Dersim versus Bayburt (Sosyolojik Açıdan Seçimler)

Bunu elbette uzun vadede akademisyenler daha net istatistiklere ve verilere dayanarak yapacaklardır. Benim burada yapacağım, ilk elde göze çarpan verilerden yola çıkan biraz kabaca bir tahlil olacak.

Sınıfsal verilere göre bir tahlil yapmamız şu manzara karşısında biraz zor görünüyor. Dediğim gibi, akademisyenler ve bazı Marksist analizciler zaman içinde bu açıdan da ayrıntılara girebilirler. Ama ilk bakışta göçe çarpan, daha çok etnik ve mezhepsel öğeler olmaktadır.

Nedir bunlar:

Birincisi, Anadolu Sağcılığı adını verdiğimiz Sünni islamdır. AKP ve MHP gibi iki sağcı partinin tabanı bu Anadolu sağcılığıdır. Büyük kentlerin periferisi de esasen Anadolu sağcılığının kentlere göçmüş devamı olarak görülebilir. Bu oy deposu, son seçimde toplamda %55’lik bir oran vermektedir. (Bu oran, örneğin Gümüşhane, Bayburt gibi illerde %90’ı aşmaktadır.)

İkincisi, esasen CHP’nin temsil ettiği, batı illerindeki, Trakya’daki ve büyük kentlerin merkez bölgelerindeki (İstanbul’da, Kadıköy, Bakırköy, Beşiktaş, Şişli vb.; Ankara’da Çankaya; İzmir’de Alsancak, Karşıyaka) yaklaşık %15 oranındaki Modernizm oylarıdır. Bu oylara aynı bölgelerdeki yaklaşık %5’lik HDP oylarını ve Anadolu’daki, yaklaşık %10’luk, CHP’ye giden Alevi oylarını da eklersek modernizmin oylarının bu seçimde %30’a dayandığını görürüz. (Tipik bir yer olan Dersim’de –Tunceli- bu oran %80’dir.)

Üçüncüsü, Doğu ve Güney Doğu’daki, %80’lere varan ve HDP’de toplanan Kürt oylarıdır. Bu oran, bütün ülkedeki oy oranına vurulduğunda yaklaşık %10 olmaktadır. Modernizmden (ve tabii modernizmin içinde yer alan soldan) aldığı oylarla birlikte HDP %15’lere yaklaşmaktadır. Kabaca, bu %15’in 10’u Kürt kimliğinin, 5 ise HDP’ye destek veren modernist solun oylarıdır.

Böylece toplumdaki üç ana unsur açık seçik bir şekilde gözümüzün önünde belirmektedir:

%55’i Anadolu sağcılığı (40’ı AKP; 15’i MHP);

%30’u Sol eğilimli modernizm (25’i CHP; 5’i HDP);

%10’u, son tahlilde modernizme eklemlenebilecek, Kürdistan’daki, esasen sol eğilimli Kürtler (Kürdistan’da HDP’ye akan, ülke geneline vurulduğunda %10 olan oylar).

Tabii ki bu saflaşma politik alana aynen yansımamaktadır. Örneğin Anadolu sağcılığının Türkçü-İslamcı partisi MHP, AKP ile rekabeti yüzünden, birçok konuda CHP ve HDP ile aynı safa düşebilmektedir. Öte yandan, Türkçülüğü dolayısıyla, Kürt sorununda AKP’den bile daha sağda yer alabilmekte ve HDP’ye karşı en düşmanca konumu alabilmektedir.

Bu böyle olmakla birlikte, ben son tahlilde ve orta vadede sosyal yarılmaların saflaşmalarda daha belirleyici olacağını düşünüyorum. Yani önümüzdeki dönemde, en sivri ucunu Dersim’in temsil ettiği modernizm artı Alevilik artı modernist solculuk artı Kürt modernizmi ve solculuğu bir safta; en sivri ucunu Gümüşhane-Bayburt’un temsil ettiği Sünni İslam artı Sünni Türk milliyetçiliği diğer safta yer alabilir. Bu büyük saflaşmada ve cepheleşmede hangi unsurların cephelerin başını çekeceği ise zaman içinde ve güçler dengesine göre belirginleşecektir.

Gün Zileli
12 Haziran 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Ne Yazmalı?!

Artıgerçek Bu, periyodik olarak yazmak zorunda olan yazarların değişmez sorusudur. Gençliğimde her gün büyük bir …

68 Yorumlar

  1. Bu Misak-i Milli kaderimiz mi bizim?? Yasasin Bagimsiz ve Sosyalist Ege Cumhuriyeti..

  2. kabaca bir analiz olmamış gayet mantıklı bir açıklama ama hdpye olan düşmanca tavrın en azından mhp tarafından olan tavrın sebebi bellidir. kürt oldukları ya da alevi kürt oldukları yada herhangi bir şey olduklarından değil sebebi öcalanın güdümünde olmaları kandile yakın olmalarıdır kaldı ki modernlikten kastınız ne tam olarak anlamadım ama barajı geçemezsek … diye cümlesine başlayan bir parti ne kadar modernist olabilir ki. neyse kalemine sağlık

  3. zileli hocam devlet bahçeli gibi çatı hesapları yapıyorsun kusura bakma şaka mahiyetinde söylüyorum yalnız bu çatı uçar anadolu tipik muhafazar akp oylarıyla (dünya yıkılsa arkasına dönük bakmayan muhafazar insanlarımız) az ileri gidelim asla gezi isyanına katılmayan akılları fikirleri kürt devlettiyle özdeşlemiş dogu insanımız Kıyılara baktıgımızda tabi içerisnde yarı oyu akp olan kıyı şeritlerimiz liberal solcu kemalist sisteminin korkakları çıkarcıları rantcıları vurdumduymazları ASIL ÖNEMLİ OLAN BU DÜNYAYA YENİ BİR NEFES YENİ HAYAT SUNAN İÇLERİNDE KİNİRLERİ RANTCILARI OY DERDİ OLMAYAN İÇLERİNDE SAĞCISIYLA SOLCUSUYLA LİBERARİSTİYLE KEMALİSTİYLE BU DÜNYAYI DEEGİŞTİRECEK GEZİ RUHUDUR GEZİ İNSANLARIDIR VE HER ZAMAN ÖYLE KALACAK…

  4. devrim karasansar

    Gümüşhane ve bayburt’u bir tarikat yönetiyor.
    Tesadüf değil %80 oy…

  5. Sınıflar nerede bu tabloda Gün abi? Marksist analiz, günümüz Türkiye’sini açıklayıcılığını tümüyle yitirdi mi yani? Bu yakınlarda Bursa’da sanayii proleteryası büyük bir direniş gercekleştirdi. Bursa’da, Antep’te, Konya’da Marks’ın tarif ettiği işçi sınıfı çoktan oluştu. “Bilinçleri yok” deyip geçecek miyiz?

  6. yazının başında sınıfsal konumları ihmal edeceğimi söylemiştim Barış. Bu sadece olayın bir yönüne çok uzaktan bir bakış.

  7. Seçim ve İç Savaş

    “Bir kez daha yineleyelim: Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının yaptığı düzenlemeler ve bunlara bağlı (kanuni ya da kanun dışı) silahlı örgütlenmeler, doğrudan doğruya kendisine yönelik ‘darbe’ ya da ‘darbemsi’ şeylere karşı ‘silahla yanıt verme’ temelinde yapılan örgütlenmelerdir. Ancak bir çeşit ‘darbeye karşı önlem’ görüntüsünde alınan bu düzenlemeler, aynı zamanda doğrudan devlet iktidarına bir bütün olarak el koymak için, yani ‘darbe’ yapmak için gerekli yasal ve silahlı örgütlenmelerin sağlanmasını amaçlamaktadır. Bir yönüyle ‘savunucu’ görünen düzenlemeler, diğer yönüyle saldırganlığın önünü açmakta ve bunu ‘yasal’ hale getirmektedir.
    Bu iç savaş hazırlığı ve tahkimatı karşısında düzen içi muhalefet partilerinin ya da ‘sol’ legalist örgütlenmelerin yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Yapabilecekleri (ki buna cüret edebilirlerse), parlamentoyu boykot etmekten bir adım öteye geçmez.
    Asıl olan, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının tüm devlet olanaklarını kullanarak ve bu kullanımını ‘yasal’ hale getirerek yürüttüğü iç savaşa yönelik silahlı örgütlenmesine karşı örgütlenmektir.
    Böyle bir örgütlenme, hiç tartışmasız silahlı bir örgütlenme olmak durumundadır. Bu silahlı örgütlenme, bir yanıyla iç savaşa karşı hazırlık ve mevzilenmeyi sağlarken, diğer yanıyla bir bütün olarak siyasal iktidarın devrilmesini hedeflemek durumundadır. Daha açık ifadesiyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş örgütlenmesine karşı savaş, kesinkes silahlı bir örgütlenmeyi gerektirir ve bu silahlı örgütlenmenin hedefi siyasal iktidarın ele geçirilmesi olmak durumundadır.” (Kurtuluş Cephesi, “İç Savaş Tahkimatı”, Sayı: 142, Ocak-Şubat 2015)

    Seçimler, geniş halk kitlelerinde bir şeylerin değişebileceği beklenti ve umutlarının arttığı, bu yolla mevcut toplumsal-siyasal sisteme (bir süreliğine de olsa) bağlandığı ve sistemin kendi işleyiş kurallarına daha fazla uyduğu bir ortam yaratır.
    Öte yandan seçim ortamlarında ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz beklentiler, kitlelerin politikayla daha fazla ilgilenmesine yol açtığı gibi, kendi içlerinde bölünmesine, ayrışmasına ve hatta uzun süreli kutuplaşmasına da yol açar.
    Olağan zamanlarda siyasetle fazlaca ya da hiç ilgilenmeyen insanlar, seçimlere katılarak (oy vererek) ülkenin siyasal yapısının biçimlendirilmesine katkıda bulunurlar. Oy tercihleri de, siyasete ne kadar uzak olduklarına göre belirlenir. Etkili bir siyasal reklam, hoş bir müzik klipi, siyasetçiye ilişkin yaratılmış olan “algı”, oy tercihlerini belirleyebildiği gibi, “hasımlar”, “ötekiler” vb. söylemler de oy tercihini belirleyebilmektedir. Siyasetten uzak insanların oy tercihlerini değiştirmeye yol açan en temel etmen ise, ortaya çıkacak seçim sonuçlarının o güne kadar sürdürdükleri ve fazlaca da hoşnutsuz olmadıkları yaşamlarını alt-üst edebileceğine ilişkin bir beklentinin yaratılmasıdır…
    Seçimler, diğer yandan iktidar olmanın “nimet”lerinden yararlanan kesimlerin varolan çıkarlarını korumaları yönünde bir harekete yol açar. “Muhalif” kesimler açısından ise, seçimler, varolan iktidardan kurtulmanın somut ve gerçek bir aracı olarak görünür. Bu da, sisteme bütünsel olarak “muhalif” olanların bir süreliğine sisteme tabi olmalarını getirir.
    Bir başka açıdan, seçimler, mevcut toplumsal yapıdaki değişik sınıf ve tabakaların siyasal düzeylerini ölçmenin bir aracıdır. Engels’in deyişiyle, bu da seçimlerden beklenebilecek tek şeydir.
    Ülkemizde seçimler, ister genel seçimler olsun, ister yerel seçimler olsun, her zaman siyasal iktidar ile toplumsal muhalefet arasında bir hesaplaşma ortamı olmuştur. Bu nedenle de, sistem, toplumsal muhalefeti değişik yol ve araçları bertaraf edemediği, pasifize edemediği koşullarda seçimlere giderek, toplumsal muhalefeti bir süreliğine sistem içi değişim beklentisine yöneltir.
    Bu sistem içi değişim beklentisi, “sol” yapıların ve örgütlerin değişik gerekçelerle (örneğin, “taktik hevalım” mantığıyla ya da “geniş halk kitleleriyle bağ kurmak için legal olanaklardan yararlanma” adına) seçimlere katılımıyla önemli ölçüde meşruluk kazanır.
    Bu “meşruiyet” içinde yapılan seçimler, bir dönem için toplumsal muhalefeti yatıştıramasa da, asıl olarak bu muhalefeti (bir süreliğine de olsa) sistem içine çekerek belli bir işlevi yerine getirir.
    Türkiye’de son on iki yılda birbiri ardına yapılan seçimler, her ne kadar sonuçlar açısından toplumsal muhalefette umutsuzluğa yol açmış olsa da, sistem içinde kalınarak, seçimler aracılığıyla bir şeylerin değişebileceği umudunu sürekli hale getirmiştir.
    Ancak 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve ardından gelişen olaylar, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi kişisel iktidarını koruyabilmek için iç savaş hazırlıklarına girişmesi, bir kez daha seçimlere yönelik beklentileri yükseltmiştir. Sonuçta, son on üç yılda ilk kez 7 Haziran seçimlerinde toplumsal muhalefetin yüzü “gülmüş”tür.
    Şüphesiz bunu sağlayan AKP’nin oylarının %41’e inmesi ve HDP’nin %10 barajını geçmesidir. Bu sonuç, on üç yıl sonra AKP iktidarından ve Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın olanaklı olduğu bir durum yaratmıştır. Bu da, seçimlere olan “umudun” “boş” olmadığı “algısı”nı yaratmıştır.
    Bugün, yani 7 Haziran seçimlerinin hemen ertesinde, toplumsal muhalefette yer alan herkes büyük bir umut ve beklenti içine girmiştir. Bu umut ve beklenti içinde mevcut düzen içinde seçimlerin nasıl bir yanılsama yarattığı neredeyse hiç kimsenin umurunda bile değildir. On üç yıllık düş kırıklıklarından sonra AKP’nin tek başına iktidar olamaması karşısında duyulan sevinç, kaçınılmaz olarak düşünceleri de baskılamaktadır.
    Bugün 7 Haziran seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı “dört partili meclis” yapısından nasıl bir hükümet kurulabileceği bolca konuşulmakta, pek çok senaryolar ortaya atılmaktadır. Seçim sonuçlarının yarattığı sevinç içinde bu senaryoların olabilirliği bir yana, gerçekliğinde neler olabileceği bile düşünülemez olmuştur.
    Her şeyden önce bu sonuçlardan “muhalefet”in bir koalisyon hükümeti çıkarıp çıkaramayacağı belirsizdir. Daha da önemlisi, şu ya da bu biçimde yahut “ülkeyi hükümetsiz bırakmayız” söylemiyle oluşturulacak bir koalisyon hükümetinin neler getirip, neler götüreceği de hesaplanmamaktadır.
    Burada en temel sorun, AKP’nin, özellikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı, gücü “meşru bir seçimin doğal sonucu olarak” bırakıp bırakmayacağıdır. Daha düne kadar ülkeyi bir iç savaşa (ve hatta bir dış savaşa) sürüklemekten kaçınmayacağını ortaya koymuş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın öylece kendi “köşesine” çekilmeyeceği ve “muha-lefet”in oluşturacağı bir hükümet altında ipinin çekileceği günü beklemeyeceği çok açıktır. Hala emrinde “yasal” devlet olanakları vardır ve emri altındaki polisi ve yargıyı kullanmaktan kaçınmayacaktır. Bir başka ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan, iç savaş için hazırda tuttuğu tüm yasal ve yasadışı güçleri kullanmak isteyecektir.
    Bu istek, çok açık biçimde ülkede bir “kargaşa” ortamının yaratılması için islamcı “militanların” harekete geçirilmesine yönelmek durumundadır. Özellikle Suriye’de savaşan IŞİD ve benzeri güçlerin içindeki Türkiye’den giden şeriatçı “militanlar”ın bu amaç için kullanılma olasılığı her zamankinden çok daha fazladır. Seçimden iki gün önce Diyarbakır’da HDP mitinginde patlayan bombalar da bunun ön habercisi niteliğindedir.
    Bugün tüm şeriatçılar, AKP’nin iktidarı kaybetmesi durumunda kendi konumlarının ve olanaklarının ortadan kalkacağını çok iyi bilmektedirler. Gerek ülke içinde AKP iktidarı ile nemalanmış, zenginleşmiş kesimler, gerek AKP sayesinde toplumsal hiyerarşide üste çıkanlar, gerekse de Suriye’de savaşan şeriatçılar, AKP iktidarının sona ermesinin kendilerinin sonu olduğunu düşünmektedirler. Böylesi bir kesimin varlığı, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarda kalmasını sağlamak için özel bir talimat almalarını bile gerektirmeyecek bir gerçekliktir.
    Recep Tayyip Erdoğan’ın son yıllardaki otoriter ve totaliter icraatlarının hesabının sorulacağı beklentisi ve korkusu içindeyken bu güçlerin terör eylemleriyle yaratılacak bir “kaos” ortamında erken seçim yoluyla yeniden meclis çoğunluğunu ele geçirmeyi hesaplayacağı açıktır. Kendisinin “fedaisi” rolüne soyunmuş olanların (elbette bunların başında iki tabancalı ve yüzlerce mermili “jöleli” gelmektedir) söylemleri de bu gerçeği onaylamaktadır.
    Bugün sorun, seçimlerde ortaya çıkan meclis tablosundan nasıl bir koalisyon çıkartılacağı sorunu değildir. Mecliste “muhalif”lerden oluşan bir koalisyon hükümetinin kurulup kurulmaması da fazlaca önemli değildir. Bir koalisyon hükümeti kurulamasa bile, var olan meclis çoğunluğu ile Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesini sağlayan yasalarda yapılacak değişiklikler ve yolsuzluk dosyalarının açılması olanaklıdır. En azından üç muhalefet partisi bir araya gelerek bu yasal değişiklikleri yapabilir ve yolsuzluk dosyalarını açabilir.
    Yasal değişiklikler Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesini önemli ölçüde engelleyebileceği gibi, kendisinin kişisel talimatlarını yerine getiren bürokrasinin devreden çıkmasına yol açacaktır. Öte yandan yolsuzluk dosyalarının açılması, ucunun Recep Tayyip Erdoğan’a giden bir yargı süreci başlatacaktır. 7 Haziran seçimlerinin ortaya çıkardığı bu olasılık, çok açık biçimde meclisin (TBMM) yasal yetkisi ile Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesi arasında belirgin ve kesin bir çatışma demektir. Bu çatışmada şeriatçıların devreye sokulması yanında, Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel talimatlarını yerine getirmeyi sürdüren bir polis ve yargı gücü de kullanılacaktır. Bir yandan sokaklar islamcı terör eylemlerine sahne olurken, diğer yandan polis ve yargı gücü “yasal” zor gücü olarak sahnede yerlerini alacaklardır.
    Asıl sorun, muhalefet partilerinin böyle bir çatışmayı göze alıp alamayacaklarıdır.
    HDP açısından bu sorun, PKK’nin silahlı gücüyle belli ölçüde fazlaca önemsenmeyecekse de, özellikle CHP açısından belirleyici bir sorundur.
    CHP’nin küçük-burjuva sınıfsal niteliği, “devletçi” konumu, devlet yücelticiliği ile “ülkenin bekası” açısından böyle bir çatışmayı göze alamayacaktır. Doğal olarak “ülkenin âli menfaatleri” söylemiyle “sıtma”ya, yani AKP ile koalisyon kurmaya zorlanacaktır.
    Bu zorlamanın başarılı olmasının yolu, şeriatçı terörden geçmektedir. Bu açıdan üç muhalefet partisinin bir araya gelerek Recep Tayyip Erdoğan’dan “hesap” sormaya yönelik girişimlerde bulunmaları şeriatçı terörün hızla devreye sokulmasına yol açacaktır.
    Böyle bir gelişme karşısında “sol”un (elbette legalist “sol”), “aman provokasyona gelmeyelim” söylemleriyle CHP’yi “sıtma”ya razı etmek için elinden geleni yapacağı da kesindir. Daha da önemlisi, aynı söylemle kendi unsurlarını ve etkileyebildikleri kitleleri “sokak”tan uzak tutmaya çalışacaklardır.
    Şimdi Recep Tayyip Erdoğan’ın aylardır sürdürdüğü “üstü örtük” iç savaş hazırlığının gerçekliğine gelmiş bulunuyoruz.
    Bugün iç savaş hazırlıkları “soyut” ya da “teorik” bir varsayım olmaktan çıkarak somut ve maddi bir olgu haline gelmektedir. Daha açık ifade edersek, Recep Tayyip Erdoğan böylesi bir siyasal gelişmeyi hesaplayarak aylar öncesinden (ve hatta yıllar öncesinden) “silahlı direniş” için hazırlık yapmıştır. Artık bu hazırlıklar uygulama aşamasına gelmiştir.
    Bu gelişmeler karşısında MHP’nin tutumu hiç şüphesiz “devlet”ten yana olacaktır. Ve bugün “devlet” AKP’dir, Recep Tayyip Erdoğan’dır. Dolayısıyla iç savaş girişimleri karşısında hızla AKP’ye yanaşacaktır. Bugün Devlet Bahçeli’nin AKP ile koalisyon hükümetine kapıları kapatan söylemleri terk edilecektir. Doğal olarak MHP’nin iç savaş girişiminde “taraf” olması “çözüm süreci”nin de tümüyle terk edilmesi demektir.
    Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesine bağlanmış “yasal” zor güçleri ve “yasadışı” şeriatçı güçleri (bunlara islamcı faşist milisler demek pek yanlış olmayacaktır) kullanarak, özellikle “Batı”da laik ve ulusalcı kesimlere yönelik terör eylemleri, MHP’nin devreye girmesiyle birlikte, ülke çapında bir zor, şiddet ortamı yaratacaktır.
    Sözde bile olsa demokrasiyi ve seçimleri sadece kendi amaçlarına ulaşmanın basit araçları olarak gören şeriatçıların varolan iktidar olanaklarını kendiliğinden ve seçimler yoluyla terk edeceklerini beklemek saflıktan öte aymazlıktır.
    Recep Tayyip Erdoğan’ın, Mürsi örneğinden yola çıkarak geliştirdiği söylemlere bakıldığında “sonuna kadar direnme”ye ve bunun için her türlü gücü ve aracı kullanmaya çalışacağından kimse şüphe etmemek zorundadır.
    Böyle bir gelişme karşısında, CHP’nin sindirilmesi, toplumsal muhalefetin ezilmesi ve Kürt hareketinin üzerine gidilmeye çalışılması şiddetin yaygınlaştığı bir ortam yaratacaktır. Bu ortamda “dış güçler”in, ama özellikle “iç güçler”in, yani TSK’nın, “ülkenin bekası ve milletin güvenliği” için devreye sokulması da bir diğer güçlü olasılıktır. Diğer ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi kişisel gücünü ve konumunu korumak amacıyla atacağı iç savaş adımları, yönetimin askerileştirilmesinin, askeri darbe yapılmasının da koşullarını yaratacaktır. Mısır örneği açıktır.
    Bu olasılıklar karşısında Recep Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP’nin “akil insanları”nın “insafa” geleceklerini beklemek de safdilliktir.
    Yıllarca söylendi, söyledik: Şeriatçılar hangi yolla iktidara gelirlerse gelsinler, emperyalizmin çıkarlarına ne kadar sadık olurlarsa olsunlar, hiçbir koşulda iktidarlarını kendiliğinden ya da yasal yollarla terk etmeyeceklerdir. Geldikleri gibi gitmeyeceklerdir. Zaman zaman geri adım atıyor görünseler de, “uzlaşmacı” tutum sergileseler de, her durumda bu tutum kendi konumlarını korumak ve gerçek yüzlerini gizlemek için yaptıkları manevralardan başka bir şey değildir. Mevcut yasallığın çevrçevesi içindeymiş gibi görüntü sergilemeye yönelmelerinin bile kendi dinci ideolojileri tarafından meşrulaştırıldığı unutulmamalıdır. Bu nedenle Recep Tayyip Erdoğan’ın bugün sergileyeceği “uzlaşmacı” tutum, her durumda bir iç savaş tehdidinin gölgesinde gerçekleşecektir.
    Herşeyden önce kitlelerin ve özellikle de sol kitlelerin bunun bilincinde olmaları gerekir. Bu bilinç, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş girişimine ve askeri darbeye karşı örgütlenmeyi gerektirir. Bu bilinç ve buna uygun örgütlenme yapılamadığı sürece, TBMM yoluyla AKP’den “hesap sormak” bile olanaklı değildir.
    İşte seçimlerin bir “umut”, bir “çıkış” olarak görüldüğü bir ortamda ülkedeki siyasal gelişmelerin yönü ve olası durumlar budur. Sözcüğün tam anlamıyla, gerçek bir demokrasinin olmadığı bir ülkede “demokratik seçimler”, sadece toplumsal muhalefeti oyalamaktan, pasifize etmekten ve düzen içi role soyunmaktan öte bir sonuç üretmez.
    Elbette sivil insanların silahlı bir güce karşı durabilmesi, basit bir “direniş” örgütlenmesi ile gerçekleştirilemez. Bu ortamda, sivil insanların, ister faşist-milliyetçi, ister faşist-şeriatçı olsunlar silahlı bir güce karşı silahlanmaktan ve savaşmayı öğrenmekten başka seçenekleri yoktur.

