Yıkılmalarının Önündeki Tek Engel

 

 

En sevdiğim meyve nardır. Akşam dokuzdan sonra televizyonun karşısına geçip nar ayıklıyorum, çünkü televizyonlardaki “tartışma” programlarına ancak böyle tahammül edebiliyorum. Ayrıca boşuna zaman harcadığım duygusundan kurtulmamı sağlıyor bu.

 

Daha önce CNNTürk’teki programları ciddi ciddi izlerdim. Şimdi arada bir İsmail Saymaz’a ya da Erdoğan Aydın’a rastladıkça izliyorum. Programa Ankara’dan tayin edilen beşuş çehreli şahsı gördüğüm an beni CNNTürk’te bu arkadaşlar bile tutamıyor artık.

 

Beni en çok eğlendiren, yandaş medya kanalları. O gün “Başkan” ne konuşma yaptıysa aynısını tekrarlamakla görevli bu kanalların görevlileri. Kadro da aşağı yukarı pek değişmiyor. Örneğin a kanalda Kurtuluş Tayiz’e her zaman rastlamanız mümkün. “Dinlemeniz mümkün” demiyorum, çünkü ne dediği anlaşılmaz. Zaten anlaşılacak bir şey de yok. a kanalda bir pansiyon bölümü var, orada yatıp kalkıyor kendisi. Yıldıray Oğur da öyle. “İhtiyarlamış çocuk” Cemil Barlas ise keza temrinlerini her akşam annesinin önünde tekrarlamak zorunda. Neyse, bunlarla bir de ben başınızı ağrıtmayayım. Bütün bunları yazıya giriş için ısınma hareketleri olarak kabul edin. Ama geçerken, bu yandaş kanalları dolduran ve neden hepsinin bir arada çıkıp tek bir kişinin söyleyeceği saçmalıkları bir arada söylediklerine bir türlü akıl erdiremediğimi belirteyim.

 

AKP iktidarının, gelmiş geçmiş bütün iktidarlar içinde başımıza gelmiş en büyük iktidar felaketi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu iktidar, sömürüye ve baskıya dayanan statükoyu sürdürme işlevinin ötesinde, bir de toplumu İslamcı temellerde yeniden dizayn etmek gibi bir işe girişmiş bulunmakta yıllardır. İşçi cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin, Kürt cinayetlerinin, Suriyeli çocuk ya da kadın cinayetlerinin, kadın ve çocuk tecavüz ve tacizlerinin, yolsuzluk ve soygunların vb. bu boyutlara varmasının sebebi işte AKP iktidarının bu soyguncu-İslamcı dizayn çabalarıdır. Bütün bunlar toplumda öyle büyük bir gerilim ve bunalıma yol açmıştır ki, artık aklı başında herkes toplumun bu bunalımdan kurtulabilmesi için bu iktidarın şu ya da bu şekilde yıkılması gerektiğini düşünmeye başlamıştır. Uluslararası planda da aynı düşünce yaygınlaşmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki,  başta ABD olmak üzere kapitalist dünya da AKP iktidarının defterini dürmüş bulunuyor. Türkiye’nin içinde de dışında da, AKP iktidarının bir an önce yıkılıp gitmesini bekleyen geniş bir kamuoyu oluşmuş durumda. Eğer bu tespit doğruysa, ki doğru olduğunu düşünüyorum, AKP iktidarının sonu gelmiş demektir. Ama nasıl? Bu konuda çeşitli senaryolar yazılmaktadır. Bu senaryolardan biri hariç, hiçbiri beni cezbetmiyor doğrusu.

 

Örneğin, şimdiki “başkan”ın yerine bir şekilde Gül ve ekibi getirilse ne olacak ki? Eski tas eski hamam. Soyguncu-İslamcı proje biraz daha “ılımlı” bir tarzda sürüp gidecek. Oysa toplumun nefes almaya, İslamcı paradigmayı değiştirmeye, özgürlüğe ihtiyacı var.

 

Bu yüzden, bence topluma gerçekten nefes aldıracak olan, bu muzahrafat takımının Gezi gibi bir halk hareketinin sonucunda devrilmesidir. 27 Mayıs’ta nasıl toplum, bir süreliğine de olsa rahat bir nefes aldıysa aynen öyle.

 

Toplumu bunalıma sürükleyen AKP iktidarının sona ermesi, kara kalabalıkların ötesinde, toplumun canlı dokuları tarafından bu kadar arzu edilmesine ve bu konuda DP devrinden bile daha büyük, dinamik bir potansiyel olmasına rağmen insanlar neden, Cerattepe direnişi gibi etkili ve sonuç alıcı yerel direnişlerin ötesine geçip, Gezi gibi toplumsal çapta bir kitle hareketine girişemiyorlar? Bence bunun iki önemli nedeni var: Birincisi, toplumsal muhalefetin çok parçalı yapısı nedeniyle (ki bu çok parçalılık, yakın gelecekte bir azınlığın “devrim adına” diktatörlüğünü kuramaması açısından olumludur aslında) toplumsal muhalefet adına bir irade ortaya konamamasıdır; ikincisi ise, bugün bütün şiddetiyle sürmekte olan (her gün, bölge gençlerinden ve “güvenlik” güçlerinden onlarca insanın hayatına mal olan) AKP-PKK savaşıdır.

 

Şunu hemen belirteyim ki, Kürt sorunu, Türkiye’nin toplumsal devrim ve özgürlük mücadelesinde, en azından son yirmi beş yıldır tayin edici bir konuma gelmiştir. Öyle ki, Kürt hareketinin izlediği çizgi, toplumsal muhalefetin atılımında ya da geri çekilişinde baş faktör olmuştur.

 

Daha yakın zamanlara, Gezi öncesine gelelim. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Eğer Öcalan’ın çizgisindeki PKK barış süreci yolunda adımlar atmasaydı, Gezi hareketi olmazdı. Kısacası, Gezi isyanı, TC-Kürt savaşının bir dönem için durması ve silahların susması, dolayısıyla içerdeki savaş geriliminin görece azalıp toplumun rahatlaması temelinde gelişebilmiştir.

 

Ne var ki, Kürt hareketi, kendi ulusal çıkarları, kaygıları gereği Gezi isyanına katılmadı. Elbette Kürk gençleri ve entelektüelleri bu harekette aktif rol aldı ama bir bütün olarak Kürt hareketi ve PKK, isyanı kenardan izledi, doğrudan destek vermedi, hatta bazı sözcüleri zaman zaman bu harekete “darbecilik” suçlamasında bile bulundu. Diyebiliriz ki, AKP iktidarı Gezi fırtınasından PKK’nın (ve Öcalan’ın) bu kenarda durup izleme ve katılmama tutum sayesinde kurtuldu. Eğer o gün Kürt hareketi kendi taraftarlarını Gezi isyanına katılmaya teşvik etmiş olsaydı bugün AKP iktidarının yerinde yeller esiyor olacaktı.

 

Bundan sonra “barış süreci” veya “müzakere süreci” 2015 Şubat’ındaki Dolmabahçe mutabakatına kadar geldi. Fakat bu arada Kürt hareketi içinde yeni ve farklı bir unsur ön plana çıktı: HDP. HDP ve Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş, toplumdaki AKP iktidarı karşıtı potansiyeli görmüş ve seçimlerde başarılı olabilmek için “Seni Başkan yaptırmayacağız” sloganını ortaya atmıştı. PKK yönetimi, başlangıçta bu çıkışa olumlu baktı, çünkü bu sloganın, Batı bölgelerinde HDP yoluyla Kürt hareketine sempati toplayacağını onlar da görmüştü. Fakat tahmin edemedikleri bir şey vardı. AKP iktidarı, kendi iktidar amaçları için Kürt hareketiyle uzlaşmaya çalışabilir ama bu hareketin kendi iktidarına tehdit haline gelmesine asla izin veremezdi. Hatta böyle bir tehlike gördüğü an müzakereye falan da son verir ve “masayı” anında devirirdi. Nitekim öyle oldu. Bununla da yetinmedi. Öcalan’ı tecrite aldı. Çünkü Öcalan “barış süreci”nin enstrümanıydı. Bunu sona erdirdiğine göre, Öcalan faktörünün çanına da ot tıkaması gerekiyordu.

 

Buna rağmen PKK, HDP’nin yürüttüğü kampanyaya engel olmaya çalışmadı, kampanyanın seçimlerde alacağı sonuçları izlemeye karar verdi. Fakat bir yandan da seçimden sonra AKP iktidarını yeniden masaya oturtmak için savaş hazırlıklarına girişti. Bu, çok geniş çaplı bir seferberlik olmayacaktı. Sadece iktidara, “masayı devirirsen ne olacağını gör” denmiş olacaktı. Dolayısıyla bu, geniş çaplı bir bölgesel iktidar savaşı olmaktan çok, kısıtlı bir “zorlayıcı” savaş olacaktı.

 

7 Haziran seçimlerinin sonuçları PKK yönetimini bile şaşırttı. AKP’nin seçimlerde bir darbe alacağını onlar da hesap etmişti ama tek başına iktidarı kaybedeceğini düşünememişlerdi. Bunu bir tehlike olarak gördüler. Neden? Çünkü yıllardır benimsedikleri muhataplarını kaybetmiş oluyorlardı bu durumda. AKP’nin yerine kim gelirse gelsin yeni bir muhataptı ve Kürt sorunu açısından pek hayırlı muhataplar değildi bunlar. Onlara göre AKP, yine de belli bir yol alınabilecek, Kürtlerle bağları olan bir muhataptı. Dolayısıyla, açıkça söylemediler ama içten içe AKP’nin yeniden iktidar olmasını arzu ettiler. Yenilenen seçimleri bunun için bir şans olarak gördüler. Diğer yandan HDP’nin, AKP’nin tek başına iktidarına son veren %14’e yakın oy alan bir parti olarak parlamasından ve büyük prestij kazanmasından da hiç memnun olmamışlardı. Kırk yıla yakın bir zaman içinde oluşan “savaş ağalığı” düzenlerinin bizzat HDP tarafından tehdit edildiği korkusuna kapıldılar ve politik planda HDP’ye karşı sinsi bir “yıpratma savaşı”na giriştiler. Geçtiğimiz yılın yaz aylarında Kandil’den gelen HDP’ye yönelik eleştirilerin ne kadar sudan ve haksız eleştiriler olduğunu görmemek mümkün değildir.

 

Diğer yandan AKP iktidarı, 7 Haziran’la birlikte büyük tehlikenin farkına varmıştı. HDP, basit bir legal Kürt enstrümanı olmaktan çıkmış, toplumun özgürlükçü özlemlerinin, toplumsal muhalefetin merkezi haline gelmeye başlamıştı. İvme, müdahale edilmeden bu şekilde giderse, HDP oyunu %20’lere tırmandıran, toplumsal muhalefetin, Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki Podemos gibi bir odağı haline gelecekti. Böylece AKP, toplumsal muhalefeti durdurmak ve yeniden tek başına iktidar olmak için Kürtlere karşı savaşı başlatmaya karar verdi. Şu hayatın cilvesine bakın ki, aynı Kürt hareketinin legal kanadı AKP iktidarını geçici de olsa seçimle alaşağı ederken, silahlı kanadı, savaşı kabul ederek ve kör gözüm parmağına, saçma sapan bir “özerklik” ve “hendekler” siyasetiyle 7 Kasım’da AKP’yi yeniden tek başına iktidarı getirdi. Tabii bu siyaset aynı zamanda, HDP’nin yakaladığı, Türkiye toplumsal muhalefetinin partisi olma şansını da berhava ediyordu. Ankara’daki intihar bombalamalarıyla havaya uçan, sadece masum insanların bedenleri değil, aynı zamanda kısa bir dönem için özgürlükçü muhalefetin toplumsal örgütlenmesi konumuna yükselmiş olan HDP’nin bizzat kendisiydi de. HDP’nin özgürlükçü toplumsal muhalefet konumunu koruyabilmesinin tek yolu, PKK intihar bombalamalarına ve yürüttüğü savaşa kesin, net, ikircimsiz tavır almaktı. Ne yazık ki, HDP önderliği bunun üstesinden gelemedi ve toplumsal muhalefetin merkezi olarak kendi ölümüne yol açtı. Şimdi HDP’den geriye kalan artık, uysal bir bölgesel Kürt partisinden başka bir şey değildir.

 

Ne var ki, AKP iktidarının suyu, yürüttüğü baskı politikalarıyla ve Kürtlere karşı savaşla ısınmaya devam etmektedir. AKP iktidarına karşı tepki yükselerek ve artık öfke boyutlarına tırmanarak devam etmektedir. AKP iktidarı dış dünyadan da tecrit olmuştur. Devrilmesini sağlayacak bir kitle hareketinin objektif koşulları iyice olgunlaşmıştır. Eksik olan iki şey vardır: Birincisi, bu toplumsal öfkenin sokağa dökülmesini sağlayacak bir iradedir. İkincisi ise, güneydoğuda sürmekte olan savaşın sona ermesi ya da hızını kesmesidir. AKP ve başındaki kişi bunu bildiği için savaşı tam gaz körüklemektedir. Buna rağmen hâlâ bir şans vardır. Bugün bile PKK tek yanlı ateşkes ve savaştan çekildiğini ilan etse, böyle bir politika AKP iktidarını toplumsal muhalefetin sokak hareketiyle karşı karşıya getirecektir. AKP iktidarını yıkmanın koşulu güneydoğu’daki savaşın tek yanlı olarak durdurulmasıdır. Bu savaş dursa ya da en azından AKP iktidarının saldırılarına silahla karşı konulmasa, o zaman toplumsal hareket kendi ihtiyacı olan iradeyi de ister istemez yaratacaktır.

 

Durum bu kadar nettir.

Savaşı durdurun! Savaştan çekilin!

Toplumsal özgürlük hareketinin bu belaya son darbeyi indirmesine alan açın!

 

Gün Zileli

10 Nisan 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

210 Yorumlar

  1. Kirli savaşa ve politikaya dur çekmek

    Artık bize ne oluyor, nereye gidiyoruz gibi sorular anlamsızdır, zira bize ne olduğu apaçıktır ve bu şekilde nereye gittiğimiz de sır değildir.
    Birincisi kimsenin can ve mal güvenliği kalmamıştır.
    Toplu katliamlar ve cinayetler almış başını yürüyor.
    Milyonlarca insanın evleri başlarına yıkıldı, bulundukları yerde barınma ve yaşama koşulları ortadan kaldırıldı, perperişan yollara vuruldu ve göçertilen yüz binlerce insan dram yaşamaya mahkûm edilmiş bulunuyor.
    Her yerde canlı bombalar ellerini kollarını sallayarak dolaşabilmekte ve nerede ne zaman kendilerini patlatacakları da bir muamma…
    Holdinglere, banklara, basın yayın kuruluşlarına (televizyon ve gazetelere) el konulmakta ve KAYYUM diye bir mekanizma kullanılarak mülkiyet güvenliği ortadan kaldırılmıştır.
    İkincisi adalet duygusu-güveni bitmiştir, zira yargı mekanizması felç edilmiş ve hukuk diye bir şey kalmamıştır.
    Siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, muhalif edebiyatçı ve sanatçılar pervasızca gözaltına alınıp hapse atılıyor.
    Basın kıskaca alındı, neredeyse yok edildi, ama basın diye piyasada boy gösteren havuz medyası ( kayyum basını da diyebiliriz), bilgi kısmaktan ve çarpıtmaktan başka bir iş yapmıyor. Saray fetvasına ve parmak işaretine göre habercilik yapan gönüllü (menfaat gereği tabii) emir kulu basının bir tek yalan atma özgürlüğü var, doğrusu o özgürlüğünü de maharetle kullanmaktadır.
    Üçüncüsü yönetim YETKEYE dönmüştür, zira AKP, meçlisi tekeline almış ve R.T. Erdoğan da, AKP ve Hükümeti emrine bağlamıştır.
    Askeri cunta ayrı bir hikâye ama sivil yönetimlerin polis devleti kurmaları bundan daha berbat bir hikâyedir, zira bu hikâyenin adı faşist diktatörlüğe kadar uzanır. İşte, R.T. Erdoğan’ın başında olduğu yönetim (hükümet ve devlet) bu yolun yolcusu vaziyetindedir.
    Dördüncüsü toplum feci halde kirlenmektedir.
    O kadar ki tecavüzler, çocuk tecavüzü, yakın akrabalar arasında tecavüz, fuhuş, hırsızlık, dolandırıcılık, uyuşturucu madde ticareti ve bağımlılığı, kara para pazarı, altın ve silah kaçakçılığı, arazi talanı, orman kıyımı ve benzeri pis vakalar almış başını yürüyor ve ahlaki çöküntü kara bulut gibi toplumun üstüne çökmüş…
    AKP’li ve taraftarları tarihte eşi görülmemiş bir aç gözlülükle haksız kazanç peşine düşmüşler. Reza Zarrab’ın ortağı yaptıkları iş/aynı suçlama nedeniyle İran’da idam alıyor, ama kendisi Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından “hayırsever iş adamı” olarak lanse ediliyor ve üç bakan’ın Reza ile ticari ilişkileri ifşa olup ayan beyan ortadayken, bu bakanlar, AKP tarafından korunmaya alınmıştır.
    Vahşi ve kirli kapitalizm, Türkiye’de baharını yaşamaktadır. Tabii ki AKP sayesinde….
    Bakın yaşadığımız olaylar öyle az buz şeyler değil, çok kritik bir durum yaşıyoruz. Kirlenme boyutlanmakta, değer erozyonu ve ahlaki çöküntü yaşanmakta… Ve resmen iç savaş eşiğindeyiz, az daha ilerlersek iç savaştan geri dönme şansımız da kalmaz.
    Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi “Kürt evine giremiyor, Türk evinden çıkarmıyor.” Bu söz, yaşadığımız durumu çok iyi ifade ediyor.
    Maalesef yaşadığımız tablo budur ve gidişat da çok kritiktir.
    Açıktır ki Türkler, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Çerkezler, Gürcüler, Araplar (malum milletler ve etnik azınlıklar) olarak çok özel-kritik bir süreçten geçmekteyiz.
    Gene apaçıktır ki başta cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan olmak üzere AKP ve aktrolleri bu durumdan memnun görünüyor. Zira bu durumun bizzat yaratıcıları onlardır. Ve isteseler bu duruma son verebilirler, zira muktedirdirler. Demek ki bu durum onların işlerine geliyor, zaten 2015 Haziran genel seçimlerini geçersiz kılmaları ve seçimi yenilemeleri, özellikle de “Çözüm Süreci”ni bitirmeleri ve savaşı başlatmaları bunun içindi. Ve hala savaşta ısrar etmeleri de bu görüşü yeterince doğruluyor.
    Peki, bu durumdan hoşnut olmayanlar ne yapmalıdırlar? Elbette kötü gidişata DUR demelidirler ama NASIL? Yani ne yapılmalıdır?
    AKP ve MHP, bu durum ve gidişattan memnundur. Zaten ittifak halinde hareket ettikleri göze çarpıyor. Ayrıca devlet (ordu ve polis) de, bu ittifakın içindedir. Böylece savaş-şer cephesi hayli güçlü(!) oluyor.
    O halde şer cephesi dışında kalanlara ne yapmak kalıyor? Herhalde halka yalnızca el kaldırmak kalmış değil, elbette halk, mücadele etmelidir ve kötü gidişata (kirli savaşa ve siyasete) dur çekmelidir, aksi halde yalnızca bugünkü kuşağın hayatı altüst olmaz, gelecek kuşakların hayatı da çok kötü etkilenir.
    Öyleyse ne yapılmalı, nereden başlanmalı?
    Hiç kuşku yok ki mücadele güç ve dinamikler üstünden sürdürülür, bunun başka bir yolu da yok, ancak bugünkü durumdan-gidişattan rahatsız olanlar pek örgütlü değil, zaten örgütlü olsalardı AKP, ne güç olabilirdi, ne de bu denli pervasız hareket edebilirdi. CHP, dünden bugüne sosyal-demokrasi adresi olarak lanse edile geldi ama D. Baykal gibi sosyal-demokrasinin kefenini pazarlayanlar hep bu partide egemen oldu. Sosyalist sol güç olamadı. Sivil toplum kuruluşları ve demokratik kitle örgütleri de inisiyatif olamamışlar. Aydınlar da yeterince örgütlü değildir. HDP, muhalif kesimleri derleyip toparlamaya yetemiyor. AKP, bu durumdan yeterince vazife çıkartabiliyor.
    Maalesef durum bu, ama bu da bir kader değildir.
    Umutsuzluk, mücadelenin önündeki en büyük engeldir. En azından şunu düşünebiliriz, bu gidişattan rahatsız olanlar, mevcut durumdan beslenenlerden çoktur. Biraz daha kafa yorarsak bu çoğunluğun örgütlenmesinin potansiyeli olduğunu da görebiliriz. Eğer gidişattan rahatsız olanlar derlenip toparlanabilirse, kirli savaşa ve politikaya dur çekmek pekâlâ mümkündür.
    Yasal ve demokratik yol ve yöntemler sonuna kadar kullanılmalıdır. Yumuşak eylem biçimleriyle işe başlanmalı, en işlek eylemlerle mücadele sürdürülmelidir. AKP iktidarının güç kullanmasına rahat fetva bulabileceği eylem biçimlerinden daha çok kitlelere mantıklı (insani) ve gerekli (vicdani) gelecek ve en önemlisi kitlelerin katılmakta tereddüt etmeyeceği, sonuçlarına katlanabilecekleri hatta birazda eğlenceli gelecek (işe de yarayacak) türden eylem biçimleri tercih edilmelidir. Kutuplaşmaya ve agresifliğe olanak tanınmamalı, ırk farklılığı veya etnik kimlikleri, inanç farklılığı veya dinsel kimlikleri, fikir farklılığı veya siyasi kimlikleri, fiziksel farklılıkları veya cinsel kimlik ve tercihleri ve benzeri eğilimleri kaşıyacak, kanatacak söylem ve davranışlardan kaçınılmalı, gidişattan rahatsız olan geniş kitleler bir araya getirilmeli, ortak mücadelede zemininde birleştirilmeli ve sürdürebilir eylem çizgisi mutlaka oluşturulmalıdır.
    Bu yazının konusu birtakım eylem biçimlerini tartışma değil, ne yapmalıyız sorusuna cevap aramaktır, ama buna rağmen bir eylemden söz edeceğim. Bir zamanlar neredeyse toplumun hepsinin (çok ezici çoğunluğunun) katıldığı bir eylem yapılmıştı. Her gün saat akşam dokuzda iki dakikalığına ışıklar söndürülmüştü. Çok anlamlı ve işlevsel bir eylemdi, zira o zaman da toplum, yaşadığı durumdan ve gidişattan memnun değildi, önünü karanlık görüyordu ve bundan ötürü devleti makul bir biçimde uyarmıştı. Bana kalırsa aynısı yine yapılabilir, zira şimdi durumumuz o günden daha kötü, gidişatımız ondan daha karanlıktır ve bundan dolayı devleti makul bir biçimde uyarmak hem insani ve toplumsal bir görevdir ve hem de bu görevi yerine getirmeyen bir toplum, kötü durumu yazgısı olarak kabul ediyordur.
    Ya da ışık söndürme eylemine benzer eylem biçimleri acilen bulunmalı ve uygulanmalı, zira işe yarayan etkin, işlevsel eylemler bulunmazsa muktedirler, daha pervasızlaşacak ve herkesin büyük zarar göreceği bir sona doğru hızla yol alacağız.

    Abdürrahim Gümüştekin

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/89-abduerrahim-guemuestekin/2436-kirli-savasa-ve-politikaya-dur-cekmek

  2. Bence bunun iki önemli nedeni var: Birincisi, toplumsal muhalefetin çok parçalı yapısı nedeniyle (ki bu çok parçalılık, yakın gelecekte bir azınlığın “devrim adına” diktatörlüğünü kuramaması açısından olumludur aslında) toplumsal muhalefet adına bir irade ortaya konamamasıdır; ikincisi ise, bugün bütün şiddetiyle sürmekte olan (her gün, bölge gençlerinden ve “güvenlik” güçlerinden onlarca insanın hayatına mal olan) AKP-PKK savaşıdır.

    Eksik.
    Amacım size taş savurmak değil.

    Açıklayayım:
    Bir büyük neden vardır. Sizin yazdığınız ‘iki önemli neden’, bu büyük nedenin yanında o kadar etkili değildir.

    İşte o büyük neden:

    Kapitalizm HERŞEYİ SÖMÜRMEYE ÇALIŞIR.

    ‘Faizsiz bankacılık’ veya ‘faizsiz forex işlemleri’ gibi tabirler, İslam’ın, kapitalist akış içinde tutunabilmek için maskeyle örtmeye çalıştığı kaypaklıklardır.

    Kapitalizme karşı olan sadece İslam değildir. Dinlerin geneli, temeli sömürüye dayanan her tür sisteme karşıdır. Soğuk savaş döneminde, komünizme karşı ‘din’ her ne kadar bir tür stepne görevi görmüşse de, dindar kesimler arasında kapitalizmin en az komünizm kadar şirret olduğunu bilen ve karşı çıkanlar da vardı. Bunların sesi kasıtlı olarak kısıldı.

    Öz ifadeyle:
    Kesinkes bir ‘tehlike sıralaması’ yapılacaksa, kapitalizm, dinlerden daha tehlikelidir. Çünkü, dinler aracılığı ile ‘bağnazlığın köpürtülmesi’nden kapitalizm yarar sağlamaya devam ediyorsa, bu yararın sürmesi için gerekli ortamı daima canlı tutmaya çalışır.

    Artık 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde yaşamıyoruz.

    19. yüzyıl ‘Marxist algıları’ ile, 10 Nisan 2016’daki ‘Marxist algılar’ aynı değil.

    Unutmayınız:

    Cerattepe direnişini yapan kesim içinde de mütedeyyin hayat sürenler vardı. ‘Havva ana’ ismiyle anılan kişi, geçmiş yıllarda RTE’ye destek verdiğini ama sonradan karşı çıkmaya başladığını söylemişti, basını takip ettiyseniz bu röportajı bulursunuz.

    Cerattepe direnişinin birinci nedeni, bölgeye yapılması planlanan maden ocağının, yöre halkının yıllardır sürdürdüğü geçim kaynaklarını ortadan kaldırması tehlikesi barındırmasıdır. ‘Geçim kaynaklarının korunması’ güdüsünün ve ‘doğa katliamının önüne geçilmesi’ prensibinin önüne, eğer yöre halkına, o maden şirketi ve/veya devlet tarafından ‘daha cazip’ fırsatlar, olaylar bu boyuta gelmeden, el altından duyurulmuş olsaydı, muhtemelen ‘Cerattepe direnişi’ diye bir şey bugün duymayacaktık, görmeyecektik, bilmeyecektik.

    Unutmayınız:

    13 Mayıs 2014 SOMA maden cinayeti sonrası mahkemeler halâ devam ediyor. Fakat kurtulanlar, eşlerini kaybedenler, akrabaları vb. bütün bu insanlar mahkemelerden yavaş yavaş çekiliyorlar. Asli sebep: Ekonomik darboğaz içinde yaşamaya mahkum edildiklerinden, haklarını aramaya mecalleri kalmıyor.

    Unutmayınız:

    SOMA maden cinayetinden sonra veya 10 Ekim 2015 Ankara patlamasından sonra, sokakların protestolarla inlemesi gerekirken, ülkenin geneli ‘daha da pısmış’ bir şekilde gündelik hayatını sürdürmeye devam ediyorsa, bunun ilk sebebi, kapitalist sistemin tahakkümüdür.

    Patlamanın kendisi veya patlamanın etkileri henüz ‘ekmek parası’na dokunmaya başlamamış ise, halk(lar) kolay kolay ayaklanmaz.

    Özellikle günümüzde ‘ekmek parası’nın sürekli gelmesini sağlamaya mecbur bırakılmak (kapitalist tahakküm), ‘dinlerden’ önce gelir.

    Özellikle günümüzde, insan, aç/susuz kalmaya başladığı an, ‘dinler’i ilk plana kolay kolay koymaz.

    Yanlış anlamayın beni sayın Zileli; hayata her daim ‘ekonomizm’ zırvasıyla bakan biri değilim!

    Fakat üzülerek ifade etmek zorundayım:
    Sadece yukarıdaki yazınızda değil, metinlerinizşn çoğunda ‘ekonomi’yi, ‘kapitalist tahakküm’ü, ‘serbest piyasa ekonomisi’ zırvasını ıskalıyorsunuz!

  3. Konunun özüne ilişkin değil, ama 27 Mayıs’la ilgili sözleriniz ilginç geldi.

  4. Hocam,
    “Kürt hareketi kendi taraftarlarını Gezi isyanına katılmaya teşvik etmiş olsaydı bugün AKP iktidarının yerinde yeller esiyor olacaktı” demişsiniz. Bunun tam olarak nasıl olacağını düşünüyorsunuz? Devrim/iç savaş yoluyla mı?

  5. evet, bir ayaklanma, gezi benzeri ama sefer tüm ülke çapında. Çanlar’ı oku, roman bir yönüyle bunun hakkında.

  6. 4’e verdiğiniz cevapa istinaden sorularım var:

    1. Çanlar’ı size George Soros’un fonladığı OTPOR mu yazdırdı? Çanlar, aslında bir ‘proje’ romanı mı?

    2. Memet Ali Alabora ile bir temasınız var mı?

    3. Paralel yapı ile bir temasınız var mı?

    4. ‘Kendiliğindencilik’i benimsiyormuşsunuz. Ama 4’e verdiğiniz cevap buna pek benzemiyor. Sanki ‘öncü cephe’, ‘öncü kıvılcım’ gibi bir düşünceye sahipmişsiniz gibi?

  7. kopyala/yapıştır aşırı uzun yazılar yorum bölümünü okunmaz hale getiriyor zileli. buna biz çözüm bulmanı nacizane tavsiye ederim.

  8. MADEN OCAĞINDA GREV

    O grev 6 gündür sürüyor

    CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, yer altında açlık grevi yapan Amasya Yeni Çeltek maden işçilerini ziyaret etti.

    Açlık grevi yapan işçilerden ikisi rahatsızlanmaları nedeniyle hastaneye kaldırıldı. CHP’li Özel; “Yer altında kalmak bir eylem biçimidir. Açlık grevi bir başka eylem biçimidir ama herhalde dünya direniş tarihinde az örneği görülen bir şey yapıyorsunuz. Yer altında açlık grevi yapılıyor. Buradaki mücadele, sesinizi Türkiye’ye duyurmak isteme iradesinin ve azminin bir kanıtı” diye konuştu.

    YERİN 680 METRE ALTINDA AÇLIK GREVİ

    Manisahaberleri.com’un haberine göre CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, CHP Amasya Milletvekili Mustafa Tuncer, Tokat Milletvekili Kadim Durmaz ve Samsun Milletvekili Kemal Zeybek eylemin sürdüğü Merzifon ve Suluova ilçelerinde faaliyet gösteren Yeni Çeltek Maden Ocağı İşletmesinde yerin bin 680 metre altında açlık grevi yapan işçilere ziyaret ettiler.

    ÖZEL YER ALTINDA MADEN İŞÇİLERİNİ ZİYARET ETTİ

    CHP’li Özgür Özel ziyaret sırasında Türkiye Maden İşçileri Sendikası Yeni Çeltek Şube Başkanı Hakan Çatal’dan bilgi aldı. Özel, daha sonra yer altına inerek 4 Nisan’dan bu yana açlık grevini sürdüren işçilerle görüştü.Özel, şirketin Türkiye ve dünyanın en büyük maden facialarından birinin yaşandığı Soma AŞ’ye bağlı olduğunu ve Soma’da yaşanan faciadan dolayı da madencilerin sorunlarını yakından bildiğini söyledi.

    SOMA FACİASININ MİLAT OLMASI GEREKİRDİ

    Maden sektörü için Soma faciasının bir milat olması gerektiğini ifade eden Özel, madencilerin çalışma koşulları, işçi sağlığı ve iş güvenliği için bir milat olarak görülmesi gereken faciadan sonra bugüne geldiklerini anlattı. Özel, o günden bu yana Türkiye’nin hiçbir madeninde işçi sağlığı ve iş güvenliği acısından bir arpa boyu yol alınmadığını öne sürerek, “O günden sonra yer altında çalışan işçilerin özlük haklarında bir takım düzenlemeler yapıldı ama bu düzenlemeler samimiyetten uzak, sağlam bir temele oturmadığı için, rödevans, hizmet alımı gibi işçinin hakkını, hukukunu değil, bir cevheri birilerine peşkeş çekme, devletin kaynağı tükenirken işçinin de alın terini sömürme üzerine kurulmuş sistem içerisinde olduğu için bugün buraya kadar geldik” ifadelerini kullandı.

    DÜNYA DİRENİŞ TARİHİNDE ÖRNEĞİNE AZ RASTLANIR BİR EYLEM

    Yeni Çeltek işçilerinin dünya maden tarihinde az görülen bir direniş gösterdiğini belirten Özel, şöyle devam etti:

    “Yer altında kalmak bir eylem biçimidir. Açlık grevi bir başka eylem biçimidir ama herhalde dünya direniş tarihinde az örneği görülen bir şey yapıyorsunuz. Yer altında açlık grevi yapılıyor. Buradaki mücadele, sesinizi Türkiye’ye duyurmak isteme iradesinin ve azminin bir kanıtı. Sizden bir tek ricamız olacak. Biraz önce arkadaşlara da söyledim, buradaki işçinin sağlığı, hayatı her şeyden önemlidir. Burada sesimizi duyurmak önemli ama hayatımızı tehlikeye atmadan bunu yapmak da son derece önemli. Çünkü hayatta kalmak, direnişin bir parçası olarak hayatta kalmak zorundasınız. Evimizin direği olarak hayatta kalmak zorundasınız. Çoluğumuz, çocuğumuz için hayatta kalmak zorundasınız. Elbette mücadele etmek, ses duyurmak için bu tür yöntemin seçilmiş olması son derece değerlidir ama sağlığınız, vücut bütünlüğünüz hepimiz için son derece önemli.”

    SOMA AŞ. SORUMLULUKLARINI YERİNE GETİRMİYOR

    İşçilere Soma AŞ firmasının mobbing uyguladığını iddia eden Özel, şunları söyledi:

    “Bize düşen sizin sesinizi Türkiye’ye duyurmaktır. Buradaki sorunu doğrudan biliyorum. Soma faciasını yaşatan şirket oradaki sorumluluklarını nasıl yerine getirmedi ise burada da sorumluluklarını yerine getirmiyor. Sizi Soma’da sürekli çalışmaya zorluyorlar. Aslında size mobbing uyguluyorlar. Yani bu şekilde işi kendinizin bırakmanızı, sizden tazminatsız şekilde hakkınızı vermeden kurtulmak istiyorlar. Biz bunların hepsini özellikle bölge milletvekilleri, il milletvekiliniz ile mecliste gündeme getireceğiz. Bu işin peşini bırakmayacağız. Sizin mücadeleniz, bizim mücadelemiz. Biz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak net bir şey söylüyoruz. Bizim için önemli olan bir şey var. İki şeyin renginin olmadığını biliyoruz. Bir, işçinin alnının terinin rengi yoktur. Bir de anaların gözyaşının rengi yoktur. Biz sonuna kadar sizin sesinizi duyurmaya çalışacağız. Soma için de doğru çözüm, bu madenlerin Soma AŞ’nin elinden derhal alınıp Türkiye Kömür İşletmeleri tarafından güvenli şekilde işletilmesidir.”

    Rahatsızlığı bulunan işçilere “geçmiş olsun” dileğinde bulunan Özel, daha sonra yukarıya çıkarak bekleyişlerini sürdüren işçi aileleri ile görüştü ve sorunlarını dinledi.

    Fotoğraf:
    http://odatv.com/images/resimler/64150_656x369.jpg

  9. haklısın ama ne yapılabilir bilemedim.

  10. 1. hayır
    2. yok
    3. yok
    4. değilim

  11. HAZİRAN'DA DOLAR TL KURU 3,30

    BANK OF AMERICA MERRILL LYNCH’İN RAPORUNDA DOLAR/TL’NİN YILIN İKİNCİ ÇEYREĞİNDE 3.30’A ÇIKACAĞI ÖNGÖRÜLDÜ.

    BU, HAZİRAN’DA %15’LİK DEVALÜASYON ANLAMINA GELİYOR.

    Başbakan Ahmet Davutoğlu, seçim öncesi verdikleri vaatlerin hepsini yerine getirdiklerini söylese de, harcamaları artırarak ekonomiyi canlandırma adımları olan bu vaatlerin ekonomik verilere nasıl yansıyacağı önem taşıyor. Ücret artışı, kamu harcaması ve kredi genişlemesini içerdiğinden kriz önlemleri olarak da nitelendirilen bu vaatler, tüketim odaklı olduğundan cari açığı artıracak ve bütçe dengesini bozacak etkiler içeriyor. Öte yandan, seçim öncesinde de oldukça dillendirilen sürdürülebilir büyümeyi sağlayacak, enflasyonu düşürecek, ihracatı artıracak yapısal reformlardan hâlâ haber yok.

    Davutoğlu’nun önceki gün Reform Tanıtım Toplantısı’nda açıkladığı ve yerine getirdiklerini söylediği “Asgari ücretin 1300 TL’ye çıkarılması, seyyanen zamlar, kendi işini kurmak isteyenlere 50 bin TL’ye kadar karşılıksız destek, esnafa 30 bin TL’ye kadar faizsiz kredi imkânı, seracılara 100 bin liraya kadar destek, 18-40 yaş aralığında çiftçilere 30 bin TL’ye kadar hibe desteği, önlisans ve lisans öğrencilerinin burslarında yapılan yüzde 21 artış” gibi vaatler bir miktar daha bütçe açığı pahasına kamu harcamalarının artırılmasıyla gerçekleştiriliyor. Amaç harcamaları artırarak büyümeyi desteklemek. Reformların bütçeye ne kadar yük getireceği ise belirsizlik kaynağı olmayı sürdürüyor.

    ‘Reform yorgunu’

    Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz eski bir Merkez Bankası üst düzey yetkilisi, “Şu ana kadar yapılanlar genişlemeci maliye politikası. Yani harcamaları artıran birtakım işlemler. Yapısal reformlara ise hâlâ sıra gelmedi. Dolayısıyla önce bu döneme kadar yapılanların sonuçlarını kamuoyuyla paylaşmaları gerekir. Neredeydik nereye geldik ve eski yerimizden yeni yerimize gelinceye dek ne kadar masraf yaptık, ne kadar araştırma yaptık, hangi sektörde neredeydik şu anda bulunduğumuz yer ne şeklinde. Bunlarla ilgili hiçbir açıklama yok. Türkiye reform konuşmaktan yoruldu” dedi.

    Merrill Lynch devalüasyon öngörüyor

    Bank of America Merrill Lynch’in, EEMEA (Avrupa, Ortadoğu, Afrika) bölgesi ile ilgili yayımladığı haftalık raporda dolar/TL’nin yılın ikinci çeyreğinde 3.30’a çıkacağı öngörüldü. Bu, hazirana kadar en az yüzde 15’lik devalüasyon anlamına geliyor. Kurdaki bu oynaklığın sermaye açığı yüksek olan şirketler başta olmak üzere döviz borçlanmalarını, enflasyonu ve büyümeyi olumsuz etkilemesi bekleniyor. Merkez Bankası hesaplamalarına göre dolar kurundaki yüzde 10’luk bir artış enflasyonda 1.5 puanlık yükselişe yol açıyor.

    Merrill Lynch, üçüncü ve dördüncü çeyrekte ise kurun 3.20 seviyesinde olacağını öngördü. Kurum cari işlemler açığının GSYH’ye oranının 2016’da yüzde 5.4 olacağını öngörürken hükümetin Orta Vadeli Plan (OVP) hedefi yüzde 3.9. Merrill Lynch’in yüzde 9.5’lik enflasyon öngörüsüne karşın OVP hedefi yüzde 7.5. Kurum bu yıl yüzde 3.5 büyüme beklerken, hükümet yüzde 4.5 hedefliyor. Hükümet 2016’da bütçe açığının yüzde 1.3’e çıkmasını beklerken, Merrill Lynch’in öngörüsü yüzde 2.2. Bunda kamu harcamalarını artırıcı adımlar etkili olacak.

    Kurum, öngörülerini Merkez Bankası’nın yüzde 7.5’lik politika faizini sabit tuttuğu varsayımına dayandırıyor. Merkez, faiz indirimi baskısına yenik düşerse veriler daha da kötü gelebilir.

    Cumhuriyet, 9 Nisan
    http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/513003/Devaluasyon_kapiya_geldi.html

  12. “Suriyeli kadınlar Türkiye’de kuma”

    Savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan ve kamp dışında yaşamaya çalışan Suriyeli kadınların kuma olarak satılması bir süredir konuşulan bir haber. Canını kurtarmak için geldiği Türkiye’de erkeklere satılan bu kadınların dramı aslında beraberinde başka bir dram daha yaratıyor. Kuma olarak gittikleri ailelerde huzur kalmıyor ve boşanmalar başlıyor.

    Milliyet’ten Gizem Coşkunarda, üzerine kuma getirilen Güneydoğulu kadınlarla konuşmak için Mardin’in en kalabalık ilçelerinden biri olan Kızıltepe’yi ziyaret etti, röportajlar yaptı. Güneydoğu’da durum Karadeniz’den biraz daha farklı. Burada kadınlar için “dul kalmak” ölmekle eş değer çünkü sığınacakları bir baba ocağı bile yok! Bazı aileler kızlarının çocuklarını almamak şartıyla geri gelmesine izin veriyor. Henüz bunu kabul ederek baba evine dönen birini kimse görmemiş.

    2-3 bin lira karşılığında satın alınan Suriyeli kumaların yaşları 15 ile 30 arasında değişiyor. Kuma alan adamların yaşı ise 40’tan başlıyor 70’e kadar çıkıyor. Bölgede Kürtçe ve Arapça bilinmesi sebebiyle Suriyeli kadınlarla erkekler arasında sorun yaşanmıyor. Ta ki resmi nikahlı eşler “Kuma istemem” diyene kadar. İşte o zaman dayak mı dersiniz, çocuklarla kapının önüne konmak mı yoksa boşanmayla tehdit edilmek mi? Kızıltepe’de konuştuğum, gerçek isimlerinin bizde gizli kalmasını isteyen, takma isimli beş kadının başından geçen hikayeler ne kadar aynı olsa da hepsi ayrı ayrı yaralıyor insanı. Bir de o isyan eden bakışları!

    “SAVAŞ MAĞDURU KADINLAR MAL OLARAK TAKAS EDİLİYOR”

    Hülya Çelebioğlu Aydın (Mardin Ortak Kadın İşbirliği Derneği Başkanı)

    Birlikte çalıştığımız sosyologların araştırmalarına göre, Suriye savaşından bu yana Suriyeli kadınlarla ikinci evliliklerde yüzde 50 oranında bir artış yaşandığını görüyoruz. Bunun nedeni Suriyeli ya da başka yabancı kadınlarla evliliğin çok daha ucuza yapılabilmesi. Bölgede ikinci evlilikler genelde kızın rızasıyla kaçırılması şeklinde gerçekleşiyordu. Bu bir tür namus davası olduğu için ceza ödenmesi gerekir aileye. Bu cezalar da 50 binden başlayıp 200 bin liraya kadar çıkardı. Suriyeli kadınlara verilen başlık parası ise 2-3 bin lira civarında. Kumalık müessesesi hiç masum değil. Erkekler Suriyeli kadınların içinde bulunduğu zor durumdan faydalanıyor. Savaştan kaçan ailelerin maddi durumu çok kötü, ne evleri var ne işleri… Aileler, kızların başına bir şey gelecek endişesiyle Türk kısmetlere evet demeyi tercih ediyor. Bunu bilenler maalesef durumu istismar ediyor.

    İkinci kadınla evlendikten sonra hayal kırıklığı yaşayan ve “O gitsin, bu gelsin” diye üçüncü eş arayanlar mı dersiniz, imam nikahı kıydıktan iki hafta sonra “Hasta bu” diye geri yollayanları mı? Hatta 700 liraya fırlayan kirayı ödeyemeyen Suriyelilere, “O zaman kızını ver” diyen ev sahipleri bile var. Suriyeli kadınlarla imam nikahı kıymayı “Onları kurtardık” diye savunanlara bakmayın. Savaş mağduru kadınlar mal olarak takas ediliyor.

    “KUMAM DAHA KÜÇÜK BİR KIZ ÇOCUĞU, ONA DA ANALIK EDİYORUM”

    Hayriye:

    Kocamın yaşı benden küçük. Biz severek evlenmedik. “Sen bu adamla evleneceksin” dediler bana, adam dedikleri benden küçük çocuktu. Gelin değiş tokuşu (berdel) olmuştu iki aile arasında. Senelerce baktım ben ona, analık ettim. Sonra çocuklarımız da oldu. Doğru düzgün çalışmaz, eve para getirmez çok. İnşaatta iş bulursa gider. Bir gün bana “Suriyeli kadın alayım, ortalığı toplasın sana yardım etsin” dedi. İstemedim önce. Sonra çok ısrar etti ama ben yine “yok” dedim. Nereden baksan 15 senedir ağzımda diş yok doğru düzgün yemek yiyemiyorum, “He de dişlerini yaptıracağım senin” dedi. Ben de o zaman kabul ettim. Eskiden yemek bile yiyemiyordum. Şimdi Suriyeli kuma geldi. Hem ev işlerini yapıyor hem de kocama karılık yapıyor. Aynı evde geçinip gidiyoruz. O da küçük kız çocuğu daha bakarsan, ona da analık ediyorum.

    “ANKARA VE SAMSUN’DAN DA YAŞLI ADAMLAR GELİYOR”

    Meryem:

    Benim kocam üstüme kuma getirmedi ama her kavgada, “Git, bana Suriyeli mi yok!” demesinden bıktım. Benim erkek kardeşim evli, iki çocuğu var. Nikahlı eşinin üzerine 15 yaşında Suriyeli kuma getirdi.

    Üç tane bebesi olan bir komşum var. Onun kocası da iki kadını kuma aldı. Benim de başıma gelebilir, korkuyorum. Suriye’den gelenler inşaatlarda daha ucuza çalışıyorlar, kadınları daha ucuza temizliğe gidiyorlar. Kiralar çok yükseldi. İşimizi, aşımızı aldılar; şimdi de eşimizi alıyorlar. İki çocuğumla dul kalmak istemiyorum. Sadece Mardin’de olmuyor bu. Ankara, Samsun gibi birçok ilden yaşlı adamlar gelip bir yüzük, bir bilezik, bir çift küpe alıyorlar. Çocuk yaştaki kızları bunların karşılığında alıp götürüyorlar.

    “LÜTFEN HÜKÜMET BİR ŞEYLER YAPSIN”

    Cennet:

    Kocam ocak ayında, eve genç bir Suriyeli kadın getirdi ve ona imam nikahı kıydı. “Hep beraber yaşayacağız” dedi. Ben üstüme kumayı kabul etmeyince beni ve çocuklarımı sokağa attı. Babam beni kabul ediyor ama çocuklarımı istemiyor. “Çocuklarını bırak gel” diyor. Nasıl gideyim? Tekrar zorlukla eve döndüm. Gelen Suriyeli kadının hiç umurunda değil sokakta kalmamız. Şimdi o kadına resmi kağıtları verebilmek için benden boşanmak istiyor. Benim gibi birçok kadın var. Lütfen hükümet bir şeyler yapsın.

    “BEN KOCAMI HÂLÂ SEVİYORUM”

    Songül:

    Kocam bir yıl önce, Kamışlı’dan getirdi kumayı. Gitti bir de ona ayrı ev açtı. Üç ay öncesine kadar bizim eve de geliyordu, artık gelmiyor. Üç çocuk var bende, üçü de kız. Her gelişinde kavga ediyorduk, kızları da beni de dövüyordu. Benden boşanma davası açmış. Boşandıktan sonra Suriyeli ile resmi evlilik yapacak. Ama ben boşanmak istemiyorum. Bu kadının gitmesini istiyorum. Bilerek, severek evlendik. 24 yıldır beraberdik. Daha 13 yaşındayken onu sevdim, babam vermedi, evden kaçtım. Hâlâ seviyorum. Kuma huzurumuzu, evliliğimizi bozdu. İkinci eşler olmasın. Bizim yaşadıklarımız ortadadır.

    “ERKEĞİN AYAKKABISI EVİ DOLDURUR”

    Hasibe:

    – Kaç yıllık evlisiniz?

    Ben evleneli 13 yıl olmuştur herhalde.

    – Kaç çocuğunuz var?

    Üç çocuğum var. İkisi erkek, en küçük olanı kız ve 11 yaşında. Oğlanların büyüğü 15 olacak.

    – ,13 yıllık evlisiniz, nasıl 15 yaşında oluyor?

    Bu benim ikinci kocam. Aslında kayınbiraderim. İlk kocam ölünce beni kayınbiraderimle evlendirdiler. Ortanca oğlanla kız olan onun çocukları. Ölen kocamdan da en büyük oğlum var.

    – Biliyor mu çocuklar amcalarıyla evli olduğunuzu?

    Biliyorlar. Nesini saklayacağım. Namustan filan değil. Ölen adamın malı mülkü benimle çocuklara kalmasın diye hemen erkek kardeşiyle evlendiriyorlar.

    “BOŞANMAK DA İSTEMİYORUM”

    – Sevdiniz mi kayınbiraderinizi zaman içinde?

    Sevdim elbet. Mutlu etmek için her şeyi yaptım. Benim kocam düğünlerde çalgıcılık yapıyor, bir ayağı sakat. İş olursa gidiyor, olmazsa yatıyor. Temizlikten kazandığım parayı bile eline sayarım. Eksik kalmasın dışarıda diye.

    – Ne zaman kuma getirdi üstünüze?

    Bir seneden fazla oldu herhalde, bilmiyorum.

    – İlk duyduğunuzda ne dediniz?

    Böyle yüreğime bir taş oturdu. İstemedim ama “O zaman da boşarım seni” dedi.

    – Boşanmayı neden düşünmediniz? Hem nafaka da alırdınız, çalışıyorsunuz da.

    Boşanmak yoktur bizde. Dul kalmak kolay değildir. Baba evine dönemezsin. Çocuklarını istemezler. Çocuklarını bırakamazsın. Var mı senin çocuğun, bırakır mısın? Çocuklarınla tek başına da yaşayamazsın. Bir laf vardır bilir misin: “Erkeğin ayakkabısı evi doldurur.”

    – Ne kadara satın alıyorlar Suriyeli kumaları biliyor musunuz?

    Kumalık buralarda eski âdettir ama uzun yıllardır kolay değildi. 55 yaşından sonra adamın genç kuma alması için aileye çok para vermesi lazımdı. Zordu yani. Şimdi Suriyeli kadınları 2-3 bin liraya alıyorlar. Bas parayı al kumayı. Onlar da garip, savaştan kaçtılar, kuma oldular fuhuştan iyidir diye. Fuhuş da başladı buralarda.

    – Duydum evet, öyleymiş.

    Sırf iki-üç tane bu iş için ev var. Orada olmaktansa birinin kuması olmayı kabul ediyor. Bazı yaşlı kadınlar kocalarına kendileri söylüyor “Git Suriyeli kuma al” diye. Ev işlerini yaptırıyorlar, kendileri de rahat ediyor.

    – Siz ne düşünüyorsunuz?

    Ben daha 34 yaşındayım, kuma filan istemiyorum ama boşanmak da istemiyorum. Sırf beni boşayıp ona nikah kıymasın diye aynı evde oturmaya razı geliyorum.

    10 Nisan, OdaTv

  13. marxist argüman

    “AKP iktidarının, gelmiş geçmiş bütün iktidarlar içinde başımıza gelmiş en büyük iktidar felaketi olduğunu düşünüyorum.”

    yönetilmeyi icsellestirmis kapitalist bireylerin tipik davranislarindan biriside iktidarlari, siyasi liderleri karsilastirip, birini digerine tercih etmek; kötünün iyisine razi olmaktir.

    “İşçi cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin, Kürt cinayetlerinin, Suriyeli çocuk ya da kadın cinayetlerinin, kadın ve çocuk tecavüz ve tacizlerinin, yolsuzluk ve soygunların vb. bu boyutlara varmasının sebebi işte AKP iktidarının bu soyguncu-İslamcı dizayn çabalarıdır.”

    yanlis-isabetsiz bir tespit. cocuklarin cinsel istismarinin din ile direk bir alakasi yoktur. gelismis kapitalist ülkelerde de para kazanma amacli cocuk pornografisinden tutalim cinsel istismara kadar, bu fenomen son derece yaygindir. yakin zamanda ingiltere de patlak veren cocuk sapikligi skandali güncel örneklerden biridir. cocuklarin cinsel istismarinin sebepleri kapitalist sömürü iliskileridir; hiyerarsi, güc, mevki, para, yoksulluk-muhtaclik iliskileri ile alakalidir. ingilterede ki ve türkiyede ki skandalda cinsel istismari yapanlar (elit-seckin tabaka) ile istismara ugrayanlarin (yoksul-bagimli kesim) sosyoekonomik statülerine bakilirsa bu gercek net bir sekilde ortaya cikar. dünyanin her yerinde bu tür skandallar eksik olmaz. yatili-özel okullardan tutalim cocuk cezaevlerine kadar, cinsel istismar ve her tür siddetin kaynagi kapitalist sistemde ki hiyerarsi-güc-para-ekonomik bagimlilik iliskileridir. cumhuriyet döneminde son derece yaygin olan yatili okullarda cocuklarin cinsel istismari ve siddetin eksik olmadigi kesin. yalniz bu durum ne kadar basina yansimistir, bilmiyorum. ayni sekilde isci ölümleri-is kazalarininda din ile dogrudan bir alakasi yoktur, olamazda. soma da ki maden kazasinin-cinayetinin ilk olmadigini biliyoruz, son da olmayacak. serbest piyasa ekonomisinde üretim araclari özel sahislarin tekelindedir. ekonomik üretim insan ihtiyaclari icin degil, kar-kazanc-sermayanin sonsuz birikimi prensibine göre yapildigi icin is güvenligi isveren icin mümkün mertebe kacinilmasi gereken masraf-gider anlamina gelir. calisanlar acisindan bu ne anlama gelir: kötü ve riskli kosullarda karin tokluguna calisamak zorunda kalmak. “kürt cinayetlerinin” de AKP iktidari ile baslamadigini, kürt katliamlarinin sunni-türk kimligi temelinde kurulmus T.C. devlet resonu-devlet programi, milli güvenlik stratejisi-“ic tehdit” tespiti dogrultusunda, kisacasi ulus-devlet olgusu ile alakali oldugunu sayin zileli’ye hatirlatalim.

    “Bütün bunlar toplumda öyle büyük bir gerilim ve bunalıma yol açmıştır ki, artık aklı başında herkes toplumun bu bunalımdan kurtulabilmesi için bu iktidarın şu ya da bu şekilde yıkılması gerektiğini düşünmeye başlamıştır.”

    sayin zileli öyle bir yaziyor ki, bilmeyende zan edecek AKP on secim üst üste %40-50 halk destegi ile degilde, bir darbe ile ve yahut bir emri vaki ile iktidara geldi. sayin zileli neden böylesi bir manipülasyon teknigine basvuruyor: cünkü halk-kitle mesruiyetin-hakliligin kaynagi olarak görülüyor. tayyip nasil ki siyasi politikalarini halk destegi ile mesrulastirmaya calisiyorsa, ki bu tayyip’e özgü bir olgu degil, demokrasilerde burjuva politikacilari bunu hep yaparlar, sayin zileli de tersinden AKP iktidarindan hosnut olmayan kesimleri yazdiklarina dayanak olarak gösterirken, AKP’yi destekleyen toplumun diger yarisini yok sayiyor. sayin zileli, reel sosyalistleri yerden yere vuruyorsunuz fakat onlar gibi halki idealize etmektende geri durmuyorsunuz. su anda türkiyede insanlara “öcalan’i asalim mi, ne dersiniz?” diye sorulsa büyük bir cogunlugun “eveeeet” diyecegi kesin. simdi halkin büyük cogunlugu böyle düsünüyor diye biz bu durumu elestirmeyecek miyiz?

    “Bu yüzden, bence topluma gerçekten nefes aldıracak olan, bu muzahrafat takımının Gezi gibi bir halk hareketinin sonucunda devrilmesidir. 27 Mayıs’ta nasıl toplum, bir süreliğine de olsa rahat bir nefes aldıysa aynen öyle.”

    anarsistlerde dahil, devrimcilerin isi-görevi topluma, dolayisi ile mevcut düzene-sisteme gecici olarak nefes aldirmak midir, yoksa toplumu nefessiz birakan mevcut düzene köklü elestiri yapmak sureti ile insanlari bilinclendirip, düzene-sisteme kan-can veren insanlari yepyeni bir alternatif sistem icin kafa yormaya yönlendirmek midir?

    sayin zileli’nin yanlis bir sekilde AKP-PKK savasi, dogrusu T.C.-PKK savasi olmasi lazim, hakkinda yazdiklarina gelince. koyun can derdinde kasap et derdinde. T.C. kürdistan da kürt sehirlerini toptan imha ederken sayin zileli PKK’ye “atesi kes ki toplum nefes alsin” diyor. sayin zileli, devletin kürt hareketine karsi savasinda türk halki, muhalefet vs. devlete ve siyasi iktidara tam destek veriyor. hal böyleyken, PKK’ye “atesi kes ki türk toplumu nefes alsin” cagrisi yapmanin mantigi nedir? kürt ulusal hareketini imha savasinda devlete tam destek veren türk halkini ve bu destegin milliyetcilik-ulusalcilik ideolojisi ile bagindan dolayi milliyetciligi elestirmek neden akliniza gelmiyor? ulus devletler üzerine kurulu kapitalist dünyada kürt ulusalcilari-milliyetcileri de kendi devletlerini kurmaya calisiyorlar. siz bunun neyini elestiriyorsunuz?

  14. miilliyetçilik-ulusalcılık ideolojisini sürekli eleştiriyorum. bu konuda kitabım bile var özgür üniversiteden çıkmış: Ulusalcılık-bir ideolojinin iflası

  15. 27 Mayıs’la ilgili sözlerinizi ilginç bulduğumu söyleyince, ne açıdan diye sormuşsunuz.

    Sizin anarşist birinin bi askeri darbede olumlu yanlar bulmasını tuhaf buldum.

    Bir de mutlaka bi rahatlama örneği gösterilecekse, neden 27 Mayıs?

    Yoksa bence de 27 Mayıs’ta bi rahatlama olduğu gerçek.

    Öte yandan şu anda Türkiye siyasetinde bir kilitlenme olduğu bir olgu. Aslında bu işin böyle gitmemesi gerektiğini herkes (Buna bir çok Akp’li ve Abd de dahil!) görüyor. Ama aşılması için ortaya demokratik bir alternatif de çıkamıyor.

    Askeri darbeler (ve bu arada “rahatlama örneği” olarak darbe döneminden örnekler!) böyle dönemlerde gündeme geliyor.

    Yazının geneli ile ilgili belki başka bir zaman knuşuruz:)

    Sevgiler:)

  16. marxist argüman’ın eleştirileri doğru ama ulus-devletle kapitalizm arasında zorunlu bir bağ görürken aynı idealizme düşüyor.
    Bir kere, ulus-devletlerin yıkılması için kapitalizmin de yıkılması gerekmez. Örnek mi? Bugün gördüğümüz mülteci seli. Her geçen gün yayılıp dünyayı kaplıyor. Çok güçlü sanılan “emperyalist”, “kapitalist” devletler ne kadar dayanabilir buna?
    Ulus-devletler (Batılı devletlerin Ortadoğu’da çizdiği yapay sınırlar hariç -ki bugün bu nedenle parçalanıyor) kapitalizmle de ortaya çıkmamıştır. Bu devletler kendilerinden öncesinin kesintisiz devamıdırlar. Örneğin TC Osmanlı’nın devamıdır. İran’da da mollalar, Pehlevi, Kaçarlar, Safeviler, Akkoyunlular birbiri ardından gelmiştir. Başka bir örnek, Fas şehrini ve devletini kuran İdrisilerin ardından Murabıt, Muvahhid, Merini, Sadi ve bugünkü Filali hanedanı gelmiştir. Avrupa ülkeleri iyi bilindiği için bahsetmeye gerek yok.
    Kapitalizm de böyle. Mesela bir Koç, Sabancı veya Doğan’ın dün toplumdaki konumuyla bugünkü konumu aynı değil, yarın da aynı olmayacaktır. Örneğin bunların medyasının toplumu etkileme gücü aynı kalabilir mi? Sosyal medyadan mobil internete kadar iletişimin bu kadar yaygınlaştığı bir zamanda?

  17. Portekiz’deki “Karanfil Devrimi” de var (1975) mesela.

  18. 2’ye
    “Kesinkes bir ‘tehlike sıralaması’ yapılacaksa, kapitalizm, dinlerden daha tehlikelidir.”
    İfadeniz elma ve armut’u toplamak olmuş. Kapitalizm bir ekonomik sistem; Din bir ideolojidir. Ve İslamiyet de Kapitalizm’le çelişmez. Modern öncesi dönemin en büyük köle tacirleri Müslüman. Ticaret İslamiyet’e uyar.. vs..
    ————
    M.Argüman da o kadar çok Maksist ki, 19 yy’dan buraya gelemiyor. Bu ülkenin geçen 90 yılından bihaber, genel-yuvarlak laflarla konuya giriyor. “Muhalif Kadri Efendi” rumuzu ona daha çok yakışır..

  19. akpnin gitmesi ancak halkin aydinlanmasindan geciyor.
    1900 gelen türkcü-islamci gelenk ve büyük osmanli hayali
    halkin hala zihin altinda yatiyor,bu gelenk gitmedikce türkiye
    hic bir zaman tam sekülär bir toplum olamayacaktir.
    ben türkiyeyi almanya 1915-1945 arasinda görüyorum o zamalar almayanda demokrasi tam oturmamis bir savas yenilgisi alinmis ve ekonomik dengel gittip geliyordu.büyük almanya rüyalari toplumun zihin altinda yatiyordu ve sonuc hitler geldi……..
    erdoganin yürütü türk-islam milliyectilgi türkiye halkarina ne kaybedecene anlatilmasi gerek bu bir düs degil ancak bir kabusa dönüsecegi anlamasi gerek.
    halk dilli bunu söylüyor……
    acik veya kapali insanlar 2023 türkiyenin sinirlari degisecene vebögenin hakimi olacana bakiyor,etik anlayisi malesef zayif türkiye toplumunun.
    bence bizlerin gericigle fasizm aydinlamayi baslatip ve sürürmeliyiz.

  20. “En sevdiğim meyve nardır.”

    Evet, guzel bir meyvedir.

    Solu sembolize etmek icin de son derece uygundur: Kabugunu soydugunuz zaman, icinde –birbirine yapismis, kumeler halinde– yuzlerce nar tanesi cikar.

    Bu nar taneleri meyveye cok zayif bir bagla baglidir; koparilip bagimsizliklarina kavusmagi bekler gibidirler.

    Koparip, tek tek, ya da avuc avuc yiyebilirsiniz.

    Apayri bir lezzettir.

    Suyunu da cikarmak mumkundur ama acimsi/kekremsi bir tad verir.

  21. marxist argüman

    kapitalist ideolog anonymus’un 19 nolu yorumuna cevap:

    bir fikrin-düsüncenin dogrulugunun yanlisliginin hangi yüzyilda ortaya ciktigi ile hicbir alakasi yoktur. benim sayin zileli’ye yaptigim elestirilerimin hangisini, neden yanlis buluyorsun, karsi argümanlarini yaz ki ortaya bir fikir tartismasi ciksin. bu anonymus adli modern kapitalizmin ideologu ne demek istiyor, aciklayayim ki diger okuyucular da anlasinlar. sunu demek istiyor: kapitalizm elestirisi 19 yüzyila özgü birseydir, onun modasi gecti. yani benim, cocuklarin cinsel istirmarindan tutalim ulusal sorun-kürt sorununa kadar, bütün bunlarin kapitalist düzen ile iliskisini somut olarak ortaya koymam bu arkadasi rahatsiz etmis. peki bu anonymus benzeri kapitalist ideologlar neyi savunuyorlar? sunu: bilindigi gibi reel sosyalistler gönüllü olarak kapitalizme gecis karari alip tarih sahnesinden cekildikten sonra, amerikali kapitalizm ideologlari “komünizm belasindan ilelebet kurtulduk, bundan sonra ki mücadele uygarliklar arasinda olacak, bati-hristiyan uygarligi ile dogu-islam uygarligi arasinda” demislerdi. 11 eylül ikiz kuleler saldirilarindan sonra ABD’nin basini cektigi kapitalist-emperyalist blokun “uluslararasi terörizm ile savas” konsepti komünizm sonrasi siyasal islami yeni düsman olarak hedef tahtasina oturttu. iste anonymus gibi kapitalist ideolojik zokalari yutmus olanlar dünyada olup biteni kapitalist sömürü iliskileri ile aciklama cabalarini “eski moda” diye damgalayip itibarsizlastirmaya calisirken, bunun yerine olup biteni “uygarliklar savasi” ideolojisi ile aciklamaya calisiyorlar. kapitalizmin-serbest piyasa ekonomisinin henüz dünyanin tamamina yayilmadigi 19 yüzyilda kapitalizmi elestirmek anlasilir fakat kapitalizmin globallesip dünyanin en ücra köselerine yayildigi, kapitalist sömürü iliskileri ve para rejiminin dünyaya egemen oldugu 2016 yilinda kapitalizmi elestirmek-teshir etmek, günlük hayatimizda olup bitenlerin serbest piyasa ekonomisi ve para rejimi ile iliskisini ortaya koymak “19 yüzyilda takilip kalmak” oluyor öylemi anonymus?

    2 nolu yoruma cevap:

    “Kapitalizme karşı olan sadece İslam değildir. Dinlerin geneli, temeli sömürüye dayanan her tür sisteme karşıdır.”

    dinlerin ve islamin kapitalizme karsi oldugunu neye dayanarak iddia ediyorsun? tamamiyla uydurma bir iddia. sapla samani birbirine karistirmissin, belli ki kafan epey karisik. dinlerin, insanlarin zengin-fakir, yöneten-yönetilen seklinde bölünmesini gayet dogal buldugunu, bu durumu kesinlikle elestirmedigini örnek sundan anlayabilirsin: dinlerde zekat-sadaka diye birsey var. zekat-sadaka zengin ile fakirlerin varligini sart kosmaz mi? aksi halde öyle birseye ihtiyac olmazdi degil mi? günümüzde istisnasiz bütün dinler kapitalist sömürü iliskilerinde faydali fonksiyonlar üstlenmislerdir. öyle olmasaydi din-dini düsünce amerika ve avrupada dahil olmak üzere burjuva devlet tarafindan desteklenip tesvik edilmezdi. ben burda marx’in analizlerinden faydalanarak birtakim seyler yazinca “dinazor, 19 yüzyilda kalmis” diye damgalaniyorum. fakat bilmem kac bin önce ortaya cikmis, insanin aklini-mantigini köreltip tanri denilen fantazi ürünü birisine mutlak itiati vaaz eden dini ideoloji sene 2016 da son derece normal-modern görülüyor. “aydinlanmis” avrupa-amerika da papa ve papalik kurumuna milyonlarca insan tapiyor, dalai lama denilen din bezirgani sarlatan “kamil insan-ideal-örnek insan” olarak sunuluyor. islam dünyasinin hali zaten ortada. dinlerin günümüzde kapitalizme sundugu hizmetler sunlar oluyor: insanlarin devletine-milletine-siyasi liderlerine-patronlarina sadik olmasini, isyan etmemelerini, yoksullugu sefaleti tanrinin bir sinavi olarak görüp, bunu kader kabul etmelerini, her ne kadar bu dünyada gün güzü, rahat yüzü görmemis olsalarda bu dünyanin gecici oldugu, asil rahat-güzel hayatin diger dünyada yani öldükten sonra yasanacagi vs. vs. kisacasi zügürt tesellisi. tayyip’ten bir örnek verecek olursak: “ölmek madencinin fitratinda vardir” bu cümle dini ideoloji ile kapitalist sömürü ideolojisini ne de güzel anlatiyor!
    12 nolu yoruma cevap:

    “Ulus-devletler (Batılı devletlerin Ortadoğu’da çizdiği yapay sınırlar hariç -ki bugün bu nedenle parçalanıyor) kapitalizmle de ortaya çıkmamıştır. Bu devletler kendilerinden öncesinin kesintisiz devamıdırlar” diye yazmissin.

    yaniliyorsun. modern ulus devlet, marxist jargonla söylersek burjuva devlet serbest piyasa ekonomisi ile baglantili ortaya cikmistir. kapitalist ekonomi, fransiz devrimi, siyasal yönetim bicimi olarak demokrasi, ulusalcilik ideolojisi-akimi ic ice gelismistir.

    T.C.’nin osmanlinin devami olmasi neyi ispatlar, senin tezini kanit olusturmadigi acik ortada. determinist bir tarih anlayisina sahip oldugun belli. osmanli gibi imparatorluklar ne zaman, nicin yikilmislardir? bu soruyu sormuyorsun ve cevabini merak etmiyorsun. insanlarin toplumsal ve ekonomik eylemlerinden bagimsiz, kendi yasalarina göre isleyen bir tarih yoktur. örnek osmanli imparatorlugu neden yikilmistir: birincisi deniz yollarinin avrupali sömürgeciler tarafindan kesfedilmesi ile osmanlinin ticari gelir kaynaklari azalmistir. yeni yeni gelismekte olan kapitalist ekonomi bilimsel teknik gelismeyi ve dogayi-tabiati sermaye birikimi-zenginlik kaynagi olarak kesfetmis ve bu alanda osmanliya fark atmistir. ikincisi, fransiz devrimi ile beraber gelisen ulusalcilik-milliyetcilik ideolojisi cok uluslu imparatorluklarin temelini sarsip yikmistir. ulusalcilik ideolojisi sonucu osmanli sinirlarina dahil balkanlarda ve arap cografyasinda ki ayaklanmalari ve osmanlidan ayrilip kurulan ulusal devletleri hatirlayalim.

