Alman Parlamentosu’nun Kararı  

 

Alman Parlamentosu’nun Ermeni soykırımıyla ilgili kararı doğru ve yerinde bir karardır. Soykırım, belli bir toprak parçasında yaşayan bir halkın, tehcir ve katliamlar yoluyla o topraklardan sürülmesi ve artık oranın yaşayan bir halkı olmaktan çıkarılması demektir ki, 1915 yılındaki, Müslüman olmayan Ermeni (Süryani vb halkları da unutmamak gerekir) halklarının Anadolu’dan yok edilmesi bu tanıma tamamen uymaktadır.

 

Bu bakımdan, sol adına ortaya çıkan kimi partilerin ve ulusalcıların, ayrıca Türkiye’nin AKP hükümetinin bu konuda koparttıkları gürültü yersizdir. Hele hele bunun “anti-emperyalizm” adına yapılması iyice komiktir. Kapitalist-emperyalist ülkelerin parlamentolarının aldığı bu tür kararlar, sırf bu ülkeler kapitalist-emperyalist diye geçersiz olmaz. Önemli olan, söylenenin doğru olup olmamasıdır. Ayrıca, kapitalist ülkelerin parlamentolarının böyle kararlar almasını, bir “emperyalist planın” parçası olarak göstermek de çocukçadır. Bilakis, Türkiye gibi stratejik önemi büyük bir ülkeyle aralarında bir gerginlik yaşanacağını bile bile böyle bir karar almaları, onların emperyalist çıkarlarının ötesinde, hatta bu çıkarlara zarar verecek bir gelişmedir.

 

Bana kalırsa, son alınan karar, yanlışta lüzumsuz yere ısrar eden Türkiye devletine ciddi bir ihtar olmanın ötesinde, Türkiye’nin başında bulunan AKP hükümetinin de yol açtığı bir durumdur. Türkiye’nin başında daha makul, daha aklı başında bir hükümet olsaydı, belki de batılılar bu kararı almakta biraz daha sakınımlı davranacaklardı. Batılı çevrelerle Türk hükümeti arasında ne zamandır gittikçe artan bir gerilim var. Kararı, bu gerilimin de teşvik ettiğini düşünüyorum.

 

Öte yandan, Türkiye devlet çevrelerinin ve kalabalık bir ulusalcı kesimin bu konudaki bağnaz tutumu, meseleyi iyice kaşımaktadır. Devletlerin birçoğunun tarihinde daha ufak çaplı ya da geniş çaplı, benzer katliamlar ve soykırımlar vardır. Almanların kendileri de, bilindiği gibi, Yahudi soykırımıyla böyle karanlık bir tarihin en başında yer alırlar. Fakat savaştan sonra Almanlar, bu soykırımı inkâra yönelmemiş ve Yahudi soykırımını mahkûm etmişlerdir. O kadar zor mudur bunu yapmak? Üstelik, Ermeni soykırımı, Cumhuriyet öncesi dönemde yaşanmıştır. Türk establişmenti (yani egemen yapısı), eğer biraz akıl sahibi olsaydı, çıkar ve bu soykırımı kendisi ortaya koyardı. Böylece de bu tarihi yükün ağırlığından kurtulurdu. Fakat nerede onlarda o akıl!

 

Sözcü gazetesi başta gelmek üzere, Türk basınının tutumu bir felakettir (ayrıntılı inceleyemedim, istisnalar varsa özür dilerim). Bazı arkadaşlar, bana yazıp, Sözcü gazetesinin nefret söyleminin söz özgürlüğü kapsamında ele alınıp alınamayacağını sormuşlar. Tabii ki bu kapsamdadır. Ben mutlak özgürlükçüyüm. Hitler Nazileri de dahil olmak üzere hiç kimsenin söz özgürlüğünün kısıtlanmaması gerektiğini savunurum. Bu bağlamda, geçmişte, İsveç’teki “soykırım aleyhinde konuşulamaz” yasasının da yersiz olduğunu söylemiştim. Bu tür saçma yasalar, konunun konuşulmasını engeller ve son tahlilde ırkçıların kendilerini özgürlükçü gibi göstermelerine sebep olur. Kısacası, tarihte gerçekleşmiş soykırım kararlarını desteklerim, fakat soykırım aleyhinde konuşulamaz türü yasalara da karşı çıkarım. Dolayısıyla AİHM’in bu konudaki  kararının doğru olduğunu düşünüyorum.

 

Son olarak, her ne kadar Alman Parlamentosu’nun kararının doğru ve yerinde olduğu kanısındaysam da, aynı parlamentonun ikiyüzlü olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyorum. Madem halkların acı çekmesine karşısınız, o zaman neden dünyanın gördüğü gelmiş geçmiş en büyük göç dalgasının karşısına, Türk hükümeti gibi diktatörlük heveslileriyle el ele vererek, rüşvet verip göçmenlik anlaşmaları yaparak çıkıyor, kapılarınıza dayanan göçmenlerin önüne barajlar, dikenli teller, sınırlar, sınır muhafızları ve toplama kampları koyarak küçücük çocuklar da dahil olmak üzere binlerce insanın boğulup gitmesine neden oluyorsunuz?

 

 

