu daha söylememiş! Ayıp, ayıp. Belki de derslerin uzayıp gitmesini böyle sağlıyor, emek-ücret cilveleri olmalı.
    Hem ben milliyetçi değilim ve milliyetçilerden nefret ederim. Kaç defa yazdım anlamıyorsun. Milliyetçilik enayiyle dolandırıcıyı kardeş yapar. Sen ve diplomalı ulu şef gibi.
    “1950′lerde Sosyalistlere yönelik o gülünç iftira gibi….”
    Seks konusunda diplomalının sadık uşağı olmayı, tatlı politika şerbetleri dağıtmayı iyi öğrenmiş. Kendi yalanına kendi inanıyor. Etrafındaki seks açlığını ve buna hitap eden endüstriyi görmekten aciz. Seks açlığı içinde büyüdüğü için seks yerine bol şekerli laflarla yetinmiş. Freud orta sınıflar için ne demişti?
    Ama en önemlisi sümüklü BOS süt çocukluğunu, korkaklığını, parti üyesi olduğunu bir daha göstermesi: Destek ihtiyacıyla iflas etmişlerin ucuz malları olan “sosyalist” falan filan boş lafını ekler. Buna 1950lerde EMEK METAFİZİĞİ adı verilmişti. Tarihin tamamıyla kesin bir bağlamındaki fikir siz politika tüccarları arasında tarihdışı umut olmuş, din olmuş. Kendine daha bilgili bir diplomalı şef bulsa ve mantıkta özel dersler alsa fena olmaz. Ama yine de emarla beynine baktırmasını tavsiye ederim. Akıl yürütmek başka, uslu-akıllı olmak başka.
    EN BÜYÜK ÖZET: BU SÜMÜKLÜ OS MÜTHİŞ BİR MADEN OCAĞI!

  1401. 1397…
    Gerici ve tutucuları sevmem. Tiksintimin nedeni bu olmalı. Sanki sende yeterli zeka var da “şaka yaptım”, “oynuyorum” mavraları sallıyorsun. Bu işleri yapacak çapın yok; unutma sen taklitçisin.
    Zeka, öngörü olsaydı benim G. Zileli ile zerre kadar bir çıkar ilişkisi içinde olmadığımı anlardın. Senin o rezil yazılarını buraya koyan insan, aynı şekilde yazdıklarımı yayınlıyor. Senin karakterin bozuk; ekşimiş ayran, kokuşmuş, yemek, küflenmiş, acımış peynir gibi. Bu yüzden her ne bilirsen bil, sen bu bilgilerle insanlara-hayata-kendine de zarar verirsin; (bu halde olduğuna göre epeyce zarar vermişsin zaten..) her güzelim bilgiyi karakterinden geçirip yozlaştırırsın. Bu sebeple seni teşhir ediyorum..
    Bu yalanlara, sahtekârlıklara olan ihtiyacını hiç bir zaman anlayamayacağım…

  1402. Hollandalı tarihçi ve “kültürel tarih” ekolünün kurucularından Johan Huizinga’nın 1938’de yayınladığı “Homo Ludens” adlı kitabı inceleminizi öneririz sayın “ogürsel”.

    Sayın “pipsqueak”, bu kitap da dahil olmak üzere, “oyun oynamak” üzerine yıllarca edindiği tecrübeleri sayın Zileli’nin sitesinde de uyguluyor.

    Eğer “Homo Ludens”i incelerseniz, sayın “pipsqueak”in metotlarını bir nebze idrak edersiniz.

  1403. Pipsqueak’den
    Gerici, Tutucu, İlkelcilik Sayfalarından Birkaç Yaprak
    Asıl amacım hayatı emir alıp emir vermeyle geçmiş ücret kölelerini, hayatı politika köpek kavgaları içinde geçmiş gazeteci-militanları, kısacası bu siteyi dolduran İLERİCİ Atatürk evlatlarını kudurtmak veya (inşallah) uyarmak.
    Türkiye’de kitap çevirisi ve satışı, okul, eğlence, seyircilik endüstrisinin en devasa endüstriler arasında olduğunu bildiğim için nasıl olsa okumuş yazmış AYDINLAR kaynakları hemen cin gibi bilirler diye es geçip belirlemedim.
    1. Gelecek ne gösterecekse göstersin, geçmiş, kendi ürettiğiyle yaşamanın ve geleceğin ne olduğun bilmenin ruhlarına serinlik sağladığıyla övünen insanların çoğunluğu oluşturduğu, tarla sürdükleri sabana ve kullandıkları araçlara sahip olduğu sosyal düzenin en yüce, en şahane bir düzen olduğunu gösterir.
    Hayatı ücret köleliğiyle geçmiş kudurur. Oğlum ve ben YENİ TEKNOLOJİYLE kuracağımız köy-komünlerde tarlaları yediğimiz fasulyenin yellerliye ekip biçeceğiz. Yapacak hiç bir iş kalmayacak. Herkes şu an ben ve oğlum gibi bolluk içinde olacak, düzenle ve kendi kendileriyle barış içinde oğlum ve ben gibi yellenip duracaklar. Eğer bir şeytan size radikal psikiyatristlerin asıl kafayı yiyenlerin, asıl akıl hastalarının ben ve oğlum gibi bu düzene uyum sağlayan, uslu, terbiyeli, ücret köleliğinden gurur duyanlar olduğunu söylerse, sakın inanmayın.
    2. Hiç kimse gelecekte, düzeni elde tutanların ayni oyununu oynayan ama binlerce kıvırmalarla değişik gibi gösteren dolandırıcıların affediliceğini ama oynamayanların orta sınıflı köleler tarafından şeytan ilan edileceklerini düşünemezdi. Diğer bir deyişle, oyunu oynar ama işi elde tutanlar gibi sahtekarlık yaparsan seni affederler ama oynamazsan seni perişan ederler.
    3. Hiç kimse hayatını ücret köleliğiyle geçirenlerin köleliklerine katkıda bulunan Newton gibi içi kurumuş bir dahiye saygı duyacaklarını tahmin edemezdi. Çünkü, “dahi kendine has bir dünyada yaşar, zanaatkarın komşuları var.”
    4. Tiyatrodaki sahnenin arkasında yangın çıkar. Soytarı seyircileri uyarmak ister. Seyirciler soytarı espri yapıyor diye gülerler. Soytarı ısrar eder, seyirciler kahkahalara boğulurlar. İşte dünya bir soytarılığa inanan çağdaş orta sınıf tinsellerin kahkahalarıyla sona erecek.
    5. İlkellerin dilinde fiil çok, medenilerin dilinde isim çok. Onun için medeniler kendi tarihlerini yaratırlar, ilkeller oldukları yerde sayarlar.
    6. Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.
    Materyalist umut afyonu dağıtan fanatik bağnaz laik dinciler ayni karşı geldikleri dinler gibi hakikate dünyanın sonunda erişeceğimizi savunurlar, ama buna bilimsel adını verip inanmakla kendilerinin daha da enayi olduklarını görmezler.
    Orta sınıf ücret kölesi bağırır: Yetiş Ya Hızır Diyalektik Unutulmuş!
    Bu zavallı sonradan görmüş çaylak mümin, modern bilimi aşan ve içeren Yöntem = Verimlilikle diyalektiğin bağdaşmasının imkansızlığını da bilmez.

  1404. Zavallı Şeytan Yamağı…
    A) 1. Yine salak, salak Şeyh teraneleri döktürmüşsün. Bu denli sığ bilgilerle, bu denli yalama fikirlerle senin Şeyh’liğin buralarda alıcı bulmaz.
    Bak örnek vereyim; ben senin gibi desteksiz sallamam.
    a)”İlkellerin dilinde fiil çok, medenilerin dilinde isim çok. Onun için medeniler kendi tarihlerini yaratırlar, ilkeller oldukları yerde sayarlar.” Ne budala ıkınma bu.
    b) “Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”
    Ne budala cümle;” böyle rasyonel, bilimsel araştırmaya dayalı” inanç arayan kim; böylesi inanç arayan salaktır! Sen aramıştın ama bulamadın da mı bu hale geldin? Bu cümle de senin zekâ çapını ele veriyor… Sığ bir insan böyle soru üretir.
    c) Derdin ne senin? Bu ne kibir. Tıpanı çıkart; ne çok gazın var; şişmişsin. “Newton gibi içi kurumuş bir dahiye…”
    kendi hakkında korkunç yanılsaması olan bir zavallısın sen; kendini dahi sanan bir borderline zeka!

    ***
    B) Senin gibi şeyhlik postu kapmak isteyen bir karakter, herkesi kendi gibi rezil bilir. Burada çok insanın bir kişisel hesabı olmadığını, senin gibi çürümüş ruhlar anlayamaz. Zerre kadar yararını görmeyeceğimiz, her zaman zararını gördüğümüz inançlarımız, samimi düşüncelerimiz ancak senin gibi bir züppe tarafından böyle aşağılanabilir. Bu “yöntemi”, yalnızca aşağılık ruhlular anlayamaz ve utanmazca aşağılamaya kalkışır.
    ————————————————————
    1399’a.. Müridini seçmene karışmam. Bu şeytan yamağı oyun oynayabilecek ne zekâya sahip ne de oynadığı oyunların ciddiye alınacağı bir tutarlılık ve erdeme.. Bu adam, hasbelkader yurtdışına kapağı atmış, hasbelkader mecburen diller öğrenmiş bir doğu’lu ezik; okuduklarından anladığı, işporta pazarında teknolojik mallar satanların, sattıklarından anladığı kadar.

  1405. Sayın Ogürsel,
    Bizi yanlış anladınız. Biz sayın “pipsqueak”in müritleri değiliz. Oyun oynamayla zeka arasında kurduğunuz ilişkiyi de pek anlamadık. Erdoğan çok mükemmel oyun oynuyor. Oyununa düşenler de var düşmeyenler de. Biz sizin oyuna geldiğinizi gördük, uyarmak istedik. Siz kızıyorsunuz, o eğleniyor.

  1406. Zerre kadar yararını görmeyeceğimiz, her zaman zararını gördüğümüz inançlarımız, samimi düşüncelerimiz ancak senin gibi bir züppe tarafından böyle aşağılanabilir.

    ‘Yararını görmeyeceğimiz, zararını gördüğümüz inançlarımız’ derken, yani ‘inanç’ kelimesini kullanırken, din-ler-i mi, bir/birden çok ‘yaradan’ın varlığına ve buyruklarına inanıp/inanmama durumunu nu kastettiniz?

    Olumsuz/kötü/belki de düşmanca anlam yüklediğinizi tahmin ediyoruz. Eğer tahminimizde yanılmıyorsak, din-ler-e, ‘yaradan'(lar)a olumsuz yaklaşmanızın sebeplerini açıklar mısınız?

    İlkelden ‘olumlu’ yaklaşmak, aynı şekilde, ilkelden ‘olumsuz’ yaklaşmak, bunlar toptancı tavırlar değil mi?

  1407. Oyun oynamak doğrudan zekâ ile ilgilidir. Bayağı insanların oyunlarında ilginçlik olmaz. Satranç da, dama da bir oyundur.. Ben de dama oynamaktan hoşlanmam.
    *
    Sahtekâr çocuklar vardır. Poposu sıkışınca “şaka yaptım” diyerek yan çizmeyi denerler. Şeytan yamağının da oyun seviyesi, ahlakı bu.
    *
    Onun zeka çapını yansıtır bu cümle.. yineliyorum; adamınızı tanıyın.

    “6. Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”

    Seküler, aklını kullanan insan için bilimsel, diyalektik materyalist görüş için, bu şekilde adlandırılamayacaksa da yazalım, “inanç”, zaten bu yöntemin, sürecin kendisidir. Sonuçları değil… Dinsel dogmayla zihni zehirlenmiş,15 yaşındaki bir çocuk bu soruyu böyle sorar. O kitapları okuyup da bu cümleyi yazmak.. ne hazin!

    Adam her somut meselede gözümden düştü.. Ben de başlangıçta bir b.k sanmıştım! Bu kadar konuşmasa “molla” sanacaktık..

  1408. 1403.. siz “köyden yeni mi geldiniz?”
    Benim yaradanla ne alakam olabilir.
    ne yazmışım… “inançlarımız, samimi düşüncelerimiz”
    Yaradan burada nerede?

    Ama açıklamama vesile oldunuz; ben Şeytan Yamağının andığı anlamda “yarar-zarardan” söz ediyorum. Kendi adıma seçimimde pişman olmadığım bir hikâyeyi ona anlayacağı dilde anlatmaya çalıştım.. siz de ne anladınız..
    O insanlıktan çıkmış olduğu için, kimi insanî halleri hepten unutmuş; pişkince de saldırıyor. Paranoyak. Burada salt düşünsel bir tartışma söz konusu. Hatta sohbet. O çıkmış gösteriş yapıyor; Şeyh’lik havaları ile herkese ayar çekiyor; kendi ayarı yokken.. Hesap, kitap, beklenti, biat, patronluk olmadığı halde ısrarla yalan söylüyor.. ..

    ‘Yararını görmeyeceğimiz, zararını gördüğümüz inançlarımız’ derken, yani ‘inanç’ kelimesini kullanırken, din-ler-i mi, bir/birden çok ‘yaradan’ın varlığına ve buyruklarına inanıp/inanmama durumunu nu kastettiniz?”

    Buradaki “inanç” insanın daha adil, daha hakkaniyetli ve “özgür” bir dünya için hem de değişebilen süreçlere bağlanma arzusu ve eylemidir. Hem de yaradana sığınmadan; yalnızca “doğru-adil” bildiği için… O, bir ayak bağı; çünkü çok ketum!
    *
    Ne yazık ki, bilinen yaradan bize bu konuda bir şey söylemiyor; bağlantı kopuk.. haa, peygamberler mi? Yahu tüm evreni yaratan bir yaradan ile o peygamberlerin masalları arasında bağ-ilişki gören de kendi aklını sorgulasın…

    Tanrı olabilir, olmayabilir ve bu kimseyi ilgilendirmez! Bağlantı yok çünkü!

  1409. 1404 (Piisqueak eğlenmesine devam etmekte)
    Bak yine oyuna geldin, kudurdun
    “6. Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”
    Bunu söylen sen ve o salak ulu şefin gibi milyonlara bedel, dünyanın en radikal insanlarına ilham olmuş bir filozof.
    Her neyse. Sen ve Ulu Şef’ine mesajım değişmedi:
    “Oedipus annesiyle yattığını öğrenince gözlerini oyar. Bizimkiler din değiştirip anarşist olurlar ve bolluğa kavuşma dinini yeni ambalajla satarlar.”
    Aşağıda sen, Ulu Şefin ve bu sitede dolup taşan gibi orta sınıf tinsellerle ilgili alıntı da aynı filozoftan:
    4. Tiyatrodaki sahnenin arkasında yangın çıkar. Soytarı seyircileri uyarmak ister. Seyirciler soytarı espri yapıyor diye gülerler. Soytarı ısrar eder, seyirciler kahkahalara boğulurlar. İşte dünya bir soytarılığa inanan çağdaş orta sınıf tinsellerin kahkahalarıyla sona erecek.

  1410. Ah, Şeytan Yamağı,
    Beni ne çok hayal kırıklığına uğratıyorsun. Ben başlangıçta senden bir şeyler öğrenmek, bildiklerimi sınamak için tartışmaya girmiştim. Sonra böbürlenmelerini, konu dışına çıkan hakaretlerinle de karşılaşınca, bir entelektüel çatışma zorunlu oldu. Sana “müritlik” yapmak isteyenleri görünce bir “kamu görevi” yapmak zorunda kaldım. Derdim sen değilsin; gösterişçi züppeliğini teşhir etmek istedim.
    Eğleniyorum. Senin o çok dilli cehaletini, kavrayışsızlığını, kitap adları sallayan kofluğunu gördükçe, eğlenceme zaman, zaman üzüntü de katıldı ama o yalan ve iftiraların, bu üzüntümü çabucak giderdi ve geride salt eğlence kaldı.
    *
    Senin zihinsel sefaletinin “diseksiyonunu” aşağıda alıntıladığım 3 cümle içinde yapacağım.

    ““6. Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”
    Bunu söylen sen ve o salak ulu şefin gibi milyonlara bedel, dünyanın en radikal insanlarına ilham olmuş bir filozof…”
    *
    Neyse, “oyun oynadım” diyerek kaçmamışsın; kavrayışsızlığının arkasında durmuşsun; Özürün kabahatinden büyük. Demek “radikal bir filozof” yazmış ha.. Ne gülünç bir savunma; ne zavallı bir sığıntılık..
    “Abi ama Kuran’da yazıyor; .. peygamber söylemiş!” Marks, Lenin söylemiş.. Eeee. Bu sığ analizi sindirecek miyiz?
    Demek bu aptal cümleyi bir radikal filozof söylemiş. Tabi çok zaman olduğu gibi yanlış çevirmiş, yanlış anlamış değilsen bu cümle her kim yazarsa yazsın salakça!

    Bu cümleyi yazan-inanan-saygı duyan zihniyet, Put’lara tapma “paradigması” içinde yaşayan bir kafada taşınır. Sen nasıl cımbızladın bilmem, ama ne anladığın da ortada.

    Yineliyorum; inancı bir nesne-ler, tek bir somut ürün-ler haline getirmek, ilkel çağlara ait bir “episteme”.. ; senin primitif zekâna da uygun olabilir.
    İtiraf ettiğin gibi Taklitçisin ama aslında dogmatiksin. Zaten taklitçiler dogmatik olur.

    “Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa…” Hani önceki çağlarda inanç ilksel insanların “çocuk aklına” aitti; bu aklın somutladığı ürünlerdi ya.. .. Eee.. şimdi de “bilimsel-seküler aklın” ürettiği ürünlere mi tapılacakmış! Tam da geri zekalı bir eşleştirme.. Oysa seküler, bilimsel akıl inanç, metafizik ya da fizik bir nesne ihtiyacını ortadan kaldırır. İnancın kendisi “Tabiat ve evrenin sonsuzluğu” ve “uyum” içinde yaşamayı becerebilmek.. tapılacak değil, üzerinde uğraş verilecek entelektüel alanlar inanılacak-araştırılacak-sorgulanacak değerler, kavramlar haline gelir.

    Sanırım bunları anlayamayacaksın; Radikal bir filozof yazmadı ve sen “marka” olmayan düşünceleri taşımazsın…
    Sanırım hayatın bu düşünsel sefalete yazgılı; sana o saçma sapan, kendine çeviremediğin filozoflarınla mutlu bir hayat dilerim; imkânsız da olsa..
    **
    “… Bizimkiler din değiştirip anarşist olurlar ve bolluğa kavuşma dinini yeni ambalajla satarlar.”
    Bu mu aşağıladığın şey.. “din değiştirme” aşağılanacak bir olgu mudur? Ama sen değiştiremezsin; aynı babasından edindiği din’i değiştiremeyen taş kafalılar gibi.. Din değiştirmek de bir zekânın “sıçrama” halidir; salyangozlar sıçrayamazdı değil mi?

    Sen bitmiş bir adamsın..

  1411. ogürsel, şunları okumamışsın, yazıp duruyorsun, atıp tutuyorsun:

    Samuel Noah Kramer: History Begins at Sumer,
    Marshall Sahlins: Stone Age Economics: Age of Abundance,
    Marshall Sahlins: The Western Illusion of Human Nature,
    Jacques Cauvin: The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture,
    Stanley Diamond: Searching for the Primitive,
    Chuang Tzu: The Complete Works,
    Pierre Clastres: Society Against State,
    Pierre Clastres: Archeology of the Violence,
    Tim Ingold: Hunters, Pastoralists and Ranchers,
    Eduardo Viveiros de Castro: Images of Nature and Society in Amazonian Ethnology,
    Michael Taussig: The Devil and Commodity Fetishism in South America,
    Richard Borshay Lee, Irven DeVore: Man the Hunter,
    Philippe Descola: The Ecology of the Others,
    Hans Peter Duerr: Dreamtime: Concerning the Boundary between Wilderness and Civilization,
    Henri Frankfort: The Birth of Civilization in the Near East,
    Jean Bottero, Clarisse Herrenschmidt, Jean Pierre Vernant: Ancestor of the West : Writing, Reasoning, and Religion in Mesopotamia, Elam, and Greece,
    Christopher Hill: The World Turned Upside Down,
    Ernst Bloch: La Philosophy de la Renaissance,
    Max Horkheimer: Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire,
    Crawford Brough Macpherson: The Political Theory of Possessive Individualism: From Hobbes to Locke,
    Alain Testart: Le Communisme Primitif,
    Johan Huizinga: Homo Ludens,
    Richard Henry “R. H.” Tawney: Religion and the Rise of Capitalism (tabii klasik Weber de dahil),
    Karl Paul Polanyi: The Great Transformation,
    Fernand Braudel: “Civilization and Capitalism” ve “La Dynamique du Capitaisme”,
    Deirdre N. McCloskey: The Secret Sins of Economics,
    Immanuel Wallerstein: Utopistic,
    Christopher Lasch: The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations,
    Jacques Camatte: The Wandering Humanity,
    Guy Louis Debord: Society of the Spectacle,
    Jacques Ellul: Technological Society ve bütün kitapları,
    Richard T. Drinnon: Metaphysics Indian Hating & Empire Building,
    Lewis Mumford: Bütün kitapları,
    Mircea Eliade: Bütün kitapları,
    Sven Lindqvist: Exterminate All the Brutes,
    Norman Rufus Colin Cohn’un eski kitabı “The Pursuit of the Millennium: Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages” ve daha yeni kitabı, “Cosmos, Chaos and the World to Come: The Ancient Roots of Apocalyptic Faith”,
    Ivan Illich: Rivers North of the Future,
    Günther Anders: The Obsolescence of Man: On the Destruction of Life in the Epoch of the Third Industrial Revolution,
    Fredy Perlman: Against His-Story, Against Leviathan,
    Samuel Butler: “Erewhon: or, Over the Range” ve “Erewhon Revisited Twenty Years Later, Both by the Original Discoverer of the Country and by His Son”,
    John Zerzan: “Future Primitive and Other Essays” ve “Against Civilization: Readings and Reflections”,
    Étienne de La Boétie: The Discourse on Voluntary Servitude, or the Against-One,
    James C. Scott: J. C. Scott’ın “The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia”

  1412. Pipsqueak’den
    Din-mit, bilgi, bilim karıştırma hakkında.
    Bu yazı sitedeki bazı dahilere hitap etmez. Bu dahiler aradaki farkları bilirler.
    1. Din-mit = insanları kandırma;
    2. Bilgi = bilim olmak isteyen ama bir türlü başaramayan;
    3. BİLİM = BOLLUK TEKNOLOJİSİ.
    Bilim sınırlarını tespit ederek 20. yüzyılı sarsan ve felsefisi dünyanın tüm filozoflarını etkileyen filozof, kitabının sonunda bu sınırlar içinde olmayan sorularda susmalı der ve ekler “ama en önemli sorular, sorulmaması gereken sorular!”, der.
    Tabii bununla din ve mitlerin sorularını kasteder. Sadece bilim = bolluk müminleriyle değil, bilimin çok daha geniş anlamda ele alındığında bile sonsuz kısıtlılığını ima eder. Yüce ruhlu, asil, dürüst büyük düşünürler mit-din önemini bilirler. Şairler de.
    Bu sitedeki dahiler bir çeşit bilim = bolluk teknolojisi amigoları. Hakikati olduğu gibi görenler.

  1413. 1407
    Seni pompalayan Ulu Şefin sana öğrettiği %50 anarşistlik ancak bu kadar olur. Sen dünyada en yaygın ideoloji olan ve bilim-teknolojiyle başarılan nihilizmi sindirmiş bir uykuda gezersin. Güçsüzlük, uzmanlık, bilginin tekele alınmış olması seni boş basmakalıp laflarla bilgiyi küçümsemeye sürüklüyor, farkında bile değilsin.
    Sana Merdiven’i veren G. Childe’in düşmüş olduğu kapitalizmin bir kopyası olan 19 yüzyıl Marksizm gafletini etraflı anlattım, Girard’ın antropolojide ve Eski Ahit’de olmayan alıntıları uydurduğunu söyledim. Irkçılığının, faşistliğinin, milliyetçiliğinin Childe’in Merdiven’inden kaynaklandığına işaret ettim. Bilim adamalarından alıntılarla bilimi bolluk teknolojisi olarak algıladığını, bilim bilginin kulak misafirliğini geçmediğini (yer çekimi, telepatiyi, kuantum fizik ve benzeri konularda sıfır oluşunu) yüzüne vurdum. Ulu Şefinin sadece yaftasını değiştirip ayni masalları yeni ambalajlarla sattığına sadece “özgür üniversite” gibi bir hiyerarşi üreten kurumla söyleşi yapması bile seni uyandırmıyor. Daha kısa bir süre önce Bolşevik darbesine Dünyanın En Büyük Devrimi diyecek kadar bir türlü eski özünü kaybetmemiş olduğunu görmekten acizsin. Ona anarşist olduktan sonra bile ” artık ürün Devlet’i yaratmaz, Devlet artık ürünü yaratır” olduğunu anlatmam deveye hendek atlatmaktan zor oldu. Sen din değiştirmeyle olgunlaşıp konuları daha derinden görmeyi karıştırıyorsun. Kendisini yeni anarşist diye satan Ulu Şefinin Marksizm’in basit bir dış tezahürü olduğu ve çok daha derinde yatan Gençlik ve İlericilik’in asıl dinleri yutmuş olması benim için kafiydi. Sen de köküne kadar yutmuşsun.
    Sen daha başta teknolojinin nötr olduğunu, kapitalistsiz kapitalizm hayalleri kurduğunu, her kapıyı açan anahtar “yanlış ellerde” safsatanı açıklayınca senin de ayni Ulu Şefin gibi basit bir politikacı olduğunu anladım. Dünya ve insanlık yok olması noktasına gelmiş, son 50-60 yıldır en çok üzerinde durulan bu konu olmuş, siz hala hoplayıp zıplayıp ayni Avrupa ve ABD’deki moronlar gibi pozitif olma terapisi yapıyor, çok şekerli şerbet dağıtıyorsunuz.
    “Marks, Lenin söylemiş.. Eeee. Bu sığ analizi sindirecek miyiz?”
    Ben senin Marks ve Lenin’in ana fikirlerine tamamıyla, bütün varlığınla katıldığını çok iyi biliyorum. Ayni Ulu Şef gibi yafta değiştirmek, zamana uygun basmakalıp eleştiriyle işi kapatıyorsunuz. İşin asıl acı tarafı her ikiniz de bundan tamamen habersizsiniz, kendi yalanınıza inanıyorsunuz.

  1414. 1408
    Yalakalar. Madem o kadar okudunuz. Şu yukarıdaki tartışmaya girin. Gösterişçiler. Bu liste züppeliği acınası. Siz sizde kalanı yazın da görelim. Şeyhinizden kaptığınız numaraları bırakın.
    *
    1409
    Kısa devre olmuş galiba. Konuyu unuttun galiba. Seyhlik mavraları mı yine?

  1415. Cepten yazıyorum. Çift galiba ıçin özür

  1416. Sayın 1408
    Eğer sizler o meşhur TZMcilerseniz, lütfen gerisini okumayın.
    Yok değilseniz, eşsiz nitelikler taşıyan kitap listeniz için size saygımı iletmek istedim. Yazdıklarınız bana acı da verdi, eski günlerimi, Detroit’i hatırlattı, duygulandım. Sanki sadece buradaki evime girip okuduğum kitaplar değil, Detroit’deki evime girip kitaplarımı görmüş gibisiniz. Eminim siz de biliyorsunuz eklenecek birçok kitap daha var. Ama şu an beni çıldırtan enayileri bataklığa sürükleyen, her kapıyı açan salak basmakalıbı olan “yanlış ellerde” nakaratın ne kadar eskilere gittiğini anlatan ve taş üzerine yazılmışlardan derlenen şu kitaba bir göz atmanızı isterdim:
    Ancient Near Eastern Texts
    E dited by Ja m e s B. P r i t c h a r d
    Bu “10 kitap okumakla nasıl %50 anarşist olunur veya salaklara 10 günde %50 anarşist olma kitapları satan site gerçekten beni üzüyor. Tekrar ve tekrar ettiğim son 50-60 yıl araştırmalar, eleştirmeler adlarını yazdığınız dürüst düşünürlerin eserlerinden bir teki bile yok. Genellikle 19. yüzyıl klasik anarşistlerin kitapları anarşistlik süsü ve ticaret için sergilenmiş. Sanki o yazarlar bilgilerini gökten inen ayetlerden öğrendiler. İnsanı anarşist futbol takımı amigosu olmaya heveslendiren, eşsiz eserlerden bir tanesinin adının bile bu sitede olmayışı gerçekten çok çirkin ve çok üzücü.
    Rahatlıkla kabulleniyorum: asıl olan bu rezillik dünyasını değiştirmek. Ama bu ümit edildiği kadar kolay mı? Medeniyet başladığından bu yana sadece ve sadece bir sosyal devrim oldu: baştan beri rekabet içinde olan kovboylarla tüccarlar arasındaki maçı kovboylar kaybetti. Ondan sonra ne zaman devrim hayali kurulsa bu tek devrim modeli dili, düşüncesi, istekleri, dünya görüşüyle iç içe girmiş bir şekilde ifade edilir. Bu saplantıyı binlerce arasında biriyle ifade edeceğim:
    “Orta Çağ öldü, hatta sanki hiçbir zaman var olmamıştı. Allah, selamet, bu dünyayla öbürü arasındaki bağ, adalet, tek güç kaynağının ilahi olduğu, … Machiavelli için bu Orta Çağ sorunları artık yok. Bir tek gerçek var: Devlet. Bir tek olgu var: Güç. Bir tek sorun var: Gücü Devlet’de toplamak, kullanmak ve idame ettirmek.”
    Bence bu sitede soytarılık yapanlar tarih boyunca yüz binlerce direniş yerine dikkatlerini kazananların tarihine ve o tarihin baş artistlerine odaklaştırmış, uyku hapları yutmuş ve hapları satan enayiler. Dünyanın En Büyük Devrimini kapitale tapan Bolşeviklerin yaptığının hasıraltı edilmesi gibi.
    Bu enayiler farkında olmadan Devlet’i ve kapitali bile ele geçirmiş olan yeni Tanrı Yöntem’in, hala eski teknoloji adıyla soytarılığını yaparlar. Yukarıdaki Machiavelli’nin yeni ve daha ilerideki piçler. Erdoğan, İslam, Doğu-Batı, Doğa “kaynakları”, Batı sidik yarışları bu derin taş uykusunun veya çok daha doğrusu komanın sayıklamaları
    Ben kendim bilgi peşinde koşmayı erdem eden biri değilim ama bilgi tekele alınmış ve nesilden nesle olduğu gibi aktarılmıyor. En basit ve apaçık olan zavallı insanların düştükleri ruhsal ve maddesel sefalet bile hemen bilimselleştirip uzmanlara, bilenlere devretmek maksadıyla “özgür üniversiteler”, devlet dışı organizasyonlar, yeni ve gelişmiş TZM gibi mesihler türüyor, dili eli kadar çabuk üçkağıtçı medya artistleri mantar gibi bitiyor. Çalınan bilgileri tekrar ele geçirmek için bunu yapanlardan yararlanarak ele geçirmek zorundayız. Geriye tamamıyla kitsch ünlü hayatı “yaşanan hayat”la öğrenmek, yani %99 bir birini kazıklamak kalıyor. Veya eski bol maaşlı ve Ulu Şef gibi fıstık kabuğunu doldurmayacak kadar sıradan bilgilerle kendinden memnunluk terapisi yapanlar.
    Bence bu kazananların uyuttuğu taş uykusunda silkinip uyanılırsa, karşılaştığımız sorunun sonsuz daha karışık olduğunu görüyoruz. Örneğin kendini anarşist olarak tanıtan bu site ve bu sitede yorum yapanlar “okumuşlar “ın daha da katı, daha da çok palavralara inanmışlar. Hala 17.-19. yüzyıllar arasında yaratılan rüya dünyasında yaşıyorlar ve o devirde yaşayanlarla sırt sıvazlaması yapıyorlar.
    Tarihin kazananlar tarihi olduğunu değişik de olsa anlatan çok sevdiğim bir deyiş var: “Allah fakirleri sever, zenginlere verir.”
    Döneyim sizlerin listenize.
    Bazı yazarların adlarını görmem beni gerçekten “şaşırttı”. Jean Bottero, Jean Pierre Vernant, Henri Frankfort, Fernand Braudel, Christopher Lasch, Philippe Descola, Eduardo Viveiros de Castro, Deirdre N. McCloskey, Camatte, Lindqvist, sevmediğim halde çok öğrenmeme neden olan Norman Cohn (sanki savunduğu düzen tarihte görülmemiş totaliter bir düzen değil!), ve eşsizler eşsizi Ivan Illich’in “Rivers North of the Future”.
    Not: “şaşırttı” iki anlamda. Biri bana Detroit’i hatırlatması, diğeri bu yazarları pek tanınmaması.
    Sizinle, eğer okur ve anlarsa bol maaşlıyı belki uyandırır diye, Illich’in çok sevdiğim bir lafını aktarmak istiyorum;
    “Biliyorum, Kilise or*spu, ama annem.” Bu devi sitenin fırsatçı ve horozluk yapan şefi, bol maaşlısı ve diğer bolluk rüyaları içinde yaşayan orta sınıf rahat yaşamak için yaşamaktan vazgeçenlerle kıyasladığımda insan olduğuma utanıyorum.

  1417. Pipsqueak’den
    Mantık uzmanı bilimsel, teknolojiksel, Merdivenci dahiden eski bir alıntı:
    “Evet, biz hala bilim, teknoloji, modernite, ekoloji konularında Batı’nın çoktan geçtiği yollarda sürünüp duruyoruz.”
    Yeniden bir diyalektik-değişim-dönüşüm taklası atmış olacak.
    “böyle rasyonel, bilimsel araştırmaya dayalı” inanç arayan kim; böylesi inanç arayan salaktır!
    Senin Allah’ın değişip duruyor maşallah. Sen %50 anarşist değil, % 1 milyar anarşistsin, maşallah. Bilime, teknolojiye, bolluğa tapıyordun, özenti içinde kıvranıyordun, şimdi de vazgeçmişsin. Gittikçe Ulu Şef’ine daha çok benziyorsun. Yeni politika dersleri mi aldın?
    Her neyse.
    1398, mantık bilmeyen, her gördüğüne inek tren bakar gibi bakan uslu terbiyeli orta sınıf olup burjuva olmayan, kelimlerden oluşmuş dünyada kayıp zavallı çaylağa.
    Kendine bir mantık hocası tut. Biraz da felsefede zamanın ne olduğuna bir bakıver.
    Bak nasıl oyuna geldin, tuzağa düştün. Köy-komün veya yellerinle etrafı temizleme sivri kellene hangi bilimsel putlarından ayetler halinde indi, hangi laik tanrın bu altın yumurtaları sana tıkadı? Sen ve senden daha da dahi olan diplomalı Ulu Şef hariç her yenilik ilhamını eski zamanlardan alır. Komünislik ilhamını ilkel komünistlikten almıştı. Ulusal devletçiliğe kayan Türkiye kökenlerini bir ara Hitilerde bile aradılar. Kürtler Mezopotamya, Med, Pers ve hatta Aryan ırkında ararlar. Falan filan.
    Senin benim elimde paçavra oldun çıktın. Sen farkında olmadan benim müridim oldun.

  1418. 1411
    Seni paçavraya çevirdiğim için mi yoksa beyninde bir sorun olduğu için mi böyle saçmalıyıp duruyorsun. Kafası kesik tavuğa benzemeye başladın.
    1409 yazım bir parça beni de ilgilendirdiği için, oğlunla kuracağınız ve Atatürk anıtları yerine her yerde Ulu Şefin anarşistlik diplomasını asacağınız köy-komün değil, şimdiki hor gördüğün ve Ulu Şefinin bu yüzden oralara giderek uyandırmak istediği asıl “köyden gelen” sayın 1403’e yazdığım bir yorumdu.
    Ulu Şef seni sonsuz pompalamış. Yazımda sen ve onun gibi dinsizlik ticareti yapan ama din hakkında zerre kadar bilgisi olmayan hoplaya zıplaya umut hapları, pozitiflik terapisi satan ve hatta bunun dinle ne kadar sıkı bir bağı olduğunu görmekten aciz kara cahillik içinde yüzüyorsun. Ne mutlu beyinsizim diyene!

  1419. 1410
    Sahtekâr. Hiçbirşey anlatmıyorsun. Şu radikal filozofundan ne çabuk vazgectin. Yüzsüz ve yalancısın. Muğlak peygamber palavralarına dönüyorsun, popon sıkışınca.

  1420. Bu site ne kadar maden dolu. Orta sınıf devrimcilerine Hortlak da katılmış. Eski bol maaşlının arkasında köye beraber yollanırlar.
    Pipsqueak’den
    Dünyanın En Büyük Devrimi Olan Köy-komün Tarihinden İlk Yaprak.
    When that boatload of wobblies come Up to Everett, the sheriff says Don’t you come no further Who the hell’s yer leader anyhow?
    Who’s yer leader?
    And them wobblies yelled right back
    We ain’t got no leader
    We’re all leaders
    And they kept right on comin’
    ÇEVİRİ
    Kendi yelleriyle ileri sürülen orta sınıf bol maaşlı, oğlu ve diğer devrimciler geleneksel, geri kalmış yenilemek istedikleri köye varırlar. Pis kokan yeller etrafı sarar ve muhtar şehir fırlamalarının kokusun hisseder, elinde silah köy dışına çıkar, bağırır.
    – Ulan yine ne istiyorsunuz? Sizin Şefiniz kim? Gelsin o anlatsın bu pis kokuyu.
    – Şefimiz evde faceboklamakta, twatterlamakta, youpooplamakta, bol şekerli devrimcilik kahramanlık anılarını anlatan kitaplar yazmakta, yeni ve daha devrimci bir gazeteye makale hazırlamakta. Ama Şefimizin İngiltere’den üstünde kraliçe resimli diplomasını getirdik.
    Muhtar çoktan modernleşmiş ve bürokratlaşmış, hemen baştan savma yolunu bulur.
    – Olmaz. Gidin diplomayı değiştirin. Burası Türkiye, üstünde Atatürk resimli diploma getirin.
    Orta sınıf devrimciler dönerler ama kimyasal maddeler dolu gıdalarla beslenen şehir piçlerinin yelleri salt pis kokmaz, zehir dolu. Bütün köylüler ölür ve bizim devrimciler diyalektiksiz, değişim ve dönüşümsüz, sıfırdan başlayan ilk köy-komünlerini kurarlar. Ama bu arada bilimsel olduklarından bir önemli buluş yaparlar. Newton gibi maddelerle çekim değil, yelle itim gücünü keşfederler.
    Bu ürettikleri yeller orta sınıf devrimcileri etkilemez. Zaten yüce ırk Avrupalıların doğal üstünlüğü de, Afrika hariç, her yerde pisliğe karşı bağışıklık kazanmış ve hatta kendileri salt pislik olduklarından yerlileri kırımdan geçirmede ilk kullanılan biyolojik silahtan kaynaklanır.
    Köy-komün’ün ilk milli marşı:
    Yaşasın Orta Sınıf Devrimciler!
    Yaşasın Bilim-Buluş!
    Yaşasın Yüksek Zeka!
    Yaşasın Kazananlar!
    Yaşasın İlham Kaynağımız Ulu Şef!

  1421. Şu filozofu soylesen.
    Palavraya siginmasan..

  1422. Not: Sn Zileli, önemli olan sadece yazıyı kaldırmak değil, yazanın aslında ne olduğunu açığa vurmak. Lütfen bırakın cevabımı okusun ve kendini görsün.
    Pipsqueak’den
    Sansür edilen 1417, Bu Dönercinin Oğlu Yine Ortaya Çıktı,
    “Yani affedersiniz,ibn*lesmismis”
    Bak bu dönerci çocuğu kendinin “ibn*lesmismis” ayıp veya kötü bir ad olduğunu “affedersiniz”i eklemekle ağzından kaçırıp nasıl aslının faşist olduğunu yine kanıtladı.
    Şu an benim bundan hiç de utanmayan, bu dönerci oğlu faşistlerin ayni Lorca’yı öldürdükleri gibi kendini de öldürme tehditi hariç hariç kimseden affetmelerini istemeyeceği bir erkek ib*e arkadaşım, erkek kocasıyla birlikte, beni ziyaret etmekte.
    Böyle faşist ruhlu ve Türkler arasında yaygın bir maço inanışını, ib*eliğin sadece tek taraflı ve kadın rolü oynayan olarak algılandığı için küfür sayıldığını, hortlak gibi pala bıyıklı erkeklik gösterilerini ona daha önce anlatmıştım.
    Bunu üzerine şunu eklememi o söyledi.
    Söyle bu faşist pez*ve*ge, ayni %50 anarşit gibi, ibn*liğin sadece %50’sini biliyor. Bu Almanya’da kebapçılık yapanın fırlaması zengin salak, Fassbinder’in filimlerini hiç görmemiş galiba. İbn*lerin bazıları dev gibi. Bu pe*evenk hortlak arkasını polis veya jandarmaya vermese kendini duman ederler.

  1423. 1418
    Pipsqueak’den 1408’e ev ödevi. (bak *not)
    Sen eğer ” bu sınırlar (sonrada bilgiçliğe heveslenmiş 1418 için bir not: yani bilim sınırları içinde) içinde olmayan sorularda susmalı ” lafını hangi filozofun söylediğini bilmiyorsan zatan bilmen için hiçbir neden yak. Sen en iyisi şu köy-komün kurmalarına devam et.
    Bilmem hiç dikkatini çektin mi, Hortlak seni yoldaş, kendi gibi ırkçı ve faşist görüp savunuyor. Bak o bile seni anlamış ama seni çok seviyor.
    Benim çok çok sevdiğim bir lezbiyen arkadaşım bana son derece ciddi sormuştu: “Birbirlerine bu kadar yakın hisseden Marks’la Engels neden acaba sevişmediler?” O arkadaş 70lerde kadın özgürlüğü derslerinde bu iki düşünürün fikirlerini sınıfında açımlardı. Sen gerçekten sonsuz çaylaksın.
    Eğer 1408’ni geçekten “Yalakalar”sa, galiba onlar da sende sadece boş konuşmasıyla alaya alınacak, kudurtulacak, oyun oynanacak bir eğlence buldular. Nihayet!
    Meğersem sen ve şefin haklıymışsınız, hayatta pozitif olmalı. Hadi koy elini cebine, gönder son teknolojiyle gurur içinde, re-re-zırvalamalar.
    *Not: Eğer sende biraz ahlak kalmışsa hortlak gibi pala bıyıklı sert Türk erkekliği yapacağına, vasat bilgili birine sor acaba hangi filozof kitabını yukarıdaki laflarla bitirdi diye.

  1424. Bu yazınızı bu seferlik yayınlıyorum. Zaman sorunum var, bazı şeyler gözümden kaçabiliyor. Lütfen bu “ibnelik” vb. bahislerini bırakın. Tartışmayı seviyeli yürütelim. Eşcinseallerden söz edebilirsiniz ama aşağılama deyimlerini kullanmadan.

  1425. Şeytan Yasağı
    Yine peygamber gevezelikleri ve zekana uygun ahlaksizlıklar. Senin seviyene inmem. Ne zavallısın. Ben cahilim ya!. O filozofunu bilmemem normal değil mi? Neden Adını vermiyorsun? Utanmaz demagog. Konuyu dağıtma. O 15 yaş zekası ile kurduğun cümlenin Radikal dilozofunu istiyorum vermezsen yalancının tek isin.

  1426. Sen daha fazla yazmaya değmezsin
    Arap ıslam tarihi , Newton ve Hodgson meselerinde Salladın reziloldun. Küfret bakalım.Tarzın bu.
    Aczzının sefaletinin rezillikleri. Gülünçleşiyorsun. Şimdi de bir filozof arıyorz. Utanmiyorsun değil mi? Yazmayıp benim bulmamı istemeye. Tartışma ahlakın da yoktu ama bu kadar da rezilleşmek bir Şeytan Yamağına yakışır .

  1427. Bu ifade hakaret amacı olmadan da kullanılmıyor mu? Örneğin bizzat LGBT’liler tarafından da kullanılmıyor mu? Bazı kavramlar ilk ortaya çıktıklarında böyle olmamalarına rağmen sonradan hakarete dönüşebiliyor. Faşist veya Kızılbaş gibi. Bugün de Kemalist, Ermeni gibi bazı kelimeler bazı kesimlerin dilinde küfürleşmiş durumda.

  1428. Sayın Zileli,
    Sizden bir yanıt beklemiyor, sadece size teşekkür edip kendimin bu ve benzeri durumlarda söz seçiminin zor, bağlama bağlı olduğunu düşünüyor. Bence kültürün inceliklerini ifade etmede kesin kes bir kalıp veya formül yok gibi ama genel olarak saygı gösterilmesi gereken yerlerde sözcüklerin daha dikkatle seçilmesi ima eden cevabınıza katılıyorum.
    Katılacağınızı sandığım çok kaba ve basit bir örnek: Eğer yazar olarak bir yerel Türkçe, diyelim bir Laz veya Kürt, konuşmasını “düzelterek” aktarmazsınız.
    Eminim bu fıkrayı duymuşsunuzdur ama bu site dünyayı değiştirme fikirleriyle dolu olduğundan ve farklara rağmen, belki asıl olanı içerdiği için, ekleyeceğim.
    Bir profesör boğazı geçmek ister ve kayıkçıya olası fırtına, hava soruları yöneltir. Kayıkçı cevap verir. Profesör, “sen doğru dürüst Türkçe bilmiyorsun, hayatının yarısı kaymış.”, der. Boğaz ortasında fırtına kopar, kayıkçı, “profesör yüzme biliyor musun?”, sorar. Profesör, “hayır”, der. kayıkçı cevap verir: “O halde tüm hayatın kaydı.”, der.
    Sanırım tutulan bütün farklı yollara rağmen devrimin asıl amacı, özellikle son zamanlarda yaratılan bolluktan dolayı milyarlara parçalanmış insanı tekrar tüm etmek.
    Hem ABD’de hem burada çok sayıda eşcinsel arkadaşım oldu ve şimdi de var. Aralarında sıradanlar arasında aşağılayıcı, pejoratif amaçla kullanılan lafları bir çeşit alayla çok sık kullanırlar. Üstelik zaman akımı ve değişmeler de bazı yeni durumlar yaratıyor. Örneğin, kısa bir süre önce Alan Gingsberg’in yer aldığı akımla ilgil bir belgeselde, söyleşi yapıldığında hayli yaşlı olan Gingsberg “ben ona hemen kendimin ‘queer’ olduğunu ve kendini sevdiğimi söyledim”,der ve ekler, “o zamanlar bu terimi aşağılayıcı algılamazdık.”
    Ben kendim eşcinsel arkadaşlarıma acılı veya çok baharatlı bir yiyecek ikram ettiğimde özellikle Fransız hödüklerinin kullandığı, aslını yazmayacağım ama anlamı “bu, salt gerçek erkekler için” anlamına gelen cümleyi kullanırım ve güleriz. Benzeri binlerce örnek verebilirim ama uzatmada yarar görmüyorum.
    Belki temelde Orwell’in dediğinde büyük bir gerçek payı var. “Eğer var olan bir sözcük, örneğin “wife”, kullanmada çekingenlik başlarsa, bir sorunla karşı karşıyayız demektir.” Hatırlatması belki abes kaçacak ayni yazar şahane “Newspeak” sözcüğünü yarattı.
    Bence asıl olan bağlam.

  1429. Pipsqueak’den Saçmalamalar
    En büyük saçmalama en başta. Laik-seküler Atatürk-Marks evlatları, bu kısmı atlayabilirsiniz. Bu kısım öcüler öcüsü ve özellikle en büyük insan kaybına, 2. Dünya savaşı ve benzerleri gibi, neden olan din masalları. Buna kıyasla beyinlerinden zeka fışkıranların normal, doğal, Allah’ın veya “yanlış ellerdeki allahın”, veya “şeytana uymuş allahın” işi olan laik-seküler dini endüstri kazaları, çevre pisliği hastalıkları, iş yeri ve trafik kazaları ve özellikle milyarla sayılacak vücudu tüketici ruhu ölü insan kaybı hemen hemen aynı ama olsun. Sayın diyalekti eseri canlı-ölü laik-seküler din müminleri, Atatürk’le Marks’ın bize ne dediklerini sakın unutmayın
    Yeni Ahit’de zenginlik kınanır ve suçlandırılır. Eski Ahit’de zenginlik tam tersi: iyidir, Allah’ın hoşuna gider, Allah’ın nezdinde makbuldür. Ama Eski Ahit zenginlikle zengin arasında çok önemli bir ayırım yapar. En başta zenginlik kapsamı salt para zenginliği değil: zeka, güç, iyi aile, vb. içerir. Ama bu zenginlikleri olan zenginin kendi zenginliklerini sosyal egemenlikte kullanması kınanır, ahlak açısından yasaklanır.
    Laik-seküler Atatürk-Marks evlatları buradan sonra okumaya devam edebilirler.
    Bir hata yapıp beyinlerinden zeka ve bilgi fışkıran laik-seküler bilim dininin bir mümine bu filozofun alçak gönüllülüğünü gösteren alıntılar yazdım. Herifin son zamanlarda bakteri artış hızıyla artan, nihilizm ideolojisi kurbanı, sıradanlığından ve cahilliğinden gurur duyan bir hilkat garibesi olduğunu unutmuştum.
    Bu kimyasal maddelerle pompalanmış pala bıyıklı erkekler erkeği Türk hemen ringe çıktı, “böyle bir kimse olamaz”, “sen yalan söylüyorsun”, kısacası bilim = bolluk gibi bir dine inanmayan ya benim gibi bir şeytan veya kendi ve Allahları Batılıları kıskanan ezikler.
    Karım Yahudi. Ona anlattım ve herifin ırkçı olduğunu ekledim. Zavallı korktu ve Eski ve Yeni Ahit’le ilgili kısmı anlatıp bilgi farkımızı baskıya çevirmeme, yumuşak ve hoş görme öğüdünü verdi. Bu da bana bu herife diyalektik babalarından biri olan ve ilhamını annesi ebeden alan Sokrat’ın metodunu uygulamayı çağrıştırdı. Bilgisizliğiyle alay etmektense, bazı ipuçları vererek derin taş uykusundan uyarmamı daha uygun buldum. İmkansız ama olsun.
    Ayni filozoftan ek alıntılar:
    1. Hayret etmesi için insan uyanmalıdır – hatta insanların tümü de. Bilim, insanı tekrar uyutma aracıdır.
    Not: Aristoteles’e göre felsefe hayret etmektir.
    2. Eserim iki kısımdan oluşur. Biri şu yazdığım ve önümüzde. İkicisi tüm yazmamış olduklarım. Ve asıl önemli olan bu ikincisi.
    3. Çok ciddi ve eşsiz bir felsefe eseri fıkralardan oluşan bir kitap olabilir.
    4. Hiç bir şey kendi kendini kandırmamak kadar zor değildir.
    5. Eğer insanlar saçmalamasalar, doğru dürüst bir şey hiç bir zaman yapılmazdı.
    Not: Temiz ailede, temiz banyolu, yatmadan temiz süt içen, temiz bir iş yerinde çalışan, temiz bir beyinli, temiz ve ideal bir ücret kölesinin, temiz bir emeklilik bekleyenin bilim = bolluk anlayışını bilen diğer bir ünlü bilim filozofun, bilim felsefesi kitabında ayni şeyi ileri sürer.
    Bence bu herif emekli olduktan sonra heves ettiği bilgiçlikte bile hala bu temizlik saplantısı içinde. Onun için faşist Merdiven kuramı cazip gelmeli. Her şey yerli yerinde.

  1430. Wahsi wahsi…
    Hep kelimelere cümlelere takiliyorsun miyop oldugundan..Fikradan anlamda cikartamamissin.Uzun ve karisik gelmis sana anlasilan. yazik..

    Seni ciddiye aliyorum,sattigin bes cent etmez fikirlerini No!

    Okumak istedigim 50 bin kitap var,haftalik dergiler,günlük gazeteler,tabiki TV.ler filmler.. ondan sonra sizin su kitap listenize bir bakarim.. Gene catlamis,patlamissin..

  1431. sahtekar geveze,
    popon sıkışınca yine o bölük pörçük peygamber edalı saçmalıklarına sığınıyorsun.
    “Ben ne kadar çok biliyorum..” şişinmeleri.. Çok sıkıcısın.
    *
    Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”
    Bunu söylen sen ve o salak ulu şefin gibi milyonlara bedel, dünyanın en radikal insanlarına ilham olmuş bir filozof…”
    *
    Hesabını ver; 15 yaş, dogmatik zekaya ait derin bir salaklığı ele veren bu cümleyi yazmış, senin de taptığın o Radikal Filozof kim?
    Korkma, yaz; “valla” çok sıkıştırmayacağım!
    *

    Utanmaz! Sana boşuna Şeytan Yamağı demiyorum. Nasıl da o sefil geveze retoriğinle konuyu sulandırmaya, unutturmaya çalışyorsun.
    Sende onur yok; konuları tartışmak yerine sürekli kişisel hakaretlere sığınıyorsun. Umursadığımı mı sanıyorsun?

    *
    Bu “Radikal Fillozofu” bilen varsa yazsın.. Sorun değil; bu sahtekar, nasıl Hodgson’dan iddia ettiği alıntıyı koyamamışsa, nasıl Arap-İslam kültürünün sefaleti altında ezilip kalmışsa, Newton’un devleri gevezeliğini nasıl da bir cüce olarak açıklık getirememişse, şimdi de o 15 yaş salaklığı ürünü, o aptal cümlenin “Radikal Filozofunu” da yazamayacak; olasıdır; okuduklarını anlayamıyor; yanlış çeviriyor, yanış anlıyor.. Züppe Budala!
    Senin tüm hayatın baştan sona bir yanlış anlama.. Ben doğru anladım ama..

  1432. Bunu sen yazmışsın..
    “Karım Yahudi. Ona anlattım ve herifin ırkçı olduğunu ekledim. Zavallı korktu ve Eski ve Yeni Ahit’le ilgili kısmı anlatıp bilgi farkımızı baskıya çevirmeme, yumuşak ve hoş görme öğüdünü verdi.”
    Bunu da sen yazmışsın..
    ““affedersiniz”i eklemekle ağzından kaçırıp nasıl aslının faşist olduğunu yine kanıtladı.
    Şu an benim bundan hiç de utanmayan, bu dönerci oğlu faşistlerin ayni Lorca’yı öldürdükleri gibi kendini de öldürme tehditi hariç hariç kimseden affetmelerini istemeyeceği bir erkek ib*e arkadaşım, erkek kocasıyla birlikte, beni ziyaret etmekte….”
    *
    Sen hastasın…

  1433. Pipsqueak’den
    Sayın Köy-Komün Kurucusu, Yelleriyle Enerji Üreticisi, Türk Newton’u 1423
    Ekler: Hortlak’ın Sevdiği, kendisi gibi gerçek Pala Bıyıklı Sert Türk Erkek. Faşist Irkçı ve şimdi de kafayı Eşcinsellerle bozmuş İkizler. Sizler bu konuda taptığınız bilimsel olmayı tavsiye etmiştim. Deneyin belki seversiniz.
    Sen ve Hortlak gibi sıradanlarla dolu dünyamızda okul ve iş yeri dışında cahilliklerini asla kabul etmeyenleri inceleyen düşünürler sayısız. Ben sizi ve sıradanları hem anlıyorum hem de, sosyologların aksine, bu tutumda bir ümit görüyorum.
    Bir örnekle anlatayım.
    1970lerde Almanya’da sizlere benzer afiş solcuları “entelektüellerle” konuşmamda bana “bizim Türkler burada tuvalet temizler, Türkiye’ye dönünce mühendislik yaptıklarını söylerler”, diye sözüm ona bir yalancılığa ve dolayısıyla bir aşağılığa işaret ettiler. Ben bunda ümit gördüm. İnsan hala indirgendiği alçaklığı kabullenmiyor. Siz de öyle.
    Ne var ki siz ikiniz ayni zamanda çok ırkçı, faşist, milliyetçi, eşcinsel düşmanı, okumuşluk gösterisi yapan ve Wilhelm Reich’in “Listen, Little Man! 1948″ (Dinle Küçük Adam!) kitabında incelediği binlerce ZIRH taşıyan tehlikeli mahluklarsınız.
    1408 senin ne kadar boş olduğunu gördü, Hortlak tam bir hilkat garibesi. Bazı ender kişiler de aynı şeyi gördüler. Sen, ikizin Hortlak ve bazı diğer kara cahiller hariç, haklı ve normal olarak kimsenin kimseyi okuyup ciddiye almadığı apaçık. Ben kaç defa bana özel yanıltılan sorulara cevap verdim, bazı yazıları eleştirdim, bazılarını beğendiğimi yazdım. Bir defa bile bir tepki de bulunan olmadı. Dünyada en ucuz metanın fikirler olduğu çoktan biliniyor.
    Bu aslında modern insanlar arasında son derece yaygın ve normal bir bıkkınlık. İşte sana uydurduğum bir yalan daha.
    Enformasyon bize bütün bilgileri ve sorulan bütün sorulara cevapları verir. Ne var ki cevaplar sormadığımız sorulara cevaplar, hatta şüphesiz aklımızda bile geçmeyen sorulara cevaplar.
    Belki hatırlarsın daha ilkokulda ilk önce soruları, sonra da cevapları öğretmeyle senin beynini böyle yıkamışlardı.
    Çoğu insan sayısız soru ve sayısız cevap karşısında şaşırmış kalmış. Bu sitenin özelliği bu ilkokulda başlayan ve medyayla pekiştirilen merhametsiz beyin yıkamasından, en başta Türk Newton’u dahi sen olmak üzere, muaf oldukların sanmaları.
    ” Arap ıslam tarihi , Newton ve Hodgson meselerinde”
    Yüce ruhlu Hodgson’ın senin gibi insanları Merdiven’e yerleştirecek kadar adileşeceğini beklemen, senin ırkçılığını, faşistliğini, iş yerindeki üstlerinin önünde sürüne sürüne tüm dünyayı Merdiven gören köle ruhlu bir mahluk, daha da kötüsü ne kadar basit beyinli çirkin ruhlu biri mahluk olduğunu açıklar. Sen daha büyük tarihçilerle senin gibi sevdiği takım için tezahürat yapan beyinsizler arasındaki farkı bile bilmiyorsun.
    Senin yüzüne daha önce bu bağlamda tükürmüştüm ama yağmur diye etkisiz kalmış.
    Tekrar edeceğim
    “To consider mankind otherwise than brethren, to think favours are peculiar to one nation and exclude others, plainly supposes a darkness in the understanding.”
    ÇEVİRİ
    “İnsanları kardeşler cemiyeti olarak görmemek, lütufların salt bir ulusa mahsus olduğunu savunup diğerlerini dışlama kara cahil anlaması demektir.”
    Not: Asıl kopmayı Medeniyet başlangıcında gören benim gibi birinin, sen ve hortlak gibi ırkçı, faşist, yobazlara karşı diğer medeniyetleri savunmam bile sizin ne kadar adi kara cahil olduğunuzu ispatlamaya yeter.
    Ama bazı şeylerde haklı çıktın(ız). Bütün aramalarıma rağmen Hodgson’ın kitaplarında Arap ve İslam tarihinde elektrik süpürgesi, saç kurutma makinesi, elektrik döner makinesi ve bıçağı yaptıklarından söz etmiyor. Yanlış yazmışım, özür dilerim.
    Ama senin gibi beyinsiz ama Müslümanlık tezahüratı yapanlara göre sadece elektrik süpürgesi ve saç kurutma makinesi değil, Newton’un dahi evlat ve torunlarının yaptıkları tüm ıvır zıvırların=koyunlara yapay otlak yaratıcılıklarının kaynağının Kur’an olduğunu iddia eden aynı sizin gibi bilim ve teknolojiye ama “değişik” tapanlara rastladım.
    Emlakçı Newton’dan alıntılar:
    “Ben daha uzağı görüyorsam, orta sınıf bol maaşlı bir Türk’ün sırtında HER YERE, HER ZAMANA taşıdığı Merdiven’ine çıktığımdan.”
    “Ben simya araştırmalarına başladığımda Merdiven’i taşıyan bana bu sözcüğün pis Arap kökenli olduğunu, pis İslamlıktan geldiğini söyleyince, korkumdan araştırmalarımı durdurdum. Ne olur ne olmaz, Devlet’in işine akıl ermez. Kafası gerçekten çalışan bir İngiliz bu Merdiven taşıyanın her cahil gibi salt Arap-İslam düşmanlığı hislerine kapılarak zırvaladığını, sözcüğün Eski Mısır veya Eski Yunan kökenli olduğunu ileri sürünce araştırmalarıma yeniden başladım. Ve ilk defa boyumdan büyük olan Devletler arası bir konuda bilimsel bir bilgim oldu. Demek İngilizlerin “Türk’ün bastığı yerde ot bile çıkmaz.”, sözü doğruymuş.”
    Senin Bolluk=Mutluluk dininin, gelmiş geçmiş bütün dinlerden ve Tanrılardan sonsuz daha güçlü olduğunu görmeyişin benim için bir mucize. Belki klonlarınla dolu etrafına baktığında herkes senin gibi para ve parayla sağlanan ıvır zıvır = mutluluk peşinde oluşu inanışının doğal ve normal olduğunu bilinç altına işlemiş. Zaten ideolojinin bir tanımı sosyal düzeni normal ve doğal görmektir. Dolayısıyla bütün köpekleri ayni kemikler peşinde koşmasından daha iyi kanıt mı olur?
    Özet: Senin Bolluk=Mutluluk dini dışındaki dinler hakkında tek bilgin “Bolluk=Mutluluk dini iyi, diğerleri kötü!” milli marşı. Tek bildiğin, diğer dinlerin elektrik süpürgesi, saç kurutma makinesi, ıvır zıvır dağıtmadığı; senin %X tinselliğin yerine %100 tinsellik satmaları. Senin dahiliğini ben böyle anladım. Cin gibisin maşallah. Senin dinin hariç diğer tüm dinlerin sahtekarların eseri olduğu önüne vahiy gibi açılmış, hayli boş olan beynine tıka basa doldurulmuş. Senin dinin ne istersen iste veriyor. Doğru, hep para karşılığı ama senin vicdanın rahat çünkü bu düzen “yanlış ellerde”. Ardından tezahürat başlar.
    Bekleyin, ey bu yeni dinin müminleri, 10, 100, 1000, 10 000, bir milyon, bir milyar yıl da geçse dünyanın alnına yazılmış, mutlaka doğru ellere geçecek. Sabırsız işe o şeytan karışabilir. Bak ben nasıl emekli maaşımla rahat ve serinim! Ekmeğiniz yoksa, pastanız da mı yok?
    Sana mantık dersleri almanı bir daha tavsiye ederim. Daha sen henüz klasik mantığı bilmiyorsun. Her görmemiş gibi boyunu aşan diyalektik mantığıyla göz boyaması uykusuna dalmışsın.

  1434. senin o salak gevezeliklerin arasında hala o “radikal filozof” diyerek çalım sattığın adamın adı yok.. .
    o sen miydin yoksa? Sana yakışıyor o cümle.. Tam senlik, 15 yaş dogmatik taklitçi zekaya..
    O cümlen üzerinde konuş, savun.
    *
    zavallı, böyle sallıyorsun, üzerine gelince de kıvırtıp duruyorsun..
    *
    İlgilendiğin çer çöp bilgiler; borderline zekanın önemseyebileceği salakça laflar; en başında belliydi; kendini aşağıla sen.. Her somut tartışmada palavracılığın, ortaya çıkıyor;
    Utanmaz yalancı.. kimdi o ilham veren “radikal filozof”?
    *
    “1970lerde Almanya’da sizlere benzer afiş solcuları “entelektüellerle” konuşmamda bana “bizim Türkler burada tuvalet temizler, Türkiye’ye dönünce mühendislik yaptıklarını söylerler”
    Demek böyle konuşmalar da yaparmışsın ha “mühim adam”..
    Senin de yaptığın aynısı; orada beş para etmez zekanı burada bilge diye pazarlamak..
    Sahtekar…

  1435. Güneş balçık ile sıvanmaz ey dil
    Bî-zebân olsa da bellidir kâmil
    Kendinden gayrıyı beğenmez câhil
    Kendi çalar kendi oynar demişler

    Şimdi bu yorum da önceki yorumlar gibi cevaplanacak. Bir sürü kelime yığını (üstelik aynı kelimeler) ile. So predictable.

  1436. Recep Tayyip Erdoğan’a biat etmekten gurur duyduğunu her fırsatta dile getiren, “Prof. Dr.” unvanlı, “psikiyatr” Erol Göka:

    (Not: Erol Göka’nın küçük kardeşi “Şenol Göka”, TRT genel müdürü!)

    “Tarih, bilinçli süreçlerin anlatıcısı mı? Bilinçsiz süreçleri anlatmayı dışlıyor mu?”

    “Paranın Felsefesi”

    Yaşadığımız modern zamanlarda paranın bize olan tesirini, girdabına alıp bizimle nasıl kedinin fareyle oynadığı gibi oynadığını, yani paranın felsefesini ve psikolojisini konuşacaktık. Ama önce bir hakkı teslim etmek gerekiyor. Bu konuda kim ne söylerse söylesin, diyecekleri Alman sosyolog Georg Simmel’in yazdıklarına dipnot düşmekten ibaret kalacaktır. Bizimki de öyle…

    Simmel, akademi dünyasında hakkı yenmiş dehalar arasında ön sıralarda yer alır. Sosyolojiye alabildiğine özgün ve derinlikli bir bakış getirmesine rağmen, adı Marx ve Weber’in hep gölgesinde kalmış, akademiye ancak hayatının sonlarına doğru, 56 yaşında kendisini kabul ettirebilmiş.

    10 yıl önce “İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler” kitabımı yazarken insanın grup-varlığına sosyolojiden gelen katkıları araştırdığım sırada Simmel’i tanıdım. Sosyolojiden gelen katkıları, sadece “Georg Simmel’in ihmâl edilmiş sosyolojik kavrayışı” başlığı altında ele alacak kadar hayran oldum.

    Sosyolojiyi insanın fıtratından ve insan ilişkisinden kalkarak ele alıyor Georg Simmel. Bu yüzden ona “sosyolojinin Freud’u” unvanını verenler var. Ama bence bu tanım yetersiz. Simmel, psikolojinin ve bilinçdışı arzuların toplum yaşamındaki ve tarihteki akışını ve önemini, çok daha önce kavramış ve daha iyi ifade etmiş, üstelik dürtü teorisinin saçmalıklarına düşmemiş. Freud’un “Uygarlığın Hoşnutsuzlukları” kitabındaki Simmel etkisini de şuracığa kaydetmeli.

    “Tarih eğer bir kukla oyunu olmayacaksa, ruhsal olayların tarihidir… Her ne kadar tarih biliminin yalnızca bilinçli süreçlerin tarihini anlatmakla görevli olduğu iddia edilse bile, yine de bilinçsiz süreçler bilinçliler arasına öyle çeşitli şekillerde girerler ve zamanla onların zeminini öyle hazırlarlar ki, bunların yardımı olmadan bilinçlilerin tam açıklamasına ulaşılamaz… Eğer yasa bilimi niteliğinde bir psikoloji var olsaydı, o zaman tarih bilimi, aynı astronominin uygulamalı matematik olması gibi, o anlamda uygulamalı psikoloji olurdu.” Psikolojinin önemini böylesine ustaca fark eden Simmel’in sosyolojisinde de bu derin bakış belirleyici. “Ne ‘toplum’ kavramı ne de ‘birey’ kavramı, sosyoloji için temel kavramlar olabilirler. Bu durumda sosyolojiye bilim olma liyakatini sağlayacak olan bir nihai dayanak noktası bulunmadığından… dayanılacak nokta olarak geriye toplum kadar bireyin de içinde hayalet gibi kaybolup gittikleri ‘karşılıklı etki’ dışında hiçbir şey kalmaz. Sosyolojinin özelde veya genelde açıklamaya çalışacağı temel nesne/konu ‘karşılıklı etki’dir…” Orada verili duran bir toplum fikrine karşı olan Simmel, daha çok toplumsallaşmanın nasıl olduğuna verir dikkatini. Gerçekliğin bilgisine ancak, her süreci en basit motiflerine kadar analiz ederek ve bunun için de her yerde iç içe geçmiş bir örgü hâlinde olan toplumsal iplikleri çözerek ulaşılabileceğini düşünür.

    Simmel’e göre, toplum karmaşıklaştıkça insanların niceliksel ve yapısal bağımlılıkları artar. Modern kültürde toplumsal farklılaşma derinleşirken, toplumsal bağımlılıklar kişiyi şeyleştirecek boyutlara ulaşır; bir trajedi ortaya çıkar. Simmel, Marx’tan çok farklı bir düşünceye sahiptir. Onun gibi ekonomik ve sosyal problemleri kapitalizme özgü görmez, sorun, insanın fıtratındadır.

    Simmel için “yakında ve kolay elde edilen” ile “uzakta ve zor elde edilen” şeyler değil; çok yakında, ulaşılabilir ve aynı zamanda büyük çaba gerektiren şeyler değerlidir.

    Modern yaşantıda para, hem mesafeyi tesis etmek hem de güçlükleri aşmak için gerekli teçhizatı sağladığından çok önemlidir ve çağın ruhunu temsil eder.

    Takas ekonomisinden farklı olarak modern ekonomide para sayesinde sonsuz bir mübadele serisi mümkün hâle gelir. Para nedeniyle dünya daha fazla şeyleşirken insan da daha fazla yabancılaşır. Bu nedenle önce “Paranın Psikoloji”ni, ardından, dilimize de çevrilmiş olan muhteşem eseri “Paranın Felsefesi”ni yazar.