  22. Yukarıda ilk yorumda Abdürrahim Gümüştekin’in yazısını okuyunca bir şey hatırlardım. Ben bu Abdürrahim’le Metris’de aynı koğuşta kalmıştım. (12 Eylül dönemi).
    Kendisi bize boks dersleri vermişti.
    Ayrıca koğuşumuzda Mustafa Yalçıner’de vardı.
    Denizlerle ilgili anılarını sormak isterdik ama o konulara fazla girmek istemezdi. Sessiz, çok efendi, mütevazi ama yoldaşları için canını verebilecek yapıdaydı.
    Alt katımızda Işık Ergüden vardı, analizlerini bize yollar, biz de toplu halde okurduk. Işık yıllardır çevirmen olarak bir çok eseri Türkçeye kazandırdı, özellikle ANARŞİZM

  23. Saygılar, Arif Kuş.

  24. 10 için..
    “AKP iktidarının, gelmiş geçmiş bütün iktidarlar içinde başımıza gelmiş en büyük iktidar felaketi olduğunu düşünüyorum.”
    Adam doğru söylüyor.. sen de nasıl anlıyorsun..
    yönetilmeyi icsellestirmis kapitalist bireylerin tipik davranislarindan biriside iktidarlari, siyasi liderleri karsilastirip, birini digerine tercih etmek; kötünün iyisine razi olmaktir.
    *
    “İşçi cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin, Kürt cinayetlerinin, Suriyeli çocuk ya da kadın cinayetlerinin, kadın ve çocuk tecavüz ve tacizlerinin, yolsuzluk ve soygunların vb. bu boyutlara varmasının sebebi işte AKP iktidarının bu soyguncu-İslamcı dizayn çabalarıdır.”
    Adam soyguncu-islamcı yazıyor. Sen de sanki yalnızca din yazmış gibi eline sazı alıyorsun.. yazıyorsun hemen.. yanlis-isabetsiz bir tespit. cocuklarin cinsel istismarinin din ile direk bir alakasi yoktur..
    Uzatmaya gerek yok.senin mantığın da böyle demek ki..
    ——————–
    19 yy sosyalizmi mantığına eleştiri sebebi şu.. Doğu topraklarındaki üretim ilişkileri-üretici güçler Batı Tarihsel sürecinden önemli farklılıklar gösteriyor. Batıdaki sınıf çelişkileri şablonu, buraya tam uymuyor.. Daha “yaratıcı” bir analiz gerekiyor artık.. Tabi, bunu da senden beklemek haksızlık olur!

  25. M.argüman gibilerinden yaratıcı analizler beklenemez. Sanki kapitalizm -başka herşey gibi- değişmekte değilmiş, bugünkü kapitalizmle 20, 50 veya 100 yıl önceki kapitalizm aynıymış gibi düşünen statik kafalar yaratıcı olamaz.
    Marksizm kavramı da sorunlu. Marks bile Marksist olmadığını söylemiş. Bir kişinin, üstelik yaşadığı dönemden bu yana çok şey değişmiş bir kişinin adını ve fikirlerini taşıyan bir ideolojide ısrar niye?
    Aslında kapitalizm kavramı da sorunlu ama o ayrı bir tartışma konusu.

  26. Bu durumu H.Berktay da güzel ifade etmiş;
    Bir “ideolojik kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı belirli bir paradigmatik çatının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Bunlar, Lenin’in bir zamanlar Marksizmin ruhu diye tarif ettiği “somut durumların somut tahlili”nin yerini alan bir dizi refleks. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.

  27. sevgili dostlar ben akp belasindan kolay kurtulumacayiz görüyorum keske yanilirim……
    erdogan canavarini türkiye halklari ve dis dinamikler yarrati artik tren yürüyor kimse dur demiyor diyemiyor,almanya hükümetin elli kolu bagli kaldi son mizah tartismasinda.
    ben almanyda türkiyeli insanlarla konusuyorum türkiye geldim zaman firsat oldukcada konusma firsati bulunuyor ,laik sol kesim bizler yani elbette gercekleri söylüyoruz ama türkcü-islamci-merkez sag liberal kesime sözümuz gecmiyor.gözleri kapali bir sekilde bir adamin pesinden gittiyorlar…..büyük osmanli rüyasi güclü türkiye ve ekonomik rahatlik vaadleri ille yolu tuturmus gidiyorlar.islamci kesimde artik acik ve net uygulamalar yapiliyor…..insanla rahatzis olsa bu kadarda olmaz diyorum…….ben kemalist degilim ama artik tarih bir aktör olan mustafa kemal bile feda edilldi sultana!!!savasin ne kötü bir insan sucu oldunu insanlara anlatin dostlar cünkü bu toplum hitler atina helva dagitan bir tolum………ne degisterebildik ki!!! türkiye futbol ille gecenlerde bir belgesel geldi burada ve gezi isayni sirasinda carsi söz konusu oldu.bir yetkilli diyor ki artik halk sokaga inmesmis…..bütün korku sistemi yürülükde nasil bir halk muhalefeti dogacak????
    pkk da sagolsun…..türkiye bir feda edilmis bir ülke olrak görüyorum.kusurma bakmayin dostlar ben türkiye halkarin bu belaya kendi atacani yitirdim……

  28. Sayın “anonymus” 13’e
    [“Kesinkes bir ‘tehlike sıralaması’ yapılacaksa, kapitalizm, dinlerden daha tehlikelidir.”
    İfadeniz elma ve armut’u toplamak olmuş. Kapitalizm bir ekonomik sistem; Din bir ideolojidir. Ve İslamiyet de Kapitalizm’le çelişmez. Modern öncesi dönemin en büyük köle tacirleri Müslüman. Ticaret İslamiyet’e uyar.. vs..]

    ve

    Sayın “marxist argüman” 17’ye,

    Öncelikle; “2” numaralı metnimizin bütününü değerlendirmeden, sadece cımbızla seçtiğiniz kısımlara odaklanarak yanlış tespitlerde bulunmuşsunuz.

    Açalım:

    Hayata “agnostik” pencereden bakıyoruz. Öz ifadeyle; hayatımızı “din”e göre şekillendiren kişiler değiliz.

    Kapitalizm, bir ekonomik sistem DEĞİLDİR. Eğer “ekonomik sistem” olduğunu iddia ediyorsanız; Ludwig von Mises, Friedrich Hayek, Murray Rothbard, Milton Friedman ve Ayn Rand’ın tuzaklarına düşmüşsünüz demektir.

    Kapitalizm, bir ideolojidir.

    “Din(ler)”i büsbütün hayatın dışında sayarak tahliller yapmaya çalışmak, her şeyden önce; sosyolojik olgular ortaya koyarken eksikler ve yanlışlar doğurur. Bu hususta hemfikir olduğumuzu düşünerek devam edelim.

    [“Kapitalizme karşı olan sadece İslam değildir. Dinlerin geneli, temeli sömürüye dayanan her tür sisteme karşıdır.”] Bu ifademizle ne anlatmaya çalıştık?

    Cevabımız:

    IŞİD, Avrupa’da bombalar patlatmaya başladıktan sonra, hem Türkiye’deki hem İslam’ın dominant olduğu Doğu coğrafyalarındaki “dinciler” ve “dindarlar”; “gerçek İslam bu değil!” diye bağırmaya başlamıştı, haberiniz vardır. Hâlâ bağırmaya devam ediyorlar…

    Peki bahsettiğimiz “dinciler” ve “dindarlar”, “gerçek İslam bu değil!” diye bağırmakta haklılar mı; elbette haklılar. Fakat haklılıklarının yetmediği; kaypaklıklarından belli. Problem burada başlıyor.

    Şu örneği yazmıştık; “‘Faizsiz bankacılık’ veya ‘faizsiz forex işlemleri’ gibi tabirler, İslam’ın, kapitalist akış içinde tutunabilmek için maskeyle örtmeye çalıştığı kaypaklıklardır.”

    İki örnek daha ekleyelim:

    “Şans oyunları”nın dinin hükümlerine uygun olmadığını bile bile “Milli Piyango”yla voleyi çakmak isteyen “dinciler” ve “dindarlar”ın ne çok olduğunu biliyoruz,

    Hacca gidenlerin çok büyük bölümünün ülkelerine dönerken dinin hükümlerine uygun olmadığını bile bile “zemzem suyu” getirmeyi ne çok istediklerini biliyoruz…

    Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bu tür örnekleri sadece “İslam” da değil, her din de bulabilirsiniz.

    “Assisili Françesko”nun hayatına ve ağzından çıkanlara bakarsanız; onun da “gerçek Hristiyanlık bu değil!” diye bağırdığını, “established” Hristiyan öğretileri ile uyuşmadığını görürsünüz. Acaba Françesko, bugünkü takipçilerinin ne hâller içinde olduğunu görse kafasını dağlara taşlara vurmaz mıydı.

    Ve hâttâ Matta İncili’nde de, Kuran’da da; “Bir devenin bir iğne deliğinden geçmesi, bir zenginin cennete girmesinden daha kolaydır.” yazar. (Kuran’daki ifade için: A-râf suresi, 40. ayet)

    Bütün bunlar, “din(ler)”in, büsbütün çöp kutusuna atılacak kadar pespaye gelenekler olmadığının göstergesidir.

    [İfadeniz elma ve armut’u toplamak olmuş. Kapitalizm bir ekonomik sistem; Din bir ideolojidir. Ve İslamiyet de Kapitalizm’le çelişmez. Modern öncesi dönemin en büyük köle tacirleri Müslüman. Ticaret İslamiyet’e uyar.. vs..]

    Yukarıdaki açıklamamızdan sonra şimdi detaylandıralım:
    “İslamiyet” ve dinlerin geneli, kapitalizmle çelişir. Tarihte ve bugün “el ele, kol kola hareket ediyorlar olduğu”; çelişmediklerine kanıt değildir. Elma ile armutu karıştırmayınız.

    [Modern öncesi dönemin en büyük köle tacirleri Müslüman.] Bu tespitiniz doğru. Haklısınız.

    [Ticaret İslamiyet’e uyar..] “Kapitalizm”le “ticaret” iç içe olgulardır; fakat, “ticaret” kapitalizmi de kapsar. Unutmayınız; “din” denen şey insanlar arasında tomurcuklanmaya başlamadan ÖNCE DE ticaret vardı. “Kapitalizm” daha sonraki aşamada meydana çıktı. Bir dakikalığına bütün dinlerin bugün ortadan kalktığını düşünün; ticaret yine devam eder…

    Sayın “marxist argüman” 17’ye,

    [dinlerin, insanlarin zengin-fakir, yöneten-yönetilen seklinde bölünmesini gayet dogal buldugunu, bu durumu kesinlikle elestirmedigini örnek sundan anlayabilirsin: dinlerde zekat-sadaka diye birsey var. zekat-sadaka zengin ile fakirlerin varligini sart kosmaz mi? aksi halde öyle birseye ihtiyac olmazdi degil mi?]

    “Materyalist” perspektifte mahirleştiğiniz aşikâr sayın “marxist argüman”.

    Dinlerin geneli, “kaderci”dir. Her ne kadar “kendi içinde disiplinli gözükseler de”; kalender mizaç bütün dinlerde baskındır. Çünkü dinlerin geneli; “dünya hayatının fani olduğu yönünde şartlar ortaya koyar.”

    Kalender olmak için bir dine yaklaşmak, onun buyruklarını takip etmek mi gerekir; elbette hayır. Mesela sayın Gün Zileli’yi örnek verelim. Kendisi kalender görüntü veren bir kişi, “anarşist”, “ateist”. Bir (hakiki) tekke şeyhi ile sayın Gün Zileli arasında fark yok denecek kadar azdır.

    Madem İslami gelenek içinden örnekler veriyorsunuz, oradan devam edelim. İnsanların zengin-fakir olduğu yönündeki “sınıflandırma”; “yaratıcı” olarak tanımladıkları Allah’ın (God, Jesus, Brahma ve binlercesinin) “doğal” sistemi kabul edilir. “Dinciler”in ve “dindarlar”ın çoğu, insanlar (ve bütün canlı & cansız varlıklar) arasındaki ilişkilerin, “yaratıcı”nın istediği şekilde dizayn edildiğini, bu nedenle bu sisteme karşı çıkmanın (ölmek madencinin fıtratında vardır!) gereksiz (ve “tehlikeli”!) olduğunu savunur. Fakirlere yardım elini uzatan zenginler var olduğu müddetçe; dinin hükümlerinin yerine geldiğini düşünür, daha fazla soru sormazlar. “Mustafa Koç”un ölümüyle gönderilen taziye mesajlarının nerelerden bile geldiğini araştırırsanız; bunu net görürsünüz.

    Ki omurgasını bozmayan marxistler ile “dinciler”in ve “dindarlar”ın uzlaşamadığını nokta da burada başlar. “Zenginlik” & “fakirlik” bir sınıflandırmadır. Bu sınıflandırmaya karşı mücadele edilecek mi, edilmeyecek mi?

    Evet; bu sınıflandırmaya karşı mücadele edilmelidir. “Kalender olmak” ile, “ezileni savunmak” arasındaki farkların ne demek olduğunu ilk önce “dindar”ların öğrenmesi, unuttularsa hatırlaması gerekir. (“Dinci”ler kanmaya ve kandırılmaya daha müsait oldukları için; ezileni savunmalarını ummak şimdilik pek mümkün gözükmüyor.)

    Kapitalizmin kuşatması altında, İslam’ı hakiki tutabileceklerini sanan kesimler, “faizsiz bankacılık” veya “faizsiz forex işlemleri” gibi tabirlerle “ne kadar kapitalizme uyumlu olduklarını ve hâttâ ‘faiz’ ismini kaldırıp, hasır altından ‘kâr payı’ tabiriyle ‘de-facto faiz’ uyguladıklarını” sakladıklarını zannededursunlar; Alev Alatlı gibi bir şahsın damadı (Kaan Aktan) Türk Telekom’a finans müdürü olarak atanmaya devam eder. “Taptuk Emre” veya “Şems-i Tebrîzî” bugün bu yaşananları görse kafalarını dağlara taşlara vurmaz mıydı.

    Sadede gelelim:

    “Dinleri” topyekûn dışarıda tuturak tahliller yapamayız.

    SSCB’de “komsomol”ların nihai görevlerinden biri, komünist idealleri bütün SSCB coğrafyasında yaymak için uğraşırken, sabırlı sabırlı, yavaş yavaş “din karşıtı” tohumlar da ekip, SSCB’yi büsbütün “irreligious” bir yapı hâline getirmekti. Lenin’in en büyük hayallerinden biri buydu. Her ne kadar kiliseleri kapatmayarak ne kadar “demokrat” olduklarını “kapitalist batı”ya göstererek reklam peşinde koştularsa da, içlerinde “dini hayattan kaldırmak” idealleri daima vardı. Dini hayattan silemedikleri gibi, kapitalizme karşı da darmadağın oldular.

    Bugün:

    Omurgasını bozmayan marxistler her geçen gün azalıyor!

    “Dindar”lar (“dinci”ler değil!) arasında bozulmamışları bulup çıkarmak her geçen gün zorlaşıyor!

    Kapitalizm bugün; en ölümcül evrelerinden birini daha yaşıyor!

    “Corporatocracy & Şirketokrasi”; bütün dünyayı kuşatmış durumda!

    Ve Sayın Gün Zileli, yukarıda “Yıkılmalarının Önündeki Tek Engel” başlıklı bir yazı kaleme alırken;
    “Kapitalizmin tahakkümü”nden bir tek kelime bile bahsetmiyor!
    “Şirketokrasinin tahakkümü”nden bir tek kelime bile bahsetmiyor!
    “Serbest piyasa ekonomisi”nin hiç de serbest olmadığından bir tek kelime bile bahsetmiyor!
    “Oligopol”lükten bir tek kelime bile bahsetmiyor!

    (Bu kısmı sayın “anonymus” 13 de dikkatle okumalı.)

    “Solcu”ların ve “kendini ‘sol’da zannedenler”in düşürüldükleri en içler acısı tuzak; kapitalizmin hayatın akışı içinde, kendiliğinden doğduğuna, “doğal” olduğuna ikna edilmiş olmalarıdır!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Fazla eskide değil, 1970’li yıllarda; “emperyalizm” kelimesi kullanılırken, mutlaka “kapitalizm”in kuşatıcılığından da bahsedilirdi! Kapitalizmin tarihteki gelişimini ciddi ciddi öğrenmiş olanlar da olmayanlar da “kapitalizm”e karşı mutlaka dirayetini gösterirdi! Ama gelin görün, sanki “1980”de dünya genelinde öyle bir dönüşüm yaşandı ki; “en azılı solcu gözükenler bile” kapitalizmi “doğal” kabul eder tavır sergilemeye başladılar! Öyle anlaşılıyor ki; Ronald Reagan’ın, Margaret Thatcher’ın, Turgut Özal’ın yaydığı zehrin aynısı dünya genelinde, 1980’lerde yayılmış ki; “solcu”lar ve “kendini ‘sol’da zannedenler” bile bundan nemalanmış!

    “Solcu”lar ve “kendini ‘sol’da zannedenler”, kapitalizmi sadece ama sadece “teknolojik gelişim” çerçevesinde değerlendirip; asıl yeri olan “ekonomi düzlemini” ıskalıyorlar! Taş devrinden diğer devirlere geçiş, taşların tükenmiş olup/olmaması ile ilgili değil; teknolojinin gelişmeye devam etmesi ile ilgilidir! Kapitalizmin de, komünizmin de, “dinler”in de teknolojinin ilerliyor oluşuyla ilgili kapsayıcılığı yoktur! “Bilim” ile “ideolojiler”i birbirine karıştırmayınız!

    Kapitalizm HERŞEYİ SÖMÜRMEYE ÇALIŞIR!

    Kapitalizme karşı olan sadece İslam değildir. Dinlerin geneli, temeli sömürüye dayanan her tür sisteme karşıdır. Soğuk savaş döneminde, komünizme karşı “din” her ne kadar bir tür stepne görevi görmüşse de, dindar kesimler arasında kapitalizmin en az komünizm kadar şirret olduğunu bilen ve karşı çıkanlar da vardı. Bunların sesi kasıtlı olarak kısıldı!

    Öz ifadeyle:
    Kesinkes bir “tehlike sıralaması” yapılacaksa, kapitalizm, dinlerden daha tehlikelidir. Çünkü, dinler aracılığı ile “bağnazlığın köpürtülmesi”nden kapitalizm yarar sağlamaya devam ediyorsa, bu yararın sürmesi için gerekli ortamı daima canlı tutmaya çalışır! Kapitalizm için “kâr” önemlidir; dinler eğer bağnazlık yayarak daha çok kâr ortamı yaratabiliyorsa, kapitalizm bunu da savunur!

    13 Mayıs 2014 SOMA maden cinayeti sonrası mahkemeler hâlâ devam ediyor. Fakat kurtulanlar, eşlerini kaybedenler, akrabaları vb. bütün bu insanlar mahkemelerden yavaş yavaş çekiliyor. Asli sebep: Ekonomik darboğaz içinde yaşamaya mahkum edildiklerinden, mahkemelerde haklarını aramaya mecalleri kalmıyor, maddi güçleri mehkemeye gitmek için yol masrafını bile denkleştirmeye yetmiyor!

    SOMA maden cinayetinden sonra veya 10 Ekim 2015 Ankara patlamasından sonra, sokakların protestolarla inlemesi gerekirken, ülkenin geneli “daha da pısmış!” bir şekilde gündelik hayatını sürdürmeye devam ediyorsa, bunun ilk sebebi, kapitalist sistemin tahakkümüdür!

    Patlamanın kendisi veya patlamanın etkileri henüz “ekmek parası”na dokunmaya başlamamış ise, halk(lar) kolay kolay ayaklanmaz!

    Özellikle günümüzde “ekmek parası”nın sürekli gelmesini sağlamaya mecbur bırakılmak (kapitalist tahakküm), “dinlerden” önce gelir!

    Özellikle günümüzde, insan, aç/susuz kalmaya başladığı an, “dinler”i ilk plana kolay kolay koymaz!

    Peki:

    Çernişevski’nin sorusunu tekrar edersek; bugün “ne yapmalı?”

  29. cok güzel yazim gösterilmedi bravo…….
    dost aci söyler !
    annem derdi bu ülkenin solcusuda ayni…..
    siz kalbinisi ferrah tutun…..

  30. c. başkanının sofrasına oturdu.

  31. özgürlükçü

    Nihayet milli duygularının zihninde bağladığı örümcekten HDPye bakan zilelide ufakta olsa gelişme olmuş.Dilimde tüy bitti Türkiye toplumsal muhalefetinin politik partisi HDP derken boşa gitmemiş o anlama gelen cümleleri zileliden okumak çok höşuma gitti.genel analiz hatalarına rağmen zileli seviyesindeki kendini doğal en devrimci öncü sanan birinden haziran seçimleriyle HDP nin akp yi deviren toplumsal muhalefetin özgürlükçü toplumsal devrimci partisi olup mıknatıs gibi bütün dağınık toplumsal muhalefeti kendine çekip HDP cıvarında demokrasi bloğu oluşacağını yazmıştım.Yukardaki yazıda bu anlama gelen utangaç cümleler var????? en büyük yanılgısı zilelinin 1.savaşın geçmiş örnekleri gibi cezair halkı ile Fransızlar vitnamlılarla Amerikalılar arasındaki gibi kürt halkı ile t.c devleti arasında olduğunu unutup akp-pkk savaşı analizi tamamen yanlış.son cümlesi ise kendi hezeyanı zilelinin başlangıçta HDP toplumsal muhalefetin özgürlükçü devrimci dinamiği olduğunu kabül edip pkk-devlet son savaşından sonra HDP ye uysal kürt partisi demek te ne oluyor açıkla ben ne olacağım benim gibi binlerce kürt olmayan laz türk gürcü çerkez ermeni Boşnak arap roman bilumum kürtlükle hiç bir ilgisi olmayıp tamamen ideolojik nedenlerle HDP li olanlar ne olacak HDP ye kürt partisi demek sana yakıştımı?aslında olmadığını benden iyi biliyorsun içinde kürt siyasetininde olduğu toplumsal muhalefetin özgürlükçü toplumsal devrimci partisi olduğunu meclis tv izleyen her kez hemen anlar yinede körle yatan şaşi kalkmış HDP seninde olumladığın haziran demokratik siyaset iklimindeki yerindedir bütün olmadık saldırılara rağmen eli tetikte olanlara tetikten elinizi çekin diyebilecek tertemiz tek partidir.sanılanın aksini bu iklimde bile sürekli büyüyen örgütlerini gençleşt,irip yenileyebilen geleceğin alternatif başarı siyasetinin program ve pratiğine en yakın partidir.senin umut bağladığın chp yi meclis tv de izle savaşı sadece akp yürütmediğini devletin yürüttüğünü devlet bu savaşı yürütürken kadim devlet partileri chp-mhp-akp hepsini yanına aldığını göreceksin o zaman HDP nin kıymetini anlarsın ””’HDP siyasi hayatımızda DEVRİMDİR””’hatırlarsan bu cümle bana aitti HDP öncesi toplumsal muhalefetin politik dinamiklerini hatırlarsan ne dediğimi ve ne kadar doğru tesbit olduğunu anlayacaksın.bu mihvaldeki eski yazılarınla son yazını karşılaştır eminim kendindeki gelişmeyi sen de fark edeceksin.
    kesinlikle altına yorumunu bekliyorum.bundan olumlu yorumu olamaz sanırım özgürlükçünün!!!!!!!

  32. HDP siyasi hayatımızda DEVRİMDİR. Tarihteki bütün başarısız devrimler gibi.

  33. özgürlükçü

    Hiç bir devrim başarısız değildir.Bütün devrimleri toplumsal muhalefet yapar maalesef içinden bir yada bir kaç politik örgüt alaşağa edilip tüketilen politik iktidarı devrimi yapan halka değil kendi için ele geçirip 2.3. devrim ihtiyacının şartlarını oluşturur.Bütün devrimleri bütün iktidarları tüketinceye dek sürekli hale getirmek zorunluluktur.
    Yukarda bahsettiğin akp yi devirmek suyunu ısıtıp kitle ayaklanması ile alaşağı etmek toplumsal devrim değildir iktidar değişikliğidir yerini alacak olanı devirmek için yeni bir devrime ihtiyaç olabilir???
    ama senin için fark etmez nasılsa zileli senin derdin sadece akp dir hatırlarsan yuıkarda da yazmışsın HDP yani sana göre kürt siyasetinin silahsız kanadı siyasetren hazıranda akp yi devirdi senin güzelleme yaptığın chp-mhp sayesinde yeni seçimin yolu açılıp yeniden çoğunluk olmadımı?
    Bu gün kitlelerin ayaklanmasını yapmasını istediğin politik irade kimde olabilir???bu gün yoksa yarın nerde olabilir????senin gibi en devrimci öncü kafasınında olamayacağı çok açık????
    Hakkını vermeliyim son önerin pkk nin tek taraflı ateşkes ilan edip HDP nin demokratik siyaset zemininde başarmasının yolunun açılması önerisi ile kedi olalı ilk defa fareyi yakaladın bu günün siyaset başarı siyaset gündeminin temel ALTERNATİFİ budur.
    Zaten 2013 barış sürecide kürt özgürlük hareketinin tek taraflı hamlesi idi.
    kanmayın devlet iktidarın bu işte parmağı olduğuna sadece izleyip ilişkilenip örgütü tanıyıp imha için bilgi edinme seviyesinde görüşüyormuş gibi yaptı devlet.
    Gerek kürt sorunu gerekse türkiye toplumsal devrimi sorununun temel aracı sılahlı mücadele olamaz??bu sorunları bütün sistemle sorunu olup sistemden kopuşu temsil edip sistemin mağdurlarının özgürlükçü toplımsal devrimci toplumsal muhalefetin politik örgütünün demokratik siyaset programı ile seninde hayal ettiğin toplumsal devrim gerçekleşecektir onunda bu gün en yakın örgütü HDP dır

  34. bu ülkede devrim olacaksa önce zihniyetlerde olacak.
    hiç kimse “haklı” davası için, kendine “düşman” olmayan ve kendine silah tutmayan-tutmayacak-aklına getirmeyen herhangi bir insanı öldürdüğünde en aşağılık bir katil olacağını kabul ettiğinde…
    böylesi bir savaş yöntemini açıkça ve inanarak reddettiğinde… ve aşağıladığında…
    o zaman devrim başlayacak..
    iktidarı eline geçirinceye dek mazlum-mağdur o kadar çok çete, topluluk, inanç-ideoloji grubu tanıdı ki bu dünya…
    bir tanesine daha hiç gerek yok…
    **
    HDP rehindir!
    hem TC’nin, hem de PKK’nın!
    Bu bağlamda bir “suç” varsa bu her iki tarafın tahakkümcü, iktidarcı, arkaik ideolojilerine aittir…
    ve HDP “zamansız” doğmuş, onu yaşatacak insanların güçsüzlüğü oranında “suçlu” sayılabilir…
    ve gerçeklikte “yeniden doğmak” üzere öldürülecek bir “ruh” da sayılabilir…

  35. Kapitalizm, burjuvazi, işçi sınıfı gibi kavramlar dünyanın büyük bölümünde anakronikleşiyor artık. Günümüzde refahın yayıldığı gelişmiş ülkelerde halkın önemli bir bölümü, hatta çoğunluğu “kapitalistler”in varlıklı yaşamına sahip. Bu halk kitlelerine orta sınıf veya küçükburjuva bile değil, düpedüz burjuva demek lazım. Kim burjuva değil ki burjuvaziden bahsedelim? Artık en büyük sorun “kapitalist” bir azınlığın halk çoğunluğunu sömürüp zenginleşmesi değil, “kapitalist”leşen halk çoğunluğunun zenginleşmesi, lüksü, israfı, sefahatidir.

  36. marxist argüman

    23 nolu yoruma cevap:

    kapitalizmi elestirmeye calisman sevindirici fakat bir seyi elestirmeden önce o seyi önce anlamak lazim, sonra da nasil elestirmek gerek, bilmek lazim. kapitalizm sanki bir hayalet imis gibi söz ediyorsun. anaonymus adli okuyucu -bu ogürsel’in taa kendisi- sana hakli bir elestiri yapmis. beyaz yalakalar olarak daha önce necip ile yaptiginiz tartismada, o da benzer bir elestiri yapmisti. yukarda “kapitalizm bir ekonomik üretim bicimi degil bir ideolojidir” gibi bir sey yazmissin. yaniliyorsun, kafan son derece karisik.

    bugün dünyada “kapitalizm” denilince belli bir ekonomik üretim bicimi kastedilir. bu ekonomik üretim bicimi günümüzde türkiye de dahil dünyanin en ücra kösesine kadar yayilmis durumda. “globallesme” denilen olgu ile kastedilen budur. kapitalist ekonomik üretim bicimi belli prensiplere göre isler, örnek: özel mülkiyet: bundan kastedilen insanlarin ihtiyaclari icin bir arabaya ve bir eve-arsaya sahip olmalari degildir. ev, araba, arsa da özel mülkiyettir fakat kapitalizmde özel mülkiyetin belirleyiciligi surda ortaya cikar: üretim araclarinin yani sermayenin, fabrikanin, büronun, makinelerin, arsa-topragin vs. özel sahislarin tekelinde olmasi. buna “özel sektör” deniliyor. kisacasi kullanim hakki özel bir sahisa ait olan, ihtiyac fazlasi özel mülkiyetin baskasina kiralanarak vaya baskasini calistirarak kar-kazanc elde edilmesinden bahsediyoruz.

    serbest piyasa ekonomisinin-kapitalizmin üretim prensiplerine diger bir örnek: para’nin egemenligi, yani ekonomik üretimin sadece ve sadece para kazanmak, sermayenin-kapitalin durmadan, sonsuz, sinirsiz birikimi-cogalmasi hedefi ile yapilmasi. kapitalizmde istisnasiz herkes para kazanmak icin calisir. yani bir fabrikatör ürettigi ürünleri kendi sahsi ihtiyaci icin degil, pazar da satip para kazanmak icin yapar. ayni sekilde sözkonusu bu fabrikanin calisanlari ürettikleri ürünler fabrika sahibinin özel mülkiyeti oldugu icin “bu mali ben ürettim, ihtiyacim icin alip eve götürebilirim” diyemez, derse “hirsiz” olur. kisacasi fabrikaya, büroya giden bir insan da “kendi ihtiyacim veya baskalarinin ihtiyaci icin gidip calisayim” diyerek gitmez, ne icin gider: calisip ekmek parasi kazanmak, gecinebilmek icin, hayatta kalabilmek icin ise gider. yani serbest piyasa ekonomisinde istisnasiz bütün insanlarin odaklandigi sey: para. cünkü hersey paranin etrafinda döner, para her kapiyi acar, kapitalizmde parasiz hayat aclik, sefalet, rezillik anlamina gelir. bundan dolayi kapitalist bireylerin 24 saat kafa yorduklari sey de yine ” nasil para kazanabilirim yada nasil daha cok para kazanabilirim?” para kazanmak icin icin kapitalizmde her türlü rezillik normal görülür: cocuk pornografisinden hayvan pornografisine, fuhustan borsa spekülasyonlarina kadar; yeter ki para kazan!

    serbest piyasa ekonomisinin karakretistik özelliklerinden birisi üretim gücünün özel sektörün tekelinde olmasi dedik. bu calisanlar icin su anlama gelir: ekmek parasi kazanmak isteyen bir insanin önce kendi sirtindan para kazanacak bir patron-isveren bulmasi lazim. kisacasi isveren sinifinin ekonomik gücünden kaynakli mutlak hakimiyeti söz konusu; calisanlar muhtac-bagimli degisken pozisyonunda oluyorlar.

    kapitalist sistem sadece ekonomi degildir, sözkonusu bu ekonomik bagimlilik iliskilerini yasa-polis-mahkeme eli ile kuran, yani kapitalist sistemin kurucu siyasi aktörü vardir: devlet. kapitalist devlet ya da burjuva devlet de denilebilir. modern ulus-devlet derken de kastedilen kapitalist devlettir. dünyada kuzey kore haric, türkiye de dahil bütün devletler kapitalist ekonomik üretim bicimini benimsemislerdir. ogürsel gibi bati da ki üretim ile dogu da ki ayni degildir, yok efendim yüz yil önce ki ile bugün ki ayni degildir gibi hikayeler anlatanlar bos-beles atip tutuyorlar. koc, sabanci gibi türk kapitalistlerinin alman yada amerikali kapitalistlerden ticari calisma yöntemi olarak hicbir farki yoktur, vardir diyen somut olarak yazsin. serbest piyasa ekonomisini, özel mülkiyete ve paranin hakimiyetine dayali kapitalist ekonomiyi benimsemis T.C. devletinin almanya veya amerika devletinden ekonomik üretim prensipleri acisindan hicbir farki yoktur. T.C.’de de tipki avrupa ve amerika da oldugu gibi calisanlar ücret karsiliginda calisirlar, parayi merkez bankasi basar, finans kapital denilen banka-borsa sektörü mevcuttur vs. vs. kapitalist devletler ayni ekonomik sisteme sahipler derken, hepsi ayni derece de basarililar demiyorum. istisnasiz bütün kapitalist devletler yil sonu “ekonomik büyüme-gayri safi milli hasila” diye bir takim rakamlardan bahsederler. ne demektir bu: ekonominin toplamda parasal deger olarak büyümesi. kapitalist ekonominin karakteristik özelliklerinden birisi de durmadan, sürekli bir ekonomik büyüme mecburiyeti. yani bir ekonomi düsünün ki, durmadan sürekli büyüme egiliminde, ekonomik büyümenin olmadigi zamanlarda krize giriyor. örnek: türkiye de nüfus bellidir, buna göre konut ihtiyaci da tespit edilir. fakat nüfus sonsuz olmadigi icin konut ihtiyaci da sonsuz degildir. ya da otobanin gerekli oldugu yer vardir, olmadigi yer vardir. yani ihtiyac sonsuz degildir, olamaz da, bundan dolayi da sürekli artan sayida, sonsuz bir bir konut yada otobana ihtiyaci olmaz. fakat insanligin görüp görecegi en sacma-absürd bir ekonomik üretim bicimi olan kapitalizmde diyelim ki bu yil ki ekonomik üretimin toplam degeri gecen yili asmamissa, bu felaket, kriz anlamina gelir, kisacasi serbest piyasa ekonomisi durmadan, sonsuz bir ekonomik büyümeye göre kurgulanmistir. insan nüfusu azalsa da ya da herkese yetecek derece de ürün-mal mevcut olsa da ekonomik üretim yavaslatilamaz, azaltilamaz, yoksa kapitalizm krize girer.

    calisanlar, serbest piyasa ekonomisinde bagimli degiskendir dedik. kapitalist devlette tipki özel sektör gibi hesaplar; gayri safi milli hasila hesaplarinda calisanlarin ücretleri tipki kapitalist bir isletmede oldugu gibi masraf-gider hanesine dahildir. bundan dolayi calisanlarin ücretlerinin mümkün mertebe düsük tutulmasi hem devletin hemde özel sektörün ekonomik hedeflerinden biridir. sayet arada sirada, ekonominin tam takir isledigi nadir zamanlarda ücretlere zam yapilirsa o da yine kapitalistlerin kasalari dolsun diye, yani tüketim artsin diye yapilir ya da insanlarin canina tak edip, devlete-düzene isyan etmelerinden korkuldugu icindir.

    senin “kapitalizm bir ideolojidir” derken yanlisin sudur: kapitalizm gercekte var olmayan bir hayalet falan degildir. yalniz sunu diyorsan haklisin: kapitalist ideolojiler vardir. bu ideolojiler sistemin pürüssüz yürümesi, insanlarin isyan etmemesi icin sarttir. yazdigim yorumlarda bu ideolojilerden sürekli bahsettgim icin burda tekrar etmeye gerek yok.

  37. “kapitalist devlette tipki özel sektör gibi hesaplar; gayri safi milli hasila hesaplarinda calisanlarin ücretleri tipki kapitalist bir isletmede oldugu gibi masraf-gider hanesine dahildir. bundan dolayi calisanlarin ücretlerinin mümkün mertebe düsük tutulmasi hem devletin hemde özel sektörün ekonomik hedeflerinden biridir.”

    Iste budur…

    Ben de, zaten, bu blogu sirf bu derin mutefekkirlerin varligi yuzunden okuyorum –ve bir iki paragraf okur okumaz, milleti rahatsiz edecek kadar sesli gulerek ayriliyorum, cogu zaman ceva bile yazmaga deger bulmadan.

    Yahu.. Komunizmin dusturu (‘motto’su) “herkese alabildigince, herkesten de hic” idi de ben mi iskaladim?..

    Veya, Sovyet Rusya’da calisanlara odenen ucreti, muhasebelestirirken, ‘gelir’ hanesine mi yaziyorlardi?

    Ya da, “Yoldas Igor, maas da ne demek, tukkan senin; ne kadar istersen o kadar al, lafi mi olur” mu diyorlardi?

    Yooo.. tabii ki, hayir.

    Hesap tutmak ihtiyaci olan her isletmede/devlette, muhasebe teknigi son bilmem kac senedir aynidir: Disaridan gelenler ‘gelir’, disariya gidenler de ‘gider’ hanesine yazilir.

    Ve, yasamasi istenen her isletmede, gelirleri maksimize, giderleri de minimize etmek hedefi vardir ve hep de olagelmistir. Sumerlerin tas tabletlerinden de onceden beri bu hep boyledir.

    Bu kadar basit ve temel bir dogruyu, sirf bir seyleri –caktirmadan– guzellemek icin iskalamak ancak ve ancak derin bir cehaletle mumkundur.

    Komik buluyorum dedigime bakmayin –o nezaketen–, isin aslini ararsaniz, aciklidir; hem de cok.

  38. Sayın “marxist argüman” 29,

    Kusura bakmayınız; tereciye tere satmaya çalışıyorsunuz.

    Hatırlarsanız, sizle yazışmalarımızın birinde; “bildiklerimizi, tecrübe ettiklerimizi birbirimize anlata anlata nereye kadar ilerleyebiliriz?” sorusunu sormuştuk. Hâlâ aynı yerdeyiz…

    Kusura bakmayınız; “kapitalist mekanizmanın işleyişini”, “‘özel sektör’ün ne olduğunu / ne olmadığını” ve onlarca paragraf bloğunu bize anlatmak için parmaklarınızı yormayınız. İstanbul/Maslak’ta bütün bunların sadece “tarihi” ve “teorik” arkaplânını yoğurmakla değil; mali tablolarını çıkararak da, patron kıçı yalamaya mecbur bırakılıyoruz. Kimlerle muhatap olduğunuzu biliniz. (“58” numaralı metnimizde net cevabımız var http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ )

    Buraya sizle veya bir başkasıyla “rekabet etmek için değil”; “ne yapmalı?” sorusu üzerine görüşmeye geldik.

    “Kapitalizmi şablonlara ayırarak, kapitalizmin sadece bir tane (hadi biraz daha arttıralım ‘üç & beş tane’) tanımı vardır; bunlar dışındakiler kapitalizm değildir. Bu tanımlar dışında konuşanlar varsa; onların kafası karışıktır.” demek, en başta; kapitalizmin bizzat kendisinin kurduğu kumpasa düşmektir. Eğer bu kumpasın ne olduğunu merak ediyorsanız, kapitalizmin HERŞEYDEN ÖNCE bir “ideoloji” olduğunu (sonra “ekonomik sistem” olduğunu) idrak etmek istiyorsanız; “Ayn Rand” isimli zehirli beynin yazdıkları metinleri dikkatle okuyarak başlayabilirsiniz. (Eğer okuduysanız; tekrar okumanızı öneririz.)

    Başlıyoruz:

    İçinde [globallesme] geçen paragrafınız üzerine, (sayın “Necip” gibi [fitratci] bir şahsa yönelik) ne yazmıştık; hatırlayınız:
    “44”, “45”, “46” numaralı metinlerimiz ( http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ )

    İçinde [yani serbest piyasa ekonomisinde istisnasiz bütün insanlarin odaklandigi sey: para.] geçen paragrafınız,

    ve

    [kapitalist sistem sadece ekonomi degildir, sözkonusu bu ekonomik bagimlilik iliskilerini yasa-polis-mahkeme eli ile kuran, yani kapitalist sistemin kurucu siyasi aktörü vardir:] ile başlayan paragrafınız,

    ve

    [calisanlar, serbest piyasa ekonomisinde bagimli degiskendir dedik.] ile başlayan paragrafınız üzerine, (sayın “Necip” gibi [fitratci] bir şahsa yönelik) ne yazmıştık; hatırlayınız:
    “49”, “50” numaralı metinlerimiz ( http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ )

    [senin “kapitalizm bir ideolojidir” derken yanlisin sudur: kapitalizm gercekte var olmayan bir hayalet falan degildir. yalniz sunu diyorsan haklisin: kapitalist ideolojiler vardir. bu ideolojiler sistemin pürüssüz yürümesi, insanlarin isyan etmemesi icin sarttir. yazdigim yorumlarda bu ideolojilerden sürekli bahsettgim icin burda tekrar etmeye gerek yok.]

    Tersten nasıl anladınız; çok ilginç!

    1. [senin “kapitalizm bir ideolojidir” derken yanlisin sudur: kapitalizm gercekte var olmayan bir hayalet falan degildir.] 28 Mayıs 2015’ten beri; kapitalizmin gökten zembille inen bir mekanizma olmadığını, [hayalet falan] olmadığını; ilk önce sayın “pipsqueak”e, sonra sayın “ogürsel”e, sonra sayın “Necip”e anlatmaya çırpınırken; şimdi sizin de çıkıp, yazdığımız onlarca metinden sonra [gercekte var olmayan bir hayalet falan] ifadenizi kullanmanız yaralayıcı. Ki siz; kapitalizmin inatla unutturulan taraflarını önce sayın Zileli olmak üzere, sitenin birçok ziyaretçisine izah etmeye çabalayan bir kişiyken…

    2. [yalniz sunu diyorsan haklisin: kapitalist ideolojiler vardir. bu ideolojiler sistemin pürüssüz yürümesi, insanlarin isyan etmemesi icin sarttir.] Sizle uzlaştığımız nokta burada başlıyor. Bu sitede birçok kişi, sırf kullandığınız mahlasta “marxist” kelimesi geçiyor diye sizi yerin dibine sokmaya uğraşırken; bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar, sizi, “Karl Marx”ın neler işaret etmeye çalıştığını idrak etmiş bir kişi olarak görüyoruz. (Bir kez daha hatırlatalım; bizler, anarşistiz. “Anarşist” kelimesinin önüne herhangi bir sıfat iliştirmiyoruz. “Anarşizm” üzerine görüşlerimizi şu adresten takip edebilirsiniz: http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )

    3. [yazdigim yorumlarda bu ideolojilerden sürekli bahsettgim icin burda tekrar etmeye gerek yok.] Bu metnimizin girişinde ne yazmıştık: “bildiklerimizi, tecrübe ettiklerimizi birbirimize anlata anlata nereye kadar ilerleyebiliriz?”

    Esen kalın.

  39. Sayın “anonim” 28,

    [Kapitalizm, burjuvazi, işçi sınıfı gibi kavramlar dünyanın büyük bölümünde anakronikleşiyor artık. Günümüzde refahın yayıldığı gelişmiş ülkelerde halkın önemli bir bölümü, hatta çoğunluğu “kapitalistler”in varlıklı yaşamına sahip. Bu halk kitlelerine orta sınıf veya küçükburjuva bile değil, düpedüz burjuva demek lazım. Kim burjuva değil ki burjuvaziden bahsedelim? Artık en büyük sorun “kapitalist” bir azınlığın halk çoğunluğunu sömürüp zenginleşmesi değil, “kapitalist”leşen halk çoğunluğunun zenginleşmesi, lüksü, israfı, sefahatidir.]

    Şahsınızın [kapitalizm anakronikleşiyor] ve [Artık en büyük sorun “kapitalist” bir azınlığın halk çoğunluğunu sömürüp zenginleşmesi değil, “kapitalist”leşen halk çoğunluğunun zenginleşmesi, lüksü, israfı, sefahatidir.] tespitlerinden sonra; hiçbir şey yapmadan, kımıldamadan, duracak mıyız?!

    “Proletariat” tabiri nasıl meydana çıkmış ise; bugün “precariat” tabiri meydana çıktı!

    Precariat = Precarious + Proletariat

    Tavsiye:
    “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Adres: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/prekarya/8982#.Vw40fNR97Dc )

    Hepimizi uyuttukları “kapitalizm hapları” sayesinde; bugün en “kapitalist karşıtı”mız bile, kapitalizm içinden besleniyor!
    Zehir, bugün; tarihte hiç görülmediği kadar daha derinlere yayıldı!
    Temizlemek daha çetin olacak; ne yazık ki!

  40. KADERİN BU, ÇEKECEKSİN!

    90’ların en önemli şarkılarından biri Depeche Mode’un “Personal Jesus” parçasıydı ( https://www.youtube.com/watch?v=pz1q50Q91I4 ). Şarkı, “kimsesiz ve yapayalnız” insanlara “dualarınızı duyacak, umursayacak, size özel, kişisel bir İsa” olma vaadi üzerineydi.

    Başkaları tarafından defalarca protest bağlamda yorumlandıysa da, şarkının aslı; eleştiri değil bir durum tespitiydi. “Kısa 20. yüzyıl” bitiyor, Sovyetler Birliği yıkılıyor, ama kapitalizm yeni kuşaklara ütopya şöyle dursun, daha iyi bir gelecek dahi vaat edemiyordu.

    Tek yapabildikleri “tarihin sonu” tezleri yazmaktı ve 40 yıllık seküler refah devleti (ya da Türkiye gibi ülkelerde kalkınmacı devlet) macerasının ardından, din bir kez daha “kalpsiz dünyanın kalbi, kitlelerin afyonu” olmak için göreve çağırılıyordu.

    Ne var ki, artık aydınlanma o kadar kök salmış ve “birey” önemli hale gelmişti ki, dinsel uyuşturucu emekçilere vaaz kürsülerinden cehennem tehditleri eşliğinde hönkürülemezdi. Çeşit çeşit olmalı ve dozajı bireye göre ayarlanmalıydı. Kimine “Yehova Şahitliği”, kimine “Scientology”; kimine kelebeğin rüyası masalı, kimine tasavvuf; kimine kahve falı, kimine astroloji. Her bireye, isyankâr aklı içe döndürüp uyutmak için ne gerekiyorsa, o!

    Türkiye’de islamcıların tarihsel başarısızlığı bu treni kaçırmak oldu. Ancak bu, birkaç sebepten dolayı kaçınılmazdı.

    Birincisi, islami dogma bu işe hiç uygun değildi. Öğretinin çekirdeğine ticari zenginlik hırsı konmuş ve tüm unsurları buna göre kurgulanmıştı. Ticari zenginlik yoksulluğu varsaymakla kalmaz, onun sebebidir; zira tüccar üretmez ve başkalarını yoksullaştırarak zenginleşir. Dolayısıyla öğretinin önemlice bir kısmı bu eşitsizliği kader olarak dayatıp meşrulaştırmak için yazılmıştı. Bunu modern dünyaya aynen uygulamaya kalktığınızda emekçinin payına haline şükretmekten başka bir şey düşmez ve “kaderin bu, çekeceksin!” modern bireyi ikna etmek için iyi bir argüman değildir.

    İkincisi, Anadolu islamcıları modernleşmeyle gelen reform fırsatını kaçırdı. Çünkü Osmanlı, sanıldığının aksine hiçbir döneminde bir “islam imparatorluğu” olmadı.
    Osmanlı iktidarı esasen şer’i değil örfiydi, ulema da onun ortağı değil yanaşmasıydı. Yani köpekbalığı değil, onun etrafında gezip dökülenlerle beslenen çöpçü balıklarıydılar: Akılsız, inisiyatifsiz ve beleşçiydiler. Bu yüzden kendini dayatan modernleşmeyi uyum sağlamak zorunda oldukları bir tarihsel dönüşüm değil, arpalarını kesecek bir felaket olarak gördüler ve modernleşmeye karşı umutsuzca direndiler. Türkiye modernleşmesi islam coğrafyasının geri kalanına göre çok güçlü olduğu için de yenildiler ve cumhuriyetin kuruluş sürecinin dışında kaldılar. Bu, sermaye düzeninin kuruluş sürecinin de dışında kalma anlamına geldi ve mülk sahipleri ile emekçilerin ilişkisinde bir arabulucu konumu edinemediler. Bu konuda halen Cuma hutbesinde “grev caiz değildir” demekten öte bir beceriye sahip değiller ve böyle kazmalıklar modern emekçiler nezdinde bir hüküm taşımıyor.

    Son olarak, islamcı ideolojinin baskıcı, dayatmacı niteliği onun ezilenlerin avuntusu olma becerisini çok zayıflatıyor. İslamcıya göre hak hep güçlüden yana ve zayıf güçlüye boyun eğip sadık olursa himaye ediliyor. Sadaka ve inayet kültürünün özü bu. Ne var ki, bireylerarası güç ilişkisi dünyevi kurallarla sınırlanmadığı anda istismara açıktır ve islamcı güç elindeyse hiçbir dünyevi kuralı takmaz. Bugün en zayıf, en yardıma muhtaç bireylerin en alçak biçimlerde istismar edilmesinin sebebi bu.

    Aynı sebepten ötürü islamcılık, modernleşmenin eşitlik arzusuyla doldurduğu ancak sunamadığı bireyleri, bilhassa da modern kadını kapsayamıyor.

    Bütün bunlar bize, islamcılığın en önemli zaafını gösteriyor. Bu ideoloji, “insan” ile olumlu bir bağ kuramıyor ve ancak insanlığı kan ve gözyaşına boğabildiği, modern toplumun evrensel değerlerini ayaklar altına alabildiği zaman güçleniyor. “Bireyle ilişki kurarak toplumsallaşmak” dendiğinde ise aklına en fazla hastaneye “din psikoloğu” atayıp can çekişen insanlara tevekkül telkin etmek geliyor.

    Buradan batıdakine benzer bir evanjelizm çıkacağını sananlar islamcı ideolojiyi gözünde fazla büyütüyor; çıkmaz. Türkiye’de islamcılık toplumsal sınırlarına dayandı. Bundan daha fazlasını elde edebilmelerinin tek yolu şeriatçı rejim değişikliği.

    Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi bu yolu kapatmak ve insanlığın bu topraklarda kaybettiklerini geri almak için yola çıktı.

    Nevzat Evrim Önal
    12 Nisan 2016

  41. özgürlükçü

    ”bildiklerimizi,tecrube ettiklerimizi birbirimize anlata anlata nereye kadar ilerleriz”” insan türünün bu gün geldiği yerdeki bütün evrensel bilgi ve birikimleri tamda bilinen tecrübe edilen yaşanıp sınanan pratiklerlerin sonucunda biriktirilmiştir nereye varırız nereye varamayızkı başka bir yol yokki????
    Hiç bir bilgi birikim kendinden öncekileri bilmeden yeni bir yaratıcılık mümkün değildir burdan hareketle bütün bilgi ve birikimler insanlığın ortak birikim ve değeridir.
    Kapitalizme ideolojidir diyeceğimize kapitalizmin ideolojisi liberalizm dır desek daha verimli olabilir.henüz kapitalizmi”öksürme”’ve tüketme becerisi gösteremediğimiz bu günlerin insan hayatında geçici bir form olduğunu hatırlayıp kapitalizminde kendinden öncekiler gibi bir gün tüketileceği hatta bizzat kendi bağrından başka sistem ve ideolojilerin çıkıp hegemonik olacağını şimdiden öngörmek kehanet olamaz.Tabi bunun sitededeki egemen anlayışla mümkün olamayacağı çok açık!!!!!!

  42. İnsanlar ihtiyaçları olan şeylerin hepsini kendileri üretemezler, takas yoluyla da sağlayamazlar. Bu yüzden para ekonomisi/ticaret=kâr düzeni ve işbölümü/farklı meslekler/iş kolları=sınıflar zorunludur.
    Öte yandan kâra dayalı bu düzeni ortadan kaldırmak anarşistlerin savunduğu özgürlükçülükle çelişir. Örneğin inşaat, otomotiv, futbol, turizm gibi sektörleri kâra dayanmadan sürdürmeye veya tamamen kaldırmaya kalktınız diyelim. Bu durumda hem bu sektörlerde çalışanların geçinme özgürlüğünü, hem de lüks ev, yazlık, otomobil sahiplerinin, futbol fanatiklerinin, zengin yolcuların, turistlerin seyahat ve tüketim özgürlüklerini ortadan kaldırmış veya kısıtlamış olursunuz.

  43. KAPİTALİZM SİSTEM OLUŞTURAMIYOR

    SORU: 2005’teki “Porto Alegre Sosyal Forumu manifestosu”nun (“Mümkün Bir Başka Dünya İçin On İki Öneri”) imzacılarındansınız. Alternatif küreselleşme hareketini esinleyenlerden biri olarak kabul ediliyorsunuz. Binghamton’daki New York Eyalet Üniversitesi’nde “tarihsel sistemler ve uygarlıklar ekonomisi araştırmaları” için “Fernand Braudel Merkezi”ni kurdunuz ve yönettiniz. Günümüzdeki ekonomik ve mali krizi kapitalizm tarihinin “uzun zamanı”nda nereye yerleştiriyorsunuz?

    WALLERSTEIN: Fernand Braudel (1902-1985), insanlık tarihinde insanın maddî çevresiyle ilişkilerini yönlendiren sistemlerin art arda geçişine tanıklık eden “uzun müddet”in zamanı ile, bu evrelerin içerisinde, Nicolas Kondratieff (1892-1930) ya da Joseph Schumpeter (1883-1950) gibi iktisatçılar tarafından tasvir edilen “uzun konjonktürel dönemleri” birbirinden ayırt ediyordu.

    Bugün açık bir biçimde, kapitalist sistemin 500 yıllık tarihinin en uzun evresi olmuş bir “A” evresinden sonra (1945’ten 1975’e), 35 yıl önce başlamış olan bir Kondratieff döneminin “B” evresindeyiz.

    “A” evresinde “kâr”; maddî, sınaî ya da başka üretimle üretilir;
    “B” evresinde ise kapitalizm; kâr üretmeyi sürdürmek için “finanslaşmak” ve “spekülasyona sığınmak” zorundadır.

    30 yıldan fazla süredir “devletler” ve “haneler” toplu olarak borçlanıyorlar. Bugün bir Kondratieff “B” evresinin son bölümündeyiz; sanal inişin gerçek hale geldiği ve balonların ardı ardına patlamaya başladığı zamandır bu: İflaslar çoğalır, sermaye yoğunlaşması artar, işsizlik ilerler ve ekonomi gerçek bir deflasyon durumu yaşar.

    Fakat bugün, konjonktürel dönemin bu ânı, iki uzun müddet sistemi arasındaki geçiş dönemiyle çakışır ve sonuç olarak bunu vahimleştirir. Nitekim 30 yıldır kapitalist sistemin son evresine girdiğimizi düşünüyorum. Bu “aralıksız art arda geliş evresi”ni önceki konjonktürel dönemler nazarında temelli bambaşka kılan, kapitalizmin artık; fizikçi ve kimyacı İlya Prigojin’in (1917-2003) anladığı anlamda “sistem oluşturma”yı becerememesidir. Prigojin’e göre; biyolojik, kimyasal ya da toplumsal bir sistem istikrar durumundan fazla bir sıklıkla sapma gösterirse, dengesine kavuşamaz ve o zaman bir çatallanmaya tanık olunur.

    O âna kadar duruma hâkim olan güçler için durum denetlenmez olur ve kargaşaya dönüşür; su yüzüne çıkan mücadele ise artık sistemin destekçileriyle hasımları arasında değil, sistemin yerini neyin alacağını belirlemek için tüm aktörler arasında geçer.

    “Kriz” sözcüğünün kullanımını; bu dönem tipi için uygun buluyorum. Öyleyse; krizdeyiz. Kapitalizm sonuna geliyor.

    SORU: Önce “ticaret kapitalizmi”nden “sanayi kapitalizmi”ne, sonra da “sanayi kapitalizmi”nden “finans kapitalizmi”ne geçişi yaşamış olan kapitalizmin daha ziyade yeni bir dönüşümünün söz konusu olmaması neden?

    WALLERSTEIN: Kapitalizm her masadan yemek yer, kârı verili bir anda en önemli olduğu yerde kapar; ufak marjinal kârlarla yetinmez; aksine, tekeller oluşturarak onları azamiye çıkarır. (Son zamanlarda “biyoteknoloji”lerde ve “bilgi teknolojileri”nde bunu yine yapmayı denedi.) Ama sistemin gerçek birikim olanaklarının sınırlarına vardığını düşünüyorum. Kapitalizm, doğuşundan 16. yüzyıl ortasına kadar, kârların yöneldiği bir merkez ile git gide daha yoksullaşan periferiler (ille de coğrafî değil) arasındaki zenginlik ayrışmasından beslenir.

    Bu bakımdan; Güneydoğu Asya’nın, Hindistan’ın ve Latin Amerika’nın gecikmelerini kapatmaları, birikim maliyetlerini artık denetleyemeyen Batı tarafından yaratılmış “dünya-ekonomi”nin başa çıkamayacağı bir meydan okuma oluşturuyor.

    “İşgücü”, “hammadde” ve “vergi bedelleri”nin dünyadaki üç eğrisi on yıllardır her yerde kuvvetli artıştadır. Bitmekte olan “kısa neo-liberal dönem”, eğilimi sadece geçici olarak tersine çevirmiştir: 1990’lı yılların sonunda bu bedeller 1970’tekine nazaran muhakkak daha düşüktü, ama 1945’tekine nazaran da daha önemliydi. Aslında, son gerçek birikim (30 şanlı yıl [1946-1975]) sadece “Keynes”çi devletler güçlerini sermayenin hizmetine koştukları için mümkün olmuştur. Ama o noktada da sınıra gelinmiştir!

    SORU: Tasvir ettiğiniz haliyle günümüzdeki evrenin evveliyatı var mı?

    WALLERSTEIN: Marksist versiyonunda bile, 19. yüzyıl ortasında şekillendirilen temsilinin yansıttığı sürekli ve kaçınılmaz bir ilerlemenin aksine; insanlık tarihinde bunun çok evveliyatı olmuştur. “İlerlemenin mümkünlüğü savı”yla yetinmeyi tercih ediyorum; “kaçınılmazlığı savı”yla değil. Kuşkusuz, kapitalizm; en çok malı ve zenginliği olağanüstü ve kaydadeğer bir biçimde üretmeyi becermiş olan sistemdir. Fakat yol açtığı kayıpların (çevre için, toplumlar için) toplamına da bakmak gerekir. Tek iyilik; azami sayıda insana akılcı ve zeki bir yaşam elde etmeyi sağlayandır.

    Bununla birlikte, geçmişte günümüzdeki krize benzer olan en yakın kriz, 15. ve 16. yüzyıllar arasında Avrupa’daki feodal sistemin çökmesi ve yerini kapitalist sistemin almasıdır. “Din savaşları”yla doruğuna varan bu dönemde; “kral”ın, “senyörler”in ve “din adamları sınıfı”nın zengin köylü toplulukları ve kentler üzerindeki otoritelerinin çöktüğü görülür. Bilinçsiz bir biçimde tedrici yordamlamalarla, sonunda kapitalizm biçimi altında azar azar yayılarak “sistem oluşturma”yı başaran beklenmedik çözümler burada inşa edilir.

    SORU: Halihazırdaki geçişin ne kadar sürmesi gerekecek ve neye yol açabilir?

    WALLERSTEIN: Bir Kondratieff “B” evresini kapatan “değer yıkımı dönemi”, Schumpeter’in tasvir ettiği “yeni maddî üretimlerden tekrar gerçek kârın elde edilebildiği bir ‘A’ evresine giriş koşulları” bir araya gelmeden önce; genellikle 2 ila 5 yıl sürer. Ama bu evrenin güncel olarak bir sistem krizine denk düşmesi, Batılı şirketlerin ve devletlerin başındaki hâkim aktörlerin tekrar dengeyi bulmak için teknik açıdan mümkün olan her şeyi yapacakları, ama kuvvetle muhtemel başaramayacakları bir siyasî kargaşa dönemine sokmuştur bizi.

    En zeki olanlar ise; “bütünüyle yeni bir şey yerleştirmek gerektiği”ni zaten anlamışlardır. Ama çok sayıda aktör, birbirinden habersiz ve bilinçsiz bir biçimde, bu yordamlamalardan hangi sistemin çıkacağı bilinmeksizin, yeni çözümleri su yüzüne çıkarmak için zaten hareket halindedir.

    “Güçlülerin krizi” ve güçsüzlüğünün her birimizin cüzi iradesine bir yer bıraktığı, benzerine az rastlanan bir dönemdeyiz:
    Bireysel eylemimizle geleceği etkileme olanağımızın bulunduğu bir zaman dilimi var bugün. Ama o gelecek de bu eylemlerin hesaplanamaz sayısının toplamı olacağı için, sonunda hangi modelin kendini kabul ettireceğini öngörmek kesinlikle imkânsız. 10 yıl içinde, belki daha net bir biçimde görürüz; 30 veya 40 yıl sonra ise yeni bir sistem su yüzüne çıkmış olacak.

    Daha eşitlikçi ve paylaşımcı bir modelin yerleştiğini görebilecek olmamız gibi; ne yazık ki kapitalizmden de şiddetli bir sömürü sisteminin yerleştiğini görmemizin de tamamen imkân dahilinde olduğuna inanıyorum.

    SORU: Kapitalizmin bundan önceki dönüşümleri, çoğu zaman “dünya-ekonomi”nin merkezinin yer değiştirmesine yol açtı; örneğin Akdeniz havzasından Avrupa’nın Atlas Okyanusu kıyısına, sonra da ABD’ye. Gelecekteki sistem Çin’i mi merkez alacak?

    WALLERSTEIN: Yaşadığımız kriz, siyasî bir dönemin, benzer şekilde 1970’li yıllarda başlayan Amerikan hegemonyasının sonu. ABD önemli bir aktör olarak kalacak, fakat Batı Avrupa, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi güç merkezlerinin çoğalması karşısında hiçbir zaman eski hâkim konumuna tekrar ulaşamayacak. Braudel’in “uzun zamanı”na başvurursak; yeni bir hegemonya gücünün kendini kabul ettirmesi daha 50 yıl alabilir. Ama hangisi olduğunu bilmiyorum.

    Bu arada; günümüzdeki krizin siyasî sonuçları, sistemin efendilerinin hegemonyalarının çöküşünü üzerine yıkacak günah keçileri bulmaya kalkışmaları ölçüsünde muazzam olacak.

    Amerikan halkının yarısının, olup bitmekte olanı kabul etmeyeceğini düşünüyorum. Siyaseten dünyanın en istikrarsız ülkesi haline gelmekte olan ABD’deki iç çatışmalar azgınlaşacak dolayısıyla. Unutmayın ki biz Amerikalılar, hepimiz silahlıyız da…

    Antoine Reverchon & Immanuel Wallerstein röportajı
    16 Aralık 2008
    ( http://www.lemonde.fr/la-crise-financiere/article/2008/12/16/le-capitalisme-touche-a-sa-fin_1105714_1101386.html )

    (Not: Yukarıdaki röportaj; 15 Eylül 2008’de ABD/New York’da yatırım bankası “Lehman Brothers”ın çöküşüyle patlayan balondan yayılan toksiklerin, ilk önce Avrupa’yı, sonra aşama aşama Asya ve Afrika’yı sarmasının yarattığı etkilerin zemininde yapılmıştır.

    Bugün tarih 13 Nisan 2016. Wallerstein’ın tespitleri geçerliliğini hâlen koruyor!)

  44. Levent Gültekin

    Kürt siyasi hareketi içinde şöyle bir hava esmeye başladı: Davamız kazanmaya devam ediyor, ülkeye ne olduğu o kadar da mühim değil.

    AKP içinde, İslamcılar arasında -davamız kazanıyor- havasının aynısı KSH içinde de hakim.

    Levent Gültekin
    https://www.youtube.com/watch?v=1FvfxBYlnXo

  45. “Tabii” derken iki “i” ile

  46. sömürü özgürlüğü yok.

  47. Sayın “özgürlükçü” 34,

    Siz de aynı hataya düşüyorsunuz; sadece cımbızla seçmece yaparak, metnin bütününün verdiği işaretleri görmeye yanaşmıyorsunuz. İlk önce metnin bütününü okuyunuz, anlayınız.

    [hatta bizzat kendi bağrından başka sistem ve ideolojilerin çıkıp hegemonik olacağını şimdiden öngörmek kehanet olamaz.] Kusura bakmayınız; sadece Türkiye’deki değil dünya genelindeki şöhretli üniversitelerin ekseriyetinde, fiyakalı hareketlerle ders anlatan, ensesi kalın “bir kısım akademisyenlerin” söylediklerinin aynısını söylemişsiniz! Yoksa siz de mi; Ronald Reagan’ın, Margaret Thatcher’ın, Turgut Özal’ın yaydığı zehirden nemalanan “özgürlükçü”lerden, “solcu”lar ve “kendini ‘sol’da zannedenler”den birisi misiniz?! Sitede yazdıklarınıza bakınca; o ensesi kalınlara pek benzemiyorsunuz!

    Olduğunuz gibi görününüz, duruşunuzu, dirayetinizi bozmayınız sayın “özgürlükçü”! Ensesi kalınların papağan gibi tekrarladığı “kapitalizm tespitleri & güzellemeleri”ne eğilim göstermeyiniz!

    Bunlar size dostane tavsiyemizdir; “dayatma” değildir.

    Esen kalın.

  48. Sayın “anonim” 35,

    [İnsanlar ihtiyaçları olan şeylerin hepsini kendileri üretemezler, takas yoluyla da sağlayamazlar. Bu yüzden para ekonomisi/ticaret=kâr düzeni ve işbölümü/farklı meslekler/iş kolları=sınıflar zorunludur.
    Öte yandan kâra dayalı bu düzeni ortadan kaldırmak anarşistlerin savunduğu özgürlükçülükle çelişir. Örneğin inşaat, otomotiv, futbol, turizm gibi sektörleri kâra dayanmadan sürdürmeye veya tamamen kaldırmaya kalktınız diyelim. Bu durumda hem bu sektörlerde çalışanların geçinme özgürlüğünü, hem de lüks ev, yazlık, otomobil sahiplerinin, futbol fanatiklerinin, zengin yolcuların, turistlerin seyahat ve tüketim özgürlüklerini ortadan kaldırmış veya kısıtlamış olursunuz.]

    Vah vah vah!

    Bunları yazan siz; kimin, kimlerin çırağısınız?!
    Çırak değilseniz; çırak olmaya niçin teşnesiniz?!

    Yanlışınız en başta: [İnsanlar ihtiyaçları olan şeylerin hepsini kendileri üretemezler, takas yoluyla da sağlayamazlar.]

    Evet “insanlar ihtiyaçları olan şeylerin hepsini kendileri üretemezler”; doğru.
    Fakat [takas yoluyla da sağlayamazlar]; yanlış!

    Herşeyden önce, “David Ricardo’nun (1772-1823)” ortaya attığı tespitler içinde, “para” kelimesini kaldırıp bütün metinlerini dikkatle incelerseniz; yanlışınızın nerelerde olduğunu kendiniz keşfedersiniz.

    İkinci olarak; ABD Merkez Bankası’nın (Federal Reserve) “U.S. dollar para mekanizması”nı nasıl yarattığını ve dünyaya nasıl kabul ettirdiğini öğrenirseniz; bugün, oksijen & su & ekmek gibi “muhtaç olunan hâle getirilen!” paranın fonksiyonlarını sezersiniz.

    [Öte yandan kâra dayalı bu düzeni ortadan kaldırmak anarşistlerin savunduğu özgürlükçülükle çelişir. Örneğin inşaat, otomotiv, futbol, turizm gibi sektörleri kâra dayanmadan sürdürmeye veya tamamen kaldırmaya kalktınız diyelim. Bu durumda hem bu sektörlerde çalışanların geçinme özgürlüğünü, hem de lüks ev, yazlık, otomobil sahiplerinin, futbol fanatiklerinin, zengin yolcuların, turistlerin seyahat ve tüketim özgürlüklerini ortadan kaldırmış veya kısıtlamış olursunuz.]

    Vah Vah vah!

    Bunu hangi kafayla yazdınız acaba?! İktisatta “Chicago ekolü”nde çok fazla zaman geçirmişe benziyorsunuz; narkozun etkisi hâlâ geçmemiş olabilir mi?! Endişe içindeyiz!

    Siz eğer anarşistlerin savunduğu özgürlüğü, “libertarian” zırvaların çizdiği sınırlara müdahale etmek olarak algılıyor iseniz; yandı gülüm keten helva! Yukarıda “31” numaralı metnimizde, sayın “marxist argüman”a, “Ayn Rand” isimli zehrin yazdığı metinleri okumasını önermiştik; aynısını size de öneriyoruz.

    Bütün bunlara ek olarak:
    Siz, eğer, “kapitalizmi ortadan kaldırmayı”, üretim sahalarını ve üretim ilişkilerini ortadan kaldırmak olarak algılıyor iseniz; yandı gülüm keten helva! [inşaat, otomotiv, futbol, turizm] gibi sektörler hiçbir yere gitmiyor; kaygılanmayınız!

    [hem bu sektörlerde çalışanların geçinme özgürlüğünü, hem de lüks ev, yazlık, otomobil sahiplerinin, futbol fanatiklerinin, zengin yolcuların, turistlerin seyahat ve tüketim özgürlüklerini ortadan kaldırmış veya kısıtlamış olursunuz.]