Gün Zileli

3 Haziran 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

44 Yorumlar

  1. 24 Nisan için yazılmış bir yazı. Geç oldu ama olsun.
    Sevan Nişanyan

    1.
    Etnik temizlik düşüncesinin ve bunu savunan bir zümrenin 1880 veya 90’lardan itibaren devlet teşkilatı içinde etkin olduğu anlaşılıyor. 1895 katliamları şüphesiz Abdülhamit’in kişisel kaprisine indirgenemez. 1909 Adana katliamının da merkezden örgütlenip kışkırtıldığı, vali ve emniyet teşkilatı aracılığıyla kontrol edildiği açıktır.
    İttihat-Terakki’nin “Genç Türk” kadrolarında etnik temizlik fikri 1909’dan itibaren taraftar bulur; 1913’e doğru egemen olur. 1914’te savaşa girme kararında, fırsattan istifade bu büyük “ulusal projeyi” hayata geçirme düşüncesi rol oynamış görünüyor.
    Sebepleri bellidir, anlaşılır şeylerdir. Osmanlı devleti çökmektedir. Etnik nüfus gerekçe gösterilerek Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan imparatorluktan koparılmıştır. Aynı gerekçeyle bir “Ermenistan” kurulması gündemdedir. [Altı Vilayette Ermeni nüfusu gerçi %25 dolayındadır; ancak basit birkaç operasyonla bu nüfus yoğunluğu artırılabilir veya belli alanlara kaydırılabilir.]
    1912-13 Balkan Harbinde Rumeli Türklerine uygulanan etnik temizlik İT kadrolarının düşünsel evriminde belirleyici olmuştur. Benzer bir temizliğin Anadolu’da tekrarlanma ihtimali zihinlere egemendir. Selanik kaybedilebiliyorsa İzmir, hatta İstanbul kaybedilebilir.
    Etnik temizlik, bu riski ortadan kaldıracak bir tedbir olarak düşünülür.

    2.
    Etnik temizliğin yöntemi 1915 ortalarına dek muğlaktır; muhtemelen yeterince düşünülmemiş ya da bir mutabakata varılmamıştır.
    Dünyada ve Türkiye’de klasik yöntem pogrom yöntemidir. Temizlenecek unsur devlet terörü ile sıkıştırılır, katliamlarla yıldırılır, göçe zorlanır. Kılıç artıkları mümkün mertebe asimile edilir. Bu yöntemi Balkan ulusları Rumeli Türklerine karşı, Ruslar (1860’larda) Kafkasya Müslümanlarına karşı başarıyla uygulamışlardır. 1895 pogromlarından sonra Osmanlı Ermenilerinin büyük kitleler halinde ABD’ye, Balkan ülkelerine, Rusya’ya, hatta İran’a göçü, aynı yöntemin Türkiye’de de başarılı olabileceğini düşündürür. 1913 ve 1914’te Ege ve Marmara bölgelerinde yüzbinlerce Rum aynı yöntemlerle Yunanistan’a göçe zorlanmıştır.
    Dünya Savaşı bu seçeneği ortadan kaldırır. Ermenileri Rusya’ya kaçırmak, sınır ötesinde bir düşman konsantrasyonu yaratmaktan başka sonuç doğurmayacaktır. [Nitekim Kars, Bayezid ve Oltu-İspir yörelerinin Ermeni nüfusunun boşalmasına yol açan 1828 pogromları, Erivan’da daha önce varolmayan bir “Ermenistan” yaratılmasıyla sonuçlanmıştır.] Üstelik savaşın olumsuz bitmesi halinde Rusya kontrolündeki Ermenilerin, kovulmuş oldukları topraklarda hak iddia etmeleri kaçınılmazdır.
    Ermenilerin topluca ABD’ye göçürülmesi fikri 1915 yazında ciddi bir şekilde tartışılır. Güncelerinde bu konuya geniş yer ayıran ABD büyükelçisi Morgenthau, Enver’in bu düşünceye sıcak baktığını, ancak iki konuda ısrarcı olduğunu anlatır: Ailelerin tüm fertleri göçmen olarak kabul edilmeli ve göçmenlerin Osmanlı pasaportlarına el konulmalıdır. Göçmenlerin savaştan sonra geri gelmesi ihtimalinden çekindikleri anlaşılıyor.
    Bir başka seçenek, Ermenilerin Osmanlı ülkesi içinde dağıtılarak yoğunluklarının azaltılmasıdır. 1915’in ilk yarısında egemen düşüncenin bu yönde olduğu anlaşılıyor. Ancak savaşın yenilgiyle sonuçlanması halinde iç sürgünlerin yurtlarına dönmek isteyeceği ve içinden çıkılması zor bir tazminat meselesinin gündeme geleceği muhakkaktır.
    Ermenileri Suriye çölüne sürme kararı 1915 Ağustosunda kesin bir politikaya dönüşmüş görünüyor. Bu karar bir çıkmazın sonucudur. Sürülenlerin büyük bölümünün öleceği şüphesiz hesaplanmıştır. Muhtemelen savaştan sonra Suriye’nin elden çıkacağı da öngörülmüştür. Dolayısıyla esas amaç, güney sınırında güçlü (ve düşman) bir Ermeni konsantrasyonunun oluşması önlemek olmalıdır. [1918-1921 Kilikya krizini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Can yakıcı olan Fransız işgali değildir, Adana-Antep-Maraş’ta Ermeni iskânı ihtimalidir.]
    Etnik temizlik iradesinin soykırım (= topyekün imha) kararına dönüşmesini 24 Nisan’a değil, 30 Ağustos 1915 civarında bir tarihe yerleştirmek daha doğru olur kanısındayım.

    3.
    Ermeni devrimci hareketinin varlığı bu süreçte önemli rol oynar. Ortada bir veya daha fazla gizli ve silahlı ihtilal örgütü vardır. [Başlangıçta daha çok Sosyalist Hınçag Partisi etkindir; 1905’lerden sonra “Taşnagtsutyun”, yani Ermeni Devrimci Federasyonu öne çıkar.] Ermeni aydınlarının önemli bir bölümünü etkisi altına almışlardır. Gerek Abdülhamid gerek İT hükümetleri, bu örgütlere karşı adeta paranoid bir korku sergilerler.
    Morgenthau’nun günceleri bu konuda aydınlatıcıdır. 24 Nisan 1915 arefesinde Talat’ın bir Ermeni darbesinden ciddi bir şekilde korktuğunu anlatır. Büyükelçinin kuşku ifade etmesi üzerine Dahiliye Nazırı “Biz Abdülhamid’i 200 kişiyle devirdik” cevabını verir; “onlar 500 kişi, üstelik bizden daha örgütlü.” Tehcirin başlangıç aşamasını oluşturan Mart-Nisan tutuklamaları devrimci örgütü çökertmeyi hedeflemiştir. Bilinen örgüt üyeleriyle birlikte üye olma ihtimali olanlar ve sempatizanlar, yani Ermeni toplumunun ileri gelenlerinin neredeyse tümü, tutuklanır ve çoğu öldürülür. [Tutuklananların sayısı İstanbul’da 250, Erzurum’da 50 civarında olduğuna göre toplam sayı 500 dolayında olmalıdır.]
    Kabul edelim ki ölüm kalım mücadelesi veren bir ülkede ihtilalcilik riskli iştir. Gerçek dünyanın güç dengelerini hiçe sayan bir devrim romantizmi, şüphesiz, Ermenilerin felaketine zemin hazırlamıştır. Öte yandan şu da bir gerçek ki silahlı örgüt, bir savunma refleksinin ürünüdür. 1895 ve 1909 olaylarının yaşanmış olduğu bir ülkede Ermenilerin başka seçeneği var mıydı? Devlet teşkilatının etnik temizlik tasarladığı bir yerde, temizlenmesi planlananların nasıl davranması gerekir?

