Silahlı Mücadele!

 

 

Silahlı mücadele ile devrim ilişkisi iki yüz yıldır tartışılır durur. Marks ve Engels’te silahlı mücadele önerisi yoktur. Hatta İngiltere gibi parlamenter rejimlerde “barışçıl geçişi” bile öngörmüşlerdir. Engels, “barikat savaşları”nın, ağır silahlar karşısında artık geçersiz olduğunu ileri sürmüştür. Lenin’de bile net bir silahlı mücadele önerisi yoktur. Daha çok proletaryanın kitlesel ayaklanmasına dikkat çekmiştir. Silahlı mücadele ve gerilla mücadelesi esasen Çin Devrimi’nden sonra devrimcileri cezbeden bir mücadele biçimi olmuştur. Aslında Mao bile, gerilla mücadelesini belirli şartların dayattığı bir mücadele biçimi olarak ele almıştır. Küba Devrimi’nin silahlı mücadelenin fetişleştirilmesine katkısı büyük olmuştur. Ne var ki, bu silahlı mücadelenin geri planındaki uzun ve çetin kitlesel mücadeleler dönemi çoğunlukla gözardı edilir. Anarşistler de, zaman zaman silahı ele almak zorunda kalmış olsalar da, silahlı mücadele ortamının kitleleri ürküttüğünü, dağıttığını bilir ve dile getirirler. Hatta anarşist hareketin içinde silahı total olarak reddeden güçlü bir pasifist damar da vardır. Büyük Rus romancısı Tolstoy bu eğilimin atası sayılır. Durruti, Franco faşistlerine karşı elde silah Madrid savunmasında yer aldığı sırada, kendisinden hareket ederek, “savaşın insanı çakallaştırdığını” söylemiştir. (Bkz: Abel Paz, Halk Silahlanınca, çev: G.Zileli, Kaos-Yayın Kolektifi).

 

Devrim, bir silahlı gücün (devletin) yerini bir başka silahlı gücün (yeni devletin) alması değil de, proletaryanın, halkın, halkların kaderini kendi eline almasıysa eğer, yaşanan silahlı mücadele deneyimlerinin son tahlilde devrime hizmet etmediği, tersine onu bastırdığı tespit edilebilir. Tarihi örneklere bakalım.

 

Büyük Fransız Devrimi, Paris halk kulüplerinin kitlesel inisiyatifiyle sağlıklı bir şekilde yürürken, Avrupa reaksiyoner güçlerinin (İngiltere vb.) devrime saldırısıyla bir “devrimci savunma savaşı”na döndüğü an, halk inisiyatifi elden kaçırmış, bundan sonra devrim Jakobenlerin inisiyatifi altında “devrimci diktatörlük”le yürütülmüş, Jakobenler, Saint Just’un deyişiyle “hürriyetin istibdadı” adına kelle koparmaya girişmişlerdir. Bu andan itibaren gerçek Fransız Devrimi sönmüş, Devrim’in sloganlarını kullanan Napolyon, Avrupa çapında istila savaşlarına girişmiştir.

 

1917 Şubat Devrimi son derece barışçı bir devrimdi. Koca Çarlık halkın direnişiyle yıkılmıştır. 1917 Ekim Devrimi de, sanıldığının tersine, başlangıçta barışçıl bir devrimdi. Sadece Smolny’de üstlenen Çarlık yanlısı kadın taburuyla küçük çaplı çatışmalar olmuştur. Devrime direnen Çarlık subayları ve bakanlar gözaltına alındıklarından kısa süre serbest bile bırakılmışlardır. Fakat bundan sonra, Batılı kapitalist devletler Sovyetler Birliği’ni ablukaya almış, yıkılmış Çarlık güçleri aracılığıyla korkunç bir iç savaşı dayatmışlardır. Başlayan İç Savaş tam bir kan banyosuna dönüşmüş ve bu kan gölü bizzat devrimi boğmuştur. Zaten amaçları da buydu.

 

Çin komünistleri de başlangıçta kitlesel barışçı yöntemleri tercih etmişlerdi. Ne var ki, müttefik olduklarını sandıkları Çan Kai-şek’in Guomintang’ı komünistlere ve devrimi destekleyen işçi, köylü kitlelerine karşı korkunç bir katliama girişmiştir. Çinli komünistler, ülkenin büyüklüğünden yararlanarak kendilerini tamamen yok edilmekten kurtarmışlar ve çekildikleri, devletin ve savaşın ulaşamadığı kırsal alanlarda, görece barışçıl bir ortamda devrimi geliştirebilmişlerdir. Sanıldığının tersine, kırsal bölgelerdeki kızıl üs bölgeleri, savaşla değil, görece barışçıl bir ortamda var olup gelişebilmişlerdir. Elbette bu barışçıl ortama devrimin silahlarının da katkısı olmuştur. Kızıl Ordu’nun silahlı gücünden çekinen Çan-Kay-şek bu üs bölgelerine büyük saldırılar düzenleyememiştir. Evet ama, bu silahlı gücün halkın moral devrimci değerlerinde ne gibi etkiler yaptığını biliyor muyuz? Halk, isterse adı kızıl ya da devrimci olsun, kendisinden ayrı bir silahlı güçten her zaman çekinir, gerçek düşüncelerini ortaya koyamaz, devrimci coşkusunu ve inisiyatifini gerçek anlamda sergileyemez.

 

İspanya İç Savaşı da bu konuda öğretici derslerle doludur. Franco faşizmine karşı en başarılı direnişi Barselona’daki, sadece çekiçlerle silahlanmış işçi kitleleri göstermiştir. Bir askeri darbenin işçiler tarafından yenilgiye uğratılabildiği tek örnektir bu. Keza, Franco darbecilerine ve ordularına en büyük direnişi, derme çatma silahlarla silahlanmış devrimci Marksist POUM ve anarşist CNT-FAI milisleri göstermiştir. İspanya Devrimi’nin faşistler karşısındaki yenilgisi, Cumhuriyetçi nizami ve modern ordunun inşasıyla doğru orantılıdır. Ordulaşma süreci halktan kopma süreciyle doğru orantılıdır. Kaldı ki, halkla milisler arasındaki gerçek ilişkileri de tam olarak bilmiyoruz. Halk, bir yandan kendi özsavunması için milise destek verir ama bir yandan da silahlı bir güç olduğu için ondan çekinir. Ebeveynlerinin, büyüttükleri kendi evlatlarından çekinmesi gibi bir şeydir bu: Sevgi ve korku ilişkisi.

 

Daha yakın zamanlara gelelim. “1971 direnişi” çok destanlaştırıldı ama aslında gerçekten de kahramanca sahneleri içeren bu direniş bir yenilginin ürünüydü. Ergun Aydınoğlu’nun Sol Üzerine Her Şey Mi? (Versus, 2008) kitabında belirttiği gibi bu, bir “ileriye kaçış”tı. 1971 yılına kadar kitlesel mücadelelerle ilerleyen sol hereket, bu tarihten sonra, darbecilerin ve devletin açtığı silahlı çatışma yoluna girmiş ve belki de bir yenilgi bilinciyle silahlı mücadeleyi iyice abartmıştır.

 

Sol hareket, ancak Ecevit’in iktidara geldiği 1974 yılının barışçı ortamında yeniden gelişip, serpilmeye, kitleselleşmeye başlamıştır. Bunu gören faşist güçler, solu yeniden silahlı çatışma alanına çekmekte gecikmemişlerdir.

 

2011 yılında Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da dikta rejimlerine karşı başlayan ayaklanmalar da bize aynı şeyi göstermiştir. Tunus ayaklanması büyük bir kitlesellikle başarıya ulaştı. Mısır da öyle. Ve bunlar domino taşı etkisiyle doğuya doğru yayıldı. Ayaklanmalar Libya’ya gelince, bu kitlesellikten ürken batılı güçler, özellikle Fransa işin içine silahı soktu ve o andan itibaren ayaklanma ve devrimler yozlaşmaya başladı. Bunun en tipik örneğini Suriye’de görüyoruz. Bunu kavramak için Fehim Taştekin’in Suriye-Yıkıl Git, Diren Kal (İletişim, 2015) kitabını mutlaka okumak gerekir. Suriye rejimine karşı “Yıkıl Git” diye ayağa kalkan halk kitleleri, Türkiye başta olmak üzere bölgesel ve küresel reaksiyoner güçlerin işin içine silahı ve mezhepsel intikamcılığı soktuğunu görünce, bu sefer “Diren Kal” demeye başlamıştır. Esat rejimini ayakta tutan, bizatihi silahlı mücadelenin kendisi olmuştur.

 

Şunu net bir şekilde saptamak gerekir: Silahlı mücadele ve çatışma ortamı, devrimin esas öznesi olan kitleleri ürkütür ve kenarlara sürer. İçine kapanmasına, hatta boyun eğmesine yol açar, sanılanın tam tersine.

 

Silahlı mücadelenin halka cesaret verdiği, inisiyatif kazandırdığı durumlar yok mudur? Vardır elbette. Örneğin 1990 yıllardaki Kürt mücadelesi böyle bir etki yaratmıştır. Yüzyıllarca devlet karşısında ezilmiş, hatta boyun eğmiş olan Kürt halkı, PKK’nin yürüttüğü gerilla mücadelesinden cesaret kazanmış ve bu kitlesel bir direnişin yolunu da açmıştır. Fakat bir yere kadar. Halk böyle bir direniş ortamı içinde PKK’ye de kendi istediği şekli vermeye girişmiş, bu örgütün silahlı mücadeleden siyasi mücadeleye yönelen bir örgüt haline gelmesine katkıda bulunmuştur. Unutulmamalıdır ki, Kürt bölgelerinde halk inisiyatifi en çok görece barışçı bir ortam sağlandığında gelişip serpilmiştir.

 

Şu anda PKK, Saray’ın savaşına savaşla karşılık veren bir şehir savaşları ve hendekler stratejisi yürütüyor. Devlet ve iktidar insafsızca bu savaşa bütün gücüyle yüklenmiş durumda. Halk perişan durumda. Görece barış dönemlerindeki kitlesel inisiyatiften eser yok. Halk, Suriye’nin veya Vietnam’ın şehirlerinden defalarca daha beter hale getirilmiş şehirlerden kaçıyor ya da kaçmak zorunda bırakılıyor. Böyle bir ortamda ne devrim, ne özgürlük, ne kurtuluş, ne özerklik olur. Gerçek özinisiyatif ve özerklik ancak barışçıl bir ortamda halkın özinisiyatifiyle uygulanabilir. Halkı bodrumlarda aç ve yaralı bırakan böyle bir bataklıkta, böyle bir balçıkta, bugün gördüğümüz gibi, sadece ve sadece devlet canavarının avlandığına tanık olunur.

 

 

 

Gün Zileli

30 Ocak 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

1937 – Moskova Duruşmaları ve Kızıl Ordu Generallerinin Tasfiyesi

Artıgerçek Sovyetler Birliği’ndeki 1930’lu yılların “Büyük Temizlikleri” konusuyla ilgilenenlerin ne zamandır beklediği, Sovyetler Birliği’nin akademisyenlerinden …

60 Yorumlar

  1. sevgili Gün

    eline sağlık güzel bir yazı olmuş.. benim için göz açıcı oldu ve kafamda dolaşıp duran sorulara yanıt verdi.
    sevgiler

  2. Tüm bu açıklamalara ve tarihsel gerçeklere rağmen, “çifte standart karşıtı” “saf demokrasi” yanlısı küçük-burjuva hümanistleri ortaya çıkarak, kendilerinin hangi amaçlarla ve hangi biçimde yapılırsa yapılsın, her türlü şiddete ve şiddet eylemine karşı olduklarını iddia etmeyi sürdürebilirler. Onların ideali ya da “ütopyası”, şiddetin olmadığı, herkesin özgürce yaşadığı, korkunun ortadan kalktığı bir dünyadır. Böyle bir dünyanın kurulabilmesinin, herkesin, her kesimin, her sınıfın şiddetten ve şiddet eylemlerinden, istemsel ve gönüllü olarak vazgeçmesiyle olanaklı olacağını ileri sürerler. Can Dündar gibilerinin söylediği gibi, şiddet bir “kültür” sorunudur, dolayısıyla “şiddet kültürü” ortadan kaldırıldığında, şiddet de ortadan kalkacaktır! Ve dünyada sürekli “barış” olacaktır!
    Bu hümanist ütopyalar, şiddetin istemsel bir şey olduğunu ya da “kültür” sorunu olduğunu savladığından, zorunlu olarak “istem” ile “kültür”ün kaynaklarına inmek zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki, akli dengesi yerinde olduğu sürece, her kişinin istemi, onun içinde yaşadığı ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkiler ve bu ilişkilerin ulaşmış olduğu düzey tarafından belirlenir. Aynı şekilde “kültür”, içinde yaşanılan ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilerin bir yansısıdır. Bu ilişkilerden bağımsız ve kendi kendine “kültür” dünyada mevcut olmadığı gibi, tarihte de mevcut değildir.
    Bu nedenle, toplumsal ve siyasal ilişkileri de son kertede belirleyen ekonomik ilişkiler alanından işe başlamak gerekir. İnsanların içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik yapı tahlil edilmeksizin, zorun ortaya çıkışı ve gelişimi açıklanamayacağı gibi, tarihte oynadığı rol de anlaşılamaz. Ezenlerin ve ezilenlerin, sömürenlerin ve sömürülenlerin, zenginlerin ve fakirlerin, egemenlerin ve egemenlik altında olanların varolduğu bir dünyada eşitlikten, adaletten vb. söz edilemez. Eşitsizliğin, adaletsizliğin olduğu yerde zorun ortaya çıkması kaçınılmazdır.
    Bizzatihi devlet, egemen sınıfların baskı aygıtı, zor aygıtıdır. Devlet, zorun örgütlenmişliği ve sürekliliğidir. Anayasalar ve yasalar devlet zorunun meşrulaştırılmasının hukuki ifadeleridir; mahkemeler, devlet zorunun yasal ölçüler içinde uygulama araçlarıdır; hapishaneler bu zorun uygulandığı kişilerin içinde bulundukları mekanlardır; polis, jandarma ve ordu devlet zorunun doğrudan yürütücüleridirler.
    Zorun (şiddetin) olmadığı bir dünyadan söz etmek, devletin, yasaların, mahkemelerin, hapishanelerin, polisin, askerin olmadığı bir dünyadan söz etmek demektir. Bunlar ortadan kalkmadıkça, şiddetin ortadan kaldırılabileceğine inanmak, dünyada, gökyüzünde bulunamayan tanrıyı Samanyolu galaksisinde aramaya çıkan “dindar” astronota benzer.
    Küçük-burjuva hümanistleri, şiddetin ortadan kalkmasını istiyorlarsa, boş hayallerle avunmak ve çevrelerini kandırmak yerine, devletin, yasaların, mahkemelerin vb. ortadan kalktığı bir dünyanın nasıl kurulabileceğine kafa yormalıdırlar. Ve o zaman bir kez daha göreceklerdir ki, şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu, sınıfların ortadan kaldırılmasından geçer.
    Günümüzde şiddetin köklerini kapitalizmde, kapitalist üretimde aramak yerine, kişilerin “kültüründe”, “düşüncesinde” aramak, en hafif deyimle, abesle iştigaldir.
    Ve bilinmelidir ki, hiçbir egemen sınıf, kendi egemenliğini kendi kendine bırakmaz, terk etmez. Proletarya dışında hiçbir sınıf, kendisini sınıf olarak ortadan kaldıramaz. Proletaryanın sınıfları ortadan kaldırabilmesinin yolu ise, siyasal iktidarı burjuvaziden almak ve devrimi sınıfsız toplumun gerçekleştirilmesine kadar sürekli kılmaktır. Bu da komünist toplumdan başka birşey değildir. Devrimci terör ise, bu tarihsel süreçte, insanlığı gerçek ve kalıcı kurtuluş yolundan döndürmeye çalışanlara karşı uygulanan devrimci şiddettir. “Terör” ve “terörizm” üzerine yapılan tüm tartışmalar, akılyürütmeler, son tahlilde, bu gerçeği gözlerden gizleme çabasından başka birşey değildir.

    Terör ve Uzmanları
    KURTULUŞ CEPHESİ – Kasım-Aralık 2003

    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc76_2.html

  3. Dersimizi aldık hocam 🙂

  4. marxist argüman

    sayin zileli, “dersimizi aldik hocam” diye yazarak isi girgira vuracaginiza “kurtulus cephesi”nin yazisinda neyi nicin yanlis buluyorsunuz, karsi argümanlarinizi yazin ki ortaya bir fikir tartismasi ciksin. siddetin kaynagi ve araclari olan devlet ve kurumlari konusunda sözkonusu yazida isabetli belirlemeler var. yalniz son paragraf sorunlu. bu yaziyi yazanlar “devletin zoruna ancak zor ile, öncü savasi ile, gerilla savasi ile karsi konulabilir” derlerse, ki son paragraftan bu anlasiliyor, benim cevabim: yaniliyorsunuz. mesela T.C. devleti kurulus asamasinda degil ama su anda güclü bir halk destegine sahip. yani T.C. sadece ordu, polis, istihbarat örgütünün zoru ile ayakta durmuyor. T.C. devletine gerek milliyetci-ulusalci ideoloji ile gerekse de dini ideoloji ile baglanmis, devlete sadik, hatta devleti-milleti-vatani icin ölmeye hazir milyonlarca T.C. vatandasi var. ekonomik acidan da T.C. sadece dis kredilerle yasayan bir devlet degil; günlük olarak yasal cerceveler icinde isine giden, para kazanmaya calisan, bu calisma ve vergi ödeme eylemi ile devletin bütcesini finanse eden, kapitalist carkin dönmesine katkida bulunan milyonlarca calisan var. iste bundan dolayi diyelim ki T.C. gibi bir devlete karsi sinif mücadelesini gerilla savasi, öncü savasi ile yürütmek yanlistir, sonucsuz kalmaya mahkumdur. gerilla-öncü savasinin alternatifi sayin zileli’nin suya-sabuna dokunmayan, sisteme-devlete hicbir sekilde zarar vermeyen “pazar günü evden disari cikmayalim” gibi anarsist devrimcilikle alakasi olmayan pasifist eylem bicimleri degildir. yine sayin zileli’nin yanlis ideolojik mücadelesi de degildir: iktidar icin carpisan fraksiyonlardan birini digerine karsi destekleme yanlisi. peki devrimi hedefleyen pratik-ideolojik mücadele nasil olmali: en azindan baslangic asamasinda siddete-silaha bulasmadan kapitalist sömürü iliskilerini teshir etmek, günümüz ulus devletlerinin resmi doktrini olan ulusalcilik-milliyetcilik-yurtseverlik ideolojisini ret etmek ve yine kapitalist sömürü iliskilerinin sürmesinde “afyon-uyusturucu” islevi gören dini ideolojiyi ret etmek, dogru argümanlarla elestirmek. sonuc: kapitalizme ve devlete dair dogru bir bilinc olusmadikca, kapitalist ideolojiler elestirilip etkisiz hale getirilmedikce “devrim” mümkün degildir. devrim demisken, sayin zileli gibi insanlarin idealize ettikleri gezi isyani, misir ve tunus da ki halk isyanlarina gelelim. sayin zileli gibi “devrim idealistleri” nerde bir kitlesel isyan olsa, sözkonusu isyanin icerigine bakmadan, isyan eden kitlelerin taleplerine bakmadan “yasasin devrim” diye bagiriyorlar. sayin zileli, misir, tunus ve gezi isyanlarinda kitlelerin devleti ve kapitalist sömürü iliskilerini hadefleyen tek bir talebini yazabilirmisiniz? yazamazsiniz, yok cünkü. diyelim ki türkiye de AKP iktidardan düsseydi, yerine kim gececekti: kilicdaroglu ve kemalist ordu. yine misir’a bakalim: isyan eden kitleler “bizim, halk olarak bize bicilen güdülecek sürü-koyun rolüne bir itirazimiz yok, yalniz bizi güdecek coban “adaletli” biri olsun” anlamina gelen talepleri sonucunda adaletsiz coban mübarek gitti adaletli coban mursi geldi. halkin en azindan bir kismi bu coban da adaletli degil deyip ikinci bir isyana girisince coban sisi (ordu) basa gecti. kitleleri güden cobanlar degisti, peki isyan eden misirli insanlarin sosyal-ekonomik durumunda ne degisti: hicbirsey!
    -kürt hareketi ulusal bir mücadele oldugu icin ayri degerlendirmek lazim. sayin zileli ulusal mücadele ile sinifsal mücadele ayrimini yazisinda nedense yapmamis. ulusal mücadele silahli mi silahsiz mi tartismasi sinifsal mücadeleden su yönden ayrilir: ulusal mücadele bir devleti yada kapitalist sistemi yikmayi hedeflemez, neyi hedefler: kendilerini yasadigi devletin ulusal kimligi disinda ayri bir “ulus-millet” olarak gören insanlarin vatandasi olduklari devletten kültürel-siyasal-ulusal haklar (otonomi) yada devlet kurma amaci ile toprak talebinde bulunmasi. sayin zileli’nin yazida iddia ettigi, “ulusal mücadele icin de en uygun yöntem silahsiz yöntemdir” iddiasi kapitalist dünyanin gerceklerine uymayan yanlis-idealist bir düsüncedir. neden: günümüz kapitalist dünyasinin siyasi düzeni ulus devletlere dayanir. devletlerin tek tek kurulus hikayeleri incelenirse, istisnasi var mi bilmiyorum, bütün ulusal devletler “etnik-ulusal-dini temizlik” yani katliamlar üzerine kurulmustur. mesala amerika’nin kurulusu kanli bir ic savas sonrasi olmustur. T.C.’nin temelleri jöntürk hareketinin öncülügünde ermeni-rum milliyetciligi ile rekabet sonucunda; ermeni, rum, pontus, süryani, keldani, kürt vs. katliamlari sonucudur. sözkonusu katliamlar, ic savaslar vs. ahlakci-idealist bakis acisinin iddiasi olan bazi siyasi liderlerin kötü kisiligi-hirsi ile alakali degildir. ne ile alakalidir: ulusal mücadele yada ulusal bir devlet kurmak birincisi toprak-cografya, ikincisi homojen bir ulus-milleti sart kosar. örnek: jöntürklerin yada kemalistlerin yaptiklari etnik-dini-ulusal katliamlar ulusal bir devlet kurabilmenin kacinimaz sonuclaridir. dolayisiyla ulusalcilik-milliyetcilik-vatanseverlik ideolojisini ret etmeden, devlet yada ulus-devletin varligini elestirmeden, ret etmeden “jöntürkler ve kemalistler o katliamlari yapmadan da T.C.’yi pekala kurabilirlerdi, kardes kardes yasamak varken katliama, siddete ne gerek vardi-var” demek katliamlarin, siddetin kaynagini teshir edip, ortadan kaldirmayi hedeflemedigi icin kapitalist dünyanin gerceklerini yadsiyan bir idealizmden baska birsey degildir. sonuc: ulusal mücadele yada ulusalci-milliyetci ideoloji tabiati geregi “ayrilikcidir-bölücüdür-ayristiricidir.” bundan dolayi ulusal-etnik hak-otonomi talepleri istisnasiz bütün devletler tarafindan “bölücü-ayrilikci” bir talep olarak kategorize edilip siddet-asimilasyon-entegrasyon yöntemiyle bastirilmaya calisilir.
    -ulusal mücadeleyi sinifsal mücadeleden ayiran diger nokta: ulusal otonomi yada ulusal devlet talebi mevcut sinirlari degistirmeyi hedefler, bundan dolayi böylesi bir talepte söz-karar mercii basta ABD olmak üzere emperyalist-kapitalist dünya düzenini kuran güclü devletlerdir. sonuc: sayin zileli’nin idealist iddiasinin tersine ulusal mücadele de belirleyici olan “silahli mi silahsiz mi” mücadele yöntemi degil, ulusal otonomi-devlet talebinde bulunan hareketin bu talebinin emperyalist devletlerin siyasi-ekonomik cikarlarina uyup uymadigidir. günümüz dünyasinda yeni bir devletin kurulmasinda , örnek eski yugoslavya sinirlari icinde kurulan devletler yada kosova devleti, belirleyici olan basta ABD ve AB olmak üzere emperyalist devletlerin böylesi bir girisimi kendi dünya düzenlerine faydali bulup desteklemeleri yada “statüko quo”nun degistirilmesini zararli bulup desteklememeleri ile alakalidir. kosovali arnavut milliyetcilerin “sansi”, kosova devletinin kurulusunun batili emperyalistler tarafindan faydali bulunup desteklenmesi iken, kürt hareketinin “sansizligi-talihsizligi” otonomi yada toprak talep ettigi devlet olan T.C.’nin NATO devleti olmasi, bundan dolayi da kürt ulusal taleplerinin kültürel boyutu haric, ayrilikci siyasal taleplerinin emperyalist devletlerin cikarlarina uymamasi, bundan dolayi destek görmemesidir.