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc144_1.html

  8. Âli menfaat!
    Her seçim kampanyası gibi.. Bu kampanyada da siyasiler birbirlerine ağır sözler söylediler. Şimdi ise koalisyon görüşmelerine hazırlanıyorlar. Yakında karşılıklı görüşürken birbirinin yüzüne bakacaklar… Tuhaf bir durum mu?
    90’lı yıllar… Necmettin Erbakan’ın DYP ile koalisyon kurması gündeme gelince bazı yakınları kendisine;
    – Hocam, derler, bu DYP’liler daha düne kadar size etmedik hakaretler bırakmadı. Şimdi bunları nasıl unutup da onlarla koalisyon yapacaksınız?
    Erbakan’ın soruya yanıtı şu olur.
    “Devletin ve milletin âli menfaatleri mevzubahis olduğunda bir miktar unutkanlık iyidir!”

    SÖZ
    Süleyman Demirel’in böyle süreçlerde söylediği ünlü bir söz vardır:
    – Nelerin olacağını görmek için nelerin olmayacağını görmek lazımdır…
    Biz gazeteciler şimdi pürdikkat hangi lider ne demiş, hangi genel başkan yardımcısı ne söylemiş, bunları izliyor, nelerin olabileceğini bu demeçlerden çıkarmaya çalışıyoruz.
    Peki, siyasilerin ağzından bugün çıkan lafların yarın için değeri var mı?
    Seçimden önce, “Şu koşullarda genel başkanlıktan çekilirim” deyip de çekilmeyen genel başkanların bugün verdikleri sözlerin ne değeri olabilir?
    Yarın da bugün söylediklerini yalayıp yutarlarsa diyebileceğimiz ne var?
    Yalan meşrulaşırsa sözün değeri mi kalır?

    http://www.milliyet.com.tr/gul-u-parlatmak-/gundem/ydetay/2073274/default.htm

  9. Dinle.mesheple politika yapilmamali.hele solun hicte agzina alacagi seyler olmamali..

  10. Saadet Partisi 949.636 kişiden oy aldı oranı %2.6 bu oyu unutmuşsunuz. AKP % 40.87.MHP % 16.29.yani analizinizde ANADOLU SAĞCILIĞI için verdiğiniz rakam epey eksik. TOPLAM % 55 değil % 60’a çok yakın…sevgilerimle…

  11. Seçim Sonrası “Senaryo”ları

    “Türkiye, en bildik ve sıkça söylenen sözlerle, her an her şeyin olabileceği bir ülkedir. Türkiye’de her an her şey olabileceği gibi, her bir şeyin her şeyle iç içe geçtiği bir ülkedir. Popüler ifadelerle, at iziyle it izinin, sapla samanın sürekli karıştığı ve karıştırıldığı bir ülke olarak Türkiye, bu özelliğiyle istikrarsız ve dengesiz bir ülkedir. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyecek boyutta ve kapsamda dezenformasyon kampanyalarının yürütüldüğü, ‘toplum mühendisliği’nin her türünün uygulama alanı bulabildiği Türkiye’de, düşünce ile kanı, sanı ile algı öylesine iç içe geçmiştir ki, neyin ne olduğunu anlayabilmek için, ya senaryo yazmak ya da tüm tarihi yeni baştan ele almak gerekir.” (Kurtuluş Cephesi, “Seçim Sath-ı Mailinde Nesnel ve Öznel Koşullar”, Sayı: 120, Mart-Nisan 2011)

    Bu yazı, öncelikle 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından ortaya atılan “senaryo”ları ve bunların düzen içi niteliklerini sergilemeyi amaçlıyordu. Ama S. Demirel’in ünlü sözüyle, “siyasette bir hafta çok uzun bir süredir”. Daha seçimin üzerinden üç gün geçmeden Deniz Baykal ile Recep Tayyip Er-doğan’ın “sürpriz görüşmesi” Demirel’in sözünü onaylayan bir gelişme olarak siyaset sahnesine (“medya”tik dilde söylersek) “bomba gibi” düştü. Bu da seçimin hemen ardından ortaya atılan “koalisyon” ya da “erken seçim” “senaryoları”nın pek çoğunun çöpe atılmasının yolunu açtı. Yine de “senaryolar”ın ve “senaryo yazıcılığı”nın gerçek niteliğinin ortaya konulması gerekmektedir. [1*]
    Seçim sonuçları, daha doğrusu seçimlerin sayısal sonuçları ortadadır. AKP tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu yitirmiştir, ama “muhalefet” partileri de hükümet kurabilecek bir sonuca ulaşamamıştır. Sonuçta ortada dört partili mecliste dört parti arasında nasıl bir birleşim ortaya çıkarılacağına ilişkin soyut, hayali, afaki ve hamasi olasılıklardan başka bir şey bulunmamaktadır.
    Dört parti söz konusu olduğu için, klasik matematiksel olasılık hesapları içinde koalisyon olasılıkları kolayca, yani biraz matematik bilen herkesin hesaplayabileceği bir durumdur.
    Dört bileşenin, yani A, B, C ve D bileşenlerinin ikili ya da üçlü, en fazlasıyla dörtlü bileşim oluşturması sınırlı ve basit bir olasılık hesabıdır. Somut olarak ifade edersek, bugün mecliste dört parti vardır ve Devlet Bahçeli’nin seçim gecesi yaptığı açıklamada söylediği gibi, AKP+CHP=258 +132=390 eder. AKP+MHP=258+80=338; AKP+ HDP=258+80=338; CHP+MHP+HDP=132+80+80=292 ve nihayetinde “dörtlü/milli mutabakat” AKP+CHP+MHP+HDP =550 eder. Bunun dışında kalan tek şey “dışardan destekli azınlık hükümeti” “senar-yo”sudur. Bunun da sadece iki birleşeni (AKP ve CHP) vardır.
    Görüldüğü gibi, seçim sonuçlarından türetilebilecek “senaryo” sayısı altıdan fazla değildir. Bunlar içinde “dörtlü/milli mutabakat” normal bir aklın sınırlarının çok ötesinde bir “senaryo”dur ve ancak Doğu Perinçek tarafından üretilebilir bir şeydir.
    Geriye kalan beş olasılıktan (ki bu olasılıklara “senaryo” denilmektedir) dördüncüsü, yani CHP+MHP+HDP “koalisyon hükümeti senaryosu” da normal aklın sınırlarını aşmaktadır. Böylece elde iki “dışardan destekli azınlık hükümeti” olasılığı ile AKP+CHP, AKP+MHP ve AKP+HDP olasılıkları kalmaktadır.
    Elbette “senaryo yazıcıları” açısından ya da safdil matematikçiler için iki olasılık daha vardır: AKP+CHP+MHP ya da AKP+CHP +HDP “kombinasyonu”. Bu birleşimlerin olabilirliği, tıpkı “milli mutabakat hükümeti” olasılığı kadardır. Bu açıdan olağan olasılık hesapları içine alınması akla ziyandır.
    Sonuçta dört partili meclisten çıkartılabilecek koalisyon hükümeti formülü sadece üçtür. Yani üç “senaryo”dan öte fazla bir şey bulunmamaktadır. Bunların dışında yazılmaya çalışılacak her “senaryo” siyasal tezgahlardan başka bir anlama gelmez. Örneğin, bir parti içinde bulunulan durumda (özellikle de ekonomik krizin arifesinde) tüm sorumluluğu bir başka partinin üstüne yıkmak için böyle bir “senaryo”yu piyasaya sürebilir ya da alınacak bir siyasal kararda sorumluluğu bir başkası ile paylaşmak için bir “senaryo” yazabilir. Ama bunlar sadece “muhatapları”nın aptal olduğunu düşünenler için geçerlidir.
    Daha somuta gelindiğinde üç “muhalefet” partisinin “seçim söylemleri”ne bakarak AKP’nin içinde yer alacağı herhangi bir “senaryo”nun gerçekleşebilirliğinin olmadığı söylenebilir. Bu söylemlere bakıldığında CHP, MHP ve HDP’nin AKP ile “hiçbir biçimde” koalisyona gitmeyeceği hemencecik söylenebilir. Diğer yandan MHP’nin “hiçbir biçimde” HDP ile “aynı karede” görünmek istemeyeceğinden yola çıkılınca da, HDP’nin içinde yer alacağı bir “senaryo”da MHP’nin yer almayacağı, hatta “dışardan” bile destek vermeyeceği çok açıktır.
    Böylece CHP+MHP azınlık hükümetine AKP’nin “dışardan” destek vermesi “olası”-dır. Diğer ifadeyle, AKP’nin kendisinden hesap sormayı seçim “söylemi”nin ön sırasına koymuş iki partiyi kendi eliyle iktidara getirmesi bir “olasılıktır”. Mantık sınırlarını ne kadar zorlarsa zorlasın, “senaryo yazıcıları” için (safdil matematikçiler için) böyle bir “olasılık” elbette ortaya atılacaktır. Bu olasılığın olabilmesinin tek koşulu, böyle bir azınlık hükümeti kurulduğunda ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri alanda önceden bilinen büyük bir krizin kapıda olması ve AKP’nin politikalarının sonucu olacak böyle bir krizin sorumluluğunun CHP ve MHP’ye yıkılmak istenmesidir. Bunun için de CHP ve MHP’nin “kör”, “budala” ya da kısa bir zaman için de olsa iktidar olabilmek için “herşeyi yapmaya” hazır olmaları gerekir.
    Tüm bunlar olamayacağına göre, geriye kalan tek “senaryo” erken seçim olmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın böyle bir “senaryo”dan yana olduğu varsayılarak bu olasılık “senaryo yazıcıları” tarafından birinci sıraya konulmaktadır.
    Diğer yandan “seçimden yeni çıkılmışken erken seçim neyi değiştirecek”ciler erken seçime “şiddetle” karşı çıkacaklardır. Hem üstelik yeni seçilmiş “vekiller”in emeklilik hakkını alabilmek için en az iki yıl görev yapmış olmaları gerekmektedir. Bu durumda da “yeni vekilleri” erken seçime ikna etmek pek olası görünmeyecektir. (Şüphesiz böyle bir “gerekçe” mevcut yasalardan yola çıkılarak “senaryolaştırılmaktadır”. Oysa AKP iktidarında görüldüğü gibi, Enver Paşa’nın “yok yasa/yap yasa”sından “var yasa/değiştir yasa”sına geçilmiştir. Böyle bir “yasal engel”in parlamentoda aşılması sadece birkaç dakikayı alır. Herhangi bir “torba yasa”yla “yeni vekillerin” emeklilik hakkına ilişkin yasa hemen değiştirilir. Üstelik Cumhurbaşkanı 45 günde hükümet kurulamadığı takdirde erken seçime gitme kararı alabilmektedir.)
    Recep Tayyip Erdoğan’ın “gönlünde yatan aslan”ın erken seçim olduğu ileri sürülebilir. Ama bunun için “makul” bir gerekçe de ortaya atılamamaktadır. “Senaryo”su yazılan tek gerekçe ise, Recep Tayyip Erdoğan’ın 45 gün içinde bir “kaos” (Türkçesiyle “kargaşa”) ortamı yaratarak, “bakın gördünüz mü, biz gittik kaos geldi” söylemiyle erken seçim kararı almasıdır. “Havuz medyası/yandaş medya” seçimin hemen ertesinde bu “senaryo”nun üzerine atlamışlardır. Ama buradaki ana sorun “kaos”un nasıl çıkartılacağıdır. “Bu seçim tablosundan hükümet çıkmıyor” söylemiyle böyle bir “kaos” yaratılamayacağı da açıktır. Elde tek kalan “kaos” yaratıcılığı islamcı-faşist milislerin piyasaya sürülmesidir. Diğer ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürt Hizbullahı’nı ya da IŞİD’i Türkiye’ye çağırmasıyla yaratılabilir. Bu da Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaş planlarının uygulaması demektir. Sorun, iç savaş planını “hiçbir” gerekçe olmaksızın, öylesine ve hızlı biçimde uygulamaya sokulup sokulamayacağıdır.
    Böylesi bir “kaos” yaratıcılığı, hiç kuşkusuz “sandık”ın da ortadan kalkmasına yol açar. Bu nedenle de “erken seçime” gidilmesinin bir aracı durumunda değildir. (Altını çizerek vurguladığımız gibi, iç savaş, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı tümüyle kaybetme durumuyla bağlantılıdır.)
    Bu durumda ele kalan son “senaryo”lar AKP+CHP ya da AKP+MHP koalisyon hükümeti olmaktadır.
    Daha baştan CHP ve MHP’nin AKP ile koalisyona gitmeyeceklerini söylediklerinden bu “senaryo”, “senaryo yazıcıları” tarafından çok itibar görmemiştir. Ama öte yandan CHP de, MHP de (ve hatta utangaç olarak HDP de) “hiç merak etmeyin ülkeyi hükümetsiz bırakmayız” da demişlerdir. Bu da açık biçimde “en olmaz senaryo”nun olabileceğini ifade etmektedir. Buradaki “tek” sorun Recep Tayyip Erdoğan olmaktadır. Devlet Bahçeli’nin seçim gecesi yaptığı “uzlaşmaz” konuşmada, “Erdoğan görevine devam edecekse ya anayasal sınırlarda kalmalı ya da istifayı düşünmelidir” demiştir.
    Görüldüğü gibi, her türlü “koalisyon”a kapıları kapattığı söylenen Devlet Bahçeli, çok açık biçimde Recep Tayyip Erdoğan “sorunu”nu (ya da “fenomeni”ni) çözmenin anahtarını da ortaya koymuştur: “Anayasal sınırlarda kalmalı”!
    Buradan çıkan sonuç, Recep Tayyip Erdoğan’ın“anayasal sınırlarda” kalmayı taahhüt etmesi durumunda MHP’nin de AKP ile koalisyon hükümeti kurabileceğidir. Benzer durum CHP için de geçerlidir.
    Recep Tayyip Erdoğan’ın kamuoyunu yönlendirebilecek bir “gerekçesi” olmadan seçimin hemen ardından bir iç savaş başlatmaya kalkışması olanaklı değildir. Hala “kaçak saray”da mukimdir, elinde çok geniş “anayasal” yetkiler bulunmaktadır. Aksi halde TSK’nın devreye sokulmasına ve askeri bir darbenin gerçekleştirilmesine yol açacaktır. Kısacası, Recep Tayyip Erdoğan’ın zaman kazanmaya ihtiyacı vardır. Bu da “uzlaşmacı” bir görüntü sergilemesine, “anayasal sınırlar içinde kalacak” görüntüsü vermesine yol açmaktadır.
    Bütün bunların yanında “yeşil sermaye”-nin uluslararası bağlantıları vardır. “Yeşil sermaye” bu bağlantılarını yok sayarak, sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın “kişisel otoritesi” için “Roma”yı yakmayı göze alamayacaktır. Bu da bir “orta yol”un bulunmasının kapısının aralanması demektir.
    Böylece eldeki tüm “senaryo”lardan elde kalan AKP ile CHP ya da MHP’nin bir koalisyon hükümeti kurması “senaryo”su olmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “beklenmedik biçimde” Deniz Baykal ile görüşmesi AKP+CHP koalisyon hükümeti kurulma olasılığını daha öne çıkarmış görünmektedir.
    Neyin ne olacağı önümüzdeki günlerde somut olarak ortaya çıkacaktır. Ama seçim gecesinden itibaren ortaya atılan bir sürü “senaryo”nun boşlukta kaldığı da açıktır.
    Olası bir AKP+CHP koalisyon hükümetinin hangi “uzlaşma”ya dayanacağı, hangi “ödünler” karşılığında oluşacağı önümüzdeki sürecin de nasıl evrileceğini gösterecektir.
    Devrimciler için sorun, mevcut “parlamento aritmetiğinden hangi hükümetin çıkacağına ilişkin “senaryo”lar yazmak değildir. Böyle bir tutum, olsa olsa legalizme tapan, “Bu ‘Gezi Parkı Kuşağı’, özlemlerinin iktidarını artık yalnızca ve yalnızca sandıkta arayacak kadar demokrat” (Ahmet Cemal, İleri Haber) diye yazanların tutumu olabilir.
    Devrimciler, kahin değildir ve kahinler gibi geleceğin falına bakmazlar. İçinde bulunulan somut tarihsel koşullardan yola çıkarak geleceği kurarlar. Devrimcilerin yaptığı somut durumun somut tahlilidir. Bu tahlil, toplumdaki sınıfların ilişki ve çelişkileri ile bunların emperyalist sisteme bağlı olarak değişimini ortaya koyar. Bununla da yetinmez. Bu tahlilin verilerinden yola çıkarak, içinde yaşanılan somut koşullarda mücadelenin nasıl biçimlendirileceğini de belirler.
    Bir seçimde hangi sonucun çıkacağını “önceden” kestirmeye kalkışmak ve buna bağlı olarak “politika” geliştirmek ya da “taktik” vaaz etmek ile devrimci mevcut durum tahlili yapmak taban tabana zıttır. Gelişmeleri önceden kestirmeye kalkışanlar, yani “kahin”ler, sadece legalizme tapınan ve düzen içinde ortaya çıkacak gelişmelerde bir “yer” kapmayı planlayanlardır. Onların “senaryo”lar üretmesi ya da üretilmiş “senaryo”ların bazılarına “banko” yapmaları, alelacele bir “yer”e kapılanmaya çalışmalarının ürünüdür.
    Devrimciler olası tüm gelişmeleri hesaba katmak ve buna karşı bir tutum belirlemek, hazırlık yapmak durumundadırlar. Ancak tüm “olasılıklar”a karşı hazırlıklı olmak için, herşeyden önce tutarlı ve sistemli bir devrimci çizginin varolması gerekir. Sadece böyle bir çizgiye bağlı olarak mücadeleyi sürdürenler, olası gelişmeler karşısında hazırlıksız yakalanmazlar. Lenin’in deyişiyle, “Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir ‘tarihi dönemeç’ karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar olanaksızlaşır”.
    Devrimcilerin yapması gereken, gelişen olayların niteliğini ve nasıl sonuçlar üreteceğini saptamaktır. Buna bağlı olarak da somut hareket çizgisini saptamak, taktik planları yapmak ve taktik hedefleri belirlemektir. Bunun tek önkoşulu da doğru bir devrimci çizgiye sahip olmaktır.