    4.
    “Karşılıklı katliam” iddiası dürüst değildir. Ermenilerin sivil Müslüman ahaliye kırım yaptığı bellibaşlı iki vaka anılır: 1916 Bitlis-Hizan baskınları ile 1918 Ocak-Mart döneminde geri çekilen Batı Ermenistan Geçici Hükümeti birliklerinin Erzurum-Sarıkamış-Kağızman hattında yaptığı katliamlar. Her ikisini de kaotik birer intikam hareketi olarak görmek daha doğru olur.
    1915’ten önce Ermenilerin herhangi bir yerde sivil halka katliam düzenlediklerine ya da tasarladıklarına ilişkin ortada somut bir iddia yoktur. Nitekim böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı olur. Bir taraf orduya, polise, yasaya ve devlete sahiptir; nüfusça ezici şekilde üstündür; bin yıllık silah ve savaş geleneğinin mirasçısıdır. Öbür taraf hiçbir yerde sayıca %25’i aşmaz; silahları kaçak, örgütü yasadışıdır; misilleme halinde evi ile dükkânını savunmaktan acizdir. Bu şartlarda kim kimi kesecek?
    Öte yandan şu da bir gerçek ki, geçmişte Ermeniler pogrom yapmadı demek, savaştan sonra uygun şartlar oluşursa yapmayacaklar demek değildir. Yunanlılar yaptı. Bulgarlar yaptı. Ermeniler neden yapmasın? Ermeniler yerinde kalsa ve savaşı Türkler kaybetse bugün Erzurum’da ya da Van’da kaç Türk kalırdı? Eskiden %70 küsur Türk (Azeri) kenti olan Erivan’da bugün kaç Türk var?

    5.
    Büyük çaplı bir toplumsal hareket toplumda varolan dinamikleri harekete geçirir ve o dinamiklere uyum sağlar. Elli kişiyle yapacağın işte kendi kurallarını koyabilirsin. Elli bin kişiyle yapacağın işte toplum ortalamasının iradesine boyun eğmek zorundasın.
    İslam töresi, gâvurun malını, ırzını ve canını helal sayan kuvvetli bir damara sahiptir. Özellikle savaş ve kargaşalık zamanlarında bu damar azar. Öyle anlaşılıyor ki 1915 Nisan-Mayıs aylarından itibaren bu refleks ön plana geçmiş ve başlangıçtaki niyet ne olursa olsun bu tarihten itibaren ülkeyi saran gaza ve fetih “neşvesi” işi başka bir mecraya taşımıştır.
    Başlatılmış olan tehcirden 1915 yazında herhangi bir nedenle vazgeçmek isteseler dahi bunu yapabilecekleri şüphelidir.

    6.
    Tehcirin ekonomik boyutu gözardı edilemez.
    Savaşın ikinci yılında Osmanlı devleti ve İT rejimi iflas noktasındadır. Devletin toplam bütçe geliri 1913’te 33 ve 1914’te 36 milyon sterlindi. 1915 ve sonrasında sağlıklı bir bütçe yapılamadı, ancak kamu gelirlerinin sıfıra düştüğünü varsayabiliriz. Açık piyasada borçlanma imkânı kalmamış, ancak Almanya’dan 110 milyon sterlin dolayında askeri kredi alınmıştır. Fikir vermek için belirtelim: Savaşın son yılında İngiltere’nin savunma bütçesi 2,4 milyar sterlin, Almanya’nınki 1,6 milyar sterlin idi. [Bir ara bunları araştırıp yazmıştım. Şimdi kaynaklar elimde değil, o yüzden sayılarda ufak tefek hatalar olabilir. Pardon.]
    1913-1923 arasında ülke nüfusunun yaklaşık bir çeyreğinin tehcir veya imha edildiğini biliyoruz. Ekonomik açıdan daha etkin olan bu zümrenin, ulusal servetin %25’ten fazla bir payına sahip olduğunu varsayabiliriz. Demek ki ulusal servetin belki üçte birine ulaşan bir değer bu süreçte el değiştirmiştir. Terk edilen varlıkların bir bölümünün ziyan olduğu düşünülse bile, ortada devasa bir servet transferi vardır.
    Ermeni malları meselesi 1915 Mayıs sonlarından itibaren idari yazışmaların ana eksenini oluşturur. Metruk malların büyük bölümü İT örgütü ile yandaşları arasında pay edilir, kalanı tehcirde az ya da çok etkin olan yerel girişimcilerce yağmalanır. Bu ikincisini bir tür “sus payı” olarak görebiliriz. Savaş koşullarından dolayı taşrada doğabilecek potansiyel hoşnutsuzluğun önü kesilmiş, İT rejimine (ve ardıllarına) çıkar ve suç bağlarıyla bağlı bir zümre yaratılmıştır. [İkinci Dünya Savaşının ekonomik sıkıntıları birincisine oranla hiç mertebesinde olduğu halde, rejime karşı birincisiyle kıyaslanmayacak kadar derin bir husumete yol açtığını hatırlayınız. Neden?]