    Simmel “para ekonomisi” ile “rasyonalitenin egemenliği” arasında da bir bağ görür. Bunların ortak yönleri, insanların ve eşyanın ele alınışındaki tarafsızlıklarıdır. “Para, eşyanın çeşitliliğini ortak ölçülebilir kılmakla, bunlar arasındaki tüm niteliksel farkları sadece onlara biçilen miktar farkı aracılığıyla ifade etmekle, renksizliği ve ayırımsızlığı dolayısıyla tüm değerlerin ad koyucusu olarak kendini ileri sürmekle; en korkutucu kodlayıcıya dönüşür. O, eşyanın özünü oyar, özgüllüğünü, özel değerini, karşılaştırılmazlığını, kendisinden kurtulmanın imkânsız olduğu bir biçimde kemirir… Hattâ para sadece ekonomik yaşama damgasını vurmakla kalmaz; üstelik tüm yaşam stiline, yaşam görüşlerine, değersel tavır almalara ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişki formlarına da damgasını basar; yaşama temposunu belirler.”

    “İslam ekonomisi”, “İslami bankacılık” gibi başlıklar altında Müslümanların faize ve kapitalizme direnme çabaları takdire şayan ama galiba asıl umut, paranın rolünü deşifre eden ve hallaç pamuğu gibi attığı ruhlarımızı ferahlatmayı başaran çabalardan gelecek.

    2 Haziran

  1437. Bu degerli hastanin her sözüne cevap vermek imkaansiz.Küfürüne bile cevap verilmez.
    Sonu gelmez dogru yanlis laflari burda sergileyip duruyor.

    Bu hastanin hastalikli 2 yönü var. Ilk önce tüm medeniyete karsi ilkelligi savunuyor olmasi.Ikincisi bunu konuya bilimsel yada mantiksal bir aciklamada yapmadan sadece küfürler sayarak yapmasi. Yaninada sofistce ” biz herseyi biliriz”edasiyla konudan konuya atlayarak,genel,soyut 2.3.el sonu gelmez laflarla kendini ve baskalarini etkilemege calisiyor olmasi..

    Ilkel degil,basit bir yasam,Hastanin uzun uzun karmasikca yaptiginin tersine,basitlesmis bir anlatim,basitlesmis bir aciklama,basitce bir teknik bir amactir. Bunlar tartisilir.

    Bunun yaptigi ise insanlarin hic bir arac kullanmadan dogal yasamasini savunuyormus.Insani insan yapan onun alet kullanmasidir bu tas devrinde tasi kullanmasiylada kendini gösterir..Kizilderelilerde,balta,okyay..vb.kullanir..

    Yok bunlarida kullanmam derse ozaman sigir gibi yasamali.
    Insanin sindirim sistemi farkli oldufundan sigirlar gibi ot yiyemeyeceginden birbirlerini yamyamlarlar. Böylecede planet su insan denilen zilletden kurtulmus olur!

    Bu hasta tekrarlayip duruyor vede hicbir konuya somut olarak yaklasmiyor.nedesen bos!

    Daha gecenlerde kendisine uzak olmayan kanadada orman yangini vardi..Kanadalilar ucaklarla,makinalarla,insani organizazyonlarla,söndürücü maddeler kullanarak mücadele ettiler..Bu ilkele biraksak tekrar edeyim dans edip durur sadece..
    Sellere,depremlere ,hastaliklara hep allah,allah deyip dururacaklar.. vahsi hayvanlara ,özelliklede 2 aykli vahsilerede yem olup gidecekler.. bu yamyamlik felsefesidir bu hastanin..

    Sofistce düzdügü genel yüzeysel,dogru,yanlis laflari burda tektek aciklamak hem konumuz degil hemde sonu gelmez..

    Bu hastanin tipki dinci,tarikatcilar gibi demisli.demisli laflarin ancak bu kadar izleyicinin gercekten sorusu varsa aciklama yapilabilir,tartisma yapilabilir..yoksa örnegin Tabiat bilimin kurucusu nevtonla ilgili dalga gecmeli tam bir fittirik ,hastalikli 5.el den toplanmis laflarini deginirsek;

    Dünya tarihin en önömli kitabini yazan newtonun fizigin en önemli kanunu sayilan,inersial,trägheit,Süredurumu ( bir cisme disardan kuvvet uygulanmadigi ölcüde hareketini yada durgunlugunu korur)burda; Insanlarin özü tembelliktir ,
    Kuvvet uygulanilda ivme kazanir harekete gecer.yani f= mxv da olur insanalari iteklemek gerek! Bu kelime träge gercektende bati dillerinde agirlasmak,hantallasmak anlaminda kullanilir..

    Hastamiza diyecegim su;
    Natur and nature`s laws lay hid in night.

    god said.let Newton be,and all was light.

    tersinden türkcesi;
    Hersey aydinlikti. Tanri bu wahsiyi yaratti hersey karanliklasti…

    Diger konular,zaman.mekan hareket,madde vb.engels,leninde nasil aciklandigi,bügünün bati ve dogu marksistlerde nasil ele alindigi sorusu olan varsa tartisilir yoksa bu sokak dilencilerini hatirlatan bu hastanin yazilarina deginicek neden yok..

    Bu hastayi fikirlerimi hasta etti yada hastami bu laflari sayikliyor önemli degil..

  1438. Pipsqueak’den
    Bunlar sonsuz ünlü ve radikal devrimcilere sonsuz ilham olmuş diğer bir kişiden. Ve yine yazar sır kalacak.
    1. “Başkalarına iyilik küçük ve özel olmalı. Genel iyiliği fırlamalar, ikiyüzlüler ve dalkavuklar savunur.”
    2. Sanat yaşam ağacıdır. BİLİM ÖLÜM ağacı.
    3. Allah bizi Tek Görüş’den ve Newton’un uykusundan korusun.
    Bu da benden:
    Allah bizi Nazi gençleri gibi sağlıklı faşist ruhlu, ırkçı, eşcinsel düşmanı, dönerci çocuğu Hortlak’a benzerlerle dolu dünyadan korusun. Allah bizi bu daha modaya uygun marks-engels-lenin burjuva peygamberle süsleyen Atatürk hayırsız piçlerinden korusun.
    1433 Hortlak hala dil soytarılığı yapıp kendi gibi televizyon önünde büyümüş zombi dili konuşuyor. Benim yazdıklarımı beyinsiz olduğu için anlamıyor. Onun yazdıkları Türkçe olmadığı için anlaşılmıyor. Ama ilk defa böyle uzun yazması sanki yediği bir b*kun farkına varışından. Partisinin şefleri galiba kulağını çekmişler.
    Yoldaşlarının k*çlarını yalayıp affedilmesini ister gibi bir telaş içinde.

  1439. Pipsqueak’den 1426 , 1427 ve 1428’e
    Bilmek ayıp değil, sizler gibi faşist ruhlu kara cahil kalmakta ısrar etmek de ayıp değil. Bilginin tamamıyla tekele alınmış olduğu, fikirlerin en adi ve ucuz meta olduğu dünyamızda çoğunluğun sizler gibi sıradanlardan oluşmuş olması çok doğal. Zaten sizin cahilliğinizden gurur duymanız, aşağılığınızı görmemeniz size benzerler yalnızların kalabalığına kaynaşıp kaybolmanızdan geliyor. Gücünüzün asıl kaynağı bu.
    K. Lewin’in araştırmaları antisemitizme karşı direnmede yığına katılanların bireyliğini koruyanlara kıyasla çok daha başarılı olduğunu gösterir ve zaten bu tarih boyunca bilinen bütünlüğün güç oluşunu pekiştirir. Bu parolalı konuşan iki faşistin ve bu sitede sayısız katılanların bilmedikleri bir şey var: Son geliştirilen psikolojik YÖNTEMLERLE yığınlara, sürüye katılma hissi durmaksızın aşılanmakta. Bunun adı İNSAN TEKNOLOJİSİ.
    Bol maaşlının çikleti olan diyalektiğin adından başka hiçbir şey bilmeyen orta sınıf emeklisi, bu yukarıdaki bulgunun iki tarafı keskin kılıç olduğunu bilmez, kitlelere uyup katılanlar kendisi gibi rahat taş uykusuna yatar, bireyliğini koruyanlar bağırır çağırırlar ve hatta bazen örnek vermek için cezalandırırlar. Emekli olduktan sonra ilkokul beyin yıkamasından tekrar dönmüş ama bu arada sözcük haznesi genişlemiş.
    Bu herif benim bir ara söylediğim “HAYIR” sözcüğümden hiçbir şey anlamamakla cahillikte madalya kazandı. Bu tiksindirici mahluk, bu sitede dolup taşan ayni akıbetin kurbanları diğerleri gibi, verdiği ödünü fazilet eder. Ücret köleliğini anlamaz. Önemli olan satılanın farklı olması değil, örneğin emek veya zaman, önemli olan her ikisine ortak olan SATMAK, kendini satmak, kendini META etmek. Oedipus gözlerini oyar, bu kişiliği silik gurur duyar!
    Aslında bu iki faşist korku içinde sıradanlardan, kitlelere, yığınlara çok özgün bir psiklojik yönlendirmenin kurbanları. Bunlar bir gurubun, bir partinin üyesi olmakla rahatlık kazanıp horozlaşırlar. Gurubun adı değişebilir. Müslüman, Türk, Komünist, Sosyalist, Anarşist, hemşeri, akraba, …Değişmeyen güvenlik parolaları vermek. Diğer gurup üyelerine üyeliklerini belirlemek.
    Mesela bol maaşlı faşist hemen hemen her yazısında kendinin aynisi ama “diğeri” olan IŞİD ve İslam’dan söz eder.
    Bu herif o kadar salak ki, ayni bir zamanlar Batı’nın öcüsü ama kendinin aynisi “diğeri” komünizme saldırdığı gibi kendinin de kendisinin aynisi ama “diğeri” olan öcüye saldırıp partisine sığınmakta.
    Bu herif hemen hemen her zaman öcüsüne kadın meselesini katarak saldırır ve Avrupa’yı över. Ben bu kara cahile Avrupalı kafası çalışan kadınlar tarafından yazılmış yüzlerce yazı göndersem yine de odunum da odunum der durur.
    Avrupalı kadınlar güzel, makyajlı, bacak ve g*tlerini sergilemenin, modaya göre giyinmelerinin baskısından dert yanarlar.
    Salaklara not: Hayran olduğum Kızılderililer 3-4 saat makyaj yapmadan çadırdan çıkmazlardı. Hatta görünüşlerine çok önem veren Kızılderilileri asıl kırımdan geçirenin, beyazların getirdiği ve battaniyelerle bilerek dağıttığı ilk biyolojik savaş sayılır çiçek hastalığı olduğunu ileri süren tarihçiler bile var. Diğer bir sevdiğim toplumdan örnek: Bizde para neyse Havailerde (Hawaii’lerde) seks ve güzellik oyduydu.
    Gel bunları yüzlerce sayfa yazmadan bu siteyi dolduran Atatürk fırlamalarına anlat!
    Bol maaşlı orta sınıf temizlik mühendisi o kadar salak ki, kendinin ayni Müslümanlar gibi Medeniyet’i savunduğunu; kendinin ve Müslümanların ilkellere karşı aynı düşünceleri paylaştığını görmez. Aynı zamanda Medeniyet’e saldırdığım için bana havlar. Bu farkı, bu çelişkiyi bu salak dolu sitede bir kişi bile görmez. Vızıldayan atomlardan oluşmuş bu yalnızlar yığını sitede bu apaçık çelişkiyi paçavraya dönmüş bol maaşlı çılgına hatırlatacak zerre kadar onuru olan biri çıkmaz. Bu da kitlelere aşılanan okul+medya beyin yıkama yöntemlerinin ne kadar etkili olduğunu gösterir.
    Politically Correct Sözcükler Muğlaklığı
    Ben çocukken komşular ban “ibn-il mecnun ” (mecnun veya delinin oğlu) takma adını vermişlerdi. Babama da, Kürt asıllı olduğunu bildikleri için, mecnunluğu tuttuğunda, Arapça, “yine Kürt damarı tuttu” yani cinlerle doldu demek isterlerdi. Komşularımız fakir insanlardı. Bu iki şehirlerde, temiz evlerde, temiz ailelerde, temiz okullarda temiz beyinli, kafayı düzenlilik ve temizlikle bozmuş, politikacılık hırslarıyla dolu iki faşist gibi laf değiştirmeyle dünya değiştirmeye inanacak kadar enayi değillerdi. Kızıp saldıranlara dağdan veya köyden gelmiş lafını kıvırmadan olduğu gibi söylerlerdi. Freud bile taş atacağına küfür edenin Medeniyet temel taşını attığını söyler.
    Zaten yaşadığımız dünya aslında gerçek dünya yerini almış laflardan ve son zamanlarda imgelerden oluşan dünya.
    Faşist ruhlu Hortlak ne dediğinin farkında olmadan küfür anlamında ilkellere “wahsi” der. Hortlak gibi milyarlarca değer Rousseau ilkellere “vahşi” dedi. “Politically correct” olmanın zararlarını, sahtekarlığı örtbas etmeye ve dolayısıyla orta sınıf Hortlak ve emekli maaşlı gibi temizlikle kafayı bozmuş ırkçı, faşist ruhlulara koz verdiğini gören sayısız dürüst antropologlar, ayni eşcinseller gibi, vahşilere “vahşi” diyerek dil değiştirmeyle düşüncelerini saklayan, gerçekleri sözcüklere çeviren münafıklarla alay ederler. Bu iki münafık gibi terbiyeli, salak, sorumsuz, Oedipus gibi gözlerini oyacaklarına sözcük değiştirmeyle yetinen, yaltakçı, gelmiş geçmiş en adi ve kişilikten mahrum “sosyal” bilim adamları bu iki faşist gibi laf oyunuyla vakit doldururlar, emekliliği beklerler. Bir tanesi hala ücret köleliğinin ne anlama geldiğini bile bilmiyor. Ne de 20. yüzyılın en büyük filozoflarından biri olanı.
    Not: 1427 & 1428, Yalakalar’a birkaç Euro ver, hemen bulurlar.
    Örnek.
    Güzel soru soranlara gaflete gelip politically correct olmasını unutan “1405 ogürsel 30 Mayıs 16 / 8pm” cevap verir.
    “1403.. siz “köyden yeni mi geldiniz?””
    Faşist 1417 özel bir anlam taşıyan ama eşcinsel demek olan bir sözcüğü “affedersiniz” ekleyerek kullanmayla kendisinin aslında homofobik, eşcinselliğin adi olduğuna inandığını açığa vurur. Ve bu siteyi dolduran azılı solcu, devrimci, anarşist, komünist, falan filan insan harabeleri yutarlar. 1417’nin kopyası faşist 1427 & 1428 de politically correct olmayı unutup “Köyden gelme” lafıyla özünün ne olduğunu, süt çocuğu olarak büyüdüğünü sergiler. Yine sessizlik.
    Türk Dil Kurumunun Hortlak’ın kullandığı kelimeyi tanımı:
    1. isim Edilgin eş cinsel erkek, homoseksüel
    Vurgulamak isterim: Bu tanımda EDİLGEN, 1426, 1427, 1428 faşistlerin özünü belirlemede çok önemli bir sıfat.
    Sami dillerinde “oğlan” veya “oğlu” anlamına gelen “ibn-” ve” ben-” ön takılar bu sözcüğün kökeni.
    İbn-i Sina, İbn Arabî, İbn-i Haldun, İbn Rüşd, bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazzâlî ve binlerce İbranice örnekler. Hatta çok ünlü Yahudi filozof Maimonides’in Arapça adı Musa ibn Meymun, yani maymunun oğlu. Abbasilerin en ünlü generali ve bütün baş kaldırma ve direnişleri bastıranın adı ibn-il jahş = eşeğin oğlu.
    Not: Ben Zileli’ye hak verip sözcükleri kullanmada dikkatli olmaya katılıyorum, ne var ki kullanış tamamıyla bağlamda anlam kazanır, politically correct olma sınırları ve hatta sözcüklere eleştirisiz saplanmak, eninde sonunda bizi sözcüklerin kölesi eder. Dili statikleştirir.
    1405’in [1403.. siz “köyden yeni mi geldiniz?”] köyden gelenleri küçük görmeyi ben şimdi bu faşiste karşı kullanacağım.
    Ulan hödük, günaydın! Burada eşcinslerin evlenmesini hayatını önünde geçirdiğin televizyondan duymadın mı? Lorca’yı sen ve Hortlak gibi faşistlerin öldürdüğünü bilmiyor musun?
    “Karım” lafımla politically correct olmadan sizler kadar nefret etiğimi anlamadın mı? Ben karımla 7 yıl evlenmeden yaşadım ve evlenmeden yaşama “politically correct” olur olmaz evlendik.
    Bu aslında zamanımıza egemen olan nihilizm ideolojisini tamamıyla benimsemiş insan harabeleri doğal olarak nihilizmin temsilcileri olduklarını görmezler. Eski terimler olan ırkçı-faşist- milliyetçi- Nazi kelimelerinin kendilerini nitelendirdiğini kabul etmemeleri de bir o kadar doğal.
    İŞTE, “İstanbul Onur Haftası etkinliklerinin bir parçası olarak her sene gerçekleşen Onur Yürüyüşünde “Velev ki ***eyiz” yazılı bir pankart.”
    “In early 2011, there was a gay parade in Istanbul where thousands walked in peace, with no violence or other disturbances; in gay parades which took place at the same time in Serbia and Croatia (Belgrade, Split), police were not able to protect participants who were ferociously attacked by thousands of violent Christian fundamentalists.”
    ÇEVİRİ
    ” Binlerce kişinin 2011’de, İstanbul’da, eşcinseller gösterişi hiçbir olay çıkmadan geçti. Aynı an Sırbistan ve Hırvat’da, polis gösteriye katılanlara gaddarca saldıran Aşırı Hıristiyan’ları durduramadı.”
    Neden acaba 1426, 1427, 1428 faşistlerin taptığı Avrupa, doğu Avrupa ülkelerinin kulağın çekmiyor? Neden Hortak ve bol maaşlı iyi kalpli salağın kopyası olan ve 70 kişi öldüren Norveçli Breivik’de Avrupa’nın yaşadığı nihilizmin son derece normal bir tezahürü olduğunu hasıraltı ediyor? Neden kendini kendi kopyası olan “Diğerine” yansıtarak bu 1426, 1427, 1428 gibi zavallı cahil nihilizm kurbanlarını pompalıyor?
    Bu herifler şahane Pride (2014) = Gurur filmini görmemişler veya “politically correct” olmada kullanmak için veri-bankalarına yatırmışlar. Bence bu iki faşistin homofobisi apaçık.

  1440. Bu sitedaki yazılara satıhsal ve sadece sayfa sayısına dayanan bir değer verilse, Pipsqueak yazıları ortalama 6-7 sayfa, ogursel yazıları ortalama dörtte bir sayfa.
    Pipsqueak alay, hakaret, küfür etse de bunların nedenlerini açıklayarak bilgi vermekte. İnsan bazı tamamıyla yeni şeyler öğrenmekte. Diğeri “yalan”, “sahtekar”, “züppe”,”bilgi gösterisi yapıyorsun”, “çok dil biliyorsun fiyakası yapıyorsun” ve benzeri ayni şeyleri tekrarlayıp duruyor.
    Ben kendim din tarihi ve mitolojiler üzerinde ihtisasımı yaptığım için bu konuda bir değerlendirme yapacağım.
    Pipsqueak’le ogürsel arasındaki fark okyanusla damla kadar. Fakat bu konuda derin bilgisi olmayanlar bunu göremezler.

  1441. Bu siteye tesadüfen rastladım. Kendim yurtdışındayım ve Türkiye’de anarşizm hareketleri hakkında bir araştırma yapıyorum.
    Sayın
    Pipsqueak yazılarında kişisel saldırı var ama canlandırıcı ve düşündürücü. İdeolojisi ne olursa olsun çevre, doğa ve insanın nesnelleştiren sosyal düzenler hakkında bilgisi çarpıcı. Bu felaketlere karşı öneri bir kaçınılmazlık şantajı. “Teknoloji hasarlarını, insanı da adaptasyon ettirme yöntemleri de dahil, ancak teknoloji düzeltebilir.” Pipsqueak bunu çok iyi biliyor. Daha da iyi bildiği, tarihin kazananlar tarihi, sosyal bilim adamlarının büyük bir çoğunluğunu dalkavuklar olduğu. Artık bilim adamları bile bu varılan çevre yıkımının durdurulması ve hele tersine çevrilmesinden son derece şüpheliler. Bunlar zamanımızın en derinlerinde yatan hakikatler. Pipsqueak özellikle insan öznelliğinin belki de kurtarılmayacak kadar hasara uğradığının bilinç ve acısı içinde. Bazı ayrıntılara katılmama mümkün ama ana eleştiri çok yerinde.
    1394 ve 1396 numaralı yazılarda ne bilgi, ne ileri sürülenleri çürütme var. Tuhaf bir muğlaklık içinde, her zaman, her yerde, her ideolojiyi savunanların başvurdukları genel “iyimserlik” tezahüratı yapmakta. Sanki Pipsqueak’in bilgilerinin satıhsal versiyonlarıyla asıl konulardaki bilgisizliğini kapatmaya çalışıyor ve tepkilerle yetiniyor.
    Yukarıda sözünü ettiğim konuları içeren ve Pipsqueak’in 1391, 1392, 1393, 1395 numaralı yazılarında dediği gibi 1389, 1394, 1396 numaralı yazıları yazan için sanki son 50-60 yıl geçmemiş gibi.
    Bana öyle görünüyor ki pipsqueak “siz hiyerarşi beyniyle doğmuşsunuz”, demek istiyor ama haklı olarak kabul edilmiyor. Kim eder ki?
    Çok daha şiddetle ve çarpıcılıkla, pipsqueak, “siz kazananlar tarihini tamamıyla özümlemişsiniz.” demek istiyor. Ve bence çok haklı.
    Yapılan meydan okumalar biraz çirkin. Hatta bu meydan okumalara boyun eğerse, onu anladığım kadarıyla, onun size asıl vermek istediği mesajla çelişkiye düşmüş olur. Hiyerarşiye saygılı olduğunu gösterir.
    Siz yazılarınızda bir düzene, bir ideolojiye, bir hiyerarşiye, bir dünya görüşüne katıldığınızı söylüyorsunuz, pipsqueak, benim anladığım kadar, bu inanışların ayni bir dine benzediğini, 1389, 1394, 1396 numaralı yazıları yazan ve benzerilerin fanatik bir dinciler olduğunu savunuyor. Haklı değil mi?
    Kendimin yoğun yaptığım araştırma alanı olan burjuvalığın dünyaya yayılması konusunda son derece bilgili ve haklı. Tüm dünya ülkelerinin, özellikle Türkiye’nin, her alanda burjuva değerlerini benimseyip uyguladıklarını kabul etmemekte direnmeniz çok tuhaf ve anlamakta zorluk çekiyorum.

  1442. Pipsqueak’in Televizyon Dizisi, 3. Serüven
    Sayın ve Değerli Özümleyiciler,
    Bazı teknik nedenlerden bu serüven çok kısa olacak. 2 silahşör + süt ineğine bir üçüncü silahşör, HORTLAK da katılır. Aslında Atatürk’ün Türkiye’ye getirdiği ama Atatürk’ün modasının geçtiğini cin gibi bilen Hortlak, seyahat torbasını marks-engel-lenin-falan filan burjuva peygamberleriyle doldurur. Fırsat bu fırsat marks-engel-lenin-falan filan burjuva peygamberlerin beynine aşıladığı Medeniyet’in ilerlemesinde baş rolü oynayan artisti, üretim-ticaret itkisi ve kaktırmasını da unutmaz: babasının pis kokan dönerlerini de satmak ve dolayısıyla Medeniyet’e bir katkısı olsun diye torbasına ekler.
    Hedef IŞİD.
    Daha varır varmaz helal eti domuz etinden ayırt edici en son ve en uçta teknolojik detektöre sahip olan bilim-teknoloji düşmanı IŞİD, Hortlak’ın getirdiği etlerin Almanya’dan geldiğini ve domuz etiyle karıştırıldığını hemen çakarlar. Hortlak’ı döve döve paçavraya çevirirler. Neyse ki IŞİD’in eski dostu Erdoğan müdahale eder bu 4 enayiyi gönderdiği özel uçağıyla kurtarır. Avrupa’ya gösteri yapar. Avrupa gibi milyonlar öldürme caizdir ama 3-4 kişiyi kurtarma enayiler yutturulan ve enayiler ağzını pis kokutan hümanizmdir.
    4 enayi Türkiye’ye vardıklarında basına yaptıkları açıklamada, “IŞİD’i görmedik ama Newton’un (aslında Maxwell ama olsun, cahillik artık ayıp değil), IŞIĞINI gördük. YAŞASIN ERDOĞAN!”, derler.
    Bazı solcu-devrimci falan filan gazeteciler bunun dezenformasyon olduğunu, serüvenin tümünün aslında Erdoğan taraftarlarının en son ve en uçta teknolojiyle filim stüdyolarında yapılan film montajı olduğunu iddia ederler. Herkese iş çıkar. Halk eğlenir. Politikacılar beyanda bulunur. Bilgiç-kabak enayi uzman profesörler yorumda bulunur. Hatta kelime hazinesi bol ama kafaları boş kitap yazarları bol şekerli komplo kitapları bile yazarlar. Komplo konusunda mütehassıs TZM diplomalı Türk TZMciler de katkıda bulunmada geri kalmazlar. Olayda sadece başlangıçta komplo olduğunu ama sonra, bu sitedeki diğer bir enayiden ödünç aldıkları diyalektik-değişim-dönüşümden geçtiğini ileri sürerler. Ağızdan ağza dolaşan bir sakız, adi bir dizi olduğunu, hatta Pipsqueak’in sıradan bir Homo Luden oyunu olabileceği ihtimallerini sosyal medyada yapmakta oldukları Bayesci olasılık hesaplarıyla araştırıyorlarmış. Her arayan gibi hem belasını hem mevlasını bulduklarında sonuçlarını bu sitede yayınlayacaklarını ilan ederler.
    Ben kendim her komplo gibi bu olayın da enayiler için şahane bir dedikodu konusu olacağına inanıyorum. İnşallah bu sitede zekaları gibi dolup taşan siyasi-politik-iktisat-ekonomik-toplumsal-sosyal-solcu-devrimci-anarşist-marksist-leninist-özgürcü sosyalist- köy-komün-çok fasulye yiyip ürettikleri yelleriyle denizleri ve karaları yelleriyle temizleyecek sivri koca kelleler, bu olayı incelemeleriyle bizi bu konuda AYDINLATIRLAR. Amin!

  1443. Şeytan Yamağı kuşkusuz çok okumuş.. Anlamamış.. Ne içeriğini ne de okumuşluğun kazandıracağı vakarı.. Ve sahtekar ve kibirli. Bilgilerini örgütlemek yerine gösteriş olarak kullanıyor. Bilmediği konularda da biliyorum, okudum sahtekarlığı yapıyor. Bir konu üzerinde derinlemesine tartışamıyor. Samimiyetsiz.
    İnsanın farklı bilgilenme yöntemi vardır. Şeytan yamağı bence genel süreçler içinde değersiz, bütün içindeki yerini anlamadığı malumatfuruşluklar sergiliyor.
    O 15 yaş zekası ile salladığı bir “radikal filizof” zırvası ve yine tartışmadaki kişiselleştirme yöntemi ile bence değersizliğini açık etmiş bir karakter.. Bu adamla ne yola çıkılır, ne de bir masada oturulur..
    İtiraf ettiği gibi hasta.. Çok öfkelendiğinde, yanıt veremez hale geldiğinde deli saçması, paramparça paragrafları kuşku uyandırıcı.
    Yazmıştım; “kamu görevi yapıyorum” dedim.. Herkesi koruyamam! Mürit arayan şeyh-peygamber bu adamı seven-saygı duyacak olanlar bulunabilir.. Sorun benim değil..
    Yine o “radikal filozof “yok. Yazmıyor.. Gizliymiş.. Sahtekar işte.. Ne o cümleyi savunuyor, ne de yazanı yazıyor..b ir sürü salak değersiz şablon bilgiler döktürüyor.. Kimilerinin gözünü boyuyor..
    örnek
    “Bunlar sonsuz ünlü ve radikal devrimcilere sonsuz ilham olmuş diğer bir kişiden. Ve yine yazar sır kalacak.
    1. “Başkalarına iyilik küçük ve özel olmalı. Genel iyiliği fırlamalar, ikiyüzlüler ve dalkavuklar savunur.”
    2. Sanat yaşam ağacıdır. BİLİM ÖLÜM ağacı.
    3. Allah bizi Tek Görüş’den ve Newton’un uykusundan korusun.”
    Bu denli sıradan çıkarsamaları matah bir şeymiş gibi sallıyor adam.. Utanmaz “Tek görüş’ü” aşağılayan bu lafı alıntılıyor, ama kendi tek görüşünü eleştirenlere en adi, en ucuz, en bayağı küfürler ediyor.. Bu denli riyakar.. Tam da Şeyh taktikleri.. RTE gibi!
    *
    Bir makale yaz dedim.. Yazmıyor. Bir düşünceyi, derli, toplu anlatsın.. Okuyalım; derinliğini görelim.. Buradan özür dileyeceğim.. Bu adamın “derinliğini” kavrayamamışım diyeceğim..
    Benim makaleler orada duruyor.. Yanılabilirim; somut eleştiriye açığım; tartışırım..
    Bu şeytan yamağı çılgın bir kuş gibi, her dala sıçrıyor.. Kaçak dövüşüyor..
    Neyse.. yeni müritleri ona hayırlı olsun!
    *
    Budala.. “köyden yeni gelmiş” demek, kentin karmaşık ilişkilerini kavrayamamak anlamındadır ki, kentin karmaşık ilişkilerine dair konuşursa bu lafı da hak eder. Bak sen de karmaşık ilişkileri anlayamıyor, “köylülük” dünyasına sığınıyorsun.. Bu nedenle mi bu laf sana ağır geldi?
    *
    Bekliyorum.. o salak 15 yaş zekası cümlenin yazarını.. Çünkü o sensin; kavrayışın bu denli sığ.. Soru sormak, insanın bilgisini ve derinliğini-kavrayışını gösterir.. Bu yüzden kıvranıyorsun değil mi? Müritlerin de o cümleyi incelesin.. Tartışalım.. Sadece o cümleyi ama.. Konuyu dağıtan da “şey” olsun!

  1444. 1438..
    bu şeytan yamağının kendisi değilse eğer.. Yapar çünkü..
    Konuyu bilmiyorsunuz.. (Şeytan Yamağı değilmiş gibi yazacağım..)
    ***
    Siz de köyden yeni gelen misiniz.. Bu adam yalan söylüyor ve yakalıyorum.. Bu yalanlar üzerinden konuşmak istiyorum.. O ise mevzuyu sulandırıcı bilgi züppeliği ile bu yalanları ile yüzleşmek istemiyor.. Onu kaçtığı alana getirmeye çalışıyorum.. Şeytan yamağı ya.. siz de bu sırada yaptığı numaralara denk geliyorsunuz.. Meraklıysanız yazarım ama bu kadar incelediğinize göre ve yargınız da böyleyse sizin de kavrayışınıza güvenmemem gerekiyor..
    *
    .. Örneğin şimdi de o “filozofun” adını da vermiyor.. Gizliymiş! Bu denli ahlaksız.. Kaçıyor.. Beyninde ne varsa bu yorumlar bölgesine kusuyor, asıl konuya gelmiyor.. Burası beyin kusmuk alanı mı? (Önceki yalanları, züppeliğinin teşhir edileceği konularda olduğu gibi.. Utanmaz, aylar sonra iddialarını T. Hodgson’da bulamadığını itiraf ediyor…. tabi “fıtratına” yakışır bir terbiyesizlikle.. Okuduğunu anlamadığı ortaya çıkıyor..
    ***
    Buyrun.. adamın bu yazdığını değerlendirin, bu salak cümle ile züppece sergilediği bilgi kumkumalığını karşılaştırın. O kadar kitap okumuş, anlamış birisi böyle cümle kurabilir mi? Veya bu “mantığı” takdir eder mi? Bu “filozofun” adını vermek yerine 10 sayfa yazıyor.. Siz de o sahtekarlıkları alkışlıyorsunuz.. Kutlarım..
    **
    cümle şu..
    “Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”
    Bunu söylen sen ve o salak ulu şefin gibi milyonlara bedel, dünyanın en radikal insanlarına ilham olmuş bir filozof…”
    ***
    Bu konu üzerinde yazmazsanız, yazanın Şeytan Yamağı olduğu kesinleşecek..

  1445. Pipsqueak ve Hortlak’ın 1417 Alçak ve Tiksindirici Yazısı
    Ben hala umutsuzluk içinde ama nefesini tutmadan bu adi Hortlak’a başka birinin de yanıt vermesini bekliyorum.
    Sn Zilei yazıyı sildi. Ancak silmenin nedenini açıklanmadı. Neden iki türlü yorumlanabilir.
    1. Hortlak’ın “eşcinsel” yerine kaba ve küfür olarak kullanılan bir sözcük kullanmış olması. Bu bile eğer yazının tümünü okursak Hortlak’ın eşcinselliği nasıl algıladığını apaçık gösterir.
    2. Hortlak’ın eşcinselliğe karşı gizli düşmanlığı, hor görmesi, küçük düşürmesi. Hortlak’ın eşcinselin ayıplanacak bir varlık, doğuştan veya sonradan üstlendiği bir sapık, utanılacak bir yaradılış olduğu inancını benimsemiş olduğunu sergilemesi. Eşcinsellik hakkında çirkin düşüncelerle dolu biri olduğunu göstermesi.
    Ben kendim, bu sitenin değişik fikirlere açık olması varsayımından yola çıkarak 1. nedenden silindiğini tahmin ediyorum.
    Fakat yukarıda dediğim gibi her iki yorum aynı tutumu dile getirir. Hortlak, taptığı Avrupalılar gibi olmayanlara karşı kullandığı faşist ve ırkçı laflarını bu defa da eşcinsellere yöneltir. Hatta sadece eşcinseller değil, kendi faşist düzen-intizam polislik ruhunun sınırlarını aşarsa, her türlü ve tüm cinsel ilişkilerden hoşlanmanın bile bir çeşit sapıklık, ayıp, utanılması gereken bir etkinlik olduğunu düşüncesini açıklar. Ama bu dahilerle dolu sitede kimse bunu görmez. Bir ihtimal sitedekiler aşırı zeki ama Hortlak gibi aşırı t*g*t as*ler. Uslu, terbiyeli, sıcak sütünü içip uyuyan ve bir türlü uyanmayan iyi aile çocukları.
    İtalya’ya giden, Naziler de dahil, Alman üst sınıflardan habersiz (oku T. Mann “Venedik1de Ölüm”), Eski Yunan tarihinden habersiz, bazı bu salağın “wahsi” dedikleri arasında her iki çeşit cinsel ilişkilerden zevk alanları daha yüce görmelerinden habersiz, Uzak Doğu’da hem geleneksel cemiyetlerde hem de hala “wahsi” olanlar arasındaki adetlerden habersiz, binlerce daha örneklerden habersiz bu ahlak bürokratı, bu ahlak polisi Hortlak insanlığın yüz karası.

  1446. Pipsqueak’den Her Zengin gibi Cimri1440, 1441
    Yahu ver birkaç Euro Yalakalar’a sana ışık hızıyla hangi filozofun bu lafı söylediğini bulurlar.
    Boşuna girdiğin bataklıkta çırpınma. Ben çoktan senin ayni Hortlak gibi faşist, ırkçı, milliyetçi içi pislik dolu güler yüzlü bir orta sınıf klonu olduğunu gördüm. Aynı ikizin ve klonun olan Hortlak’ın saplandığı eşcinsellik bataklığı gibi köylü = cahil denklemi bataklığına saplandın, çırpındıkça daha çok batıyorsun. Sende utanma kalmamış.
    Yalakalar sana apaçık dediler: bir şey bildiğin yok atıp duruyorsun. Seninle ne tartışsak bütün dürüst düşünürlerin karşılaştığı düzen savunanlarda ortak olan cahillik sığınağına kapanacaksın. Nihilizm veya diğer adıyla görecelik nakaratını ötüp duracaksın. Bütün mevcut düzenin polis köpekleri ayni türküyü söylerler.
    Not: ben göreciliği çok kullanır ve beğenirim ama senin görecilikle cahilliğini örtenlerden nefret ederim. Senin gibi sıradanlar arasında görecilik mutlaklık oldu.
    Sonsuz ünlü alıntıları kimlerin söylediklerini bilmemen senin sonsuz cahil olduğunu sonsuz kanıtlar.
    Sen biricik teknisyen oğlunla fasulye yemeye devam et. Karayı, havayı, denizi, insanları yellerinizle temizlemeye hazırlanın.
    İşte sana diğer bir sır şair.
    En iyiler tedirginlik dolu,
    En kötüler pis kokulu yeller.
    Benim sana tavsiyem Avrupa ve ABD’de geliştirilen en son teknolojiden yararlanıp kokmayan yel üretme ilaçlarını fasulyene katman. Daha sık daha çok yel savurursunuz.
    Sen beyninde tüm düşüncelerine temel olan hiyerarşi ve nihilzim-görecilik düşünce iskeletlerini doğuştan genlerinde getirmişsin. Zaten geri kalan boş. Sadece ve büyük bir ihtimal emekli maaşına hazırlıkta ücret köleliğinin gerekli meslek bilgisiyle dolu.
    İşte bir zamanımıza egemen olan ve senin doğuştan getirdiğin, nihilizmi gören ama senin gibi kurbanı olmayan bir dürüst sır şair daha

    Hiç Bir Şey
    kılığında
    Çok Şey.
    Uçuşuyor algılarım
    sırrına varamadığım bu düzende.
    Vücudum, ben,
    çakılmış buraya, anısızlığa.
    Hiç bir sertlik bu yumuşaklık kadar
    sert olmamıştır; hiç bir kargaşa
    bu düzenlilik kadar altüst edici.

  1447. ah zavallı 1443
    nasıl da çırpınırsın..
    o cümledeki cehaletinle yüzleştireceğim seni.. (ki yüzleştirmiştim de) o salak çevirmen ya da filozofu yaz.. ki gerisi gelecek..
    başına gelecekleri biliyorsun..
    yazmazsan bana dert değil.. Zaten aşağıladığım bir fikrin yazanından bana ne.. bu, senin ne kadar korktuğunu gösterir..
    sen bu kadarsın işte.. alıntı yaptığın adamın adını veremeyecek kadar korkak ve sahtekâr..
    *
    Hangi “normal” tartışmada bu senin yaptığın yapılabilir?
    Ahlâksız, yalancı..
    Bunu hep yaptın.. Salladın.. üstüne geldim.. Kaçtın, kaçarken de sayfa sayfa beyninde beni hiç ilgilendirmeyen, üzerinde biraz düşünsem kestirebileceğim, keşfedebileceğim; bulabileceğim malumatfuruşlukları salya sümük akıttın..
    *
    o adı vermediğin sürece acınası bir korkaksın…
    *
    1438.. bak senin çok bilgili adamına… alıntısının yazarını yazmayana ne denilir? Senden de bu konuda şeyhine yardım etmeni bekliyorum..

  1448. Pipsqueak’den
    Sayın TZMciler (eski Yalakalar)
    Herifle oynaya oynaya onu da kendim gibi paranoya etmeyi galiba başardım. Ama tam emin değilim. Siz bu alanda tecrübeli, bilgili, uzman olduğunuzu defalarca kanıtladınız..
    Sayın akıl hastalıkları polisleri TZMciler, sizin bu konudaki ekperliğinize ihtiyacım var.
    Bu herifin sevdiği bilimsellikle anlatayım.
    Veriler 1: 1399′ ve 1408 yazılarınız altında yatan bu herifin cahilliği.
    Not: Hatta bu herif %50 anarşist olduğundan babacılık, paternalizm bile yaptı, benim kötü etkim altına girmenizden korkarak sizi korumak istedi.
    Veriler 2: 1438’de bu herifin cahilliğini yüzüne vurdu. 1437 de.
    Veriler 3: Bu herif %lerden oluştuğunu ve kelimenin etimolojik anlamında halihazırda şizofren olduğunu kendi itiraf eder.
    Veriler 4: Bu herif 1399’un dolaylı, 1408’in sizden olduğunu hemen çaktı ama 1438’in benden olduğunundan şüphe eder. 1437’ye henüz dil uzatmadı.
    Veriler 5: Siteyi idare eden yorumların kimlerden geldiğini bilir.
    Hipotez 1: Bu herif sadece şizofren değil ayni zamanda paranoid, yani paranoid şizofren.
    Hipotez 2: Bu herif nedense siteyi idare eden gibi yorum yapanların kimler olduğunu biliyor. Örneğin, kim olduğunu bilmeyince,
    [1438..
    bu şeytan yamağının kendisi değilse eğer.. Yapar çünkü.], der.
    Ben bu konularda sıfırım. Sizin hayatınız sosyal medya ve bilgisayarla geçmişe benzer. Siz bu işe ne dersiniz? Bu hipotezleri kanıtlayacak deneyler yapılabilir mi?
    Not: ben elimden geldiği kadar bu zenginin sizlere iş verip size birkaç Euro kazandırmasını öğüt veriyorum ama herif her zengin gibi pinti, parasına çok düşkün, eli çok sıkı.
    Her neyse. Sizler nasıl sınız? Devrimciliğiniz ne alemde? Ben hala okuyup inekliyorum. Bazen siz aklıma geliyorsunuz ve devrim yapmadığım, sizi çocukken Türkiye’ye gelip size “rat race’e katılmayın” demediğim için vicdan azabı çekiyorum. Bazen de ulan bunlar beni iyice moda olan strese soktular, hemen hemen herkes gibi normal oldum diye sizlerle tanıştığıma seviniyorum.
    Sözüm ona “devrim televizyonda yayınlanmayacakmış”. Eğer devrim yaparsanız, ki zaten televizyonumuz yok, lütfen telepatiyle haber verin. Aman %ler herifi duymasın.
    Not: bu sitedeki “Daha önce ben televizyona bakıyordum, şimdi televizyon bana bakıyor.” büyük lafı bunu yalanlar ama olsun, politically correct olmadan zarar gelmez.

  1449. Sayın 1444
    Ben bir araştırmacı olarak ve anarşistlik konusunda biriktirdiğim konular çerçevesi içinde bir kıyas, bir değerlendirme yaptım.
    Bence Pipsqueak sizden, özellikle zamanımızın sorunları konularda, çok daha bilgili. Eğer aslana aslan payı vrmek gerkirse, sizinle kıyas edilmez derin bir düşünür.
    Siz daha kendinizin burjuva olduğunuzu kabul edemiyor, bu gerçekle yüz yüze gelme cesaretini gösteremiyorsunuz.
    Lütfen beni çocuğumsu konuşmalarınzla rahatsız etmeyin.

  1450. 1445…
    Yine gevezelik. Geç bunları.. O salak cümleni savun..
    1446..
    Sen de o salak cümleye sahip çık; olgunluğunu görelim.. Biriktirdiğini anlayalım.
    Bilim ve teknoloji konusunu anlat da araştırmacılığını değerlendirelim. Bir “hınkçı başı”; “baş sallayıcı” kişiliksizliği gösterme..

  1451. Pipsqueak’den
    Sayın TZMciler (eski Yalakalar)
    Şakayı bir tarafa bırakır ve şu orta sınıf bol maaşlı %li anarşitle Hortlak’ı unutursak, Amerikalar hakkında yazılmış en güzel kitaplardan biri aşağıdaki kitap. Bence bir mutlak (“a must”).
    Eğer okumak isterseniz, bende bir “.mobi formatlı” kopyası var ve size severek gönderirim. İsterseniz siz sadece bu kitabı göndermem için bir e-mail adresi yaratın ve kitabı alır almaz e-mail adresini hemen iptal edin. Ben bir “cafe”den gönderirim.
    Tabii sanırım belki siz kendiniz de İnternet’de bulabilirsiniz.
    The Memory of Fire Trilogy
    Genesis, Faces and Masks, and Century of the Wind
    Eduardo Galeano
    Translated by Cedric Belfrage
    Not: kitap 3 cilt: Genesis, Masks, Century of the Wind

  1452. Sayın (pipsqueak) 1445'e

    Sayın “pipsqueak” 1445,

    Bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız, ve bundan nefret ediyoruz. Peki, bizleri, patron kıçı yalamak için bebekliğimizden itibaren kim yetiştirdi: Sizin, yani “pipsqueak”in kuşağı, yetiştirdi.

    Siz ve sizin gibiler (“ogürsel”, “Gün Zileli” ve benzerleriniz), yıllarca,
    Kendi “bol kitaplı mağaralarınızda”, sadece kendi kabuğunuz içinde yaşamayı tercih ettiniz,
    Yerinizden hiç kımıldamadınız,
    Kapitalizme karşı kallavi eylemlere hiç yeltenmediniz,
    “Kapitalizmle hayatı aynı şey zannettiniz”,
    “Kapitalizme müdahale edince hayata müdahale edildiğini zannettiniz, bu hatayla yıllar boyu sus-pus oturdunuz”,
    En sonunda, “Beyaz Ya-LA-ka”lar gibi ucubelerin doğumuna yol açtınız.

    Size son referansları gönderiyoruz.

    Size, daha önce, “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” İsviçre’de de çalışmaları olduğunu, konferanslarına sizin de katılabileceğinizi yazmıştık. Katıldınız mı? Hayır, katılmadınız. Niçin? Çünkü siz, Elias Canetti’nin muhteşem eseri “Körleşme”de (Almanca: “Die Blendung” / Fransızca: “Auto-da-Fé” / İngilizce: “The Blinding”) hayatını anlattığı (sinolog) Doktor Peter Kien’sınız.

    Referanslar:

    ========== 1 ==========

    “The End of Capitalism”
    20th June 2015:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=jIFK0NhMVws )

    “Post-Scarcity Economics” presented by Peter Joseph.

    ========== 2 ==========

    “Impacts of Income Inequality on Human Health”
    25th April 2015, London:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=_ViZF3BTjJ0 )

    Martin Wilkinson (The Equality Trust; https://www.equalitytrust.org.uk/ ) (aynı zamanda medikal antropolog, sosyal epidemolog Richard G. Wilkinson’ın kardeşi) will outline the debilitating affects of income inequality on human health and some ways in which we may go about reducing these negative tendencies and increase income equality.

    ========== 3 ==========

    “Economic Calculation in a ‘Natural Law / Resource-based Economy'”
    12th November 2013, Berlin, presented by Peter Joseph:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=K9FDIne7M9o )

    ========== 4 ==========

    “Faces Of Structural Violence”
    15th March 2015, Berlin:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=P1bXnt1XQzg )

    Max Bocksch presents “Faces Of Structural Violence“ at the Main Global ZDAY Event in Berlin. His talk portrays various examples of Structural Violence in today’s outdated market structure, reflecting on different symptoms it produces and possible “easing factors” towards problem resolution.

    ========== 5 ==========

    “Politics, Ethical Choices and Conspiracy Theories”
    23rd March 2016:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=3e7CXZOX2vI )

    In this episode Casey Davidson (Australian national coordinator for TZM) discusses whether the Zeitgeist Movement should interact with political parties, how to find a balance between making ethical choices and connecting with larger audiences as well as introducing the Brisbane chapter’s amusing “Tinfoil hat scale”.

    ========== 6 ==========

    “Where we go from here?”
    26th March 2016, Athens, presented by Peter Joseph:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=eyEP2H3QsII )

    ========== 7 ==========

    “The Zeitgeist Movement Interview”
    26th March 2016, Athens:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=Jnh3NsZVWvs )

  1453. Bu sitedekilerin çoğu ‘doxa’ ile dolu,
    Fakat pipsqueak ‘olmak’ – ‘bilmek’ – ‘olmak’ – ‘bilmek’ dizgesine adım adım, ağır ağır, hata yapa yapa, tecrübe ede ede yaklaşan birisi.

    Pipsqueak’e laf atmadan önce, ne demeye çalıştığını anlamaya çalışsanız iyi edersiniz.

    Pipsqueak’e laf atanlar, daha ‘bilmek’in ne demek olduğunu bilmiyor.

  1454. Sayın (pipsqueak) 1448'e

    Sayın “pipsqueak” 1448,

    Sayın Eduardo Galeano, ölmeden önce, kaç defa “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” konferanslarına katıldı; haberiniz var mı sizin?!

    Galeano da kapitalizme karşı eylemlere omuz veriyordu, ama siz, sayın “pipsqueak”, Canetti’nin “Körleşme”sindeki (sinolog) Doktor Peter Kien’ı taklit etmekten haz alıyorsunuz.

    Eğer daha önce okumuşsanız, bugün bir kez daha okumanızı öneriyoruz:

    “Mirrors: Stories of Almost Everyone”
    Written by Eduardo Galeano

    “Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih”
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aynalar/140774.html )

  1455. Latin Amerika yerlilerinin, Afrika halklarının ne korkunç katliamlar, işkenceler ile yağmalandığını öğrenmek isteyen 20’li yaşlara bu önerileriniz yerindedir.
    Kapitalizm motorlarını “yağlamak” için yok edilmiş halkların acıklı hikâyesinden ne öğreneceğiz?
    Soru bu…
    Daha da önemli sorun, gerçekliği ararken yöntem nedir?
    Gevezelik, bilgi züppeliği değil her halde.
    *
    Örneğin o şeytan yamağı karakterini Cizvit Papazı’na benzetmiştim; Latin Amerika soykırımının suç ortağı bir papaza.. Yapardı… O, elindeki Kitapları kullanma yöntemi, Kitaplarını kutsal kitap sanması, ezberci-taklitçi zihni, okumuş cehaleti, kavrayışsızlığı ve o ezik ruhu ile E. Galeano’nun tiksinerek anacağı papazlardan birisi olurdu…

  1456. Affedersin ama cok hayretliksin aristonun dedigi gibi..

    Affedersin kelimesinden neler hortlatinin neler!

    Senin gibi hoppa bir kiza affedersin deyip poposuna vurunca kiz gülümseyerek basinla ok.lemisti.Birdaha affedersin dedim gene wurdum! gene aa.deyip kafasinla ok.ok yapinca.ver allah ver affedersin deyip kiza vurdum durmustum!
    O salak ,hoppa kiz bile bu espiriyi anlamistiki aylar gectiginde arkadasinla gülüyorlardi.. O dediklerinize cevap vermegi hic düsünemiyorum.Cok düsük..

    Dönerci katileri gibi konusuyorsun.vede onlarda dönere kafayi böyle takmislardi.

    Benim bildigim amerikalilar cok centilmen olurlar.Hersözün isin sorunun basina affedersin,pardonla baslarlar..Kiclarina bir tekme vur” i beg your pardon” derler. Wahsi wahsi..

    Evet dedigin gibi ineklemissin bazi seyleri..Burdada gevis getiriyorsun duruyorsun.Bir türlü sindiremiyorsun o otlakcilikla otladigini.Normaldir.
    Ingilicesi sen tamamla .ben unuttum. I’m gevisiyoring on the science! Kafana daha iyi girer belki..

    Kelimeleri,sözcükleri degil düsüncelerde secici ol! O kutsal saydigin kitaplarin kölesi olmussun dinciler,tarikatcilar,sekteler gibi.Biraz elestirici ol.

    “Simdiye kadar olan bütün toplumlarin özünde ya ezeceksin ya ezileceksin,ya kandiracaksin yada kandirilacaksin. ya sömüreceksin ya sömürüleceksin.ya köle olacaksin yada köle sahibi” W.I.U.Lenin.Bu anlamda bir sözü devrim sirasinda..

    Köleciligin özü degil bicim degismistir!Isci sahibi,köylü sahibi,köle sahibi.. Marksin tüm hayati bunu incelemekle gecmis sen köyde degil cayirda yasadigindan bize satiyorsun!

    Ama genede Iscilerin sendikal mücadelelerle,marksistlerin,sosyalistlerin mücadelesiylede bu köleler bayagi haklar elde ettiler! Issizlik sigortasi,emeklilik,saglik,asgari ücret,egitim sosyal hizmetler ,eglence,park,kütüphane..vb.vb. Eninde sonunda bunlarida kendileri yaratmis olsada!

    Anonim 50.. Aslinda sevinmistim biri cikarda su wahsinin dediklerini bir aciklar.Sen bizim kadar bile anlamamissin onu..
    Benim son yazdigim yazida zaten O.gürselin bu hastalikli beyni fazla ciddiye alip fazla yazmasiydi.
    Küfürmü? Yahu adam bilimsel birseyi yokki küfürden baska!!
    Adam herseye ,herkese küfredip duruyor! Küfründen ana fikrini anlamak icin terleyip duruyoruz..sen zaten anlamamissin..

  1457. Pipsqueak’den
    Sayın ve Değerli 1450,
    “Olmak-bilmek-olmak-bilmek.”
    Sanki varlığımın bir “röntgenini” çektiniz. Bu kadar güzel ve derinden bir yaklaşımınız insanı umutla dolduruyor.
    Aynı zamanda bu konu, bence ve sanırım, sadece benim için değil, bütün insanlık için geçerli bir süreç gibi.
    Eğer biraz farklı, ve inşallah anlam değiştirmeden, bir şekilde ifade edersem insanın parça parça olması, yabancılaşması, ‘(var-) olmak’dan çıkıp yolunu kaybetmesi, doğadan uzaklaşıp doğayı adeta bir düşman, bir “kaynak”, bir araç, bir yarar aracı, bir nesne olarak görmesi, sözüm egemen olması, sözüm ona sırrına varması veya “eninde sonunda” ninnileri.
    Ben ilk başta “bilmek” nesilden nesle olduğu gibi aktarılmıyorsa buna “bilmek” demekte sonsuz zorluk çekiyorum. Bir el (veya dil) çabukluğu, bir anlamsız soyutlama, biçimsellikle tözelliği (formal and substantial) karıştırma görüyorum.
    Not: Burada “töz” uygun mu değil mi, bilmiyorum.
    Hayal gücüm son derece kısıtlı olduğundan belleğime yardımcı bazı örnekleri topladığım bir torbam var.
    Biçimsellik açısından taş yontmayla atomu “kırma” arasında zerre kadar fark yok. Her ikisinde “bilmek” ayni: insan dünyasında bulduğunu değiştirip, parçalayıp kendine yararlı hale getirir.
    Benim bu sitede işi tamamıyla alaya çevirmemin nedeni de aslında bu. Bu biçimsellikte farksızlık, enayilere tözellikte farksızlık gibi aktarılmakta. Bu aktarma sadece çok katı ve yoğun bir propaganda olmakla kalmaz. Günlük yaşamını devam ettirmek için binlerce oyalamalara zorlanan, bilginin tamamıyla tekele alındığı bir dünyada insanlar, burada sevmediğim bir terim kullanacağım, bu benzetmeleri sanki bilgiymiş gibi “bilinçaltına” toplar ve onurunu, gururunu hatta var ‘olma-insan olma’, özne olmasını korumak ister.
    Daha somut olayım. Çocuk okuldan eve gelir.
    – Baba veya anne, küremizin yarıçapı kaç nanometre?
    – Oğlum küre ne? Yarıçap ne? Nanometre ne?
    Not: Bence hem çocuğun hem de anne-babanın ruhu için zararlı ve küçük düşürücü bir durum.
    Bu gülünç olabilir ama daha da gülüncü var. Allah, din ve mitlerin peri masalları olduğuna inanan okumuş ve aydınlaşmış laikler bunun kaçınılmaz olduğunu iddia ederler. Bu inancın bir ideoloji olduğunu, bir peri masalı olduğunu kabul etmezler. İdeoloji tanımlarından en basitlerinden biri olan, “ideoloji, sosyal ilişkileri saklayıp mevcut düzeni doğru, gerçek ve doğal gösterir.”, tanımını bile bilmeyenler dediğiniz gibi “doxa” ormanında kayıp olurlar. Bu kaçınılmazlığın o kadar cıvığı çıktı ki, doğada, maddede, kromozomlarda, genlerde aramaya başladılar. Ayni hocanın kaybettiği anahtarını ışık olan yerde araması gibi.
    Daha daha gülüncü, bu şarlatanlığı savunan devrimci, solcu ve hatta anarşistler bile var.
    Bence bu Allah’a inanma ve dinciliğin en katı, en fanatik tezahürü.
    Tarih ve evrim sadece ne olduğunu gösterir. Üstelik tarih, benim en derin varlığımla inandığım kazananlar tarihidir. Bu kazananlar tarihinde bile ben kaçınılmazlığa rastlamadım. Büyük tarihçiler geleceğin ne olacağı üzerinde kesin kes bir tahminde bulunmaktan kaçınırlar. Zaten eğer kaçınılmazlık olsaydı, değişik tarih felsefeleri olmazdı. İsyan, baş kaldırma, direniş de olmazdı. Neden-sonuç temeline oturan modern bilim de bile bu kaçınılmazlık son zamanlarda büyük bir sorun oldu. Gerçi çoktan beri bir sorundu ama o ayrı bir konu.
    Torbamdan bir tane daha:
    “At MIT, there’s been an interdisciplinary program on the nematode C. elegans for decades, and even with this miniscule animal, where the wiring diagram is completely known, and with 300 neurons, still, one can’t predict what the thing [C. elegans nematode] is going to do. Humans have 100 billion neurons.”
    ” 10-20 yıl MIT çalışmalarına rağmen, beyin bağlantı şeması tamamıyla bilinen, salt 300 nöronlu bir milimetre (ama gerçek anarşist) solucanın bir an sonra ne yapacağı bilinmez. İnsan 100 milyar nörondan oluşur.”
    Not: Tabii pencereden baktığımda çirkin modern bina yerine güzel bir bahçe görmeyi beklemiyorum. Hep dozerle yıkmak istediğim aynı Devlet binası.
    Eğer kısa kesersem benim için soru “bilmek” / “olmak” ayırımı ne zaman, nerede, nasıl başladı, hangi çılgınlıklara yol açtı? “Bilmek” ve “olmak” kavramlarına anlam veren insana ne oldu? Neden insan bu kadar silik, küçük, adi oldu ve kabullendi.
    Daha da kısacası, benim için asıl soru insan bütünlüğü olan “olmak-bilmek” ayırımı kazazedeleri, mağdurları.
    Daha daha kısa kesersem, daha henüz bu parçalanmaya maruz kalmamış bir Eskimo, medenilerin saplantısı olan bu ayırımı görür ve kendilerini “bilmek” için çalışanlar için “sorularıyla bize işkence ediyorlar”, der.
    Bana güvensizlik içinde de olsa, sonsuz kısa ama bir o kadar ciddi bir yanıt verme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim.

  1458. Sayın Muradına Ermiş 1449, 1451
    Okumaya değmez yazarlarla sitelerin uzuuuuuuuuun listesi sıkıcı ve artık bakmıyorum bile. Medya avcılığı ve devşiriciliği. Ama bazı dikkat çeken ilerlemeler var.
    Önce, bol maaşlının sakızı diyalektik olmasa da, mantıkta kat ettiğiniz aşamalar saygıya değer.
    Örnek:
    Pipsqueak Galeano’un bir kitabını beğenir, Galeano inek gibi enerji dolu, genç, salaklara iş ve işçi kurumu olan dünyayı elinde tutanların şarlatanları TZM’yi beğenir. O halde, pipsqueak de inek gibi TZM’yi beğenir.
    Mantık dersleri veren bana sormadan mantık yürütmeseydiniz böyle rezil olmazdınız. Galeano’nun ölmeden önceki 10-15 yıl içinde “Le Monde Diplomatique”de çıkan yazılarının çoğunu okudum ve sizler gibi fazla şekerli buldum.
    Diğer saygıya değer değişmeniz, nihayet bebekliğinizde olanları değiştirmenin imkansızlığını anlayıp, kendinizi şimdi doğru yola sokacak bir artist ve organizasyonu TZM’ye daha gönülden sarılmanız. TZM tüm dünya enayilerine yön, amaç, hayatlarına anlam, ideoloji ve hepsinden önemlisi iş sağlar, oyalar, işgüzarlık ettirir, değersiz yaşamlarını kendi kendilerinden saklama becerisin öğretir. En cazip tarafı tıpkı şirketler gibi bir yapıya sahip ve dolayısıyla ciddi olması.
    Benim anlamadığım bir şey var.
    Bu dolandırcılar aynı bol maaşlı gibi “doğa”yı incitmeden sömürmeyi, kirletmeden kirletmeyi, kapitalistsiz kapitalle yönetmeyi, “doğa”yı zorla değil, biraz Brian’ın annesi gibi sadece başlangıçta zorla ama sonra kendi gönlüyle iğfal etmeyi ileri sürmekteler. Ben Natural Law / Resource-based Economy’den bunu anlıyorum. İğfal edilenin “hearts and minds”ını kazanmak.
    Hadi kı*ınıza sokacağınız kitapları ve siteleri tekrar tekrar bana yazmanızı ve bana saldırmanızı anlıyorum. Ama siz ve TZM uslu, terbiyeli, evcilleşmiş ailelerden gelen ve kendiler gibilere hitap edenlerin klonu olan orta sınıf bol emekli maaşlıya neden saldırıyorsunuz? O da teknolojiyle teknolojiyi yaşatmak istiyor.
    Anladığım kadar Zileli kendini tamamıyla artist-yazarlığa vermiş ve arada bir uzun politika tecrübelerini medya pazarında sizin gibi çaylaklarla paylaşıyor. Hatta zavallı sizler gibilerin yetişme safhasındaki etkinliklerine pişman bile olup artık anarşist olmuş. Yani dolaylı da olsa sizden özür dilemiş, daha ne istiyorsunuz?
    Sadece ben size, “gidin bu Medeniyet kadar eski uyku haplarını çok Hıristiyan kokan takma isimli gurunuzun ağzına koyun.”, diyorum.

  1459. “Fakat pipsqueak ‘olmak’ – ‘bilmek’ – ‘olmak’ – ‘bilmek’ dizgesine adım adım, ağır ağır, hata yapa yapa, tecrübe ede ede yaklaşan birisi.”
    Yanıt hemen geldi.. (Bizim Radikal filozof kim.. yanıt hala yok.. Ağlayacağım! 🙂
    **
    Yanıt şu… Şeytan Yamağının elbette…

    Sayın ve Değerli 1450,
    “Olmak-bilmek-olmak-bilmek.”
    Sanki varlığımın bir “röntgenini” çektiniz. Bu kadar güzel ve derinden bir yaklaşımınız insanı umutla dolduruyor.
    *
    Ağlamak istiyorum sayın seyirciler… 🙂
    *
    Şu teknoloji düşmanından “röntgen çekmek” lafını da duymak.. Kader de bu da varmış!
    *
    Adam hayatının sonuna gelmiş.. ve sanırım biz “hata yapma” evresinde karşılaşmışız…
    *
    Her kör satıcının, her kör alıcısı..
    Bunları da görmek.. iyidir.. insanı tanımak ve anlamak adına iyidir …
    *
    Hortlak..
    bir retorik iddiası benimkisi… Aşağılamada özgün bir dil yakalamak… Kendimden memnunum… Bu çok dilli cahilin zehirini nötrlemek istemiştim… Bak hâlâ o “radikal filozofun” adını vermiyor.
    Ve nasıl bir ahlak ki, bir takım adamlar bunu görmezden geliyor, övgüler diziyor..
    Araştırmacı olduğunu söyleyen bir zavallı, bir araştırmacının temel ahlakının yapılan alıntının açıkça adı, alıntı yapılan kitabı .. yazılmasından habersiz… İntihalci akademisyenler müridi olmalı.. ve şeytan yamağını över durur…
    **
    “olmak-bilmek, olmak, bilmek”.. Övgülenen mevzuya bak…
    İÖ 500 yılında bile daha ilerideydi bu yaklaşım..
    Körler, sağırlar.. ağırlayın birbirinizi..

  1460. 1444, 1447; Ben 1438
    Solcu ve burjuva olmak nesnel olarak bir çelişki değil. Dünyanın burjuva olduğu da bir sır değil. Benim konum daha çok özgül ve akademik olduğundan ayrıntıların gereksiz ve yararsız olacağını düşündüm.
    Ama nasıl olsa anlamayacksınız diye bir paragraf ekleyeceğim.
    “Jacques Ellul fait ce constat fataliste en 1967, alors que la cote de la bourgeoisie en tant que concept commence à chuter dans le champ des sciences humaines en France. À la fin des années 1960, le marxisme urbain fédère Manuel Castells, Jean Lojkine et Henri Lefebvre pendant un temps, mais il est très vite oublié. … En Turquie, l’analyse néo-marxiste fait des émules jusque dans les années 1980 (İslamoğlu et Keyder, 1977 ; Wallerstein et Kasaba, 1983). Mis à part de brillants essais moquant les nouveaux codes du prestige social s’imposant après 1980 (C. Kozanoğlu, 1992 ; H. Kozanoğlu, 1993 ; Yılmaz, 1996), il n’existe pas d’étude sociologique poussée sur la bourgeoisie turque aujourd’hui.”
    Tekrar ediyorum: lütfen dilinize hekim olun ve beni kendi seviyenize indirmeye çalışmayın.

  1461. Sayın (pipsqueak) 1455'e

    Sayın “pipsqueak” 1455,

    On-yıllar boyunca “kapitalizme karşı” sesinizi-soluğunuzu çıkarmamışsınız; şimdi gelmişsiniz sayın Zileli’nin sitesine, ahkâm kesmeye uğraşıyorsunuz.

    “Beyaz Ya-LA-ka” gibi ucubelerin doğumuna; siz, “ogürsel”, “Gün Zileli” ve benzerleriniz yol açtınız, kabahatlisiniz, bizlere maval okumayınız.

    Eğer “bol kitaplı mağaranızda” nefessizlikten bunalıp biraz ferahlamak isterseniz; “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” sunduğu çözüm önerilerini (dikkat buyurunuz; çözüm “dayatmaları” değil) sabırla incelersiniz, ondan sonra görüşlerinizi yazarsınız.

    Siz kendinizi müneccim mi zannediyorsunuz? Kim olduğunuzu öğrenmek isterseniz; Elias Canetti’nin muhteşem eseri “Körleşme”deki (sinologist) Doktor Peter Kien’ı dikkatle gözlemleyebilirsiniz.

    Size yazdığımız referansları incelememişsiniz, “falcı” gibi ahkâm kesiyorsunuz.

    Bol kitaplı mağaranızda; occult, hermeticism, esoterism ve bâtınîlik ile o kadar fazla haşır-neşir olmuş bir hâliniz var ki (yanılmayı çok isteriz), içeri güneş ışığı sızdığında, kovmaya koşuyorsunuz.

    Yazık.

    Acıyoruz size.

    Eğer kafanızın içinde bir tutam sabır kalmışsa şu referansları inceleyiniz, “müneccimlik yapmaktan vazgeçiniz”, sonra görüşlerinizi yazınız:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

  1462. Pipsqueak önce ogürselle hortlağın ırkçılığını, faşistliğini ve milliyetçiliğini saptadı ve yüzlerine vurdu.
    Son yazılarında hortlağın (büyük bir ihtimalle ogürselin de ruhunda olan) eşcinsellere düşmanlığını açığa vurdu.
    Ben bu tespitlere tamamıyla katılıyorum.
    Biçare iki şaşkın saçmalıp duruyorlar.
    Hortlağın Türkçe’yi aşağılayıcı kullanmasını da kınıyorum.
    Bir yandan en ünlü burjavalar Marks ve Lenin’in ayaklarına kapanmış, diğer yandan her türlü isyanı burjuva düzenine sokmak isteyen bu burjuva Marks ve Lenin’in tersine düzensiz yazmakla asilik numaraları yapmakta. Bu yaptığı ve takma adı bile kendinin özünü belirliyor. Övdüğü Batı’nın tamamıyla kösteklediği zavallı güçsüz gençlerin taklitçisi, televizyondan öğrendiği.

  1463. 1444, 1447; Ben 1438
    Solcu ve burjuva olmak nesnel olarak bir çelişki değil. Dünyanın burjuva olduğu da bir sır değil. Benim konum daha çok özgül ve akademik olduğundan ayrıntıların gereksiz ve yararsız olacağını düşündüm.
    Ama nasıl olsa anlamayacksınız diye bir paragraf ekleyeceğim.
    PART THAT DİD NOT PAS ANARCHİST CENSORSHİP

    ” En Turquie, l’analyse néo-marxiste fait des émules jusque dans les années 1980 (İslamoğlu et Keyder, 1977 ; Wallerstein et Kasaba, 1983). Mis à part de brillants essais moquant les nouveaux codes du prestige social s’imposant après 1980 (C. Kozanoğlu, 1992 ; H. Kozanoğlu, 1993 ; Yılmaz, 1996), il n’existe pas d’étude sociologique poussée sur la bourgeoisie turque aujourd’hui.”
    Tekrar ediyorum: lütfen dilinize hakim olun ve beni kendi seviyenize indirmeye çalışmayın.

  1464. 1456 Pipsqueak’i kıskançlıktan zır deli olmuş. Alışmış kendisi gibi yaltakçılarla ayni fikirde olmaya. Bir torpile rasladı, bir türlü kendine gelemiyor.

  1465. T.erdogan fikra.taslama yüzünden adama almanyada bile dava actiriyor.
    Bu adamda bana dava acacakda herkonuda sirf genel ,soyut oldugundan kimi hakaret etti?sorusuna cevap veremiyeceginden olsa gerek hemen kendisi cezalandiriyor.hemde dayakla! Delidoganin,zirdoganla yarisi!

    Newton isikti dedik.cevap geldi; Newton isigi bulmadi.Makwell buldu!!
    Faraday miknatisin kuzeyi ve güney ucunu yalitkan cismle bir baska cismi oynatirken dahada ileriye götürüp diger cismi bakir kaplolarla döndermek istemis.dönercilik icin degil ha!bIr türlü dönderememis dakikada 49 degil 50 defa dönderince buseferde elektirikk akimi olusmus ve sasirmis!
    Ilkokul mezunu oldugundan Prof.maxwell bu olayi magnetik alan-akim iliskilerini yasalarini matematiksel olarak belirler.
    Isiki bulan ise ilkokulda ögrendigimiz gibi basta T.edison ve bir baskasi. Oda BU akimin tellerde direnc gösterdigini bildiginden egik,bükük telleri bir gaz ampülde isinip,korlasinca lamba dedigimiz isik cikartiyor..