  5. Teşekkürler. Yazdıklarınızdan yararlandım. Ben “dersimizi aldık hocam” derken, gönderdiğiniz metnin yukardan, öğretmen havasına dikkat çekip biraz dalga geçmek istemiştim. Ayrıca şiddetin kaynağı konusunda söyledikleri de kimsenin inkâr etmeyeceği (en azından benim inkâr etmeyeceğim) gerçekler. Bu yazıda şiddet ve kaynağı tartışılmıyor. Bu yazıda sadece şiddetin bir türü olan silahlı mücadele yönteminin devrim için ne derece geçerli olduğu tartışılıyor. Bu yüzden bu yazı benim yazıma cevap değil.

    Bir fraksiyonu başka bir fraksiyona karşı desteklemek söz konusu değildir. Sadece darbeyi o anda en azgın kliğe indirmek söz konusudur. Bunu yapmanız hiç de anti-kapitalist bilinci geliştirmenize engel değildir. uzatmadan bunu da geçeyim.

    Gezi isyanı ve Mısır’daki isyanlar gerçek halk isyanlarıdır. anti-kapitalist bilinç taşımıyor ya da bu bilinç zayıf diye buna burun kıvıramazsınız. Eğer sonradan yazılmış resmi tarihlere inanmazsak, Rusya’da da şubat ve ekim’deki ayaklanmaların hiç de öyle muaazzam bir anti-kapitalist bilince dayanmadığını görürüz. Ekim’de işçiler, askerler ve köylüler, muazzam bir anti-kapitalist bilince sahip oldukları için değil, savaşın yıkıcılığından yıldıkları için ayaklandılar. Bu ayaklanma giderek anti-kapitalist bir yöne evrildi. Tarihte hiçbir zaman saf bir anti-kapitalist bilince sahip ayaklanma bulamayacaksınız. Ne Çin, ne Küba ne de herhangi bir devrimde. Bu yüzden, hakiki halk ayaklanmalarına burun kıvırmak, devrimi gerçeklikte değil, kendi hayallarinde arayanların işidir.

    AKP iktidarı düşseydi yerine kim geçecekti? Toplumsal olaylarda bunu önceden bilebilmek mümkün değildir. Sizin mantığınızla 1917 şubatında biri de çıkıp Çar düşecek de yerine kim geçecek diye sorabilirdi. Ama toplumsal gelişmeler daima beklenmedik zürprizler içerir. Şimdiden olayların nasıl gelişyeceğini bilmeniz mümkün değildir.

    Ulusal devletle ilgili söyledikleriniz de genel doğrular, bununla birlikte, tarihteki sosyalist devrimler de aslında birer ulus-devlet devrimleriydi. Buna rağmen başka yönde gelişme şansları vardı en azından. Devyletçi klikler bunu önledi o başka.

    Öte yandan benim sadece pasifist eylem biçimleri önerdiğimi nereden çıkardınız ki. Eylem biçimlerini toplumsal mücadelenin o an içinde bulunduğu koşullar belirler. Kimsenin kılını bile kıpırdatladığı koşullarda sokağa çıkmayalım önerisi, evet pasifisttir ama o anda ülkenin batısındaki kitlenin içinde bulunduğu konuma uygundur, onun donmuş ruh halinden bir adım ilerdedir. Ona yaklaşarak içinde bulunduğu ataleti bir adım aşmasına yardımcı olmayı hedeflemektedir.

  6. yazı mükemmel olmuş. örneklerin ve ayrıntıların daha da fazla olması beni sevindirildi.

  7. gerçeklerle yüzleşmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Kendimize başka bir halk aramayacaksak eğer..

    Örneğin Fransa ile karşılaştırsak, toplumsal-siyasal-ortalama entelektüel gerçekliğimiz 1750-1850 dönemine bile karşılık gelmeyebilir…

    Ermeni, Rum, Kürt ve Alevî azınlıklara karşı işlediği insanlık suçları ile değil ki yüzleşemeyen, aynını yapmaya hazır yüzde 70’lik bir halk “millî iradesini” ortaya koymuş durumda…
    Zavallılar; cellatlarını sevenler…
    Sanırım; tarihsel yüzleşme yaşanılmak zorunda.
    Bu bir yıkım olacak..
    Olmaz zorunda; er ya da geç!
    Bir yanda
    yağmacı, sömürücü, azgın ve kof bir milliyetçilik;
    hemen yanında
    “iman aklı” ile kadınları aşağılayan, zihinsel tembelliğinin önyargıları ile utanmaz ve sonu gelmez gevezelikler, mırıldanmalarla böbürlenen 11 yaş zekâsının çılgın hysterileri…
    ***
    Bu toplum tarihsel olarak cezalandırılacak sanırım…
    *
    Bu sebeple bence “yıkım sonrası” nasıl bir dünyayı konuşmak daha gerçekçi…

  8. işte zavallılık, politik körlük; iktidar ideolojik hegemonik , propagandasının kurbanı ve acınası bir aleti olmak böyle bir şey değil mi? Rezil gidişatın garantisini veren; iktidar tarafından yakıştırılan sıfatların hakkını teslim eden.. ana muhalefet, doğru deyimle, “yavru suçortaklığı”..
    ” Kılıçdaroğlu, Rus uçağının Türk hava sahasını ihlal ettiği iddiasıyla ilgili olarak, “Kendi ülkemizin sınırlarının bir başka ülkenin savaş uçağı tarafından ihlal edilmesini asla doğru bulmuyoruz. Eğer angajman kurallarına uyulmuyorsa, bunun gereğinin yapılması da bizim beklentimizdir” diye konuştu.”..
    Yunanistan 2000 kez ihlal etmiş.. vs.. vs..
    Bu adam kuşkusuz tarihte anılmaya değer değil ama.. yakın ve bizim tarihimizde nasıl anımsanacak…
    Köyünde, eşeği üzerinde kırlarda gezinse hem daha mutlu olacaktı, hem de beceremeyeceği bir koltukta oturuyor olmayacaktı..
    İnsan kime üzüleceğini bilemiyor!!!!

  9. Bu koşullarda tüm seçimler boykot edilmez mi?
    http://www.diken.com.tr/milli-irade-kimin-neyin-iradesi/
    **************
    “Gazetelere, TV’lere el koyun. El koyamadıklarınızı da tehditle, baskıyla, şantajla korkutup, sindirin. Yazan, konuşan, eleştiren gazetecileri ya linç ettirin ya da hapse atın.

    Muhaliflerin salon konferanslarına, mitinglerine bile yasak koyun, engelleyin. Sivil toplum örgütlerini iktidar zoruyla veyahut nimetiyle kendi yanınıza çekin.

    Yargıyı devre dışı bırakın. Hukuku katledin. İş adamlarını baskıyla teslim alın, muhalif yayın organlarına reklam vermelerini engelleyin.

    Akademisyenleri işten attırın. İktidarı eleştirenlere saldıran, ölümle tehdit eden mafyaya göz yumun. Adeta teşvik edin.

    “Ya erken seçim ya kaos” ardından “Ya başkanlık ya kaos” diyerek toplumu yoksullukla, ölümle, felaketle korkutun.

    Bütün mikrofonlar sadece size uzatılsın. Bütün kameralar sadece size yönelsin. Bütün gazeteler sadece sizin sözlerinizi yazsın. Sizden başkasının sözüne yer veren, “hain” ilan edilip, linç edilsin.

    Sonra da “Haydin kendinize güveniyorsanız millete gidelim” deyin. Bu delikanlılığa, mertliğe sığar mı? Nerede hak, nerede hukuk?

    Ülkede ne olup bittiğini millete anlatacak bir imkan mı bıraktınız?

    Tüm bu engellerden sonra sizden başka millete gidebilen kaldı mı? Üstelik tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi yeni bir yasa hazırlığındasınız.

    TV kanallarının seçim dönemlerinde uymak zorunda oldukları, her siyasi partiye eşit söz hakkı tanıma zorunluluğunu da kaldırıyorsunuz. Eşit şartlarda yarışa girmekten korkan bir lider olmak, sonra da bundan kahramanlık çıkarmak… Ne utanılacak bir davranış. Değil mi?

    Yarışın, siyasi mücadelenin bir ahlakı, bir kuralı var. Hani nerede o adalet, o ahlak, o kural? Hani nerede o delikanlılık, o mertlik, o cesaret?

    Hem elinizdeki güçle rakiplerinize engel koyup hem de “Haydin millete gidelim” çağrısında bulunuyorsunuz?

    Hangi millete? Sizin yalanlarınızdan, hamasetlerinizden, iftiralarınızdan başka bir şeyi duymaya, olup biteni görmeye imkanı olmayan millete mi?

    Ülkede ne olup bittiğini millete anlatacak bir imkan mı bıraktınız?

    Zayıf, beceriksiz, yetersiz rakiplerin elini, kolunu bağlayıp, ayaklarına zincir vurup sonra da ringe çağırmak…”

  10. marxist argüman

    sayin zileli, “kurtulus cephesi”in yazisini ben buraya asmadim, yanlis anlamissiniz. dikkatinizi cekerim, real sosyalistler gibi ulusalcilik-vatanseverlik ideolojisi ile sosyalist düsünceyi harmanlayan kurtulus cephesi ile benim yazdiklarim bircok noktada farklilik arzediyor. müsadenizle kücük bir reklam yapayim. ben teorik gidami alman marxist dergisi “gegenstandpunkt”tan aliyorum. almanca biliyorsaniz internette bakabilirsiniz.

  11. “Bu koşullarda tüm seçimler boykot edilmez mi?”

    Cevaben:

    [alinti baslangici]

    “Rivayet olunur ki, Sadrazam Koca Ragıp Paşa, konağında günlerdir devlet bütçesini denkleştirebilmek için çabalamaktan helak olmuş haldeyken kapı açılmış.

    Kızının Arap dadısı girmiş, “Paşa efendi”, demiş, “yarın küçük hanımla Göksu’ya gideceğiz. Karar veremedik, pembe fistanı mı giysem, çiçekliyi mi?”

    Paşa içinden “lahavle çekip “pembeyi giy” demiş. Arap dadı çıkmış.

    Birkaç dakika sonra, tekrar girmiş, “o vakit,” demiş, “yarın sabah bir çift kırmızı pabuç isterim”.

    Dadı çıkınca, Paşa avuçlarını açmış, “Allah’ım”, diye dua etmiş, “şu Arabın aklını bir geceliğine bana ver de, bir gece rahat uyuyayım”.

    O misal.

    [alinti sonu]

    Yahu.. Secimler, baska herkesin bildigi uzere, katilanlarin cogunluguna bakilarak karar verilmek icin yapilir.

    Eger, katilim oranlarinda cok dikkat cekici bir dusus yoksa, kimse bir avuc kisinin katilmayisini umursamaz bile.

    Ikincisi de, aliniti yapilan yazinin kendisinden:

    “Zayıf, beceriksiz, yetersiz rakiplerin elini, kolunu bağlayıp, ayaklarına zincir vurup sonra da ringe çağırmak…”

    Bu ne bicim sikayettir; anlamak mumkun degil.

    Eger rakipler “[z]ayıf, beceriksiz, yetersiz” iseler, bunlarin “elini, kolunu bağlayıp, ayaklarına zincir vur”makla kim ugrasir.

    “Zayıf, beceriksiz, yetersiz” rakipler Allahin bir nimetidir karsi taraf icin.

    Onlari secenler dusunsun –degil mi?

    Ozet: Kilavuzu Levent Gultekin olanin solculugu da bu kadar olur.

  12. ebubekir duman

    Elbette silahlı mücadele bizim isteyeceğimiz en son şeydir. Ancak siz de çok iyi bilirsiniz ki; Burjuvazi iktidarını vermemek için bize karşı var gücü ile saldıracaktır. Buna karşılık devrimcilerin tavrı ne olmalıdır gün zileli? Ekim Devriminde ne olduğunu zaten siz söylemişsiniz. Biz ne kadar “barışçıl” olursak olalım devlet dediğiniz “canavar” bize karşı silah çevirecektir.

    Onun dışında Lenin’in Gerilla Savaşı diye yazdığı bir makale var benden iyi bilirsiniz bu makaleyi. Burada Lenin’in bizlere önerdiği yöntemler nelerdir? Tekrar okumanızı öneririm. Onun dışında bolşeviklerin silah satın alma, parti üyelerinin günlük ihtiyaçlarını karşılama, parti masrafları vb. şeyleri karşılaması için yaptıkları banka soygunlarını da tekrar inceleyin. Lenin’in Fedaisi Kamo’nun ne tür “pis” işler yaptığını (size göre pis’dir, bize göre onurlu işler) tekrardan inceleyin.

    Saygılar.

  13. Ebubekir arkadaşım, devrimcilerin “iktidarı almak” gibi bir tutumu OLACAĞINI SANMIYORUM BU SAATTEN SONRA. bUNLAR DENEYLERLE yaşandı. İktidarı alanlar, burjuvaziden de beter bir baskı uyguladı. Mesele iktidarı almak değil, iktidarı yıkmaktır. Bu da silahlı mücadeleyle değil, halk ayaklanmasıyla olabilir. İktidarın yıkılma saati geldiğinde bunu hiçbir güç engelleyemez. Silah, iktidarı yıkmak için değil, iktidarı ele geçirmek için gereklidir. Zaten esas silahlı mücadeleler bunun için çıkar. Bizim böyle bir derdimiz olmamalıdır. Lenin’in o makaülesini elektrik ortamdan yollarsan sevinirim. O banka soygunlarının yapıldığı doğrudur. Hatta Bolşevik hizip bu yüzden parti mahkemesinde devrimci etik açısından yargılanmış ve Lenin banka soygunu yaptıklarını ısrarla inkâr etmiştir. Demek ki o dönem genelde devrimci etik bu tür şeyleri reddediyordu. Gerçekten de pis işlerdir. Devrim uğruna da olsa gariban bir banka güvenlikçisinin öldürülmesi devrimi pisliğe bulamaktan başka bir şey değildir. Bilmiyorum, belki de aynı vicdani ve etik kumaştan değiliz sizinle.

  14. özgürlükçü

    Kendinini savunma öz savunma dışında şiddeti özgürlükçü devrimci ideolojinin reddettiği gerçeği giderek egemen ideolojinin sistemi yeniden üretmek ve ömrünü uzatmak için yönetemez krizlerinde şiddeti yoğunlaştırıp aklımızın hafızamızın alamayacağı ölçülerde tırmandırdığı iklimlerde karşısında devrimci şiddet çizgisinde kendini savunma örnekleri zilelininde belirttiği gibi devrimci hareketlerin kendini koruyup geliştirmesinden çok halkla olan bağının giderek kopup daha zayıflaması sonuçları doğurduğunu biliriz.Burada şiddeti konuşurken temel almamız gerekenin her türden şiddetin insanlığın gelecek hayali özgürlükçü devrimci ütopyasına hizmet etmeyip temel alınamayacağının bilinmesidir.Buna rağmen imha edici şiddete maruz kalanların öz savunma kendini yaşatma savunma çizgisinde oluşan şiddetin meşruluğunuda unutmadan devrimci mücadeleyi şi,ddet gibi özünde reddettiği yöntemlere indirgemeci pratikleri olumlu tüketebilirsek daha verimli yeni pratiklerle başarılı olabilmek mümkündür.Fena yazı olmamış Zileli.

  15. tesekürler aciklik getirtiniz icin gün bey umarim bazilarina
    ders olur ve marjinalikten uzaklasirlar.

    bana kalirsa halk silahli mücadeleye basvurmurysa hic
    konulusak bir konu degil artik sistemler sistem icinden
    cözülur.
    türkiyede insan bu sartlarta nasil pasifist olunabilir baska bir gercek……ama artik bizler bu silahli kavga ortamina bir daha düsmemek icin barisa ve kardeslige inancimizi korumaliyiz.
    biz kime karsi oldumuzu degil artik baris,özgürlük ve demokrasi istedimizi belirtmeliyiz.aklimiza ne getirirsek onu cekeriz demek istedim uzanmadan her zaman bizim isteklerimizi söglecegiz bunu zamanla halk görüp anlayacaktir.siddet ile halk tamanen saray pesine sörüklenecektir ,sakin ve sabirli olmamiz gerek.
    umarim silahli catismalardan kaciniriz ilerde,saray kan ile bezleniyor o yüzden bizde ona kan vermeyelim!!!
    yine tekrar ediyorum neyi düsünürsek onu cekeriz,kani kanla yikanmaz.

  16. Tartışılan konuyla ilgili güzel bir parça:

    Stalîn digo sîlah û sîlah

    https://www.youtube.com/watch?v=ekqVvTtxOok

    sizi açıkça uyarmam gereken kötü bir alışkanlığınız var. kürsüye kim çıkarsa çıksın, ne söylerse söylesin, hepsini yürekten bir alkışla karşılıyorsunuz! yaşasın özgürlük deniyor, alkışlıyorsunuz. yaşasın devrim deniyor, alkışlıyorsunuz. bu elbette çok doğru birşey. ama birisi çıkıp da kahrolsun silahlar dediği zaman gene alkışlıyorsunuz. acaba silahsız bir devrimin başarıya ulaşma şansı olabilir mi? kahrolsun silahlar diye bağıran bir kimse acaba nasıl bir devrimcidir? bunu söyleyen bir konuşmacı devrimci değil, bir tolstoycu olsa gerek. ama neci olursa olsun, bir devrim düşmanıdır, halkın özgürlüğünün düşmanıdır. kazanmak için gerçekten neye gereksinimimiz var? üç şeye. bunu iyi kavrayalım ve akıldan çıkarmayalım: birincisi silah, ikincisi silah, üçüncüsü gene silah.

    stalin – nazdaladevi’deki bir toplantı, 1905 ekim, tiflis

    Tev gelê hejar divêtin serbest
    Tüm yoksul halka serbestlik gerekiyordu…

    Naxwazin qet tu carê ew bindest
    Hiç bir zaman tutsalığı istemiyorlardı

    Li Sovyet rabû Rêber Stalîn..
    Sovyetlerden kalktı Lider Stalin..

    Ji bo şoreşê tim digo sîleh..
    Devrim için hep diyordu silah..

    Stalîn digo sîleh û sîleh..
    Stalin diyordu ki silah ve silah.

    Ne b’ sîlehê bê kedxwir nayê rê
    Silahsız sömürgeci yola gelmiyor.

    Ne b’ sîlehê bê dijmin nayê rê
    Silahsız düşman yola gelmiyor.

    Fikr a Stalîn belav bû li cîhan
    Stalin’in fikri cihanda yayıldı

    Li Vîetnamê Kuba Angolê
    Vietnamdan Kübaya Angolaya

    Dengê şoreşê ket li burjuwaz
    Devrimin sesi burjuvaları vurdu.