    7.
    İade ve tazminat korkusu anlaşılmadan, 1916-1923 döneminde olan hiçbir şey anlaşılamaz. Savaşın yenilgiyle bitmesi halinde Ermenilerden hayatta kalanlar (ve muhtemelen kaçan Rumlar) geri gelecek, evlerini, kayıp kızlarını, tarlalarını ve banka hesaplarını talep edecektir. Savaşın galibiyetle sonuçlanması halinde dahi bir hesaplaşma kaçınılmaz olabilir. Dolayısıyla tehcir yeterli değildir. Gidenlerin imha edilmesi ve hak kayıtlarının silinmesi gerekir.
    1919-1920’de Teşkilatı Mahsusa hücrelerinin Müdafaa-yı Hukuk örgütlerine dönüşmesinde belirleyici olan endişe, olası bir barış antlaşmasıyla Dünya Harbi galipleri tarafından Rum ve Ermenilerin geri gelmesinin, ya da en azından tazmin edilmelerinin dayatılmasıdır. Savaş sonrasında Anadolu’da gücü fiilen elinde tutanlar açısından ölümcül olan tehdit budur. Erzurum ve Sivas kongrelerinin esas, hatta biricik konusu da budur. Erzurum’a çıkabilecek otuz kişilik İngiliz garnizonu yahut Urfa’ya yerleştirilen 200 kişilik Fransız müfrezesi değildir konu. Rusya ile Türkiye arasında ezilmiş, ordusuz ve beş parasız Ermenistan’ın tehdidi de değildir. Esas konu Anadolu’dan sürülmüş olan Ermeniler ve Rumlardır. Milli Mücadele, onlara karşı verilecektir.

    8.
    Cumhuriyet’in kurucu kuşağının neredeyse tamamı, Rum ve Ermeni tehcirinden nemalanmış kişilerden oluşur. İlk iki veya üç Meclisin üyelerinin ezici çoğunluğu, o dönemde ani zenginliğe kavuşan ünlü iş adamlarının tümü, Atatürk dönemi bakanlarının bir ikisi hariç hepsi, ve bizzat Cumhuriyet’in kurucusunun kendisi bunlar arasındadır. Ev, konak, çiftlik, otel, ticarethane, fabrika, hizmetkâr ve “evlatlık” sahibi olmuşlardır.
    Cumhuriyet rejiminin, teknik olarak Cumhuriyetin ilanından önce gerçekleşmiş bir olay konusunda takındığı sahiplenici tutum bu olgudan bağımsız olarak anlaşılamaz. Türkiye’de 1920-1980 döneminde siyasi, idari ve ekonomik erk sahibi olan zümrenin neredeyse tamamı toplumsal konumlarını bu olaya borçludur. Soykırımın kabullenilmesi, cumhuriyet elitinin kendi kendini inkârı anlamına gelir.

    9.
    Soykırım tartışması soyut bir tarih tartışması değildir. Sonuç olarak kanlı ve utanç verici sayfalar her toplumun tarihinde aranırsa bulunabilir, ve yüz yıl önce ölüp gitmiş insanların ateşi, ne kadar harlanırsa harlansın, bugün yaşayanları çok fazla heyecanlandırabilecek bir konu değildir.
    İtiraf edilmese de esas mesele başkadır. “Soykırım olmadı” diyenlerin meramının bir fakt tartışması değil, bir hak ve etik tartışması olduğunun herkes farkındadır. Savunulan şey “biz haklıydık” ve bunun mantıki sonucu olarak “aynı koşullar oluşsa yine aynı şeyi yaparız” tezidir. Dünyadaki vicdan sahiplerinin tepkisini çeken şey de budur.
    Evet, çoluk çocuğun katledilmesini açıkça savunanların sesi (radikal bir azınlık dışında) çok duyulmuyor. Ancak gayrimüslim nüfusun “Türk” devleti için bir tehdit olduğu, dolayısıyla etnik temizliğin gerekli ve zorunlu olduğu fikri, Türk milliyetçiliğinin ve resmi devlet söyleminin neredeyse bir aksiyom olarak benimsediği bir görüştür. Türkiye Cumhuriyetinde okutulan tarih ve edebiyat öğretisinin değişmeyen ana fikri budur. Etnik temizlikten adım adım soykırıma giden mantığı yukarıda özetledik. 1914’te geçerli olan rasyonalitenin, benzer koşullar oluştuğunda, bugün de aynı şekilde işlememesi için bir neden yoktur.
    Soykırım, Türk milliyetçiliğinin zorunlu ve mantıkî sonucudur.

    10.
    Başkaları da pogrom ve soykırım yaptı, evet. Kızılderilileri hatırlayın. Cromwell’in kestiği İrlandalıları hatırlayın. Onların ne farkı var?
    Büyük bir farkı var. O kırımları bugün savunan kimse yok; ya da eğer varsa marjinal azınlıklardır. Türkiye’nin inkâr kisvesi altında sürdürmekte ısrar ettiği savunma pozisyonunun bugünkü dünyada emsalini göremiyoruz.
    Tüm dünyada vicdan ve entelektüel namus sahibi insanları dehşete düşüren husus işte budur.
    Yüz yıl önce olup bitenler değil, bugünkü tavır.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2015/06/24-nisan-icin-yazlms-bir-yaz-gec-oldu.html