    Gene türkcede kelimelerin erkek,disi diye ayrildigini ilkdefa duyuyorum.Ispanyol,italyan,fransiz,almancada varda…Galiba hortlak kelimesi arabca falan olabilir orda disi,erkek cikabilir!

    Bu adam bizle dalga geciyor,bilimle dalga geciyor .Ona bir affedersinli bir cocuk fikrasi anlatayimda kendisinin röntgenini birde buyursun burdan görsün..
    Adamin ayagina basinca Pardon der.oda karton degil gercek deri! der.Iste onun rontgeni!
    Gene affedersinli oldu.cezayi yedikk!

    Bu ilkel,basit yasamak,kolay yasamak düsüncesi,uygulamasini diojen den beri bilinen bir olgu. O ficida yasarmis.Cinsel ihtiyacinida meydan ortasinda kendi kendine yaparmis kimseyi rahatsiz etmeden!
    Gecenlerde Obama bile TV. gördügümüz gibi wahsi yasam tatilinde bulundu. Belkide bu bizim burdaki hic denememistir!

    Birakalim genede konussun.Elelden üstündür .Belki bir bildigi vardir..
    örnegin;

    Bu homosexullik maymunlarda bile var. Acaba bu cok övdügü o wahsi toplumlarda nasildi? kabul ediliyormuydu? Belki bunlarin bir uydurukta olsa bir bilgisi vardir?

  1466. 1438’den 1456 ogürsele’e
    Siz kafayı iyice oynatmışsınız. Geri zekanız insanı korkutuyor. İnsanlık ne kadar alçalmış!
    Teknolojinin zaralarını gören binlerce yazar var. Kitap yazma ve basımı teknolojiyle mümkün olduğundan çelişkiyi ancak sizin gibi geri zekalıkta eşsizler görebilir. Ancak sizin gibi faşist ve salak polis ruhlular teknolojiyi eleştirenin “röntgen” sözcüğünü kullanmasını adi ve alçak bir şantaja çeviririr. Yaptığınız cahilliğinizi ve basit ruhlu bayağı bir insan olduğunuzu yeterince kanıtlıyor.

  1467. 1459– Utanmaz bir yalancısın.
    “Son yazılarında hortlağın (büyük bir ihtimalle ogürselin de ruhunda olan) eşcinsellere düşmanlığını açığa vurdu.”
    Ben bu konulara girmem.. Aptalca gevezelik sayarım..
    Tam aksi oldu.. Onun “yazı sürçmesini” yakaladım ve kendini savunmak zorunda kaldı…
    *
    ikincisi bu yöntemi şeytan yamağı başlattı. Fikirlere değil de kişiliklere saldırı.. Kuşkusuz bu da zavallıca… Aklı yetmeyenler yapıyor bunu.. Umursamıyorum..
    *
    1460
    Neden Fransızca yazmaya ihtiyaç duydunuz? İletişim istemiyorsanız neden kalabalık ediyorsunuz?
    Yineliyorum, dürüst bir araştırmacı, yazar alıntı yapılan cümlenin kaynağını açıklar. Bu tür duyarlılık taşımayan yazarlar aşağılanır.. Bu “standart” bir işlemdir.
    *
    Bana “burjuva” diyen kimse, bu kişinin kibirli, steril, burjuva karakterine de neden laf söylemez; bir hizip tavrı mı yoksa?
    *
    Bir tartışmada fikrin namusuna ait samimiyet kaybolduğunda ağır eleştiri gelecektir; ya ortalıkta görünme artık.. ya da dürüst ol…

    Önerdiğim bir dogmatik zekayı eleveren o cümle ve yazarın adının gizlenmesi mevzusuna girmeyen “bilim adamı” gösterilerine de karnım tok..
    Burada yazan eleştiriye de katlanacak; hele samimiyetsiz ise yandı!
    Lütfen, en iyisi siz ayak altında dolaşmayın..

  1468. Pipsqueak haklı olarak karşısındaki cahiller yığını karşısında tek ve en sağlıklı çareyi bulmuş: gülmek, alay etmek.
    Anarşistlik konusunda yaptığım araştırmaların arasından bu sitedeki anarşistlerle Marksist-Leninistlerin eş dünya görüşlerini paylaştıklarını satıha çıkarıcı notlarımı seçtim. Pipsqueak’in faşist ve ırkçı ogürselle hortlağın aslında nihilist oldukları çok yerinde tespitine tamamıyla katılıyorum. Kendini sıfatsız anarşist “yalakalar” olarak tanıtan da aslında bu anlamını çoktan yitirmiş dünyanın nihilisti. Faşist ve ırkçı ogürselle hortlaktan farksız.
    Eğer bu yazım yayınlanırsa bazı eklemeler yapacağım.
    Not: Bu sitede tümü İngilzce yazılar gördüm. Zaten bu teknoloji köleleri yazımı kolayca çevirebilirler.
    The very first sets the tone.
    “Bakunin’s works best express the nature of constructive anarchism, which depends on organization, on self­discipline, on integration, on federalist and noncoercive centralization. It rests upon large-scale modern industry, up-to-date techniques, the modern proletariat, and internationalism on a world scale. In this regard it is of our times, and belongs to the twentieth century. It may well be state communism, and not anarchism, which is out of step with the needs of the contemporary world.”
    ” Max Weber, and, more recently, Jacques Ellul that technological progress has ‘generated a quiet, … subtle transformation, weaving a paralyzing web of instrumentality. Not alone capitalism but the modern technical and administrative apparatus forged by capitalism have enslaved modern man.'”
    “… technology is a social process which shapes the entirety of people’s lives, restructuring social institutions and potentially redefining social relationships. Technology, however, is not an external force acting on society, but is “one important aspect of the development of society as a whole, and inevitably reflects its contours.”
    “Self-management preserves the existing universe of “needs” along with the forms of labor required to “satisfy” them. Completely accepted here is the productivist model of society articulated by Marxism. The human being is defined as a producer, who has a set of (ever-expanding) needs which the productive forces, utilized by a communist society, will be able to satisfy. ”
    Camus in his “The Rebel” advances the argumant that,
    “To the two traditional forms of oppression known to humanity—oppression by armed force and by wealth— Simone Weil adds a third—oppression by occupation. “One can abolish the opposition between the buyer and the seller of work,” she wrote, “without abolishing the opposition between those who dispose of the machine and those of whom the machine disposes.” The Marxist plan to abolish the degrading opposition of intellectual work to manual work has come into conflict with the demands of production, which elsewhere Marx exalted. Marx undoubtedly foresaw, in Das Kapital, the importance of the “manager” on the level of maximum concentration of capital. But he did not believe that this concentration of capital could survive the abolition of private property. Division of labor and private property, he said, are identical expressions. History has demonstrated the contrary. The ideal regime based on collective property could be defined, according to Lenin, as justice plus electricity. In the final analysis it is only electricity, without justice.”
    “Doubtless the technocrats of the future will innoculously portray their enforced way of life as merely the “objective constraints” of social organization, or worse, as the positive content of freedom.”
    “A specter haunts the revolutionary imagination: the phantom of production. Everywhere it sustains an unbridled romanticism of productivity. The critical theory of the mode of production does not touch the principle of production. All the concepts it articulates describe only the dialectical and historical genealogy of the contents of production, leaving production as a form intact. This form reemerges, idealized, behind the critique of the capitalist mode of production.”
    “Marx shattered the fiction of homo economicus, the myth which sums up the whole process of the naturalization of the system of exchange value, the market, and surplus value and its forms. But he did so in the name of labor power’s emergence in action, of man’s own power to give rise to value by his labor (pro-ducere). Isn’t this a similar fiction, a similar naturalization — another wholly arbitrary convention, a simulation model bound to code all human material and every contingency of desire and exchange in terms of value, finality, and production?”
    “… today’s generalized humanist theme — it is no longer a question of “being” oneself but of “producing” oneself, from conscious activity to the primitive “productions” of desire. Everywhere man has learned to reflect on himself, to assume himself, to posit himself according to this scheme of production which is assigned to him as the ultimate dimension of value and meaning.”
    “Our science is like a store filled with the most subtle intellectual devices for solving the most complex problems, and yet we are almost incapable of applying the elementary principles of rational thought.”
    “It is not religion but revolution which is the opium of the people.”

  1469. 1465…
    Kabul ediyorum. Nihilist, Faşist, Burjuva ve köylüyüm..
    ama sorun bu değil…

    O “radikal yazar” kim?

    bu cümle hakkında düşüncen nedir?
    “Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”
    **
    o derinliği ve “satıha çıkaracaklarını” görelim..

  1470. Sayın (pipsqueak) 1465'e

    Sayın “pipsqueak” 1465,

    Bol kitaplı mağaranızda, “occult”, “hermeticism”, “esoterism” ve “bâtınîlik” arasında kaybolmuşken, 500 yıllık maun ağacından yapılmış simyacı masanızın üzerindeki “crystal ball”unuza bakarak; bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların nihilist olduğunda dair hatalı sonuca nasıl ulaşabildiniz?!

    Müneccim olmaya çırpınışlarınız; şahsınızın beyin hücrelerini yakıyor olmasın sakın.

    Hayatımız boyunca, Søren Kierkegaard’dan, Arthur Schopenhauer’dan ve Friedrich Nietzsche’den ne çok şey öğrendik; tıpkı Henry David Thoreau’dan, Günther Anders’ten, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Jiddu Krishnamurti’den, Simone de Beauvoir’den, Karl Marx’tan, Eduardo Galeano’dan, Jean-Jacques Rousseau’dan, Simone Weil’dan, Lillian Florence Hellman’dan veya Howard Zinn’den öğrendiklerimiz gibi…

    Fakat:

    Kierkegaard, Schopenhauer veya Nietzsche’den çok şey öğrendik diye; “nihilism”i doğrudan kabul ettiğimiz sonucu çıkmıyor ortaya. “Nihilism”le uzak/yakın ilgimiz yok. Yalan atmayınız.

    Yukarıda, sayın “ogürsel”e şuna benzer bir yanıt vermiştiniz: “…ırkçıların karşısında, dinleri de elbette savunurum.” Sizin dinleri de savunmanız, şahsınızın bir dindar (ve hâttâ “dinci”) olduğuna işaret midir? Hayır değildir. Siz dinleri savunmakla dindar olmuyorsanız; bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da, kapitalizmin ölümcüllüğünü ısrarla haykırdığımızda “nihilist” olmuyoruz.

    Şimdi gelelim, sizin “bol kitaplı mağaranızdan” çıkardığınız yeni listeye:

    ===== 1 =====

    “Anarchism: From Theory to Practice (1970)”
    Written by Daniel Guérin:

    ( https://theanarchistlibrary.org/library/daniel-guerin-anarchism-from-theory-to-practice )

    ( https://libcom.org/library/anarchism-daniel-guerin )

    ( http://bit.ly/1U64kcJ )

    ===== 2 =====

    “America by Design: Science, Technology, and the Rise of Corporate Capitalism (1977)”
    Written by David Franklin Noble:

    ( https://www.amazon.co.uk/America-Design-Technology-Corporate-Capitalism/dp/0195026187 )

    ===== 3 =====

    “Science, Technology, and Society: An Encyclopedia”
    Edited by Sal P. Restivo:

    ( https://www.amazon.co.uk/Science-Technology-Society-Encyclopedia-Restivo/dp/0195141938 )

    ===== 4 =====

    “The Rebel: An Essay on Man in Revolt (L’Homme révolté), 1951”
    Written by Albert Camus:

    ( https://libcom.org/files/The-Rebel-Albert-Camus.pdf )

    ===== 5 =====

    “The Mirror of Production (Le Miroir de la production), 1973”
    Written by Jean Baudrillard:

    ( http://www.lamarre-mediaken.com/Site/COMS_630_files/Mirror%20of%20Production.pdf )

    ===== 6 =====

    “Our science is like a store filled with the most subtle intellectual devices for solving the most complex problems, and yet we are almost incapable of applying the elementary principles of rational thought.” — The Power of Words, 1937 —

    Simone Weil, 1909-1943

    ===== 7 =====

    “It is not religion but revolution which is the opium of the people.” (Simone Weil, 1909-1943)

    Bunların hepsinden haberimiz vardı zaten sayın “pipsqueak”. Kendinizi boşa yormuşsunuz.

    PEKİ:

    SİZİN ŞUNLARDAN HABERİNİZ VAR MI SAYIN “PIPSQUEAK”:

    (Not: Siz, Weil’dan işinize gelen kısımları cımbızla seçiyorsunuz; işinize gelmeyenleri çöp kutusuna gönderiyorsunuz!)

    “The struggle between the opponents and defenders of capitalism is a struggle between innovators who do not know what innovation to make and conservatives who do not know what to conserve.” (Simone Weil)

    “‘A man thinks he is dying for his country,’ said Anatole France, ‘but he is dying for a few industrialists.’ But even that is saying too much. What one dies for is not even so substantial and tangible as an industrialist.” (Simone Weil)

    “The common run of moralists complain that man is moved by his private self-interest: would to heaven it were so! Private interest is a self-centered principle of action, but at the same time restricted, reasonable and incapable of giving rise to unlimited evils. Whereas, on the other hand, the law of all activities governing social life, except in the case of primitive communities, is that here one sacrifices human life — in himself and in others — to things which are only means to a better way of living. This sacrifice takes on various forms, but it all comes back to the question of power. Power, by definition, is only a means; or to put it better, to possess a power is simply to possess means of action which exceed the very limited force that a single individual has at his disposal. But power-seeking, owing to its essential incapacity to seize hold of its object, rules out all consideration of an end, and finally comes, through an inevitable reversal, to take the place of all ends. It is this reversal of the relationship between means and end, it is this fundamental folly that accounts for all that is senseless and bloody right through history. Human history is simply the history of the servitude which makes men — oppressed and oppressors alike — the plaything of the instruments of domination they themselves have manufactured, and thus reduces living humanity to being the chattel of inanimate chattels.” (Simone Weil)

    “It is not in a person’s nature to desire what he already has. Desire is a tendency, the start of a movement toward something, toward a point from which one is absent. If, at the very outset, this movement doubles back on itself toward its point of departure, a person turns round and round like a squirrel in a cage or a prisoner in a condemned cell. Constant turning soon produces revulsion. All workers, especially though not exclusively those who work under inhumane conditions, are easily the victims of revulsion, exhaustion and disgust and the strongest are often the worst affected.” (Simone Weil)

    “That reality is the unique source of all the good that can exist in this world: that is to say, all beauty, all truth, all justice, all legitimacy, all order, and all human behaviour that is mindful of obligations.” (Simone Weil)

    “The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!” (Jean-Jacques Rousseau, “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”, 1754)

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

  1471. 1465
    o yazı kim tarafından ve hangi yılda yazılmış.. Yazar mısınız?

  1472. 1465’den
    1466 yanlış meslek seçmiş. Askeriye ve generallik daha yakışırdı: meydan okumayı çok seviyor. Aşağılığını kendini ciddiye almayanlara meydan okumayla kapatıyor. Radikal yazarın dediklerini eleştireceğine, yanlışlığını savunacağına kafayı yazanın adıyla bozmuş.
    “Science” hakkında en az bilgili olan bile bilimin hiçbir zaman son sözü söyleyemeyeceğini bilir ve zaten diğer bilgi edinme metotlarınla kıyaslandığında çok daha başarılı oluşunun nedeni bu.
    Asıl sorun Pipsqueak’in ne dediğini anlama kapasitesi olmayışı. Bilim adamları bile, en yakından bir örnek verirsek, Akdeniz’in öldüğünü ilan ettiler ama bağnaz yobazlar beyinleri kadar boş fikirleri tekrarlarlar.
    İnsanın afyonu din değil, devrim safsatası.
    Daha önce söyledim bu 1462 hortlak adlı geride kalmış “skin head” Türkçeyi beynine benzetmiş. O da daha çok generale benziyor. Ama o bile, yazdıklarımdan anladığım kadarıyla, Pipsqueak’e lise fiziğini ne kadar iyi bildiğinin gösterisi içinde. Yine anladığım kadarıyla, eşcinselliğe karşı aşağılayıcı tutumunu yüzüne vuran Pipsqueak’e bu konuda bilgi gösterişi yapmak peşinde. Ama 1466 gibi asıl konular hakkında bilgisi utandırıcı.
    İnsanın afyonu din değil, devrim safsatası.

  1473. 1469
    sanırım ve korkarım şeytan yamağı için “eleştirilerim” sizin için de geçerli. Zaten insanlar kendilerine karakter yakınlığı ile seçim yapar. Yönteminizdeki benzerlik görünüyor.
    İtham etmeden önce meseleyi kavramış olsaydınız saçmalamazdınız. Belliydi sizin bilim insanı yetersizliğiniz.. Kavrayışsızlık konusunda şeyhinle benzeşiyorsun..
    Tane, tane anlatıyorum.
    1. Benim derdim anarşistliğe ait dogmaları tartışmak değildi.. en başından beri. Senin bilgi gösterişçisi şeyhin meseleyi böyle göstermek istedi
    2. O adını ısrarla sorduğum “radikal yazarı” şeyh adayın övgülere boğdu ve o cümleyi de aktardı. Ya o yazar övülesi değildi, ya da şeyhin sıkça olduğu gibi yanlış anlamıştı ve o cümleye tapmıştı..Bu nedenle o cümlenin analizi için de yazara ihtiyaç vardı..
    elbette senin gibi çakma bilimsel adamlar bunu anlayamaz.. Bilimsel ahlakın olsaydı çoktan o cümleyi analiz eder, alıntı yaptığı yazarın adını vermeyeni ayıplardı..
    senin gibi hizipçi zihniyetli adamlar bu dürüstlüğü yapamaz..
    sana ne benim hangi mesleğe yakıştığımdan.. Sanırım sen zaten bir “Şeyhin” değil, bir “şeyh yamağı” müridi olabilecek bir bilimsel birikim evresindesin..
    4.Başını, içeriğini kavrayamadığın tartışmaya girme.. Kavrayış sorunun olduğu ortaya çıkıyor.. Karakterin de problemli, fazla yazışma, hiç olmazsa o “bilimsel” de masken de kaymasın..

  1474. ““Science” hakkında en az bilgili olan bile bilimin hiçbir zaman son sözü söyleyemeyeceğini bilir ve zaten diğer bilgi edinme metotlarınla kıyaslandığında çok daha başarılı oluşunun nedeni bu.”
    Hımm..Demek o cümleden anladığın, söyleyeceğin de bu.. Çok ilginç! Seviye bu demek ki? Bu da 15 yaş’a uygun.. Sempatinin nedeni anlaşılıyor!
    *
    Sanırım “aşağıda” bir delik var ve biriktirdiklerin oradan akıp gitmiş; kontrol et; derinlik, satıh olmuş!

  1475. Sayın “pipsqueak” aşağıdaki alıntıları “Musa’nın tabletleri”, “İsa’nın; suyu şaraba çevirmesi”, “Kuran’ın tartışılamazlığı” gibi kabul ettiği için, Simon Weil ne demişse hepsinin “doğru”, “değiştirilmesi teklif dahi edilemez” tespitler olduğuna inanmış:

    “Eğer inanç rasyonel bilimsel araştırma ve buluşlara dayanırsa, her an yeni bir buluş veya veri daha önce varılan sonuçları yalanlayabilir. Yani inanmak için dünyanın sonunu beklememiz gerekir.”

    Bu sözü söyleyen “Simone Weil” değil. Fakat, sayın “pipsqueak”in dimağında, Weil bile söylemiş olsa farketmez.

    İşte ispatlar:

    ===== 1 =====

    “We do not obtain the most precious gifts by going in search of them but by waiting for them. Man cannot discover them by his own powers, and if he sets out to seek for them he will find in their place counterfeits of which he will be unable to discern falsity.”

    Simone Weil
    “Waiting on God (1950)”

    “Hagia Sophia Classical Academy”den,
    Indianapolis, Indiana, ABD,
    Sayfa 4, paragraf 6,
    Simone Weil tarafından muhtemelen Nisan 1942’de, Katolik öğrencilerin eğitime yardımcı olmak amacıyla iletişime geçtiği, Montpellier’deki Dominiken ekolün kıdemlilerinden Peder Perrin’e yazdığı mektuptan:

    “Reflections on the Right Use of School Studies with a View to the Love of God”

    ( http://www.hagiasophiaclassical.com/wp/wp-content/uploads/2012/10/Right-Use-of-School-Studies-Simone-Weil.pdf )

    ===== 2 =====

    “‘Science affirms that…’ Science is voiceless; it is the scientists who talk.”

    Simone Weil
    “On Science, Necessity, and the Love of God (1968)”
    “Reflections on quantum theory”, sayfa 57

    ===== 3 =====

    “Respectable scientists like de Broglie himself accept wave mechanics because it confers coherence and unity upon the experimental findings of contemporary science, and in spite of the astonishing changes it implies in connection with ideas of causality, time, and space, but it is because of these changes that it wins favor with the public. The great popular success of Einstein was the same thing. The public drinks in and swallows eagerly everything that tends to dispossess the intelligence in favor of some technique; it can hardly wait to abdicate from intelligence and reason and from everything that makes man responsible for his destiny.”

    Simone Weil
    “On Science, Necessity, and the Love of God (1968)”
    “Wave Mechanics”, sayfa 75

    * * * * * * * * * *

    Simone Weil da her canlı gibi iki tür enerji yayardı; pozitif enerji, negatif enerji.

    Sayın “pipsqueak”, siz, nedense Weil’dan da negatif enerji almayı istiyorsunuz. İşinize gelenleri cımbızla seçiyorsunuz; işinize gelmeyenleri çöp kutusuna gönderiyorsunuz…

    Eğer toparlanmak, ferahlamak isterseniz; “Daniel Clement Dennett”ın makaleleri, kitapları, konuşmaları, konferansları, röportajları size iyi gelebilir. Malûm, yaz geldi, sıcaklar da yükselecek, Dennett’ın serin kitaplarını da meşrubat niyetine “bol kitaplı mağaranızda” içebilirsiniz.

  1476. “İnsanın afyonu din değil, devrim safsatası.”

    “It is not religion but revolution which is the opium of the people.” (Simone Weil, 1909-1943)

    Bunların hepsinden haberimiz vardı zaten sayın “pipsqueak”. Kendinizi boşa yormuşsunuz.

    Simone Weil da “tapılacak peygamber!” değildir. O da, hepimiz gibi etten-kemikten insandır.

    Komünistlerin çoğu, Hz. Karl Marx’ı peygamber beller; sizin de peygamberiniz Hz. Simone Weil mı sayın “pipsqueak”?

    Bari, Weil’ı rahat bırakalım. Onun da her canlı gibi yaydığı negatif enerjisine değil; pozitif enerjisine yaklaşalım.

    Ama siz ısrarla “isterim de negatif isterim” diye diye davul çalıyorsunuz sayın “pipsqueak”…

  1477. 1438, 1446, 1457, 1459, 1461, 1463, 1465, 1469, bunların hepsi aynı kişiler, yani “pipsqueak”.

    “Bu siteye tesadüfen rastladım” demesine bakmayınız, bunların hepsini yazan bizzat “pipsqueak”.

  1478. Pipsqueak’den
    TZM Dininin Hırs ve Heyecan dolu Yeni Müritleri
    Organizasyonumuza hoş geldiniz.
    En son ve en uç teknolojisi aletleriyle içine baktığımız beyniniz çok temiz çıktı.
    Hayatınız boyunca “Eski Kapitalizm Kötü, Yeni Kapitalizm İyi!” ‘corny’ milli marşını söylemiş, doğru yolda yürümüşsünüz ama yularınızı “yanlış eller” çekmiş. Yularınızı çekecek doğru eller TZM’nin ‘get a life ‘milli marşı: “Kapitalist Natural Law / Resource-based Economy Kötü, Natural Law / Resource-based Economy İyi”
    Her akşam bu uyku getiren kitsch enayi mantrasını şakırdatın. Bu antidepresan “natural based” olduğundan zararsızdır.
    Temiz beyninizin ayrıntılı raporu aldığınız notlarla birlikte aşağıda.
    Zaman ölçmeyen teknolojiyle inanma: 10/10
    Önerilerimizi dayatmalardan ayırt edebilmeye inanma: 10/10
    Doğayı kaynak görme: 10/10
    Doğayı incitmeden iğfal etmeye inanma: 10/10
    Dayatmadan gönül ve beyinleri kazanmaya inanma: 10/10
    Beyinleri incitmeden iğfal etmeye inanma: 10/10
    Artık yalnız değilsiniz, yarattığımız küresel organizasyonumuza katılmakla sizin gibi genç, dinamik, hırslı, hızlı, ileriye dönük, yeni ve geliştirilmiş devrimci, iyimser, pozitif yoldaşların arasına girdiniz. Yalnızlar kalabalığından çıkıp devasa bir sosyal medya ağına girdiniz.
    Sizin bu sitedeki becerilerinizi organizasyonumuza başvurduğunuzdan bu yana dikkatle inceledik.
    Medya artisti olmak istemeyen Pipsqueak’i medya artisti olmamakta suçlamanız şahane bir taktik. Hakkımızda negatif laflar eden Pipsqueak’e milyonlarca TZM yayınları, videoloru, siteleri, söyleşileri, müritlerimizin şahitliğini okumadan bize çamur atmasından vazgeçmesini hatırlatmanız da eşsiz bir manevra. Örgütümüzde hızla yükseleceğinize inanıyoruz. Adınız tarihe geçecek ve unutulmayacak.
    Kısa bir süre önce biz TZM devrim ilan ettik, kimse gelmedi. Millet kıra pikniğe, denize yüzmeye gitmiş. Asıl bunun devrim olduğunu ileri sürüp sizleri kandırmaya çalışan Pipsqueak’in tuzağına düşmeyin. Uslu, düzenli hayatı gibi uslu, düzenli devrim isteyen orta sınıf bol emekli maaşlı sizi uyarmıştı. Bunu önlemek, halkı uyandırmak gerekir. Bu konuda tecrübeli eski Marksist-Leninist devrimciliklerine anarşist olarak devam eden yerel şeflerinizden yararlanmanızı tavsiye ederiz.
    Yakında içinde üyelik kartınız, ruhani şefimiz yusufun peteri, yerel zamane şefiniz Atatürk’ün ve hatta anarşist şeflerinizin resimleri dolu bir zarf adresinize postalanacak.
    Sayın Fasulye Yelleriyle Dünyayı Islah Edecek 1466
    Radikal yazar yok. Modern bilim dersleri alan komşu çocuğun söylediklerine hiyerarşi beyninde doğmuşların hoşuna gider diye, “radikal yazar” sıfatını ben ekledim. Senin o paragrafa inanman ne kadar temiz beyinli, saf olduğunu gösterdi. Aslında o paragraf modern bilimin temel yöntemini dolaylı anlatır, hepsi o kadar.
    Ama mutlaka bu sırra varmak istiyorsan, bırak şu pintiliği, ver şu yalakalara birkaç Euro, hemen bulurlar. Kafanı çatlatmaya değmez. Bu yalakalar cin gibi, olmasa da bulurlar.
    Sen hortlağın dediklerini, affedersin hâşâ huzurdan bozuk Türkçesini anlıyorsun, aynı partinin üyeleri misiniz?

  1479. Sayın (pipsqueak) 1475'e

    Sayın “pipsqueak” 1475,

    Size gönderdiğimiz referansları incelemeden; işkembenizden sallamışsınız.

    ===== 1 =====

    Hiçbirşeyin müridi değiliz; “apatetik agnostik” olduğumuzu yukarıda defalarca yazmıştık, unuttunuz mu?!

    ===== 2 =====

    Sayın “ogürsel”le de,
    Sayın “hortlak”la da,
    Sayın “Gün Zileli”yle de,
    tanışıklığımız yok, ama hepsini çok yakından tanıyoruz! Çünkü (neredeyse) hepsi “kapitalizmi öksürmeyi yıllar önce unutmuş” kişiler.

    Örneğin, sayın “ogürsel”:
    35 yıldan fazla süre devlet hastanelerine sırtını yaslaya yaslaya “konformist” bir hayat süren,
    “Devlet baba”nın verdiği maaşla semiren,
    “Özel sektör sömürücülüğü”nden zerre haberi olmayan,
    Evladını da bir “Beyaz Ya-LA-ka” olması için yıllar boyunca manipüle eden ve en sonunda başaran,
    “Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”ten zerre haberi olmayan,
    Sosyal-demokratımsı tavırlar üretmeye çırpınan bir yorgun akıl.

    * * * * * * * * * *

    İLK ÖNCE REFERANSLARI İNCELEYİNİZ; ONDAN SONRA KRİTİĞİNİ YAPINIZ. SİZİN GİBİ “BOL KİTAPLI MAĞARA” DA YAŞAYAN BİRİSİNE DE BU YOL YAKIŞIR SAYIN “PIPSQUEAK”.

    İNCELEMEDEN; İŞKEMBENİZDEN SALLAMAYINIZ:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

  1480. 1475
    Çadır tiyatrosu şaklabanlığı da sana yakışıyor… Bu kez şeyh söylemlerini tutturamamışsın..
    ***
    Sana neden Şeytan Yamağı diyorum.. Bunun için. Adını vermekten korkmuştun.. Bu mu şimdi.. “Radikal yazar yok. Modern bilim dersleri alan komşu çocuğun söylediklerine hiyerarşi beyninde doğmuşların hoşuna gider diye, “radikal yazar” sıfatını ben ekledim. Senin o paragrafa inanman ne kadar temiz beyinli, saf olduğunu gösterdi. Aslında o paragraf modern bilimin temel yöntemini dolaylı anlatır, hepsi o kadar…”
    Utanmaz; o paragrafa inanmadığım için 15 yaş dogma zihniyeti demedim mi.. Korkunç bir yalancısın.. En başında aşağılamadım mı o cümleyi.. Ve seni de.. Bu cümleyi olumladığın için.. Sen nasıl bir insansın.. Yukarıda yazılı olanı bile nasıl böyle pişkince çarpıtırsın?

    Aciz, anladın değil mi o cümledeki salaklığı.. Yediremeyince de, popon sıkışınca sığındığın çocukça “şaka yaptım” mavralarına sığınıyorsun. Neyse.. Sana söylediğim kötü sözler için haklı olduğumu kanıtladın..
    **
    O cümledeki salaklığı da hala tam anlayamamışsın.. o cümle “modern bilimin temel yöntemini dolaylı anlatır” yazmışsın. O cümle, inanç arayışındaki arkaik yöntemi bilime yamamaya kalkışmış budalalığın dışa vurumudur. Çok temelli bir zihinsel sakatlık ya da kasıtlı çarpıtma gayretidir.
    Doğu’lu eziklere “ha, öyle mi” duraksaması yaratmak istediğin için “ilham vermiş, radikal yazar…” laflarını hatırla.. Ve neden sahtekârsın.. Bundan!
    Şimdi anlamış olmalısın!
    *
    Senin sorunun bu, taklitçisin, anlamıyorsun; bu yüzden kitap kapakları, mühim adların kuyruğunda gölgeni büyütüyorsun. Giderek acınası oluyorsun.. Ve anlıyorum.. Bir şarlatansın.. Seninle polemik yapma hevesini bile kaybediyorum sanırım..

  1481. 1438 sayılı yazımda “Türkiye’de anarşizm hareketleri hakkında bir araştırma yapıyorum.”, demiştim.
    Bu sitede anarşistliğin tamamıyla sıradan, 19. yüz yıla takılmış hatta artık tamamıyla karşı devrimci faşist fikirler savunanları görünce 1465’i yazdım.
    Başıma Pipsqueak’in başına açtığı belayı ben açmış oldum. Bela 1468.
    Pipsqueak’e yaptığını bana yapıyor. Mesela tamamıyla hüsnü kuruntudan oluşan saçmalıklarla dünyayı kurtaracak teoriler ileri sürüyor. Ben kendinin göklere çıkardığı bilim adamlarının bile en yakınındaki Akdeniz’in öldüğünü ve kurtarılamayacağını düşündüklerini yazıyorum. 1470 bana radikal yazarın adını soruyor, analiz istiyor.
    Bilimin en temel ilkesi tüme varım. Bu da evrenin şimdiye kadar gözlenen düzen içinde devam edeceğini varsayar. Diğer bir deyişle, tüme varımı varsayar. Bu değişebilir.
    Şimdiye kadar “düzenli” gibi değişen çerçeve içinde bile bilim teorileri değişti ve evreni anlayış da ona göre değişti.
    Somut bir örnekle anlatayım.
    Işık hızı 3×108. Işık hızını aşıp 3×10100a erişebildiğini düşünelim. Teknoloji yardımıyla evrenin ucuna yaklaşıp dünyanın varoluşundan zamanımıza kadar olup bitenleri kayıt eden araçlarla donansın. Eğer bu gerçekleşirse geçmiş hakkında bilgilerimizde değişmeler yaratacak. Farz edelim bu 10 000 bin yıl sonra başarıldı ve değişik dünya sonu teorileri arasından sonun 6 milyar yıl sonra olacağını seçelim. Bu, bir günde bir saniyeden bile az.
    Her yeni bilim teorisinin eski hataları düzelttiğini ifade eden bir alıntıyı anlamamak çok tuhaf. Beyinsizlik.
    Daha az bilim kurgu ve gündemde bir misal vereyim:
    The younger generation of physicists rejects duality and accepts … the quantum only philosophy. The quantum only philosophy says that the CLASSICAL WORLD IS AN ILLUSION and only the quantum world exists. The concept of a classical world arose because the effects of quantum mechanics are rapidly erased by a phenomenon known as decoherence. Decoherence hides the quantum world by destroying rapidly the waves arising from quantum effects. After the waves have disappeared, whatever is left obeys classical laws and looks like a classical world…THE MARVELOUS HARMONY OF EINSTEIN’S CLASSICAL UNIVERSE IS ONLY AN APPROXIMATION, valid when quantum waves happen to be small enough to be neglected.
    Not: Git kendine bir çevirici bul! Bunu kim söylemiş nakaratını bırak! Anla adam ol, eşek olma. Araştırmalarımda bu sitedekiler kadar ve özellikle senin gibi beyinsilere çok az rastladım.
    Gelelim Pipsqueak’in sizler gibileri teknolojiyi körü körüne savunan bağnaz, yobaz, fanatik cahiller, aslında totaliterlik veya Hitler’i bile kıskandıracak faşistler olduğunuzu görüşüne.
    Akdeniz’i temizlemek için en azından Akdeniz kıyısındaki bütün ülkelerin işi belli bir merkezi otoriteye bırakmaya razı olmaları şart. Bu otoritenin de işi uzman teknisyenlere terk etmesi şart. Kısa keseceğim. Farz edelim bu yücelik ve nicelikler arasında kaybolmuş size benzeyen cahil teknisyenler tek yöntemin ancak Akdeniz kıyısındaki bütün köy, kasaba ve şehirlerin boşaltılıp, yerine arıtma istasyonları kurmakla sağlanacağını önerirler.
    Eğer her şey yolunda gitse bu defa da evinden yurdundan edilenleri nereye ve nasıl yerleştirmeyi, en optimal bir yöntemle nasıl yapılacağı yine sizin gibi kara cahil ama bu konuda eğitim yapmış zombilere bırakılır. Eğer halk arasında direnenler olursa ya eski sopa atma yöntemi veya sizlere yakışır ve benzerlerin yeni yöntemine başvurulur: size benzeyen ruhu faşist ruh polislerine, ruh teknisyenleri kafa ütülerler. Senin beynini temizlemede kullanılan yönteme, en gelişmiş insan mühendisliği teknolojisi olan propagandaya başvururlar.
    Tabii değişik ülkelerde siz ve Erdoğan gibi devrimci faşistlerin gücü ele geçirme veya gücü elde tutma amacıyla mağdur edilen halklarını “korumak” için merkezi otoriteye sorun çıkarmalarına dokunmuyorum. Sanırım, aynı Irak gibi, dünya jandarması ABD zorluk çıkaran ülkeye, Akdeniz’i Kurtarma, Çevre, Gezegen, İnsanlık, Hümanizm, Merkezi Otorite Yönetim adına Türkiye’ye girer ve teknoloji treninin başını çeken Amerikalı olmak isteyen sizler de nihayet muradınıza erişirsiniz.

  1482. Dilim bozuk.Kabul.
    Seninde agzin bozuk.akil bozuk.ruh bozuk.

    Ruhunu düzeltmek istiyorsan,ruhu canlandiran,yasamak sevinci asilayan,teskin eden su müzigi dinlemelisin;
    Hava nagila.

    Hayvanlar icinde müzik varda..cinsini cikaramadim m hmm..

  1483. Pipsqueak’den Kara Deliğe Gitmeye Aday Bir Yorum
    Bu site maden, cevheri doğal kaynak dolup taşıyor.
    İlk önce eski marksist-leninist yeni anarşist-faşist bulup çıkardım.
    Ardından yamağı sonradan görmüş hayatı ücret köleliğiyle geçmiş, ücret köleliğinin ne olduğunu bilmeyen; zerre kadar bilim bilmeden bilim savunan; kendinin bilim dininin din olmadığını sanan mükemmel mümin; %’lerden oluşmuş burjuva ama burjuva değil, anarşist ama anarşist değil; tinsel ama laik-tinsel, daha doğrusu markette doğmuş büyümüş orta sınıf bireyci birey olduğundan tinselliğini kendine yakışır, ısmarlama özgür-sosyalist birey olarak seçmiş, oğluyla kapitalistsiz kapitalizm yaratacak, oğluyla üretecekleri yellerle çevreyi temizleyecek gerçek yaşamını yavanlığı, anlamsızlığıyla karşı karşıya gelmekten korkan tüm sıradan zavallılar gibi rüya aleminde hilkat garibesi olmuş bol emekli maaşlı bir neo-faşist, ırkçı, milliyetçiyi bulup çıkardım.
    Ardından bu herife benzer orta sınıf harabeleri hep bir ağızdan aynı veya benzeri ilahiler şakırdattılar. Site administrator’i sık sık alkışladı.
    Ardından Türkçeyi iğfal eden Almanya’da büyümüş tam bir Nazi genci, ırkçı ve eşcinseller düşmanı zombiyi bulup çıkardım. Bu alçaltılmışların en alçaltılmışı daha hala kendini soktuğu eşcinsellere düşmanlığını ele veren gafletten kurtulmaya çalışıyor.
    Ardından yine orta sınıf temiz ve zengin ailelerde büyümüş elektronik teknolojisi uçlarında uçan kuş beyinli eski şeflerinin yalakası olmaktan bıkan yeni ve pozitif TZM yalakası olanları bulup çıkardım. Bu elektronik mutasyonu yaratıkların, insan olmayan mahlukların dünyaya geleceklerini en gözde ve en ciddi ABD -Sovyet bilim adamları 1960larda bu sitenin asıl Allah’ı olan İLERLEME safsatası bağlamında ilerigörmüşlerdi.
    “Knowledge will be accumulated in “electronic banks” and transmitted directly to the human nervous system by means of coded electronic messages. There will no longer be any need of reading or learning mountains of useless information; every thing wil be received and registered according to the needs of the moment. There will be no need of attention or effort. What is needed will pass directly from the machine to the brain without going through consciousness.”
    En son buluş: 1474
    Bu herif polislikten emekli olmuş bir hafiye. Suçluları bulup çıkarma artık tik olmuş. Bu siteye çok yakışan bir faşist daha bulup çıkardım.

  1484. Hep kara administrator kara deliğine giden Pipsqueak’den bir yazı:
    Affedersiniz Türkçe Konuşan, Bolluk Tanrısına Tapan Orta Sınıf Uslu Terbiyeli İyi Aile Çocuğu ama Çok Televizyon Seyretmiş Kahramanlık Rüyaları İçinde Büyümüş.
    Bilim-teknoloji = Bolluk Tanrısına Tapan Bol Maaşlı Orta Sınıf Uslu Terbiyeli İyi Aile Çocuğu, Hayatı Ücret Köleliğiyle Geçmiş ama Geceleri Bilgiç Olma Rüyaları Kurmuş.
    Nihayet Aradıklarını Buldukları Halde Hala Bana Yapışmış TZM Müritleri. Bunlar Aslında Bolluk İçinde Büyümüş ama Şimdi Manevi Bolluk Arıyorlar. Tarihte İz Bırakmak İstiyorlar. Dünya Çapında Hareketlerde Yer Alma Rüyaları Kuruyorlar.
    1. Her üç azılı, hızlı, devrimci, teknolojikçi falan filanlara:
    “Danimarkalı Nobel ödülü kazanan Bohr’a göre temel teori “zırdeli” bir öneri olmalı. Ancak sağduyuya en derinden ihlal ederse dikkate almaya değer.”
    ” Çok sayıda bilim adamının kendi uzmanlığı dışında beyinleri sınırlı ve kısır.”
    “Rasyonalizm, Allah’ın dediğinin gücüne inanmanın seküler adıdır.”
    “Olgular eski ideolojilerin eserleridir.”
    “Dini ve devleti ayırmanın aynısını bilimle devleti ayırmada yapılmalı. Bilim en son, en saldırgan, en dogmatik bir kurumdur.”
    2. Galeano hikayesi.
    Kırımdan geçen ilkeller ve farklı düşünenlerin varlığını ve kırımdan geçtikleri anlatmak gerekli ama yeterli değil ve hatta asıl önemli o insanların, felsefe, tıp, çevrelerine egemen olmada daha üstün olduklarını, okyanusları aşan gemiler yaptıklarını, eşsiz mitler yarattıklarını ve binlerce benzeri başarılarını da eklemek gerekir. Canları pahasına ücret köleliğini reddetmelerine hayran olmamak için ücret köleliğinden gurur duyacak kadar alçalıp adileşen ölü-canlı olmalı. Sizler düştükleri alçaklıklarını hoplayıp zıplamak, yeni Allaha tezahürat yapmakla kapatan insan harabelerisiniz. Tam burjuva olduğunuzdan ücret köleliğinde önemli olan insanın kendini satması olduğunu bile bilmiyorsunuz, hele Marksist Leninist olduğu gösterisi yapan affedersiniz Türkçe yazan veya katleden dönerci oğlu, (forget it!), o herif bütün bilgisini televizyondan devamlı kanal değiştirerek öğrenmiş. Zaten o yüzden ne dediği belli değil, Her neyse. Sattığınız meslek farkları hiç bir önem taşımaz. Siz orta sınıfları hindi gibi kabartan sizlerin sattıklarınızın daha fazla para getirdiğini uzaktan görüp gıpta eden sefillerin varlığını bilmeniz. Aynı Avrupalılar gibi, alçaklıklarına tek teselli ve mutluluk dünyada sefillik olduğunu bilmek.
    Bu sitede şu çirkin Allahları Batı-Bilim-Teknik-TZM-“Doğa”yı incitmeden iğfal etme, taptıkları Allahın yediği b*ku aynı Allahın yardımıyla temizleme rüyaları kuran bir sürü rahipler var. Bu adiler imamlığı bir tarafa bırakıp sadece 50-60 bin yıllık Avustralya tarihine, bu insanların yarattığı eşsiz sanat ve özellikle resim eserlerine baksalar, belki kendilerinin yaşadıkları hayatın ne kadar yavan olduğunu ve hatta bu nedenden adiliklerini horozluk yapmakla kapattıklarını, devrim sakızını ağızlarından çıkarmadıklarını görürler. Belki! İnşallah!
    3. Canetti hikayesi
    “The Regulation of Time
    No POLITICAL structure of any size can dispense with order, and one of the fundamental applications of order is to time, for no communal human activity can take place without it. Indeed one might say that the regulation of time is the primary attribute of all government.”
    Bunu da Canetti söyler. Siz yalakalar bu yüce ruhluyu TZM yüksek rahibiniz kadar bayağılaştırdınız. Sizin cahilliğiniz alçaklığınız kadar sonsuz. Siz zaman ölçmeyen teknolojiye inanacak kadar enayisiniz. Sizi yalayacağınız daha temiz bir k*ç bulduğunuz için tebrik ettim, kurtulamadım.
    Sizin yüzünüze sayısız defalar tükürebilirdim ama sizi samimi sandım ve şapşallığınızı hoş gördüm.
    O salakça tekrarladığınız Orwell alıntısına bir daha bakın ve şunu okuyun:
    “Bundan daha iyi bir zamanda doğmuş olamazsın: her şeyi kaybettik.”
    Dahası da var.
    “Nice insanlar kendilerine güvençleri olmadığından en haklı şüphelerini bastırdılar.”
    ” Ne zaman kişi şüphesini bastırırsa, tahakküm (tiranlık) vardır.”
    Ben size defalarca sizin TZM yüce rahibin büyük bir dolandırıcı olduğundan sadece şüphe ettiğimi değil, kesin kes bildiğimi söyledim. Eğer o herifin k*çı hoşunuza gidiyorsa yalayın, nasibinize razı olun ve beni rahat bırakın.
    Ben sizin hiçbir kitap okumadığınızı da kesin kes biliyorum. Ama bu beni hiç de rahatsız etmedi. Bakın şu iki okumuşluğuyla övünenlere. Sizden daha kara cahiller!

  1485. Pipsqueak’den Bir İtiraf
    Sayın 1477
    Lütfen biraz merhametli ve anlayışlı olun. Herkesten sizin gibi doğuştan dahi olmayı beklemek sizin gibi ağır başlı makul, rasyonel, aydın bir insana uygun bir tutum değil.
    Allah size cömert davranıp, sizi salt medya ve televizyon izlemeyle, saymaya değmeyecek kadar az sayıda kitap okumakla, akıl almayacak kadar devasa bilgi pompalamış.
    Doğrusu ben sizi kıskanıyorum. Hayatı meslek okulu bilgileri toplama ve modern kölelikle geçen birinin bu kadar az bilgiyle bu kadar çok bilgiye sahip olmasını kıskanmamak çok zor.
    Sizi sınamak için adlarını vermeden size bilimde dünyanın en büyük dahilerinden alıntılar gönderdim. Hemen büyük hatalarını buldunuz. Maşallah! Maşallah! Maşallah! Allah size dahiliği genleriyle aktaran anne ve babanıza bağışlasın. Yok, eğer dahiliğinizi yaratıcı, dahi, orijinallikle dolup taşan, medya artisti ulu şefiniz dedikodularıyla sizi pompalayarak aktarıyorsa, Allah onu sizin başınızdan eksik etmesin.
    1406’da benim yazdıklarım:
    “Bunu söylen sen ve o salak ulu şefin gibi milyonlara bedel, DÜNYANIN EN RADİKAL İNSANLARINA İLHAM OLMUŞ BİR FİLOZOF.”
    Okumadan, bedavadan, dahi olan bunu Türkçeden Türkçeye “radikal yazar” olarak çevirir. Ardından söyleyenin adını öğrenmek için doğal dahiliğini kullanacağına bana at sineği gibi yapışır.
    Sizin dahilik seviyesini ölçmek için bir ipucu: radikal yazar kuzey Avrupalı ve adı “K” harfiyle başlar.
    Lütfen söz dinleyiniz Sezar’a Sezar’ın olanı, Yalakalar’a usta oldukları Yalakalar’ın İnternet mezarlığını kazma işini; Ulu Şef’ine Ulu Şef’inin usta olduğu sizin gibi laf cambazlığını verin.
    Sizin dahiliğiniz 10, 100, 1000, 1 milyon yıl da geçse anlaşılacak. Laik-seküler sabırlı olmak lazım.

  1486. İngilizce için fazla uzun.

  1487. [1] SAYIN PIPSQUEAK 1478'İN MAĞARASINDAN

    Sayın “pipsqueak (1478)”in bol kitaplı mağarasından güneş ışığına çıkanlardan bir tane daha:

    EINSTEIN AS A JEW AND A PHILOSOPHER

    Written by Freeman Dyson
    7th May 2015

    Why would anybody want to write another book about Albert Einstein? Why would anybody want to read it? These are two separate questions, but both of them have satisfactory answers. In spite of the large number of books already written about Einstein, there is still room for one more.

    There were several good reasons for writing this book. Yale University Press is publishing a big series of short biographies under the heading “Jewish Lives.” Among the twenty already published are Sigmund Freud, Franz Kafka, Sarah Bernhardt, Mark Rothko, and Leon Trotsky. Among the twenty-five announced as forthcoming are Benjamin Disraeli, Bob Dylan, Jesus, and Moses. Einstein obviously belongs on this list.

    John Reed in his eyewitness report, Ten Days That Shook the World, describing the Bolshevik Revolution in Petrograd in 1917, proclaimed Leon Trotsky to be “the greatest Jew since Jesus.” Over the last hundred years, Einstein has displaced Trotsky as the second-brightest star of the Jewish pantheon. It would be absurd to display a gallery of famous Jews without putting Einstein in a prominent place. Another reason this Einstein book is welcome is that it is short. Most of the earlier books are much longer, with detailed and lengthy accounts of Einstein’s personal life and scientific thinking. The time is now ripe for a short book, summarizing briefly the well-known facts about Einstein’s rocky road as a husband and father and scientist, and emphasizing his lasting importance as a politician and a philosopher. This book is accurate and well balanced. It presents Einstein’s Jewish heritage as he saw it himself, not as the core of his being, but as a historical accident bringing inescapable responsibilities.

    The reasons for reading this book are also simple. The majority of famous scientists have books written about them that are of interest to historians and specialists. The scientists remain famous for a few decades and then gradually fade. The books contain almost all the information about them that is worth preserving. But there are a few scientists whose lives and thoughts are of perennial interest, because they permanently changed our way of thinking. To the few belong Galileo and Newton and Darwin, and now Einstein. For the select few, there will be no end to the writing of books. New books will need to be written and read, because these people had enduring ideas that throw light on new problems as the centuries go by.

    The later chapters of Steven Gimbel’s book describe Einstein’s deep involvement with the Zionist movement, promoting the settlement of Jews in Palestine. Einstein saw these settlements as a benefit both to Jews and to Arabs, giving Jews a place to live and prosper, and giving Arabs a chance to share the blessings of progress and prosperity. In 1929, when some Palestinian Arabs organized a violent opposition to Jewish settlement and killed some Jews, the British colonial government suppressed the rebellion and enforced a peaceful coexistence of Jews and Arabs. But Einstein understood that this enforced coexistence could not last. He wrote an article with the title “Jew and Arab” from which Gimbel quotes:

    ==
    The first and most important necessity is the creation of a modus vivendi with the Arab people. Friction is perhaps inevitable, but its evil consequences must be overcome by organized cooperation, so that the inflammable material may not be piled up to the point of danger. The absence of contact in every-day life is bound to produce an atmosphere of mutual fear and distrust, which is favorable to such lamentable outbursts of passion as we have witnessed. We Jews must show above all that our own history of suffering has given us sufficient understanding and psychological insight to know how to cope with this problem of psychology and organization: the more so as no irreconcilable differences stand in the way of peace between Jews and Arabs in Palestine. Let us therefore above all be on our guard against blind chauvinism of any kind, and let us not imagine that reason and common-sense can be replaced with British bayonets.
    ==

    Einstein worked with Chaim Weizmann, the leader of the Zionist organization, to raise money for the settlements and for the foundation of the Hebrew University of Jerusalem. But while he worked with Weizmann as a fund-raiser, he disagreed fundamentally with Weizmann’s aims for the future. In the early days, before Israel existed, Einstein was opposed to the idea of a Jewish state. Weizmann aimed from the beginning to establish a Jewish state in Palestine, and he lived long enough to see his dreams come true, serving as the first president of the State of Israel. After the State of Israel was established, Einstein gave it his full support. But he said that a peaceful and permanent presence of Jews in Palestine could only be possible if they worked side by side with Arabs under conditions of social and political equality.

    Einstein felt a deep personal responsibility for the actions of the Jewish community to which he never wholeheartedly belonged. He tried with all his strength to stop the Jewish people from becoming another nationalistic culture glorifying military strength, like the militaristic German culture that he had hated as a child and repudiated as a teenager when he renounced his German citizenship. He continued to support Israel while severely criticizing it. At the end of his life, when he had become an American citizen, he felt an equally deep responsibility for the actions of the American community to which he never wholeheartedly belonged. He had gone through the ritual of naturalization, but he remained an alien spirit in America.

    He saw the American people, after their victory over Germany and Japan, sliding into the same militaristic arrogance that overcame the German people after their victory over France in 1871. He had experienced in Berlin in 1914 the insane enthusiasm with which the German people, including his scientist friends and colleagues, welcomed the outbreak of World War I. He saw the same insanity taking root in America, with patriotic citizens imagining that the possession of nuclear weapons would give America the power to rule the world. Just as he spoke out against the militarization of Israel, he spoke out against the militarization of America. He spoke with particular clarity against the delusion that staying ahead in the race to develop nuclear weapons could give America a permanent national security.

    Gimbel quotes an excerpt from Einstein’s statement reacting to President Truman’s announcement in 1950 that the United States was developing a hydrogen bomb:

    ==
    The arms race between the United States and the Soviet Union, initiated originally as a preventive measure, assumes hysterical proportions. On both sides, means of mass destruction are being perfected with feverish haste and behind walls of secrecy. And now the public has been advised that the production of the hydrogen bomb is the new goal which will probably be accomplished. An accelerated development toward this end has been solemnly proclaimed by the President. If these efforts should prove successful, radioactive poisoning of the atmosphere and, hence, annihilation of all life on earth will have been brought within the range of what is technically possible. The weird aspect of this development lies in its apparently inexorable character. Each step appears as the inevitable consequence of the one that went before. And at the end, looming ever clearer, lies general annihilation.
    ==

    These words have had a lasting impact. Many world leaders, civilian and military, have made similar statements during the subsequent sixty years. More importantly, the governments of powerful countries have behaved cautiously, showing by their actions that they do not consider victory in a major war to be a meaningful objective. Wars continue to be fought, but they are mostly local in scale and extended in time, as different as possible from a nuclear holocaust that could destroy half the world in a few hours. Military leaders in all countries have learned that nuclear weapons are not very useful. They are effective for murdering huge numbers of people in a short time, but not for winning real battles in real wars. For almost all situations in local wars, nuclear weapons are too big and the targets are too small.

    From 1945 until the end of his life in 1955, Einstein saw the abolition of nuclear weapons as a necessary objective. Abolition was for him the only way to save mankind from the threat of nuclear destruction. He was not sure how abolition could be achieved. Sometimes he spoke of a world government with power to stop nuclear activities in every country. Sometimes he spoke of formal agreements between existing governments. Sometimes he spoke about abolishing war as well as abolishing nuclear weapons. He understood that any abolition of war or of weapons would require a radical change in our way of thinking.

    The essential first step, before any abolition agreement could be effective, was to educate the public. The public and the political leaders must understand that nuclear weapons were not only intolerably dangerous but also militarily useless. Once these facts of life were clearly understood, there would be a fighting chance that an abolition agreement could work. Einstein did whatever he could in his final years to educate the public.

    + + + + +

  1488. [2] SAYIN PIPSQUEAK 1478'İN MAĞARASINDAN

    DEVAMI:

    In the last month of his life, he joined with Bertrand Russell to make a public statement that he did not live to see published. Here are its concluding words:

    ==
    In view of the fact that in any future world war nuclear weapons will certainly be employed, and that such weapons threaten the continued existence of mankind, we urge the Governments of the world to realize, and to acknowledge publicly, that their purposes cannot be furthered by a world war, and we urge them, consequently, to find peaceful means for the settlement of all matters of dispute between them.
    ==

    After the Russell-Einstein manifesto was published, there grew out of it an organization called the Pugwash movement, bringing together scientists from East and West to discuss the problems of war and weapons. The name Pugwash came from the small town in eastern Canada where the first meeting was held in 1957. Since that time, meetings have been held in many countries, continuing up to the present day. The basic idea of the meetings is that science gives to scientists of all countries a common language, so that they can understand one another even when talking about political and human problems having little to do with science.

    Politicians and diplomats have much greater difficulty in understanding one another. Scientists have long experience of working together in an international enterprise that pays no attention to national or ideological differences. At the beginning, Bertrand Russell himself presided over the Pugwash meetings. After Russell retired, the leadership was taken over by Joseph Rotblat, a Polish nuclear physicist who worked at Los Alamos and became famous as the only scientist who walked out of Los Alamos for reasons of conscience in 1944, when it became known that Germany did not have a serious nuclear weapons project. General Leslie Groves let him go after he promised not to tell his friends the reason for his departure. Rotblat ran the Pugwash meetings for forty years. He won the respect of all the participants and many of their governments.

    I attended several of the early Pugwash meetings under the auspices of Russell and Rotblat. At that time they were acting as a valuable back channel for exchanging views between the American and Soviet governments, when the official diplomatic channel was blocked by ideological disagreements. The two dominant personalities were Leó Szilárd on the American side and Vladimir Pavlichenko on the Soviet side. Szilárd was an old friend of Einstein from Einstein’s Berlin days. He wrote the letter that Einstein signed in 1939, warning President Roosevelt that nuclear weapons were a possibility, that uranium was the crucial material for their manufacture, and that it was important to keep the rich uranium ores of the Belgian Congo out of the hands of Hitler.

    Szilárd had also tried in vain to deliver an appeal to President Truman in 1945, urging him to give Japan warning and an opportunity to surrender before dropping nuclear bombs on Japanese cities. Pavlichenko was the KGB man on the Soviet side, sent to Pugwash conferences along with the scientists to make sure that they did not deviate from the Soviet line. He was highly intelligent and well informed about technical and political questions. He knew far more than the scientists about the actions and intentions of his own government.

    Szilárd immediately recognized Pavlichenko as the man to talk to when serious issues were discussed. Any proposal made to Pavlichenko would reach high levels in the Soviet government. Szilárd had friends at high levels in the American government, and so this unlikely pair, the Hungarian rebel and the KGB apparatchik, worked fruitfully together to carry messages in both directions. Now, fifty years later, Pugwash meetings are carrying messages between Israel and hostile Arab states in the Middle East, and between India and Pakistan in Asia. The hope expressed by Einstein is still alive, that our way of thinking could one day change, and abolition of war and weapons could become possible.

    Less than half of Gimbel’s book is about Einstein’s politics. The rest of it is about his science and his philosophy. In this review I reverse the proportions, giving more space to politics and less to philosophy. Einstein’s philosophy grew directly out of his science. During the ten years from 1905 to 1915, he created a new view of the physical universe, including atoms and light-quanta, space and time, electromagnetism and gravitation, with all their motions and interactions governed by precise mathematical laws. His theories were tested by observation and experiment and found to be correct. On the basis of this dazzling success, he built a philosophy.

    A philosophy for Einstein meant a general view of nature into which the scientific details can fit. His philosophy describes nature as a single layer of observable objects with strict causality governing their movements. If the state of affairs at the present time is precisely known, then the laws of nature allow the state at a future time to be precisely predicted. The uncertainty of our knowledge of the future arises only from the uncertainty of our knowledge of the past and present. I call this view of nature the classical philosophy, since all objects obey the laws of classical physics.

    Ten years after Einstein completed his theories, Werner Heisenberg and Erwin Schrödinger invented quantum mechanics, describing the behavior of atoms and light-quanta in a radically different way. Experiments confirmed that quantum mechanics gives a true picture of atomic processes that Einstein’s theories could not explain. Niels Bohr worked out a philosophy, generally known as the Copenhagen interpretation, to explain quantum mechanics. I prefer to call it the dualistic philosophy, since it describes the universe as consisting of two layers. The first layer is the classical world of Einstein, with objects that are directly observable but no longer predictable. They have become unpredictable because they are driven by events in the second layer that we cannot see. The second layer is the quantum world, with states that are not directly observable but obey simple laws. For example, the laws of the second layer decree that every particle travels along every possible path with a probability that depends in a simple way on the path.

    The two layers are connected by probabilistic rules, so that the quantum state of an object tells us only the probabilities that it will do various things. The dualistic philosophy allows us to divide our knowledge of nature into facts and probabilities. Observation of the first layer gives us facts about what happened in the past, but only gives us probabilities about what may happen in the future. The future is uncertain because the processes in the second layer are unobservable. The power and the beauty of quantum mechanics arise from the fact that the physical laws in the second layer are precisely linear.

    All points in a linear theory are equal, and a linear space has perfect symmetry about any of its points. As a result of the linearity of the laws, the second layer possesses a wealth of marvelous symmetries that are only partially visible in the first layer. For example, in the first layer, symmetries between space and time are only partly visible. In daily life, we do not mix up inches with seconds or miles with days. In the second layer, as the result of Paul Dirac’s elegant equation describing the quantum behavior of the electron, the mixing of space with time in the electron’s movements would be clearly visible. But we do not live in the second layer, and so the mixing is hidden from us.

    The dualistic philosophy gives a natural frame for the new sciences of particle physics and relativistic cosmology that emerged in the twentieth century after Einstein and Bohr were dead. The new sciences are dominated by mathematical symmetries that are exact in the second layer and approximate in the first layer. The dualistic philosophy seems to me to represent accurately our present state of knowledge. It says that the classical world and the quantum world are both real, but the way they fit together is not yet completely understood. The dualistic philosophy is flexible enough to accept unexpected discoveries and conceptual revolutions.

    Now, eighty years after the dualistic philosophy was invented by Bohr, it is generally regarded by the younger generation of physicists as obsolete. The younger generation mostly rejects duality and accepts what I call the quantum-only philosophy. The quantum-only philosophy says that the classical world is an illusion and only the quantum world exists. The concept of a classical world arose because the effects of quantum mechanics are rapidly erased by a phenomenon known as decoherence. Decoherence hides the quantum world by destroying rapidly the waves arising from quantum effects. After the waves have disappeared, whatever is left obeys classical laws and looks like a classical world. According to the quantum-only philosophy, the marvelous harmony of Einstein’s classical universe is only an approximation, valid when quantum waves happen to be small enough to be neglected.

    To summarize the present situation, there are three ways to understand philosophically our observations of the physical universe. The classical philosophy of Einstein has everything in a single layer obeying classical laws, with quantum processes unexplained. The quantum-only philosophy has included everything in a single layer obeying quantum laws, with the astonishing solidity and uniqueness of the classical illusion unexplained. The dualistic philosophy gives reality impartially to the classical vision of Einstein and to the quantum vision of Bohr, with the details of the connection between the two layers unexplained. All three philosophies are tenable, and all three are incomplete. I prefer the dualistic philosophy because I give equal weight to the insights of Einstein and Bohr. I do not believe that the celestial harmonies discovered by Einstein are an accidental illusion.

    Einstein in real life was not only a great politician and a great philosopher. He was also a great observer of the human comedy, with a robust sense of humor. The third side of Einstein’s personality is not emphasized by Gimbel, but was an important cause of his immense popularity. He came as an observer to my boarding school in England in 1931, a few years before I arrived there. He was in England as the guest of Frederick Lindemann, an Oxford physicist who was also a friend and adviser to Winston Churchill.

    Lindemann took him to the school to meet one of the boys who was a family friend. The boy was living in Second Chamber, in an ancient building where the walls are ornamented with marble memorials to boys who occupied the rooms in past centuries. Einstein and Lindemann wandered by mistake into the adjoining First Chamber, which had been converted from a living room to a bathroom. In First Chamber, the marble memorials were preserved, but underneath them on the walls were hooks where boys had hung their smelly football clothes. Einstein surveyed the scene for a while in silence, and then said: “Now I understand: the spirits of the departed pass over into the trousers of the living.”

    (Published on “The New York Review of Books”)

  1489. Sayın (pipsqueak) 1480'e

    Sayın “pipsqueak” 1480,

    [Bu elektronik mutasyonu yaratıkların, insan olmayan mahlukların dünyaya geleceklerini en gözde ve en ciddi ABD -Sovyet bilim adamları 1960larda bu sitenin asıl Allah’ı olan İLERLEME safsatası bağlamında ilerigörmüşlerdi.]

    George Frost Kennan’ın veya Kim Philby’nin beyninden çıkanlarla o kadar haşır-neşir olmuşsunuz ki; “The Spy Who Came in from the Cold” & “Soğuktan Gelen Adam” gibi bir romanı bugün siz de yazabilirsiniz sayın “pipsqueak”. 2016’da da bu tür romanlar çok satabiliyor, eğer böyle bir romanı bugün siz de yazarsanız, iyi para kazanır, İsviçre’den Fransa’ya geçerken sınır hattında zorluk çekmezsiniz.

    “ABD (ve periferileri) / SSCB (ve periferileri)” arasında on-yıllar boyunca süren “it dalaşları”nı bu siteye tekrar yazarak; hem bizleri (yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları), hem de kendinizi yormayınız sayın “pipsqueak”.

    Yine endişelerinizi kamyon kasasından boşaltırcasına yazmaya devam etmişsiniz:

    “Knowledge will be accumulated in ‘electronic banks’ and transmitted directly to the human nervous system by means of coded electronic messages. There will no longer be any need of reading or learning mountains of useless information; every thing wil be received and registered according to the needs of the moment. There will be no need of attention or effort. What is needed will pass directly from the machine to the brain without going through consciousness.”

    Kaynak: “Innovative Automatic Identification and Location-Based Services: From Bar Codes to Chip Implants” by Katina Michael and M.G. Michael
    ( https://www.amazon.co.uk/Innovative-Automatic-Identification-Location-based-Services/dp/1599047950 )

    ANLAŞILAN O Kİ; “SAMUEL BUTLER” SİZİ ÇOK KORKUTMUŞ SAYIN “PIPSQUEAK”:

    “Our opinion is that war to the death should be instantly proclaimed against them. Every machine of every sort should be destroyed by the well-wisher of his species. Let there be no exceptions made, no quarter shown; let us at once go back to the primeval condition of the race. If it be urged that this is impossible under the present condition of human affairs, this at once proves that the mischief is already done, that our servitude has commenced in good earnest, that we have raised a race of beings whom it is beyond our power to destroy and that we are not only enslaved but are absolutely acquiescent in our bondage.”

    * * * * * * * * * *

    EĞER “THE ZEITGEIST MOVEMENT’IN (TZM)” ÇÖZÜM ÖNERİLERİNİ İNCELEMİŞ OLSAYDINIZ, TAM DA SİZİN BAHSETTİĞİNİZ “CHIP IMPLANT”LARA KARŞI MÜCADELE ETTİĞİMİZİ ÖĞRENİRDİNİZ! AMA NEREDE SİZDE O SABIR! SİZ, ELIAS CANETTI’NİN “KÖRLEŞME” ADLI MUHTEŞEM KİTABINDAKİ (SINOLOGIST) DOKTOR PETER KIEN’I TAKLİT EDE EDE; SİZE DE SUNDUĞUMUZ ÇÖZÜM ÇABALARINI ISKALIYORSUNUZ! YAZIK! HEM DE ÇOK YAZIK!!!

    RFID chips (Radio-frequency identification chips):
    İnsanları takip sistemini hızlandırmak için radyo dalgaları yayacak şekilde tasarlanmış, insan derisi altına yerleştirilecek kadar estetize edilmiş çiplerin önüne geçmek için “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)”in ikazı ve çözüm önerisi:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=j7se4gFTCys )

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

  1490. Pipsqueak’in bu sitedekiler hakkında söylediklerine katılmamak imkansız.
    Başta Pipsqueak’e saldıranları destekleyen ve zamanında makul bile olsa artık savunulmayacak ideolojiye temel olan endüstri ve endüstrileşmeyi kendine amaç edinen İspanya anarşizmiyle süsleyen site yöneticisi gelir. Endüstrileşme veya sitedeki bazı dünyadan habersizlerin taptıkları teknoloji, Marksizm-Leninizm ve İspanya’daki anarşizmin ortak temelini oluşturur. Bu endüstrileşmenin dünyayı viraneye çevirmiş olduğunu çok iyi bilen Pipsqueak’e saldıranları teşvik etmek, İspanya anarşikliğinin propagandasını yapmak ve aynı zamanda ve İspanya’nın tüm dünyaya örnek olacak yüceler yücesi Las Casas hakkında ne bir yazı ne de bir kitap olmayışı utandırıcı bir göz boyaması.
    Aşağıdaki 12 yıl Kızılderili İşleri Bürosu (Bureau of Indian Affairs) müdürlüğü yapan kimsenin kitabından Las Casas hakkındaki alıntı.
    Ama ilk önce bu yazarın Pipsqueak’in baştan beri söylediklerini ırkçı, faşist, anarşist saçma sapan laf kalabalığına boğan insanlıktan uzaklaşmışlara ve benzerlerine hitabını aktaracağım.
    “The American Indian and The Long Hope
    They had what the world has lost. They have it now. What the world has lost, the world must have again, lest it die. Not many years are left to have or have not, to recapture the lost ingredient.
    This is not merely a passing reference to World War III or the atom bomb—although the reference includes these ways of death, too. These deaths will mean the end if they come—racial death, self-inflicted because we have lost the way, and the power to live is dead.
    What, in our human world, is this power to live? It is the ancient, lost reverence and passion for human personality, joined with the ancient, lost reverence and passion for the earth and its web of life.
    This indivisible reverence and passion is what the American Indians almost universally had; and representative groups of them have it still.
    They had and have this power for living which our modern world has lost—as world-view and self-view, as tradition and institution, as practical philosophy dominating their societies and as an art supreme among all the arts.”
    Yazarın Las Casas’a özgül dedikleri:
    “And it was Las Casas, as no other man, who understood the great, rejected opportunity which Spain had passed by. He, for all time, is the master voice, the fountainhead, of the American Indian cause. More than any other interpreter, through the present, he understood the Indian within a frame of reference valid for the whole Race of Man.”
    ” Las Casas looms in titanic dimensions at the very gateway of t he effort toward liberty and racial understanding in North and South America. His philosophy is one of those fixed stars which must guide the hopes and thoughts of striving mankind across our own time and times far beyond ours.”
    “Perhaps no man ever has attempted a more exhaustive application of the principle of freedom of conscience to the realities of an unfree world than Las Casas. This, because freedom of conscience to Las Casas was no mere precept of tolerance and avoidance, but was the self-willed striving of the whole man toward inner freedom and toward a society made free; and that striving was a striving toward the free will and the mystic love of God.”
    “His depth and burningness of perception of the individual, were such as to make the perceptions of Rousseau, Thomas Jefferson, John Stuart Mill and Emerson appear thin by comparison. Whence the impelling power of Las Casas’ doctrine of liberty. Those who worked in Las Casas’ tradition perceived as he perceived. They perceived the individual Indian—potent, sweet, practicable, resourceful, co-operative and often splendid. But they did not perceive the societies which had formed this Indian personality. They could not know what none in their age guessed. How could they, when even in our time, after centuries, those of us who have been educators or administrators -in our own American Indian country, in Africa, in Oceania, in Asia —apprehend but timidly and, in the main, negatively, the ineluctable potency of the native society.”
    Yazarın aynı kitapta ” The Indians of the United States”, bölümü:
    ” To know the spirit of the Indians of the United States is to know another world. It is to pass beyond the Cartesian age, beyond the Christian age, beyond the Aristotelian age, beyond all the dichotomies we know, and into the age of wonder, the age of the dawn man. There all the dichotomies are melted away: joy requires sorrow, and sorrow, joy; man and society and the world are one; fantasy and the old, hard wisdom of experience join in the rituals, the moralizing tales, the songs, the myths; idealism and ideality are joined with searching and undeviating practicality. And the child is joined with the man.
    The story of North America’s Indians, down the centuries, brings into relief three Indian characteristics, attainable by average men only through the application of a profound social art. They are psychological maturity, many-sidedness, and intensity within tranquillity. The tranquillity includes, not excludes, life abundant and the awareness of tragic fate.”
    Bu kitap 1947’de yazıldı ve bu site hala politika pazarcılığı yapmakta. Daha dün endüstri ve teknolojinin dünyayı harabeye çevirdiğine uyanan bir salağa “günaydın” diyecek kadar bilgiden yoksun.
    Hortlak, ogürsel, yalakalar gibi çirkin, tiksindirici ruhlu insanlığını çoktan kaybetmişleri görünce tüylerim ürperiyor. Bu yeni ve sonsuz daha ince yöntemlerle insanı tamamıyla köle edecek totaliter düzene can atan kişiler beni korkutuyor.
    Buna benzer binlerce yazı yazıldı. Okuyup uyanmaktansa Pipsqueak’e çocuğumsu şantajlar yapılıyor, ezenler başarılı oldukları için övülüyor.
    Bence daha Pipsqueak’in “tarih kazananların tarihidir” lafını anlamayanlar, bunun ne kadar acı bir gerçek olduğunu hissetmeyenler ruhunu en ucuz fiyata satanlar.