    Hiçkimse, hiçkimsenin [tüketim özgürlüklerini] ortadan kaldırmıyor! Elmalar ile armutları birbirine karıştırmayınız!

    Detaylı izah için:

    [1]

    “Aylak Sınıfın Teorisi”
    Yazan: Thorstein Veblen
    Adres: ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html )

    [2]

    “123”, “124”, “125”, “126”, “127” numaralı metinleri okumanızı öneriyoruz ( http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ )

    Esen kalın.

  49. Lenin'in bedeni için 197 bin dolarlık ihale

    Rusya’nın Ekim Devrimi’nin lideri Vladimir İlyiç Lenin’in Kızıl Meydan’daki mozolesinde yatan naaşını mevcut haliyle muhafaza etmenin devlete yıllık maliyetinin 13 milyon ruble (yaklaşık 197 bin dolar) olduğu açıklandı. Yapılacak koruma çalışmaları için ihale açıldı.

    Turkrus.com sitesinin haberine göre 1924’te öldükten sonra tahnit edilen (iç organları çıkarılarak, çeşitli kimyasallar uygulanmak suretiyle cesedin bozulmayacak hale getirilmesi işlemi) Lenin’in naaşı için devletin resmi sitesinde ihale duyurusu yapıldı. “Lenin’in vücudunun korunması için biyolojik ve medikal çalışmalar” başlığıyla açılan ihalenin bedeli 13 milyon ruble olarak ilan edildi.

    Hükümete yakınlığıyla bilinen ve sık sık aldığı ihalelerle gündeme gelen İşadamı Ethem Sancak, daha önceden Leninist sol kimliği ile tanınıyordu.

    http://odatv.com/lenin-ihalesi-1304161200.html

  50. özür diliyorum yazim yayinlanmis.

  51. marxist argüman

    hakan fidan’in görevlisi memur necip’in 30 nolu yorumuna cevap:

    bu necip kod adli yorumcunun T.C. milli istihbarat örgütünün gün zileli sitesinin takip-denetleme sorumlusu oldugu yazdigi yorumlardan belli oluyor. bilindigi gibi AKP iktidari muhalif kurum-kurulus ve diyarbakir sur gibi direnis odaklarini kayyum atama ve kamulastirma suretiyle etkisiz hale getiriyor. sayin zileli, sayet birgün sitenizi “kamulastirmak” icin kapinizi bir kayyum calarsa bu bizim necip’ten baskasi olamaz.

    memur necip benim mahlasimda ki “marxist” sifatina fena halde takilmis, ben ne yazsam o “sanki sovyetler birliginde daha mi iyiydi” manasinda bir seyler yaziyor. simdi beni iyi dinle memur necip:

    1. benim yazdiklarimla bir seyler anlatmaya calistigim insanlar bu dünyanin hal ve gidisatindan az cok rahatsiz olan, fakat rahatsizlik veren bu durumlarin kaynagini, sebeplerini dogru bir bicimde teshis etmekte zorlanan insanlardir. senin gibi tarafi belli-net olan insanlar benim hedef kitlem degiller. devletin bir gizli istihbarat ajanini komünist olmaya ikna etme sansimin sifir oldugunu gayet iyi biliyorum.

    2. her marxist reel sosyalizmin, eski sovyetler birliginin savunucusu degildir. reel sosyalistlerin hatalari nelerdi, bu konuda sayin zileli’nin eski yazilarindan birisinin altina yorum olarak yazmistim. sayet amacin bagciyi dövmek degilde üzüm yemekse hangi yazinin altina o konuda yorum yazmistim sana yazabilirim. ya da cok merak ediyorsan kendin ara bul, zaten isin bu siteyi devlet adina denetlemek degil mi?

    3. farz edelim ki eski sovyetler birliginde senin dedigin sekilde kapitalizmden daha iyi bir düzen yoktu. bu durum insanlarin yasadigimiz mevcut sistemi elestirmesine, insanca yasanir bir düzen kurma cabasindan alikoymak icin bir bahane midir? reel sosyalistler yanlis yapmislarsa, o yanlislari tespit eder, ayni yanlisi biz yapmayiz, sorun nerede?

    4. simdi kapitalist dünya düzeninin türkiye denilen memleketinde ki manzaralardan birini yansitmak icin 9 nolu yorumdan bir alinti yapiyorum: “Suriye’den gelenler inşaatlarda daha ucuza çalışıyorlar, kadınları daha ucuza temizliğe gidiyorlar. Kiralar çok yükseldi. İşimizi, aşımızı aldılar; şimdi de eşimizi alıyorlar. İki çocuğumla dul kalmak istemiyorum. Sadece Mardin’de olmuyor bu. Ankara, Samsun gibi birçok ilden yaşlı adamlar gelip bir yüzük, bir bilezik, bir çift küpe alıyorlar. Çocuk yaştaki kızları bunların karşılığında alıp götürüyorlar.”

    memur necip, beni son derece rahatsiz iste bu insanlik halleri hakkinda sen “bunda ne var ki insanlik var oldugundan beri bu böyle gelmis böyle de gider, kafanizi yormayin” mealinden seyler yazip duruyorsun. iste bir marxistle bir devlet-düzen savunucusu arasinda fark tam da budur. senin gibilerinin bu haline senin deyimle söylersek kizilmaz, ancak acinir.

  52. “sömürü özgürlüğü yok.”

    Bunu boyle, pat diye, soylemek kulaga hos gelebilir tabii ki. Cok da ‘politically correct’ (nabza gore verilmis serbet) oldugu da kesin.

    Ama, ‘somurmek’ canlilarin (hatta, mikro/astro olceklerde bakarsak, cansizlarin da) en ‘dogal’ davranislarindan birisidir. Cogu zaman, ya da genelde, hayatta kalabilmek icin de olmazsa olmazlardandir.

    Dolayisi ile, boyle bir ozgurlugun var olmadigini beyan etmek yerine, bunun (degisik sart ve baglamlarda) kisitlanmasinin gerekliligini dile getirmek bence daha isabetli (ve bazan da ‘kabul edilebilir’) bir talep olur.

    Bizim (sizin ve digerlerimizin) acmazi da burada ortaya cikiyor: Hangi davranislar (eylemler) somurudur?

    Dogal olan hersey ahlaki olamayabiliyorsa, kime gore ve nicin?

    Tavuk cifliklerinde, mesela, tavuklari gunde 3 ogun yumurtlatmak ve bu yumurtalari (dogal amaclari disinda kullanmak, yani insanlar yesin diye) gasp etmemiz somuru degil midir?

    Kuluckadan cikan civcivlerin erkek olanlarini hemen oracikta katletmek, bunu da hergun milyonlarca erkek civcive uygulamak, bizim icin dogal olsa bile ahlaki midir?

    Bu basit bir ornek. Boyle daha niceleri var.

    Fakat, asikar olan su: Bu tur seylerin hic de kolay cevaplari yok.

    Hepimiz, hersey, degisik kademelerde, farkli sartlarda birer zalimiz aslinda.

  53. Doğru ama insanlığın ufkunda bunların da sona ermeyeceğini kim iddia edebilir.

  54. 33–Nevzat Evrim Önal
    uzun zamandır bu yorumlar köşesinde böyle derli, toplu ve “iyi” bir yazı okumamıştım..

  55. “hakan fidan’in görevlisi memur necip’in 30 nolu yorumuna cevap”

    Ben kendisi ile hic tanismadim. Size boyle mi soylemis?

    “bu necip kod adli yorumcunun T.C. milli istihbarat örgütünün gün zileli sitesinin takip-denetleme sorumlusu oldugu yazdigi yorumlardan belli oluyor.”

    Iyi de, bundan benim neden haberim yok?

    Madem boyle bir gorevim varmis; bir maasimin, bir titrimin, bir kimlik kartimin filan olmasi gerekmiyor mu?

    Lutfen Hakan beye iletin, protesto ediyorum. Angarya anayasal bir suctur.

    “sayin zileli, sayet birgün sitenizi “kamulastirmak” icin kapinizi bir kayyum calarsa bu bizim necip’ten baskasi olamaz.”

    Yok, iste bu mumkun degil.

    Bu siteyi Gun bey bilabedel yurutuyor ama ben oyle ayda besbin TL maasla filan burayla ugrasamam.

    Ben, izninizle, yine ‘ajan’lik gorevime devam edeyim 🙂

    “benim yazdiklarimla bir seyler anlatmaya calistigim insanlar bu dünyanin hal ve gidisatindan az cok rahatsiz olan, fakat rahatsizlik veren bu durumlarin kaynagini, sebeplerini dogru bir bicimde teshis etmekte zorlanan insanlardir.”

    Rahatsizlik duymak, duydugu rahatsizligi dile getirmekte bir yanlis yok. Ama, bunu yapabilmek marifet de degil.

    Marifet degilse, iltifata da tabi degil tabii ki. Dolayisi ile, benden takdir filan beklemeyin.

    Ote yandan, benim elestirdigim taraf da sikayet edisiniz degil.

    Ele gelir, ayagi yere basan, bir cozum oneriniz yok.

    Doktor doktor gezip hepsine de hep ayni sikayetleri anlatan, ama bir turlu de deva bulmayan kronik hastalari hatirlatiyorsunuz bana..

    Bunu, bu tur hastalari kucuk gordugum icin soylemiyorum; ama, yok iste. O derdin devasi yok.

    Bin tane doktor gezip herbirinin verdigi ilaclarin yan etkileriyle daha da helak olmak yerine, bu haliyle yasamagi onermek cok mu irrasyonel?

    Cok yasayan yuze kadar yasiyor.. Yuz sene boyunca hep sikayet edecek bir seyler bulmaga, mutsuz olmak icin sebeplere garkolmaga deger mi?

    “farz edelim ki eski sovyetler birliginde senin dedigin sekilde kapitalizmden daha iyi bir düzen yoktu. bu durum insanlarin yasadigimiz mevcut sistemi elestirmesine, insanca yasanir bir düzen kurma cabasindan alikoymak icin bir bahane midir? reel sosyalistler yanlis yapmislarsa, o yanlislari tespit eder, ayni yanlisi biz yapmayiz, sorun nerede?”

    Farza sunnete gerek yok ki.. Durum ortada. Turkiye’den kacan kac tane devrimci/solcu kapagi SSCB’ye (ya da Cin’e veya Arnavutluk’a, Kuba’ya) atti. Yok denecek kadar az, degil mi?

    Cok matah yerler olsaydi, kapidan kovsalar bacadan girerlerdi.. Ama, (garibim Nazim haric) baska giden olmadi?

    Bir sebebi var herhalde?

    Surgunde ac yasamak zor cunku.

    Simdi.. gelelim sizin “insanca yasanir bir düzen kurma cabasi” bahsinize?

    Siz, kuzum, blog koselerinde, ya da elinde pankart, meydanlarda bunlari dile getirmenin anlamli bir ‘caba’ mi oldugunu saniyorsunuz?

    Iceriginin ne oldugu kisiden kisiye degisen bir seyler diyorsunuz (talep ediyirsunuz) diye dunyanin geri kalani isini gucunu birakip sizi tatmin etmek icin ayaga mi kalkacak?

    Boyle bir seyin olabilecegini gercekten dusunuyor musunuz?

    Bu kadar saf iseniz, o zaman, kabul, butun bir omru sikayet etmekle gecirmeniz cok da sasirtici olmaz.

    Sasirtici olan, bu kadar saf olmaniz olur.

    “beni son derece rahatsiz iste bu insanlik halleri”

    E, aferin. Aferin, de, rahatsiz olmak da bir marifet degil ki.

    Kalkin gidin Mardin’e. Bir STK araciligi ile mi olur, bireysel mi davranirsiniz, orasina karismam, ama madem rahatsiz oluyorsunuz, duzeltmek icin bir seyler yapin.

    Aksi halde, buraya kadar soyledikleriniz, kimsesiz cocuklara yardim ayagina balolar duzenleyip eglenen zengin zuppe taifesinden cok da farkli degil.

  56. 40’a cevaben
    Hiçbir düzeni “savunmuyorum”, sadece bir tespitte bulunuyorum. Bazı sistemlerin insanlara “kötü” veya “iyi” gelmesi, savunmaları veya karşı çıkmaları bir şey değiştiremez hoşumuza gitmese de.
    Biyolojik sistemin (beslenme zincirinin) de, bugün adına kapitalizm dediğimiz sosyolojik sistemin de sonuçlarını tamamen ortadan kaldıramayız, 44’te de denildiği gibi sadece kısıtlayabiliriz.

  57. ogürsel abi, uzun zamandır böyle güzel yazı okumadım dediğiniz vatandaş stalinci ve komünist partilidir. Siz de Gün Abi gibi o cenaha mı yakınlık duyuyorsunuz son zamanlarda?

  58. Bu konuda Berktay’ın yazıları, özellikle “Kabileden Feodalizme” kitabı da açıklayıcıdır. Burada yazarken uzun açıklamalara ve örneklere yer vermek mümkün olmadığı için bunları okumayı tavsiye etmekle yetinebilirim esasen.
    Bazı gerçekleri yazıyorsa, bunları bugün yazdıkları, iktidarla ilişkisi, geçmişte soldayken yaptıkları gibi şeyleri düşünmeden okumak yanlış değildir.

  59. onu nereden çıkardın ki? Yani benim stalinciliğe ve komünist parti’ye meylettiğimi. Alındım doğrusu…

  60. Bunu bilmiyordum ama bu yazı ile yargım değişmezdi..
    Sonuçta “Stalinist” ya da Devletçi Sosyalist düşünen insanlarla özgürlükçü sosyalist-anarşıstler arasında bir çok sorunun tespitinde benzerlikler kaçınılmazdır.. ve genel olarak fikir ayrılığı “çözüm” önerilerine ait olacaktır. ki “çözüm önerileri” de “nasıl” sorunu ile bağlantılı ve elbette örgütsel yapı-ilişki de farklı düşünceler savunulur.
    Yazık ki, “sen zaten Stalinistsin”, “sen Faşistsin”.. bence önce o “yazı-düşünce” üzerinde tartışılmalı; o yazıda bu eleştirilen “ideolojik” izler var ise konu o noktada tartışmayı da hak eder..
    bu yazıda (kaçırmış olabilirim) İslamcılığın günümüz dünyası ile ilişkileri, çelişkileri ele alınıyordu.. Stalinizm “kokusu” almadım ve düşüncem değişmedi.. İyi ifade edilmiş, derli, toplu bir yazı..
    — Stalinizst benim gözümde “sosyalist” bile değil; yalnız kendilerine sosyalist.. Köle partililerine!

  61. marxist argüman

    kapikulu necip’in 46 nolu yorumuna cevap:

    ben bu siteye senin gibi bos-beles insanlarla eglence amacli polemik yapmak icin yorum yazmiyorum. senin yazdiklarina tek tek cevap yazabilirim ama vaktime yazik. benim yorumlarimda dikkat edersen polemik yok, ne var: argümanlarla, tezlerle fikir-düsünce tartismasi. argüman, fikir, düsünce, tez…bunlarda sende yok, ben simdi seninle neyi tartisayim. senin mantigina-mentalitene ayna tutmaya calisayim en azindan:

    ben yaziyorum: dünyada bir yanda para-zenginlik-ayricalik-lüx icinde yasayan elit bir tabaka, diger yanda karin tokluguna calistirilan, hatta bir kismi kuru sogana bile muhtac halde yasayan milyarlarca insan. arkadas bu kaderi kimyazmis, bu ne is, bu tezgahi kim kurmus, nasil isliyor, hele bir inceleyip anlayalim. kapikulu necip cevap yaziyor: sende hep sikayet ediyorsun, kaderimdir diyeceksin, cekeceksin!

    ben yaziyorum: bilimin bu derece gelistigi 21. yüzyilda nasil oluyorda insanlar akil tutulmasi anlamina gelen, kendi fantazi-hayal dünyalarinda yarattiklari, tanri dedikleri bir varliga yaradan diye tapiyorlar, din bezirgani adamlarin pesine koyun gibi takiliyorlar. bu manipülasyondan kimin, ne cikari var, mercek altina alip bir inceleyelim ve anlayalim. kapikulu necip cevap yaziyor: ohooo sen de hep sizlaniyorsun, sorguluyorsun, kendi basini da agritma bizim basimizida agritma, kismetinde-kaderinde bu varmis, isyan etsen ne fayda! vs. vs.

  62. Sayın “ogürsel” 45 ve 50,

    Nevzat Evrim Önal; TKP’nin Temmuz 2014’te bölünmesinden sonra kurulan “Komünist Parti (KP)”nin üyesidir. (Diğer parti ise “HTKP”: Halkın Türkiye Komünist Partisi.)

    Önal; “Karl Marx”ın ve “Friedrich Engels”in metinleri başta olmak üzere, “sol literatür”e hakimdir, saptamalarının büyük bölümü yerindedir.

    Kendisini daha çok “Marxist-Leninist” görmekle birlikte, “Stalin”i savunduğu yerler de vardır.

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “anarşist” olduğumuzu daha önce bu sitede pek çok kez deklare etmiştik. Ve “kapitalizme karşı” birçok oluşumla müttefik olduğumuzun da altını çizmiştik. (Detayları şu adresten takip edebilirsiniz http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )

    KP’den müttefiklerimiz olduğu kadar HTKP’den de müttefiklerimiz var. Ve hâttâ sayın “özgürlükçü”nün kalbi kırılmasın; HDP’nin Marmara Bölgesi’ndeki teşkilatlarının kuvvetlenmesi için bizzat en çok çaba sarfedenlerdeniz. (Ek bilgi: Ne yazık ki Selahattin Demirtaş’ın ya kıymeti bilinmedi, ya da kendini heba etti…)

    Önal bir akademisyen. (Siz, sayın “ogürsel”, nasıl “doktorluk” yaparak geçiminizi sağlıyor ama kapitalizmi öksürmüyorsanız; Önal ve benzerleri her ikisini birlikte yapmaya en azından gayret ediyor! Kapitalizme karşı mücadele etmesinin KP üyesi olup/olmaması ile doğrudan bir bağı yok!)

    Önal, icra ettiği işi gereği; İstanbul/Maslak’taki renk renk “Ya-LA-ka”larla irtibat kurma gereği hissediyor. Aylardır yaptığımız toplantılara katılanlardan biri de kendisidir.

    Her renk “Ya-LA-ka”nın bu ülkede de nasıl palazlandığını, TÜSİAD ve benzeri sütunların “gelecek nesillerin beynini kapitalizme programlamak için!” nasıl zemin yeşerttiğini gayet net gözlemleyen, tespitler yapan, çözüm önerileri sunan mücadeleci bir kişidir.

    Umarız “kapitalizme karşı” aynı dirayeti siz ve sizin gibiler de gösterir. Çünkü evlatlarınızın, (ve varsa) torunlarınızın geleceği tehlikede!

    Yukarıda okuduklarınız felaket tellallığı değil; gerçeklerdir! Immanuel Wallerstein’ı unutmayınız…

    Esen kalın.

  63. Sayın “anonim” 47’ye (aslında siz “ogürsel”siniz de; kalbiniz kırılmasın, usulca söyleyelim),
    ve
    Sayın “Necip” 44’e,

    Breh breh breh!

    Darwin dirilse; sayın “Necip”i kızılcık sopası ile kovalardı!

    Evet; insan da bir hayvandır! Ve evet Darwin haklıdır! “Evrim”i de görüşmeye başlamayalım şimdi!

    Fakat, Darwin de gayet net bilir ki (ki bugün, bunun en net tahlillerini yapanlardan biri “Neil deGrasse Tyson”dur) insan “sömürMEmek meziyeti”ne de sahiptir!

    Öz ifadeyle; hayvanlar aleminin bir üyesi olan insan, hayvanlarla motamot (kopyala/yapıştır) davranışlar sergilemez! Bunu anlamamakta direnmek ne büyük hata!

    “Zalim”liklerimizi azaltmak kendi ellerimizde, kendi irademizde! “Fıtratçı” olmak zorunda değiliz!

    “Böyle gelmişse; böyle gitmek zorunda değil!” 2016’dayız! Wake up and smell the coffee sayın “Necip”!

    [Mikro/astro olceklerle] başlamışsınız, [tavuk ciflikleriyle] devam etmişsiniz, [kuluckadan cikan civcivlerle] meramınızı bağlayacağınızı zannetmişsiniz; ne yazık ki kapitalizmi ıskalayarak noktalamışsınız!

    Okuyun bakalım size ne cevap vermiştik:

    (“50” numaralı metnimiz http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ )

    {{{
    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
    }}}

    “İnsan”la “aslan” birçok ortak özelliğe sahiptir. Fakat “insan”, “aslan” değildir; “aslan”, “insan” değildir!

    İkaz ediyoruz:

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

    İkaz ediyoruz:

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre AMATÖRLER ÖLSÜN, PROFESYONELLER YAŞASIN!

    Sayın “Necip” belki İlber Ortaylı üstadımızın piyasadan saklanmış aynı yumurta ikiz kardeşi de olabilir: CAHİLLER ÖLSÜN, “KENDİNİ BİLGE ZANNEDENLER!” YAŞASIN!

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre SALAKLARA SOYKIRIM UYGULANSIN, SADECE “KENDİNİ AKILLI ZANNEDENLER!”İN OLDUĞU “DEADLY COMPETITIVE! & ÖLÜMCÜL REKABET ZEMİNİNDE” BİR DÜNYA YAŞASIN!

    İkaz ediyoruz:

    SAYIN “NECİP”; AYN RAND’IN İKİZİDİR!
    SAYIN “NECİP”; RAND’IN YARATTIĞI KARAKTER “JOHN GALT” OLMAYA ÖZENİYOR!
    VE HÂTTÂ SAYIN “NECİP”; OBJECTIVISM’E AKLINI SATMIŞ ZEHİRLİ BİR BEYİN!

  64. “ben bu siteye senin gibi bos-beles insanlarla eglence amacli polemik yapmak icin yorum yazmiyorum.”

    Polemik yapmak kotu bir sey degil; fakat, –sizin yaptiginiz uzre– mugalata yapmak apayri bir sey.

    Daha da beteri, yazdiklarinin bir kiymet-i harbiyesi oldugunu sanmak..

    “benim yorumlarimda dikkat edersen polemik yok, ne var: argümanlarla, tezlerle fikir-düsünce tartismasi. argüman, fikir, düsünce, tez…”

    Dedim ya, isin kotusu, siz bunlarin yazdiklarinizda /var oldugunu/ saniyorsunuz.

    ‘Fikir’ dedikleriniz seyleri dile/yaziya getirdiginiz anda onlar elestiriye acik olurlar ve bu elestirilerin acimasiz olmayacaginin da hic bir garantisi yoktur –ne cikarsa bahtiniza.

    Sorun da, tam da, burada: Siz, saglam saydiginiz fikirlerinizin daha ilk adimda cokusune tahammul edemiyorsunuz; zivanadan cikayaziyorsunuz.

    Halbuki, eger fikirlerinizle aranizda bir aidiyet/illiyet bagi kurmaktan vazgecebilseniz, giderek daha olgun –ayaklari yere basan– fikirlerinizin olmamasi icin bir sebep yok –sizin durumunuzda bu cok uzun zaman alir, o ayri.

    “ben yaziyorum: dünyada bir yanda para-zenginlik-ayricalik-lüx icinde yasayan elit bir tabaka, diger yanda karin tokluguna calistirilan, hatta bir kismi kuru sogana bile muhtac halde yasayan milyarlarca insan.”

    Aferin. Eger bir roman yaziyor olsaydiniz, bu tur bir kapsami konusmak anlamli olurdu.

    Sonucta bir roman.. ne sallasaniz sallayin, olur.

    Ama, realiteye donecek olursak sunu goruruz:

    Kuru sogana muhtac yasiyor dediklerinizin hepsi hep ayni durumda degil. Yani, onlarin arasinda da, kademe kademe, somuru iliskileri var.

    Kimisine saglikli kuru sogan duserken, kimisine de curuk kuru sogan dusuyor..

    Ya da, daha dogrusu, birilerinin elindeki saglikli kuru sogani baska birileri alip/gaspedip onlara curukleri brakiyor.

    Ve, bu fractal pattern, yayila yayila devam ediyor.. ta ki, sizin “para-zenginlik-ayricalik-lüx icinde yasayan elit bir tabaka”ya varincaya kadar.

    Onlar da, tabii ki, kendi iclerinde katman katman ‘pecking order’ yasiyorlar..

    “arkadas bu kaderi kimyazmis, bu ne is, bu tezgahi kim kurmus, nasil isliyor, hele bir inceleyip anlayalim.”

    Anlamak istiyorsaniz, yapmaniz gereken sey karabalta hukumler yazmak degil; sormak ve sorgulamak..

    Ama, siz bunun farkinda degilsiniz; ve, soylediklerinizin havada kaldigini gorunce –gorunen o ki– cok kotu bozuluyorsunuz.

    Kinamiyorum cok da fazla; galiba (zeka yazi itibariyle, bilhassa) cok toysunuz ve katetmeniz gereken yol da cok fazla geliyor size; kestirme ariyorsunuz.

    Yok oyle bir kestirme yol.

    Hamsiniz, piseceksiniz; sonra da yanacaksiniz.

    Ancak ondan sonra, geriye bir sey kalirsa, anlamli bir seyler soyleyebilirsiniz.

    “sende hep sikayet ediyorsun, kaderimdir diyeceksin, cekeceksin!”

    Biteviye sikayet ettiginiz dogru.

    Ama, “kaderimdir diyeceksin, cekeceksin” dedigimi hatirlamiyorum. Tersine, “kaderim degil, cekmeyecegim” diyorsaniz, bunun icin aktif bir seyler yapmaniz gerekiyor.

    Dunya ahalisinin size daha iyi bir kader bicmek gibi bir gorevi yok diyorum.

    Yani, mizmiz veletler gibi, surekli bir seyler istemek yetmez; buyuyun artik.

    “ben yaziyorum: bilimin bu derece gelistigi 21. yüzyilda nasil oluyorda insanlar akil tutulmasi anlamina gelen, kendi fantazi-hayal dünyalarinda yarattiklari, tanri dedikleri bir varliga yaradan diye tapiyorlar, din bezirgani adamlarin pesine koyun gibi takiliyorlar.”

    Ve, yine ayni sey: Siz, soru sormagi tek basina yeterli bir marifet saniyorsunuz.

    Farkinda degilsiniz galiba; ama, bu soruyu (bu tur sorulari) soran ne ilk ne de tek kisi sizsiniz.

    Cevabini bilmmiyoruz.

    Su andaki imkanlarimizla da (yeteri kesinlikle, baglayicilikla) bilmemiz mumkun degil; cunku henuz noroloji o derinlikte beyni tanimiyor.

    Nereden baksaniz, benim tahminim, bir yuzyil daha gerekiyor bu derinlikte bilgi sahibi olmamiz icin.

    Isin kotusu, o noktaya varinca/varirsak, daha iyi mi olacak; onu da bilmiyoruz –kendimizi bu denli analiz ettikten sonra, yapay zeka ile sentezleyerek ikame etmek de var isin icinde..

    “bu manipülasyondan kimin, ne cikari var, mercek altina alip bir inceleyelim ve anlayalim.”

    Inceleyin ve anlayin tabii ki. Hatta, incelemelerinizi detaylariyla yazarsaniz, vardiginiz sonuclarin isabetini de tartisabiliriz.

    Ama, ortada ne inceleme var ne de baska bir beyinsel faaliyet.. biteviye sikayet ve mizildanmalar..

    Sizin gibisinin bini bir para..

    Kiymeti yok, yani.

  65. Necip sizin çözümünüz ne? Şimdiye kadar ne çözüm önerisi ortaya koydunuz, hangi kitapları, raporları yazdınız? Bu toplum için hangi fikirleri, teorileri geliştirdiniz, neler yaptınız, bunların uygulaması ne oldu? (Bu sürekli eleştiren, soru soran kişilere umarım yeterli bir yanıt verirsiniz)

  66. 52’ye,
    Gereksiz bir çuval laf etmişsiniz. Ben sizin gibi insanları yaftalamıyorum. Bu “kısa” yorumlar içinde “işe yarar” ne yazılmışsa bilgileniyor ve teşekkür ediyorum. Farklı görüşümü de tanımadığım bir birey olarak yalnızca kişisel bir düşünce olarak ve hakaret etmeden, toptancı bir zihniyetle yargılamadan ifade etmeye çalışıyorum; “ilk taşı” atmamaya gayret ederek!
    Bu konuda da bunu yaptım… NEÖ, “Stalinist’miş!” .. eleştirildim! Ne yazık; bir “Stalinst’in” yazısını beğendiğim için beni eleştiren, farkında değil.. zaten “Stalinizm” olarak adlandırılan tam da onun bu kendi tutumudur…
    Yani dogmatik, tahakkümcü, kanıtsız infazcı vs…
    Eleştirel olamamak; önyargılı olmak; düşünceyi gerektiğinde kaynağından koparmak; bağnaz bir tarafgirlik ya da karşıtlık taşımamak; analitik olamamak…
    ve sizin anti kapitalizminiz de gereken diyalektik bütünü içermiyor.. Zihniniz berrak olsaydı, o yazdıklarınızın gereksiz olduğunu da anlardınız..
    **
    53’e
    okuduklarınızı kavrayamadığınız belli… kendinizi okuyorsunuz siz yalnızca…bu yüzden yazınızın gerisini de okumuyorum…
    “bugün adına kapitalizm dediğimiz sosyolojik sistemin de sonuçlarını …”
    bende böyle bir saçma cümle göremezsiniz…

  67. marxist argüman

    28 nolu yoruma cevap:

    “Kapitalizm, burjuvazi, işçi sınıfı gibi kavramlar dünyanın büyük bölümünde anakronikleşiyor artık. Günümüzde refahın yayıldığı gelişmiş ülkelerde halkın önemli bir bölümü, hatta çoğunluğu “kapitalistler”in varlıklı yaşamına sahip. Bu halk kitlelerine orta sınıf veya küçükburjuva bile değil, düpedüz burjuva demek lazım. Kim burjuva değil ki burjuvaziden bahsedelim? Artık en büyük sorun “kapitalist” bir azınlığın halk çoğunluğunu sömürüp zenginleşmesi değil, “kapitalist”leşen halk çoğunluğunun zenginleşmesi, lüksü, israfı, sefahatidir.” diye yazmissin.

    kardes sen hangi gezegende yasiyorsun? dünya denilen gezegende yasiyorsan burjuva medyasinin yaydigi kapitalist ideolojileri “acaba gercekten böyle midir?” diye kontrol etme ihtiyaci duymadan buraya yaziyorsun, ondan dolayi da fena halde ofsayta düsüyorsun. senin “refahin yayildigi” ülkelerden almanyayi iyi taniyorum, o memleket hakkinda yazayim. su ifadeye dikkat: “refahin yayildigi” ideolojik manipülasyon-zoka burda basliyor.

    simdi gerceklere gelelim. alman devleti bilindigi gibi dünya kapitalist devletler liginde sampiyonlar liginin ilk siralarinda yer aliyor. bu devlet uzun yillar dünya ihracaat sampiyonu idi. son finans krizinde de görüldügü gibi alman devleti avrupa birliginin ekonomik ve siyasi anlamda lider devleti. bayan merkel’in basta yunanistan olmak üzere kapitalist rekabette diger ülkelere nasil ayar verdigini basin uzun süre yazdi. alman ekonomisi su anda da tam takir isliyor; finans krizinden diger AB üyesi devletlerin alehinde olmak üzere alman ekonomisi etkilenmeden cikti.

    özel sektör de isler tam takir giderken, yani kapitalistlerin kasalari dolarken calisanlar cephesinde durum nedir:

    -alman burjuva basini bittaz kendisi sürekli yaziyor: almanya da bir yandan zenginlik artarken buna paralel fakirlik-yoksullukta git gide artiyor. “inanmiyorum” diyen varsa yazsin, onlara alman basininda ve istatistiklerden alinti yaparim. almanya su anda AB ülkeleri icinde düsük ücret sektörü ve bununla baglantili olarak yoksullugun en yaygin oldugu ülke. almanyaya yolu düsenler terminalde bir saat dikilsinler ve o bir saat icinde kac dilenci yanlarina gelip para isteyecek, saysinlar bakalim. ayni sekilde sokakta ki bir cöp kutusunun yakininda dursunlar ve bir saat icinde kac insan gelip o cöp kutusunda icinde degeri 8, 15 ve 25 cent olan -depozito- bos icecek sisesi ariyor, saysinlar.

    -almanya da yaklasik 15 yil önce sosyal demokrat schröder hükümetinin “hartz” yasalari ile taseron isci calistirma ve isci alim ve cikariminda “esneklikte” öncü devlet. o zaman ki fransa calisma bakani “ücret ve is piyasasi bu kadar da asagi cekilmez ki, bu haksiz rekabettir, biz fransa olarak nasil alman ekonomisi ile rekabet edelim” diye sikayet etmisti. bu yasalari su anda T.C. ve fransa devletleri aynen kopya ediyorlar. fransa da basinda okuduysaniz halkin en azindan bir kismi bu “is piyasasini isveren lehine esnetme” yasalarina isyan etti.

    -almanya da örnegin aldi, rewe, dm gibi marketler zincirinde yasal tarife göre saat ücreti 7,5 euro’dan basliyor. harzt yasalarinadan beri part time vardiyeli isler daha da yayginlasti. yani aylik calisma sözlesmesi 20, 25, 30 saatlerden olusuyor. full time is sözlesmesi alabilen “sansli” calisanlar kücük bir azinlik. ortalam 10 euro saat ücreti ile gecim imkansiz oldugu icin calisanlarin büyük cogunlugu bulabilirse ikinci, ücüncü bir ise gidiyor. yani modern kölelik: günün tamami isten ise kosturmakla geciyor. almanya da büyük sehirlerde iki odali evlerin aylik kirasi ortalama 500-600 euro, üc odali evlerin 700-800 euro. buna yol parasi, elektirik, telefon, internet, yeme-icme-giyinme, tatil vs. ekleyelim. calisanlarin eline ortalama ne geciyor, o kazanilan para ile ne kadar insanca hayat mümkün, hesaplamak zor degil.

    -almanya da yaklasik 10 yil önce asgari ücret cikarildi: saati 8,5 euro. alman devleti neden asgari ücret yasasi cikarma ihtiyaci duydu, anlatayim. schröder hükümetinin harzt yasalarindan sonra isveren isciye o derece düsük ücret ödeme serbestligi elde etti ki, sayisi on milyonlari bulan düsük ücret sektöründe calisanlarin bir kismi aldiklari ücret ile gecinemedikleri icin devlete sosyal yardim icin basvurmaya basladilar, yani calistigin halde sosyal yardima muhtacsin. alman politikacilari bunun üzerine “sevgili vatandaslari” isveren sinifina “vur dedikse öldür demedik, insanlari calistirin, siz de kazanin benim de devlet olarak vergi gelirleri ile kasam dolsun. insanlar calistiklari halde devletin sosyal kasasina yük olduktan sonra benim devlet olarak bu isten kar degil zararim var” dedi ve ücretleri asagi cekme de sinir ciziyorum, istisnalar haric, saat ücretini 8,5 eurodan daha az ödemeyi devlet olarak yasakliyorum, diyerek asgari ücret yasasini cikardi.

    yazi cok uzamasin diye urda bitiriyorum. sonuc: kapitalist bir devletin ve o devletin ekonomisinin yani özel sektörün zengin olmasi, calisanlarinda zengin oldugu anlamina gelmez. hatta arada ters korelasyon var: isverenin kar marji diger faktörlerin yani sira calisanlara ödedigi ücretin düsüklügü ile alakali degil midir? yani almanya gibi ülkelerde devletin ve isveren sinifinin zenginligi ayni zamanda su anlama gelmez mi: o memlekette yogun bir sömürünün var oldugunu. öyle ya, o zenginlik nasil ortaya cikiyor, kimin sirtindan kazaniliyor? gökten mi yagiyor?

    kapikulu necip gibileri yine yorum yazacaklar: ” e bunlari biz zaten biliyoruz” o zaman bende pesinen sorayim peki 28 nolu yorumda oldugu gibi kapitalist ideolojilerin kaynagi nedir, “refahin yayginlastigi ülkeler” efsanelerini kim, neden, nasil yayiyor?

  68. MADENCİNİN ÖLÜSÜNÜ BİLE SÖMÜRMEK!

    301 işçinin hayatını kaybettiği Soma faciasının sorumlusu Soma Kömür İşletmeleri A.Ş., faciada yaşamını yitiren Özay Eren’in anne, baba ve kardeşine tazminat vermek bir yana icra davası başlattı.

    “Ödemedikleri tazminattan icra çıkardılar”

    Soma İş Mahkemesi, faciada yakınlarını kaybeden işçilerin Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’ye açtığı tazminat davasını geçen aralık ayında sonuçlandırmıştı. Mahkeme, ölen Özay Eren’in anne ve babası için 75’er bin TL, yedi kardeş için de 35’er bin TL tazminat ödenmesi istendi. Özay Eren’in eş ve çocukları için de, ayrıca mahkemenin devam ettiği öğrenildi.

    Ailelerin tazminat alacaklarına ödememenin yolunu bulan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. avukatları kazandıkları tazminatı alamayan Özay Eren’in ailesine karşı, vicdan yaralayan bir yöntemle icra takibi başlattı. Şirket avukatları, madencinin kardeşlerinin istediği 40 bin lira tazminat yerine Soma İş Mahkemesi’nin 35 bin liraya hükmetmesi üzerine, arada kalan 5 bin liralık fark için vekalet ücreti almaya hak kazandı.

    Yedi kardeş için toplam 8 bin 300 lira tutan bu vekalet ücreti için şirketin avukatları, Bakırköy 5’inci İcra Müdürlüğü’ne başvurup ölen madencinin kardeşlerinden tahsilat yapılmasını talep etti.

    “Soma Kömür nasıl tazminat ödemiyor?”

    Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin ölen madencilerinin ailelerinin dava açıp kazanacağı tazminatları ödememek için şirketin uyguladığı yöntem Sayıştay raporunda ortaya çıkmıştı.

    Sayıştay raporuna göre, ocağı işleten Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.’nin, faciadan 36 gün sonra, işçi ailelerinin tazminat alacaklarına karşı hileli (muvazaalı) bir yönteme başvurdu.

    Şirketin Türkiye Kömür İşletmeleri’nden (TKİ) gelecekte çıkartacağı kömür için aldığı 182 milyon 134 bin 867 lirayı, bir bankaya temlik (şirketin alacağında önceliği bankaya vermek) gösterdiği, bankanın da buna istinaden başlattığı icra takibiyle, ailelere göre öncelikli alacaklı durumuna geldiği saptanmıştı.

    “Her yola başvuruyorlar”

    Karar sonrasında yaşananlara tepki gösteren CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, “Bu girişim, Soma A.Ş.’nin ölmüş madencinin ailesine karşı ne kadar acımasız ve duygusuz olduğunu gösteriyor. Şirket dirisine sahip çıkmadığı maden şehitlerinden geriye kalan ailelerine de bırak sahip çıkmayı, onları da daha da yaralayan bir tavırla hareket ediyorlar. Kendisi 395 bin lirayı ödememek için her yola başvuruyor. Beş parası olmayan aileden ise karardan hemen sonra icrayla parasını istiyor” diye konuştu.

    “Madencinin ölüsünden para kazanmak”

    Özel, Soma Holding’in madencinin ‘ölüsünden de para almaya devam ettiği’ni belirterek, “İşçisini öldürdü, şimdi ailelerine sahip çıkmak bir yana para istiyor. Ölmüş şehitlere saygısızlık yapıyor. Ben üzüldüm ama hiç şaşırmadım. Geleneksel tavırlarını sürdürüyorlar. Madenciler onlar için ölü diri fark etmiyor” dedi.

    14 Nisan 2016
    http://www.diken.com.tr/soma-holding-insanligin-dibinde-tazminat-odemedigi-madenci-alesine-icra-baslatti/

  69. 25 özgürlükçü
    HDP siyasi hayatımızda devrimse Altan Tan da bu devrimin bir parçası mıdır?
    Şöyle bir yazı var aşağıda ne dersin?

    *

    Altan Tan Alevilerden ve Kılıçdaroğlu’ndan Özür Dilemeli
    Mustafa Elveren

    CNN TÜRK’te canlı olarak yayınlanan “Seçim Özel” programına katılan HDP Amed Milletvekili Altan Tan’ın; “Selahattin Bey ben inançlı bir Müslüman’ım ve tek kıblemiz var o da Kabe’dir dedi, böyle bir laf daha Kemal Kılıçdaroğlu’ndan duyulmadı”(1) sözleri başta Aleviler olmak üzere tüm duyarlı insanları derinden yaraladığını düşünüyorum. Bay Altan Tan’ın Alevilerin ve sosyalistlerin duyarlılığını göz önüne almadan bu gafı yapması düşündürücüdür. Çünkü Alevilerin kıblesinin insan olduğunu bütün Dünya âlem biliyor.

    HDP Amed Milletvekili Altan Tan’ın bu güne kadar sosyalistler ile Aleviler hakkında yaptığı gaflar ve saldırılar, benim gibi HDP’lilerin sabrını taşırmaktadır. İki gündür sosyal paylaşım siteleri üzerinden Sayın Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği hatırlatılarak, Altan Tan’a tepki yağıyor. Ne yazık ki, Altan Tan hakkında yazılan yorumlar yorum olmaktan çıktı, hakaretlere kadar vardı.

    Yine sosyal medya üzerinden konuyla ilgili tepkisini dile getiren Hüseyin Aygün şu yorumu yaptı; “Tayyip Erdoğan’dan Kılıçdaroğlu’na: ‘Ben Kuranla büyüdüm, senin Kuranla ilişkin belli.’ Altan Tan’dan Kılıçdaroğlu’na: ‘Müslümanım demedin.’ (…) Altan Tan sadece ayrımcılık, dinsel nefretçilik, aydınlanmaya düşmanlık yapmıyor. Muhtemel bir CHP-HDP koalisyonunu da dinamitlemek istiyor”

    Ben Sayın Aygün’ün Kürtlerle ilgili düşüncelerini hiç benimsemiyorum. Ancak Hüseyin Aygün’ün yukarıdaki yorumunu dikkate almak durumundayız.

    Altan Tan birçok platformda ve programda; bir taraftan “HDP, herkesi içinde barındırmalıdır. Alevileri, Müslümanları, solcuları, ateistler…” söyler, diğer taraftan ise, “HDP’de sosyalistler ve ateistler partiye hâkim oldular…” diye serzenişte bulunur. Bu çelişkili anlayışını HDP’nin güçlenmesi için hep sineye çektik. Sosyalistleri ve ateistleri incitmekle kalmadı, bu defa Alevileri de hedef aldı.

    Bundan tam 8 yıl önce Altan Tan’ın Aleviler ve sosyalistler için sarf ettiği sözlerine karşı tepkimi o gün yazdığım “Altan Tan’ın Tencere-Kapak Uydurması” başlıklı yazımın birkaç cümlesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

    “Bakın Hazret neler söylemiş; ‘Tencerenin kapağı Marksist ve Alevi çizgidedir. Bugün PKK’nın yönetici kadrosunun önemli bir kısmı Pazarcık, Elbistan ve Tunceli kökenlidir. Çoğu Stalinist bir anlayıştan geliyor. Tencerenin kendisi ise Sünni, Şafi ve Nakşibendi’dir. Dolayısıyla bugün tencereyle kapak arasında bir uyum sorunu vardır …22 bağımsız DTP’li içinde namaz kılan, Ramazan orucunu ful tutan bir tek kişi yok…’(2)

    Öyle anlaşılıyor ki; büyük çoğunluğu Şafi olan Kürtlerle ve yine önemli bir bölümü sosyalist düşünceye sahip Alevi Kürtlerin PKK’nin etkisiyle birlikte hareket etmelerini, Altan Tan içine sindiremiyor. (…)

    Eğer Pazarcık, Elbistan ve Tunceli kökenli Kürtlerin PKK kadrolarına hakim olduğu tespiti doğru ise, bence sevindirici bir durumdur. Çünkü, yazar gibi dinci kadrolar hakim olsaydı acaba bu gün Türkiye nasıl bir durumda olurdu? Orta Doğu’da oluk oluk akan kanın ve gözyaşlarının sebebi de bu anlayıştan kaynaklandığını halkımız bilmelidir”

    Benim kıblem seni ne ilgilendiriyor? İster taşa, ister insana taparım, sana ne? Kılıçdaroğlu’nun kıblesi seni niye rahatsız ediyor? O Kılıçdaroğlu ki, “En hakiki Müslüman benim” diyor. İslam peygamberine ve kitabı Kuran’a toz kondurmuyor. Yine de Altan Tan gibilerine yaranamıyor!

    SELOCAN gibi demokrat bir lider zor yaratılır. O nedenle HDP’nin çeşitli ideolojilerden, etnik kimliklerden ve inançlardan oluşan bir çiçek bahçesi olduğunu unutmamalıyız. Artık dinci ve gerici söylemlerden vazgeçip, evrensel hukuk çerçevesinde demokratik tavır sergilenmelidir.

    Sayın Altan Tan en kısa zamanda demokratik tavrını netleştirip, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan ve Alevilerden özür dilemelidir. Ancak böyle bir özür yüreğimize su serpecektir. Aksi halde oluşturulan bu kutsal birliktelik ayrışmalara gebe kalır.

    http://haber.tunceliemek.com.tr/altan-tan-alevilerden-ve-kilicdaroglundan-ozur-dilemeli.html

  70. ALTAN TAN’IN TENCERE-KAPAK UYDURMASI

    Mustafa Elveren

    DTP’nin yeni seçilen milletvekilleri ve yöneticileri ile PKK kadroları hakkında başta Milliyet Gazetesi olmak üzere, bazı basın-yayın kuruluşlarında ve internet üzerinde bir çok sitede yayınlanan “İslamcı Yazar” Sayın Altan Tan’ın sözleri, bu günlerde bayağı ilgi toplamaya başladı. Her ne kadar bunun bir tespit olduğunu söylese bile, aslında sosyalistlere ve Alevilere karşı duyduğu rahatsızlığını dile getirmektedir. İşin ilginç tarafı ise, geçmişteki DTP versiyonu partilerin yönetim kademesinde yer almış ve önceki seçimde Erzurum’dan milletvekili adayı olan birisidir.

    Sayın Tan’ın söylediklerinden birkaç cümle alıntı yapmak istiyorum. Bakın Hazret neler söylemiş “Tencerenin kapağı Marksist ve Alevi çizgidedir. Bugün PKK’nın yönetici kadrosunun önemli bir kısmı Pazarcık, Elbistan ve Tunceli kökenlidir. Çoğu Stalinist bir anlayıştan geliyor. Tencerenin kendisi ise Sünni, Şafi ve Nakşibendi’dir. Dolayısıyla bugün tencereyle kapak arasında bir uyum sorunu vardır …22 bağımsız DTP’li içinde namaz kılan, Ramazan orucunu ful tutan bir tek kişi yok…” Öyle anlaşılıyor ki; büyük çoğunluğu Şafi olan kürtlerle ve yine önemli bir bölümü sosyalist düşünceye sahip Alevi Kürtlerin PKK’nin etkisiyle birlikte hareket etmelerini, Altan Tan içine sindiremiyor. Yazara göre bu işte bir terslik vardır.Ya da bu mucizeyi ancak kendisi gibi İslamcı kadrolar tarafından yaratabileceğini ima etmektedir. Namaz kılmayan, oruç tutmayan Kürtleri içine sindiremeyen bu ve benzeri “İslamcı” yazarlar demokrat olabilirler mi?

    Zaten yıllardır bu halkı namazla, oruçla uyutup, dinci softalar yaratarak, bunların üzerinden ağalıklarını devam ettiriyorlar. Bunların demokrasi kültürü ancak bu kadar olabiliyor. Tarihte ilk defa Alevi ve Şafi Kürtlerini birbirleriyle yakınlaştıran ve ortak hareket etmelerini sağlayanlar, gerçekten bir mucize yaratmışlardır. Bu mucizeyi yaratanlara ben şahsen şükran borçluyum.

    PKK’nin içindeki Pazarcık, Elbistan ve Tunceli kökenli Kürtlerin sosyalist kültürden geldiklerini söylemek doğru bir tespit olabilir. Ancak, PKK’nin içindeki Alevileri ve sosyalistleri görüyor da, niçin diğer ırklardan ve inançlardan katılanları görmemezlikten geliyor? PKK’ye her milletten ve inançtan katılım sağlandığını artık bilinmektedir. Örneğin: Kürtlerin dışında Türk, Süryani, Ermeni, İngiliz, Alman ve benzeri bir çok milletten katılım olduğunu, hem PKK’nin, hem de Devlet’in istihbarat arşivlerinde bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır. Aslında biliyor da, işine gelmiyor.

    Eğer Pazarcık, Elbistan ve Tunceli kökenli Kürtlerin PKK kadrolarına hakim olduğu tespiti doğru ise, bence sevindirici bir durumdur. Çünkü, yazar gibi dinci kadrolar hakim olsaydı acaba bu gün Türkiye nasıl bir durumda olurdu? Orta Doğu’da oluk oluk akan kanın ve gözyaşlarının sebebi de bu anlayıştan kaynaklandığını halkımız bilmelidir

    Bu satırları yazdığım ana kadar, DTP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Sarıkaya, Şırnak Milletveki Hasip Kaplan, Diyarbakır Milletvekili Selahattin Demirtaş, Hakkari Milletvekili Hamit Geylani ve Siirt Milletveki Osman Özçelik birer açıklama yaptılar. Şu ana kadar PKK yönetiminden ve Alevi kuruluşlarından yapılan herhangi bir açıklamaya henüz rastlayamadım.

    Mustafa Sarıkaya, Hamit Geylani ve Osman Özçelik’in açıklamaları benim içimi karartı. Osman Özçelik’in “Mesela düzenli olmasa bile ben namaz kılan birisiyim. Aramızda namaz kılan, oruç tutan, hatta hacca giden çok sayıda arkadaşımız var.” şeklindeki açıklaması sanki papazın önünde günah çıkarıyor. Neyseki Selahattin Demirtaş ile Hasip Kaplan’ın “AKP namaz kılıp oruç tutuğu için oy almadı. Öyle düşünülüyorsa, parti tabanımızın yüzde 70’inden fazlası aynı şekilde dini inançlarına bağlıdır. Tarikatlarla, dini radikal gruplarla AKP’nin geçmişten bu yana bağları olduğu, onlardan oy aldığı biliniyor. Yapılan değerlendirmeler doğru olsaydı, Şırnak’ta da aynı sonucun alınması gerekirdi. O zaman Şırnak’ın iyi tahlil edilmesi lazım. AKP niçin iki milletvekilinden birini kaybetti.” bu açıklamasını okuyunca biraz da olsa içim ferahlaştı

    Diğer taraftan Sayın Altan Tan’ın, DTP’nin. Aday belirlemesi ile ilgili yaptığı tespitlerinin çoğuna ben de katılıyorum. Her seçim sürecinde bazı kişiler kendine göre aday belirliyor ve seçim sonrası başarısızlığını da PKK’nin içinde birilerine yükleyerek, Parti Genel Başkanı’nı değiştirip, kurtuluyorlar. Büyük ihtimalle bu defa da yine öyle olacaktır.

    “DTP’nin Türkiyelileşebilmesi için Türkiye’nin biraz Kürtleşmesi gerekiyor. Kürt sorununu da çözme başlamak için PKK sorununu çözmek gerekiyor. H.Bildirici – 01.08.2007/K.Post.” Sevgili Hasan Bildirici’nin bu tespitine katılmamak mümkün mü?

    Bunun için Anadolu çocuklarından oluşan binlerce askerlerimizin ve gençlerimizin ölmesine gerek yoktur. Biraz daha gerçekçi tespitler yapıp, bu kanın akmasını durdurmalıyız. Arktık ırkçı ve dinci yaklaşımlarla Kürt sorununun çözülemeyeceği görülmüştür. Bana göre “Demokratik Cumhuriyet Projesi” en uygun bir çözüm yöntemidir. Ancak, federatif yapıyı önerenleri de dikkate alarak, birlikte ortak demokratik bir çözüm hemen yaratılmalıdır. Aksi halde yarın çok geç olabilir.

    02.08.2007

    http://gomanweb.org/GOMANWEB2/koman_dosyalari/mustafa_elveren/mustafa64.htm

  71. marxist argüman

    devlet memuru kapikulu necip’in 54 nolu yorumuna cevap:

    tartismalarin icerigini-özünü bosaltip bos-beles polemik yapma, demagoji yapma ustasi oldugun her halinden belli. ilk yorumunda yaptigin gibi meyve, nar tarifi yaparsan sana cevap yazmam. ki o yorumunda bile solculari, solculari nar cekirdeklerine benzetip bir tamkim göndermeler, sifreli imalarda buluyorsun ya, neyse…
    fakat sinek’in mide bulandirmasi gibi bu sitede zihin bulandirma-suyu bulandirma faaliyetlerine devam edersen gerekli cevabi da en azindan benden alirsin.

    benim yorumlarimda sadece soru yok, o sorularin cevaplari da var. mesela dinlerin-dini ideolojinin günümüz siyasi-ekonomik düzenine yani kapitalizme hizmetlerini, üstlendikleri fonksiyonlari kisaca belirtmistim. fakat seni bu dünyanin siyasi-ekonomik-toplumsal düzeninde hicbir sey rahatsiz etmedigi icin benim yorumlarimda ki cevaplar senin ilgi alanina girmiyor.

    kayyum adayi kapikulu necip,sen kendini teshir ettin, park et, calistigin teskilat bu siteye yeni bir sorumlu memur atasin.

  72. özgürlükçü

    sayın anonim 39 ne yani kapitalizmin ideolojisi liberalizmdir desek daha iyi olabilir cümlemize bu seviyede kızmanız enteresan! kapitalizmde bir gün tükenecek diyerek liberal efendilerinde söylediğini söyledik diye patron kıçı yalamadık her halde????yoksa kapitalizm sonsuzmudur da biz bilmemiş olmayalım???bebeklikten beri patron kıçı yalamak pek yaramamış galiba 1800 lerde marx ın incelediği kapitalizm ile bu günkü kapitalizm arasında bile bayağı nicel nitel farklar olduğu gibi en iyi öğrenip diğer ideolojilerden bile rol çalıp ömrünü uzatmayı becerebilip karşıtıyım diyenlere bile nüfuz edebilen bu hegemonik sistemin ve ideolojisi liberalizmin ”’öksürülmesi””’karşıtı olduğu sananların öncelikle arasındaki rekabeti olumlu tüketip dayanışmasını beceremeden mümkün olmayacak galiba.kendine sadece anarşist diyenlerin tavrı ve uslubu giderek bozulmuş olması site pratiğinden etkilendiniz galiba en devrimci öncülüğe başlamışsınız?????
    Altan tanı soran arkadaşın anlaması mümkün değil HDP siyasi hayatımızda devrim öyle oluyor işte altan tan da garo paylanda sırrıda,hatip diclede alevide sunnide laz da kürtte türk çerkez çingene de Müslüman demokratta levent tüzelde marxist Leninist hatta stalinistide bookchinci durutticide bakunincide HDP de olabildiği için HDP siyasi hayatımızda devrim oluyor
    HDP öncesi özgürlükçü devrimci muhalefetin durumunu bi hatırlayınca daha iyi anlaşılır anlayana

  73. Sayın “ogürsel” 56,

    Kimin neyi, ne kadar kavrayıp/kavramadığını ölçen bir cihaz henüz icat edilmedi! Size saçmalamamanızı pek çok kez tavsiye etmiştik; yanaşmadınız!

    En azından; sayın Nevzat Evrim Önal’ın kim olduğunu, ve sizin “yapmaya üşendiklerinizi” yapan, “kapitalizme karşı” dirayetli, mücadeleci bir şahıs olduğunu öğrendiniz! “48”de yazan “önyargılı” anonim kişiye de cevabınızı samimiyetle yazdınız.

    [ve sizin anti kapitalizminiz de gereken diyalektik bütünü içermiyor.. Zihniniz berrak olsaydı, o yazdıklarınızın gereksiz olduğunu da anlardınız..]

    Vah vah vah! Siz kendinizi ne zannediyorsunuz da [diyalektik bütünü] içerip/içermediği yönünde kararı verecek bir otorite vasfına bürünüyorsunuz! “Louis Althusser” ve benzerlerine çok fazla özendiğiniz (yanılmayı ne çok isteriz!) için mi; kimin zihninin berrak olup/olmadığını, kimin metinlerinin gereksiz olup/olmadığını deklare edebilecek yetkinlikte zannediyorsunuz kendinizi!

    İlk önce kendi beyninizdeki “çok bilmişliği” eleştirebilecek cesarete sahip olunuz! 35 yıldan fazla süre devlet hastanelerine sırtınızı yaslaya yaslaya, “özel sektör sömürücülüğü”nden zerre haberiniz olmadan, bir ömür içindesiniz, sonra, gelmişsiniz sayın Gün Zileli’nin sitesine; metinlerin [diyalektik bütünlük] içerip/içermediğini söyleyecek yüzsüzlüğü sergiliyorsunuz!

    İlk önce, 35 yıldan fazla süre “kapitalizmi öksürmeyi unutmuş olmanıza!” yanınız, özeleştirinizi veriniz; sonra başkalarına lâf anlatmaya yelteniniz! Haddinizi biliniz sayın “ogürsel”! Size haddinizi ilk önce kim bildirir; onu da yazalım: “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınız! 16-17 Nisan için hastane nöbet çizelgesinde adınız yok ise, haftasonu yapacak başka mühim meşguliyetleriniz yok ise; “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşünüz! Size “özel sektör sömürücülüğü”nün ne demek olduğunu öğretsin, size “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”i öğretsin, size “prekarya”yı öğretsin, size “şirketokrasi”yi öğretsin!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Size 3 ana soru sormuştuk, hâlâ cevap vermediniz:

    === Soru 1 ===

    “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?

    === Soru 2 ===

    “Referans kitapları” okudunuz mu ?

    [A]
    Kitap: “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1dX0lOW )

    [B]
    Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1CkYv08 )

    [C]
    Kitap: “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1LmQPD2 )

    [D]
    Kitap: “Borç: İlk 5000 Yıl”
    Yazan: David Graeber
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1GEmdqy )

    [E]
    Kitap: “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar: Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1LrQ7Bh )

    [F]
    Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü”
    Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1SApX3z )

    [G]
    Kitap: “İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    Yazan: Neal Curtis
    Çeviren: Mehmet Ratip
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1Ms7fKF )

    [H]
    Kitap: “Oblomov”
    Yazan: İvan Gonçarov
    Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu & Erol Güney
    Yayınevi: İş Bankası Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1Swyhnm )

    [I]
    Kitap: “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti”
    Yazanlar: Jean M. Twenge & W. Keith Campbell
    Çeviren: Özlem Yüksel
    Yayınevi: Kaknüs Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1G7FIx8 )

    === Soru 3 ===

    “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?

    ( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )

    ( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )

    Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yukarıdaki sorulara cevaplarınızı yazınız…

    [“bugün adına kapitalizm dediğimiz sosyolojik sistemin de sonuçlarını…”
    bende böyle bir saçma cümle göremezsiniz…]

    Utanmasanız; Darwin’in yaptığı tespitlerin neredeyse hepsini, “kapitalizmi meşru göstermek uğruna” kullanmaya devam edeceksiniz! Sayın “Necip”ten ayrılan ilk özelliğiniz, onun gibi “fıtratçı” olmamanız; fakat “Darwin’in tespitleri” ile “kapitalizmi meşru göstermeye” uğraşmanız sayın “Necip”in ortalığa saçtıklarıyla aynı! Bu sebeple, aynı cümleyi size de iletiyoruz: Darwin dirilse; sayın “ogürsel”i kızılcık sopası ile kovalardı!

    Şu ifadeyi yazan şahıs:

    [İnsanlar ihtiyaçları olan şeylerin hepsini kendileri üretemezler, takas yoluyla da sağlayamazlar. Bu yüzden para ekonomisi/ticaret=kâr düzeni ve işbölümü/farklı meslekler/iş kolları=sınıflar zorunludur.
    Öte yandan kâra dayalı bu düzeni ortadan kaldırmak anarşistlerin savunduğu özgürlükçülükle çelişir. Örneğin inşaat, otomotiv, futbol, turizm gibi sektörleri kâra dayanmadan sürdürmeye veya tamamen kaldırmaya kalktınız diyelim. Bu durumda hem bu sektörlerde çalışanların geçinme özgürlüğünü, hem de lüks ev, yazlık, otomobil sahiplerinin, futbol fanatiklerinin, zengin yolcuların, turistlerin seyahat ve tüketim özgürlüklerini ortadan kaldırmış veya kısıtlamış olursunuz.]

    “kapitalizmi savunmaya” teşnedir!

    Sizin, “Donald Trump” gibi bir şarlatanı piyasaya çıkaran “ideoloji”nin omurgasını sağlamlaştıran (dikkat buyurunuz; omurgayı “inşa eden” değil!) şahsın “Ayn Rand” olduğundan haberiniz bile yok! Hâlâ utanmadan arlanmadan, Darwin’den alıntılarla “kapitalizm”in ne kadar “doğal” olduğunu zannetmeyi papağan gibi tekrarlıyorsunuz! Utanmasanız; “böyle gelmişse, böyle gider” sözünü siz de söyleyeceksiniz sayın “ogürsel”!

    [hem de lüks ev, yazlık, otomobil sahiplerinin, futbol fanatiklerinin, zengin yolcuların, turistlerin seyahat ve tüketim özgürlüklerini ortadan kaldırmış veya kısıtlamış olursunuz.]

    Vah vah vah! 35 yıldan fazla süre kapitalizmi öksürmeyince; beyin eriyor! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Öğreniniz, öğreniniz, öğreniniz:
    “Aylak Sınıfın Teorisi”
    Yazan: Thorstein Veblen
    Adres: ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html )

  74. Sayın “özgürlükçü” 62,

    Niçin tersten anlamakta ısrarcısınız?! Çok ilginç!

    “39” numaralı metnimizde “yazdığımızın bütünü”ne niçin odaklanmıyorsunuz da; aklınıza taktığınız bir-iki kelimeyi döndürüp dolaştırıp tekrar buraya getiriyorsunuz!

    Açalım öyleyse:

    “Liberal” kelimesinin, tarihi süreç içersinde kullanımı artmaya başladığında; “özel mülkiyet için algılar ve ortamlar” 20. ve 21. yüzyıldaki gibi değildi!

    “Liberal” kelimesi köken olarak, sözlük anlamıyla, eğer hiçbir sapmaya maruz kalmaz ise; “hür”, “özgür” demektir.

    Kapitalizm canavarlaşmaya başlayınca ve “devlet mekanizması”nın ağırlığının hayatın her alanında hissedilmesi hızlanınca; en başta “John Locke” (Locke’dan önce söyleyenler de vardı fakat vurucu açıklamayı Locke yaptı!); insanın “birey” olarak, “tekil” olarak parçalanamaz olduğu, ve “birey”in daima serbest olması gerektiği görüşünü ortaya attı. Locke, “özel mülkiyet” kavramının ideolojik altyapısına en büyük katkıyı yaptı. Peşi sıra “Adam Smith”, “özel mülkiyet” kavramını daha çok “ekonomik zeminde” sistemleştirmeye uğraştı, ve bugünkü anlamıyla da yaygın hâle getirilen “liberal(izm)” denen ucube doğdu!

    Eğer merakınız varsa, araştırma yapacak mecaliniz varsa; “klasik liberaller” ile “liberaller” arasında bile ne devasa kavgalar çıktığını öğrenirsiniz!

    Eğer “liberal” kelimesini, saptırmadan, “hür”, “özgür” olarak kabul edeceksek; sorun yok.

    Fakat “liberal(izm)” denen ucubeyi hâlâ önümüze atıyorlarsa (ki atıyorlar!); mücadele etmeliyiz!

    1. [kapitalizmde bir gün tükenecek diyerek liberal efendilerinde söylediğini söyledik diye patron kıçı yalamadık her halde????yoksa kapitalizm sonsuzmudur da biz bilmemiş olmayalım???]

    2. [bebeklikten beri patron kıçı yalamak pek yaramamış galiba 1800 lerde marx ın incelediği kapitalizm ile bu günkü kapitalizm arasında bile bayağı nicel nitel farklar olduğu gibi en iyi öğrenip diğer ideolojilerden bile rol çalıp ömrünü uzatmayı becerebilip karşıtıyım diyenlere bile nüfuz edebilen bu hegemonik sistemin]

    “1” ve “2”de yazdıklarınız ile; Ronald Reagan’ın, Margaret Thatcher’ın, Turgut Özal’ın yaydığı zehirden nemalanan “özgürlükçü”lerden olmadığınızı gösterdiniz. Özür dileriz.

    3. [kendine sadece anarşist diyenlerin tavrı ve uslubu giderek bozulmuş olması site pratiğinden etkilendiniz galiba en devrimci öncülüğe başlamışsınız?????]

    Üslubumuz daha da sertleşecek! “Bu daha başlangıç!”

    “Anarşist”iz ve “devrimci”yiz. Tıpkı bu sitenin girişinde yazan; “aşk ve devrim” gibi…

    Fakat; herhangi bir “öncü”cülükle uzak/yakın temasımız yok, olamaz!

    “Vanguardism” meselesini bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara değil; kendilerini “sol”da zannedip, bağnazlıktan kurtulamayanlara yöneltiniz!

  75. KANSERSİN VE PARAN DA YOK, ÖL!

    Antalya Akdeniz Üniversite hastanesi ağır kanser hastasına “ev bul ya da otelde kal” deyince, ölüm döşeğindeki hasta ortada kaldı.

    Antalya Akdeniz Üniversitesi’nde kemoterapi tedavisi “kalacak yer bul” denilerek geri çevrilen 53 yaşındaki ağır kanser hastası Ramis Yılmaz, “33 gün kemoterapi ve ışın tedavisi alamadım. Çünkü hastane yetkilileri, ‘burada ev kirala veya otelde kalman gerekir. Biz yatıramayız’ cevabı verdi. Ben Fethiye’de yaşayan bir insanım. 33 gün boyunca hergün Antalya’ya nasıl gideyim. Devlet sigortası bugünler içindir.2015 yılından bu yana kanserle mücadele ediyorum. Biz zengin insan değiliz. Hastalığımdan ötürü çalışamıyorum gelirim yok.” diyerek yetkililerden yardım istedi.

    Hastalığından ötürü yüzde 88 oranında özürlü iş göremez raporu verildiğini hatırlatan ağır kanser hastası Ramis Yılmaz, “Hükümet yetkilileri sağlık reformundan söz ediyor. Ben ölümle yaşam arasındaki ince bir çizgide yürüyorum. 33 günlük kemoterapi ve ışın tedavisini alamadım. Acılarım arttı içim sızlıyor” diye konuştu.

    ORTADA KALDI

    Evli ve iki çocuk babası olan 53 Yaşındaki Ramis Yılmaz komşularının ve hayırsever vatandaşların desteğiyle yaşamına devam ediyor. Hastalığından ötürü çalışamadığı için, evinin elektrik ve suları da kesik. Tedavi görmesi için ise belli aralıklarla 33 gün Antalya’da kalması gerekiyor. Hastane ise tedavi süresince hastaneye yatırmayınca ağır kanser hastası olan Ramis Yılmaz ortada kaldı.

    ( http://odatv.com/universite-hastanesinden-paran-yoksa-ol-uygulamasi-1504161200.html )

  76. KARL MARX'IN FİLMİ ÇEKİLİYOR

    Karl Marx’ın gençlik dönemi anlatan sinema filmi Le jeune Karl Marx beyaz perdeye aktarılacak. Raoul Peck’in yöneteceği filmin ünlü komünist filozofun gençlik maceralarını konu alacağını ve Marx’ın 1830-1848 yılları arasındaki gençlik dönemini kapsayacağını söyledi.

    Filmde, Marx’ın Paris ve Brüksel’deki günlerinin, Komünist Manifesto’yu yayımlamasının, aristokrat eşi Jenny von Westphalen ve Komünist Manifesto’yu beraber yazdığı arkadaşı Friedrich Engels ile ilişkilerinin ele alınacağı belirtildi.

    50 yıl sonra Haitili yönetmen Raoul Peck, senaryoyu birlikte yazdığı Pascal Bonitzer ile birlikte komünizmin kurucularının hayatını bir kez daha sinemaya taşıyor. Belçika, Fransa ve Almanya ortak yapımı olan filmin 2016 yılının yaz ayında gösterime gireceği söyleniyor.

    Marks Filmi

    İnternet sitesinde filmin özeti şöyle verilmiş:

    26 yaşındaki Karl Marx, eşi Jenny ile birlikte sürgün yoluna düşer. Marx 1844 yılında Paris’te bir sanayicinin oğlu olarak Britanya işçi sınıfının acılı doğumunu araştırmış Friedrich Engels ile tanışır. Gösterişli kıyafetler giymeyi seven Engels, Karl Marx’ın yeni dünya görüşündeki eksik parçayı tamamlar. Birlikte sansür, polis baskısı, isyanlar ve siyasi kalkışmalar arasında modern çağ boyunca gelişecek olan işçi hareketine önderlik edeceklerdir.

    Filmin yönetmeni Peck, bir söyleşisinde “film geleneksel yaşlı ve sakallı devrimci ikon karikatürüne başvurmaktan kaçınarak, 20. yüzyıl ve sonrasının dünyasına sıradışı bir etki yapan genç ve iddialı aydınların olgunlaşmasını anlatıyor” demiş.