  2. Tehcir kararı eğer Ruslarla işbirliği yapan Ermeniler için alındıysa neden Ankara’nın en zengin aileleri olan Andon efendiler gibi 17.000 Ermeni Katolik aile evlerinden zorla çıkarılıp kimisi bilinmeyen yerlere götürülüyor, kimisi de Gölbaşı ve Beynam köyü civarında üçer-beşer öldürülüyor acaba? Tehcir kararı Ankara Valisine ulaştığında neden Vali, ” Bu ne insanlığa , ne Müslümanlığa sığar” diyerek kararı uygulamıyor. Bu katliama Vatan Savunması diyenlerin buna cevabı var mıdır acaba? Yıllarca tek taraflı bir propagandanın etkisi altında kaldık. Okullarda tarihi maalesef, ezbere dayanan zaferler ve bozgunlar tarihi olarak okutarak bizi tarihten soğuttular. Oysa savaşlarda en büyük acıyı yaşayan, oğullarını, kocasını, erkek kardeşini cepheye ölüme göndermiş yenilgilerde tecavüzlere uğramış kadınların dramını bize hiç anlatmadılar. Fatih Sultan’ın İstanbul’a girer girmez Bizans mallarını yağmalamak ve Bizans kadınlarına tecavüz için sadece 3 gün izin veriyorum dediğini bize anlatmadılar. Ancak bütün bunlar moralimizi bozmamalı. Bizler önceden öğrenip önden gidiyoruz. Zamanla tıpkı Galile gibi bizden geride olanlar da tarihte olan vahşetleri, katliamları bilecek ve öğreneceklerdir Mesela ben 40 yaşıma kadar Ankara’da eskiden Ermenilerin yaşadığını bile bilmiyordum. Bu benim cahilliğimden değil etrafın sessizliğindendir. Şimdi onların yaşadıkları mahalle 1916 yangınından sonra kopkoyu bir sessizliğe bürünmüştür. Erzurum civarında Ermeni Taşnak üyelerinin Müslüman halka karşı katliamları yok mudur? Elbette vardır. Ama bunun tarihi önemlidir; 1915 Soykırımından önce Ermeni Hınçak ya da Taşnak örgütünün Müslüman halka tek bir saldırısı yoktur. Ermeniler tek bir sınıftan oluşmuyorlardı. İstanbul Ermenileri çok zengindi ve Padişahlarla kol kola gezerler hatta Saraya Sadrazam bile olurlardı. Bugün İstanbul’daki yüzlerce eser (Topkapı Sarayı Kapısı, Dolmabahçe saat kulesi v.s) hep o saraya yakın Ermeni mimar ve ustaların eserleridir. Ama Doğu Anadolu’da yaşayan yoksul Ermenileri ve Merzifon, Eskişehir, Van gibi Anadolu’nun yüzlerce yerleşim yerinde yüzyıllardır oturan Ermeni halkını da unutmamak gerekir. Hem Osmanlının ırkçı paşalarının Alman Emperyalizmiyle el ele vererek işledikleri cinayetleri savunmak neden Cumhuriyet aydınlarına düşsün ki . Doğu Ermenileri çerkes ve Kürt saldırıları karşısında İstanbul’a gidip şikayette bulundular ama İstanbullu Ermeniler (Saray ve Ruhani çevre) onları Ermeni yerine bile koymadı, “Bunlar dağlı, köylü” diyerek geri çevirdi. İşte bu doğunun Ermenilerinden yurt dışında okumaya giden öğrenciler Avrupa’nın yanında Rusya’ya da gittiler ve Narodnikler ile tanıştılar,karşılaştılar, onlardan etkilendiler. Gelip Bulgarlar gibi Taşnak ve Hınçak örgütünü kurdular ama yanıldıkları bir şey vardı. Bulgaristan Avrupa’nın burnunun ucundaydı. Oysa Ağrı, Van gibi yerler Müslüman okyanusunda bir damlaydı. Müslüman köylerine yaptıkları baskınlar bir sonuç vermediği gibi Hamidiye Alaylarının karşı örgütlenmesine yol açtı. Kars, Erzurum taraflarına bir genel Vali’nin atanacak olması İttihat Terakki ‘yi çileden çıkartınca tehcir kararını uygulamaya soktular. Önce İstanbullu aydın, yazar, şair Ermeniler toplandı ve Ayaş ile Çankırı’ya sürüldü. Sonra bütün Anadolu’da Ermeni erkekler Amele taburları adı altında orduya alındılar ama kendilerine silah verilmedi. Geriye bütün Anadolu’da kadınlar ve çocuklar kaldı. Onları da Sinop cezaevinden çıkardıkları 100-200 seneye mahkum katiller yardımıyla sürüp öldürdüler.

  3. Stalin’i çok seviyorum.

    Gün Zileli’ye selamlar…

  4. eyvallah da konuyla bağını kuramadım. bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü gibi olmuş.

  5. İyi de ‘sol partiler’ deyip yazmamak garip olmuş.. Sahi hangileri?

  6. özgürlükçü

    Sevan Nişanyanın 1915 tehcir ve Ermeni soykırımı analizi harika olmuş özellikle bu günün değerlerinde insanlık ailesinde infial uyandıran seviyede yapılan soykırımın haklılığını savunan dilin devlet-iktidar ve HDP hariç bütün muhalefetinde içinde bulunduğu sağ-sol bilumum milliyetçilerce savunulması gelecekte de yeri gelince benzer soykırım ve katliamları yapmak isteyen sorunlu zihinlerce ancak bu seviyede savunulabileceği endişe vericidir.
    Bir avuç onurlu insanın çok ağır bedellerle bu konuda insan onuruna yakışan duruşu sergilemelerinin kıymeti şimdi daha iyi anlaşıldığı inancındayım.
    Yukardaki yazısıyla sayın Zileli beklentilerimin çok üstünde milli duygularını olumlu tüketmiş onurlu bir yazı yazmıştır.
    Bu yazıya TBMM de 3 partinin alman meclisini kınayan ortak bildirisine HDP nin katılmayıp sergilediği duruşuda hatırlamasını beklerdim.

  7. Ermeniler dışında da tehcir mağduru olan halkları unutuyoruz. Özellikle dünyanın bu bölgesinde neredeyse bütün halklar böyle değil mi? Bugün Türkiye nüfusunun büyük bölümü Balkanlar, Kafkaslar, Kırım, Girit gibi yerlerden sürülenlerin çocukları. Yine Ortadoğu ülkelerindeki Kafkas kökenliler, İsrail’e göçe zorlanan Yahudiler ve onların göçe zorladığı Filistinliler, bugün de Suriyeliler aynı acıyı yaşıyorlar. Dünya tarihi göçler ve kolonizasyonlar kadar tehcirlerin de tarihidir.

  8. Gün Zileli Facts

    Gün Zileli, Stalin’i sevmez, Stalin’i seven solcuları sever.