  1491. Sayın (pipsqueak) 1481'e

    Sayın “pipsqueak” 1481,

    Bol kitaplı mağaranızdan yine kovayla döke döke ortalığıa saçmışsınız:
    “Çok sayıda bilim adamının kendi uzmanlığı dışında beyinleri sınırlı ve kısır.”

    DİKKATLE OKUYUN BAKALIM:

    “İŞLEVSEL SÜRÜ” ÜRETİCİSİ OLARAK “UZMANLAŞMA” KAVRAMI ÜZERİNE:

    “GENİŞ” CEHALETİ GİZLEYEN “DAR” BİLGİ!

    “Dar bir alanda derinlemesine uzmanlaşıp, hayatın diğer alanlarında zır cahil kalmak”; bu çağ için artık bir eksiklik değil neredeyse bir başka “yeni normal”dir!

    Çağ; tamamen cahil değil (çağın “bilgi yükü”nden ve “bilgi toplumu” retoriğinden hareketle) kendi uzmanlık alanı hariç hemen hemen her konuda cahil insanlar çağıdır!

    Bu “aşırı uzmanlaşma”ya; artan bilgi hacmi bir gerekçe olarak gösterilebilir. Bir konuda yetkinlik kazanabilmek için gerekli bilgi yükünün geçmişe nazaran çok artmış olması ve bir alanda faaliyet için “dar uzmanlaşma”nın kaçınılmaz bulunması bir dereceye kadar makûl görülebilir.

    Ancak çağın “rol model insanı”ndan asıl beklenen:
    Bu dar alanda da olsa “çok bilmesi” kadar diğer bütün konulardaki “zır cahilliği”dir! Bu insanları, ortaçağdaki eşdeğerleriyle karşılaştırıldığında “cahil” diye nitelemek, onların belli bir konuda sahip olduğu muazzam teknik bilgi nedeniyle tam doğru değildir. Bu uzmanlık bilgisi, bu insanlara, hayatın içinde yalancı bir “bilgili olmak görüntüsü” sağlar; ayrıca uzmanlık alanlarındaki işlevleri de toplumsal konumlarını (özellikle “mesleklerinde”) iyi yönde pekiştirmiştir. Ancak bütün bunlar o kişilerin, kendi uzmanlık alanları dışındaki konularda (ki genellikle bu alan hayatın %99’unu oluşturur) ortaçağdaki eşdeğerleri kadar kara cahil olduğu gerçeğini değiştirmez. Dar bir alandaki muazzam bilgi, diğer alanlardaki cehaleti gizler!

    Özellikle bugün; “yüksek enerji fiziği”nde derya-deniz bilgi sahibi olan kişi, tarih veya siyaset alanında bir ortaçağ köylüsü kadar kandırılmıştır! Yönetenler için önemli olan, dar alanda uzmanlaşmanın kendi işlevselliği kadar, belki ondan daha da fazlası, bu “uzmanlığın dışındaki ‘cehaletin işlevselliği'”dir!

    Sonuç olarak; hemen hemen bütün insanların dar bir alanda muazzam bilgi sahibi olması ve diğer konulardaki cehaleti, hemen hemen bütün insanların hemen hemen her konuda cahil olduğu bir toplum demektir!

    İŞLEVSEL ve “KUKLA GİBİ” YÖNETİLEBİLİR; EĞİTİLMİŞ ve CAHİL

    Ortaçağın cahil halk yığınlarının eğitilmesi, okuma-yazma öğretilmesi, bütün halkı kapsayan eğitim fikri, “insancıl bir düzenin yüce bir plânlaması” olarak değil; yığınların üretim sürecinde “verimliliğinin arttırılması” nedeniyle ortaya çıktı! “Serbest Piyasa Ekonomisi (yani o meşhur ‘kapitalizm’)” denilen mefhumun nasıl işlediğini daha açık bir gözle görün artık!

    Fabrikadaki işçilerin uyarı tabelalarını okuyabilmesi, şehirlerde yaşayanların toplumsal düzen için belli kuralları bilmesi gerekiyordu. Yığınsal halk eğitimi “entelektüel & kültürel” değil; “ekonomik” bir sorundu!

    Ortaçağ insanı “cahil” olduğu için kolay yönetiliyor olsa da “işlevsel” değildi; özlenen durum “sömürülen emeğin sırtından daha fazla para kazanmanın sağlanması” için halk yığınlarına “işlevsellik” kazandırıldı!

    ANCAK BU “İŞLEVSELLİK” KAZANDIRILIRKEN “YÖNETİLEBİLİRLİK” ÖZELLİĞİ ESKİSİ GİBİ KALMALIYDI!

    İŞLEVSEL OLACAK KADAR “EĞİTİLMİŞ” AMA “YÖNETİLEBİLİR” KALACAK KADAR “CAHİL” OLMALIYDI!

    İşte bu ilke için en ideal yöntem; “uzmanlaşma”dır. Genel-geçer bilgiyi göz ardı edip; sadece yapacağı işle ilgili bilgiye sahip olmak, o kişiyi “işlevsel” kılarken “cahilliği”ni de muhafaza edebilirdi!

    “DİKEY” İNSANLAR ÇAĞI

    Yüzyıllar öncesindeki, yüzyıllarca süren bir karanlık çağın sonunda yeni bir çağa başlamanın heyecanıyla, heyecanını duydukları çağı kendi elleriyle inşa etmek için tıptan matematiğe, astronomiden şiire, bilim ve sanatın her türlüsüne hakim olmaya çalışan “yatay” insanların çağı; yıllar önce kapandı!

    Artık işi, sadece, sol elin beşinci parmağını ameliyat etmek olan doktorların,
    Artık işi, sadece, sarı papatyalar için şiir yazabilen şairlerin,
    Kısaca ifade edecek olursak; “dikey” insanların çağını yaşıyoruz!

    “Edebiyatta insanla ilgili işlenmemiş büyük temalar dönemi” biteli yıllar oluyor!

    Sadece günümüz yazarları değil, 40 yıldan fazla bir süre yayılmakta olan bu kangren içinde; “insanlık durumları” gibi yüce bir temayı; kocaman, ulaşılamaz bir dev olarak zorla veya kasten kabul etmiş yüzbinlerce “proje bazlı üretim yapan yazarlar” kütlesi; daha mütevazı olduğuna kani oldukları konular ile yetinip, örneğin “kişisel gelişim kitapları” gibi bir başka dev “piyasa” başta olmak üzere, ayrıntılar içinde gizlenmiş ayrıntılarla uğraşmaya artık mahkûm!

    Çünkü yaşanan çağ bir bıçak yarası gibi; giriş yeri küçük, derinliği büyük, “dış dünyayla temas kurmayacaksınız” yaptırımı ile yoğrulmuş dikey bir çağ!

    Yazan: Taylan Kara
    14 Eylül 2014

    * * * * * * * * * *

    [Canetti hikayesi
    “The Regulation of Time
    No POLITICAL structure of any size can dispense with order, and one of the fundamental applications of order is to time, for no communal human activity can take place without it. Indeed one might say that the regulation of time is the primary attribute of all government.”
    Bunu da Canetti söyler. Siz yalakalar bu yüce ruhluyu TZM yüksek rahibiniz kadar bayağılaştırdınız.]

    Yoo, hayır; en çok saygı gösterdiğimiz kişilerden biri olan “Elias Canetti”yi bayağılaştırmak da ne demek?! Yalan atıyorsunuz!

    Sayın “pipsqueak”, siz ilk önce Canetti’nin 1935’de yayınladığı “Körleşme” adlı muhteşem eseri tez zamanda okuyun ve (sinologist) Doktor Peter Kien’ı nasıl taklit ettiğinizi görün!

    “The Zeitgeist Movement (TZM)” dinî bir cemaat değil ki; “rahip”likle itham edecek kadar saçmalıyorsunuz!

    Size defalarca gönderdiğimiz referansları incelemediğiniz için; TZM’nin, Canetti’ye gösterdiği saygıdan haberiniz yok. İşkembenizden sallıyorsunuz!

    * * * * * * * * * *

    [O salakça tekrarladığınız Orwell alıntısına bir daha bakın ve şunu okuyun:
    “Bundan daha iyi bir zamanda doğmuş olamazsın: her şeyi kaybettik.”
    Dahası da var.
    “Nice insanlar kendilerine güvençleri olmadığından en haklı şüphelerini bastırdılar.”
    ” Ne zaman kişi şüphesini bastırırsa, tahakküm (tiranlık) vardır.”
    Ben size defalarca sizin TZM yüce rahibin büyük bir dolandırıcı olduğundan sadece şüphe ettiğimi değil, kesin kes bildiğimi söyledim. Eğer o herifin k*çı hoşunuza gidiyorsa yalayın, nasibinize razı olun ve beni rahat bırakın.
    Ben sizin hiçbir kitap okumadığınızı da kesin kes biliyorum.]

    Yukarıda “Simone Weil”dan işinize gelenleri cımbızla seçip, işinize gelmeyenleri çöp kutusuna gönderdiniz sayın “pipsqueak”! Şimdi aynısını “George Orwell” için yapıyorsunuz!

    Okuduğumuz kitapların sayısını buraya sizin yaptığınız gibi çarşaf çarşaf yazmaya kalksak; sitenin veritabanı çöker! “Nefret”iniz ile “öfke”nizi birbirine karıştırıyorsunuz; en büyük sorunlarınızdan biri bu!

    Size ilk önce “Orwell”den sonra da “Juvenal”dan ve en sonunda da “Rousseau”dan hatırlatalım:

    === George Orwell ===

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    === Romalı şair “Juvenal [Decimo Giunio Giovenale]”, 1. yüzyıl ===

    “Quis custodiet ipsos custodes?”

    === Jean-Jacques Rousseau, “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”, 1754 ===

    “The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!”

  1492. “Allah size cömert davranıp, sizi salt medya ve televizyon izlemeyle, saymaya değmeyecek kadar az sayıda kitap okumakla, akıl almayacak kadar devasa bilgi pompalamış.”

    Yalnızca bu sitede yazılı 46 makale var. Çoğunun da altında alıntı yapılan yazarlar. Her cümlemi tartışırım.. Ama sen o salak cümlenin arkasında bile duramadın.. Gösterişçi.. Belliydi; o kadar kitap, yazar adları.. Sen okuma-anlama eyleminin ne olduğundan habersizsin.. Aptalca takılar takıp, takıştıran, seviyesiz, frapan ucuz bir fahişe gösterisi seninkisi..

    Sen kibrinin yoğunluğu ve zeka yetmezliği ile hastasın. O cümleyi bile anlayamıyorsun. Böbürlenmek, kendini övmek hoş değil.. Açıklamak zorundayım.. Gördüm.. Çok açık. senden iyiyim.. Senden elbetteki daha zekiyim. Okuduğumu anlıyorum. Arkasını görüyorum. Taklitçi değil, sentezciyim. 1000 parçalık puzzle’ın 100’ünü görmek, bana yeterli; sen 999’unu “okusan” bütünü tamamlayamayacak durumdasın… Öfkenin, hıncının sebebi de bu. Farkındayım. O ingilizce döktürmelerin, o fransızca kopyaların..
    Sen o kağnı gölgesinde yaşamaya devam et… Samimiyetimle söylüyorum.. Sana acıyorum.. O kadar bilgi ile nasıl bu kadar rezil bir tartışmacı; nasıl bu denli iftira yükleyici oluyorsun.. Çünkü sen öğrenmenin heyecanını duyan değil, bilginin pazarlamasını yapan ucubesin..
    Sen özünde bir hiçsin benim için..
    Artık seni ciddiye almıyorum..
    Denk düşerse, o salak 15 yaş dogmatik zeka ile yazılmış yazıların, alıntılarını aşağılamak için belki yazarım.. belki, çok keyfim yerindeyse… seziyorum.. sen buna bile değmeyecek kadar sefil bir ruha sahipsin..
    *
    Anlıyorum; kendinle uzlaşmak, şu sefil beyninle kalan yıllarını yaşamak zorundasın.. Seni bağışlıyorum.. Kendine katlanman kolay olmuyordur…
    *
    (Gün Zileli akıllı adam.. Görmüş, geçirmiş.. Senin gibilerin “röntgenini” bilecek deneyime sahip… en başında senin ne olduğunu anlamıştı.. Ben geç anladım.. Yine de sayende çok dilli budalalığı tanıdım. Kitapların, yazarların, onca emek hayat verilmiş insanların sırtından geçinen, kan emici bir parazit gibi yaşayan zihniyetin hezeyanlarına tanık oldum.. Klinik bir tecrübe oldu! Teşekkür ederim! )

  1493. Pipsqueak denen cahil biraz da Necip’in yazdıklarını okusun.
    Gerçi genel gerçeklerden bahsediyor zaten. Bunları birilerinin ifade etmesine gerek yok.

  1494. Sayın ve Bilgi Dolu1484, 1485,1486, 1488
    Pipsqueak’in diğer bir itirafı.
    Sizi anlamak bu siteyi dolduran diğer faşistleri, özellikle eski marksist-leninist/yeni anarşist eski ulu şefinizi, Alman skin head hortlak zombiyi, baba-oğul fasulye yelleri üretimiyle dünyayı ıslahta TZM’yle rekabete girmiş olan bol maaşlıyı anlamaktan çok daha zor.
    Bu kadar okumuşluk gösteren yazılarınızla amacınız yeni gurunuz TZM’nin peterini mi yalamak, yoksa bana bir defa daha “insanlar enayi doğmaz, enayi olurlar”, sözünün doğruluğunu mu göstermek?
    Sanırım peter sallıyor siz yutuyorsunuz.
    En yüceleri kandırmak imkansız, en alçakları peterle pompalayıp galeyana getirmek şimdi çok daha kolay.
    Siz göze girmek için çırpındıkça, sitedeki faşist devrimciler bataklığına daha çok batıyorsunuz: yalnızlar kalabalığında, yalnızlar kalabalığından kurtulmak istiyorsunuz.

  1495. 1489 (pipsqueak’den)
    Nihayet baştan beri söylediğim ve sürekli inkar ettiğin gerçek ağzından kaçtı. Seni G. Zileli pompalıyor. Boş beynini o dolduruyor.
    Onun akıllı olduğu çok apaçık. Bu eski marksist-leninist ve şimdi de utanacağına aynı şeyi anarşistlik adı altında satacak kadar cin birinin akıllı olması beni şaşırtmıyor. Nerede, ne zaman ne satılacağını her dolandırıcı cin gibi bilen biri.
    Şimdiye kadar yazdıklarıma tek cevabın onun senin ağızına istifrağ ettikleri. Sor bakalım neden benim k*çımı yalamak için Cenevre’ye geldi. Hayal kırıklığının altında yatanlar hem seni hem de senin kliniğin duvarlarını fazlasıyla aşar.
    Ben onun faşist olduğunu, onun seni pompaladığını çoktan gördüm. Zaten endüstri ve teknolojiyi övenlerin hepsi yeni faşistler.
    Tarih tekrarlanır ama komedi değil trajedi olarak.

  1496. 1489
    Sen yaltakçı yamak olduğunu kendin görecek kadar zeki olduğunu ispat ettin. Senin gibi kitap okumadan ilhamlarla yaratıcı bilgiç olan ve schmaltzy kitaplar yazan Zileli’ye arkanı dayamakla sadece zeki değil, onun gibi burjuva rüyalarıyla yoğrulmuş olduğun da belli.

  1497. Bu Zileli sitesine enayilerin yutacağı hoşa giden reklam “copy left” yazar, arkasından yüksek zekalı enayi ogürsel müridine “Pipsqueak başkalarını düşüncelerini aktarıyor” diyerek ne kadar alçak bir yalancı olduğunu sergiler.
    Şaşırtan bu değil. Bu herif, hayatı takla atmalar ve yalan söylemeler içinde geçmiş ucuz bir politikacı.
    Mucize bunu görmeyen yüksek zekalı ogürsel!
    Ya aşk gözünü kör etmiş, ya da o eski klasik kör inanç.

  1498. Bir arkadaşla bu siteyi beraber izlemiştik. Bana ,”… bak göreceksin, Zileli Pipsqueak’in fikirlerini sömürüp kendi fikirleri gibi satacak, müritlerine de Pipsqueak’i kötülüyecek …, bu Zileli’nin eski bir alışkanlığı”, demişti.
    Çok doğru çıktı.

  1499. Sayın (Anonim) 1490'a

    Sayın “Anonim” 1490,

    ===== Öncelikle, hatanızı düzeltelim: =====

    Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip’in genel gerçeklerden bahsettiği yok! Anlaşılan o ki; sizi de kandırmış (yanılmayı çok isteriz).

    Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip:

    “Ayn Rand”ın ve “Milton Friedman”ın zehirli beyinlerinden çıkanları, sayın Zileli’nin sitesinde de yayma misyonunu üstlenmiş,

    “Bilim-teknoloji”yi savunan, “kapitalist kalkınmacı” ve “kapitalist ilerlemeci” olan,

    “Mühendislik” vasfını; etrafındaki herkesi sömürmek için bir silah gibi kullanmaktan gurur duyan (Not: Hatırlarsanız; http://www.gunzileli.com/2016/05/18/fikret-baskayanin-son-kitabi-uzerine-elden-kayip-gitmekte-olan-bir-gezegen/ adresinde, “36” numaralı zırvasında, [“Living for each other is The rule of Nature.” Wrong depiction. We all exploit others AND get exploited by others.] virüsünü yumurtlamıştı!),

    “Asalak” madencilerin ve/veya “asalak” bakkalların ölümünü umursamayıp, AVM’lerin daha da çoğalmasını savunan,

    Kripto-libertarian, “kökten kapitalist” bir yorgun akıl!

    ===== Ve son olarak: =====

    Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip ile sayın “pipsqueak”in uzlaşması mümkün gözükmüyor.

    Çünkü:
    Sayın “pipsqueak; bu sayfadaki neredeyse her yazısında “medeniyete karşı olduğunu” iddia eden, ve/fakat, aslında, “modernite”ye karşı olduğunun farkında olmayan hakiki anarşist bir varlık!

    Buna mukabil:
    Sayın “fıtratçı-Turgut Özalist” Necip; medeniyete karşı olmadığını, nasıl karşı olunabileceğini de bilmediğini yazmıştı.

  1500. Sayın (pipsqueak) 1491'e

    Sayın “pipsqueak” 1491,

    Niçin sinirlendiniz?! Ne oldu?!

    Yukarıda, sizin; “Simone Weil”ın, “Jacques Ellul”ün, “Albert Camus”nün, “Freeman Dyson”ın veya “George Orwell”in laflarını bükmenizi, işinize gelmeyenleri çöp kutusuna göndermenizi suratınıza çarptığımız için mi bu kadar çok sinirlendiniz sayın “pipsqueak”?!

    İlk önce “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” ne olduğunu öğreniniz; işkembenizden sallamayınız!

    “The Zeitgeist Movement (TZM)” dinî bir cemaat değil ki; “rahip”likle itham edecek kadar saçmalıyorsunuz sayın “pipsqueak”!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    Howard Zinn, 1922-2010

  1501. 🙂 güldürdün beni.

  1502. Not.. Gün Zileli ile yıllar önce.. 4-5 yıl galiba.. bir kaç saat görüştüm.. Ben Mersin’deyim… yine 4-5 yıl olmuştur, ortalama 3-4 ayda bir yazı gönderirim. Nadiren mailleşiriz.
    Ona “uzaktan” saygı duyarım. Ben, insanlara saygı duymak için onların düşüncelerinden önce karakterlerini önemserim. Düşünceler değişebilir ama karakterler değişmez…
    Aramızda “kuruş” olarak bir ilişki olmadı..
    Yaşadıklarını ve deneyimlerini önemsiyorum. Yararlı olma gayreti, sahici bir insan olma çabası.. Dolayısıyla bu karakter.. şeytan yamağı gibiler için anlaşılmaz şeyler.. Ve hastalıklı nefretini de bu nedenle anlıyorum!

    Şeyh yamakları; kendi ruhunun pisliği ile dolu olanlar, başkalarını da kendi gibi sanır..

    İnsanlar arasında saygılı ilişkiden habersiz; bu tür ilişki kurma ümidini yitirmiş rezillerin, doğal-insanî yakınlıkları aşağılaması, kendilerini ele verir.
    *
    Biliyordum çıldıracağını.. Bu nedenle böylece ad vererek yazdım.. Budala, benim bunu kestiremeyeceğimi mi sanıyorsun.. Bu bile sendeki zekanın defosunu gösterir..

  1503. “Bir arkadaşla bu siteyi beraber izlemiştik. Bana ,”… bak göreceksin, Zileli Pipsqueak’in fikirlerini sömürüp kendi fikirleri gibi satacak, müritlerine de Pipsqueak’i kötülüyecek …, bu Zileli’nin eski bir alışkanlığı”..”

    Gün Zilelinin belki her yazdığını okudum. Bu Şeytan yamağının da ruhunun röntgenini biliyorum… Aylardır okuyorum; Bir işportacı çığırtkanı. Kendine ait tek cümlesi yok.. Zavallı; ingilizce, Fransızca aktarma yapan, öğrenme kusurlu, eski nesil bir robot! Öğrenemiyor, sentez yapamıyor.. Aktarıyor.. ve ciddiye alınmak istiyor.. Sanıyorsunuz ki.. bir şeyler biliyor.. ve anlıyorsunuz.. Bir kayır cihazı yalnızca…
    Bu taklitçi olduğunu itiraf eden kimse, (kendi hayali arkadaşı da olabilir!) okuduğunu anlamayan bu adamda bir fikir olduğunu sanan 15 yaş hödüklüğü ile malul olmalı…

    Bir kez olsun Gün Zileli’nin kendini öven satırını okumadım. Bu zavallı, ha bire kendini pompalıyor! O denli sefil; sanal pompalıyıcılar üretiyor kendine.. Bu da bir tatmin; mahrem alan.. karışmıyorum!
    **
    Bir hezeyan cümlesi bu; GZ, bu Şeytan Yamağının fikirlerini çalıyormuş…
    Sanırım paranoyak şizofreni’ye ait klinik bir bulgu daha bu.. Korkarım ve ciddiyim.. olay bu…
    Ağır stress altında belirtiler ortaya çıkar.. çıkıyor…

  1504. Fransa sosiyalis
    Ben fransada turkce yok. hortlak gibi.babam doner satar. burasi cok guzel asil sosiyalis fransa wahsi az. fondemantailst muslumanlar afrikalilar. bizturkler severizfransa. ben severim bu site.
    selam

  1505. Sansür ne alemde?
    Yine 1438’den Zırvalayanlara
    Kendimi biraz daha tanıtayım. Ben Köle Üniversitesinde Öğrenime Mutlaka Son Verme Profesörüyüm. Amacımız tüm üniversiteleri barınaklara çevirmek ve hoş isimli dolandırıcı Özgür Üniversite pezevenkliği yapanları cehenneme göndermek.
    Dünya anarşist tarihinden bir parça.
    Bazı 20. yüz yıl anarşistleri ilkelciler adı altında tanınır. Bu bir yafta, ne var ki her yafta gibi muğlak ama yararlı.
    Bu grubun ortak nitelikleri veya tutumlarının en büyük kaynağı ilkel toplumlar hakkında toplanan bilgilerin yarattığı yeni görüşler olsa da endüstri ve teknolojinin doğayı ve insanları harabeye çevirdiği, tüm dünyayı yok etme gücüne sahip olması da paralel bir katkı oldu. İlkeller arasında bulunan ve Medeniyet kölelerinin dünya görüşlerinden tamamıyla değişik olan görüşlerin varlığı bir çeşit uyanmaya yol açtı.
    Bu fırsatta şu artık insanlıktan tam çıkmış yalakaların nakaratı “X Medeniyet’e karşı değil, X moderniteye karşı” bilinçsiz-beyinli İnternet pirelerine bir hatırlatma: Medeniyete karşı olan haliyle Medeniyet’in en şiddetli ve yoğun yıkıcılıklarından biri olan ve yakın tarihte yer aldığından daha iyi bilindiği için örnekler sağlayan moderniteye karşı olur. Üstelik klasik anarşizmde bile asıl düşman Devlet. Hatta bize göre bu “kapitalizm” nakaratı ölmüş eşek kapitalizmi sopayla canlandırmaya çalışan, eski ve çokta tarihe karışmış bir dille karmaşık yeni dünyayı enayilere basitleştirme yutturup taraftar kazanma peşinde olan cahil solcuların propagandası olarak görüyoruz.
    Marks bile bin yılcıların kendinde çok daha şiddetli eleştirilerde bulunduklarını ama yeni düşman olan kapitalizmi görmayip ölmüş eşek Kilise’ye saldırdıklarını söyler.
    Bu TZMciler sadece cahil değil küstahlar. Pipsqueak’in verdiği mantık dersleri kara deliklerine girip kaybolmakta veya bu akılsızlığı şimdi yaladıkları peter onlara vermiş.
    Diğer paralel bilinçlenmeler de bu arada bir çorap gibi söküldü: Burjuva egemenliği kurulduktan sonra dünyaya yayılmış olması, komünist ve anarşistlerin bu burjuva dünya görüşünü tamamıyla benimsemiş olmaları, komünist ve faşistlerin bu görüşü saklamadan savunma ve uygulamaları, bu görüşün üretim-tüketimi temel alması ve dolayısıyla insanı alçaklar alçağı bir düzeye indirgemesi, toplumun tüm geleneksel kurum ve tarihte yarattıklarını (ekonomi ve kapital, politika, eğitim, kültür, eğlence, aile, seks, din, ahlak, vb) endüstride kullanılan teknolojik metotla yeniden biçimlendirilmesi gibi.
    Bu sitedeki orta sınıf tamamıyla burjuvalaşmış salaklar din düşmanlığının burjuva propagandası olduğundan habersiz aynı yalakalar gibi TZM peterini şekerli elma gibi yalar dururlar. Veya yerli malı Atatürk’ünkünü yalar dururlar.
    Uzatmada yarar görmüyorum. Pipsqueak sitedekileri bu konulara uyarmak, bu alanlarda yapılan araştırmalara ve bu konularda son derece önemli katkılarda bulunan yazarlara işaret etmek istemiş. İsteyenler o kitapları okuyarak kendileri karar vermeli.
    Sonuç ne?
    Birincisi tamamıyla çocuğumsu burjuvalar hatta insan tarihi kadar eski ve artık basmakalıp formül:
    1. Sorun yaratan suçluyu bul.
    2. Suçluyu ortadan kaldır.
    Bütün vaatlerine rağmen burjuvalar bu işi başaramadılar. Ardından komünistler yeni bir suçlu buldular ama onlar da işi başaramadılar. Dinler, Budizm, Hıristiyanlık, İslam da öyle. Dinleri katmamın nedeni bu dinlerin misyoner dini olduklarından ve burjuvalarla komünistler gibi evrensellik iddia ettiklerinden. Tabii hepsinin maşallah yandaşları çok. Bu sitedekiler gözlerini Odepius gibi oyacaklarına, gözlerini kapatmayla yetinirler. Bir zamanlar Stalinci olan Zileli gibi. Sitedekiler utanmadan ve pis pis sırıtarak “suç kapitalizm” marşını söylerler. Pipsqueak’in yorulmadan tekrarladığı gibi kapitalizm yöntem (tekniğe) tamamıyla köle olmuş ve bilmiyoruz diyeceklerine Pipsqueak’e çirkin saldırıya geçerler. Rahatsız olurlar. Birlik sağlamak için her zaman düşman lazım. Ve düşman basit, bilinen bir düşman olmalı.
    İkincisi son derece alçakça bir tutum. Bu bilgilerden tamamen habersiz Gün Zileli, kendisi ve anarşistler arasında moda olmuş üyesiz parti gizli müritleri, Stalin’in köpekleri gibi Pipsqueak’in üstüne saldırırlar. Başta kendi gibi iki faşist hortlak ve ogürsel, ardından Hitler gençliği gibi hoplayan zıplayan aslında diğerleri gibi totaliter bir düzen hasreti çeken TZMciler. TZMciler ne olur ne olmaz daha iyi bir yol gösteren buluruz diye yol gösterenin yolunu tutmayı kabullenmek istemezler ve bunu sıfatsız anarşistler adını almakla kapatırlar. Zamanımızda teknolojiyi savunan kim olursa olsun, totaliter düzen hasreti çeken bir faşisttir.
    Şüphesiz bu kişilerin hiç biri kendilerinin totaliter olan teknolojiyi savunmakla faşistliği savunduklarını kabul etmezler. Bilim-teknolojiye tapan bu dört enayi BİLİM-TEKNOLOJİNİN GENELLEŞTİRMEYE dayandığını dolayısıyla uymayan bireyleri ve azınlıkları her zaman ezeceklerini bilmezler. Bu beyinsizler “kapitalizm”, “yanlış eller”, “pozitif olmalı” ve benzeri büyücü asalarıyla kendi kendilerini kandırmaya devam ederler.
    Siz dörtler insanı tiksindiriyorsunuz.

  1506. Sayın (pipsqueak) 1495'e

    Sayın “pipsqueak” 1495,

    Şunu yazmışsınız:
    [Bir arkadaşla bu siteyi beraber izlemiştik. Bana ,”… bak göreceksin, Zileli Pipsqueak’in fikirlerini sömürüp kendi fikirleri gibi satacak, müritlerine de Pipsqueak’i kötülüyecek …, bu Zileli’nin eski bir alışkanlığı”, demişti.
    Çok doğru çıktı.]

    Kimsenin sizi; “küçük düşürmek”, “kötülemek”, “fikirlerinizi sömürmek ve satmak” gibi amaçları olmadı, olmaz da!

    Müsterih olunuz…

    Paranoyaklığınızdan kurtulunuz! Bunu yapabileceğiniz kuvvet “aklınızda” mevcut!

    Size daha önce de yazdığımız gibi; “Simone Weil”ın, “Jacques Ellul”ün, “Albert Camus”nün, “Freeman Dyson”ın, “Eduardo Galeano”nun veya “George Orwell”in laflarından işinize gelenleri parlata parlata bu sayfaya kovayla döküyorsunuz; işinize gelmeyenleri çöp kutusuna gönderiyorsunuz!

    Sizin, 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada yazdığınız yüzlerce, ismin, alıntının, kitabın, makalenin (hepsi olmasa da çoğunun) “kapitalizme de karşı” olduğunu bilmiyor musunuz?!

    Evet, Simone Weil samimi bir Hristiyandı! “Hiyerarşiyi savunan bir dinci” değildi!
    Ama, Weil, “kapitalizme de karşıydı!” Bunu bilmiyor musunuz sayın “pipsqueak”?!

    Evet, Samuel Butler samimi bir düşün ve yazın adamıydı! “Teknolojiyi paramparça edelim” zihniyetinde değildi!
    Ama, Butler, “kapitalizme de karşıydı!” Bunu bilmiyor musunuz sayın “pipsqueak”?!

    Size daha önce de yazdığımız gibi; siz, “medeniyet”e karşı olduğunuzu zannediyorsunuz, ama değilsiniz, çünkü “medeniyet”e karşı olmak neredeyse imkânsız. Sizin asıl karşı çıktığınız şey; “modernite” (İngilizce: “Modernity” / Fransızca: “Modernité” / Almanca: “Moderne”).

    KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEYE, SİZİ, BİR KEZ DAHA ÇAĞIRIYORUZ SAYIN “PIPSQUEAK”:

    Ben New York’da büyüyen genç bir delikanlı iken “bayrağa bağlılık” yemini etmeyi reddettim. Tabii ki okul müdürünün odasına gönderildim! Müdür bana; “neden bağlılık yemini etmek istemiyorsun?” diye sordu. “Herkes ediyor, sen de yemin etmelisin!” dedi.

    Cevap verdim:
    “Bir zamanlar herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu! Ama herkesin yanlış şeye inanması; dünyayı düz yapmıyor!”

    Ve devam ettim:
    “Bugün Amerika Birleşik Devletleri sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere, diğer milletlere borçlu. Ve ben bağlılık yeminini ‘dünyaya’, üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim!”

    Söylememe gerek yok herhâlde; bu olayın üzerinden çok geçmeden okulu tamamen bıraktım. Ve yatak odamda bir laboratuvar kurdum…

    Orada “bilim”i ve “doğa”yı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki; evren yasalarla yönetiliyor. Ve insanoğlu, toplumla birlikte, bu yasalardan bağımsız değil.

    Bütün bunları keşfederken, şimdilerde “Büyük Buhran (The Great Depression)” olarak adlandırdığımız “1929 ekonomik krizi” geldi çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!

    Kaynaklar değişmemişti! İşte o zaman farkettim ki; “ekonomi oyunu”nun kuralları yapısı gereği hükümsüzdü!

    Kısa bir süre sonra; bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için sıraya girdiği “II. Dünya Savaşı” başladı!

    Bir hesap yaptım; bütün bu yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm insanî ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi!

    O zamandan beri; insanoğlunun kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum! Son derece değerli ve sınırlı kaynakların “kâr etmek amaçlı!” ve “serbest piyasa!” adına sürekli olarak yok edilmesini acı içinde gözlemledim!

    Toplumun, toplumsal değerlerin;
    Materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık, sahtelik seviyesine düşürüldüğünü izledim!

    Parayla ifade edilen güçlerin; “sözde özgür!” toplumların politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum!

    Şimdi 94 yaşındayım!

    Ve korkarım ki düşünce yapım; 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı!

    Bir kez daha uyarıyorum:

    Bu saçmalık artık sona ermeli!

    (15 Ocak 2011)

    [Jacque Fresco
    Endüstriyel tasarımcı, mucit, yazar ve aktivist]

    ( https://www.youtube.com/watch?v=eMVjmxf642M )

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Bütün bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değil!

  1507. Senin tükürükcenden benim türkcem much betterdir.

    Gene dogadan,felsefeden,fizikten bahsediyon.olmuyor..
    Sonra aciklarim,correction yapariz 1000 kisiyle..

    Su taktigin ücretli kölelik issiu suna gelince; Nazilerin ” düsmanlara köle olacagimiza kendimizi öldürelim” demesini
    vede arkasindan-bildigin gibi- yüzlerce aile col coluk hep beraber intihar dalgasi..yaratmasini hatirlatti!
    Nedense benzerliklerin cok ha!
    öff gene cok yazdimm..

  1508. Sansür gittikçe sıkılaşıyor.
    Sayın Gün Zileli
    Bir ara size bir soru yönetilmişti:
    “Kuran’ı Kerim okudunuz mu hiç, yorumunuz nedir?
    Gün Zileli
    kapağını bile açmadım.”
    Bize görünüyorki siz okumuşsunuz. Çünkü siz ve ogürsel Pipsqueak eleştirilerine karşı her zaman Muhammed’in Tur Suresindeki “Eğer doğru söylüyorsa, haydi bizim gibi kitaplar yasın, makale yazsın.”, demekten başka bir cevabınız yok. Hatta yazdığında bile hafızlık yapıp aynı kalıbı tekrarlamanız Muhammed’in Kuran’ı Kerim’de yukarıdaki kalıbı tekrarlamasına çok benziyor.
    Sizler galiba Pipsqueak’in dediği gibi kitap kapakları açmadan içini okuyorsunuz. Siz ve ogürselin zeka katsayıları kardinal sayılarla ölçülecek kadar yüksek olmalı.

  1509. o kadar zeki dteğilimidir ama iltifatınız için teşekkürler.

  1510. Sayın (pipsqueak) 1501'e

    Sayın “pipsqueak” 1501,

    ========== 1 ==========

    [Bu fırsatta şu artık insanlıktan tam çıkmış yalakaların nakaratı “X Medeniyet’e karşı değil, X moderniteye karşı”]

    Sayın “pipsqueak”; medeniyete karşı olmak, neredeyse imkânsızdır!

    Siz de medeniyete karşı değilsiniz, ve ne yazık ki bunun farkında değilsiniz!

    Eğer medeniyete karşı olsaydınız:
    “Uçak”a hiç binmezdiniz!
    “Otomobile, otobüse, minibüse” hiç binmezdiniz!
    “Diş doktoru”na hiç gitmezdiniz!
    “Teknoloji”yi hiç kullanmazdınız!
    “İnternet”i hiç kullanmazdınız!
    Sayın “Gün Zileli”nin sitesini hiç ziyaret etmezdiniz!
    Bizlerle (“Beyaz Ya-LA-ka”larla) hiç tanışmazdınız!
    Bu sayfaya 28 Mayıs 2015’ten beri kamyon kasasından boşaltırcasına yazılar yazmazdınız!

    Sayın “pipsqueak”, siz; “modernite”ye karşısınız!

    Şunlarla başlayabilirsiniz:

    Kitap: “Toplumlar Nasıl Anımsar?”
    Yazan: Paul Connerton (Antropolog)
    Çeviren: Alâeddin Şenel
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/toplumlar%20nasil%20animsar.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Societies-Remember-Themes-Social-Sciences/dp/0521270936/ )

    Kitap: “Modernite Nasıl Unutturur?”
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=798 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/How-Modernity-Forgets-Paul-Connerton/dp/0521745802/ )

    Kitap: “Modernliğin Sonuçları”
    Yazan: Anthony Giddens (Sosyolog)
    Çeviren: Ersin Kuşdil
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/modernligin%20sonuclari.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Books-Consequences-Modernity-Anthony-Giddens/dp/0745609236/ )

    Kitap: “Modernite ve Bireysel-Kimlik” Geç Modern Çağda Benlik ve Toplu
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: Say Yayınları
    Türkçe: ( https://www.saykitap.com/BSWeb/KitapDetay.aspx?kID=100333 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Modernity-Self-identity-Self-Society-Modern/dp/0745609325/ )

    Kitap: “Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori” Marx, Durkheim ve Max Weber’in Çalışmalarının Bir Analizi
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kapitalizm-ve-modern-sosyal-teori/8203#.VpZoz_05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Capitalism-Modern-Social-Theory-Analysis/dp/0521097851/ )

    Kitap: “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” Globalleşme Hayatımızı Baştan Aşağı Nasıl Şekillendiriyor?
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Osman Akınhay
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=261 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Runaway-World-Professor-Anthony-Giddens/dp/1861974299/ )

    Kitap: “Modernliği Anlamlandırmak” Anthony Giddens’la Söyleşiler
    Yazanlar: Christopher Pierson & Anthony Giddens
    Çevirenler: Murat Sağlam & Serhat Uyurkulak
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=714 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Conversations-Anthony-Giddens-Modernity-PCVS-Polity/dp/0745620493/ )

    Kitap: “Toplumun Kuruluşu” Yapılaşma Kuramının Ana Hatları
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Hüseyin Özel
    Yayınevi: Bilim ve Sanat Yayınları
    Türkçe: ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumun-kurulusu/16507.html )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Constitution-Society-Outline-Theory-Structuration/dp/0745600077/ )

    Kitap: “Özgünlüğün Politikası” Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı
    Yazan: Marshall H. Berman (Siyaset teorisi ve şehir sosyolojisi alanlarında uzman akademisyen)
    Çeviren: Nursel Yıldız
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=696 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Politics-Authenticity-Marshall-Berman/dp/1844674401/ )

    Kitap: “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” Modernite Deneyimi
    Yazan: Marshall H. Berman
    Çevirenler: Bülent Peker & Ümit Altuğ
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kati-olan-her-sey-buharlasiyor/7050#.VpZzMv05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/All-That-Solid-Melts-Into/dp/1844676447/ )

    ========== 2 ==========

    Savurduğunuz taş hep aynı: [Marks bile bin yılcıların kendinde çok daha şiddetli eleştirilerde bulunduklarını ama yeni düşman olan kapitalizmi görmayip ölmüş eşek Kilise’ye saldırdıklarını söyler.]

    Bazı komünistlerin peygamberi Hz. Karl Marx’ın da hönkürdüğü “Millenarianism & ‘Bin Yılcı’lık”la uzak/yakın temasımız yok! Yalan atmayın sayın “pipsqueak”!

    TZM’de “Movement” kelimesi var diye, siz, galiba, The Zeitgeist Movement’ı;
    Bir “tomb”un etrafında ayin düzenleyen köleler,
    Bir “totem”in etrafını “kapitalizme karşı kuvvet duaları” kabul olsun diye tavaf eden şahbazlar,
    Üretim araçlarının mülkiyetini “şirketokrasi”den alıp “devlet baba”ya vermek için kıran kırana mücadele eden “1970 model Stalinist fırıldaklar” zannediyorsunuz!

    Yazık sayın “pipsqueak”, hem de çok yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    “Müneccimlik oyunu”nu oynamaktan, TZM’yi incelememişsiniz! Ne olduğundan haberiniz yok! Sürekli saçmalıyorsunuz!

    ========== 3 ==========

    [basmakalıp formül:
    1. Sorun yaratan suçluyu bul.
    2. Suçluyu ortadan kaldır.
    Sitedekiler utanmadan ve pis pis sırıtarak “suç kapitalizm” marşını söylerler. Ve düşman basit, bilinen bir düşman olmalı.]

    Sayın “pipsqueak”,
    Dünya genelinde dişe diş mücadele ettiğimiz zehirlerden biri “Ayn Rand”tır!

    “Ayn Rand”ın kim olduğunu bildiğinizi yukarıdaki metinlerinizde ifade etmiştiniz.

    Ayn Rand’ın makalelerinin bir kısmının derlenerek, 1966/67’de yayınlanan “Capitalism: The Unknown Ideal” adlı kitapta ne varsa, siz, sayın “pipsqueak”, aynısını yukarıda yazmışsınız: [basmakalıp formül: 1. Sorun yaratan suçluyu bul. / . Suçluyu ortadan kaldır. / Sitedekiler utanmadan ve pis pis sırıtarak “suç kapitalizm” marşını söylerler. Ve düşman basit, bilinen bir düşman olmalı.]

    Tamamı için:
    ( https://www.amazon.co.uk/Capitalism-Signet-Shakespeare-Ayn-Rand/dp/0451147952 )

    Seçki için:
    ( http://itech.fgcu.edu/faculty/bhobbs/Capitalism-The%20Unknown%20Ideal.pdf )

    Belki farkında değilsiniz ama; “Ayn Rand”ın taktiklerini uyguluyorsunuz!

    Silkinin, kendinize gelin!

    “Ayn Rand”laşmayın!

    ========== 4 ==========

    [Hitler gençliği gibi hoplayan zıplayan aslında diğerleri gibi totaliter bir düzen hasreti çeken TZMciler. TZMciler ne olur ne olmaz daha iyi bir yol gösteren buluruz diye yol gösterenin yolunu tutmayı kabullenmek istemezler ve bunu sıfatsız anarşistler adını almakla kapatırlar. Zamanımızda teknolojiyi savunan kim olursa olsun, totaliter düzen hasreti çeken bir faşisttir. Şüphesiz bu kişilerin hiç biri kendilerinin totaliter olan teknolojiyi savunmakla faşistliği savunduklarını kabul etmezler.]

    “The Zeitgeist Movement (TZM)” faşistmiş!

    Vah vah vah!

    Sayın “pipsqueak”, siz, işkembeden sallamak hususunda bu kadar maharetliyseniz, sizden kurs almayı ne çok isteriz!

    Sizin gibi, teknolojiyi savunmayıp internet üzerinden sayın “Gün Zileli”nin sitesine çuval çuval yazı yazan kaç kişi var acaba?! Hem “teknolojiye karşıyım!” de, hem 28 Mayıs 2015’ten beri “teknolojiyi kullanarak!” siteye yazı yaz; ne rahat!

    İlk önce “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” ne olduğunu öğreniniz, işkembenizen “bunlar faşist!” zırvalarını sallamayınız:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

    ========== 5 ==========

    [Bilim-teknolojiye tapan bu dört enayi BİLİM-TEKNOLOJİNİN GENELLEŞTİRMEYE dayandığını dolayısıyla uymayan bireyleri ve azınlıkları her zaman ezeceklerini bilmezler. Bu beyinsizler “kapitalizm”, “yanlış eller”, “pozitif olmalı” ve benzeri büyücü asalarıyla kendi kendilerini kandırmaya devam ederler.]

    Sayın “pipsqueak”,
    Siz, “transhumanism”in dünyayı işgal edeceğini, “insanların kökünü kurutacağını” mı zannediyorsunuz?!
    Siz, “artificial intelligence”in hortlayıp, dünyayla bir kukla gibi oynayacağını mı zannediyorsunuz?!

    Eğer siz bütün bu “saçmalıklara!” inanıyorsanuz, bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; 28 Mayıs 2015’ten beri sizle boşuna yazışmışız!

    Size defalarca gönderdiğimiz “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” çözüm önerilerini incelemiş olsaydınız, tam da sizin “korktuğunuz!” CHIP IMPLANT’lara karşı mücadele ettiğimizi öğrenirdiniz!

    Ama nerede sizde o sabır!

    Siz, Elias Canetti’nin “Körleşme” adlı muhteşem kitabındaki (sinologist) Doktor Peter Kien’ı taklit ede ede; size de sunduğumuz “kapitalizme karşı çözüm önerileri”ni ıskalıyorsunuz! Yazık! Hem de çok yazık!!!

    RFID chips (Radio-frequency identification chips):
    İnsanları takip sistemini hızlandırmak için radyo dalgaları yayacak şekilde tasarlanmış, insan derisi altına yerleştirilecek kadar estetize edilmiş çiplerin önüne geçmek için “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)”in ikazı ve çözüm önerisi:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=j7se4gFTCys )

    ========== 6 ==========

    “The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!”

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

  1511. 1504..
    “makale yazsın” önerisi bana aittir. Burada kimi dogmatik zihnin bir standart “balık” hali var; bir önerinin niyeti şahsen saptanıp, arkasından saçma bir saptamada bulunmak..
    “makale yaz” önerisindeki amaç,
    1. Küfürsüz yazma yeteneğini ve
    2. Düşüncede bütünlüğün kurgulandığını görmek
    3. Tartışmayı somut bir mecraya sokmak
    4. Düşünce bütünü içinde arada aksayan-çelişkili düşünceler üzerinden yazarın “çapını” saptamak
    5. Salt eleştiri ve aşağılama kolaycılığı içinde yaşayana, “peki sen ne diyorsun” sorusunun yanıtını aramak..
    6. Eleştirdiklerinin eleştirisine karşı dürüstçe benzer toplu-didiklenebilir bir metin yazdırmak..
    7. Şişinip duran, kendini övmekten utanmayana; o özgün-eşsiz dünyasını bize “bahşetmesi” arzusu..
    ile “makale yaz” bakalım demişimdir..
    *
    Hepsi bu..
    Dinsel dünya kalıpları içinde düşünen, çoklu neden-sonuç ilişkisi göremeyenlerin de Şeytan Yamağı gibi yalnızca sordukları soru üzerinden dünyayı “eksik” kavrayışı kendini ele verir.. Sorduğunuz soru gibi.. Ve kendi kavrayış yeteneğinize uygun, uydurduğunuz yanıt gibi..
    *
    Zeka, akıl görecelidir.. Benden akıllı çok insan var.. Aklını nasıl kullandığı da ayrı bir tartışma.. Ama bu Şeytan Yamağı benden daha “akıllı” değil.. Dürüst hiç değil. Samimi, kesinlikle değil. Bilgiye, bilgi emeğine, özgün düşünceye hak ettiği saygıyı benden daha çok veriyor değil. Edinilen bilginin “ötekini” ezmek için değil, isteyene aktarmak için taşınması-öğrenilmesine hizmet etmesi gerektiğinden habersiz… Örgütlü bilgi bütününün işlevsel olduğunu; birbirini tamamlamayan kopuk, bulmaca çözer bilgilerin değersiz olduğunu anlamamış..
    “Akıllı” olmak, bencil bir hırs ile birlikte ise .. o zaman o insan bir Şeytan Yamağı oluveriyor..

  1512. Sayın 1505
    Size göre hapiste olanın hapishaneyi sevmemesi imkansız mı?

  1513. “Pipsqueak”le ilgili yorumlar yayınlanmıyor.

  1514. “Pipsqueak” ile ilgili yorumlar yayınlanmıyor.

  1515. duyuruda belirtildiği gibi, “Pipsqueak”le ilgili herhangi bir şey, cevap mahiyetinde de olsa yayınlanmıyor.

  1516. Fransa sosiyalis
    Ben fransada.turkce okumak var yazmak yok. babam kacti turkiyeden. demokrasi yok dedi
    fransada her şey yazarım turkiyede yasak. fransada demokrasi var bu sitede yok

  1517. Bazı notlar yazayım.

    Mayalar gelişmiş bir medeniyetti. M.Ö. 100’de yazmayı öğrendiler ve 1400 yıl boyunca tarihlerini, astronomik gözlemlerini ve takvimlerini muz kabukları üzerine yazdılar.

    Sonra İspanyollar geldi. Mayaları Hristiyan yapmaya çalıştılar. İşler istediği gibi gitmeyince, Maya uygarlığına ait tüm yazılı eserleri yaktılar.

    Bu konuda Rahip “Landa” şöyle yazdı: “Burada çok fazla kitap bulduk ve içlerinde şeytanın ürünlerinden başka bir şey bulamadığımız için hepsini yaktık.”

    Maya uygarlığından günümüze ancak üç kitap ulaşabildi.

    Çin, M.Ö. 770’den 221’e kadar (500 yıl boyunca) bilgi açısından altın çağ yaşadı. “Konfüçyizm” ve “Taoizm”, bu aydınlanma döneminde doğdu.

    Sonra, İmparator “Qin” bu gelişmeden korktu ve binlerce kitabı yaktırdı. Tarihçiler bu kültür katliamını, “İmparator Qin kendi tarihini yazdırmak için kitapları yaktırdı” diye yazdı. Ancak, “Qin” bununla yetinmedi; 1000 kadar bilim adamını kitaplarıyla birlikte diri diri gömerek yok etti.

    Kimi tarihçilere göre, ilk kitap kıyımı M.Ö. 333 yılında gerçekleşti. Adı büyük savaşçı, ama “kültürsüz” Büyük İskender, İran’ı işgalinde Persopolis kitaplığını yaktı. Persopolis’te 12000 dana derisine altın harflerle yazılı 2 milyon dizelik bir kültür hazinesi vardı.

    HAMAMDA YAKTIRDI

    Romalıların kitapla ilişkisi aşk-nefret sarmalındaydı. Kartacalı Annibal’den sökerek aldıkları kütüphanesini, Alp dağlarında geçirdikleri soğuk gecelerde yakarak ısındılar.

    Ama “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” gerekirse, Romalılar; Atina ve İskenderiye’den getirdikleri kitapları Roma Kütüphanesi’ne taşıma inceliği gösterdi. Bunu da Vizigotlar gelip yaktı!

    İmparator Sezar büyük aşkı Mısırlı Kleopatra’ya Bergama Kütüphanesi’ndeki kitapları hediye etti. O da Bergama Kütüphanesi’nden gelen kitapları aylarca İskenderiye hamamlarında yaktırdı!

    Matematik bilgini “Öklides”, mekanik bilimci “Arkhimedes”, tıp bilimci “Herofilos”, gök bilimci “Eratosthenes”, “Batlamyus” gibi isimlerin çalıştığı, 900 bin el yazmasıyla Mısır’ın ünlü İskenderiye Kütüphanesi kurtuldu mu sanıyorsunuz?

    Müslümanların İskenderiye’yi ele geçirmesinden sonra Halife Hz. Ömer’in, Komutan Amr İbn-ül As’ın; “Burada binlerce kitap var. Bunları yakayım mı yoksa bırakayım mı?” sorusuna şu yanıtı verdiği rivayet edilir:

    “Kitapları incele. Eğer yararsız şeylerse, yak. Yok, eğer yararlı şeylerse, yine yak. Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecek, eskiyi unutmayacak ve bize, yani yeniye-yeniliğe sürekli düşman olacaklar!”

    Ne çok kütüphane kuruldu.

    Ne çok kütüphane yok edildi.

    Hindistan’daki Nalanda Üniversitesi 1193 yılına gelinceye kadar dünyanın en iyi okulu olarak kabul ediliyordu. Üniversiteye, Ege’den bile öğrenci geliyordu, çünkü bilinen en zengin kütüphaneye sahipti. Dokuz katlı üç binadan oluşan bu muhteşem kütüphane içinde bilimin her dalından binlerce kitap vardı.

    Fakat.

    Bu kitapların içinde Budizm’e övgüler düzen kitaplar olması, kütüphanenin sonunu getirdi. Bahtiyar Khilji’ye bağlı Müslüman ordusu Nalanda Üniversitesi’ni yağmaladı ve bütün kitapları yaktı. Efsaneye göre o kadar çok kitap vardı ki, kütüphanenin yanması tam 3 ay sürdü!

    PIERRE CURIE’NİN SÖZLERİ

    Tabii ki…

    Sadece Müslümanlar kütüphane yakmadı.

    Arapların İspanya’yı terk etmek zorunda kalmalarından sonra, Ximenes adında Katolik kardinal, Endülüs Kütüphanesi’nden taşıdıkları Araplara ait kitapları “Granada meydanı”nda, Müslümanlardan kurtuluşu adına yaktırdı.

    Fizikçi Pierre Curie, bu kıyım için, “Endülüs Kütüphanesi’nden 30 kadar kitap kurtuldu ve onlarla atomu parçaladık. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kurtulmuş olsaydı, şu anda galaksiler arasında geziyor olurduk” diyecekti.

    Hasan Sabbah’ın Alamut kalesi, 1256’da Moğol komutanı Hülagü Han tarafından kuşatıldı. Hikayeye göre, Moğol bir bilgin, Alamut kütüphanesindeki kitapları kurtarmak için izin istedi. Kendisine bir el arabası verildi ve kurtarabileceği kadar kitabı alması söylendi. Bilgin önce Kuran el yazmalarını el arabasına yükledi; ardından da diğer kitapları incelemeye daldı. Öylesine zaman geçti ki, Moğollar yeni keşfettikleri petrolle kaleyi ateşe verdi. Birkaç el yazması Kuran dışında hiçbir kitap kurtarılamadı.

    Yetmemiş olacak ki, Hülagu Han, Bağdat’ı istilasında 36 kütüphaneyi yaktırdı. Bu yüzden Dicle Nehri’nin aylarca kapkara aktığı iddia edildi.

    YAKIN TARİHE GELEYİM

    ABD Başkanı “John Adams”, kongrenin işine yarayacak kitapları saklama amacıyla 1800’de üç bin kitap bulunan kütüphane kurdu. 14 yıl sonra İngilizler, kütüphaneyi Beyaz Saray ile birlikte yaktı.

    Başkan “Thomas Jefferson”, bu kaybı telafi etmek amacıyla kendi koleksiyonu 6500 kitabı verdi. Aksilik, 1851’de bir kaza yangınıyla bu kitapların da üçte ikisi yandı.

    Kitap yakma konusunda Japon ordusundan daha üstün olan tek ordu “Nazi” idi.

    Örneğin.

    Almanlar savaş boyunca Varşova’nın 14 tane kütüphanesini yaktı. Savaş sonunda sadece Polonya’da 16 milyon kitap yaktıkları ortaya çıktı. Almanlar bu konuda özellikle başarılıydı çünkü “Verbrennungskommandos” isminde özel bir yakma ekipleri vardı!

    Bunların akıl sağlıkları sahiden yerinde değildi; Kızıl Ordu’nun eline geçmemesi için Berlin Kütüphanesi’ni yaktılar!

    Soner Yalçın, Süzcü gazetesi, 12 Haziran

  1518. Sayın “1507”,

    Peki; o “hapishaneyi” yıkmak mümkün değil mi?!

    Size ne yazdık; bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız, ve bundan nefret ediyoruz!

    “Beyaz Ya-LA-ka”lık zinciri sırtımıza vuruldu diye, bunu sevmek zorunda mıyız?!

    Peki “Beyaz Ya-LA-ka” olmamız için bebekliğimizden itibaren bizleri kim yetiştirdi; siz ve sizin kuşağınız! 50 küsür yıldan fazla “bol kitaplı mağaranızda” yaşıyorsunuz, kapitalist hapishaneye karşı mücadele etmiyorsunuz, ve en sonunda “Beyaz Ya-LA-ka”ların doğumuna yol açıyorsunuz! Kabahati ilk önce kendinizde arayın!

    Sizin, “Simone Weil”dan anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Samuel Butler”dan anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Eduardo Galeno”dan anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Jacques Ellul”den anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Günther Anders”ten anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “David Watson”dan anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Albert Camus”den anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Guy Debord”tan anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “George Orwell”den anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Fredy Perlman”dan anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Pierre Clastres”ten anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Étienne de La Boétie”den anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Sizin, “Howard Zinn”den anladığınız; kapitalist hapishaneye karşı çıkılamayacağı mı?!

    Bu kadar şuursuz musunuz sayın “1507”?!

  1519. Sir,
    The person who has been constantly attacked by people who are totally unfamiliar with the critique advanced by the primitivist was trying his best to inform you and the people who visited your site about an issue of utmost importance.
    He would have had to have been a saint to remain calm against totally irrelevant, often aggressive and even reactionary responses directed at him by people who claim to be enlightened and educated. .
    The following passage is from the 18th century:
    “It is an extremely remarkable thing for all the years that Europeans have been tormenting themselves to bring the savages of the various countries in the world to their way of life that they have not yet been able to win over a single one, not even with the aid of Christianity; our missionaries sometimes make Christians of them, but never civilized men. Nothing can overcome the invincible repugnance they have of adopting our morals and living in our way. If these savages are as unhappy as it is claimed, they are, by what inconceivable depravity of judgment do they constantly refuse to civilize themselves by imitating us or to learn to live happily among us — whereas one finds in a thousand places that… Europeans have voluntarily taken refuge among these natives, spent their entire lives there, no longer able to leave such a strange way of life…”
    Please put aside personal feelings and act as a truly libertarian that you claim to be.
    Sincerely.

  1520. “‘Pipsqueak’ rümuzlu şahıs epeyce bir süredir, akıl almaz suçlamalarıyla, küfürleriyle, saldırganca saçma sapan laflarıyla bu siteyi izleyen insanları taciz etmiş ve işi çığırından çıkarmıştır. İfade özgürlüğü adına bugüne kadar sabrettim. Küfür içeren mesajlarını yayınlamamaya çalıştığım halde epeycesi de gözümden kaçtı ve yayınlandı. Çünkü küfür ve hakaret bu şahsın mesajlarının esasını oluşturmaktaydı. Bu da yetmedi. Başka hesaplardan kendisini destekleyen mesajlar atmaya ya da attırmaya başladı.

    Bu duruma bir son vermenin zamanı geldiğini düşünüyorum. Yazdıklarının hiçbir fikri değeri olmadığı çok açıktır. Eğer bir nebze böyle bir durum olsaydı, geri kalanına katlanabilirdik ama değil. Bu siteyi izleyenler bilir ki, burada şahsen beni hedef alanlar da dahil bütün yorumlar, eğer açık hakaret ve küfür yoksa yayınlanır, ifade özgürlüğüne saygı gösterilir. Fakat bu şahıs yorumlarıyla artık siteyi neredeyse yozlaştıracak ölçüde domine etmeye başlamıştır.

    Bu nedenle, ‘pipsqueak’ adına gelen yorumların da, ona cevap veren yorumların da bundan böyle yayınlanmayacağını duyururum. Bugüne kadar yayınlanmış olanlar, geriye dönük bir uygulama sansür anlamına geleceği için silinmeyecektir.”

    Zileli’ye,

    Eğer hakaret, kişilerin doğrudan kendisine yöneltiliyorsa ve hakaret yöneltilen kişi cevap verebilecek durumdaysa, bütün bunlar yayınlanabilir.

    Hakaret, üçüncü kişilere yöneltiliyorsa, aile-akraba-eş-dost vb gibi, üçüncü kişilerin cevap vermesi her zaman mümkün olmadığından, hiçbiri yayınlanmayabilir.

    ‘Pipsqueak’ rumuzlu şahıs, doğrudan, cevap verebilecek durumda olan kişilere hakaret yöneltiyorsa, yayınlanmalıdır. Eğer yayınlanmazsa, bunun, anarşizmle değil sansürle ilgisi vardır.

    Burada mesele, cevap verebilecek durumda olan kişilere hakaret yöneltme özgürlüğü de dahil olmak üzere, her tür görüşün yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verebilecek özgürlükçü site moderatörü var mıdır yok mudur, sorusudur…

  1521. 1515’e
    Böyle yorumların yayınlanmamasından doğal ne olabilir?
    Zileli bunu eksik ifade etmiş. Açık hakaret olmasa bile bütün yorumları tamamen öfke ve nefret dolu olan (arada bir değil, herkesin böyle dönemleri olabilir) kişiler de başkalarını rahatsız ettiği için engellenebilir.
    Zaten hakaret ve öfke görüşlerini doğru ifade etmekten aciz olanların işidir. Bir konuda haklı olan bunu sakin ve mantıklı şekilde ifade edebilir.

  1522. 1513
    Sorumuzu anlamamışsınız.
    Sizin yazdıklarınızın özeti: siz içinde yaşadığınız kapitalizme karşısınız. Hapishanede olup hapishaneye karşı olunabiliniyormuş.
    Anarşist Devlet’e karşıdır ama Devlet’in çizdiği sınırlarda yaşar, Devlet’in pasaportunu ve nüfus kağıdını kullanır, Devlet’in yasalarına uyar, Devlet’in okuluna gider. Sayısız örnekler verilebilir.
    Siz bu sitede kapsamı çok daha geniş olan Medeniyet içinde yaşayan birinin Medeniyet’e karşı çıkmasına karşılık vererek içinde yaşadığı için karşı gelmesinin imkansızlığını söylediniz.
    Sorumuz çok basit:
    Size göre hapiste olanın hapishaneyi sevmemesi imkansız mı?

  1523. Sayın Zileli,
    Neden “okumuyorum bile” dediniz ve başkalarını kullandığını nasıl biliyorsunuz?

  1524. Totaliter Teknoloji Üzerine
    Giriş
    “As soon as he ceased to be mad he became merely stupid. There are maladies we must not seek to cure because they alone protect us from others that are more serious.”
    “Deliliğini kaybeder kaybetmez sıradan bayağı bir şapşal oldu çıktı. Bazı hastalıklarımızın tedavisinden kaçınmalıyız. Çünkü salt bu hastalıklar bizi daha ciddi olanlardan korur.”
    Teknoloji, Hitleri kıskandıracak inceliğe (sofistike) totaliter egemenlik kurmuş bir devirde yaşıyoruz. Teknolojiden medet umanlar bu ciddi olanlar olmalı.
    1960larda ABD’de düzene uymuş uyuşuklaşmışlara kare (square) veya düzgün, düz, dosdoğru (straight) denirdi. Bunlar uslu, terbiyeli, ücret köleliğin sosyal bir ilişki, bir politik ideoloji olduğundan bihaber sağılan inekler olduklarını bilmeyenlere verilen takma adlardı.
    Bu karelere göre ücret köleliği bir sosyal ilişki değildi. Eğer dincilerse Allah’ın böyle buyurduğuna, laik-seküler ve modern kafalı uyanıklarsa Doğa’nın böyle buyurduğuna inananlardı. Çaresizler de diyebiliriz.
    Her neyse, sadede geleyim.
    Kısa bir süre önce Kapalı Çarşı da dahil dünyanın en eski ve en büyük pazarlarının belgesel videolarını izledim. Medya etkisi altında kalıp kullandıkları dili bir tarafa bırakırsak bütün pazarlardaki zanaatkarlar endüstri, diğer bir adıyla teknolojinin, zanaatkarlığı yok ettiğini ve yok etmeye devam ettiğinden dert yanarlar. Kendi elleri ve kendi aletleriyle yaptıkları, gurur duydukları; kişiliklerini, iç dünyalarını, dünyayı görüş felsefelerini oluşturan, ve hatta bana göre yaşamın tek tanımı olan, zanaatlarının elden kaydığının acısını anlatırlar.
    Not: El işiyle kafa işinin ayrılaması Medeniyet politika veya Devlet veya soygunculuk tarihinde yer alır. Bu, felsefede en fazla gürültüsü yapılan şatafatlı sözcük “dualizm” olur.
    Zanaatkar tamamıyla teknoloji mahsulü olan devasa, lüks, cansız alışveriş merkezlerinden, ham maddelerin dünya piyasasına bağlılığından dert yandılar. Dünya piyasasının da teknisyenlerin (CEOlar) elinde olduğunu eklemek gerekmez galiba.
    Benden not: Dünyanın her yerinde pazar yerlerinin pazarlık etmeyle insanlara laf ustalığı, dil oyunu oynama fırsatı verdiği bilinir. Bu teknolojik çirkin / güzel alışveriş merkezlerinde pazarlık edilmez.
    Not: Yukarıdaki notum “yanlış eller”, “kapitalizm efendim, kapitalizm” ilahileriyle esriklik içinde olanlar için geçerli değildir. Zaten bilmedikleri ya yoktur ya da bilmedikleri bilmeye değmez.
    Kendi babamın kunduracı dükkanına ancak kendisi sığardı. Ben çivileri dışarıda düzeltirdim. Hattırladığım kadarıyla bir ayda bir kundura bitirirdi. Şimdi teknolojiye şükür Çin saniyede bir milyon kundura yapıp dağıtmakla hem kendi insanlarını hem diğer ülkelerin insanlarını içi boş, ağzı dolulara çevirmekte.
    Boş dünyada, boş işler yapan, dünyayı sözcükler sanan, burjuva boş değerleriyle büyümüş, özel ve iş hayatları ellerinde olmayan mutlak güç teknolojinin egemenliği altında geçmişler ve benzerlerinin teknolojiyi övmeleri şaşırtmıyor.
    Çevirisini yapığım Gorter henüz bu soruna dokunup Lenin’in sefillik içinde olan köylülere toplrk dağıtma vaadiyle destek kazandı. “Yanlış ellerde” , “yanlış ellerde”, “kapitalizm”, “kapitalizm”, … benzeri bir şey mi?

  1525. Sayın “1517”,

    Şunu yazmışsınız:

    [Siz bu sitede kapsamı çok daha geniş olan Medeniyet içinde yaşayan birinin Medeniyet’e karşı çıkmasına karşılık vererek içinde yaşadığı için karşı gelmesinin imkansızlığını söylediniz.]

    Karşı geldiğinizi zannettiğiniz şeyin (yani “medeniyet”in) içinde kapitalizm de var; sanırım bu konuda uzlaşıyoruz.

    İlk önce şunları anlamaya gayret ediniz:
    Medeniyet = Hayat
    Kapitalizm ≠ Hayat

    Siz, “medeniyet”i hapishane olarak (hatalı) anlıyorsunuz. Probleminiz burada başlıyor. Samuel Butler da, Günther Anders da, David Watson da, Fredy Perlman da, Pierre Clastres de, Albert Camus de, Guy Debord da, Jacques Ellul de, Simone Weil da (…) “medeniyet”e karşı değildi: LAFA DEĞİL, İCRAATA BAKIN, SAYIN “1517”!

    (1) “Medeniyet”e karşı olduğunuzu iddia ediyorsanız, ve iddianızda samimiyseniz; bilgisayar kullanmayacaksınız.

    (2) İddianızda samimiyseniz: Matbaa icat edilmeden binyıllar önce “sözler”i papirüs yaprakları üzerine yazmak bile “medeniyet yolunda bir istasyon” ise; buna da karşı çıkacaksınız, örneğin “Upanishad”lara medeniyetin teknolojisi matbaa uğrayıp henüz kitap hâline getirilmemişken uygulanan “sözlü (verbal, oral, vocal, spoken) nakil” yolundan gideceksiniz.