    Peck, şimdiye kadar Haiti‘deki adaletsizliğe dikkat çeken belgesel ve kurgusal filmler yapmanın yanısıra, Lumumba (2000) filmiyle Kongolu ulusal devrimci önder Patrice Lumumba‘nın hayatını, Kara Nisan (2005) filmiyle Ruanda soykırımını ve Sınıf Mücadelesi Üzerine Nezaketsiz Düşünceler (2001) filmiyle de emperyalizmin dünya üzerinde yarattığı yoksulluğu anlatmıştı.

    http://www.sanatduvari.com/karl-marks-sinema-yildizi-oluyor-le-jeune-karl-marx/

  77. “ben yaziyorum: dünyada bir yanda para-zenginlik-ayricalik-lüx icinde yasayan elit bir tabaka, diger yanda karin tokluguna calistirilan, hatta bir kismi kuru sogana bile muhtac halde yasayan milyarlarca insan.”
    Aferin. Eger bir roman yaziyor olsaydiniz, bu tur bir kapsami konusmak anlamli olurdu.
    Sonucta bir roman.. ne sallasaniz sallayin, olur.
    Ama, realiteye donecek olursak sunu goruruz:
    Kuru sogana muhtac yasiyor dediklerinizin hepsi hep ayni durumda degil. Yani, onlarin arasinda da, kademe kademe, somuru iliskileri var.
    Kimisine saglikli kuru sogan duserken, kimisine de curuk kuru sogan dusuyor..
    Ya da, daha dogrusu, birilerinin elindeki saglikli kuru sogani baska birileri alip/gaspedip onlara curukleri brakiyor.
    Ve, bu fractal pattern, yayila yayila devam ediyor.. ta ki, sizin “para-zenginlik-ayricalik-lüx icinde yasayan elit bir tabaka”ya varincaya kadar.
    Onlar da, tabii ki, kendi iclerinde katman katman ‘pecking order’ yasiyorlar..

    Örnekler çoğaltılabilir. Burada maddi sefalet açısından bakılmış. Başka açılardan da bakabiliriz.
    Bu insanlardan birçoğunun -örneğin Soma’da, Ermenek’te olanlardan sonra haberlerden duyduğumuz üzere- aileleri, eş dostları, yani hayatlarında sevgi ve ilgi gördükleri insanlar var (elbette aile içi şiddet gibi durumları yaşayanlar da çok, burada konumuz onlar değil)
    Diğer yandan “para-zenginlik-ayricalik-lüx icinde yasayan elit bir tabaka”dan olup bu sevgi ve ilgiyi görmediği için dayanılmaz acılar çeken, hatta ölenler var. ABD’li bir yönetmenin oğlu bu yüzden katliam yapıp intihar etti. Bu çocuk da herşeye kendi dar bakış açısından baktığı için dünyadaki tek adaletsizlik eş bulamama konusundaymış gibi düşünmüş. Şöyle demiş;
    “Life is so much fair when you were a kid. When your a kid you dont have to worry about things like being attractive or how many girls like you. No one has unfair advantages. Then when you hit puberty and your life either becomes heaven on earth or a living hell. It all depends on how many girls like you or if girls like you at all. My life turned into a living hell. No girls like me and I hate them all for it.”

  78. özgürlükçü

    anonim 64 artık anonimi kullanmayın Beyaz Ya-LA-ka fena değil.
    Ha bu sitede katagorik olarak aynı safa düşmemize rağmen körle yatan şaşi kalkar misali yukardan dil milyon tane kitabi okudunmi anladunmi cümleleri hem anarşist hemde devrimciyim diyebilenlere uymayabilir.benim bildiğim devrimci özgürlükçü anarşistler çok mütevazi olup okuduklari ile değil pratikleri ile tanınıp taktir edilirler.burda okunan okunması gerekeni yatsımıyorum hepsi de bizim gibi hayatın yaşanan pratiğinden üretilenler olup öğrenecek çok şey olduğu muhakkak.
    Politik anarşist olmaya çalışıp pratik siyaset ve özgürlükçü toplumsal devrimci pratik içinde boğuşan beni bile sıkacak işler yapmayın HDP nin Marmara örgütlenmesine katkı verdiğiniz belli oluyor kocaelide haziranda 110 bin kasımda 90 bin almamız gerekirken yoksa sizin katkınızdan(seçmenin yerinede bilen en devrimci öncü listesi) mecliste temsil edilememiş olmayalım.
    Pratik özgürlükçü devrimci siyaset zor zanaat yapan bilir sitede atmaya benzemiyor bedeli var????

  79. “sizin çözümünüz ne?”

    Butun soru(n)lari tek tek ve hepsi bir arada cozecek bir onerimin oldugunu iddia edecegimi beklemediginizi umuyorum.

    Yani, ‘kapitalizm kotudur, dolayisi ile su $SISTEM’i onun yerine koyalim’ cinsinden bir sey soylemek, bence, hem anlamli degil, hem de kabul edilemez derecede kibirli bir oneri olur.

    “Şimdiye kadar ne çözüm önerisi ortaya koydunuz, hangi kitapları, raporları yazdınız?”

    Kitap yazmak.. Iste bu cok ilginc..

    Daha gecen gun, burada bahsi gectigi icin, Mihri Belli ile yapilmius bir soylesiyi bulup okudum.

    Soylesideki muhataplari, ‘siz ne yaptiniz?’ diye sorduklarinda, mealen, ‘onca kitap yazdi[m/k]/cevirdi[m/k]’ diyordu…

    Belli ki, muhataplari ya hic birini ya da cogunu okumamisti. Zaten, kac tane basilmisti ki..

    Okusaydilar, hangi hikmetli gizli hakikatleri ogreneceklerdi ki sanki.. o da apayri bir konu.

    Sunu demek istiyorum: Cok buyuk (yani, karmasik) sistemler hakkinda soylenen her sozden kusku duyarim. Ekonomik, siyasi, inancsal veya her ne ise..

    Bu tur genis ve derin kapsamli konularda bir ‘otorite’ olmanin imkansiz oldugunu, kendini (‘ben bunun kitabini yazmisim, yaw’ mertebesinde) otorite sananlarin da ya ukala ya da kibirden dortkose oldugunu dusunurum.

    O yuzden, kitap okurum, icinde anlatilanlari dinlerim; ama onermelerini/onerilerini/iddialarini pek da ciddiye almam –yazar(lar)i kim olursa olsun.

    Bundan nasi, kitap filan yazmak gibi bir niyetim hic olmadi. Hem haddimin olmadigini bilirim, hem de harcayacagim zamana degmeyecegini.

    “Bu toplum için hangi fikirleri, teorileri geliştirdiniz, neler yaptınız, bunların uygulaması ne oldu? (Bu sürekli eleştiren, soru soran kişilere umarım yeterli bir yanıt verirsiniz)”

    Toplum icin, toplumun her bireyi icin, genel gecer bir cozumun uretilebilecegini dusunmuyorum.

    Daha dogrusu, bu tecrubeyle sabit: Bu tur sistemik onermeler hep –bir sekilde– duvara tosladi; basarisiz oldu. Hem gonullu katilimcilarini, hem de zoraki suruklenenlerini mutsuz etti.

    Her bedene, her yasa, her cinsiyete, her iklime/mevsime uyan bir elbise meraklarini anlayisla karsilamaklar beraber, hem ucuk hem de cocuksu buluyorum.

    Dolayisi ile, eger illa –yani, yine de– genel bir cozum onerisi gerekiyorsa:

    Genel bir cozum pesinde kosmak yerine, bireysel cozumlerin daha dogru oldugunu dusunurum.

    Burada gecen ‘bireysel cozumler’ terimini de bencil/egoist/benmerkezli olarak anlamak zorunda degiliz. Bu, pekala, baskalarina faydali olmak adina dahi olsa bireysel hareket etmek anlamina geliyor.

    Yani, hayir hasenat yapacaksaniz (ki, hic bir sekilde itirazim olmaz, aksine, takdir ederim), bunun da bir yapidan (bir gurudan, liderden, dogmadan vs vb) bagimsiz yapilmasinin daha isabetli olacagi kanaatindeyim.

    Boyle deyince bir tur anarsist mi oluyorum, bilemem; ama sunu (tecrubeden yola cikarak) soyleyebilirim:

    Populer olmak istiyorsaniz, benim yaklasimimi benimsemeyin; cunku, (ozellikle devrim/ihtilal lideri olmak heveslisi tomurcuklar basta gelmek uzere) heyecanli kitlelere yar olamazsiniz. Ayni sekilde, organize inanc gruplarina mensup olanlar da sizi sevmez.

  80. “benim yorumlarimda sadece soru yok, o sorularin cevaplari da var.”

    Var tabii ki. Cevap da su: Bu sorulari soran kisinin kendi icinde halledemedigi derin sorunlari var.

    “mesela dinlerin-dini ideolojinin günümüz siyasi-ekonomik düzenine yani kapitalizme hizmetlerini, üstlendikleri fonksiyonlari kisaca belirtmistim.”

    Bir, ‘din’ ile ‘dini ideoloji’leri ayni nefeste telaffuz edebiliyorsunuz. Bu, en hafif deyimle, cehaletinize delalet ediyor.

    ‘Din’ dedigimiz, dogaustu seylere inanma durtusu fitrati bir olgudur –her insanda, az ya da cok rastlanir.

    ‘Dini ideoloji’ler ile kasdiniz, belli bir kisi/kurum tarafindan, yazili ya da sozlu anlamda ‘codify’ edilmis (kanun/kural haline getirilmis) kulliyatlar ise, bunlarin ‘din’ olgusu ile iliskileri, insanlarin ‘din’ ihtiyaclarini karsilamak icin basvurduklari bir ‘menu’nun kalemleri (items) olmaktan oteye gecmez.

    Yani, dogaustu seylere inanma durtusu guclu olan insanlar, bunun kendilerini (maddi ya da manevi anlamda) rahat ettirecegini dusunenler, ‘dini ideoloji’lerden birini secerler, onun muntesibi olurlar.

    Ya da olmazlar.

    Bu bir tercihtir. O bireylerin tercihi.

    Beni, sadece, ‘kim(ler), neyi/neleri, nicin ve ne zaman secerler/seciyorlar’ konusu ilgilendiriyor –bir akademik merak olarak.

    Dinler tarihine baktigimizda, artik adi-sani bilinmez hale gelmis olan dinlerin ortadan kalkmasinin (‘nesli’nin tukenmesinin) baslica sebebinin o dinin mensuplarinin baska bir dinin mensuplarinca kilictan gecirilmeleri olMAdigini goruyoruz.

    Cogunlukla olan, o dinin, artik mensuplarinin ‘din’ beklentilerine cevap veremedigi icin revactan dusmesi ve baska bir dini benimsemeleridir.

    Baska bir deyisle, ‘survival of the fittest’.. yani, bir evrim sureci.

    Simdi..

    Her ikisi de birer sosyal olgu olan (‘organize din’ler ve degisik tarzlari ile kapitalizm gibi) yapilarin, ‘selection pressure’dan (‘rekabet baskisi’ndan) bihaber olmalarini beklemek abes olur.

    Dolayisi ile, dogal olarak, aralarinda isbirliginin de catismalarin da olmasi yadirganmamalidir.

    Benim tek yadirgadigim, sizin bu temel/yalin realitenin farkinda olmayisiniz..

    Benzer bir hatayi, Marksist pratigin ilk ve en yagin sergilendigi SSCB’de gorduk. Sonucu da gorduk.

    “fakat seni bu dünyanin siyasi-ekonomik-toplumsal düzeninde hicbir sey rahatsiz etmedigi icin benim yorumlarimda ki cevaplar senin ilgi alanina girmiyor.”

    Bir bakima isabetli.

    Fakat, surasini iskaliyorsunuz:

    Benim ilgi alanima sizin durdugunuz yer, durusunuz, dusunce biciminiz, sigliginiz, heyecaniniz, cocuklugunuz, toylugunuz; ve dolayisi ile, zaman icinde yasayacaginiz husranlar fazlasiyla giriyor.

    Cunku, biliyorum ki, fanatik taraftar grubunun basindaki amigolar (ya da basina gecmek icin yanip tutusan amigo namzetleri) hic bir yere varamazlar.

    Bir omur orada burada sloganlar haykirirlar.. o kadar.

  81. [“benim yorumlarimda sadece soru yok, o sorularin cevaplari da var.”

    Var tabii ki. Cevap da su: Bu sorulari soran kisinin kendi icinde halledemedigi derin sorunlari var.]

    http://www.geocities.ws/dersimsite/bukampanya.html
    “Devrim isteyen….insanlar, Türk toplumuyla pek bir ilgisi olmayan ve ağır psikolojik sorunları olan çeşitli azınlıklardan insanlardır”,
    (Bk. Mehmet Yıldız, Dersim Nasıl Kurtulur)

  82. Ben çözüm öneriniz ne dedim? İlle de kitap yazmak zorunda değilsiniz tabii, rapor da yazabilirsiniz, düşünce de geliştirebilirsiniz.

    Demişsiniz ki:”Toplum icin, toplumun her bireyi icin, genel gecer bir cozumun uretilebilecegini dusunmuyorum.

    Daha dogrusu, bu tecrubeyle sabit: Bu tur sistemik onermeler hep –bir sekilde– duvara tosladi; basarisiz oldu. Hem gonullu katilimcilarini, hem de zoraki suruklenenlerini mutsuz etti.”

    Bu tespitiniz ne yazık ki doğru değil. Örneğin toplum sağlığı konusunda yaşanan başarıları alalım. Kolera gibi birçok hastalığın mikroplardan kaynaklandığını anlamak ve buna uygun toplumsal çözüm önerileri birçok ölümleri önledi. Yine sigaranın zararlarına karşı mücadele aynı zamanda toplumsal bir mücadele idi. Örnekler çoğaltılabilir.

    Ama tabii bu tür şeyler Doğu’da pek olmadı. Çünkü doğulu egemen anlayış, böyle gelmiş böyle gider dedi, büyük düşünemedi, ufak tefek şeyler ona yetti. Bu yüzden Çinli biri veya başka Doğulu Amerika’yı keşfetmedi, çünkü onlara emir komutaya uymak ya da ufak tefek bireysel şeylerle yetinmek yetti.

    Toplumsal sorunların birçoğu salt bireysel yaklaşımlarla çözülemez. Siz ise genel çözüm yok diyerek bir anlamda her türlü toplumsal çözüm önerisini de kapıyı kapatmış oluyorsunuz, aynı zamanda çok fazla genelleme yaparak bunu yapmanız da ilginç.

    Genel çözümlerin bazıları kısmen başarılı olabilir. Bu zaten belki de tüm çözümler için geçerlidir. Yani bulduğumuz çözümler sonsuza kadar her şeyi, her zaman, her koşulda çözecek diye bir şey yok. Ama yine de bu hiç çözüm olmadığı ve bulunan çözümlerin de tümünün de işe yaramadığı anlamına gelmez.

  83. Bir ekleme daha yapalım:

    Aslında her türlü kanun ve bu kanuna bağlı düzenlemeler ve bunların uygulamaları toplumsal çözümlerdir.

    Toplumsal çözüm kabaca üç türlüdür: egemen sınıf ve devletin çıkarlarını öncelikli olarak savunan çözümler. Bu çözümlerde halkın görüşü pek sorulmaz. Sorulsa bile öncelikli olarak egemen sınıfın çıkarı için sorulur. Çıkarılan yasalar ve kanunlar ve bunların uygulamalarında halkın görüşleri pek dikkate alınmaz. İkincisi toplumda halkın, orta ve alt sınıftan gelen insanlar çıkarlarını, önerilerini dikkate alan çözümler. Burada da derece söz konusudur. Egemen sınıf bir ölçüde halkın görüşünü, çıkarını dikkate alabilir. Halkın görüşlerinin, önerilerinin dikkate alınmış gibi göründüğü, halkın yönetimde, çıkarılan yasalarda, mecliste, sınırlı da olsa kendisini ifade edebildiği, öncelikli olarak egemen sınıfların çıkarlarını savunmasına rağmen sınırlı da olsa halkın çıkarlarını savunan veya savunuyormuş gibi görünen sisteme veya düzene burjuva demokrasisi olarak da niteleyebiliriz.

    Üçüncüsü ise gerçekten işçi sınıfının, sıradan insanların görüşünü, çıkarlarını öncelikli olarak el alan ve buna uygun çözümler üreten bir sistemdir. Özgürlükçü sosyalizm, anarşizm bu sistemi savunur.

    Yani toplumsal çözüm önerilerinin olmadığı ve bunlara dayanmayan bir dünya düzeni sistemi ve bir toplum düzeni aslında yoktur. En ilkel toplumlarda bile, onlarda toplu halde yaşadıkları için belli aralarında çözüm önerileri, toplumsal çözümleri vardır. Bir adada yalnız başına ve tüm insanlardan izole olarak yaşayan insanlar için bu tür çözüm önerilerinden söz edilemez. Mesele bu çözüm önerilerinde kimin çıkarlarını ne ölçüde korunduğu ile ilgilidir.

  84. marxist argüman

    devlet memuru kapikulu necip’in 70 nolu yorumuna cevap:

    önce rahmetli asik ibreti’nin necip gibilerine yazdigi bir siiri okuyalim:

    Minareye Çıkıp Bize Bağırma
    Haberimiz Vardır, Sağır Değiliz
    Sen Kendini Düşün Bizi Kayırma
    Sizlerle Kavgaya Uğur Değiliz

    Her Yerde Biz Hakk’ı Hazır Biliriz
    Olgun İnsanları Hızır Biliriz
    Bundan Başkasını Sıfır Biliriz
    Tahminimiz Yanlış, Biz Kör Değiliz

    Eğer İnsanlıksa Doğru Niyetin
    Nefsini Islah Et Varsa Kudretin
    Bize Lazım Değil Senin Cennetin
    Huriye Gılmana Esir Değiliz

    Arapça Duaya Değiliz Mecbur
    İster Müslüman Bil İstersen Gavur
    İnsanı Hor Görmek En Büyük Küfür
    Buna İnanmışız, Münkir Değiliz

    İbreti, Bu Hale İnsan Acınır
    Ham Sofular Bu Sözlerden Gücenir
    Aslına Ermeyen Elbet Gocunur
    Onu Avutmaya Mecbur Değiliz

    kapikulu necip, sol-sosyalist-anarsist kültür ile uzaktan yakindan ilgin olmadigi, milliyetci-muhafazakar bir cevreden oldugun belli. bunu nerden anliyoruz: mesela politik dilde “elestiri-kritik” denilen seye senin “sikayet-mizmizlanma” diyen jargonundan. siyasi tartisma yaptigim insanin hangi cevreden oldugunun bir kiymeti yok, fakat senin gibi milliyetci-muhafazakar bir insan bu siteye “hele su gün zileli sitesine girip solcularla kafa bulup egleneyim” diye gelmisse, ki senin kafa bulup eglenme amacli burda oldugun her halinden belli, bana da senin gibi gafillere agzinin payini vermek düser.

    sana ayna tutmaya devam edeyim: senin hayat felsefen, dünyaya bakisin kisaca söyle: bir sey bu dünyada varsa olmasi gerektigi icin vardir, dolayisyla o seyin varligi sorgulanamaz, tartisilamaz, dogalligindan, gerekliliginden kusku duyulamaz! benim gibi insanlarin hayat felsefesi ise seninkinin tam tersi. bundan dolayi seninle herhangi bir konuda hem fikir olmamiz imkansiz. yalniz su mümkün: madem bu siteyi takip ediyorsun, öyleyse merak et, soru sor ve anlamaya calis. simdiye kadar yaptigin gibi “benim kafam her konuda net” diye düsünüyorsan bu sitede neden vaktini bosa harciyorsun? tayyip’in dik yapisinin mi, fetullahin paralel yapisinin mi adamisin, resmi-maasli görevli mi yoksa gönüllü görevli misin bilmiyorum, yine de paslanmis beynine isik tutmaya calisayim.

    ben bilincli bir sekilde “din-dini ideoloji” diye yaziyorum. sorsan sana aciklayacam fakat sen bildiginden-ezberinden hic bir kusku duymadigin icin bunu benim cahilligime yoruyorsun. ben yinede senin ezberini bozmayi deneyeyim. eger bir düsünceyi-tezi-argümani dile getirenin yasi senin icin önemliyse, -benim icin ölcü degil- din’in bir ideoloji oldugunu, bunun disinda ayrica “kisisel ihtiyac ürünü” bir din olmadigini mesela yasi 70i asmis fikret baskaya da söylüyor, üstelik adamin birde prof. ünvani var. din senin iddia ettigin gibi yeme-icme-cinsellik gibi bir ihtiyac degildir. dünyada son derece yaygin olan böyle dogmalari “dogrulugundan kusku duyulmaz bilimsel bilgi” olarak belledigin her halinden belli. tanri korkusu da diyebilecegimiz dini düsüncenin kökenine inersek, eskiden tabiat-doga olaylarini aciklayacak-anlayacak bilimsel bilgiye sahip olmayan insanlarin bunu kendilerinden daha güclü tanrilarin varligina bagladiklari ve bu fantazi ürünü tanrilarin gazabindan korunmak icin kurban vs. kestiklerini biliyoruz. beni asil ilgilendiren, bizi ilgilendirmesi gereken sey ise dini düsüncenin, diger bir degisle dinin bir ideoloji olarak günümüzde ki kaynagi ve fonksiyonu. dünyayi, tabiati anlamaya calisan bir cocugun sorularina bilimsel bilgiye dayali cevaplar verilirse, o cocugun kendiliginden “ama dünyayi yaratan bir tanri olmali” gibi bir düsünceye varma ihtimali sifirdir. cünkü günümüzde bilim o cocugun sorularina net cevaplar verebiliyor. yani kapikulu necip’in “din bir ihtiyactir” iddiasi uydurma bir iddaadir ve bir ideolojiye tekabül eder. peki cocuklara “tanri-yaradan” fikrini-korkusunu asilayan, empoze eden kimdir? bu bir sir degil: aile, toplum, devlet egitimi vs.

    dinin kisisel bir ihtiyacin ürünü olmadigini surdan anlayabiliriz: eski sovyetler birliginde dini egitimden vazgecildigi icin, yani reel sosyalistler insanlari “yönetmek-yönlerdirmek” enstrümani olarak dinden feragat ettikleri icin, diger bir degisle sovyetler birligi devleti vatandaslarina dini dogmalari empoze etmedigi icin ateistligin en yaygin oldugu memleket eskiden sovyetler birligi idi. rusya da su anda yogun bir dini egitim olmasina ragmen bildigim kadari ile hala oran olarak en fazla ateistin oldugu ülkelerden biri de hala rusya’dir. türkiyede su anda devletin-AKP’nin toplumu dincilestirme, tayyip’in deyimi ile dindar kusaklar yetistirme politikasi neticesinde dindar sayisinin cogaldigi gözler önünde. yani kapikulu necip’in iddia ettigi gibi, dini düsüncenin su anda türk-kürt toplumu icinde yayilmasinin insanlarin “kisisel inanc ihtiyaci” safsatasi ile alakasi yok. diger bir örnek: bu dünyanin nimetlerinden nasibini alamamis fakir-fukara icinde dindarligin daha yaygin olmasi da yine bir tesadüf degildir. daha önce de yazdigim gibi zügürt tesellisi: bu dünya da boktan bir hayat yasadim ama önemli degil, asil, kalici, güzel hayat diger dünyada beni bekliyor… vs.

  85. “Bu tespitiniz ne yazık ki doğru değil. Örneğin toplum sağlığı konusunda yaşanan başarıları alalım. Kolera gibi birçok hastalığın mikroplardan kaynaklandığını anlamak ve buna uygun toplumsal çözüm önerileri birçok ölümleri önledi. Yine sigaranın zararlarına karşı mücadele aynı zamanda toplumsal bir mücadele idi. Örnekler çoğaltılabilir.”

    Bu dedikleriniz dogru, yani isabetli.

    Ben o tur bir baglamda sordugunuzu dusunmedim –‘ekonopolitik’ gibi, burada cokca konusulan konulari kasdettiginizi farzderek cevap yazdim. Pardon.

    Ote yandan, evet, problemi dogru durust tarif edebilirsek, edebildigimiz zaman, ona yonelik bir cozum gelistirmemiz soz konusu olabiliyor tabii ki.

    Kolera ile, sigara ile mucadele (sitma, verem vb de) bunlara ornektir ve basarili da olunmustur.

    Benzer seyleri, saglikla ilgili baska konularda (mesela, bebek ya da hamile olumleri vb), egitimle ilgili konularda (okullasma, okuma-yazma oranlarinin yukseltilmesinde vb) da sayabiliriz.

    Baska da cok ornek var. Cogu da, teknik altyapinin hazirlanmasi sonucunda ortaya cikti; sosyal hayatlarimiza da dogrudan\dolayli yansidi, yansiyor ve daha da yansiyacak.

    Bu konularda konusmanin bu blogun ilgi alanina girdigini sanmadigim/dusunmedigim icin onlara deginmek aklimdan gecmedi. [Burada, hazirun, ‘yasanmaz bu memlekette’ temasini islemegi pek seviyor gibi.]

    “Ama tabii bu tür şeyler Doğu’da pek olmadı. Çünkü doğulu egemen anlayış, böyle gelmiş böyle gider dedi, büyük düşünemedi, ufak tefek şeyler ona yetti. Bu yüzden Çinli biri veya başka Doğulu Amerika’yı keşfetmedi, çünkü onlara emir komutaya uymak ya da ufak tefek bireysel şeylerle yetinmek yetti.”

    Boyle derseniz, bence, haksizlik (hatta, hata) etmis olursunuz..

    Uygarliklarin yeni seylere merak/heves ettigi, yenilikler pesinde kostuklari donemler kadar, ‘artik bu kadari yeter’ dedikleri, ardindan da var olanlari da unuttuklari, bir bakima sefalete gonullu olduklari donemler olabiliyor.

    Bu tur donguler, insan hafizasi acisindan bakildiginda, unutulacak (hic olmamis sanilacak/sayilacak) kadar uzun da surebiliyor.

    Icinde bizim de oldugumuz ‘dogu’ cografyasinda bu yasandi.

    ‘Bati’ dedigimiz cografyada insanlar –mecazi anlamda– sarmasiktan sallanirken, ‘Dogu’da metalurji mucizeler yaratiyordu (Hunlarin Avrupa’yi hallac pamugu gibi atmasinin arkasinda, kilic ve kalkanlarinda kullandiklari celik de vardir).

    Ayni sekilde, butun anlamlariyla ‘lojistik’ de, haritacilik (kartografya) da ‘state of the art’ idi..

    O devir icin inanilmaz mesafeler anlamina gelen seferlerin organizasyonunun ‘atladik atimiza, digidik digidik surduk’ basitliginde olamayacagini gormek lazim.

    Butun bunlari, ‘dogu’nun parcasi olarak Cengiz Han ve Atilla dogudan batiya; ve ‘dogu’nun parcasi olarak Buyuk Iskender batidan doguya yapabildiler.

    Bu hic kolay bir sey degildir; ve teknolojinin bir butun oldugunu da dikkate alirsak, bu yapilanlarin ardinda (devrine gore) ne denli gelismis teknolojik altyapinin mevcut oldugunu da gormek/anlamak gerekir.

    O kadar ustunduler ki, barutu bulmus olmalarina ragmen, bunu silaha donusturmek ihtiyaci duymadilar. Amerika’yi bilmelerine ragmen (Cinli bir generalin/amiralin Amerika kitasina gittigini biliyoruz; Piri Reis haritalari da Osmanli’nin Amerika’nin varligini bildigini gosteriyor), zahmet edip oralara gitmeyisleri onlarin kabahati degil.

    O gun ihtiyaclari yoktu; daha dogrusu, onlari kamcilayan bir sebep yoktu.

    Var olanla iktifa etmek yeterli idi.

    Bunun icin kimseyi suclamak bence dogru degil. Herkes her zaman ihtiyaclarina (ihtiyaclarini gidermenin maliyetine) bakarak karar veriyor.

    Mesela, ABD, bildiginiz gibi, 1969’dan beri Ay’a ayak basti. Ama, o gunden beri dise dokunur bir adim at(a)madi. Maliyetini yuksek buldu, gereksiz buldu, sureci tehlikeli buldu.. onu buldu bunu buldu, ama tekrar gitmegi gerekli bulmadi.

    Kisacasi, hantallasti –bunu, zaten, ABD’yi gezince de anliyorsunuz: Altyapi yatirimlari neredeyse sifira dusmus durumda.. Buyuk olceklerde yeni bir seyler yapmak, bir suru sebepten dolayi, neredeyse imkansiz hale gelmis..

    Simdi sira, anlasilan, Cin’de, ya da Hindistan’da.. Cunku, bunlarin hevesi/heyecani var. Kendilerini (kendilerine de) ispatlamak istiyorlar.

    Uzun bir yazi oldu, ama, aklimdayken bir baska ornek daha vermek isterim: Cicek hastaliginin asisinin ilginc bir hikayesi vardir. [ Suradan detaylariyla okuyabilirsiniz: http://www.uralakbulut.com.tr/wp-content/uploads/2014/12/A%C5%9EI-1000-YIL-%C3%96NCE-%C3%87%C4%B0NL%C4%B0LER-TARAFINDAN-BULUNDU.pdf ]

    Bulunmus, kullanilir olmus.. o kadar yaginlasmis ki, kiymeti (ve gelistirme yontemleri) tamamen unutulmus.. folklorik bir unsur olarak yasamis, cok sukur ki –yine de. Ama, diger unutulanlari –haliyle– bilmiyoruz bugun. (Sam/Damascus celigi mesela.)

    “Toplumsal sorunların birçoğu salt bireysel yaklaşımlarla çözülemez. Siz ise genel çözüm yok diyerek bir anlamda her türlü toplumsal çözüm önerisini de kapıyı kapatmış oluyorsunuz, aynı zamanda çok fazla genelleme yaparak bunu yapmanız da ilginç.”

    Genelleme yaptigimin farkindaydim, ve bu paradoksa da isaret etmistim zaten –sorunun (sualin) genel olusundan kaynaklanan bir zorunluluk idi.

    Herseyin bireysel yaklasimlarla cozule(bile)cegini soylemek tabii ki anlamsiz olur.

    Oyle olsaydi, devletler dahil, turlu cesitli ust/yan/alt yapilara ihtiyacimiz olmazdi –bunlari kurmazdik, masraflarina da katlanmamiz gerekmezdi.

    Fakat, bu, ‘teknik’ diyebilecegimiz; problemi yeterince analitik tarifleyebildigimiz durumlar icin gecerli –ki, o durumlarda dahi basarili sonuclar elde etmenin garantisi yok.

    Ama, mesela, ‘kapitalizm’ gibi, ne oldugu cok da belli olmayan, zamana ve zemine gore (tanimi da kendisi de) degisen bir karmasik/kompleks olgunun/yapinin arzu edilmeyen (yan, ya da dogrudan) etkilerinin giderilmesi, duzeltilmesi icin bir recete yazmak hem pek kolay degil, hem de (nadir hallerde) bu mumkun olabilse bile (Bkz. Marksizm) bu tur bir recetenin dogmatize olup (kaliplasip, dondurularak) beklenmedik nahos sonuclara yol acmak ihtimali var.

    “Genel çözümlerin bazıları kısmen başarılı olabilir. Bu zaten belki de tüm çözümler için geçerlidir. Yani bulduğumuz çözümler sonsuza kadar her şeyi, her zaman, her koşulda çözecek diye bir şey yok. Ama yine de bu hiç çözüm olmadığı ve bulunan çözümlerin de tümünün de işe yaramadığı anlamına gelmez.”

    “Hic cozum yok” anlamina gelmisse, yanlis anlatmisim/anlasilmisim demektir.

    Tabii ki, dediginiz uzre, basarili olabilecek cozumler mumkundur (ve olacaktir da).

    Bu baglami, daha once yazdigim su paragrafi tekrar ederek, tamamlamak isterim: “Her bedene, her yasa, her cinsiyete, her iklime/mevsime uyan bir elbise meraklarini anlayisla karsilamaklar beraber, hem ucuk hem de cocuksu buluyorum.”

    [Gun bey, (veya admin her kim ise) kusura bakmayiniz; uzun oldu.]

  86. Sayın “özgürlükçü” 68,

    === 1 ===

    [artık anonimi kullanmayın Beyaz Ya-LA-ka fena değil.] ifadeniz üzerine:

    Beter olsun “Beyaz Ya-LA-ka”lar! Çünkü hâlâ ekseriyetinin; kapitalizmin kategorize ettiği bütün “Ya-LA-ka”larla (“Mavi” başta olmak üzere) birlik olup, omuz omuza mücadele yürütecek azmi yok! “Beyaz Ya-LA-ka”ların çoğunun burnu hâlâ havada, fil dişi kulelerde yaşadıklarını sanıyorlar!

    Bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirildik, ve hâttâ patronlar ara sıra bağırsaklarını tutamayıp suratımızın ortasına s*ç*p s*vayabiliyorlar!

    === 2 ===

    [benim bildiğim devrimci özgürlükçü anarşistler çok mütevazi olup okuduklari ile değil pratikleri ile tanınıp taktir edilirler.] ifadeniz üzerine:

    Hiçkimseye [mütevazılık taslayıp], bunun karşılığında [takdir toplamak] amacında değiliz!

    “Nezaket”in yeri başka; “nezaket dolu kelimelerin arkasına saklanıp, kapitalizme karşı sus-pus oturmak” başka!

    === 3 ===

    [Politik anarşist olmaya çalışıp pratik siyaset ve özgürlükçü toplumsal devrimci pratik içinde boğuşan beni bile sıkacak işler yapmayın HDP nin Marmara örgütlenmesine katkı verdiğiniz belli oluyor kocaelide haziranda 110 bin kasımda 90 bin almamız gerekirken yoksa sizin katkınızdan(seçmenin yerinede bilen en devrimci öncü listesi) mecliste temsil edilememiş olmayalım.] ifadeniz üzerine:

    Vah vah vah!

    Sayın “özgürlükçü”; siz hâlâ [öncü] gibi bir kelimeyi kullanıyor iseniz, ve hâttâ [meclis (parlamento)] gibi yapılara bel bağlamaya devam ediyor iseniz; yandı gülüm keten helva!

    Neymiş; Kocaeli’de Haziran’da 110 bin Kasım’da 90 bin alınması gerekirken…

    Gebze O.S.B., Dilovası O.S.B., Asım Kibar O.S.B., Arslanbey O.S.B. başta olmak üzere, Kocaeli’deki her karış “emekçinin sömürüldüğü mekânlara” defalarca gidip; “emekçi” özel güvenlik görevlilerinden, “polis”ten biber gazı, cop yediğimizden haberiniz var mı?! Haberiniz olamaz! [En devrimci öncü listelere] isim yazdırmak için klimalı minibüs ve arabalarla şehir, ilçe, köy, mahalle, sokak turu yapmaya benzemez “devrimci mücadele”! Sırtımızda taşıdığımız cop yaraları hâlâ canlı, Haziran ve Kasım’ın üzerinden o kadar da fazla süre geçmedi, 16 Nisan’dayız diye yaralar hemen kapanmaz, ve daha önümüzde “1 Mayıs” var!

    Neymiş [pratik özgürlükçü devrimci siyaset zor zanaat yapan bilir sitede atmaya benzemiyor bedeli var????] !!!!

    Vah vah vah!

    Sadece “Kocaeli” mi?!

    Hanginiz Nakkaştepe’ye gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz Çorlu’ya gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz Nilüfer’e gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz Biga’ya gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz İnegöl’e gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz İpsala’ya gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz Çerkezköy’e gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz Susurluk’a gittiniz ve cop yediniz?!

    Hanginiz o meşhur “Büyükdere Caddesi”ne gittiniz ve cop yediniz?!

    Sadece “Marmara Bölgesi” mi, daha sayalım mı?! “58” numaralı metnimizde yazdığımızı dikkatle okunamızı öneriyoruz sayın “özgürlükçü”: ( http://www.gunzileli.com/2016/02/08/kurt-hareketindeki-ve-ulusalci-saflardaki-bazi-yanlislar-uzerine/ )

    === 4 ===

    [Ha bu sitede katagorik olarak aynı safa düşmemize rağmen körle yatan şaşi kalkar misali yukardan dil milyon tane kitabi okudunmi anladunmi cümleleri hem anarşist hemde devrimciyim diyebilenlere uymayabilir.],

    ve

    [burda okunan okunması gerekeni yatsımıyorum hepsi de bizim gibi hayatın yaşanan pratiğinden üretilenler olup öğrenecek çok şey olduğu muhakkak.] ifadeleriniz üzerine:

    O “referans kitapları” okuyacaksınız, okumak zorundasınız! Sadece siz değil!

    Burada görüşlerini beyan edenlerin ekseriyetinin “şirketokrasi”nin “ş”sinden haberi yok, haberleri yok ise; kimlerin “anarşist” olup/olmadığı, kimlerin “devrimci” olup/olmadığı üzerine ahkâm kesecek müktesebatı da yok! (Yanılmayı ne çok isteriz!)

    19. yüzyılda yaşamıyoruz, 2016’dayız!

  87. Sayın “Anonim” 72,

    Sayın “Necip”e izahat yapmak için parmaklarınızı yormamanızı öneriyoruz! Yine de siz bilirsiniz, parmaklarınız sizin…

    Yukarıda, “53” numaralı metnimizde yazdığımız üzere:

    Darwin dirilse; sayın “Necip”i kızılcık sopası ile kovalardı!

  88. ALTAN TAN: ÇAKMA NİŞANTAŞI’LI, BEBEK’Lİ SOSYALİSTLER BALTAYI YANLIŞ TAŞA VURDULAR!

    16 Nisan

    HDP’li Altan Tan, Ensar Vakfı’ndaki tecavüz skandalına dair söylediklerine yapılan eleştirilere “3 tane çakma Nişantaşlı, Bebekli, çakma sosyalist, ‘çakma’ tabirini kullanıyorum; gerçek Nişantaşlı, Bebek ve sosyalistlere saygı duyuyorum. Benim çocukluğum da Bebek’te geçti. Çakmalara söylüyorum, bu çakmalar için ‘bütün İslami tarikat ve cemaatler, Kuran kursları, yurtlar, tecavüzcüdür, sapıktır’ demeyeceğim, demeyeceğim, demeyeceğim” yanıtını verdi.

    Altan Tan, bir olaydan hareket ile bütün bir kurum ve bütün tarikat, cemaatler ve Kuran kursları ve yurtların suçlanamayacağını, bunlara tecavüzcü ve sapık denilemeyeceğini de söylediğini ifade ederek, şöyle devam etti:

    “Bunu da geçmişte MHP, CHP, HDP ve AKP’de yaşanan bazı olayları örnek verdim. Bunlardan hareketle bütün partiler sapıktır, tacizcidir denilemez dedim. Burada verdiğim bale kursundaki seks skandalı örneğine takıldılar, bale kursundaki seks skandalı ayrıdır, çocuk tacizi ayrıdır, onu da söyledim. Çocuk tacizi korkunç bir şeydir dedim. Bunu da söyledim. Peki bunu söyledikten sonra neye itiraz ediyor bu arkadaşlar. Şunu bekliyorlar. ‘Sen birinci söylediklerini söyle, bakan araştırsın, soruştursun, cezalandırsın, kurum ve kuruluşlarının kanunsuz olanlarını kapatsın, kanuni olanları denetlesin ama bundan hareketle bütün İslami kurum ve kuruluşlar tarikatlar, cemaatler, kuran kursları ve yurtlar suçlanamaz’ deme. Bunu dediğin vakit sen başka bir şey söylemiş oluyorsun.”

    Tan, bu tür çirkin olayların son bulmasını dilediğini, bazı kişilerin kendisini inlemeden, anlamadan eleştiri yaptıklarını yaptıklarını belirterek şöyle devam etti:

    “Bir kısmı dinlemeden, anlamadan yapıyor. Ama esas bu işi başlatanlar bilerek, tasarlayarak ve düşünerek bu işleri yapıyorlar. Yanlış düşünüyorlar, baltayı taşa vurdular bu sefer. 3 tane çakma Nişantaşlı, Bebekli, çakma sosyalist, ‘çakma’ tabirini kullanıyorum; gerçek Nişantaşlı, Bebek ve sosyalistlere saygı duyuyorum. Benim çocukluğum da Bebek’te geçti. Çakmalara söylüyorum, bu çakmalar için ‘bütün İslami tarikat ve cemaatler, Kuran kursları, yurtlar, tecavüzcüdür, sapıktır’ demeyeceğim, demeyeceğim, demeyeceğim. Bunu diyenlerle de sonuna kadar mücadele edeceğim. Onlarda ellerinden geleni arkalarına koymasın. Bunu söyleyeceklerde varsa çıkıp açıkça bunun böyle olduğunu söylesinler.”

    http://odatv.com/3-tane-cakma-nisantasili-bebekli-cakma-sosyalist…-1604161200.html

  89. “Bu yüzden Çinli biri veya başka Doğulu Amerika’yı keşfetmedi, çünkü onlara emir komutaya uymak ya da ufak tefek bireysel şeylerle yetinmek yetti.”

    Bunun nedeni bu ülkelerin coğrafi konumu olmasın?
    Doğulu ülkeler ya okyanusa, hatta açık denizlere tamamen kapalı, ya da kıyıları Amerika’nın keşfine uygun olmayan Hint ve Pasifik okyanuslarında.

  90. Sözkonusu coğrafi nedenden daha genel sonuçlara da ulaşabiliriz.
    Örneğin, neden Amerika’daki İnka, Aztek ve Maya uygarlıkları Avrupa ve Asya’ya yayılıp bugünkü uygarlığı kuramadılar dersiniz?
    Biraz daha geriye gidelim.
    İlk uygarlıklar neden Mısır’da Nil, Mezopotamya’da Fırat ve Dicle, Hindistan’da İndus ve Ganj nehirlerinin ve Çin’de Sarı Nehir’in çevresinde ortaya çıktı?
    Arapların 7. yüzyılda yarımadalarından çıkarak çevreye yayılmaları ve bu sayede bir uygarlık kurabilmeleri benzer bir nedenden kaynaklanmadı mı?

  91. Örneklere devam edebiliriz.
    İlk uygarlıkların ardından gelen Antik Çağ’a değinelim.
    Yunan şehir devletlerinin kurulduğu arazinin niteliğinin bunların hemen hemen aynı gelişme düzeyinde kalmalarını sağlayıp tek bir merkezin yayılmasının önüne geçtiğini söyleyebiliriz.
    İtalya’nın konumu ise bu durumun tersine Roma’nın önce yarımadaya, ardından bütün Akdeniz çevresine hakim olmasını sağladı.
    Avrupa ve ABD’nin öne geçmesinin nedeninin de aynı olduğunu söylemeye gerek kalmaz bu durumda.

  92. Necip 1970’li yılları kıyısından köşesinden yaşamış, görmüş geçirmiş, eski solculardandır.

    Dinle ilgili tecrübesi oldukça fazladır, kendisi dindar değildir ama bir dindarla ömür boyu dostluk sürdürecek kadar dini kapasitesi vardır. (Buna, folklorü de ekleyebilirsiniz.)

    Kendisi en az 1 yabancı dil bilir, Almanya’da uzun süre yaşamamışsa bile Almanya başta olmak üzere ‘Batı’ dünyasını iyi tanır.

    Charles Darwin’in kendisi ve eserleri üzerine deneyimi bu sitedeki pek kişiyi kıskandıracak kadar geniştir. Kapitalizm konusundaki saptamalarını, daha çok ‘Sosyal Darwinizm’ bakış açısını merkezde tutarak yapar.

    Necip basite alınacak biri değil ve son olarak, herhangi bir devlet, istihbarat teşkilatı, siyasi parti vb. ile de ilişkisi yok.

  93. Yukarıda 79’da unutmuşum, Fas ve geçmişte Endülüslü Araplar vardı Atlas okyanusuna kıyısı olan.
    Yine de bu ülkeler pek bir şey değiştiremezdi kanımca.

  94. “Hanginiz Nakkaştepe’ye gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Çorlu’ya gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Nilüfer’e gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Biga’ya gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz İnegöl’e gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz İpsala’ya gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Çerkezköy’e gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Susurluk’a gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz o meşhur “Büyükdere Caddesi”ne gittiniz ve cop yediniz?!”

    Insanity: doing the same thing over and over again and expecting different results.
    — Albert Einstein

  95. Coğrafi nedenlerin önemi yadsınamaz kuşkusuz. Ama Çin uygarlığı da gelişmiş ve güçlü bir uygarlıktı. Üstelik Çin uygarlığı uzun bir süre boyunca Avrupalıların sahip olmadığı şeylere sahipti. Pusula, kağıt vb. şeyleri çoktan bulmuştu. Merkezi bir güce de sahip oldukları için isteseler bu gibi konularda çok daha fazlasını yapabilirdi. Ama tüm bunlara rağmen Çin’de Yunanlılar gibi felsefi bakış açısı, sorgulayabilme yeteneği, demokrasi vb. kavramlar gelişmedi. Yani aynı zamanda tek bir merkezi güçten yönetilmesi ve daha başka birçok nedenden dolayı Çin uygarlığı Amerikayı keşfedemedi.

    Kısaca her şeyi coğrafyaya bağlamamak da gerekir diye düşünüyorum. Çünkü insanların da bir takım kararlar verme, düşünceler ve teoriler üretme ve bu karar ve düşüncelere uygun bir şekilde davranabilme yetenekleri var. Evet coğrafya kararlarımızı ve düşüncelerimizi etkiliyor. Ama yine de ben her şeyin coğrafyaya bağlı olduğunu düşünmüyorum, o işin bir parçası ve önemli bir parçası olduğuna kuşku yok. Fakat diğer önemli parça insanın karar verebilme, sorgulayabilme ve düşünme yeteneği olduğunu düşünüyorum.

  96. “Ben o tur bir baglamda sordugunuzu dusunmedim –’ekonopolitik’ gibi, burada cokca konusulan konulari kasdettiginizi farzderek cevap yazdim.” demişsiniz.

    İnsanların, işçilerin daha sağlıklı bir çevrede yaşaması, çalışması; çevrenin kirletilmemesi vb. konular aynı zamanda ekopolitiğin konusudur. Yani sözünü ettiğim şeylerin ekonomik ve politik yanları da vardır ve bunlar eko-politikadan bağımsız değildir. Ve yine daha iyi bir toplum düzeni kurulması da öyledir. Böyle şeyler başarılabilir mi? Tam olarak olmasa bile kısmen başarılabilir diye düşünüyorum.

  97. “Bunun nedeni bu ülkelerin coğrafi konumu olmasın?
    Doğulu ülkeler ya okyanusa, hatta açık denizlere tamamen kapalı, ya da kıyıları Amerika’nın keşfine uygun olmayan Hint ve Pasifik okyanuslarında.”

    Hem bu, hem de verdiginiz diger orneklerde, bu onerme onemli derecede gecerlidir bence de.

    Gecerlidir; ama, tek basina tayin edici degil.

    Eskilerin tabiri ile, ‘maliyet/muessiriyet’ (yani, ‘cost/efficacy’) denklemi cok daha ilintili bu konu ile, bence.

    Cin ornegini dikkate alalim, mesela..

    Avusturalya ve Amerika kitalarinin varligini biliyor olsaniz bile, oralara gidip gelmek icin daha buyuk (farkli ve yeni tiplerde) gemiler insa etmeniz lazim.

    Yaptiniz diyelim, sonra ne yapacaksiniz?

    Bu gemilerle, Avusturalya ve Amerika’daki ‘zenginlikler’i Cin’e mi tasiyacaksiniz?

    Hangi ‘zenginlikler’den bahsediyor olabiliriz –o gunun degerlendirmesinde?

    Ucsuz bucaksiz yesil alanlar midir o zenginlikler? Oyle olsa bile, nesini tasiyacaksiniz?

    Oraya nufus nakletmek gibi bir derdiniz hic olmamis ise, icerde (Avrupa’da oldugu gibi) aniden artmis bir nufusunuz yok ise, bu sizin akliniza bile gelmez. Boyle bir ‘macera’yi finanse etmegi dusunmezsiniz bile.

    [Tipki, su anda, ABD’de teknik (analitik kapasitelerine itibar ettigim) insanlar arasinda dahi Mars’a gitmenin/yerlesmenin anlamsizligini dile getiren cok sayida kisinin varligi gibi: Dunyada bunca aclik sefalet varken, Mars’ta da dunyada olmayan herhangi bir sey yoken, atmosferi bile olmayan bir cole –onca masraf da ederek– gidip yerlesmege calismanin rasyonalitesini ciddi derecede sorguluyorlar.]

    “Örneğin, neden Amerika’daki İnka, Aztek ve Maya uygarlıkları Avrupa ve Asya’ya yayılıp bugünkü uygarlığı kuramadılar dersiniz?”

    Bu soyleyecegim beylik bir laftir, ama yeri geldiginde isabeti de yuksektir: ‘Ihtiyac icatlarin/kesiflerin anasidir’..

    [Tabii ki, ihtiyac gerek sart olsa bile, yeter sart degildir; icad edecek, onu da istifade edilebilcek uygulamalara donusturecek hevesin/takatin/kudretin/gayretin mevcut de olmasi zorunludur.]

    Inka, Aztek ve Maya uygarliklarinin da durumu boyleydi. Cok uzun zaman boyunca son derece stabil bir iklimde, ve son derece verimli bir bolgede yayilip serpildiler.

    Fakat, daha sonra, Tanrisal bir yamuk da diyebiliriz, aniden iklim degisti ve buna hazirlikli degildiler. Hazirlik yapacak zamanlari da yoktu.

    ‘God giveth, god taketh’in bir baska acikli ornegi, yani..

    [Son donemlerinden kalan heykellerde veya diger sembolik oymalarda, iskence goren tipler de din adamlarini, yoneticileri temsil eder. Vaad ettikleri duzelme gerceklesmeyince hepsini alevli kaziga oturmus olmalilar.]

    “İlk uygarlıklar neden Mısır’da Nil, Mezopotamya’da Fırat ve Dicle, Hindistan’da İndus ve Ganj nehirlerinin ve Çin’de Sarı Nehir’in çevresinde ortaya çıktı?”

    Tabii ki, emvalin degistokusunun maliyetini tayin bakimindan cografyanin belirleyiciligini yadsiyamayiz. Paranin icadindan sonra bile, fiziki anlamda malin musteriye ulasiminin maliyetinin daha dusuk oldugu bolgelerin daha cok gelismesini aciklamak zor degil.

    “Arapların 7. yüzyılda yarımadalarından çıkarak çevreye yayılmaları ve bu sayede bir uygarlık kurabilmeleri benzer bir nedenden kaynaklanmadı mı?”

    Evet. Ama, buna bir de, hemen onceki donemde, bu cikisi mumkun kilacak sermaye birikimin gerceklesmis oldugunu da eklemeliyiz. Arap yarimadasi uzerinden yapilan transfer ticaret hic de fena para birakmamisti. Paranin tadini almislardi, ama yetmiyordu. O yuzden acildilar/acilabildiler.

    Bu firsati da, onlara –zannedersem– klasik Ipek Yolu’nun uzerinde, ozellikle de Anadolu cografyasinda, ortaya cikmis olan ciddi asayissizlikler bagislamisti.

    Endulus’e kadar gittiler ve orada durakladilar. Uc karakol olarak kalmak zorundaydilar; cunku, arkadan gelen bir nufus baskisi yoktu. Seyreltik fakat zengin bir donem yasadilar.

    “Yunan şehir devletlerinin kurulduğu arazinin niteliğinin bunların hemen hemen aynı gelişme düzeyinde kalmalarını sağlayıp tek bir merkezin yayılmasının önüne geçtiğini söyleyebiliriz.”

    Dogru. Yunanistan cografyasi, keci ve zeytin agaci (ki, her ikisi de kirac/balkan arazide yetisebilir) disinda pek bir sey uretmedigi icin, deniz uzerinden buyumek zorunlu idi.

    Yani, uzak ve deniz asiri koloniler kurmak ve bunlarla ticaret yapmaktan gayri bir cikis yolu yoktu. Kolayca zapt u rapt altina alamadiginiz yerlere, onlarla dusman olmak istemiyorsaniz (dusman olmak isinize gelmiyorsa), soz hakki vermek allahin emri oluyordu.

    Nasil ki, piric ziraatinin zorunlu kildigi sulama kanallari merkezi devleti zorunlu kilmistiysa, antik Yunan da (o gunku sekliyle, ne kadar demokrasiyse artik) demokrasiye mecburdu..

    Cografya ve iklimin nelere kadir oldugu, uzerinde biraz dusununce, muthis bir sey..

    Acaba, diyordum ki, ekonososyal teoriler peydahlamaga ugrasmak yerine, cografya ve iklimi istedigimiz sekilde degistirecek teknolojiler uzerinde calismak mi daha akillica olurdu?

  98. Necip Amerika’nın keşfine Çin’in ihtiyaç duymadığını yazmış.

    İhtiyaç ama neye göre, kime göre?

    Amerika’nın Batı tarafından keşfinin aslında epey karanlık tarafı da var. Bu da Batı’nın sömürge ihtiyacından kaynaklanıyor. Belki de Amerika’nın keşfini sağlayan en önemli unsur bu.

    Bu açıdan bakarsak Amerika’nın keşfi birçok olumsuz unsurları da içeriyor. Oradaki yerlilerin köleleştirilmesi, Amerikanın sömürge haline getirilmesi, milyonlarca insanın ölümü. Bunlar Batı’nın Amerikayı sömürgeleştirmesi ile ilgili ve olumlu şeyler değil.

    Fakat bir unsur daha var öğrenme, keşfetme, mevcut olanı sorgulama, düşünme vb. Ben buna dikkat çekmek istemiştim. İşte bu unsur Doğu toplumlarında çok gelişmiş değil. Onlar öğrenmek, sorgulamak, sorunlara büyük çözümler üretmek, kafa yormak istemiyorlar. Doğu toplumları geleneklere itaat üzerine kurulmuş daha çok. Tabii Batı toplumlarında bu unsurun gelişmiş olması onun olumsuz taraflarını (sömürge haline getirme, köleleştirme vb.) engel olmamalı.

  99. İhtiyaçtan söz açılmışken…

    ABD’nin uzay araştırmaları, dünya dışı yaşam için sarf ettiği çabalar vs vs. İnsanların dünyayı anlamak için yaptığı ve geliştirdiği felsefeler, teoriler vb. İnsanlar neden bunlara gerek duyuyor?

    Bunlara kimin nasıl ihtiyacı var? Örneğin insanın felsefeye ihtiyacı var mı? Varsa nasıl bir felsefeye ihtiyacı var? Dine ihtiyacımız var mı, varsa hangi dine ihtiyaç var? İslama ihtiyacımız olduğunu kim göstermiş, belki de başka dine veya ateizme de veya çok daha özgür düşünmeye ihtiyacımız olamaz mı?

    Tüm bunlar olaylara nereden, nasıl baktığımıza, hangi dine, hangi inanca bağlı olduğumuzla da ilgilidir aynı zamanda. Müslüman olmayan insanlar örneğin camiye ihtiyaç duymazlar.

    Örneğin firavunların yaptıkları piramitler onların inançları ile ilgili değil miydi? Peki onların inançları yanlış ise bu insanların piramitleri yapması ve binlerce insanın bu uğurda ölmesi doğru ve gerekli miydi? (Ölen insanlar açısından soruyorum özellikle.)

  100. marxist argüman

    82 nolu yoruma:

    kardes sen kapikulu necip’in hayranlarindan misin ya da o’nun halkla iliskiler sorumlusu musun? yoksa “necipfanclup” üyesi falan misin? necip’in buraya yazdigi safsatalari ciddiye almamiz icin birkac neden sayar misin? yabanci dil bilmek, dünyayi görüp tanimis olmak önemlidir fakat bu faktörler bir insani otomotikmen aklini-mantigini kullanmaya sevk etmiyor ya da o akil-mantigi sömürü-baski iliskilerini mesru-dogal-alternativsiz gösterme yönünde kullanma var, bir de karl marx gibi “su sömürü tezgahi nasil kurulmus ve nasil isliyor, kimin bundan ne cikari veya zarari var” yönünde kullanma var. fetullah gülen cemaatinin taraftarlari da cogu egitimli, dil bilen insanlar, bu neyi ispatlar? necip’in dinci-kaderci bir felsefeye sahip oldugunu yarim agiz ile itiraf etmissin, fakat bana itiraf lazim degil, siyasi tartisma yaptigim ilk insan necip degil, insanlarin dilinden, jargonundan hangi cevreden geldiklerini, hangi kültür ile büyüdüklerini anlayacak kadar tecrübem var.

    71 nolu yoruma cevap:

    bakiyorum senin de necip gibi sirtin kasiniyor, kisa bir cevapta sana yazayim. be hey budala, deniz gezmis gibi insanlar psikolojik sorunlarindan dolayi mi devrimci oldular? sen de bu dersim’lilerin kendilerine “zazaci” diyen milliyetci-irkcilarindan misin? dünyada zaten milliyetciden, irkcidan, fasistten gecilmiyor, bir bölük de siz kurun, ne olacak!

    kapikulu necip’in 87 nolu yorumundan alinti:

    “Acaba, diyordum ki, ekonososyal teoriler peydahlamaga ugrasmak yerine, cografya ve iklimi istedigimiz sekilde degistirecek teknolojiler uzerinde calismak mi daha akillica olurdu?”

    kapikulu necip, sosyal piyasa ekonomisi denilen kapitalist üretim iliskilerini inceledim, merak et, sor sana anlatayim. serbest piyasa ekonomisi insanlik tarihinde üretim fazlaligindan-bollugundan krize giren ilk ekonomidir. finans krizi daha ayri birsey, fakat üretim sektörünü kapsayan ekonomik kriz sundan dolayi olur: kapitalist firmalar pazarda hepsi satilir mi satilmaz mi, bunu önceden bilmeden, -bilmek de mümkün degildir zaten,- mümkün mertebe bol miktarda ürünü piyasaya sürerler. pazarda biriken mallar-ürünler müsteri, yani cebinde o ürünleri satin alacak parasi olan alici bulamazsa ve bu sadece bir iki firma ile sinirli bir durum degilse “kriz” durumu yasanir. lafi suraya getirmek istiyorum: yine bos-beles birsey yazmissin, yine zihinleri bulandiracak soru sormussun. neden? günümüzde dünyanin en ücra köselerine yayilmis serbest piyasa ekonomisin de sorun-problem senin düsündügün gibi herkese yetecek miktarda üretim yapilamamasi degil. diger bir deyisle, su anda dünyada aclik-susuzluk-konut sorunu olan insanlar, ekonomik kapasite yetersizligi, üretim yetersizliginden dolayi bu sorunlari yasamiyorlar. tekrar ediyorum, bilim-teknigin ulastigi seviye itibari ile istisnasiz herkese yetecek derecede üretim yapilabilir, yapiliyorda. yani kapitalizm “üretim verimliligi” sorununu coktan asmis. simdi burda dikkat: kapitalist ekonomi dünyanin tamamini doyuracak bir üretim verimliligi seviyesine ulasmissa, aclik, susuzluk, konut gibi sorun yasayan milyarlarca insanin varligini nasil aciklayacagiz? zurnanin zirt dedigi yer tamda burasi. cevap: napolyonun deyimi ile: para, para ve yine para! tekrar ediyorum: temel ihtiyaclarini karsilayamayan milyarlarca insan ekmek, su, konut azligindan degil, sözkonusu bu insanlarin ihtiyaclarini karsilamak icin ekmek, su, konut alacak-kiralayacak paralari yok. demek ki mesele, kapikulu necip’in iddaa ettigi gibi cografyayi, iklimi nasil daha verimli hale getiririz degil, peki nedir mesele: kapitalist ekonominin üretim prensipleri, yani ne icin ve nasil üretim yapildigi, üretim gücünün kimin tekelinde oldugu ile alakali.

    kapikulu necip, cografya ve iklimden daha fazla verim icin zaten kapitalistler kafa yoruyorlar, senin burda danismanlik yapmana gerek yok. kapitalistin 24 saat düsündügü zaten su degil mi: nasil daha fazla para kazanabilirim? yani senin düsündügün gibi sermaye sahibi: “dünyada ki su yoksullugu, sefaleti bitirmek icin tabiati-dogayi-cografyayi-iklimi nasil daha verimli kullanmaliyiz” diye kafa yormaz, onlarin öyle bir derdi yok, kendileri de böyle bir dertleri oldugunu iddaa etmiyorlar zaten. bunlar kapikulu necip’in fantazileri oluyor.

    sonuc: ekonomik üretim prensipleri degismedigi müddetce, üretim araclari-sermaye-kapital elit bir tabakanin tekelinde oldugu müddetce iklimi-cografyayi daha da verimli hale getirsen bunun yoksula-bagimliya-muhtaca faydasi ne olacak?

  101. “Ama tüm bunlara rağmen Çin’de Yunanlılar gibi felsefi bakış açısı, sorgulayabilme yeteneği, demokrasi vb. kavramlar gelişmedi.”

    Cin gibi kokleri cok eskiye dayanan bir uygarlik uzerine bu tur genellemeler yapmagi riskli bulurum. Fazlasiyla bati-merkezli bir yaklasim sergilemis oluruz.

    Cin’in uygarlik tarihi hakkinda, Marco Polo’nun yazdiklarini cok da asamayan bilgilerle hukumler vermek dogru degil bence.

    Hangi devirlerde ne tur fikir akimlari ortaya cikmis, hangi tartismalar olmus, bunlarin sonucunda hangi kararlari vermisler, nicin oyle vermisler gibi seyleri bilmiyoruz.

    O buyuklukteki bir kara parcasinda, ve o nufusta, sorgulayanlarin cikmais olmasi, felsefe akimlarinin ortaya cikmamis olmasi hayatin dogal akisina aykiri. Bunlar muhakkak olmustur; da, neden revac bulmadiklari da bilmiyoruz (bunun sebebinin merkezi devlet oldugunu soylemek, bence kestirmecilik olur).

    Size, konu hakkindaki genel cehaletimize bir ornek olarak, ‘Angkor Wat’ ornegini vermek isterim. [ https://en.wikipedia.org/wiki/Angkor_Wat veya, Turkce fakat cok daha kisa bir ozet icin https://tr.wikipedia.org/wiki/Angkor_Vat ].

    Burasi, ilgili linklerde de anlatildigi uzere, yaklasik 1,600 donum uzerine kurulmus bir sehir.

    Kambocya’da.

    MS 1100 yillarinda.

    Inanilmaz bir muhendislik, mimarlik projesi ve uygulamasi.

    Turlu cesitli binalar, su havzalari, sulama kanallari, kanallarda tasimacilik vb..

    Ne ararsaniz var.

    Toplam 100-150 sene civarinda son seklini almis..

    (Sonra, yine iklim degisikligi yuzunden terkedilmek zorunda kalinmis; o ayri.)

    Simdi, bir de o donem Avrupasina bakalim.

    Bugun cok matah buldugumuz Almanya’dan bir ornek: Koln Katedrali (Kölner Dom). [ https://en.wikipedia.org/wiki/Cologne_Cathedral ]

    Hepi topu 15 donumluk bir arazi ve onun uzerine yapilacak bir binadan bahsediyoruz..

    MS 1248’de baslamislar, MS 1473’e kadar (225 sene) ugrasmislar fakat bitirememisler; insaat durmus.

    Ancak 1880’lerde tamamlanabilmis.

    [Benzer olcekteki bir binayi, Selimiye Camii’ni ise, bizimkiler 7 sene filan icinde yapmislar.]

    ‘Angkor Wat’ ornegini secerek/bilerek verdim.

    Cin’den degil de, daha da iptidai oldugunu dusundugumuz Kambocya’dan.

    Baska yerlerde de var bunlarin benzerleri, Hindistan’da, Pakistan’da, Mogolistan’da.. bir suru yerde.

    Mukayeseli baktigimiz zaman, kolayca sunu gorebiliriz: O donemlerde (cok degil, daha 1,000 sene once) oradaki medeniyet/teknoloji bizim su anda ululamakta oldugumuz Bati’ya tur ustune tur bindiriyordu.

    ‘Ikbal de zeval de bir kapida baki kalmaz’a guzel orneklerdir bunlar.

    Benzerinin Bati’nin da basina gelecegine eminim.

    O yuzden, bati-merkezli bakmak cok da dogru degil.

    “Yani aynı zamanda tek bir merkezi güçten yönetilmesi ve daha başka birçok nedenden dolayı Çin uygarlığı Amerikayı keşfedemedi.”

    Hersey olup bittikten sonra (‘in hindsight’) bunu soylemek kolay; ama bir de soyle bakmak ister misiniz?

    Avrupa’dan oraya giden ilk kafileler bir avuc insandan olusuyordu, fakat, yanlarinda –onlarin da farkinda olmadigi– olaganustu derecede olumcul baska bir seyler daha vardi: Cicek, kolera, veba ve daha bilmem ne bela..

    Avrupalilar, bu illetlerle kirilageldigi icin, gelismis bagisiklik sistemleri sayesinde artik onlar icin sorun degildi; fakat gittikleri yerdekileri oldurduler.

    O kadar ki, 3-5-10 sene icinde, tek kilic sallamaga gerek kalmayacak sekilde, kitayi tamamen neredeyse fethedebildiler.

    Simdi de madalyonun oteki yuzune, ‘gerceklesmemis ama gerceklesseydi ne olurdu’ yuzune bakalim:

    Geri donenler, beraberlerinde, Avrupa kitasina, kita nufusunun yuzde almisini birkac sene icinde oldurecek mikroplar getirseydiler ne olurdu?

    Oyle bir durumda Amerika’nin kesfini bugun, bu kadar, bu sekilde, onemser miydik?

    Hic sanmiyorum.

    Dolayisi ile, tarihsel kazalari cok da abartmamak gerekir.

    Sonuclari bir realite olmakla beraber, o sonucun ortaya cikmasini
    Avrupalilarin marifeti sayip onlari yucelemek bence dogru degil.

    “Fakat diğer önemli parça insanın karar verebilme, sorgulayabilme ve düşünme yeteneği olduğunu düşünüyorum.”

    Her bireyde bu yeterince vardir diyemem; ama, makul iki populasyonu kiyasladigimiz zaman aralarinda ciddi bir fark olacagini da sanmiyorum.

    Aksi halde, gecmiste (ki, hala daha bazi cevrelerde devam da ediyor) ‘Eugenics’cilerin iddia ettigi uzere, Zenci irkin IQ seviyesinin kategorik olarak dusuk olduguna hukmetmege benzer bir duruma duseriz.

    Daha beteri, Bati’nin bugunku (yakin donemki) ustunlugunu (Jon Turk bakisinin bir devami olarak) bizim genetik ve kulturel asagilikligimiza yormak olur ki, ben bununla hic bir sekilde hemfikir olamam.

  102. Sayın “Necip” 84,

    [“Hanginiz Nakkaştepe’ye gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Çorlu’ya gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Nilüfer’e gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Biga’ya gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz İnegöl’e gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz İpsala’ya gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Çerkezköy’e gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz Susurluk’a gittiniz ve cop yediniz?!
    Hanginiz o meşhur “Büyükdere Caddesi”ne gittiniz ve cop yediniz?!”

    Insanity: doing the same thing over and over again and expecting different results.
    – Albert Einstein]

    Vah Vah vah!

    “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    – George Orwell

  103. [BÖLÜM 1] Sayın (Anonim) 86

    [BÖLÜM 1]

    Sayın “Anonim” 86,

    [“Ben o tur bir baglamda sordugunuzu dusunmedim –’ekonopolitik’ gibi, burada cokca konusulan konulari kasdettiginizi farzderek cevap yazdim.” demişsiniz.

    İnsanların, işçilerin daha sağlıklı bir çevrede yaşaması, çalışması; çevrenin kirletilmemesi vb. konular aynı zamanda ekopolitiğin konusudur. Yani sözünü ettiğim şeylerin ekonomik ve politik yanları da vardır ve bunlar eko-politikadan bağımsız değildir. Ve yine daha iyi bir toplum düzeni kurulması da öyledir. Böyle şeyler başarılabilir mi? Tam olarak olmasa bile kısmen başarılabilir diye düşünüyorum.]

    İşte size bir saptama ve çözüm önerilerinden bir tanesi (dikkat buyurunuz; çözüm “dayatması” değil!)

    === SAPTAMA ===

    === “JOSEPH ALOIS SCHUMPETER” & “JOHN MAYNARD KEYNES” İSİMLİ ŞAHISLAR NELER ÖNERMİŞLERDİ? GÜNÜMÜZDE OLAN NE?! ===

    Günümüzde katlanarak vahşileşen “kapitalist sistem”in omurgasını oluşturan unsurlardan birinin:
    “Geplante obsoleszenz”,
    “Planned obsolescence”,
    “Schöpferische zerstörung”,
    “Creative destruction”,
    “Plânlı eskime & yaratıcı yıkım”
    adlarıyla anılan tabir olduğunu biliyorsanız; bunları bugün tekrar araştırmanızı öneriyoruz.

    “Joseph Alois Schumpeter” adlı şahsın tespitlerini, demeçlerini, teorilerini, kitaplarını, bu şahsın görüşlerinin 21. yüzyılda bile dünyayı nasıl domine ettiğini araştırmanızı öneririz.

    Bu teoriyi yeni değil.

    20. yüzyılda durdurulamayacak hızda yükselen “teknoloji yoğun üretim”in yarattığı akımları öngörebilmek (ve mümkün olduğunca regüle edebilmek) amacıyla Joseph A. Schumpeter isimli iktisatçı tarafından; ele avuca gelir bir teori zemini oluşturulmuştur. (Not: Teorinin tek yaratıcısı Schumpeter değildir. Schumpeter, teoriyi; pratikte uygulanabilir en yüksek düzeye çekebilmiştir.)

    “1929 Krizinin (The Great Depression)” getirdiği yıkıma çözüm önerileri sunabilmek amacıyla; John Maynard Keynes isimli iktisatçı (Schumpeter’in teorik mirasından da istifade ederek) “sürdürülebilir kalkınma için; çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak…gibi bir yöntem izlenebilir” metaforu ile görüşünü ortaya koymuştur. Yani Keynes; 1929 Krizi sonrasında “planned obsolescence”i güncelleyerek, hâlen devam etmekte olan kapitalist sistemin omurgasını kuvvetlendirmiştir.