    Dengê qelêşan ket li emperyal
    Keleşlerin sesi emperyalleri vurdu.

    Guh bidin qêrîna xwişkên Afrîka
    Afrikalı kız kardeşlerin çığlıklarına kulak verin.

    Li Asyayê gel rabû piyan
    Asyada halk ayağa kalktı

    Heyfê koletî şikandin yekcar
    Köleliğin intikamı tümden aldılar.

    Rizgar kirin çîna karker gundiyan
    Çinin işçi ve köylüleri kurtuldular.

  17. necip’e
    kısaca yazayım.. sizin gibi “19 yy model” solcular, 30 yıla kalmaz yeryüzünden silinecek; arkasından da “oh oldu” denilecek.
    L. Gültekin, dindar, namuslu, meselelerin siyasî yanından daha öncesi insanî yanını iyi anlatan bir yazar. Makine-ruhsuz 19 yy solcusu bu yaklaşımı anlamaz ve hali de ortada.
    Erdemli, dürüst, insan hayatını-haysiyetini savunan-inanan bir dindar, bir ateist olarak benim için, sizin gibilerin solculuğundan daha kıymetlidir.
    Zaten bu yüzden bu tür insanlar sizden daha çok saygı görüyor…

  18. necip’e
    bu yazı yazılmadan önce yine burada bir başka makale altında bu yazıyı yayınlamıştım….
    ******
    İfade, Basın, Örgütlenme özgürlüğü gasp edilmiştir.
    Seçim boykot edilmelidir.

    Ülkemiz bir “tek adamın”, monarşik, totaliter, baskıcı iktidarı tarafından yönetilmektedir.
    Basın özgürlüğü yoktur. Söz ve ifade hürriyeti yok edilmiştir.
    Siyasal, sendikal, meslekî, kültürel örgütlenmeler var olan anayasal haklarını kullanamamaktadır.
    Gazeteciler, bilim insanları iktidar politikalarını eleştiren her insan her an göz altına alınabilir, işten atılabilir, evinin kapısında dövülebilir. Müebbet hapis cezaları istenerek yargılanabilir. Hukuk keyfîleşmiş, en basit birey ve örgütlenme hakları gasp edilmiştir.
    Bir kent, bir mahalle iktidar aleyhine topluca oy vermişse, o kent, o mahalle günlerce sokağa çıkma yasağı ile mahvedilebilir.
    Seçim sonuçları iktidarın hoşuna gitmezse siyasî parti mitinglerinde yüzlerce insan katledilebilir ve seçim tekrar edilebilir.
    Hiç bir ülke halkı, muhalif siyasî önderlerinin, tarafsız basın emekçilerinin, vicdanlı bilim insanlarının ve kanaat önderlerinin ölüm, hapis, işsizlik tehdidi altında bulunduğu bir ülkede yapılacak bir seçimde OY’unu özgürce, korkusuzca, sağduyu ile kullanamaz.
    Vicdanların açık ve gizli baskı altına alındığı koşullarda yapılan seçimler meşru değildir.
    Aleyhine sonuçlanacak seçim sonuçlarını kabul etmeyeceği bilinen, istediği seçim zaferi için terör uygulamaktan çekinmeyen bir iktidarın hakim olduğu koşullarda bir seçimde oy kullanmak Monarşik, gerici, faşist bir iktidara hak etmediği meşruiyeti kazandırmak olacaktır.
    Monarşik, gerici, Faşist iktidar ülkemizi mahvedecektir. 7 Haziran’da görülmüştür; bu iktidar demokratik bir seçimle gitmeyecektir!
    Bu iktidar demokratik bir seçimi imkânsız hale getirmiştir.
    Demokrat, sosyalist partiler de seçimi boykot etmelidir.
    Ülkeyi mahvedecek Totaliter, Monarşik, Faşist iktidar her koşulda maceracı iç ve dış politikalarını hayata geçirecek; kimse önleyemez! Yalnız bırakın!

    Read more: http://www.gunzileli.com/2016/01/18/fasizme-karsi-en-genis-birlesik-cephe/#ixzz3yx2a2LAO
    **
    seçimlerin boykot edilmesinin arkasında yatan düşünceyi anlayamamak tam da fıkrada anılan “Arap’ın” aklıdır.
    Başkan olsun, savaş olsun, ülke mahvolsun!
    Boykot, bu suç ortaklığının reddidir. Önleyemeyeceğin felaketi göstermek.. ve sonunda haklı çıkarak “çoğalmak”..
    .. İşte bu kafa.. ülke savaşa, yıkıma gidiyor, meseleyi aldığı yönteme bak!
    Nerede çoğalacağını bilemeyen siyasi aklı taşıyamayan gelenek bu.. Hep nal toplayan, ağlayan, sızlayan, hep başkasında kusur arayan…

  19. SAYIN (MARXIST ARGUMAN'A) VE SAYIN ZİLELİ'YE

    Sayın “marxist argüman (3)” ve hemem altında görüşlerini yazan sayın Zileli,

    === Sayın “marxist argüman”a ===

    “3” numaralı metninizde yazdığınız tespitlerin ekseriyetinin altına bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da imzamızı atıyoruz. Eğer “3”teki metninizin detayına girip; tasvip etmediklerimizi bir bir sıralamaya niyetlensek ve bunu yaparken dişe dokunur gerekçelerimizi sunsak; yazdıklarımız çok ama çok uzar, hâliyle de sayın Zileli’nin ve bu site ziyaretçilerinin bu konuda biraz daha rahat nefes alması için uzatmamaya dikkat ediyoruz.

    === Sayın Zileli’ye ===

    Neredeyse yazdığınız bütün yazılarda, ve yazılarınız altına düşülen yorumlara & sorulara yönelttiğiniz cevaplarda; “mevcut durumu tahlil edip, bu tahlilin sonucuna göre rasyonel & realist çerçevede kalmaya özen gösterdiğiniz” aşikâr.

    Size sorumuz şu:

    [Tarihte hiçbir zaman saf bir anti-kapitalist bilince sahip ayaklanma bulamayacaksınız.] yazmışsınız.

    Diyelim ki böyle…

    Varsayalım ki sizin dediğiniz gibi oldu…

    Diyelim ki [Tarihte hiçbir zaman saf bir anti-kapitalist bilince sahip ayaklanma bulunamadı]…

    Eğer (şahsınızın iddiasını doğru varsayarsak) tarihte kapitalizm karşıtı bilince sahip ayaklanmalar hiç gerçekleşmedi diye; yine o “meşhur tarihin” tekerrür edeceğini ve bugün & gelecekte oluşacak protesto dalgalarının kapitalizm karşıtı zemin taşımayacağını söyleyebilir misiniz ?

    Hayır; söyleyemezsiniz !

    Çok fazla geriye gitmeye gerek yok: Artık 19. yüzyılda da, 20. yüzyılda da değiliz! 2016’dayız! Bunu asla ama asla unutmayınız!

    ((( Aşağıdaki kısmı, arzu ederse sayın “marxist argüman” da okuyabilir. )))

    Sayın Zileli, [Gezi isyanı ve Mısır’daki isyanlar gerçek halk isyanlarıdır. anti-kapitalist bilinç taşımıyor ya da bu bilinç zayıf diye buna burun kıvıramazsınız.] yazmışsınız.

    “Gezi” de,
    “Mısır”da yaşananlar da,
    “Occupy Wall Street” de,
    Londra’da yaşananlar da,
    İtalya, İspanya ve Yunanistan’da yaşananlar da…
    Bunların hepsi; 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra yüksele yüksele yaklaşan “kapitalizm tahakkümü”nün ilk kitlesel tsunamileridir! Siz “sadece devlet aygıtlarının hamleleri”ne odaklandığınız için; yüzyıllardır var olan ve “vurmaya geliyorum!” diye bas bas bağıran kapitalist zemini görmeyi istemiyorsunuz sayın Zileli! Problem işte tam da burada başlıyor; sizin görmeyi istememenizde!

    Ne çabuk unuttunuz:

    Aralık 2010’u & Ocak 2011’i daima hatırlayınız:

    Tunus’ta “Muhammed Buazizi” isimli genç; kendini ateşe verdikten sonra o “beklenen kıvılcım!” çakıldı, ve “Arap Baharı!” denen şey başladı!

    “Muhammed Buazizi”nin kendini yakmasına götüren süreç:

    Tunus’taki “sadece ama sadece siyasi iklimin yarattığı moral bozukluğu muydu?!”

    Yoksa; Buazizi’nin “evine götüreceği bir lokma ekmeği bile kazanamayacak hâle düşürülmesi miydi?!”

    CEVAP: Elbette 2.’si!

    Sayın Zileli; size de, sayın “ogürsel”e de, sayın “pipsqueak”e de defaatle haykırıyoruz:

    “Kapitalizmin 2016 hâli”ni anlamak için çaba sarfetmediğiniz müddetçe; “Gezi” ve benzerlerinde yanan alev canlı olmaz!

    Bütün bunları size ve sizin gibilere hamilik taslamak için değil; müşterek protesto dalga boyunu yükseltmek uğruna uyarı işaretleri olması için yazıyoruz!

    Ümit ederiz dikkate alıyorsunuzdur ?

  20. Sevgili gün. .gerçekten güzel bir yazı olmuş. .çevremde sendikal ortamdan birlikte çalıştığım son derece değerli kürt arkadaşlarım var. Guncel tartismalarda pkk ve hdp gerilimi üzerine konuşuyoruz. Haklı olarak kürt illerindeki savaş ve abluka batıda hdp binaları üyeleri üzerindeki baskılar her ikisine birden sahiplenme duygusu oluşturuyor. Sorum şu artik silahlı mücadelenin çözüm olmadığı ve demirtas hdpsi nin desteklenmesi gerektiği konusunda nasıl bir tartışma ve politik tutum gelistirimeli? Devletçi ve egemen dilin dışında pkk ye ilişkin bir çift cesur söz nasıl söylenebilir?

  21. Tolstoy büyük bir devrimcidir.

  22. Heerkes düşüncesini, eleştirisini açıkça ortaya koymazsa kimse ayağını denk almaz.

  23. 3 no’lu yorumda denmiş ki devletin arkasındaki halk desteği bir engeldir.
    Bu hangi açıdan baktığınıza bağlıdır. Toplumsal kurtuluşun önünde engeldir, fakat bireyin ve küçük bir çevrenin kurtuluşunun önünde değil.
    Eğer devlete tapan bu halk çoğunluğunun asla iflah olmayacağını düşünüyorsanız, kendinizi onların bir parçası olarak görmezsiniz. Bu nedenle devlet güçlerine uygulanan şiddete karşı olmadığınız gibi bu halkın yaşadığı ölümler de sizi ilgilendirmez. O zaman kendinizi toplumdan mümkün olduğunca soyutlayıp emin bir yere çekilirsiniz.

    [ “Kısacası belirli koşullarda, belirli toplumsal kesimlerin fiziksel alanlar olarak devlet ve onun kurallarından bağımsız olarak yaşaması mümkündür…” (Reha Çamuroğlu – Tarih, Heterodoksi ve Babailer / s. 170) ]

    Tabii bu insanların sadece bir bölümü için mümkün olabilir. Bunu belirleyen de içinde yaşanılan maddi ve sosyal çevrenin (coğrafya, yerleşim yeri, ev, iş, aile/yakın çevre, ekonomik durum vb.) elverişli olup olmadığıdır.
    Bir de şu var ki, bunları tartışırken bazı şeyler hiç değişmezmiş gibi hep bugünkü duruma göre konuşuyoruz. Her şeyden önce kuşaklar ilerliyor ve değişiyor. Değişimin hızının giderek arttığı, teknolojinin, ulaşımın, iletişimin, daha önemlisi son yıllardaki savaş ve işgallerin neden olduğu mülteci akınlarının dünyayı giderek daha fazla bütünleştirdiği bir dönemdeyiz artık.

  24. — “İfade, Basın, Örgütlenme özgürlüğü gasp edilmiştir.”

    — “Ülkemiz bir “tek adamın”, monarşik, totaliter, baskıcı iktidarı tarafından yönetilmektedir.”

    — “Basın özgürlüğü yoktur. Söz ve ifade hürriyeti yok edilmiştir.”

    [vs vs vs]

    Olsun uman somsalaklarin beklentilerinin aksin, hicbirsey bedava/beles degil.

    Mahkemeye verilmek, hapse dusmek, dayak yemek, mahallesinden dislanmak, esinden firca yemek vb ihtimaller var diye, korkup, fikrini dile getirmeyene, ifade/beyan hurriyeti zaten lukstur. Agzini acmasa da olur.

    Kisacasi, kisi, bedelini odeyemeyecek ise, o ozgurlugunu (artik, her ne ise o) kullanamadigindan sikayet etmemelidir.

    Edenleri de kaale almiyorum –kifayetsiz muhterislerden gina geldi cunku.

    “Aleyhine sonuçlanacak seçim sonuçlarını kabul etmeyeceği bilinen, istediği seçim zaferi için terör uygulamaktan çekinmeyen bir iktidarın hakim olduğu koşullarda bir seçimde oy kullanmak Monarşik, gerici, faşist bir iktidara hak etmediği meşruiyeti kazandırmak olacaktır.”

    Laf kalabaligina burundurulmus tipik bir zugurt tesellisi ornegi..

    Dahasi, (yukaridaki alinti paragrafta oldugu uzere) laf ola beri gele kapsaminda soylenmis/yazilmis bu tur lakirdilari gordukce, ifade/beyan ozgurlugunun bu kadar da bedelsiz olmasi cidden rahatsiz edici.

    Tevekkeli degil –ya da, cok sukur ki–, kimse umursamiyor.

  25. “Aleyhine sonuçlanacak seçim sonuçlarını kabul etmeyeceği bilinen, istediği seçim zaferi için terör uygulamaktan çekinmeyen bir iktidarın hakim olduğu koşullarda bir seçimde oy kullanmak Monarşik, gerici, faşist bir iktidara hak etmediği meşruiyeti kazandırmak olacaktır.”

    cümlesine bir “necip millet” bireyi yazmış…”Laf kalabaligina burundurulmus tipik bir zugurt tesellisi ornegi.”

    Acınası bir yanıt. Laf ebeliği…
    7 Haziran ve 1 Kasım’da olanları unutmuş.
    *
    Olasıdır; Necip bir Aktrol olabilir; ya da en azından bu açıdan yetenekli; egzersiz yapıyor.
    Tane, tane açıklayalım!
    Örgütlenme, ifade özgürlüğü, siyasal çalışma koşulları “burjuva demokrasilerinde” zaten ekonomik ve kimi yasalarca sinsice önlenir. Kaldı ki, parlamentoda çoğunluğu ele geçirsen de seni “devlet” yönetir. Parlamenter mücadele “değeri ve değersizliği” bilinen bir yöntemdir. Aslında parlamento aynı zamanda kitleleri avutan, temsil ediliyormuş gibi hayal yaratan her zaman “devletin” işine yarayan bir kurum olmuştur..
    Ama.. insanların tarihsel bilinçlenme, “eğitilme”, siyasal gelişmelerine yardım ettiği sürece de olumlanabilir…

    Ama artık bu bile yoksa..doğrudan tipik polis devleti uygulamalarına karşı verilecek mücadelede, tam da gerçek mücadelenin başlaması için seçimin boykotu önerilebilir…

    Hangi salak polis devletiyle yalnızca bu burjuva seçim adaleti için doğrudan mücadele eder; zaten o zaman mücadele her tür dolayımdan çıkar; doğrudan savaşa dönüşür..

  26. Aşağıdaki yazının yazıldığı zamandan bu yana çok şey değiştiğinden bugünkü gelişmelerin gerisinde kalsa da [örneğin 7. paragrafta yazılanın aksine Kürt illerinde 90’lara dönüldü, faşizme doğru giden bir tek parti/tek adam rejimi var ve devlet terörü PKK ve sol örgütlere rahmet okutacak kadar öne geçti] genel tespitleri doğru;

    POLİTİKA VE SUÇ

    Mehmet Yıldız

    Aslı Yunanca’dan gelen “politika” kavramını TDK sözlüğü “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” olarak tanımlar. Türkiye’de “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” Osmanlı İmparatorluğu devrinden beri kriminal bir aktivitedir. “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”na ilgi duyuyorsanız, bu genellikle kriminal bir beyne sahip olduğunuz anlamına gelir. Bahse konu “sanat”ın bir icabı olarak, gerektiğinde kıyımlar yapacak, yağmalayacak, cinayet işleyecek, işkence yapacak, tecavüz edecek, adam dövecek ve tehditler savuracaksınız. Türk ordusunun ve Türk siyasi partilerinin her zaman böyle bir mentalitesi olmuştur. Nitekim danıştay üyelerine yönelik saldırının akabinde olup bitenler, Türkler cephesinde pek bir şeyin değişmediğini gösteriyor.

    Söz konusu mentalite ne yazık ki aynı zamanda Türk “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”na karşı çıkan sözde rejim muhaliflerinin de mentalitesidir.

    Türkiye’de “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”nı demokratik ve insani bir biçimde icra etmek isteyen partiler veya parti olmaya çalışan gruplar seçmenden hiçbir destek alamıyorlar. Örneğin ÖDP kriminal olmayan bir “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” icra etmek istiyor, ne var ki ciddi bir seçmen desteği alamıyor. Cem Boyner’in partisi de böyle bir parti olmaya çalıştı, ancak seçmen ilgisizliğinden dolayı ayakta kalamadı.

    Türkiye’de yukarıda bahsi geçen kategoriye giren kudretsiz ve önemsiz demokratik rejim muhaliflerinin dışında kalan irili ufaklı tüm rejim muhalifi grup ve partiler, tıpkı mainstream Türk politik aktörleri gibi kriminal bir mentalite taşırlar. Bunlar insan hakları ve demokrasi talep ederlerken, bunu yalnızca işe yarar bir taktik olarak görüyorlar. İnsan hakları ve demokrasi talep edenler, güçleri ölçüsünde Türk devletinin işlediği her türlü suçu işlemekte herhangi bir tutarsızlık görmüyorlar.

    Mainstream Türk aktörler kendi suçlarını “devletin ve milletin bekaası” adına meşrulaştırmaya çalışıyorlar ve Türk halkının ezici çoğunluğundan tam bir destek alıyorlar. Dolayısıyla bu çerçevede Türkiye’de bir rejim bunalımı yoktur. Aksine devlet ile toplum arasında çok büyük bir uyum vardır. Aşırı milliyetci Türk toplumuna Avrupa halkları kesinlikle güvenmiyorlar. Yeni Eurobarometer sonuçları bunu gösteriyor.

    Bahse konu rejim muhalifleri ise aynı nitelikteki suçları “Kürt ulusunun kurtuluşu” veya “sosyalist devrim” adına kaçınılmaz ve meşru görürler. Soyut “ulusal kurtuluş” veya “devrim” fikri kendi başına o kadar ulvi ki, o kadar yeterli ki bu suçların işlenmesi çok önemsiz görülüyor.

    Medeni ülkelerde fikir özgürlüğü çerçevesinde konuşulan şeyler Türkiye’de her zaman insanları öldürme sebebidir. Ancak son yıllarda düşüncelerinden dolayı insan öldürenler mainstream Türk aktörler olmaktan ziyade muhalif güçlerdir. Türk devleti özgür konuşmalar yüzünden son birkaç yıldır kimseyi öldürmüyor. Ancak muhalifler düşüncelerine katılmadıkları için insanları öldürmeye ve öldürmekle tehdit etmeye tüm güçleriyle devam ediyorlar. Dolayısıyla muhalifler özgür düşüncenin daha azgın, daha konrol edilemeyen veya hesap sorulamayan düşmanıdırlar. Bu konuda Türk devletinden daha acımasız ve hukuksuzdurlar. İşin en komik tarafı, Türk devletinin gerisine düştükleri halde, herkesi faşistlikle vb. suçlayabiliyorlar.

    Dersim’in etnik-kültürel kimliğini gerçek anlamda savunabilmemiz için “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”nı kriminal bir aktivite olarak kabul eden bütün aktörlerden uzak durmamız gerekiyor. Bu mücadele tarzının başarılı olup olmayacağı konusunda kesin bir şey söylemek çok zor olsa da, Dersim kültürünün bize salık verdiği budur. Özgürlük mücadelesi kriminal kesimlerden birine boyun eğlemekle verilemez.

    Türk devleti ile Dersimliler arasındaki ideolojik, politik, kültürel ve ahlaki mesafenin çok büyük olmasından dolayı, Türk devlet ideolojine yönelik Dersim eleştirileri vakit kaybı sayılır. Bir başka deyişle, bu tür eleştiriler malumun ilamından ibaret kalıyorlar. Muhalif kriminaller ise, aramıza gelmekte ve bize istediklerini yapmakta veya söylemekte herhangi bir çekingenlik göstermiyorlar. Keza bunlar Dersim’de Türk ordusunun yanı sıra ikinci bir işgal ordusunu oluştururlar. Dersimlilerin en büyük sorunlarından birinin bu olduğunu düşünüyorum.

    Dersimliler bu kriminallere karşı çok açık bir tutum almadan gerçek bir ilerleme gösteremezler ve kendilerini atalarına affettiremezler. Bizim için ilerleme öncelikle atalarımızla barışmak anlamına geliyor. Sorunu şöyle de ifade edebiliriz: politik kriminallere şu veya bu ölçüde boyun eğenler Dersim cemaatini oluşturamazlar. Bu cemaatte ancak Dersim şahsiyeti taşıyanlar oturabilir. Bütün umudum Dersim deminden olanların bir cemaat oluşturacağı yönündedir.

    Son olarak kriminalleri hümanizme çağıran Dersimlilere şunu söylemek istiyorum: “Deli gönül feryat etme boşuna, hal bilmez kişiye yar olamazsın!” (Muhlis Akarsu)

  27. Mugalatanin en guzel orneklerinden birisi de, karsi tarafa sifatlar atfetmetir –“aktrol” filan demek gibi.

    Soyleyenin seviyesinin ve kalitesinin icler acisi halini ortmek amaci tasisa da, basarili olmaz.