    Dipnotlar

    [1*] Pragmatizm, her durumda, “yararlılık” temelinde olayları ve olguları değerlendirdiğinden, olaylar ve olgular karşısındaki tutumu da bununla paralellik gösterir. Bu yanıyla pragmatizm, olayların ve olguların tahlilinden çok, bunların ortaya çıkarabileceği olasılıkların hesaplanmasını esas alır. Böylece, ortaya çıkabilecek her türlü olasılığa karşı bir “plan” yapılmasını öngörür. Sıkça duyulan “A planı”, “B planı” türünden sözler, Amerikan pragmatizminin bu niteliğinin dışavurumlarıdır. Bu bağlamda, pragmatistler için, ortaya çıkabilecek olasılıkları içiren “senaryolar” hazırlamak ve gelişmeleri bu “senaryolar” çerçevesinde değerlendirmek belirleyici bir yere sahiptir.
    Pragmatizm, nesnel gerçekliği ve nesnel zorunluluğu dışladığı için, olayların ve olguların gelişiminin önceden saptanamayacağını iddia eder. Böyle olunca, “mantıki”, yani insan zihninde tasarlanabilir her durum ve olasılık gözönünde tutulmalı ve bunlara uygun planlar yapılmalı, politikalar hazırlanmalıdır. Bu nedenle, “mantıki” her olasılık gözönünde tutularak, her bir olası gelişimde kullanılacak plan yapmak gerekmektedir. Amerikan propagandasında sıkça dile getirilen “senaryolar”, “mantıki” her bir olasılığın kendi içinde gelişiminin ve sonuçlarının saptanmasından başka birşey değildir. “Senaryo”nun gerçekliği ise, ortaya konulanlara uygun plan ve projelerin yapılabilip yapılamayacağına bağlıdır. Bu boyutuyla, olasılıklara göre çizilen her bir “senaryo”, uygun plan ve projelerin üretilmesine yararlı olabildiği sürece “gerçek”tir.
    Felsefi kavramlarla ele alınıp değerlendirildiğinde, günlük olarak üretilip kullanılan pragmatizmin kavranılması ise oldukça zor olmaktadır. Örneğin, pragmatizmin ekonomik, sosyal ve siyasal olaylarda somutlaştığı “senaryo” çiziminin uygun plan ve projelerin üretilmesine olanak sağladığı oranda “gerçek” olması felsefik bir tanımlamadır. Günlük dilde bunun karşılığı “senaryo”nun “geçerliliği” olarak ifade edilmektedir. Felsefi olarak tanımlandığında, “senaryo üretimi”nin temelinde olay ve olguların olası her türlü gelişiminden yola çıkıldığı için, sonuçta üretilen “senaryo”nun “gerçekliği” gündeme gelmektedir. Günlük kullanımda, “senaryo”nun “geçerliliği”nden yola çıkıldığı için, “mantıki” olarak olay ve olguların böyle bir olasılığı içerip içermediğine bakılır. Sonuçta, bir “senaryo”nun geçerliliği, şu ya da bu olay/olguda aranırken; “gerçekliği” şu ya da bu olay/olgunun gerçekliğinde tanımlanır. Böylece yalın bir totoloji (yineleme) pragmatist yöntemin demagojik yönünü oluşturur. Bu yön, ortaya konulan her bir “senaryo” karşısında yapılacak eleştirileri önsel olarak dışlamayı olanaklı kılar. Basit bir örnek olarak, henüz doğmamış bir çocuğun geleceğine ilişkin çizilebilecek “senaryolar” alınabilir. Henüz cinsiyeti bile bilinemeyen bir çocuğun, gelecekte (örneğin 18 yaşında) nasıl biri olacağı sorusunun pragmatist yanıtı, değişik olasılıklara göre değişik “senaryolar” çizmek şeklindedir. “Şayet erkek olursa”lı başlayan, “eğer okursa”lı devam eden, “yoksa”lıya uygun yeni “senaryo” ortaya koyan pragmatist yanıt, akla gelebilecek her soruya “mantıki” yanıtlar getirdiği gibi, ne yapılacağına ilişkin de sayısız senaryolar ortaya koyarak, bireylere “seçme” özgürlüğü tanır. “Uygun zamanda, uygun yerde” olmayan ya da “seçme özgürlüğünü” yanlış kullanan yahut “senaryo”nun gerçekleşebilmesi için gerekli araçlara sahip olamayan anne-babalar, “kendi gerçekliklerinde” yaşamak zorundadırlar. Bu da “onların gerçeği” olarak kalacaktır.

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc144_3.html

  12. Evet. Haklısınız.Ama o ölçüde de toplumsal ağırlığı zayıf bir yüzde 60 bu. Uyuyan bölgelerin uyuyan oyları.

  13. Bu arada hdp, akp ve chp’nin birlikte sorumluluk üstlenebileceğini belirtmiş. Böyle bir durumda erken seçim ihtimali düşük, bence. Koalisyon döneminde hedeflerinin bir kısmı gerçekleşir veya gerçekleşmez; ama her iki halde de hdp’nin gelecek seçime en fazla oy artıran parti olarak girebileceğini düşünüyorum. Şu halde olasılıklara karşı çıkarak beklemenin bir siyasi sorumluluğu yerine getirme anlamına gelmeyeceği açık. akp’ye oy veren muhafazakar – milliyetçi kesim %60, chp’ye oy veren ulusalcı kesim %70 dersek; bu durum, sağlam bir muhalefet de eklendiğinde hdp’nin oylarını yaklaşık %7 oranında artırma ihtimali var. Öte yandan akp’ye oy vermiş olan muhafazakar kürtlerden de chp’nin koalisyonun diğer yanı olması nedeniyle hdp’ye oy kayması olabilir. hdp sağlam bir muhalefet ve güncel duruma bağlı olarak ulusalcı kesimden de daha az da olsa seçmen elde edebilir diye düşünüyorum. bu olasılığı herhangi bir parti tarafında yer alarak yazmadığımı da belirteyim. Üç partili koalisyon ile ilgili bir yorum yapmıştım. Bir arkadaş tarafından bu gibi yorumların safdil matematikçilik ve senaryo yazıcılığı olduğu tespit edilmiş. Şu durumda üç parti koalisyonu bir senaryo değildir; çünkü gerçekleşmeyeceği bellidir. ihtimaller dahilinde ne kadar başarı sağlanacağını tartışırsak senaryo üretmiş oluruz -ki bunda zaten olanaksızlık bulunmamakla birlikte objektif bir kesinlik de yoktur. Fakat bu gerçek, ”olsaydı nasıl oldurdu ?” gibi, koşullar dahilinde sadece varsayım olarak kalacak bir düşünce alışverişinin, derhal bir sıfat atfedilmeksizin veya yadırganmaksızın yapılmasını da engellemez; en azından ben tersi bir senaryoyu anlamsız buluyorum.

  14. “Anadolu sağcılığı” çok eski bir ezberi, büyük kentlere göç tamamlanmadan önceki bir duruma dair analizi hatırlatıyor.

    Bu eski durumda büyük kentlerin yaşayanları modern, batıcı, laik, kısmen ilerlemeci vs. olan büyük burjuvazi, büyük burjuvazinin yatırımlarında çalışan işçiler, kemalist devlet bürokrasisi katmanları, küçük burjuvazi gibi kesimler iken, “Anadolu”, ağası, yoksulu ve esnafı ile köylülüğün, dolayısıyla muhafazakarlığın, dinin vs. egemen olduğu bölgelerdi.

    Oysa son 40 yılda köylülerimiz proleterleşti ve büyük kentlerin çevre semtlerine yığıldı. Daha kötü işlerde (bütün “iş”ler kötüdür) işçi olarak çalışıyorlar. GZ’nin de yazısında belirttiği gibi. Peki, bu kesimin hala AKP ve “sünni muhafazakar-sağ” kimliği koruması, Anadolu köylülüğünden kalma yani eski kimliklerinden kalan, -zamanla sönümlenmesini bekleyebilecğimiz” bir “hangover” mıdır, yoksa neoliberal dönemde sosyal refah devletinin garantilerinin erimesi ile AKP (+cemaatler, islami kuruluşlar vs.) tipi patronaj+sadaka ağlarının içine düşmelerinden dolayı oluşan bir durum mudur? Bana ikincisi gibi geliyor, yani eski kafalılıktan ziyade mevcut durumlarının gerçekliğini yansıtan bir kimlik bu. “Anadolu sağı” etiketi, bu durumu ifade etmek için uygun değil, daha ziyade bir “süren eski kafalılık / hangover” tespitini çağrıştıyor. Bilmem ne dersiniz..

  15. + Eski kentli sınıflara, KİT’lerde çalışan güvenceli kamu işçileri de dahildi ve önemli bir rakam ediyordu. Şimdi hepsi özelleştirildi ve bu işçiler güvencesizleşti ve AKP gibilerinin ağlarına yakalanmaya açık hale geldiler.

  16. AKP artı MHP’nin %55’e varan oylarının yüzde kaçının anadolu’nun durgun anadolu kent ve kasabalarından, yüzde kaçının kentlere göç etmiş anadolu’dan (yani işçi sınıfı vb) geldiğini tespit etmek gerekir. Buinun için bir istatistiki araştırma yapmam gerekiyor ama kabaca söyleyecek olursak %55’lik miktarın yarısından çoğu hâlâ anadolu’nun durgun kent ve kasabalarına ait gibi görünüyor. Bunu araştırıp daha kesin rakamları yazarım.

  17. Son 45 yildir sag oylar yuzde 65 sol sekuler Oylar Yuzde 35… Yuzde beslik kaymalar etkili olabiliyor, sag partier Bolunmus Ise sol aradan siyriliyor. Sanirim akp rte den kurtulmadikca, isinin zor oldugunu gorecek. Islamic sermaye uzlasmak icin de a.gul etrafinda toplanabilir. Uluslararasi kosullar bunu zorlar. Yepyeni bir rte gorebiliriz, bay makyavel 2003 e donebilir. Zehirini yeniden biriktirecek zamana ihtiyaci var.. Bu oyuna gelinmedikce isi zor. Siddet rte nin sonunu hizlandirir. Var gücü ile 2003 deki rte oldugunu göstermeye calisacak… Demokratik sekuler Taraf ícín en íyísí restorasyon hükümetí. Ama krízí asmak ícín rte nín fedasi gerekíyorsa yandas sermaye bunu neden yapmasin…. Bati da bunu zorluyorken…. Bu sebeple de o yeniden dolabindan kuzu postunu cikarabilir.

  18. Köylerden şehirlere göçmüş bir kitleden proletarya çıkarmaya çalışmak çok gerçekçi değil. Diğer taraftan siyasi eylemlerin konumuna göre bu oranlar bir miktar değişkenlik gösterebilir.Geldiğimiz noktada siyasi tabloyu şekillendirecek en temel başlık ekonomi ve istikrar olur ama bu bir sınıf çatışmasını bağlamında olamaz.Bu noktada toplumda genel olarak bir sınıf bilinci olmadığı gibi bu bilinci aşılayacak etkin unsurlarda yok.Galiba bu mantıkla sağ jenerasyon her zaman soldan fazla olacak.HDP’nin kürt İslamcı kimlikten aldığı oyları da çok kalıcı saymamak gerekir.HDP’nin aldığı en az %6 emanet oyun kalıcı olması HDP’nin bundan sonra geliştireceği siyasete ve hatta karşı siyasetinde etkinliğine bağlıdır.

  19. özgürlükçü

    yuh artık ne biçim tahlil zileli eskidin tamam anladıkta hala eskinin anlayışında tükenmiş analizlerden hareketle bereketli toprakların seçmenini bu seviyede en devrimci öncü tarzında katagorilerde sınıflayıp olumlu olumsuz anlamına gelen gruplara ayırıp site takipçilerini hala bu gün bile chp kuyruğuna takma hesapları kokan bu yazıyı nasıl yazabildin.hiç bir mok bilmediğini biliyordukta bu kadar saçmalam niye????birincisi sağı solu bu şekilde analiz etme senin sağ diye bildiğine İdris küçükömer in sol sol diye bildiğine sağ dediğini hatırla ülen sen hala HDP nin bu senin analizindeki gibi işlev görmeyip bu seçimde bile hemen daha önceki seçimlerde her partiye (akp-chp-mhp-saadet-ödp-vs)oy vermiş seçmenden oy aldığını bilmeden analiz yapmak seni bu hallere düşürür.hımbıl HDP toplumsal muhalefetin politik partisi oldu ne demek bu bildinmi hani dünyada bütün değişim dönüşüm revülasyonları yapan dinamik ne yapar bütün yapısal sorunların çözümüyle seçmenin gelecek beklentilerini yönetir anlamdın değilmi bu cümleyi????seçmenin gelecek beklentisi ne demek??????sen ne kadar tayip gibi seçmeni katagorize etsende aynısınız??? seçmenin gelecek hayalleri var işte ona alternatif başarı siyaseti programı denir hani okudunmu bilmem aşağıdan yukarıya HDK yerel meclisleri marifetiyle üretilip genel program haline gelen YENİ YAŞAM var ya o işte o nun senin andolu Trakya kürdistan lazistan sağı solu sandığın bereketli topraklarda sistem mağduru olup iktidarlar değişip kaderi değişmeyen seçmen varya işte onun daha önce diğerlerine oy vermiş bütününnün ilgisini çekip hemen bütünü ilk genel seçimde yeniye HDP yükleni,p %40 oy vereceği neden hiç aklına gelmez örümcek bağlamış zihnin o katagoriden halka bakıp onu en iyi bildiğini sanan en devrimci öncü olmandan olmasın eminim bu yorumumuda görmemezlikten geleceksin mecbur kaldiye 100 puanlık uzmanlık sorusunu sorayım belki litfedip cevap yazarsın gerçekten zileleli bu yaptığı tahlileri yapmanın altyapısını nerden öğrendin???????çok merak ediyorum cevaplada bizde hidayete erelim

  20. Sağın toplamda kaç MV anadolu’dan, kaç MV büyük kentlerin çevre semtlerinden çıkıyor tespit etmek gerçekten ilginç olacaktır. Benim de tahminim yarısından çoğu anadolu’dan olacaktır.
    Esas belirtmeye çalıştığım “Büyük kentlerin periferisi de esasen Anadolu sağcılığının kentlere göçmüş devamı olarak görülebilir.” cümlesindeki “devam” fikrini biraz açmak idi. Bu basit bir “köyden göçtüm şehire” şaşkınlığının süren hali değildir, çünkü bu kültürel bir kalıntı olsa en geç bir sonraki nesil ile değişirdi. Devam halinin altında taze proleterlerin belli bir dönemde (neoliberal) şehir ekonomisine angaje olma şekli yatıyor diye düşünüyorum.

  21. “da”ları ayırmasını bir türlü öğrenemedin.

  22. Kamuoyu araştırma şirketleri genç seçmen içinde sol eğilimin yaygınlaşmaya başladığını söylüyor bir zamandır. Dolayısıyla kente göçmüş köylüler birkaç kuşak sonra belki de gerçekten muhafazakar kimlikten uzaklaşacak, diyeceğim ama mesela Antep, Konya gibi yeni sanayi merkezlerini göz önünde bulundurunca bunu söylemek o kadar da kolay olmuyor. AKP’li yüz binlerce sanayii işçisi var… Bunun nedenleri konusunda yeteri kadar saha araştırması yapılmıyor sanırım, ya da ben haberdar değilim… Bununla birlikte Anadolu sağcılığının temelinin, Türkiye’nin kentleşmesinin çok gecikmesi olduğu konusunda eminim. Hobsbawm, 20. Yüzyıl’la ilgili kitabında Türkiye’de 1970’lerde kentli nüfusun yüzde 30’ları aşamamış olmasının ciddi bir anomali olduğunu söylüyordu mesela…

  23. “Marksizm ve Sınıflar” derlemesinde “Türkiye İşçi Snıfının Maddi Varlığı ve Değişen Yapısı” (Meryem Kurtulmuş, Kurtar Tanyılmaz, İrfan Kaygısız) makalesinde bolca veri var.

    2000-2013 arasında:

    1. Ücretli çalışanların oranı %50’den %65’e yükseldi. Kendi hesabına çalışanlar %25’ten %20’ye, ücretsiz ev emekçisi %20’den %10’a indi. Yani köylüler proleterleşiyor, kadınlar piyasada işçi haline geliyor.

    2. İşsizlik %6’dan %10’a çıktı (resmi rakam). İşsizlik kalıcı ve yapısal hale geldi.

    3. Sektörlere göre dağılım. Tarım %35’ten %25’e indi. Sanayi %25’te sabit. Hizmet %40’tan %50’ye çıktı. Tarım istihadamı bitiyor (tarım bitmiyor ama, kapitalistleşip merkezileşiyor), sanayi sabit, hizmet yükseliyor.

    4. Ücretliler içinde kamuda çalışanların oranı %20’den %15’e indi. Kamu bitiyor.

    5. Kayıtlı taşeron işçi 500.000’den 1.500.000’e yükseldi. Güvencesizleşme yayılıyor.

    6. Erkekler içinde ücretlilerin oranı %55’ten %70’e yükselirken, kadınlar içinde ücretlilerin oranı %35’ten %60’a yükseldi. Kadınlar daha da hızla işçileşiyor. Tabii ki aile kurumu erozyona uğruyor, tepkiyi kendi hanesine yazmak isteyen egemenlerin ağzında erkek egemen söylemler iktidarın ağzında, kadın cinayetleri vs. Ama gidişat belli, feminist hareketin patlaması da çok doğal, patriyarka en azından aile kurumu içerisinde eriyor.

    7. Sendikalaşma oranı %10’dan %5’e düştü. Sendikalar ölü. Güvencesizlik hakim.

    Devrimci siyaset yapacakların dikkatine..

  24. 1. kitlelerin siyasi tercih ve pratiklerini etnik, mezhepsel özdeşleşme üstünden kuruyor olmaları özgür düşünceli insanlar için berbat bir şeydir. ancak biz de kendimize yakın olanları mazur görüyoruz, hatta memnuniyet duyuyoruz maalesef.

    2. hdp’nin %15 potansiyel oy kitlesinin ezici bölümü modernist veya sol değil. bu abartılı bir iyimserlik olmuş.

    3. anadolu sağcısı %55’in tamamı türkçü veya islamcı ideolojik eğilimlere sahip değil. buraya geleneksel olarak eklemlenmiş ideolojisiz, oynak bir kesim var.

    4. türkiye’de hiçbir sosyolog veya anket uzmanının söylemeye cesaret edemediği bir olgu var: tüik verilerine göre türk nüfusu ortalama 1.5 kaba doğum hızıyla azalırken, kürt nüfusu yaklaşık 3-3.5 kaba doğum hızıyla artıyor. tabi tüik bunu il bazında açıklıyor ama konda nın tam olarak bu etnik nüfus konuda bir çalışması vardı ve tüik verilerinin ima ettiği tablo ile uyumluydu. türkiye’de 18 yaş üstü kürt nüfusu %20 civarı olmasına rağmen 18 yaş altında %25, yeni doğan bebekler arasında yaklaşık %30’dur (mesela 50 yaş üstünde bu oran %12’dir). bu hdp çizgisindeki partilerin kimlik siyaseti geçer akçe olmaya devam ettiği sürece önünün açık olduğunu gösteriyor (tabi ki kürtlerden son seçimde olduğu gibi silme oy almaya devam etmeli). yani az çocuk yapan türkler yaşlanırken gençlik kürtleşiyor. bu bizim açımızdan iyi bir gelişme gibi görünebilir ancak etnik güç dengeleri içinde taraf olmak uzun vadede toplumsal hareketler için yıkıcı sonuçlar doğurur. yine de değişen demografik yapının mutlaka sosyal ve siyasi sonuçları olacaktır ve bence bu seçim işaret fişeği olmuştur.

  25. Kapitalizm ve ulus-devlet Avrupa’da ortaya çıktığı için diğer ülkelerde sol ve ulusçuluk gibi Avrupa-merkezci ideolojilerin ancak karikatürleri veya tahrif edilmiş biçimleri tutabilir. Tıpkı geç ihtida etmiş semitik olmayan kavimlerin tek tanrılı dinleri bozulmuş bir şekliyle benimsemeleri gibi. Türkiye bu her iki olgu için de güzel bir örnek sunuyor.

  26. özgürlükçü

    yorumumun altına dil bilgisi tadında cevabını görünce çok mutlu oldum en azından yazım hatalarını gördüğüne göre okuduğun kesin anladığın konusunda şüphelerim olsa da ? yorumlarımdan yararlanacağın kesin. o kadar kafan çalışır sanırım 2-3 yıldır bu sitede boynuzlaşırız eski tartışmalardaki benim tezlerimi hatırlayınca geleceği görünür yapan analizlerimin cuk oturması bölündü parçalandı bitti gidiyor dış güçlerin emrinde hemen her türden olumsuz eleştiriler alan kürt özgürlük hareketinin eleştirildikçe ülkede bölgede dünyada etki alanının genişlemesi içinde yer aldığı toplumsal muhalefetin politik alternatif örgütü HDK-HDP artık yeni bir politik seçenek olarak çürümüş siyasi hayatımıza yeni bir renk heyecan ve dinamik seviyesinde girmesiyle yani bunları senin sitende HDK-HDP kurulmadan yaşanan süreci yaşanmadan tari tarif eden site yorumcusu olduğum için daha dikkatli yorumlarımı takip edeceğini umuyorum.cümle hataları ve ironik kahve muhabetinin sinkaf dilini hakaret amacıyla yazmadığımı anlayıp engellemediğin için teşekkür ediyorum

  27. http://kurtuluscephesi.net/kurcephesi/kc144_1.html
    budur zileli budur senin tespitlerin olasi sistem ici onerililerini hemide anarist olarak utanilmasi gereken bir darkafalinin, sosyoloji 1 sinif ogrencisi degilse bile, bilinen sosyal pasifizmin younu, tutumunu, tavrini hakli cikarmaya yarayabilecek, ortalama bir secim tahmin merkezinin yapabilecegi seyler. anarsist secim tahmin ve koalisyon merkezine hos geldiniz…

  28. eskiden lemanda bi erdener abi vardi uygun ceza ve tedavi yontemleri gelistirirdi, simdi erdener abi derdiki: alin bu zileliyi kendi kusaklari kadar tv tv gezdirinde hep beraber kurtulalim…(sirri adalara tasinmis duyduguma gore:))

  29. 23. yorumdaki 4. tespite eklenmeli,
    Türk nüfus aleyhine çoğalan Kürtlerle beraber Suriyeli mülteciler de buna eklenince etki büyük olacak.
    Suriyeli nüfus artık mültecilikten çıkıp yerlileşeceği gibi, son sığınma dalgasının da gösterdiği üzere artacak gibi görünüyor.