    “If the Treasury were to fill old bottles with banknotes, bury them at suitable depths in disused coalmines which are then filled up to the surface with town rubbish, and leave it to private enterprise on well-tried principles of laissez-faire to dig the notes up again (the right to do so being obtained, of course, by tendering for leases of the note-bearing territory), there need be no more unemployment and, with the help of the repercussions, the real income of the community, and its capital wealth also, would probably become a good deal greater than it actually is. It would, indeed, be more sensible to build houses and the like; but if there are political and practical difficulties in the way of this, the above would be better than nothing.”
    (Yıl: 1936, “The General Theory of Employment, Interest and Money”, book 3, chapter 10, section 6, page 129)

    Keynes’in yaşadığı dönemde “devlet”in ekonomi içindeki otokratik yapısı bugünkünden daha fazla idi. Bu nedenle Keynes “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu kullanırken; devletin piyasalardan elini eteğini büsbütün çekmemesi gerektiğini, özellikle altyapı alanında bir tür “yap-boz” politikası uygulayarak, hem istihdam artışına yol açacağını, hem de sektörlerin zincirleme etki ile canlanmaya başlayacağını tahmin etmişti. (Bu ne demek? Şu demek: Su borularının yenilenmesi, kanalizasyon sisteminin yenilenmesi, elektrik şebekelerinin, kablolarının yenilenmesi, yolların yenilenmesi, köprülerin yenilenmesi, barajların yenilenmesi, cadde, mahalle, sokakların yenilenmesi, kamu binalarının yenilenmesi [peşi sıra “hanehalkı meskenlerinin yenilenmesi” de olabilir] vb. Bütün bu “yenileme” çabaları, sadece o sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin ekonomik buhrandan kurtulmasına yarar sağlamayacak, aynı zamanda yan sanayi kollarının da, dolaylı bile olsa, işlerlik kazanmasına yol açacaktı. İstihdam iştahının artmasına, işsizliğin azalmasına, yeni üretim sahalarının [ve teknolojilerinin] doğmasına yol açacaktı. En nihayetinde, ekonomi yeniden canlanmaya başlayacaktı.)

    Keynes 1946’da öldü.

    Özellikle 1960’ların başından günümüze değin ise “kapitalist özel sektör”; “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu, ipi koparılmış balon gibi kullanmaya başladı! Keynes ne hedeflemişti; bugün ne çıktı! Güncel örnek şudur: Her sene yeni model “Apple iPhone”ların, “Samsung Galaxy”lerin piyasaya sürülmesi; eski modellere uygulanan update’lerin aşama aşama azaltılıp, o modellerin piyasadan silinmesinin sağlanması.

    Yukarıda özetin özeti şeklinde aktardığımız teori & pratik; büsbütün kötü değil elbet. “Meta” olan çoğu şey daima eskir, paslanır, bozulur, yavaşlar, kirlenir, durur, patlar, yıkılır, çöker, çürür, dağılır; sonuçta “yeni”lerin gelmesi kaçınılmazdır…

    Peki mesele ne?!

    Mesele şu:

    Bu teori, kapitalistlerin, cümle içinde kullanmaktan çok zevk aldıkları “sürdürülebilir kalkınma” kelimeleriyle, amacıyla değil; “tüketimin hoyratça körüklenmesi” amacıyla, saptırılarak, teorinin altı oyularak kullanılıyor! Şöyle düşününüz: Fizik yasalarının, kimya yasalarının bir uzay mekiği inşa etmek için değil de; atom bombası inşa etmek için, balistik füze inşa etmek için, “military-industrial complex”in göbeğini daha da şişirmek için kullanılması gibi! Artık 2016’dayız! Atom bombası inşa etmeyi tercih etmeyecek kadar “akıllanmış olmamız!” gerekir! 2016’da bile “insanlar”; atom bombasının inşa edilmesine “ses etmiyorlarsa!”, bu insanları “uyandırmak!” için uyarılar yapmak gerekir! “Vanguardism & Öncü cephe & Öncü savaşı” ile değil; “kitlesel protesto tsunamileri” ile!

    [Devamı 2. bölümde]

  104. [BÖLÜM 2] Sayın (Anonim) 86

    [BÖLÜM 2 – SON]

    Sayın “Anonim” 86,

    === ÇÖZÜM ÖNERİLERİNDEN BİR TANESİ ===

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    === “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?! ===

    “(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === “İtiraz ve soru”: ===

    Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!

    Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı: ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!

    “Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    “Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,

    “Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,

    “Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    “Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    “Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!

    “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”

    Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

  105. 88 nolu iletide geçen cümle şu şekilde olacak:

    “Tabii Batı toplumlarında bu unsurun gelişmiş olması onun olumsuz taraflarını (sömürge haline getirme, köleleştirme vb.) görmemize engel olmamalı.”

  106. 88. nolu iletinin son cümlesinde yazım yanlışı nedeniyle sanki Amerika’nın sömürge haline getirilmesini desteklediğim gibi bir algı oluşmuş, yukarıda 95. iletide o cümlenin doğru şeklini yazdım.

    Ayrıca tekrar altını çizerek belirteyim: Amerikanın Batı tarafından insafsızca sömürülmesini ve bu sömürüye bağlı olarak milyonlarca insanın ölmesi ve köleleştirilmesini son derece yanlış buluyorum.

  107. “Cin gibi kokleri cok eskiye dayanan bir uygarlik uzerine bu tur genellemeler yapmagi riskli bulurum. Fazlasiyla bati-merkezli bir yaklasim sergilemis oluruz.” demişsiniz.

    Aslında Çin bir örnektir. Doğu medeniyetini bir ölçüde simgelen örnek. Evet genelleştirmeler yanlış olabilir Çin’de de büyük olasılıkla özgür düşünen insanlar çıkmıştır.

    Ama merkeziyetçi devlet geleneğinin bu tür düşüncelerin yaygınlaşması ve gelişmesine izin vermediğini düşünüyorum. Çünkü Çin’de o dönemlerde, Batı’ya göre oldukça uzun süreli merkezi bir devlet geleneği vardı. Batı’da ise birbiriyle rekabet eden (Amerika’nın keşfi sırasında) bir sürü devlet vardı ve bu dönem epey uzun süreli bir dönemdi. Çin o zaman için böyle bir dönemi bildiğim kadarıyla yaşamadı. Antik çağda Yunanlılar da tek bir devlet altında toplanmış değillerdi, kendi aralarında rekabet eden bir sürü şehir devletleri (Atina, Sparta,Korint, Teba vb. vardı.) Çin de böylesi bir süreci belki yaşamıştır, orada da dediğiniz gibi bir sürü özgür düşünen insanlar çıkmıştır zamanında ama o sıralarda Çin’de merkezi bir devlet vardı.

    Merkezi devlete sahip olmanın sorgulama, özgür ve bağımsız düşünmeyi önemli ölçüde engellediğini düşünüyorum. Buna inanman için çok neden var. Kültür vb. şeylerde elbette bununla ilgili.

  108. “Örneğin insanın felsefeye ihtiyacı var mı?”

    Benim baktigim yerden, ‘felsefe’ denilen ugrasi, adina ‘bilim’ dediklerimizi sorgulamak, ‘bilim’lerin cikarimlarinda kullandiklari veri altyapisinin ve mantik orgusunun tutarliligini denetlemek icin elzem bir faaliyettir.

    Baska bir deyisle, ‘felsefe’ bir ‘meta-science’dir (bilimler-ustu bir platformu temsil eder).

    Sekuler yaricahillerimizin gariban karacahil ahaliye yillardir yutturdugu uzere, teolojik meselelerde taraf tutmak gibi bir amaci yoktur.

    Cunku, gercek felsefenin boyle sufli amaclari olamaz; amaci olanlara ideoloji diyoruz –ki, onlar da felsefenin sorgulama sahasina dahildir ama parcasi degildir.

    Bu arada, yukarida bir yerlerde benim ‘sosyal Darwinist’ olabilcegim bahsi gecmis. O konuda serh dusmek isterim:

    Darwin’in ‘Origin of Species’de yazdiklarindan bagimsiz olarak, zaman icinde ortaya cikan ‘Darwinizm’, oncelikle devrin Ingiltere’sinde, bilimsel gibi gorunerek kitleleri kandirmak amaciyla kullanilmistir.

    Cikarim cizgisi basittir: “Aptal insanlar zengin olamaz, olsa da bu uzun surmez. Dolayisi ile, zengin olup, bu zenginligi muhafaza edebilenler, aptal degil –bilakis– akillidir. Akilli, yani digerlerine ustun.

    Yani, zengin tabakanin zenginligi bir somuruden kaynaklanmaz; tersine, ‘natural selection’un (‘survival of the fittest’in) sonucudur. Yani, bu taa genlere kadar gider ve kimsenin buna itiraz etmesi anlamli degildir.”

    Bu cizgi, daha sonralari, ‘Eugenics’ adiyla bilinen akimin agababasidir.

    Mucrimlerin (crippled), zeka ozurlulerin, homoseksuellerin nufustan budanmasi gerektigini, buna karsilik zenginlerin (yani, zeki ve akilli olanlarin) tesvik edilmesini ongoruyorlardi.

    O da, ustun irk yaratmak cabalarinin temelindeki mesruiyet iddialarini teskil eder –yani, fasizm ile cok kisa bir mesafesi vardir (kronolojik anlamda).

    Benim baktigim yerden, ‘sosyal Darwinism’ ‘Eugenics’in kulaga hos gelebilcek kamuflajidir ve kendimi hic bir sekilde yakin bulmam.

    Bu konuda biraz daha detayli bir izahat icin suraya bakilabilir:

    https://en.wikipedia.org/wiki/Social_Darwinism

    http://blogs.britannica.com/2009/02/beyond-darwin-eugenics-social-darwinism-and-the-social-theory-of-the-natural-selection-of-humans/

    Ayrica, ‘Eugenics’ ‘Fascism’ gibi kelimleri (bir arada) Internet’te aratirsaniz, aralarindaki iliskiyi anlatan cok sayida yazi/makale bulabilirsiniz.

  109. 90’a. Günümüzde devrimci kalmadığından söz ediyor, sen 40 yıl önceki Deniz Gezmiş’i örnek veriyorsun. Öfkenden okuduğunu anlamıyorsun.

  110. “Ama merkeziyetçi devlet geleneğinin bu tür düşüncelerin yaygınlaşması ve gelişmesine izin vermediğini düşünüyorum.”

    Bence sebep-sonuc iliskini hem tersinden kuruyorsunuz, hem de ‘merkeziyetçi devlet geleneğinin’ ortaya cikisinin kronolojisini ihmal ediyorsunuz.

    Cin’deki merkezi devlet yapisinin, merkezi bir otoritenin princ tarlalarinin sulanmasi icin gerekli kanallari acmasi ve onlari da –hakkaniyeli bir sekilde– ihtiyac sahiplerine kullandirmasi ihtiyaci ile basladigi iddia edilir.

    Makul buldugum bir teoridir.

    Ama, pirinc ziraatinin Cin’de kaal u beladan beri var ve yaygin oldugunu iddia edemeyiz herhalde.

    Millet birbirine baka baka, ornek alarak, yayginlasmis olmalidir ve bu da (iletisim imkanlarini goz onune alirsak) uzun zaman almis olmaldir.

    Yani, merkezi devleti dayatacak sartlar da aniden ortaya cikmis degil.

    Ondan onceleri baska yapilar var, ve kimsenin kimseye oyle cok da otorite koymasi sozkonusu degil.

    Ardindan, merkezi devlete yonelik tercihin ortaya cikisi sureci geldi ve –eminim– bu da hayli tartismali (hatta, kanli) oldu.

    Insan evladinin iki bin sene icinde olaganustu bir evrim gecirdigini iddia etmeyeceksek, iki bin sene once de meselere derinligine (ve farkli) bakan insanlarin olmasini yadirgamaliyiz.

    Cin’in temel farki, bu tur konulari cok onceleri tartismis ve bir hal yoluna koymus olmalari ve artik tartismaga gerek duymaz olmalariydi.

    Malum, keferenin, “if it ain’t broke, don’t fix it” (arizali degilse, tamir etme) diye bir lafi var. Cin, uzun yillar boyunca bu durumdaydi.

    Daha sonralari, arizali oldugunu anladiklari zaman da, oyle bir /tamir/ ettiler ki, evlere senlik (bkz Mao et. al.); ama o ayri bir konu.

    “Çünkü Çin’de o dönemlerde, Batı’ya göre oldukça uzun süreli merkezi bir devlet geleneği vardı.”

    Dogru. Ama, bu illa menfi bir sey olmak zorunda degil.

    “Batı’da ise birbiriyle rekabet eden (Amerika’nın keşfi sırasında) bir sürü devlet vardı ve bu dönem epey uzun süreli bir dönemdi. Çin o zaman için böyle bir dönemi bildiğim kadarıyla yaşamadı.”

    Bu yanlis. Cin’de de cok sayida feodal alt-iktidar gruplari vardi. Kimi zaman bunlar ulkeyi bolup, bir kisminda kendi ust-iktidarlarini da olusturyorlardi. Aralarinda rekabetin olmadigini iddia etmek de pek mantikli olmaz.

    “Merkezi devlete sahip olmanın sorgulama, özgür ve bağımsız düşünmeyi önemli ölçüde engellediğini düşünüyorum. Buna inanman için çok neden var. Kültür vb. şeylerde elbette bununla ilgili.”

    Bunu soylemek, bir anlamda, mikro-organizmalarin makro-organizmalardan daha iyi (tercih edilmesi gereken anlaminda) oldugunu soylemek gibi bence.

    Evrim o istikamette gelismiyor.

    Mikro-organizmadan makro-organizmaya geciste –tabii ki– bazi avantajlar kaybedilior; ama, nihai analizde, makro-organizmaya gecisin kararini toplamdaki fayda/maliyet tayin ediyor.

    Vazgecip tekrar mikro-organizmaya donmus ve hayatta kalmis bir canli bilmiyorum ben.

    [Bu arada, ‘merkezi devlet’ bildigimiz Osmanli’nin Bati Akdeniz’i ve Bati Afrika’yi nasil ‘fethettigi’ni, gercekten de merkezi olup olmadigini; Fetret Devrinden (ki, buyrun size dagitik yapi) ahalinin neden tekrar tek devlet, tek bayrak vb.ye rucu ettigini; bugun bile ulasamadigimiz derecede bir dusunce ozgurlugunun yasandigi 15-16 yy.daki Anadolunun neden bundan vazgecip Ebussuud Efendi gibi birisini Seyhulislam yaptigini ve neden butun bunlarin esasen merkezi devletten de sultandan da bagimsiz oldugunu yazacaktim.. ama, yerim dar, yenim dar 🙂 ]

  111. 90-marxist argüman

    Yoo, hayır, kapıkulu diye nitelediğiniz Necip’in hayranı, halkla ilişkiler sorumlusu, fan kulüp üyesi değilim.

    Kişileri ajanlıkla yaftalamak son yıllarda çok revaçta, siz de mi kaptırdınız kendinizi bu akıma?

    Dinle ilgili deneyimi oldukça fazla olup, bir dindarı ters köşeye yatıracak kadar maharetli ateistler de vardır. Necip’in böyle bir ateist olma ihtimali de yüksektir.

    Necip’in yazdıklarına dikkatle bakarsanız, ‘Sosyal Darwinist’ söylemle cevaplar verdiğini görürsünüz.

    Abartmayın her şeyi…

  112. KAPİTALİZM NEREYE GİDER?

    “Ortaya Çıkışı”

    Ekonomik sistem olarak değerlendirildiğinde kapitalizm, dört üretim faktöründen üçüne göre biçim alabilen bir ekonomik sistem.

    Dört üretim faktörü; emek, sermaye, doğal kaynaklar ve girişim gücü olarak sayılıyor (bunların üretimden aldıkları paylar da sırasıyla; ücret, faiz, rant ve kâr olarak belirleniyor.)

    Emeğin kapitalizmi olmuyor. Emek, ekonomik sistemin yönetim ve yönlendirilmesinde başrole geçiyorsa o zaman sistemin adı sosyalizm (ya da derecesine göre sosyal demokrasi, komünizm) oluyor. Buna karşılık eğer toprak sahiplerinin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu tarım ağırlıklı bir sistem söz konusuysa tarım kapitalizmi, ticaret burjuvazisinin üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu ticaret ağırlıklı bir sistem söz konusuysa ticaret kapitalizmi oluyor.

    Tarım kapitalizmi ortaçağda yaşanmış olan feodalizmin, ticaret kapitalizmi ise yeniçağda yaşanmış olan merkantilizmin sistemi. 19. yüzyılda başlayan sanayi devrimiyle birlikte kapitalizm bu kez sanayi kapitalizmine dönüştü. 20. yüzyılda da finans kapitalizmi ortaya çıktı. Bugün kapitalizm dediğimiz sistem büyük ölçüde sanayi ve finans kapitalizminin ortak görünümünü yansıtıyor. Bugünkü ‘sanayi-finans kapitalizmi’ ağırlıklı sistemde feodal yapısını büyük ölçüde kaybetmiş olsa da tarım kapitalizmi ve merkantilist yapısı değişmiş olsa da ticaret kapitalizmi hala geçerliliğini koruyor. Ne var ki, sanayi ve finans kapitalizminin yanında ağırlıkları o kadar fazla hissedilmiyor. O nedenle bugün kapitalizm dendiğinde büyük ölçüde sanayi ve finans kapitalizminin birlikte oluşturdukları yapı anlaşılıyor.

    “Tanımı ve özellikleri”

    Bugünkü çerçevede ele alırsak bir ekonomik sistem olarak kapitalizmin; üretim araçlarının sahipliğinin ve denetiminin özel kesim elinde olduğu bir sistem olarak tanımlandığını görürüz. Özel kesim, bu araçları, konulmuş kurallar içinde, kendi çıkarları için yönlendirir ve kullanır. Bu yönlendirme piyasa ekonomisi çerçevesinde arz ve talep kurallarına göre olur. Kapitalizmin temel itici gücü en yüksek çıkarın elde edilmeye çalışılmasıdır. Bu çerçevede üretici en düşük maliyetlerle en yüksek kârı, tüketici en düşük harcamayla en yüksek tatmini elde etmeyi amaçlar. Sonuçta üreticinin, tüketicinin, tasarruf sahibinin, yatırım yapanın, devletin çıkarları birbirini dengeler ve toplum için ideal bir denge ortaya çıkar. Bir başka ifadeyle herkesin kendi öz çıkarını en üst noktaya taşımaya çalışması, ekonomik refahın da en üst noktaya çıkmasını sağlayan bir dengeye ulaşmamızı sağlar.

    Klasik iktisatçılar (Adam Smith’den Alfred Marshall’a kadar uzanan kuşak) kapitalist sistemde, sistemin özünü bozacak, ‘çıkar-yarar dengesi’ni zedeleyecek müdahaleler ve düzenlemeler yapılmadığı takdirde, sistemin her zaman dengede olacağını öne sürerler. Arada bir ortaya çıkacak dengesizliklerin geçici olacağını ve müdahale edilmediği sürece sistemin dengeyi yeniden kendiliğinden sağlayacağını iddia ederler.

    “Gerçekler”

    Bu iddialara karşın ‘sanayi-finans kapitalizmi’ irili ufaklı birçok kriz yaşadı. Bunlardan ikisi çok büyük çaplı ve uzun süreli oldu. İlki 1873 yılında başlayıp yaklaşık çeyrek yüzyıl süren ‘Uzun Depresyon’, ikincisi de 1929 yılında başlayıp 10 yıla yakın süre devam eden ‘Büyük Depresyon’dur.

    Keynes, kapitalizmin, kendi kendini dengeye getirecek güçlere sahip olduğu iddiasının boş olduğunu, ekonominin kendi haline bırakıldığı takdirde işsizliğin artmaya devam edeceğini ve durgunluk ya da küçülmenin büyümeye döndürülemeyeceğini öne sürdü. Gerçekten de kapitalizm, kişilerin ve kurumların kendi çıkarlarını maksimize etme peşinde koşarken bir yandan da toplumun genel refahını maksimize etmelerini otomatik olarak sağlamıyor, bazen tam tersine krizlere yol açabiliyordu. Gelişmiş dünyada Keynes’in yaklaşımı uygulandıktan sonra kapitalizm krizden çıkabildi.

    Kapitalizm, benzer krizleri yaşamaya devam ediyor. ‘Büyük Depresyon’dan sonra da irili ufaklı birçok krizle karşılaşan kapitalizmin o tarihten bu yana yaşadığı en büyük kriz halen içinden geçmekte olduğumuz ‘Küresel Krizdir (Büyük Resesyon)’.

    “Hangi kapitalizm?”

    Kapitalizm, her ne kadar yukarıda ortak bir çerçeve içinde tanımlanmış bir sistem olarak görünse de aslında bu sistemi uygulayan ülkelere baktığımızda sistem böyle ortak bir çerçeveye sığmıyor.

    Kimi ülkelerde kurallar iyi çerçevelenmiş olduğu için sistem, ortak refahın sağlanmasına yönelik olarak daha etkin çalışabiliyor. Gelişmiş batı ülkeleri, Japonya bunlara örnek olarak verilebilir. Ne var ki, bunlarda da kurallar, yaratıcılığa daha fazla yer açmak için gevşetildiğinde kriz çıkabiliyor. Bunu küresel kriz döneminde fazlasıyla gözlemledik. 1980’lerde başlayıp 2000’lerin ilk on yılına kadar uzanan dönemde moda olan ‘deregülasyon’, denetimlerin gevşetilmesi, piyasaların kendi haline bırakılması yaklaşımları sonunda kriz çıktı. ‘Uzun Depresyon’ ve ‘Büyük Depresyon’, sistemin kendiliğinden dengeye geleceği iddiasının ve dolayısıyla ‘görünmeyen el’in düzelmesine bırakılmasının kriz yaratabileceğini göstermişti. Küresel kriz, kuralların fazla gevşetilmesinin, denetimlerin asgari düzeye düşürülmesinin de kriz yaratabileceğini kanıtladı.

    Kimi ülkelerde üretim araçlarının mülkiyeti ağırlıklı olarak kamu kesiminde bulunuyor. Özel kesim şirketleri ancak kamu kesiminin izin verdiği alanlarda kamu kesiminin kurduğu şirketlerle birlikte üretim yapıyorlar. Çin ve Kore, kapitalizmin bu tür uygulanmasının örnekleri arasındadır. Bu örgütlenme biçimi tam olarak kapitalist bir üretim biçimi tanımına uymuyor.

    Bütün bu farklılıklara karşın bugünkü küresel sistem kapitalizmin her yerde egemen olduğu bir dünya sistemini tanımlıyor.

    “Kapitalizmin bugünkü yüzü”

    Yukarıda da değindiğim gibi bugün sanayi ve finans ağırlıklı kapitalizmin tek bir tanımını yapmak doğru olmayabilir. Tanımlamayı üretim araçlarının mülkiyetinden ya da ‘çıkar-yarar ilişkisi’nden giderek yapmak yerine ‘uygulamaya bakarak yapmak’ belki daha doğru olabilir.

    Batının gelişmiş ekonomilerinden bazılarına baktığımızda ‘büyük sermaye kapitalizmi’nden söz etmek doğru olabilir. Bu ülkelerde büyük sermayeli şirketler piyasaya egemenler. Bu ülkelerde birçok piyasada artık kapitalizmin romantik çağlarında olduğu gibi ‘serbest piyasa sistemi’ ve ‘serbest rekabet’ değil, ‘oligopolistik piyasa sistemi’ ve ‘sınırlı rekabet’ söz konusu.

    Rusya’ya baktığımızda bambaşka bir kapitalizm görüyoruz. Eskinin sosyalist ekonomisi, 1980’lerde içinde girdiği ‘küreselleşmeye geçiş aşaması sonrası’nda, kuralların kişilere göre oluşturulduğu, az sayıda ayrıcalıklı bir grubun, kamu kaynaklarının da desteğini alarak yönettiği ve nemalandığı bir kapitalist sisteme dönüştü. Bu sisteme kapitalizm demektense belki ‘oligarşik kapitalizm’ demek daha doğru olur.

    Gelişmekte olan ülkelerin çoğunda durum farklı görünüyor. Bu ülkelerde kurallar iyi belirlenmediği, demokrasi tam olarak oturmadığı için piyasalara iyi niyetli olmayan müdahaleler yapılabiliyor. Yolsuzluklara açık düzenleme ve uygulamaların varlığı bu ülkelerde sürekli siyasal veya ekonomik kriz yaşanmasına neden oluyor. Bu durumdaki ülkelerin uyguladığı sistemi kapitalizm olarak değil ‘ahbap çavuş kapitalizmi (crony capitalism)’ olarak adlandırmak daha doğru olabilir.

    Tuhaf bir durum belki ama bugün kapitalizmi en doğru uygulayan ülkeler aslında sosyalizm ile kapitalizmin karma bir uygulaması içinde bulunan Kuzey Avrupa ülkeleri (İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka).

    “Kapitalizm nereye gider?”

    Yaklaşık 90 yıl önce kapitalizmin kendi haline bırakılması halinde kriz yaratacağını söyleyen ‘Keynes’ haklıydı.

    Kapitalizm, ‘görünmeyen el’e bırakıldığı ya da ‘çıkar-yarar ilişkisi’nin her şeyi en iyi biçimde düzenleyeceğine ve yönlendireceğine güvenip de kurallar ve denetimler gevşetildiği zaman kriz yaratıyor. Bunu hala içinde çabaladığımız küresel kriz (15 Eylül 2008 – devam ediyor…) bize açıkça bir kez daha gösterdi.

    Bu gerçeklere karşılık kapitalizm ‘büyüme’ye (growth) koşullanmış bir sistem. Büyüme durduğunda sistem çökme noktasına geliyor. Kapitalizmin giderek kuralları gevşetmesinin, denetimi hafifletmesinin, bazı yolsuzlukları görmezden gelmesinin ardında bu korku yatıyor. Varsın kurallar gevşesin, varsın denetim olmasın varsın biraz yolsuzluk da olsun, yeter ki büyüme devam etsin. Ne var ki, ekonomik büyüme artık sınırlara gelip dayandı. Büyümenin buradan öteye zorlanması dünyayı birçok olumsuzluğun içine itecek gibi görünüyor.

    Geldiğimiz nokta ya ‘büyüme’ ya da ‘dünya’ gibi bir seçime götürüyor bizi.

    Kızılderili sözü:
    “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

    17 Nisan 2016 Pazar
    Mahfi Eğilmez
    Hazine eski müsteşarı, Kadir Has Ünv. öğretim üyesi
    http://www.mahfiegilmez.com/2016/04/kapitalizm.html

  113. Simdi.. bir kahvede karsilikli oturup konusuyor olsaydik, “yahu, baska konu kalmadi da beni mi konusuyorsunuz. Parmagima degil, isaret ettigi yere baksaniza” derdim.. Ama, oyle bir yerde degiliz; dolayisi ile, diyemiyorum 😉

    “Dinle ilgili deneyimi oldukça fazla olup, bir dindarı ters köşeye yatıracak kadar maharetli ateistler de vardır. Necip’in böyle bir ateist olma ihtimali de yüksektir.”

    Madem bahis konusu oldu, aciklayayim: Ateist degilim. Uzun yillar (benim acimdan, kisisel anlamda) cok mesakkatli gecen, agnostiklikle ateislik arasinda gidip gelmelerle dolu, bir surecin sonucunda Deist olmak en makul secim gorundu. Epeyi zamandir orada karar kilmis durumdayim.

    Tabii, deizmin de turlu cesitleri var. O yuzden, azicik daha detaya gireyim:

    Benim acimdan, evet bir yaraticinin varligi makul. Ama, bu –easen– matematik ve fizikte karsilastigimiz ‘singularity’ gibi. Dolayisi ile, mudahil olmayan bir yaratici.

    Dinleri (organize ya da degil) reddetmek gibi bir takintim da yok. Hepsinin varligi benim acimda hem bir tur akademik merak, hem de folklorik zenginlik.

    Bunu tam da bu kelimelerle degil de, biraz daha usturuplu sekilde soyleyince (yani, Allahin varligina inandigimi soyleyince), dindarlarla sorun yasamiyor oluyorum.

    Buna karsilik, dinleri –ibadet/itikat muntesibi olmak baglaminda– kaale almadigimi soyleyince de ateistlerle gul gibi gecinip gidiyorum.

    Agnostikler zaten hicbir zaman sorun olmadi.

    Huzur deizmde.. 🙂

    Not: Deismin tapinagi da, peygamberi de, mezhebi de, tarikati da olmadigi icin; misyonerlik filan da yapmiyor oldugum izahtan varestedir.

  114. Tespitlerinize katılıyorum.Lakin gezideki direniş ruhununda bittiği kanısındayım.Benzer bir direniş karşısında Osmanlı Ocakları vb faşist kitleden tutun imamına hatibine kadar yobaz ve gerici sürüyü de harekete geçirmekte tereddüt etmeyecektir.

  115. “Merkezi devlete sahip olmanın sorgulama, özgür ve bağımsız düşünmeyi önemli ölçüde engellediğini düşünüyorum. Buna inanman için çok neden var. Kültür vb. şeylerde elbette bununla ilgili.” iddiama karşılık şunu demişsiniz:

    “Bunu soylemek, bir anlamda, mikro-organizmalarin makro-organizmalardan daha iyi (tercih edilmesi gereken anlaminda) oldugunu soylemek gibi bence.”

    Aslında birçok açıdan mikrorganizmalar değişen şartlara en uygun canlılardır. Yeryüzünde gerçekleşen 5 büyük olağanüstü yıkıma dayanabilen belki de tek canlı türüdür. Hızla değişimlere ayak uydurabilirler ve son derece yaratıcıdırlar. Yani mikroorganizmalar sanıldığının aksine yaratıcılıktan uzak canlılar değildir.

    Makro-organizmalar ise sözünü ettiğiniz merkezi devlete sizin sandığınız kadar da benzemezler. Örneğin makro-organizmalar da merkezi ve bir avuç üst düzey bürokrasiyi kim temsil ediyor? Tepesinde bir nöronun diktatör veya başkan olduğu, neredeyse tüm kaynakları bir kaç nöronun kullandığı bir şey beyinde yok. İnsan beyni derseniz, beyin milyarlarca nörondan oluşuyor. Ve devlete benzer biçimde, merkezi olarak çalışmıyor. Bir nöronun onbinlerce bağlantısından söz ediyoruz.

  116. Çindeki feodal sistemin onlara Avrupadaki devletlerde olduğu gibi özgürlükçü olmasına imkan tanıyor muydu?

    Sadece tek başına ayrı ayrı devletlerde olması aslında yeterli değil. Gerekli belki ama yeterli değil. Bir de bakış açısı, zihinsel devrim denilen bir şey var. Avrupa bunu Rönesans ile başarmıştı. Çin’de Avrupa’da olduğu gibi bir Rönesans oldu mu? Çin’de bu yönde bir zihinsel devrim olduğuna dair bir kanıt yok.

    Bu zihinsel devrimle birlikte insanların özgür ve bağımsız düşünmenin önemini anlamış olması gerekir. Yoksa ağanın, feodal lordun kölesi olan bir insan bağımsız düşünemediği için pek fazla bir şey de gerçekleştiremeyecektir.

  117. ANTROPOLOG RALPH LINTON

    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns…We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

  118. “Vazgecip tekrar mikro-organizmaya donmus ve hayatta kalmis bir canli bilmiyorum ben.”

    Dünya canlılar tarihini çok iyi okumadığınızı ve bu konuyu iyi araştırmadığınızı düşünüyorum.

    Şartlara bağlı bir olay bu. Ama dediğim gibi aslında bakteriler değişimlere çok hızlı biçimde uyum sağlayabilirler. Ve hızla geçirdikleri mutasyonla olağanüstü zor koşullarda yaşayabilirler.

    Örneğin En Büyük Kitlesel yok oluşta sözünü ettiğiniz organizmaların çoğu yok oldu. Şuradan bakın:
    https://evrimarsivi.wordpress.com/2011/08/14/en-buyuk-bes-kitlesel-yok-olus/

    Örneğin en yıkıcı kitlesel yokoluş Permiyen dönemi sonunda olmuştur. Bu dönemde bütün türlerin %96′sı ölmüştür.Yok olanların çok büyük kısmı makro-organizmalardır.

    Yani sözünü ettiğiniz şey şartlarla da ilgili. Ama insan aynı zamanda çevresini ve şartları değiştirebilme gücüne sahip bir canlı. Şu anda dünyanın tepesinde bulunan 62 kişi dünyadaki insanların yarısı kadar kazanabiliyor. Bakın:

    http://www.oxfam.org.uk/media-centre/press-releases/2016/01/62-people-own-same-as-half-world-says-oxfam-inequality-report-davos-world-economic-forum

    Ve dünyada gelir dağılımı giderek daha çok bozuluyor. Yani bir anlamda bu dünyanın en tepesinde bulunanlar ve en çok kazananlar kazandıkları bu servetle dünyanın en önemli enerji kaynaklarını, su kaynaklarını, en kritik yerleri, basın araçlarını ve diğer tüm önemli üretim araçlarını daha çok ele geçiriyor. ve daha çok kazanıyorlar. Buna karşılık an altta olanlar teknolojinin ve üretim imkanlarının gelişmesine karşılık daha çok çalışmak, daha kötü koşullarda çalışmaya veya yaşamaya razı olmak, su kaynaklarının ve bulunduklarını çevrenin kirletilmesine, satılmasına razı olmak zorunda kalıyorlar. Size göre tüm bunlar onların daha çok özgür olmasını mı ve bağımsız düşünmesini mi sağlıyor. Bunun öyle olmadığı bence çok açık.

  119. Şunu da açıklayayım ki yanlış anlaşılmasın:

    Merkezi bir devlette aslında son derece büyük buluşlar, teknolojik gelişmeler yapabilir. Aslında merkezi devletler bu konuda bazı açılardan daha avantajlı olabilir. Ama bence burada asıl mesele büyük teknolojik buluşlar, silahlar vb. geliştirmek de değil. Evet bu da yaratıcılıktır ama yaratıcılığın bir yönüdür, birçok açıdan olumsuzlar içerdiği de söylenebilir.

    Bence burada asıl diğer sorun sorun merkezi devletlerin bu gücün büyük kısmını ufak bir azınlığın çıkarı için kullanmasıdır. Ve buna bağlı olarak bağımsız ve özgürlük düşüncenin yok edilmesi, altta kalanların daha çok sömürülmesidir.

  120. “NEDEN SOSYALİZM?”
    “BENCİL DÜRTÜLERİN SÜREKLİ ÖNE ÇIKARILMASI TEHLİKESİ NE DEMEK?”

    ALBERT EINSTEIN
    “Why Socialism?”,
    “Monthly Review”, Mayıs 1949
    Aslı için ( http://monthlyreview.org/2009/05/01/why-socialism/ )

    [Çevirenler:
    İhsan Kamalak (yrd. doç. dr.), Mersin Ünv.
    Nazım Dura (öğrenci), Mersin Ünv.]

    Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birisinin sosyalizm üzerine görüşlerini açıklaması önerilebilir mi? Bunun birkaç nedenle olabileceğine inanıyorum.

    Öncelikle soruyu bilimsel bilgi açısında ele alalım.

    Astronomi ile iktisat arasında önemli yöntemsel farklılıklar yokmuş gibi görünebilir: Her iki alandaki bilim insanları olaylar arasındaki bağlantıyı olabildiğince anlaşılır kılmak için, belirlenmiş bir grup olayda genel kabul gören yasaları keşfetmeye çalışırlar. Bu tür yöntemsel farklılıklar gerçekte vardır. İktisat alanında genel yasaları keşfetmek, ayrıştırılarak incelenmesi çok zor olan birçok faktör tarafından etkilenen iktisadi olgularca zorlaştırılır. Ayrıca, insanlık tarihinin uygarlık periyodunun başlangıcından beri oluşan birikim (ki çok iyi bilinir) iktisadi olmayan etkenler tarafından sınırlandırılmış ve etkilenmiştir. Örneğin; tarihteki büyük devletlerin çoğu, varlıklarını fetihlere borçludur. Fetihçi insanlar, kendilerini yaygın ve ekonomik olarak fethedilen yerlerde ayrıcalıklı sınıf olarak konumlandırmışlardır. Toprak mülkiyetini ele geçirmişler ve (yönetimine) kendi üyeleri arasından din adamları & yöneticiler atamışlardır. Din adamları eğitim sistemini kontrol ederek toplumdaki sınıfsal bölünmeyi sürekli olarak kurumsallaştırmışlar ve insanların büyük oranda, bilinçsizce uydukları sosyal değerlerle yönlendirilen değerler sistemi yaratmışlardır.

    Fakat tarihsel gelenek geçmişe aittir; Thorstein Veblen’in insanlık gelişiminin “yağmacı aşaması” olarak adlandırdığı şeyin gerçekte hiçbir yerde üstesinden gelememişiz. Bu aşamaya bağlı gözlenebilen ekonomik gerçeklikleri ve onlardan çıkarılan yasaları dahi diğer aşamalara uygulayamayız. Sosyalizmin gerçek amacı insanlık gelişiminin yağmacı aşamasını kesin olarak ortadan kaldırmak ve daha ileri gitmek olduğu için, iktisat bilimi mevcut durumuyla geleceğin sosyalist toplumuna çok az ışık tutabilmektedir.

    İkinci olarak; sosyalizm bir “sosyal-ahlâksal” amaca yönelmiştir. Bilim diğer taraftan amaçları yaratamaz ve onları insanların zihinlerine yerleştiremez; bilim, en çok belirli amaçlara ulaşmayı sağlayabilecek araçları sunabilir. Fakat bu amaçların kendileri yüksek ahlâk ideallerine sahip kişilerce algılanırlar ve bu idealler (henüz başarısız olmamışlar, gerekli ve güçlü iseler) toplumun yavaş gelişimini belirleyen yarı bilinçli insanlar tarafından adapte edilirler ve ileri götürülmeye çalışılırlar.

    Bu nedenlerden dolayı, insanlarla ilgili sorunlar olduğu zaman, bilimin ve bilimsel yöntemin yapabilecekleri konusunda abartılı olmamaya dikkat etmeliyiz; ve toplumun organizasyonunu etkileyen sorunlar konusunda tek söz söylemesi gerekenlerin uzmanlar olması gerektiğini düşünmemeliyiz.

    Son zamanlarda birçok ses, insanlığın bir krizden geçtiğine ve istikrarın tehlikeli biçimde kesintiye uğradığına vurgu yapmaktadır. Bireylerin (küçük veya büyük) bağlı oldukları gruplara karşı duyarsız, hâttâ düşman olması bu gibi durumların karakteristik özelliğidir. Ne kastettiğimi göz önüne sermek için, kişisel bir deneyimimi aktarmak isterim. Yakın bir zamanda iyi niyetli aydın bir insanla, bence insan varlığının sonu anlamına gelecek olan yeni bir savaş tehlikesi üzerine konuştum. Böyle bir tehlikeye karşı sadece uluslar-üstü bir kurumun koruma sunabileceğini öne sürdüm. Bunun üzerine misafirim rahat ve soğukkanlı bir biçimde “neden insan ırkının yok olmasına bu kadar karşısın?” diye sordu.

    Çok değil bir yüzyıl öncesine kadar, hiç kimsenin böyle bir düşünceyi bu kadar rahat ileri süremeyeceğinden eminim. Bu, kendi içinde bir dengeye ulaşmaya çalışmış ve başarıya ulaşacağına umudunu az-çok yitirmiş bir insanın düşüncesidir. Bu, bugün birçok insanın etkilendiği yalnızlık ve izolasyonun dışa vurumudur. Nedeni nedir? Bir çıkış yolu var mıdır?

    Bu soruları sormak kolaydır, fakat onlara ikna edici yanıtlar vermek hiç kolay değildir. Ben duygularımızın ve mücadelelerimizin çok sık olarak çeliştiğini, belirsiz olduğunu ve basit ve sade formüllerle açıklanamayacaklarının farkında olsam da, elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım.

    İnsan aynı anda hem yalnız hem de toplumsal bir varlıktır. Yalnız bir varlık olarak, (insan) kendi kişisel arzularını tatmin etmek ve yaradılıştan gelen özellikleri geliştirmek için kendilerinin ve yakınlarının varlıklarını korumak ister. Sosyal bir varlık olarak (ise, insan) diğer insanların şefkat ve takdirini kazanmaya, onlarla zevklerini paylaşmaya, onların acılarını dindirmeye ve yaşam koşullarını geliştirmeye çalışır. Yalnızca sık sık çelişen bu farklı gayretlerin varlığı, bir insanın özel karakterini açıklar; ve bunların özel bileşimi insanın iç dengesini ne dereceye kadar kurabileceğini ve toplumun refahına bulunabileceği katkıyı belirler. Bu iki dürtünün göreli gücünün temel olarak kalıtım yoluyla belirlendiği büyük olasılıktır. Fakat sonunda ortaya çıkan kişilik, gelişimi boyunca kendini içinde bulduğu çevre, içinde büyüdüğü toplumun yapısı ve o toplumun geleneği ile yetiştirilme biçimi tarafından şekillenir. Soyut toplum kavramı, birey olarak insana, kendi çağdaşları ve kendinden önceki bütün kuşaklarla doğrudan ya da dolaylı bütün ilişkilerinin toplamını ifade eder. Birey, tek başına düşünebilir, hissedebilir, mücadele edebilir ve çalışabilir; ancak fiziksel, duygusal ve entelektüel olarak topluma öyle bağlıdır ki, onu toplum dışında düşünmek ya da anlamak imkânsızdır. İnsana, yiyecek, giyecek, ev, iş araçları, dil, düşünme biçimleri, ve düşüncelerin içeriğini sunan “toplum”dur; İnsan yaşamını olanaklı kılan “toplum” kavramının arkasında, geçmişte ve bugün yaşayan milyonlarca insanın emeği ve başarıları bulunmaktadır.

    Bu yüzdenden de bireyin topluma bağımlılığı (tıpkı karınca ve arılarda olduğu gibi) ortadan kaldırılamayacak olan doğal bir gerçektir. Diğer taraftan, karıncaların ve arıların bütün yaşam süreci kalıtsal içgüdülerle sıkı ve detaylı biçimde belirlenirken, insanların birbirleriyle ilişkileri ve sosyal modelleri çok farklıdır ve değişime açıktır. Bellek, yeni bileşimler yapma kapasitesi ve sözlü iletişim yeteneği, insanlar arasında biyolojik ihtiyaçlar olmayan gelişmeleri olanaklı kılmıştır. Bunun gibi gelişmeler; kendilerini gelenekler, kurumlar ve kuruluşlarda; edebiyat; bilimsel ve teknik başarılarda; sanat çalışmalarında gösterir. Bu, insanın kendi yaşamını kendi davranışları ile etkileyebileceğini ve bu süreçte bilinçli düşünüşün ve arzulamanın rol alabileceğinin nasıl olduğunu kesin biçimde açıklamaktadır.

    İnsan, kendi türünün özelliklerinden olan doğal arzular da dahil, sabit ve değiştirilemeyen bir yapıyı doğuştan, kalıtsal yollardan kazanmaktadır. Ayrıca, yaşamı boyunca iletişim ve diğer birçok etki çeşitleri ile topluluktan edindiği kültürel yapıyı almaktadır. Zamanla değişime açık olan ve büyük oranda bireyle toplum arasındaki ilişkiyi belirleyen bu kültürel yapıdır. Modern antropoloji, bizlere, ilkel olarak adlandırılan toplumların karşılaştırmalı incelenmesi ile insanların sosyal davranışlarının geçerli kültürel modellere ve toplumda ağır basan örgütlenme biçimlerine bağlı olarak büyük oranda değişebileceğini göstermiştir. İnsan yaşamını iyileştirme mücadelesini verenlerin umutlarını bağlayacakları budur: İnsanlar, biyolojik yapıları dolayısıyla, birbirlerini yok etmeye ya da zalim birinin insafına kalmaya, bencil/kötü kadere sığınmaya mahkûm edilmemişlerdir.

    İnsan yaşamını mümkün olduğunca tatmin edici bir duruma getirmek için, toplum yapısını ve insanın kültürel davranışlarını nasıl değiştirebileceğimizi kendi kendimize sorarsak, değiştiremeyeceğimiz kesin koşullar olduğu gerçeğinin sürekli olarak bilincinde olmamız gerekir. Daha önce de bahsedildiği gibi, insanın biyolojik doğası, bütün pratik amaçlar için, değişime konu değildir. Ayrıca son birkaç yüzyıldaki demografik ve teknolojik gelişmeler, günümüzde de ayakta duran koşullar oluşturmuştur. Varlıklarını devam ettirebilmek için zorunlu olarak birçok mala ihtiyaç duyan görece kalabalık toplumlarda, yoğun bir iş-bölümü ve merkezileşmiş üretim yöntemleri kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda, mükemmel görünen bireylerin ya da küçük grupların kendi kendilerine tamamen yetebildikleri zaman çoktan geçmiştir. İnsanoğlunun artık evrensel bir üretim ve tüketim toplumu oluşturduğunu söylemek bir abartı olmayacaktır.

    Zamanımızın krizinin özünü bana göre neyin oluşturduğunu özetle belirteceğim noktaya gelmiş bulunuyorum.

    Bu, bireyin toplumla olan ilişkisiyle ilgilidir. Birey, her zamankinden daha çok topluma bağımlı olduğunun bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı pozitif bir varlık, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil de, doğal haklarına hâttâ ekonomik varlığına tehdit olarak değerlendirmektedir. Ayrıca, toplum içindeki konumu öyledir ki, doğal olarak zayıf olan sosyal dürtüleri yavaş yavaş bozulurken, yapısının bencil dürtüleri sürekli öne çıkarılmaktadır. Toplumdaki konumları ne olursa olsun, bütün insanlar bu tür bozulmadan etkileniyorlar. Kendi bencilliklerinin mahkûmu olduklarını bilmeden, güvensiz, yalnız; ve yaşamın basit, sade ve saf zevklerinden yoksun hissetmektedirler. İnsan, kısa ve tehlikeli yaşamın anlamını, sadece kendini topluluğa adayarak bulabilir.

    Bugün de olduğu gibi kapitalist toplumdaki ekonomik anarşi, bence, şeytani kötülüklerin gerçek kaynağıdır. Önümüzde, kolektif emeğin ürünlerinden (zorla değil, hukuken belirlenmiş kuralara göre yapılan) birbirlerini mahrum bırakma uğraşı verenlerin üyesi olduğu büyük bir üreticiler topluluğu görmekteyiz. Bu bağlamda, üretim araçlarının (bu, sermaye ve tüketim malları üretimi için gerekli bütün üretim kapasitesi demektir) hukuksal olarak ve büyük oranda bireylerin özel mülkiyetinde olduğunun farkında olmak önemlidir.

    Basit biçimde, terimin alışılmış kullanımına tam uygun olmasa da, üretim araçları mülkiyetinde payları olmayanları “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim araçlarına sahip olanlar, işçilerin emek gücünü satın alacak konumdadırlar. İşçiler, üretim araçlarını kullanarak, kapitalistlerin mülkü (olacak) olan yeni mallar üretmektedirler. Bu sürecin temel noktası, her ikisi de gerçek değer olarak (hesaplandığı kabul edilen), işçilerin ürettikleri ile onlara ödenenler arasındaki ilişkidir. İş anlaşması “serbest” olduğu sürece, işçinin aldığı (ücret) ürettiği malların gerçek değeri ile değil, fakat asgari ihtiyaçları ve iş için birbirleriyle rekabet eden emekçilerin sayısıyla bağlantılı olarak, kapitalistlerin işgücüne olan gereksinimleri tarafından belirlenir. İşçi ücretlerinin, ürettiklerinin değerine göre belirlenmediğinin teorik olarak da anlaşılması önemlidir.

    Kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik gelişmeler ve artan iş bölümünün küçük birimler aleyhine büyük üretim birimlerinin kurulmasını teşvik etmesi nedeniyle, özel sermaye birkaç elde toplanma eğilimi göstermektedir. Bu gelişmelerin sonucu, demokratik olarak örgütlenmiş siyasal toplum tarafından dahi olağanüstü gücü kontrol edilemeyen bir özel sermaye oligarşisidir. Bu; yasama organı üyeleri siyasal partilerce seçilseler de, pratik nedenlerle yasamayı (organını) seçmenlerden koparan (özel) kapitalistlerce finanse edildikleri veya etkilendikleri için doğrudur. Sonuç ise, halkın temsilcilerinin olanakları kısıtlı kesimlerin çıkarlarını gerçekte yeterince koruyamamalarıdır. Ayrıca, mevcut koşullarda özel kapitalistler basın, radyo, eğitim gibi bilginin ana kaynaklarını doğrudan veya dolaylı olarak kontrol etmektedirler. İşte bu yüzden de, tek tek vatandaşların nesnel yargılara varmaları ve siyasal haklarını entelektüel biçimde kullanmaları çok zor olmakta, çoğu durumda da mümkün olmamaktadır.

    Sermayenin özel mülkiyette olduğu bir ekonomide öne çıkan durum iki ilke tarafından biçimlendirilmektedir:

    İlk olarak, üretim araçlarının (sermeyenin) özel mülkiyette olması ve maliklerin/sahiplerin uygun gördükleri biçimde kullanmaları;

    İkinci olarak, iş sözleşmesi serbestisidir. Tabii ki, bu anlamda pür kapitalist bir toplum diye bir şey yoktur. İşçilerin, bazı emekçi kategorileri için “serbest iş sözleşmesinin” biraz iyileştirilmiş biçimini uzun ve acılı siyasal savaşımlarla elde etmeyi başardıklarının altı özellikle çizilmelidir. Fakat bütün olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi, “pür” kapitalizmden çok da farklı değildir.

    Üretim, kullanım için değil; kâr için sürdürülmektedir. Çalışabilecek ve çalışmayı arzu eden herkesin iş bulma durumunda olduğuna dair bir koşul yoktur. Neredeyse daima bir “işsizler ordusu” mevcut olmuştur. Emekçi, sürekli işini kaybetme korkusu taşır. İşsizler ve düşük ücretli işçiler kârlı bir pazar oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi kısıtlanır/sınırlanır ve sonuç; büyük zorluklardır. Teknolojik gelişmeler, herkes için iş yükünü azaltmaktan ziyade, büyük oranda işsizliğe yol açmaktadır. Kapitalistler arasındaki rekabetle de bağlantılı olarak, kâr güdüsü, şiddetli (ekonomik) durgunluklara/çöküşlere yol açan sermayenin kullanımı ve birikiminde istikrarsızlıkların nedenidir. Sınırlandırılmamış rekabet, korkunç (miktarda) emek israfına ve yukarıda söz ettiğim; bireylerin sosyal bilincinin bozulmasına yol açmaktadır.

    İnsanların tek tek “bireyci” zihniyete maruz bırakılarak sakatlanması; kapitalizmin sanırım en kötücül hâlidir. Eğitim sistemimizin tamamı bu kötülük nedeniyle acı çekmektedir. Mezuniyet sonrası başlayacakları kariyerlerinde “daha fazla edinmek” fiiline adeta tapmaları amacıyla; okullarımızdaki her bir öğrenci “en azılı rekabetçi görüşler”le yetiştirilmektedir!

    Bu kötülükleri ortadan kaldırmanın sadece tek yolunun olduğuna inanıyorum:
    Sosyal amaçlara yönelmiş bir eğitim sistemiyle desteklenmiş sosyalist bir ekonomik sistemdir.

    Böyle bir ekonomide üretim araçlarına, toplumun kendisi sahiptir ve (onları) plânlayarak kullanır. Üretimi toplumun gereksinimlerine göre uyarlayan plânlı bir ekonomi, yapılacak işleri çalışabilecekler arasında dağıtacak ve her çocuk, kadın ve erkeğin yaşam koşullarını garanti altına alacaktır. Doğuştan gelen becerilerini geliştirmesine ek olarak, günümüz toplumunda başarının ve gücün yüceltilmesine karşılık, bireyin eğitimi onun diğer insanlara karşı sorumluluk duygusunu geliştirmeye çalışacaktır.

    Bütün bunlara rağmen, plânlanan ekonominin sosyalizm olmadığının bilincinde olmak gerekir. Böyle bir plânlı ekonomi, bireyin tamamen köleleştirilmesi ile de beraber olabilir. Sosyalizmin başarısı çok güç bazı sosyo-politik sorunların çözümünü gerektirir:
    Siyasi ve ekonomik gücün geniş kapsamda merkezileştiği düşüncesiyle, bürokrasinin çok güçlü olmasını ve aşırılığını önlemek nasıl mümkün olabilir?
    Bireyin hakları nasıl korunabilir ve bürokrasinin gücüne karşı demokratik bir denge nasıl sağlanabilir?

    İçinde (bulunduğumuz) geçiş çağında sosyalizmin amaçları ile problemlerinin açık olarak anlaşılması çok önemlidir. Mevcut koşullar altında, bu sorunların özgürce ve sınırlanmadan tartışılması büyük bir tabu hâline geldiği için, bu derginin (“Monthly Review”) yayın hayatına geçmesini büyük bir kamu hizmeti olarak değerlendiriyorum.

    Albert Einstein, Mayıs 1949

  121. Şu yazılarında kölelik üzerine yazmış Nişanyan (ilk paragrafın son cümlesi de dikkat çekici)

    Kul, köle
    Kul ta Orhun yazıtlarından beri varolan bir Türkçe kelime, hizmetkâr ve köle demek. Bu iki kategori arasındaki ayrım eski dillerde yoktur, ya da varsa net değildir. Latince servus hem hizmetçi (servant) hem köle (slave) demek. Arapça ‘abd da öyle. Yani bir adamı hizmetinde çalıştırıyorsan ha maaş vermişsin, teorik olarak “özgür” saymışsın, ha yemek ve yatak verip ben salmadan bir yere gidemezsin demişsin farketmez diye düşünmüş eskiler. Bugün için de düşünmeye değer bir konu: “çalışma özgürlüğü” dedikleri şey berbat bir kulluk düzeninin kamuflajı olmasın sakın?
    Kul demek tebaa (subject) demek değil mi diye sormuş bir arkadaşım. Hani var ya, Osmanlı devletinde insanlar padişahın kuluydu, cumhuriyet geldi kuşlar kadar özgür olduk gibisinden. Hayır, kul hiçbir tarihte subject anlamına gelmez. “Padişah kulu” demek kapı kulu ya da saray hizmetkârı demektir. Bunlar teknik olarak padişahın şahsi mülküdür; dolayısıyla mahkemesiz idam edilmeleri şer’an caizdir. Alelade tebaaya –mecazi ya da hamasi söylemler dışında- “kul” denmez. Bu ayrımı kavramadan mesela Koçi Bey Risalesi’nden tek kelime bir şey anlayamazsınız.
    Ayrıca cumhuriyet gelince özgür mözgür olmadık, eskisinden beter bir şekilde yeniçerilerin kulu olduk. Üstelik bunlar eskiden en azından birinin kuluydu, ister teknik ister teorik olsun. Cumhuriyetten sonra büsbütün istiklale kavuştular, bentlerinden taştılar, hür ve serazat, astığı astık kestiği kestik oldular.
    Bir düşünün, kendilerine başkomutan ve padişah diye neden yetmiş sene önce ölmüş bir devlet reisini onca şevkle benimserler? Neden ona kulluk etmeyi bir tür kurumsal din haline getirirler? Ölmüş padişahın avantajı şudur: Kimseye “höt” diyemez, kimsenin kellesini alamaz, serkeşliğine ket vuramaz. Yaşasaydı şayet, bugüne dek otuz defa devirip Yedikule zindanlarında İkinci Osman’a yaptıklarını yapmış olurlardı, hiç kuşkunuz olmasın.
    *
    Köle muamma bir kelime. 14. yüzyılda Türk asıllı Memlukların yönettiği Mısır’da çıkmış, “memluk” sözcüğünün Türkçe eşdeğeri olarak kullanılmış. Kaynağı belirsiz, belki Arapça gulam’dan bozma. Bilhassa İslam hukukundaki anlamıyla “mülk olarak alınıp satılan slave” için kullanılmış. Belli ki kul fazla muğlak kaldığından, daha net bir ifadeye gerek duyulmuş.
    ***
    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/kul-kole/6772/
    Memluk
    Dün kulla köleyi gördük, yazının ucunu da memluk’a bağladık. Memluk neymiş? Malik olunan şey veya kişi, m-l-k kökünden, köle demek. Aynı anlama gelen gulam’dan daha kibar, daha kuru, daha hukuki bir deyim.
    Miladi 9. yüzyıla doğru Araplar fazla medenileşip savaş döğüş işlerinden zevk almaz olunca Türkistan’dan gelen Türk köleleri asker yazmaya başlamışlar, tıpkı Brezilya’dan futbolcu getiren Fenerbahçe gibi. Bunlar da fırsatı bulunca tıpkı bugünküler gibi bir daha ucunu bırakmamış, memleketin üstüne çökmüşler.
    İlk 935’te Tuğç yahut Toğuç isimli bir Türk orgenerali Mısır’da ipleri ele almış. Bir süre sonra Kürt asıllı Selahattin Mısır’ı fethetmiş, ama o da ne yapsın, mecburen Türklerden köle ordusu kurup işi onlara havale etmiş. Bunlar da zamanı gelince kaçınılmaz olanı yapmış, emir komuta zinciri içinde memlekette idareye el koymuşlar. Bir de ant içmişler ki Türk ve köle olmayan kimse yönetimde söz sahibi olamasın. Adamlar bu yüzden hem resmen köle (memluk), hem de kolektif heyet halinde memleketin sahibi ve hükümdarı. Türkçesi Kölemen, ki belki de Arapça gılman’dan bozmadır derler.
    İslamiyette biliyorsunuz Müslüman kişinin köle edilmesi yasak. O yüzden köle lazım oldukça mecburen gidip Darül İslam sınırları dışındaki geri kavimleri yağmalamışlar; ya da onların işbirlikçi tayfasıyla şirket kurup insan ticareti yapmışlar. Türklerin Müslüman olmaması bu yüzden işlerine de gelmiştir sanırım.
    Acaba Türkler bir yerden sonra “yetti bu kadar soygun” deyip çoluk çocuklarını korumak için mi Müslüman oldular? Sonraki devirde Çerkezlerin, Lazların, bir kısım Gürcülerin, Sudan’da Darfur’luların, Somalilerin vb. Müslüman olması aynen böyle olmuş gibi görünüyor.
    Yoksa “bak enişte Mısır’a asker gitti, köşe oldu,” “Kaşgarlılar da Bağdad’a mahalle kurmuş” diye gıpta ede ede hep beraber Gastarbeiter mi yazıldılar?
    *
    Bakın bugün m-l-k kökünden gelenleri anlatacaktım, ne konulara daldık gene.
    ***
    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/memluk/6784/

  122. Gelecek olan hareket gezi’den bile büyük olacak ve osmanlı ocakları falan onun karşısında bir hiç olacak.

  123. Necip ve Kadim Suhte…

    Hmmm… Niçin isim değiştirerek Gün Zileli’nin sitesine dadanma ihtiyacı hissettiniz?

    Kadim Suhte olarak devam etseydiniz biz yine sizi kucaklamaya hazırdık…

    Ne kadar ayıp Necip veya Kadim Suhte!

    Necip’in veya Kadim Suhte’nin nasıl bir kişi olduğunu merak edenler varsa:

    http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/

  124. Sayın “Anonim” 96,

    [88. nolu iletinin son cümlesinde yazım yanlışı nedeniyle sanki Amerika’nın sömürge haline getirilmesini desteklediğim gibi bir algı oluşmuş, yukarıda 95. iletide o cümlenin doğru şeklini yazdım.

    Ayrıca tekrar altını çizerek belirteyim: Amerikanın Batı tarafından insafsızca sömürülmesini ve bu sömürüye bağlı olarak milyonlarca insanın ölmesi ve köleleştirilmesini son derece yanlış buluyorum.]

    === “GERÇEK”LERDEN ÖRNEK (1) ===

    ABD bağımsızlığını ilan etmeden ve o bölgede düzenin konsolide olmasından yıllar önce, yani ‘The Americas’ hâlâ dağınık ve savaşlar içindeyken; Avrupa menşeli ’emperyal!’ ülkelerin yöneticileri, the Americas’ın asıl yerlilerine (native) kendilerinden bazı şeyler öğretmeye karar verirler.

    ‘Futbol’ dediğimiz oyun; bırakalım dünyayı, İngiltere de bile tanınan bir şey değilken, futbolun atası diyebileceğimiz bir oyun türüyle; İngiliz yöneticiler, yerlilere ‘rekabet’ kelimesini anlatmak isterler. The Americas yerlilerinden bazılarını ikna ederek maç düzenlerler.

    Her iki takımda da; hem İngiliz oyuncular, hem ‘yerli’ oyuncular vardır. (Yani bir takım sadece native’lerden, karşı takım sadece İngilizlerden oluşmuyor.)

    Her takım içindeki İngiliz oyuncular, aynı takımdaki ‘yerli’ arkadaşlarına ‘rekabet’in ne olduğunu bizzat oynayarak gösterirler.

    İki veya üç maç sonucunda kazanan taraf neresi olursa olsun; kazanan taraf içindeki İngiliz oyuncular sevinç çığlıkları ile ortalığı inletirken, hem kazanan taraftaki, hem kaybeden taraftaki ‘yerli’ler bu sevinç çığlıklarına anlam veremez.

    Birkaç maç sonra ‘yerli’ler de artık her gol sonrası, her kazanım sonrası sevinmeye, kendilerinden geçercesine hareketler yapmaya başlar. Fakat yenilen taraftaki ‘yerli’ dostlarının sürekli üzgün olduklarını görünce bir an duraksarlar!

    ‘Yerliler’in bu duraksamasına; İngilizler de şaşırır!

    En sonunda; kazanan takımdaki ‘yerli’ler İngilizlere şu cevabı verir:
    Biz daha önce kendi aramızda bu derecede yarışmamıştık! Biz burada mutluluk sarhoşu olmuşken, kardeşlerimizin kahrolmasına dayanamayız! Biz ‘rekabet’i sizin anladığınız gibi anlamıyoruz!

    Yukarıdaki hikayenin aynısını Orta Asya topraklarında yoğrulmuş Türk medeniyetlerinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Veya Güney Afrika’da ‘Xhosa’ medeniyetindeki ‘Ubuntu’ geleneğinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Ek olarak; Edward W. Said’in o muazzam uyarısı ‘Orientalism (şarkiyatçılık)’ [ http://www.metiskitap.com/catalog/book/4358 ] uyarısından da bahsedip, geçebiliriz…

    === “GERÇEK”LERDEN ÖRNEK (2) ===

    ‘1492’ tarihi Amerika’nın keşfi diye anlatılır hep.

    Bu tarihten sonra (kuzey-güney farketmez) bütün kıta kolonileştirilirken, sömürü tohumları ekilirken, ‘din’ unsuru da boş geçilmemiş tabii ki. Hâttâ ilk sıralarda kullanılmış!

    Avrupa’nın türlü krallıklarından, çeşitli imparatorluklarından Amerika’ya ayak basmış, çeşit çeşit Hristiyan din adamı (büyük kısmı Roma’daki Katolik Kilisesi’ni merkez kabul ederek) Roma’ya bir mektup göndermiş.

    Mektuplar (Amerika’ya ayak basmış) farklı ülkelerin din adamlarından gelmiş de olsa, farklı dillerle yazılmış da olsa, bu mektuplarda bir ortak sorunun sorulduğu anlaşılmış:

    ‘Saygıdeğer Papa hazretleri ve Kardinaller konsili,

    İsa’mızın yüceliğini bu verimli topraklara yaymaya çalışırken, burada yaşayan varlıkların insana benzeyip benzemediği konusuna karar veremedik!

    Bu varlıklara insan muamelesi yapıp onları İsa’nın şefkatine ikna etmeye çalışmaya devam mı edelim?

    Yoksa, bu hilkat garibelerine benzeyen varlıkları, günahı daha fazla yaymamaları için ortadan mı kaldıralım?!’

    === “GERÇEK”LERDEN ÖRNEK (3) ===

    “Aynalar”: Neredeyse Evrensel Bir Tarih
    Yazan: Eduardo Galeano
    Adres ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=602 )

    Yerlere-göklere sığdırılamayan “Batı”nın, sadece “ABD” özelinde değil; “Latin Amerika”da da hangi kumpasları kurduğunu öğrenmek, “standart tarih yazımı”na dahil edilmeyenleri, “unutturulan tarihi!” öğrenmek için!

  125. Son yazılarda bir şey dikkat çekici. Gün Zileli AKP’nin yakın zamanda kesinlikle gideceğini söylüyor ama nasıl gideceğine gelince çuvalda ne varsa boşaltıyor. Bir 27 mayıs tarzı darbe bekliyor, bir bütün ülke geneline yayılacak ayaklanmalarla gidecek diyor, bir Avrupa Amerika ipi çekti diyor, ama kesin bir şey de söylemiyor. Söyleyemediği için de garanti olsun diye sepetteki her şeyi boşaltıyor. Tıpkı klasik sosyalist örgüt liderleri gibi demagoji yapıyor Gün Zileli.

  126. Bir ekleme daha yapalım:

    Benzetme yapmak gerekirse İnsan vücudu aslında daha çok komünist düzene benzemektedir. Ama tek bir veya çok az sayıda hücrenin egemen olduğu bir komünist düzen değil bu. Ve aynı zamanda şimdiki birçok düzene göre oldukça eşitlikçi olduğu söylenebilir. Vücutta enerji kaynaklarını en fazla tüketen hücreler beyindeki hücreler ama yine de çok az sayıda hücrenin enerji kaynaklarını adil olmayan biçimde paylaşmasından söz etmiyoruz.

    Yine benzetme yapmak gerekirse (özgürlüğe ve bağımsız olmaya verilen önem) bakteriler de anarşizme benzeyebilir.
    Tabii farkındayım anarşistlerin amacı bakteri düzeni veya bakteri olmak değil.

  127. “Makro-organizmalar ise sözünü ettiğiniz merkezi devlete sizin sandığınız kadar da benzemezler. Örneğin makro-organizmalar da merkezi ve bir avuç üst düzey bürokrasiyi kim temsil ediyor? Tepesinde bir nöronun diktatör veya başkan olduğu, neredeyse tüm kaynakları bir kaç nöronun kullandığı bir şey beyinde yok. İnsan beyni derseniz, beyin milyarlarca nörondan oluşuyor. Ve devlete benzer biçimde, merkezi olarak çalışmıyor. Bir nöronun onbinlerce bağlantısından söz ediyoruz.”

    ‘Evrim’in zorladigi (tesvik ettigi) ‘mikro’dan ‘makro’ya gecise ornek vermistim.

    Oradaki tesbih (benzetme, analogy) ‘trend’in kendisi idi. Herbirinin bilesenlerini eslestirmek/kiyaslamak degildi.

    ‘M(i/a)kro-organizma’larda hangi rolu kim/neresi/neler aliyor, bunun kucuk(dagitik)/buyuk(merkezi) devlet yapisinda karsiligi ne(ler)dir konusuna odaklanmak, bizi, biyoloyle siyasetin ortusturulmesi (mapping) gayretlerine sevkeder ve cok acilardan abes bir ugras olur.

    O yuzden, isterseniz or kadar uzaga tasimayalim.

    Benim dedigim su: Evrim, bildigimiz anlamda ‘biyolojik evrim’, tek hucrelilerle baslamis, ardindan da, turlu cesitli (giderek daha da sofistike hale gelen) cok hucrelilesmis canlilar uretmistir.

    Trend budur.

    Bu surec icinde ortaya cikmis olan bir spesifik canli eger basarili olmamis ise, onun nesli tukenmis (evrimin o dali budanmis); diger dallar yola devam etmistir.

    Yani, bilmem ne isimli bir dinazor basarili olamissa, o, once kendisinin evrim gecirerek yola cikti mikro-organizmaya geri donmez.

    Oracikta olur (zibarir), nesli tukenir –evrim acisindan havluyu atar.

    Sosyal yapilar da buna benzer –en azindan benim baktigim yerden.

    ‘Devlet’ dedigimiz yapilar, malum, aniden ortaya cikmaz. Onlar da bir evrimin surecidir.

    Bunu en iyi ABD’de gozlemleyebiliriz (yakin zamanda ortaya ciktigi icin).

    ‘Beyaz adam’ Kuzey Amerika’da yayilmaga basladiginda, bu, iki temel cizgide surdu: Birincisi, oraya ayak basmis olanlarin mense/mahrec devletlerinin (Ingiltere, Fransa, Ispanya vs) bir uzantisi halinde, digeri de organize olmamis bireyler halinde.

    Mense/mahrec devletlerin yayilma hizi/kapasitesi, organize olmamis bireylerden daha yavas/dusuk oldu; ve yeni kurulan yerlesimlerin cogunlugu sifirdan basladi.

    Once Bir ev, ardindan da diger gelenlerin evleri.. Ardindan ticaret amacli yapilar; guvenlik/hukuk/egitim/saglik amacli yapilar vs..

    Daha sonra da (ya da o arada), bu yerlesim yerlerinin digerleriyle iliskiye gecmesi gelir.

    Bu noktada, bilmem hic dikkat etmis misinizdir, ABD’deki bir cok sehir mesruiyetini sirketlerin ‘kurulus beyannamesi’ gibi bir seye dayandirir (‘Incorporated Town’ https://en.wikipedia.org/wiki/Incorporated_town ).

    Boyle bir seyle eski kitada karsilasmazsiniz, bize abes gelir cunku bir yerde yeni bir yerlesim yeri kurulacaksa, o, ya bir fermanla ya da bir kanunla –merkezi devlet tarafindan– tesekkul ettirilir.