  9. Stalinci de olsa bütün devrimciler arkadaşımdır. Unutmayın ki, Stalin, öldürdüğü Troçkistlerden ve Anarşistlerden çok daha fazla sayıda Stalinist öldürmüştü. Bugünkü Stalincilerin büyük çoğunluğunu da öldürürdü o zaman yaşasalardı. Tutuklanan NKVD mensupları hücrelerinin duvarlarına, “asla hiçbir şeyi imzalama” diye yazmışlardı.

  10. Bildiğim, VP ve HKP (doğru yazdım bilmiyorum). Şu Kıvılcımlıcı olduğunu söyleyen parti.

  11. İslamcı Devrimciler

    İslamcı devrimcileri de sever misiniz? Onları da da arkadaşınız olarak kabul eder misiniz? Yoksa onların devrimci olmadığını mı düşünüyorsunuz?

  12. anti-kapitalist müslümanları severim.

  13. alman parlamentosu o dönemin alman devletinde sorumlugulunu kabul edmisdir buda önemli olan bir karar ve uzun zamandir almanyada rahatsizlik yaratiyordu.
    alman arsivleleri netdir ve bunu gören türkiyeli kökenli parlamenterler evet oyu vermisdir.
    soykirimi yok sayan sol adina konusamaz!!!
    kim olursa olsun onlari kiniyorum.
    biraz kendi sol tarihimize baksinlar belki o soykirim zihninin görürler…..basimiza gelenler ordada.
    umarim birgün türkiye toplumu bu soykirimi kabul eder ve gelecek nesilere nefes altirilar.

  14. Şovenist partiler desen daha doğru.. Program ve politika olarak savundukları şey hakim ulus şovenizmin çıkarlarıdır.

  15. İslamcı Devrimciler arkadaşım yalnız değilsin 🙂

  16. ne yazık ki, sol bundan azade değil, bazı kesimleriyle.

  17. Abi

    İstanbul Erkek Lisesi 2016 mezunlarının protestosu hakkında neler dersin?

    Yanlış anlama ama, bir kişi konuşurken kıçını dönmek bir protesto şekli midir?

    Diktatörlüğe karşı direniş barikatına tuğla koymanın bir yolu da, diktatörün suratına doğru kıç dönmek midir?

    Ömrün boyunca tecrübe ettiğin, şahit olduğun protesto şekilleri hakkında örnekler yazar mısın?

    Bu mezunların çoğunun ‘Atatürkçü’ olması ve RTE gibi bir diktatörün zihniyetindeki okul müdürüne kıçını dönmesi biraz ironik değil mi?

  18. onlar buna karar vermiş, böyle protesto etmişler, ne diyebilirim ki. Her türlü protesto, haklıysa güzeldir.

  19. Bugün T.Delidogana sorun ,bir Milliyetci hatta CHP liye Kürtlerin tümü ayrilmak istese ne yaparsiniz diye?
    Cevaplari su olur; Ayrilmak istemezler! ya isterlerse? vatan verilmez! ya alirlarsa? Hepsini kesermisiniz? vatan icin hersey yapilir!
    Sonuc olarak bugünde o soykirim politikasi vardir,soykirim mantigi vardir!
    Sizin Perinceginize sormaga gerek yok.. o en önde!

    Soykirim inkari cezalandirmasina gelince .Bu evetli ,hayirli bir konudur..
    Toplumun vicdanini sizlatan yahudi katliami bir avrupalinin gözünde inkar edilemeyecek bariz bir olaydir.Kimse böyle bir seyi inkar edemez.Inkari yönünde bir aciklamalarda bulunmak toplumu rahatsiz eder cezalandirilmalidirda..
    Örnekmi? Sizin yakinlarinizi birileri acikca herkesin gözü önünde eziyet etse bunu gören birileri,yok böyle birsey,ama hakettiler gibi abuk sabuk konusmasi nasil etki yaparsa toplumuda öyle etkiler..

    Ermeni soykirimi ise bir avrupalinin önünde tarihi bir olaydir.anadoluyu bilmez,ermenistani bilmez bir avrupali bu konuda inanmamasi,o yönde konusmasi bir ölcüde anlasilir bir seydir..
    Türkiye toraklarinda olan ve hala kanin kokusu olan olayin inkari dogrultusundaki aciklamalar Türkiyede yasak edilmelidir!
    Vicdan bunu gerektirir! Türkiyeyede bu yakisir!
    Yasak olan bir kisinin bir baska kisiye bu konudaki aciklamasi degildir! Yasak olan acikca propaganda etmesidir ,yayinlamasidir…

  20. özgürlükçü

    Yorumuma ‘Doğru’ diyerek katılan sayın zilelinin Nişanyanın Milli mücadele diye bize sunulup yutturulan mücadelenin aslında 1919 öncesinde anadoludan kovulup mallarına toprağına el konulan halkların(Pontus,ermeni,rum,süryani vs) 1.dünya savaşı mağlübü Osmanlı ve devamından Haklarını geri alıp vatanları anadoluya geri gelmesini engellemek için milli mücadele örgütlenmiştir tezi hakkında Zilleli ne düşünür????merak ettim bence bu tez yeni ve incelemeye değer argümanlar içeriyor?Yunanistan dışında İngiliz Fransız emperyallerin anadoluda fiili ağırlıklı bir işgal oluşturulan milli mücadele ordusuyla çarpışması olmadığına göre milli mücadelenin esas olarak anadoludan sürülen halkların geri gelmesini ve bu şartların oluşmasını engellemeyi amaçladığı savı güçlenebilir?