  30. Suriyeli göçmenlerin nüfus artis hızi kürt halkindan daha yüksek. Gözlemim şudur…. 1000 yil önceden geldiler buraya. Rte nin çok seyi bagişlanabilir! Ama suriye politikasi bu toplumun sirtina yüklenmiş korkunç bir kamburdur… hesaba dahil edilmeli?

  31. Sevan Nişanyan

    Memleket Nasıl Kurtulur, Bölüm 178

    Fırat Bayram birkaç soru göndermiş. Cevapladım.

    1. Ülkemizde siyasal saflaşmalar üzerinde ekonomi değil kültür belirleyici oluyor. Bu islam ülkelerine has bir durum mu, yoksa Batı’da da böyle mi?

    Dünyanın her yerinde siyaset inançlar, kimlikler ve aidiyetler üzerinden yapılır. İnsanlar bir gruba ait olmakla değer kazandıklarına inanırlar; o grubu “temsil eden” kişilerden iktidarda olmasından kendilerine pay çıkarır ve mutlu olurlar.

    19. yüzyıl ortalarından 1930’lara kadar olan dönemde, “işçi sınıfı” adı verilen bir ekonomik ve meslekî statünün bir aidiyet odağı olarak görülmesi bazı Batı ülkelerinde popüler olmuştu. Marksizm bu kısa vadeli siyasi-kültürel modanın bir ürünüdür. Bugün için bir geçerliliği kalmamıştır.

    Dünya modaları Türkiye’ye biraz geç geldiği için, Batı trendlerini takip eden entellektüel kesim 1930-1970’ler döneminde Marksizmi keşfetti. Şimdi yaşlandıklarından geçmişi terk etmeleri zor tabii.

    2. Eğer inanç siyaseti belirliyorsa inancın eleştirisi siyasal anlam kazanmaz mı? Göktekini demokratlaştırmadan yeryüzüne demokrasi gelebilir mi?

    Sorunun maksadını anlıyorum ve katılıyorum. Sadece formülasyona itiraz edeceğim.

    Türkiye’de “inanç” kavramını tekellerine almaya çalışanların başka herhangi birinden daha “inançlı” olduklarını sanmıyorum. “Göktekini” demokratlaştırmak da sözkonusu değil, çünkü gökte kimse yok. Gökte hava cıva var, o kadar.

    Türkiye’de, yüzyıllar boyunca, belli birtakım mitolojik formüllerin (Allah, peygamber, Kuran vesaire) tartışılmaz ve dokunulmaz olduğu kabulü yerleştirilmiş. Bu kartları çekenler koz çekmiş sayılıyor, herkesin kâğıdına basabiliyorlar. Siyasette “Müslüman” diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Sadece “Müslüman” kartını daha pervasızca kullanan birtakım cambazlar var. Üstelik asgari kültür ve edep sahibi insanlar bu kartı kullanmaktan hicap duyacakları için, ister istemez bunlar toplumun genellikle en cahil ve edepsiz kesiminden çıkıyorlar.

    Demokratik bir toplumda bu haksız rekabeti önlemenin basit bir yolu olduğunu sanmıyorum. O kart orada durduğu sürece birileri onu kullanacaktır. Tek çözüm yolu, dinî formülleri tartışılmaz olmaktan çıkarmak olmalı. Muhammetçiliğin de, Kemalcilik ve Marksçılık kadar saçma ve çağdışı bir mitoloji olduğunu, dokunulmazlığı bulunmadığını, “inanç” perdesi ardında saklanmasına izin verilmeyeceğini bilip usanmadan insanlara anlatmak lazım.

    3. Bu ülkede aydınlanma ve kültür devrimi olmadan demokrasinin işlemeyeceği, dinsel istismara hep meze olacağı görüşüne katılıyor musunuz? Demokrasi için sekülarizm şart mı?

    İslami mitolojinin diğer herhangi bir mitolojiden daha irrasyonel olduğunu düşünmüyorum. Farklı olan bu inancın içeriği değil, bu inancın -ve sadece bu inancın- eleştirilemeyeceğine ve eleştirilmemesi gerektiğine dair topluma dayatılmış olan mutabakattır. Öncelikli dava bu ortak kanının kırılması olmalıdır. Son zamanlarda, en muhalif olanlar dahil, dört parti liderininin de, dinî inançların dokunulmaz ve eleştirilmez olduğuna dair tam bir söz birliği içinde olduklarını görüyoruz. Ben bunu yanlış ve tehlikeli buluyorum. Neden Muhammetçilik dokunulmaz olsun? Ya da neden sosyalizm, liberalizm, Alevizm, faşizm ya da Öcalanizm öyle olmasın?

    Demokrasinin püf noktası mitolojinin müntesiplerini o mitolojiden kurtarmak değil sanırım. Her mitolojinin eşit derecede saygıdeğer -ya da saygı değmez- olduğu fikrini yerleştirmek önemli olan. İnsanları mitolojiden kurtarmak beyhude bir çaba. Bugünün aşırı kalabalık ve aşırı dillenmiş dünyasında esas mesele, farklı mitelojilere sahip insanların nasıl bir arada yaşayabileceği.

    4. İslam dini ile demokrasinin uyuşabileceği kanaatinde misiniz? Uyuşuyor ise bunun örneği var mı? Etyen Mahçupyan yıllarca Müslümanların demokratlaşabileceğini savundu. Bugün geldiğimiz noktada bu tez çökmedi mi?

    Hiçbir mitoloji kendiliğinden demokrat olmaz. Dayak yiye yiye demokrat olunur. Demokrat demek, fikirlerinden iğrendiğin, vatan haini ve şeytanın sözcüsü olduğuna inandığın adamların memleket yönetiminde senin kadar söz hakkı olduğunu kabul etmek demek. Dayak yememiş adam böyle bir şeye boyun eğer mi?

    Mahçupyan’ın hayalini –onun kadar şevkle olmasa da- bir zamanlar ben de paylaştım. Şimdilik feci surette yanıldığımız ortaya çıktı.

    Şimdi yenildiler, daha bir müddet yenik kalacaklar. Bu durumun hayırlara vesile olacağına inanıyorum. Karşı taraf için belki biraz tevazu ve özeleştiri fırsatıdır. Şansımız varsa bölünürler.

    Bizim taraf açısından çıkarılacak en önemli ders, Cumhuriyet’in sekülerleşme projesinin ne kadar eksik, korkak ve yüzeysel kaldığını görmek olmalı. Bu ülkede din olgusu eleştirilmedi, halının altına süpürüldü. “İnanca saygı” kisvesi altında birtakım sefil hurafelerin, birtakım saçma sapan iktidar ilişkilerinin dokunulmazlıklarını korumasına izin verildi.

    Şimdi dokunulmazlara dokunmanın tam zamanıdır diye düşünüyorum. Eleştirmeli, lime lime etmeliyiz. Omuzumuzun üzerinden “kaç kişi takip ediyor” diye bakmanın zamanı değil. Maksat taraftar kazanmak, konsensus inşa etmek değil, konsensus kırmaktır. Söylediklerimize –seçkin bir azınlık dışında- hiç kimse katılmayabilir. Ama kulakları eleştiriye alışacaktır. Birtakım insanların tanrıyı bir saçmalık, vahyi soytarılık, peygamberi ucuz bir fırsatçı olarak gördüğünü kabul etmek zorunda kalacaklardır. Dinden çıkmayacaklardır şüphesiz –kimsenin akıl yoluyla mitolojiye galip geldiği görülmemiştir- ama belki dinî inancın diğer inançlara karşı bir ayrıcalığı ya da dokunulmazlığı olmadığını fikrine zamanla alışacaklardır. Ki istediğimiz de o kadar zaten.

    Unutma ki Batı’da Hıristiyanlığı sosyal güçler, sınıflar, üretim müretim ilişkileri yıkmadı. Voltaire ile Hume ve onlar gibi beş on cesur adam yıktı. Bir kere birileri “kral çıplak” deyip direnmeyi başarsa gerisi gelir, şüphen olmasın.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2015/06/memleket-nasl-kurtulur-bolum-178.html

  32. Türkiye’deki mücadele sadece sınıfsal değil aynı zamanda kültüreldir. (Gerçi kültüre de büyük ölçüde yön verenin egemen sınıf olduğunu söylenebilir.)

    Anadolu sağı denilen şey önemli ölçüde Sünni İslam düşüncesi ve geleneğine dayanır. Laik modern kesim ise önemli ölçüde Kemalist geleneğe dayanmaktadır. Bunların önemli özellikleri otoriter ve totaliter düşünceleri de içlerinde barındırmaları, kendileri dışındaki her türlü muhalefeti, eleştiriyi kolay kolay kabul etmemeleridir. Kısaca bu iki geleneğinde özgür düşünceyle ilgili çok ciddi sorunları vardır. Örneğin geçmişte İslam toplumlarının birçoğunda her türlü eleştiri kolayca küfür, sapkınlık, fitne, fesat ve gâvur icadı diye insanlar bin yıldan fazla susturuldu, insanların özgürce düşünmesi, felsefe yapması engellendi. Şimdi bu yapılanları ve uygulamaları bazıları kültürümüz böyle, bunu kabul edin, çoğunluk böyle istiyor, demokrasi bunu gerektiriyor diye savunuyor. Bu açıdan bakılırsa onlara göre demokrasi sadece onların isteklerinin yerine getirilmesi ve her türlü aykırı düşüncenin neredeyse toptan imhasını, yani gerçekte demokrasinin neredeyse toptan yok edilmesini gerektiriyor. Aslında bunun da gayet farkındalar veya böylesi işlerine geliyor ve ikiyüzlü bir tutumla hala demokrasi diyorlar. Demokrasinin işlemesi için en önemli unsur farklı düşüncelerin kendilerini ifade edebilmesi ve susturulmamasıdır; farklı düşünceler ve her türlü muhalefet giderek susturuluyor, lanetleniyor, en büyük düşman olarak gösteriliyorsa o ülkede demokrasi değil faşizm gelişir. Bu iki kültürde egemen olmak için otoriter bir kültürü benimsedikleri, muhalif düşünceleri en baştan etkisiz hale getirdikleri için bunların egemenliklerini kırmak da son derece zordur. Bu iki gelenek ve düşüncenin neoliberal politikaların güdümünde olduğunu da eklemek gerekir. Ayrıca 12 Eylül darbesi de istikrar, neoliberal politikalar ve büyük sermeyenin çıkarlarını savunmak için yobaz ve gerici politikaları savunmuş, ülkenin büyük bir karanlığa sürüklenmesine yardımcı olmuştur.

    Otoriter iktidarların son derece başarısız oldukları halde başarılı gibi görünmesi ve kitleleri etkilemesi aşağıdakilerin bazıları ya da hepsi ile önemli ölçüde ilişkilidir:

    1. İnsanlara küçük yaşta otoriter düşünceleri ve egemen sınıfın fikirlerini aşılamayla. Buna bir anlamda indoctrination denilebilir.

    2. Örgütleri kontrol etmeyle ve elden geldiğinde bu örgütlerde insanların özgürce düşünmesini engellemeyle. (İnsanların örgütlenmeleri sarı veya etkisiz sendikalarla, cemaatlerle etkisiz hale getirmeyle.)

    3. Basın ve kitle iletişim araçlarını elden geldiğinde kontrol ve baskı altında bulundurarak kitleleri manipüle etmeyle.

    4. Muhalif kesimleri ve aykırı düşünenleri susturmayla.

    5. Ekonomik ilişkileri ve gücü kontrol etmeyle.

    6. Yasama, yargı ve yürütmeyi tek merkezden kontrol etmeyle.

    7. Silah, polis ve asker gücünün baskısıyla. Ve polis ve asker gücünü merkezden kontrol edebilme gücüyle.

    8. Karizmatik ve otoriter bir lidere sahip olmayla.

    9. Kısaca otoriter ve totaliter bir düzen kurmayla. (1,2, 3, 4, 5, 6. Ve 7. maddelerin birlikte yapılması totaliter bir düzen demektir zaten) Otoriter ya da totaliter iktidarlar kitleleri kolayca yalanlarla kandırabilir, yalanları doğru gibi gösterebilir. Bu gerçekten çok çok etkili bir yöntemdir. Örneğin bugün SSCB’de Stalin dönemi bazılarınca Stalin’in tüm yaptıkları görmezden gelinerek çok başarılı bir sosyalist iktidar gibi anlatılıyor. Stalin muhalifleri susturmasından, ülkede terör estirmesinden söz ediyoruz. Ama insanların bir kısmı bunu yok sayıyor, ya da kolayca görmezden geliyor. Stalin’in halen insanları bu derecede büyülemesinin nedeni kendisini eleştirebilecek her türlü muhalefeti ortadan kaldırmasıyla da ilgilidir. Olayları derin bir şekilde analiz edemeyen birçok insan bunu şöyle yorumlayabilir: “Stalin o kadar büyük bir liderdi ki kimse onda eleştirecek bir kusur bile bulamıyordu.” Yani bir anlamda Stalin peygamber mertebesine yükseliyor. Böyle olunca Stalin’in yaptıkları da kutsal bir nitelik kazanıyor ve yanlış yapması da onlara göre neredeyse mümkün olmuyor. Tabii onlara göre onun peygamber derecesindeki yanılmazlığı onun çok büyük dehasından, çok yüksek zekasından ya da çok ileri görüşlü büyük bir lider olmasından vb. kaynaklanıyordu.

    Bernard Russell’ın şu sözü oldukça yerindedir: “Hükümet icraatları sonucunda herkesin inanıp çıktığı saçmalıkların sonunun gelmeyeceğine ikna oldum. Bana uygun bir orduyla onlara sıradan insanın payına düşenden daha fazla para ve daha bol yemek sağlayacak gücü de verin, ben de otuz yıl içinde, nüfusun büyük bir çoğunluğunu, iki artı ikinin beş olduğuna, suyun ısıtıldığında donduğuna ve soğuduğunda da kaynadığına ya da devletin çıkarlarına hizmet edecek başka her türlü saçmalığa inandırayım. Elbette bu gibi inançlar oluşturulduktan sonra bile insanlar su ısıtmak için çaydanlığı buzdolabına koymayacaklardır. Suyun soğukta kaynadığı, pazar ayinlerine özgü, kutsal ve mistik, huşu içinde sözü edilecek ama günlük hayatta asla uygulanmayacak bir hakikat olacaktır. Sonunda, bu mistik doktrinin sözlü olarak inkârı yasalara aykırı kabul edilip inatçı heretikler de halk önünde ‘dondurularak’ cezalandırılacaktır. Bu resmi doktrini büyük bir hevesle benimsemeyen kimsenin öğretmenlik yapmasına ya da yetki sahibi olmasına izin verilmeyecektir. Sadece en üst düzeydeki yetkililer kendi aralarında bütün bunların ne kadar saçma olduğunu fısıldaşıp ardından da içip eğlenmeye devam edeceklerdi.”

    Bu yüzden Türkiye’de solun etkisiz kalması salt işçi sınıfının sayısı, işçi sınıfının durumunun giderek kötüleşmesi, kentleşme vb. ile açıklanamaz. Zaten böyle bir şey genel bir kanun olsaydı ABD’de de sosyalist partilerin çok güçlü olması, hatta iktidarda olması gerekirdi. Bu unsurların etkisiz olduğunu söylemiyorum. ABD’de solun, sosyalizmin etkinliği önemli ölçüde kıran bir yapı var. Bazılarına göre ABD bu özelliği ile aslında bir tür totaliter iktidar yapısına sahip. ABD’deki bu totaliter düzene ‘inverted totalitarianism” deniliyor. Gerçi Avrupa’da da gördüğümüz gibi sosyalist ve sol partilerin iktidara gelmesi bile burjuva iktidarının durumu sarsmıyor.

    Kısaca burada kültür şu veya bu şekilde belirleyici olabiliyor. (Tabii Avrupa’da olduğu gibi solun iktidara gelmesine rağmen burjuvanın hala gerçek iktidar olması onun, burjuvanın, güçlü olması ile ilgili bir özelliktir. Kuşkusuz işçi sınıfının sosyal demokratik kültürü benimsemesi veya onu yeterli bulması da bunda etkin olmuştur.)

    Özellikle Sünni İslam’ın egemen olduğu İslam ülkelerinde işçi sınıfının mücadelesinin çok zayıf olması dikkat çekicidir. Doğrusu bunların tesadüf olduğuna pek inanmıyorum.
    Şu denilebilir: önemli olan işçi sınıfının kuvvetli olması ve sosyalizmi savunmasıdır. İyi de hangi sosyalizm? Bolşevik tipi sosyalizm mi? Yoksa nasıl? Tüm bunlar yan yana konulunca sadece işçi sınıfı olup bunun bilincinde olmayı bilmenin yetmediği, bunun yanında bir takım değerlere, ayırt edici kültüre, sahip olmanın da son derece önemli olduğu anlaşılıyor.
    Türkiye’ye gelirsek. Şimdiki durumda AKP’li tabanın çoğunluğunun ders alıp daha özgürlükçü olması düşük bir olasılıktır. Ekonomik kriz ve çöküşlerin AKP tabanını daha radikalleştirmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Kurtuluşu iman ettikleri otoritede ve onun kültürel değerlerinde gören kitleler kolay kolay bu yoldan vazgeçmedikleri gibi gelişen kriz ve çöküntülerin genelde özden sapmaktan kaynaklandığını düşünme eğilimindeler. Bu yüzden hızla gelişen ekonomik kriz ve çöküş Türkiye’de İŞİD benzeri oluşumları çok güçlendirebilir. Kısaca buna radikal İslami faşizmi ve bunun giderek radikalleşmesi denilebilir.

    Yakın zamanda ülkeyi bekleyen ekonomik ve ekolojik krizler bu acı olasılıkların kapısını daha da açacaktır. Çok uzak olmayan bir gelecekte, hatta buna yakın gelecekte denilebilir, ülkede ekolojik ve ekonomik krizlerin önemli ölçüde belirleyici olacağını düşünürsek işçi sınıfını ve sıradan insanları çok zor zamanların beklediğini var saymak yanıltıcı olmayacaktır. Böylesi sorunların özden, dinden ve imandan, uzaklaşmaktan kaynaklandığına inanan büyük bir kitle de varsa ve bu büyük kitle kapitalizmle ciddi biçimde hesaplaşıp kendi yaptıklarına bakmak yerine, bir taraftan vahşi kapitalizmi savunup, diğer yandan suçu sürekli başka yerlerde arayıp başkalarını suçlayarak sorunları çözmeye çalışıyor ve bu tür yalanlara kolayca inanıyorsa sorun daha da büyüyecek demektir.

    AKP’nin öve öve göklere çıkarttığı başarısı çok büyük ihtimalle, uyguladığı neoliberal çözümler de, çok yakın zaman içinde çökecek ve tam anlamıyla başarısız olacaktır. Ve büyük ihtimalle neoliberal politikaların sefil sonuçlarını yıllarca yaşayacağız. Aslında sadece AKP değil CHP, MHP ve HDP de neoliberal bir partidir. HDP, AKP ile CHP’nin koalisyonunu destekleyerek gerçekte neoliberal bir parti olduğunu aslında ilan etmiştir. (Zaten farklı bir şey beklemek şaşırtıcı olur.) Şu halde akla şöyle bir soru takılmaktadır: bu dipsiz kuyunun neresinden dönülecektir, düşüp tam anlamıyla paramparça olunması mı beklenecek, yoksa düşüşe bir yerde dur mu denilecek? Neoliberal partilerin AKP, HDP, CHP ve MHP’nin buna dur diyemeyeceği açıktır. Türkiye bir anlamda karıncaların yaptığı gibi ölüm rotası yürüyüşündedir. (Bu duruma ant mills de denilmektedir. Önündeki karıncayı takip o karınca için en doğru, tartışılmaz, en otoriter bir hükümdür. Ama önündeki karıncayı takip et şeklinde hareket eden bir karınca türü zaman zaman dairesel bir yürüyüş tuzağına düşmekte ve bu tuzaktan kurtulamamakta, ölünceye kadar yürüyüşünü bu daire içinde devam ettirmektedir. Buradaki karıncalar grup psikolojisine son derece bağımlı olduklarından aykırı hareket edememekte bu da onların bu tür durumlarda ölümünü ve başarısızlığını garantilemektedir. İlk defa karıncaların kendi kendilerine düştükleri bu tuzak, ya da çıkmaz William Beebe tarafından Guyana ormanlarında fark edilmiştir.) Yunanistan’da yaşanan olaylar bu tür neoliberal politikaların nasıl çıkmazlara gireceğinin çok açık bir delilidir. Ama bu Yunanistan için bile daha başlangıç. Türkiye için sonuçlar çok daha ürkütücü olabilir. Ortadoğu bölgesinde yaşanan diğer krizler, etnik ve dine dayalı siyasetin giderek yaygınlaşması ile birlikte Türkiye çok daha derin açmazlarla karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.

  33. ogürsel, evet “1000 yil önceden geldiler buraya.”
    1000 yıl sonra uygarlığın geldiği yer bizi yok oluşa sürüklemiyor mu peki?
    Bununla ilgili bu sitede daha önce yazılmış şu yoruma katılıyorum;

    Ticaret ve hirsizilik tanrisi Hermes’in kapitalist mitolojideki adi piyasa (Adam Smith’in görünmez eli) tipki Karl Marx’inn tarihsel materyalizmi gibi korkunç bir yalan ve madrabazliktan ibarettir.
    Herkesin egoist davrandigi bir toplum yasayamaz, nitekim Bati toplumlari yok olmaktadir.
    Piyasa ve görünmez el yalanlari ardinda bir avuç finans baronu, spekülatörler ve KUMARHANE ekonomisi dünyayi yikima götürmektedir.
    Müslümanlar geri kalmismismismis….aman Islam ülkeleri “yerinde saysin” da ve bu rezalete katilmasinlar, insanligin kapitalizme karsi seçenegi vardir. önce bunu kabul etmek gerek, bunu kabul etmeden kapitalizm karsiti olunmaz.