    Eski kitada kimse, tutup da, sirket kurar gibi bir sehir kuralim demez; cunku, bu, bu topraklarda yasanmis olan ‘evrim’e ters duser.

    ABD, bu ve baska bircok baglamda, baska yerlerde yasanmis olan evrim surecinin erken safhalarindadir. Butun digerleri gibi, hatalar yapip, bu hatalardan aldigi dersleri toplumsal hafizasina isleyerek, giderek daha da merkezilesmis bir devlet olmak yolunda kendini yeniden duzenlemege calisiyor.

    Basarili oldugu muddetce (ki, bu herkes icin gecerli) varligini devam ettirecek, olamadigi anda da yikilacak.

    Bu arada, hatalar ve toplumsal hafiza baglaminda bir ornek daha [diger ornek Ay’a gitmek idi] vereyim: Bilmem haberiniz oldu mu; ama, daha bir iki ay once, Cin’de bir klonlama fabrikasi (evet, fabrikasi) faaliyete gecti.

    Bu fabrikada her turlu canliyi (nesli tukenmekte olanlar, cok sevdiginiz evcil hayvaniniz, islah edilmis koyun/keci/inek vs. ve onemsediginiz bir insan) uretilebilcek. Limit yok.

    Boyle bir seyi ABD’de de Avrupa’da da acamazsiniz. Toplumsal hafizanin harekete gecirecegi amiller bunu basiniza yiktirir.

    Fakat, Cin icin boyle bir sorun yok. Fazlasiyla merkezi bir devlet oldugu halde, boylesine (devrimci?!) bir yenilige imkan taniyabiliyor.

    Digerlerinin aksine, “insanların özgür ve bağımsız düşünmenin önemini anlamış” oldugunu soyleyebilir miyiz?

    Not: Derdim Cin’in reklamini yapmak degil. Merkezi devlet dedigimiz yapinin otomatik olarak ‘yanlis’ oldugunu soylemenin sorunlu olduguna dikkat cekmege calisiyorum.

  128. “Yani, bilmem ne isimli bir dinazor basarili olamissa, o, once kendisinin evrim gecirerek yola cikti mikro-organizmaya geri donmez.”

    Çünkü o dediğiniz organizmaların belli bir zaman sonra zaten soyu tükeniyor. Çoğu için böyle. Trend de böyle.

    Yine trende gelince trendin ne olacağını koşullar belirler. İnsan ise koşulları da bir ölçüde, zaman zaman önemli ölçüde belirleyebildiği için kendisi köle eden düzeni seçmesi mantıklı değildir.

    Ayrıca yukarıda yazdığı tekrar yazıyorum iyi bakın:

    Benzetme yapmak gerekirse İnsan vücudu aslında daha çok komünist düzene benzemektedir. Ama tek bir veya çok az sayıda hücrenin egemen olduğu bir komünist düzen değil bu. Ve aynı zamanda şimdiki birçok düzene göre oldukça eşitlikçi olduğu söylenebilir. Vücutta enerji kaynaklarını en fazla tüketen hücreler beyindeki hücreler ama yine de çok az sayıda hücrenin enerji kaynaklarını adil olmayan biçimde paylaşmasından söz etmiyoruz.

    Yani insan vücudu dediğiniz şekilde tepesinde bir avuç bürokratın olduğu ve kaynakların çok büyük çoğunluğuna istediği el koyduğu devlete benzemez. Bu yüzden benzetmeniz doğru değil. Ama siz insan ve makrorganizmaları eşit tutarak yanlış argümanlar üretiyorsunuz. Alakası olmadığını söylüyorum.

    İnsan vücudunun yüzde 90’nını bakteriler oluşturuyor.
    http://bigthink.com/amped/humans-10-human-and-90-bacterial

    Aslında insan vücudu bir bakteri topluluğu olarak da düşünülebilir. Ve bu bakteriler merkezi bir yerden emir komuta zinciri içinde çalışarak işlerini görmüyorlar. Önemli düzeyde eşitlikçi bir işbirliğinden söz ediyoruz.

  129. “Merkezi devlet dedigimiz yapinin otomatik olarak ‘yanlis’ oldugunu soylemenin sorunlu olduguna dikkat cekmege calisiyorum.” demişsiniz.

    Elbette devlet koşulların sonucu ortaya çıkmıştır.

    Çin’de dediğiniz gibi Amerika’yı Batı’dan önce keşfedebilirdi. Merkezi devletlerin de belli avantajları var: çok büyük kaynakları toplayabilme, organize edebilme vs. Belki Çin’in özgür ve bağımsız düşünmeden dolayı Batı’ya karşı daha dezavantajlı olmuş olabilir, ama yine başka nedenlerden dolayı avantajlı olduğu durumlarda vardı, bu yüzden Amerikayı da önceden keşfedebilirdi.

    Benim demek istediğim merkezi devletlerin belli bir zaman sonra sıradan ve sömürülen, an altta kalan insanlar için ciddi sorunlar oluşturabileceği ve buna bağlı olarak bağımsız ve özgür düşüncelerin yok edilmesi, doğanın daha çok sömürülmesidir.

  130. HER asker komando olabilir mi?.. Olamaz… Komando olamayacak kimselere zoraki komando eğitimi vermek doğru mudur? Değildir…
    Bunun gibi, her genç de lise ve üniversite tahsili yapamaz. Niçin?.. Çünkü kabiliyeti, istidadı yoktur, yapısı buna müsait değildir.
    Herkes ilköğretim tahsili yapmalıdır. Bundan sonrası, ehliyeti ve liyakati olan gençleri seçerek, ayıklamak suretiyle yaptırılmalıdır.
    Bütün medenî ülkeler böyle yapıyor.
    Bizdeki düzen veya sistem, tam tersine, ehliyeti ve liyakati olsun olmasın her çocuğu ve genci ille de ite kaka zoraki okutmak istiyor.
    Herkes okusun, lise ve üniversite diplomasına sahip olsun diye eğitimi ve üniversiteleri sulandırdık, cılkını çıkardık, bitirdik
    Fransa’da halen mevcut olan, bizde eskiden var olan lise bitirme ve bakalorya (olgunluk) imtihanlarını kaldırdık.
    Yurdun her köşesini lise binalarıyla doldurduk ama bizde İngiltere’deki Eton Koleji ayarında bir tek güçlü ve vasıflı okul yoktur.
    Eski idadiler ve sultaniler ayarında bir tek okulumuz yoktur.
    Eğitim bir vasıf ve keyfiyet meselesidir, biz onu kelle sayısı, kemiyet derekesine indirdik.

    O kadar cahil nesiller yetiştiriyoruz ki, 1928’den önce yayınlanmış veya yazılmış Türkçe kitapları okuyamıyorlar. Soruyorum: Böyle bir cahillik hangi medenî ülkede vardır?
    Eğitimi, miadı dolmuş, bâtıl ve sapık bir ideolojiye kurban ettik.
    Okuyamayacak, okumaya istidadı ve kabiliyeti olmayan herkesi okutmak, uzun vadeli bir intihardır.
    Türkiyenin başka hiçbir problemi olmasa, sadece bu bile sarsılmasına batmasına yeter de artar.
    Bu konuda medenî, akıllı, ileri, iş bilir ülkeler ne yapıyor, iyice tetkik etmeli, biz de onlar gibi yapmalıyız.

    Türkiye’nin istikbali öncelikle havaalanlarında, hızlı trenlerde, stadyumlarda, limanlarda, barajlarda, otoyollarda, gökdelenlerde, AVM’lerde, lüks otellerde değil, böyle okullardadır.

    Eğitim meselesi şifahî taşra kültürü ile çözülemez. Bunun için derin, yazılı, medenî kültür sahibi olmak gerekir.

    Eğitimde İntihar
    Mehmed Şevket Eygi
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Egitimde_Intihar/29063

  131. Bazı işler geciktirilmez… İş iştir… Pompei ve Herculanum Vezüv’ün yakıcı kızgın külleri altında helak olmadan önce ticaret ve iş hayatı sürüyordu… Çarşılar pazarlar… Hırsızlar hırsızlıklarını yapıyordu… Zenginler, donanmış sofraların kenarına uzanmış oldukları halde yiyorlar, tıkınıyorlardı.… Köleler ağır işlerini yapmaya çalışıyordu… Fırıncılar hamur yoğuruyor… Duvarlara kömür ile yazılar yazan yaramaz çocuklar… Güneş tam tepeye çıkınca birkaç saat farniente yapılsa da hayatın meşru veya gayr-i meşru faaliyetleri aralıksız devam ediyordu.
    Sonra Vezüv indifa etti (patladı) ve ne Pompei kaldı, ne Herculanum…

    Pompei Herculanum’da televiyon ve medya olmadığı için bugünkü kadar kötülük yapılamıyordu.
    Nice eski şehir ve toplumlarda bugünkü uyuşturucular yoktu… Neon ışıkları bir yanıp bir sönen batakhaneler yoktu…

    İş iştir… Pagan paganlığını yapar, misyoner misyonerliğini, hırsız hırsızlığını…
    Rüşvetçiler doymak bilmez… Haram rant yiyenlerin mideleri dolmak bilmez…
    Haram para zenginleri, cehennemî servetlerini lüks mekanlarda saçıp savurur.
    Eski antik paganizmde olduğu gibi modern paganizmde de iffet, ar namus, hayâ yoktur.

    Altın Buzağıya tapanlar Sanhedrinlerde toplanır.
    Sahte vaizler, yalancı va’z u nasihatler eder.
    Nemrud’lar uzun binalar diker… Firavunlar on binlerce köleye piramitler yaptırır…
    Titanic, batmadan önce suları yara yara, büyük bir hızla New York’a doğru yol alıyordu.
    Dev gemi şehre varamadan Atlantik’te battı.
    Sersem zındığın biri, “Bu gemiyi Allah bile batıramaz” demişti.
    Roma battı, Bizans battı… Sovyetler Birliği battı…
    Gemi batınca işler de battı…
    Batıştan birkaç saat önce Titanic’te yeşil çuha kaplı masalarda kumar oynanıyordu…
    Orkestra çalıyor, şampanyalar patlatılıyor, danslar ediliyordu… Lüks mevkiler bir âlemdi… Alt katta lüks yoktu ama orada da armonikalar çalıyor, horon tepiliyordu.
    Şehrin tepesine azap inince, Titanic denizin dibini boylayınca, SodomGomore helak olunca, işler durdu, ne hırsız kaldı, ne fahişe, ne de duvarlara kömürle yazı yazan yaramaz çocuk.
    Haram servetler uçtu gitti…
    Bir varmış bir yokmuş oldular.

    İş İştir Yapılır
    Mehmed Şevket Eygi
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Is_Istir_Yapilir/29044

  132. saçmalamaya devam ediyor 🙂

  133. “Yani insan vücudu dediğiniz şekilde tepesinde bir avuç bürokratın olduğu ve kaynakların çok büyük çoğunluğuna istediği el koyduğu devlete benzemez.”

    Yok, yok.. anlasilan meramimi anlatamayacagim; oyle gorunuyor…

    Siz, hala daha ikisine de birer ‘yapi’ cinsinden bakmak yerine, her ikisinin bilesenlerinin detaylari cinsinden bakiyorsunuz.

    Oyle olunca da, kapsam-disi detaylara takiliyoruz.

    ‘Devlet’ dedigimiz yapiyi bildigimiz kadar butun makro-oranizmalari tanimadigimiz icin, ya da onlara benzer adaletsizlikleri yakistiramadigimiz icin, kiyaslarken ‘Devlet’te hosumuza gitmeyen taraflarini one cikariyoruz.

    Halbuki, madem konu oraya geldi, toplam vucut kutlesinin %2’sine denk gelen insan beyninin enerjinin yuzde yirmisini kullaniyor olmasinin cok ciddi bir adaletsizlige isaret ediyor olmasi lazim; degil mi?

    [Bkz.
    http://www.universityworldnews.com/article.php?story=20130509171737492
    http://www.scientificamerican.com/article/why-does-the-brain-need-s/
    Daha bir suru kaynak var; ama bunlar yeterli olur saniyorum.]

    Ya da, eger o adaletsizlik degilse, ulke nufusunun yuzde 2’sine denk gelen yonetici kitlesinin, eldeki imkanlarin/enerjinin yuzde yirmisini kullanmasi (insan vucudundan yola ciktigimiz icin) normal olmali; degil mi?

    [Aman dikkat. ‘Sosyal Darwinist’ tufalara prim vermege baslarsak, sonumuzun nereye varacagini kestiremeyiz.]

    “Bu yüzden benzetmeniz doğru değil.”

    Galiba yanlis olan ben degilim.

    “Ama siz insan ve makrorganizmaları eşit tutarak yanlış argümanlar üretiyorsunuz. Alakası olmadığını söylüyorum.”

    Biyolojik yapilar ile sosyal yapilar tabii ki birebir ortusen seyler degil.

    Ama, her ikisi de kendilerinin ait olduklari baglamlarda evrim surecine tabidirler.

    Ben, sadece, gecirdikleri evrimin sureclerinin benzerliklerine isaret ediyorum.

    Siz ise, israrla, resmin bu olcegini gormegi reddediyorsunuz.

    “Aslında insan vücudu bir bakteri topluluğu olarak da düşünülebilir. Ve bu bakteriler merkezi bir yerden emir komuta zinciri içinde çalışarak işlerini görmüyorlar.”

    Bakterilerin kendileri tabii ki merkezi bir yerden emir komuta aliyor degiller; ama, ‘merkezi bir yer’ (beyin) bunlardan birinin zararli oldugunu dusundugu (kararini verdigi) anda, uzerlerine turlu cesitli asker hucresi gonderip bunlari yer ile yeksan ediyor, olduruyor.

    Dolayisi ile, bakteriler acisindan da hayat o kadar laylaylom ve ozgur degil gibi; ise yaradiklari muddetce sorun yok, degilse daragaci..

    “Önemli düzeyde eşitlikçi bir işbirliğinden söz ediyoruz.”

    Beyin zarinda yasayan ve en kaliteli enerjiye/gidaya ortak olan bir bakteri ile kalin bagirsagin dibindekinin esitlikci bir duzende yasadigina gercekten inaniyor musunuz? 🙂

  134. “Beyin zarinda yasayan ve en kaliteli enerjiye/gidaya ortak olan bir bakteri ile kalin bagirsagin dibindekinin esitlikci bir duzende yasadigina gercekten inaniyor musunuz?”

    İnanıyorum. Çünkü bu bakterinin doğası ve yaptığı işle ilgili bir şey. Şimdi ortalama olarak bir fil, arabam, evimde çalışan ısıtma cihazım, bilgisayarım benden çok daha fazla enerji tükettiği için onu suçlayamam. Onların benden üstün olduğunu düşünmem. Çünkü onun doğası, yapısı ile ilgili bir şey. Beyin hücresi farklıdır, kalp hücresi ile aynı değildir, bilgisayarım farklıdır, beyin hücrem farklıdır.

    Ama devlet dediğiniz sistem bu dediğiniz şekilde değil.

    Üstelik mesele enerji tüketimi ile ilgili değil. Baştaki kişiler gücü kötü yönde kullanıyorsa ve sürekli artan biçimde daha fazla enerji kullanıyorsa sorun var demektir.

    Örneğin beyinde bir kanser veya başka nedenlerden dolayı beyin hücreleri giderek artan biçimde daha fazla enerji kullanıyor, kalbinize gitmesi gereken enerji ve diğer önemli kaynaklar gitmiyor, veya beyninize bir parazit yerleşmiş bu parazit vücudunuzun tüm enerjisini,kaynaklarını giderek daha fazla biçimde tüketiyorsa sorun var demektir. Devlet bence nöron hücrelerine değil, sürekli daha fazla artan ve daha fazla enerji ve kaynak kullanan ve daha fazla enerji kullanmak isteyen sorunlu hücrelere benziyor.

  135. Not: Devlet derken tek başına demek istediğimi yeterince karşılamıyor: Devlet ve bununla birlikte egemen sınıf vb. demem gerekirdi.

  136. Not: Tabii evlerde kullanılan bilgisayarlar, arabalar gereğinden fazla kullanılıyor, çevreyi kirletiyor ve bu da başka insanların ölümüne, çevrenin ve ekolojinin yok olmasına, felaketine yol açıyorsa ortada yine bir sorun var demektir. Ben böyle bir sorun olmadığını varsayarak yukarıdaki karşılaştırmayı yaptım.

  137. Edit: ( 124 nolu ileti için) Evlerde ve işyerlerinde kullanılan bilgisayarlar olacak.

  138. Bir benzetme daha yapayım:

    İnsan vücudu yönetim açısından da antik Yunan devletlerine benzediği de söylenebilir. Doğu despotizmi ve tek kişinin başta olduğu dikta yönetimleri veya çok yüzeysel ama çok az sayıda insanın (62 kişi gibi) çıkarına hizmet eden sahte ve temsili burjuva demokrasisinden ziyade antik Yunan kentlerinde doğrudan demokrasinin olduğu bir yapıya benziyor. Bu doğrudan demokraside de kadınlar yönetime katılamıyordu, köleler vardı vb. Ama yine de özgürce tartışmaların olduğu bir doğrudan demokrasi vardı. Beyindeki nöronlar da en azından tek bir nöronun hakimiyetinde değil. Yüz milyarla nöron birlikte çalışarak insan bilincini, zekası vb. ortaya çıkıyor.

    Diğer yandan insan vücudunu herkesin yeteneğine herkesin ihtiyacına göre ilkesi açısından da komünizme benzeyen bir sistem olarak görüyorum.

    Bunlar sadece benzetme tabii.

  139. Not: 122 nolu ileti için “Onların benden üstün olduğunu düşünmem.” derken yanlış anlaşılmasın, makinelerin, başka canlıların benden bazı açılardan (hız vb.) üstün olabileceğini kabul ediyorum. Ama bu onların her açıdan benden üstün olduğu, neredeyse her açıdan ayrıcalıklı olduğu anlamlarına gelmez. Üstünlük derken bunu demek istemiştim.

  140. “İnanıyorum. Çünkü bu bakterinin doğası ve yaptığı işle ilgili bir şey. Şimdi ortalama olarak bir fil, arabam, evimde çalışan ısıtma cihazım, bilgisayarım benden çok daha fazla enerji tükettiği için onu suçlayamam. Onların benden üstün olduğunu düşünmem. Çünkü onun doğası, yapısı ile ilgili bir şey. Beyin hücresi farklıdır, kalp hücresi ile aynı değildir, bilgisayarım farklıdır, beyin hücrem farklıdır.”

    Anliyorum.

    Farkinda misiniz, bilemem; ama, bu dedikleriniz, bakteri degil de insan dersek, Budizm modeline cok yakin –hatta farksiz.

    Malum: Budizmde, Brahmanlar/Brahminler (en tepede), ‘dokunulmazlar’ en diptedir; arada da baska katmanlar vardir. Hepsinin de kendine has gorevleri ve ozellikleri olduguna inanilir.

    (Hindistanli ve/ya Budist arkadaslarim da olmasina ragmen) Hem esitlikcligi onemsedigini ihsas eden, hem de Budizm modelini makul bulan bir kisiyle karsilasmadim bugune kadar..

    Ilginc.

  141. “Hem esitlikcligi onemsedigini ihsas eden, hem de Budizm modelini makul bulan bir kisiyle karsilasmadim bugune kadar..”

    İyi de komünistler aslında insanlar arasında eşitlik öneriyor. Nöron hücreleri arasında eşitlik önermek gibi..

    Kalkıp neden köpekler, kediler oy kullanmıyor onlar da yönetici olsun, biraz da onlar yönetsin, eşitlik bunu gerektirir türünden bir komünist de ben duymadım şimdiye kadar.

  142. “İyi de komünistler aslında insanlar arasında eşitlik öneriyor.”

    Geldi gecti omrum benim, sol goz acip ormus gibi.. de hala daha komunistlerin ne onerdiklerini tam anlayabilmis degilim –ozellikle de pratiklerine bakinca..

    Nasil esitlikci bir proleterya diktatorlugudur ki bu, (hic bir zaman nufusun yuzde yedisini gecmemis) parti mensuplari herseyin asan payini alir? Gercek proleteryaya da, artik ne kalirsa..

    Dedim ya.. anlamis degilim.

    Bu bakimdan, mutlak anlamda degilse bile, sizin Buzdizm yaklasiminizi daha isabetli bulmak durumundayim:

    En azindan, 2-3 bin senedir yasiyor.

    Durduk yerde de 20-30 milyon insana acliktan (ya da tepedeki birilerinin keyfi oyle cekti diye) irtihal-i dar ul beka eyletmedi bugune kadar.

    Sicili daha temiz.

  143. “Durduk yerde de 20-30 milyon insana acliktan (ya da tepedeki birilerinin keyfi oyle cekti diye) irtihal-i dar ul beka eyletmedi bugune kadar.

    Sicili daha temiz.”

    Kime göre daha temiz? Firavun düzeni de binlerce yıl yaşadı. Bir düzenin binlere yıl sürmesi doğru ve iyi olduğunu da göstermez. İnsanlar firavunlara binlerce yıl Tanrı dediği için onlar gerçekten Tanrı da olmadı. Belki yanlış ve kötü olan milyonlarca hatta milyarlarca yıl da sürebilir. Bu koşullar, insanların seçimleri gibi faktörler ilgili bir şey.

    Yani kısaca Budizm türünden bir düzen önermiyorum. Aslında o sizin olayı yanlış anlamanız. Neyse neyi önerdiğimi bir ara anlatırım. O zaman Necip’e diye yazmayacağım ama.

    Ben sadece sizin görüşlerinizi sorguladım ve aslında sizin de mevcut olanı olduğu gibi kabul etmek dışında bir şey önerdiğinizi görmedim. Üstelik bir de soru soranlara sitem etmeniz dışında. Tüm bunlardan sonra felsefeye önem veriyorum demeniz ilginç.

    Neyse sanırım şimdilik bu kadar yeter…

  144. Bu arada “Nasil esitlikci bir proleterya diktatorlugudur ki bu, (hic bir zaman nufusun yuzde yedisini gecmemis) parti mensuplari herseyin asan payini alir? Gercek proleteryaya da, artik ne kalirsa..” demişsiniz.

    Onlar çeşitli nedenlerden dolayı başarısız olmuş olabilir. Ama bu onların hatalarını düzeltip daha iyi sonuç alamayacakları anlamına gelmez.

    İnsanlar hatalarını sorgulayarak, daha doğru çözüm yolları bularak, düşünerek ve çalışarak, daha iyisini arayarak hatalarını düzeltebilir. Kuşkusuz bu her şeyi düzeltebilecekleri anlamına gelmez; ama yine de çoğu şeyleri düzeltip değiştirebilirler.

  145. HAYATIN GÜZELLİKLERİ GÜNAH MI?

    “İnsan bombalardan güçlüdür”

    Size, Türkiye sinemasında yıllardır çekilmiş en önemli filmlerden biri olduğunu düşündüğüm “Yolculuk”tan bahsedeyim.

    ( https://www.youtube.com/watch?v=0hwo7smbe8c )

    Soru şu:
    Bir intihar bombacısını anlayabilir miyiz; ya da bir insan evladından, bedenine bombalar sarıp insanların içinde kendisini patlatan bir canavar yaratan karanlığı?

    Maksadım; empati kurmak, “anlayış geliştirmek” falan değil. Mücadele etmek için, yenebilmek için anlamaktan bahsediyorum.

    Anlaşılmayan şey, korku üretir. İslamcı kıyıcılığın uygar insan tarafından bu denli korkutucu bulunmasının temel sebebi bu. Tekfiri yobazlık günümüz ekonomi politiğine gayet uygun, hâttâ onun bir ürünü; ama modern, kentli toplumun gündelik değer yargıları ile kavranamıyor. Terör her şeyden fazla bundan, yani “gündelik değer yargıları ile kavranamayıştan” besleniyor ve bu etkiyi güçlendirmek için kendisini bilinçli bir biçimde “olduğundan daha karmaşık” gösteriyor. Abuk subuk kıyafetler, sakal bırakmalar, düşmanlarını ritüellerle, kafalarını keserek öldürmeler… Bu şov (evet, şov!) tuttuğu ölçüde karşımızda bildiğimiz her şeye aykırı, adeta doğaüstü bir kötülük var zannediyoruz.

    Kavrayamadığımız şeyle mücadele edemeyiz, çünkü zayıf noktalarını kestiremeyiz. Bu yüzden çoğumuz, İslamcılığın bizim tarafımızdan yenilebilir, alt edilebilir olduğunu düşünmüyor ve bir silahlı gücün, ordunun veya ABD’nin bu işi bizim yerimize hâlletmesini umuyor. Çünkü karşımızda tarihöncesinden bugüne zaman yolculuğu yapmış ve eline modern silahlar geçirmiş bir mistik karanlık var sanıyoruz. Ve eğer durum buysa, onunla ancak daha üstün bir silah gücüyle mücadele edilebilir; o da bizde yok.

    Çaresizlik hissimizin altında bu yanlış kanı var.

    Oysa insanlığa düşman bütün ideolojiler gibi İslamcılığın da asla kurtulamayacağı zayıflığı şu: Var olmak ve yayılmak için “insanlıktan çıkarttığı insanlara” muhtaç.

    Charlie Hebdo katliamının ardından “onlar ölüme âşık, biz dolu dolu yaşamaya” diye yazmıştım. Bunun bizim açımızdan bir olumsuz tarafı var kuşkusuz: Hayatı sevdiğimiz için ölümden çok korkuyoruz. Öte yandan varoluşun ta kendisi bizden yana, çünkü hayatın dışında bir insani varoluş yok. Hayatın dışı hiçlik, nihil. Orada durmaya çalışmak, başkalarını da orada durmaya zorlamak, hiç coşkuyla âşık olmamak, sevip sevişmemek, hayatın güzelliklerini “günah” deyip içselleştirmemek, insan olmamak demek.

    Ve evet, bu bağlamda, üzerine bombalar bağlayıp kendisini patlatan da, onu buna ikna eden de biyolojik bir tanımın ötesinde “insan” değil.

    Ama tam da bu yüzden yenilecekler, çünkü her insan evladı, insanlaşmak ve insan gibi yaşamak ister.

    “Yolculuk”, bu gerçeği anlatmak için yola çıkıyor ve galasında izleme şansı bulduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki; karşımızda tarihsel değerde bir eser var.

    Yönetmen “Mustafa Kenan Aybastı”, selefiliğin içinden geliyor; bir bakıma kişisel de bir hikâye anlatıyor. Bu sayede “Yolculuk”, bir yanıyla “Takva (2005)” gibi İslamcıların etraflarına gerdikleri sır perdesini yırtıp atan, diğer yanıyla da “Çoğunluk (2010)” gibi genç insanların kötülüğe nasıl ikna edildiğini anlatan bir film. Ama ikisinde de olmayan bir paha biçilmez unsur daha barındırıyor: Umut. Çünkü karşımızda, ulaşılamaz, kavranamaz ve dokunulamaz bir “karanlığın kalbi” değil, var olmaya devam etmek için sürekli gencecik insanları insanlıktan çıkmaya ikna etmek zorunda olan bir şerefsiz alçaklar çetesi var.

    Ve kaybedecekler, çünkü “#İnsanlıkBombalardanGüçlüdür”. “Yolculuk”; bize, bunun nasıl olacağına dair çok önemli ipuçları sunuyor.

    Bir not:

    “Özel mülkiyet düzeni”nin en alçak yanlarından biri, bizi; güzelin, iyinin, niteliklinin peşinden koşamayacak kadar yorması ve elimizin en kolay ulaşacağı yere çirkin, kötü ve niteliksizi koyup üzerine fiyat etiketi takmasıdır!

    Bu yüzden “tüketim toplumu”; “kolaylık” olduğu kadar “kalitesizlik” toplumudur, ve bilhassa konu kültür ve sanat olduğunda, nitelikli olana ulaşmak ve onu kavramak; emek vermeden, yorulmadan mümkün değildir!

    “Kolpaçino” kolpalığının, “Recep İvedik” hayvanlığının bu kadar izlenmesi sadece lümpen yığınlara hitap etmesinden değil; arkasında sermaye olması ve tüketim toplumunun tüm kolaylıklarını kullanıyor olmasından kaynaklanıyor!

    Sanılanın aksine; “nitelik” kendiliğinden başarıya ulaşmaz!

    “Yolculuk”un arkasında sermaye yok, “büyük yapımcı şirketler” yok. Üstelik film, Türkiye’de özel mülkiyet düzeninin işine çok yarayan islamcı karakterine hayli ağır bir darbe vuracak bir içeriğe sahip. Dolayısıyla bu filme “tüketim toplumunun kolaylıkları sunulmayacak”. Dahası; ideolojik keskinliğinden dolayı “çoğunluğu liberal olan kültür-sanat camiası” tarafından da muhtemelen sessizlikle geçiştirilmeye, boğulmaya çalışılacak.

    Bugüne dek Türkiye’nin en büyük sorunu olan islamcı gericilik hakkında yalnızca bir tane düzgün işe filmi çekilmiş olması tesadüf mü? Değil! “Dokunan yanar” prensibi burada da işliyor!

    “Yolculuk”; bu prensibin üzerine “yanmazsak; karanlıklar aydınlığa çıkmaz” cesaretiyle gidiyor.

    Nevzat Evrim Önal
    19 Nisan 2016

  146. TAHSİLLİ CEHALET ARTIYOR!

    TAHSİLLİ CEHALETİN CİNNETİ ve VASATLIK KRİTERLERİ NEDİR?

    Son olarak Orhan Pamuk’un Nobel alması (veya “Orhan Pamuk’a Nobel verilmesi”) üzerine, hayli büyük bir milliyetçi ve ulusalcı tepki ortaya çıktı. Nobel’in Orhan Pamuk’a, bir İsviçre dergisinin kendisiyle yaptığı mülakatta sarfettiği “bu ülkede 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” sözleri üzerine verildiğinden emin olan; ödülün ilanının, Fransız parlamentosunda Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan kanun tasarısının kabul edilmesiyle aynı güne denk gelmesinde bu “fesadın” teyidini gören; Nobel’i önünde sonunda Türkiye’yi bölmeye veya hiç değilse destabilize etmeye yönelik tertiplerin bir manivelasına indirgeyen bir bakış açısından yapılan yorumlar, hızla yayıldı. Orhan Pamuk’un Nobeli, sadece son vesileydi aslında… Birkaç yıldır, her “millî” addedilen meseleye yönelik, daha doğrusu her toplumsal sorunu bir millî mesele olarak kodlamaya yönelik, benzer tepkileri görüyoruz.

    “OKUR-YAZAR”LARIN FANATİZMİ

    Konu her ne olursa olsun, burada aynı zihniyet kalıbının, aynı söylemin işlediğini görüyoruz. Bulunabilecek en ileri mantık bağıntısı, “komplo teoremleri”dir. Hedef alınan şahsiyet veya şahsiyetlerin “objektif” hıyanetini, (( mümkünse Kürtlük, Ermenilik, Sabetaycılık türü bir soy-sop “bozukluğu” veya bir “dış mihrakla” [Amerika-Avrupa] bağı üzerinden )), ifşâ etmekten öte bir “argümantasyona” ihtiyaç duyulmuyor. Herhangi bir konunun kendi bağlamı, kendi nesnelliği içinde mütalaa edilmesinin yolu baştan kapanıyor böylece. Ufûnet yüklü bir söylem bu aynı zamanda. Komplo teoremlerinin hiçbir şeyi açıkta bırakmayan kahredici kurgusu altında her türlü öznellik ve “yapıcılık” ihtimalini peşinen iptal eden, “irade-i cüz”ü hiçleştiren bakış açısı, muazzam bir acz duygusu, ona bağlı olarak da muazzam hınç ve negatif enerji üretiyor. Bu söylem, hamâsî bir dille bütünleniyor. Savlar değil, menşei belirsiz birtakım anekdotlar veya kudsî sayılan kişilerden (başta Atatürk) alıntılar konuşuyor. Uğur Mumcu’nun ünlü “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” tarifini de aşan bir durum bu: İyi kötü bir “fikir” sahibi olmadan, kanaat ve tavır sahibi olanlar konuşuyor! İçeriklerden önce, bilgiyle, fikirle ve sözle kurulan ilişkide faşizan bir tutum hüküm sürüyor. Daha fiyakalı hamâset yapmanın, daha ağır konuşmanın cezbesi, fanatizmi teşvik ediyor. Bilhassa sanal âlemin yalan yanlış anekdotları, sözümona parlak habis lâfları çoğaltmaya elveren yayılma hızı ve yüz yüze iletişimin sağlayabileceği empati ihtimalini yok eden kışkırtıcılığıyla, bu fanatizm narsistik bir yankıyla pervasızlaşıyor.

    Burada dikkat edilecek olan, sadece milliyetçi & ulusalcı partilerin, yayınların, çevrelerin, kanaat önderlerinin “örgütlü” tepkileri değil. Bu çevrelere angaje olanların dışında, böylesi tepkileri kendi ilişki ağları içinde (çoğunlukla “internet” üzerinden) dolaşıma sokmayı refleks haline getirmiş “münferit” kişilerden oluşan genişçe bir “taban” var… Temel vasıflarından birisi “okur-yazarlık” olan bir toplumsal taban bu. Okuma-yazmayla ilişkileri, ortalama “Türk insanı”ndan, “halkımız” diye anılan insanlardan biraz daha ileri. [[ Ama sadece biraz daha ileri… “Ulusalcı duyarlılık” gösterenlerin doçent/profesör/mühendis ünvanlı olanlarının mektupları/mesajları arasında dahi, bitişik yazılmış “ki” ve “de/da” ekleri, anlatım bozuklukları, mebzûl miktardadır. ]]

    Söz konusu tepkilerin (yukarıda değindik), ayrıcalıklı mecrasının internet ve elektronik posta zincirleri olmasından da anlayabilirsiniz bunu. Bilgisayara âşinâlığı olan, elektronik posta yazıp yollayabilen birileri söz konusu olduğuna göre, umumiyetle “orta sınıf” mensuplarından müteşekkil bir toplumsal profille karşı karşıyayız. “Elit” okulların, üniversite üyelerinin, tahsilli meslek erbâbının oluşturduğu elektronik posta gruplarının mensuplarının sürekli tecrübe ettiği gibi, en azından kültürel sermayeye temellük itibarıyla üst-orta sınıf olarak konumlandırılabilecek kesimler de, milliyetçi & ulusalcı reaksiyonun etki alanında bulunuyorlar. Tahsilli meslek erbâbının korporasyon örgütlerinde son yıllarda yaşanan iklim değişikliği de (son olarak geçen ay yapılan büyük baro seçimlerinde milliyetçi & ulusalcı grupların kazandığı ağırlık), buna delâlet ediyor. Bu okumuş-yazmış zümrelerdeki fanatizm ve medeniyetsizleşme; had safhadadır. Herhangi bir konuyu sükûnetle ve aklî savlara dayanarak tartışma girişiminin, Mustafa Kemal’den bir alıntı, bir Çanakkale anekdotu veya içinde “hain”, “aymaz”, “satılmış” kelimelerinden en az birisi geçen hamâsî efelenmelerle püskürtülme ihtimalinin bu tahsilli, “elit” muhitlerde bilhassa yüksek olduğuna tanıklık edebilecek çok insan var!

    Murat Belge, 21 Ekim 2006 tarihli “Radikal”deki yazısında ( http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=202214 “Milli dava, milli davranışlar”);
    Tahsilli “seçkinler”in, refleksleşmiş, ezberlenmiş milliyetçi replikleri, jestleri, “sıradan” halka kıyasla çok daha cân-ı gönülden sahnelediklerini, daha “ballandırarak” tekrarladıklarını belirtiyordu. (Millî) Eğitim aygıtının kazandırdığı manevî donanım ve böylelikle edindikleri “seçkin” konumu, onları bu milliyetçi ezberi daha “duyarak” oynamaya sevkediyordu. “Eğitim görmemişlerde hâlâ biraz umut var!” diyerek bitiriyordu yazısını Murat Belge.

    Osmanlı devlet adamının “bunca cehalet ancak tahsil ile mümkündür” sözünü hatırlatan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz gerçekten. Millî-Eğitimin gerek ezberci, şabloncu öğretim formasyonu, gerekse milliyetçi zihniyet kalıplarını her bilgi alanının zeminine döşeyen içeriği, bir öğrenilmiş cehalet hâsıl ediyor. Kemalist ideoloji, eğitimle aydınlananların “topluma önderlik edeceğini, toplumu yükselteceğini” vaz’etmiş, doğrusu Türkiye’de sol dünya görüşünde olanlar da bu Aydınlanmacı iyimserliği büyük ölçüde devralmıştı. Tıpkı Kemalist & milliyetçi & ulusalcı söylemin sapkın “sözde aydınlar” hakkında serdettiği hayal kırıklığı gibi, şimdi solda da tahsilliler hakkında bir umut kırıklığı yaşanıyor, anlaşılabilir şekilde. Peki, bu tahsilli cehaletini, bu diplomalı dar görüşlülüğünü, Türkiye’de eğitimin “çağdaşlıktan” uzaklığına mı bağlamalı sadece?

    TOPYEKÛN “YARI-EĞİTİMLİ”LİK

    Türk millî eğitiminin özel gayretleri dışında, genel olarak eğitim-öğretim rejiminin performansından öte; bizzat “çağdaş” toplumun (kapitalizmin) kültürel düzeninin, yapısal olarak “yarı-eğitimli”lik & “yarı-cahil”lik ürettiği tezini hatırlatmak üzere soruyorum bu soruyu.

    Theodor W. Adorno’nun 1959′da yayımlanan “Theorie der Halbbildung” adlı namlı makalesinin meselesi budur. [[ Soziologische Schriften 1 içinde, Suhrkamp, Frankfurt a.M. 1997, s. 93-121. Makalenin geniş bir tartışması için: Stefan Müler-Doohm, Die Soziologie Theodor W. Adornos: Eine Einführung, Campus, Frankfurt a.M./New York 2001. ]]

    Adordo’nun yukarıda ifade ettiğimiz Almanca başlıklı tezini “Yarı-Eğitimlilik Teorisi” diye Türkçe’ye çevirebiliriz, ama şu şerhi düşerek: “Eğitim”e indirgeyerek çevirdiğimiz Bildung kavramı, öncelikle “tahsil-ve-terbiye”yi, ama aynı zamanda, onun zımnında bütüncül bir formasyonu; “kişiliğin oluşumu”nu ifade eder.

    Adorno; öncelikle EĞİTİM (Bildung), EĞİTİMSİZLİK (Unbildung), YARI-EĞİTİMLİLİK (Halbbildung) arasındaki ayrımı kavramlaştırır.

    “Eğitim”: Özgür ve dinamiktir, belirli bir amaç doğrultusunda araçsallaşmamış, sabitlenmemiştir.

    “Eğitimsizlik”: “Salt naiflik, salt bilmemek”tir, böylelikle nesnelerle dolayımsız bir ilişkiye elverir. Dolayısıyla, eğitimin başlatılabileceği bir başlangıç noktası da sağlar. (Murat Belge’nin “Eğitim görmemişlerde hâlâ biraz umut var!” sözünü hatırlayalım!)

    “Yarı-eğitimlilik” ise; “eğitimden önce gelmez, onu takip eder”; sabitlenmiş, kültürel veya toplumsal bir amaca bağlanarak araçsallaştırılmıştır. “Yarım anlaşılmış ve yarı öğrenilmiş olan, eğitimin ön basamağı değil; onun can düşmanıdır” der Adorno. [[ Bu paragrafta çift tırnak içinde verilen alıntı Adorno’nun yukarıda ifade ettiğimiz makalesindendir. ]]

    Meselenin esası, “Kültür”ün iki cepheli oluşuyla ilgilidir. Kültürün bir cephesi “tinsel kültür”dür, diğer cephesi ise “yaşamı biçimlendirmenin reel” araçları, yordamlarıdır.

    “Yarı-eğitimlilik”; kültürün bu ikili karakterinin yitirildiği noktada ortaya çıkar. Kültürün iki cepheliliğini “göz ardı ederek kendini mutlaklaştıran bir eğitim, yarı-eğitim olmuş demektir.” Adorno’nun yitirilmemesi gerektiğini söylediği şey, kültürün iki cephesi arasındaki gerilimdir. “Bu gerilim yittiğinde, uyum [yani “konformizm” -Tanıl Bora-] mutlak hâkimiyetini kurar.” Gerilimin her iki kutbunun da kendi içinde donmaması gerektiğine dikkat çeker Adorno. Oysa gerek “Tin ve hükümran bilinç”, gerekse “Doğa ve uyum sağlama yeteneği”; mutlaklaşıp sabit kategorilere dönüşmüş, velhâsıl Kültürün her iki uğrağı da fetişleşmiştir.

    Tinin özerkleşmesi (kendi başınalaşması), başlangıçta, tinsel bağımsızlığın doğrudan doğruya egemenlerle eklemlenmiş bir azınlığın imtiyazı olarak kalmasına karşı eleştirel ve özgürleştirici bir işlev görüyordu. Bu evrede Eğitim, “statüsüz ve imtiyazsız bir insanlık” fikrini vaz’ediyordu. Ancak burjuva egemenliğinin tesisiyle, böyle bir misyondan kopmuş, reel yaşamı biçimlendirmeyle bağıntısını yitirmiş; belirli bir tatbikatın bilgisine indirgenmiş, bununla beraber (yine) bir imtiyazlı konum algısına dönüşmüştür. Kendi içine kapanıp mutlaklaşan Tin’in işlevi, ideolojidir artık. Öte tarafta, Doğa’yla ilişkiye ve “reel yaşama” baktığında, bütün beşerî münasebetlerin ekonomik mübadele ilişkilerine ve tüketime indirgendiğini görür Adorno. Bu vasatta bilgi & malûmat salt reel’in yansıması olarak algılanır, halihazırdakinin ötesine işaret etme selâhiyetinden yoksundur, böylece konformizmi pekiştirir.

    Öte yandan Tinsel’in kavramlarının yerini alan klişeler, reel olanla bağıntı kurmadan, her şeyi mutlaklaştırıp kendine tabi kılar. Bu şeyleşmiş bilinç, öznellikle nesnellik arasında süreçsel-diyalektik bir ilişkiye izin vermez. Eğitimin diyalektik niteliğinin feshedildiği bu durum, “objektif” olarak bütün bilgiyi-öğrenmeyi-idraki eksikli, “yarım” kılar; yarı-eğitimliliği süreğenleştirir.

    Velhâsıl yarı-eğitimlilik, “yabancılaşmış Tin”dir; “metaların fetiş karakterinin Tin’i de kavramasıdır”: “Konularının içerdiği hakikati ve canlı nesnelerle olan canlı ilişkisini yitiren eğitimin şeyleşmesidir.”

    Adorno, bu deformasyonun âmilleri olarak kültür endüstrisini, “bilincin sürekliliğinin” kaybını, “eleştirel bilincin” yitişini ve kolektif narsizmin hâkimiyeti görür. Bilincin sürekliliğinin kaybıyla ilgili yazdıkları bilhassa önemlidir. Bilinç ve idrakteki süreklilik kaybı, modern-öncesi toplumlarda geçerli olan otoritelerin ve geleneklerin çözülmesiyle, özne ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişkiyi düzenleyen yeni kalıplara ihtiyaç duyan insanların, nesneler ve diğer insanlarla aralarına bir önyargı tabakası döşemek üzere, timsallere & simgelere meyletmeleriyle kendini gösterir (millî simgeler burada işlev görür). Bu sürecin vardığı nokta (kültür endüstrisinin belirleyici katkısıyla) şudur:

    “Bilincin sürekliliği içindeki idrakin, öğrenmenin yerini, noktasal, unsurları birbiriyle bağlantısız, sürekli yeni verilerle ikame edilebilir bir haberdarlık & malûmattarlık alır… Onun kendi idrak & öğrenme sürekliliği içinde erimeden bilince sızan eğitim unsurları; bâtıl inançları eleştirdiklerinde bile bizzat bâtıl inanç halini alma eğiliminde olan zehirli maddelere dönüşürler.”

    Kolektif narsizmle ilgili bir cümlesini de aktarayım:
    “Yarı-eğitimlilikle kolektif narsizmi birleştiren; bir şeylere temellük etmek, söze dahil olmak, kendini uzman olarak satmak ve bir yere aidiyet edâsıdır.”

    Adorno, yarı-eğitimliliğin; “onca Aydınlanmaya ve bilginin yayılmasına inat ve bizzat bunlar sayesinde, bugün hâkim bilinç tarzı halini aldığını” söyler.

    Adorno’nun “karamsar” eleştirisine kulak verecek olursak, yarı-eğitimlilik, veya yarı-cahillik, veya “Türkçesiyle” TAHSİLLİ CEHALET; eğitim formasyonunun kalitesinden bağımsız olarak, kapitalist modernleşme süreci içinde ortaya çıkan bir tarihsel & toplumsal durumdur. Ve bu “sosyalleşmiş” bilinç tarzı, eleştirel aklı dumura uğratarak, yukarıda aktarıldığı üzere; bâtıl inanç formatını yeniden üretir. Bu savı hatırlayarak ve akılda tutarak, Türkiye’nin özgül koşullarına geri dönelim.

    “TAHSİLLİ ORTA SINIF”IN KRİZİ

    Tahsilli orta sınıf seçkinlerin milliyetçi & ulusalcı fanatizme kapılmalarının ve bu fanatizm içinde “medeniyetsizleşme” eğilimine girmelerinin, doğrudan doğruya milliyetçi endoktrinasyonla ve onun öğüttüğü millî meselelerle ilgili olmayan bir veçhesi olduğunu düşünüyorum. Bu veçhe; şehirli, tahsilli, laik orta sınıfların, iktisadî ve “toplumsal statülerini kaybetme endişesi” içinde bulunmalarıdır!

    Neo-liberal deregülasyon süreci altındaki iktisadî ve toplumsal dönüşümün tahripkâr etkilerini uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Gerek formel sosyal güvenlik yapılarının gitgide büzülmesi, gerek toplumsal dayanışma ilişkilerinin aşınması, topyekûn “aşağıdakiler”in hayatını zorlaştırıyor; alt ve orta sınıflar, yoğunlaşan bir tehdit hissediyorlar! Orta sınıfların tehdit algısının alt sınıflarınkinden (işçiler, vasıfsız işsizler, “deklaseler” & marjinalleştirilmişler…) farkı, onların kaybedecek bir şeyleri olması, veya kaybedecek bir şeyleri olduğunu, en azından kaybedecek bir şeye malik olabileceklerini düşünmeleridir. Mülk ve nakit cinsinden bir varlıkları olmasa bile, tahsille edindikleri donanım (“kültürel sermaye” de diyebilirsiniz) sayesinde; kendilerini mala-mülke, en önemlisi bir kariyere, bir statüye erişebilecek potansiyele sahip görürler.

    Tahsilli orta sınıfların kariyer beklentileri, aslında yaklaşık 10 yıldan ama özellikle travmatik bir etki yaratan 2001 ekonomik krizinden beri, büyük bir sarsıntıya uğradı. Bütün dünyada da olduğu gibi; tahsilin ilk basamağını oluşturduğu, “insanı emekliliğe kadar taşıyacak bir iş yaşamı ve hayat akışı öngörüsü”nün karşılık bulması giderek istisnâîleşiyor; ayrıca tahsil yoluyla sınıf atlama “şansları” da azalıyor! Buna koşut olarak, üniversiteli ve diplomalı olmanın getirdiği saygınlık, aslında çok daha uzun bir zamandır; yıpranıyor.

    [[ “Akademik proleterleşme”; başlıbaşına bir araştırma sahasıdır! Üniversitelerin öğrenci alımları “kitleselleşirken”, yüksek lisans programlarındaki öğrenci nüfusu da artıyor! Bu programlara yönelen üniversite mezunlarının önemli bir kısmının saiki “CV’sini geliştirmek”tir; üstelik bunların da önemli bir kısmı, gelişmiş CV’leriyle de istihdam şanslarının fazla yüksek olmayacağı kaygısını duyuyor, üniversitede bulunma sürelerini uzatarak, işsizlik kariyerlerini ertelemeye bakıyorlar! Genç akademisyenlerin konumları da, eski tabirle “asistan” oldukları zenaatkâr usûlü yetişme zincirinin yerini alan “anonimleşmiş” terfi-tenzil sistemi içinde; güvencesizleşiyor. Bu da küresel bir krizdir! 2006’nın ilk aylarında Fransa’da üniversite öğrencilerini ucuz (hâttâ; “bedava!”) işgücü rezervi olarak kullanmaya dönük tasarıya karşı gelişen büyük protestoların temelinde, üniversitenin resmi işsizliğe geçişten önceki bir “ara istasyona” dönüşmesinden duyulan kaygının birikimi vardı! ]]

    Buna, zenginlik ve tüketim teşhirinin (sadece maddî değil; “kültürel” göstergeleriyle de) kazandığı itibarın, bir 10 yıl öncesine kadar “okumuş” olmanın sağladığı itibardan çok daha fazlasını ve “ezicisini” temin ediyor olmasının getirdiği değişimi de eklemeliyiz. Neticede, orta sınıfların önceki kuşaklardan devreden “huzurlu” zihin dünyaları, güçlü bir maddî ve manevî tehdit altındadır! Kendilerini toplumun seçkin bir zümresi olarak algılamaları zorlaşıyor! Büyüyen acz duygusuyla beraber hınç üreten bu tehdit algısı, bir agresifleşme istidâdını tetikliyor! Bir mazlum söylemiyle birleşen ve yer yer “toplumsal eleştiri” kisvesi altında “yozlaşmak”tan sorumlu saydığı bir düşman figürüne hınçlanarak oluşan bir agresif ruh hali bu! Daralan seçkin konumlarına tutunabilenler de; “rekabet”in insanda yarattığı tahribat ve “kazanma”nın küstahlığıyla buna katkıda bulunuyorlar!

    “Tahsilli orta sınıfların krizi” konusunu açarken, “laik” sıfatını da kullanmıştım. Üzerine eğildiğimiz reaksiyoner dalganın temel bir karakteristiği, bununla ilgili. Zira sözkonusu krize refakat eden elit değişiminin sancıları, “laiklik”le ilgili hassasiyetlerde ifadesini buluyor. 1990′lara kadar büyük çoğunlukla laik orta sınıfların hâkimiyeti altında olan bürokrasilerde, sinâî-ticarî iş alanlarında, akademik mevkilerde, medyadaki pozisyonlarda, bir zamandır, dindar-muhafazakâr menşelilerin ağırlığının arttığını biliyoruz. Nicel değişim, beraberinde elit olmanın kültürel müktesebatının ve ifadelerinin de değişmesini getiriyor. Bu değişim, tahsilli orta sınıfların şehirli ve laik zümrelerinin hissettiği tehdit algısının derinleşmesine yol açıyor; zira sadece liyakat ölçüleri veya rekabet nedeniyle değil, kültürel-ideolojik nedenlerle de dışlandıkları veya dışlanabilecekleri endişesini duyuyorlar! Bu zümrelerin, reaksiyoner bir Atatürkçülüğe meyletmelerinin ardındaki temel saik, budur. Atatürkçülüğün otoriter ve “intizamlı” modernleşme tahayyülünde (“bağımsızlığın” da bu tahayyüle uyan bir çağırışımı var), özledikleri istikrarın vaadini okuyorlar. Atatürkçü söylemin erken Cumhuriyet dönemini yitik altın çağ olarak yücelten imgelemi, laik orta sınıfların kendi mevkilerini yitirme kaygılarına tekabül ediyor. Nitekim onların “bölücülük”, “terör”, “Kıbrıs”, “(AB) Avrupa Birliği’ne girmek”, “emperyalizm” vb. âlî millî meselelerle ilgili reaksiyonları ve genel olarak milliyetçilikleri & ulusalcılıkları, mutlaka Atatürkçü referanslara dayanıyor ve mutlaka AKP iktidarına (genel olarak “şeraitçilere”) yönelik şedit bir nefret içeriyor. Daha önceleri İslâmcı siyasal partiler ve kadrolarla alışveriş içinde olmasına, onlara hizmet vermesine alıştığımız milliyetçi-muhafazakâr entelijensiyanın da, bir elit olarak dışlanma endişesi içinde bu reaksiyoner dalgaya katıldığını eklemeliyiz. Buna 18 Eylül 2006′da “Radikal” gazetesinde yer alan söyleşisinde Yüksel Taşkın işaret etmişti:

    ( http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=198964 “Milliyetçilik kavgası AKP’yi tasfiye eder” )

    “Türkiye’de ne zaman AKP gibi bir sağcı parti iktidara gelse, hepsi daima Türk Ocakları ve Aydınlar Ocağı gibi kendi mensubu olmayan milliyetçi çevrelerdeki entellektüellerden yararlandılar. Onları, devletteki kadrolara yerleştirdiler. Ama AKP’yle bu ilişki koptu. Çünkü onun 1980′lerde devleti İslamlaştırma iddiasıyla ortaya çıkan ve sonra yavaş yavaş sisteme katılan kendi entellektüel aydın fidanlığı vardı. Ve AKP merkez sağda bildiğimiz ilişkileri yenilemedi, Aydınlar Ocağı, Türk Ocağı gibi yapıları hiç kale almadı ve RTÜK’ten TMSF’ye, bütün görevlere kendi organik entellektüellerini getirdi. İlk defa bir sağ iktidarın bu milliyetçi gruplarla hiç dirsek teması kurmadan kendi kadrolarıyla hareket etmesi milliyetçi kesimde çok ciddi bir kriz yarattı.”

    Tahsilli laik orta sınıfların içine düştüğü acz duygusunun ve hıncın, kolayca, “Batı”ya ilişkin hasetle ve AB’yle ilgili öfkelerle titreşime girebildiğini düşünüyorum. Okullarını bitirmiş, “müsbet ilmi” öğrenmiş, diplomalarını almış, velhâsıl iyi (ve “modern”) bir kariyer için gereken adımları atmış birisinin işsizlikle veya kendisine reva görmediği nafile meşguliyetlerle boğuşurken kapılacağı değersizlik ve aşağılanma duygusu ile, “AB kapısında bekletilen Türkiye” imgesi ve “ne yaparsak yapalım bizi almayacaklar” sinizmi; coşkuyla kucaklayabiliyor birbirini.

    Milliyetçi & ulusalcı fanatizmin toplumun okur-yazarlarını, tahsilli zümrelerini tesiri altına almasının görünümlerini, yukarıda 3 ayrı düzeyde tartışmaya çalıştım.

    Tartışmanın (adı üstünde), ucu açıktır. Kesin olduğunu söyleyebileceğimiz bir şey varsa, o da; okumuşların fanatizminin ve “cehaletinin”, maalesef o kadar da şaşırtıcı bir şey olmadığıdır.

    Yazan: Tanıl Bora
    “Birikim” dergisi, sayı: 211
    Kasım 2006

    (Not: Tanıl Bora, son yıllarda “sosyal demokrat”lıkla harmanlanmış “sosyalist” görüntü veriyor olsa da; içten içe “serbest piyasa ekonomisi temelli liberal(izm)”e tamah eden bir mizaca sahiptir. Yukarıda “tahsilli cehalet” konusu üzerine tespitleri yerinde olmakla birlikte; açıklamalarının, davranışlarının geneline dikkat etmek gerekir. “Mavi & Beyaz Ya-LA-ka”lar üzerine Türkiye’de en geniş müktesebata sahip kişilerden biri olmasını da içine alacak şekilde; kapitalist sistem üzerine söylemlerini “kasıtlı olarak hafif tutmakta”dır. Önümüzdeki on-yıllarda, hem “akademi” zemininde, hem “medya” zemininde, hem “dergi & kitap yayıncılığı” zemininde; hamleleri en riskli, en manevralı kişilerden biri olması muhtemeldir!)

  147. Eşitsizlik olmasa herkes bir efendi kesilip toplumsal hizmetleri gördürecek kimse bulunmaz mıydı?
    Toplumsal yaşam için zorunlu olan işbölümü eşitsizliği de zorunlu kılmaz mı?

  148. “Durduk yerde de 20-30 milyon insana acliktan (ya da tepedeki birilerinin keyfi oyle cekti diye) irtihal-i dar ul beka eyletmedi bugune kadar.”

    Kapitalizmin krizi sonucu başa geçen Hitler, Musolini vb. unutmuş değilim ama.

    Sadece İkinci Dünya savaşı sonucu 40 milyon insan öldü. ABD’nin üçüncü dünya ülkelerinde yaptığı sayısız müdahaleleri, Batı’nın Afrika ve diğer ülkelerde yaptığı sayısız yağma ve katliamı, Cengiz Han’ın milyonlarca insanın ölümüne neden olmasını ve daha yüzlercesini tek tek saymaya gerek var mı?

    Tarih sizin düşündüğünüz gibi hep statik, durgun ve değişmez değildir. İktidar mücadelesi, savaşlar vb. hep oldu. Ölümler de oldu. Bundan sonra da olacak. Yanlış olan tüm bunlarda egemen ideolojilerin değil de sadece solcuların, sosyalistlerin vb. suçlu olarak görülmesidir.

  149. “Eşitsizlik olmasa herkes bir efendi kesilip toplumsal hizmetleri gördürecek kimse bulunmaz mıydı?”

    Bu soruyu biraz da tersten soralım istersen. Bazı insanlar işbölümü vb. var diye üstün kabul edilmeli mi? Üstünlük nereye kadar olmalı? Örneğin bazı insanlar kayıtsız şartsız köle, bazıları efendi, bazıları büyük efendi, bazıları Tanrı kadar tapılacak düzeyde mi olmalı? Eşitsiz bir toplumda en üstte bulunanlar kendilerinin Tanrılar kadar üstün ve diğerlerinin zerre kadar değeri olmadığını düşündüğünde, istedikleri her şeyi yaptıklarında, istedikleri kişileri haksız yere öldürüp zulüm ettiklerinde, istedikleri kişilerin mallarına el koyduklarında, istedikleri kişiye tecavüz ettiklerinde, istedikleri kişiyi susturduklarında, istedikleri kişiyi konuşturduklarında, yani toplumu kukla haline getirdiklerinde ve böylesi bir güç onlara verildiğinde kayıtsız şartsız onlar ne dese yapacak bir toplum olması iyi midir?

    Bu sorular üzerinde düşündükten sonra sorulan ikinci soruya geçelim:

    “Toplumsal yaşam için zorunlu olan işbölümü eşitsizliği de zorunlu kılmaz mı?

    Diyelim ki zorunlu olsun. Ama şöyle de denilebilir: belki mutlak eşitliğe ulaşılamaz ama amaç ondan mümkün olduğunca uzaklaşmak değil, eşitliğe doğru yaklaşmak ve bunun yöntemleri üzerinde kafa yormak olmalıdır; çünkü ondan uzaklaşmak ve birilerinin ve onlarının yakınlarının kuşaklar boyunca Tanrı, yüce efendi, tapılacak büyük güç, ne derse doğru olan liderler olmasını; diğerinin ve onların çocuklarının köle, emirleri kayıtsız biçimde yapacak emir komutaya kayıtsız biçimde itaat edecek köleler olmasına yol açar veya yol açmasını kolaylaştırır.

    Mutlak eşitlik ve insanların tam eşit olması çeşitli nedenlerden dolayı olmayabilir. Ama bence eşitlik olamaz, ve ona yaklaşılamaz diye bazı insanlara çok büyük Tanrısal güç bazı insanları köle mertebesine indirmek doğru yaklaşım değildir. Bu başka sayısız büyük problemler oluşturur. Fransa devriminde bu biraz olsun anlaşıldı ve insanlar eşit olmanın ne olduğunu az da olsa anladı. En azından kanunlar önünde halk eşit olunacak denildi.

    Bir ülkede eşitlik olmadığında, ya da eşitlikten giderek uzaklaşıldığında o ülkede demokrasiden de, özgürlükten de, özgür düşünceden de o kadar uzaklaşılır ve köle itaat düzenine yaklaşılır.

  150. “Ben sadece sizin görüşlerinizi sorguladım ve aslında sizin de mevcut olanı olduğu gibi kabul etmek dışında bir şey önerdiğinizi görmedim.”

    Mevcut olani oldugu gibi kabul ettigim intibaini vermissem, yine, meramimi anlatamamisim.

    Ote yandan, mevcut olani pesinen reddetmegi, hele de yerine ne konulacagi konusunda ayaklari yere degen (“basan” demiyorum; o, belki, cok sey istemek olur) alternatif onermemegi genc olmanin aksiyoner heyecanina ve zihinsel tembelligine (fikirsel olarak detaylara inmenin zor gelisine) bagliyorum.

    Bu ‘aksiyoner heyecan’ ve ‘zihinsel tembellik’ illa yasca kucuk olmagi gerektirmiyor tabii ki –her yastan bolca ornegi var.

    ‘Kervan yolda duzulur’ umuduyla yola cikmak isteyenler de var; ama, cogu zaman –tecrubeyle sabittir– duzulen kervanci(lar) oluyor.

    “Üstelik bir de soru soranlara sitem etmeniz dışında. Tüm bunlardan sonra felsefeye önem veriyorum demeniz ilginç.”

    Aslinda, felsefeye onem verdigim icin olamaz mi?

    Soru soranlarin, sadece sorular soranlarin, bence kiymet-i harbiyesi yok; cunku, herkes, her akil/zeka seviyesindeki herkes, her turlu soru sorabilir.

    Marifet o degil.

    Herhangi birseye bakip ‘neden burasi boyle, de, oyle degil?’ cinsinden “soru sormak” kolay, ama o ‘sey’i, (o ‘sey’in gordugu fonksiyonu, o ‘yanlis’lar olmaksizin gorecek) bastan/yeniden tasarlamak, peydahlamak ve sonra da kabul ettirmek hic de kolay degil.

    Cunku, once problemin cozulebilir tarafini bulmak gerekiyor (her problem cozulebilir degil cunku), sonra cozum seklini formalize ve formulize etmek.. ardindan da, tabii ki cozumu uretmek.

    Bu zor geliyor tabii ki.

    O yuzden, hooop, ‘kapitalist sistem’ ve ‘devlet’ yikilmali cinsinden ezberlenmis sloganlar ortaya cikiyor.

    Niyeymis?

    Cunku, memnun degilmis, reddediyormus beyimiz, hamfendimiz.

    Reddetmek ozgurlugu var ya, kim tutar kimi..

    Iyi de, yerine ne gelecek?

    “Daha iyi bir sey!”

    O kadar.

    Butun detay, proje bu kadar.

    Bu sigliktaki bir entellektuel derinligi, sirf soru sormus, begenmemis, reddetmis ya da isyan etmis diye matah saymami benden beklemeyin. Baskalari yapsin.

    “Onlar çeşitli nedenlerden dolayı başarısız olmuş olabilir. Ama bu onların hatalarını düzeltip daha iyi sonuç alamayacakları anlamına gelmez.”

    Gelmez tabii ki. “Oten canda umut var” diye bir eski soz vardir; ve cogu zaman gecerlidir de.

    Ama, hatalarini duzeltip daha iyi sonuc almak icin once hatalarin tespit edilmesi gerekmiyor mu?

    Yani, lafa gelince, solun o cok sevdigi ‘ozelestiri’..

    Bu yolda bir gayret, bir caba goruyor musunuz siz?

    Ben gormuyorum. Bilakis, yapmaga yeltenenleri ‘donek’, ‘hain’ belliyorlar.

    Bu donem de gececek muhakkak; ama hayli de uzun surdu.

    Daha sonraki bir donemde neyin duzeltilmesi gerektigini konusabilecegimizi umuyorum.

    Bir duzeltme: “Cengiz Han’ın milyonlarca insanın ölümüne neden olmasını”

    Bu mumkun degil. O yillarda (MS 1100-1200) butun dunyanin toplam nufusunun 250-300 milyon oldugu tahmin ediliyor. Yani, bugunku nufusun yaklasik yirmide biri. Yani (ikinci yani), dunya, bugune kiyasla, 20 kat daha tenhaydi. Ve, Cengiz Han’in kitle imha silahlari yoktu. Milyonlarca insani isteseydi bile oldur(t)emezdi.

    “Tarih sizin düşündüğünüz gibi hep statik, durgun ve değişmez değildir.”

    Buyuk sistemlerin/yapilarin da evrime tabi olduklarini size anlatmaga calisan birisine bunu diyorsunuz ya, bravo bana –hic bir sey anlatamamisim.

    “Yanlış olan tüm bunlarda egemen ideolojilerin değil de sadece solcuların, sosyalistlerin vb. suçlu olarak görülmesidir.”

    Ben kimin ne dedigine bakarak degerlendirmede bulunuyorum.

    Bu acidan baktigim zaman, insanlara refah mutluluk vb getirecegini soyleyen iki cenah goruyorum: Bir ‘organize din’ler; iki, ideolojiler.

    Marksizm, ve onun uzerine bina edilmis sosyal/siyasi yapilar, ezilenlere ne vaad ettiler; sonuc ne oldu?

    Ayni sekilde, organize dinler de..

    Ote yandan, kapitalizm bir ‘sistem’ ya da bir ‘ideoloji’ degil. Kimseye, zimnen ya da yazili metinlerle bir sey vadetmiyor, vadetmesi de mumkun degil.

    Bu durumda, siz kimi sorumlu tutarsiniz?

  151. Gün bey
    Necip’e bu sitede yazarlık yapması için bir sekme, bir kısım, bir bölüm açılabilir mi?
    Yazdıkları gerçekten ufuk açıcı.
    Sizin ‘Konuk Yazılar’, ‘Duyurular’ diye bölümleriniz var, oralarda Necip için bir alan açmanız mümkün mü?

  152. Şu an dünyanın en “bilgili”si Google’dır. Fakat Google, yemek yapamaz. Çoğaltın örnekleri…

    Bu arada “singularity geliyor paşam!” diyenler çıkarsa, “rüya görmeyi ne çok seviyorsunuz” derim…

  153. “Ote yandan, kapitalizm bir ‘sistem’ ya da bir ‘ideoloji’ degil. Kimseye, zimnen ya da yazili metinlerle bir sey vadetmiyor, vadetmesi de mumkun degil.

    Bu durumda, siz kimi sorumlu tutarsiniz?”

    Aslında kapitalizmde ideolojidir veya ideolojik, politik yönü vardır; neoliberalizm vb. gibi. Kapitalizm salt ekonomik sistemdir diyenler buna katılmayabilir. Kapitalizm ekonomik diyebilirler, ama her ekonomik sistemin politik yönü de vardır ve olmak zorundadır.

    Yani sonuçta kapitalizm ideoloji dememek hiçbir şeyi değiştirmez. Örneğin kapitalist ekonomik sistemin dayanakları, piyasa ekonomisi, birilerinin buna bağlı olarak çok zengin olması vb. elbette sorgulanabilir. Bunları sorgulayanlar bunlar ideoloji yapıyor, kapitalizm sorgulanamaz, çünkü kapitalizm mutlak doğruyu temsil eder görüşüne katılmam mümkün değil. Çünkü kapitalizm de dahil her şey sorgulanabilir.

    “Kimseye, zimnen ya da yazili metinlerle bir sey vadetmiyor, vadetmesi de mumkun degil.”

    Televizyonu açın ve yönetenlerin konuşmalarını dinleyin. Yanıldığınızı göreceksiniz.

    Sözünü ettiğiniz dünyada yönetenler, iktidarda olanlar var: bunlar türlü şekillerde iktidar oluyor, kimisi dini, kimisi neoliberalizmi, evet haklısınız kimisi de sosyalizmi, kimisi ekonomik ilişkileri ve gücü vb.kullanıyor. Aslında genelde gördüklerimizi daha çok egemen olanlardır.

    Evet iktidarda olma mücadelesi hep olacak. Bunu görmeden bu neyin mücadelesi demek anlamsız bir soru sadece.

  154. “Necip’e bu sitede yazarlık yapması için bir sekme, bir kısım, bir bölüm açılabilir mi?”

    Ef’em, teveccuhunuz 🙂

    Ama, iki sebepten dolayi yapamam.

    Birincisini, artik herkes biliyor; ben MIT mensubuymusum. Ben farkinda degildim; ama eger dogruysa, once Teskilat’tan izin almam lazim olacak. O burokrasiden bu tur bir izin zor cikar; ciksa bile ben artik bedavaya yapmam. 😉

    Ikincisi, simdi de ciddi ve samimi sebebi: Bundan yaklasik on sene filan once, 3-5 sene boyunca aradabir de olsa yazdigim bir blogum vardi. Konu basligi secmek, ve dise dokunur bir seyler yazabilmenin ne zor bir is oldugunu –cunku, bir muddet sonra, neredeyse, ‘is’e donusuyor– bilirim.

    Zor istir. Yorum yazanlara cevap yazmasaniz olmaz; ayip olur. Yazsaniz, bir muddet sonra yetisemez oluyorsunuz; zamani yonetemez oluyorsunuz.. vs vs vb, vesselam..

    Damdan dusmus birisi olaak, Gun beyin sabrini, sebatini, ‘stamina’sini takdir ediyorum. ‘Kose/sekme yazari’ olmak bana gore degil.