  21. Sanırım bu Ermeni Tehciri-Etnik temizlik ile yüzleşme meselesi çok derin toplumsal alt-üst oluşları kışkırtabileceği için egemen sınıfın telaşına yol açıyor.
    S. Nişanyan’ın analizi ile tarihçi E. aydın’ın sözleri
    yanyana konulduğunda meselenin alt üst edebileceği süreci seziyoruz…
    “Tarihle yüzleşmek yöneticilerimizin kâh Kardak’ta kâh Suriye’de bizi oldu bittiye getirmesine engel olacak bilgilere sahip olmaktır. ‘Vatan sağ olsun’la gençleri savaşa sürükleyen egemenlere hesap sorabilmektir. Türkiye’nin ezici çoğunluğunun niçin Sünni olduğunu, Ermenilere, Rumlara, Alevilere neler yapıldığını bilmeden kabullenmek tarihini bilmeyen toplumlara özgüdür…”

    Azınlık halklara yapılan temizlik, zulüm.. Bugün de Kürtlere pogrom uygulanıyor.. Batı’ya kaçıyorlar! Asimile olacakları bölgelere..
    Çünkü..
    Geçmişi ile barışamayan, geleceğini savaşla-şiddetle inşa eder!
    ………….
    Sonuçta Alman “Emperyalizmi”nin parlamentosu da olsa, bütüne bakıldığında “gerçek-haklı” bir karar alındı… Kısa ya da uzun vadede yol açacağı sonuçlar, haklılığı oranında olumlu olabilir…
    Ama.. AKP-MHP nin tutumu anlaşılır olsa da CHP’nin de bu koroya katılması “ne mal” olduklarının bir kez daha teşhiri de sonuçta olumludur… Bu parti parçalansın; paramparça olsun; içindeki faşistlerin gidecek yerleri var; kalanlar söylemleri, iddiaları, “solculuklarına” uygun organik bir bütün olsun…

  22. “kurtuluş savaşı”nın, esasen anadolu’daki müslüman olmayan halklara karşı yapılan bir iç savaş olduğunu düşünürüm.

  23. Adaletin bu mu Gün Zileli

    Kurtuluş savaşında Türk ordusu Yunanistanla savaşırken 10 bin kayıp vermiş. 10 bin kişi hayatını iç düşmanla değil işgalci dış düşmanla savaşırken kaybetmiş. Kurtuluş savaşının, esasen Anadolu’daki müslüman olmayan halklara karşı yapılan bir iç savaş olduğunu düşünen Gün Zileli neden işin bu yönünü görmezden geliyor?
    O Gün Zileli ki, Nazilerin bile ifade özgürlüğünü savunur, soru cevap’a bakın. Ama işgalci dış düşmanla çarpışırken hayatlarını kaybeden fedakar Anadolu çocuklarını görmezden gelir.

  24. Onlara saygım sonsuzdur. Ama onları savaşa sürenlere saygı duymam. Yunanlılarla savaşa gelince. Yunanlılar emperyalist falan değildi, Yunanistan da bugünkü Türkiye gibi yayılmacı bir ulus devletti. Savaşın sonunda Türkiye’nin de içinde bulunduğu emperyalist kamp yenilince, bunlar da fırsat bu fırsat, Ege tarafını biz alalım dediler. Yunanlılarla Türk ordusunun ciddi bir muharebesi olmamıştır.. O sakarya savaşları falan resmi tarihin abartılarıdır. Savaşanlar daha çok Çerkez Etem ve diğer çeteciler olmuştur. Yunanlıların işgali elbette devletsel bir yayılma siyasetiydi ve buna karşı çıkmak gerekirdi. O zaman yaşasam buna karşı elimden geldiğince mücadele ederdim. Sonra emperyalist devletlerle anlaşma yapıldı ve yunanlılar da tası tarağı toplayıp gitmek zorunda kaldı. Vietnam savaşı gerçek bir kurtuluş savaşıdır. Fakat o dönemde emperyalist devletlerin ordularına karşı ciddi bir savaş verilmemiştir. antep’te, o da yine çeteciler Fransızlara karşı biraz savaşmışlardır. Kısacası, kurtuluş savaşı denilen, Kemalistlerin iktidarın merkezine oturmalarından başka bir şey değildir.

  25. Sn. Zileli son yoruma verdiği cevapta iyi açıklamış. Bu gerçekleri Kemalistlerin ileri gelenlerinden Y. Kadri Karaosmanoğlu da itiraf ediyor;

    Bu satırları yazan muharrir, kendi müşahadelerine dayanarak iddia edebilir ki, 1920’de, Akhisar, Aydın ve Balıkesir’deki “Kuvayı Milliye” erkânı bile henüz Mustafa Kemal diye birşey tanımıyordu. Ondan ziyade bir “Demirci Efe” ile bir “Çerkes Etem”e bel bağlamış bulunuyordu; millî kurtuluş harbimizin tarihinde “Mustafa Kemal Paşa – Çerkes Etem ikiliğinin” İkinci İnönü’nün ferdasına [ertesine] kadar devam ettiği görülecektir. Hattâ, gün olacak, bu çete reisi, Anafartalar kumandanınından daha ziyade rağbet ve itibara erecektir. Milletvekilleri onun, huzurunda ayağa kalkacaktır ve Mustafa Kemal Paşa, onu, Ankara’ya gelip gidişinde “merasimi mahsusa” [özel devlet töreni] ile karşılayıp uğurlayacaktır.

  26. Sn Zileli ,ABD-AB savlarını destekliyor.
    Savunduklarının ilericilikle hiç bir bağı yok.
    Stalin düşmanlığı yapar ama emperyalist sistemi savunur.
    Stalin düşmanlığı yapar ama PKK-HDP gericiliğini savunur.
    Bu durumda tutarlı bir Stalin eleştiricisi de olmadığı çok açık değil mi?
    Gün Zileli anti-komünist’tir.
    Batıcı-liberalizme evrildiği çok belli.

  27. Soykirimi yapan ulus, milletci irkciliklar hic bir zaman kendiliginden soykirimi yaptim demezler. Almanlar yenilmeseydi, ingilizler ve ABD savas suclulari olarak Nazileri Nurnberg de yargilamasaydilar bu gun almanlarda yahudi soykirimindan bahsetmezlerdi. Nazilere destek cikan veya yaptiklarini gormezden gelen bir cok alman da ayni mahkeler sonucunda soykirimi oldugunu soylediler. Uluslar o kadar durust, ahlakli ve empatili olamazlar. Yarin kurdistan ve ortadogu etniklerinin kiyimi gundeme gelecektir. turk devleti ve ulusalcilar bunuda inkar edeceklerdir.