    Yukarıda verdiğimiz iki örneği “yapamayacağınıza” göre;
    “Medeniyetin savunulması / Medeniyete karşı olunması” çatışması bir anlam ifade etmiyor. Son kez anlatalım; şu yazdıklarımıza karşı çıkmak için yazacağınız harfler için de, şu an ikâmet ettiğiniz İsviçre’de de olan elektriği, internet bağlantınızı, bilgisayarınızı, klavyenizi vs. kullanacaksınız. İşte bu nedenle, yukarıda, “lafa değil, icraata bakın!” diye yazdık sayın “1517”.

    Size tane tane açıklamış idik:

    (Yukarıda, “1505” numaralı, 11 Haziran 2016 tarihli metnimizden)

    {{{
    Eğer medeniyete karşı olsaydınız:
    “Uçak”a hiç binmezdiniz!
    “Otomobile, otobüse, minibüse” hiç binmezdiniz!
    “Diş doktoru”na hiç gitmezdiniz!
    “Teknoloji”yi hiç kullanmazdınız!
    “İnternet”i hiç kullanmazdınız!
    Sayın “Gün Zileli”nin sitesini hiç ziyaret etmezdiniz!
    Bizlerle (“Beyaz Ya-LA-ka”larla) hiç tanışmazdınız!
    Bu sayfaya 28 Mayıs 2015′ten beri kamyon kasasından boşaltırcasına yazılar yazmazdınız!
    }}}

    Siz, “medeniyet”i hapishane olarak (hatalı) anladığınız için; [Sorumuz çok basit: Size göre hapiste olanın hapishaneyi sevmemesi imkansız mı?] sorunuzun bir anlamı kalmıyor.

    === Şimdi, ya göremediğiniz, ya da görmek istemediğiniz yere gelelim: ===

    “Kapitalizm” öyle maharetli bir zehir ki; “ben ‘medeniyet’e karşıyım!” diyenlere bile pazarlama (marketing) sahaları açıp, argümanlarını satarak yaşamalarına, sömürmelerine ve sömürülmelerine zemin sağlıyor.

    Bunun sonuna yaklaşıyoruz.

    “Kapitalizm sarkacı”nın dönüm noktalarından biri; 15 Eylül 2008’de, ABD’li yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşü ile, “mortgage-backed securities (MBS)”lerin patlaması idi. Bu hikâyenin yüz yıllara yayılan evveliyatı da var elbet, fakat bütün bunları buraya uzun uzun yazarak, meramımızın odağını saptırmayalım.

    “Kapitalizmi savunmazsak biz patronlar altında ezileceğiz!” sözünü, bu sistemin ağababalarından biri olan “zehirli beyin” Ali Koç da Aralık 2015′de söylemiş idi: ( http://www.cagdasses.com/guncel/29154/ali-koc-kapitalizmi-yeniden-dusunmezsek-degisiklige-zorlanacagiz )

    Eteklerin (sadece Türkiye’de değil; dünya çapında) nasıl zil çalmaya başladığını görün sayın “1517”!

    Önümüzdeki 3 yıl içinde, enflasyon yükselmeye başlayıp, tarihte hiç görülmemiş hızla artabilir. İşte o zaman, İsviçre’deki bilgisayarınıza bağlattığınız internetin faturasından öyle yüksek vergiler alınmaya başlanır ki; sayın Zileli’nin sitesine gelip “medeniyet karşıtı olduğunuzu” yazamazsınız bile!

    Yukarıdaki metinlerinizin birinde; “para” konusunda yazdıklarınız önemliydi. Kendi yazdıklarınıza tekrar dönüp, size ne işaret etmeye çırpındığımıza “kendi yazdıklarınızla” daha dikkatli bakınız…

  1526. Gün Zileli (d. 24 Ekim 1946, Ankara), anarşist yazar, çevirmen.

    Eski sosyalist gelenekten gelen Zileli, 1970 yılında, DTCF’nin Felsefe Bölümü’nün 2. sınıfından ayrıldı.

    1960’lı yıllarda, Yordam, Soyut gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı; ayrıca, Emekçi, Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık dergilerinde görev aldı ve yazdı.
    TİP, FKF ve Dev-Genç örgütlerinde çalıştı; son ikisinin yönetici organlarında bulundu.

    1964 yılının Ağustos ayındaki ilk anti-emperyalist gösterilerde gözaltına alındı.

    1966 yılındaki anti-emperyalist gösterilerden dolayı kısa süre hapis yattı.

    1968 ve daha sonrasındaki öğrenci hareketlerinde yer aldı, 1969 yılında kısa süre hapis yattı.

    1971-74 yılları arasında, üç yılı aşkın, Mamak Cezaevinde tutuklu kaldı; TÖS, Dev-Genç ve TİİKP davalarından yargılandı.

    1970’li yıllarda Aydınlık, Halkın Sesi, Bora, Türkiye Gerçeği dergilerinde, daha çok teorik ve siyasi nitelikte makaleler yazdı ve TİKP’nin yöneticiliğini yaptı.

    1975 yılında, Adana’da, İncirlik üssüne karşı yapılan yürüyüşte tutuklandı ve kısa süre hapis yattı.

    12 Eylül’den sonra, TİKP davası dolayısıyla arandı ve on yıl kaçak yaşadı.

    Bu yıllarda, daha çok Mehmet Gündüz takma adıyla teorik yazılar yazdı; Ufuklar, Saçak ve Sosyalist Birlik dergilerinin çıkartılmasına önayak oldu, Yapıt dergisinde yazdı.

    1990 yılının başında yurt dışına çıkıp İngiltere’de siyasi mülteci olarak yaşamaya başladı. Bu yıllarda, roman yazdı ve İngilizceden Türkçeye kitap çevirdi.

    Amargi, Sosyalizmin Sorunları, Yeni Zamanlar, Birikim, Apolitika, Ateş Hırsızı, Uç, İmlasız, Kitap-lık, Virgül, Koxüz, Öteki İsviçre, Açık Gazete, Özgür Üniversite gibi dergi ve internet sitelerinde ağırlıklı olarak kitap eleştirisi yazıları yayımlandı.

    Şu anda yazı ve röportajları, Aşk ve Devrim adlı (http://www.gunzileli.com/) bireysel sitesinde de yayımlanmaktadır.

  1527. 1506
    Yazı nasıl yazılır kılavuzun için teşekkürler. Belki hatta genişleterek iyi bir kitap bile olabilir. Ama benim derdim o değil.
    Coomaraswamy, “ilahi hislerin derinliğine sahip olma açısından sıradan bir tarım köylüsüyle bir Brahman arasında hiçbir fark yoktur, fark o hisleri dile getirmede”, der.
    Siz insanlıkta en derin yaralar açan iş bölümünü fazla ciddiye almışsınız.
    İş bölümü yayılıp “doğal” olduktan sonra bile etraf dikenlerle dolu. Jakob Böhme ünlü bir örnek. Daha da acıtıcı örnekler var ama uzatmada yarar görmüyorum.
    Dikenlerden birini Goethe söyler:
    “No one can take from us the joy of the first becoming aware of something the so-called discovery. But if we also demand the honor, it can be utterly spoiled for us, for we are usually not the first. What does discovery mean, and who can say that he has discovered this or that? After all, it’s pure idiocy to brag about priority, for it’s simply unconscious conceit, not to admit frankly that one is a plagiarist.”
    “Sözüm ona bilinmeyenin ilk defa farkına varma zevkimizi kimse bizden alamaz. Ama bu buluştan şöhret de beklersek, buluş berbatlaşır: çünkü ilk bulan biz değiliz. Buluş ne demek? Kim şu veya bunu “ben buldum diyebilir”? Aslında ilk olmayla böbürlenmek katıksız salaklıktan başka bir şey değildir. Kendinin kopyacı olduğunu açıkça kabul etmeyenin bilinçaltı kibirlenmesidir.”
    Medenilerde yazmak, diğer bir deyişle tek boyutlu dünya görüşü saplantısı dini tören olmuş. Başlangıçta yöneticilerin elinde çok güçlü bir silahtı ve hala öyle. Sonsuz boyutlu ve çeşitli yaşam yazılı sözcüklerle kısıtlandı, tek boyuta indirgendi. Bu çerçeve sığmayan şiirin yüksek sesle okunması zorunluluğu boşuna değil.
    Tefeci bankacı, ihbarcı gazeteci, şişko kral adını almakla itibar kazandıysa katip de yazar olarak itibar kazandı. Zaten henüz etrafı en fazla kirletenlerden biri sonsuz sayıda kitaplar. Ve %99’u utandırıcı kalitesiz. Bunları yazanların yazma ustalığı inkar edilemez.
    Benim açımdan sorun sunu değil, tamamıyla değişik dünya görüşleri içinde yoğrulmuş, benimsemiş kişiler arasındaki aşılmaz engeller.
    Benim açımdan sorun zamanımızda çok yaygın bir dünya görüşü olan sosyal ilişkileri doğal ve normal görmeler.
    Hatırlatmakta yarar var: beyinsiz ama yaşamda kalmada başarılı canlılar bile var. Ne var ki, nereye dönsem “yaşamda kalma kavgası”, üstü örtülü de olsa, karşıma çıkar. Örneğin, bilim-teknolojinin en etkili savunması bu.
    Bilim ve endüstrinin başlangıcında hakiki devrimciler artık insanın insan üzerinde egemenlik kurması, sömürmesi için hiçbir neden kalmadı fikrini benimsediler. Aradan üç yüz yıl geçti hala karşı taraf anlamıyor. Bence senin “doğal” kavramın ve sosyobiyoloji anlamayanların savunma silahlarından bazıları. Dinlere saldırı diğeri. Bence bunlar oyalamalar, eğlence.
    Henüz üç yüz yıl önce karşı tarafa yenildiklerini görüp kabuğuna çekilen, tarihleri yazılmayan insanlığın %99’unu oluşturanların yerini horoz gibi ötenler almış. Tarihi yazılmayanların tarihi, tarihi yazanların dünya görüşü kavramları süzgeçlerinden geçirilip akıl almaz soyutluklar dünyası, sonsuz normal olarak, somut olaylara dönüşmüş. Eğer insanlar her zaman, her yerde daha, daha da fazla, daha daha da fazla peşinde koşmuşlarsa, doğal olarak bunu en etken bir biçimde sağlayan yöntem en ileridir.
    En fazla 200-300 kişiden oluşan ve her gün yiyeceklerini bulmak zorunda olan iki klan arasındaki çatışma da savaş, 2. Dünya Savaşı da savaş. Ortak olan insan “doğasındaki” saldırganlık.
    Bunu savunanlar eski her şeyi anlatan ispatı imkansız Allah yerine bilimsel ama ispatı imkansız “Doğal” koyarlar.
    Ben Türkiye’de, 1974’de, eşcinselliği savunduğumda, yüksek tahsilli bir bilimsel Müslüman bütün hayvanlar arasında salt domuzun eşcinsel olduğuna işaret etti. Tabii arkadaş milyonları aşan değişik tür hayvanları bir bir incelemiş. Hatta aseksüel canlılar da dahil. Eğer Allah’ın yeryüzü temsilcileri rahipler insanı kör etmede tam başarılı olmadıysa, bilimsellik imamları bilim adamları işi tamamlayacaklara benzer.
    Doğal olarak bana kalan tek seçenek aradaki devasa farkın liberalizm felsefesi fikir farkları, fikir özgürlüğü, fikir ifadesi özgürlüğü, pazarda satış başarıları gibi ilkelere ve Sn Gün Zileli’nin “Yazdıklarının hiçbir fikri değeri olmadığı çok açıktır”, değerlendirmesine boyun eğmek kalıyor, galiba.

  1528. Bu kadar uzun ingilizce bir yazıyı ben de dahil hiç kimse okumaz. O yüzden yayınlanmıyor.

  1529. Sayın 1520
    Değişik belirtelim.
    Eğer siz tüm nimetlerinden yararlandığınız kapitalizme karşıysanız, sizin saydığınız medeniyet nimetlerinden yararlanan da medeniyete karşı olabilir.
    Eğer yanlış anlamadıysak sizin medeniyete karşı olmama ispatınız şöyle: medeniyete karşı olunamaz çünkü medeniyete karşı olunamaz.
    İnsanlar, tarihin %99,9’unu medeniyetsiz yaşadılar. Galiba size göre bu insanlar insan değillerdi ve hatta “medeniyet ≠ hayat” formülüne göre yaşamadılar!

  1530. Sn Gün Zileli,
    Neden arkadaşlarımın bilhassa size yazdığı yazıyı yayınlamıyorsunuz?
    Sizi öven bir arkadaşınızın yazısını yayınlamak, beni savunanı yayınlamamak tuhaf.

  1531. Mr Gün Zileli, Part1
    Thank you for response. We will divide our defense in parts. If you still feel that it is too long, please let us know.
    We beg to differ from your assessment of said person. From the beginning his critique was directed against the Civilization. The responses were varied, but their tenor were always accusing of him almost being idiot to go against all that the Civilization gave us. The incomprehensible defense of the technology when the central issue facing us is the destruction of all forms of life is in the hands of mindless technicians. Perhaps we may still entertain the hope that we may regain our humanity that we sacrificed by entering into Civilization. But how are we going to do that if the life itself is destroyed or as C. W. Mills puts it, if we become “cheerful robots”. There are people in your site who look forward to being one and you accuse the said person of obscenity!?
    We are not going to list literally thousands of books treating this problem, but we would like to tell you that if you are not familiar with these works, it is vain to conjure being liberal minded and allowing all sorts of vilifying responses given by the minions of totally discredited theories from the past. Furthermore the oft repeated response to the said person has been based on relativizing which is the absolute scourge of our epoch.
    If you think that he has nothing worth to say, we could also relativize and say that you have nothing significant to say. We believe that you or the others are not at all knowledgable about science, philosophy of science or history of science. We know that the said person has a profund knowledge in these fields. It is of course not our wish to relativize, but remind you of the obvious inconsistencies.
    Two small examples would do.
    When he pointed out that the Youth is one of the consequences of the myths that dominate our times such as Progress, Science and perhaps most importantly the Happiness. You did not understand it at all and knowing that it was him you even insulted him.
    When you swallowed the “free university” oxymoron that your interviewer, unbeknown to himself, used the word to describe “the revolution from above” it was the said person who immediately saw what you did not see. Given that a huge majority of the world population does not have access to the universities and %99 of those who do, are there not to sharpen their critical spirits, but prepare for a job, this sleight of hand or tongue should have been obvious. But we believe the reason that it was not obvious is exactly opposite of what you say about the said person: you have a very outdated and irrelevant ideas about the world.
    The said person repeatedly reminded that he cannot even pretend to be able write a letter, and made it clear that his intellectual world is in-formed by other languages. Yet he was constantly attacked by very ugly and most dehumanizing thing ever happened to the mankind: the market economy, in another word, it is good if he can sell it. We would like to remind you and those who attack him that perhaps the very first radical individualism has its roots in the Romantic Movement. Lacking the old aristocratic or courtly sponsorship, they too were confronted by similar vulgar challenges.
    Note also that:
    “No one can take from us the joy of the first becoming aware of something the so-called discovery. But if we also demand the honor, it can be utterly spoiled for us, for we are usually not the first. What does discovery mean, and who can say that he has discovered this or that? After all, it’s pure idiocy to brag about priority, for it’s simply unconscious conceit, not to admit frankly that one is a plagiarist.”

  1532. Sayın 1520
    Medeniyetle modernliği karıştıranlar listesine bir tane daha ekleyebilirsiniz: Ibn Khaldun
    “Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of CIVILIZATION.” —Ibn Khaldun on nomads
    “Vahşilik göçebelerin karakteri ve doğası. Bunun keyfini yaşarlar, bundan zevk alırlar. Çünkü bu yaşam onlara otoriteden özgür olmayı sağlar, önderlere köle olmaktan kurtarır. Bu doğal yaradılış özelliği MEDENİYETİN reddi ve anti-tezidir.”
    Ibn Khaldun (1332-1406) on nomads (göçebeler üzerine)
    Galiba göçebeler de “medeniyet”i hapishane olarak (hatalı) anlamışlar.

  1533. Sanırım bu yazıda takılma ve tutarsızlıklara işaret etmek var ama hakaret veya küfür yok, fakat yayınlanmıyor.
    1506

    Yazı nasıl yazılır kılavuzun için teşekkürler. Belki hatta genişleterek iyi bir kitap bile olabilir. Ama benim derdim o değil.
    Coomaraswamy, “ilahi hislerin derinliğine sahip olma açısından sıradan bir tarım köylüsüyle bir Brahman arasında hiçbir fark yoktur, fark o hisleri dile getirmede”, der.
    Siz insanlıkta en derin yaralar açan iş bölümünü fazla ciddiye almışsınız.
    İş bölümü yayılıp “doğal” olduktan sonra bile etraf dikenlerle dolu. Jakob Böhme ünlü bir örnek. Daha da acıtıcı örnekler var ama uzatmada yarar görmüyorum.
    Dikenlerden birini Goethe söyler:
    “No one can take from us the joy of the first becoming aware of something the so-called discovery. But if we also demand the honor, it can be utterly spoiled for us, for we are usually not the first. What does discovery mean, and who can say that he has discovered this or that? After all, it’s pure idiocy to brag about priority, for it’s simply unconscious conceit, not to admit frankly that one is a plagiarist.”
    “Sözüm ona bilinmeyenin ilk defa farkına varma zevkimizi kimse bizden alamaz. Ama bu buluştan şöhret de beklersek, buluş berbatlaşır: çünkü ilk bulan biz değiliz. Buluş ne demek? Kim şu veya bunu “ben buldum diyebilir”? Aslında ilk olmayla böbürlenmek katıksız salaklıktan başka bir şey değildir. Kendinin kopyacı olduğunu açıkça kabul etmeyenin bilinçaltı kibirlenmesidir.”
    Medenilerde yazmak, diğer bir deyişle tek boyutlu dünya görüşü saplantısı dini tören olmuş. Başlangıçta yöneticilerin elinde çok güçlü bir silahtı ve hala öyle. Sonsuz boyutlu ve çeşitli yaşam yazılı sözcüklerle kısıtlandı, tek boyuta indirgendi. Bu çerçeve sığmayan şiirin yüksek sesle okunması zorunluluğu boşuna değil.
    Tefeci bankacı, ihbarcı gazeteci, şişko kral adını almakla itibar kazandıysa katip de yazar olarak itibar kazandı. Zaten henüz etrafı en fazla kirletenlerden biri sonsuz sayıda kitaplar. Ve %99’u utandırıcı kalitesiz. Bunları yazanların yazma ustalığı inkar edilemez.
    Benim açımdan sorun sunu değil, tamamıyla değişik dünya görüşleri içinde yoğrulmuş, benimsemiş kişiler arasındaki aşılmaz engeller.
    Benim sorunum zamanımızda çok yaygın bir dünya görüşü olan sosyal ilişkileri doğal ve normal görmeler.
    Hatırlatmakta yarar var: beyinsiz ama yaşamda kalmada başarılı canlılar bile var. Ne var ki, nereye dönsem “yaşamda kalma kavgası”, üstü örtülü de olsa, karşıma çıkar. Örneğin, bilim-teknolojinin en etkili savunması bu.
    Bilim ve endüstrinin başlangıcında hakiki devrimciler artık insanın insan üzerinde egemenlik kurması, sömürmesi için hiçbir neden kalmadı fikrini benimsediler. Aradan üç yüz yıl geçti hala karşı taraf anlamıyor. Bence senin “doğal” kavramın ve sosyobiyoloji anlamayanların savunma silahlarından bazıları. Dinlere saldırı diğeri. Bence bunlar oyalamalar, eğlence.
    Henüz üç yüz yıl önce karşı tarafa yenildiklerini görüp kabuğuna çekilen, tarihleri yazılmayan insanlığın %99’unu oluşturanların yerini horoz gibi ötenler almış. Tarihi yazılmayanların tarihi, tarihi yazanların dünya görüşü kavramları süzgeçlerinden geçirilip akıl almaz soyutluklar dünyası, sonsuz normal olarak, somut olaylara dönüşmüş. Eğer insanlar her zaman, her yerde daha, daha da fazla, daha daha da fazla peşinde koşmuşlarsa, doğal olarak bunu en etken bir biçimde sağlayan yöntem en ileridir.
    En fazla 200-300 kişiden oluşan ve her gün yiyeceklerini bulmak zorunda olan iki klan arasındaki çatışma da savaş, 2. Dünya Savaşı da savaş. Ortak olan insan “doğasındaki” saldırganlık.
    Bunu savunanlar eski her şeyi anlatan ispatı imkansız Allah yerine bilimsel ama ispatı imkansız “Doğal” koyarlar.
    Ben Türkiye’de, 1974’de, eşcinselliği savunduğumda, yüksek tahsilli bir bilimsel Müslüman bütün hayvanlar arasında salt domuzun eşcinsel olduğuna işaret etti. Tabii arkadaş milyonları aşan değişik tür hayvanları bir bir incelemiş. Hatta aseksüel canlılar da dahil. Eğer Allah’ın yeryüzü temsilcileri rahipler insanı kör etmede tam başarılı olmadıysa, bilimsellik imamları bilim adamları işi tamamlayacaklara benzer.
    Doğal olarak bana kalan tek seçenek aradaki devasa farkın liberalizm felsefesi fikir farkları, fikir özgürlüğü, fikir ifadesi özgürlüğü, pazarda satış başarıları gibi ilkelere ve Sn Gün Zileli’nin “Yazdıklarının hiçbir fikri değeri olmadığı çok açıktır”, değerlendirmesine boyun eğmek kalıyor, galiba.

  1534. Sayın “1524”,

    “İnsan” ismiyle nitelenen şey de dahil olmak üzere, her tür varlığın yaşadığı hayatta (“hayat” kelimesini hem fiziki [örneğin; “uçsuz bucaksız uzay”], hem zihinsel olarak anlayınız) “medeniyet(ler)” vardır.

    “Akıl” kullansak da, kullanmasak da; “medeniyet” hep vardı, var olacak.

    Absürt gözükebilir, ama değil; “dinozorların” bile medeniyeti var idi!

    Fındık kabuğunu kırmak için taş kullanmayı akledebilmek bile “medeniyet yolunda bir istasyon”dur. “Medeniyet”i sevseniz de sevmeseniz de; “olgu” budur. Yoğurdun rengi beyazdır; “siyah” yoğurt yoktur.

    Şahsınızın “medeniyet”e beslediği nefret, subjektif kalmaya mahkûmdur; çünkü, medeniyete karşı olduğunuzu hâlâ bu siteye (yani “teknoloji sayesinde tasarlanmış bu siteye”) yazdığınızın farkında değilsiniz. (Ya da farkındasınız; ama, itiraf etmek işinize gelmiyor.)

    Şunu yazmışsınız:

    [İnsanlar, tarihin %99,9′unu medeniyetsiz yaşadılar. Galiba size göre bu insanlar insan değillerdi ve hatta “medeniyet ≠ hayat” formülüne göre yaşamadılar!]

    Hayır; hatayı daha cümlenizi kurarken yapıyorsunuz.

    Yukarıda, köşeli [] parantez içinde yazdığınız ifadede bahsettiğiniz [“tarihin %99,9’unu” nitelemeniz ile] insanların DA “medeniyet(ler)”i var idi!

    Bahsettiğiniz “tarih”lerde yaşamış insanların “medeniyet”e medeniyet dememeleri; onların “insan olmadığı”na işaret değil.

    Probleminiz şurada başlıyor:

    Siz “kapitalizm” ile “hayat”ı denk sanıyorsunuz! Kapitalizme müdahale edilirse hayata müdahale edilmiş olacağını zannediyorsunuz!

    Şunu yazmışsınız:

    [siz tüm nimetlerinden yararlandığınız kapitalizme karşıysanız]

    SOMA maden cinayetiyle öldürülen “301 İNSAN”ın katili ne: Kapitalizm!

    Tüm nimetlerinden yararlandığımız (yer yer cefasını da çektiğimiz) şey ne: Medeniyet.

    Bunları birbirine karıştırmamayı öğrenecek kapasiteye sahip birisiniz sayın “1524”; 28 Mayıs 2015’ten beri bu siteye kamyon kasasından boşaltırcasına yazı dökerek, ve “bol kitaplı mağaranızda” saklanıp, kapitalizme karşı eylemlere başlamayı yıllar boyunca unutarak.

  1535. Sn. Gün Zileli
    Marshall Sahlins’in
    1. Taş Devri Ekonomisi (Stone Age Economics ) kitabını okudunuz mu?
    Taş devrinin bolluk devri olduğuna katılıyor musunuz?
    2. Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması (The Western Illusion of Human Nature) kitabını okudunuz mu?
    ” My modest conclusion is that Western civilization has been constructed on a perverse and mistaken idea of human nature. Sorry beg your pardon; it was all a mistake. It is probably true, however, that this perverse idea of human nature endangers our existence.”
    “Vardığım küçük sonuç, Batı medeniyetinin sapık ve yanlış insan doğası temeline kurulduğu. Özür dilerim ama tümü bir hata. Ne var ki, bu sapık insan doğası düşüncesi varlığımızı yok etme tehlikesi arzeder.”
    Bu varılan sonuca katılıyor musunuz?

  1536. Sayın 1529
    Medeniyet sözcüğüne verdiğiniz yeni anlam benim için çok yeni. Benim şimdiye kadar yanlış anladığım bu kavramı etraflı izaha geçip yine Peter Kien olmakta yarar yok. Ama sanırım aynı yazar sizleri içerdiği ve daha sonra yazdığı Crowds and Power kitabında, kitleler çağında, belki ilhamını,
    “The best lack all conviction, while the worst
    Are full of passionate intensity.”
    şiirinden almıştır.
    Kısa ve dandik kaynaklarla yetinip bir cevap vermeyi seçtim. Ama en başta en önemli olan.
    “I don’t know what you mean by ‘glory,’ ” Alice said.
    Humpty Dumpty smiled contemptuously. “Of course you don’t—till I tell you. I meant ‘there’s a nice knock-down argument for you!’ ”
    “But ‘glory’ doesn’t mean ‘a nice knock-down argument’,” Alice objected.
    “When I use a word,” Humpty Dumpty said, in rather a scornful tone, “it means just what I choose it to mean—neither more nor less.”
    “The question is,” said Alice, “whether you can make words mean so many different things.”
    “The question is,” said Humpty Dumpty, “which is to be master—that’s all.”
    Ben bu sitede hep merak etmiştim kim acaba bu “master” , hala bilmiyorum ama son yazınız bana biraz yardımcı oldu.
    Dandiklerde bulunur cevaplar:
    “Civilization” ve “Medeniyet” sözcükleri daima şehir ve hatta dolayısıyla Devlet ve vatandaşlık kavramlarını kapsar.
    Bak “cive”, “citizen”, city”,”civitas”; bak Hobbes’ın “Leviathan”
    ” Historically, the ancient city states of Mesopotamia in the fertile crescent are the cradle of civilization. ” Ardından sıralanır: Eski Mısır, Eski Hindistan (Mohenjo-daro ve Harappo), Hitit, Çin, Kolombus öncesi Amerika, …”
    “Sümerler, MÖ 4000 – MÖ 2000 yılları arasında Güney Irak’ta (Güney Mezopotamya) yerleşik olan, medeniyetin beşiği olarak bilinen coğrafi bölge ve medeniyettir.”
    Dandik olmayan bir örnek:
    “It is an extremely remarkable thing for all the years that Europeans have been tormenting themselves to bring the savages of the various countries in the world to their way of life that they have not yet been able to win over a single one, not even with the aid of Christianity; our missionaries sometimes make Christians of them, but never civilized men. Nothing can overcome the invincible repugnance they have of adopting our morals and living in our way. If these savages are as unhappy as it is claimed, they are, by what inconceivable depravity of judgment do they constantly refuse to civilize themselves by imitating us or to learn to live happily among us — whereas one finds in a thousand places that… Europeans have voluntarily taken refuge among these natives, spent their entire lives there, no longer able to leave such a strange way of life…”
    J. J. Rousseau
    Ve nihayet, ve her zaman olduğu gibi, okumadan lafını ettiğiniz kitaplar ve yazılar.
    Henri Frankfort: The Birth of Civilization in the Near East,
    John Zerzan: “Against Civilization: Readings and Reflections”,
    Marshall Sahlins: Stone Age Economics: Age of Abundance,
    Jacques Cauvin: The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture,
    Stanley Diamond: Searching for the Primitive,
    Pierre Clastres: Society Against State,
    Pierre Clastres: Archeology of the Violence,
    Tim Ingold: Hunters, Pastoralists and Ranchers,
    Eduardo Viveiros de Castro: Images of Nature and Society in Amazonian Ethnology,
    Richard Borshay Lee, Irven DeVore: Man the Hunter,
    Hans Peter Duerr: Dreamtime: Concerning the Boundary between Wilderness and Civilization.
    Emir veren kim? Who is the master?
    1. Ben dünyada emir verenleri biliyorum, ve en yeni teknolojilerden en önce onların yararlandıklarını da biliyorum.
    2. Siz tarih boyunca teknolojiden korkmadan defalarca onu ele geçirip insanlık için kullanıldığını, dünyanın defalarca ıslah edilip ütopyaya çevirtildiğini biliyorsunuz. Pozitifsiniz. Bir defa daha olacağından eminsiniz – gerçi beni bu konuda da aydınlatır yanlışımı düzeltirseniz çok memnun olurum.
    Acaba en son teknolojilerden her zaman korkmadan yararlanan dünya düzenleyicileri telepati,” subliminal message” veya bilim kurgularda sayısız adı geçen tekniklere mi sahip oldular? İnsanları uzaktan onlar mı veriyor?
    Size göre bu olamaz. İspat mı? İspat çok.
    1. Çünkü olamaz. Aynı medeniyete karşı olunamaz, çünkü olunamaz ispatı gibi.
    2. Bana da onlar emir veriyor. Ya bilerek veya araya giren parazitler, mesajları tersine çeviriyor.
    Not: Ama tekrarladığınız gibi korkacak bir şey yok. Düzen düzene karşı olanları bile düzene sokar.
    3. Hatta emir çıktıktan sonra onu kişilere yöneltme teknolojisi henüz olmadığından veya geliştirmeye gerek görülmediğinden, mesajlar kendi beyinlerine bile dönebiliyorlar.
    Ek düşüncelerim.
    Sizler Pazar ekonomisinin teorisyenlerin rüyasını gerçekleştirdiniz: herkes eşit. Emir veren de alan da aynı düzende yaşarlar.
    Sizler sayesinde bazılarının kitaplara dayanmadan ve hatta okumadan nasıl bilgili olduklarını öğrendim.
    Şimdi de, “as The Zorba would say, ‘with permission of the boss'”, biraz gülelim.
    Ama her şeye rağmen şu an beni bir korku sardı. Bir türlü sizler gibi pozitif olamıyorum. Halihazırda sizin “yetiş ya Hızır” ınız (deus ex machina) Dr. Kein beynimde sırıtmaya başladı. Diğer bir “yetiş ya Hızır” bildiklerimi kitaplardan öğrendiğim azarlaması kulaklarımda çınlıyor.

  1537. Sn Gün Zileli
    Batı temel kavramı Doğa / Kültür ikilik ve aykırılık sorununu inceleyen araştırıcıları hiç okudunuz mu? Özellikle bu ikiliğe dayanan kavramların Batı’da evrensel varsayılıp Batı olmayan toplumlar ve ilkellere atfedilişini doğru buluyor musunuz? Bunların Batı medeniyeti hayal mahsülleri olduğuna katılyor musunuz? Tamamıyla çürütüldüğünü biliyor musunuz?
    Not: Belki söylemesi gerekmez ama Batı’nın özünü oluşturan, tüm kurumlarında rastlanan, uzun süredir yoğun incelenen yabancılaşmanın (“alienation”) bu ayırımdan kaynaklanır.
    Bu konuları derinden inceleyen aşağıdaki düşünürleri tanıyor musunuz?
    Philippe Descola, Tim Ingold Alf Hornborg Gísli Pálsson
    Roy F.Ellen Chewong, Signe Howell, Laura Rival,
    Edvard Hviding, Kaj Århem, Bertrand Hell, John Knight
    Eleni Papagaroufali, Detlev Nothnagel, (ve nihayet ilhamlarını Ivan Illich’den alan) Paul Richards and Guido Ruivenkamp
    Yakın ve içinde olduğumuz zamanımızdan iki örnek. Diğer örneklerin çoğuna ilkellerde rastlanır. Bilimsellerde alınganlığa neden olabilir.
    Japonya (John Knight)
    “Analysing the effects wrought by the post-war (WW II) transformation of Japanese mountain forests into timber plantations, Knight shows that it mixed up an already ambiguous separation between ‘wild’ and ‘domesticated’. While the old forest was considered by mountain villagers as an embodiment of natural order, beautiful and sacred because of its wilderness, the new forest has become a space of radical disorder.”
    Not (söz açılmışken): Frederick Turner’in “The Western Spirit Against Wilderness (1980)”, kitabını okudunuz mu?
    CERN in Geneva (Detlev Nothnagel)
    “… (using data obtained during ethnographic fieldwork at the CERN conglomerate of laboratories in Geneva), shows that … science does not deal with ‘naturally occurring’ phenomena, but produces its own facts and evidence through the mediation of highly complex technical apparatus and mathematical models.”
    Sorumuz uzun ve sıkıcı olabilir, lütfen affedin. Kısa cevaplarınız fazlasıyla yeter.

  1538. Mr. Gün Zileli,
    Though we will continue to send our comments in parts, we have realized that our defense is turned into a rather TV soap opera, consequently will lose all of its real power. Gist of our defense is that though you have all the reason to complain about form and style of the commentaries, you lack absolutely the means to judge him as to his knowledge and say that his ideas are worthless. You may be competent in local affairs in Turkey, but you know that many do disagree with you and that is normal. We have even sent you a comment partially pertaining to that. You did not display it, so here it is again.
    [Mr. Gun Zileli
    You may have good reasons to ban somebody from your site, but to do it with no explanation seems to us somewhat suspicious.
    The question here is that once you present yourself as somebody offering a public service, a platform to debate ideas and expose yourself to certain critique, you should either respond to the to criticism or else simply allow it to be expressed.
    Having yourself lived in England, you certainly must be familiar with the debates in the Parliament and in the House of Commons to know how vicious the attacks can be although it is known that Guy Fawkes is the only honest person who entered Westminster Palace which houses both.]
    So we have decided, with the help our friend, to test your competence by asking you to see if you know the content of his sources: questions about authors, books and brief descriptions of their purport.
    Original problem arose when he responded to someone who had indulged in Ageism and the myth of Youth. You insulted him without the slightest notion of what he was talking about. And you did it simply because you knew it was him. He even has sent the full text of one of his sources on this topic. He has repeatedly made it very clear that if you apologized for it and admitted you simply lacked the knowledge to judge, he would have been content. By not doing so you have discredited your own fairness. We believe that your judgment about him is totally subjective and false. Our questions directed to you are to verify our belief.

  1539. Mr Gün Zileli, Part 2
    We will give yet a series of some other concrete examples.
    Technology is one element among different social institutions that make up the society and is subordinate to it -though, as our friend tried in vain to argue that the technology has become the absolute determinant in all walks of life.
    When he was angered by the attacks on Islam, he was admirably fair to suggest reading Hodgson before indulging in local gossips in spite of his aversion to civilizations and religions. He was even accused of being some sort of a fundamentalist. Some other totally obnoxious people even suggested that he’s not even against Civilization. Proof? One cannot be. That is ultimate and an ugly insult to someone that we have known for years to be against the Civilization. But in your eyes that is not an insult! He has a very extensive knowledge of myths, religions, and has a deep respect toward a profoundly meaningful critique of religious anarchists. Ivan Illich was a priest and one of the most admirable anarchist of 20th century. So are Jacques Ellul many others. And he knows that the myths may provide communities the means by which to escape the iron grips of the State and the Civilization. It is this that has rendered him favorably inclined toward them than the religion of the laic and secular people worshipping pure and naked power. This of course is a delicate subject but if you read some anthropology instead of judging someone who does and whom you do not understand, you might see the subtle point involved.
    Here is how grand author Hodgson’s volumes start:
    “To consider mankind otherwise than brethren,
    to think favours are peculiar to one nation
    and exclude others, plainly supposes a
    darkness in the understanding.”
    And Book 1 starts:
    “Isaiah answered. I saw no God, nor heard any,
    in a finite organical perception; but my senses
    discover’d the infinite in every thing, and as I
    was then persuaded, & remain confirm’d, that
    the voice of honest indignation is the voice of
    God, I cared not for consequences but wrote.”
    Here is yet another wonderful quote by Hodgson, whose spirit was not obsessed by prejudices.
    “If the Modern Technical Age is to remain human, it cannot overlook the trust that our ancestors have left with us. Our past cannot be mere matter for a more or less curious utilitarianism, like iron deposits, say, on the moon.”
    Here is yet another that was really essence of how the civilizations inherent certain communal living memories that is destroyed ceaselessly by the Civilization itself.
    “What would require special talents and luxurious expense-the science presupposed in alchemy and in astrology, the art used in monumental sculpture and painting, the extravagance displayed in silk and gold-was already suspect as inaccessible to the ordinary man.”
    “The Piety-minded tended, therefore, to support what was otherwise a tribal demand: that every free Muslim should be accorded that personal liberty and dignity which was expected by the Arabian tribesman-being bound to obey no man without his own assent. Consistent with this anti-state attitude was a general distrust of the more elaborate forms of urban luxury and social distinction. The old Arabs, far from the centres of wealth concentration, had had little in the way of visual arts, for instance. Men like Umar had freely enjoyed the art objects that they had inherited by conquest; but now some of the Piety-minded raised religious scruples against such things. Probably encouraged by a distrust of luxury already present in the populistic monotheisms, they likened the use of precious carved and figured objects to idolatry and condemned it as innovation.”
    Someone wrote concerning Hodgson:
    ” Hodgson was informed, above all, by a moral vision of world history.”

  1540. Mr. Gün Zileli,
    Jacques Cauvin’in “The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture”, kitabını okudunuz mu?
    “Jacques Cauvin has spent many years researching the beginnings of the Neolithic in the Near East, excavating key sites and developing new ideas to explain the hugely significant cultural, social and economic changes which transformed mobile hunter-gatherers into the first village societies and farmers in the world. In this book, first published in 2000.”
    Cauvin, Marshall Sahlins’in diğer bir desteği sayılabilecek kitabında, ünlü devrimin materyal ihtiyaçtan olmadığını savunur. Ünlü devrimin tarım değil, insanların beyninde olduğunu iddia eder. Dünyanın hiyerarşik bir düzene koyulmasıyla asıl devrimin sembolik devrim olduğunu ileri sürer. Önce insanlar evcilleştirilir sonra bitki-hayvan evcilleştirilir.
    Siz bir anarşist olarak, bu gayri materyalist yoruma katılıyor musunuz?

  1541. Sayın “1531”,

    Şunu yazmışsınız:

    [Acaba en son teknolojilerden her zaman korkmadan yararlanan dünya düzenleyicileri telepati,” subliminal message” veya bilim kurgularda sayısız adı geçen tekniklere mi sahip oldular? İnsanları uzaktan onlar mı veriyor?
    Size göre bu olamaz. İspat mı? İspat çok.]

    İspatlayın!

    [İspat çok] deyip gitmek size yakışıyor mu sayın “1531”?!

    Daha açık izah edelim:

    Sizin ne kadar tecrübeli, görmüş-geçirmiş bir insan olduğunuza samimiyetle inandığımızı; 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada sürekli dile getirmiştik.

    Fakat şu komplo teorisyenlerinin kullanmaktan çok hoşlandığı [subliminal message] tabirini sizden de okumak, duymak; bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları hem şaşırttı, hem üzdü!

    Sizden pek çok şey beklerdik, ama bunu beklemezdik sayın “1531”!

    Sizin, “Millenarianism & Binyılcılık” diye diye çöp kutusuna gönderdiğiniz “The Zeitgeist Movement (TZM)”; tam da sizin işaret ettiğiniz [subliminal message] lara karşı mücadele ediyor!

    TZM’yi hiç incelemediğiniz için; kapitalizme karşı mücadelemizle birlikte, [subliminal message] lara karşı mücadelemizden de haberiniz yok!

    DİKKATLE İNCELEYİNİZ:
    RFID chips (Radio-frequency identification chips):
    İnsanları takip sistemini hızlandırmak için radyo dalgaları yayacak şekilde tasarlanmış, insan derisi altına yerleştirilecek kadar estetize edilmiş çiplerin önüne geçmek için “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)”in ikazı ve çözüm önerisi:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=j7se4gFTCys )

    * * * * * * * * * * * * * * *

    Şu “master” kelimesine haddinden fazla kafa yoracak kadar serbest vaktiniz mi var sizin sayın “1531”?!

    Siz, 28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada, “anarşist” olmadığınızı devamlı belirtmiş olmanıza rağmen; bize, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara göre siz “anarşist”siniz. Neyse; sizin pozisyonunuzu konunun merkezine çekerek yan yollara sapmayalım.

    Sayın “Gün Zileli” de,
    Sayın “sosyal-demokratımsı” ogürsel de,
    “Beyaz Ya-LA-ka”lar da,
    Bu sayfanın ziyaretçilerinin ekseriyeti de;
    Her tür “master”a karşı!

    Siz DE karşısınız sayın “1531”!

    Acı veren durum şu:

    Siz, “kapitalizm”le “hayat”ı denk tutmayı hatalı anlamakta ısrar ettiğiniz gibi;

    “Medeniyet” kelimesini de “master & ulu şef” yerine koyacak kadar hatalısınız! Neticeniz bu!

    “Ibn Khaldun” medeniyet kelimesini kullanırken, bahsettiği “tarih”lerde yaşamış insanları “vahşi” kelimesi ile niteliyor diye; bu durum, o “vahşi” insanların da medeniyet dışında olduğuna işaret değildir! Mantığı, hep, yanlış yer(ler)den kuruyorsunuz!

    “Vahşi”lerin bile kendi içlerinde medeniyetleri vardır! Size, “Absürt gözükebilir, ama değil; ‘dinozorların’ bile medeniyeti var idi!” yazmıştık; unuttunuz mu?!

    * * * * * * * * * * * * * * *

    Jean-Jacques Rousseau yüzyıllar önce görmüş, ama siz görmemekte ısrar ediyorsunuz: “…no longer able to leave…”

    Hatırlıyor musunuz size ne yazmıştık: “Tüm nimetlerinden yararlandığımız (yer yer cefasını da çektiğimiz) şey ne: Medeniyet.”

    “Cefasız ‘medeniyet’in olmayacağını” Rousseau DA söylüyor, ama siz yanaşmıyorsunuz!

    * * * * * * * * * * * * * * *

    [Siz tarih boyunca teknolojiden korkmadan defalarca onu ele geçirip insanlık için kullanıldığını, dünyanın defalarca ıslah edilip ütopyaya çevirtildiğini biliyorsunuz. Pozitifsiniz. Bir defa daha olacağından eminsiniz – gerçi beni bu konuda da aydınlatır yanlışımı düzeltirseniz çok memnun olurum.]

    Siz, tarihin yine tekerrür edeceğini, ama “trajedi”ye evrile evrile sürüp gideceğini mi sanıyorsunuz sayın “1531”?!

    28 Mayıs 2015’ten beri bu sayfada yazdığınız her kelimeden; sizin, “kaderci” olmadığınıza inandık! Şimdi şüphelenmeye başlıyoruz; kaderci olabilir misiniz?! / olmayabilir misiniz?! (Keşke bu soruyu sordurtmasaydınız bize!)

    Sizin deyiminizle [tarih boyunca dünya defalarca ıslah edildiyse]; bugün de mi, yarın da mı aynı şey olacak?!

    Hani, nerede sizin fonksiyonunuz?! (Üstelik siz; “1968 kuşağı”ndan olduğunuzu iddia ediyorsunuz! Üstelik; David Watson gibi, Fredy Perlman gibi şahıslarla dostluklar kurduğunuzu defalarca yazdınız! Watson ve Perlman DA kapitalizme karşıydı! Unuttunuz mu?!)

    Hani, nerede bizim fonksiyonumuz?!

    Hayat; bizlerin (varlıkların, insanların) dışında akıp giden bir şey mi?!

    Kapitalizm, hayatı zehirliyor!

    “Kaderci” davranıp; kapitalizmin, hayatı kemirmesine göz mü yumalım?!

    (Not: Reçete olarak; “marxism-leninism”den bahsetmiyoruz! Pandora’nun kutusunu açıp, tipik “fraksiyonlar yarışması”na döndürmenin gereği yok bu sayfayı!)

    Bir kez olsun “sabırlı davranıp”, TZM’nin çözüm önerilerini inceleseniz; “master & ulu şef” konusunda, “devlet” konusunda, “teknoloji” konusunda, “subliminal message” zırvasında, “chip implant” zırvasında, “transhumanism” zırvasında, “para” konusunda, (…) neler söylüyoruz, nasıl çözüm önerileri sunuyoruz görürsünüz! Ama nerede sizde o sabır?!

    Şunu yazmışsınız: [Not: El işiyle kafa işinin ayrılması]

    İŞTE “TZM” GİBİ BİR OLUŞUM DA, BAHSETTİĞİNİZ AYRIMIN NE KADAR TEHLİKELİ OLDUĞUNA İŞARET EDEREK; “HAYATI SİLİP SÜPÜRMEK İÇİN CANAVARLAŞAN MODERNİTE”YE KARŞI MÜCADELEYE ÇAĞIRIYOR!

    Sayın “1531”,

    “Occam’s razor & Ockham’ın usturası”nı çöp kutusuna göndermeden, yeniden hatırlayarak, doğrularını/yanlışlarını usanmadan, korkmadan tahlil ederek; bugünkü, yarınki sorunlarımıza ışık tutmasını sağlamalıyız!

    “Rule of thumb”ı yeniden hatırlamalıyız! Medeniyetin 2016 (ve sonrası) istasyonlarına adapte edebilmeliyiz!

    “Heuristic” tekniği yeniden hatırlamalıyız! Medeniyetin 2016 (ve sonrası) istasyonlarına adapte edebilmeliyiz!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

    * * * * * * * * * * * * * * *

    [Halihazırda sizin “yetiş ya Hızır” ınız (deus ex machina) Dr. Kein beynimde sırıtmaya başladı.]

    Elias Canetti’nin muhteşem eseri, 1935’de yayınlanan, “Körleşme” adlı kitaptaki (sinologist) Doktor Peter Kien’dan bahsediyoruz. Eğer “başka” Kien’lara uğrarsanız; yanılırsınız.

    (Sinologist) Doktor Peter Kien bir “deus ex machina” değil; sizin “doppelgänger”iniz sayın “1531”! Joseph J. Campbell’ın kitaplarında sık sık çıkar karşınıza bunlardan. Alman folkloründeki “mitolojik figürler”den tutun; “Veda”lardaki, “Upanishad”lardaki veya “Bhagavad Gita”daki; “Vishnu” ile “Krishna”nın aynı figürler olmasına kadar gelin.

    Örnekler:

    Donald John Trump’ın “doppelgänger”i Recep Tayyip Erdoğan!

    Joseph Vissarionovich Stalin’in “doppelgänger”i Vladimir Vladimirovich Putin!

    Ronald Wilson Reagan’ın “doppelgänger”i Hillary Diane Rodham Clinton! (Not: Reagan’ın “The G.O.P.”tan, Hillary’nin “The Democratic Party”ten olması farketmiyor. Çünkü her ikisi de; aynı b*kun üzerine uçuşan sinekler!)

    Jeremy Bernard Corbyn’in “doppelgänger”i Gün Zileli!

    Kendi “doppelgänger”inizi görmek isterseniz; Canetti’nin yukarıda bahsettiğimiz kitabındakine bakacaksınız, başkalarına değil!

  1542. 1522…
    bu kasıtlı çarpıtma sıradanlaştı.. Hep aynı numara; yazılanlarla yüzleşmeyen, yazılanı çarpıtır.. Ne acıklı bir kişilik bu..
    O yazılanları “Yazı nasıl yazılır kılavuzu” olarak algılayanın aklı diğer aşağıda ele aldığı konulara da bakıldığında “numunelik” olmalı..
    Tane, tane anlatayım.. ihtiyaç var sanırım..
    O maddeler, neden bir yazı-makale istendiğinin gerekçeleri.. “Yaz da okuyalım, görelim seni…”
    Bir sav çerçevesinde .. görelim seni..
    Nasıl yazarsan yaz..
    Yazı nasıl değerlendirilir, görürsün… anlamında…

  1543. Sayın 1529 Cansızlar da Medeni
    Sizin sonsuz orijinal medeniyet tanımınıza göre fotosentez yapan bitkiler de medeni.
    Hatta epistemolojide büyük bir devrimle bu orijinal tanımınızı biraz daha genişletir, “çevresinde her değişiklik yapan medenidir”, dersek, zavallı medeniyet dışında bıraktığınız cansızlara haksızlık etmemiş oluruz. Tüm evren medenileşir.
    Yan iyi etki olarak da, ırklara, kadınlara, azınlıklara, delilere, çirkinlere, geri zekalılara, orijinal ve yaratıcı olmayanlara, topluma ayak uyduramayan bireylere karşı önyargıların zaralarından kurtulduğumuz gibi hayvanlara ve bitkilere karşı ve nihayet tüm varlıklara karşı önyargı belasından kurtulmuş oluruz.
    Belki de bu yeni bir devrim teorisi geliştirme düşüncelerine dürtü bile olabilir.
    Eğer teknoloji siyah yoğurt üretme imkanları yaratırsa, beyaz olması mutlaklığı yanıltmaya uğrarsa ne olacak?
    Önemli olan yoğurdun medeni oluşu ve kapitalizmin en kısa bir zamanda sizler gibi varlıklara karşı saygılı, cömert, hoş görülü, mutlak evrensel hakikati bilenlerin eline geçmesi.

  1544. Sn Gün Zileli,
    1535 sayılı yazımıza “tam anlayamdım”, dediniz. Elimden geldiği kadar ama kısa olmaya gayret ederek ayrıntılar eklemeye çalışacağım. Belki bu daha belirgin olur.
    Bazı ön ve ek açıklamaları uzun ve sıkıcı bulursanız, doğrudan doğruya asıl açıklama olan son 4 paragrafa atlayabilirsiniz.
    İlk önce çok önemli ikazlar:
    1. Amacım bazı kavramları açıklamak. Aşırı genelleştirme, ince eleyip sık dokumaktan kaçınmama karşı anlayış göstermenizi beklerim.
    2. Dünya politika havası değiştikçe sosyal bilimlerde dikkat odağı ve bulguların yorumu Dünya Görüşüne (Weltanschauung) uygun değişir. 2. Dünya savaşından sonra Afrika’da bulunan ezik kafa tasları insanların doğasındaki şiddetle yorumlanır. Daha sonra bulgular kadıncılık, daha sonra çevrecilik, …Bunlar sadece bir dalda olanlar. Burjuvanın dini silikleştirme çabasına düşünce ve hala dine ağlılık bir engel algılandığında, araştırıcılar mantık öncesi çocuğumsu ilkeller bulurlar, dinin dilin kullanılışındaki sapıklık olduğu ileri sürülür. Örneğin her olayın bir nedeni varsa, tümün de bir nedeni var; her şeyin bir başlangıcı varsa, tümün de bir başlangıcı var. Burada daha da ilginç olan 19. yüz yıl sonu bu konu okullarda çok ilgi çekerken, daha sonra öğrenciler kulak asmazlar.
    3. Dolayısıyla mutlak ve dogmatik görüşlere karşı kuşkulu olmakta yarar var. Zaten bilgide ilerlemenin kuşkuculuğun dürtüsüyle olduğu bilinir.
    Not: Eleştirisi yapılanın dilini kulanmaktan kaçınmak imkansız. Sözünü ettiğim kavramları benimseyip benimsemediğim kendi başına bir sorun.
    Burjuva zaferinden sonra kapitalist, Marksist ve anarşist görüşlerin birleştikleri nokta materyalizm. Daha derinde Doğa / Kültür = insan = düşünce veya Cansız / Canlı ikiliği ayırımı yatar.
    Çin ve Hindistan’da da katı materyalist felsefe gelişti ama burjuvanın dünyaya egemen oluşuyla Batı materyalist düşünce tüm dünyayaya yayıldı. Farklar var ama iş uzar. Örneğin Batı materyalist felsefenin doğuşu sayılan Türkiye Ege kıyısında bile materyalist dünya görüşünde maddeden oluşan dünyada ahlak, adalet, aşk ve nefret, çatışma temel alınır. Hatta bu doğa felsefesinin aslında çok daha eski dinlere dayandığı artık biliniyor. Her şey şudur veya budur gibi teke indirmeler gibi.
    Dünyaya egemen olan Batı materyalizmde madde cansız. Düşünce maddenin belli bir organizasyonu, sanki tuvaletin suyu çekildiğinde kendiliğinden duruşunu bilmeyenin “tuvalet akıllı” sanması gibi. Tabii bu, CD’yle müziği karıştırma olarak da görülebilinir. Doğa, yaşamda kalmak için kullanılan kaynak, sırrına varıp sömürülecek rakip. Dolayısıyla tarımla (bitki ve hayvan evcilleştirme) erişilen tarih safhası bu doğayla girişilen mücadelede bir büyük başarı, büyük bir devrim olarak algılanır. Daha sonra bunun insanı doğadan yabancılaşıp yolunu kaybetmesi olarak görüşleri eklenir ama temel görüş değişmez.
    Marshall Sahlins, hem taş devri hem de geleneksel toplumların bolluk içinde olduklarını gösterdi. Dolayısıyla tarım devriminin bolluğa kavuşmak için doğayla kavganın kaçınılmaz sonucu olduğu, materiyal koşullardan (isterseniz, dış nedenlerden = doğa) dolayı geliştiği düşüncesi kuşku yarattı.
    Paleontolojistler insan kültürünün insan biyolojisinden çok daha eskilere gittiğini kanıtladılar.
    Diğer bir gelişme bu kavganın göz kamaştırıcı kahramanı fizik de bile elektrik buluşuyla ve ardından felsefede materyalist düşünce gayipler karıştı.
    Materyalizm sadece ekonomi ve ve daha geniş alanda sosyal alnda bir kavram olarak canlılığına devam etti: Sosyobiyolojistler, marksistler, klasik anarşistler, gen teorisyenleri, davranış psikolojisi vb.
    Cauvin, bu bağlamda Orta Doğu’da olan tarım devimini maddi ihtiayaçlardan doğmadığını ileri sürer. Cauvin’e göre tarıma geçiş çok kısıtlı bir coğrafik alanda yer alır ve oradan diğer yerlere yayılır. Tarımda gelişme dış (doğal) nedenlerden -klasik bolluğa erişme teorisi – olmadığını savunur. Bu kısıtlı bölgede tarımdan önce dünyanın hiyerarşik düzenlendiği görülür ve özellikle tanrıçalar ama tanrıların da sayısız yontulmuş heykelli bulunur. Eğer tekrarlama pahasına da olsa, sembolik dünyada (isterseniz kültür, düşünce, insan diyebilirsiniz) bir devrimin tarım devrimine neden olduğu tezini ileri sürer.
    Tarım devriminin klasik sonuçları biliniyor:iş bölümü, devlet, tapınak, şehir, sınıflar, biriktirme ve dolayısıyla egemen olma imkanları vs.
    Cauvin’in fikirlerine katılmayanlar olduğu gibi temel görüşe katılıp incelikler getirenler de var. Örneğin, büyük bir sorun olan ve hem içte hem dışta baskı düzenini yaratan biriktirme sadece tarımla olmayabilir gibi. Dolayısıyla klasik düşünce bir yanda avcı-devşirici, diğer yanda yerleşik tarımcı basit ayırımı geçersiz kılınır.
    Eğer asıl amacım olan 17.-19. yüz yıllar arası gelişmiş ve tüm dünya insanlarının bir veya diğer şekilde kabullendiği dünya görüşünün (Weltanschauung) kuşku götürür olduğunu aktarabildiysem amacıma ulaştım diyebilirim.
    Size adlarını verdiğim diğer yazarlar İnsan / Doğa vaya Canlı / Cansız ikiliğinin bile geçersiz olduğunu ileri sürerler.

  1545. Concerning the person judged to have worthless ideas.
    Mr Gün Zileli Part 3
    And when we look at how, you included, the interlocutors responded, unfortunately we found them totally out of touch with what he is trying to tell you. It is not the first time that ideas unfamiliar may seem worthless.
    We ask you, personally what books have you read that challenge the most absurd claims of the civilized people? Have you read Clastres, Sahlins, Diamond, Turner, Cauvin, and Descola? To name but a few rather academic books. And do you have anything significant to say about the new and fresh look that the anarchists who take primitives very seriously brought to our attention? Do you have enough knowledge to even advance a critique without indulging in inane generalities like many have done in this site? To avoid the total misunderstanding that our friend suffered, we would like to cite one of the best books written about American Indians. (more or less):
    “Edulcorated infatuation with the peacefulness, nature loving, lacking vices etc. stereotype image of the Indian denies him of his humanity. It represents him how the white man wants him to be.”
    Another author adds, “They want peace because they no longer have warriors”
    Do you for instance even know that in history and everywhere that the Civilization reached, main concrete separation of the artisans was the first form of alienation and break up of the communal solidarity?
    What kind of insult is to ask him “if he rides a bus” when he critiques Civilization and you to chime in?
    If your and others models are Chomsky, Bookchin, 19th century anarchism and Spanish anarchists or whatever, so be it.
    But we advise you and those who attack our friend to be better informed before you yourself hurl insults on our friend.
    We would like to also remind you that it has always been the privilege of the people who assume themselves to be superior to insult and feel that they are not insulting. They are mouthing common place beliefs. In a poor country a well to do may ask a child who is handing him a loaf of bread if he has washed his hands, for instance. A very scientific and enlightened question indeed!

  1546. Sayın “1538”,

    Öncelikle;
    Şöyle yazmışsınız: [“çevresinde her değişiklik yapan medenidir”]

    Siz, galiba, “medeniyet” kelimesini; “ilericilik/gericilik” çatışkısı içinde anlamakta ısrar ediyorsunuz.

    [Cansız] olarak nitelediğiniz varlıkların DA medeniyet içinde üstlendikleri roller vardır.

    “Bitkisel hayata girmiş” insanların DA medeniyette üstlendikleri roller vardır.

    [Eğer teknoloji siyah yoğurt üretme imkanları yaratırsa, beyaz olması mutlaklığı yanıltmaya uğrarsa ne olacak?] Endişelenmenize gerek yok; böyle bir şey olmayacak. “(A.I.) Artificial Intelligence” denen zırva, hayatı zapturapt altına alamayacağı gibi; yoğurt da “siyah” renkte üretilemeyecek.

    Kusura bakmayınız: “Komplo teorileri”ne haddinden fazla önem veriyorsunuz! Sizin gibi bir “kitaplar allamesi”nden birçok şey beklerdik, ama bu kadarını beklemezdik!

    Stanley Kubrick’in “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb” filmini izlediğinizi yazmıştınız.

    Yine şaheserlerinden biri olan, yayınlandığı 1968’den beri bir “kült” hâline getirilen; (Kubrick’le birlikte Arthur Charles Clarke’ın da romanını yazdığı) “2001: A Space Odyssey” filminden de haberiniz vardır muhtemelen sayın “1538”.

    Eğer izlediyseniz:

    Filmin en başında, gruplar hâlinde yaşayan “fraksiyoner primatlar” (ki muhtemelen; ya “goril”diler, ya “maymun”dular), Charles Darwin’in de anlattığı şekilde yaşamlarını sürdürürken, bir maymunun, eline aldığı sağlam bir kemiği kullanmayı akletmesiyle, yerdeki diğer iskelet kalıntılarını parçalamaya başlaması; “medeniyet yolundaki istasyon”a bir örnektir.

    Örnek olan şey şu: “Parçalama eylemi”nden daha çok; o sağlam kemiği kullanmayı akletmesidir. Bu maymun; öldürMEmeyi de öğrenebilir!

    Devam edelim, ilerleyen sahnelerde, bu kez:
    “HAL 9000” adlı bilgisayar sisteminin; film ilerledikçe “kontrolden çıktığını”, insan yaşamına tehdit oluşturduğunu, ve en sonunda insan tarafından bu bilgisayarın kapatıldığını hatırlarsınız.

    Eğer siz, sayın “1538”, HAL 9000 ve benzeri bilgisayar sistemlerinin, gün gelir de, gerçekten “özgürce hareket edebileceğine” ve “hayata & insanlara kök söktüreceğine” inanıyorsanız; yandı gülüm keten helva!

    İngilizcesi “science” olan şey ile; “sci-fi & science fiction”ı birbirine karıştırmayınız sayın “1538”!

    Daha açık izah edelim:

    “Agora”lar medeniyetin bir ürünüdür;
    “A.V.M. & Alış-Veriş Merkezlerindeki yapay palmiye ağaçlarıyla dolu, bahçemsi alanlar” kapitalizmin bir ürünüdür!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “Simone Weil” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Elif Şafak (Shefucks)” kapitalizmin bir ürünüdür!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “Münir Nurettin Selçuk” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Bayhan Gürhan” kapitalizmin bir ürünüdür!

    “Matematik & Fizik & Kimya & Biyoloji” medeniyetin ürünleridir;
    Bunları kullanarak “atom & hidrojen bombası yapmak” caniliktir!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “Pyotr Ilyich Tchaikovsky” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Justin Drew Bieber” kapitalizmin bir ürünüdür!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “José Ortega y Gasset” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Orhan Pamuk” kapitalizmin bir ürünüdür!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “Günther Anders” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Robin Sharma” kapitalizmin bir ürünüdür!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “Devletler” medeniyetin ürettiği zehirli irin depolarıdır! (Not: Hatırlayınız, ne yazmıştık: “Cefasız ‘medeniyet’in olmayacağını” Rousseau DA söylüyor, ama siz yanaşmıyorsunuz!)
    “Devletler”e karşı mücadele etmeliyiz!

    “Şirketokrasi & Corporatocracy” kapitalizmin ürettiği zehirli irin depolarıdır!
    “Şirketokrasi’ye & Corporatocracy’e” karşı mücadele etmeliyiz!

    “Google” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Google”ı bir silah gibi kullanarak; insanları, “reklam & pazarlama kobayları”na çevirmek kapitalizmdir!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    “Spartacus” medeniyetin bir ürünüdür;
    “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”lar kapitalizmin ürünüdür!
    Aradaki farka dikkat ediniz!

    Sizle, bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri sürdürdüğümüz görüşmelerden anladığımız kadarıyla; yukarıda bahsettiğimiz ayrımları yapmayı öğrenebilecek tecrübeye sahip birine benziyorsunuz sayın “1538”!

    (Not: Fincancı katırları ürkmesin diye şundan da bahsedelim. Dikkat ettiyseniz; yukarıda, “dinler” ile ilgili örnekler yazmadık.

    Çünkü:

    a. “İnanmak”,

    b. “İnanmamak”,

    c. “İnanmak / İnanmamak” sorunsalı üzerine düşünMEmek;

    Bu üç grup da; “medeniyet”in içine dahildir.)

    “Dünyaya, mevcut toplumların düzenleri içine; o düzenleri, otomatikman eleştirmeye programlanmış hâlde doğmuyoruz. Hayatlarımızda öyle anlar gelir ki, bizler de sorgulamaya başlamadan çok önce tek tek saymamızın mümkün olmadığı gerçekler yaşanmaya başlanmış, ürkütmüş, ve en nihayetinde bizleri sorgulamaya sevk etmiş;
    Aile içinde yeşeren, nesilden nesile miras gibi devreden önyargılar,
    Doktriner eğitim sistemleri,
    Gazete, radyo ve televizyon aracılığıyla bilincimize kodlanan inançlar vardır.
    Bütün bunlar esaslı bir sonuca doğru götürür bizi:
    Hepimiz, bilgi ve tecrübesi saptırılmış veya hiç olmayan, ve bu nedenle günlük yaşamlarında debelenip duran çevremizdeki insanlardan başlayarak, çember gibi genişleyip; bu insanları, yüz yıllara yayılmış yargıları tekrar, ciddiyetle düşünmeye yöneltecek hamleler yapmak gibi devasa bir sorumluluğa sahibiz.”

    Howard Zinn,
    “Changing Minds, One at a Time”,
    “The Progressive” dergisi,
    Mart 2005
    ( http://www.progressive.org/march05/zinn0305.php )

  1547. 1537
    Senin dediklerin sonsuz klasik 17. – 19. yüz yıl artık klişe olmuş düşünceler. Anlamadıklarını çarpıtma görmen normal. Dünya senin gibi sayısı gittikçe artan orta sınıf insanlarla dolu ve benim hayatım bunlar arasında geçti. Çoğu senin gibi inanışlarının tamamıyla tarihte yer almış bir süre içinde doğup geliştiğini, her tarihte doğanın bir sonu olabileceğini bilmezler. Evrensel algılarlar. Bu bol şekerli orta sınıflar için, egzotiklik cazibesi dışında, sürede gelişen fikirlere katılmamak imkansız. En önemli ve çarpıcı olan, tarihte olmuş sayısız direnişler arasında salt bir tanesinin parlak bir yıldız olup yazılı tarihe geçişinin, ardından gelenlerin aynı türküyü şakırdatmasında tuhaflık görmezler. Sen de öyle. Akıl almaz bir akıl yürütmeyle kabul edenler de etmeyenler de “tarihte bir safha olup” merdivene yerleşir. Sen kazanmayanları anlatan tek bir kitap bile okumamışsın, medeniyet başlayalı tek bir devrim olduğunu bile bilmiyorsun. İşi tüccarlar ele geçirdiler. Tüm dünya insanlarını kendilerine benzettiklerinden, haklı olarak ve getirdikleri devasa değişikliklerden dolayı, daha yakışır bir isim aldılar: burjuva veya son avatarı sizler: orta sınıflar. Diğer yandan sendeki akıl almaz hafiyelikle yazdıklarım arasında bir cümle bulup ya sözüm ona “eleştiri” ya da “neden şeflerim gibi uzun yazmıyorsun” ilahileri öngörerek ekleyeyim. Burjuva işi ele geçirdiğinden bu yana kapitalizmle devleti bir birinden gerçekten ayırt edebilecek bir babayiğit, tabii sen hariç, çıkmadı. Zaten benim açımdan, her ikisi de şimdi tekniğe (yönteme) esir oldu.
    Tekrar ediyorum senin yazdıkların okumaya değmez. Özeti kazananları övmek, kaybedenlerin kazananlar gibi olmasını istemek. Kaybedenlerin kazananlar gibi olmak istemeyecekleri düzeni alkışlayanların aklından bile geçmez. Zaten devrimciler ve solcuların en büyük çoğunluğu bu umutlar içinde yaşarlar. Tüm dünya kendileri gibi burjuva olsun isterler. Ivan Illich:”ABD yardım etmek ister, reddedenleri bomba yağmuruna tutar.” Bence sen daha da radikal bir çözüm bulmuşsun. Reddedenleri sizler gibi yapmak: okul, endüstri, teknoloji, “akıl yürütme”, … Bence bu çok daha gaddar. Yok olanlar gururlarıyla yok olmazlar!
    Eğer Zileli’ye ben ve arkadaşlarımın yazdıklarını bir tanıdığın İngilizce bilen aracılığıyla okursan daha iyi görüsün ama yararı olmaz. Aynı cevap: “yanlış” Sen dünya çapında tanınan seni milyarlarca ışık yılı aşmış insanların yazılarını bile salt bana karşı olmak için küçümsedin. Bu sıradanların isyanı olarak bilinir.
    Sende eksiklikleri görenler seni uyardılar. Ya kitaplar sıraladılar veya beni daha dikkatle okumanı tavsiye ettiler. Kimse bana senin için aynı şeyi söylemedi. Ben sosyal bilim derslerinden sadece birinde bile bir sömestrde 20-30 kitap okunmasına alışık olduğumdan senin 20-30 kitabı aşırı çok bulduğunu görünce aramızdaki farkın aşılmaz olduğunu gördüm. Bana karşı gelenlerin sana benzemesiyle seni uyaranların efendiliğine dikkatini çeksen belki durumu daha iyi anlarsın. Esas olan sende beni anlayacak kadar bilgi olmayışı ve bunu bir türlü kabul edememen.
    Başka bir dünya var ama artık iş işten geçmiş sizlerin o dünyayı anlamasına imkan yok. Sen ciddi olarak o dünyayı anlamak bile istemiyorsun. Sana anlamakta yardımcı kitapları okuyacağına benden özetler istiyorsun. Hemen ardından Türkçeden başka bir dil bilmediğini ekliyorsun. Bunun ne anlama geldiğini bile görmüyorsun: senin derdin bilgi değil, ben.
    Not: Bir ara doğru dürüst (yani çok pahalı) bir Fransızca dersi almak istedim. Sınıf sana benzeyen orta sınıf rahatlar, okul ücreti çalıştıkları banka ve benzerleri tarafından ödenen, senin gibi bilime (science) körü körüne inananlarla aramda sorun çıktı. Bir yazı hazırladım ve bu sakin, terbiyeli, başarılı olmuşların asıl söylemek istediklerim yazsam burada olduğu gibi edep dışı bulacaklarını bildiğimden sonsuz yumuşatıp bol şekerli yaptım. Hayli uzun. İstiyorsan bana ev posta adresini ver, sana gönderirim. Ve inşallah bu çocuğumsu meydan okumalar sona erer. Tabii metin Fransızca. Bir tercüman bulursun. Hatta hoşuna giderse bu konuda değişik dillerde yazdığım yazıları, yine bol şekerli yapıp sana gönderirim.