  155. marxist argüman

    kapitalist ideolojilere karsi argümanlar:

    milliyetci-muhafazakar demagog necip’e cevaplar:

    bu demagog’un daha önce beyaz yalakalar ile serbest piyasa ekonomisi-kapitalist ekonomi üzerine yaptigi tartismalarda verdigi cevaplardan biri asagi yukari söyleydi: “isinizden sikayetciyseniz, istifa edin, sizi zorla mi calistiriyorlar?” simdi bu cevabi mercek altina alalim. sayet bir insan bir dostundan-arkadasindan: biktim bu adamdan, görmek istemiyorum, derse, söyle bir cevap verebiliriz: o zaman niye görüsüyorsun, iliskini bitir. böyle bir cevap makul. fakat demagog necip’in cevabi neden ideolojiktir, ona bakalim. is-calismak bir hobi midir? hayir, peki nedir: mecburiyet, ekmek parasi. “ben calismaktan müthis keyif aliyorum, bir gün ise gitmesem özlüyorum” diyen tek bir insan var midir dünya da? yoktur. fakat “oh be nihayet paydos” ya da haftasonu calismak zorunda olmayan sanslilarin “oh be nihayet haftasonu” dediklerini cok duyariz. beyaz yalakalar da ekmek parasi icin, temel ihtiyaclarini karsilamak, kiralarini vs. ödemek icin ise gidiyorlar. isin-calismanin bir mecburiyet oldugunu tespit ettikten sonra: “kapitalist firmalarin para ve zenginlik icin rekabetini yanlis buluyoruz, insanoglunun ekonomik üretimi temel ihtiyaclarini karsilamak icin degil de, durmadan-sinirsiz-sonsuz bir para-sermaye birikimi icin yapmasi deliliktir” diyen beyaz yalakalara demagog necip nasil cevap veriyor: “sikayetciysen istifa et, etmiyorsan o zaman sikayet etme!” simdi demagog necip’e soruyorum: ben de dahil olmak üzere, rekabet ve paranin sonsuz birikimi prensiplerine göre üretim yapan isyerlerimizden istifa edersek sen bizim ekmegimizi, kiramizi öder misin? cevabini duyar gibiyim: “isinizi birakmasaydiniz, bana ne?” demagog necip’in bilincli olarak burda görmezden geldigi, yok saydigi gercek nedir: calismak sanki bir mecburiyet degilmis gibi, insanlar sanki para kazanip ihtiyaclarini karsilamak icin ise gitmiyorlarmis gibi konusuyor.

    demagog necip’in ogürsel ile yukarda yaptigi “bol mikroplu, bol parazitli” bilimsel ve tarihsel tartismada konu komünizm ve esitlige gelince, bizim dindar demagog “komünistlerin esitlikten ne anladiklarini gördük, komünist partililer zenginligin aslan payini aldilar” gibi birsey zirvalamis. ben su ana kadar kapitalist burjuva basininda lenin, stalin, mao, kastro gibi reel sosyalist liderlerin lüx icinde yasadiklarini, kendileri ve ailelerinin milyoner-milyarder olduklarini okumadim. bir an dogru oldugunu kabul edelim, bu durumu dogru diye onaylayacak tek bir sosyalist bulamazsin. ben ve beyaz yalakalar demagog necip ile tartismalarimizda dünya zenginliginin büyük cogunlugunun kücük bir elit tabakanin özel mülkiyetinde olmasi durumundan tutalim, klima-cevrenin kar-kazanc icin kirletilmesi, savaslar, aclik, issizlik, mülteci sorunu vs. gibi konulara dikkat cektik. bu dindar demagog her defasinda “e ne var bunda, bu dediginiz seyler ezelden beri var, ebediyende sürecektir” anlaminda cevaplar yazdi. dünyada ki esitsizlikten-haksizliktan-sömürüden zerre kadar rahatsiz olmayan, bilakis “dünya böyleyse, böyle olmasi gerektigi icin böyledir, hikmetinden sual etmek size mi kalmis” gibi bir felsefeye sahip dindar demagog necip, sözkonusu komünizm olunca eden birden bire “esitlikci” kesilip komünistlerin samimiyetini, tutarliligini sorgulamaya basladi? öyle ya, kapitalist dünyanin hiyerarsik iliskilerinden zerre kadar rahatsiz olmayan bu inancli demagog neden sözkonusu komünist ideoloji olunca “esitlikci” kesiliyor? cevap: komünistleri güya kendi silahlari ile vurmayi deniyor uyanik! kapitalist dünyanin sömürü ve hiyerarsiye dayali toplumsal iliskilerini mesru-dogal-alternativsiz göstermek icin bin dereden bin ideoloji getiren böyle demagoglarla “esitlik” gibi konular üzerine tartismak neden zaman ve enerji kaybidir? cevap: cünkü necip gibi insanlarin kapitalist dünya savunucugu ideolojiktir, bilincli bir tercihtir. söyle de ifade edebilirim, necip gibi tiplerin sol-sosyalist-anarsist düsünceye düsmanligi-karsitligi ideolojiktir, bilincli bir tercihtir.

    yazi uzadi, bu dindar demagoga bir konuda daha cevap yazmam lazim. ne diyor demagog: “bunlar sadece soru soruyor, sikayet ediyorlar, ama alternatif sunmuyorlar.” bu iddaa dogru mu? örnek: yasadigimiz bir evde tabanda su birinkitisi olusmus, ben diyorum ki: “ben tespit ettim, cati delik” demagog necip bana cevap yaziyor: “cati deyip duruyorsun, cözümün, alternatifin nedir?” benim cevabim: “be hey yüzsüz demagog, cati delikse cözümü, alternatifi belli degil mi zaten?” yani sorunun-problemin kaynagini tespit ettikten sonra, bu konuda hemfikir olduktan sonra cözümün su oldugunu ayrica söylemek icab eder mi: catiyi degistirmemiz ya da tamir etmemiz lazim.

    simdi ben sorunun kaynagi olarak günümüz dünyasinda hakim olan, -adina ister serbest piyasa ekonomisi ister pazar ekonomisi isterse de kapitalist ekonomi deyin kastedilen ayni seydir,- ekonominin üretim prensiplerinin yanlis-sacma oldugunu söyledigimde, mesela insan ihtiyaclarinin para kazanmak icin sadece arac oldugunu, ekonomik faaliyetin asil hedefinin sermayenin-paranin birikimi, asil hedefin kar-kazanc oldugunu, cevrenin-klimanin kirletilmesinden tutalim, savaslar, mültecilik, aclik gibi bitmeyen sorunlarin kaynaginin bu paraya endeksli kapitalist rekabet oldugunu somut veriler ile ortaya koyunca, cözüm-alternatif mantiken su olmaz mi: paraya-özel mülkiyete endeksli ekonomi yerine, sadece ihtiyac icin, ihtiyaclar icin üretim yapan bir ekonomi. peki bu demagog necip gibi tipler neden bunca yazdiklarimizdan sonra hala: “alternatifin nedir diye” soruyorlar? cevap: cünkü bu argüman ve elestirilerin hicbirini dogru bulmadiklari, ikna olmadiklari halde sahtekarca su laflar ediyorlar: “söylediklerin iyi hosta alternatifin nedir?” tekrar ediyorum, bunca konusma ve yazmadan sonra bir insan “alternatifin nedir?” diye sorarsa emin ol o insan kesinlikle ikna olmamistir.

    sonuc: bir sorunun-problemin kaynagini teshis etmissek ve bu teshisin dogrulugu konusunda hemfikir olmussak, o teshis cözümüde zaten icinde barindirir. demagog necip, biz seninle günümüz dünyasinin siyasi-toplumsal-ekonomik sorunlarinin teshisi konusunda tamamiyla ayri düsünüyoruz. teshisler farkli ise ortak cözüm üzerine konusmak yanlis-sacma-mantiksiz degil midir?

    son birsey: “kapitalizm bir sistem degildir, yazili metinleri yoktur, kimseye birsey vaad etmiyor” gibi seyler yumurtlamissin. okullarda, üniversitelerde ekonomi dersleri yok mu, o ekonomi kitaplarini kim yaziyor, icerigi nedir, ögrencilere ne ögretiyorlar, merak ettin mi hic?

  156. Aslında kapitalizmde ideolojidir veya ideolojik, politik yönü vardır; neoliberalizm vb. gibi. Kapitalizm salt ekonomik sistemdir diyenler buna katılmayabilir. Kapitalizm ekonomik diyebilirler, ama her ekonomik sistemin politik yönü de vardır ve olmak zorundadır.

    “Yani sonuçta kapitalizm ideoloji dememek hiçbir şeyi değiştirmez.”

    Degisitir.

    Analize yanlis baslamis olursunuz; ve yalis analizle dogru/isabetli bir cikarima varmak ihtimaliniz zayiflar.

    Kapitalizmin bir ‘sistem’ ya da ‘ideoloji’ oldugunu soylemek, benim baktigim yerden, lafa “Şamanizmin Peygamberi buyurdu ki” baslamak gibidir..

    Birbirinden kopuk/dagitik cografya ve tarih dilimlerinde ortaya cikmis, ayinleri/dualari vb birbirine ya hic benzemeyen, ya da eser miktarda benzeyen inanc kumelerini bir torbaya koyup ismine de ‘Şamanizm’ diyoruz diye, bu onlari ayni dinin mensubu yapmaz.

    Bunun farkinda degilseniz, ne ‘Şamanist’lerle iyi iliskiler kurabilirsiniz, ne de –niyetiniz o ise– onlari yok edebilirsiniz; cunku, tanimiyorsunuz.

    Kapitalizm konusu da boyle. Bir peygamberi, bir ideologu yok. Degisik yerlerde, degisik zamanlarda, farkli evreleriyle ortaya cikmis bir tur –ne diyeyim, ‘insan icadi’ ama– atmosfer/iklim gibi bir sey..

    Boyle bir ‘sey’e cephe almagi ben ziyadesiyle yadirgiyorum.

    Ote yandan, bu ‘sey’ (iklim) icinde nesv-u nema bulmak, iktidar elde etmek, zenginlikleri tekeline almak icin insan(lar) tarafindan olsuturulmus ideolojiler ayri bir konudur.

    Mesela, (neo)liberalizmin kapitalizm ile ayni oldugunu dusunurseniz, analize bir-sifir yenik basliyorsunuz; liberalizmle degil de yeldegirmenleri ile savasa gidiyorsunuz.

    “Bunları sorgulayanlar bunlar ideoloji yapıyor, kapitalizm sorgulanamaz, çünkü kapitalizm mutlak doğruyu temsil eder görüşüne katılmam mümkün değil. Çünkü kapitalizm de dahil her şey sorgulanabilir.”

    Benim baktigim yerden, daha once ‘iklim’ dedim, simdi de esdeger bir kelime seceyim, ‘cevre’ gibi (ekoloji, flora, fauna vb) dusunursek bence daha saglikli/rasyonel bir zeminden baslariz.

    ‘Cevre’yi (ekolojiyi, florayi, faunayi, iklimi, cografyayi vs) sorgulamak, anlamaga calismak, zararli taraflarindan kacinmak, faydali taraflarindan da optimum istifade etmek vs icin tabii ki gereklidir.

    Bunlari yaparken, dogal olarak, birbiri ile celisen, catisan, ortusen turlu cesitli metod onerileri olacaktir –bunlara ‘ideoloji’ diyorum ben.

    Zurnanin detone oldugu yer de burasi: Bu oneriler (ideolojiler), onerenlerin kapasitelerinin (‘Cevre’ye kiyasla) kisitli olusu yuzunden, kistli/local olmak zorundadirlar.

    Yani, ‘one size fits all’ bir cozum onerisi ne mumkun ne de muhtemeldir; tersini dusunmegi (tahayyul dahi etmegi), insan denen mahlugun curetinin ve kibrinin hanesine yazmak gerekir.

    Ote yandan, insaniz iste.. Fitratimizda var: “Ya tutarsa” diyerek, hala daha ayni gole ayni mayayi calmaga devam edenlerimiz oluyor.

  157. Necip arada bir yazsanız ne olur ki kuzum Gün bey’in size de açacağı sekmede? Çorak bırakmayın buraları…

  158. Sayın “141”,

    [Aslında kapitalizmde ideolojidir veya ideolojik, politik yönü vardır; neoliberalizm vb. gibi. Kapitalizm salt ekonomik sistemdir diyenler buna katılmayabilir. Kapitalizm ekonomik diyebilirler, ama her ekonomik sistemin politik yönü de vardır ve olmak zorundadır.

    Yani sonuçta kapitalizm ideoloji dememek hiçbir şeyi değiştirmez. Örneğin kapitalist ekonomik sistemin dayanakları, piyasa ekonomisi, birilerinin buna bağlı olarak çok zengin olması vb. elbette sorgulanabilir. Bunları sorgulayanlar bunlar ideoloji yapıyor, kapitalizm sorgulanamaz, çünkü kapitalizm mutlak doğruyu temsil eder görüşüne katılmam mümkün değil. Çünkü kapitalizm de dahil her şey sorgulanabilir.]

    Ah ah ah!

    28 Mayıs 2015’ten beri ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ); “kapitalizm”in HERŞEYDEN ÖNCE “ideoloji” olduğunu, sonra “ekonomi sistemi” olduğunu anlatmaktan parmaklarımız asla yorulmadı, yorulmayacak!

    Ne mutlu ki; sizin gibi, mahirleşmiş şahıslar da çıkıyor meydana seyrek de olsa…

    Bu sayfada, sayın “Necip” ile sürdürdüğünüz “sequence”i dikkatle takip edince; argümanlarınızın sağlamlığı belli oluyor.

    Birçok isim, birçok referans verilebilir elbette, fakat; 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, günümüzde en ölümcül evrelerinden birini yaşayan (ve yaşatan) kapitalizmin “ideolojik mimarları”ndan biri (ilk 5’in içinde!) “Ayn Rand”dır! İlk önce bu “zehirli” kişinin beyninden saçılanlar incelenerek yol alınmaya başlanırsa; diğer “zehirli” beyinleri idrak etmek hem kolaylaşır, hem vakit kaybı olmaz…

    Böylelikle, ister “secular”, ister “non-secular” olsun farketmez; “fıtratçı”lığa meyletmeden, mantıkla ilerlenir!

    Ama nerede o istek!
    Nerede o “önyargıları azaltmaya yelteniş”!
    Nerede o “‘sol’u daima 19. yüzyıl standartları ile değerlendirmek ve taş atmak” zihniyetinden azat!

  159. 135’e ek
    Burada yine eşitsizliği meşrulaştırmak veya kötülüğün karşılıksız kalmadığını (Karma?) savunmak amacıyla (ve mücadele yöntemi olarak şiddeti savunmak için de) söylemiyorum ama egemen sınıfın temsilcilerinin birçoğunun hiç de iyi bir sonu olmadığını hatırlarsak daha nesnel bakmış oluruz.
    Devrilen, öldürülen devlet başkanlarını kastediyorum. Burada hepsini sıralamaya gerek yok. Sadece Roma, Bizans, İran hükümdarlarının, halifelerin, padişahların tarihini (hatta o kadar geriye gitmeden bir Hitler, Mussolini, Menderes, Saddam, Kaddafi ya da Esad’ın Şam’daki bombalı saldırıda hayatını kaybeden kurmaylarını) bir düşünmek yeterli.

  160. marxist argüman

    “koyunun olmadigi yerde keciye abdurrahman celebi derler.”

    kapitalist ekonomi ve üretim prensipleri, finans krizi, devlet ve ekonomi, kapitalist devlet gibi ekonomi politik konulari sayin zileli ve okuyucularinin ilgi alanina girmedigi icin bizim milliyetci-muhafazakar demagog necip bu sitede olmus abdurrahman celebi.

    demagog necip, nami diger abdurrahman celebinin 138 nolu yorumundan alinti:

    “Öte yandan, kapitalizm bir ‘sistem’ ya da bir ‘ideoloji’ degil. Kimseye, zimnen ya da yazili metinlerle bir sey vadetmiyor, vadetmesi de mumkun degil.
    Bu durumda, siz kimi sorumlu tutarsiniz?”

    simdide vikipedia’nin Kapitalizm maddesinden alinti:

    “özel mülkiyetin, üretim müesselerinin ve istihsal araçlarının büyük bölümüne sahip olduğu ve işlettiği; yatırım, gelir dağılımı, üretim, mal ve hizmet fiyatlarının arz ve talebin buluştuğu piyasa ekonomisi tarafından belirlendiği sosyal ve ekonomik sistemdir. Bu sistemde genellikle bireylerin ya da grupların oluşturduğu tüzel kişiliklerin ya da şirketlerin yer, üretim aracı ve para (bkz: finans ve kredi) ticareti yapabilmeye hakkı vardır.

    Kapitalist ekonomi pratiği Avrupa’da 16. ve 19. yüzyıllar arasında kurumsallaşmıştır ama bazı niteliklerine İlk Çağ’da da rastlanabilir, Orta Çağ döneminde de tüccar kapitalizminin erken biçimleri ortaya çıkmıştır. Feodalizm sona erdiğinden beri kapitalizm Batı dünyasındaki egemen sistemdir, bütün dünyaya da İngiltere başta olmak üzere Avrupa’dan yayılmıştır.”

    demagog necip, nami diger abdurrahman celebi benim yazdiklarim icinde isine gelmeyenleri görmezden gelerek ezberindeki dogmalari buraya yaziyor. daha önce ne yazmistim: kapitalizm gercekte var olmayan bir soyut bir teori, ideoliji veya hayalet falan degildir. nedir peki: günümüz dünyasinin siyasi-ekonomik düzenidir-sistemidir. bu düzende siyasi aktör devlettir; burjuva devlet, kapitalist devlet ya da ulus devlet diye de adlandirilir. ekonomiyi ise sermaye ve üretim araclarini mülkiyetine-tekeline almis “özel sektör” denilen isveren-kapitalist sinifi ile devlet ortak organize eder. devletin, kapitalist ekonominin organizasyonunda aldigi rolün derecesi duruma göre degisir. örnek: sözkonusu emekliler, issizler, engelliler olunca “kasalar bos, bol keseden para dagitamayiz” diyen AB devletleri-avrupa merkez bankasi, son finans krizinde finans sektörünü iflas batagindan cikarmak icin bankalarin borclarina karsilik 450 milyar euro para basip piyasaya sürdüler. demek ki yukarda “bu durumda siz kimi sorumlu tutarsiniz” seklinde demagoji yapan abdurrahman celebi bos-beles atip tutuyor. sorumlularin ayse teyze, bakkal mehmet emmi olmadiklari acik. sözkonusu bu düzeni kim cekip ceviriyorsa, bu tezgahi kim isletiyorsa sorumlular da onlardir. kimdir bunlar: insanlarin kaderine hükmedenlerdir yani devleti yöneten siyaset sinifi ile ekonomiyi organize eden isveren-yatirimci-sermayedar kesimi.

    simdi Prof. Dr. Osman eskicioglu’nun “islam hukuku acisindan serbest piyasa ekonomisi” adli internette de okunabilecek kitabindan alinti:

    Rönesans ile birlikte diğer ilimlerde olduğu gibi ekonomide de yenilenme başlar. Konuyla ilgili olarak Seyyid Hüseyin Nasr şöyle demektedir: “Batı’da XVII. yüz yıldan itibaren Bacon, Hobbes ve Locke gibi pratik filozoflar, servet biriktirmenin ve ekonomik faaliyetin önemi üzerine yazmaya başlamışlardır. Böylece ekonomi, yavaş yavaş kendi başına bir faaliyet hüviyetine bürünerek bilimsel bir disiplin haline gelmeye ve birçok alanda ahlaktan kopmaya başlamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, XVII. yüz yılda ortaya çıkan ve puritanlar tarafından Yeni dünyaya getirilen klasik kapitalist ekonomi, Katolik etiğin tersine çok çalışmayı ve servet biriktirmeyi vurgulayan Protestan ahlakın bir yönüyle
    irtibatlıdır. Fakat kısa bir süre sonra kapitalist ekonominin dini kökenleri az çok kaybolmuş ve servet biriktirme güdüsünün önemine dayanan bu ekonominin yol açtığı aşırılıkların bir
    sonucu olarak XIX. ve XX. yüz yılda Marks ve diğer birçok
    sosyalist düşünürün geliştirdiği sosyalizmin kapitalizme bir tepki olduğu görülmüştür. İktisadi faaliyetin hedefi insanda bulunan yeme, içme, giyme ve barınma gibi ihtiyaçların tatmin edilmesidir. İnsanda bulunan bu eksikliğe ihtiyaç denir.
    İnsanların ihtiyaçları mal ve eşyayı kullanmak suretiyle giderilir İşte eşyanın insanda bulunan bu ihtiyacı giderme özelliğine fayda adı verilir. İhtiyaç bizim içimizde kendi benliğimizden kaynaklanan bir hadisedir. Faydanın meydana gelmesi ise bizim dışımızda mevcut olan eşya ve malların kullanılmasıyla gerçekleşir. İşte Adam Smith (1723-1790) kendi zamanına
    kadar ekonomi hakkında ileri sürülen fikirleri bir sistem dâhilinde tasnif ederek,”Milletlerin Zenginliği”adıyla bir eser yaz
    makla “Ekonominin Babası” payesini almıştır. Bundan sonra da ekonomi, başlı başına ayrı bir ilim sayılarak müstakil bir bilim haline geldiği kabul edilmiştir. Terminolojisini Adam Smith ile yenilemeye başlayan ekonomi de yeni kelime ve
    terimler üretmekle birlikte eski kelimelere yeni anlamlar yükleyerek eski düşünceyi değiştirmek istedi. İşte onlardan birisi de “insan” kavramıdır. İnsan dediğimiz zaman nasıl
    bir varlık algılamış oluyoruz. Mesela insana ekonomik açıdan baktığımızda karşımıza nasıl bir varlık çıkıyor. Yani bu yeni anlayışın insanı nasıldır diye bir soru sorduğumuz esnada
    şöyle bir cevap alıyoruz: Yeni ekonominin insanı, menfaatine
    düşkün, para kazanma hırsıyla dolu ve sadece kendisini düşünen bir yaratıktır. İşte bu anlayış Homo Economicus
    kavramının doğmasına zemin hazırlamıştır. Homo Economicus, iktisadi adam demektir. Yeni iktisat anlayışının yarattığı bir insan tipidir. Bu adamın özelliği, ruhi faktörlerin tesirinde kalmadan, daima menfaat peşinde koşmasıdır”

    “kapitalist ideolojiler” derken neyi kastettigim simdi anlasildimi acaba?

  161. Coğrafyanın güncel bir örneği önümüzde olan etkilerinden biri de dağlık-sarp bölgelerin yerel egemenlerin ortaya çıkışına/merkezi egemenlere direnişe elverişli konumudur; Doğu Anadolu’nun (özellikle Dersim ve Hakkari gibi) böyle yerleri halen devam eden Kürt sorununun nedenlerindendir.
    Böyle bölgeler İran’da da Arap fethinden sonra bile yerel hanedanların (Kuzey İran) veya direnişin (Kirman-buradaki Zerdüşt azınlığın varlığını sürdürebilmesinin nedeni bu olsa gerek) olduğu yerlerdir.
    İspanya’nın Araplara direnen (bu sayede sonra bütün ülkeyi geri alan) kuzeyi.
    Cezayir’de Berberilerin Arap fethinden Fransız işgaline kadar güçlü olduğu yerler.
    Yemen’in dağlık bölgelerine egemen Şii-Zeydiler. (Yemen’deki iç çatışma durumu hiç bitmedi aslında. Belki Arap Baharı’yla devrilen Ali Abdullah Salih dönemi hariç. Bu nedenle dış müdahalelerin, büyük güçlerin çekişmesinin alanı oldu; bugün İran ve Suudiler, geçmişte Osmanlı, İngiliz ve Portekizliler)
    Osmanlı’ya uzun süre direnebilen Arnavutlar, Karamanoğulları.
    Şili’de İnka ve İspanyol istilasından 1880’lere kadar direnen Mapuçe yerlileri.

  162. Evet, Wikipedia maddesine bakalim ve orada gecen kavramlarin uzrine biraz konusalim.

    ‘Özel mülkiyet’:

    Bunun ‘kapitalizm’ ile eslesmesi, daha dogrusu, once ‘kapitalizm’i bir ‘sistem’ olarak kabul edip, ‘ozel mulkiyet’ kavramini onun bir parcasi olarak dile getirmek, hatali analize iyi bir ornektir bence.

    ‘Ozel mulkiyet’ dedigimiz sey, ilginctir ki, sadece insanlar icin degil, cok-hucreli canlilar icin de gecerli olan bir kavramdir.

    Turkcesine ‘kita sahaligi’ mi diyoruz bilmiyorum; ama baligindan kusuna, memelilerine kadar turlu cesitli canlinin ‘territory’ dedigimiz –cografyanin belli bir bolgesinin kendine ait oldugu iddiasi– vardir.

    Yani, “buralar bana aittir, benden sorulur” anlaminda, etrafini da her bir canlinin kendine has usulu ile (idrar veya baska fiziksel/kokusal seyle) isaretledikleri bolgelerden bahsediyoruz.

    Nicin boyle davrandiklarini tahmin etmek de zor degil: Hem fiziki guvenligin hem de gida guvenligini temini icindir.

    Ayni durtu, tabii ki kendine has farklarla, insanda da vardir.

    Buna da, insan sozkonusu oldugunda, ‘özel mülkiyet’ diyoruz; ister kagida dokulmus olsun, isterse de sozel, sanal bir seydir; ama, yeterince de gercek sonuclari vardir.

    Mahzuni Şerif’in o guzelim (cok severim) turkusundeki “Parsel parsel eylemisler dunyayi” sozleri aklima geliyor bu noktada..

    Bir tur isyani dile getirir olsa da, cok temel bir olguyu da ortaya koyar: Baliklar da, kuslar da, memeli hayvanlar da, gercekten, kendi aralarinda dunyayi parsel parsel eylemistir dunyayi.. ve hic bir teori, hic bir uygulama denemesi bunu tersine cevirmek gucune sahip degildir –cunku, bu cok temel bir seyden, fitrattan, kaynaklanir.

    Nitekim, bu konuda en radikal pozisyonun alindigi ‘komunizm’de dahi, ozel mulkiyet kavramini topyekun yok saymak mumkun olmamistir. Insanlarin evleri, en azindan, ozel mulkiyet sayilmak zorunda kalmistir –uretim araclari cinsinden de, kucuk olcekli uygulamalara goz yumulmak gerekmistir.

    Dolayisi ile, sunu demek istiyorum: ‘Ozel mulkiyet’ kavramina, daha dogrusu, ‘gudu’sune cephe almak akillica bir yaklasim degil; boyle bir yaklasimla murmaga kalkacaginiz ve ‘insani da icerecegini tasavvur edeceginiz bir ‘sistem’ yola maml cikmis olur.

    Ote yandan, ‘ozel mulkiyet’in de luzumundan fazla abartilmasini dogru bulmadigimi soylemem gerekiyor.

    Dogal ortaminda ‘ozel mulkiyet’ sudur: Kucuk ya da buyuk (fiziksel ya da degil) bir ‘bolge’yi (‘territory’yi) kendinize ait ilan edersiniz. Bunu kabul etmeyenler ile de surekli mucadele edersiniz. Bu mucadelenin, tabii ki, bedeli vardir. Bu bedeli de (surekli) odersiniz.

    Genc ve guclu iken bunu odemek zor olmayabilir ama yaslaninca isler degisir; daha genc ve guclu birisi gelir orayi kendine ait ilan eder ve sizi kovalar. Ac kalir, bir yerlerde zibarirsiniz.

    Hayvanlardan farkli olarak, insan akli, bu kotu ihtimale karsilik, bir tur sigorta islemi de diyebilirsiniz, bir ‘ust yapi’ ile anlasmak yoluna gitmistir.

    Bu ‘ust yapi’ ister formal anlamda bir ‘devlet’ olur, ya da bir sekilde organize olmus bir ‘guc’ (kendine ait guvenlik guclerini olusturmus feodal bir yapi).

    Siz, elde ettiginiz artik degerin bir kismini bu ‘guc’e (bir tur harac, ya da vergi seklinde) odersiniz, o da sizin ‘hak’larinizi (yani, ‘imtiyaz’larinizi) korur.

    Arazi, emlak vergileri filan hep boyledir.

    Ve, bu ‘duzen’e hepimiz –ucundan kenarindan da olsa– dahiliz; evsiz-barksiz, sokakta yatanlarimiz bile.

    Bu denli derin ve fitrati^ (yani, insanin milyonlarca sene suren sosyal eviminin parcasi olan) bir durtuyu tatmin eden bir uygulamaya (ozel mulkiyetini korumak icin bireylerden vergi almaga) karsi olmak kolay da, bunu uygulamaya koymaga kalkacak bir sistemin yurumesi, omurlu olmasi cok zordur –hatta imkansizdir.

    Ote yandan, ‘ozel mulkiyet’i de baglamindan koparmak da dogru degil tabii ki.

    Buna ornek olarak da, yeni moda olan, ‘IP’ (‘intellectual propery’, ‘fikir mulkiyeti’ denilen seyi) verebilirim.

    Bir gelir getiren, kiymeti olan herhangi bir sey uzerinde mulkiyet kurulabilir mi, evet.

    Ama, tek kurus harac/vergi vermeksizin, ‘IP’ciler sahiplendikleri seyin ilanihaye korunmasini dayatiyorlar.

    Yani, benim/sizin odediginiz haraclari/vergilerinizi onlarin cikari icin harcamamizi bekliyorlar/dayatiyorlar.

    Ben buna temelden karsiyim.

    Bu ciddi bir uyanikliktir, hinliktir (hatta bir tur soygundur), ve nedense solun buna yonelik bir itirazini duymadim ben bugune kadar.

    Acaba, (kitap yazan, beste yapan, ya da program yazan) solcu entellektuellerin de bundan cikari oldugu icin midir?

    [Yanlis anlasilmasin: ‘Fikir eserleri mulkiyeti’ne karsi degilim. Ama, her sene, her donem, hepimizin –baska mulkiyetler sozkonusu oldugunda– odedigi sekilde vergisinin verilmeyisine karsiyim.]

    Neyse.

    Basa donecek olursak, anlatabildigimi umuyorum: ‘Ozel mulkiyet’e cephe almak bence hic de rasyonel bir yaklasim degil.

    ‘Ozel mulkiyet’ butun kotuluklerin anasi filan da degil.

    Ote yandan, asiriya kacmasi (baskalarina sistemik veya kalici zarar verir sekilde duzenlenmesi) ayri bir meseledir ve tabii ki bu tur sapmalarla mucadele edilmelidir.

    [Yine uzun bir yazi oldu. Kapitalizmin gunahlarindan birisi daha sayilan ‘rekabetcilik’ durtusu hakkinda da benzer seyleri soyleyecektim belki de. Ama, bu yazinin ‘ruh’u o konuya uygulanabilir.]

  163. Anlam kaybini gidermek acisindan, surayi duzelmem lazim:

    “boyle bir yaklasimla kurmaga kalkacaginiz ve ‘insan’i da icerecegini tasavvur edeceginiz bir ‘sistem’ yola malul (sakat) cikmis olur.”

  164. özel mülkiyete karşı olmak saçmadır elbette. Sadece özel sermayeye karşıyız. Özel sermaye özel mülkiyetin de düşmanıdır.

  165. “Kapitalizm konusu da boyle. Bir peygamberi, bir ideologu yok. Degisik yerlerde, degisik zamanlarda, farkli evreleriyle ortaya cikmis bir tur –ne diyeyim, ‘insan icadi’ ama– atmosfer/iklim gibi bir sey..”

    Aslında puta tapmanın belli bir peygamberi vs vs olmayabilir. Birçok kabile, toplum puta vb. tapıyor diye putlara inanacak değiliz. Yine birçok kabile saçma sapan geleneklere inanabilir. Ama bunların peygamberi vb. yok, o yüzden bunlar doğrudur , her zaman doğru kalacaktır denemez.

    Kapitalizm bir sistem önermektedir, ekonomik sistem; bu bile bu sistemi sorgulamak için fazlasıyla yeterlidir.

    “Ama çok eskiden beri böyle, binlerce yıldır hep böyle olmuş.”

    Olabilir, bunu onu sorgulanamaz kılmaz. Siz kapitalizmi mutlak doğru olarak göstermeye çalışıyorsunuz. Üstelik onu mutlak doğru olarak göstermeye çalıştığınız nedenler de ikna edici nedenler değil. İnsan yapımı bir sistem olduğu için yine insan tarafından değiştirebilir veya belli ilkeleri kabul edilmeyebilir veya ona alternatif olan başka sistemler üzerinde de düşünülebilir. Zaten sabit değişmez, değiştirilemez bir kapitalist sistem de yok, değişen, evrilen, değiştirilebilen kapitalizm var. Bu da kapitalizmin değişmez, ebedi ve ezeli bir sistem olmadığını zaten göstermektedir. O halde biz de kapitalizmi kendi işimize geldiği gibi, değiştirir, işimize gelmeyen ilkeleri değiştirir, gerekirse onu başka bir sisteme de dönüştürebiliriz.

  166. 151 nolu ileti için Edit: “Olabilir, bu onu sorgulanamaz kılmaz.” şeklinde olacaktı.

  167. marxist argüman

    söz homo economicus’tan acilmisken isi fazla sulandirmadan sunu belirtmek isterim. bu necipgiller familyasi kapitalist bireyin ideal bir prototipidir. necip’in daha önce beyaz yalakalar ile yaptigi tartismada ki tavrini hatirlayalim: ben kapitalist sisteme laf söyletmem arkadas, o kadar! bu tavir nedense bana tayyip erdogan’i hatirlatti. tayyip idol olarak görüldügü icin su anda T.C. nüfusunun yarisi necipgiller familyasinin gecirdigi evrimi yasiyor. necipgiller familyasinin kimyasal bilesimi söyle oluyor:

    homo necibicus = homo economicus + homo islamicus

    zati alilerini henüz o derece yakindan tanimasam da bu kimyasal bilesime hic tereddüt etmeden ücüncü element olarak homo nationalicus’u eklemek lazim. cünkü günümüz dünya siyasi-ekonomik düzeni olan kapitalizmi doguran ve yasatan ideolojik formül sudur:

    kapitalizm = para-zenginlik + ulusalcillik-milliyetcilik + din denilen afyon-uyusturucu. bunu latinceye uyarlarsak:

    kapitalismicus = homo economicus + homo nationalicus + homo religionicus

  168. “Kapitalizm bir sistem önermektedir, ekonomik sistem; bu bile bu sistemi sorgulamak için fazlasıyla yeterlidir.”

    Peki, o zaman.

    Sorgulamanin ilk adimi da su olsun:

    1) “Kapitalizm bir sistem önermektedir”

    Nedir bu sistem?

    2) “ekonomik sistem”

    Bu cok buyuk bir genelleme oldu.

    Bunu biraz daha detaylandirabilir misiniz?

    Mesela, kapitalizmin oldugunu kabul edecegimiz bazi ulkelerden baslayalim.

    Kapitalizmin Iskandinavya kitasindaki ulkelere onerdigi ekonomik sistem ile, mesela, ABD’ye onerdigi ayni midir, farkli midir?

    Fakliysa neden?

    Yoksa, kapitalizm dedigimiz sey de yerine gore farkli mi oluyor?

    Farkli ise, hepsine ortak isim vermek bizi dogru analize goturur mu?

    Kisacasi, birbirinden farkli oldugu halde, bizim ‘put’ dedigimiz seylere inandigini dusundugumuz topluluklarin tamamini ‘putperest’ cuvalina tikmak gibi..

    Konu, sirf “onlar ‘putperest’tirler ve buna uzun zamandir inaniyorlar, dolayisi ile haklidirlar” konusu degil.

    Bunu, en azindan, iki alt basliga indirgemek gerekiyor:

    1) Butun ‘putperest’ler birbirinin aynisi degil. Hicbirisi bir bireyin urunu olmadigi gibi, zaman icinde de kendiliginden degismis, farklilik gostermistir. Bu degisiklik sureci easinda o toplumun sosyal evrimini de isaret eder. Butun bunlari ayri analiz etmek gerekir.

    2) Uzun zamandir devam ediyorsa, baska yerlerde rastlanan inanc evrimi (iyidir/kotudur demiyorum) burada da gerceklesmemisse, bunun sebebinin de anlasilmasi ve aciklanmasi gerekir.

    Kapitalizm konusuna boyle bakilmasi gerektigini oneriyorum.

    Tipki: Her ikisini de ayni baslik altinda (putprestlik) gormek kolayimiza gelse bile, ayinlerinde insan kurban edip ustelik de etlerini de yiyenler (yamyamlik) ile, (samanizmin bazi turevlerinde rastlandigi uzere) saga sola caput asip doga guclerinden dogrudan sefaat niyaz edenleri ayni gormemeliyiz.

    Ama, nedense, bunu anlatmak kolay olmuyor.

    Cok sorunlu sonuclara yol acan bir zihinsel korluge yol aciyor olsa da, cok uzun zamandir birikmis bir ideolojik onyargi var.

    Benim ilgi alanlarimdan birisi de, bunca zamandir devam eden bu onyarginin sebeplerini anlamaga calismak.

    Anlayacak sey cok; omur ise cok kisa..

  169. “ben kapitalist sisteme laf söyletmem arkadas”

    Yanlis anlamissiniz. “Laf soyletmem” degil o; “soylediginiz laf bosa gider, cunku oyle bir sistem yok” diyorum.

    Baska bir deyisle/nazireyle, “yok senin vehmettigin o sistem, ey gafil; bir peri suret gorunmus, bir hayal olmus sana”.. 😉

    “bu tavir nedense bana tayyip erdogan’i hatirlatti.”

    Hosnuza gitmeyen her seyde RTE’yi goruyor olmayasiniz?

    Bir de, farkinda degilsiniz, belli; ama, benim Cumhurbaskanligi (ve dolayisi ile, ‘world domination’) hayallerimi yiktiniz simdi..

    Oyle ya, ahali RTE’yi istiyorsa, onun benzerini degil kendisini secer; onu istemeyenler de onun benzerini de istemez zaten..

    Kapandi yollarim, kaldim caresiz.

  170. 141 nolu anonim

    Sayın 146;

    Ne mutlu ki; sizin gibi, mahirleşmiş şahıslar da çıkıyor meydana seyrek de olsa…

    [Bu sayfada, sayın “Necip” ile sürdürdüğünüz “sequence”i dikkatle takip edince; argümanlarınızın sağlamlığı belli oluyor.]

    İlginizden dolayı teşekkür ederim. Aslında tartışmaya pek katılmak istememiştim; ama bu konular çok uzun bir süredir temel ilgi alanım. Çok uzun bir süredir ilgilendiğim ve üzerinde çalışmalar yaptığım konular bunlar. Öyle olunca bir şeyler söyleme gereği duydum.

    Böylesi devasa sorunlar da iddialı çözüm önerileri ortaya koymanın çok güç olduğunun farkındayım. Ama hiçbir şey yapmamaktansa bir şeyler yapmaya çalışmanın daha iyi olacağını düşünürüm. Böylece istediğimiz çözümü tam bulamayabiliriz ama harcadığımız çabalarla sorunların kısmen çözülmesi mümkün olabilir ve daha iyi ve sağlıklı toplum düzenine belki de ulaşırız diye düşünürüm zaman zaman.

    İlginiz için tekrar teşekkür ederim.

  171. 141 nolu anonim

    Ekleme yapalım ki yanlış anlaşılmasın:

    Elbette daha temel ve uzun vadeli çözümlerden yanayım. Sorunların kısmen çözülmesi derken bile düşüncem bu yöndedir.

    Bir süre sonra yıkılması neredeyse kesin olan bir binanın kolonlarını biraz daha güçlendirerek bu yıkılmayı bir süre daha geciktirmek mümkün. Peki çözüm bu mu? Bu çözüm sağlıklı ve iyi bir çözüm mü? Bina yıkıldığında altta kalanlar ve ölenler ne olacak?

    Ben ise günü kurtarmayı amaçlayan, nedenleri iyi analiz etmeden sadece geçiştirmeye yönelik, uzun vadeli amaçları yok sayan kısa vadeli çözümlerden söz etmiyorum. Bu tür çözümler zaten şu veya bu şekilde uygulanıyor.

    Derler ya Amerikayı tekrar keşfetmeye gerek yok. Tabii bu arada bir sürü analiz, çözüm önerisi var, farkındayım. Bu tür çözüm önerilerini de zaman zaman incelerim. En büyük sorun uygulama. Ve diğer insanların ve toplumun bu fikirlerden son derece uzak olması. Bazen şöyle bir duyguya kapıldığım da oluyor: bir takım insanlar en iyi çözüm önerileri de ortaya koysa ve bu öneriler gerçekten birçok sorunu da çözse toplumların bu pek umurunda değil gibi.

  172. “Laf soyletmem” degil o; “soylediginiz laf bosa gider, cunku oyle bir sistem yok” diyorum.

    Baska bir deyisle/nazireyle, “yok senin vehmettigin o sistem, ey gafil; bir peri suret gorunmus, bir hayal olmus sana”..

    Başka bir deyişle/nazireyle,

    “there is no spoon!”

  173. marxist argüman

    demagog necip, sadece usta bir demagog degil ayni zamanda cahilsin de; kapitalizm, sistem gibi kavramlari marxistlerin kicindan uydurduklarini düsünecek kadar dünyadan bihabersin. bak bakalim koc holdingin sahiplerinden ali koc asagida neden bahsediyor.

    MELTEM ERSOY / GAZETE HABER

    Kapitalizm kelimesini kullanmayıp ‘kapsayıcı büyüme’, ‘eşitsizliğin azaltılması’ gibi kelimeler kullansaydınız, bu kadar gündem olmayacaktı. Bu kelime seçimi kapitalizmi tartışmaya açmak için bilinçli bir tercih miydi?

    Olumlu, olumsuz pek çok görüş aldık. Çoğunluk destekleyiciydi. Bazı kesimlerden konumum nedeniyle kinayeli ve eleştirel yorumlar aldım. Bunun yanında, çok yaratıcı, hoş karikatürleri de gördüm. Mizah yönü ağır basan görüşler de oldu. Ben bunu memnuniyetle karşıladım. Bu memnuniyete olumsuz görüşler de dahil. Eleştiriler arasında bizi daha farklı düşünmeye veya kendimizi daha güzel ifade etmeye yönlendiren görüşler de oldu. Ama bir şey daha gördük ki, kamuoyunda da bu konuları tartışmaya bir ihtiyaç, heves varmış. Yansımalara dair rapor istedim, 2 kalın kitap geldi. Dolayısıyla belki isteyerek belki istemeyerek bir şekilde böyle bir tartışmaya yol açmak beni memnun etti.

    Gelir eşitsizliğinin temelinde ne var sizce?

    Benim dile getirdiğim sistem eleştirisinin temelinde, yüzyıllardır emek ve sermaye arasındaki dengede gidip gelen sarkacın bu kez fazlaca sermaye tarafına kaçmış olması yatıyor. Sermayenin getirisi, ekonomideki büyüme hızını ve emeğin getirisini aşınca kapitalist sistem bugün tanıklık ettiğimiz türden eşitsizlikler yaratmaya başlıyor. Aslında insanlık tarihi boyunca ekonomik bölüşümün nasıl olacağı hep tartışılmış. Bu bölüşüm hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlikçi olmadı. Bunu beklemek gerçekçi de değil. Bugün geldiğimiz noktada, iki sistem galip çıkmış: kapitalizm ve liberal demokrasi. Eleştiri olduğunda da doğal olarak bu iki sisteme eleştiri oluyor. Benim açımdan konunun temeli, kapitalizmin ortadan kaldırılması ya da yok edilmesi değil, kapitalizmin daha sürdürülebilir, eşitlikçi ve adaletli bir sisteme dönüşmesi. Bu gerekliliği 3 tespitten hareketle söylüyorum: birincisi son 20-30 yılda uygulanan ekonomi politikalarında insanın ne yazık ki odakta olmaması. Örneğin, sermaye, mallar, hizmetler ve bilginin dünya üzerinde serbest dolaşımı mümkünken, insanların serbest dolaşımı hala mümkün değil. Bırakın insanın çalışacağı ve yaşayacağı ülkeyi serbestçe seçebilmesini, fakir bir ülkenin vatandaşının, seyahat için bile olsa, zengin bir ülkeye gidebilmesi önünde sayısız engel var. Bugünkü sistemin vahşi kapitalizm diye adlandırılmasının nedeni de bu. İkincisi artan zenginlik ve refahın paylaşımındaki eşitsizliğin derinleşmesi. Üçüncüsü de dünyanın kısıtlı kaynaklarının hoyratça kullanılması. Bu tespitlere bakınca dünyanın acilen daha eşitlikçi ve sadece ekonomik açıdan değil sosyal açıdan da daha sürdürülebilir bir modele ihtiyacı olduğu aşikar. Tarihsel olarak baktığımızda da, bugünkü sorunların temeli 1990’larda atıldı, 2000’lerle birlikte riskler iyice belirginleşti. O dönemde bilhassa finansal piyasalarda inanılmaz bir rahatlama, gevşeme yaşandı ve orta gelir grubunun ihtiyaçları ucuz ve kolay banka kredileriyle fonlanmaya başladı. Her şey güllük gülistanlıkken, çok güzel giderken kimsenin beklemediği bir anda sol kroşe geldi ve 2008 krizi patladı. Kriz sonrasında da öncelikle banka ve büyük şirketler kurtarılıp sıradan insanlar işini kaybedip evlerinden olunca büyük bir tepkiye, hatta öfkeye neden oldu. Kamuoyunda “karlar özel, zararlar sosyal” algısı oluştu. Amerika’da başlayıp dünyaya yayılan “Wall Street’i İşgal Et!” akımı bu tepkilerin en somut şekli. Bu tepkinin nedeni temelde artan zenginliğin işçi tarafına aynı oranda ulaşamaması.”

    asik ibreti’nin su dizeleri necip’e gelsin:

    Bir cahil softayla ettik refakat
    Safsatadan başka diyaneti yok
    Hiç kimsede olmaz böyle hamakat
    Çöl öpmekten başka diyaneti yok

    Yüzü benzer zemherinin kışına
    Çok beğenir Muaviyenin işine
    Zor rastlanır böylesinin eşine
    Adem olmak için bir niyeti yok

    Camiye toplansa cahil sürüsü
    Yine cehaletten kurtulur sanma
    Bir kovana girse merkep arısı
    Bal yapacak diye aldanıp kanma

    Arif meclisine, cahiller girmez
    Bin sene okusa sırrına ermez
    Dış yüzün görse de, içini görmez
    Cahilden uzak kal, ismini anma

  174. Biz burada en temel ve en derin ontolojik mevzular uzerinde tefekkurle istigal eylerken, dunyanin baska bir yerinde:..

    https://www.youtube.com/watch?v=anDISO0_FK0

    Bu yasa gelmem gerekti, ulu buyuk dedemin, “gotunu yirtan da bir, assaga yatan da” sozunu bosuna demedigini anlamak icin…

    [Aynen boyle derdi. Telif hakki bana ait olmadigi icin, sanitize edip yazamadim. Pardon.]

  175. “koc holdingin sahiplerinden ali koc ”

    Ali Koc’un, degme ortaokul cocugunun bile zor yapabilecegi bu sarsici analizlerini okuyup imana gelmemek mumkun mu?

    Adam, Koc Holdin’in sahiplerinden ustelik.. Yani, hayli parasi da var.

    I can see why you defer to him as authority. I too hope this astute act of yours will not go unnoticed –I mean a sizable reward is in order.

    Keep lickin’..

  176. Necip, medeniyete karşı mısın?

  177. ÖZEL MÜLKİYET ve KAPİTALİST REKABET NEDİR?

    === BOZULAN EKMEKLERİ KAPİTALİST SİSTEMDE KÂRA ÇEVİRMEK İÇİN NELER YAPILIR?! ===

    “John McMurtry” izah ediyor:
    (Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)

    Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

    Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

    Her şey ‘John Locke’ ile başladı!

    John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

    1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.

    2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.

    3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla meşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi!)

    Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece, hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!

    Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

    İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde!

    Locke şöyle diyor:

    [İngilizce]
    The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.

    [Türkçe]
    ‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’

    Locke; bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!

    Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen nesne işgücünü satın alıyor!

    Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:

    ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’

    Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’

    Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’

    Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin ne olduğu’ hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

    Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!

    Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.

    Locke; “Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.” diye başlamıştı,
    Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; “Bu sadece Tanrı’nın değil…” Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak, ‘prensipte’ dediği:
    (“Bu sadece Tanrı’nın değil…”) ↔ “Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil. Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki:
    -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur. Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise; -piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.”

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)

    Smith devam ediyor:

    “İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”

    “Yatırımcının (patronun) bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”

    “Yatırımcının (patronun) ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte ‘eşitsizlik’ (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum ‘piyasa ekonomisi’nin ön koşuludur!”

    Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):

    Bilirsiniz:
    İnsanlar ürünleri (malları) ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz, ve diğerleri bu ürünleri (malları) ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları.

    ‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir!’ (The Invisible Hand!)

    Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

    [İngilizce]
    ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

    [Türkçe]
    ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    “İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı”,

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,

    Ve “‘görünmez el’ denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin kökenine baktığınız zaman: ‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

    Adam Smith, dünyadaki en büyük ‘kâr sağlayıcı’ ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; Smith’in bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.

    ‘Finans’ kısaca:
    Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan “paranın ‘ticari mal’ olarak kabul edildiği” bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2016… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme;
    ‘Para’nın peşinde olmak için,
    Sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
    Bu hayâli, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!

    Yani; ‘sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!’ yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırlamanızı umuyoruz!)

    Gerçekte; ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Para Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şudur ki:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; “daha fazla mal satılması durumunda ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)’ yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.” yalanını yayarlar!

    “Gayri Safi Yurtiçi Hasıla”; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

    Kısacası en başından beri kendinizi; “‘Para’ ve ‘Hayat’ Değer Dizilerinin” tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!

    Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!

    Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!

    Çözüm önerileri:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    Not: Bu çözüm önerileri “değişime & gelişime” açıktır; “dogma” değildir!

  178. (İTÜ) ORHAN KURAL'IN KAPİTALİZME TEPKİSİ

    1. tepki ( https://www.youtube.com/watch?v=89u7tt57sHQ )

    2. tepki ( https://www.youtube.com/watch?v=JtLtTByQjPY )

  179. “medeniyete karşı mısın?”

    Hay tengri.. 🙂

    Insan ne ilginc sorularla karsilasiyor..

    Okuyunca duraksamak zorunda kaldim.. acaba, eski dilden bir kelime kullanildigi icin, eski dilin bugun de kullanimina karsi miyim diye mi soruluyor diye dusundum bir an.

    Cevabim “hayir” da, kisaca sebebini aciklayayim: Dil, benim baktigim yerden, ne kadar zengin olursa, konusanlari acisindan o denli rahatliktir. Ve, ben, bu rahatliktan, sirf lerici/devrimci gorunecegim diye ikinarak, feragat edecek degilim. O moda da, buyuk olcude, gecti cok sukur.

    Gelelim asil soruya:

    Itiraf etmeliyim, garip bir soru. En azindan benim acimdan oyle.

    Neden?

    Cunku, medeniyet dedigimiz sey pek cok insan omrunden uzun yillarin birikimidir. Kimsenin de projesi degildir; herkes, hepimiz –eskimiz ve yenimizle– ucundan kenarindan katkida bulunmusuzdur. Yani, bizimdir –mir-i malimiz, eger hic varsa, o da budur.

    Dolayisi ile, tabii ki karsi degilim.

    Karsi olmanin nasil anlamli olabilecegini de bilmiyorum.

  180. “İşçi sınıfı” adı verilerek idealize edilen halkın özellikle Türkiye’deki fanatik devletçiliği, Kürd/Kürdistan düşmanlığı (örneğin aşağıdaki olay) kapitalist sistemin/ideolojinin bir sonucu mudur? Yoksa başka bir sistemin, mesela Asya üretim tarzının ve onun ideolojisinin -veya iç içe geçmiş bu iki sistemin sonuçlarından mıdır? Ya da hiçbir sistemin sonucu olmayıp çok daha karmaşık süreçlerin üst üste binmesinin sonuçları mıdır?

    İzmir’de ‘Kürdistan forması’ gerginliği
    İzmir’in Kiraz ilçesinde, Kürdistan yazılı forma ile fotoğraf çektiren ve bu fotoğrafı sosyal medyada paylaşan bir kişi, ilçede gerginliğe neden oldu.
    Kiraz ilçesinde yaşayan ve ilçede esnaflık yapan L.D. (38), Kürdistan yazılı formayla arkadaşlarıyla beraber bir fotoğraf çektirdi. L.D., bu fotoğrafı daha sonra sosyal medya hesabında paylaştı. Fotoğrafı fark eden bazı vatandaşlar, L.D’ye tepki gösterdi. Fotoğraf bir anda ilçede yaşayan onlarca kişinin hesabında paylaşıldı.
    GÖZALTINA ALINDIKTAN SONRA İLÇEYİ TERK ETTİ
    Fotoğraf sonrasında bir araya gelen ve sosyal medya üzerinden örgütlenen vatandaşlar, tepkilerini L.D.’nin iş yeri önünde dile getirdi. Vatandaşlar, yanlarında getirdikleri Türk bayrağını şahsın dükkanı önünde açtı. İlçede gerginliğe neden olan bu olay sonrasında harekete geçen polisler, L.D.’yi gözaltına aldı. L.D., ifadesinin alınmasının ardından serbest bırakıldı. Yaşananların ardından L.D.’nin, memleketi Van’a dönmek üzere iş yerini kapattığı belirtildi. Söz konusu Kürdistan yazılı formayla çekilen fotoğrafın ise iki yıl önce çekildiği iddia edildi.
    http://www.hurriyet.com.tr/izmirde-kurdistan-formasi-gerginligi-40092004

  181. Ooof of.. neresinden baslasam –neresi ele geliyor ki..

    Bir.

    Locke et. al. sadece gorduklerini, yasadiklari cografya ve tarih diliminde, ve –dahasi– ait olduklari zumrenin icinden okuyorlar/okudular.

    Dedikleri bir nesir ornegidir; kendi fikirlerini dile getiriyorlar. Kural koyuyor degiller.

    Ayni sey Adam Smith vd icin de gecerlidir.

    Dolayisi ile, mesela, Adam Smith’in ‘işçi ırkı’ kavramini da kendi bulundugu zaman dilimi ve sosyocografik ortam baglamindan koparir genellerseniz, yanlis yaparsiniz.

    Cunku, evet, oralarda hayli kemiklesmi bir sosyolojik katmanlardan ibaret bir toplum vardir (tepede aristokrasi, asagiya dogru baska katmanlarin en altinda da isciler).

    Bunu, yaricahil ezberi ile de olsa, bu topraklara tasiyamazsiniz.

    Bu topraklarda, bildigim kadariyla en son aristokratlik iddiasi Candarli Halil ile sona ermistir.

    Ondan once de yoktu da, Candarli Halil, hanedan stepnesi olmaga en yakin geleni olmustu; kellesini verdi ve konu kapandi.

    Tabii ki, cesitli sebeplerden dolayi, kisinin kendisinin bir omur irgatliga mahkum oldugu ornekler coktur; ama, bu, onun evladinin yonetici sinifa yukselmeyecegini (ve torunun da tekrar sefalete dusmeyecegini) kimse soyleyemezdi.

    Dahasi, bugun bircok tatlisu devrimcimizin cok elestirdigi baska bir sey daha vardi, ki komunizme hayli benzer bir seydi:

    Mulk devletindi.

    Kisi, ‘zilliyet’ (kira bile sayilmayacak bir bedel/vergi) karsiliginda, bir cift okuzun surebilecegi herhangi bir devlet arazisini serbestce (hukuk cercevesinde, baskasinin benzer bir iddiasi yoksa tabii ki) kullanabilirdi.

    Hele de kisi buranin etrafini, birkac tasi ustuste koyarak, cevirmis ise, devlet buna dokunMAmak icin kirk takla atardi. Bkz. Muhimmeler ve Seriye Sicilleri.

    Buyuk toprak parcalari ise, hepimizin az-cok bildigi uzere, cesitli memuriyetlere yukselmis kisilere, timar ya da zeamet olarak (gecici olarak ve hic bir sekilde miras kalamaz sekilde) verilirdi.

    Kisacasi, bizde –bu topraklarda– Bati’da goruldugu gibi, statik sosyal katmanlar mevcut degildi; geciskenlik her an mumkundu.

    Dogu Anadolu’nun (Kurdistan’in) yapisi (kismi ozerklik vb) yuzunden bazi istisnalar gosterse bile, bunun disinda –ozellikle de Balkanlarda– yok denecek kadar azdi (yani, geciskenlik mumkun ve Bati’ya gore olaganustu yuksekti).

    Bu kadarcigini bile bilmeden, yakinindaki bir kisiyi muayene edip kilometrelerce uzaktaki birisine teshis koyup recete yazmak kadar salakca sayilmasi gereken analizleri gordukce uzulmemek elde degil.

    Lutfen, biraz daha gayret edin ve topraklariniza donun.

    Iki.

    Eger illa da o olsun diyorsaniz, bu topraklarda komunizmi kurmak –bence– Rusya’dan daha kolaydir. Cunku, bunun –ismi o degildiyse bile– kulturel alyapisi burada cok eskiden beri var.

    Tek sartla, ‘devlet’ dedigimiz aygita hasim olmayacaksiniz –baska hic bir yerde ‘Allah devlete millete zeval vermesin’ lafi yoktur cunku. Ve, insanlarin inanclarina, yasam tarzlarina (orflerine) cok aykiri zorlamalara girismeyeceksiniz.

    Ama, bu zor..

    Cunku, tam da bunlar, ‘sol’ dedigimiz akimin/kitlenin alamet-i farikasidir hayli zamandir; ve o yuzden kiyamete kadar da zerre miskal muhalefette kalmak kaderlerini kendi elleriyle yazageliyorlar.

    Uc.

    Sahi.. Kiraliyetle demokrasi oluyor da, komunist bir rejimin basinda bir sultan olamaz mi?

    Bunu telaffuz ettigim anda ben derhal gerici/murteci mi olurum?

    Ipe mi cekilmem daha caiz olur, yoksa kellem mi urula?

  182. Bu despot devlet ve halk çoğunluğu Türkiye’de asıl sorunun kapitalizm olmadığını kanıtlıyor bence.
    Asıl sorun devlettir/devletçi halktır.
    Devlet yerine merkezi bürokrasi demek daha doğru.
    Daha somut olarak;
    TSK/jandarma/polis/askeri yargı = askeri bürokrasi,
    C.başkanlığı ve hükümet, valiler, kaymakamlar vs. = idari bürokrasi,
    Hakimler ve savcılar/anayasa mahkemesi/yargıtay/danıştay vs. = yargı bürokrasisi,
    MEB/okullar/öğretmenler = eğitim bürokrasisi,
    Başını Diyanet’in çektiği dini bürokrasi,
    gibi.
    Bunların ortadan kaldırılması “kapitalizm”le mücadelede (en azından Türkiye için) somut, net, uygulanabilir bir öneri olmaz mı?

  183. Sayın “Necip” 169,

    === SAYIN “NECİP”İN KISMİ HATASI (1) ===

    [Locke et. al. sadece gorduklerini, yasadiklari cografya ve tarih diliminde, ve –dahasi– ait olduklari zumrenin icinden okuyorlar/okudular.
    Dedikleri bir nesir ornegidir; kendi fikirlerini dile getiriyorlar. Kural koyuyor degiller.
    Ayni sey Adam Smith vd icin de gecerlidir.
    Dolayisi ile, mesela, Adam Smith’in ‘işçi ırkı’ kavramini da kendi bulundugu zaman dilimi ve sosyocografik ortam baglamindan koparir genellerseniz, yanlis yaparsiniz.]

    Locke, Smith ve diğerlerinin; kendi (ve “öncesi”nin birikimleriyle beraber) zaman dilimlerine göre saptama yaptıkları doğru.
    Ve evet; kendi fikirlerini dile getiriyorlar.

    Fakat “kural koyuyorlar”! Tıpkı Karl Marx’ın (ve Friedrich Engels’in) “buyurgan” saptamalarında görüldüğü ve kural koyma “heveslisi” olmaları gibi!

    Smith’in “işçi ırkı” tabirini kendi [zaman dilimi] & [sosyocografik] heyulasına göre koymuş olması; bu tabirin dilsel (“linguistically” and/or “semantically”) evrilmelere/çeşitlenmelere/güncellemelere uğrayarak hâlen devam etmesinin önünde engel değildir. Smith “işçi ırkı” demişse, daha çok Marx’la şöhrete ulaşan “proletarya” da en genel & kapsayıcı anlamı ile bir tür “işçi ırkı”dır. Bahsi geçen şahısların yaptığı tahliller çerçevesi içinde kalarak söyler isek; Spartacus döneminde de “işçi ırkı” vardı, SOMA maden cinayetiyle ölen insanlar da “işçi ırkı”ndandı!

    “Güncellenmiş” bir başka işçi ırkını öğrenmek isterseniz:

    Precariat = Precarious + Proletariat

    Tavsiye:
    “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Adres: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/prekarya/8982#.Vw40fNR97Dc )

    === SAYIN “NECİP”İN KISMİ HATASI (2) ===

    [Dahasi, bugun bircok tatlisu devrimcimizin cok elestirdigi baska bir sey daha vardi, ki komunizme hayli benzer bir seydi:
    Mulk devletindi.]

    Tespitiniz doğru; [Mulk devletindi.]
    Aynı zamanda; “kullar; padişahın/sultanın et. al. tebaasıydı.”

    [Kisacasi, bizde –bu topraklarda– Bati’da goruldugu gibi, statik sosyal katmanlar mevcut degildi; geciskenlik her an mumkundu.]

    Pek de mümkün değildi!
    (Günümüzdeki kelimeyi kullanarak ifade eder isek) “devlet”in sopası her zaman hazır [statik sosyal katmanların mevcut olmadığı] “bu topraklarda”; tarla sürenin, ticaret yapanın ve diğerlerinin sırtında patlamak üzere bekler idi. “Vergiyi ödemiyor musun, ödeyemiyor musun, unuttun mu, geciktin mi…indiririm sopayı sırtına sırtına! Vergini bana (devlete) öde; en ‘liberal’ sen ol! Ve hâttâ sosyal katmanlar arasındaki geçişkenliğini de arttırırım senin, torpil yaparım!”

    “Batı” mı dediniz?!
    İngiliz vatandaşı olmak için “kraliçeye bağlılık yemini etmenin” bugün bile uygulandığını biliyor olduğunuzu tahmin ediyoruz!

    [Bu kadarcigini bile bilmeden, yakinindaki bir kisiyi muayene edip kilometrelerce uzaktaki birisine teshis koyup recete yazmak kadar salakca sayilmasi gereken analizleri gordukce uzulmemek elde degil.
    Lutfen, biraz daha gayret edin ve topraklariniza donun.]

    [Salakca sayilmasi gereken analizler] yapmak hususunda çırağız; sizin gibi “master”ların düzenlediği kurslara katılarak kendimizi geliştirmeyi çok istiyoruz! “Master”lara saygıda kusur etmeyiz! “Master”laşsak bile; bize öğretenin yanında sesimizi üslubunca yükseltiriz!

    “Bütün dünyanın toprakları”ndayız; “Türkiye Cumhuriyeti” ismiyle anılan ülkedeki topraklar da dahil. (Bilgi notu: “Türkiye Cumhuriyeti” nitelemesi yaygın, bilinen olduğu için o şekilde kullandık. Yeri gelmişken belirtelim; “Bağımsız Kürdistan” mevcut hâlde pek mümkün gözükmese de, “federasyon” tipi bir yapılanmanın, şu aşamada, uygun olduğunu düşünüyoruz. Keşke yakın gelecekte “Bağımsız Kürdistan” kurulabilse, fakat Machiavelli ve Hobbes’un “koyduğu kurallara göre”, şimdi, mümkün gözükmüyor…)

    === SAYIN “NECİP”İN HATASI ===

    [Eger illa da o olsun diyorsaniz, bu topraklarda komunizmi kurmak –bence– Rusya’dan daha kolaydir. Cunku, bunun –ismi o degildiyse bile– kulturel alyapisi burada cok eskiden beri var.
    Tek sartla, ‘devlet’ dedigimiz aygita hasim olmayacaksiniz –baska hic bir yerde ‘Allah devlete millete zeval vermesin’ lafi yoktur cunku. Ve, insanlarin inanclarina, yasam tarzlarina (orflerine) cok aykiri zorlamalara girismeyeceksiniz.
    Ama, bu zor..
    Cunku, tam da bunlar, ‘sol’ dedigimiz akimin/kitlenin alamet-i farikasidir hayli zamandir; ve o yuzden kiyamete kadar da zerre miskal muhalefette kalmak kaderlerini kendi elleriyle yazageliyorlar.
    Uc.
    Sahi.. Kiraliyetle demokrasi oluyor da, komunist bir rejimin basinda bir sultan olamaz mi?
    Bunu telaffuz ettigim anda ben derhal gerici/murteci mi olurum?
    Ipe mi cekilmem daha caiz olur, yoksa kellem mi urula?]

    Yukarıda, köşeli [] parantez içindekileri boşu boşuna yazmışsınız. Çünkü “komünizmi kurmak” gibi bir idealimiz yok ve/fakat “komünist ideallerden öğrendiğimiz referansları kullanmak” var.

    [Kiraliyetle demokrasi oluyor da, komunist bir rejimin basinda bir sultan olamaz mi?] Bunu, bize, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara değil; diğer muhataplarınıza sorunuz.

    Her tür [kiraliyete], her tür [sultanliga] karşı mücadele ediyoruz; bu mücadeleye sizi de davet ediyoruz (samimiyiz, şaka yapmıyoruz).

    [Ipe mi cekilmem daha caiz olur, yoksa kellem mi urula?] Niçin “ölüm”e işaret eden ifadeler kullanıyorsunuz?! Yakışıyor mu size!

    Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
    ve bir orman gibi kardeşçesine…

  184. Sayın “170”,

    [Bu despot devlet ve halk çoğunluğu Türkiye’de asıl sorunun kapitalizm olmadığını kanıtlıyor bence.
    Asıl sorun devlettir/devletçi halktır.
    Devlet yerine merkezi bürokrasi demek daha doğru.
    Daha somut olarak;
    TSK/jandarma/polis/askeri yargı = askeri bürokrasi,
    C.başkanlığı ve hükümet, valiler, kaymakamlar vs. = idari bürokrasi,
    Hakimler ve savcılar/anayasa mahkemesi/yargıtay/danıştay vs. = yargı bürokrasisi,
    MEB/okullar/öğretmenler = eğitim bürokrasisi,
    Başını Diyanet’in çektiği dini bürokrasi,
    gibi.
    Bunların ortadan kaldırılması “kapitalizm”le mücadelede (en azından Türkiye için) somut, net, uygulanabilir bir öneri olmaz mı?]

    Somut, net, uygulanabilir bir öneri olmaz!

    Çünkü:

    (Yukarıda, “2” ve “23” numaralı metinlerimizi dikkatle okumanızı öneriyoruz.)

    Kesinkes bir “tehlike sıralaması” yapılacaksa, kapitalizm, dinlerden daha tehlikelidir. Çünkü, dinler aracılığı ile “bağnazlığın köpürtülmesi”nden kapitalizm yarar sağlamaya devam ediyorsa, bu yararın sürmesi için gerekli ortamı daima canlı tutmaya çalışır! Kapitalizm için “kâr” önemlidir; dinler eğer bağnazlık yayarak daha çok kâr ortamı yaratabiliyorsa, kapitalizm bunu da savunur!

    13 Mayıs 2014 SOMA maden cinayeti sonrası mahkemeler hâlâ devam ediyor. Fakat kurtulanlar, eşlerini kaybedenler, akrabaları vb. bütün bu insanlar mahkemelerden yavaş yavaş çekiliyor. Asli sebep: Ekonomik darboğaz içinde yaşamaya mahkum edildiklerinden, mahkemelerde haklarını aramaya mecalleri kalmıyor, maddi güçleri mehkemeye gitmek için yol masrafını bile denkleştirmeye yetmiyor!

    SOMA maden cinayetinden sonra veya 10 Ekim 2015 Ankara patlamasından sonra, sokakların protestolarla inlemesi gerekirken, ülkenin geneli “daha da pısmış!” bir şekilde gündelik hayatını sürdürmeye devam ediyorsa, bunun ilk sebebi, kapitalist sistemin tahakkümüdür!

    Patlamanın kendisi veya patlamanın etkileri henüz “ekmek parası”na dokunmaya başlamamış ise, halk(lar) kolay kolay ayaklanmaz!

    Özellikle günümüzde “ekmek parası”nın sürekli gelmesini sağlamaya mecbur bırakılmak (kapitalist tahakküm), “dinlerden” önce gelir!

    Özellikle günümüzde, insan, aç/susuz kalmaya başladığı an, “dinler”i ilk plana kolay kolay koymaz!

  185. “Bunların ortadan kaldırılması “kapitalizm”le mücadelede (en azından Türkiye için) somut, net, uygulanabilir bir öneri olmaz mı?”

    Bunun cevabi, neyi, nicin ve hangi bedeller odemek karsiliginda yapmak istediginize bagli.

    Bahsettiginiz zumre ya da gruplar birer huda-yi nabit (kendiliginden peydahlanmis, zembille inmis) degil. Degisik amaclar icin var edilmisler.

    Dahasi, sadece sosyal yapinin onemli parcalari degi; ayni zamanda ekonomik ve siyasi yapinin da onemli bilesenleri.

    Bunlari kaldirmak, hepsini bir sekilde bir araya getirip (nasil olacaksa, bu; ya da kim yapabilcekse bunu) gaz odasina tikmak ya da termonukleer bir bombayla imha etmekten baska bir sekilde mumkun degil bence.

    Oyle de mumkun degil, cunku var olus gerekcelerini ortadan kaldirmak mumkun degil.

    Hadi diyelim, teori askina, mumkun oldu bu. Bunun bedelinin neler olabilecegini de dusunmek lazim: Derhal bir isgal yersiniz; ulkeniz bastan basa isgal edilir –cunku, en yakin komsunuz bile boyle bir firsati kacirmak istemez.

    Eger amaciniz isgal edilmek degildiyse, tavadan atlayip atese dusmus olursunuz.

    Isgal misgal olmasa bile, ki onun da ornegi var tarihimizde –Fetret Devri–, ardindan gelenin (artik her ne ise o) daha iyi olacaginin garantisi nedir?

    Fakat, asil ilginc olan, cumleler arasinda hissedilen, ‘devlet’ aygitina bu kadar husumetin sebebi ne olabilir?

    Solun bir kisminin ‘devlet’i kutsadigini (sekuler anlamda tabii ki; o da nasil olabiliyorsa) biliyoruz.