    Read more: http://www.gunzileli.com/2012/10/06/savasci-turk-basini%e2%80%a6/#ixzz3dUJxNhEu

  34. Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. Entelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat’tan beri tanıdığımız Batı’nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü…

    Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin.

    İki yüzyıldır bir anakronizm’in utancı içindeyiz, sözüm ona bir anakronizm (Tarih yanılgısı).

    Bu ‘çağdışı’ ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı’nın abeslerine perestiş olsun? Fani ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir.

    Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı da asrîleşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.

    (Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa)

    Çağdaş hukuk, çağdaşlık nedir? Değişken bir şeydir. Bundan yüz yıl kadar önce taş plak çalan borulu gramofonlar pek çağdaştı. Şimdi antika oldular. Artık kimse borulu gramofon çalmıyor.

    Çağdaş hukuk da borulu gramofon gibidir. Bugün çağdaş, bir asır sonra demode ve antika.

    Çağdaş hukuk hırsızlığı azaltabiliyor mu? Azaltamıyor, aksine çoğaltıyor.

    Bugün Türkiye’nin en büyük yarası lüks tutkunluğu, israf, sefahat, aşırı tüketim, aşırı konfordur.

    Çağdaşlık bilgiymiş, aydınlıkmış, kültürmüş… Bırakın bu martavalları!.. Anadili Türkçe olan vatandaş 1927’de yayınlanmış Türkçe kitapları, atalarının mezar taşlarındaki kitabeleri okuyamıyor ve siz bana aydınlıktan, bilgi nurlarından bahs ediyorsunuz. Deli misiniz siz? Bizi aptal ve sersem mi sanıyorsunuz?

    Bizdeki çağdaşlık cehalettir, bilgisizliktir, okuma yazma bilmezliktir, fetişizmdir, özentidir.

    Ben hırsızsız bir toplum istiyorum… Kadın ve kızların rahatsız edilmediği, seks aleti olarak görülmediği bir toplum istiyorum… Rüşvet istemiyorum… Kirli, kara, haram, necis paralar ve servetler istemiyorum… Boş adliye binaları ve hapishaneler istiyorum… Maddeten ve mânen temiz bir Türkiye istiyorum… Siz bana bunları o mâlum ve mâhut çağdaşlığınızla veremezseniz elbette başka yollar, çareler çözümler arayacağım.

    Çağdaşlık zırvalarınız sizin olsun; ben adalet, güven, barış, huzur, saadet içinde yaşayacağım bir ülke istiyorum.

    Çağdaş Borulu Gramofon
    Mehmed Şevket Eygi
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Cagdas_Borulu_Gramofon/12059

  35. Kurtuluş Cephesinin yorumlarını okudum… Ne kadar kötümser.. İç savaş.. Bu mümkün değil! Bu ülkede tuhaf bir “tin” var. Buna izin vermez. RTE harcanır gider. Zaten uzatmaları oynuyor.
    IŞİD mi? O manyak katiller mi? Burada bir b.k yiyemezler. Bir kaç bin insan daha öldürüler! Ve hiç bir şey değişmez! Var olan kronik-ılımlı maddi-manevi sefalet sürer gider; kuyruklarını kıstırıp defolurlar; Ki zaten gidecekler; tarihte bu manyaklığın karşılığı olmamış; yine olamaz.. IŞİD’in Türkiye’de etkisi olacağını düşünen siyaseti bıraksın, gitsin… MHP bile IŞİD’e neler söylüyor…
    Suriye’de savaşa girmek mi? Kurtarmaz! Arkasından yağacak tükürük yoğunluğu artacaktır…
    *
    İç savaş mı? Olmaz..
    Hadi kargaşa diyelim… olabilir!
    Hiç bir toplum, her birey, her aile, her ebeveyn, her topluluk gibi, her halk da kendi gerçekliği ile yüzleşme cesareti göstermedikçe “ileriye” gidemez…
    Kargaşa mı.. demiştik. Hem de İslamcı, Sünnî yüzde 20 altındaki tembellerin çıkarttığı… Yanında sürükledikleri yüzde 30 ile.. ki bu yine yüzde 20 dir… Artı devlet.. asker.. artı polis… Yüzde 41 buçuk! Devlet, polis, ordu uzaydan gelmedi!
    *
    Olsun bakalım!
    yeter ki yanıtımız olsun!
    Yanıtını hazır tutalım… Bir “hedef duygumuz” olsun! Federal devlet…
    Trakya, İstanbul, İzmir, Antalya, Muğla, Mersin, Adana… ve doğu güneydoğu illeri…
    Gezi isyanında bu hedef duygusu olsaydı… Ne olurdu…
    Federal, özerk yönetimler.. Herkes kendi kentine, toprağına, dağına sahip çıksın. Kendi bölgesini bir “göçmen” gibi yağmalayıp oradan göçmeye kalkmasın!
    ***
    Bu ülke Merkezî İktidara dayalı çözümler üretemiyor…
    Sadece kavga ve hırsızlar için uygun toz bulutu çıkartıyor.
    *
    1927 nüfus sayımı 13.5 milyon…
    *
    Yukarıda birisi benim Suriye’li göçmenler için “1000 yıl önceden geldiler” lafına alınganlık göstermiş. Sanırım o biraz daha erken zamandan gelmiş. 1500 yıl önce! İşin acı yanı “yürüdüğü yolda” sağına-soluna bakamadan gelmiş; zaman makinesiyle!
    Hayata ne 10 yaşında, küçük burjuva, “iyi yürekli” çocuklar duygusu ile ne de tahakkümcü zorbaların acımasızlığı ile bakamayız; gerçeklik duygusunu yitirmeden, tarihsel imkân-imkânsızlıklar çerçevesinde ve önümüzdeki 10-30 yıla kaybedilecek en az insan hayatı ve çekilecek en az çile bilançosu kestirimi ile bakmak zorundayız.
    Burada zaman zaman bir teknoloji düşmanlığı görüyoruz; -bu ülkede kendini yalnızca düşmanlıklar üzerinden var eden ne çok insan var- Açıkça söylüyorum; bu salakçadır! Yüksek teknoloji-modernite olmasaydı bugün dünya nüfusu 3 milyarı geçemezdi. Nüfusun 7 milyarına eklenmiş en az 4 milyar insan, yeni doğan ve çocuk ölümlerinin yüksekliği ve enfeksiyon ya da ileri yaş hastalıkları ya da açlıktan ölmüş olurdu. Sorun Teknolojinin kendisi değil, kullanılışı ya da ona egemen olan sermaye, kâr için “anasını satabilen” açgözlü kapitalist sınıftır!
    İnsan kendini olduğundan daha da aptal hale getiremez; teknoloji reddedilemez ama insanlık-doğa-gezegen için yararlı hale getirilebilir; getirilmelidir! “Makine kırıcılık” zamanında ne kadar acıklı bir hal ise, teknolojiye karşı kör düşmanlık da aynısıdır…

  36. OGürsel epey iyimser yazmışsınız.

    Türkiye’nin çevresi ateş topu haline gelmişken bu kadar iyimser olmanıza şaşırdım.

    Belki de dediğiniz gibidir yani bu ülkede tuhaf bir “tin” vardır. Gerçi ben bu çevre ve maddi koşullardan etkilenmeyecek bir tin bilmiyorum. Bu yüzden yazdıklarınızı koşulları ve çevresel etkileri oldukça küçümseyen oldukça iyimser beklentilere dayalı bir temenni olarak görüyorum.

    Yalnız bu beklentileri mutlak doğru gibi göstermeniz belki de büyük yanılgılara yol açacaktır.

  37. 36. yoruma cevap;

    İlk olarak
    1000 yıl önceden geldiler diye küçümsediğiniz insanların aşırı nüfus artışını olumsuz bulmanıza rağmen kendinizle çelişerek nüfus artışını ilerleme olarak görmeniz ve olumlamanıza ne demeli bilmiyorum.
    “Yüksek teknoloji-modernite olmasaydı bugün dünya nüfusu 3 milyarı geçemezdi.” Bence iyi de olurdu. Madem öyle neden Suriyeliler ve Ortadoğulular söz konusu olunca bu insanların nüfus artışını onların “geriliğine” örnek gösteriyorsunuz?
    İlerleme ve modernite adına sonuçları düşünülmeden savunulan teknolojinin ve nüfus artışının dünyaya nasıl bir felaket getireceğini artık anlamalıyız.
    Konuyla ilgili güzel bir yazı;

    Maggotlaşan İnsanoğlu ve Yerel Dar Kafalılık (1)
    Mehmet YILDIZ

    Sosyal dünyanın problemlerini analiz etmekte, özellikle siyasi yazılarda sık sık dar kafalılık sergilendiğini biliyoruz. Bendeniz her seferinde “yerel yazarlar” grubuna dahil olmaya çalıştım. “Bizim sorunlara kafa yoruyor, bizden biri,” desinler diye yaptım bunu. İnsanlar yazılarımı okuduklarında “Ne alakası var şimdi bunun?” demesinler diye. Bu koşullar altında dar kafalılık kaçınılmaz oldu.

    Böylece kimliğini yitiren Dersim toplumu, Apo, Tayyip Erdoğan üçlüsü yazılarımın ağırlıklı konularını teşkil etti. Halbuki insanoğlunun en büyük sorunları üzerinde düşünmek, tüm yerel sorunları bu çerçevede ele almak bana daha doğru geliyor. Ağırlaşan küresel sorunları objektif olarak incelemenin araçları ortaya çıktığı halde bu araçları kullanmamak ve yerel sorunlar içerisinde boğulmak bir yarar getirmeyecektir. Örneğin seçmenin yarısının desteklediği corrupt ve despot Erdoğan’ı eleştirip durmanın bir anlamı yoktur. Bu eleştiriler ne kadar makul olurlarsa olsunlar asla aydınlanma çağının yazarlarının eserlerinin rolünü oynayamazlar. Keza Apo ve PKK hakkında yazılanların da bir yararı olmayacaktır. Apo öldürdüğü Mahsum Korkmaz’ın heykelini diktirerek rasyonel ve özgürlükçü eleştirilerin önünü kesmekte dev bir adım daha attı. Bırakın Kürtleri, Türk Harrylerin ve Oliviaların sayısı ve inatçı çabaları bile insanı derin bir umutsuzluğa itmeye yetiyor.

    1950’li yıllardan bu yana ikiye katlanma yılları giderek kısalan ve günümüzde 7 milyara ulaşan insanoğlu dünyanın besleyemediği mevcut sayısı yüzünden en temel insani hassasiyetlerini kaybediyor. Barbarlık cephesinin en önünde IŞİD’in, El Kaide’nin, soykırımcı İsrail devletinin, Taliban’ın olduğunu söyleyebiliriz. Barbarlık en temel insani hassasiyetleri yitirme şeklinde tüm ülkelerin halklarını etkiliyor. Örneğin yeryüzünün en kriminal devleti olan İsrail’in 2000’in üzerinde Filistinli çocuğu öldürmesini Norman Finkelstein’den başka kimse protesto etmedi. New York’un en kalabalık ve en büyük caddesinin trafiğini neredeyse tek başına kesen Norman Finkelstein yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. IŞİD’in konvoyunu bombalayan ABD’nin hümanizm cephesinde görülmesi problemlidir. Aynı ABD Filistinli çocukların gerçek katilidir çünkü. ABD bombaları bir tek Ezidi çocuğunun kurtulmasına sebep olmuşlarsa hedeflerine ulaşmış sayılırlar. ABD’nin insanlık karşısındaki pozisyonu ise değişmedi.

    Öte yandan kapitalizm ve çok uluslu şirketlerin barbarlığı yerkürenin fiziki sonunu getiriyor. İnsanoğlunun yerkürenin taşıyamadığı sayısı hem bu süreci hızlandırıyor, hem de sona doğru giderken tüm medeniyetin günlük olarak daha hızlı bir biçimde yok olmasını sağlıyor. Büyük kalabalıklar halinde savaşa, hastalıklara, açlığa esir düşen insanlara artık kimse acımıyor. Merhamet Antep’te, Maraş’ta, Hatay’da olduğu gibi tamamen yok oluyor. Çıldırmış güruhlar sığınmacılara saldırıyorlar. Akdeniz’de her gün büyük gruplar halinde Avrupa’ya sığınmaya çalışan insanlar ölüyorlar. Ölümcül Ebola virüsü nüfus yoğunluğunun en çok olduğu ve çevre tahribatının en çok yaşandığı ülkelerde yayılıyor.

    Demografik Analizin Önemi

    Sınırlı bir yerkürede sınırsız bir ekonomik büyümeyi öngören kapitalist sistemin irrasyonalizminin yanında sınırlı bir yerkürede exponential olarak büyüyen nüfusun yarattığı irrasyonalizm daha önemsiz değildir. Bu sorun her türlü sosyoekonomik sistemden bağımsız olarak incelenmelidir. Kendi başına duran bu büyük sorunu sistem tartışmaları içinde ikinci plana itmek yanlıştır.

    Demografi nüfus verilerinin istatistiki analizidir. Dünya nüfusu 1804’te sadece 1 milyar iken 123 yıl sonra (1927) 2 milyara ulaştı. 33 yıl sonra (1960) nüfus 3 milyara ulaştı. 14 yıl sonra (1974) 4 milyar oldu. 1987’de (13 yıl sonra) 5 milyar oldu. 13 yıl sonra (1999) 6 milyara ulaştı. 2011’de (12 yıl sonra) 7 milyar oldu. (Kaynak: BM)

    Yapılan nüfus projeksiyonuna göre dünya nüfusu 2050’de 10 ile 10.7 milyar arasında olacaktır.

    Yıllık %1 büyüme oranıyla bir ülke veya yerküre toplam nüfusunu ancak 70 yılda 2 katına çıkarabilir. Büyüme oranının %3 olması halinde ise nüfusun 2 katına çıkması için sadece 23.3 yıl gerekmektedir.

    Demografik Geçiş (Demographic Transition)

    Demografik Geçiş konsepti Avrupa ve ABD’deki nüfus artış tarihinin incelenmesi sırasında oluşturuldu ve nüfus analizlerinde her yerde geniş olarak kullanılmaktadır. Demografik Geçiş yüksek orandaki doğum ve ölüm oranından düşük orandaki doğum ve ölüm oranına geçişi ifade eder. Belli başlı 4 aşaması vardır:

    1. Aşama: Yüksek orandaki ölüm, yüksek orandaki doğumu dengeler. Nüfus artışı ya hiç yoktur ya da çok yavaştır. Hatta azalma söz konusudur.

    2. Aşama: Ölüm oranları düşmeye başlar. Doğum oranı yüksek kalarak nüfusun artışını sağlar.

    3. Aşama: Doğum oranları düşerek nüfus artışını yavaşlatır.

    4. Aşama: Doğum ve ölüm oranlarının her ikisi de düşer. Nüfus artışı yavaşlar, hatta artış tamamen durur ya da nüfus azalır.

    Demografik Geçiş çerçevesinde Avrupa ülkeleriyle gelişmekte olan ülkeler arasında bir kıyaslama yaptığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

    Avrupa Ülkeleri

    Tüm periyod boyunca doğum ve ölüm oranları düşük kaldı. Ölüm ve doğum oranlarında 200 yıl boyunca tedrici bir düşüş yaşandı. Nüfus artış oranı 19.yy’da en yüksek noktasına ulaştı. Artış yıllık olarak %1-2 arasında gerçekleşti.

    Gelişmekte olan ülkeler

    Demographic Transition öncesi yüksek doğum ve ölüm oranları (2. Dünya Savaşı öncesinde) söz konusu oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ölüm oranlarında ani sert bir düşüş yaşandı. Nüfus artışı 20.yy’ın 2. Yarısında zirveye ulaştı. Yıllık olarak %2.5-3.5 arasında gerçekleşti.

    Demografik Geçiş bakımından Batı Avrupa, ABD, kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya ve Çin’in esasen 4 aşamayı tamamladıklarına inanılmaktadır.

    Doğu Asya, Latin Amerika, Orta Doğu ve Güney Afrika’nın çoğunlukla 3. Aşamada oldukları tespit edilmiştir.

    Güney Asya (Pakistan, Hindistan) ve Sub-Saharan Afrika’nın hâlâ 2. aşamada olduğu gözlemlenmektedir.

    Nüfus Değişimi

    1800 öncesi nüfus değişimine baktığımızda aşağıdaki karakteristikleri görüyoruz:

    a- Oldukça yavaş olan bir büyüme oranı,

    b- Yüksek doğum oranlarını etkisiz kılan savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar yüzünden meydana gelen yüksek orandaki ölümler,

    c- 1800’de 1 milyara ulaşan toplam dünya nüfusu.

    1800-1900 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda şunları görüyoruz:

    a- İlk sanayileşmeyle birlikte Avrupa nüfusundaki ölüm oranının düşmeye devam etmesi,

    b- Avrupa nüfusundaki büyümenin uluslararası göçü güçlü bir biçimde arttırması,

    c- Gelişmekte olan ülkelerin nüfusundaki büyümenin çok yavaş biçimde seyretmesi,

    d- Dünya nüfusunun 1900’de 1.7 milyara ulaşması.

    1900-1950 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda göze çarpan karakteristikler şunlardır:

    a- En gelişmiş ülkelerdeki ölüm oranındaki düşüşe doğum oranındaki düşüşün eşlik etmesi,

    b- Her ne kadar bazı ülkelerde ölüm oranları düşmeye başlasa da Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin çoğunluğunun hala yüksek doğum ve ölüm oranlarıyla karşı karşıya kalmaları,

    c- Yüzyılın ortalarında nüfusun 2.5 milyara ulaşması.

    1950-2000 yılları arasındaki nüfus değişimine baktığımızda en gelişmiş ülkelerle (EGÜ) az gelişmiş ülkeler (AGÜ) arasındaki en belirgin farklılıklar şunlardır:

    EGÜ: Düşük ölüm ve doğum oranlarına geçişin tamamlanması.

    AGÜ: 2. Dünya Savaşı’nı takiben ülkelerin büyük çoğunluğunda ölüm oranlarında hızlı düşüş ve 20 yıl boyunca yüksek düzeyde gerçekleşen doğum oranının dramatik nüfus artışına yol açması.

    Özetle, dünya nüfusu özellikle Sub-Saharan Afrika ülkeleri, Güney Asya ve Orta Doğu’da olmak üzere artmaya devam edecektir. Az gelişmiş ülkelerdeki doğum oranı gelişmiş ülkelerdekinin iki katıdır. Az gelişmiş ülkelerdeki genç nüfus yapısı onlarca yıllık nüfus büyümesi için bir momentum oluşturmaktadır.

    Sonuç olarak, yakın gelecekte gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler bakımından nüfus dağılımı ağırlıklı olarak değişecektir. Nüfus artışı en çok Hindistan ve Sub-Saharan Afrika’da gerçekleşecektir.

    Nüfustaki değişim üç temel demografik bileşenin ürünüdür: Doğum, ölüm, göç (dışarıdan göç almak veya ülke nüfusunun dışarıya göç vermesi).

    Sub-Saharan Afrika ve Hindistan’dan Avrupa, ABD ve Kanada’ya doğru giderek büyüyen bir göç dalgasını beklemek kaçınılmazdır*.

    (Devam edecek)

    * Bu makalenin yazılmasında Johns Hopkins Üniversitesi’nin “Population Change and Public Health” adlı dersinin materyallerinden yararlanılmıştır.

    Maggotlaşan İnsanoğlu ve Yerel Dar Kafalılık (2)
    Mehmet YILDIZ

    Nüfus ve Gelişme İlişkisi Üzerine Teoriler

    Ülkelerin ekonomik gelişmesiyle nüfuslarının artışı arasındaki bağlantı üzerine ileri sürülen teoriler çok çeşitlilik arz ederler. En eski teoriler Karamsar Teoriler olarak adlandırılır. Bunlar Ortodoks görüşler olarak da addedilir. Karamsar (Ortodoks) Teorilere göre yenilenemeyen doğal kaynaklar ve kapital her zaman sabittir. Bunların arzı nüfus artışından her zaman daha yavaş artar. Dolayısıyla nüfus artışı yukarı tırmandıkça ekonomik gelişme aşağıya iner. Malthusian teoriye göre, nüfus geometrik bir oranda artma eğilimindedir. Yiyecek ise yalnızca aritmetiksel olarak artabilmektedir. Artan nüfus bütün artı-ürünü tamamıyla tüketir. Çalışan sınıfın gelirinde gerçek bir yükselme mümkün değildir. İnsanoğlunun önünde nüfusun aşırı artışını önlemek için iki seçenek vardır: İnsanoğlu beslenmesi imkansız aşırı sayısını ya kendi kontrol altına alacak ya da bu işi doğa yapacaktır.

    1940-1960 yılları arasında dünya nüfusu daha önce hiç rastlanmayan bir oranda arttı. 1958’de Coale-Hoover, Neo-Malthusian bir teori geliştirdiler. Bu teoriye göre, yüksek nüfus artışı sosyoekonomik gelişmeyi ciddi oranda zayıflatıyor. Bundan çıkan siyasi sonuç: Hükümetler nüfusu kontrol altına almak için müdahale etmek zorundadırlar.

    Akademik çevrelerde Coale-Hoover teorisinin aşağıdaki sınırlılıklara sahip olduğu ileri sürülüyor:

    1- Farz edilen ekonomik büyümenin yalnızca kapital büyümesinin bir fonksiyonu olarak görülmesi,

    2- Teknolojideki gelişmelerin ve iş gücü kalitesindeki iyileşmenin (yeni jenerasyonun daha iyi sağlık ve eğitim koşullarına sahip olması aracılığıyla) hesaba katılmaması,

    3- Nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişkinin her yerde tutarlı bir biçimde negatif bir nitelik taşımaması; negatif ilişkiye dair ampirik kanıtların zayıflığı.