  1548. 1541
    “Brave New World” yazarı Aldous Huxley’e 20-30 yıl sonra o kitap hakkında ne düşündüğü sorulur.
    Cevap: “içindeymişiz ben ileride olacak sanmıştım!”
    Çok özür dilerim ve inşallah hakaret olmaz ama siz tam ve gerçek burjuvasınız. Her şeyi kelimesi kelimesine satıhsal anlıyorsunuz. Ben kendim ilk televizyonu Sümer medeniyetinde buldum. Ama sizlerle artık ciddi tartışmaktan çoktan vazgeçtim. Hiç bir şey okumamışsınız, çok belli.
    İki yanlışı düzeltme.
    1. Ben Binyılcılık -Millenarianism akımlarını ve katılanları çok severim. Siz nasıl oldu tersini anladınız? N. Cohn’un kitabını eleştirim bu temele dayanır.
    2. Benim tek bildiğim ve en sevdiğim komplo teorisi hakkında sizi aydınlatmak istiyorum. Bana göre, sürekli yaladığınız için dert yandığınız şirketlerle sizin sanki bir gizem gibi algıladığınız komplo arasında hiç bir farkı yok: her ikisi de sizi ardından koşturduğu ücret ve emeklilik benzeri mükafatlar vaat eder. Çoğu tam burjuva olduğundan somut ay ve ay elinize geçenin bir komplo olmadığını sanırlar. Limon gibi sıkıldıktan sonra ya aklı başına gelir uyanır veya çoğunluk gibi kendinden gizleyip köleliğinden gurur duyar.
    Sizin daha hoşunuza gidecek bir misal vereyim. ABD askerlerini kendi içinde olmayan demokrasiyi Irak’a getirmek için ölmeye razı etti. Çoğu askerin demokrasi hakkında bilgileri sizlerin bilgilerine benzer: “hayatın kendinde ” öğrenmişlik masalları. Ama biliyorsunuz ABD’nin benzeri savaşlarında içinde hala insanlık ışığı olup uyanan askerler çıktı.
    Ben ücret köleliği yapmışlar arasında aynı sayıda uyananlar çıkacağını sanmıyorum. Komployu kuranlarla ve komplo tuzağına düşenler arasında salt fark kazanılan para miktarı.

  1549. 1541
    Bilim ve teknolojiyi sonsuz bilenler. “Siyah yoğurt olmaz”, diyenler.
    Tanıdığım ve Cern’de çalışan bir bilim adamına telefon ettim, cevabı bu iddianın anlamsızlığı. Anlattıklarını aktarayım.
    1. Bu mantıkta geçerli olabilir. Eğer “Bilim ve teknolojiyi sonsuz bilenler” yoğurt ancak ve ancak beyaz olur hipotezinden yola çıkmışlarsa, elbette yoğurt siyah olmaz.
    2. Bilimsel akıl yürütme daha değişik. Bildikleri bir teoriye göre yoğurt ancak ve ancak beyaz olur diyorlarsa, ” Bilim ve teknolojiyi sonsuz bilenler” gülünç, daha çok sonsuz bilmiyorlar. Bilimde tüme varım temeldir. Siyah yoğurta rastladığımızda kimyasal analiz yapılır. Eğer şimdiye kadar yoğurt dediğimiz nesneyle bu yeni nesne, renk pigmentleri hariç, aynı kimyasal yapıya sahipse, tek varılacak sonuç, “bu, beyaz yoğurt değil, siyah yoğurt. ”
    Arkadaş bana sordu: Acaba “Bilim ve teknolojiyi sonsuz bilenler” bağıl inançlılar mı? Cevap veremedim.
    Ama bana bir ipucu vermiş oldu. En ileri modern gerçek sosyal bilim adamlarının kullandıkları yöntem olan ankete başvurdum. Biliyorsunuz nicel değilse bilimsel değildir. Bağıl inançlıları bulup “siyah yoğurt olur mu?” sormak istedim. Ama zamanımızda bağıl inançlıları sadece ve sadece onları öcü eden laiklerin beyninde buldum. Hatta şimdi artık herkesin hayatı televizyon önünde geçtiğinden ve teknolojinin getirdiği göz kamaştırıcı becerilerini bildiklerinden, inanmadıkları hiç bir şey yok.
    Bağıl inançlılar bulmak için zaman yolculuğuna çıktım. 5 bin yıl öncesi bir zaman anında mola verdim. Benim gibi bir korkak, Devlet’in her yeri görmesini, işitmesini, varmasını bildiğinden sorar, “acaba dünyanın öbür ucundan burayı görenler olabilir mi?” O zamanın ” Bilim ve teknolojiyi sonsuz bilenler ” herife açık açık kafayı yemiş olduğunu söylemezler. Daha henüz insanlar tüm ahlaksız olmamışlar. Ne de zamanımız orta sınıfları gibi hakaret ve küfürleri kibarca söylemeyi, edebine uydurmayı, terbiyeli olmayı aile ve okulda öğrenmişler. Ben son derece ünlü yazarların sıradan ve cahilce teknolojiyi savunanlar hakkında çok daha ağır hakaretler ve küfürlerine sık sık rastladım.
    5 bin yıl önceki “Bilim ve teknolojiyi sonsuz bilenler”, sadece “imkansız”, derler.

  1550. ogürsel kadın doğum uzmanı bir doktor. nereden bilsin bütün bunları? doktorluk mu yapsın, fransızca mı öğrensin? hangi birine vakit ayırsın? o kadar fazla gitmeyin adamcağızın üzerine. her işi aynı anda yapamaz. ogürselin de bir limiti var, kapasitesi var…

    ogürsel de hastaneden akşamları eve döndüğünde televizyon karşısındaki koltukta ülkeyi kurtaran tartışma programları izlerken uyuyakalan sıradan bir orta-sınıf köle. ne bekliyordunuz ki…

    ogürsele niçin kapasitesinin kaldıramayacağından fazla anlam yüklüyorsunuz…

  1551. 1545
    aşağılamalarına şaşırmadım.. İnsan denen “mahluku” senin gibiler sayesinde de tanıyorum.. “kim bilir ne derdi var…” Orhan Gencebay seviyesinde anlam yüklenebilecek kadar olan hayatları…

    bildiğimi biliyorum.. bilmediklerimi öğrenmek istiyorum. çok iyi bildiğin konuda konuşalım.. Amacım da senden bir şeyler öğrenmek… Bu amaçla yazıyorum.. Konuşalım..
    Nedir seni rahatsız eden insanlık denilen şu yarı hayvan-yarı yaratık; maymundan gelen ve henüz gelemeyenler arasında kendine yer bulamadığın mesele…

  1552. 1544
    “Tanıdığım ve Cern’de çalışan bir bilim adamına telefon ettim, cevabı bu iddianın anlamsızlığı. Anlattıklarını aktarayım.”

    Züppelik nasıl ama.. Hımm. Cern’de de çalışan..
    Sen ne de mühim adammışsın.. Cern’de de çalışan ile bu teklifsiz telefonlaşmalar.. Yazıyı okurken ceketimin önünü de iliklemem gerekiyor mu..

    bir anarşist sitedeki mevzuya bak..
    Derdiniz ne sizin “kuzum”.. .. Bu kuzular artık bir koyun olsa da “kuzum” lafı hoş.. bu nedenle böyle yazdım…

  1553. 1542…
    ben bir büyük bilgelik karşısında hayatımın kalan yıllarından anında vazgeçerim…
    senin gibiler ise o bilgelikten çıkarım ne olabilir hesaplarını yapar…
    ben gerçekten kölesi olabilirim.. o “müthiş” bilginin…
    **

    senin gibilerde şaşırdığım şey..
    ne kadar da ucuz, ne kadar da sıradan ve belki de anlamadığın dilde, aşağılık kompleksi ile en başından köleliğe yatkın bir ruhun secde ettiği dillerin dünyasına kolayca secdeye varması…

    aklın, zekânın, vicdanın, insanlığın, samimiyetin dili her zaman aynıdır…
    bu hassaları taşımayan farklı sanır…
    senin gibiler.. Ezik ve samimiyetsizlik ile malûl o insanlaşamamış ruhlar…
    O son nefese dek kendini inandıranlar… ne mutlu size.. böyle bir son dilerim size…

  1554. 1542
    Tıpanı çıkart.. Kendi gazınla şişmişsin.. eminim.. çıkarttığın koku ruhuna da uygun olacaktır…

    Tek bir cümleni bile yanıta gerek görmedim..
    Bana bir şey öğret! Okuyanı şaşırt..

    ya da bir hiç olarak yaşa.. bu da az şey değil.. hiçliğinle yüzleş.. hiçliğini kabullen… Böyle kağnı gölgesinde yürüyerek, gölgesini büyük sanan bir zekanın aczi gevezeliklerine sığınma..
    Yüreğinde-koşullanmışlığında … insanlık merhameti edinememiş her cümle kurgusundan tiksinirim.. senin gibiler bilginin tüccarıdır; oysa HAKİKAT kendine köle arar… ben köleyim.. senin gibiler Mahmutpaşa’nın çığırtkan esnafı… demek hâlâ yeterice kâr edinemedin.. “gözünü toprak doyursun!”

  1555. 1546-1549
    Onun dalga geçtiğini, oyun oynadığını hala görmüyorsunuz.

  1556. Bizimki ilahhiler okumaga devam ediyor..Amaci birsey anlatmak degil.Amaci anlatmak..
    DR.nuda bulmus bolbol derdini anlatiyor..
    Benimde amacim bu wahsiyi yok etmek degil..Zaten o.herkesi karsinsina aldigi icinde ” hepimiz birine karsi!”durumu olustugundan yazmakta engel teskil ediyor..

    Kimsenin bu pispirrikin efendiilerine,taptiklarina,kutsal yazilarina bakacacak,okuyacak zaman ayriracagini sanmiyorum..
    19.yüzyilda bolluk varmis..Bolluga karsi gelmek gerekmis!?

    Cöplükte yasarsan belki digerlerini zengin görebilirsin.vede O dayandigin kitaplarda insana manevi destek,felsefen yada dini teskinler yaratabilir..

    G.Zileli anlamamis.Sanki bu pispirik kendisi anlamista! Anlamissa ben a..p olayim!

  1557. Sayın 1543'e ve 1544'e

    Sayın “1543” ve “1544”,

    Kusura bakmayınız: Zırvalıyorsunuz.

    CERN’e telefon açmadınız, orada tanıdığınız hiçbir “scientist” yok. Yalan atmayın. Siz; “bol kitaplı mağaranızdan” dışarı adım atmaya yanaşmayan bir yorgun akılsınız.
    _________________________________________________________
    BİLGİ NOTU:

    CERN’e 3 sene önce konferans vermeye gittik. “The Zeitgeist Movement’a (TZM)” destek olan, kapitalizm karşıtı biliminsanları CERN’de de epey var.

    Konferans vereceğimiz salona binalar arasından geçip giderken; yeşilliklerle bezenmiş bir bahçede şunu gördük:

    Hindistan mitolojisine göre, “kötülüğün yok edici Tanrısı” kabul edilen “Shiva”nın meşhur kozmik dansındaki hâli “Nataraja” heykeli.

    CERN, Cenevre, İsviçre’deki o heykel:

    ( https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/2/25/Shiva%27s_statue_at_CERN_engaging_in_the_Nataraja_dance.jpg )

    ( http://www.rockswallpaperhd.com/wp-content/uploads/2013/12/Shiv-Tandav-Wallpaper.jpg )

    ( http://www.widehdwallpapers.in/wallpapers/Lord-Shiva/lord-shiva-tandav-dance-HD-wallpapers.jpg )

    Nasıl dans edildiğini anlamak için:

    Çoklu koreografi: ( https://www.youtube.com/watch?v=oJ8yps2Q8mw )

    Tek kişilik koreografi: ( https://www.youtube.com/watch?v=KL8IJwGD1ic )

    Hindistan’nın sayması neredeyse imkânsız kutsal metinlerinden biri daha olan “Purana”lar serisinden “Shiva Purana”yı (ve ayrıca “Sutra”lar serisinden “Shiva-sutra”ları) okursanız; Shiva’nın kozmik danstaki hâli “Nataraja”nın anlamının ne olduğunu öğrenirsiniz sayın “1543” ve “1544”.

    Hayatın “yaradılış ↔ yaşayış ↔ yok oluş” döngüsündeki evrelerinde, hayatın yok edilip, “yeni yaradılışın” hazırlanması vazifesini yerine getiren Tanrı “Shiva”nın rolü; “tandava” isimli kutsal dansla, bir diğer Tanrı (yaratıcı) “Brahma”ya zemin hazırlamasıdır. Shiva’nın “Nataraja” figürü işte bu dans esnasında belirir. Dansın bitmesiyle birlikte, vazifeyi (yaratıcı) Tanrı “Brahma” devralır, ve döngüyü yeniden başlatır.

    Avusturyalı fizikçi “Fritjof Capra”nın, “Nataraja” heykeli ile ilgili söyledikleri:

    “Hundreds of years ago, Indian artists created visual images of dancing Shivas in a beautiful series of bronzes. In our time, physicists have used the most advanced technology to portray the patterns of the cosmic dance. The metaphor of the cosmic dance thus unifies ancient mythology, religious art and modern physics.”

    Aldous Huxley’in 1962’de yayınladığı son roman “Island”da; Shiva ve “Nataraja” figürü üzerine yazdıkları:

    ( http://www.huxley.net/island/aldoushuxley-island.pdf )

    (Shiva’nın karısı) Tanrıça Parvati’nin (Shiva’ya) söylediği şiir:

    O you the creator, you the destroyer, you who sustain and make an end,
    Who in sunlight dance among the birds and the children at play,
    Who at midnight dance among the corpses in the burning grounds,
    You, Shiva, you dark and terrible Bhairava,
    You Suchness and Illusion, the Void and All Things,
    You are the lord of life, and therefore I have brought you flowers;
    You are the lord of death, and therefore I have brought you my heart—
    This heart that is now your burning ground.
    Ignorance there and self shall be consumed with fire.
    That you may dance, Bhairava, among the ashes.
    That you may dance, Lord Shiva, in a place of flowers,
    And I dance with you.

    Yine, Huxley’in kendi sesinden açıklaması (İngilizce, 1961, Londra):

    ( https://www.youtube.com/watch?v=32oo0oyLUdE )

    Alternatif ( https://www.youtube.com/watch?v=N6BEhLMi_9c )
    _________________________________________________________

    Yukarıda yazdığımızı anlamıyorsunuz:

    (“1536” numaralı, 15 Haziran 2016 tarihli metnimizden)

    {{{
    Jean-Jacques Rousseau yüzyıllar önce görmüş, ama siz görmemekte ısrar ediyorsunuz: “…no longer able to leave…”

    Hatırlıyor musunuz size ne yazmıştık: “Tüm nimetlerinden yararlandığımız (yer yer cefasını da çektiğimiz) şey ne: Medeniyet.”

    “Cefasız ‘medeniyet’in olmayacağını” Rousseau DA söylüyor, ama siz yanaşmıyorsunuz!
    }}}

    “Aldous Huxley” ile sizin aranızda fark yok sayın “1543” ve “1544”.

    Huxley “medeniyete karşı olduğunu” doğrudan söylemese de, yazdıklarıyla ifade etmeye çalışması (örnek: “içindeymişiz ben ileride olacak sanmıştım!”) başka şey;
    Huxley’in, medeniyetin bir ürünü olan “radyo” programlarına katılması başka şey.

    Siz, sayın “1543” ve “1544”; ilk önce, bu farkı anlayın. Ne yazmıştık size; “lafa değil, icraata bakın!”

    Eğer siz, sayın “1543” ve “1544”, medeniyete karşı olduğunuzu iddia ediyorsanız, ve iddianızda samimiyseniz; bilgisayar kullanmayı bırakın. Treni, metroyu, otobüsü, minibüsü, otomobili, uçağı, “diş doktoru”na gitmeyi, “beyin cerrahı”na gitmeyi, “internet”i, “elektrik”i (…) kullanmayı bırakın. Ve hâttâ, yine medeniyetin ürünü olan “kitap”ı da bırakın; “sözlü (verbal, oral, vocal, spoken) nakil” yolundan gidin.

    Eşinizin kanser olmasına sebep olanlar, arkadaşınız Fredy Perlman’ın ve karınızın kardeşinin ölümüne sebep olanlar; “tıp” değil, medeniyetin cefaları.

    Eğer medeniyetin bir ürünü olan “tıp” olmasaydı; eşinizin “niçin” kanser olduğunu, arkadaşınız Fredy Perlman’ın ve karınızın kardeşinin “niçin” öldüğünü öğrenemezdiniz bile.

    İlk önce, açıklamalarınızda samimi olmayı öğrenin; sonra “ders vermeyi” sürdürürsünüz.

    Şunu yazmışsınız:
    [ABD askerlerini kendi içinde olmayan demokrasiyi Irak’a getirmek için ölmeye razı etti. Çoğu askerin demokrasi hakkında bilgileri sizlerin bilgilerine benzer: “hayatın kendinde ” öğrenmişlik masalları. Ama biliyorsunuz ABD’nin benzeri savaşlarında içinde hala insanlık ışığı olup uyanan askerler çıktı.]

    “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” konferanslarına katılan; kapitalizme ve “ABD emperyalizmine!” karşı dişe-diş mücadele eden, o meşhur “Vietnam Savaşı”na, o meşhur “1. Körfez ve 2. Körfez savaşları”na zorla gönderilen, sakat bırakılmış, binlerce “askerliği reddetmiş, madalyalarını parçalamış” dostlarımız olduğunu biliyor musunuz sayın “1543” ve “1544”?!

    Bilemezsiniz!
    Çünkü; size defalarca gönderdiğimiz TZM referanslarını incelememişsiniz.
    Çünkü; İsviçre’de de düzenlediğimiz TZM konferanslarına hiç katılmamışsınız.

    Şunu yazmışsınız:
    [Ben ücret köleliği yapmışlar arasında aynı sayıda uyananlar çıkacağını sanmıyorum. Komployu kuranlarla ve komplo tuzağına düşenler arasında salt fark kazanılan para miktarı.]

    Bunu bilmediğimiz mi zannediyorsunuz?!

    Ne yazmıştık size, yine unutmuşsunuz: Bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız, ve bundan nefret ediyoruz!

    Peki, bizleri kim yetiştirdi: Siz ve sizin kuşağınız yetiştirdi sayın “1543” ve “1544”.

    On-yıllar boyunca, “bol kitaplı mağaranızdan” dışarı adımınızı atmamışsınız, Elias Canetti’nin muhteşem eseri, 1935’de yayınlanan, “Körleşme” adlı kitaptaki “doppelgänger”iniz (sinologist) Doktor Peter Kien’ı taklit ede ede; kamyon kasasından boşaltırcasına yazmaya devam ediyorsunuz.

    Kabahati “ilk önce” kendinizde arayın: Bizleri, yani “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ları SİZ VE SİZİN GİBİLER YARATTI!

    Üzülüyoruz; çünkü, sizin gibi görmüş-geçirmiş, tecrübeli bir kişi nasıl “kaderci” olabilir?! (Umarız yanılırız!)

  1558. Mr. Gün Zileli,
    Your authoritative statement about our friend that “his ideas are worthless” was followed by your CV, justifying your authority in the matter.
    We do not want to indulge in psychological speculation of such a self-conscious need that was felt by you or by one of your admirers.
    As you know “… power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely. Great men are almost always bad men, even when they exercise influence and not authority, still more when you superadd the tendency or the certainty of corruption by authority…”
    Your classical orientation, which may or may not be valid in local the political scene, but do you really have any knowledge outside the limits of classical ideas?
    We know that you are free not to answer our questions. But we do not know whether or not it originates in your authoritative prerogative. For example, the diplomatic immunity of politicians in democratic countries.
    Have you ever read W. Blake?
    One of the most eminent literary critiques of the last century N. Frye said, “Read Blake or Go to Hell!”
    Do you agree with his authoritative statement?
    Frye himself had antinomian tendency who equated authority and law with tyranny.
    Do you know anything about the antinomians?
    What books have you read by people who developed the historical school called “The history from below”? Which ones?
    What books have you read about the primal (primitive) people? Which ones?
    Note: Our outcast friend refused to translate the passages about the primitive people saying that it would only elicit responses out of TV and Hollywood. What a pity!
    TRANSLATION / ÇEVİRİ
    Bay Gün Zileli,
    Arkadaşımızın “fikirlerinin değersiz” olduğu otoriter kararınızın ardından özgeçmişinizle (CV) haklı göstermek istenildi.
    Siz veya bir hayranınızın yazdığı CV’le belki rahatsız edici otoritenizi meşrulaştırma ihtiyacı üzerinde psikolojik nedenler tahminlerine gerek görmüyoruz.
    Bildiğiniz gibi ve kısacası ” … mutlak güç muhakkak yozlaşır ve otorite de …”
    Klasik eğiliminiz, yerel politikada kabul edilen veya edilmeyen bir otorite olabilir, fakat bu sınırlar dışında bilginiz var mı?
    Cevap vermemekte özgür olduğunuzu biliyoruz. Ama kaynağının otoriterliğinize dayanıp dayanmadığınızı bilmiyoruz. Örneğin, demokratik ülkelerdeki politikacıların diplomatik dokunulmazlığı gibi.
    W. Blake’i okudunuz mu?
    20. yüz yılın en önde gelen edebiyat eserleri eleştiricisi N. Frye, “Blake’i oku ya da Cehenneme Git”, der.
    Bu otoriter karara katılıyor musunuz?
    Diğer yandan, Frye ibahilik eğilimini benimser ve otoriteyle yasaların tiranlık olduğunu ileri sürer. İbahilik hakkında bilginiz var mı?
    “Aşağıdan Tarih” ekolundan eserler okudunuz mu? Hangileri?
    İlkeller hakkında kitaplar okudunuz mu? Hangileri?

  1559. 1546-1549
    Daha önce bir arkadaş, ” Onun dalga geçtiğini, oyun oynadığını hala görmüyorsunuz.”, dedi ama sen her şeyi kelimesi kelimesine anladığın için biraz yardımcı olayım dedim.
    Yazdıklarımı bilim bilen bir lise öğrencisi bilir. Senin gibi bilimi göklere çıkaranın bilgi edinme teorisinde en temel ayırım olan kaçınılmazlık (mantık ve matematikle simgelenir); olumsallık veya zorunsuzluk (fizikle simgelenir) arasındaki farkı bilmemesi hayret doğrusu. Bari benden zaman içinde seyahat biletimi nereden aldığımı da, bağıl inançlıları kendilerine öcü eden laiklerin beynine nasıl girdiğimi de sor.
    Bir şeyde haklısın. Sen zamanımıza egemen orta sınıf dünya görüşünü çok iyi biliyorsun ve asıl olan da o. Benden bir şey öğrenmen imkansız.
    Lütfen şu alay olmayan sözleri hatırla ve kızma:
    1. Sen kazananları alkışlıyorsun. Hepsi o kadar.
    2. “Sende eksiklikleri görenler seni uyardılar. Ya kitaplar sıraladılar veya beni daha dikkatle okumanı tavsiye ettiler. Kimse bana senin için aynı şeyi söylemedi.”
    3. Bu biraz uzun olacak. Özgeçmişim (CV) öyle kelli felli değil ama en basit şeyleri bile yazarak anlatmak zor, en az benim için.
    Beni Devlet baba bir hata yaptı bursla yurt dışına yolladı.
    Son geldiğimde (2010) lise arkadaşlarımı aradım buldum. Hepsi senin gibi okul bittikten sonra meslek sahibi olmuş. Mühendis, doktor, üniversite öğretim üyesi, avukat … İtiraf ederim, onların bu tartıştığımız konuda bilgileri seninle kıyas edersem sıfır desem çok cömert olur. Bu beni şaşırtmadı. Dünyanın her yerinde orta sınıflarda rastlanan bir özellik. Diğer zavallılardan tek fark, orta sınıflar için bilgi fetiş olmuş, çok özellikle Türkiye gibi Batı taklitçisi arkadan koşan ülkelerde. Malesef, son 2 yüz yıl ve solculuk-devrimcilik de bir meslek olmuş. Hatta “özgür üniversitelerden” diplomalı.
    Meslek sahibi arkadaşlarım sıfır bilgiyle aynı senin kopyaların. Senin vardığın sonuca kısa yoldan varmışlar. Temel felsefeleri: Herkes bizim gibi olsa ne iyi olur. Dolayısıyla Atatürk masalları: “cahillik efendim, bizim sorunumuz cahillik.”
    Not: Bana göre cahillik bu bataklıkta farkında olmadan yüzmeler. Şimdi her anne babanın derdi, çocuklarını iş ve işçi bulma kurumları olan okullara gönderip bir meslek sahibi etmek. Bu, Avrupa’da daha önce oldu.
    Beni ben yapan tamamıyla rastlantılar.
    Benim şansım 1968 olaylarında öğrenci olmam.
    Benim büyük şansım bazı beğendiğim tanıdıklarımda gördüğüm bilgiyi ciddiye almaları.
    Diğer büyük şansım bazı olaylardan dolayı 1978’den sonra tarihe karışmış ve yok olmaya mahkum sandığım ilkellerin, dünyanın taklit ettiği Batı’ya kıyasla, akıl almaz üstünlüğünü görmek. Ondan sonra elimden geldiği kadar ilkelleri anlamaya çalıştım.
    Bunu neden yazıyorum? Sen ve diğerleriyle aşılmaz uçurumu vurgulamak için. Bunu ABD güney doğusunda bir Kızılderili ayin dansına rastlayan çok sevdiğim bir İngiliz yazar özetler: “ya Kızılderililer ya da Beyazlar, bu zıtlıkta diyalektik imkansız.” Tabii bu aşırı ama durumu güzel anlatır.
    Eğer yazdıklarım seni kızdırıyorsa bence asıl nedeni bu. Sizlerle paylaşacak zerre kadar ortak bir tarafım yok. Yanlış veya doğru bana göre, kapitalistler, marksistler, klasik anarşistler, faşistler, naziler, her türlü totaliter rejimler arasında amaçta bir fark yok. Değişen araçlar. Bir çeşit aile içi kavgaları. Dünyanın her yerinde rastlanan tahsilli orta sınıf düşüncesine (evet çok güzel ama herkese nasip olsun) uymanız size rahatlık getirmesi, haklı olduğunuzu kanıtlaması normal.
    2010’da bu sitedekilerin çoğunu özetleyen diğer bir gözlem.
    İlkokul öğretmenliğinden emekli yeğenimin eline geçen maaş onu rahatlıkla alt sınıf hatta “fakir” olarak nitelendirir. Ama o benim büyüdüğüm mahallede yaşasaydı, ben onu Bill Gate’in karısı veya kızı sanardım. Bunu buradaki demokrasi arayan yabancılar ve özellikle Türk-Kürt eski solcu-devrimciler arasında görmüştüm, tahminim onaylandı.
    Eski ama çok azılı bir devrimci Türk beni ziyarete geldi. Kapıya kadar uğurladığımda karımla bana 1-2 yıl yetecek parayla aldığı 4×4 arabasına girdiğinde bana döndü, “biz de burjuva olduk”, dedi.
    Ben de, “evet galiba daha rahat yaşamak için ateşi evcilleştirenler de burjuva olmuşlardı”, dedim.
    Sanırım bu örnek sizlerin ilkeller ve teknoloji bilginizi fazlasıyla simgeler.

  1560. 1552
    1546-1549’a cevabım size de cevap olabilir. Sizlerle modern bilim, medeniyet, ilkellik konusunu anlaşmak zor.
    Örneğin “Cern”i özellikle söylediklerimin dalga geçme olduğuna sinyal olarak ekledim, anlamadınız.
    Beni tanıyan biri bana şaka olarak sormuştu eğer Cern çalışmak ister miyim diye. “Evet, belki yeryüzünden silmek için bir fırsat çıkar.”, dedim.
    Özür dilerim ama sizin bilim hakkında bilgisizliğiniz korkutucu. Daha da korkutucu olan sanki medeniyete karşı olmak sizleri rahatsız ediyor, bir türlü kabul edemiyorsunuz. Tabii konuyu anlamadığınızı akıl almaz şantajlarla hasıraltı etmek de var.
    “The best lack all conviction, while the worst
    Are full of passionate intensity.”
    Yukarıdaki sizleri, Cern’deki enayi bilim adamlarını, dolandırıcı TZM’yi eşsiz özetler.
    Aşağıdaki Güney Amerika’da gerçekten olmuş olaylar da:
    Bir lokanta sahibi: “Bu vahşileri anlamak imkansız. Açlıktan ölmeyi bulaşık yıkamaya tercih ediyorlar.”
    Bir Arap bakkal: “Bu vahşilerle kafanı yorma, inşallah hepsi geberir. Bize iyi bir asfalt yol lazım.”
    Bu heriflerin sizler, cern akıl hastanesindeki süper zekiler, sahtekar TZM’cilerden tek farkı sizin tüm canlı ve cansız varlıkların medeni olduğunu ilan etmenizden habersiz, hala vahşilere vahşi demeleri. Daha sizler gibi sonsuz süper zekalıların düşünce dünyasına getirdiğiniz ileri ve daha iyi katkılardan mahrum olmaları. Belki de neden bu olayların 1970’lerde olmuş olması.

    Bir aklını kaybetmiş : “Bu vahşiler şahane bir bolluk içinde yaşıyorlar. Keşke biz de onlar gibi olsaydık.”
    Bunu söyleyen vahşilerin arasına girmiş ama geri gelmiş. Ev yapmasını bilmiyor; ilaç için kullanılan bitkileri tanımıyor; yiyecek bitkileri diğerlerinden ayırt etmesini bilmiyor; avcılık yapmasını bilmiyor; müzik ve danstan yoksun. Okul da yok öğrenmek için. Devlet de yok sosyal yardım için. Hastane yok, süpermarket yok, para yok, sinema yok, son modalara uyum sağlaması, tabii özgürlük içinde, için televizyon ve medya yok, yok, yok, yok, yok.
    Bu adam sizler gibi süper zekalı olmayan ve sizler gibi kazananlar tarihinde yer alacak biri değil. Benim gibi basit bir salak. Telefon ettim: “Bak, TZM neler satıyor. Sen de vahşiler arasında başına gelenleri bir güzel ambalajla TZM gibi sat, iyi para kazanan içi boş enayi sayısı sayısız.”, dedim. Eğer iş yürürse bana komisyon verecek. İnşallah!
    Bu yaşta çalışmak yorucu ama belki tıp bilim adamları “işleyen demir pas tutmaz” yeniliğini yumurtlarlar ve ben de çalışırım ama yorulmam.

  1561. Sayın “1555”,

    Kusura bakmayın: Zırvalıyorsunuz.

    Şunu yazmışsınız:
    [Daha da korkutucu olan sanki medeniyete karşı olmak sizleri rahatsız ediyor, bir türlü kabul edemiyorsunuz.]

    Bizi, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları rahatsız eden şey; kapitalizm içinde sizin de “medeniyete karşıtıyım ben!” diye diye kendinize piyasalar açmanız. Kapitalizmin sizle DE piyon gibi, kukla gibi oynadığının; ya farkında değilsiniz, ya da farkındasınız ama itiraf etmek işinize gelmiyor. İlk önce bunu görün.

    İstediğiniz kadar “medeniyete karşıyım ben!” diye yazabilirsiniz; medeniyete karşı olduğunuzu BİLE, medeniyetin bir ürünü olan bilgisayarla yazdığınızı unutmayın.

    Mesele, şahsınızın “medeniyete karşı olup/olmaması” değil;
    Mesele, kapitalizmin sizle DE kukla gibi oynaması.

    * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

    Şunu yazmışsınız:
    [Bir lokanta sahibi: “Bu vahşileri anlamak imkansız. Açlıktan ölmeyi bulaşık yıkamaya tercih ediyorlar.”
    Bir Arap bakkal: “Bu vahşilerle kafanı yorma, inşallah hepsi geberir. Bize iyi bir asfalt yol lazım.”]

    Evet; “vahşi”ler de vardır.
    Evet; “vahşi”ler de “varlık”tır, “insan”dır.

    Siz, hâlâ, “vahşi” kelimesiyle nitelediklerinizin DE kendi içlerinde medeniyetleri olduğunu anlamaktan uzaksınız sayın “1555”.

    Dikkatle okuyun bakalım; “efficiency” saçmalığı nedeniyle, kapitalizmin kuluçka merkezleri olan şirketokrasinin uyguladığı soykırım neymiş:

    FABRİKA AYARI:
    5 DAKİKADAN FAZLA TUVALETTE KALAN İŞÇİYE PARA CEZASI!

    ( http://t24.com.tr/haber/fabrika-ayari-5-dakikadan-fazla-tuvalette-kalan-isciye-para-cezasi,345350 )

    15 Haziran 2016

    “İşçiler çok fazla tuvalette kalıp iyi niyeti suistimal ediyor!”

    Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde endüstriyel mutfak ürünleri sektöründe üretim yapan “Termikel” adlı fabrikada, işçilerin kullandığı tuvaletin kapısına kartlı geçiş sistemi kuruldu. Kapıya asılan yazıda, “mesai saatlerinde 5 dakikadan fazla tuvalette kalan işçilere maaş kesintisi cezası verileceği” belirtildi. Fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, uygulamayı “İşçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı” sözleriyle savundu.

    1950’de kurulan fabrikada, işçilerin iddiasına göre, turnike uygulamasından önce tuvalet kapıları kilitleniyordu. İhtiyacını gidermek isteyen işçiler, şeflerden anahtar alarak tuvalete girebiliyordu. Fabrikada çalışan binlerce işçiye yönelik yapılan düzenleme, tuvalet kapısına asılan “Personelin dikkatine! Gün içinde mesai saatlerinde toplam lavabo kullanımı 5 dakikadır. Bu sürenin aşılması halinde, aşılan miktar kadar maaşlarınızdan kesinti yapılacaktır” yazısıyla duyuruldu.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123202_cis1.jpg )

    “Henüz kesinti yapılmadı”

    Ücretlerin de düzenli olarak ödenmediği iddia edilen fabrikada, fazla mesaiye kalan işçilerin çocukları, kreş olmadığı için üretim yapılan alanda anne-babalarıyla birlikte bulunuyordu. İtirazlar sonuç verince, fabrika geçen yıl bir kreşle anlaştı.

    İşçilerin gün içinde
    saat 08:00 – 10:00,
    10:15 – 12:45,
    13:30 – 15:30,
    Ve 15:45 – 18:15 saatleri arasında 5 dakikadan fazla lavabo kullanımı halinde kesileceği belirtilen cezaya ilişkin T24’e konuşan fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, “İşçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı. Henüz kimsenin maaşından kesinti yapılmadı” ifadelerini kullandı.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123218_cis2.jpg )

    * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

    Şunu yazmışsınız:
    [Benim şansım 1968 olaylarında öğrenci olmam.]

    Siz, sayın “1555”, sadece “1968 olaylarında öğrenci olmak”ta kalmışsınız, o kadar.

    “Bol kitaplı mağaranızda” inzivaya çekilmişsiniz, dışarıya adımınızı atmamışsınız.

    Yıllarca kapitalizme karşı mücadele etMEdiğiniz için; “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”ların doğumuna yol açmışsınız.

    * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

    Şunu yazmışsınız:
    [Bir aklını kaybetmiş : “Bu vahşiler şahane bir bolluk içinde yaşıyorlar. Keşke biz de onlar gibi olsaydık.”
    Bunu söyleyen vahşilerin arasına girmiş ama geri gelmiş. Ev yapmasını bilmiyor; ilaç için kullanılan bitkileri tanımıyor; yiyecek bitkileri diğerlerinden ayırt etmesini bilmiyor; avcılık yapmasını bilmiyor; müzik ve danstan yoksun. Okul da yok öğrenmek için. Devlet de yok sosyal yardım için. Hastane yok, süpermarket yok, para yok, sinema yok, son modalara uyum sağlaması, tabii özgürlük içinde, için televizyon ve medya yok, yok, yok, yok, yok.
    Bu adam sizler gibi süper zekalı olmayan ve sizler gibi kazananlar tarihinde yer alacak biri değil. Benim gibi basit bir salak. Telefon ettim: “Bak, TZM neler satıyor. Sen de vahşiler arasında başına gelenleri bir güzel ambalajla TZM gibi sat, iyi para kazanan içi boş enayi sayısı sayısız.”, dedim. Eğer iş yürürse bana komisyon verecek. İnşallah!
    Bu yaşta çalışmak yorucu ama belki tıp bilim adamları “işleyen demir pas tutmaz” yeniliğini yumurtlarlar ve ben de çalışırım ama yorulmam.]

    Size yukarıda izah ettik; ya okumadınız, ya da görmezden geldiniz:

    Yukarıda yazdığımızı anlamıyorsunuz:

    ===== 1. KISIM =====

    Avusturyalı fizikçi “Fritjof Capra”nın, Hindistan mitolojisinde bir Tanrı olan “Shiva”nın kozmik dans esnasındaki figürü “Nataraja” heykeli ile ilgili söyledikleri:

    “Hundreds of years ago, Indian artists created visual images of dancing Shivas in a beautiful series of bronzes. In our time, physicists have used the most advanced technology to portray the patterns of the cosmic dance. The metaphor of the cosmic dance thus unifies ancient mythology, religious art and modern physics.”

    Aldous Huxley’in 1962’de yayınladığı son roman “Island”da; Shiva ve “Nataraja” figürü üzerine yazdıkları:

    ( http://www.huxley.net/island/aldoushuxley-island.pdf )

    Yine, Huxley’in kendi sesinden, Shiva ve “Nataraja” ile ilgili açıklaması:
    (İngilizce, 1961, Londra)

    ( https://www.youtube.com/watch?v=32oo0oyLUdE )

    Alternatif ( https://www.youtube.com/watch?v=N6BEhLMi_9c )

    ===== 2. KISIM =====

    (“1536” numaralı, 15 Haziran 2016 tarihli metnimizden)

    {{{
    Jean-Jacques Rousseau yüzyıllar önce görmüş, ama siz görmemekte ısrar ediyorsunuz: “…no longer able to leave…”

    Hatırlıyor musunuz size ne yazmıştık: “Tüm nimetlerinden yararlandığımız (yer yer cefasını da çektiğimiz) şey ne: Medeniyet.”

    “Cefasız ‘medeniyet’in olmayacağını” Rousseau DA söylüyor, ama siz yanaşmıyorsunuz!
    }}}

    “Aldous Huxley” ile sizin aranızda fark yok sayın “1555”.

    Huxley “medeniyete karşı olduğunu” doğrudan söylemese de, yazdıklarıyla ifade etmeye çalışması (örnek: “içindeymişiz ben ileride olacak sanmıştım!”) başka şey;
    Huxley’in, medeniyetin bir ürünü olan “radyo” programlarına katılması başka şey.

    Siz, sayın “1555”; ilk önce, bu farkı anlayın. Ne yazmıştık size; “lafa değil, icraata bakın!”

    Eğer siz, sayın “1555”, medeniyete karşı olduğunuzu iddia ediyorsanız, ve iddianızda samimiyseniz; bilgisayar kullanmayı bırakın. Treni, metroyu, otobüsü, minibüsü, otomobili, uçağı, “diş doktoru”na gitmeyi, “beyin cerrahı”na gitmeyi, “internet”i, “elektrik”i (…) kullanmayı bırakın. Ve hâttâ, yine medeniyetin ürünü olan “kitap”ı da bırakın; “sözlü (verbal, oral, vocal, spoken) nakil” yolundan gidin.

    Eşinizin kanser olmasına sebep olanlar, arkadaşınız Fredy Perlman’ın ve karınızın kardeşinin ölümüne sebep olanlar; “tıp” değil, medeniyetin cefaları.

    Eğer medeniyetin bir ürünü olan “tıp” olmasaydı; eşinizin “niçin” kanser olduğunu, arkadaşınız Fredy Perlman’ın ve karınızın kardeşinin “niçin” öldüğünü öğrenemezdiniz bile.

    İlk önce, açıklamalarınızda samimi olmayı öğrenin; sonra “ders vermeyi” sürdürürsünüz.

    ===== SON =====

    Sayın “1555”,

    Siz, “medeniyet” denen şeyi, birçok yönüyle, “tek dişi kalmış canavar!” metaforu ile benzetmekte haklısınız, meşrusunuz. “Mehmet Âkif Ersoy” ile sizin “weltanschauung”unuz ayrı gezegenler de olsa; şahsınızın, “medeniyet”e karşı bu derece dehşetengiz nefret beslemesinin sebeplerini tahmin edebiliyoruz sayın “1555”.

    Bir kez daha hatırlatıyoruz:
    “Medeniyet” denen şey; %100 pürüzsüz, kusursuz, “Hatasız Peygamber!”, çabuk anlaşılır, çabuk anlatılır, çabuk kurulur, çabuk yıkılır bir “şey” değil.

    “Medeniyet” denen şey içinde de, “cefa”lar var, ve hâttâ sizin deyiminizle “sonsuz cefalar”.

    Yukarıda, Jean-Jacques Rousseau’dan yazdığınız alıntının şurasını ısrarla ıskalıyorsunuz: “…no longer able to leave…”

    Yukarıda, Simone Weil’dan yazdıklarınız hep “cımbızla seçtikleriniz”; işinize gelmeyenleri çöp kutusuna göndermişsiniz.

    Unutmayın:

    Siz, “medeniyet”e karşı olduğunuzu ZANNEDİYORSUNUZ.
    Hâlbuki siz, “modernite”ye karşısınız.

    Gönlünüzü ferah tutabilirsiniz:

    “Devletler” medeniyetin ürettiği zehirli irin depolarıdır! (Not: Hatırlayınız, ne yazmıştık: “Cefasız ‘medeniyet’in olmayacağını” Rousseau DA söylüyor, ama siz yanaşmıyorsunuz!)
    “Devletler”e karşı mücadele etmeliyiz!

    “Şirketokrasi & Corporatocracy” kapitalizmin ürettiği zehirli irin depolarıdır!
    “Şirketokrasi’ye & Corporatocracy’e” karşı mücadele etmeliyiz!

  1562. dağlarda hayvan besiciliği yapan “uygarlıktan” kopuk yaşayan insanların “insanî” güzelliklerini gözlemişimdir. Aldatılacağını aklına bile getirmez. Yalın, doğal, iyicil bir ruh taşır..
    Ve ilkeller.. Kuşkusuz uygarlığın bilinen insanlarından çok daha erdemliler; o insanlara bakıldığında “uygar” olan insan bence de çürümüştür…
    Bunu biliyoruz…
    Sorun “uygarlık” içinde o “ilkel insanların” insanîliğini yaşamak mümkün mü?
    Mümkün değil diyenlere karşılık savım şu.. Başka yolu yok.. Geri dönemeyiz.. Olan oldu… Bir milyon yıllık “sürü hayvanı” karakterimizi bu kez “uygarlık” içinde yeniden yaşatacağız… (Bu süreç binlerce yıl da alabilir! Ümitsiz değilim!)

    Biz bu insaniliği 5-6 bin yıl önce kaybetmeye başladık. Son iki yüz yıl tümüyle kaybettik! “Aklımız”, “doğal özümüzü”, “sürü hayvanı” tabiatımızı yozlaştırdı. Aklımız bize düşman oldu!
    Şimdi anladık… Ve “insaniliği” tümüyle kaybettiren son iki yüz yıl bize aynı zamanda “gerisin geriye” o çağlara dönme imkânı vermiyor mu? Çünkü biz “oradan buraya” yetersiz üretici güçleri geliştirme hırsı ile geldik.. Ve bugün sorun üretici güçlerin yetersizliği değil; aksine fazlalığı!
    Yeni bir organizasyon ile o ilkel-iyicil-erdemli dünya mümkün…

  1563. Gün bey, üç sorum var:

    1) Medeniyet ile ilgili görüşleriniz nedir?

    2) İlkellere karşı mısınız?

    3) İlerici misiniz?

  1564. Pipsqueak ismini kullanmamıza artık izin var mı?

    İzin almak için bir makama yazılı dilekçe ile başvurmak gerekiyor mu?

    Eğer bir makam varsa hangi makam?

    Kim cevap verecek bu sorulara?

  1565. bu ismi kullanamayacaksınız.

  1566. ilkelcilere karşı değilim.

  1567. 1) Medeniyet ile ilgili görüşleriniz nedir?

    3) İlerici misiniz?

    Bu sorulara niçin cevap yazmadınız?

    ‘ilkelcilere karşı değilim.’ demişsiniz.

    ‘İlkeller’ ile ‘ilkelciler’ arasındaki farklar nedir sizin bakış açınıza göre?

  1568. Medeniyetin baskıcılığına karşıyım. İlerici değilim.

  1569. Mr. Gün Zileli,
    A philosopher once said: “Workers need poetry more than bread.”
    Our friend whose ideas are deemed to be worthless knows that the primitives lived by their myths. And he tried in vain to argue the point in this site. Since myth is the mother of poetry, he wanted people to know that the primitives were far superior to civilized people that you seem to defend with your classic anarchism which is but a version of capitalism and Marxism. These ‘–isms” fundementally promise bread. In addition, some vague personal enrichments, such as creativity, originality, are thrown into the basket to attract the middle class people such as you and the others in this site.
    It is crystal clear that you are not familiar with an immense literature about primitives.
    Have you ever read Bartolomé de las Casas or Fredy Perlman’s “The Straight” that expose the insane destructiveness in the name of the modern myth called PROGRESS that seems to be so dear to your classical anarchism? Or Mircea Eliade, Stanley Diamond and literally thousands of others?
    In any case, here is a poem by a deeply religious (please forgive us for using this swear word among the puritanical middle class revolutionaries such as you) Hindu poet, much like the deeply religious poet W. Blake.
    ====================================
    [Africa
    When, in that turbid first age,
    The Creator, displeased with himself,
    Destroyed his new creations again and again;
    In those days of his shaking and shaking his head in irritation
    The angry sea
    Snatched you from the breast of Mother Asia,
    Africa –
    Consigned you to the guard of immense trees,
    To a fastness dimly lit.
    There in your hidden leisure
    You collected impenetrable secrets,
    Learnt the arcane languages of water and earth and sky;
    Nature’s invisible magic
    Worked spells in your unconscious mind.
    You ridiculed Horror
    By making your own appearance hideous;
    You cowed Fear By heightening your menacing grandeur,
    By dancing to the drumbeats of chaos.
    Alas, shadowy Africa,
    Under your black veil Your human aspect remained unknown,
    Blurred by the murk of contempt.
    Others came with iron manacles,
    With clutches sharper than the claws of your own wild wolves: Slavers came,
    With an arrogance more benighted than your own dark jungles. Civilization’s barbarous greed
    Flaunted its naked inhumanity.
    You wailed wordlessly, muddied the soil of your steamy jungles
    With blood and tears;
    The thorn-crushing boots of your violators
    Stuck gouts of that stinking mud
    Forever on your stained history.
    Meanwhile across the sea in their native parishes
    Temple-bells summoned your conquerors to prayer, Morning and evening, in the name of a loving god.
    Mothers dandled babies in their laps;
    Poets raised hymns to beauty.
    Today as the air of the West thickens,
    Constricted by imminent evening storm;
    As animals emerge from secret lairs
    And proclaim by their ominous howls the closing of the day; Come, poet of the end of the age,
    Stand in the dying light of advancing nightfall
    At the door of despoiled Africa
    And say, ‘Forgive, forgive – ’
    In the midst of murdering insanity,
    May these be your civilization’s last, virtuous words.]
    ==========================================

    We cannot help but to think the line, “Poets raised hymns to beauty.” should be replaced by “Revolutionaries, such as you and your friends, raised hymns to PROGRESS.”
    Do you think Mr. Gün, as do your friends in this site that by change of power from “wrong hands” to “right hands” could possibly recreate the continents such as Africa, Americas, Australia devastated by industry and technology and capitalism?
    We do have many more questions to ask you to see if you have more than a superficial knowledge of primitivism.
    ===================================
    KISMEN ÇEVİRİ
    Bay Gün Zileli,
    Bir filozof, “İşçilere ekmekten çok şiir lazım.”, dedi.
    Fikirleri değersiz biçilen arkadaş ve bizler ilkellerin mitlerini yaşadıklarını biliyoruz. Arkadaşımız bu sitede beyhude bunu ifade etmeye çalıştı. Şiirin anası mit olduğundan, arkadaşımız ilkellerin, benimsediğiniz kapitalizm ve Marksizm’in bir versiyonundan başka bir şey olmayan klasik anarşizmle savunduğunuz medenilerden çok daha yüce olduklarını göstermek istedi. Bu “-izm”ler temelde ekmek vaat ederler. Ama sizler gibi orta sınıflara da cazip gelmesi için bazı muğlak kişisel gelişmeler, örneğin yaratıcılık, orijinallik de eklenir.
    İlkeller hakkında geniş kapsamlı ve devasa yazılanlardan bihaber olduğunuz apaçık.
    Bartolomé de las Casas’ı okudunuz mu? Fredy Perlman’ın “The Straight” adlı eserini okudunuz mu? Bu kişiler İLERLEME miti adına yapılan çılgınca kırımları ifşa ederler. Mircea Eliade, Stanley Diamond ve binlerce diğer yazarları okudunuz mu?
    Her halükârda, işte W. Blake gibi çok dinci (bu küfür sözcüğünü sizler gibi püriten orta sınıf devrimcileri huzurunda kullandığımız için bizi lütfen affedin) Hindistanlı bir şairin şiiri.
    [çevrilmeyen şiir]
    Siz ve bu sitedeki arkadaşlarınızın inancı olan gücün “yanlış ellerden” alınıp “doğru ellere” verilmesiyle kapitalizm, endüstri ve teknolojinin harap ettiği kıtalar ve yok ettiği insanlarının tekrar yeniden yaratılmasına inanıyor musunuz, Sn. Gün Zileli?
    İlkeller hakkında tamamıyla satıhsal bilgiden başka bir şey bilip bilmediğinizi onaylamak için soracağımız daha çok sorularımız var.

  1570. Sayın Yeniden TZM Doğanlar,
    Esteemed Born Again TZMs,
    Sizlerin tavsiyenize uyarak bir derinden değişme sürecine girdim. Sizler gibi satıhta olmak, sizler gibi ışığa kavuşmak için derin mağaramdan yavaş yavaş giriş-çıkış kapısına yaklaştım.
    Sırasıyla kafamda (çok özür dilerim, düşünmeyi eski alışkanlıklar içinde, sizin gibi sosyal medya değil, hala kafamda yapmaktayım, lütfen sabırlı olan, yürümeden önce sürünmek lazım) dört büyük sorunuz ve baba öğütleriniz berraklaştı.
    1. TZM’ye katılmak.
    2. Teoriyi TZM ve yüz binlerce verdiğiniz örnekler gibi praksise (icraya) çevirmek.
    3. Dünyayı anlamaktansa değiştirmek.
    4. Dünyayı doğru değil yanlış değiştirip sizlerin yalaka olmanıza neden olan alçakları bulmak, tespit etmek.
    Bu yazımda sadece en önemli olan 1. şıktaki TZM’ye katılma maceramı anlatacağım. Diğer üçüne hafiften dokunacağım.
    Başta son: mağaranın dışı tam bir rezillik.
    TZM’nin yüzlerce ülkede binleri aşan bölgesel ocaklardan İsviçre/Cenevre ocağına başvurdum. Ama beni reddettiler. Ellerindeki son uç teknolojiyle, hem de telefonda, yani aynı sizler gibi uzaktan, beynimi taramayla samimi olmadığımı, aslında hademelik, kapıcılık veya temizcilik gibi bir işe kapak atma art niyetlerle başvurduğumu bilimsel tespit ettiler. Amacımın aslında işin içinde yoğrularak, çekirdekten yetişmek olduğu yanıtımın da oyun olduğunu hemen beynime bakarak anladılar.
    Sanırım sizde de aynı uç teknoloji var. Siz de benim aslında yalan söylediğimi, TZM ve sizler gibi köküne kadar medeni olanların beni tiksindirdiğine inanacaklarına bilimsel- elektronik-nano-kuvantum-en son-en gelişmiş-en etkin-en etken-en verimli teknolojiye inanmayı tercih ettiler. Onlar da maşallah ayni sizler gibi cin, yutmadılar.
    Bu sorun kafamı kurcaladı ve sakin düşünmek için beni tekrar mağaranın derin yerinde sürükledi. Henüz kesin bir çözüm bulmuş değilim. Hipotezlerim sırasıyla:
    a) Siz ve TZM’nin beyin tarama hırdavatınızda bir bozukluk var.
    b) Hırdavatı canlandıran programda bir hata (böcek) var.
    c) Programın içinde benim gibilerin negatif hislerle girdikleri verileri saptayan ve “yalan söylüyor”a tercüme eden bir alt program var.
    Her neyse, gelelim diğer 3 şıkka:
    2. Teoriyi TZM ve yüz binlerce verdiğiniz örnekler gibi praksise (icraya) çevirmek.
    Benim bulduklarım: tüm insanlar inançlarını yaşarlar. Ücret köleliğine inanırlar ve yaparlar, yiyecek, giyecek, ev kirası gibi zorunlukları normal bulup kabul ederler, çocuklarını okula gönderirler, kimlik taşırlar, isimlerini değiştirmezler, … Liste çok uzun. En fazla göze batan sizin ailelerinizin sizi yalakalığa hazırlamalarını normal kabul edip icra etmeleri. Ama araştırmalarım devam ediyor. Yardımcı ve arıtıcı bilgileriniz varsa, lütfen esirgemeyin.
    3. Dünyayı anlamaktansa değiştirmek.
    Benim bulduklarım krallar, kraliçeler, imparatorlar, Devlet başkanları, iş adamları ve özellikle kapitalistler. En başta süper yıldız Muhammed, herif dünyayı değiştirmek için kılıcı ele, hayatı göze aldı. Ama araştırmalarım devam ediyor. Yardımcı ve arıtıcı bilgileriniz varsa, lütfen esirgemeyin.
    4. Dünyayı doğru değil yanlış değiştirip sizlerin yalaka olmanıza neden olan alçakları bulmak, tespit etmek.
    Benim bulduklarım. Tarihte var olmuş, yaşamış bütün insanlar, kabileler, boylar, toplumlar, uluslar, imparatorluklar, yazarlar (Canetti de dahil), şairler, bilim adamları, filozoflar, … Bu liste sonsuza dek uzun. İçimden nerdeyse bütün canlı varlıklar demek geliyor. Ama araştırmalarım devam ediyor. Yardımcı ve arıtıcı bilgileriniz varsa, lütfen esirgemeyin.
    Önemli not: Şahsen para kazanmak için yalakalık yapmak beni rahatsız etmez. Hayatım boyunca ne zaman çalışsam yalakalık yaptığımın tam bilinci içindeydim. Bende yıldız olma orta sınıf saplantısı hiç olmadı diyebilirim. Köleliği bilerek yaptım. Ama şu da doğru ki, işe başladıktan sonra işi doğru dürüst yapmak için elimden geleni yaptım. İşi sizin gibi cıvıklığa, ideolojik saçmalıklarla laf kalabalığına dökmedim. Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmaları, makineleşmiş olduklarını kendilerinden saklamamaları, sizler gibi psikolojik turistliğine çıkmadan kaçınmalarıydı. Eğer isteğim gerçekleşmezse ve durumumuz izin verirse hemen işi bıraktım. Darısı sizin başınıza.

  1571. Sayın 1557,
    Ben ilkeller sorununu açığa çıkarıp ve bilgilerimin sınırları içinde ilkelleri savunmak istedim.
    Ben bu konunun çok yeni bir çerçeve içinde ve çok daha ciddi çalışmalara yol açtığına inanıyorum. İnsanın ne olduğu ve özellikle alışılagelmiş kalıplara sokulup dünyada tek bir defa olmuş bir devrimin yarattığı kavramların deli gömleğine sokulmasında temkinli olmayı daha uygun buluyorum.
    Bu gelişmenin nedenleri türlü. Eğer kabaca özetlersem hem dünyanın hem de bildiğimiz insanın yok olması eşiğinde olmamızın yarattığı düşünce, araştırma, soruları daha da keskin ve uygun ve belagatli ifade etme çabalarına yol açtı derim. Bu konuyu iyice anlamak daha uzun sürebilir. Bize tek yardımı ilham vermesi ve birey olarak seçeneklerimizi bilmemizde yardım etmesi.
    Benim için diğer gezegenlere gidip hayata yeniden başlaması, yeni ve yararlı ve çevreye zarar vermeyecek enerji kaynakları bulup bu gezegende de birbirimizi boğazlamadan yaşaması, insanın evrimi kendi eline alıp istediği yolda yürütmesi, geleneksel insan olarak tanımladığımız canlının yerine tamamıyla yeni varlıkların geçmesi ve benzeri umutlar yanlış veya doğru veya geçersiz veya bilim dışı veya imkansız değil. Hatta bence büyük bir ölçüde yaşadığımız gerçek dünya, veya ileriye yansıtılan dünya. Bence bu gerçek dünyanın hakiki olup olmadığı tamamıyla ayrı bir sorun. Bu sitede amacım elden geldiği kadar gerçek dünyayla hakiki dünya arasındaki, eğer varsa, farkın bilincine saygı gösterilmesini savunmaktı. Bu kolay değil ama şart.
    ” Sorun “uygarlık” içinde o “ilkel insanların” insanîliğini yaşamak mümkün mü?
    Mümkün değil diyenlere karşılık savım şu.. Başka yolu yok.. Geri dönemeyiz.. Olan oldu…”
    Tamamıyla katılıyorum ama şu nüansla: acaba sorunu yanlış ifade etmiyor muyuz?
    Acaba bu olan oldu tüm insanlığa mahsus bir gelişmemiydi? Eğer değilse bize insanın ne olduğunu tanımlamada yanlış cevaplara sürükleyebilir mi?
    Eğer, ” Ve ilkeller.. Kuşkusuz uygarlığın bilinen insanlarından çok daha erdemliler; o insanlara bakıldığında “uygar” olan insan bence de çürümüştür…”, doğruysa ve insanlar bir geçiş safhasıyla uygar yaşamaya başladıysa, bence bunun “derinde” yatan nedenlerini aramadan önce, “tüm insanlık” sorunu gibi algılamadan önce, gereksiz bulutlar arası “metafizik” sorulara dönüştürmeden önce gözümüz önünde olanlara bakmada yarar var. Kabaca söylersem, Avrupalılar her insan dolu yerleri “bulduklarında” genellikle taş devrinde yaşayan insanlarla karşılaşırlar ve ilkellerin tutucu oldukları bilinir. Bu taş devri insanlarının sosyal ve teknolojik safhalardan geçmiş, doğadan yabancılaşmış, sorumsuzluk içinde çocuklaştırılmış, baskı altında çılgınlaştırılmış insanlara karşı dayanmaları, karşı koymaları imkansızdı. Daha da kötüsü bu ilkellerin veya geleneksek cemiyetlerin gaddarca yok edilişini açıklayıcı ileri sürülen nedenler. Bence bu nedenlere hazmı kolay olduğundan inanıldı. Çok daha trajik olan medenilerin sıradan insanları arasında bu tip masallara inanmaları sadece işittikleri propaganda değil, kendi günlük yaşadıklarına uyduğundan. Ve bu hala devam etmekte. Ne kadar üzücü bir durum.
    Anlatılan masallar bu yok edilen insanların geri kalmış olmaları veya benzeri biyolojik, doğal, evrimsel, akıl almaz materyalist veya idealist veya rasyonalist veya …veya kaçınılmazlık. “Kaçınılmazlık” bilinci ve kavramına bütün ilkellerde var. Türkiye’de “felek” veya “kader” olarak kalıntısına rastlanır. Eski Yunanlılarda çok açık ifade edilir: “tanrılar bile feleğin takdirine karşı gelemezler.” Çok daha basit örneği daha sonra adına “doğa yasası” verilen kavram. Belki Parisli, New Yorklu veya İstanbulluya taş atıldığında yere düşeceğine yukarı gidip uzaya karışacağını yutturabilirsin ama bir ilkele bunu yutturmak çok zor.
    Ne de teknolojik üstünlük kendi başına ilkeller veya geleneksel cemiyetlerin yenilgisini tam açıklar. ABD’nin Avrupa’yı arkada bırakmasının bir nedeni teknolojik bilgiyle doğa zenginliklerine kavuşması diyebiliriz. Ama Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar, İslam, Osmanlılar ve hatta Avrupalılar bile uzun bir süre Afrika kıyılarında kaldılar, içeri girip doğal kaynakları Amerika kadar zengin Afrika’dan ABD gibi yararlanamadılar.
    Eğer aklı başında biri sadece ve sadece Eskimoların yaşanılması imkansız gibi görünen bir çevrede yaşadıklarını yakından incelese ve güzel bir hayat sürdürdüklerini öğrense belki bu masalların aslında uydurmalar olduğundan şüphe eder. Eskimolar teknolojide en becerikli insanlar olarak bilinirler.
    Daha yakından bir örnek: endüstri ve teknolojik çağına kadar dünyayı sırtında taşıyan tarım köylüleri. Tarım ve yerleşik hayata geçtikten sonra hemen hemen hiç değişmeden 5-10 bin yıl yaşayan bu köylüler de aynı ilkeller gibi son zamanlarda kırımdan geçerler. Aynı ilkeller için anlatılan masallar tekrarlanır. Bu insanların dans, müzik, ölüm, doğum, evlilik ayinleri, atasözleri, masalları, bilmecelerle çocukları eğitmek gibi binlerce yaratıcılık tarihe karışır, televizyon eğlencesi olur. İlkellere uydurulan masallar tekrarlanır, köylülerin cenaze merasimi, mersiyesi olur.
    Bence burjuva devriminin yarattığı deli gömleklerinden biri “Çünkü biz “oradan buraya” yetersiz üretici güçleri geliştirme hırsı ile geldik..” Bence bu sadece medenilerin kendi imgelerini diğerlerine yansıtması olmakla, kırımdan geçirdiklerini kaçınılmaz göstermekle kalmaz, medeniyet içinde bu gelişmelere karşı direnenlerin de kırımdan geçirilip tarihten silinmesini saklar.
    Bence asıl yanlışlık bir avuç insanı tüm insanlar gibi algılamak ve bu bir avuç insanı insana model etmek.

  1572. Sayın (Anonim) 1562'ye

    Sayın “Anonim” 1562,

    28 Mayıs 2015’ten beri sizle yürüttüğümüz yüzlerce görüşmeden sonra, size şunu yazmaya parmaklarımızın varacağını hiç ummazdık;
    Ümit ederiz, irkilmezsiniz:
    Sizde “anlama kıtlığı” mı var?!

    Şunu yazmışsınız:
    [Dünyayı anlamaktansa değiştirmek.]

    Siz, hâlâ ama hâlâ, “dünya” ile “kapitalizm”i birbirine denk zannediyorsunuz; HATAYI BURADA YAPIYORSUNUZ, BU NEDENLE ANLAMAKTA KITLIK ÇEKİYORSUNUZ.

    “The Zeitgeist Movement’ta (TZM)”, sırf “movement” kelimesi var diye; bu oluşumu “new age” zannediyorsunuz! Yazık! Beyninize acıyoruz!

    SİZE, YUKARIDA, YÜZLERCE KEZ YAZDIK:

    TZM’NİN, HİÇBİR ZAMAN; “DÜNYAYI ISLAH ETMEK”, “DÜNYAYI DEĞİŞTİRMEK” GİBİ BİR AMACI OLMADI!
    ÇÜNKÜ:
    DÜNYA ISLAH “EDİLEMEZ”!

    TZM’nin amacı; “kapitalizm” hastalığının kökünü kazımak!

    “Armut”lar ile “elma”ları birbirine karıştırmayın sayın “1562”.

    SİZ, SAYIN “1562”:
    “HAYAT” İLE “KAPİTALİZM”İ BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ!
    “DÜNYA” İLE “KAPİTALİZM”İ BİRBİRİNE KARIŞTIRIYORSUNUZ!

    PROBLEMİNİZ BURADAN BAŞLIYOR!

    Şunu yazmışsınız:
    [Şahsen para kazanmak için yalakalık yapmak beni rahatsız etmez. Hayatım boyunca ne zaman çalışsam yalakalık yaptığımın tam bilinci içindeydim. Bende yıldız olma orta sınıf saplantısı hiç olmadı diyebilirim. Köleliği bilerek yaptım. Ama şu da doğru ki, işe başladıktan sonra işi doğru dürüst yapmak için elimden geleni yaptım. İşi sizin gibi cıvıklığa, ideolojik saçmalıklarla laf kalabalığına dökmedim. Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmaları, makineleşmiş olduklarını kendilerinden saklamamaları, sizler gibi psikolojik turistliğine çıkmadan kaçınmalarıydı. Eğer isteğim gerçekleşmezse ve durumumuz izin verirse hemen işi bıraktım. Darısı sizin başınıza.]

    Kapitalizme “KARŞI OLMADIĞINIZI” yavaş yavaş deklare etmeye mi başlıyorsunuz sayın “1562”?! Eğer böyle bir niyetiniz var ise, bunu niçin “28 Mayıs 2015″te yapmadınız da şimdi yapıyorsunuz?! “Sermayenin hegemonyası” sizi de mi işgal etmeye başladı?! Hani, ne oldu sizin [1968 olayları yaşanırken, ben öğrenciydim] açıklamanız?! “Kendine ihanet etmekten zevk duyanlar kervanı”na katılanlardan biri de siz mi oldunuz sayın “1562”?!

    Hele şu ifadeniz: [ideolojik saçmalıklarla] !!!!!

    28 MAYIS 2015’TEN BERİ, BU SAYFADA YAZDIĞIMIZ BİNLERCE KELİME ARASINDAN; BİR TEK, EVET, BİR TEK “İDEOLOJİK” İFADE BULAMAZSINIZ!

    YALAN ATMAYIN!

    “Homo Ludens” hususunda uyguladığınız taktiklerinizi yeniden gözden geçirmeniz gerekecek sayın “1562”!

    Şunu yazmışsınız:
    [Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmaları, makineleşmiş olduklarını kendilerinden saklamamaları]

    “Luddit”leri, “Edward Ludlam” veya “Ned Ludd”u ne çabuk unuttunuz sayın “1562”:

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 25 Haziran 2016 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ‘emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    http://bit.ly/1hgokee

    Hani, ne oldu?!

    Hani, “primitif”leri sürekli örnek veriyordunuz?!

    Hani, insanın hayatla arasına sokulan her tür “aparat”a karşı olduğunuzu söylüyordunuz?!

    Hani, “para”yı DA bu aparatlardan biri olarak görüyor ve “para”ya da “ısrarla karşı çıkıyordunuz”?!

    Şimdi ne oldu da; [şahsen para kazanmak için yalakalık yapmak beni rahatsız etmez] diye yazıyorsunuz?!

    Yoksa; “kapitalizmin, sizi DE sömürdüğü”nü nihayet idrak etmeye mi başladınız sayın “1562”?!

    Hani, ne oldu?!
    “Samuel Butler”ın yaptığı uyarıyı yerine getiremediniz mi;
    “Our opinion is that war to the death should be instantly proclaimed against them. Every machine of every sort should be destroyed by the well-wisher of his species. Let there be no exceptions made, no quarter shown; let us at once go back to the primeval condition of the race. If it be urged that this is impossible under the present condition of human affairs, this at once proves that the mischief is already done, that our servitude has commenced in good earnest, that we have raised a race of beings whom it is beyond our power to destroy and that we are not only enslaved but are absolutely acquiescent in our bondage.”

    [Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmaları, makineleşmiş olduklarını kendilerinden saklamamaları]
    Hani, ne oldu?!
    Makineleri kıramadınız mı?!
    Tek başına mı kaldınız?!
    “Eğer makineleri kırarsam; beni işten atarlar” diye ürktünüz mü?!

    Hele hele şu tabiriniz; [psikolojik turistlik] !!!!!

    Hani, Sigmund Freud’u yerin dibine sokuyordunuz?!
    Hani, Jacques Lacan’a yumruk atmak istiyordunuz?! Yoksa, yumruktan vazgeçip; “objet petit a” çalışmaya mı karar verdiniz?!

    [Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmaları, makineleşmiş olduklarını kendilerinden saklamamaları]
    “Aman haaa… Kapitalizme karşı sesinizi-soluğunuzu çıkarmayın!
    Uslu uslu sömürün, ve kendinizi de sömürtün!
    Sömürü düzeni olan ‘kapitalizm’den kendinizi saklamayın!”

    Zurnanın zırt dediği yere geldik:
    [işi bıraktım. Darısı sizin başınıza.]

    Evlatlarımıza kim bakacak?! Eve kim ekmek götürecek?!

    Siz, “lanet olsun!” diyerek, kapıyı şiddetle çarpıp, çıkıp gitmişsiniz!
    Anlaşılan o ki; [şahsen para kazanmak için yalakalık yapmak beni rahatsız etmez] ifadenizde de sezilebildiği üzere, kapıyı çarpmanızdan önce, o karşı çıktığınız aparat “para” konusunda, hem cüzdanınızda, hem banka hesaplarınızda epey birikim yapmış olmalısınız ki; bunun verdiği kafa ve “aç-susuz kalmama” rahatlığı ile, kapıyı şiddetle çarpıp gidebilmişsiniz!

    Herkes sizin kadar “cesur” değil!

    Darısı sadece bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların değil; kimsenin başına kolay kolay gelmez!

  1573. Sayın (Anonim) 1562'ye 2. BÖLÜM

    Sayın “Anonim” 1562,

    [Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmaları, makineleşmiş olduklarını kendilerinden saklamamaları]

    Adam Smith’in 1776 yılında yazdığı tuzağa düşmekten ve çevrenizdekileri de bu tuzağa çekmekten zevk mi alıyorsunuz sayın “1562”?!

    Makineleşmeye karşıyken, ne oldu da; “makineleşmeyi savunur hâle” geldiniz sayın “1562”?!

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:

    19 Mayıs 2015

    Adres:
    https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    *
    TOFAŞ işçisinin bu ‘iliklerine kadar gerçekliğini!’ bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    […
    ‘Ulusların Zenginliği’ çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.

    ‘Rutin’; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende ‘en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor’ dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı.

    ‘Ulusların Zenginliği’nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:

    ‘İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.’