    Konuya donelim:

    “Örgütlenme, ifade özgürlüğü, siyasal çalışma koşulları ‘burjuva demokrasilerinde’ zaten ekonomik ve kimi yasalarca sinsice önlenir.”

    Gorduk butun bunlari.

    ‘Orgütlenme ozgurlugu’nun sonucunda sendika/oda/birlik/baro agalarinin saltanatini yasadik: Kapisindan iceri iscinin giremedigi sendikalari, fikri dikkate bile alinmayan avukat mensuplarinin barolarini, mensuplarini yok sayip sufli siyasete merdiven edilen meslek odalarini, birliklerini..

    Basin ozgurlugu, ifade ozgurlugu filanin da halkin genelinin oncelikli dertlerine hizmet etmek degil, dar bir zumrenin vurucu gucu oldugunu yasadik, yasiyoruz.

    Herbiri, buyuk secimlerde zerre miskal agirligi olmayan ortulu-Baascilarin kendilerine yonttugu minicik kurtarilmis bolgelerinden baska bir sey olmadi.

    ‘Burjuva demokrasileri’ni de begenmiyormus beyimiz.

    Sevsinler..

    ‘Proleterya demokrasisi’ cok da matah birseydi, degil mi?

  28. Necip, necip’e ait beklentilerden yoksun… Bu adı koyanların bir hayal kırıklığı olması şaşırtıcı olmaz!

    konuya “geyikleme” dalıyor; boynuzlarına dal ekliyor… Faşistik seçim sistemine hayranlığını, şövalye güzellemeleri ile destek verirken, boynuzundan çıkma yapıyor. “proleterya
    demokrasisi” …
    Ankara’ya yolladığı bombacıları, Sur’daki tankları, hapishaneye yolladığı gazetecileriyle “demokratik” seçimler sunan burjuvazi-si-ne karşıt bir “proleterya demokrasisi” seçeneği önerildiğini zannediyor…
    Yazık; Aktrolcülük sınavını bile başaramadı; sınıfta kalıyor!

    Özerk, federal yönetimleri konuşuyoruz.. Huuuu….!
    Dersini iyi çalışmamışsın…
    ***
    AKP bir İslamik Faşizmdir. Yani en garabet, ucube, kimsesiz, öncesiz ve sonrasız; arkasından tiksinti, salt iğrenme duygusu bırakacak; bok çukurunda bitecek; hiç kimseye zerre tarihsel deneyim kazandırmayacak, acınmaya, hiç bir saygı, hayıflanma uyarmayacak bir Hitler, Stalin sentezidir. (Yazık ki, ne gaz odaları ne Sibirya’sı vardır; olmadığına Reisleri de en az necip kadar kahretmektedir..)
    **
    Bu ülkede hiç bir zaman bir Bujruva Demokrasisi bile olmadı ki.. Seni kandırmışlar! Gazozu içmemeliydin!
    Ve proleterya Demokrasisi de yine bu dünyada hiç olmadı..
    Keşke olsaydı…

  29. Bilinen şeyler belki ama.. güzel yazılmış…
    ***
    “Evet ama biz o aşiret ağalarıyla da savaşıyoruz; biz artık kendi kendimizi yönetmek istiyoruz” diyorlar. “Kendi kaderimize sahip çıkmak istiyoruz.”
    “Doğrusu da bu” diyorum “Kendi devletinizi kurmalısınız ve bizim gibi kendi devletinizin kötülükleriyle, iki yüzlükleriyle tanışmalısınız; devlet kurmanın bedelleriyle yüzleşmelisiniz”.
    “Bizimki öyle olmayacak ama” diyorlar.
    Gülümsüyorum. Gülümsüyorlar.
    Bir arabaya doluşuyoruz… Kasabalar arası devriye gezen tankların, TOMA’ların, arasından işgal altında bir ülkede gezer gibi yakınlardaki başka kasabalara gidiyoruz.
    Yüzlerce yıl önce yapılmış yapıların harabelerine uzaktan bakıyoruz.
    “Kürt ya da Türk diye bir şey yok biliyorsunuz değil mi; sadece kültürel farklılıklar bunlar… Kanımız ve tenimiz, genlerimiz aynı… Alevi, Şii falan da yok; Müslüman, Süryani… hepsi saçmalık; öğrenilmiş kültürler üzerinden sanki farklı ırklarmışız gibi asırlardır birbirimize düşüp duruyoruz.”
    “O değil de” diye fısıldıyor kulağıma içlerinden biri: “Şu vicdani ret meselesi önemli… Aslında ben de senin gibi düşünüyorum. Ama biz bunları konuşamayız burada. İhanet sayılır…”
    ****
    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/474553/Bir_zamanlar_Guneydogu_da….html

  30. özgürlükçü

    17 beyaz yaLAkalar ın sitede çok ilginç yeni ve yerinde tesbitleri ilgimi çekti hatta izin almadan kapitalizmi öksürmek metaforunu konuşmalarımda kullandım.
    Bir sorum olacak arkadaşlara kapitalizmi içinde hizmetinde bulunup(hemen hepimizin içinde olduğunu unutmadan) daha yakından incelediklerinden kalkıp galiba bizim gibi kendini anti-kapitalist sanıp mücadele ettiğini sanıp yaptıkları ile kapitalizmin ömrünü uzatmaya hizmet ettiğimizi bilmeyen geleneksel klasik solculardan çok bu egemen sistemin alternatifini yine kendi içinden çıkıp giderek başkalaşıp alternatifi haline gelecek yeni üretim ilişkilerinin çoook uzun soluklu deney ve pratiklerle olabileceği öğretilmiş Leninist devrim teorilerinin pratiğinin mümkün olmayacağı devrimle ele geçirilen devlet iktidar eliyle yukardan aşağıya kapitalizmin alternatifi yeni bir üretim ilişkisinin inşasının mümkün olmayacağı görüşüyle alternatifin marsizm-anarşizm karışımı Mouray Bookchin İN TOPLUMSAL EKOLOJİK KÖMÜNALİZMİ nin geleceğin alternatif yeni üretim ilişkisi olabileceği görüşleri hakkındaki düşünceniz nedir??????

  31. 25 O.Gürsel
    Bugünkü İslamcı faşizmin AKP’nin eseri olduğunu söylemek [bir süre önce başka bir yorumda kullandığınız ifadeyle] aysbergin görünen yüzüne bakmaktır.
    Bunun kökü derinlerde. Homojen bir ulus-devlet kurma sürecinde ülkeyi gayrimüslimlerden temizleyerek (Aleviler, solcular gibi seküler toplum kesimlerini de ezerek) meydanı bunlara bırakan İttihatçı ve Kemalistlerde.
    S. Nişanyan güzel ifade etmiş;

    Bunlar geçmişin hikayeleri değil, bugünün Türkiye’sini şekillendiren olaylardır. Bugünkü Tayyip Erdoğan faciasının kökenleri ta bu anlattığım olaylara dayanır.

    1839’dan 1913’e dek kör topal da olsa modernleşmeye, vatandaşlık hukukunu oluşturmaya çalışan bir toplum, 1913-1923 yıllarının olayları sonucunda “yüzde doksandokuz virgül dokuzu Müslüman olmakla övünen” bir toplum haline geldi. Bir toplumun %99,9’u Müslüman olunca, eninde ya da sonunda biri çıkar, “e bari Müslümanlığın gereğini yapalım o zaman” diye akıl yürütür. Verecek cevap bulamazsın.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/11/milli-mucadele-neyin-mucadelesi-3.html

  32. SAYIN (ÖZGÜRLÜKÇÜ) 27'YE

    Sayın “özgürlükçü” 27,

    Uyarı işaretleri göndermekten parmaklarımız kopmak üzere olsa da; yılmayacağız, usanmayacağız, sayın “ogürsel” ve onun gibi “kapitalizmi öksürmeyi unutmuşlar”a, içinde debelendikleri tuzakları ifşa etmeye devam edeceğiz!

    Öncelikle,

    Bizlerle, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larla sadece bu sayfada mı tanıştınız; bilmiyoruz sayın “özgürlükçü”.

    (Not: Kapitalizm renk renk kategorileştirerek sömürmeyi ve katletmeyi çok sever:

    Turuncu Yaka ↔ Turuncu Ya-LA-ka
    Kırmızı Yaka ↔ Kırmızı Ya-LA-ka
    Siyah Yaka ↔ Siyah Ya-LA-ka
    Sarı Yaka ↔ Sarı Ya-LA-ka
    Pembe Yaka ↔ Pembe Ya-LA-ka
    Mor Yaka ↔ Mor Ya-LA-ka
    Yeşil Yaka ↔ Yeşil Ya-LA-ka
    Mavi Yaka ↔ Mavi Ya-LA-ka
    Beyaz Yaka ↔ Beyaz Ya-LA-ka

    renkleri çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…)

    28 Mayıs 2015’te “Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!” ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) başlıklı metnin altında yazdığımız referans bilgileri okursanız; Murray Bookchin’in kendisinden daha çok “lifestyle anarchism” tespiti ile ilgili görüşlerimizin neler olduğunu da gayet iyi gözlemleyebilirsiniz.

    Bu metinleri okurken “pipsqueak” mahlası ile yazan muazzam bir kişi ile tanışacaksınız. Sayın “pipsqueak”in ifade ettiklerinin, bizlerin, yani “Beyaz Ya-LA-ka”ların yazdıklarından katbekat mühim olduğunu bilmenizi, onun metinlerine daha dikkatle eğilmenizi öneririz!

    Sorunuza gelince:

    […marsizm-anarşizm karışımı Mouray Bookchin İN TOPLUMSAL EKOLOJİK KÖMÜNALİZMİ nin geleceğin alternatif yeni üretim ilişkisi olabileceği görüşleri hakkındaki düşünceniz nedir??????]

    Sunduğumuz çözüm önerileri arasında “Marxist” tohumlar çok olmakla beraber; “19. yüzyıl Marxismi” ile uzaktan yakından ilgimiz olmadığını bilmenizi isteriz!

    En sade ifadeyle bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar kendimizi “anarchists without adjectives” olarak tanıtıyoruz.

    Bookchin’den istifade ettiğimiz yüzlerce saptama, işaret, tez var. Bütün bunları da kapsayacak şekilde; şu metni okumanızı ve metnin hemen altında yazdığımız linkleri tıklayarak referans videoları izlemenizi, ve videolar altındaki referans kitaplara yönelmenizi öneriyoruz:

    ‘SAĞMAL İNEK!’ OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!

    ‘(TZM) The Zeitgeist Movement’ isimli oluşumun kurucusu ve ‘Zeitgeist’ belgesel dizisinin yapımcısı ‘Peter Joseph’ tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === İtiraz ve soru ===

    Birçok insan ‘(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme’nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; ‘inovasyon ~ yenilik’ dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle ‘elektronik ürünler’ üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir ‘teşvik sistemi’ var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok ‘para akışı’ var!

    Eğer böyle bir ‘teşvik sistemi’, ‘yüksek kazanç kapısı’ denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle ‘plânlı eskime/eskitme’ modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda ‘çevre problemleri’ ve ‘kıtlık’ başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; ‘eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.’ sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; ‘bir aslan tarafından kovalanıyor olmak’ tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; ‘iyidir’ denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla ‘zarar verici’) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, ‘insan’ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez ‘fiziğin değişmez bir yasası’ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, ‘ekonomik verimliliğin arttırılması!’ uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; ‘plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!’ şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; ‘piyasa ekonomisinin varlığını’ ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse ‘akladıklarını’, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; ‘açlığın’ ve ‘sınıflar arasındaki dengesizliğin’ başladığı yerdir!

    ‘Teknolojik ilerleme ve verimlilik’ üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    ‘Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…’,

    ‘Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…’,

    ‘Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!’

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve ‘yeşil doğa devrimi’nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak ‘kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!’ bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de ‘yeşil doğa devrimi’ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    ‘Plânlı eskime/eskitme’ modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği ‘ilerlemek’ olgusunu, sadece ve sadece; ‘paranın kullanımı döngüsü’ içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    ‘Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)’ dediğimiz nesne ise ‘daha fazla para kazanmak!’ ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi ‘inovasyon!’ mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda ‘inovasyon’un; ‘plânlı eskime/eskitme’ modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; ‘enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar’ halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer ‘medya dünyası!’nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu ‘amansız tüketim kültürü!’nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; ‘medya!’ da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların ‘sürekli kâr!’ odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları ‘sağmal inek!’ düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, ‘zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!’, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz ‘The Zeitgeist Movement’ın önerdiği ‘(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi’, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: ‘Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.’

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin ‘tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf’ tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; ‘Sovyet Kapitalizmi!’ ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür ‘miras devri!’ yoktur!

    ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi ‘sol’ sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir ‘siyasi’ ve/veya ‘iktisadi’ ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece ‘Sovyet Kapitalizmi!’ değil; ondan daha tehlikeli olan ‘Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!’ başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya ‘görmezlikten gelmiş!’,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse ‘vazgeçmiştir!’

    Gerçek bir ekonomi; ‘insanların ihtiyaçları’ ve ‘toplumların refahının’ dengede olmasına dikkat ederek, ‘üretim↔tüketim döngüsü’nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını ‘her zaman açık ve şeffaf’ tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız ‘kapitalist piyasa ekonomisi!’ adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, ‘Matrix’ filminde bir karakter olan ‘Morpheus’un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    === REFERANS VİDEOLAR ===

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Sizin için Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    === REFERANS KİTAPLAR ===

    [1]
    Kitap: “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1dX0lOW )

    [2]
    Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1CkYv08 )

    [3]
    Kitap: “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1LmQPD2 )

    [4]
    Kitap: “Borç: İlk 5000 Yıl”
    Yazan: David Graeber
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1GEmdqy )

    [5]
    Kitap: “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar: Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1LrQ7Bh )

    [6]
    Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü”
    Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1SApX3z )

    [7]
    Kitap: “İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    Yazan: Neal Curtis
    Çeviren: Mehmet Ratip
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1Ms7fKF )

    [8]
    Kitap: “Oblomov”
    Yazan: İvan Gonçarov
    Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu & Erol Güney
    Yayınevi: İş Bankası Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1Swyhnm )

    [9]
    Kitap: “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti”
    Yazanlar: Jean M. Twenge & W. Keith Campbell
    Çeviren: Özlem Yüksel
    Yayınevi: Kaknüs Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1G7FIx8 )

  33. marxist argüman

    28 nolu yorumuna cevap:

    -1839-1913 dönemini “modernlesme, vatandaslik hukukunu olusturma” seklinde “pozitif” görüp, 1913-1923 dönemini de buna karsilik “negatif” degerlendirmek sacmaligin daniskasi. “nisanyan” gibi kapitalist ekonomiden haberi olmayan insanlar böylesi tarihi bilgilerle güya günümüzü aciklamaya calisiyorlar. avrupa devletlerinin sömürgecilik ve kapitalist sömürü ile sermaye birikimi sonucu siyasi-askeri-ekonomik olarak güclenip hem karada hem denizlerde osmanli imparatorluguna karsi üstünlük kurmalari, diger yandan kapitalist ekonomi ile birlikte ortaya cikan ulusalcilik-milliyetcilik akiminin sonucu iyice zayiflayip catirdayan osmanli imparatorlugunu kurtarmak icin, osmanli devlet yöneticileri kendi istekleri ile yada avrupanin dayatmasi ile birtakim reformlara girismislerdir.
    -osmanlicilik ve ümmet ideolojisi ile imparatorlugu-devleti kurtaramayacagini anlayan jöntürkler turancilik-türkcülük ideolojisine gecis yapmislardir. nisanya’nin pozitif olarak degerlendirdigi “modernlesme-reform-inkilap” hareketlerinin en alasini kemalistler yapmadilar mi? tanzimat döneminin modernlesmesi “iyi” oluyorda kemalistlerin neden “kötü”? jöntürkler ilk etapta gayri müslimleri katletmislerdir, dogru. peki kemalistlerin katlettikleri sunni-safi kürtleri nasil aciklamak lazim? ayrica kemalistler toplumu müslümanlastirip bununla övünmemislerdir, türklestirip bununla övünmüslerdir.
    -AKP’nin politikalarini anlamakta zorlananlara yardimci olmaya calisayim:
    globallesme denilen olgu neticesinde para rejimine dayanan serbest piyasa ekonomisi yani kapitalizm bütün dünyaya hakim olmus durumda. T.C. devletinde serbest piyasa ekonomisi prensiplerine göre üretim yapilmakta. günümüz kapitalist devletleri arasinda ki rekabet, kapitalist ekonominin rekabet prensibine dayanir. istisnasiz her devlet ve isveren kesimi (burjuvazi) becerebilirse önce bölgesel bir güc olmayi hedefler, bunu basarirsa global player (emperyalist devlet olma mertebesi) olma hedefini önüne koyar. AKP’nin suriye politikasi, T.C.’nin bölgesel güc olma cabalarindan baska birsey degildir. saddam’in ABD’den izin-onay almadan kuveyt’i isgali de bir devlet adaminin yönettigi devleti bölgesel bir güc haline getirme tesebbüsüne diger bir örnekti. yine suudi arabistan’in diger devletlerle beraber yemen’i bombalamasi buna güncel bir örnektir.
    -AKP’nin ic politikasina gelince. bir devletin siyasetini kapitalist ekonomiden ve sözkonusu bu devletin devlet programindan soyutlayip tartisanlar siyaseti kisisellestiriyorlar. tayyip erdogan baskanlik sistemini neden gerekli buldugunu acikca söylüyor: T.C.’yi ekonomik, siyasi ve askeri olarak daha hizli bir sekilde güclendirmek. kendilerini vatandasi olduklari devlet ile özdestiren devlet idealistleri, irkci türk fasistlerinden tutalim, ogürsel gibi yurtsever-ülkeseverlere kadar, bu insanlarin hicbiri kapitalist sömürü iliskelerine karsi degiller, tayyip’in T.C.’yi bölgesel bir güc yapmasina da karsi degiller, insanlarin devleti-milleti-vatani-ülkesi icin bedel ödemesine, gerekirse ölmesine de karsi degiller. peki gece gündüz tayyip erdogan’i elestirenlerin derdi nedir:
    bu insanlar AKP’nin bu politika ile T.C.’yi-devleti güclendirebilecegine inanmiyorlar. AKP’nin suriye politikasi basarili olsaydi ogürsel gibi insanlar AKP’yi elestirecek birsey bulamazlardi, belki de alkislayacaklardi. birde AKP ile kemalistlerin farkli toplum modellerine sahip olmalarindan kaynaklanan celiskiler var. yani “acaba laik bir toplum mu olsak yoksa müslüman-muhafazakar bir toplum mu?” dikkat edilirse ne kemalistlerin ne de islamcilarin kapitalist sömürü iliskileri ile sorunlari yok. T.C.’nin devlet olarak varligi, bekaasi konusunda da bu iki rakip fraksiyon hemfikirler. peki sorun nedir: devletimiz icin acaba hangi sosyal-ekonomik politikalar daha faydalidir? tabii birde calisanlarin sirtindan biriktirilen maddi zenginlikten hangi devlet kligi, ne kadar pay alacak.

  34. “Özerk, federal yönetimleri konuşuyoruz..”

    Onu konusuyorsaniz, bos konusuyorsunuz.

    Biz, bu topraklar, enva-i cesidini denedik.

    Bizans’in cokusune yakin, Malazgirt donemlerinde Anadolu ‘ozerk’ yonetimlerle doluydu. Irili ufakli duzinelerce ‘sehir devleti’.

    Varolus sebepleri de, esasen, Bizans Devletinin curumuslugu.. Topladigi vergi karsiliginda en temel seyi –asayisi saglamagi– bile beceremeyisi; giderek daha fahis oranlarda vergi toplamak isteyisi..

    Buna karsilik, sehirlerin hem bu fahis vergilere baskaldirmasi, hem de kendi asayislerini saglamak icin, Bizans bayragi altinda gorunseler de, kendi ‘ozerklik’lerini ilan etmeleri..

    Bir capulcular/soygunclar surusune donmus Bizans ordusunu artik ne sehre ne de yakinina yaklastirmalari.. sonucta da, siyasi acindan degilse bile, fiili bagimsizlik.

    Bu, curumus merkezi devletin yol actigi, dogal bir sonuctur.

    Ama, bu ‘ozerk’ yonetim tecrubesi sadece o doneme ait de degil.

    Bizans’tan sonra gelen Selcuklularin cokmesi/dagilmasi sonrasinda ortaya cikan ‘Beylikler Donemi’ de bir baska tecrubedir.

    Ardindan, daha kisa surse de, Fetret Devri bir baska deneydir.

    Fakat, butun bu deneylerin sonucunda gordugumuz, ahalinin –ilk firsatta– merkezi bir yonetimi tercih ettigidir:

    Bunu, fethedilip merkeze baglanan sehir devletlerinin ya da beyliklerin ahalisinin bu yeni duruma isyan etMEyisinden (bilakis, destek olmuslardir) kolayca anlayabiliriz.

    Kisacasi, bu topraklarda yasanmamis bir macera degil sizin yaveleriniz.

    Temel fark, ders almamissiniz –o dersi hic gormemissiniz belki de.

    Ozerkligi gerektirecek seylerin basinda ekonomik curume gelir. O da, guvenlik ve asayisi saglayacak birimlerin curumesine yol acar.

    Yani, mali yapiniz berbatsa, ordunuz ve polisiniz bogazina kadar curumeye batmissa, o zaman, sehirlere/eyaletlere ozerklik (hatta bagimsizlik) vermek sart/mecbur/mukadder hale gelir.