    Ama, bir baska kesim de var ki (sizin sozlerinizden hareketle sizi de o kesime dahil edebilirim sanirim), birakin fiziksel varlik karsi olmakla kalmiyorlar, kavram olarak bile kokten karsilar.

    Kutsamak zaten abes/garip de, ikincisini de –samimiyim– anlamiyorum.

    Bu kadar derin ofkenin sebebini anlamak isterim –mantigini ise hic anlamiyorum.

    Mevcudun yerine ne oneriyorsunuz?

    “Bu olmasin da ne olursa olsun” veya “hic bir sey” ya da “daha iyi bir sey” diyerek gecistirmeyeceginizi umuyorum; cunku –nufusun cok buyuk bir cogunlugu acisindan–, ‘devlet’ aygitinin hayati denebilecek islevleri var.

    Dolayisi ile, yerine ne onerildigini –detaylariyla– bilmek isteyeceklerini dusunuyorum.

    Bilmek isteyecekler arasinda beni de sayabilirsiniz.

  186. MİT’i örnek vermeyi unutmuşum.
    Ama onu kaldırırsak Necip işsiz kalabilir, o yüzden kalsın 🙂

  187. “‘İşçi sınıfı’ adı verilerek idealize edilen halkın özellikle Türkiye’deki fanatik devletçiliği, Kürd/Kürdistan düşmanlığı (örneğin aşağıdaki olay) kapitalist sistemin/ideolojinin bir sonucu mudur? Yoksa başka bir sistemin, mesela Asya üretim tarzının ve onun ideolojisinin -veya iç içe geçmiş bu iki sistemin sonuçlarından mıdır? Ya da hiçbir sistemin sonucu olmayıp çok daha karmaşık süreçlerin üst üste binmesinin sonuçları mıdır?”

    Once sunu soyleyeyim: ‘Isci sinifi’ filan gibi genellemeler bence hikayedir –yani, siyaset dilinde var olan, ama sosyal doku icindeki karsiligin eser miktarda oldugu dahi tartisilabilirdir.

    Ama, yine de, ‘isci sinifi’nin dayanismasina size ilginc bir ornek verebilirim sanirim.

    Bundan yaklasik olarak 15 sene kadar onceydi. Volkwagen sirketi, yabanci ulkelerdeki tedarikcilerine, (o tedarikcilerinin) calisanlarina/iscilerine daha iyi ucret vermesi yolunda baski yapmaga yoneldi.

    Bunun dogal sonucu, o tedarikcilerinin urunlerinin fiyatinin artmasiydi; bu da VW’nin cikarlarina aykiriydi.

    Fakat, kazin ayagi baskaydi: Almanya’daki yerel tedarikciler yabancilarla rekabet edemedigi icin, o yerel tedarikcilerin sendikalari VW’ye (VW’deki sendika uzeriden) baski yapmisti. Amac, yerli tedarikcilerin rekabet sansini artirmak, yabanci tedarikcileri ekarte etmekti.

    Baska bir deyisle, bir ulkedeki sendika grubu, baska bir ulkedeki iscilere once daha yuksek ucret verdirtmek (ki, burasi cok humanist), ardindan da onlari issiz birakmak icin ugrasiyordu (burasi pek de humanist degil gibi).

    Demem o ki, sadece Turkiye’de degil; baska her yerde de ‘isci sinifi’ bir blok filan degil.

    Hic de olmadi.

    Herkes kendi cikarini maksimize etmege ugrasiyor.

    Gelelim “Kürd/Kürdistan düşmanlığı” konusuna.. Ben bunun da temelinde bildigimiz ‘cikar’ gudusunu goruyorum.

    Bireyler, gelenlerin kendilerinin ekmeklerini elinden alacagindan, ya da refahlarinin azalmasina yol acacagindan filan endise duyuyor.

    Buna kilif olarak da, o donemde uygun olan ne ise, onu sancak yapip saldiriyorlar.

    Ya da soyle diyeyim: Konya’da yerlesik (Konyali) Kurtler, disaridan gelecek olan Kurtleri bagirlarina basar mi saniyorsunuz?

    Veya, siz, Evropa’nin her devletinde subesi olan ‘Helsinki Committees for Human Rights’ uyelerinin –“onlar da insan” diyerek– Suriyelilere kucak actigini gordunuz mu?

    Ama, mangalda kul de birakmazlar; o ayri.

  188. marxist argüman

    önce softa demagog necip’in yazdiklarina cevap niteliginde bir seyler yazayim. bu islamci kapitalist demagoglarla tartismak insanin sinir sagligi acisindan son derece sakincali olsa da, günzilelicom adli petege giren necip gibi merkep-esek arilari, sureti haktan görünüp kendilerini bal arisi gibi göstermeye calistiklari icin ideolojik mücadele yürütmek sart.

    bu softa demagog’un hangi misyon ile bu sitede yorumlar yazdigini anlamak acisindan önce onun 169 nolu yorumundan bir alinti yapayim:

    “Tek sartla, ‘devlet’ dedigimiz aygita hasim olmayacaksiniz –baska hic bir yerde ‘Allah devlete millete zeval vermesin’ lafi yoktur cunku. Ve, insanlarin inanclarina, yasam tarzlarina (orflerine) cok aykiri zorlamalara girismeyeceksiniz.”

    softa demagog bize burda neyi vaaz ediyor: devletin kutsalligini-varligini sorgulamayacaksin bir, din-inanc denilen uyusturucu tesirli insan fantazilerini elestirmeyeceksin iki. softa demagoga soruyorum: devlet ve dinin kutsalligini, gerekliligini kabul ettikten sonra benim marxistligimden geriye ne kaldi? senin talep ettigin gibi bir insan olsaydim ya da olursam otomatikmen ya tayyip’in dik yapisinin ya da fetullahin paralel yapisinin taraftari olmus olurum. ki o zaman da senin gibileri ile gül gibi gecinir gideriz. simdi adina din-inanc dedikleri uyusturucu-sersemletici-aptallastirici tesirli fantazilere cevaben asik ibreti’nin su siirini hep beraber okuyalim:

    İlme Hizmet Edip, Uykudan Kalktım
    Sarık Seccadeyi Elden Bıraktım
    Vaizin Her Gün Ki Vaazından Bıktım
    Ramazanı Sele Verdim De Geldim

    Karnım Acıktıkca Kederim Arttı
    Hele Hac Kaygısı Ayrı Bir Dertti
    Paralılar Hemen Hac’oldu Gitti
    Seytanı Taşlarken Gördüm De Geldim

    Dört Kitabı Koyup Torbaya Astım
    Cennet Hurisinden İlgimi Kestim
    Muskacı Hocaya Sanmayın Sustum
    Agzının Payını Verdim De Geldim

    Aklım Ermez Ahret Eğlencesine.
    Saygım Var İnsanın Düşüncesine
    Hayal Cennetinin Has Bahçesine
    Yobaz Sürüsünü Sürdüm De Geldim

    İbreti Emelim İnsana Hizmet
    Eşim Bana Huri, Evim De Cennet
    Hacıya, Hocaya Kalmadı Minnet
    İrbiği, Tesbihi Kırdım Da Geldim

    devlet konusuna gelince. bu yazacaklarim ayni zamanda 168 ve 170 nolu yorumcuya cevaptir. yine kapitalizm elestirilerinde sadece ticari aktör olan özel sektörü-sirketokrasiyi ön plana cikarip siyasi aktör olan kapitalist burjuva devletin mevcut siyasi-ekonomik sistemin kurucu-koruyucu ve garantörü rolüne deginmeyen beyaz yalakalara elestiridir. beyaz yalakalar, dikkat ederseniz siz ticari-kapitalist isletmelerin önünde protesto yaptiginizda sizi coplayanlar o isletmelerin korumalari degil, devletin polisi oluyor. bu basit gercekten bile sunu anlamak mümkün: kapitalist dünya sistemi devletin gücü-zoru-yasasi-polisi olmasa bir gün bile ayakta kalamaz. o kapitalist zenginlik bir gecede baldiri ciplak yoksullar tarafindan yagmalanir. calisanlarin agzina takilmis bir gem islevi gören para kazanma mecburiyeti; parasiz olana hayat-yasam hakki tanimayan bu para rejiminin de koruyucu ve garantörü yine devlettir. argümentasyonunuzun bu eksik tarafini gidermeniz lazim. yukarda “bu yazdiklarimiz dogma degildir” diye yazmissiniz. fakat size dostca elestiri yapinca da “tereciye tere satma” diye tepki gösteriyorsunuz.

    softa demagog necip’in devletin kutsalliginin, diger bir degisle devlet idealizminin türklere özgü oldugu iddaasi yine yalan ve yanlis bir bilgi. softa demagog necip’in “fitrat ideolojisine” iman ettigini kendi yazdiklarindan biliyoruz. “fitrat ideolojisi” hangi dogmaya dayanir: insanlarin dogustan gelen ortak bir dogasi-tabiati vardir. bu ideolojiye göre insanin kisisel davranislarindan tutalim dünya da olup biten toplumsal hadiseler insanlarin bu ortak tabiatinin yansimasindan baska birsey degildir. günümüz dünyasinda tekeline aldiklari siyasi ve ekonomik güc ile insanlarin kaderine hükmeden egemen-yönetici-muktedir elit tabaka bu fitrat ideolojisini insanlari yönetmek-yönlerndirmek icin kullanmaktalar. softa demagog necip’in bu sitede ki canli perfonmansi ile bize gösterdigi gibi, mesela din-inanc bir ihtiyactir, ondan dolayi dindar insanlar vardir, diye yazmisti. oysa daha önce de yazdigim gibi hicbir cocuk dünyaya inancli gelmez, “karnim ecikti” der gibi “canim din cekti, inanca ihtiyacim var” diyen cocukta göremezsiniz. dini safsatalari-korkulari cocuklarin beynine enjekte edenlerin aile, toplum, dini egitim oldugu ortada. konu dini korkulardan acilmisken, tibet budizminin dini liderlerinin halki bu dini korkularla-safsatalarla prangaya vurup, insanlari nasil adeta bir köle gibi sömürdüklerini, bu sayede nasil zenginlestiklerini alman medyasi ve internette var. merak edenlere kaynak belirtebilirim. konumuza geri dönelim: softa demagog necip’e soruyorum: bütün insanlar sözümona ortak bir tabiata-mizaca sahipseler, insanlar arasinda ki bu farklari nasil aciklayacagiz? dünyada da ki 7-8 milyar insanin icinde arasan tipatip ayni tabiata-mizaca sahip iki insan bulamazsin. insan fitrati diye ayni olan birsey varsa benim ile senin aranda ki su kisilik-karakter-ideoloji-tabiat-mizac farkini nasil aciklayacaksin? insan genlerinden bahseder gibi insan fitrati diye ayni sosyal-psikolojik kodlara sahip fitrat diye birsey varsa, din-inanc bir ihtiyacsa benim gibi ateistler, dinsiz-imansiz insanlar neden senin duydugun o ihtiyaci duymuyorlar? ey cahil softa, senin fitrat dedigin nedir biliyor musun? birincisi, bir cocuga kücükken egitim adi altinda ögretilen-empoze edilen düsünce ve davranis kaliplari, iman edilmesi gereken dogmalardir. ikincisi, bugün dünyanin neresine gidersen git, cebinde paran yoksa köpek kadar kiymetin olmaz, bir markette bir lokma ekmegi bile parasiz insana vermezler. parasiz yasamanin mümkün olmadigini kücüklükten itibaren ögrenen-ögrenmek zorunda olan her insan kapitalist toplumda mecburen paraci-materyalist olmak zorunda kalir. iste insanlarin yasadiklari siyasi-ekonomik-toplumsal düzende hayatin mecburiyetlerine göre davranmalarini senin gibi fitratci softalar “insanin dogustan gelen tabiati-dogasi böyleymis” diye bellemisler. bu ideolojileri-dogmalari teorilestiren, yayan, milli egitim, okul egitimi ile insanlara empoze edende yine devlet ve onun egitim kurumlari, medyasi vs.’dir. iste marxistler teshis-diagnose olarak bunu tespit ettikleri icin, kapitalist melanetin kaynagi olarak tek tek insanlar ve onlarin davranislarini-fitratini degil, siyasi-toplumsal sistemi prangaya vururlar. toplumsal iliskilerin degismesi gerektigini söylerler. benim, dünyanin siyasi-ekonomik düzenine neden böyle vurgu yaptigimi simdi anladin mi?

    insanlara empoze edilen devletin kutsalligi ve gerekliligi fikri-ideolojisine dair daha önce bu sitede “devlete dair ideolojiler” basligi ile bir yaziyi iki defa asmistim. böylesi teoriler sadece doguda degil bati-hristiyan dünyasinda da yüzyillardir mevcut. devlet de bir din-inanc icin söyledigim gibi bir ihtiyac falan degildir. bir devletin gerekliligine karar verenlerde siradan insanlar degil, yine güc sahibi yönetici elit tabakadir. yüzyillar önce anadoluda kendi halinde yasayan köylüler mi “yahu bizim bir devlete ihtiyacimiz var, haydi bir devlet kuralim” dediler? siradan insanlarin ne tarihte ne de simdi devlet diye bir kuruma ihtiyaci olmamistir. devlet denilen baski-zor aracini egemen siniflar kurarlar. siradan insanlara verilen-bicilen rol ise sözkonusu bu devletin kurulup yasatilmasi icin askerlik ve vergi gibi yükümlülüklerdir. en gelismis demokrasiler de dahil, devletin kutsalligi, varliginin tartisilmazligi bir ön kabul, ön sarttir. “öyle degildir” diyen varsa kanit-örnek göstersin. kapitalist devlet ulusalcilik-milliyetcilik ideolojisi temelleri üzerine kurulmustur, bundan dolayi günümüz modern devletlerine ulus-devlet deniyor. buna T.C de dahildir, A.B.D. de dahildir. bilin bakalim su söz kime ait, bilenlere benden cikolata, -necip haric-: “devlet-memleket benim icin ne yapabilir diye sorma, ben devlet-memleket icin ne yapabilirim diye kendine sor” cevap: cohn f. kennedy.

  189. “devlet ve dinin kutsalligini, gerekliligini kabul ettikten sonra benim marxistligimden geriye ne kaldi?”

    Insanin okumasi zayif olunca, boyle lakirdilar etmesi normal oluyor herhalde.

    Din veya devletin kutsal oldugunu soyleyen mi –daha dogrusu, yukaridaki yazinin neresinde bunu okudunuz?

    Ote yandan, evet, bu kurumlari onemseyen cok insan var –kimisi de ‘kutsal’lik mertebesine cikariyor. Bu bir realite.

    Simdi..

    Soru su: Komunist pratikte ‘devlet’ yok mudur?

    Olmadiginin bir ornegi var mi?

    SSCB’de mi, Cin’de mi, Arnavutluk’ta mi, Kuba’da mi?

    Yooo.. Hepsinde ‘devlet’ var; hatta daha da kati ve daha kusatici.

    Daha da beteri, beraber devrim yaptiklari her katilimcinin (kellesi lazim olmaksizin) tasfiye edildigi, guya isci sinifina aitmis gibi kurulmus olan yeni yapida ilk is, iscilere ‘sen soyle kenara cekil, bu islerden anlamazsin’ denilmis.

    Kim tarafindan yonetilecegi de, ya yapmacik secimlerle, dar bir zumre tarafindan belirlenmis; ya da hic secim yapilmamis ve hep ayni kisi(n/ler)in oligarsik diktatorlugune baglanmis..

    Kisacasi, ‘devlet’e karsi oldugunu soyleyenlerin agababalarinin sonunda ne peydahladiklarini gorunce, bu karsitligin samimi oldugundan ciddi suphe duymamak elde degil.

    Din konusuna gelince.. Evet, mesela SSCB’de (devrimin hemen oncesinde), din kurumu ciddi bir ekonomik oyuncu idi. Bu bakimdan (kurum anlaminda) torpulenmesi/budanmasi gerekiyordu –ve yapildi da–; fakat, bu dusmanligin sittin sene surdurulmesinin sonucunda ne elde ettiler?

    Siradan ahalinin kendilerinden (Marksist oligarsiden) sogumasindan/uzaklasmasindan baska ne elde ettiler?

    Bence hic –ya da ‘hic’e yakin.

    Halbuki, dinsel kurumlar, iyi yonetildiginde, pekala Marksist amaclara da hizmet edebilirdi.

    Boylesine onemli bir sosyal/siyasi oyuncuyu –kazanmak yerine– karsiya almak ne kadar akillica oldu?

    ‘Halk icin, halka ragmen’ yaklasiminin bu kadar uzun sure (ve hala daha) surdurulmesindeki kibri ve nadanligi –ve bunun, aslinda, akildanelik oldugunu– gormemek mumkun mu?

    Bu yuzden, hep soruyorum:

    Yiktiktan sonra yerine ne getireceksiniz?

  190. “Bahsettiginiz zumre ya da gruplar birer huda-yi nabit (kendiliginden peydahlanmis, zembille inmis) degil. Degisik amaclar icin var edilmisler.

    Dahasi, sadece sosyal yapinin onemli parcalari degi; ayni zamanda ekonomik ve siyasi yapinin da onemli bilesenleri.”

    Bunlar elbette bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Soru şu, buna günümüzde de ihtiyaç var mı?
    Osmanlı devletinin ekonomisi savaşa/ganimete/fetihe/fethedilen toprakların vergilendirilmesine dayalıydı.
    Türkiye bugün böyle değil, ABD gibi dünya jandarmalığı yapan emperyalist büyüklükte bir ülke de değil. Bazılarının deyimiyle “alt-emperyalist” bir ülke olarak yayılmaya çalışıyor ama özellike Suriye’de gördüğümüz gibi bu yayılmacılığı başarısız olmakla kalmadı, dönüp kendisini tehdit eder hale geldi.
    Bu zümreye gerçekten ihtiyaç var mı artık düşünmek lazım.

  191. “Bunlar elbette bir ihtiyaç sonucu ortaya çıkmıştır. Soru şu, buna günümüzde de ihtiyaç var mı?”

    Bu soruyu sormak her zaman anlamli hatta zorunludur.

    Ote yandan, biz sormasak bile, belli bir fonksiyonaliteye/isleve talip olan baskalari (baska kurumlar, kisiler, zumreler) boyle bir sorunun sorulmasini ve cevaplanmasini zaten dayatirlar.

    “Türkiye bugün böyle değil,”

    Turkiye’nin oyle olmayisi, bence, oyle olmak istemedigi icin degi; sadece oyle olamadigi icindir (bu her devlet, kisi veya zumre icin gecerlidir).

    “ABD gibi dünya jandarmalığı yapan emperyalist büyüklükte bir ülke de değil.”

    Dogru. Yani, yeterince guclu degil.

    “Bazılarının deyimiyle “alt-emperyalist” bir ülke olarak yayılmaya çalışıyor ama özellike Suriye’de gördüğümüz gibi bu yayılmacılığı başarısız olmakla kalmadı, dönüp kendisini tehdit eder hale geldi.”

    Suriye konusunda tam olarak ne oldu sorusunun cevabi bence henuz kristalize degil.

    Suriye yonetimi ile hayli sicak iliskiler (ortak Bakanlar Kurulu toplamaklar, aile ziyaretleri vs) kuruldu. Bunlar pek de alt-emperyalist yaklasimlar degildi.

    Daha sonra, ya da o siralarda, bir seyler oldu (disaridan bir mudahalaye daha cok benziyor) ve isler karisti.

    “Ne oldu, neden oldu?” sorularinin cevabi pek de belli degil. Herkes, mesrebine, ideolojisine, ittifaklarina bagli olarak farkli cevaplar veriyor.

    “Bu zümreye gerçekten ihtiyaç var mı artık düşünmek lazım.”

    Bunu sadece simdi degil, her zaman dusunmek lazim.

    Yerine, gordugu temel islevleri daha iyi gorecek bir teklif goruldugunde de desteklenmelidir.

  192. (SOYLULAŞTIRMAK) DENEN ZIRVA NE DEMEK?

    === David Harvey ===

    ABD/Baltimore’da gözlemlediklerim ile Türkiye/Tarlabaşı’nda gözlemlediklerim arasında muazzam benzerlikler var.

    İnsanların ortak tarihinin yaşandığı bu meskenlerin aşama aşama bozguna uğratıldığını, ve hattâ yağmalandığını söyleyebilirim. Burada ikâmet eden insanlar mülklerinden dışarı çıkarılıyor ve birkaç ayın ardından bu mülkler yıkılıyor. Ve bu tür alanlarda neler yapılacağı konusunda bizlere çok önemli soru işaretleri kalıyor. Bölgeyi baştan aşağı hummalı şekilde yeniden inşa etmek dışında ortada seçim yapma imkânı pek gözükmüyor ve yaşananlar günden güne kötüleşiyor.

    Şehirler de, doğal olarak, değişime tabiidir. Ve bu değişimin önemsiz olduğu söylenemez. Fakat yaşanılan bölgeyi, sokakların yapısını, meskenleri dönüştürürken; orada yaşayanları, insanları da bu dönüşüme ortak etmek, onların kaygı ve beklentilerine önem vermek gerekir. “Coğrafi dönüşüm” adlı esaslı bir kavramdan bahsediyorsak; orada yaşayan insanları bu kavrama dahil etmemek yanlıştır. Mülklerinden uzaklaştırılan insanların, yeniden inşa dönemi bittiğinde, yaşadıkları yere tekrar dönmelerinin yolları açılmalıdır. “Yeniden dönüşüm”, “kentsel dönüşüm” dediğimiz şeyin doğası, sadece bölgenin fiziki yapısının değişmesi ile sınırlı kalmamalı; bir zamanlar orada yaşayan insanların yenilenmiş mülklerine dönmeleri sağlanmalıdır. “Komşuluk” dediğimiz kavram ancak bu şekilde yarınlara taşınabilir. “Orta-üst tabaka”, “yüksek tabaka” adları ile nitelediğimiz sınıfların ücretlerinin satın alacağı şekilde yeniden inşa edilmiş bu bölgeyi yıkımdan önceki hakiki sahiplerine vermemek en büyük hakkaniyetsizliktir. En başta, bölgenin bağlı olduğu belediyenin bu dönüşüme büyük destek vermesi, sadece binaların fiziki yapısının değişmesi ile ilgili değil; aynı zamanda bu yeni binalara taşınacak “yeni tabaka”ların gündelik hayata yapacakları etkiden de kaynaklanmaktadır. İşte tam da bu noktada “demokrasi” dediğimiz şeyin gerçekten işleyip işlemediğini görüyoruz. Ve sorunlar burada başlıyor.

    “Toplumsal şehirleşme”den daha çok “mali yönden yüksek getiri sağlamak temelli (vested interest) şehirleşme”nin işlediğini görüyoruz. Burada şu an yaşananlar ile araştırma yaptığım birbirinden farklı ülkelerin şehirleşme tecrübeleri ve benim ikâmet ettiğim yer olan Baltimore’da yaşananlar örtüşüyor. Şunu belirtmeliyim: Bir zamanlar oldukça canlı olan “mahalle kültürü”, kentsel dönüşüm bittikten sonra neredeyse ölü alanlar hâline geliyor. Çünkü dönüşüm tamamlandıktan sonra, insanların bir zamanlar hergün temerküz ettikleri o hayatın coşkusuna; son model BMW’lerden, yeni inşa edilmiş binaların o kaliteli pencerelerinin arkasından artık ulaşılamıyor, “muhabbet” dediğimiz şey bitiriliyor. Bir zamanlar bu alanlarda tam manâsı ile “sokak hayatı” vardı. Ama “kentsel dönüşüm” dediğimiz şey yayılmaya devam ettikçe, bunların hiçbiri kalmayacak. Çünkü nihayetinde bu insanlar “soylulaştırılmış” olacak. (“Gentrification”: Nezihleştirmek, burjuvalaştırmak, soylulaştırmak, seçkinleştirmek.)

    Friedrich Engels’in konu hakkında güzel bir saptaması var: “Burjuvazi bu tür sorunları asla çözmez; sadece çevresinde dolanır.”

    Gözlerimiz önünde yaşanıyor: Yoksulluk ortadan kalkıyormuş gibi yapılıyor, “düşük gelirli yaşam” sona eriyormuş gibi yapılıyor, marjinalleşmeye yol açan şartlar bitiyormuş gibi yapılıyor; hayır hepsi yerli yerinde duruyor, sadece başka yönlere itiliyor, “yokmuş gibi davranılıyor”, adeta makyajlanıyor!

    Mülklerinden uzaklaştırılan bütün bu insanlar üzerine sorulan büyük sorular ise: Nereye gidecek bu insanlar? Yepyeni bir çevrede, en az önceki mülklerinde sahip oldukları kaliteye yakın bir seviyede “muhabbet”i kurabilecekler mi? Bunu kendilerine gerçekten mesele edinip edinmediklerinden emin değilim ama kentsel dönüşümden önce yaşadıkları yerde yıllardır ördükleri sosyal dokuları, gitmeye zorlandıkları yeni mekânlarda tekrar canlandırabilecekler mi? Şimdi görüyoruz ki; bu dokular altüst edildi. İnsanlar, kendi başlarının çaresine bakmaya terk edildi. Bu hâlde; mevcut toplumsal sorunlar gittikçe şiddetlenir.

    === Soru ===

    Ne pahasına olursa olsun bir ev sahibi olmak ve bunla doğrudan ilişkili; “borçlanmada artış”ın bu kadar cazip hâle gelmesinin sebebi ne?

    === David Harvey ===

    Konut sahibi olmanın bir güvence olarak algılanması insan hayatında çok ciddi faktörlere işaret ediyor. Doğal olarak insanlar, bu güvenceye ulaşmak zorunda hissediyorlar. Birçok yerde bu güvence; “özel mülkiyet” dediğimiz şeyle gerçekleşiyor. Fakat sadece “özel mülkiyet” yolu ile gerçekleşmesi şart değil; güvenceyi sağlayabilmek için çok farklı sistemler de mevcut. Öyle sanıyorum ki, “kapitalizm dışı” yeni bir sistemin açtığı yol ile başınızın üzerinde bir çatı örmenin başarılı sonuçlanmayabileceğinin yarattığı endişeyle birlikte; özel mülkün sadece sana (şahsa) ait olması, “burası benim yaşam alanımdır” diyebilmek; insanları mülk sahibi olmak hususunda cezbediyor olabilir, buna bir tür çözüm gözüyle bakılıyor olabilir.

    Sistemi yönlendiren güçler bu algıya ters yönde hareket etmiyorlar; o “mitoloji”yi olabildiğince teşvik ediyorlar. Bu minvalde “özel mülkiyet” olgusunun toplum nezdinde yaygınlaşmasının sağlanması, bir tür “toplumsal pasifleştirme”yi de ilerletiyor. Çünkü: Bir konut sahibi olmak, “hayatta çok mühim bir güvence eşiğiymiş gibi” insanların beynine zerk edildikçe; insanlar uysal nesnelere dönüştürülüyor, ve problem yaratmadan bu “sözde mühim hedefe” ulaşanlardan biri daha olabilmek için gündelik koşuşturmalarına devam ediyorlar. Borçlanmada artışın, konut kredileri vb.’lerine olan talepte artışın arkasındaki asli sebep bu.

    === Soru ===

    Kentsel dönüşüm konusunda “fakirin suçlu yerine konması” hususunu neye dayanarak çürütüyorsunuz?

    === David Harvey ===

    Yoksulların yaşadığı; “(İngilizce) slum” olarak, “gecekondu semti” olarak nitelenen bölgelerde nelerin yaşandığı ile ilgili adeta tarihi, kalıplaşmış bir anlatım durmadan tekrarlanıyor.

    İplerin ucunu tutan oldukça zengin kesimler (ki büyük çoğunluğunu “Beyaz Yakalı suçlular” veya “Beyaz Ya-LA-ka”lar olarak kavramlaştırmak yerinde bir tespit olacaktır) dünyayı soyup soğana çeviriyor, hayatlarının çok büyük bir kısmı “(New York) Wall Street” gibi yerlerde geçiyor.

    Onların caddesine gidip şunu haykırdığımızı bir hayal etsenize: “Hepinizi temizleyeceğiz, çünkü hepiniz suçlusunuz.” Şu an içinde bulunduğumuz (“Tarlabaşı” gibi) yerlerde, bizim öncelikli ihtiyaçlarımız; asgari düzeydeki hastalıklar için hizmet verecek sağlık merkezleri, eğitim konusunda meydana getirilecek hizmetler vb. olmalı. Örneğin, uyuşturucu madde bağımlılığı konusunda hamleler yapabilmek için bu tür hizmetlerin kurulmasına ihtiyaç var.

    Fakat ne görüyoruz?

    Burada insanlar tüm bunlardan yoksun bırakılmış. Yerel yönetimler bünyesinde herhangi bir birim tarafından olsun, belediye tarafından olsun, sağlık hizmetleri tarafından olsun; burada yaşayan insanlar onların menziline girmiyor. Her mahalle için tek tek olmasa bile, en azından birkaç mahallenin birleşik kapasitesini kaldıracak sağlık kliniklerinin kurulması; bu mahallelerde yaşayan insanların doğru dürüst tedavi görmesinin yolunu açabilirdi.

    Bu mahallelerde yaşanan bu yoksunluk, toplumun diğer katmanlarında da varmış gibi bir yargıya varmak tabii ki doğru değil. Fakat ne yazık ki, “gecekondu semtleri”nde yaşayan sakinlerin “şeytani varlıklar” olduğunu, “pespaye insanlar” olduğunu, “kötü insanlar” olduğunu, bu nedenle hiçbir şeyi haketmediklerini; “burjuva sınıfı” damgalıyor, ve algıyı toplum geneline yaymaya çalışıyor! “Düşük gelirli sınıfların” savunmasız olduğunu tekrarlaya tekrarlaya, onları daha da savunmasız hâle getiriyorlar!

    === Soru ===

    “Tarlabaşı” gibi bir yerde muhalif kanatlarla nasıl bağlar kuruyorsunuz?

    === David Harvey ===

    Şunu belirteyim: Bir “sokak hareketine” veya mahalle sakinlerinin kendi aralarında oluşturduğu muhalefet gruplarına; ne yapmaları gerektiği ile ilgili doğrudan söz söylemem.

    Eğer bu muhalif gruplar, “sermaye” denen şeyin nasıl işlediğini daha yakından tanımak isterlerse, benzeri genel problemlerin yapısı hakkında konuşmak isterlerse; onlara bunları seve seve anlatırım.

    Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, bazı gruplar gerçekten öğrenmek istiyor: “Biz Tarlabaşı’nda böyle bir sorun yaşıyoruz. Peki sizin gözlemlediğiniz diğer bölgelerde durum nasıl?” gibi. Onlara bu konuda ışık tutabilirsem çok mutlu hissederim.

    Fakat samimi konuşmam gerekirse: Akademide, üniversitede devam eden bir başka mücadele var. Benim ve benim gibilerin kavgasını verdiği değerler için üniversiteler eğitime açık yerler değil artık! Benim öncelikli hedefim; üniversitenin kendi alanı dışında tuttuğu veya en azından üniversite alanına paralel gözüken konular hakkında araştırmalar yapmak, toplumlar için “ortak iyi” olan konular hakkında araştırma yapmak. Gündelik hayatım bunun mücadelesini vermekle geçmeli, benim misyonum bu. Araştırma yaptığın konuların bizzat “sokak içinde” geçmesi gerekmiyor, ama görüyorum ki çok büyük bir kısmı sokak içinde yaşanmaya devam ediyor, hem de çok acı verici şekillerde!

    (Röportajın sonunda, 8:44, David Harvey; büyük çuvalı ile çöp toplayan bir Tarlabaşı sakininin önlerinden hızla geçişini görür ve şunları söyler):

    İnsanlar, bu şekilde yaşamaya nasıl devam edebiliyor?!
    Bu; “vasıflı”, kesinlikle “vasıflı işgücü”dür!

    “David Harvey” ile yapılan röportaj:
    ( http://vimeo.com/44465815 )

    “(İstanbul) Tarlabaşı ve Şehirleşme”, Haziran 2012:
    ( http://www.tarlabasiistanbul.com/ )

  193. “Labor is prior to, and independent of, capital. Capital is only the fruit of labor, and could never have existed if labor had not first existed. Labor is the superior of capital, and deserves much the higher consideration.”

    Abraham Lincoln
    3rd December 1861

  194. “Bu soyleyecegim beylik bir laftir, ama yeri geldiginde isabeti de yuksektir: ‘Ihtiyac icatlarin/kesiflerin anasidir’..”

    İlerlemenin zorunlu koşulu olan neslin devamını sağlayan da karşı cinse duyulan ihtiyaç değil mi?
    Karşı cinsle birlikteliğin yokluğu acı/varlığı mutluluk vermese gereksiz bir yük, bir angarya olur, kimse istemezdi.
    Heterolardan bunu istemeyenler, isteyip olmayınca karşı cinse güvenini kaybedenler çıkabiliyor ama böyle durumların nedenleri doğal değil, toplumsal/kültüreldir.

    “Tabii ki, ihtiyac gerek sart olsa bile, yeter sart degildir; icad edecek, onu da istifade edilebilcek uygulamalara donusturecek hevesin/takatin/kudretin/gayretin mevcut de olmasi zorunludur.”

    Dolayısıyla böyle kişilerin buna hevesi/takati/kudreti/gayreti kalmıyor bu durumlarda.

  195. marxist argüman

    168 ve 170 nolu yorumlara cevap:

    önce alinti: ““İşçi sınıfı” adı verilerek idealize edilen halkın özellikle Türkiye’deki fanatik devletçiliği, Kürd/Kürdistan düşmanlığı (örneğin aşağıdaki olay) kapitalist sistemin/ideolojinin bir sonucu mudur?”

    önce senin sikayetci oldugun seyi tespit edelim ya da ismini koyalim: ulusalcilik-milliyetcilik. irkcilik-fasistligin boy verip gelistigi kaynakta yine ulusalcilik ideolojisidir. ulusalcilik-milliyetcilik ideolojisi bir devletin sinirlari icinde yasayan insanlarin ayni irka mensup olduklari, ortak dil-kültür-tarih-psikolojiye sagip olduklarini iddaa eder. bu varsayimi desteklemek icin de asena, demirci kawa gibi binbir türlü efsaneler uydurulur. tekrar senin soruna dönersek: sen türk milliyetciliginden-irkciligindan rahatsizsin ve bu milliyetciligin-irkciligin kaynagi nedir, bunun kapitalizm denilen sistem ile alakasi var midir, diye soruyorsun?

    CEVAP: ulusalcilik-milliyetcilik de bir ideolojidir. bu demek degildir, günümüzde ulus-millet diye birsey yoktur. demek istedigim su: simdi 200 yil geriye gidelim. dünyanin neresinde oldugu farketmez, fakat biz daha anlasilir olmasi icin anadolu-kürdistan cografyasinda kalalim. 200 yil önce anadolu ya da kürdistan da ki bir köylüye ya da sehirliye sorsaydik “sen kimsin” diye, nasil cevaplar alirdik? o zamanlar insanlar kendilerini cogunlukla asireti, sülalesi ile özdestirirlerdi, “falan asirettenim, ya da “bize bilmem kim ogullari derler” diye cevaplarlardi. belki icinden “müslümanim, islamim, hristiyanim” diyen de cikardi. fakat “türküm, kürdüm” diyeni zor bulurdun. T.C. denilen ulus-devlet kurulmadan önce anadoluda bazi köylülere “türk müsün” diye soruldugunda “estagfurullah” diye cevap verdiklerini kemalist yazarlar bizzat kendileri belirtiyorlar. anadili kürtce-zazaca olan alevilerin eskiden zaten hepsi simdiyse hala bir kismi “kürt degil aleviyim” diyerek kendilerini ait olduklari dini mezhep üzerinden tanimlarlar. ulus-devlet öncesi, feodal dönemde hal böyleyken nasil oluyorda simdi türklerin cogunlugu “sözkonusu devletse-vatansa gerisi teferruattir” diyorlar. bunun cevabi aslinda bir muamma degil, hersey gözler önünde. türkiye de özellikle cumhuriyet dönemini düsünelim, türk ulusu-milleti nasil yaratildi? ilk okuldan itibaren cocuklar istisnasiz hergün türküm, dogruyum, caliskanim propagandasi ile yetistirilmediler mi? okul egitiminden tutalim, askerlikte ki egitime kadar, televizyon-medya’ya kadar her gün durmaksizin milliyetci-irkci propaganda insanlara enjekte edilmiyor mu? milliyetciligin-irkciligin kaynaginin devletin milli egitim politikasi oldugu, bununla da steril-homojen bir ulus yaratmak hedefi ile yapildigini tespit ettik mi, ettik. simdi sorulmasi gereken soru su: devlet neden böyle bir seye ihtiyac duyuyor, neden böyle bir milli egitim politikasi izliyor, bununla neyi hedefliyor?

    CEVAP: bir devletin güc kaynagi, insan malzemesi (human kapitali) halktir, vatandastir. baska türlü ifade edersek bir devletin yasamasi, ayakta kalmasi halkin destegine baglidir. devletin kasalarini dolduran paralar halktan kesilen vergiler degil midir? devlet icin savasan, ölen asker, polis, istihbaratci halktan gelen insanlar degil mi? bunu tespit ettikten sonra, bir devletin neden milliyetci-irkci bir milli egitim politikasi izledigini anlamak zor degil: cünkü devlet vur deyince vuracak, öl deyince ölecek, calis vergi ver deyince calisacak devlete sadik-bagli vatandaslara ihtiyac duyar. bundan dolayi devlet önce milliyetci-irkci bir egitim politikasi ile yogura yogura bir ulus yaratir, sonra yarattigi o ulusa ihtiyaca göre milli egitim ve medya araciligi ile siyasi konjonktüre bagli olarak dozaji ayarli yurtseverlik-vatanseverlik ideolojisi enjekte eder.

    ulus devlet dedikleri günümüz modern devletlerinin fransiz devrimi ile baslayan ulusalcilik-milliyetcilik akiminin ürünü olduklarini tespit ettik. bu isin siyasi-ideolojik yönü. ulus devletin kapitalist ekonomi alakasi da söyle oluyor: sinirlari cizilmis bir ulusal devlet kurulduktan sonra gümrüklerle korunan ulusal bir pazara dayali ulusal bir ekonomi ve ulusal bir para birimi olusturulur. yani her devlet kendi kapitalistinin cikarini, yabanci devletin kapitalistine karsi kollamaya calisir.

    senin yukarda ki soruna cevap olarak sunu belirteyim: bir kapitalist isletmeci icin iscinin-memurun-calisanin cinsiyeti, irki, anadili, memleketi, mezhebi vs. cok önemli degildir. isveren-kapitalist, herseyden önce insanlarin sirtindan kazanacagi paraya bakar, yani onun icin is verimliligi-sömürü ön plandadir. yalniz milliyetcilik-dincilik gibi ideolojilerle beyni yikanan kitleler nasil ki devlete her türlü hizmeti görev olarak görüyorlarsa, ayni sekilde ulusal ekonominin gelismesi, memleketin kalkinmasi icinde insanlardan mesela fedakarlik yapmalari, cok calisip az kazanmalari istendiginde, milli-dini duygular insanlari yönetme-yönlendirme de önemli rol oynarlar.

    buraya kadar anlattiklarimizin hepsi istisnasiz bütün ulus-devletler icin gecerlidir. ayni sekilde reel sosyalistlerde devleti ve ulusu idealize etmislerdir. hitler milyonlarca alman gencini zorla ya da para ile degil milliyetcilik-irkcilik propagandasi ile cepheye, savasa göndermistir. amerika da daha 1960lara kadar siyahlar beyazlar tarafindan sokakta linc ediliyorlardi. amerika da siyahlara yönelik irkci katliamlarin hala devam ettigini biliyoruz. yani bu milliyetcilik-irkcilik melaneti sadece türkiye’ye özgü degildir. ulus devlet var oldugu müddetce ulus-irk ideolojisinin bitmesi mümkün degildir. cünkü ulusal devletler bizzat bu ideoloji ile beslenirler, varlik kosullarini bu ideolojiye borclular.

  196. “bir kapitalist isletmeci icin iscinin-memurun-calisanin cinsiyeti, irki, anadili, memleketi, mezhebi vs. cok önemli degildir. isveren-kapitalist, herseyden önce insanlarin sirtindan kazanacagi paraya bakar, yani onun icin is verimliligi-sömürü ön plandadir.”

    Araya reklam almak da ancak bu kadar olurdu..

    “buraya kadar anlattiklarimizin hepsi istisnasiz bütün ulus-devletler icin gecerlidir. ayni sekilde reel sosyalistlerde devleti ve ulusu idealize etmislerdir.”

    Bu kadar uzun bir yaziyi, “bu her yerde, her rejimde, hep ayni olmustur” demek icin mi yazdiniz?

  197. “Dolayısıyla böyle kişilerin buna hevesi/takati/kudreti/gayreti kalmıyor bu durumlarda.”

    Baglamini cok da cikaramamis olsam da, evet, “bir elin nesi var, iki elin se(k)si var” diyebiliriz galiba.

  198. marxist argüman

    devleti-düzeni teshir edecek seyler yazinca softa necip hemen parazit yapmaya basliyor. dikkat edin benim yukarda ki yorumumun icerigine, ana fikrine, tezine karsi bir elestiri, karsi tez, karsi argüman yazmiyor ve yahut “sen surda yalan-yanlis bir bilgi vermissin” diye bir düzelTme falan da yok. bütün cabasi tartismalarin icerigini-özünü bosaltarak-saptirarak bos-beles polemik yapmak. madem sirti kasiniyor yine bizim asik ibreti’den bu cahil softaya bir siir armagan edeyim:

    Hakk’ı Pek Yakından Gördük İnandık
    İlk Basta Danıştık Vicdanımıza
    Gerçekler Yoluna Gırdık Uyandık
    Hakikat Denildi Erkanımıza

    Naci Güruhuna Bendeyiz Bende
    Hakk’ı İspat Edip Kamil İnsanda
    Şeytanı Tanıyıp Düşmeyen Fende
    Odur Layık Olan İhsanımıza

    Gerçek İrfanıdır Bizim Gıdamız
    Meleklerin Secdegahı Ademiz
    Ancak Özün Bilen Duyar Sedamız
    Cahil Ermez Sırrı İrfanımıza

    İyi İnceledik Biz O Kuran’ı
    Bir Canlı Kitapta Okuduk Onu
    Arif Ol Da Evvel Kendini Tanı
    Yoksa Aklın Ermez Lisanımıza

    İbreti, Razıyım Lütufa Kahra
    Asla Değer Vermem Cahile Kore
    Elim Göğe Açıp Eğilmem Yere
    Gönülden Bağlıyız Cananımıza

  199. KÂR İÇİN ÜRETİM ÖLÜM GETİRİR!

    “Madencinin parası pul, eşi dul olur!”

    Parmak uçlarınızla Kayseri’nin birçok yerini tarif edebileceğiniz kadar yüksekliğe sahip Beştepeler Parkı’nda oturuyoruz. Çam ağaçlarının cızırtısıyla birlikte, “Yağmur ha yağdı ha yağacak” tedirginliğiyle Süleyman Karakaya’yla buluşuyoruz.

    İşçilik hayatı madende başlayıp madende bitiyor. 20 yıl maden ocaklarında çalışmış. Maden sözcüğü “‘yer altı’, ‘su’, ‘çamur’ ve ‘dinamit zehri’ ile tarif edilebilir!” diyor. Ömrü madenlerde geçen Süleyman Karakaya, babasını, amcasını ve erkek kardeşini maden ocaklarında kaybetmiş!

    Madenciler için kullanılan “madencinin parası pul, karısı dul olur!” sözünün acı gerçeği yansıttığını söyleyen Karakaya “amcam 55 beş yaşında vefat ettikten sonra babamı da kaybettik. Madende çalıştıkları için ciğer hastalıklarına yakalandılar. Kardeşimin ölümü beni çok üzdü. Öylesine ki şeker hastası oldum!” diye anlatıyor o acı günleri.

    “KÂR İÇİN ÜRETİM, ÖLÜM GETİRİR!”

    Söz; “iş cinayetleri”ne ve “işçi ölümleri”ne geliyor: “Kâr için üretim, ölüm getirir! Maden içerisinde ‘galeri’ diye tarif ettiğimiz bir yerde kayalığın çatlakları herkesin malûmuydu. Ancak patronlar, ‘Onunla uğraşırsak 3-4 ton daha çıkaramayız’ diyerek kardeşimin ölümüne neden oldu. Çünkü işçiyi esas alan değil, kârı esas alan üretim söz konusu!”

    Patronlara karşı içinde kin biriktirdiğini söyleyen Süleyman Karakaya “bir zaman sendikalaşmıştık. Patronla birlikte karşımızda devleti gördük. İflas gerekçesiyle madeni kapattılar. Ama biz iflas için bir sebep olmadığını biliyorduk. Daha sonra aynı maden işçi almaya başladı. Ancak bu sefer bir istekleri vardı: Sendika üyesi olmayacaklarının garantisi bir belge!” diye konuştu.

    “Genç işçilere deneyim olarak anlatmak istediğin herhangi bir şey var mı?” diye sorduğumuzda ise şu yanıtı verdi:
    “İşçiler örgütlenmeli. Ne pahasına olursa olsun örgütlenmeli. Farklılıkları kabul ederek bir araya gelmenin yollarını aramalı. Atılan hiç bir adım boşa gitmiyor!”

    İşçi hareketine karşı en büyük engelin sendikaları işgal etmiş “patron iş birlikçisi sendikacılar” olduğunu söyleyen Karakaya “sendikalaşmak iyidir. Ama ondan daha iyisi sendikaları ‘mücadeleci çizgi’de tutmaktır” sözleriyle genç işçilerin kulağına küpe, deneyimini aktarıyor.

    “İŞÇİLER SİYASET YAPMALI!”

    İşçilerin sendikalarda örgütlenmesiyle birlikte siyaset yapmayı ihmâl etmemesi gerektiğini söyleyen Süleyman Karakaya “haklarımızı kazanmanın tek gerçek yolu siyasete dahil olmaktır. Patronlar kendi sınıfının siyaseti için birleşiyor. Biz işçiler neden birleşmeyelim? Bizim de kendi sınıfımızın partisi var. Ben 1996’da Emek Partisi’yle maden ocaklarında tanıştım. O zaman da diyorum şimdi de; işçilerin kendi sınıf partisidir, örgütlenmeliyiz. Başka çare yok. Karşı taraf siyaset aracılığıyla bizi sömürüyor. Biz de kendi partimizde karşılarına çıkalım” diye çağrı yapıyor.

    “NEDEN 1 MAYIS?”

    Yakın zamanda gerçekleşecek “1 Mayıs İşçi Bayramı”na da değinen Süleyman Karakaya “işçilerin hakları için en kitlesel şekilde bir araya geldiği gün. Fakat bazı sendikacılar alan tartışmasına sıkıştırmak istiyor. Çünkü mücadele günü olarak görmüyorlar! Ben şöyle bakıyorum: ‘Bizim derdimiz birleşmek mi? Gövde gösterisi yapmak. Haklarımızı almak. Bunun yolu ne ise o yapılmalı.’ Alan tartışmasından çok böyle düşünülürse daha doğru olur.” sözleriyle her yerde 1 Mayıs’ın kutlama çağrısında bulundu.

    İşçilik hayatında en büyük deneyimin ve ihtiyacın işçilerin tüm ayrımları bir kenara bırakarak birlik sağlamaları olduğunu söyleyen Süleyman Karakaya “1 Mayıs’ta patronlara ve hükümete koz vermeyelim. En kitlesel nasıl geçecekse öyle kutlanmalı. Tüm işçiler bu çağrılara kulak vermeli” dedi.

    [Veli Şahin, 27 Nisan]

  200. KENTSEL DÖNÜŞÜM & İNŞAAT İŞÇİSİ & AKP

    Yaklaşan 1 Mayıs’ı ve taleplerimizi konuşmak, ortak sorunlarımıza karşı taleplerimizi de ortaklaştırmak için uzun bir süredir mahallede çalışma yürütüyoruz.

    Amacımız, taleplerimizin görünür olması ve her yeri 1 Mayıs alanına dönüştürmek. Çünkü son 3 yıldır İstanbul emekçisinin acil olan talepleri, 1 Mayıs’ı kutlayamadığı için yok sayıldı. Peki işçiler emekçiler bu duruma nasıl bakıyor?

    Bu çalışma sırasında yaptığımız ev ziyaretlerinde çıkan sonuçları sizlerle paylaşmak istiyorum.

    Komşumuz olan bir inşaat işçisinin evine ziyarete gittik. Bir çok meselede ortak düşündüğümüz arkadaşım Fatma’ya “Sizi ziyarete gelmek istiyorum.” dediğimde gülerek eşinin koyu bir AKP’li olduğunu söyledi. Fatma, çocuklarından dolayı çalışmıyor. 14 yıllık evliler daha önce başka bir semtte yaşıyorlarmış. “Kentsel dönüşümden sonra hayat orada çok pahalı oldu. Biz de mecburen İstanbul’da daha ucuza yaşayabileceğimiz yer olarak Esenyalı’ya taşındık.” diyor.

    Üç çocuklu bir ailenin geçim sıkıntılarından, çocuk okutmaktan ve hiçbir şeye yetişememekten hep beraber yakınıyoruz. Seçim vaatlerinden taşeronlaşmaya, eğitim sisteminden sağlığa kadar; bir çok meseleyi konuşuyoruz.

    İnşaat işçisi olan Ramazan “Kış boyu neredeyse hiç çalışamadım. Herkes adamını kolluyor. Biz de biraz gariban görünüyoruz, ya taşeronda çalışacaksın ya da aç kalacaksın.” diyor.

    “Taşeronda neden çalışmıyorsun?” diye sorduğumda; “Hep hakkımı yediler, kaç yerde param kaldı!” diye söylenirken, eşi Fatma; “Ama her defasında AKP’ye de oy veriyorsun!” diye yarı şaka yarı ciddi takıldı. Ramazan da “Taktınız AKP’ye, hükümet ne yapsın? O mu diyor ‘taşerona işçilerin parasını verme'” dedi.

    İkram edilen çayla beraber koyulaşan sohbetimiz 1 Mayıs’la devam etti. Ramazan “peki sizler nasıl bir yönetim istiyorsunuz, ben aslında kim olduğunuzu biliyorum da hadi sen bir anlat” diyor. Sohbetin başından itibaren bütün meselelerin (açlık, yoksulluk, çocuğunun cebine bir harçlık bile koyamamak) nedeninin bizleri yönetenler olduğunu zaten konuştuk diyorum. Bizim derdimiz bu kötü çalışma ve yaşama koşullarına karşı gelmek, 1 Mayıs’ta emeğimizi savunmak. İnsanca yaşamanın bizim de hakkımız olduğunu, birleşerek taleplerimizi istememiz gerektiğini söylüyorum. Ramazan “tamam haklısınız ama ya terör? Yedi aydır kaç tane şehit verdik, bunların hepsi vatan evladı. Devlet bunlarla mücadele ederken bizlerin de destek vermemiz gerekir” dedi.

    Daha önce hiç 1 Mayıs’a gitmediğini, hiç “kendine ait hissetmediği”ni, son üç yıldır sendikaların Taksim’de ısrarını ise samimiyetsiz bulduğunu söylüyor. “Kötü niyetli bunlar. Oraya çıkıp sırf provokasyon yaratmak istiyorlar. Senin söylediklerin mantıklı. 1 Mayıs alanları bizim derdimizi dile getireceğimiz bir yerse, o zaman ben de giderim ama bu ortamda zor. Bana sadece kavgaya gidiliyor gibi geliyor” dedi.

    Bu sohbet aslında emekçilerin hep aynı dertten muzdarip olduğunu, ancak savaş ve kan üzerine kurulan siyasetin emekçileri ne kadar çok böldüğünü, barışın ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha gösteriyor.

    [Adile Doğan, 27 Nisan]

  201. İŞÇİYE SU YOK ve PERFORMANS DEĞERLENDİRMESİ DEDİKLERİ!

    Kadın çorabı üretilen Penti’de, kirli olan arıtma suyunu içmek istemeyen işçiler, dışarıdan su alınmasını istiyor. Ancak talepleri fabrika yetkilileri tarafından karşılanmayan işçiler, temiz su içebilmek için aralarında para topluyor.

    1993’de Çorlu’ya taşınan Penti’de şu an 1000’i aşkın işçi çalışıyor. Bu işçilerin %80’ini kadınlar oluşturuyor. İşçilerin çoğunun asgari ücrete çalıştırıldığı fabrikada A-B-C şeklinde bölümler bulunuyor. İşçiler bu bölümleri “[A]da yönetim, [B]de 10-15 kişilik teknik eleman, [C]de ise üretim, yani işçiler bulunuyor” şeklinde tarif ediyor.

    ÜRETİM BASKISI

    TEKSİF’in (Türkiye Tekstil, Örme ve Giyim Sanayi İşçileri Sendikası) örgütlü olduğu fabrikada, kendilerinden sürekli üretim beklendiğini belirten bir işçi “‘üretin’ diyorlar, sadece ‘üretin’. Bir ‘performans oranı’ belirlemişler. İşçi, %70’in altına düştüğü zaman sorguya çekiliyor; ‘niçin yavaş çalışıyorsun?’ diye soruyorlar! Hattâ, performansa göre primler veriliyor: Bir işçi 150 lira alırken başka bir işçi 50 lira alıyor. İşçiler arasında rekabet yaratılıyor!” diyor.

    TUVALET İHTİYACI:
    GÜNDE 2 KEZ

    Ürünlerinin reklamıyla birçok televizyon kanalında karşılaştığımız Penti’de baskı işçiyi hızlı çalıştırmakla bitmiyor. Bir işçi, sigara molasının öğleden önce ve sonra 5’er dakika olmak üzere günde 2 defa olduğunu söylüyor. Aynı işçi “hadi sigara zararlı diyelim, ne kadar az içersek o kadar iyi. Ama tuvalet ihtiyacı da günde iki defa 5’er dakika! Elimizde değil ki kardeşim. Molaya çıkacağımız zaman da makinenin mola tuşuna basıyoruz. Ve bunlar merkezi bir ekrandan takip ediliyor. Mola 5 dakikayı geçsin, makineyi molaya alan işçi sorgulanıyor!”

    “ÖNERİ SUN; HEDİYE AL!”

    Üretimi artırmanın bir başka yöntemi de “puanlar ve hediyeler”!

    İşçiden; hediyeler karşılığında, üretimde 5-10 dakikalık zaman kazandıracak öneriler isteniyor. Bir işçi durumu şöyle anlatıyor: “Mesela ‘Bu ürünü şöyle yapsak 10 dakika kazanırız’ gibi öneriler sunarsan ve bu öneriler kabul edilirse sana puan olarak dönüyor. Bu puanlar toplanınca da çeşitli hediyeler veriliyor. Atıyorum, 100 puan olunca bisiklet, 150 puan olunca televizyon!”

    MÜDÜR:
    “SEBİL BENDEN, SU SİZDEN!”

    Üretimi artırmaya yönelik her türlü öneriye açık olan patron; işçinin çıkarını bir yana koyalım, sağlığı açısından yaptığı öneriyi reddediyor. Bir işçi çarpıcı bir örnek aktarıyor: “İçme suyumuz fabrikada arıtılan su. Ama işin gerçeği ‘arıtılamıyor su’! Kirli oluyor! Biz bunun için müdürün yanına gittik. ‘Durum böyle böyle, sebil ve dışarıdan damacana su istiyoruz’ dedik. Yapmayacaklarını bildiğimizden ‘Hattâ sebili siz alın suyu biz alalım’ dedik. Birkaç saat sonra müdür bizi yanına çağırdı. ‘Tamam sebil benden su sizden’ dedi. Şimdi işçiler, çamurlu su içmemek için kendi arasında para toplayıp su alıyor!”

    SENDİKA FİİLEN BİR İŞLEV GÖRMÜYOR!

    Peki sömürünün had safhada olduğu Penti’de örgütlü olan TEKSİF ne yapıyor? “Hiçbir şey!” diyor bir işçi: “İşçi ve sendika birbirinden kopuk. Sendika ne yapıyor, ne işe yarıyor işçi bilmiyor. Sendika da bilgi vermiyor!”

    Bir işçinin anlattıkları da sendikanın fiilen olmadığını ortaya koyuyor:
    “Fabrikada 12 bölüm var. İşveren kendi seçim yaptırıyor. 12 temsilci seçiyor. Böylece sendikayı da saf dışı bırakıyor zaten. Bu temsilcileri de kendi işini yürütmek için seçiyor.” Tekstil grup sözleşmelerine dahil olmayan Penti’de sözleşme dönemlerinde ise grup sözleşmelerine dahil olan fabrikalarda imzalan sözleşmeye benzer bir sözleşme imzalanıyor.

    [Fırat Turgut, Vedat Yalvaç, 27 Nisan]

  202. İNSANI PARSELLERE AYIRMAK!

    “Çalışma yaşamı” paramparça!

    İşçilerin insanca yaşama olanaklarına kavuşması için; bu parçalanmanın yarattığı güvencesizliğin ortadan kaldırılması şart!

    Önce; “parçalanan çalışma yaşamı”na bir bakalım:

    “Beyaz Yakalı”: İşyerinde işveren adına emir ve talimat verme yetkisi olan, “kendisini ‘işçi’ olarak görmeyen!”, temel aidiyet noktası işyeri olan personel.

    “Mavi Yakalı”: Kadrolu olduğu kendisine söylenen, kadrolu olduğu için kendisini güvencede hisseden, işçi kimliğini kabul eden ancak diğer işçilere göre kadrolu veya sendikalı olduğu için kendisini özel hisseden personel.

    “Sözleşmeli işçi”: Gerçekte mavi yakalı işçi. İşverenlerin yasaya aykırı bir şekilde “belirli süreli iş sözleşmesi” yaparak kadroya alma vaadi ile kandırdığı işçi grubu. Kadroya geçmeden sendika üyesi “olamayacaklarına”, toplusözleşmeden “yararlanamayacaklarına” inandırılmışlar. Ne kadar anlatırsam anlatayım, kadroya geçme gibi bir zorunluluklarının olmadığını, kadrolu dedikleri işçilerden bir farklarının olmadığını anlatmayı başaramadığım, çalışan grubu.

    “Taşeron işçi”: Mavi yakalı işçinin yaptığı işleri yapmasına karşın daha az ücret alan, kadroya geçip mavi yakalı olarak kurtulma hayali kuran, mavi yakalı işçilerin altında çalıştığı için mavi yakalılara göre kendisini daha değersiz hissetmesi sağlanan çalışan.

    “‘Yevmiyeci’ veya kiralık işçi”: İş süresi, yapacağı iş, ücreti, sosyal hakları işverenin keyfine göre belirlenen dünyada “kullan at ‘marka ürün’e” benzetilerek tanımlanan, örgütlenme hakkı başta olmak üzere Anayasa’ya dayalı tüm sosyal hakları işgücü piyasasına girmesi ile askıya alınmış olan işçi. Düşük ücretle, sendika, toplusözleşme, yıllık izin, kıdem tazminatı gibi tüm anayasal haklarından yoksun çalıştırılmaya mahkûm edilerek kendilerini “işi bitince atılan bir eşya gibi değersiz görmeleri sağlanan” çalışan grubu.

    “Belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışan”: İşin süresinin belli olması veya bir başka işçinin geçici olarak iş sözleşmesini askıya alması gibi objektif nedenlerle işin başlangıç ve bitişinin işe girerken kararlaştırıldığı, kararlaştırılan süre dolduğunda iş sözleşmesi sona eren, iş güvencesi kapsamına girmeyen çalışan.

    “Kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışan”: Haftalık çalışma süresi 30 saatin altında olan, çalıştığı süreyle orantılı ücret alan, birden fazla işverenle ve işyerinde çalışmak zorunda olan çalışan.

    “Çağrı üzerine çalışma”: İşi, işyeri belirsiz olan, işverenin “işin durumuna göre” çağırdığı sürelerde çalışıp, evde çağrılmayı bekleyen, iş yasasındaki neredeyse tüm haklardan yoksun olan çalışan.

    “Mevsimlik işçi”: Yaptığı işin niteliği gereği sadece yılın belirli dönemlerinde yılda 330 gün ve daha az çalışan. Yıllık izin hakkı bulunmayan, mevsim başında çağrılmayınca işsiz kalan çalışan.

    Tüm bu çalışanların ortak noktası “iş sözleşmesiyle çalışıyor olmaları”dır.

    İş sözleşmesinin ayırt edici özelliği “bağımlılık unsuru”dur.

    “Bağımlılığın ayırt edici unsuru”; çalışanın iş görme borcunu işverenin emir ve talimatlarına uygun olarak yerine getirme yükümlülüğü altında olmasıdır.

    Acı olanı; tüm bu işçilerin “birbirlerine karşıt biçimde konumlandırılmış olmaları”dır!

    Şematik bir özetle:

    “Beyaz Yakalı”, “Mavi Yakalı”dan kendisini daha üst pozisyonda görür! (Gördüğünü zanneder!)

    “Mavi Yakalı” kendisini “taşeron işçisi”nden daha yetenekli, daha becerikli ve daha fazla hak sahibi olmaya hakkı olan biri olarak tanımlar! (Tanımladığını zanneder!)

    “Taşeron işçisi” için “‘yevmiyeci’ & kiralık işçi”; kendisinin ekmeğini tehdit eden, can sıkıcı bir çalışandır!

    İşçiyi en güvencesiz işçi konumuna düşürme korkusuyla “kontrol etmek!”; iş gücü üzerinde “en az maliyetle denetim kurma”nın kestirme yoludur!

    Tüm bu işçilerin haklarını korumalarının neredeyse tek etkili yolu: “Bağımlı çalışıyor olmak” ortak paydasından hareketle; tamamının sendikada örgütlenip toplu pazarlık aracıyla kendi güvenceli hukuklarını yaratma olanaklarıdır!

    “İş kolu sendikacılığı”; tüm bu parçalanmış işçileri “tek bir toplu iş sözleşmesi”yle koruyamaz! Bu nedenle “tek tip sendikacılık”, “tek düzeyde toplu pazarlık”; işçilerin haklarını almaları için yeterli değildir.

    “İşçiler haklarını almasın” diye Türkiye’de “12 Eylül 1980″den bugüne “tek tip sendikacılık”, “tek toplu pazarlık düzeyi” dayatılmaktadır!

    Bu dayatmanın kırılması için toplu pazarlığın çok düzeyli yapılmasını sağlayacak bir sisteme gerek vardır. Parçalanan iş gücü piyasasında parçalanmanın getirdiği güvencesizliği durdurmak için sendikal örgütlenme ve toplu pazarlığın tüm biçimleri bir arada olmalıdır.

    “Somut” olarak; işyeri, meslek sendikaları ve federasyonlar, iş kolu sendikaları ve konfederasyonlar, işyeri düzeyinde toplu iş sözleşmesi ve iş kolu toplu iş sözleşmeleri birlikte yer almak zorundadır!

    Hükümetten “yasa değiştirerek, gerekli sendikal özgürlükleri tanıması”nı beklemek; avını yakalayarak yemeye hazırlanan aslandan şefkat beklemeye benzer!

    [Murat Özveri, 13 Nisan]

  203. ANGKOR WAT TAPINAĞINDAKİ EMEKÇİ FİL ÖLDÜ!

    Kamboçya’da meşhur Angkor Wat Tapınağı’na turist taşıyan bir filin sıcaktan kalp krizi geçirip ölmesi üzerine hayvan severler harekete geçti. Fillerin çalıştırılmaması için imza kampanyası başlatıldı.

    BBC Türkçe’nin haberine göre filler 40 derece sıcaklıkta çalıştırılıyordu. Turistleri taşıyan tur operatörü, sıcaklıklar düşene dek fillerin çalışma saatlerinin kısaltılacağı sözü verse de, hayvan severler fillerle turist taşınmasının tamamen yasaklanmasından yana.

    12. yüzyılda inşa edilen Hindu tapınağı, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alıyor ve her yıl 2 milyondan fazla turist tarafından ziyaret ediliyor.

    Change.org üzerinden yayılan dilekçede, hayvanlara karşı zulmün ‘gözlerden saklandığı’, hayvanların ömürleri boyunca çile çektiği ve son ölümün artık ‘gözleri açması gerektiği’ vurgulandı.

    En zalim tatil faaliyeti

    Uzakdoğu ve Ortadoğu ülkelerinde yapılan tatillerde develer ya da filler üzerinde çekilmiş fotoğraflar sosya medya paylaşımlarının vazgeçilmezlerinden. Ancak bu son haber, onlarca ‘like’ alan bu fotoğrafların bedelini daha net ortaya koydu.

    Hayvan hakları örgütleri uzun süredir, doğal yaşamdan koparılan fillerin işkence yöntemleriyle eğitildiğini gündeme getirmeye çalışıyor. World Animal Protection adlı örgüt, fillerle seyahati ‘en zalim tatil faaliyeti’ olarak tanımladı.

    Tur operatörü şirketin müdürü Oan Kiri, dişi filin 45 dakika boyunca 2,1 kilometre yürüdükten sonra yere yığıldığını ifade etti ve “Veterinerlere göre sıcak havanın stres, şok ve yüksek tansiyona yol açması yüzünden kalp krizi geçirerek öldü” dedi.

    Ölen filin 40-45 yaş arasında olduğu belirtildi. Asya filleri soyu tükenmekte olan türler arasında bulunuyor.

    ( http://www.diken.com.tr/tapinaklara-kendiniz-tirmanin-kambocyada-asiri-calistirilan-bir-fil-sicaktan-oldu/ )

  204. İnsanın yarattığı düşünceler insan davranışlarını düzenleyici birer nitelik kazandı. İnsan değişmez kurallar ortamında bir sonsuz ölçü niteliğinde alındı. Kural insanın istemine bağlıdır. Böyle olunca da onda bir değişmezlik düşünmemeli. Sonra bu değişmez denen kuralların değişmezliğini kim koymuş ortaya dersiniz? Değişmezlik olsa olsa doğayı yöneten ilkelerde, ilkelerle kurulu düzende bulunabilir. Oysa kişi kendini davranışlarının bütünlüğü içinde ortaya koyarken uymaz bunlara çokluk. Kişi yaşamında yiyip içerken, severken, sevişirken, kızıp gücenirken, sevinirken, üzülürken hangi kurallara uyar dersiniz? Bütün kurallar, yasalar, ilkeler kişiyi belli bir yönü ile incelemenin, bütün olarak görememenin ürünleridir düpedüz.
    İnsan varlığının derinliklerinde saklı oluş gerçeklerini kavramak için onu davranışlarından sıyırmamak gerekir. Davranışlar insanın bütünlüğünü ortaya koyan oluşlardır. Onların insan varlığı dışında ayrı ayrı incelenmesi, insanın onlardan, onların insandan koparılması insanın bölünmesidir.
    İnsanın anlaşılması anlamın kavranmasına bağlıdır. Bu anlamı ona veren biz değiliz. İnsana anlam vereceğini sanan, böyle bir kanıda bulunup türlü savlar ortaya atan bütün çığırlar ona kendi düşüncelerinde yaşayan, gerçekliklerinden soyulmuş “nesne” olarak bakar ancak. Böyle bir kanı ile ortaya atılan bir görüş insanın yanından geçer. İnsanı anlamak onun davranışlarını içinde yer alma, onu çevreleyen akışa kapılma gereğindedir. Yoksa dıştan bakıcı bir tutumu davranış biçimi diye alarak işe koyulan kimse insanı ancak dış görünüşü ile anlatmaya çalışır. Bakış bir bakıma fotoğraf çekmektir. İnsan fotoğrafı çekilerek anlaşılabilecek bir varlık değildir.
    [Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar – İsmet Zeki Eyuboğlu]

  205. Sayın (Anonim) 192'ye

    Sayın “Anonim” 192,

    “İsmet Zeki Eyuboğlu” isimli şahıs, meşhur tarihçi (kabul edilen kişi) Reşad Ekrem Koçu’nun; biraz “din” sosuyla, biraz “Anadolu tarihi” sosuyla, biraz “Atatürkçülük mitolojisi” sosuyla, biraz “irfan” sosuyla karıştırılmış hâlidir. Aralarında pek fark yoktur.

    İsmet Zeki Eyuboğlu, her ne kadar “2000’li yılların din bezirgânları” gibi bir karaktere ve “dava!”ya meyilli olmasa da; yazdıkları, söyledikleri, saptamaları ne yazık ki “temenniler silsilesi”nden öteye geçemez. Bu yönüyle de Yaşar Kemal’i andırır.

    “İnsanı oluşturan bileşenler (fiziksel & metafiziksel)”, “oluşlar”, “insan davranışları”, “insanın anlaşılıp/anlaşılamayan bir şey olup/olmadığı sorunsalı” gibi hususlar üzerine yıllarca konuşuldu, yazıldı, söylendi; yıllarca konuşulacak, yazılacak, söylenecek…

    Søren A. Kierkegaard’la başlayın Ahmet Hamdi Tanpınar’a gelin,

    Jean-Paul Sartre’da mola verin Oğuz Atay’da kaybolun,

    Cemil Meriç’in ne olup/ne olmadığını anlamaya çalışın “Fyodor Dostoyevsky, İsa’yı seviyor muydu/sevmiyor muydu?”ya kadar gelin…

    Çoğalttıkça çoğaltabilirsiniz…

    “‘Kapitalizm’in doğal olduğu” zannını körüklemek için İsmet Zeki Eyuboğlu’nu da bir tür payanda gibi kullanmak faydasız!

    Şu referansları dikkatle incelemeniz tavsiye edilir:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    (Sadece İngilizce, altyazı yok: https://www.youtube.com/watch?v=OrHeg77LF4Y )
    (Türkçe altyazılı: https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc )

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w )

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    ( https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A )

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

    [Not: Bu referanslar “değişime” açıktır; “dogma” değildir!]