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:

    Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. ‘Diderot’nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde ‘aptal ve cahil’ bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
    …]

    Kitap: ‘Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri’
    Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Sayfa 38, 39
    Adres:
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )

  1574. İlkellerde yaygın bir adet: Birey istediği zaman doğduğu kişiliğinden vazgeçer, adını ve özünü değiştirir. Cemiyet kişiye bir mezar kazar, kişi sembolik ölür, yeni bir kişi olarak dirilir.
    Birey bu yeniden doğuşu yüz binlerce bürokratik, Devlet, okul, iş yeri, banka labirentinde kaybolmadan, cambazlık yapmadan tanıdık ve sevdikleri arasında başarır.
    Dahası da var.
    Diğer yandan, medeniler tarihi yazılan soyutlar soyutu toplumun yeniden doğuşunu beklerler. Tek ilerleyen ve gelişen toplumdur. Eğer fetihler, kırımlar bir yana bırakılırsa, toplum yeniden doğmak için okul sayısı kadar çok nedenleri bekler: Antik Yunan, İstanbul Fethi, Arap katkısı tercümeleri, dinde reform, teknoloji ve bilimde gelişme, nüfus artışı, pazarların doğuşu ve çoğalışı, Doğu’dan gelen bilgiler, doğayı bulma ve “olduğu gibi” görme, …
    Dışarıda veya içerde bir avuç fazlalığın fazla yemesiyle çok şişko olmuş toplum patlar. Daha güncel bir açıklama yaparsak, fazla kolesterolden kalp krizi geçirip geberir veya stresten kafayı yer. Sanırım biz kafayı yediği zamanları yaşıyoruz.
    Her neyse, ben de ilkeller gibi yeniden doğmaya karar verdim. Eski ismim yasaklandığından yeni bir isim seçtim: “düşüncelerim on para etmez, eğer ulu şef beğenmezse”, kısaca, “Düşünceler On Para Etmez” veya daha da kısaca adım artık DOPE.
    Soru: Faşizme karşımı sınız?
    Cevap: Faşizmin baskıcılığına karşıyım.
    Şimdi sorana büyük bir sorun çıkar: baskıcılıksız faşizm olabilir mi?
    Aynı şekilde Devlet, sınıflar, iş bölümü, yazı, okul, vergi, şehir ve yerleşik yaşam, bürokrasi, içte baskı dışta fetih, tapınak, insanları dıştan bir emirle iş başı etmekle ilk makinenin doğuşu gibi Medeniyet’in özünü oluşturanların arasında baskıya dayanan veya dayanmayanları ayıklamak soruyu sorana bırakılır.
    Ama daha da büyük bir çelişki politikacılarda çok rastlanan bir deve kuşu sendromu. Saf, temiz, baskısız Medeniyet mümkün iması. Bu İLERİCİLİK’İN (= daha iyi olmak) tek ve tek tanımı. Aksi halde mekanda yürümek veya zamanda büyümek gibi bir şey olur çıkar. İLERİCİLİK, PUTLAŞTIRILMIŞ milyonlarca can-kan ve mürekkep akıtacak bir tarih süreci olmaktan çıkar. Mutfak dedikodusu olur.
    Ben DOPE olarak bu siteye girdiğimden bu yana ki başka hiçbir siteye hiç bir zaman katılmadım ve katılmam da, bilgisi 17.-19. yüz yılara saplanmış kalmış bu ulu şefin hakareti ve benzerlerinin hakarete katılışıyla bataklığa battıkça battım. İstesek de istemesek de, Medeniyet’in en büyük zararı sayılabilecek İŞ BÖLÜMÜ ve uzmanlık hastalığına yakalanmışız. Tek istediğim ulu şefin ilkellik ve benzeri konularda bilgisiz olduğunu, bana hakaretinin kişisel nedenlerden kaynaklandığını, yerli pazardaki tezgahının göz kamaştırıcı olmasının kendine bu küstahlığı sağladığına güvendiğinden patavatsız davrandığını, ukalalık ettiğini ve cahilliğinin kendi gibi cahiller arasında yutulacağın bildiğini itiraf edip özür dilemesi.
    Eğer G. Zileli bunu yaparsa ben bu siteden tamamıyla çekilirim. Zaten artık kendisi de dahil hemen hemen hiç kimseyi ciddiye bile almamanın bende yarattığı rezillik ve pişmanlık duyguları içinde çırpınıp duruyorum.
    Tekrar ediyorum: bu çok bilen ulu şef haddini bilip bazı konularda cahilliğinin gafletine kapılarak laf oyununa dökmeden bana hakaret ettiğini açık açık söylerse, ben bu siteye yazmaktan seve seve vazgeçerim.

  1575. 1564 ve 1565 Ben DOPE (yeni ismim)
    Gönderdiğiniz siteler, kitaplar, sosyal medya ve diğer kaynaklar için çok teşekkürler.
    Sadece liste 23 sayfa tuttu.
    Siz beni J. Peter ve G. Zileli iki dahiyle karıştırıyorsunuz. Benim bu listedekileri okumam 50-60 yıl alır, anlamam 500-600 yıl sürer. Lütfen biraz merhametli olun.
    Ama hatırınız için listedekilerin başından başladım. Ancak “ikaz ve çözüm” önerileriyle dayatma arasındaki sonsuz inceliği bana biraz daha etraflı anlatırsanız çok sevinirim. Lütfen unutmayın ben Peter, Zileli ve sizler gibi ileri zekalı değilim, bende bir bakışta anlayacak yetenek yok.
    İnceliği ben de inceltiyim:
    1. Dayatma gücü olmayan nasıl dayatacak?
    2. Hitler’den bu yana düzen,
    a) orta sınıf rahatlığı içinde yaşayan enayileri copla değil tatlı ninnilerle uyutmayı tercih etti;
    b) aynı görüşü paylaşanlar arasında dayatmaya gerek olmadığı bilinen bir fenomen,
    c) ABD’nin kalp ve akıllara (hearts and minds) hitabı da bilinir,
    d) TZM aynı taktikleri bilerek mi kullanıyor yoksa kendileri de farkında olmadan bu dil çabukluğunu yutmuşlar mı?
    Şimdi okuduklarım, seyirciliğini yaptıklarım, anlamakta zorluk çektiğim için inek trene bakar gibi baktıklarımın çok çok çok kısa bir listesi:
    “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)”in İKAZI ve ÇÖZÜM önerisi:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=j7se4gFTCys )
    (TZM)” SUNDUĞU ÇÖZÜM ÖNERİLERİNİ (DİKKAT BUYURUNUZ; ÇÖZÜM “DAYATMALARI” DEĞİL)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=jIFK0NhMVws )
    “Post-Scarcity Economics” presented by Peter Joseph.
    “Impacts of Income Inequality on Human Health”
    25th April 2015, London:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=_ViZF3BTjJ0 )
    Martin Wilkinson (The Equality Trust; https://www.equalitytrust.org.uk/ )

    “Economic Calculation in a ‘Natural Law / Resource-based Economy’”
    12th November 2013, Berlin, presented by Peter Joseph:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=K9FDIne7M9o )
    “Faces Of Structural Violence”
    15th March 2015, Berlin:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=P1bXnt1XQzg )
    Max Bocksch presents “Faces Of Structural Violence“ at the Main Global ZDAY Event in Berlin. His talk portrays various examples of Structural Violence in today’s outdated market structure, reflecting on different symptoms it produces and possible “easing factors” towards problem resolution.
    “Politics, Ethical Choices and Conspiracy Theories”
    23rd March 2016:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=3e7CXZOX2vI )
    In this episode Casey Davidson (Australian national coordinator for TZM) discusses whether the Zeitgeist Movement should interact with political parties, how to find a balance between making ethical choices and connecting with larger audiences as well as introducing the Brisbane chapter’s amusing “Tinfoil hat scale”.
    “Where we go from here?”
    26th March 2016, Athens, presented by Peter Joseph:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=eyEP2H3QsII )
    “The Zeitgeist Movement Interview”
    26th March 2016, Athens:
    ( https://www.youtube.com/watch?v=Jnh3NsZVWvs )
    “Mirrors: Stories of Almost Everyone”
    Written by Eduardo Galeano
    “Aynalar: Neredeyse Evrensel Bir Tarih”
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aynalar/140774.html )
    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )
    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )
    [2011] “Zeitgeist: MOVING FORWARD”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )
    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
    Not: Lütfen, şu bol şekerli tatlı “MOVING FORWARD” sözlerin ne anlama geldiğini de açıklar mısınız?
    Not: Cenevre TZM ocağı telefon etti. Eğer sizleri referans olarak kullanırsam ve sizlerin TZM parolanızı iliştirirsem, beni sanal hadameliğe kabul edecekler. Sosyal medyayı dolaşıp benim gibi TZM’nin dolandırıcılar oldukalarını ileri sürenleri silp süpüreceğim. Lüfen bana gerçek adlarınızı ve TZM parolanızı yazın. Allah sizi kapitalist olmayan TZM veya sıfatsız anarşist cennetinize bir an önce kavuştursun!

  1576. DOPE’nin bir başka anlamı da; marijuana (esrar), “‘ulu şef’lerin onay vermediği” illegal uyuşturucular.

    Haberiniz vardır mutlaka bu anlamından da…

  1577. Sayın (DOPE) 1567'ye

    Sayın “DOPE” 1567,

    Yukarıda, ısrarla; [satıhsal] kelimesini kullanmıştınız; hatırladınız mı?!

    “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)”, size defalarca gönderdiğimiz referanslarını İNCELEMEDEN, NİÇİN “SATIHSAL” YAZIYORSUNUZ?!

    YAKIŞIYOR MU SİZİN GİBİ BİR “KRİTİK UZMANI”NA; İNCELEMEDEN, KENDİ KENDİNE ATIP-TUTMAK?!

    “Link”lerin hiçbirine tıklamadığınız için, ve içlerinde neler olduğunu İNCELEMEDİĞİNİZ İÇİN, ŞAŞKIN ÖRDEK GİBİ “SATIHSAL” KALMIŞSINIZ SAYIN “DOPE”!

    Siz, “Moving Forward” ifadesini, hâlâ ama hâlâ; “ilerlemecilik” olaran “yanlış” anlamaya mahkûmsunuz, çünkü, “link”leri tıklamamışsınız, ne anlattığını incelememişsiniz!

    “Peter Joseph”:
    “Kurtarıcı Peygamber”lik misyonunu üstlenmiş bir “ulu şef yamağı” değil!
    “CIA ajanı” değil!
    Veya “Doğu Almanya’daki meşhur ‘STASI’nin telefonları gizlice dinleme operatörü başkanı” değil!

    David Watson ve Fredy Perlman nasıl sizin arkadaşlarınız ise; Peter Joseph de bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların arkadaşı (Sayın Joseph’in kendisi de bir “Beyaz Ya-LA-ka”). Ve unutmayınız: TZM’nin çözüm önerilerini incelediğinizde, sayın Watson’dan ve sayın Perlman’dan da “kapitalizm karşıtı destekler” bulacaksınız! Şaşırmayın sayın “DOPE”!

    Ama nerede sizde o sabır!

    Siz, on-yıllar boyunca, “bol kitaplı mağaranızdan” dışarı adımınızı atmayın;
    Sonra; [Benim bu listedekileri okumam 50-60 yıl alır, anlamam 500-600 yıl sürer. Lütfen biraz merhametli olun.] şirinliğini taslamaya çalışın!

    Yemezler!

    Sormuşsunuz: [Lüfen bana gerçek adlarınızı ve TZM parolanızı yazın.]

    ===== İşte çok merak ettiğiniz [gerçek adlarımız] =====

    In our generation we were doomed by our parents’ (and grandparents’) — like those who name themselves “DOPE” and etc. — greatest fears. Since our early toddlerhood, we were constantly brainwashed into becoming tame, professional, utterly-egocentric and deadly-competitive lickers of “C.E.O.”s majestic asses. In every single second of our juvenile years, we were educated to be “forever young” slaves of capitalism. Then, coincidentally, a very experienced, and perhaps doleful man, named “pipsqueak” (nowadays named “DOPE”), appeared before us. This happened all of a sudden. On Mr Gun Zileli’s website, he tirelessly wrote thousands of pages — which he seems to be struggling to deliver a kind of conclusion — that he had lived long enough to be of next generation and had found out that gullibles were not the yokels that they were made out to be. But unfortunately, he is completely unaware that he just imitates the character (sinologist) Dr Peter Kien written in the marvellous book “Die Blendung (Auto-da-Fé)” by “abhorrence-free” mind Elias Canetti. It is crystal-clear that Mr “DOPE” enjoys (a lot!) to live in “a-million-books”-shelved-cave; he does not act to help poeple trapped in the cruellest hole of capitalism at all. What a pity!

    (Patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar)

    ===== İşte çok merak ettiğiniz [TZM parolaları] =====

    Parola no 1:

    “The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!”

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

    Parola no 2:

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    Howard Zinn,
    “Changing Minds, One at a Time”,
    “The Progressive” dergisi,
    Mart 2005
    ( http://www.progressive.org/march05/zinn0305.php )

    Parola no 3:

    “If you are neutral in situations of injustice, you have chosen the side of the oppressor. If an elephant has its foot on the tail of a mouse and you say that you are neutral, the mouse will not appreciate your neutrality.”

    Desmond Tutu,
    “Unexpected News: Reading the Bible with Third World Eyes” written by Robert McAfee Brown,
    1984

  1578. İlkellik, Televizyon, Holywood Filimleri ve
    en Tehlikelisi Solculuk-Devrimcilik masalları
    Not: Anlatacağım olay 20. yüz yıl başlarında geçer. O zamanın antropologlarının ve sıradan halkın dilini olduğu gibi bıraktım. Medeni olmayana, “medeni değil”, denirdi. TZMci Türk dahilerin getirdiği “herkes ve her şey medenidir” büyük yenilik daha henüz bilinmiyordu.
    Aynı şekilde, Türk dili dahisinin “vahşi” sözcüğünü “wahsi” olarak düzelttiğinden de habersizlerdi.
    1911 yılında California’da Ishi adlı bir yerli vahşilikten, taş devrinde yaşamaktan vazgeçip medeniyete sığınır.
    1862-67 arası beyazlar California’da 3-4 bin Kızılderili öldürürler ve bu bölgede daha önce bilinmeyen kafa derisi yüzmeyi ilk defa icra ederler.
    1862’de doğduğu tahmin edilen Ishi bir soy kırımından tamamıyla tesadüf eseri kurtulan yerliden biri. Bunlar ölülerini adetleri olan saygı merasimiyle yaktıktan sonra 1872-1884 arası vahşi dünyada nüfusun üslü artması ve her yerde aranmalarına rağmen zerre kadar ipucu vermeden, antropologları bile şaşırtan becerilerle yaşamda kalmayı becerirler. 1884’le 1908 arası sayılarının dörte indiği sanılır. 1908’den sonra Ishi tek başına vahşiliğine devam eder.
    Not: merak edenler aşağıdaki siteye bir göz atabilirler.
    tr.wikipedia.org
    Daha ayrıntılı ve okumaya değer Theodora Kroeber’ın “Ishi” adlı kitabı.
    Kitap ve Ishi’yi himayesine alan antropologların anlattıkları ilkelliği televizyon ve Holywood filimlerinden öğrenen ve tiksindirici saçmalıklar konuşanlar, ilkelliği basmakalıp formüllere indirgeyenlere bir ders olabilir. Tabii eğer tenezzül eder de bu aşağı seviyelere inerlerse.
    Ben binlerce örnek arasından saçmalıkların çirkinliğini sergileyen bir tanesini seçtim.
    Antropologlar Ishi’yi himayeleri altına aldıktan bir süre sonra Ishi’nin 1872-1911 yabani dünyada yaşadığı yerleri görmeye gitmeyi önerirler.
    Ishi antropologların çıldırdığını sanır. Gitmek istemez. Oralarda yaşamanın, esen şiddetli fırtınalardan korunmanın zorluklarını anlatır. Yılanlar, dağ aslanları, açlık, susuzluktan söz eder. Banyo, ısıtma, sandalye, dolap gibi yaşamı kolaylaştıranlara işaret eder. Hatta sadece birkaç hafta için bile bu rahatlıklardan vazgeçmek ona çılgınlık gibi gelir.
    Ümit ederim bu anlattığım ilkelliği savunmayı yaşamı daha kolaylaştırmak için yapılanlarla karıştırma saplantısından kurtulmada bir adım olur. Daha da büyük dileğim ilkelleri çalışıp anlamanın bazı basmakalıp laflarla bilir gibi görünmeye, satıhsallığa, kendi bildiği dile çeviremeye, kendi varsayımlarından mantıksal tümdengelim yapmalardan vazgeçmeye neden olur; insanın kendini tanıma çabası olan bu çalışmalar ciddiye alınır; hızla kırımdan geçen ilkelleri çalışma, geçmiş tarihi daha dikkatle elekten geçirme, bazı farkında olmadan kabul edilen varsayımların farkına varılmasına yol açar.

  1579. Sayın 1568
    Evet, biliyorum ama tam kuru kellelere yakışır bir düzeltme yapacağım:
    marijuana ≠ esrar;
    marijuana = yapraklar + (eğer kaliteliyse) çiçekler;
    esrar = hashish.
    Efsanelere göre Hasan Sabbah’ın assassinlerinden türeyen bir kelime.
    Her halükârda, daha henüz yeni adıma bir yasak koyulmadı.
    Not: Yazdıklarımın değersiz ve sıkıcı olduğunu bildiğimden, bana uygun olduğundan, uyuyanlar daha rahat uyusunlar diye ismi bilerek seçtim. Ağrı kesmede ve diğer bazı öldürücü hastalıklarda yararı tespit edilen çok etkin bir bitki.
    Fakat başta ilaç şirketleri, ardından dostları ve ortakları uyuşturucu madde mafyaları, Devletler, Obama, Hollande, Cameron, Merkel, BM, Nato, büyük bilim adamları ve komisyoncu doktorlar, yani muhabbet tellalları temsil ettikleri İNSANLIK adına devreye girdiler. Televizyon, medya, gazeteler, dergiler kısacası nerde b*k varsa sinek çok olur hesabı herkese iş çıktı. İş çoktan eğlence-seyirciliğe çevrildi

  1580. 1569 (DOPE’dan)
    Sizi anlamak gittikçe zorlaşıyor. Mağaranın derinliklerine kayıyorum olmuyor, satıha çıkıyorum olmuyor.
    Yeni ulu şefiniz Yosef Peter dünyayı kapitalizm gibi gelmiş geçmiş en güçlü beladan kurtarmak peşinde, ama size göre herif ne kurtarıcı ne ıslahçı ne de mesih. Adının takma olduğunu bile çakmayacak kadar enayileri peşine takması beni şaşırtmıyor.
    Sizleri ciddiye almam için birinin bir silahı canımdan çok sevdiğim karımın beynine dayaması şart.
    Ama insanların bataklıktan neden çıkamadıklarını anlamada düşünce deneyi de hoş oluyor. Bu herifin ve katılan cinlerin tezgahladıkları ne acaba? İlk akla gelenler:
    Gençlik spor bayramı; Hitler gençliğini güncelleştirme; sayısı sayısız olan jimnastik ve spor salonları; pasiflik, değersizlik ve siliklik içinde kıvrananlara umut, işgüzarlık, sorumluluk gibi sanal terapi veya gerçek macera (örneğin IŞİD’e katılanlar, eskiden örnek Barış Gönüllüleri) ve nihayet M. Weber’in altın yumurtası karizmatik lider.
    Ama tabii tek ve en önemlisi ve sizlerin görmesi imkansız olan KAPİTALİ yönetmenin becerilerini piyasaya sürme: bunun anti-kapitalizm ambalajı bile sizleri kuşkulandırmıyor. Kapitalizm çoktan öldü. Yerini KAPİTALİ yönetim aldı.
    Sayın TZM din müritleri, bu yeni Kilise’nin kurucusu ve TZM cennetini anahtarını elinde tutan Peter’de çok iş var. Aynı sıfatsız anarşizmde bulduğunuz hazine gibi bu herifte de altın yumurtalar sayısız. Bu herif sizi kurtaracak!

  1581. Sayın (DOPE) 1572'ye

    Sayın “DOPE” 1572,

    Kusura bakmayınız: ZIRVALIYORSUNUZ!

    “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)” çözüm önerilerini İNCELEMEDEN, İŞKEMBENİZDEN SALLIYORSUNUZ!

    HER ŞEYDEN ÖNCE; YALAN ATIYORSUNUZ!

    Şu zırvayı yumurtlamışsınız: [Sayın TZM din müritleri, bu yeni Kilise’nin kurucusu ve TZM cenneti]

    TZM’nin:
    Herhangi bir “new-age religion (dini akım)” ile,
    Herhangi bir “Stalinist” hizip ile,
    Herhangi bir siyasi partinin “gençlik teşkilatı” ile,
    Herhangi bir “Sergey Nechayev” ile,
    Herhangi bir “Don Kişot” ile,
    Herhangi bir “Amiş türü hayat” özenci ile,
    Herhangi bir “mesih”lik organizasyonu ile,
    Herhangi bir “ulu şef” ile,
    Herhangi bir “ilah” ile,
    Herhangi bir “politbüro diktatörlüğü” ile,
    Herhangi bir “A Would-like-to-be [Wanna-be] Celebrity community (‘yıldız’ olmaya özenenler topluluğu)” ile,
    Herhangi bir “peygamber” ile,
    Herhangi bir “hacı” ile
    Herhangi bir “hoca” ile
    Herhangi bir “derviş” ile
    Herhangi bir “mehdi”lik organizasyonu ile,
    Herhangi bir “şeyh” ile,
    Herhangi bir “keşiş” ile,
    Herhangi bir “guru” ile,
    Herhangi bir “imam” ile,
    Herhangi bir “papaz” ile,
    Herhangi bir “kardinal” ile,
    Herhangi bir “rahip” ile,
    Herhangi bir “müezzin” ile,
    Herhangi bir “rahibe” ile,
    Herhangi bir “haham” ile,
    Herhangi bir “akademi + üniversite cuntası” ile,
    Herhangi bir “zinde kuvvetler” ile,
    Herhangi bir “öncü cephe” & “öncü savaşı” & “vanguardism” ile,
    Herhangi bir “paramiliter örgüt” ile,
    Herhangi bir “militer örgüt” ile,
    Herhangi bir “polis” ile,
    Herhangi bir “M.İ.T.” ile,
    Herhangi bir “CIA” ile,
    Herhangi bir “FBI” ile,
    Herhangi bir “STASI” ile,
    Herhangi bir “KGB” ile,
    Herhangi bir “MOSSAD” ile,
    Herhangi bir “MI5” ile,
    Herhangi bir “devlet” ile,
    Herhangi bir “iktidar” ile,
    Herhangi bir “şirketokrasi” ile,
    Herhangi bir “SSCB KOMSOMOL” ile,
    Herhangi bir “hiyerarşik zihniyet” ile,
    (…)
    Ve yüzbinlerce türeviyle BAĞI YOK!

    “Paranoyalarınızdan kurtulmanız için” çaba sarfetmenizi öneriyoruz sayın “DOPE”!

    Dostumuz “Peter Joseph” elbette gerçek ismini kullanıyor! Sizin gibi “paranoyak” değil!

    Okuyunuz, öğreniniz: ( http://peterjoseph.info/biography/ )

    Eğer “isimlerin tarihçesine” de eğilmek isterseniz, “L’onomastique” üzerine uzmanlaşmak isterseniz; dilbilimci Noam Chomsky’ye, veya şu meşhur “Yalçın Küçük”e danışabilirsiniz!

    * * * * * * * * * *
    Şunu yazmışsınız:
    [Sizi anlamak gittikçe zorlaşıyor.]

    Bu pek mümkün değil. “Anlamadığınız hususlar” elbette var, fakat anladıklarınız DA var.

    Bu sayfanın başına, 28 Mayıs 2015’e dönüp, dikkatle bakın bakalım:

    “Gençlik ‘myth’i / Yaşlılık ‘myth’i” zehirlerini; “modernite”, insanların üzerine yüzyıllar boyunca serpiyor!

    Sayın “DOPE”, sizle tanışmamız; yukarıdaki zehirleri birbirimize hatırlatmamız ile başlamıştı, hatırlıyor musunuz?!

    İnsanları “daima köle” düzeninde tutmak için; hem “modernite”, hem “kapitalizm” eline geçen her fırsatı kullanma hususunda çok maharetli! (Hatırlayınız: “Simone Weil” ve “Samuel Butler”, moderniteye karşı nasıl görüşler ortaya koymuşlardı!)

    “Gençlik ‘myth’i”; bugün, en etkili “modernite & kapitalizm” zehirlerinden biridir!

    Eğer “bol kitaplı mağaranızdan” dışarı adım atıp, siz DE; “kapitalizm”e karşı mücadelelere destek verirseniz:
    “Hayat”; ilkellerin yaşadığı zamanlarda epey bulunan “hakiki erdem”e, belki, bugün, gelecekte, yeniden kavuşabilir!

    Fakat:
    Sizin gibi, tecrübeli, “kitaplar allâmesi”, görmüş-geçirmiş bir şahıs; “kapitalizm”e karşı mücadelelere destek vermezse;
    Bu sayfada ısrarla vurguladığınız “ilkellerin hakiki erdemi”ne yaklaşamazsınız bile!

    Şu saçmalıkları bir daha yazmamanızı tavsiye ediyoruz:
    [Şahsen para kazanmak için yalakalık yapmak beni rahatsız etmez. Hatta iş yerinde tek istediğim benimle çalışanların makine gibi çalışmalarıydı.] (Not: “1564” ve “1565” numaralı metinlerimizi dikkatle okumanızı öneriyoruz!)

    Unutmayın:
    “Kapitalizm”; sizle DE, bir kukla gibi oynuyor!
    Buna “karşı çıkıp”, mücadele etmek, “eylemler”e katılmak; sizin elinizde!

    “DOPE” mahlasını kullanmaya karar vermişsiniz, dikkat edin; yanlışıkla “DUPE” olmayın!

  1582. Sayın “DOPE”ye,

    Eduardo Galeano’nun ömrü boyunca mücadele ettiği, Latin Amerika “MEDENİYETLERİ”nin soykırıma uğratılMAması üzerine muazzam fotoğraflar içeren bir haber:

    “The Dazzling Indigenous Cultures Of Mexico, In Photos”

    ( http://www.huffingtonpost.com/entry/photographer-documents-the-dazzling-indigenous-cultures-of-mexico_us_576c0de3e4b0795798cb5a1b )

  1583. Sayın “DOPE”,

    Tarih: 7 Mart 1965 “Bloody Sunday”

    Yer: Selma, Alabama, the USA

    ABD’de ırka dayalı ayrımcılığın sarsılmasına yol açan dönüm noktalarından biridir!

    Siz o zamanlar “fiziken” gençtiniz sayın “DOPE”!

    İşte, şimdi, bugün:
    “Kapitalizm”e karşı yürütülen mücadelelerde, aynı 7 Mart 1965’te olduğu gibi; “EYLEM KARARLILIĞI”na ihtiyacımız var!

    Ve sizin gibi görmüş-geçirmiş, tecrübeli “anarşistlerin” desteğine ihtiyacımız var!!!

  1584. Sn. Gün Amca,
    Sizin ilkeller hakındaki bilginizin satıhsal olduğu doğru mu?

  1585. Sn. 1573
    Bugün Pazartesi, bugün beni işe çağırmadılar. Sizi tebrik etmek ve eski bir matematik falan filancısı olarak gönlünüzü okşamak istedim
    Siz yeni bir şef bulmuşsunuz. Bu şefi yalama hoşunuza gidiyor.
    Bir sevmediğinizi yalayın, bir sevdiğinizi. İstatistiksel ortalama, sizler gibi tatsız vasat olur.
    Ben zırvalıyor muyum? Pekala, zırvalıyorum.

  1586. Dope’dan Bir Değersiz Düşünce
    Özel olarak 1575, TZM-Venus-J.Peter-J. Fresco gibi şahane medya elektronik peygamberleri buldukları halde hala daha iyisini arayan süpermerket-medya laboratuarında yapay doğmuş çocuklara; TZM-Venus-J.Peter-J. Fresco İnternet şirketinin boyunlarına tasma takıp peşlerine taktıkları plastik dahilere bir duyuru.
    İnsanlar sonsuz yaygın yalancılık, dolandırıcılık, gibi görünme saklambacı oynaya oynaya hakikat, dürüstlük, olduğu gibi görünme sanıyorlar, taktıkları maskeleri çıkarmaları imkansızlaşmış.
    1. Ben anarşist değilim, sevdiğim arkadaşlarımın çoğu anarşistti. Bu şaşkınlar anarşist edebiyatında ne kadar bilgisiz olduğuma bile uyanmıyorlar ve zaten amaçları başka.
    2. Ben kendimi bile içinde yüzdüğüm pislikten kurtaramıyorum, kaldı ki başkalarına yol göstereyim. Ben yeteneksiz, orijinal olmayan, yazmasını bilmeyen, yaratıcı olmayan bir şapşalım. Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum. Tek umudum ve bu sitede haklı olarak değersiz bulunan düş-üncem bu kabileyetlerin bir an önce başka bir gezegene gidip dünyayı, eğer gitmeden önce havaya uçurmazlarsa, biz kabiliyetsizlere, biz salaklara bırakmaları. Ama sonsuz sevdiğim ve benim gibi bu kabiliyetli cambazlardan tiksinen, asil ruhlu, dürüst bizimle kalıp dünyayı ölçüp biçmektense zevkini çıkarmak isteyecek kabiliyetliler olduğunu da biliyorum.
    Benim için Blake’in aşağıdaki eşsiz lafı, nicel sayıların ‘en büyüğünden daha büyük’ TZM-Venus dolandırıcıları ve bu üç kağıtçılara nicel sayıların ‘en büyüğünden daha büyük’ enayi inananlara karşı aşağı yukarı 200 yıl önce söyledi. Aynı söz solcu-devrimci yol gösterenlere karşı da geçerlidir. Benzerini söyleyen binlerce diğer dürüst derin düşünürler de var. Biri yazılı kayıtlara göre 2600-2880 yıl öncesi.
    “General Good is the plea of the scoundrel, hypocrite, and flatterer”
    “He who would do good to another must do it in Minute Particulars: General Good is the plea of the scoundrel, hypocrite & flatterer..”
    ― William Blake, Jerusalem
    “Dünya çapında iyiliği alçak, ikiyüzlü, dalkavuklar savunur.
    Başkasına iyilik ufacık, sıradan, özel olmalıdır: Dünya çapında iyiliği alçak, ikiyüzlü, dalkavuklar savunur.” ― William Blake, Jerusalem
    3. Ben sonsuz ölçüde Medeniyet’e karşıyım ve ilkelciler dışında bütün anarşistlerin aslında Marksist ve kapitalistlerden tek farklarının aynı amaca varmada değişik araç önermeleri. Ama buna rağmen TZM-Venus gibi sonsuz tiksindirici, sonsuz alçak, sonsuz sahtekarlarla kıyasla yukarıda sözünü ettiğim anarşist ve Marksistlerin çoğunun ayaklarını öpecek kadar asil ruhlu olduklarını da biliyorum.
    4. Lütfen bu TZM-Venus konusunu kapatalım. Eğer Galeano, Zinn ve diğer koca kelleler bu akıl almaz dolandırıcılığı görmemişlerse hepsinin ve hepinizin canınız cehenneme.

  1587. Sayın (DOPE) 1578'e

    Sayın “DOPE” 1578,

    İlk önce “The Zeitgeist Movement’ın (TZM)”nin ne olduğunu sabırla inceleyin, işkembenizden sallamayın!

    Müneccim misiniz?! Bol kitaplı mağaranızda; “occult”, “hermeticism”, “esoterism” ve “bâtınîlik” arasında kaybolmayı çok mu seviyorsunuz?!

    Siz:
    “Medeniyet”e karşı değilsiniz, “‘medeniyet’i savunmak veya karşı olmak” mümkün değil. Çünkü, bilgisayar kullanıyorsunuz!

    Siz:
    “Modernite”ye karşısınız; bunu itirat etmeye yanaşmıyorsunuz!

    Siz:
    “Anarşist”siniz. Ve tüm samimiyetimizle yazıyoruz; sayın “Gün Zileli”, sizin tecrübeleriniz yanında “anarşizm çömezi” kalıyor!

    “Eduardo Galeno” ve “Howard Zinn”, artık, aramızda değiller!

    Ne kadar çok özlüyoruz onları!…

    Ne mutlu ki; şahsınızın [koca kelle] zırvası ile itham ettiği bu güzel insanlar, TZM’nin konferanslarına da katılmışlardı, kendileriyle saatlerce röportaj yapmıştık, “kapitalizme karşı” destek vermişlerdi!

    Sizin gibi, sadece “bol kitaplı mağaraları” içine çakılıp kalmadılar; hem “kitapla yaşamayı”, hem “kapitalizme karşı ‘EYLEM’leri” aynı anda yürüttüler!

    Kusura bakmayın, üzülerek bir kez daha hatırlatıyoruz:
    “DUPE” olma yolunda adım adım ilerliyorsunuz!

    “The Zeitgeist Movement (TZM)” konusunu ASLA KAPATMAYACAĞIZ! TA Kİ SİZ, ŞU REFERANSLARI İNCELEYİP GÖRÜŞLERİNİZİ YAZANA KADAR:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bunlar çözüm “önerileri”dir; çözüm “dayatmaları” değildir!]

  1588. If you don’t identify Man as God,
    All your learning is of no use at all.
    The image of the Godhead is a mirror;
    The man who looks sees his own face in there.

    He is God Himself—human are His images.
    See for yourself: God is man, that is what He is.

  1589. Son eklediğimde bir yanlışlık yaptım. Tekrar gönderiyorum.
    1579
    İki ne ilahınız (Fransızca) Peter ne siz ne de 17.-19. yüzyıllar arasında donmuş kalmış 17.-19. yüzyılı anarşistler, Marksistler, Leninistler, kapital müritleri ve TZMciler, faşistler, Naziler, totaliter yanlısı olanların asla okumayacakları iki kitaptan iki seçme:
    1. Bilgileri düşmanlarına verirken çok dikkatli ol.
    2. İki türlü insan vardır: kafeste olanlar, dışında olanlar. Bir de kafesi inceleyen sosyal bilim adamları, 17.-19. yüzyılı anarşistler, Marksistler, Leninistler, kapital müritleri ve TZMciler, faşistler, Naziler, totaliter yanlısı olanlar var.
    Not: şimdiye kadar dünyaya tamamıyla yayılmış Batı dili konuştuk, aşağılık Doğu’yu ihmal ettik. “Doğu’nun da hisleri var.” politically correct düşüncesiyle ve özellikle tarihi yazılmayanların seçilmiş tarihi yazılanlardan birini örnek vermek istedim. Seçtiğim örnek sık sık yapılan bir göz boyama, vitrinleme, televizyon-medya ve kitaplarla ölmüş ve dolayısıyla zararsız, değişik yorumlar gerektiren, “özgür üniversitelerde” veya “köle” üniversitelerde incelemeleri yapılan, eğer inceleme bitmezse yeni nesle bırakılan, profesörlerin ve entelektüellerin ölmüş “kültürü” yapay solunumla yeniden dirilttikleri yok edilmişlerin arasından birini bir lafı.
    Nakarat: Kapitaliz efendim, kapitalizm. Ne yazık o zaman anarşist, Marksist, Leninist ve bilhassa en son ve en moda TZM yoktu! Yaşasın TZM!
    Her neyse.
    “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”
    Bırakalım lafı bu 17.-19 yüzyıllar arasında donmuş kalmış kafesi inceleyen bilim adamlığına özenenlere.
    Tüfek metal ve tahtadan oluşur.
    Kılıç metal ve tahtadan oluşur.
    Her ikisini de nalbant-demirci ve torna kullanan zanaatkârlar yapar.
    Ama zanaatkârı boş ver, doğal kaynaklara, doğayı doğal yasalarla sömürmeye, zanaatkârı değil İNSANLIK’I düşün. Kılıçla öldürenle uzaktan bir tetiğe basanla öldüren arasında insanın ruhunsa yaratılan farkı da boş ver. İLERLEME’YE bak.
    Tüfek daha etken. Parçalar fabrikalarda çalışan ücret köleleri, yaptıklarından hiçbir zevk almayan ücret köleleri tarafından yapılır, İLERLEME durmaz, dökümden basma safhasına geçilir ve hatta TZM ve diğer hoplayıp zıplayan 17.-19. yüzyılı anarşistler, Marksistler, Leninistler, kapital müritleri, faşistler, Naziler, totaliter yanlıları tüfek yerine beyinlerinden fışkıran ışınlarla, dronlarla direnenleri, ilkelleri, geri kalmışları vicdan azabı çekmeden (ne güzel, değil mi?) İNSANLIK bilim-teknik becerisiyle yok eder.
    a) Eski zanaatkârları çocukların bizim gibi yazar, profesör, gazeteci, televizyoncu, kompozitör, medya artistleri.… olurlar. Videolarla uyutma hapları yaparlar. Filmlerdeki “special effectleri” videolara koyup enayileri heyecana getirirler. Burjuvanın en temel vasıflarından biri olan etkin olmaya, eylemlerde bulunmaya iterler. Böylece İNSANLIK için İLERİ bir adım atılır. Kafesi inceleyenlere iş düşer.
    b) TZM sürdürülebilir gelişmeyle devreye girer, yeni umutlar, yeni İLERLEMELER, kapitali, doğayı, insanları YENİ ve EN SON YÖNTEMLERLE düzene sokma uyku hapları dünyada hızla artan sıkıntıdan bunalmış orta sınıflar arasında tarla yangını gibi yayılır.
    c) Bu yayılma tamamıyla burjuva ilkelerine uygun bir şekilde özgürlük ve demokratik olur. 17.-19. yüzyılı anarşistler, Marksistler, Leninistler, kapital müritleri, faşistler, Naziler, totaliter yanlıları, TZMciler süpermarkette elma armut seçer gibi ideoloji seçerler.
    Uyarı: Roma kölelerini ayaklanmalarının başını çekenlerin hepsi medenileşmiş toplumlardan gelenler arasından çıkar. İlkellerde bu MEDENİYET İLERLEMESİ, devrim, sosyal baskı, ve binlerce hayran olunacak, göz kamaştıracak materyalist, eğitimsel, dinsel, ekonomiksel, tekniksel, savaşsal, demokratiksel değişmeler olmadığından, Medeniyet’in kendisinin bir göz boyaması, bir düzme, bir şarlatanlık, bir kofti, baş şehirde bir avuç dolandırıcın marifeti olduğu akıllarından bile geçmez. Daha kısa söylersem bu hoplayıp zıplamalar tamamıyla burjuva devrimin kendilerine model edinen çevik maymunları peri masalları. Esas olan dizginleri ele geçirme veya bana göre kapitalin yönetimin ele geçirme.
    Not: Sayın 1579’lar, benim gibi değersiz birini alçaltmanız son derece normal. Ama G. Zileli’yle asıl sorunumu bilmiyorsunuz.
    Ben onun benden sonsuz daha zeki, yetenekli, tecrübeli (CV’sini görmüşsünüzdür), etkinlikler içinde yoğrulmuş, gazete, dergilerde yazıları çıkmış, kitaplar yazmış ve çevirmiş, radyolarda konuşmuş ünlü tanınmış biri olduğunu biliyorum. Bende Zileli’nin anarşistlik merdiveninin hangi basamağında olduğunu tespit edecek kadar anarşistlik bilgisi yok.
    Bence, belki yanılıyorum ama Zileli 17.-19. yüzyıllar arasında gelişmiş ve kıvamına varmış mitlerin arasında donmuş kalmış. Modern çağlara egemen olan ve en derinde yatan İLERLEME ve gerekçesi olan fakat insan ruhuna aynı şiddetle hâkim olan MUTLU olma ve GENÇLİK mitlerinden tamamıyla habersiz.
    Son derece büyük bir hata yaptı, beni tanıdığından/ tanımadığından ilkyazımda bana yersiz bir hakarette bulundu. Daha sonra da kendisi gibi ilkeller hakkında bilgileri televizyon ve medya soytarılıkları dışında hiçbir bilgisi olmayanları destekledi durdu.
    Hala bu gafletinden dolayı ve laf oyunlarına başvurmadan benden özür dilemiyor.
    Yerel ve kısıtlı çevrelerde kendine benzerlerin desteğiyle yetinmeye devam ediyor.
    Sizleri, TZM’nin, ve Zileli’nin bir türlü kabul edemediğiniz ilkellerin sizlerle kıyas edilmeyecek kadar, hatta, başıma dert açacağımı bilmemem rağmen teknolojide bile çok daha üstün olduğunu kabul etmeyişiniz. Medeniyet lağımlarında insan olmak için didinenler olduğunuzu salt kapitalistlerin suçu olarak görmeniz.
    Bu da mı kapitalistlerin becerisine isyandı?
    Hakkımızda devlet vermiş Fermanı
    Ferman padişahın dağlar bizimdir.
    Ve işte diğer bir halk şairinin hâlihazırda 14. yüzyılda kapitalizm öncesi insanın düştüğü bataklığı, lağımı daha sonra Blake gibi görenden.
    If you don’t identify Man as God,
    All your learning is of no use at all.
    The image of the Godhead is a mirror;
    The man who looks sees his own face in there.
    He is God Himself—human are His images.
    See for yourself: God is man, that is what He is.
    Hepiniz günümüz indirgenmiş insanının tek bilebileceği, daha basit olması imkansız göze batan, koca kellelerin attığı kırıntılarla yetinen, elektriğin mumdan daha çok ışık verdiği nicelikler ve ölçüler içinde kaybolmuşsunuz.

  1590. Sayın (DOPE) 1581'e

    Sayın “DOPE” 1581,

    “Bol kitaplı mağaranızda”; şu bilgiyle karşılaştınız mı, emin değiliz:
    “İnsan” denen şey doğmadan önce DE; “medeniyet” var idi!

    Siz, “medeniyet”i sadece ama sadece “ilkeller” nitelemesi ile sınırladığınız insanların yaşamından başlatıp; ÖNCESİNİ yok sayıyorsunuz. (Yanılıyorsak; düzeltiniz.)

    Şunu yazmışsınız:
    [bir türlü kabul edemediğiniz ilkellerin sizlerle kıyas edilmeyecek kadar, hatta, başıma dert açacağımı bilmemem rağmen teknolojide bile çok daha üstün olduğunu kabul etmeyişiniz.]

    Bu sayfada, 28 Mayıs 2015’ten beri yazdığımız her kelimeye bir kez daha dönüp bakın bakalım; “ilkelleri küçümsediğimiz bir tek ifade bile görebilecek misiniz?!” Göremeyeceksiniz; çünkü küçümsemeyiz!

    Anlamak istemediğiniz durum şu: İlkellerin BİLE medeniyet(ler)i vardı. Biz size bunu söylüyoruz sadece; siz, inkâr ediyorsunuz.

    Siz, “medeniyet”i; ulu şef icat etme merkezleri “devletler”, ve “bilim, teknik, teknoloji” ile sınırlı tutuyorsunuz; bu ikisi dışındakileri görmek istemiyorsunuz. Çarpıtıyorsunuz.

    İlkellerin DE medeniyetleri olduğunu söylemek; ilkellere “karşı olmak” demek değil ki! Bu; sizin paranoyanız!

    “Medeniyet”in ne zaman başladığını bilemeyiz;
    Tıpkı “zaman”ın nasıl başladığını bilemediğimiz gibi,
    Tıpkı “galaksilerin”, “gezegenlerin” nasıl başladığını bilemediğimiz gibi,
    Ve hâttâ “gelecek”te, yaşadıkça, bilip-bilmeyeceğimiz bile meçhûl…

    “İlkeller” diye tanımladıklarınızın DA “medeniyet”leri var idi sayın “DOPE”! İlk önce bunu anlamaya çalışınız!

    “Upanishad”lar DA medeniyettir,
    “Veda”lar DA medeniyettir…

    Eduardo Galeno’ya, Pierre Clastres’e, Mircea Eliade’ye, Stanley Diamond’a, Marshall Sahlins’e bir kez daha, “DAHA DİKKATLİ” bakarsanız; “ilkellerin” DE medeniyetleri olduğunu söylediklerini göreceksiniz.

    Eğer “The Zeitgeist Movement’ı (TZM)” incelemezseniz; William Blake’den referansları DA göremeyeceksiniz!

    TZM, bir “ilah yaratma merkezi” değil; hepimiz, etten-kemikten, “mehdilik fantezileri” içinde yüzmeyen, sıradan insanlarız; tıpkı sizin gibi.

    Anlamak istemediğiniz durum şu:
    Siz kapitalizmle hayatı birbirine eşit zannediyorsunuz.
    “Eğer kapitalizme karşı mücadele edilirse; hayatın ahenginin bozulacağı”nı zannediyorsunuz! Probleminiz burada başlıyor!

    “Hayat”a KİMSE müdahale edemez!
    Fakat; “kapitalizm”i ortadan kaldırabiliriz, kaldırmaya mecburuz!
    İlk önce; aradaki farkı anlamaya çalışın!

    İlk önce sabırlı olunuz, “1579”da yazdığımız referansları inceleyiniz, sonra görüşlerinizi yazınız.

    Sizin gibi bir “kritik uzmanı”, incelemeden, işkembesinden sallıyorsa; dünyanın sonu geliyor demektir!

  1591. Mit Zorunluluğu
    19. yüzyılda bir ünlü bilim adamları ekibi bazı ilkel yerlilerin geleneklerini incelemek isterler.
    (Not: asıl mit çok az Ergenekon Destanı’na benzer, ama ben kısa kesmek için özetledim).
    İlkel yerliler daha önce yakında bir sarp dağın üstünde yaşadıklarını, şiddetli bir fırtınanın kurdukları merdiveni yok ettiğini, yeniden dağ başına çıkışın imkansızlığından şimdiki yere geldikleri mitini anlatırlar.
    Bilim adamları sarp dağın başına çıkmanın gerçekten zor olduğunu çabucak anlarlar ama getirttikleri yardımcı araçlarla tepeye çıkmayı başarırlar.
    Yukarda arkeolojik kalıntılar ararlar, ama hiç bir şey bulamazlar. Hayal kırıklığı içinde yerlilerin boş konuştuğunu anlayan bilim adamları ekibi tepeye varmışken yüksek ovayı ölçer (900m x 200m) terk ederler.
    Bu kadim inanç tarihsel araştırma önünde çöker. Ne var ki, beyaz bilim adamları mitin özünü, çekirdeğini anlamadan eve dönerler.
    Bu mitin ilkel yerlilerin bulundukları yere derin ve kökleşmiş bağlarını anlattığı akıllarından bile geçmez. Tanrılarının onlar için o yeri seçtiğini dile getirmek istedikleri, bu beyaz bilim adamları için bir anlam taşımaz. Akla sığmaz ama dağ gibi sağlam olduğunu bilemezler.
    İşte sana bu vahşi ilkellerin bir saçmalığı. İşte sana akıllı beyazların sadece ve sadece gözle görür, elle tutulur, ölçülür gerçek dünyası.
    Bu hasta beyazların dünyası tüm dünya oldu.
    Bu tablodan bir fırça eksik: en azılı inançlı, en akıllı, en rasyonel, ölçülmezse yok diyen akıl hastası ikiyüzlü bilim adamı aşka tutulduğu ilk yeri, karısıyla ilk evini, ilk çocuğunun doğduğu evi, kendi doğduğu evi, büyüdüğü mahalleyi, okulunu utanmadan hasretle anlatır ve asıl o olayların yaşamına anlam verdiğini farkına varmadan itiraf eder.
    Kendi asıl mitine bir türlü uyanmaz.

  1592. siteye yeni 2. yorum

    Sayın Gün Zileli Amca,
    Bu konudaki bilgilerim çok yüzeysel olduğundan okuduklarımdan hepsini anlamış değilim. Buna rağmen fikirlerini değersiz bulduğunuz kişinin medeniyet öncesi toplumları savunduğunu gördüm. İlkeller hakkındaki fikirlerinizin yetersiz olduğunu kabul ettiniz. O halde yargınızın dayanağı nedir ?

  1593. önce karşındakine hitap şekline bir çekidüzen ver. Kimsenin amcası falan değilim.

  1594. Mr Gün Zileli,
    Our friend (reborn DOPE) with worthless ideas and us feel that primitives are undeniably superior to civilized people. If you are satisfied with the ideas developed between the 17-19th centuries that quite naturally culminated in THE WORLD’S GREATEST REVOLUTION, i.e. Bolshevik takeover of the State and Capital, that is your prerogative.
    But since you yourself confessed that your knowledge of primitivism is superficial, therefore you lack the competence to judge our friend’s ideas. We ask you, please, to acknowledge that and apologize to our friend.
    In the years when you were nurturing your brand of anarchism, our friend and us were memorizing and reciting the Hindu poet’s poem that we sent you. We felt that that poem talks about the only revolution that ever took place and is worth mentioning. The rest is the history or literature of the victors that seems to be so dear to you.
    Our friend tells us that you are simply incapable of understanding that poem but we are more optimistic. So we send you the lines that underscore the only and true revolution that ever took place.
    “You ridiculed Horror
    By making your own appearance hideous;
    You cowed Fear By heightening your menacing grandeur,
    By dancing to the drumbeats of chaos.”
    Not. Our friend tells us that your knowledge of science is even more pathetic than that of primitivism. So we add that the most fundamental cosmic law is entropy, i.e., all tend to disorder. And living beings have defied it. The lines above are yet defiance. These real and only revolutionary primitive people were by your beloved forward moving monster called Civilization.
    You decorate the site with cracker jacks such as “Great minds discuss ideas, average minds discuss events, small minds discuss people.” yet it was you who attacked our friend personally the first time. He simply warned one of the contributors about the dangers of the belief in a very wide spread myth called YOUTH. You responded, as in the case of primitivism, without any knowledge of what he was talking about with a totally inappropriate off the wall remark. This myth as Marxism and your brand of anarchism is a secondary myth of the fundamental myth PROGRESS.
    We feel that we must remind you that you may believe in PROGRESS without being Marxist or classical anarchist. But Marxist and classical anarchist such as you must believe in PROGRESS.
    We feel, again, you should accept your lack of knowledge about the most important myth of our times and apologize to our friend for “discussing people” instead of “discussing ideas”.
    Remainder:
    ” Gün Zileli
    Mayıs 30th, 2015 at 14:06
    görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”
    ÇEVİRİ
    Bay Gün Zileli,
    Dope adıyla yeniden dirilen arkadaşımız ve bizler ilkellerin medeni insanlarda söz götürmez üstün olduklarına inanıyoruz. Eğer 17.-19. yüzyıllar arası doğan ve gelişen ve nihayet çok doğal olarak DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİ, diğer bir adıyla Bolşeviklerin Devlet ve Kapital’i ele geçirmeleriyle zirvesine ulaşan fikirler sizi tatmin ediyorsa, o sizin bileceğiniz bir iş.
    Ama kendiniz ilkeller hakkındaki bilginizin sathi olduğunu kabullendiniz. Dolayısıyla arkadaşımızın fikirlerini yargılayacak bilgiden yoksunsunuz. Lütfen bunu kabullenin ve arkadaşımızdan özür dileyin.
    Siz, size özgü anarşistliğin hazmını ederken, bizler Hindistanlı şairin şiirini ezberleyip aramızda tekrarlardık. Bizce bu şiir insan insan olalı devrim adının tek yakıştığı devrimden söz eder. Gerisi sizin için kutsal olan kazananlar tarihi ve edebiyatı.
    Dope arkadaşa göre sizin bu şiiri anlamanız imkansız. Ama biz daha iyimseriz. Size bu asıl devrimi anlatan dizeleri bir açıklama ekleyerek tekrar gönderiyoruz.
    “Kendi görünüşünü iğrenç yaparak; Dehşetle alay ettin.
    Tehditkar devliğini büyüterek Korku’yu yıldırdın,
    Kaosun davul ritimlerine dans ederek kaosa meydan okudun.”
    Açıklayıcı not: arkadaşımı sizin bilim hakkında bilginizin ilkeller hakkında bilgilerinizden çok daha acıklı olduğunu söyler. Kozmosun en temel yasası her şeyin düzensizliğe gittiği. Buna tek ve tek canlı varlıklar karşı geldi. Yukarıdaki diziler karşı gelmenin diğer bir tezahürü. Bu insanlar, başınızın tacı, daima ileriye yürüyen ve ardında daima harabeler bırakan Medeniyet canavarının kırımdan geçirdiği ilkeller.
    Sitenizi “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.” gibi çok şekerli sözlerle süslemişsiniz ama “kişiselliği” ilk önce siz yaptınız. Arkadaş bir yorum yapana zamanımızın en güçlü miti olan İLERLEME mitinin alt mitlerinden biri olan GENÇLİK mitinin tuzağına düşme tehlikesine uyardı. Diğer alt mitler Marksizm ve sizin klasik anarşizm. Siz ilkeller konusunda olduğu gibi hiçbir şey bilmediğiniz bir konuda kişisel abes yorumla yanıtladınız.
    Unutmayın, Marksist veya klasik anarşist olmayan İLERLEME’ye inanır ama Marksist veya klasik anarşist İLERLEME’ye mutlaka inanmak zorundadır.
    Tekrar sizin bu bilgisizliğinizi, “fikirler yerine” ,”kişileri tartıştığınızı”, kabullenip özür dilemeniz.
    Hatırlatma:
    ” Gün Zileli
    Mayıs 30th, 2015 at 14:06
    görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”

  1595. 1582
    TZM-Venus-J.Peter-J. Fresco modern-din/din değil-gizli/gizli değil-new age/new age değil, sonsuz enayileri/sonsuz zekileri peşine takan, yeryüzünde mantar gibi türeyen sosyal medya tüccarlarının ve artistlerinin sanal gerçek kaynakları deşip çıkaran bir arkadaş bir süredir yaptığı araştırmalarını bana gönderdi. Olduğu gibi aktarıyorum.
    Arkadaş nihayet sizin kutsal şefiniz Peter’i Singapur’da bulmuş. İşte Peter kutsal ağzından çıkanlar:
    1. Hassan-Sabbah’ın öteki dünyadaki cennet vaadi yerine bu dünyadaki somut elle tutulan gözle görülen ama bir türlü erişilmeyen cennete EN SON falan filanlarla erişme vaadi pazarlıyoruz. Zaten bu enayiler tahsilli orta sınıf enayiler. Çocukluklarında delayed gratification or deferred gratification = ertelenmiş mükafat benliklerine işlemiş olduğundan beklemeyi kuzu gibi rahatça kabul ederler. Hatta bununla iftihar bile ederler.
    Not: Bolşevikler bu psikolojik yöntemi güzel kullandılar, özellikle seks konusunda.
    2. Bizim EN SON falan filan sanal dünyamızın mimarı Silicon Valley. Laf kalabalığı modelimiz çağdaş tıp cambazları, doktorlar. Başına kiremit düşse, doktora gitsen ne der? “Stres efendim, stresden oldu”. Biz, “Kapitalizm efendim, kapitalizm”, “umut EN SON falan filanlarda”, deriz.
    3. Bakın şu kapitalin yeni kullanma yöntemini büyük bir ustalıkla kullanan Singapur’un yarattığı cennete!
    4. Şimdi EN SON falan filanla salt uzayda değil zamanda da seyahat reklamını sanal sosyal medyaya sürmeye hazırlanıyoruz. Bize şimdi tarihi silip yeniden yazan o dahiler dahisi cin gibi Türk vasıfsız anarşistler lazım. Herifler bir “newspeak”le ilkelleri de medenileri de tarihten sildiler!

  1596. Sn. Gün Zileli,
    20 yaşında üniversite öğrencisiyim. Okuduğum bölüm gereği hocam benden bu yaz tatilinde bir proje hazırlamamı istedi. Okuduğum derslerde toplum bilimleri var ve derslerden birinden hoca benden en sonki dönemlerde işlediğimiz Anarşizm konusu ile ilgili geniş çapta bir araştırma yapmamı istedi. Yaptığım araştırmaların yeterli olmadığını düşünerek daha farklı kaynaklara bakmak istedim ve sizin sitenizi keşfettim. Yazılarıma büyük katkısı olacağını ve bunun sayesinde iyi not alacağımı düşünüyorum.
    Size “abi” diye hitap edildiğini gördüm ve yaşımdan dolayı yersiz bulduğunuz hitabı seçtim, çok özür dilerim.
    Çeşitli anarşist akımlarından birinin ilkelci anarşizm olduğunu öğrenmiştim. İlkellik hakkında bilginizin yüzeysel olduğunu kabul edince, medeniyet öncesi toplumları savunan kişinin fikirlerini neden değersiz bulduğunuzu öğrenmek istedim.
    Daha sonra bir yorum medeniyet öncesi toplumları savunana kişiye, “sayın “Gün Zileli”, sizin tecrübeleriniz yanında “anarşizm çömezi” kalıyor!” deyince, daha da şaşırdım.
    Lütfen açıklar mısınız?

  1597. fikirlerini değil, kendisini değersiz buluyorum. Daha doğrusu kendi kendine değerini harcadı.

  1598. Sayın ve Kişiliği Değerli Gün Zileli,
    Öğrencinin size “amca” demesine kızdınız.
    Benim ilk uyarım daha henüz Türkiye’ye tam ithal edilmemiş ve ırkçılığa karşı, kadınlara karşı, eşcinselliğe karşı, hayvanlara karşı poltically correct ticaretine bir katkıda bulunmak istedim. Tamamıyla ve sonsuz bilgisiz olduğunuz bir konuda ve tamamıyla salt kişisel nedenlerden, tamamıyla kişisel bir yanıt verdiniz. Beni tanıdığınızdan dolayı yaptığınızı bir türlü itiraf etmiyorsunuz. O halde benim kişiliğimin değersizliğini daha önce biliyordunuz.
    Şimdilik sıfır olduğunuz ve tam bir burjuva olduğunuzu bir yana bırakacağım. Eğer isterseniz bunu da kısaca ispatlarım.
    İlkyazımda uyarı yaptığım konu, Ageism, kapitalizmin ruhu sayılır. Ancak ve ancak gençler büyük bir hızla gelişen teknolojiye ayak uydurabilirler. Dünyanın her yerinde, her siyasi düzenin reklamını yaptığı ve her solcu-devrimcilerin de severek katıldığı bu gözden kaçması imkansız olan ve birçok düşünürlerin daha yakından inceledikleri olguyu görmediğiniz yetmez gibi bana kişisel saldırıda bulundunuz. Ardından bu konuda sıfır olan taraftarlarınız orkestraya katıldı.
    İşte 30 Mayıs 2015’de kişiliğinizin ne kadar değerli olduğunu ve “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.” deyişine ne kadar candan katıldığını gösteren ilk yanıtınız: “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”
    Ben her yazımda bu cümleyi aktarıp sizin değindiğim konuda acemi bir toy olduğunuzu, bunu kabul etmenizi ve özür dilemenizi istedim. Tek bir defa kısa kesmek için bu cümle yerine “bunamış” dedi, dedim. Ne oldu?
    Laf oyunu yaptınız ve beni dolaylı yalancılıkla itham edip “özür dilediniz”. Yaraya tuz attınız.
    Bence asıl kişisel değersizlik bunlar.
    Benim çok iyi bildiğim ve sizler gibi entelektüel geçinenlerin bilmediği bir şey daha var. Ben dünyanın en tanınan, en ünlü, en fazla okunan yazarların günümüzü eleştirilerinde, hakaret, hor görücü dil kullandıklarını binlerce defa okudum. Bana göre sizler düzeni savunanların en başında gelenlersiniz. İsim verecek değilim ama medeniyeti, teknolojiyi, kapitalistsiz kapitalizmi, robotlaşmayı, uzayda kirletecek yeni yerler aramaları, her türlü dünyayı ıslah etmenin artık, ancak ve ancak otoriter bir dünya devleti ve insan yönlendirme teknikleriyle mümkün olduğunu bilmeyenleri desteklediniz.
    Bence asıl kişisel değersizlik bunlar.
    Benim bu konularda ne kitap yazıp Freud’un dediği gibi süblimasyona ihtiyacım da yok yeteneğim de. Dürüstler kafeslerinde öttüklerini söylerler. Siz yenilikler, terapi hapları dağıtanlara karşı geleceğinize, uyum sağlıyorsunuz.
    Sitede son 50-60 yıl dünyayı kökünden sarsan ve sizleri derin uykulardan uyandırmaya çalışan tek bir kitap yok.
    Bir somut örnek: bilgi birikimi, zeka farkları, ailenin bilgili olduğu örneği gibi bilgi tekelinden büyük paya konmadan yararlananların egemen olduğu bir ortam olan okulların doğasıyla, hiyerarşi yarattığı artık bilinmezlikten gelecek bir şey değil. Buna rağmen oksimoronun en yüce örneği olan ve dışa yansıtmakla kendinde görmeyen “özgür üniversite”yle ciddi ciddi konuştunuz. Eğer insanlara saygınız varsa, saygı gösterin! Burjuva değerleri arkasında saklanmayın. Onlar da evrensel değerler pazarlaması yapıp, azınlıklara nasip ettiler.
    Diğer bir somut örnek: ilkelliğe daha ciddi eğilmenin temelinde teknolojinin dünyayı ve insanlığı yok etmeye azimli olduğunun bilinci 60larda başladı ve tüketicilikle daha da hız kazandığı, dünyanın “doğal kaynakları” işleten büyük bir şantiye haline getirildiği eleştirileri başladı. Siz yine ciddi ciddi buna daha yeni uyanan fırsatçı bir devlet memurunun kitabını eleştirmekle kendi kariyerinize katkıda bulunma fırsatı buldunuz.
    Bence asıl kişisel değersizlik bunlar.
    Ben bu siteden çıkmaya hazırım. Zaten defalarca hatırlattığım gibi benim kişiliğim sonsuz asil olduğundan (sloganımız: Marksistler herkes sizler gibi burjuva olsun ister, biz herkes asil olsun isteriz veya insana ekmekten çok şiir lazım) medya cambazlığı veya artistliği yapmaktan nefret ediyorum.
    Sizin facebook ve twitter yer almanız kişiliğiniz değerinin ölçüsünü bana fazlasıyla gösterdi.
    Bence asıl kişisel değersizlik bunlar.
    Bilmediğiniz konularda kesin sesinizi ve bu kişisel çamur atma küstahlığından vazgeçin. Karşınızda sizin burjuva özünüzü gören sizi ışık yılları aşmış biri var. Etrafınızda topladığınız size benzer burjuvaların benzeri alkışlarını çok işittim.
    Sizlerin özü: kazananları alkışlamak! Tarih de kazananların tarihidir.
    Bazı dürüst yorumcular aradaki farkı görüp sizi uyarmak istediler. Onlara bile cevap veremediniz.
    Bence asıl kişisel değersizlik bunlar.
    Eğer kendinize kişisel değer veriyorsanız ve bir saygınız varsa kendinizin işi pisliğe döktüğünüzü ve bilerek yaptığınızı kabul edin, hepsi o kadar.
    Sizden istediğim:
    Modern mitler, dinler, mitolojiler, bilim-teknik, bilim-teknik tarihi ve felsefesi, Medeniyet ve ilkeller hakkında bilginizin tamamıyla satıhsal ve hatta sıfır olduğunu kabullenmeniz. Bütün fikirlerinizin dünyada tek ve tek bir defa olmuş burjuva devriminden kaynaklandığını kabullenmeniz. Yukarıdaki saydığım konularda yetersizliğinizi örtbas etmek için kaçamak yapıp işi kişiliğime hakarete ilk defa kendinizin başlattığınızı kabullenmeniz. Özür dilemeniz.
    Not: Özür dileme gerekli ama yetersiz. Bu rezilliğe asıl olan nedenlerin sizin bilgisizliğinizden kaynaklandığını eklemeniz şart.
    Not: Beni mahkeme, avukat ve polis dili konuşmaya sürüklemeniz bile beni üzmekte.

  1599. üzülmeyin, kendinizi gözden geçirmeniz yeterli.

  1600. Tarihten Kazanan Medenilerin bir Yaprağı
    Çin çok yetenekli ve zeki bir hadımı Orta Asya ilkel Türkler arasına “elçi” olarak göndermek ister. Hadım Türklerin yaşamına özentisinden ve hayran olduğundan – ki buna bütün Medeniyetlerdeki entelektüeller arasında rastlanır, hatta ilk defa medeni yaşamı düzene sokmaya çalışan Platon bile üstü kapalı ilkelliğin daha üstün olduğunu kabullenir – gitmek istemez. Zorlanınca kabullenir. Türklerin arasına varır varmaz “sakın size ‘hediye’ getirenlerle konuşmayın, hediyeleri sınırda alın geri dönün”, der.
    Buna Fenikelilerin, Yunanlıların, Romalıların sınırdaki Almanlarla ilişkilerini, Medeniyet’i Avrupa’ya yayan Orta Doğu tüccarlarını, daha sonra hem Müslümanlığı hem de Medeniyet’i Avrupa ve dünyaya yayan Müslüman tüccarlarını, Memlüklerin kökenlerini, Azteklerin köken ve tarihlerini ekleyerek bu sitedeki çoğunluk olan orta sınıf enayilerinin gözlerini kamaştırıcı kitap yazacak değilim. Bilginin tekel olduğu bir çağda kişilerin bu sorumluluğu kendi üzerlerine alıp, eğer gerekirse kaynakları öğrenmeleri artık şart. Devrimci-solcu, Marksist, anarşist masallarıyla cahilliği örtbas etmek çok çirkin.
    Bu sitede savunulan Medeniyet üstünlüğü tamamıyla bir göz boyaması. Meydanda apaçık olanı görmeme, korkunç bir beyin yıkamanın eşsiz başarısı bende dehşet hissi yaratıyor.
    Medeniyet’le temasa geçenlerin eninde sonunda medeniler benzediklerinin tarihini bilmeme cahilliğini bu sitede defalarca gördüm. Artık bana normal görünmeye başladı. Ama düşünmesini bilen birinin bu gerçeği hatta kendi yaşam deneyimlerinden bulup çıkaramaması insanı korkudan ürpertiyor.
    Medeniyet pençesinden uzak kalanların din inançlarından tut sosyal ilişkilerine kadar tamamıyla farklı oldukları ve hatta tarihsel olarak genelde yüksek dağlar veya girilmez ormanlarda yaşadıkları bilinir.
    Eğer artık bütün dünya Medeniyet trenini süren burjuva olduysa, burjuva değerlerini savunanların horozluğu çok normal. Bu çok fazla öten horozlara göre, Medeniyet dışı demek, burjuva değil demek, batıl inançlı demek, okuma yazma bilmez demek, dinci demek, gerici demek, tutucu demek … Binlerce aynı bana kaşı yapılan benzeri kibar burjuva hakaretleri yağmur gibi yağar.
    Ben daha henüz bu sitedeki Çin seddinden daha kalın kafalılara dünyada tek ve tek bir defa devrim olduğunu bile anlatamıyorum.
    Varsa başka bir devrim çıksın Zileli veya başka bir kahraman ispatlasın. Eğer yapamazsa, kendi kişiliğini değersizliğini kabul etsin ve kessin sesini.

  1601. Boş ver bu atasözlerini göster bilgini. Bana çömez olmanız sizi utandırmayacak kadar kendinize bakmandan korkutuyorsa, anarşist diplomanı sallamak ancak müritlerinizi tatmin eder.

  1602. Emek, Ücret Köleliği, Devrimci-Solcu Değersiz Fikirlere bir Katkı.
    Bu hikaye B. Traven’den. Sayın Gün Zileli, “bu da kim yahu?” atasözünü ekler galiba.
    Bir Meksikalı köylü ormana gider bütün gün odun keser, Ertesi gün katırını götürür yükler, eve döner. Üçüncü gün yakın kasabadaki pazara iner. 5 TL’sına satar ve tümünü kar sayar.
    Ne mutlu Medenileşmiş, değer, emek, ücret hesapları yapan Gün Zileli benzeri cin gibi burjuva orta sınıf tahsilli, okuma yazma bilen, Meksikalı gibi okuma yazma bilmeyenleri uyandırıcı kitaplar yazan, kelli felli, haksızlığı yutmayan ve haksızlığın ticaretini yapan devrimci-solcu Marksist anarşistler.

  1603. Anarşistliğin Çekilmez Hafifliği: Gün Zileli ve merdivenin daha yüksek basamağında yer alan, daha büyük dizi artisti:”Post-Scarcity Anarchism, Murray Bookchin” = “Kıtlık Devri Ardından Gelen Anarşizm”
    Not: Biraz hacı-hoca-rahip-papaz kokuyor, değil mi?
    Batı’nın kırımdan geçirdiği ilkellerin bu tatsız tuzsuz, yavan politika tüccarları, aşağılık duyguları içinde kıvranan, bilinçlerinde yara açan, burjuva kalıntılarına asil ruhlu bir aracılığıyla verdikleri cevap:”Bolluk Devri: Taş Devri Ekonomisi, Marshall Sahlins”
    Gün Zileli ve daha ulu ve yüksek, daha çok kitap yazmış, çok daha çok okunan Murray Bookchin gibi politika uyutma hapları dağıtan burjuva orta sınıf artistlerine:
    1. Hakikat inanmak için değil anlaşılması için dile getirilir.
    2. Bu heriflerin Allah’ı İLERLEME doğru ve düzgün yollar yapar; çarpık çurpuk, eğri büğrü yollar dürüst düşünürlerin yoludur.

  1604. “Dope” rumuzlu arkadaşın yazdıklarında ileri sürdüğü fikirlerin tümüne katılmıyorum. Yalnız her tartışmaya girdiği kişiyi şaşkınlığa uğrattığı da dikkatimi çekti.
    Sn. Zileli şimdi siz bile bir birini tutmayan beyanlarda bulunuyorsunuz.
    Önce fikirleri değersiz dediniz. Şimdi de aslında fikirleri değil kişiliği değersiz demek istemiş gibi açıklama yaptınız.
    Ben de sizin gibi kişilikler yerine fikirlerin tartışılması önerisine katılıyorum. Ama gerçek dünya daha başka. Çok sayıda büyük ve derin düşünürlerin kişisel yaşamlarıyla yazdıkları arasındaki çelişki hayli yaygın. Düşünürlerin aralarında birbirlerinin fikirlerini saptırdıkları da yaygın.
    Anarşizm gibi önemli bir konuda kısa ve muğlak cevaplarınız ister isemez temayı bir gizeme çevirmekte.
    Düştüğünüz çelişkinin nedenlerini açıklayıcı bir yazı yazar mısınız?