    Ben, bugun, bu saydigim kriterlerde ciddiye alinacak bir zaaf goremiyorum –hatta, iddia edilebilir ki, Bizans/Selcuklu/Osmanli zincirinin tamamina kiyasla, bunlarin herbiri (ekonomi, saglik, egitim, maliye, ordu, polis vb) cok daha iyi durumda.

    Hal bu iken, ozerkligi konusmak icin hangi sebep var sorusunu sordugumda, aklima gelen tek anlamli cevap “safralardan kurtulmak” oluyor.

    Yani, vergi geliri acisindan yerlerde surunen, asayis ve diger guvenlik masraflari bakimindan da hayli yuksek maliyeti olan bolgelerden –tedricen– kurtulmak.

    Bu, (“muhataplarimizin mutlulugununu istiyoruz” ayaklariyla ambalajlandigi icin) cok ‘sinsi’ ve (maddi/mali karlilik acisindan) cok da ‘hesapci’ bir yaklasim olsa da, benim baktigim yerden, ne orta vadede ne de uzun vadede her iki amaca da hizmet etmez.

    Etrmeyecek de.

    Tersine, geri donulmesi zor adimlari takip eden ilk gunlerden itibaren, turlu cesitli pismanliklar yasanacak.

    Yani, sonunun husran olacagi asikar olan bir maceraya atilmis olacagiz.

    Peki de, niye?

    Kim istiyor bunu?

    HDP’nin 80 MV cikardigi secim bolgelerindeki ahali mi?

    Daha Iller Bankasindan aldiklari fonlari (kasit ya da beceriksizlikten) hizmete donusturememis bir kadro mu –ozerk olduklari andan itibaren– saha kaldiracak buralardaki insanlarin refah seviyesini?

    Ozerklikten ne anladiklarini da gorduk aslinda: Kendi insanini insan bile saymayan, sarf malzemesinden daha degersiz goren, ideolojik saplantilarina batmis bir acayip yapi..

    Bu mu insanlarin daha mutlu olmasini saglayacak?

    Hic akla yakin degil.

    Peki, baska kim istiyor olabilir?

    Aklima, Bati sahillerinde birkac secim bolgesine sikismis kalmis olan, tuzu kurular –‘hayat tarzi’ fetisistleri– geliyor. Hayalleri ile yanip tutustuklari AB’ye, ‘Kurt cografyasi’yla beraber kabul edilmeyecegimizi biliyorlar.

    Baktiklari yerden, ‘hayat tarzi’ bakimindan son derede ‘yanlis’ insanlarin yasadigi, asayis ve ekonomik acidan da hayli masrafli bir bolgeden bahsediyoruz.

    Dahasi, bir isgal veya saldiri ihtimaline karsilik, yaklasik bir gunluk bir gunluk bir tampon bolge olmak amaciyla vaktiyle lazim olan –fakat, artik, SSCB mevcut olmadigi icin ve artik hava savunma yetenekleri sayesinde cok da gerekli olmaktan cikan– bu bolgeyi yuk/kulfet goruyorlar.

    O yuzden, bu ‘safra’dan kurtulmak istiyorlar.

    Bunu da, “vatan-millet-nebevvete; Kurt Memet gider nobete” taktikleri ile, sanki Kurtler icin daha iyi bir cozummus gibi, pazarliyorlar.

    Itiraf etmeliyim ki, eli kalem tutan, agzi laf yapan, cok sayida mensuplari var ve propogandayi da daha iyi biliyorlar.

    Bu sayede, onerdikleri cozum –detaylara bakmak icin vakti olmayanlar icin– cazip gorunuyor.

    Ben o propogandalara kananlardan degilim.

    [Bu benim AKP’li oldugumdan kaynaklanmiyor –AKP daha dunku cocuk, cunku. Olsam da size ne; o ayri.]

    Yine de, siz –tabii ki– ‘ozerklik’ yavelerinize devam edebilirsiniz.

    Iceriginde deger bulamasam da, o ozgurlugunuze saygim var.

  35. Olguları bağlamında göremeyen, indirgemeci akıl için Necip iyi bir örnek oluşturuyor. Ortaçağın fetih yağma düzenine ait tarım toplumlarının “imparatorluk” kurduran geri üretim biçimleri ile günümüz “yerel-federal yönetim” sistemini aynı beyinde harmanlayabiliyor.
    Bir köprü, bir su yolu için on binlerce insanı seferber etmek zorunda olan; komşu imparatorluklara karşı yine merkezî bir imparatorlukla kendini koruyabilecek dünya ile günümüz ileri teknoloji toplumları aynı bakış açısı ile ele alınıyor.
    Bildiği yanıldığına yetmezken kendinden ne memnun.
    Amerika’da demokrasi kitabını öneririm. Ya da bu konuda yazdığım yazılarda alıntıları okuyabilir.
    *
    1848’de gezinen Komünizm Hayaleti, 70 yıl sonra, 1917 de Rusya’da canlandı! Bir “hortlak” olarak uzun süre yaşayamadı ama Toplumsal Projelerin, bugünden yarına gerçekleşemeyeceğine örnek olarak gösterilebilir. Federal T.C. meselesi de kuşkusuz Merkezî İktidarın ülkeyi mahvetmesinden sonra bir seçenek olarak gündeme gelecek.. Aynı Rusya’nın 1. Dünya savaşı sonrası koşulları gibi.
    *
    Necip gibi kasaba muhafazakarları özgürlük, tahakkümden uzaklaşmış insan hayatını umursamaz. Ortaçağ zorbalarının masalları ile işgâl edilmiş bir zihin, 19. yy öncesi ile sonrası arasındaki kopmayı algılayamaz. Bu “salak” zihin ülkeyi mahveder ama hâla utanmadan başkalarını suçlar. Sömürü ve tahakküm dininin de onayladığı ebedî düzen değişmez…
    Merkezî iktidarın tek bir artısı var; dış “tehlikelere” karşı güçlüdür! Bu olguyu bilerek kurgulanacak bir “yerel özerk” sistem mümkündür.
    **
    “Bilimsel zihin” taşıyan bir ortak “üst akıl”, hayata deneysel yaklaşmayı becerir. Kasabanın dünyasına mahkûm insan her deneyden korkar.. “icat çıkarma şimdi!”
    Örneğin İzmir ve Antalya; Erzurum ve Van.. 4 ilde 10 yıl özerk-federal yönetim deneyi … Ama biliyoruz; mümkün değil; Necip gibi o kadar çok adam var ki… Neyse; hayat her salaklığın cezasını er ya da geç veriyor; ne acı ki, “babaların günahını” evlatların ödediği bir kurgu içinde..

  36. 30 marxist argüman’a cevap

    “modernlesme-reform-inkilap” hareketlerinin en alasini yapan, daha doğrusu bunun temellerini Kemalistlerden çok önce atan Osmanlı reformudur. Aksini savunmak ya cehaletten kaynaklanır ya da Kemalizmi savunmaktan.
    Nişanyan o yazısının sonunda “İtiraz da edecekseniz önce Yanlış Cumhuriyet’i okuyun, ondan sonra konuşalım.” demiş. Kitabın linkini aşağıya atıyorum. Şu bölümler bu konuya değiniyor;

    18 – Türkiye’nin bazı açılardan diğer İslam ülkelerinden ileri oluşu, Atatürk devrimlerinin eseri midir?
    31 – Türkiye’nin Batılılaşması, Atatürk devrimlerinin eseri midir?
    33 – Tek Parti Cumhuriyeti, Batılılaşmayı hedeflemiş midir?
    35 – Jön Türk ve Cumhuriyet kadroları, son dönem Osmanlı elitinden daha “Batılı” bir zümre miydi?

    Şu bölüm de sizin gibi radikal solcuların “sömürü”ye ve Batı medeniyetine (sizin deyiminizle kapitalizme) bakış açısını eleştiriyor;

    30 – Batı uygarlığı, tek dişi kalmış bir canavar mıdır?

    file:///C:/Users/user/Downloads/Yanlis%20Cumhuriyet%20-%20Sevan%20Nisanyan%20(6).pdf

  37. http://www.nasname.com/a/tek-secenek-bagimsiz-kurdistan

    Bu yazıya yapılan şu yorum da güzel;

    Bağımsızlık ilan edilse bile güçsüz bir devlet uzun süre ayakta kalamaz. Güney Kürdistan Türkiye’ye bağlı kalacaktır. Dünyaya açılan kapısı Türkiye’dir. Temelde petrole dayalı bir devlet uzun süre bağımsız kalamaz, güçlü bir devlet olamaz. Irak ve diğer Körfez ülkelerinin durumu belli, hiçbiri gerçek devlet değildir. Bu yüzden Kürtler devlet olmadan önce ve sonra yapısal değişikliğe gitmelidir. Bilgi üreten bir topluma dönüşmelidir. Bir sanayi devleti olmalıdır. Elindeki petrol gelirini de buna yönlendirmelidir. Yoksa diğer Arap devletleri gibi olur. Kürtler bağımsız, güçlü bir devlet olmak istiyorlarsa bunu hak etmeliler. Çalışkan olmalılar, eğitim seviyelerini artırmalılar, gençlerin çoğu üniversite mezunu olmalı. Dubai değil, Almanya örnek alınmalı. Toplumsal bilinç artırılmalı. Dünyadaki Kürtlerin bu konuda birbirine yardımcı olmaları gerekiyor. Kürtler ortak hareket etmesini bilmelidir. PKK Kürt gençlerini leninist bir ideolojiye kurban etmektedir. Rusya bile bıraktı bu ideolojiyi. Kürt örgütleri böyle aşırı ve radikal ideolojilerden uzak durmalıdır. Barzani’nin duruşu güzel bir duruştur. Hem dini radikalizm hem de komünizm gibi uç noktalara uzak ama Kürtlerin inanç ve toplum yapısına uygundur. Bu yüzden dünyada kabul görüyor. Ama halkın eğitilmesi, toplumun sanayileşmesi ve toplumsal bir gayretin tetiklenmesi gerek. Yöneticilere bu konuda çok görev düşüyor.

  38. Necip’in özerklik konusunda verdiği geçmiş örneklere 18.yy sonu-19. yy başında Anadolu ve Rumeli’deki âyanları da eklemeli.

  39. “Olguları bağlamında göremeyen, indirgemeci akıl için Necip iyi bir örnek oluşturuyor.”

    Guldurdunuz beni. Cok yasayin, emi.

    “Olguları bağlamında” gormek baglaminda (!) sunu soyleyeyim:

    Murekkep yalamisliklariyla dogru orantili bir artisla, aydin namzetlerimizde/musvettelerimizde, kendisiyle gelin guvey olmak ve hamhayal utopyalarin mumkun oldugunu sanmak illeti gorulur.

    Mumkun sanmak hadi neyse de, muhtemel sanmalari yok mu.. Yahu, “bunlar ne cekiyorlar” demek zorunda birakiyor bizi.

    “Ortaçağın fetih yağma düzenine ait tarım toplumlarının ‘imparatorluk’ kurduran geri üretim biçimleri ile günümüz “yerel-federal yönetim” sistemini aynı beyinde harmanlayabiliyor.”

    Ben baska tarafa bakarken, ansizin, bir evrim filan mi gecirdik –oyle mi saniyorsunuz?

    Insan dogasi, devir ne olursa olsun, zannettiginiz kadar farkli degil.

    Hala daha, bugun bile, eger tehdit dengesi izin veriyorsa, katliamlar (katl-i am = toplu/toptan cinayet) –tarihte gorulmemis olceklerde– olabiliyorsa, mesela Irak’ta bir isgal sonucunda bir-iki milyon insan oldurulebiliyorsa, kimse engel olamiyorsa, olmak da istemiyorsa, bana insan dogasi baglaminda “devir degisti” masalini anlatsaniz bile dinletemesiniz.

    “Amerika’da demokrasi kitabını öneririm.”

    ABD’de kisa sayilmayacak bir donem yasadigim icin, kitabini okumaga cok da ihtiyac hissedecegimi dusunmuyorum. Ama, siz, ‘haricten gazel’ makamindan bize istediginiz kitabi okuyabilirsiniz tabii ki.

    “Ya da bu konuda yazdığım yazılarda alıntıları okuyabilir.”

    Vay canina, demek ki, kendini bir uzman/otorite sayan/sanan birisi ile muhatabiz…

    Bunun ilk belirtileri ne zaman ortaya cikti?

    Kim(ler)e gorundunuz?

    Allah sifa versin.

    “Bu olguyu bilerek kurgulanacak bir ‘yerel özerk’ sistem mümkündür.”

    Teoride/kurguda hersey mumkundur de, pratikte/realitede muhtemel midir?

    Bunun uzerinde hic kafa yormadiginiz belli.

    “‘Bilimsel zihin’ taşıyan bir ortak ‘üst akıl’, hayata deneysel yaklaşmayı becerir.”

    Kendi hayatinizla istediginiz deneyi yapabilirsiniz; ama, kalkisamak istediginiz deney eger sizden baskalarinin hayatini da ilgilendiriyorsa, orada dur(durul)ursunuz.

    “Kasabanın dünyasına mahkûm insan her deneyden korkar.. ‘icat çıkarma şimdi!'”

    Kimsenin icat cikarmasina karsi degilim –isteyen istedigin kadar cikarsin.

    Ama, uygulama noktasina geldiginde, bu tatlisu mucitlerine ‘sacmalama!’ demek hakkimi sakli tutarim –hele de buyuk olcekli sosyal/siyasi deneyler sozkonusu ise.

    “Ama biliyoruz; mümkün değil”

    Eh, akliniz basiniza geliyor –cok yavas da olsa.

    “Neyse; hayat her salaklığın cezasını er ya da geç veriyor; ne acı ki, ‘babaların günahını’ evlatların ödediği bir kurgu içinde..”

    Dogru: Cemil Meric de “Tazminat aydinlari, taptiklari tanrilarina, evlatlarini kurban verdiler” der.

    O evlatlar da, “hurriyet, musavat, uhuvvet” yaveleriyle, once ozerklikler verdiler sonra da o ozerklik verdikleri ile savasa-savasa hem kendilerinin hem de hamhayallerinin pesinde surukledikleri (kandirdiklari) baskalarinin acikli sonlarini getirdiler..

    Ben, sizde de o nefesi/hevesi duyar gibiyim.

    Neo-JonTurk musunuz?

  40. Necip, okuduklarını anlayamadığın belliydi…
    bak ne yazmışım..
    ““Ya da bu konuda yazdığım yazılarda alıntıları okuyabilir.”
    ve senin cümlen.
    “Vay canina, demek ki, kendini bir uzman/otorite sayan/sanan birisi ile muhatabiz”
    O kitabı okumaya zamanın yoksa.. “ALINTILARI OKUYABİLİRSİN..”
    Tartışmada bu desteksiz aşağılama cümleleri kuranlar insanî açıdan ağır lafları da hakeder.. ama ..kalsın..
    *
    Belliydi zaten son iki yüzyıla dair Doğu’lu, Neolitik dönem zihnini koruduğun.. Anlamadığın bağlantıları, göremediğin ilişkileri yok sanıyorsun..
    zararı yok.. senden çok adam var, biri daha olsun…
    *
    O kitabın Amerika ile çok ilgisi yok.. Merkezi İktidar ile Federal sistemleri karşılaştırıyor.
    Ama sen bu tür şeyleri zaten biliyorsun.. Kimilerine yapacak bir şey yoktur… Sağlıcakla kal.. ve Sen öyle bil…

  41. Konu yine ilerlemeden açıldığı için bununla ilgili bir blog yazısının altındaki şu yorumu paylaşmak isterim;

    In paleolithic times, every member of the tribe was important to the survival of the whole. In tribal societies, even “deviant” behavior was accepted as a special gift to the society.

    It’s only in the post-“enlightenment” period that we’ve emphasized individual accomplishment, and primarily in the United States in modern times that we’ve made a secular religion out of individualism, materialism, wealth and celebrity status.

  42. marxist argüman

    “beyaz yalakalara” soru:

    ‘The Zeitgeist Movement’ özel mülkiyet, üretim araclarinin (sermaye-kapital, arsa-toprak, büro-fabrika vs.) zengin bir zümrenin elinde bulunmasi, özel-sahsi mülkiyete dayanan ve parasal rakamlarla ifade edilen sözkonusu bu kapitalist zenginligin koruyucusu ve ortagi devlet hakkinda ne düsünüyor?

  43. Seyfi Cengiz’in yukarıda paylaştığım yazısında [Prof. ünvanlı “Marksist”ler tarafından bile Rojava’da bölgeye ve dünyaya, “ABD başta olmak üzere dünyadaki tüm gerici güçleri” ürküten, “farklı, özgün, orijinal, demokratik, alternatif bir model” ortaya konduğunun ileri sürülmüş olması, bu perspektifsizliğin çok somut bir kanıtıdır.] derken kastettiği Fikret Başkaya anlaşılan;
    http://ozguruniversite.org/2016/01/29/kurtlerin-cenevrede-engellenmesi-sadece-turkiyenin-isi-degil-fikret-baskaya/

  44. Sayın (marxist argüman) 39'a

    Sayın “marxist argüman” 39,

    “Tarih öğretmenliği” kalıbına dönüşmeden sorunuzu cevaplayalım:

    Ben New York’da büyüyen genç bir delikanlı iken “bayrağa bağlılık yemini” etmeyi reddettim. Tabii ki okul müdürünün odasına gönderildim! Müdür bana; “neden bağlılık yemini etmek istemiyorsun?” diye sordu. “Herkes ediyor, sen de yemin etmelisin!” dedi.

    Cevap verdim:
    “Bir zamanlar herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu! Ama herkesin yanlış şeye inanması; dünyayı düz yapmıyor!”

    Ve devam ettim:
    “Bugün Amerika Birleşik Devletleri sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere, diğer milletlere borçlu. Ve ben bağlılık yeminini ‘dünyaya’, üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim!”

    Söylememe gerek yok herhâlde; bu olayın üzerinden çok geçmeden okulu tamamen bıraktım. Ve yatak odamda bir laboratuvar kurdum…

    Orada “bilim”i ve “doğa”yı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki; evren yasalarla yönetiliyor. Ve insanoğlu, toplumla birlikte, bu yasalardan bağımsız değil.

    Bütün bunları keşfederken, şimdilerde “Büyük Buhran (The Great Depression)” olarak adlandırdığımız “1929 krizi” geldi çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!

    Kaynaklar değişmemişti! İşte o zaman farkettim ki; “ekonomi oyunu”nun kuralları yapısı gereği hükümsüzdü!

    Kısa bir süre sonra; bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için sıraya girdiği “II. Dünya Savaşı” başladı!

    Bir hesap yaptım; bütün bu yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm insanî ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi!

    O zamandan beri; insanoğlunun kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum! Son derece değerli ve sınırlı kaynakların “kâr etmek amaçlı!” ve “serbest piyasa!” adına sürekli olarak yok edilmesini acı içinde gözlemledim!

    Toplumun, toplumsal değerlerin;
    Materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık, sahtelik seviyesine düşürüldüğünü izledim!

    Parayla ifade edilen güçlerin; “sözde özgür!” toplumların politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum!

    Şimdi 94 yaşındayım!

    Ve korkarım ki düşünce yapım; 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı!

    Bir kez daha uyarıyorum:

    Bu saçmalık artık sona ermeli!

    (15 Ocak 2011)

    [Jacque Fresco
    Endüstriyel tasarımcı, mucit, yazar ve aktivist]

    ( https://www.youtube.com/watch?v=eMVjmxf642M )

    ********************

    Yukarıda okuduğunuz girizgâhtı.

    Detaylı cevapları öğrenmek için şu kaynaklara yönelmenizi öneriyoruz:

    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns…We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”ı dikkatle incelemenizi öneriyoruz:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

  45. Silahlı Ayaklanma, Silahlı İsyan ve Barikat Savaşı

    Silahlı ayaklanma, iktidar güçlerinin ve askeri birliklerin belli bir merkezde toplandığı koşullarda ya da yerlerde iktidarı ele geçirmenin bir yolu ve yöntemidir. Silahlı isyan ise, iktidarı ele geçirme amacından daha çok, mevcut duruma karşı gösterilen en üst düzeyde bir tepki biçimidir.
    İnsanlık tarihinde, baskı ve zulmün olduğu her yerde ve her dönemde, siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedeflemese de, pek çok silahlı ayaklanmalar ve isyanlar ortaya çıkmıştır.
    Proletarya tarih sahnesine çıktığı ilk andan (1848) itibaren dünyanın değişik yerlerinde, değişik zamanlarda silahlı ayaklanmaya başvurmuştur.
    Yalın proleter nitelikte ilk silahlı ayaklanma Haziran 1848’de gerçekleşti. Bu ayaklanma, 22 Şubat 1848’de Paris’te başlayan ve Mart ayında Viyana, Prag ve Berlin’e yayılan “Şubat devrimi”nin bir devamı niteliğinde olmakla birlikte, yalın biçimde proleter damgasını taşıyordu.

    “25 Şubat 1848 Fransa’ya cumhuriyeti getirdi, 25 Haziran ise, ona devrimi zorla kabul ettirdi. Ve, Şubattan önce, devrim, devlet biçiminin yıkılması anlamına geldiği halde, Hazirandan sonra devrim, burjuva toplumun altüst olması, yıkılması demeye geliyordu.”[1*]

    Marks’ın “devrim yılları” dediği 1848-1849 yıllarında ortaya çıkan silahlı ayaklanmalar zafere ulaşamamış da olsa, içerdiği tüm dersleriyle tarihte yerini almıştır.