    Karamsar Teorilerin yanı sıra nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişki üzerine ileri sürülen İyimser Teoriler de söz konusudur(Boserup, Julion Simon). Bu teorilere göre nüfus artışı ekonomik gelişme üzerinde olumlu bir etki yaratır. İnsan zekası ve yaratıcılığı sayesinde yaratacağı teknolojiyle doğal çevrenin taşıdığı sınırlılıkları aşarak gelişmeyi sürdürecektir.

    Marksizm’e göre ise “fazla nüfus” kapitalizmin bir ürünüdür ve kapitalizmin egemenliğini sürdürebilmesinin mutlak ön koşuludur. Kapitalizm sömürülebilecek hazır insan gücüne ihtiyaç duyar. Bu insan gücü zirai toprağın ele geçirilmesi ve topraksızlığa ve işsizliğe mahkum edilmiş kalabalıkların şehirlere sürülmesi suretiyle yaratılır.

    İlk kez 1974 yılında toplanan Uluslararası Nüfus Konferansı yukarıdaki teorilere alternatif olarak yeni teoriler (“Revizyonist Teoriler”) geliştirdi.

    1. Revizyonist Teoriye göre azgelişmişlik hızlı nüfus artışının sebebidir. Bundan çıkarılması gereken politik sonuçlar, “ekonomik aktivitelere yatırım yapmak ve ekonomik sistemi iyileştirmek” olmalıdır. 1984’te Meksika’da toplanan Uluslararası Nüfus Konferansının geliştirdiği 2. Revizyonist Teoriye göre ise nüfus ile ekonomik gelişme arasında bir nedensellik bağı yoktur. Nüfus ekonomik gelişme sürecinde neutral bir rol oynamaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: Nüfus planlaması yerine ekonomik reformlar, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi vb. konular öncelik taşımalıdır.

    1986 yılında ulaşılan düşünceye göre, konuyla ilgili bilimsel kanıtların yetersiz olduğu, nüfus artışı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin ulusal/bölgesel düzeyde bir netlik taşımaktan ziyade kişisel/hane düzeyinde açık olduğu ifade edildi. Az gelişmiş ülkelerdeki hızlı nüfus artışının, ekonomik, kültürel, kurumsal ve demografik farklılıklara bağlı olduğu ve ülkeden ülkeye değiştiği ileri sürüldü.

    Yeni paradigmaya göre nüfus artışı az gelişmiş ülkelerdeki problemlerin her zaman başta gelen sebebi değildir. Buna rağmen diğer problemlerin yol açtığı zararın bu yolla daha da arttırıldığı söylenebilir. Sadece nüfustaki artış sorununu çözmek suretiyle bütün sorunları çözmek mümkün değildir. Fakat bu sorunun çözümü diğer sorunların çözümüne bir katkı sunabilir.

    1994 yılında Kahire’de toplanan BM Uluslararası Nüfus ve Gelişme Konferansı yukarıda adını andığımız 2. Revizyonist Teorinin yerine yeni bir paradigmayı koydu. Yeni paradigmaya göre insan hakları temel alınmak zorundadır. Cinsiyetler arasında eşitliği sağlamak, ayrımcılık yapmamak, kadınları iş alanında ve sosyal hayatta daha etkin bir rol oynamaya teşvik etmek anahtar konuları teşkil etmektedir.

    Teoriler ve Hakikat

    Teori belli doğal olayları izah eden ve çok sayıda ampirik kanıta dayanan bir genelleme ise yukarıda adını andığımız teorilerin hiçbiri bu vasfa sahip değildir. Buna rağmen gerçeğe en yakın teorilerin Malthusian ve Neo-Malthusian teoriler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu teoriler sınırlı bir sahada sınırsız bir tür(specie) artışının gerçekleşemeyeceği gerçeğini ifade ediyorlar. Örneğin Kalahari Ulusal Parkı’nda azami olarak kaç filin yaşayabileceği bellidir. Söz konusu ulusal parkta sayısız bir fil nüfusu için yaşama şansı yoktur. Aynı yalın gerçek biyolojik bir tür olarak insanoğlu için de geçerlidir. Teknoloji hiçbir zaman bu sınırlılığı aşamaz. En ileri teknoloji yeni toprak, su ve hava yaratamaz. Malthus ve Neo-Malthusçular bu gerçeği görmek suretiyle diğerlerinden ayrılıyorlar.

    Öte yandan nüfusun ve yiyeceklerin artış mekanizmasıyla ilgili Malthus’un yaptığı açıklamalar basit bir analojiden ibarettir. Nüfus geometrik olarak değil, exponential olarak artar. Dolayısıyla nüfusun ikiye katlanması yıllık büyüme oranıyla ilgilidir. Örneğin yılda %2 oranında büyüyen bir nüfus kendisini ancak 35 yılda ikiye katlar. Malthus’un öne sürdüğü gibi her nüfus artışı ikiye katlanma anlamı taşımaz. Başka bir deyişle buradaki çelişki geometrik artışla aritmetiksel artış arasındaki bir çelişki olmayıp, sınırlı bir fiziki alanda sınırsız bir büyümeyi olanaklı gören teoriyle, sınırlı bir alanda hiçbir türün sınırsız bir biçimde exponential olarak büyüyemeyeceği gerçeği arasındaki çelişkidir. Malthus daha 1798 yılında bu gerçeği görebilmiştir. Teknolojik ilerlemenin ve petrole dayalı tarımın Malthus’un öngördüğü doğal kontrolü ertelemiş olması teorinin zayıflığına işaret etmez. Petrole dayalı yoğun tarım gıda üretiminde görülmemiş bir bolluk ve ucuzluk yarattı. Bu sayede exponential artış mümkün hale geldi. Ancak bu geçici bir durumdur. Petrol rezervleri tükenince ucuz gıda da tükenecektir. Kaldı ki teknoloji ve petrole dayalı modern tarım yaşam kaynaklarına onarılması olanaksız bir zarar vermiştir. Ne tahrip edilen doğal kaynakları onarmak ne de petrolün yerine bir başka enerji kaynağını idame etmek mümkündür.

    Kimyasal maddelerin kullanılmasına dayanan, onlara mutlak suretle bağımlı olan modern tarım metotları toprağı uzun vadede tahrip etmektedir. Öncelikle topraktaki besinler yok oluyor. Keza topraktaki yararlı mikroplar da imha ediliyor. Yerkürenin çölleşmesine ve küresel iklim değişikliğine yol açıyor. Tarım alanında kullanılan zehirli böcek öldürücüleri, istenmeyen ot öldürücüleri ve suni gübre yeraltı sularına, nehirlere, göllere ve okyanuslara karışıyor. Modern suni gübre değişen oranda nitrojen, potasyum ve fosfordan oluşuyor. Bitkilerin büyüyebilmesi için bunlar şarttır. Fosfor ve potasyum suni olarak üretilemiyor. Madencilik yapılmak suretiyle topraktan çıkartılan bu elementlerin rezervi büyük ölçüde Rusya ve Kanada’nın elindedir. Tarımda kullanılan Nitrojen ise doğal yaşama, canlılara ve yeraltı su kaynaklarına en büyük zararı vererek çevre felaketine yol açıyor. Makineleşmiş yoğun tarımın yarattığı su kirliliğinin en önde gelen sebebi kullanılan Nitrojen ve fosfordur.

    BM’nin sözde teorileri tamamen absürt olup sorunu ifade etme cesaretinden yoksun teorilerdir; maddi hiç bir temelleri yoktur. BM kendi kendini yalanlıyor. BM verilerine göre bir milyar insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bir milyar insan da (aynı bir milyar değil, ikinci bir grup) içilebilecek temiz sudan yoksundur. BM’nin temiz su, ekilebilir toprak ve solunabilir bir hava yaratma yeteneği olmadığına göre yukarıdaki savları öne sürebilmesi gülünçtür.

    Sonuç ve Türkiye Gerçeği

    Türkiye nüfusu en hızlı artan ülkelerden biridir. 1980’li yıllarda 50 milyon civarında olan toplam nüfus bugün 80 milyona dayanmıştır. Aynı hızla yeşil alanlar kaybolmakta, ülke çölleşmekte ve su kaynakları kurumaktadır. Aileler büyük, ortalama yaşam beklentisi kısadır. Nüfus genç olduğu için daha hızlı nüfus artışının koşulları mevcuttur. Bu durum AKP’nin çok tercih ve teşvik ettiği bir durumdur. AKP İslam adına söz konusu durumu kutsuyor. AKP iktidarı nüfus kontrolünü dini gerekçelerle reddediyor.

    Nüfustaki hızlı artış AKP iktidarının toplumsal zeminini oluşturur. Eğitimsiz yoksul kalabalıklar mezhepçi bir iktidar aracılığıyla zenginleşmenin umudunu taşıyorlar. Ekonomideki bazı göstergelerin pozitif gözükmesi bu umudun sürekli canlı tutulmasını sağlıyor. Türkiye gibi hukukun üstünlüğünü tanımayan, oturmuş hiçbir hukuki kurumu bulunmayan, şeffaf olmaktan uzak bir ülkede her şeye seçim zaferleriyle karar verilir. Kimin zengin olup olmayacağına da hükümetler karar verir. Devletin süreklilik arz eden kalıcı kurumları ordu ve derin devlettir. MİT ve polis teşkilatı bile hükümetler tarafından yeni baştan dizayn edilir. Yargı bütünüyle hükümetin otoritesi altında şekil alır ve faaliyet gösterir. Hukuk yoktur, kimin yargıç kimin suçlu olacağına da hükümetler karar verir. Örneğin AKP hükümeti 17-25 Aralık operasyonlarından sonra yargı ve polis kuvvetini kriminal ilan ederek kriminalleri mağdur ilan etti. Son 12 yılda kimin zengin olacağına tamamen AKP hükümeti karar veriyor. Kamu arazisini kendi aralarında paylaştılar. İhaleleri bütünüyle yandaş firmalara veriyorlar. Gazete patronları iflas etmemek için Tayyip Erdoğan’ın karşısında telefonlarda ağlıyorlar. Gazete patronlarının kimi çalıştırıp kimi işten atacağına da Tayyip Erdoğan karar veriyor. Koca şirketler, holdingler vergi denetimi aracılığıyla Tayyip Erdoğan tarafından batırılmaktan korkuyorlar.

    Genç Türk seçmeni bütün bu olup bitenleri normal görüyor. Küresel maggotlaşma fenomeni yerel düzeyde böyle zuhur ediyor. AKP sonuç olarak IŞİD zihniyetine sahip bir hanedanlık kurdu. Zorbalığa, hukuksuzluğa, rüşvetçiliğe, kayırmacılığa, yağmacılığa, yolsuzluk yapmaya dayanan bu sistem seçmenin ezici çoğunluğunun desteğini almaya devam ettiği sürece rasyonel tartışmaların bir ağırlığı olmayacaktır. Mevcut seçmeni hukuk devleti ve demokrasi kavramlarına sahip bir kütle gibi görmek ve sadece propagandaya ağırlık vermek suretiyle bir yere varılamaz. Türkiye’nin sadece siyasal gerçeklerini değil, aynı zamanda sosyobiyolojik gerçeklerini de görmek gerekir.

    Nüfus ve Gelişme İlişkisi Üzerine Teoriler

    Ülkelerin ekonomik gelişmesiyle nüfuslarının artışı arasındaki bağlantı üzerine ileri sürülen teoriler çok çeşitlilik arz ederler. En eski teoriler Karamsar Teoriler olarak adlandırılır. Bunlar Ortodoks görüşler olarak da addedilir. Karamsar (Ortodoks) Teorilere göre yenilenemeyen doğal kaynaklar ve kapital her zaman sabittir. Bunların arzı nüfus artışından her zaman daha yavaş artar. Dolayısıyla nüfus artışı yukarı tırmandıkça ekonomik gelişme aşağıya iner. Malthusian teoriye göre, nüfus geometrik bir oranda artma eğilimindedir. Yiyecek ise yalnızca aritmetiksel olarak artabilmektedir. Artan nüfus bütün artı-ürünü tamamıyla tüketir. Çalışan sınıfın gelirinde gerçek bir yükselme mümkün değildir. İnsanoğlunun önünde nüfusun aşırı artışını önlemek için iki seçenek vardır: İnsanoğlu beslenmesi imkansız aşırı sayısını ya kendi kontrol altına alacak ya da bu işi doğa yapacaktır.

    1940-1960 yılları arasında dünya nüfusu daha önce hiç rastlanmayan bir oranda arttı. 1958’de Coale-Hoover, Neo-Malthusian bir teori geliştirdiler. Bu teoriye göre, yüksek nüfus artışı sosyoekonomik gelişmeyi ciddi oranda zayıflatıyor. Bundan çıkan siyasi sonuç: Hükümetler nüfusu kontrol altına almak için müdahale etmek zorundadırlar.

    Akademik çevrelerde Coale-Hoover teorisinin aşağıdaki sınırlılıklara sahip olduğu ileri sürülüyor:

    1- Farz edilen ekonomik büyümenin yalnızca kapital büyümesinin bir fonksiyonu olarak görülmesi,

    2- Teknolojideki gelişmelerin ve iş gücü kalitesindeki iyileşmenin (yeni jenerasyonun daha iyi sağlık ve eğitim koşullarına sahip olması aracılığıyla) hesaba katılmaması,

    3- Nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişkinin her yerde tutarlı bir biçimde negatif bir nitelik taşımaması; negatif ilişkiye dair ampirik kanıtların zayıflığı.

    Karamsar Teorilerin yanı sıra nüfus artışıyla ekonomik gelişme arasındaki ilişki üzerine ileri sürülen İyimser Teoriler de söz konusudur(Boserup, Julion Simon). Bu teorilere göre nüfus artışı ekonomik gelişme üzerinde olumlu bir etki yaratır. İnsan zekası ve yaratıcılığı sayesinde yaratacağı teknolojiyle doğal çevrenin taşıdığı sınırlılıkları aşarak gelişmeyi sürdürecektir.

    Marksizm’e göre ise “fazla nüfus” kapitalizmin bir ürünüdür ve kapitalizmin egemenliğini sürdürebilmesinin mutlak ön koşuludur. Kapitalizm sömürülebilecek hazır insan gücüne ihtiyaç duyar. Bu insan gücü zirai toprağın ele geçirilmesi ve topraksızlığa ve işsizliğe mahkum edilmiş kalabalıkların şehirlere sürülmesi suretiyle yaratılır.

    İlk kez 1974 yılında toplanan Uluslararası Nüfus Konferansı yukarıdaki teorilere alternatif olarak yeni teoriler (“Revizyonist Teoriler”) geliştirdi.

    1. Revizyonist Teoriye göre azgelişmişlik hızlı nüfus artışının sebebidir. Bundan çıkarılması gereken politik sonuçlar, “ekonomik aktivitelere yatırım yapmak ve ekonomik sistemi iyileştirmek” olmalıdır. 1984’te Meksika’da toplanan Uluslararası Nüfus Konferansının geliştirdiği 2. Revizyonist Teoriye göre ise nüfus ile ekonomik gelişme arasında bir nedensellik bağı yoktur. Nüfus ekonomik gelişme sürecinde neutral bir rol oynamaktadır. Bundan çıkan sonuç şudur: Nüfus planlaması yerine ekonomik reformlar, serbest piyasa ekonomisi, demokrasi vb. konular öncelik taşımalıdır.

    1986 yılında ulaşılan düşünceye göre, konuyla ilgili bilimsel kanıtların yetersiz olduğu, nüfus artışı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin ulusal/bölgesel düzeyde bir netlik taşımaktan ziyade kişisel/hane düzeyinde açık olduğu ifade edildi. Az gelişmiş ülkelerdeki hızlı nüfus artışının, ekonomik, kültürel, kurumsal ve demografik farklılıklara bağlı olduğu ve ülkeden ülkeye değiştiği ileri sürüldü.

    Yeni paradigmaya göre nüfus artışı az gelişmiş ülkelerdeki problemlerin her zaman başta gelen sebebi değildir. Buna rağmen diğer problemlerin yol açtığı zararın bu yolla daha da arttırıldığı söylenebilir. Sadece nüfustaki artış sorununu çözmek suretiyle bütün sorunları çözmek mümkün değildir. Fakat bu sorunun çözümü diğer sorunların çözümüne bir katkı sunabilir.

    1994 yılında Kahire’de toplanan BM Uluslararası Nüfus ve Gelişme Konferansı yukarıda adını andığımız 2. Revizyonist Teorinin yerine yeni bir paradigmayı koydu. Yeni paradigmaya göre insan hakları temel alınmak zorundadır. Cinsiyetler arasında eşitliği sağlamak, ayrımcılık yapmamak, kadınları iş alanında ve sosyal hayatta daha etkin bir rol oynamaya teşvik etmek anahtar konuları teşkil etmektedir.

    Teoriler ve Hakikat

    Teori belli doğal olayları izah eden ve çok sayıda ampirik kanıta dayanan bir genelleme ise yukarıda adını andığımız teorilerin hiçbiri bu vasfa sahip değildir. Buna rağmen gerçeğe en yakın teorilerin Malthusian ve Neo-Malthusian teoriler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu teoriler sınırlı bir sahada sınırsız bir tür(specie) artışının gerçekleşemeyeceği gerçeğini ifade ediyorlar. Örneğin Kalahari Ulusal Parkı’nda azami olarak kaç filin yaşayabileceği bellidir. Söz konusu ulusal parkta sayısız bir fil nüfusu için yaşama şansı yoktur. Aynı yalın gerçek biyolojik bir tür olarak insanoğlu için de geçerlidir. Teknoloji hiçbir zaman bu sınırlılığı aşamaz. En ileri teknoloji yeni toprak, su ve hava yaratamaz. Malthus ve Neo-Malthusçular bu gerçeği görmek suretiyle diğerlerinden ayrılıyorlar.

    Öte yandan nüfusun ve yiyeceklerin artış mekanizmasıyla ilgili Malthus’un yaptığı açıklamalar basit bir analojiden ibarettir. Nüfus geometrik olarak değil, exponential olarak artar. Dolayısıyla nüfusun ikiye katlanması yıllık büyüme oranıyla ilgilidir. Örneğin yılda %2 oranında büyüyen bir nüfus kendisini ancak 35 yılda ikiye katlar. Malthus’un öne sürdüğü gibi her nüfus artışı ikiye katlanma anlamı taşımaz. Başka bir deyişle buradaki çelişki geometrik artışla aritmetiksel artış arasındaki bir çelişki olmayıp, sınırlı bir fiziki alanda sınırsız bir büyümeyi olanaklı gören teoriyle, sınırlı bir alanda hiçbir türün sınırsız bir biçimde exponential olarak büyüyemeyeceği gerçeği arasındaki çelişkidir. Malthus daha 1798 yılında bu gerçeği görebilmiştir. Teknolojik ilerlemenin ve petrole dayalı tarımın Malthus’un öngördüğü doğal kontrolü ertelemiş olması teorinin zayıflığına işaret etmez. Petrole dayalı yoğun tarım gıda üretiminde görülmemiş bir bolluk ve ucuzluk yarattı. Bu sayede exponential artış mümkün hale geldi. Ancak bu geçici bir durumdur. Petrol rezervleri tükenince ucuz gıda da tükenecektir. Kaldı ki teknoloji ve petrole dayalı modern tarım yaşam kaynaklarına onarılması olanaksız bir zarar vermiştir. Ne tahrip edilen doğal kaynakları onarmak ne de petrolün yerine bir başka enerji kaynağını idame etmek mümkündür.

    Kimyasal maddelerin kullanılmasına dayanan, onlara mutlak suretle bağımlı olan modern tarım metotları toprağı uzun vadede tahrip etmektedir. Öncelikle topraktaki besinler yok oluyor. Keza topraktaki yararlı mikroplar da imha ediliyor. Yerkürenin çölleşmesine ve küresel iklim değişikliğine yol açıyor. Tarım alanında kullanılan zehirli böcek öldürücüleri, istenmeyen ot öldürücüleri ve suni gübre yeraltı sularına, nehirlere, göllere ve okyanuslara karışıyor. Modern suni gübre değişen oranda nitrojen, potasyum ve fosfordan oluşuyor. Bitkilerin büyüyebilmesi için bunlar şarttır. Fosfor ve potasyum suni olarak üretilemiyor. Madencilik yapılmak suretiyle topraktan çıkartılan bu elementlerin rezervi büyük ölçüde Rusya ve Kanada’nın elindedir. Tarımda kullanılan Nitrojen ise doğal yaşama, canlılara ve yeraltı su kaynaklarına en büyük zararı vererek çevre felaketine yol açıyor. Makineleşmiş yoğun tarımın yarattığı su kirliliğinin en önde gelen sebebi kullanılan Nitrojen ve fosfordur.

    BM’nin sözde teorileri tamamen absürt olup sorunu ifade etme cesaretinden yoksun teorilerdir; maddi hiç bir temelleri yoktur. BM kendi kendini yalanlıyor. BM verilerine göre bir milyar insan açlık sınırının altında yaşıyor. Bir milyar insan da (aynı bir milyar değil, ikinci bir grup) içilebilecek temiz sudan yoksundur. BM’nin temiz su, ekilebilir toprak ve solunabilir bir hava yaratma yeteneği olmadığına göre yukarıdaki savları öne sürebilmesi gülünçtür.

    Sonuç ve Türkiye Gerçeği

    Türkiye nüfusu en hızlı artan ülkelerden biridir. 1980’li yıllarda 50 milyon civarında olan toplam nüfus bugün 80 milyona dayanmıştır. Aynı hızla yeşil alanlar kaybolmakta, ülke çölleşmekte ve su kaynakları kurumaktadır. Aileler büyük, ortalama yaşam beklentisi kısadır. Nüfus genç olduğu için daha hızlı nüfus artışının koşulları mevcuttur. Bu durum AKP’nin çok tercih ve teşvik ettiği bir durumdur. AKP İslam adına söz konusu durumu kutsuyor. AKP iktidarı nüfus kontrolünü dini gerekçelerle reddediyor.