  1605. Anarşi Bayramı

    Sayın Bir Okuyucu,
    Size katılıyorum.
    “Dope” Sn. Gün Zileli’yi darmadağın edip çelişkilere saldı.
    Sn Zileli önce onun fikirlerini değersiz buldu, sıkışınca kişiliğini değersiz bulduğunu söyledi.
    Sn Zileli, ” Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”, der, arkasından kişiliğe döker durur.
    “Dope” kendini bilgili olmakla küçümseyenleri durmadan bilgi kaynakları gönderecek kadar şaşkına çevirdi. Her tarih sayfasında rastlanan Medeniyet’in varlığını inkar etmeye sürükledi.
    İlkelleri “Dope” rumuzluya savunana sürekli karşı çıkan bir diğeri kendisinin de aslında ilkellerin medenilerden daha üstün insanlar olduğuna inandığını söyledi.
    Galiba “Dope” asıl anarşistliği yaratmakla anarşistlik laflarıyla geçinenlerin maskelerini yırttı attı.

  1606. Dıpe’nin diğer adı.

  1607. Sayın Herkes,
    Kendi salaklığıma bir örnek.
    Son derece dindar Müslüman komşuma bilgisayarda evrenin büyüklüğünü gösterip bunu yaratanın Arabistan’da bir tüccarı seçip bir mağarada bu evrenin sırrını açıklamasının tuhaflığını düşünür sandım.
    Kendi galaksimizde 100 milyar yıldız olduğu görüntülendi ve videolarla sergilendi – Allah bu LAİK İLERLEMEYİ başımızdan eksik etmesin! Ardından her birinde bir o kadar yıldız olan 100 milyar galaksi olduğu da imge ve videolarla görüntülendi – Allah bu LAİK İLERLEMEYİ başımızdan eksik etmesin!
    Hayret ve hayranlıkla bakan arkadaş hiç beklemediğim bir soru sordu: Yahu kim saydı bunları?
    Din tarihçileri benim salaklığımı daha terbiyeli bir biçime sokarlar: “din inançlarını tarihte arayanlar kendi mezarlarını kazarlar!”

  1608. Anarşi Bayramı

    Sitedeki bazı kişileri taklit edeyim derken Gün Zileli’nin parmağı çarşafa dolanmış. “Dupe” yazayım derken sinirden “u” yerine “ı”ya basmış!
    Çelişkiler artıyor: okumayan okur oldu, hem de polislik yapıp kimin yazdığını biliyor.
    Allah yardımcısı olsun. Dope karşısında dayanmak kolay değil

  1609. Kendi veya Yaltakçısı
    1521 Anonim 13 Haziran 16 Gün Zileli’ye ÖVGÜ-CV üzerinde bir uyarı.
    En azından Küba “Devrimi’, veya aziz Zileli’ye göre belki Dünyan’ın İkinci veya Üçüncü veya Dördüncü veya … En Büyük Devrimi’ne üstünkörü bir göz atan bu ÖVGÜ-CV’nin ne kadar gerçekten çok göz kamaştrımak için yazıldığını görür. En azından 1956 Polonya ve Macaristan, 1968 Çekoslavakya başkaldırmalarına rağmen hala politika hırsları içinde marksist-leninist-stalinsit olan, daha sonra, çok daha sonra aynı hırsını “anarşistlik” kılıfı altında yürüten bu herifin o zamanlardaki düşüncelerine hiç değinilmemesi ÖVGÜ-CV’yi yazanın ya kendisi ve dolayısıyla kurnazlık yaptığı veya şapşal bir müridinin yazdığını gösterir.
    Not: Castro Napolyon’a tapardı.
    Yaşasın Generalissimo Castro, Yaşasın Optimus Maksimus Hiper-Anarşimucus, Eylemcicus, ÖVGÜ-CV’si Şaşaalıcumus, Lidericumus G. Zileli.
    Not: Bu herif yaşlılığıa inanmadığı için hala genç ve hala hırslı.

  1610. Sn. Gün Zileli,
    Siteniz anarşistlik konusunda araştırmama çok yararlı olmakta. Bu arada sizin bu konuda yoğun birikiminizi de öğrendim.
    Politik bir kuram olarak son iki yüzyıl başlayan ve gelişen anarşizme göre devlet, insanların insanlara baskı kurmasında en büyük ve en etken araç.
    Diğer yandan ilkellerin medenilerden farkı devletsiz ve hatta devlete karşı olmaları. Bazı ilkelci anarşistler, anarşistliğin ilkellerin doğasında, ilkel yaşamın yapısında olduğunu ve hatta ilkellerde modern çağlardaki anlamda “özgürlük” kavramının olmadığını ileri sürmekteler.
    Bu fikirlere katılıyor musunuz?
    Devletsizlik ve devlete karşı olma kısıtlı anlam ve bağlamında, ilkellerin medenilerden üstün olduğunu savunan kişinin fikirlerini onaylıyor musunuz?
    İlkel komünizm ve benzeri fikirlerin düşünceler tarihinde neden önemli bir yer aldığın anlamak istiyorum. Dileğim daha çok o kişinin fikirleri hakkında yorum yapmanız.

  1611. Aziz Peter Müritleri

    Zart Zurtçu Peter müritlerinin BEYİNSİZ BİR ŞAİRİ DÜZELTMESİ
    GİRİŞ
    Sanki eski ulu şefimiz çömez oldu,
    Attık Dama Attık Pabucunu.
    Gittik Peter Zart Zurttan Ferman Getirdik,
    Herkes Medeni Olsun Diye.
    ŞİİR
    Africa
    When, in that turbid first age,
    The Creator, displeased with himself,
    Destroyed his new creations again and again;
    In those days of his shaking and shaking his head in irritation
    The angry sea
    Snatched you from the breast of Mother Asia,
    Africa –
    [Zart Zurtçunun Müritleri hep bir ağızdan: Kapitalizm efendim, kapitalizm!]
    Consigned you to the guard of immense trees,
    To a fastness dimly lit.
    There in your hidden leisure
    You collected impenetrable secrets,
    Learnt the arcane languages of water and earth and sky;
    Nature’s invisible magic
    Worked spells in your unconscious mind.
    You ridiculed Horror
    By making your own appearance hideous;
    You cowed Fear By heightening your menacing grandeur,
    By dancing to the drumbeats of chaos.
    [Zart Zurtçunun Müritleri hep bir ağızdan: Kapitalizm efendim, kapitalizm!]
    Alas, shadowy Africa,
    Under your black veil Your human aspect remained unknown,
    Blurred by the murk of contempt.
    Others came with iron manacles,
    With clutches sharper than the claws of your own wild wolves: Slavers came,
    With an arrogance more benighted than your own dark jungles. Civilization’s barbarous greed
    Flaunted its naked inhumanity.
    [Zart Zurtçunun Müritleri hep bir ağızdan: Kapitalizm efendim, kapitalizm!]
    You wailed wordlessly, muddied the soil of your steamy jungles
    With blood and tears;
    The thorn-crushing boots of your violators
    Stuck gouts of that stinking mud
    Forever on your stained history.
    [Zart Zurtçunun Müritleri hep bir ağızdan: Kapitalizm efendim, kapitalizm!]
    Meanwhile across the sea in their native parishes
    Temple-bells summoned your conquerors to prayer, Morning and evening, in the name of a loving god.
    Mothers dandled babies in their laps;
    Poets raised hymns to beauty.
    [Zart Zurtçunun Müritleri hep bir ağızdan: Yaşasın Aziz Peter’in Ataları!]
    Today as the air of the West thickens,
    Constricted by imminent evening storm;
    As animals emerge from secret lairs
    And proclaim by their ominous howls the closing of the day; Come, poet of the end of the age,
    Stand in the dying light of advancing nightfall
    At the door of despoiled Africa
    And say, ‘Forgive, forgive – ’
    In the midst of murdering insanity,
    May these be your civilization’s last, virtuous words.
    [Zart Zurtçunun Müritleri hep bir ağızdan: Kapitalizm efendim, kapitalizm!]

  1612. ilkelci yeşil anarşiz, anarşizmin içinde bir renktir. Fikirlerini tefrik etmek gerekir (yanlışı ve doğrusuyla). Saf doğru diye bir şey yoktur.

  1613. Sayın Öğrenci (1598), Ben Dope
    Şimdilik çok kısa bir açıklama.
    Dünyayı viraneye çeviren teknoloji, düşünürleri ve özellikle antropologları ilkellere daha yakından bakmaya sürükledi.
    Bu başlangıç neden politika ticareti yapanlar için hemen eşsiz bir fırsatçılık sağladı.
    Şimdi yeşil kapitalizm var, yeşil devrim var, yeşil enerji var, yeşil güç var, yeşil ekoloji var, yeşil çevre var, yeşil gıda var, yeşil sağlık var, yeşil otomobil (mısırdan petrol) var, yeşil Marksizm var, yeşil anarşizm var, “yeşil sebze yemek iyidir”, var, yeşil evler var, yeşil ilaçlar var, …
    Siz Zileli’ye ilkellik ve benim ilkelliği savunmamla ilgili bir soru yönelttiniz. O ne yaptı?
    Rengarenk anarşistliklerle dolu totaliter fırsatçı politika tüccarlarının anarşistlik torbasına attı. Torbadan kendi anarşistliği, modern çimento binalar, modernliğin en temel hastalıklarından biri olan enstrümantalizm diline uygun bir yanıt, bu çirkinlikleri süsleyen yeşil çimenler çıkıverdi.
    Aynı sayfadaki “Africa” şiirini zerre kadar anlamamış. İşte kıvırmaya fırsat vermeyecek iki dize:
    “Civilization’s barbarous greed
    Flaunted its naked inhumanity.”
    Burada kırmızı, mavi, sarı, yeşil anarşistlik değil, Medeniyet sözü kullanılır. İlkelliği inceleyip göklere çıkaran ve medenilerden üstün olduklarını ileri süren antropolog ve düşünürler arasındaki anarşist sayısı sıfır kadar az. Diğer bir fırsatçı anarşist, D. Graeber, kendisi gibi akademisyen anarşist çoğaltma reklamı boşuna yapmıyor.
    Kapitalizmin başında ilan edilen kendini bile bir yatırım nesnesi görme ilkellerin tam zıddı ve Zileli & Company gibi medeniyeti savunanların özü.

    Benim savunduğum ilkellik! Fırsatçılar başka bir dil bilmediklerinden zamanımıza egemen tiksindirici düzen (kapitalizm, anarşizm, Marksizm, milliyetçilik, faşizm, totalitarizm, …) diline çevirirler.
    Benim en fazla ilgimi çeken nokta Zileli’nin bu cevap olmayan cevabı bilerek verdiği değil, kendisinin bu tek ve tek fırsatçılık dünyasından bir türlü sıyrılamadığı için farkında olmayışı.
    Başta Zileli ve bu sitede kendine benzeyenler teknolojiyi savunurlar. Tek kıvırma aynı yeşillik gibi teknolojiyi yeşil-teknoloji yapmak isteklerinden kaynaklanır.

  1614. Adam gerçekten ilkel!

  1615. Sn. Gün Zileli,
    Afrika şiirini anlamadğınız doğru mu?
    Fırsatçılığınız doğru mu?
    İlkelliği yeşil anarşistlikle karıştırdığınız doğru mu?

  1616. Sn Gün Zileli,
    Anarşitlikte Dope rumuzluya çömez olmanız sizi rahatsız ediyor mu?
    İlkellik hakkında bilginiz satıhsalsa bu adamın ilkel olduğuna nasıl karar verebildiniz?
    Dope sizi çok şaşırtmış. Kendinize çekidüzen verme sırası şimdi sizde.

  1617. doğru deyip geçelim.

  1618. Sn Gün Zileli,
    Dope sizinle oynuyor, şaşkın bir haliniz var.
    Anarşizmin ne olduğunu bilmeyenlerin “anarşist” sözcüğünü yermeli kullanırlar.
    İlkellerle ilgili bilginizin yüzeysel olduğunu kendiniz söylediniz. Şimdi de,
    “Adam gerçekten ilkel!”, diyorsunuz.
    Burada “ilkel” sözcüğünü yermeli kullandığınızın farkında mısınız?

  1619. Anarşist Bayramı

    Sn Gün Zileli,
    Eskiden Leninist-Stalinist olduğunuz doğru mu?
    Ne zaman anarşist oldunuz?

  1620. diplomasızlık

    Sn Gün Zileli,
    Anarşist diplomanızı İngiltere’den aldığınız doğru mu?

  1621. Doğru. 1992 yılı sonunda anarşist oldum.

  1622. Doğru. kraliçe’nin mührü de var 🙂

  1623. sağlık sorunu

    Sn. Dope,
    Lütfen Sn Gün Zileli’ye çok yüklenmeyiniz, sağlığını olumsuz etkiliyorsunuz. Zileli size karşı sakin görünmek için kendini yasalara uygun ilaçlarla sakinleştiriyor.
    Size çekidüzen vermek için sizi yeşilci anarşist etti, aforoz etti, değersiz fikirli etti, değersiz kişi etti, ama bir türlü yola getiremedi.
    Dikkat edin sizi tekrar aforoz edebilir.

  1624. tarih nasıl silinir

    Sn Gün Zileli,
    Bolşeviklerin devlet ve kapitali ele geçirmelerine “tarihin en büyük devrimi” demeniz anarşist olduktan sonra mı? Önce mi?

  1625. Ben tarihin en büyük devrimi derken Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesine demedim. Şubat ve ekimdeki işçi-köylü-asker ayaklanmasına dedim. Anarşist olmadan önce de olduktan sonra da kanaatim buydu. Anarşist olmadan önce halk ayaklanmasıyla Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesini özdeş görüyordum. Anarşist olduktan sonra Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesini gerçek halk devriminin sona ermesi olarak gördüm. Doğrufsu da bu.

  1626. Dope kendi kendini öven mesajlar atıyor.

  1627. Sn Gün Zileli
    Soru:”ilkel” sözcüğünü yermeli kullandığınızın farkında mısınız?
    Cevap: Evet, Gün Zileli
    1992’de anarşist olduğunuzu söylediniz. 2016’da “ilkel” sözcüğünü aşağılayıcı, küçültücü, ve hatta ırkçı anlamda kullandığınızı kabullendiniz.
    Ne var ki, anarşi hiyerarşinin tam zıddı.
    Bu düştüğünüz çelişkiyi açıklar mısınız?

  1628. Gün Zileli de battığı bataklıkta çırpındıkça daha çok batıyor.

  1629. Sn Gün Zileli,
    Lütfen, tarihin en büyük devrimlerini hiyerarşik sıralar mısınız?
    Lütfen önderlik edenleri de, eğer biliyorsanız, ekleyiniz.

  1630. bataklıkta kendine övgü

    Sn Gün Zileli bataklığa daha çok batıyor, örneğin BOLŞEVİK DEVRİMİ; kendini GEZİ PARK’yla süslünmiş övenlerin basmakalıplaşmış ucuz övgülerini yayınlıyor; gencecik kaldığını GENÇLİK mitini yuttuğunu ve dünyanın her yerindeki fırsatçıların yandaş toplama umut parolası olan bayatlaşmış GENÇLİK hislerini sömürmeyi kendine alet ettiğini de iftiharla kabulleniyor
    “Gün Zileli’den yeni roman
    Gün Zileli, BOLŞEVİK DEVRİMİ’DEN Gezi Parkı’na, şimdiki zaman direnişlerine, isyanla ve yaşam iştahıyla geçen bir ömrü anlatıyor. Dirençli, sokağı çağıran, GENCECİK.”

  1631. Kapak arkası benim tarafımdan değil, yayınevi tarafından yazılmıştır.

  1632. siz benden daha iyi bilirsiniz. Ortaokul tarih dersinden sınava kalkmayı hiç sevmem.

  1633. Sayın Televizyon Seyircilerimiz,
    Başarıyla sona erdiği için tarihe geçen tek ve tek sosyal devrim olan burjuva devrimini taklit etmeye çalışanlar, özür dileriz, karşı-devrim yapmaya çalışanlar, tekrar özür dileriz, gerçek devrim yapmaya çalışanların ve yapanların tarihini anlatan alternatif diziyi şimdi ekranlarınızda izleyebilirsiniz.
    Bu tarih, BOLŞEVİK DEVRİMİ’YLE başlar zamanımıza kadar uzanır.
    Burjuva değerleri basım özgürlüğüne, burjuva değerleri olan serbest pazar ticareti basım endüstrisine şükür artık alternatif masallar da bol bol yayınlanmakta.
    Baş rolü oynayan artist: Gencecik, İngiltere Kraliçesi’nin mührüyle süslü diplomalı, ışığı sonradan ve hep ve biraz geç gören azılı bir anarşist. Tanıtma belgesi, eylemleri, etkinliklerini, devrimcilik yolunda verdiği emek ve özverilerini anlatan allı pullu CV’si bir anarşist sitede. Aynı sitede dizinin senaryosunu oluşturan kitabın reklamını da bulacaksınız. Site “google”, twitter, facebook kadar yakınınızda, sayın seyircilik iştahı içinde kıvranan seyircilerimiz.
    Not: Bu gerçek ışığını hep geç gören, dünyayı burjuva etmek isteyen Marksist etkilerden hala kurtulmuş değil. Avrupalılar, ırkçılıklarını, ilkeli aşağı görmeyi üstü kapalı düşüncelerle ifade ederler; ilkeli ekonomisi ve teknoloijisiyle kırımdan geçirirler, kısacası çoktan daha etkin yöntemleri buldular. Bizim kahraman ilkeli aşağı, küçük görmeyi açık açık ifade eder.

  1634. Kapak arkasını da mı onlar sitenize koydu?

  1635. kapak safsatas orta okul safsatası

    Kapak arkası
    Sn Gencecik Gün Zileli,
    Kapak arkasını da mı onlar sitenize koydu?

    Sn Gencecik Gün Zileli,
    Senin gibi hayatı devrimcilik satmayla geçen birinin tarihte tek ve tek bir sosyal devrim olduğunu bilmemesinin orta okul sınavıyla ilgisi yok. Ama tüccarlığını yaptığın bol sayıda devrim pazarcılığıyla sıkı bağlar içinde.

  1636. doğal olarak kapak arkasını koymam gerekiyordu kardeş.

  1637. Mizah yeteneğinizin biraz daha geliştirilmeye ihtiyacı var 🙂

  1638. kabak arkalarını genellikle yayınevi edötörleri yazar, kitabın yazarı da bunu onaylar. Dolayısıyla benimsediğim bir kapak arkasıdır bu.

  1639. Sayın Öğrenci,
    1598’deki sorunuza 1984 Zileli- Newspeak cevap: değişik renkli anarşizmler var; her şey görece o halde anarşistlik de görece; markette elma armut seçer gibi değişik anarşistlikler de seçilebilir. Zaten dünya çoktan yok edilip yerine sözcükler dünyası inşa edildi. Varlıkların yerini sözcükler alınca, varlıklar hafifleşirler. Şişko kral veya imparator olur, tefeci bankacı olur, ihbarcı gazeteci ve antropolog olur, eski stalinist anarşist diploması alır ama aynı fikirleri savunur, maşallah laf dünyası büyüdükçe küçülür. Zileli Africa adlı şiiri anlamadan ve dolayısıyla hiç etkilenmeden ilkelliliği anarşistlik çeşitleri dil çabukluğuyla totaliter torbasına atar.
    Bu sitede herkes dine karşı seküler-laik ama din tarihçilerine göre, ben de bütün varlığımla katılıyorum, modernler kadar dinci insanlara tarihte hiç rastlanmamış. Dinlerinin adını değiştirime bunlara yetiyor.
    Buna çok benzeyen bir örnek: Tipik bir Avrupalı veya ABD’linin tipik bir gününde, iş yerinde, okulda, devlet dairesinde, bankada, alış veriş yerinde, eğlence hayatında, tatilini düzenlemede tam boyun eğme ve gereklilik içinde yaşar ama özgür olduğuna tam bir inanç içindedir. Laik-sekülerlerin hayatı bu dinin manivelası parayı idareyle geçer ama dine inanmaz.
    Sayın öğrenci, daha önce yazdığım kısa katkıya uzun bir katkı ekleyip size bu sitede yazdıklarımla hem sakladığım hem açıkladığım bilgilerin bir özetini yapacağım.
    1. Bence anarşistler ve özellikle başta Gün Zileli olmak üzere bu sitede anarşistlik modasına kapılanlar aslında kapitalist ve marksistlerden farklı değiller. Amaçlar ve temel mit aynı: endüstri, bilim ve teknoloji, akıl yürütme ve hepsine ortak İLERLEME ve hepsini süren motor KAPİTAL. Bence bu heriflerin Atatürk’den bu yana bir milimetre bile bir adım atmadılar, sadece aynı şeyi, burjuvalığı, zamana uygun süslü püslü ambalajlarla satıyorlar.
    2. Benim ilkelleri savunmamı anarşizmle tek kesiştiği nokta bazı anarşistlerin ilkel cemiyetlerden (toplum değil, cemiyet) almış oldukları ilham. Ben anarşist değilim.
    3. Ben bu sitede kendilerini anarşist kılığıyla satanların aslının totaliter (= Medeniyet=Devlet=Kapital) olduklarını savunuyorum. Zileli, sizin sorunuzdaki ilkelliği tüm ve çeşitli renk anarşistlikleri içeren totaliter torbasına attı. Külahtan tavşan çıkarır gibi “yeşil anarşizm” çıkardı. Diğer bir gurup herkesi medeni ilan etti, böylece ilkelleri, aynı Zileli gibi, sözcüklerle yok etti. Diğer biri birden bire aslında ilkellerin üstün olduğuna her zaman inandığını söyleyip konuyu kapattı – lütfen aşağıdaki Platon’la ilgili yazdıklarıma bakın.
    4. Ben başta Zileli olmak üzere bu sitedekilerin modern çağları bile totaliter anarşist (=marksist=burjuva=ilerleme) torbaya attıklarını savunuyorum. Modern dünyanın tek bir dil konuştuğu çoktan bilinir. Diğerlerine ancak ve ancak yazıyla erişme ve Medeniyet’in son safhasındaki modernlik dilini dili konuşma zorunluluğu içinde olduğumuz da çoktan bilinir. Daha doğmadan reküperasyon edildiğimiz de çoktan bilinir. Ama bu şartlar altında bile bu totaliter ve nihilist dünyaya baş kaldıran, dürüstlüğünü koruyan düşünürler dünyayı eleştirici kitaplar yazdılar. Bu sitedeki satışı ve reklamı yapılan kitaplar arasında din, bilim, felsefe, tarih, antropoloji, medeniyetin doğuş ve yayılışı hakkında bir tek kitap yok. Sosyal medyayı bir taraf bırak, yazının, bilimin, teknolojinin eleştirisini yapan tek bir kitap da yok. Ben bu sitedekilerin bu konulardan tamamen habersiz kara cahiller olduğunu savunuyorum. Bu herifler için asıl olan kendilerine verdikleri isim, taktıkları yafta, sözcüklerle süslenme dünyası.
    5. Ben ilkellerle birlikte kan ve akrabalık düzenini yok edip yerine Devlet = politik düzen getiren medeniyetin bu sitedekiler ve Zileli tarafından savunulduğunu ileri sürüyorum. Bana göre bunlar, uslu ve terbiyeli orta sınıf burjuvalar, politik sorumluluk yüklenmeyle kişisel politikacılık yapanlar, boş konuşma özgürlüğünden rahatsız olmadan konuşanlar, düzende iyi bir vatandaşlık çabası içinde kişisel terapi yapanlar. Düşmanlarından daha cana yakın, daha cömert, kızılay, yeşilay, hayırsever kurumlara kıyasla daha açıkça politikacılık yapıyorlar. Kendileri gibi orta sınıf olmalarını istedikleri insanların, faşistlerden “farklı”, fiziksel değil, ruhsal kırımdan geçirmek istediklerinden habersiz gibiler. Bunlar zamanımızın en saldırgan silahı olan tarihi silme, cahillik cennettir, görecelik = nihilizm (yeşil anarşistlik altın yumurtası gibi) savunanlar. Bundan 2500 yıl önce “nasıl olsa iş işten geçmiş, ilkelliğe dönmek imkansız, artık Devlet ve Politika toplumu olmuşuz, bari içinde yaşadığımız lağımı temizleyelim”, diyen Platon’dan bile habersiz NEWSPEAK cambazları. Ne de aynı şeyi gören ama kendileri ve Platon gibi lağım temizleme yerine ilkelliğe dönmeyi savunan Lao Tzu ve özellikle Chuang Tzu’yu tanırlar. Bu eylemci hızlı devrimcilere göre bunlar “eski” masallar. Bunlar cesur yeni dünyaya hazır, insan doğduklarına pişman edilmiş burjuva robotluk hayranları. Freud bu ölüme tapmayı boşuna içgüdü yapmadı. Salt beyine indirgenme sevdası içinde kıvrananlar. Acı çekmek yok olacak, yaşlanmak yok olacak, hep Zileli gibi gencecik kalınacak, hastalanmak yok olacak, sevmek ama sevilmemek yok olacak, kısacası şimdiki dünyamızı ilerde sanan sanallaşmış varlıklar.
    6. Ben, ilkelleri tüm insanlar, ama başta Zileli olmak üzere bu Newspeak cambazların homo economicus, homo religiosus, homo politicus ve yüzlerce diğer parçalara bölünmüş zamanımız medenilerinin tipik örnekleri olduğunu görüyorum.
    Eski dünya görüşü süreklilikle, yeni ve bu zavallıların düştükleri tuzak kuantum fizikle simgelenen yeni dünya ayrıklık veya dijitallikle simgelenir. Bu görüşlerin egemenliği olması ve salakların gururla ağızlarına almaları boşuna değil.
    Ne de çağımızı simgeleyen hastalığın kanser olduğu boşuna. Bu sitedeki aklına geleni, akıl dışı saçmalıklar ileri sürenlerin bini bir para. Zileli’nin yeşil anarşistliği, Zileli’nin önce fikirlerime karşı sonra fikirlerime değil kişiliğime karşı olması, ilkellik hakkında bilgisinin satıhsal olması ama benim savunduklarımın değersiz olduğunu fala bakarak bulup çıkarması. 1560 sayılı yazıda sorulara saçma cevaplar, sanki baskıcı olmayan medeniyet varmış gibi baskısız olandan söz etme ve ardından daha akıl dışı saçmalama olan ilerici olmadığını yani baskısız medeniyete varma sanki ilerleme değil su üstünde yürüme olur. . Kendine benzeyen diğerlerinin saçmalıklarına dalmayacağım ama en önemlisini söylemeden geçemeyeceğim. Kendi orta sınıf burjuva değerleriyle son 2 milyon yıllık insan tarihini yargılamaları, binlerce diğer akıl dışı saçmalıkları görecelik = nihilizme indirgemeler tesadüf değil. Kanser hastalığında hücrelerin “başını alıp artma akıl dışı” olmaları insanlar arasında çaresizlikten ağzına geleni söylemek olmuş. Yeşil, kırmızı, mavi, rengarenk anarşistlik gibi. Ne güzel ama değil mi?
    6. Bana ışık tutanlar 19. yüzyıl kalıntısı kutsal ” Trinity”, kapitalizm-marksizm-anarşizm değil, ilkelleri inceleyen antropologlar ve eleştirici düşünürler. Bu antropologlar ve düşünürlerin hemen hemen hiçbiri anarşist değil. Ama ilkelilerin lağımlarda yaşayan medenilerden, özellikle bu sitede hala İLERLEME mitiyle beslenen medenilerden, sonsuz üstün olduklarını görenler. Faşist- kapitalist-komünist-diktatörlük-totaliter rejimlerin hepsinin yutturduğu hap ve modern çağlarda en egemen olan İLERLEME mitinin bir değişiği olan GENÇLİK mitini başta gencecik ve yaşlanmaya inanmayan Zileli olmak üzere hepsi yutarlar ve bir türlü uyanmazlar.
    Çok kısa bir liste: Sahlins, Clasters, Radin, Redfield, W. H. Rivers, Kramer, Bottero, Malinowski, Boas, Mac Adams, Diamond, Rousseau, Lévi- Strauss, Ellul, Charbonneau, Illich, Morgan, Kierkegaard, Las Casas, Drinnon, Turner, Boehme, Blake, Sapir, Tylor, Durkheim, Mauss, Linton, Benedict, Fortes, Melville, Conrad, Bougainville, Kenyatta, Freuchen, Eliade, Cumont, Fustel de Coulanges Huizinga, Goldenweiser, Snyder, Baudrillard, Lovejoy, Bloch, Lee, La Boétie, Hill, Thompson, Riesman, Mumford, Testart, Leakey, …. Son zamanlarda ilkelleri yakından inceleyenlerin listesi kendi başına sayfalar tutar.
    Siz en iyisi “özgür üniversite” öğrencileri, profesörleri, Zileli ve bu sitedekiler gibi akıntıya yüzün. Gelecek bu heriflerin geleceği.
    Pers imparator Darius bunu Antik Yunanlılardan 2500 yıl önce öğrendi. Eğer zaman içinde zıplar yakındakilerin tarihine bakarsak İslam’a paralı veya köle asker Türkler kısa zamanda işin sırrına varıp akıntıya yüzdüler. Atatürk Avrupa’da esen ulusal-devletçiliğin gelecek olduğunu cin gibi bildi akıntıya yüzdü. Lenin toplumu doğa kaynakları gibi kapital ve bilimle düzene getirmeyi cin gibi bildi, akıntıya yüzdü. Şimdiki tarih kara cahilleri arasında gurur sözcüğü olan Uygur = Uygar cinliği gibi. Zileli İngiltere’de leninizm-stalinizmin öldüğünü anarşistliğin daha cazip olacağını cin gibi bildi, akıntıya yüzdü.
    Düzen oyunu oynayıp hile yapanı affeder, oynamayanı mahveder. Copernik akıntıya yüzdü paçayı kurtardı, Bruno oyunu oynamadı yandı.

  1640. Mizah yeteneğinizin biraz daha geliştirilmeye ihtiyacı var 🙂
    Siz azılı anarşistdiniz ne oldu?
    Bırakın başkaları karar versin. Mizeh sizi alaya alıyor, hoşunuza gitmemesi normal değil mi, sayın edebiyat profesürü?

  1641. Sn Gencecik Gün Zileli,
    Konu: Sitedeki dizi romanın reklamı kapak arkası.
    1. Dürüstlük örneği politikacı cevabı
    Gün Zileli
    Temmuz 8th, 2016 at 11:05
    Kapak arkası benim tarafımdan değil, yayınevi tarafından
    2. Cevap: Teskinlik ilacını almadan ve kendi gibi gencecik enayi müritlerinde bir sandığına bir poltikacı cevabı
    1613 kapak arkası 8 Temmuz 16 / 11am
    Gün Zileli
    Temmuz 8th, 2016 at 12:28
    doğal olarak kapak arkasını koymam gerekiyordu KARDEŞ.
    3. Teskinlik ilacını aldıktan sonra. Hem uyanır hem de cin gibi hafiye olup kimin yazdığı falına bakıp uygun bir cevap verir. Ama yine sinirden parmakları çarşafa dolaşır
    Gün Zileli
    Temmuz 8th, 2016 at 12:36
    kabak arkalarını genellikle yayınevi edötörleri yazar, kitabın yazarı da bunu onaylar. Dolayısıyla BENİMSEDİĞİM bir kapak arkasıdır bu.
    Zavallı gencecik Zileli, bunamış olduğunu ele verip duruyor.

  1642. Sayın 1615
    Benim için İnternet, youtube, facebook, twitter binlerce diğer dayatılan zorunluklar gibi bir pis lağım.
    Ben gazete okumam, hayatımda televizyona seyretme parmakla sayılacak kadar az, sosyal medya lağımlar lağımı.
    Bu siteden başka interneti tek kullanmam son derece kısıtlı.
    Bu siteye takılmamın asıl nedeni başta Zileli olmak üzere kendilerini dev aynasında gören modernliğin yarattığı zavallı insan harabelerinin kara cahillik bataklığı içinde çırpınmaları, hindi gibi kabarmalarıyla alay etmem.
    Merak ediyorsanız kendiniz “trickster” adı altında tanınan ve ilkel cemiyetlerde kıvırmadan varlığı kabul edilen kişi hakkında bilgi edinebilirsiniz.
    Bana site adları vermeyin, bir derdiniz varsa burada anlatın!

  1643. JEAN BAUDRILLARD ve “SIMULACRA”…

    BAUDRILLARD, “BATI” DIŞINDAKİ TOPLUMLARIN “BATI”YA BENZEMEYE UĞRAŞMASINI NİÇİN İSTEMEZ?

    Recep Tayyip Erdoğan’a biat etmekten gurur duyduğunu her fırsatta dile getiren (psikiyatr Prof. Dr.) Erol Göka’dan bir yazı!

    DOPE’nin ilgi alanına belki girebilir…

    “Hasta taklidi” yapmak nedir?
    “Kurmaca bozukluk” nedir?
    Jean Baudrillard’ın “simulakr”ları nedir?

    “Sizi gidi taklitçiler!”

    Teknolojinin ve giderek dijitalleşen medyanın, “gerçeklik” ve “iletişim” tanımlarımız başta olmak üzere, zihinlerimizi, hayat tarz ve ritimlerimizi belirlediği “yenidünya”yı anlamak için başvurmamız gereken düşünürlerden birisi de Jean Baudrillard (1927-2007).

    Özellikle Oğuz Adanır Hoca’nın dilimize kazandırdığı çeviri ve söyleşileriyle ülkemizde de tanınıyor ama hayli zor.

    Gençliğinde Marksist olan Baudrillard, daha sonra, bu Marksist bakışın “Batı toplumunun günümüzdeki işleyişini anlamada bir işe yaramadığı”nı görür. Emeğin sömürülmesi ve ürettiği mala yabancılaşması esasına dayalı analizler, işçilerin de kapitalizmin sadık bir tüketicisine dönüşmesiyle birlikte anlamını yitirmiştir. Kapitalizm, mutasyona uğrayarak artık yepyeni bir evreye girmiştir. Baudrillard bu yeni düzene “simülasyon” adını verir.

    Simülasyonu, Türkçe’ye “benzetme”, “taklit”, “muvazaa” gibi şekillerde tercüme edebiliriz ama bunlar asla Baudrillard’ın işaret ettiği anlamı tam olarak karşılamazlar. O hâlde düz çeviridense tarif etmeye çalışmak daha uygun.

    Baudrillard da birçok başkaları gibi, Rönesans’tan sonra nasıl olup da Batı toplumunun böylesine büyük bir dönüşüm geçirdiğini anlamanın derdindeydi.

    Derdini anlatabilmek için öncelikle bir kavram icat eder, daha doğrusu uydurur: “Simülakr”. Latince tekil hâli “simulacrum”, çoğul hâli “simulacra”…

    “Gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm”dür simülakr.

    Baudrillard’a göre Rönesans’tan bu yana Batı’da üç çeşit simülakr düzeni var olmuştur:

    Birincisi: Sanayi devrimine kadar olan dönemdeki “kopyalama”,

    İkincisi: Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan “seri üretim dönemi”,

    Ve üçüncüsü: Tüketimin belirleyici hâle geçmesiyle “yapay” ve “sanal” olanın, teknolojinin imkânlarıyla gerçek olarak sunulduğu son evre, yani “simülasyon düzeni”… “Ayna”, “fotoğraf makinesi”, “sinema”, “televizyon”, “dijital medya” aracılığıyla “üretilen görünümler” Baudrillard’ın bu üç evresindeki “simülakr”lara örnek olarak verilebilir.

    Simülasyon, taklit demek değilse de taklitle ilgilidir; bir “köken ya da gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesi”ne denir.

    “Günümüzde” gerçek; artık, minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretiliyor, yani “tamamen taklide dayalı”…

    Bu sayede “gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi” mümkün oluyor.

    Simülasyon düzeninde gerçeklik, tabii bir oluş değil de ondan modeller aracılıyla türetildiğinden ve “üzerinde istendiği gibi oynamalar yapıldığından” artık bambaşka bir şeydir. Onun bu özelliklerini tanımlayabilmek, aşırılığını vurgulayabilmek için Baudrilllard “hiper-gerçeklik” der ve simülasyon düzeninde önceki zamanlardan farklı olarak “gerçeğin yerini tamamen ‘simülakr’ların aldığı”nı belirtir.

    Simülasyon düzeninde “gerçek”, “tabiat”, orada öylece durur aslında, ama, yaşam ortamı, teknolojinin önüne koyduğu “tüketim nesneleri” ve “kitle iletişim araçları” ve “dijitalleşen medya ürünleri” yani “simülakr”lar tarafından çevrelendiği için “insan, gerçeği olanca hakikatiyle görme şansına sahip değil”dir artık… Gerçeği “sadece sanal hâli”yle algılamakta, “sanallığın kendisini gerçek sanmakta”dır. Ki Baudrillard haklıdır da, zira, sanal “sahte” değildir, “taklit demek” değildir; sanal, gerçeğin “tabii gerçek olmayan formu”dur. Bunu, en iyi; psikiyatri hekimleri anlayabilir.

    Psikiyatride, hastalığı komik şekilde taklit etmeye çalışan, hasta taklidi (temaruz) yapan sahtekârlardan farklı olarak bir de “kurmaca (factitious) bozukluk” tabloları vardır.

    “Kurmaca bozukluk hastalığı”nda sorun, hastanın o hastalığın kendisinde bulunduğuna tamamen inanması ve hasta rolünün gereğini aynen yerine getirmesi, yaşamasıdır.

    Kurmaca bozukluk hastası, rolüyle tıpatıp özdeşleşen oyuncu gibidir. Hekim, hasta numarası yapan sahtekârı kolayca anlayabildiği hâlde, kurmaca bozukluk tanısı koyabilmek için çoğu zaman hastayı kliniğe yatırarak gözlem altında tutmak zorunda kalır. Bizim “simülasyon evreni”nde, içinde yaşadığımız sanallığı gerçek sanmamız, tıpkı kurmaca bozukluk hastasının kendisini sahiden hasta sanmasına benzer. Bu yüzden; “reklamlar”ın, “markalar”ın, “sosyal ağlar”ın dünyasında tükettikçe daha mutlu olacağını sanarak yaşar gideriz. Sadece “teknoloji”nin, “tüketim”in ve “sosyal medya”nın ağında yaşadıklarımızı “gerçek sanmak” değildir bahtsızlığımız; kitle iletişim araçlarıyla yaptığımız haberleşmeyi de “iletişim”, bu aygıtlardan algı dünyamıza giren her veriyi “bilgi” sanmamızdadır asıl garabet.

    Baudrillard, Batı’da kökleşip yerleşmiş olan bu “simülasyon düzeni”nden hiç hoşnut değildir.

    Batı dışındaki toplumların Batı’nın bu hâline benzemesini, sonunda onlar gibi tıkanıp kalmasını istemez. Onların başka modeller ile alternatifler üretmesinden yanadır. Rahmetli Erbakan Hoca’nın bizimkilere “taklitçiler!” diye kızması gibi, Batılılara “sizi gidi taklitçiler” der adeta… Başka, adil bir dünyanın mümkün olabileceği düşüncesini diri tutma meşalelerinden birisi olarak kervanda yerini almıştır.

    Erol Göka
    12 Temmuz

  1644. Üzerinde tartisilmasi tiksinti yaratan Dope li ilkellerin inandigi ,daha dogrusu taptigi uyduruk prof.lerin temel hatasi onlarin ilkokul temel bilgileri bir tarafa atip profösörce ahkam kesilmelerinde yatmaktadir..

    Doganin yasasidir.Ya yiyeceksin ya yenileceksin. Doga sirf gülen günes,hayat veren yagmur,ye beni diyen canlilar,ve güzel kokan cicekler ibaret degildir.. Günes yakar,yagmur öldürür,doga seni devirir,ezer,ve diger canlilar yer seni..

    Yasamak icin dogayi boyundurugun altina alacaksin yoksa o seni alir..

    Ilkel bir yasami deneyip büyük bir macerayla 2 gün akdeniz kiyilarinda gecireyim dedim. Birakalim kizgin günesi,firtinayi,yagmuru,kaya,toprak kaymasini,birakalim wahsi hayvanlari,bör böcekleri daha ilk günde 2 sivri sinege maglup oldum.. onun verecegi mikrop yada viruslaririda kabusum oldu..!!

    Eger insanlik son 200 yilda nüfuz patlamasi yapmissa,eger insanlik yasam ortalamasi 25-30 lardan 70’e cikartmissa onun dogaya verdigi egemenlik mücadelesinde yatmaktadir..
    Hastaliklara karsi ilaclar,tedaviler,üretim icin devasa makinalar,seller ve depremler icin yeni güclü yapilar,insanlik kendini korumak icin en iyi önlemler almaktadir.
    Insanin düsmani doga degildir sadece. insanlardirda ayni zamanda.Onunda egitmek onunlada mücadele etmesi gerekir.Insanlar icindede Dope gibi herkese saldirani vardir..

    Bu ilkokul bilgilerini bilmeden filozofluk yapmakta Dopelilerin prof.lerine kalmis biktirici durumdur.. Bunlar coktaaan fikir cöplügüne atilmis ,kokmus düsüncelerdir..Bu bohlarla kim ugrasmak ister?

  1645. DARBE ve devrim

    Yamyamlar turist dolu bir motorlu botu ele geçirirler. Yemeye değerleri özentiyle tek tek seçip yanlarına alarak kamp yerlerine dönerler.
    Bazı turistler seçilmedikleri için aşağılık duygusuna kapılırlar, değersizlikleri içlerine batar, strese girerler.
    Sayın Gün Zileli ve diğer siteyi dolduran komünist, anarşist, sosyalist solcu-devrimciler, şu an Türkiye’de yamyamlık yapanların sizleri ciddiye bile almaması sizleri rahatsız ediyor mu? Acaba yamyamlar sizleri çocuğumsu mu buluyorlar? İlk devrimden bu yana asıl tehlikenin devrim değil darbe olduğu vahyi nihayet indi mi? Sizler de dahil tüm dünyanın kendilerinin klonları olduklarınızı artık biliyorlar mı? Sizleri geri kalmış modası geçmiş saçmalıkları kendilerine emzik, terapi edinmiş zavallılar olarak mı görüyorlar? Durumu inceleyen ve sizlere çok benzeyen ciddi sosyolojik-ekonomik-politik-stratejik- … Dış ülke uzmanlarına göre darbenin başarılı olmaması darbecilerin sosyal medyayı kullanmasında acemilikleri ve karşı tarafın daha ustaca ve etkili kullanmasında kaynaklanır. Sizler, maşallah maşallah, sosyal medya cambazlarısınız, darbeyi sizler daha kolay başarırdınız ama söyleminiz çok eski. Ambalaj değiştirmenizi tavsiye ediyoruz.
    Lütfen “Sosyal medyayla darbe nasıl başarılır?”, kitabına bir göz atın.

  1646. 1622 nin derdine bak

    bir laf var.. “şeyi şeyine denk”…
    onlarla oynasa daha yararlı olacak…

  1647. Sayın Gün Zileli,
    Bazen “Hortlak” rumuzuyla yazan siz misiniz? Eğer değilseniz Hortalk’ın yazıları size ateşli gençlik günlerinizi hatırlatıyor mu?

  1648. Hortlak ve Doğa

    Sayın Hortlak,
    Dope hakkında söylediklerinize ve ona direnişinize tamamıyla katılıyorum.
    1. “Yasamak icin dogayi boyundurugun altina alacaksin yoksa o seni alir..”
    2. “Ilkel bir yasami deneyip büyük bir macerayla 2 gün akdeniz kiyilarinda gecireyim dedim. Birakalim kizgin günesi,firtinayi,yagmuru,kaya,toprak kaymasini,birakalim wahsi hayvanlari,bör böcekleri daha ilk günde 2 sivri sinege maglup oldum.. onun verecegi mikrop yada viruslaririda kabusum oldu..!!”
    Ama eklediğiniz yukarıdaki iki paragraf bir çelişki içinde. Siz doğayı boyunduruk altına almadan yenilgiyi çabuk kabullenmişsiniz, bir fırsat kaçırmışsınız.
    Keşke dope’a karşı gösterdiğiniz cesaret ve direnişi doğaya karşı da gösterseydiniz. Çok çabuk pısırıklık etmişsiniz.

  1649. yok canım ne ateşlisi, bence bir akp troll o. bana yakıştırmanıza da alındım doğrusu. benim işim olmaz hortlaklarla. ruh başka,hortlak başka.

  1650. Sayın 1623 (1622’den)
    Siz benim sosyal medyada yüzbinlerce yazımı ve ‘blog”larımı okumamışa benziyorsunuz.
    Eğer merak ediyorsanız adreslerini veririm. En azından BBC’ye bakın yeter.

  1651. Sayın Gün Zileli,
    “… bana yakıştırmanıza da alındım doğrusu.”
    Çok özür dilerim.
    “… bence bir akp troll o.” Eğer bu doğruysa, şaşırtıcı bir yorumla karşı karşıya kalıyoruz. Hortlak şimdiye kadar siz ve sitede katkıda bulunan herkesin düşüncesine katıldı ve tasvip etti. Tek ve her zaman sadece “dope”a (ve eski p*s*k) karşı geldi, hakaret etti, saldırdı. Değişik biçimlerde de olsa siz ve diğerleri de aynısını yaptınız.
    Bunu nasıl değerlendiriyor sunuz?

  1652. izninizle değerlendirmeyeyim.

  1653. Benim hic kimseyle isim,iliskim olmaz,olamaz..

    Yazarlik yapacagima intihar ederim.Mallaho(Cok is)is o..

    Bana hakaret etmek icin G.Z.imi sectin?

    Biraz akli olsaydi G.Z nin düsüncesi kendisine daha uygun oldugunu cakardi..

    Yazma gayretlerinize,enerjinize,atesinize yanasamam..hele hele fikirde fikir olsa..
    Cok saygilar..

  1654. Akdeniz Macerası

    Sayın Hortlak,
    Biz en son teknolojilerle doğayı bozmadan, incitmeden, kirletmeden boyunduruk altına almayı başardık. Şirketimiz sizler gibi kapitalizm karşısında cephe alan alternatif, devrimci ve solculardan oluşmuştur. Şu an, Türkiye dahil, dünyanın 119 ülkesinde şubelerimiz var. Türkiye şubelerimiz İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana’da.
    “Ilkel bir yasami deneyip büyük bir macerayla 2 gün akdeniz kiyilarinda gecireyim dedim. Birakalim kizgin günesi,firtinayi,yagmuru,kaya,toprak kaymasini,birakalim wahsi hayvanlari,bör böcekleri daha ilk günde 2 sivri sinege maglup oldum.. onun verecegi mikrop yada viruslaririda kabusum oldu..!!”
    İnternet’le ısmarlayacağınız “Doğa’dan Kim Korkar” ürünlerimizle yarıda kalan maceralı maceranıza macerasız macera, medenilere yakışır ürünlerimizle donanıp korkmadan dönebilirsiniz!
    Sivri sinekleri ve böcekleri kaçıran kokular …… 123.99 €
    Yağmur ve fırtınaya karşı çadırlar ………………1549.99 €
    Güneşe karşı kremler …………………………..…59.99 €
    Yürünen yerlerin sağlamlığını uzaktan algılayıcı…2999.99€
    Vahşi hayvanların varlığını uzaktan algılayıcı …..3999.99€
    Vahşi hayvanları uzaktan algılayıp uyutucu ……7899.99€
    Sizler gibi macerasız macera geçirmek isteyen medeni bireylere hizmet sağlamak için dağlardaki teröristleri algılayıp uyarıcı kızıl ötesi teknoloji üzerinde yoğun araştırmalar sürdürmekteyiz. Ne yazık ki daha henüz teröristlerden koruyucu ürünler tam geliştirilmiş değil. Ama çok kısa bir süre içinde olumlu sonuçlara varacağız!
    Sayın Hortlak, böylece sadece vahşi doğaya karşı değil, etrafa terör saçan vahşi teröristlere de karşı ürünlerimizden yararlanma fırsatınız da elinize geçecek.
    Yaşasın bu asıl, yani teknolojik, devrim!

  1655. Öderiz. Siz takas olsun derseniz oda olur. Sivrisinegin yaglarini size veririz. Onda müthis yararlar var. Kalastorin,kalb,immunsisteme böylece kansere iyi geldigini,ayrica beyin icin cok önemli madde olan w.x in bol miktarda oldugu arastirmalarimz sonucu ortaya cikmistir.
    Yan etkileri; Halunünasyon vari sayiklamalardan kurtulabilirsiniz..

  1656. Teknolojinin yararli oldugunu itiraf ediyorsun.. Insanin düsmani sirf doga degil insandirda demistik. Insan hayvan kafali oldugu icin teknolojiyi insana karsi(Silah) kullanir. Bu sorun cözümlenebilirmi?Bu bize kalmis bir soru.. Problemin cözümü ordadir..

    Sonuc olarak hicbir toplum,hicbir kisi teknoloji kullanmadan yasamasi mümkün degildir. Onun az,yada cok,basit yada hight teck-kullanmasi yasam kalitesini gösterir.

    Zarari ise belki su bilinen Kantin benzetmesiye aciklanabilir;

    Kus ucup hizlandikca hava engeliyle karsilasir.O olmasa daha hizli ucacagini düsünür.Ama havasizda ucamayacagi aklina gelmez..
    Dogasizda dogal olarak yasayamayiz. Özel bir konu olan,nufuz artmasi ve enerji kaynaklarin tüketimi,cevre kirliligi sorunlari burda ayri tutuyorum..

    Görüldügü gibi biz hala ilkokuldayiz sanki..biraz gelissek,sinif atlasak iyi olur..

  1657. Mr. Gün Zileli,
    We still think that you have no idea of what “Dope” is talking about.
    We still think you owe an apology to “Dope”. Stating precisely that you did not understand him when he talked about the myth of the YOUTH as your sheepish compliance to printing house’s kitsch description of you as “youthful” proves.
    Nor did you ever understand the PRIMITIVISM of “Dope”. You do not even understand that he is not an anarchist. He is simply trying to show idiotic pretensions of the civilized people and the defending the primitive people. There is an extensive literature on this and by now it is an old stand.
    Your anarchism is classic and you share essentially the same hopes and dreams of the bourgeoisie. And since your comrades at the sites share the same dreams, you behaved exactly like your president who like you loves democracy but rely on his moron supporters to bully others.

  1658. Erkekler yazar kadınlar okur

    Sayın Gün Zileli,
    Nihayet “Çanlar” kitabınızı bitirdim. Sayfa sayfa bana Elif Şafak’ı anımsattı. Engebeli, maceralı bir yaşam; onda geleneksel mistiği sizde devrim mistiği; o da umut dolu siz de; o da azınlık ve ezilenler ve özellikle biz kadınları savunuyor siz de; o da sosyal medyayı iyi tanıyor siz de; o da mutluluğun temel olduğunu biliyor siz de; o da artık modası geçmiş teklik, yekparelik yerine çeşitlilik, farklılık, demokrasi, insan hakları savunuyor siz de.
    Her ikiniz de biz gençlere ışık tutuyor, yeni ufuklar açıyorsunuz. Çünkü her ikiniz de geleceğin daha iyi, daha özgür, daha bolluk dolu olduğuna, düşüp kalkmalara ve engellere rağmen, insanların gittikçe gerçek insanlığın zirvesine yaklaştığına inanıyorsunuz.
    Tebrik ve teşekkür ederim.

  1659. Hortlak – Gülen
    Bu sitede Sn Gün Zileli Hortlak’ın akp trollcusu olduğunu ifşa etti. Diğerleri de buna dayanarak salaklık numarası yapan Hortlak’la dalga geçtiler, hatta doğaya ve tüm dünyaya karşı cesaretle savaş içinde olan bu sert, gerçek ve pala bıyıklı Türk- Alman çocuğunun Akdeniz kıyısında birkaç sivrisinekten kaçtığı numarasına inandılar.
    Bence Hortlak, Kant’ı tanıma, arada sırada kendini küçük görmelere dayanamayıp bilgiçlik gösterisi yapma, örneğin Marks, tarih, fizik, üretim falan filanları, virüsler, ilaçlar, …. ve binlerce diğer milyar euroluk büyük laflar etmeyle kendini çoktan ele verdi.
    Biraz tarih bilen, biraz gizli / (internet sayesinde pek) gizli değil cemiyetlerle ilgili bilgisi olan, biraz bu gizli cemiyetlerin kopyası olan ve sosyal medyada açık açık yandaş toplayan zeitgeistçılar (TZMciler), Venusçiler, guruları Foucault ve anonim şirketi olan Accelerationistleri, bu anarşist site ve benzerlerini bilen, hatta Dünyanın En Büyük Devrimini yapan Bolşeviklerin nasıl örgütlendiklerini bilen, …, maşallah mantar gibi çok, bu numaraların Medeniyet çıkışı veya hiç değilse toplumların politika toplumları oldukları kadar eski olduğunu görür.
    Hele sayısız meşru mafya gizli değil Devlet’ler!
    Gizli/gizli değil cemiyetlerin hepsine ortak olan bir öz nokta “sistemi” içinden fethetme. Dünyanın her yerinde mantar gibi bol Troçkistler buna güzel bir örnek. Bu alanda iki esaslı eğitimden geçmiş (bak Vatan partisi başkanı, bak İngiltere kraliçesinden diplomalı) Zileli sizleri daha iyi aydınlatabilir. Zaten bu nedende Hortlak’ın aslını hemen bulup çıkardı. Zileli eski kulağı kesiklerden.
    Her neyse kısa keseyim. Bence Hortlak Gülenci. Gülen de Cizvitleri taklit eden, mevcut düzenin aynada yansısı olan düzeni kurmak peşinde: çok iyi okullarda, çok iyi yetişmiş, işinde çok yetkin, uzman, falan filan süt inekleri, beyinsiz ama güçlü bedenli asker yetiştirip kilit noktalara yerleştirme peşinde.
    Gizli / gizli değil cemiyetler listesi çok uzun:Opus Dei, The Knights Templar, Illuminati, The Skull and Bones, The Rosicrucians, Bilderberg, Freemason, … Merak eden anarşistlere çamur atan Norman Cohn’u okuyabilir.
    Marksist-anarşist-sosyalist solcu-devrimciler daha çok mevcut düzene, Devlet-Kapital’e benzerler. Enayi avını açı açık yaparlar. Hepsine ortak ileride güzel, düzenli, ele avuca sığar, çeki düzenli, bolluk içinde yaşayan, Bilgisayar-Devlet, Robot-Devlet tarafından idare edilecek beyinsiz ama sağlıklı kelleler dünyası vaat ederler.
    Bunun günümüzden farkı benim için sırlar sırrı. Ben bunları anlıyorum desem yalan. Çünkü mavi gözlü İNGİLİZ (o da Kraliçe’den diplomalı) Darwin eski hacı-hoca imamlar gibi aynı şeyi çoktan vaat etti: Eninde sonunda kazananlar kazanacaklar: modern toplumlarda kazananlar ekonomide başarılı olanlar yani zenginler demektir. Hem Müslümanlar ve dolayısıyla Gülen-Hortlak-Erdoğan, hem de Protestan Calvin küçük bir hata içindeler. Bu alında yazılı değil, her modern aydın, entelektüel, zeki, ilerici, devrimci-solcu, marksist-leninist- stalinist-anarşist zamane gençleri ve gencecik kalanların kalbinde taşıdıkları Doğa’da yazılı. Bu incelikleri anlamada zorluk çeken Hortlak ve Zileli gibilere daha açık anlatayım: eninde sonunda herkes zengin olacak!
    Gülen, Erdoğan, Atatürk, Marks, devrimci solcular eski simyacılar gibi doğanın doğal evrimini hızlandırma peşinde. İşte asıl pislik bundan çıkmakta ve çıkan pislik vantilatöre çarpmakta.

  1660. Sayın Friends (1632),
    İngilizce okumam iyi ama yazmakta çok zorluk çektiğim için sizlere Türkçe bir yanıtta bulunacağım.
    Amacım eleştirilerinizden vazgeçmenizi ima etmek değil. Fazlasıyla haklısınız. Daha çok bir paralele dikkatinizi çekmek istiyorum.
    “Africa” adlı şiirde Tagore Batı Medeniyet’ini ve özellikle Zileli’nin diplomasını aldığı ve Türkiye’de satışını yaptığı anarşistlik ülkesi İngiltere’yi Afrika’dan özür dilemeye, affedilmek istemeye davet etti.
    Peki, neden ne Avrupa ne de İngiltere bunu yapmadı?
    Bence cahilliğinden utanmadan, kibir ve hınç içinde Dope arkadaşa dil uzatan Zileli de aynı nedenlerden hiç bir zaman özür dilemeyecek.
    Adam kendini etrafını saran enayilerden dolayı dev aynasında görüyor. Sadece enayi yandaşları kendini şişirmekle kalmıyor, sosyal medya, televizyon, dergi, gazetelere katkısından dolayı eğlence endüstrisi de adamı şişiriyorlar. Düşünün biraz, eski patronu gibi silikler siliği biri bile bir parti başkanı olmuş, kendini dev aynasında görüyor. Üstelik herif çok daha ünlü ve güçlü.
    Enayi Avrupa ve İngiltere vatandaşları da dünya insanlarının canlarını tehlikeye atarak topraklarına ayak basmak istediklerini görünce Avrupa ve İngiltere’yi dev aynasında görüyorlar. Zileli’nin orta sınıf yandaşlarına benzeyen bu uykuda gezenler Devletlerini şişiriyorlar, putlaştırıyorlar.
    Daha ağzı süt kokan dünkü anarşist gençler ve sitede sesini yükselten bazı dürüst yorum yapanlar Zileli’nin Dope’la kıyasla ne kadar silik kaldığını, bir çömez olduğunu söylediler. Sayısız defa kendine yöneltilen sorulara kaçamak, saçma, çelişki dolu cevaplar vererek etrafındakilere, yandaşlarına dolaylı hakaret etti ama birinden bile bir gık çıkmadı.
    Bence Zileli Erdoğan’a da benziyor. Politika tatlı şerbetleri dağıtmada usta ve etrafındakilerin zaaflarını iyi biliyor.
    Eleştirinize devam edin ama bu adam bir ciddi kriz geçirip yaşamda anarşist artisti olmaktan daha derinde değerler, örneğin Dope’un savunduğu ilkellik gibi, yattığını görene kadar bu giydiği maskeyi yırtıp atacak cesareti olmayacak.
    Marks bile Bakunin’e karşı yaptığı haksızlığı kabul etti. Artık namus, şeref, onur, gurur, insanlık kalmadı. Tek gerçek alçak, adi çırılçıplak güç gösterisi.
    Bu adam o kadar ileri gider ki, anarşist olmadığını, ilkellerini savunduğunu söyleyen Dope’u yeşil anarşist ilan eder çıkar.
    Bu adam twit olur, facebok olur, youpoop olur, ölür ama özür dilemez!

  1661. Türkçeniz kesinlikle çok iyi, tebrikler. Dope’den çok çok iyi olduğu kesin!

  1662. Gittin,gittinde koca amerikada bu cöplüklerimi buldun?!..

    Bu uyduruk görüslerin bir sextelerimi var orda? Buralarda bilinir,ama savunulmaz ..
    Aklini basina topla..Dünyaya biraz olumlu bak! Hersey kötüye gitmiyor..Iyiye gidiyor..parayla sadet olmaz ama onsuzda olmaz..
    Paranin degerini bil.Iyi yasa.. Parasiz olunca insan iyi ble düsünemiyor!

    Sen herseye karsisin.Bilime,düsünceye,mantiga.. Sacmaliklar tabiki sinirsiz.dogrularin siniri var.. sana laf yetistirmege düsünmem .. Bolbol TV.seyret..Ahh bir param olsa de..hayalini kur! Hayalsiz yasama! Ruhunu genis tut! Hortlaklar dünyasinda yasadigimizi unutma! Söylediklerinin hepsi hortlamislar..Ölü hortlaklar onlar..bes para etmez..

  1663. Ah O eski günler

    Olmuş bir olay.
    Kitapları dünyanın her tarafında okunan, derin düşünceleri her yerde iz bırakan, yarattığı bazı sosyoloji ve politika terimleri artık bu alanlarda ünü herkesçe bilinen bir düşünür savunduğu bir fikri karşı gelen biriyle televizyonda tartışmak için davet alır. Düşünür, “… televizyonda iki taraf yoktur, tek bir taraf vardır, o da televizyon!”, der.
    Bu sitede twitter, facebook, youtube, televizyonlarda yer almak için çevik maymunlar gibi hoplaya zıplayanlarla kıyaslamakta yarar var.
    Üstelik şu an insanın en büyük düşmanları, insanı en sümsük eden, en alçak ve aptal kılan, dünyanın en zengin ve yeni kapitalizmin müjdecileri twitter, facebook, youtube ve televizyon.
    Galiba bu zavallılar sistemi içinden vurma peşinde. Eski türkü, eski göbek atma.
    Bir örnek: Herodot tarihi’nden bir parça
    Yerleşik bir toplum bir göçebe halkın sürekli saldırmalarına nihayet bir son vermek için peşlerine düşerler ve yıllar sonra dönerler. Ne var ki bu arada köleler ardında bıraktıkları kadınlarıyla evlenmişler, rahat ve hür yaşamlarından vazgeçmek istemeyen eski köleler ve dönenlerle savaşa giderler. Savaş uzun sürer, dönenler defalarca geri püskürtülür. Nihayet bir toplantı yapıp durumu konuşmaya karar verilir. Aralarında gencecik bir yaşlı çözümü bulur: “Hatamız onlara kılıçla saldırmamızda, eğer sopalarla (yeni ve devrimci öz Türkçe’de sopa = cop) saldırırsak, köleliklerini hatırlayıp karşı koymazlar.”, der. Gencecik yaşlının öğüdüne uyulur ve köleler kılıçlarını yere atar boyun eğerler.
    Bir azılı devrimci “halka” sopayla saldırılırsa, “halk” sopayla karşılık verir eski masalları anlatır, umut lokumları satar, medya artistliği yapar, “sistemi içinden vurur”.

  1664. 1626..
    Yazdıkların böyle, uyduruk metafor gevezelikleriyse elbette “yüzbinlerce” yazı yazılır…
    sen o’sun.. böbürlenmeyi seven, değerini arayan.. Burada yedirmen zor..

  1665. Sansürün geri tepmesi

    Artık Hortlak ve Dope’a hakaret yağdıranların çoğunun aslında Gün Zileli olduğu meydana çıktı.
    Bizler Dope’un üslubunu taklit edip kendini eleştirdiğimiz yazıların hiç birini yayınlamadı.. Dope’a hakaretlerin hepsini hemen yayınlıyor.
    Anarşistliği adileştirmenin güzel bir örneği.

  1666. Gülmek sağlığa yararlıdır

    Gencecik kalan, umut dolu olan, karamsar olmayan her fala baktığında, “yıkılacak”, “devrilecek”, “zamanları gelecek”, “sınıf kavgasında başarıya ulaşılacak” gibi üç zaman içinde gerçekleşecek “ölme eşşeğim yaz gelsin”‘i görür ve bu gaipten getirdiği haberleri medyada kendine benzeyen anarşistler, medya artistleriyle paylaşır. İnsan tarihinde rastlanan en fanatik ve en katı bir din, bir inanç, bir mit. Yalanlanması imkansız bir teori!
    Bu anarşist acaba kendini mi kandırıyor, yoksa bunun değişik ambalajlarla dünyanın her yerinde her politkacının kandırdığı kanar gibi görünen beli çoktan kırılmış umutsuzları mı kandırıyor?
    Dünyanın En Büyük Devrim’ini başaran Bolşeviklerin kurdukları düzen sırasında bir duvar yazısı:
    “Bolşevikler düzenin komünist olduğuna inanma numarası yapıyorlar, biz de onlara inanıyoruz numarası yapıyoruz.”

  1667. Politik toplum hastalıkları

    Modern dünyanın sayısız ucubeleri medya artistleri üzerinde bir (DİYALEKTİK-)TEZ.
    Vietnam savaşı süresinde BBC röportajcılığı yapan savaş bittikten ve emekliye ayrıldıktan sonra dünyayı gezer.
    Dünyada en ünlü gazeteler arasından ikisinin beraberce yayınladıkları bir haftalık gazetede bir makale yazar. Makalede Vietnam savaşını yakından izleyenlerle o ülkenin adını bile duymamışları kıyaslar. Kararı koşulsuz: Vietnam adını duymayanlar orada olan bitenleri daha iyi bilirler.
    Bu makale, dünya ve yerel haberleriyle ilgili kör gözle görüşlerini twitter, facebook, youtube, “halk” televizyonu ve benzeri sosyal medyada “inceleyen ve açıklayan” solcu-devrimci-anarşist-marksist-… , ünlü olmak için her türlü çareye başvuran medya cambazları, medya artistliği yapanlara bir ders olur mu?

  1668. Arkadaş, artık bu makalenin altına yorum yollamayı bırak, ilgili makalelere yolla. Buraya çöplüğün haline getirdin. Hayır, o kadar zor ki buraya kadar inmek, kaç bin yorum oldu yahu. Öte yandan, savunduğun da saçmalıktan ibaret. İnsanlar ne kadar her şeyden habersizse o kadar doğruya yakındır gibi zırva bir sonuç çıkıyor. Oysa düşünce, yanlışla mücadele içinde ilerler ve sıçrama yapar. Senin ilkelciliğin buysa yandık valla!

  1669. Sen zırvalıyorsun

    Sıradan bir insan bir futbolcunun bir ayda binlece kişinin kazandığını biliyor ve onun gibi olmak istiyor. Sen 19. yüzyıl artığı olarak sıradanlara 2 artı 2’nin 4 ettiğini öğretmek isteyen bir zavallısın. Git eskisi gibi köy köy dolaş, senden daha uyanık olanları uyandır. daha da iyisi okuma bilmeyenlere veya okuduğunu senin gibi ancak ticarete dili olarak anlayanlara yazarak anlat.
    Senin cahilliğin beni insan olduğuma utandırıyor. Hala uyuyorsun.

  1670. Çöplük zaten

    “Oysa düşünce, yanlışla mücadele içinde ilerler ve sıçrama yapar. Senin ilkelciliğin buysa yandık valla!”
    Bu şatafatlı koca lafları senin gibi Medeniyet lağımlarında çırpınan zavallılara yuttur. İkeller hakkında cahilliğinden utanmayacak kadar kendini sana benzer koca laflar edenler arasında kaybetmişsin.
    Senin ilkeller hakkında bilgi edinme konusunda ne kadar cahil olduğunu gösteren en az 100 kitap adı yazsam birini bilmezsin ve bilmediğini itiraf ettin, zaten bu konuda bilgisiz olduğunu kabullendin. Sen pompalanmaktan ne dediğini bile hatırlamaktan aciz olmuşsun.

  1671. BU MAKALENİN ALTINA YAZILAN YORUMLAR ÇOK FAZLA OLDUĞUNDAN BURAYA GÖNDERİLECEK YORUMLAR KONMAYACAKTIR. LÜTFEN YORUMLARINIZI BAŞKA MAKALELERİN ALTINA GÖNDERİNİZ. ADMİN

  1672. Zileli bir inekten milyarlarca süt çeker, mesela
    Çanlar, bir Rus kadının, Yelena Obelenskaya’nın Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde Rusya’da başlayan öyküsüdür. Petersburg’da, Neva Caddesi’nde kızakla kayılan güzel ve sakin günler… Aristokrat bir ailenin devrimle birlikte parçalanan yaşamı. Minsk’teki malikânenin köylüler tarafından yağmalanması. Ölümler. Konstantinapol’e kaçış; bir bilinmez şehirde bir başına geçen yıllar. Pera. Revüler, batakhaneler, genel evler, perükâr salonları… Sonrasında Paris’e, İspanya iç savaşına tanık olan bir yaşam. Ve yeniden anayurda dönüş, yeniden Sovyetler Birliği: Lubyanka.

  1673. Japon “medeniyeti”nin devlet hiyerarşisini tartışmaya açarsak, çok uzayacak. “Keşke ‘devleti kutsayıcı’ olmasalar” desek; boş bir temenniden öteye geçemeyecek sözlerimiz.

    DOPE’nin hatalı olduğu birçok nokta olmakla birlikte, haklı olduğu yerler de var.

    Aşağıdaki fotoğrafta; Japon imparatoru Akihito, Suudi Savunma Bakanı Mohammad bin Salman Al Saud ile bir görüşme yapıyor.

    Görüşme yapılan mekânın:

    Cafcaflı, debdebeli olmamasına,

    Japon “medeniyeti”nin tarihinden sembolleşmiş simaların yağlıboya tabloları ve benzeri “göğüs kabartıcı” materyallerin odaya serpiştirilmemiş olmasına,

    “Özenerek ‘tasarlanmış’ bir sadelik görüntüsü”nün, sanki “Japon coğrafyasında, ‘erdemli’ ilkellerin yaşadığı çağlarda süren ‘sade’ hayattan bir görüntü karesini günümüze taşıyabilmek için”; mekânın “tasarlanması”na dikkat ediniz.

    Evet, bahsi geçen mekân da bir “tasarı”, “vision”. Ama en azından; vakurluğu hatırlatmak niyetini taşıyor taşıyabildiği kadar.

    Her “medeniyet”in, misafir ağırlama üslubu farklı olabilir. Fakat; “erdemli” ilkelleri yeniden hatırlamak istiyorsak, belki Japon “medeniyeti” de yardımcı olabilir…

    İşte o fotoğraf:

    https://pbs.twimg.com/media/CrRKBSJWAAAI3Lt.jpg