    “Birkaç bölüm dışında, 1848’den 1849’a kadar devrim yıllıklarının her önemli kesimi, ‘Devrimin Yenilgisi!’ başlığını taşır.
    Ama bu yenilgilerde asıl yenik düşen devrim olmadı. Yenilgiye uğrayanlar, geleneksel devrim-öncesi uzantılar, henüz şiddetli sınıf karşıtlıkları haline gelecek kadar keskinleşmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları oldu: devrimci partinin Şubat devriminden önce kopamadığı ve Şubat zaferi ile de kurtulamayıp ancak bir dizi yenilgiler sonucu kendini kurtarabildiği kişiler, yanılsamalar, düşünceler, tasarılar oldu.
    Kısaca: devrimci ilerleyiş, hiç de kendi dolaysız traji-komik kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine, ancak sımsıkı, katı, güçlü bir karşı-devrim ortaya çıkartarak, kendisine bir hasım yaratarak ve onunla savaşarak, yıkıcı parti, en sonunda gerçekten devrimci bir parti oldu.”[2*]

    F. Engels, Ağustos 1852’de 1848-49 silahlı ayaklanmalarından çıkan dersleri şöyle özetliyordu:

    “Oysa, ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yolaçan bazı pratik kurallara bağlıdır. Böyle durumlarda gözönünde tutulmaları gereken partilerin ve koşulların özlüğünden mantıksal olarak çıkan bu kurallar öylesine açık ve öylesine yalındırlar ki, kısa 1848 deneyi, bunları Almanlara adamakıllı öğretmiştir. Birincisi, eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamamak. Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçleri, her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir. İkincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, en büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde davranmak. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada, birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği morali yükselterek sürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğeleri böylece kendi yanınıza alın; devrimci siyasette, bugüne kadar bilinen en büyük usta olan Danton ile birlikte: de l’audace, de l’audace, encore de l’audace[3*] diyerek, düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan, önünüzden kaçmaya zorlayın.”[4*]

    Engels’in 1895’de Marks’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-50)” adlı yapıtına yazdığı “Giriş”te 1848-49 silahlı ayaklanmalarından çıkan dersleri ve yeni dönemdeki yerini şöyle özetlemektedir:

    “Eski tarzda ayaklanma, 1848’e kadar her yerde belirleyici olan barikatlarla sokak savaşlarının şimdi büyük ölçüde modası geçmiştir.
    Bu konuda hayale kapılmayalım: sokak savaşında, başkaldırmanın askeri birliklere karşı zaferi, iki ordu arasındaki bir savaşta olduğu gibi bir zafer, çok ender bir istisnadır. Ama zaten başkaldıranların bunu hedef almış oldukları durumlar da çok seyrek olmuştur. Onlar için ancak birlikleri moral bakımından etkileyerek gevşetmek, zayıflatmak sözkonusuydu, bu da savaşan iki ülkenin orduları arasındaki savaşta hiç bir rol oynamaz ya da pek o kadar büyük bir rol oynamaz. Eğer bu başarılırsa, askeri birlikler savaşmayı reddeder, ya da komutanlar başlarını kaybederler ve başkaldırma, zaferi kazanır. Ama eğer bu başarıya ulaşamazsa, o zaman, sayıca daha az birliklerle bile olsa, donatım (teçhizat), eğitim (talim), tek merkezden yönetme, silahlı kuvvetlerin sistemli bir biçimde kullanılması ve disiplin bakımından üstünlük galip gelir. Bir başkaldırma hareketinin gerçekten taktik bir eylemden bekleyebileceği en fazla şey, tek başına bir barikatın yoluna yordamına göre kurulup savunulmasıdır. Karşılıklı destek, yedek kuvvetlerin kurulması ve kullanılması, kısacası, bir mahallenin, hele hele bütün bir büyük kentin daha savunulması için mutlaka zorunlu olan ayrı ayrı müfrezeler arasında işbirliği, ancak çok yetersiz bir biçimde gerçekleştirilecektir ya da hiç gerçekleştirilemeyecektir. Silahlı kuvvetlerin belirleyici bir noktada yoğunlaştırılması elbetteki sözkonusu değildir. Bu nedenle pasif savunma, egemen mücadele biçimidir; kuvvetlerini toplayarak saldırı, elbette ki, şurada burada, fırsat düştüğünde, ama gene de ancak çok özel durumlarda, ilerlemeler ve yandan saldırılar kaydettirecektir, ama genel kural olarak geri çekilmekte olan birliklerin bıraktıkları mevzilerin tutulması ile sınırlı kalacaktır. Buna ek olarak, ordunun emrinde, toplar vardır, baştan aşağı donatılmış, talim görmüş istihkâm birlikleri, başkaldıranların hemen hemen her zaman tümden yoksun bulundukları savaş araçları vardır. Çok büyük bir kahramanlıkla yürütülen barikat savaşında bile, –Haziran 1848’de Paris’te, Ekim 1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’da Dresden’de– saldırıyı yöneten liderler siyasal düşüncelere aldırmadıklarından salt askeri ölçütlerle hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkaldırmanın yenilgisiyle sonuçlanmasında şaşılacak bir şey yoktur.
    1848’e kadar, başkaldıranların sayısız başarıları çok çeşitli nedenlerden ileri gelmiştir. Paris’te, 1830 Temmuzunda ve 1848 Şubatında, İspanya’da sokak savaşlarının çoğunda olduğu gibi, başkaldıranlarla erler arasında bir sivil muhafız örgütü vardı. Bu muhafızlar, ya doğrudan doğruya ayaklanmalardan yana geçiyordu, ya da kendi oynak, kararsız tutumu ile birlikler içinde de bir kararsızlık yaratıyor ve ayrıca da başkaldıranlara silah sağlıyordu. Bu sivil muhafızın, daha işin başında ayaklanmanın karşısına dikildiği yerde, Haziran 1848’de olduğu gibi, ayaklanma yenildi. Berlin’de, 1848’de, 19 Mart gecesi ve sabahında, yeni yeni silahlı kuvvetlerin akın edişi sayesinde olsun, askeri birliklerin bitkinleşmesi ve iyi yedirilip içirilmemesi yüzünden olsun, son olarak komuta kademesinin felce uğraması sonucu olsun halk kazandı. Ama her durumda da zafer, birlikler emirleri dinlemedikleri için, askeri şeflerde karar verme yeteneği eksik olduğu ya da elleri kolları bağlı olduğu için kazanıldı.
    Demek ki, klâsik sokak savaşları çağında bile, barikatların, maddi olmaktan çok manevi bir etkisi vardı. Barikat, askerlerin cesaretini, dayanma gücünü sarsmak için bir çare idi. Eğer barikat, askerler çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa yenilmek vardı. Bu, gelecekte de, sokak savaşının başarı olasılıkları incelendiği zaman akılda tutulması gereken başlıca noktadır.
    1849’da bu görünüm oldukça kötüydü. Burjuvazi her yerde hükümetlerden yana geçmişti. Ayaklanmaya karşı yola çıkan askerleri “uygarlık ve mülkiyet” selamlıyor ve ağırlıyordu. Barikatlar, çekiciliğini, büyüsünü yitirmişti; asker, barikatların ardında artık “halkı” değil, birtakım başkaldıranları, kışkırtıcıları, yağmacıları, her şeyi paylaştırmak isteyenleri, toplumun tortusunu görüyordu; subay, zamanla, sokak savaşlarının taktik biçimlerini öğrenmişti, artık, düpedüz, kendini gizlemeden beklenmedik bir barikatın üzerine doğru yürümüyordu, ama bahçelerden, avlulardan, evlerden geçerek onu çeviriyordu. Ve biraz beceri ile, bu, artık onda-dokuz başarıya ulaşıyordu.
    Ama o zamandan beri daha çok şey değişti, ve hepsi de askerlerin lehinde oldu. Büyük kentler önemli bir genişlik kazandıysa da, ordular daha da fazla büyüdü. 1848’den beri Paris ve Berlin, o zamanki durumlarının dört katına çıkmadılar, ama garnizonları bunun da ötesinde çoğaldı. Bu garnizonlar, demiryolları sayesinde, yirmi dört saatte iki katlarının üstüne çıkabilirler ve yirmi dört saatte dev ordular haline gelecek kadar büyüyebilirler. Muazzam bir şekilde takviye edilen bu birliklerin silahları eskisiyle ölçülemeyecek kadar daha etkilidir. 1848’de basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük kalibreli ve mekanizmalı tüfek, ilkinden dört kere daha uzağa, on kere daha isabetli ve on kere daha çabuk ateş ediyor. Eskiden topçunun göreli olarak az etkili gülleleri ve obüsleri vardı; bugün bir tanesi en iyi barikatı un ufak etmeye yetecek, çarpınca patlayan havan topu mermileri var. Eskiden duvarlar, istihkâmcıların sivri kazması ile delinirdi, bugün dinamit lokumları kullanılıyor.
    İsyancılar tarafında ise, tersine, bütün koşullar daha da kötüleşti. Halkın bütün katmanlarının sempatisini toplayacak yeni bir ayaklanma pek güç olacaktır; sınıf mücadelesinde, bütün orta katmanlar, hiçbir zaman, karşı yönde, yani burjuvazinin çevresinde toplanmış gerici partiyi hemen hemen tamamen ortadan kaldıracak biçimde, yalnızca proletaryanın çevresinde toplanmayacaklardır kuşkusuz. Şu halde, “halk”, her zaman bölünmüş görünecektir, ve bundan dolayı güçlü bir kaldıraç, 1848’de o kadar yüksek etkinliği olan bir kaldıraç eksik olacaktır…
    Son olarak, 1848’den bu yana büyük kentlerde kurulan mahallelerin uzun, dümdüz ve geniş caddeleri, yeni topların ve yeni tüfeklerin etkinliklerine uyarlanmış gibidir. Bir barikat çatışması için Berlin’in kuzey ve doğusundaki yeni işçi semtlerini seçecek bir devrimcinin çılgın olması gerekirdi.
    Bu demek midir ki, gelecekte sokak savaşları hiç bir rol oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir: 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çarpışması, gelecekte, ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle kapatıldığı, giderildiği taktirde başarılı olabilir. Onun için, sokak çarpışması, büyük bir devrimin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu büyük kuvvetler, bütün Fransız Devrimi’nde, 4 Eylül ve 31 Ekim 1870’te Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.”[5*]

    Paris Komünü de, proletaryanın 72 günlük ilk iktidarı da silahlı ayaklanmanın sonucu olmuştur. Ama yeni dönemin, emperyalist dönemin ilk klasik silahlı ayaklanması (Engels’in sözünü ettiği tarzda) Rusya’da 1905 Devrimi’yle gerçekleştirilmiştir.
    1905 Rus Devrimi, bir kez daha “Devrimin Yenilgisi!” başlığını taşımışsa da, 1917 Şubat ve Ekim Devrimi’nin üzerinde yükseldiği tarihsel bir temeli yaratmıştır.

    EKİM DEVRİMİ VE SOVYETİK AYAKLANMA

    Rusya’da 1917 Şubat Devrimi, bir kez daha klasik silahlı ayaklanmanın pratiğe geçirildiği bir devrim yaratırken, proletaryanın 72 yıllık sınıf iktidarını yaratan Ekim Devrimi, sözcüğün tam anlamıyla yeni dönemin yeni bir silahlı ayaklanmasıyla zafere ulaşmıştır.
    Klasik silahlı ayaklanmalardan farklı olarak, Ekim Devrimi’ni yaratan bu silahlı ayaklanma önceden planlanmış ve örgütlenmiş bir faaliyetin ürünü olmuştur. Bu nedenle de bu ayaklanmayı planlayan ve örgütleyen marksistler “komploculuk”la, blankicilikle suçlanmışlardır.

    “Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilik olarak suçlamak! Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini, vb., vb. söyleyerek bu konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın Marks’ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan daha apaçık bir çarpıtılması olamaz.
    Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizmin blankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır.”[6*]

    Lenin’in saptadığı bu koşullar altında ortaya çıkan yeni tip silahlı ayaklanmayı klasik silahlı ayaklanmalardan ayırmak için “Sovyetik Ayaklanma” olarak tanımlanmıştır.
    Emperyalist aşamada devrimlerin yönünün Batı’dan Doğu’ya dönmesiyle birlikte, silahlı ayaklanmalar bir kez daha tarih sahnesine çıkmıştır.

    HALK SAVAŞI VE SİLAHLI AYAKLANMA

    Çin’de 1 Ağustos 1927 Nançang Ayaklanması, 9 Eylül 1927’de Güzhasadı Ayaklanması ve 11 Aralık 1927’de Kanton Ayaklanması, bir yanıyla Lenin’in ortaya koyduğu yönde ilerleyen silahlı ayaklanmalar olurken, diğer yanıyla yeni bir savaş stratejisinin başlangıcını oluşturmuştur.
    Bu yeni savaş stratejisi, Mao Zedung tarafından formüle edilmiş ve Vietnam Devrimi’yle birlikte en üst boyuta ulaştırılmış olan halk savaşı stratejisidir.
    Bu yeni strateji, Giap’ın ifade ettiği gibi, silahlı ayaklanma ile silahlı mücadelenin (temel olarak gerilla savaşı) yeni bir bileşimidir. Bu yeni stratejinin ilk kez Çin’de ortaya çıkması da tesadüf değildir.
    Çin demokratik halk devrimi, Sun Yat Sen’in birbiri ardına gelen silahlı ayaklanma girişimleri ve 1911 Devrimi’nin üzerine yükselmiştir.
    Bu tarihsel temel üzerinde tarih sahnesine çıkan Çin Komünist Partisi de, Komintern’in gözetimi ve yönetimi altında silahlı ayaklanmaların klasik tarzına uygun biçimde 1927 ayaklanmalarını düzenlemiştir. Ancak bu ayaklanmaların, ne kadar cüretkar olursa olsun, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülke olan Çin’in somut tarihsel koşullarına uygun olmadığı yenilgilerle ortaya çıkmıştır.
    ÇKP’nin 1927 silahlı ayaklanmaları, “Feodalizme karşı, feodal sopa ile sömürülen halkın, özellikle hemen hemen serf statüsünde olan köylülerin –çelişkiler çok keskin– spontane patlamalarının ve isyanlarının” örgütlenmiş bir biçimi olmuşsa da, ortaya çıkan yenilgiyle, yeni bir savaş tarzının (gerilla savaşı) ve yeni bir stratejinin (halk savaşı stratejisi) doğuşuna yol açmıştır.
    Bu strateji, “Silahlı güçlerle politik güçleri, silahlı mücadele ile politik mücadeleyi, silahlı ayaklanma ile devrimci savaşın birleştirilmesi”ne (Giap) dayanır. Dolayısıyla klasik ya da yeni tarihsel koşullara uyarlanmış (bir bakıma “Sovyetik Ayaklanma” denilebilecek) bir silahlı ayaklanma çizgisi değildir. Silahlı ayaklanma ile silahlı mücadeleyi, özel olarak da gerilla savaşını birleştiren bu yeni strateji, silahlı ve kitlesel ayaklanmanın kendiliğinden (spontan) niteliğini ortadan kaldırmış ve halk ordusuna dayanan yeni bir yönelimini ortaya çıkarmıştır.
    Burada vurgulanması gereken yan, silahlı ayaklanmanın siyasi iktidarı ele geçirmenin bir aracı olduğu gerçeğidir. Engels’in çok açık biçimde uyardığı gibi, silahlı ayaklanma “savaş türünden” bir sanattır ve “oyununuzun sonuçlarını” karşılamaya hazır olmadıkça ayaklanmayla oynanmamalıdır. Yeni tarihsel koşullarda bu uyarının temelinde yatan, kentlerin “eskisi gibi” (klasik) sokak savaşlarına uygun olmaması (dar sokaklar yerine geniş caddeler ve bulvarlar) ve düşmanın askeri güçlerinin teknik üstünlüğüdür.
    Bu koşullarda, yani düşmanın maddi ve teknik olarak güçlü olduğu koşullarda, iktidar mücadelesi silahlı ayaklanma ekseninden silahlı mücadele eksenine doğru evrilmiştir.

    İÇ SAVAŞ, “KENT SAVAŞI” VE SİLAHLI AYAKLANMA

    Silahlı ayaklanma barikat savaşına dayanırken, silahlı mücadele gerilla savaşına dayanır. Dar sokaklara sahip eski (feodal ya da yarı-feodal) kentler kısmen barikat savaşı için uygun görünürse de, bu savaş tarzıyla siyasal iktidarın ele geçirilmesi (Engels’in vurguladığı gibi) artık mümkün değildir.Özellikle Hausmann’ın Paris’te yaptığı “kentsel dönüşüm projesi”yle barikat savaşına elverişli sokak yapısı tümüyle değiştirilmiştir. Büyük ve geniş caddeler, bulvarlar, meydanlar oluşturulmuştur. Bu “Haussmann” yöntemini Engels şöyle değerlendirir:

    “… üstüste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanısıra hükümete bağımlı, özellikle bonaparçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamı ile bir lüks kenti haline dönüştürmektir. ‘Haussmann’ derken ben, büyük kentlerimizden, ve özellikle merkezi konumlu olanlarda, bu uygulama, ister kamu sağlığı ve güzelleştirme kaygıları, ister büyük merkezi konumlu iş yeri istemi, ya da ister demiryolları, sokaklar vb. yapımı gibi trafik gereksinmeleri nedeniyle ortaya çıkmış olmasından bağımsız olarak, şimdi genelleşmiş olan işçi sınıfı mahallelerinde gedikler açılması uygulanmasını kastediyorum. Nedenler ne kadar farklı olursa olsun, sonuç her yerde aynıdır: Bu pek büyük başarısından dolayı burjuvazinin her fırsatta kendini yüceltmesine refakat eder biçimde en rezilane ara sokaklar ve dar yollar ortadan kalkar…” (abç)[7*]

    Ve Engels, her zaman olduğu gibi, diyalektik bakış açısıyla değerlendirmesini sürdürür:

    “ama – hemen başka bir yerde, ve çoğunlukla en yakın mahallede tekrar ortaya çıkarlar.”[8*]

    Böylece, bir yanıyla barikat savaşlarına karşı yeni bir kent yapısı ortaya çıkartılırken, diğer yanıyla eski tarzda (ki buna gecekondu mahalleleri denilebilir) mahalleler yeniden ortaya çıkar. Artık barikat savaşı, eskisi gibi bütün kenti kapsayamaz. Bunun yerine yeni kent yoksullarının eski tarz mahallelerindeki tekil direniş odakları sözkonusu olabilir.
    Bu durumda bu eski tarz mahallelerin dışında bir silahlı gücün varlığı her dönemkinden çok daha fazla önem kazanmıştır. Bu yönüyle de, “Haussmann” tarzı kentsel dönüşümle ortaya çıkan yapı yeni bir silahlı ayaklanma ve “kent savaşı” ortaya çıkarma potansiyelini taşımaktadır.
    Yine de “kent savaşları” günümüzde de varlığını sürdürmektedir. En gelişmiş haliyle dün Somali’de, bugün Suriye’de ortaya çıkan “kent savaşları”, ne silahlı ayaklanmanın bir parçasıdır, ne de iktidarı ele geçirmenin aracıdır. Bu “kent savaşları”nın ayırıcı özelliği, merkezi otoritenin güçsüzleşmesi ve parçalanmışlığıdır. Bu yönüyle “kent savaşları”, bir kentin ya da bir kentin içinde belli mahallerin belli bir süre ele geçirilmesinden ibarettir. Bunun en tipik örneği olarak Stalingrad direnişi gösterilebilse de, en gelişmiş biçimleri iç savaş koşullarında ortaya çıkmaktadır.
    Stalingrad, düzenli birlikleri yenilmiş ya da dağıtılmış Kızıl Ordu’nun bir kent direnişidir. Her bina, her yıkıntı, her taş, her tuğla yeni bir direniş odağı olarak kullanılmıştır. Direniş, Kızıl Ordu’nun yeniden düzenlenmesi ve güçlendirilmesine kadar savaşı sürdürme iradesini ifadesidir.
    Diğer bir “kent savaşı” örneği de faşist Franko güçlerine karşı Madrid’in savunulmasıdır.
    Madrid, İspanya iç savaşının merkezi ve cumhuriyetçi güçlerin komuta merkezi olarak öne çıkarken, faşist güçlerin “nihai hedefi” olmuştur. Madrid’in düşmesi, cumhuriyetçi iktidarın düşmesi ve faşistlerin iktidarı ele geçirmeleriyle özdeştir. Cumhuriyetçi güçlerin ülkenin her yanında yenilgiye uğratılmasının ardından faşist güçlerin Madrid kuşatması fazla uzun sürmemiştir. Tüm cephelerdeki yenilgilerin ardından Madrid, ünlü “No Pasaran”sloganının ortaya atıldığı kent, birkaç aylık kuşatma sonucunda 28 Mart 1939’da düşmüştür. Yaratılan “algı”nın aksine, 26 Ocak 1939’da Barcelona’nın düşüşünden sonra Madrid’te önemli bir direniş ve çatışma ortaya çıkmamıştır.
    Şimdi “kent savaşları” başlığı altında yeni bir barikat savaşı ortaya çıkmıştır.
    Bu yeni barikat savaşı, doğrudan iç savaş koşullarında ortaya çıkan bir çeşit direniş ve savunma savaşıdır. Ama her durumda kentin ya da bölgenin dışında bir silahlı gücün varlığını öngerektirir.
    İkinci olarak, bu yeni barikat savaşı, eskisi gibi siyasal iktidarın ele geçirilmesinin yöntemi olan silahlı ayaklanmanın bir parçası değildir. Silahlı ayaklanma (genel ya da kısmi), merkezi, özellikle kırsal alanlarda oluşturulmuş bir silahlı gücün kentleri ele geçirmeye yönelik harekâtında ikincil unsur olarak ortaya çıkar. Bu da, bir çeşit kentlerdeki iktidar güçlerinin kent ayaklanması yoluyla kıskaca alınmasıdır. Bu nedenle, yeni barikat savaşı ve silahlı ayaklanma, merkezi silahlı güçlerin kentlere yönelik saldırısıyla eşgüdümlü olarak yürütülen ve merkezi silahlı güçlerin ayaklanma bölgesine ulaşana kadar sürdürülmesi gereken tamamlayıcı (ikincil) bir savaş yöntemi olmaktadır. Bu gerçekleşmediği takdirde kentlerdeki ayaklanmanın ve barikatların ezilmesi kaçınılmazdır. Eski tarz barikat savaşından geriye sadece “barikat”ın kendisi kalmıştır.
    Üçüncü olarak, yeni barikat savaşı, sadece silahlı unsurların planlı ve bilinçli yürüttükleri bir “ayaklanma” başlangıcı olmanın ötesinde, geniş halk kitlelerine yapılan ayaklanmaya katılım çağrısıdır. Bu çağrı hedefine ulaştığı oranda barikat savaşı genel (silahlı) ayaklanmaya dönüşür. Ancak bu da sınırlı alanlarda ve iç savaş koşullarında geçerlidir.
    Bütün bunların dışında “barikat savaşı” değişik amaçlar için de kullanılabilir. Örneğin, kentin belli bir bölgesine yönelik düşman saldırısını yavaşlatmak amacıyla da “barikat”lar kurulabilir. Bu durumda Lenin’in Moskova ayaklanmasına ilişkin söylediği tarzda, gerilla savaşıyla birleştirilmiş bir “barikat” savaşı sözkonusudur.
    Bunlar, silahlı ayaklanmanın ve onun bir parçası olan barikat savaşının bir savaş sanatı olduğunu ve bu sanatı uygulayabilmek için gerçek önkoşulların bulunması gerektiğini ortaya koyar. Ve Engels’in ifade ettiği gibi, sonuçlarına katlanılamayacağı durumlarda bununla “oynanmamalıdır”.
    Tüm bu tarihsel gelişmeye ve bunlardan çıkan derslere rağmen “barikat savaşı”nın güç gösterisi aracı olarak da kullanılabildiği durumlar vardır. Burada barikat savaşının, sınırlı da olsa, belli bir hedefi yoktur. Amaç, sadece güç göstermektir. Bu güç gösterisi ya da güç oyunu, yukarda sözünü ettiğimiz siyasal iktidarı ele geçirme hedefinin çok uzağında yer alır ve sadece askeri teknikle belirlenen sonuçlar üretir. Bu yüzden, güç oyunu, her ne kadar “silahlı ayaklanma” görünümünde olsa da, her ne kadar “barikat”lara dayansa da, iktidar mücadelesinin bir parçası olarak yorumlanamaz. Suriye’de (ve bazı iç savaşlarda) görüldüğü gibi, bu tür “silahlı ayaklanmalar” ve “barikat savaşları” dış güçlerin desteğini kazanmaya yönelik güç gösterisinden ibarettir. Ve ancak dış güçlerin yardımı ve desteği olmaksızın ilerleme sağlayamaz. Sonuçta, bir iktidar mücadelesi sözkonusuysa, bu yolla, yani dış güçlerin devreye girmesiyle, devreye girmelerinin sağlanmasıyla iktidarın ele geçirilmesi olanaklı olabilir. Bu da, bu yazının ve devrimci mücadelenin kapsamı içinde değerlendirilemez.