    Nüfustaki hızlı artış AKP iktidarının toplumsal zeminini oluşturur. Eğitimsiz yoksul kalabalıklar mezhepçi bir iktidar aracılığıyla zenginleşmenin umudunu taşıyorlar. Ekonomideki bazı göstergelerin pozitif gözükmesi bu umudun sürekli canlı tutulmasını sağlıyor. Türkiye gibi hukukun üstünlüğünü tanımayan, oturmuş hiçbir hukuki kurumu bulunmayan, şeffaf olmaktan uzak bir ülkede her şeye seçim zaferleriyle karar verilir. Kimin zengin olup olmayacağına da hükümetler karar verir. Devletin süreklilik arz eden kalıcı kurumları ordu ve derin devlettir. MİT ve polis teşkilatı bile hükümetler tarafından yeni baştan dizayn edilir. Yargı bütünüyle hükümetin otoritesi altında şekil alır ve faaliyet gösterir. Hukuk yoktur, kimin yargıç kimin suçlu olacağına da hükümetler karar verir. Örneğin AKP hükümeti 17-25 Aralık operasyonlarından sonra yargı ve polis kuvvetini kriminal ilan ederek kriminalleri mağdur ilan etti. Son 12 yılda kimin zengin olacağına tamamen AKP hükümeti karar veriyor. Kamu arazisini kendi aralarında paylaştılar. İhaleleri bütünüyle yandaş firmalara veriyorlar. Gazete patronları iflas etmemek için Tayyip Erdoğan’ın karşısında telefonlarda ağlıyorlar. Gazete patronlarının kimi çalıştırıp kimi işten atacağına da Tayyip Erdoğan karar veriyor. Koca şirketler, holdingler vergi denetimi aracılığıyla Tayyip Erdoğan tarafından batırılmaktan korkuyorlar.

    Genç Türk seçmeni bütün bu olup bitenleri normal görüyor. Küresel maggotlaşma fenomeni yerel düzeyde böyle zuhur ediyor. AKP sonuç olarak IŞİD zihniyetine sahip bir hanedanlık kurdu. Zorbalığa, hukuksuzluğa, rüşvetçiliğe, kayırmacılığa, yağmacılığa, yolsuzluk yapmaya dayanan bu sistem seçmenin ezici çoğunluğunun desteğini almaya devam ettiği sürece rasyonel tartışmaların bir ağırlığı olmayacaktır. Mevcut seçmeni hukuk devleti ve demokrasi kavramlarına sahip bir kütle gibi görmek ve sadece propagandaya ağırlık vermek suretiyle bir yere varılamaz. Türkiye’nin sadece siyasal gerçeklerini değil, aynı zamanda sosyobiyolojik gerçeklerini de görmek gerekir.

    http://www.duzceyerelhaber.com/Mehmet-YILDIZ/27678-Maggotlasan-insanoglu-ve-Yerel-Dar-Kafalilik-1
    http://www.duzceyerelhaber.com/mehmet-yildiz/28039-maggotlasan-insanoglu-ve-yerel-dar-kafalilik-2

  38. Türkiye’de son otuz yıldır İslamcılar epey güçlendi. (Zaten güçlüydüler ama daha da güçlendiler.) Son 13 yıldır İslamcı bir iktidar AKP iktidarda. AKP 13 yılda polis teşkilatını, yargıyı önemli ölçüde ele geçirdi, ekonomiyi yönlendirdi, küresel sermayenin istekleri doğrultusunda özelleştirmeyi yaptı, neredeyse akla gelecek her yere HES’ler, beton inşaatlar, AVM’ler yapılmasına onay verdi, sıcak sermayenin ülkeye gelmesi için sermayenin önündeki engelleri kaldırdı, Arap sermayesini de ülkeye çekmek için ülkede yabancılara toprak, arazi satışına onay verdi, kendi zenginleri oluşturdu.
    İslamcılar sadece AKP’den de oluşmuyor. MHP de İslamcı bir parti sayılabilir. Zaten MHP Türk İslam sentezini benimsediğini söyleyen bir partidir. Bu yüzden İslamcılara veya IŞİD’e karşı, ona benzer zihniyetleri sanki onlardan çok farklı imiş gibi güvence ve kanıt olarak görmek, göstermeye çalışmak anlamlı değil.

    Türkiye’de son otuz yıldır sosyalistler güçlenseydi, üstelik son 13 yıldır sosyalist bir parti iktidarda olsaydı belki bunları konuşmazdık, belki o zaman IŞİD ne, radikal İslam ne, İslamcılık ne filan ne burası Türkiye, burada solun, sosyalizmin borusu öter derdik.

    İkincisi İslamcılar ile IŞİD arasında ciddi benzerlik, her şeyden önce ideolojik bir ortalık söz konusudur. IŞİD’in kimlerden destek aldığı da açık. IŞİD denilen şey de aslında radikal İslam olarak düşünülebilir. Türkiye’de 13 yıldır İslamcıların iktidarda olduğu düşünülürse İslam’ın veya IŞİD benzeri düşüncelerin Türkiye’de etkili olmayacağını, olmadığını düşünmek gerçekleri görmezden gelmektir sadece. (Zaten AKP de IŞİD’ın bir versiyonu olarak düşünülebilir. Demek ki bu düşünceler etkili olabiliyor.)

    Üçüncüsü bir de bunun küresel destekçileri vardır. Radikal İslam da, IŞİD vb., İslamcı düşünceler de durduk yerde kendi kendine çıkan ve bu kadar güçlenen şeyler değil. ABD radikal İslam’ı önce Afganistan’da SSCB’ye karşı kullandı ve bu düşüncenin oldukça etkili olacağını gördü. Elbette IŞİD’in bu çerçevede onlar için belli bir fonksiyonu vardır, bu fonksiyon belki de Irak’ın bölünmesine hizmet etmek, Şiilerin giderek güçlenmesine engel olmak, Esad’ı devirmek ve bölgede böylelikle İran’ın güçlenmesini engellemek olarak düşünülmüştür. Tabii bu çerçevenin dışına çıkılırsa IŞİD için de gereği yapılır. Yıllardır IŞİD benzeri devletlerin (Suudi Arabistan vs.) buna benzer hizmetleri hakkıyla yaptığı düşünürse bu güçlerin öyle kolay kolay yok olmadığını da görebiliriz. 21. Yüzyılda dünyanın en zengin petrol kaynaklarına ve zenginliklerine sahip yerde bugün şeriat devleti var. Ve IŞİD bugün aynı zamanda bu tür devletlerden de desteğini alıyor. Yani kısaca bu tür durumlar 21. yüzyılda da bal gibi oluyor.

    Dördüncüsü Türkiye sermayenin güdümünde bir ülkedir. Neredeyse son seksen yıldır bu ülkede onların borusu ötüyor. Bu ülkede küresel sermaye dincisine de, laik olanına da istediğini yaptırmaktadır. Ülkenin tini de aslında budur, yani gücün ve sermayenin önünde eğilmektir. Bundan 30, 35 yıl önce Türkiye’de Refah veya AKP gibi bir partinin iktidar olacağı veya çok güçleneceği söylense belki insanların birçoğu buna gülerdi, Türkiye insanı ılımlıdır, aklıselimdir, böyle şey mi olur derlerdi ama bugün kimse buna gülmüyor, çünkü bu 13 yıldır yaşanan bir şey.

  39. ogürsel’e
    Modern toplumun genelinin yaşadığı hayatın, 1000 yıl geriden geldiler dediğiniz insanların hayatından daha “ileri” olduğunu sanmıyorum (Burada bireysel istisnalardan değil, toplumun çoğunluğundan söz ediyorum. Toplumun ilerisinde olan bireyler tarih boyunca olmuştur).
    Dar kafalılık, dar ortamdan kaynaklanır. Dini bir cemaate hapsolmanın (bu günümüzdeki ideolojik/siyasi/etnik gruplar için de geçerli aslında) bir gerilik olduğu konusunda haklısınız ama şehir/sanayi toplumunun okul, iş, ev, trafik, alışveriş, yeme-içmeden ibaret bir hayata hapsolması bir ilerleme midir siz karar verin. Modernizm sonucunda -İlber Ortaylı’nın son kitabındaki ifadeleriyle- tarihsiz, hafızasız, hayatı karnını doyurmaktan ibaret garip bir toplum ortaya çıktı.
    İlerleme her zaman düz bir çizgi izleyen bir süreç değildir. İlerlemenin imkanları elinde olduğu halde bunları kullanmayan insanlar toplumu geriye götürür.

  40. Mehmed Şevket Eygi yukarıda adaletten söz etmiş.

    Komik…Önce şunu soralım bazı insanların köle olduğu ya da köle gibi, mal gibi alınıp satıldığı, zenginlerin insanüstü olarak görüldüğü bir toplumda nasıl ve kimin adaleti olur?

    Muhafazakâr İslamcı biri şöyle yazmış: hiç odunla tahta bir olur mu? Başka bir muhafazakâr İslamcı da böcek ile insan bir olur mu kabilinden şeyler söyleyerek, patron ile işçi bir mi diye sormuş… Bu tür sözlerle solcu ve sosyalist düşüncelerin ne kadar zırva olduğunu gösterdiklerini düşünüyorlar.

    Eşitlik düşüncesi Batı’da etkin olarak Fransız devriminde ortaya çıktı. Bu devrimle birlikte en azından kanunlar önünde insanlara eşit davranılacağı söylendi. Örneğin böylece suç işlendiğinde hâkimler bu ilkeyi gözeterek karar alacaklardı. Yine devlet vatandaşlarına bu ülkeyi gözeterek davranacaktı. Yani birine suç işlese bile sen insanüstü bir varlıksın o yüzden istediğin suçu işleyebilirsin denilmeyecekti. Bunun etkili bir şekilde işlemesi için güçler ayrılığı ilkesi ortaya konulmuştu.

    İslam toplumları bu tür düşüncelere, yani eşitlik, güçler ayrılığı, sosyal demokrasi vb., alışkın değil; üstelik bu düşünceler onlara göre kabul edilemez ve meşru da değil. Yani İslam toplumları kölelik vb. düşüncelerle de gerçekte hesaplaşmış değil. Aslında bunlara göre insanların köle olması, köle gibi satılması çok tabii. Ve bu da aslında onlara göre en adaletli olan. “Odun ile tahta bir olur mu” veya “bir böcek ile insan bir olur mu, patron ile işçi bir olur mu, köle ile köle sahibi bir mi” sözleri çerçevesinde bakarsak bu daha da iyi anlaşabilir. Yani aslında bu düşünce gerçekte en vahşi kapitalizmi savunuyor. Çünkü bugünkü dünyada bu düşüncenin uygulanması ve karşılığı en vahşi düzeyde bir kapitalizm olacaktır. Zayıflar, güçsüzler ezilecek, onların ezilmesinin doğru olduğu hatta bunun kutsal kitaba dayandığı söylenecek, ezilenlere sadaka verilerek onlara yapılan her türlü kötü muamele meşru görülecek, insanlar ve zayıf olanlar köle pazarlarında mal gibi satılacak, bir sürü insan en kötü koşullarda yaşarken, çalışırken; patronlar ve egemen sınıf son derece lüks bir şekilde yaşayacaktır.

    Zaten bu düşüncenin egemen olduğu yerlerde uygulamalar bu çerçevede, yani eşitsizlik, adaletsizlik diz boyu. Gelir dağılımı bozukluğu bu ülkelerde sorun olarak bile görülmüyor. Yani bunlara göre milyarlarca dolara sahip zengin birinin çok kazanıp doğru düzgün vergi bile ödememesi ile yoksul birinin SOMA gibi madenlerde en kötü ve rezil koşullarda çalışması adaletli ya da kabul edilebilir olan. Çünkü düşünce belli: odun ile tahta bir olur mu, böcek ile insan bir olur mu, insanüstü bir varlık ile sıradan insan bir olur mu, patron ile insan bir olur mu? (Elbette bir insanın milyarlarca dolar bir servete sahip olurken, bir başka insanın son derece rezil ve sefil koşullar içinde yaşaması kabul edilemez. Ama bugünkü kapitalist toplum bunu tabii karşılıyor.)

    Gelir dağılımının göre daha düzgün olduğu, insanların özgürce düşünebildiği ve düşüncelerini dile getirebildiği İskandinav ülkeleri İnsani Kalkınma Endeksine göre en ileri ülkeler arasında. Bunlar boşu boşuna olmuyor. Evet, bu ülkelerde kapitalist ama eşitlik, demokrasi ve özgürlük bu ülkelerde İslam ülkelerine göre çok daha fazla ciddiye alınıyor. Muhafazakâr İslamcıların ise bunları fazlasıyla hafife aldıkları, bu düşünceleri fazlasıyla aşağıladıkları, hatta çok büyük tehlike olarak gördükleri, göstermeye çalıştıkları açık. Bu durumda onların nereye varacakları ve nasıl bir adalet anlayışına savundukları da belli: Katıksız biçimde egemen sınıfın çıkarlarını savunan bir adalet anlayışına sahip olacaklar ve Kur’an böyle söylüyor diye bu yaptıklarını meşru olarak göstereceklerdir. Bu yüzden muhafazakâr İslam düşüncesi egemen sınıfının çıkarlarını en etkili şekilde savunan bir düşüncedir. Tabii Türkiye’de egemen sınıf muhafazakârlığın bu rolünü çok iyi biliyordu, kendi egemenlikleri için solu ve sosyalizmi etkisiz hale getirmek ve rezil etmek düşüncesiyle yıllarca muhafazakârlığı sola ve sosyalizme karşı desteklediler, tabii bunu zaman zaman büyük bir ustalıkla ve sinsi biçimde yaptıklarını söylemek gerekir. Neyse Türkiye’yi getirdikleri nokta belli, tabii onların derdi bu değil. Onların derdi egemenliklerinin ve zenginliklerinin devam etmesi. Ama muhafazakâr iktidarların da bu görevi en iyi bir şekilde yapacaklarına emin olabilirler.

    Not: Aslında, sadece Batı değil kapitalist tüm toplumlar, kölelik ile tam olarak hesaplaşmamıştır, üstelik kapitalist toplumların da köleci olduğu, insanları dolayları olarak köle haline getirdiği de söylenebilir. İşin bu tarafı vardır. Ama işin bir de şu boyutu vardır: Fransız devriminde eşitlik, kardeşlik, özgürlük ilkeleri çerçevesinde kölelik ile İskandinavya ülkelerinde gördüğümüz gibi, sınır ölçüde de olsa bir hesaplaşma olmuş, en azından bu konularda ciddi tartışmalar yaşanmıştır.

  41. İnsani Gelişme Endeksinden ziyade aşağıdaki veriler daha önemli fikir verebilir:

    Dünyada adaletin en iyi uygulandığı, yozlaşmanın en az olduğu (World Justice Project’e göre) en iyi beş ülke şunlar:

    1. Danimarka
    2. Norveç
    3. İsveç
    4. Finlandiya
    5.Hollanda

    https://en.wikipedia.org/wiki/World_Justice_Project

    Düşünce özgürlüğü açısından en iyi beş ülke:

    1. Finlandiya
    2. Hollanda
    3. Norveç
    4. Luxembourg
    5. Andorra

    https://rsf.org/index2014/en-index2014.php

    https://en.wikipedia.org/wiki/Press_Freedom_Index

    Demokrasinin kalitesi açısından dünyada ilk beş ülke:

    1.Norveç
    2. İsveç
    3. Finlandiya
    4. İsviçre
    5. Danimarka

    http://democracyranking.org/wordpress/?page_id=738#

    En iyi ülke endeksi. (Good Country Index) Birçok faktörü dikkate alarak ülkeleri sıralamış. Bu sıralamaya göre ilk beş ülke şöyle:

    1. İrlanda
    2. Finlandiya
    3. İsviçre
    4. Hollanda
    5. Yeni Zelanda

    https://en.wikipedia.org/wiki/Good_Country_Index

  42. Sayın 40…
    Mersin’de yaşıyorum. Mesleğim gereği çok Suriyeli insanı görüyor, gözlüyorum. Bu ülkede de 1500’lü yıllarda yaşayan çok insan var.
    Örneğin empati… Bu sözcük ne zaman ortaya çıktı. İçi ne zaman dolduruldu. Empati yapabilme bir ilerleme değil midir? Ve empati 19. yy öncesi toplumlarda var mıydı?
    IŞİD vahşetinin bu insanların arasından çıkması neden? Ve IŞİD vahşetinin evrimi ile ortaya ne çıkar; Nazi vahşetinin evrimi ile ortaya ne çıktı?
    Sonuçta en asgari haliyle toplum içinde bir karşılıklı saygı .. Bu olmadığında Sosyalizm veya benzeri bir düzen mümkün mü?
    Temel sorun şu; hayata, kendine emek vermeyenler, verili kültürü olduğu gibi kabullenenler ….
    İleri ve gerinin ne olduğunun belirlenmesi kolay değil.. ama şuna dikkat çekerim… Salt sonuçlara değil, o sonuçları yaratan süreçleri de masaya yatırmalı… Ve süreçlerin evrim olanakları-olasılıkları… Suriyeliler bu ülkede sünnî tutuculuğun ideal örnekleridir… 15-20 milyona eklemleneceklerdir!

  43. Nasıl oluyor da Zileli bir ilerlemecilik/modernizm karşıtıyken (birçok yazı ve yorumunu örnek gösterebilirim) ogürsel onun tam zıttı bir ilerlemeci/modernist ve buna rağmen birbirlerini bu konuda eleştirdiklerini veya katılmadıklarını söylediklerini hiç görmedim? Bu basit bir fark değil, en az Stalinizm ve Anti-Stalinizm kadar bir zıtlık.

  44. 44 numaralı yorumcuya cevap:

    “Modernite”ye büsbütün karşı olmak sanıldığı kadar mümkün değil.

    En basitinden açıklayalım:

    2015 itibariyle “internet” denilen bir şeyin var olduğunu biliyoruz. Çoğumuz bunu kullanıyoruz; adeta hava, su, ekmek gibi bir ihtiyaç haline geldi.

    Birdenbire “internet”i terk edip, 20 yıl ve daha öncesine dönüp orada yaşamayı; “modernite”ye en karşı olanlar bile kolay kolay istemez!

    Önümüzde bir terminoloji karmaşası var:
    “Modernizasyon” kelimesi ile “modernite” kelimesi, kök olarak, birbirine bağlıdır.

    “Modernizasyon”a karşı olmak boşa çabadır! Eğer Türkiye’den kalkıp Çin’e veya ABD’ye uçakla da gidilebiliyorsa, bu yolu tercih edenler mutlaka olacaktır. Kara yolu, deniz yoluyla gitmeyi tercih edenlerin sayısında mutlaka azalma olacaktır. Yani “tercihlerimizde kayma” olduğunu mutlaka görürüz.

    Asıl üzerinde önemle durmamız gereken durum şu:
    “Modernite” isimli sosyolojik olgu; insanları (ve diğer tüm “varlıkları”) vahşileştiriyor mu? Kötücülleştiriyor mu? Rekabeti ölümcül seviyeye yükseltiyor mu? Kadim geleneklerden günümüze kadar yaşayabilmiş doneleri köreltiyor mu, yoksa onları geliştiriyor mu? gibi derin sorulara cevaplar arayacak zaman ve sabra ihtiyacımız var!

    Sayın Gün Zileli’nin “modernite”nin bütününe değil, çok büyük bölümüne karşı olduğunu; yukarıda anlatılanlar çerçevesinde tekrar değerlendiriniz.

    Mesela sayın Zileli “internet”e karşı olsaydı, bir web sitesi kurmaz; hiçbirimiz burada düşüncelerimizi aktarmazdık…

    Ayrıca:
    Sanal dünya (virtual world) denen şey de ayrı bir sosyolojik olgu…

    Konu çok uzun…

    Şu kitapları en kısa zamanda dikkatle okumanızı ve çevrenize yaymanızı öneririz:

    Toplumlar Nasıl Anımsar?
    Paul Connerton
    AYRINTI YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumlar-nasil-animsar/23371.html&filter_name=Paul%20Connerton

    Modernite Nasıl Unutturur?
    Paul Connerton
    SEL YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/modernite-nasil-unutturur/269992.html&filter_name=Paul%20Connerton

    “Borç” İlk 5000 Yıl
    David Graeber
    EVEREST YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/borc-amp-ilk-5000-yil/362703.html&filter_name=David%20Graeber

    Yeni Kapitalizmin Kültürü
    Richard Sennett
    AYRINTI YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/yeni-kapitalizmin-kulturu/126197.html&filter_name=Richard%20Sennett

    Özgünlüğün Politikası, Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı
    Marshall Berman
    SEL YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/ozgunlugun-politikasi-amp-radikal-bireycilik-ve-modern-toplumun-ortaya-cikisi/248226.html&filter_name=Marshall%20Berman

    Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor
    Marshall Berman
    İLETİŞİM YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/kati-olan-her-sey-buharlasiyor/2641.html&filter_name=Marshall%20Berman

    Modernite ve Bireysel Kimlik Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum
    Anthony Giddens
    SAY YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/modernite-ve-bireysel-kimlik-amp-gec-modern-cagda-benlik-ve-toplum/244756.html&filter_name=Anthony%20Giddens

    Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori
    Anthony Giddens
    İLETİŞİM YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/kapitalizm-ve-modern-sosyal-teori/126189.html&filter_name=Anthony%20Giddens

    Modernliğin Sonuçları
    Anthony Giddens
    AYRINTI YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/modernligin-sonuclari/9618.html&filter_name=Anthony%20Giddens

    Mahremiyetin Dönüşümü
    Anthony Giddens
    AYRINTI YAYINLARI
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/mahremiyetin-donusumu/9647.html&filter_name=Anthony%20Giddens

    Yukarıda yazılan kitap isimleri sadece konuya giriş mahiyetinde. Bunları okumakla “modernite”nin bizlere kazandırdıkları ve bizlerden götürdükleri ile ilgili nihai muhasebe kayıtlarına ulaşmış olmayacağız!

    Beynimizde yeni şimşeklerin çakması için yukarıda aktarılan referans kitaplar bizlere yardımcı olacak.