    Dipnot

    [1*] Marks, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-50),, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 277.
    [2*] Marks, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-50),, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 249-250.
    [3*] Cüret, cüret, daha fazla cüret.
    [4*] Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 451-452.
    [5*] Engels, Karl Marks’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri [1848-1850]’ne yazdığı Giriş, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 239-242.
    [6*] Lenin, Marksizm ve Ayaklanma, Eylül 1917.
    [7*] Engels, “Konut Sorunu”, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s. 417.
    [8*] Engels, “Konut Sorunu”, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s. 417.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2016

    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc148_2.html

  46. Silahlı ayaklanmayla silahlı mücadele aynı şeyler değil.

  47. “Sol”un Halleri ve İslami Terör

    1 Kasım seçimlerinin üzerinden üç ay geçti. “Sol”un, –isterseniz “Türkiye solu” diyebilirsiniz– “kış sezonu”na, 1 Kasım seçimlerinin “beklenmedik” sonuçları karşısında içine girdiği şaşkınlık, kaygı, apolitikleşme (depolitizasyon), “bu millet adam olmaz” içtepisi, (Ankara katliamının yaratmış olduğu) korkuyla tam bir pasifizme ve hatta yer yer, kesim kesim teslimiyetçiliğe dönüştü.
    Bir açıdan “kış sezonu pasifizmi”, “sol”un geleneksel ve kronik legalizm hastalığının neredeyse “klasik” özelliğidir. Hemen her kış, günler kısalıp geceler uzayınca, havalar soğuyunca ortaya çıkan içe kapanıklık (melankoli) ve (artık ülkemizde vaka-i adiyeden olan) depresyon “sol”u bütünüyle pençesine alır.
    Kısa kış günleri, kısa süren birkaç panel, sanatsal etkinlik vb. dışında “kitlesel” denilebilecek hiçbir etkinliğin yapılmadığı, herkesin evine kapandığı, “melankoli”nin bireysel düzeyde görünür olduğu, karamsarlığın, kaygının ve korkunun egemenliğinde bir “psikolojik” ortamda yaşanır. Böyle bir ortamda (hazır günler kısalmışken) kitle mücadelesi ve kitle eylemleri neredeyse hiç gündeme gelmez, daha da önemlisi, kitle mücadelesi ve eylemlerine yönelik çağrılar bile ortalıkta görünmez.
    Bu durum, yaz geldiğinde “sol”un tümüyle tatile çıkması gibi, ülkemiz solunun dönemsel hareketsizliğinin (ya da kış ile yaz arasında kalan ilk ve son bahar günlerine denk düşen dönemsel hareketliliğinin) “olağan”, “alışılagelen” halidir.
    Böylece “sol” ya da toplumsal mücadele, kış aylarında eve kapanır, yaz aylarında tatile gider. Bu neredeyse “tarihsel” (“makus” bir tarih) diyebileceğimiz bir olgudur.
    Bu olgu, devrimin “ne zaman olacağı”nı düşünenler (ya da hesaplayanlar) ile devrimin nasıl yapılacağını düşünen ve bu yönde hareket eden devrimciler arasında gerçek bir farklılığın görünür olduğu bir durumun ifadesidir.
    Birinciler, yani devrimin “olacağı”nı düşünen ve Godot’yu bekler gibi devrimin olacağı “günü” beklerler. Bireysel ve tekil düzeyde her biri birer Oblomov’durlar. Oblomov’un hırkası (sabahlığı) ve puflu terlikleriyle Godot’yu (“devrimi”) beklemek ve beklerken “devrim”e ve “devrimden sonra”sına ilişkin bolca konuşmak bu kesimlerin tipik özelliğidir.
    Çok düşündüklerinden ve çokça konuştuklarından, “kış günleri”, bu alanlarda onların en “üretken” oldukları zamanlardır. Kendi bireysellikleriyle başbaşa kalabildikleri, “kitle” eylemleri ile kendi dünyalarından uzaklaştırılmadıkları bu “kış günleri”, onların pasifist ideolojileriyle, “risk”siz ya da “riskler”i (özellikle çatışmak, ölmek, tutuklanmak ve hatta “psikolojik” bile olsa işkence görmek gibi bireysel “risk”leri) en aza indirilmiş siyasal görüşleriyle ve siyasal tutumlarıyla tam bir uyum içindedir.
    Devrimin, er ya da geç “olacağına” inandıklarından, devrimin “olabilmesi” için üstlerine düşen “herşeyi” (elbette “risksiz”) yapmaya da hazırdırlar. Ne de olsa devrim, kendisinin “olması”nı sağlayan “nesnel süreçlerin nesnel bir sonucu”dur. Öznel çabalar ya da katkılar, olsa olsa bu “nesnel”liğin koşulları altında ve içinde bir işleve sahiptir. Bu nedenle de “devrimci demokratlar” gibi, “goşistler” gibi, “anarşistler” gibi, silahlı mücadeleyi benimsemiş devrimciler gibi, “ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi” pervasızlığına “asla ve kat’â” sahip değillerdir.
    Zaten nesnel koşullar olgunlaştığında “olacak” olanı hiçbir “güç” önleyemeyeceğinden, bu nesnel koşulların olgunlaşacağı günü iple çekerler. Ama “ip”, ya “uzun”dur ya da kör yumak olmuştur. Bu nedenle de “o güne” ulaşamazlar.
    “Sol”daki, daha tam ifadeyle, legalist (yasalcı, mevcut düzenin mevcut yasalarının sınırları içinde hareket eden) soldaki “kış sendromu”, kitle mücadelelerinde tam bir ataletle, durgunlukla, hareketsizlikle ve gelişen siyasal olaylara karşı tam bir duyarsızlıkla nitelenebilir.
    İlkbahar aylarında sığınaklardan çıkan, sonbaharın son aylarında yeniden sığınaklarına giren “kırsaldaki gerillalar”ın neredeyse kentsel izdüşümüdürler. Bu tür “gerillalar” yoğun kış günlerinde sığınaklarından çıkamadıkları gibi, bunlar da kentlerdeki evlerinden (birkaç sanat etkinliği, sergi, panel vb. dışında) dışarı çıkmazlar.
    Böylesi bir “kış” olgusunun olduğu bir ülkede, toplumsal ve siyasal süreçler de bu durumla uyumlu gibi görünür. “Siyaset”, “parlamenter siyaset”, Aralık ayındaki “yoğun bütçe görüşmeleri”nin ardından tam bir “kış uykusu”na girer. “Sol siyaset”in “kış uykusu” ile “parlamenter siyaset”in “kış uykusu” eşzamanlı (senkronize) olarak birbirini destekler ve birbiriyle “uyum”ludurlar. Uzun ve kasvetli “kış geceleri”nde besiye çekilirler, yağlanırlar.
    Ama bir de “ötekiler” vardır. Devrimcinin görevinin devrim yapmak olduğunu bilen bu “ötekiler”, yazın sıcağına, kışın soğuğuna aldırmaksızın devrim için ellerinden geleni, üstlerine düşeni yapmaya çalışırlar. “Yaz”a ve kış”a aldırmaksızın mücadele ederler, savaşırlar, vururlar ve vurulurlar. Pek çok devrimci kışın tam ortasında savaşarak yaşamlarını yitirmişlerdir. Onların kitabında “durmak”, “ara vermek”, “tatil yapmak” vb. şeyler yoktur. Tek yapmak istedikleri şey devrimdir ve devrim yapmak için de yapamayacakları şey yoktur.
    İşte “geleneksel sol”un bu iki tarafı tam bir kutupsallık içindedir. Birisi “kış” günlerini, deyim yerindeyse, uyuklayarak geçirirken, diğeri (ya da “öteki”) uyumak zorunda kaldığı her saat için, her dakika için hayıflanır.
    Evet, 1 Kasım seçimlerinin üzerinden üç ay geçti.
    1 Kasım’da hiç kimse AKP’nin “açıkara” seçimi alacağını beklemediğinden, AKP’nin bir kez daha %49 düzeyinde oy alması özellikle ilerici, demokrat ve solcu kesimler için tam anlamıyla bir “sürpriz” oldu ve “şok” etkisi yarattı. Bir kez daha başlar eğildi, bir kez daha moraller çöktü, bir kez daha umutlar tüketildi, bir kez daha karamsarlık baş gösterdi. Kimsenin ağzını “bıçak” açmıyordu. “Şok” öylesine şiddetli oldu ki, en radikal “seçim boykotçusu” kesimler bile onun şiddetinden uzak kalamadılar.
    Kendilerini PKK/HDP çizgisinde konumlandırmış olanların, PKK/HDP tarafından gelecek “işaret”i bekleyenlerin, her fırsatta “silah”tan, “silahlı mücadele”den söz edenlerin bile nutku tutuldu. Bütün varlıklarını legal örgütlenmelerine, legal faaliyetlerine bağlamış olan kesimler gibi “şok”u atlatabilmek için “zaman”a ihtiyaç duyar hale geldiler. Ne de olsa, “zaman en iyi ilaçtı”!
    İşte böylesi bir ortamda PKK’nin “hendek savaşları” (“silahlı isyan” vb.) ülkenin baş gündem maddelerinden birisi olarak “kış” günlerine damgasını vurdu.
    Aylardır sürüp giden “sokağa çıkma yasakları”, sokak çatışmaları, ölümler vb. olaylar dizisi, “sol”un tam da “seçim şoku”nu “zaman”a yayarak geçiştirmeye çalıştığı günlere denk geldi.
    Recep Tayyip Erdoğan, 1 Kasım seçimlerinde elde ettiği “zafer”in yarattığı “özgüven patlaması” içinde devletin tüm güçleriyle Kürt kentlerine saldırırken, bombalanmış, kurşunlanmış, delik-deşik olmuş evlerin görüntüsü insanları “bir şey yapma”ya zorlarken, “sol”, legalist sol, öylesine “izleyici” konumunda kalakalmıştır.
    Hiç tartışmasız, PKK’nin “hendek savaşları”yla “ne yapmak istediği”nin belirsizliği, onlarca yıllık pragmatizmi ve “araçsallaştırma” politikasıyla birleşerek, insanları kararsızlığa yöneltmiştir.
    Devletin yoğun saldırısı karşısında yaşananlar (mağduriyetler, zorla göç etmeler vb.), bir yandan insanları (“sol” “kış sezonu”na girdiği için örgütler değil, tekil insanlar söz konusudur) “bir şey yapılması gerektiği” düşüncesine yöneltirken, 1 Kasım “şoku” altında “nasıl bir şey” yapılabileceği boşlukta kalmıştır. 1.100 “akademisyen”in imzaladığı “suça ortak olmayacağız” bildirisi böyle bir boşlukta ortaya çıkmış “klasik” “bir şey” olurken, bildirinin ardından akademisyenlere yönelik operasyonlar tam bir örgütsüzlük ve dağınıklık halini ortaya koymuştur.
    Bugün, daha tam ifadeyle, 22 Temmuz’dan bugüne kadar, PKK, “hendek savaşları”nı olanca gücüyle sürdürürken, “devlet”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek adam”lığıyla özdeşleşen devlet, olanca ve olabildiğince gücüyle (tankıyla, topuyla) saldırısını sürdürmektedir.
    Görüntüler, iç savaştan daha çok “kent savaşı” görüntüleridir.
    1 Kasım sonrasının “hendek” ve “barikat” görüntüleri, giderek yıkılmış, bombalanmış, kurşunlanmış kent görüntülerine dönüşmüştür.
    Bu görüntüler arasında, “Batı”ya, yani Türkiye’nin batısına tam bir “izleyicilik” egemen olurken, neo-liberal solcular başta olmak üzere pek çok kesimde PKK’nin bu kent savaşlarıyla “nereye” varmak istediği tartışılır hale gelmiştir.
    Legalizm, yani yasalcılığın neredeyse “tek siyaset yolu” olarak hükümranlık kurduğu ve hatta bunun sadece “seçimler” boyutuyla ele alındığı “sol” da, bu tartışmalara bir biçimde dahil olmuştur. Ama en temel sorunlardan birisi, soldaki legalizm ve bunun pasifizmi (ve de teslimiyetçiliği) olurken, ikincisi, legalistleri desteklemeyen kesimlerde bile egemen olan PKK’nin “çizgisi”ne duyulan güvensizliktir.
    PKK, 90’lı yıllardan itibaren, sözcüğün tam anlamıyla pragmatist bir hareket haline dönüşmüştür. “İlkesel” denilebilecek neyi varsa, hepsi pragmatizme kurban edilebilmektedir, edilmiştir. Daha dün “çözüm sürecinden”, “müzakere”den, “Eşme ruhu”ndan söz edilirken, bugün “sonuna kadar savaş” sloganları atılabilmektedir. PKK pragmatizmi, son yayınlanan “İmralı Tutanakları” kitabında çok açık biçimde sergilenmektedir.[1*] “Devlet”le, devletin istihbarat örgütüyle (MİT), dahası istihbarat şefiyle içli dışlı olan, iltifatlar yağdıran bir siyasal hareketin, legalist de olsa kendisinin belli “ilkelere” sahip olduğunu düşünen “sol”un “ortak payda” bulabilmesinin koşulları neredeyse yok gibidir.
    İster kendilerini PKK/HDP çizgisinde konumlandırmış olsunlar (kendilerini bu çizgiyle özdeşleştirenler dışında), ister bu konumlanmanın dışında yer alsınlar ya da almış görünsünler, PKK pragmatizmi ile “sol”un oportünist “ilkeleri” arasında kesin bir karşıtlık vardır. Pragmatizmin (ilkesizliğin) oportünizmi ile oportünizmin pragmatizminin (ilkesizliğinin) böylesine bir karşıtlık içine girmesi, bir tarafın (PKK) silahlı güçlere dayanması, diğer tarafın ise tümüyle “seçimlere”, “sandığa” bağlı olmasından kaynaklanmaktadır.
    “Silah” ile “demokrasi” (elbette varolmayan, ama varmış gibi yapılan “demokrasi”), “silahlı mücadele” ile “demokratik mücadele”, legal ve illegal mücadele biçimlerinin “birlikte” yürütülmesi gibi bir “uyumluluk” göstermez. Her durumda bunlardan birisi temel, diğeri tali, yani ikincil olmak durumundadır. Süreç olarak da (stratejik düzeyde) temel olan, taktik düzeyde tali (ikincil) olabilse de, uzun dönemde her zaman temel olmayı sürdürür. Sorunlar da bu boyutlarda ortaya çıkmaktadır.
    PKK açısından “silahlı mücadele” ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşı, süreç olarak, stratejik düzeyde temeldir (altını çizelim ki, PKK’nin silahlı mücadeleyi, gerilla savaşını “temel” alması, “temel mücadele biçimi” olarak tanımlanamaz). HDP gibi legal yollar sadece bu “temel” içinde ve arasında yer alan “taktik” denilebilecek “açılımlar” olarak ortaya çıkmaktadır. “Temel” hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda ikincil hale getirilmemektedir. PKK’nin varlık koşulu, kitle içindeki gücünün kaynağı, her durumda bu “temel”e bağlıdır.
    “Çözüm süreci” denilen, sonuçta AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “seçim taktikleri”nin bir aracı olan “görüşmeler”, bu “temel” noktasında “çıkmaza” girmiştir.
    İkinci bir sorun da budur.
    A. Öcalan’ın meşhur “Newroz” açıklamasında “silahlı mücadele dönemi sona ermiştir” denilmişse de, bunun nasıl olacağı belirsizlik içinde bırakılmıştır. Tıpkı “devlet”le “görüşme/müzakere” yoluyla “demokratik özerklik”in sağlanması ile “tek taraflı” “demokratik özerklik” ilanlarının yarattığı belirsizlik gibi.
    Ortada bir “niyet” (belki de “iyiniyet”) beyanı vardır: Devletle (ki bu “T.C. devleti” olmaktadır) “karşılıklı görüşüp anlaşarak” “barış”ın tesisi ve bu yolla “demokratik özerklik”in “elde edilmesi”.
    “Devlet” ve de büyük çoğunluk bu “niyet”e kuşkuyla bakmaktadır. Kuşkunun kaynağı, “Bağımsız Kürdistan”ın kurulmasının nesnel koşulları yokken, bu yolla oluşturulacak “demokratik özerklik”in bir “ara aşama” ya da “geçiş aşaması” olup olmayacağıdır. Bir başka ifadeyle, “görüşmeler” yoluyla oluşturulacak “demokratik özerklik”in, uygun bir uluslararası konjonktürde “bağımsızlık” ilanına zemin hazırlayıp hazırlamayacağıdır.
    Bu kuşku, özellikle küçük-burjuva eğitim görmüş kesimlerde zaman zaman yoğunlaşmaktadır. Bu kuşku, açık ve net biçimde ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrı devlet kurma hakkı tanınmadan, sanki tanınmasına da gerek yokmuşçasına, “özerklik”le yetinileceği söyleminin yarattığı bir kuşkudur.
    Dahası uluslararası “konjonktür”ün taraflar için “lehte” olduğu düşünüldüğünde (ki bu sadece bir taraf için geçerlidir, birisi için “lehte” olan durum, diğeri için “aleyhte”dir), taraflar çok kolaylıkla “görüşmeleri” (ki buna “pazarlık” demek daha doğrudur) kesebilmekte ya da daha üst taleplere yönelebilmektedir.
    Ve uluslararası “konjonktür”, bir yandan Suriye üzerinden PKK lehine görünürken, diğer yandan Suriye-Irak (özellikle Musul) üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’dan yana dönüşmeye başlamıştır. Suriyeli sığınmacılar sorunu nedeniyle AB’nin, özellikle de Almanya’nın “kerhen” desteğini alan ve böylece “Gezi Direnişi” sonrasında yitirdiği “prestiji” (“kerhen” de olsa) yeniden kazanan Recep Tayyip Erdoğan, Suudilerin himayesinde ve finansatörlüğünde “islam ordusu” peşinde koşarken, Amerikan emperyalizminin kendisine “elimahkum” olduğunu (IŞİD ve Musul üzerinden İncirlik Üssü) gördüğü andan itibaren “çözüm süreci”ni kolayca bir yana itebilmiştir.
    Seçimlerde aldığı %49 oy oranıyla 2011 yılındaki “gücü”ne yeniden kavuşan Recep Tayyip Erdoğan, tefeci-tüccar sınıfsal kökeninin ve şeriatçı ideolojisinin ürünü olan “takiyye” yerine “savaş”a girişmiştir. 2010 “anayasa referandumu”ndan 1 Kasım seçimlerine kadar “analar ağlamasın” takiyyesini kullanan Recep Tayyip Erdoğan, şimdi “savaş” naraları atmaktadır.
    Bu gelişme karşısında Kürt ulusal hareketi (PKK’nin tüm pragmatizmine karşın) “savaşa savaşla” yanıt vermekten başka bir seçenek bulamamıştır.
    Şimdi mevcut “resme”, yani olaylara ve olgulara bir bütün olarak bakalım.
    Bir yandan “sol”un ve sol kitlenin yaşadığı “1 Kasım şoku” ve “kış sezonu”, ardından PKK’nin tutarsızlığı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “takiyyeciliği” (bunların peşi sıra “Suriye”deki gelişmeler (Rusya olgusu) ve Suudilerle “haşır-neşir” olma durumu) karşısında kitlelerde ve “sol”da “yaprak” bile kımıldamamaktadır. Sur’da, Cizre’de vb. ortaya çıkan çatışmalar ve bunların “trajik” görüntüleri karşısında “bir” şey yapmak isteyenler de, ne yapacaklarını bilememektedirler.
    Hiç tartışmasız, devrimciler, “hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermek”le (Lenin) yükümlüdürler.[2*] Devrimcilerin tepkisi, “baskı, zor ve suistimale” uğrayan kesimlerin o andaki temsilcisinin kim olduğuna bakmaksızın ortaya koymaları gereken bir tepkidir. Bu tepkilerini, “gadre” uğrayan kesimlerin o andaki temsilcilerinin istediği yönde ve biçimde değil, kendi gücüne ve stratejik çizgisine uygun olarak ortaya koymak durumundadırlar. Hiç şüphesiz bu tepki, kendi (küçük de olsa) fiziki varlığını ortadan kaldıracak boyutta ve nitelikte olmayacaktır. Yaşanılanlar böylesi bir boyutta tepki göstermeyi öngerektirmemektedir. Özellikle “hareketin temsilcisi” konumunda olan PKK’nin kendi fiziki ve maddi varlığını tümüyle ortaya koymadığı bir “çizgi” izlediği bir süreçte böylesi bir tepki yanlış ve aldatıcı olacaktır. Yaşanılanlar bir iç savaş değil, “örgütlü zor güçleri”nin karşılıklı eylemidir, bir çeşit boy ölçüşmesidir.
    Devrimcilerin tepkisi, alışageldikleri türden “eylemlilik”le de sınırlanamaz. Özellikle ulusal ve uluslararası gelişmeleri gözönüne almayan kendine özgü “eylem programını” izlemekle yetinmek de tepkisizlikle özdeştir. Devrimcilerin eylemleri, amaç ve biçim olarak farklı olmak zorundadır. Amaç, sadece eylem üzerine yapılan açıklamada ortaya konan sözelliğin ötesinde, bizatihi eylemin kendisinde maddeleşmelidir. Biçim ise, daha ilk andan itibaren eylemin devrimci niteliğini ortaya koyacak biçimde olmalıdır.
    Bugün Kürt kentlerinin bir bölümünde süregiden “hendek savaşı”nda PKK’nin askeri tırmanma politikası “özenli” ve “ılımlı”dır. Bir başka ifadeyle, PKK, “hendek savaşı”nı en üst boyuta tırmandırmamaktadır. Bu açıdan “hendek savaşı”, sınırlı ve sınırlandırılmış bir alanda, tam olarak bilinemese de “sınırlı amaçlarla” yürütülen bir “güç gösterisi” özelliğine sahiptir. Böylesi bir durumda devrimcilerin tepkisi, kendi stratejik çizgilerinin gereğine uygun olmaktan öte, savaşı, “savaşı yürüten gücün” ötesine taşımak da olamaz.
    PKK, ister Amerikan emperyalizminin “telkini”yle olsun, ister pragmatizminin ürünü olsun, her durumda “savaş/çatışma” çizgisini değiştirebilme özelliğine sahiptir. Böylesi değişkenlik içinde devrimciler “savaşın” trajik görüntüleriyle hareket etmemek zorundadırlar. “Akademisyenler Bildirisi”nde görüldüğü gibi, en keskin söylemle kaleme alınmış bir “manifesto” bile sahipsiz, kimsesiz kalabilmektedir.
    Daha da önemlisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın diktatoryası karşısında “Gezi Direnişi” türünden kitlesel protesto eylemlerinin karşı karşıya olduğu zor ve şiddettir. Kitlesel protesto eylemleri sadece devletin resmi zor güçlerinin açık zor kullanımı tehdidi altında değildir. Suruç’ta, Ankara katliamında (ve hatta Paris, Sultanahmet katliamlarında) olduğu gibi “devlet dışı” olan, ama devletin denetiminde olan güçlerin saldırılarıyla da yüzyüzedir. Kitlelerin böylesi bir saldırı kaygısı ve korkusu taşıdıkları bir zamanda kitlesel protesto eylemlerine yönelik çağrılar da sözde kalmaktan öteye geçmeyecektir.
    Recep Tayyip Erdoğan ve “danışmanlar ordusu”nun oluşturduğu “militan” ve tetikçi çevresi kendilerini “güvenlikli bölge” olarak gördükleri “saray”a kapatarak her türlü “terör”den uzak kaldıkları ve kendilerine hiçbir biçimde ulaşamayacağı düşüncesiyle hareket etmektedirler. Gerek Recep Tayyip Erdoğan’ın, gerekse “yakın çevresi”nin yüzlerce korumayla çevrelenmiş olması, ne kadar korktuklarının dışa vurmasıdır.
    Ankara katliamında görüldüğü gibi, pervasız bir biçimde kitlelere, özellikle de legalist sol çevrelere saldırabilmektedir. Onlar için “terör” basit bir araçtır. İstedikleri zaman ve istedikleri yerde katliam yapabilecek (ve elbette “terörist” denilmesinden hiç çekinmeyen) “terör araçları”na sahiptirler. Bu nedenle kitleleri “terör”le tehdit edebilmektedirler. Recep Tayyip Erdoğan’ın tüm iç savaş planları da bu “terör”e ve bu “terör”ün yaratacağı korku ve yılgınlığa endekslenmiştir. Onlar için oyların %50’sini almak çok fazla önemli değildir. Kendileri için önemli olan ve kendilerini korkutan, oranı yüzde kaç olursa olsun, toplumsal muhalefettir. Çokluk örgütsüz olan, ama “örgütlü” olduğu yerde de tümüyle legalistlerin fiili ve ideolojik yönetimi altında bulunan toplumsal muhalefet “islami terör”le kolayca sindirilebilmektedir.
    “İslami terör” tehdidi altındaki toplumsal muhalefeti, “sözle”, ajitasyonla, trajik görüntülerin eşliğinde yürütülen “humanist” söylemlerle harekete geçirmek, en azından pasifize olmasını engellemek olanaksızdır.
    “İslami terör”, sadece IŞİD’in kullandığı bir araç değildir. Tarihsel olarak islamiyetin bizatihi kendisi “terör” yoluyla var olabilmiştir. “Terör”, her türden “radikal islamcılık”ın en önemli silahıdır.
    Bu “terör” tehdidine ve “terör”e karşı yapılabilecek tek şey, kitlelerin bu “islami terör”e karşı örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesidir.
    Türkiye sol hareketi ve toplumsal muhalefet, tarihte pek çok kez “terör” saldırılarına maruz kalmıştır. Yakın dönemde MHP’li faşist-milislerin kitlelere yönelik “terör” eylemleri en yaygın olanıdır. Kitle ulaşım araçlarından kahvanelere kadar kitlelerin bulunduğu her yer bu faşist terörün hedefi olmuştur. Bu faşist teröre karşı “direniş komiteleri” vb. adlarla yapılan örgütlenmeler, bugün iddia edildiği ve sanıldığı gibi etkin bir araç olmamıştır. Faşist terörü sınırlandıran ve etkisizleştiren silahlı devrimci mücadelenin bizatihi kendisi olmuştur. Bu nedenle, bugünün gerçekliğinde “islami terör”e karşı en etkin “savunma” aracı da, yine silahlı devrimci mücadele olmaktadır.