  45. “İlerlemeci” değilim. Veya 19. yy “İlerlemeciliği” ile günümüz dünyasının bilim-teknolojiyi insan-doğa-gezegen için yeniden “kurgulamak” aynı anlama gelmemelidir. Bugün bilim-teknoloji üretimi Kapitalist şirketlerin elinde olduğu için oldukça hastalıklı işlevler üstlenebiliyor. Bu “reel” durum değişmedikçe de ilerleme-teknoloji karşıtlığı “dar bakış açısıyla” haklı savlar ileri sürebilir. Ama bilim-teknoloji üretimi “demokratikleşirse” o zaman yapıcı etkileri daha çok görülecek.
    *
    İkincisi Modernite yanlısı değilim. Yazımda açıkladım; Modernizasyon sürecinden yanayım. Bu farkı anlamak için de biraz çaba harcayın. Anlaşılmamışsa açıklarım. Modernite aynı zamanda Faşizm de demektir! Tüketim toplumudur. Neo-Liberalizmdir. Sekülerlik, Burjuva demokrasisi ve “bilimsellik” de Moderniteye dahildir. insanlık süreçleri her zaman bir önceki dönemin “olumlu” yanlarını almak, “kötücül-kötülüklere” yol açan kurumları, ilişkileri ayıklayarak gitmek zorundadır. İdeolojik toptancılık, dinsel dogma aklına uygun değildir.
    *
    Sığ akıl kendini “düşmanlıklar-karşıtlıklar” üzerinden kurgular. Fikirler, düşünceler, olgular üzerinden değil, kişisellikler üzerinden tartışmaya bayılır. Düşünceler, fikirler birbirleri ile konuşmalı, çatışmalıdır; yazan, söyleyen insanlar arasında, samimiyetleri ölçüsünde yalnızca karşılıklı saygı üretebilir; ne iyi ki, karşıtı vardır; yalnız başına her düşünce o “tek partiler” gibi yozlaşmaya mahkûmdur…
    Zaten Stalinizm de buydu; karşıt düşünceyi tümüyle, genetik kökenine kadar yok etmeyi deniyordu. Çocuklarına, eşlerine, selamını aldıklarına dek…
    Oysa Modernite, Teknoloji üretimi, İlerlemecilik çok boyutludur; hem faşizmi üretir, hem de (Bookchin’in dediği gibi) gelecek toplumunun kurulmasında bir kaldıraç olacaktır. “Silah” kimin elinde ise O’na hizmet eder. Örneğin o güzelim Gezi İsyanı da interneti “doğru” kullanan insanlarla bilinen boyutlara ulaştı; işlevini gerçekleştirebildi..
    Dilerim mevzu anlaşılmıştır.

  46. “. İdeolojik toptancılık, dinsel dogma aklına uygun değildir.”
    Meramımı açıklamayan bir cümle olmuş…
    *
    Şöyle olmalı…
    “Modernite”, “ilerleme” gibi çok boyutlu kavramlar, İdeolojik toptancılık, dinsel dogma aklı ile açıklanamaz; bu tarihsel ve çoklu içerik taşıyan adlandırmalar “tek boyutlu” zihinler için uygun değildirler.”
    Ve Gün Zileli gibi “hakikati” arayan insanlar karşıt düşüncelerden çekinmez. Okur değerlendirir ve bu konuda “harcamaya değecek zamanı yoksa”, “suyun mecrasını bulmasını” bekler…

  47. “Aydınlanma-ilerleme- pozitivizm ve ulus devlet üzerinde temellenen modern kapitalist ilişki biçimi, haz merkezli/hedonist bir toplum inşa ederek kendisini tahkim etmeye hız veriyor. Hedonizmle kapitalizm ayrılması mümkün olmayan iki seküler değerdir. Kapitalist bir dünya için hedonist kültür ve hayat tarzı, hedonist kültür ve hayat tarzının ikamesi için de sermaye sınıflarının seferber olması zaruridir.”

    http://www.haksozhaber.net/son-kara-utopya-ahlaksiz-ve-serefsiz-toplum-29282yy.htm

  48. Modernizmle birlikte ortaya çıkan sorunlardan biri de ailenin zayıflaması, evlilik yaşının ve eş/sevgili bulamayan insanların (bu erkekler açısından daha büyük bir sorun) sayısının giderek yükselmesidir. Bu sorunlar etkilerini giderek daha çok hissettirecek.

  49. Türkiye genç işsizlikte OECD birincisi oldu.

    http://www.sozcu.com.tr/2015/dunya/turkiye-genc-issizlikte-oecd-birincisi-845402/

    Buna rağmen bu gençlerin büyük çoğunluğu AKP’ye oy veriyorsa veya ona benzer partilere vermeye devam edecekse şaşırmayın.

  50. Bilimle uğraşmak, dünyanın, varlıkların “gizlerini” araştırmak çok hazcı işlerdir elbette! Oysa 4 kadın ve ayrıca klöe kadınlar, o harem hikâyeleri.. “haz için değil, zavallı kadınların” iyiliği içindir!
    Hıristiyan ve İslam dinleri de “kapitalist” değildir! Ticaretle zenginleşmek, tarlaların sahibi olmak Allah’ın o kullara verdiğidir yalnızca!
    Her iki din de köle ticaretini “meşru” sayarken bu köleler de “Allah-cihad” aşkına öldürülmüş adamların karıları çocukları değildi; ödül olarak gökten yere inerlerdi! Köle pazarlarındaki alış-veriş de o kutsal ticaretin parçasıydı… Elbette köle alış verişi de haz verici sayılamaz! Belki güzel bir cariye de haz için değil, o kadını kurtarmak içindi!
    *
    Görmek isteyen görür; görmek istemeyene de bir şey yapılamaz!
    Sanırım IŞİD o “saf” Dinsel gelenekleri yaşatıyor! En azından çoğunu! Dürüstler yani! Ortodokslar!
    Son bir çırpınış! En saf halleri de işe yaramazsa ne olacak?
    Görülecek bu…
    Yapabilecekleri tek şey öldürmek! Yapmak, kurmak, yeniden işlemek; güzelleştirmek, mükemmelleştirmek… O 1000 li yıllarda kaldı… Bu “kafanın” cinnet halidir IŞİD. Yukarıda da görüüldüğü gibi, Din’e ait yalanlarla aldatılmış umutsuz gençliğin; hiç bir eğitim, donanımı olmayan yüzde 99’unun hayatta yapabileceği tek şeyi yapacaklar; öldürmek ve ölmek. Varlıklarını duyurtmanın başka bir yolunu öğrenememişler. Kendilerine ve çok insana daha çok acı çektirecekler. Son iki yüz yıllık “uykunun”, “tatilin”, sorumsuzluğun birikmiş sefaleti bölge insanlarının kanı, kederi, dehşeti ile yıkanacak sanki…
    *
    Bu dinsel palavralarla büyütülmüş gençliğin cinayetlerinden ne çok sorumlu adam var. Hala da devam ediyorlar…

  51. ogürsel’e
    Bu ilerlemeci mantıkla geleceğiniz yer, Dersim soykırımında görev alan Sabiha Gökçen’i ve soykırımcı Ata’larının izinden giden özgür, çağdaş Türk kadınını IŞİD benzeri “gerici”lerden daha “ileri” görmektir. Bunlara karşı olduğunuzu ne kadar söyleseniz de, bu “çağdaş”ları o “gerici”ler kadar eleştirmediğiniz sürece samimiyetinize inanmam.
    Kadın-erkek eşitsizliğini de genel eşitsizlikten soyutlayarak, idealize ederek tek yönlü bir olgu olarak görüyorsunuz. Sorular bölümünde de yazdım, insanlar arasında bir işbölümü olması zorunludur. Kadın ve erkek arasında da işbölümü olması zorunludur. Savaş çıktığında, iş ülkesi için savaşıp ölmeye geldiğinde bunu yapan erkekler olmuştur, üstelik kadın hükümdarlar ve devlet başkanları da savaşa karar verdikleri halde!

  52. Ne hoş! İlerlemeciliğin de aynen “gericilik” gibi bir aşağılama sözcüğü olması! O zaman Yaşasın muhafazakarlık! Nereye yönelsek aşağılanacaksak, kalalım mı olduğumuz yerde?
    *
    Hayatın sırrı çözüldü! “Hey sen! İlerlemeci! Ne utanmazsın; İleri, ileri nereye kadar kardeşim! Bak dünya mahvoluyor; Ozon tabakasın da sen deldin; ben de seni oyarım! Hatta dinazorların da senin yüzünden türü tükendi!”
    *
    “Gericiler”, kuşkusuz ki batı tahsili almış ama ruhundaki eziklikten kurtulamadığı için batı “karşısında” kafası karışık ama “asr-ı saadeti” de unutamamış! Ona bu konuda video kayıtlı belgeseller gösterildi ve asr-ı Saadet’te yaşama arzusu gönlüne bir “aşk” olarak dolmuş ya! O palavralar zihninde kim bilir hangi kurgu görüntüler uyandırdı.. Köleler
    üzerine bir şey yazamadan, Gergedan Tekniğine geçmiş…

    Nereden buldu Sabiha Gökçen’i çıkarmış! Ben onlarca milyon köleden bahsediyorum; o bana tek bir” köleden” söz ediyor! Kendinden söz etse anlardım!
    *
    Belli ki, okumuş; cümleye bakalım!

    Kadın-erkek eşitsizliğini de genel eşitsizlikten soyutlayarak, idealize ederek tek yönlü bir olgu olarak görüyorsunuz…”
    Bu cümleyi kurarak “kadın erkekten yaratılmıştır, erkek için yaratılmıştır” iddiasını doğrulamaya kalkışan her kişi benim gözümde ya insanlığını, ya aklını kaybetmiştir.. Buyrun dünya sizin, tepe tepe kullanın; dünya da sizin için yaratıldı ya… Ne yaptığınız da ortada…

  53. İyi o zaman, ileride dünya tamamen mahvolup yaşanmaz hale gelince de bunların aynısını söyleyelim mi? Yoksa ilerlemeciliğin yanlış olduğuna o zaman mı karar verelim? O zaman hepimiz yok olacağımız için çok geç olacak ama neyse.
    Karamsar değil sadece gerçekçiyim. Bu dünya yok oluş sürecine girdi ve geri dönüş yok. Her yeri kaplayan bu sanayileşme, şehirleşme ve nüfus artışı hemen şimdi durdurulsa, hatta büyük bölümü ortadan kaldırılsa bile dünyayı yeniden onarmak mümkün değil artık.

  54. İdealist/hikayeci tarih anlayışınızdan, tarihe sürekli bir bütün olarak bakmamamınızdan dolayı kölelik, fetih gibi olguların nedenlerini, dinin ne olduğunu, daha doğrusu din diye bir şeyin olmadığını anlamıyorsunuz. Bütün dinler tarihsel/yereldir, içinde doğduğu toplumun bir ürünüdür, “İslam” diye soyut bir şekilde tanımlanan olgu gerçekte Arap kabilelerinin yayılmasıdır. Arap yarımadasının kuraklığı, tarıma ve ticarete elverişsiz ekonomisi fetihçi, ganimetçi, köleci bir ekonomiye yol açmıştır. Bunu anlamadığınız için kadınların köleleştirilmesi durduk yerde ortaya çıkmış bir kötülükmüş gibi duygusal yazılar yazıyorsunuz. Sınıflardan soyutlanmış, şeytanlaştırılmış soyut bir kötülük hayal ediyorsunuz.

  55. İlerleyeceğin yönü bilirsen sorun yok.. Şu anda kapitalistik ve kâr hırsına dayalı ilerlemecelikse kasıt, evet .. Haklısın.. Ama bilim-teknoloj ile doğa-insan-gezegenin uyumlu birlikteliği de bir ilerlemedir!
    Yapılması gereken de budur, üretim-Tüketim de doğaya/diğer insana zarar vermemelidir; bu “hayaller” de ileriye doğrudur!
    ***
    Sözcükler değildir sorun… Soru, önümüzdeki onlarca-belki de yüzlerce yıl için nasıl bir dünya tasarlanmalıdır? Bir bakış açısı ile, her ne olursa olsun bu “tasarı” dünyanın geçmişte örneği olmadığı için de bu bir “ilerleme” olmak zorundadır! Aksine bu “ilerleme” sömürücü, tahakkümcü, bencil insan karakterini tatmin edecek yönde olmamalıdır! Kaldı ki, bu bilinen bir haldir ve ilerleme de denilemez. Bir kaç yeni teknolojik ürün keşfi ilerleme sayılamaz!
    Buna kapitalist-burjuva muhafazakârlık diyelim!
    Böylece neden biz doğayı-insanı-insanlığı-gezegeni korumaya yönelik “tasarı-çaba-mücadeleye” ilerleme demeyelim.
    19. yy’ın ilerlemeciliği ile 21. yy’ın aynı olabilir mi? Her çağın “ilerlemesi” ve “ilerleyeceği yön” farklıdır. Günümüz “ilerlemeciliği” yalnızca kapitalizm ve barbarlıkları ile anıldığında; buradan ortaçağa dönelimcilere “ekmek” arayanlar var ki, itirazım da bunadır! Ortaçağcıl zihniyet için ilerleme düşmanlığı sinsi ve ahlaksızcadır; zaten onlar bizi buraya getirdi!

  56. 57 no’ya. İsveç’den mi yazdınız?
    Bu yazdıklarınız tümüyle doğru! Ama bu ülkedeki gerçeklikle alâkası yok!
    Süreçlerle de ilgisi yok. Dinin ne gibi ihtiyaçları karşıladığından da? Bu ihtiyaçları anlamadan “tedavinin” de mümkün olmadığını anlamamışsınız?
    “Hastalığın sebebi küçük, çok minik canlılardır!” Bunu diyorsunuz ve haklısınız! Ama sırada şimdi Mikrobiyoloji ve ilaç bilim alanlarında çalışmak gerekli!
    Siz ise buna gerek duymuyorsunuz; gerçek bu diyorsunuz! O andığınız gerçeğin küçük bir kısmıdır ve sizin anlattığınız gerçek, yeni bir olumlu gerçeğe kapı açmaz! Hatta gerçeği o kadar sanarak tembelliğe de yol açar. .
    Sonuçta bu çok güzel açıkladığınız bu gerçeğe karşın “biz” hala bu denli yenik isek, gerçeği bildiriş, anlayış, derinlemesine kavrayışta da sorunlarımız olmasın sakın!
    Kuşkusuz ki din bir maskedir! Ama artık çok yüzle de bütünleşmiş! Bu “maskenin” o yüzden “diseksiyonuna” katkı vermek istemiyor, gerek duymuyorsanız, saygı duyulabilir buna…Ama aAnlaşılan “ince işlerle” de ilginiz yok..

  57. “Arap yarımadasının kuraklığı, tarıma ve ticarete elverişsiz ekonomisi fetihçi, ganimetçi, köleci bir ekonomiye yol açmıştır.”
    Son elli yılın petrodolarları neden işe yaramıyor?
    *
    Köleci ekonomi yalnızca Arap yarımadasında mı yaşandı? Romalıların köleleri yok muydu; O Atina demokrasisinin?
    Her İmparatorluk yayılmacı değil miydi? Roma, Osmanlı.. Moğol İmparatorlukları?

    Kadınların köleleştirilmesine ait bu “bilge” açıklamalar, günümüz kadın mücadelesine yardımcı olur mu?
    *
    Tarihe ait malumatfuruşluk ile yaşayan tarihi ve değişme imkanlarını araştırmak çok farklı şeylerdir. Kişisel küntlüklerin övüncü kendini her zaman ele verir.

  58. sınıflara gelince…
    Tamam.. Dünya tarihi aslında sınıf mücadelelerinin tarihidir! Ne oldu peki..
    Her sefer mülkiyetçi, bencil, acımasız, sömürücü sınıflar egemen oldu… Son 5000 yıl bu hep bu şekilde gerçekleşti; 1917 dahil!
    Hatta “sınıf-sınıf” diyen ne çok adam aldıkları ilk kötü koku ile sömürücü sınıfın da adamı oluverdi! Bunlar da ezberci, şabloncu, kaba düşünceli adamlardı; ya da yalnızca bencil…
    *
    Ne anlayacağız bundan?
    Sınıf tanımlarını yeniden gözden geçirelim mi?
    *
    Eğer bugün halâ bir avuç azgın bencil, mülkiyetçi kapitalist tüm dünyayı kolayca mahvediyorsa tüm “teori” baştan sona yeniden gözden geçirilmeli…
    Tüm bildiklerimiz bir işe yaramadı ise… Bildiklerimizi de yeniden konuşmalıyız… Öyle ezberci laflar ile yaşanılan son 100 yıldan sonra kimsenin öyle tepeden, böbürlenerek konuşma hakkı kalmamıştır bence…
    eski nice solcu milliyetçi sola savrulurken.. Galiyevcilik mavrası uyanırken.. sünni ya da türki umutlar uyandırılırken..
    Bir ilkokul bebesi gibi düşünmek zorundayız…

  59. Her şeyi sınıflara indirgemek tabii ki yanlış, sınıflar da belli koşulların ürünüdür. Nedenler değişmeden sonuçlar değişmez.
    Şu da önemli olduğu için eklemek isterim ki bu konuları çok dar bir açıdan tartışıyoruz. Çünkü insanlığa bütün olarak bakmıyoruz.
    Sınıflı toplum, fetihçilik, yayılmacılık olmasa bugün bütün insan toplumları hala birbirlerinden kopuk ve izole olurdu.
    İnsanı diğer canlılardan ayıran akıl ve bilim de bu sınıflı toplumun ve yayılmacılığın ürünüdür.
    Mısır firavunları, Romalılar, Araplar, onların ardından coğrafi keşifleri tamamlayan Avrupalılar yayılmasalardı, Mısır’da, İtalya’da, Arap yarımadasında, Avrupa’da tıkılıp kalsalardı hiç bir değişim olmazdı.
    Aslında ilerleme bu açıdan zorunludur. Ama bunun için bütün sınıfları, köleliği, sömürgeciliği, emperyalizmi doğal karşılamamız gerekir, yoksa kendimizle çelişiriz. Siz de bu çelişkiye düşüyorsunuz. Hem ilerlemeyi savunuyor, hem de bunun zorunlu sonucu olan şeyleri “kötülük” olarak görüyorsunuz.

  60. Sınıflı toplum, fetihçilik, yayılmacılık olmasa bugün bütün insan toplumları hala birbirlerinden kopuk ve izole olurdu.
    …Mısır firavunları, Romalılar, Araplar, onların ardından coğrafi keşifleri tamamlayan Avrupalılar yayılmasalardı, Mısır’da, İtalya’da, Arap yarımadasında, Avrupa’da tıkılıp kalsalardı hiç bir değişim olmazdı.”
    *
    Ne güzel anlatıyorsunuz…Bu yaklaşım son derece doğru… Sanırım ben de yanlış anlaşılıyorum. Belki yaşamda her şey başlangıçta yararlı-olumlu iken gün gelir “zararlı-olumsuz” olur. Kapitalizm ve emperyalizm de sonuçta tarihsel olarak olumludur!
    Rönesans, reform, endüstriyel devrimler de…
    Ne zamana kadar?
    Kesin zaman vermek doğru değil… Ama şu son elli yıldır “zararları” ağır basmaktadır! Modernite şahsen çoğalttığı insan nüfusuna artık büyük acılar veren içeriğini azgınlaştırmıştır. Son 100 yılda insanlık nüfusunun 5 kat artması modernite ürünleri ile olmuştur.. Ama artık hem “gereksiz” artışı hem de açlık ve içme suyuna varıncaya dek yoksunluklar..
    19-20 yy’ın “yararlı” kapitalist modeli artık zararlı olduğunu kolayca söylüyoruz; tüketim toplumu “ideolojisi” baştan sona bir felakettir. Aptalcadır; ve artık sermaye bu aptallıkla kendini krizden koruyor! Budalalığın ekonomik düzenin idamesi için gerekmesi de çürümüşlüğünü kanıtlar…
    *
    Bence bilimsel endüstriyel devrimin en müthiş yanı içinde henüz insanlık için kullanılmayan imkânları içermesidir.
    Bu nedenle de belki de “yeni egemen sınıf” bilim emekçileri-orta sınıf ve bunlara eklenecek işçi sınıfı entelektüelleri…
    Uyduruyor muyum? Olsun! Benden öncekiler de uydurmuş! benim de birazcık hakkım olsun!
    *
    Yinelemeliyim..
    Zehir dozunu bilirsen ilaçtır.
    İkinci örnek…
    Bir doku, vücuda hayat veren, işlevini mükemmel yerine getiren bir doku, gün gelir yaşlanır ve içinde kanser hücreleri ortaya çıkar; bu kanser hücreleri diğer dokulara yayılarak tüm gövdeyi mahveder!
    Kapitalizm de böyledir…
    Tarihsel gelişme süreçlerinin “düz akıl” ile değerlendirilmesini eleştiriyorum… Diyalektik denilen şey çoğumuz için henüz kullanılamayan, bir “teftiş fırçası”. Cebimizde öylece duran, teftişler sırasında gösterilen, dişimizi fırçalamadığımız şey…

  61. Bu konuyla ilgili son yazdıklarıma eklemek isterim. Daha doğru bir açıklama olduğunu düşünüyorum.
    Sol, sanayi çağının bir ideolojisi olarak şehir-merkezci olduğu için (ilerlemeciliğin, kalkınmacılığın nedeni bu aslında) temel sınıfsal çelişkiyi şehirdeki burjuvaziyle proleterya arasında görüyor.
    Halbuki asıl çelişki şehir ile kır arasındadır.
    Şehirler yiyeceklerini kendi sınırları içinde üretmedikleri için tüketicidir. Yayılmacılıkları da buradan ileri geliyor.
    Bu şehir-merkezci ilerlemecilik sadece çevre sorununun değil başka sorunların da kaynağıdır.
    Örneğin eğitim.
    Kentleşme sonucu köy enstitüleri kapandı.
    Mesleki eğitim ihmal edildi.
    Herkesin düz liselerde, üniversitelerde okuması kanıksandı. Genç nüfusun çoğunluğunun bu okullarda okuması büyük sorunlara yol açar, toplumun tabanını kemirir.