    Dipnot

    [1*] “İmralı Tutanakları” kitabına bakılacak olursa, bütün bu ilişki ve çelişkiler içinde, “taraflar” birbirleriyle çok “samimi” diyaloglar içinde olmuşlardır.
    “İmralı Tutanakları” kitabında bu “samimiyet” daha açık görünüyor. “Gezi Direnişi” nedeniyle İmralı heyetinden çıkartılan S. S. Önder heyete yeniden alınışına ilişkin Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşmeyi şöyle aktarıyor:
    “S. S. Önder: Sayın Başbakan beni davet etti ve üç saat görüştük. Yanımızda bir tek Yalçın Akdoğan vardı.
    A. Öcalan: Haberim ve bilgim var. Sadece Başbakanın isteği ile olmadı. Bunda heyetin ve benim de ısrarım oldu. Doğrusu buydu ve çok önemliydi. Neredeyse tarihseldir.
    S. S. Önder: Şimdi ben heyete girersem Kandil’e de gideceğim. Siz süreç hakkında ne düşünüyorsunuz, neleri yapmayı planlıyorsunuz diye sordum. O da bana ‘Cemil’e söyle bana meydan okuyup durmasın’ dedi.
    A. Öcalan: (Gülerek) Türk işi kabadayılık! Cemil’i ben uyaracağım. Başbakan’ı da siz uyarın. Bu işler bu üslupla olmaz.
    S. S. Önder: Başbakan devam etti: ‘Bana ne yapacağımı soruyorsun, söyleyeyim. Her şeyi yapacağım. Bir zamanı var ve bu konuda Apo ile de anlaşmışım. Tek bir kırmızı çizgim var, o da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin vermeyeceğim’ dedi.”
    [2*] Lenin, siyasi gerçekleri açıklamaya ilişkin olarak söyledikleri şunlardır:
    “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse, ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların herbirini, entelektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü, kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğru olarak ifade edelim; teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir. Bu nedenle yığınları siyasal harekete çekmek için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç olarak ekonomistlerimizin va’zettikleri iktisadi mücadele kavramı, pratik sonuçları bakımından çok zararlı ve gericidir. Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek “iç yapısını” gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır. Ama bu “açık-seçik tablo”, herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur.” (Lenin, Ne Yapmalı?, s. 89-90.)

    KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2016

    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc148_1.html

  48. Alttaki imzayı görmeden, yazının daha başlarında, ne kadar kibirli, üstten bir havası var dedim, ortalarına gelince kimin yazdığını tahmin ettim. Sonuna gelince tahminimde yanılmadığımı gördüm, ne yazık ki.

  49. Hoyratlık ve kibirle devrimcilik ne zamandan beri bağdaşıyor bilmiyorum.

  50. “o çocuklar,
    o siyahi eşikiyalar…”
    **
    http://sendika9.org/2016/02/devrim-hala-mumkun-ve-sarttir-inonu-alpat/
    ***
    “o çocuklar”
    bugün yaşasa ve “devrimci” karakterlerini korumayı sürdürselerdi,
    böyle,
    17 yaş çocuklarını kışkırtan, “naif” yazılamalara öfkelenirler miydi?
    *
    “Ne devrimi! Sınıfsız, ideolojisiz devrim mi olur?” diye yazarı fırçalamazlar mıydı?
    ***
    Sanırım bu “devrim”, söylemi İslamcıların “asr-ı saadet” söyleminden farklı değil!
    Yaşanılan hayatta devrim olmadan, siyasal hayatta da devrim olmaz!
    Kendini “öldürten” o erdemli çocukların üzerinden “devrim” masalları anlatan; bu masalları satarak kendine en azından bir manevî tutamak arayanların yaptıklarında bir haksızlık hissediyorum. Yaşanılan onca şeyden sonra, o çocukların akan kanları sayesinde öğrendiğimiz “bambaşka bir devrim” hayali olduramayanların, hala onların sırtından ve yine hala bir “asr-ı saadet” güzellemesi ezberi ile o “arkaik devrim” söylemlerinde bir “demans” tutkusu görüyorum…
    Bu “Uhud savaşı” vb güzellemelerin bizim gibi “ihtiyarlara” zararı yok ama.. ya gençler.. O kendini feda etmek, “yararlı olmak” için kurban olmaya hazır çocuklar için “parça tesirli bomba” etkisi yaratmasın!
    İ. Alpat’ın bir kitabını okumuş sevmiştim.. Ama bu yazısı…
    *
    Sanırım, bu rezil dünyada yaşı 30’u geçen herkes bu vahşet düzeninin bir suçortağıdır! Yeterince kararlı olmadığı için…

    İ. Alpat da “suçortaklığını” bastırmak, o basmakalıp 19. yy “arkaik” sosyalizminin günümüz faşizmine suçortaklığını örtmek için mi, günümüz yaşayan o tertemiz gençlerin de kendilerini öldürtmesi için mi böylesi “gaz verici” bir makale yazmış…

  51. Bu hikâyeyi Gün Z. anlatmalı…
    “…Komer’in arabasının yakılmasını ABD affetmemiş, o gün orada bulunan devrimcileri öldürmüştür…”
    **
    Bu araba yakılmasının provokatörü de, MİT ajanı Mahir Kaynak…
    Bu İ. Alpat için gerçekten de bir “demans” hali mi?

  52. Yukarıdaki son yorumunuzu görünce aklıma geldi.
    Kurtuluş Cephesi yazılarında ÖDP’den “ÖD Partisi” diye bahsediyor.
    Niye böyle yapıyorlar, dalga geçmek için mi?

    Nihayet ÖD Partisi de Kuruldu !

    Ocak ayının son günlerine doğru, büyük gazetelerin sayfalarında özel bir yer verilen olay ÖD Partisinin kurulmasına ilişkindi. Özellikle Hürriyet-Milliyet ÖD Partisinin kuruluşunu haber yaparken, sanki tüm solu bu yöne yönlendirmek istermişcesine bir tutum sergilemiştir. Ancak, ÖD Partisinin kuruluşu ilan edilirken yapılan haberler, sürekli olarak “eski tüfekler” in, “aşkları, biraları ve nostaljileri” ile “geldikleri” üzerine olmuştur. Belki de, ÖD Partisi en özlü biçimde açıklayan da bu sözlerdir. Üstelik, kendilerine “eski tüfek” ya da “eski solcu” diyen bu kesimlerin “gelişleri”, aynı zamanda geçen tüm yıllar içinde neler yaptıklarının da bir özeti gibidir.
    Ağırlıklı olarak bir zamanların tüyü yolunmuş “yol”cularının içinde yer aldığı ÖD Partisi, yine bir zamanların KSD’si, TSİP’i, TİP’i, TKP’si ve TKEP’i ile, “aşk-meşk” içinde geçirdikleri on yılı aşkın sürenin yeni arayışıdır.
    Evet, yeni bir arayıştır ÖD Partisi. 1980′ lerde tümüyle devrim mücadelesiyle ilişkisini kesmiş, kendi küçük dünyalarında, düzenin en geri ilişkileri içinde yaşamış ve 80’lerin sonlarına doğru SHP’nin yerel seçimlerde kazandığı belediyeler yoluyla paraya kavuşmuş ve nihayet DYP-SHP iktidarı ile her türlü rüşvet, yolsuzluk vb. içinde kendilerine “yol” bulmuş kesimlerin yeni bir arayışıdır. Çünkü SHP, kendi içersinde erimiş ve 25 Mart 1994 yerel seçimlerinde açıkca görüldüğü gibi, hiçbir gelecek vaad etmeyen bir parti haline gelmiştir. Bunun anlamı, SHP kanalıyla, belediyeler ve devlet kuruluşları aracılığıyla kendi yaşamlarını ve parasal kaynaklarını sürdürebilen “eski solcular” için suyun bitimesidir. Şimdi kendilerine başka bir kapı bulmak zorundadırlar. Ve bu amaçla, “yeni parti” arayışları, “Yeniden”le başlatılmıştır.
    Ancak “can çıkmayınca, huy da çıkmaz”. Yeni arayışlara yönelen bu yozlaşmış, çürümüş eski “solcu”lar, 24 Aralık seçimlerinin sonucunu beklemişler ve CHP’nin hiçbir biçimde iktidar olamayacağını gördüklerinde yeni partilerini, yani ÖD’ü kurmuşlardır.
    ÖD Partisinin birinci özelliği, bugüne kadar SHP (CHP) içinde “politika” yapmayı “solculuk” olarak sunan, gerçekte ise, SHP aracılığıyla kendilerine kişisel çıkarlar sağlayan kesimlerin SHP’den sağlayabilecekleri hiçbir çıkarın kalmamış olmasıdır.
    İkinci özelliği, 12 Eylül’den günümüze kadar geçen sürede, ÖD Partisinde toplanan kişilerin, kendi kişisel çıkarları yanında, kişisel yozlaşmalarının, çürümüşlüklerinin açık bir ifadesi olmasıdır. Öyle ki, “kuruluş” toplantısına Haydarpaşa’dan Ankara’ya trenle giden “eski tüfekler”in, bol biralı “nostaljik” sohbetleri (ki bunlar “geyik muabbeti”dir), günlük gazetelere yansıyacak kadar aleni yapılabilmektedir. “Yaşasın aşk, Yaşasın Devrim” sloganlarında ifadesini bulduğu gibi, ÖD Partisinin önde gelenleri, tüm zamanların en ahlâk tanımaz kesimleri durumundadırlar. Bol bira içmeleri, bir rastlantı değildir. Şöyle yakın çevresine bakan herkesin kolayca görebileceği gibi, pekçok şehirdeki “Ada” başlıklı birahaneler bu kesimlerin “yolcuları”nın simgesi durumundadır. Bir de bunlara “Kardelen” birahanelerini (ki bu daha çok KSD’li “eski tüfeklerin” mekanlarıdır) ekleyecek olursanız, onların alkolle ilişkilerini anlamak olanaklıdır. İçki sofralarında “devrim anıları” nı anlatan, yani “nostaljik takılan”, kimi zaman alkolü fazla kaçırıp ağlayan bu kesimler için, içki, kadın ve devrim anıları bir yaşam ifadesi durumundadır. İşte bu ahlâksızların, kendi ahlâksızlıklarını bir ahlâkmışcasına sunarak kendilerini aklamalarının yeni adı ÖD Partisi olmaktadır.
    Üçüncü özelliği, SHP ya da CHP kanalıyla elde ettikleri “arpalıkları” yitirmek durumunda olanların, yeni bir parti bayrağı altında yeni “arpalıklar” için “mücadeleye” girmeleridir. Özellikle sömürücü sınıfların kendi içindeki parçalanmışlıklarının bir ürünü olarak düzen partilerinin % 1’lik bir oy potansiyeline sahip olanlarla “ittifak” yapmaları, ÖD Partisinin kurucuları için bulunmaz bir ortam yaratmaktadır. Kendi deyimleri ile, olabildiğince çok niceliğe sahip olmak, onlar için böyle bir pazarlıkta kendilerine büyük bir avantaj getirecektir. Bu nedenle, ÖD Partisine, hangi nedenle olursa olsun katılan her kişi, yeni “arpalıklar” için düzen partilerine satılacak bir oy demektir.
    ÖD Partisinin dördüncü niteliği, cezaevinde kaldıkları sürece kendi kitlesini oyalayan, ancak dışarı çıktıkları koşullarda bunu aynı kolaylıkla başaramayan DY oportünist-kariyerist şeflerinin, “alttan gelen baskı”ya karşı buldukları bir çıkıştır. ÖD Partisi aracılığıyla, “alttaki” DY’liler, oportünistlikleri, pasifistlikleri ve devrim karşıtlıkları yıllar önce açığa çıkmış kesimlere peşkeş çekilmektedir. “ADA” birahane sahiplerinin bundan elde edecekleri kâr, kendi mesleklerini “meyhanecilik” türü tanımlamadan kurtarmaksa da, DY’nin şeflerinin kârı, “arpalıklar”dan elde ettikleri paralarla sürdürdükleri yaşamı sürdürebilmektir.
    ÖD Partisi, ideolojisiz, politikasız bir parti olarak kendini tanımladığı gibi, gerçekte de öyle olduklarında, herhangi bir ideolojik ve politik eleştirinin muhatabı da olmak durumunda değildir. Zaten, böylesine belirsiz, amorf bir insan kitlesini, belli bir ideolojik boyutla eleştirmek de anlamsız ve gereksizdir. Bu da, ÖD Partisinin beşinci özelliğidir.
    İşte tüm bu özellikleri ile ÖD Partisi, 12 Eylül sonrasında solda meydana gelen tüm yozlaşmanın, çürümenin, ahlâksızlığın bir bileşimi durumundadır. Eğer bu bileşim, şu ya da bu biçimde kendisini gizleyebilmiş diğer tüm ahlaksızları, yozları, çürümüşleri kendi bünyesinde toplayabilirse, bundan en çok devrimciler memnun olacaktır. 12 Eylül’ün üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen, devrimcilerin kendilerini bu yozlaşmış, çürümüş ve ahlâksızlaşmış “eski solcular”dan ve onların pisliklerinden arındıramamış ve kendi arasındaki sınır çizgilerini çekememiş olması düşünülecek olursa, ÖD Partisinin göreceği tek toplumsal ve insani işlevinde ne olacağı kolayca anlaşılacaktır. Bütün sorun, bunların kendilerini gizlemek için kullanacakları yol ve yöntemlerin samimi unsurları etkilemesini engellemektir. Onların, ahlâksızların, kendi ahlâksızlıklarını bir ahlâk olarak sunarak, kendi ahlâksızlıklarını bir yaşam biçimi haline getirmek istediklerini kitlelere göstermek zorunludur. Bu yapılabilindiği oranda, ÖD Partisi, sadece bir çürümüşlerin mekanı olacaktır.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 1996

    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc29_7.html

  53. Bir yerde şöyle bir yorum yapılmış (burada anlattığı ne 21.yy.’a ne kadına özgü bir durum olmayıp gelişen uygarlığın insanları rahata alıştırmasıyla ilgilidir ve İbn Haldun gibileri bunun farkına çok önce varabilmiştir)
    “Women are regressing into babies. In the past women were active in terrorist movements, carried out assassinations, a teenage girl even had the ambition to break ground in the field of school shootings. In the 21st century they sit on their fat asses and criticize daddy.”