  28. ALMANYA’NIN SOYKIRIMI TANIMASIYLA BİRÇOK EŞİK AŞILDI…
    Recep Maraşlı

    Almanya Parlamentosunun iktidar ve muhalefetiyle birlikte, resmi olarak 1915 soykırımını tanımasıyla bu konuda tarihsel olarak birçok eşik artık aşıldı.

    Almanya’nın soykırımı tanıması, başka birçok devletin tanımış olmasının toplamından daha önemli bir yere sahiptir. Çünkü ilk kez 1915 soykırımına önemli bir dahli bulunan bir devlet hem kendi sorumluluğunu kabul etmekte hem de 1915’ı “SOYKIRIM” olarak tanımlamaktadır.

    Böylece Soykırımın asli faili olan Osmanlı İmparatorluğu ve onun mirasçısı olarak Türkiye’nin inkarcılıkta kaçtığı birçok delik tıkanmış olmaktadır.

    “Almanya önce kendine baksın!”, “Almanya önce kendi sorumluluğunu sorgulasın” gibi “nasıl olsa böyle bir şey yapmazlar” güveniyle savrulan onca amiyane mazeret boşa düşmüştür.
    Almanya bu konuda “kendine de bakmış, kendi sorumluluğunu da sorgulamış”tır. Zaten “bizim hiçbir kusurumuz, kabahatimiz yok” denilen bir kararın ciddiyeti de ağırlığı da bulunmazdı.
    Kararda o dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri müttefiki olan Alman İmparatorluğu’nun, “Alman diplomat ve misyonerlerin organize sürgün ve imha uygulamalarıyla ilgili verdikleri bilgilere rağmen, insanlığa karşı işlenen bu suçu durdurmaya çalışmayarak ‘yüz kızartıcı’ bir rol oynadığı” kaydediliyor.
    Almanya’nın sorumluluğu kapsamı konusunda ise Alman Hükümet’i 1915-1916 yıllarında Ermenilere yönelik sürgün ve imha politikası ile Alman İmparatorluğu’nun rolü konusunda kamuoyunun kapsamlı olarak aydınlatılması çalışmalarına katkı sağlamaya çağrılıyor.

    Dolayısıyla “sorumluluğumuz bundan ibarettir” de demiş olmuyor.
    Federal Alman Parlamentosunun kararı ile “1915 bir SOYKIRIM mıydı, değil miydi? Soykırım mı desek yoksa daha hafif bir terimle mi geçiştirsek!” ikilemi de çökmüş oldu.
    1915’de “suç ortağı” olan bir devlet, “evet yapılan işin adı SOYKIRIM’dır” diyerek asli faili artık YALNIZ BAŞINA bırakmış olmaktadır. Diğer devletlerin “Soykırım desek mi, demesek mi” diye kıvranmalarının bir anlamı kalmamıştır; artık diğerleri daha rahat işin adını koyabilirler.
    “Tarihçiler ne diyor bakalım!” ya da “Hele bir arşivleri açsınlar”, diye özellikle kendi kamuoylarını avutmaya yönelik bahaneler de çökmüştür.
    Almanya’nın kendi kendisini de sorumluluk altına sokan bir kararı alırken kendi tarihçilerine NE DİYORSUNUZ diye sormamış olduğunu ya da KENDİ ARŞİVLERİNE bakmamış olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır! Almanya’nın her konudaki “SAĞLAMCI”lığına bakarak bu konuda hiçbir tereddüdü kalmamacasına baktığına emin olabilirsiniz….
    Bu nedene “Tarihçiler ne diyor?”; “Arşivleri niye açmıyorsunuz?” safsatası da Türkiye açısından çökmüş bulunmaktadır. Zaten dünyanın hiçbir ciddi tarih ve siyasal bilimler akademisinde 1915’in yüz yılın ilk büyük soykırımı olduğuna dair tartışma kalmamıştır.
    Sorun zaten politikacılar adını vererek bu olguyla ilgili hukuki sonuçlar doğuracak kararlar alıp almamalarıydı, TC ile pazarlıklar ve çıkar ilişkileri nedeniyle bu konu sadece araçsallaştırılmaktaydı, o kadar.
    Federal Alman Parlamentosunun bu kararı adeta iktidar ve muhalefet partileriyle ortak olarak almış olmaları; 1 kişinin dışında aleyhte oy kullanılmamış olması oldukça önemli bir tavırdır. Dolayısıyla birçok konuda TC’nin yanında durmuş olan Partiler, “SOYKIRIM” konusunda “orada dur! Bu konuda sen haksızsın!” demektedirler..
    Bizim, Parlamento kararını destekleyen Türk ve Kürt 53 kurum, kuruluş, inisyatif ile 360’dan fazla politik şahsiyet, aydın, sanatçı ve bilim insanının imzalarıyla da gösterdiğimiz gibi “Türkiye kökenli” Milletvekilleri de olumlu oy kullanmları, TC’nin sanki babalarının mali ve emir-eri gibi hesapladıkları “Almanya’daki Türk toplumu”nun (ki bunun büyük bir bölümünün Kürt, Ermeni, Rum, Süryani, Çerkes, Laz gibi halklardan oluştuğu da açık…) hiç de kendileri gibi düşünüp davranmadıklarını göstermesi açısından da bir ŞAMAR olmuştur.
    Dolayısıyla olur olmaz her konuda “Almanya’da şu kadar Türk kökenli insan var, şu kadar Türk kökenli işçi var, işveren var, şu kadar vekil var” diye sanki burada her istediğini yaptırabilir veya kendileri istemezse hic bir şey olmazmış böbürlenmesinin ne kadar KOF OLDUĞU gösterilmiştir. Güya “EN HASSAS!” oldikları, kendilerince “MİLLİ ONUR” yaptıkları bir meselede içindeki TÜRK LOBİCİLİĞİ İFLAS etmiş oldu.

    Bu noktadan sonra artik TC’nin şimdiye kadar ki İNKAR ve ŞANTAJ metotlarının, dayanak noktalarının çöktüğünü dolayısıyla 1915 soykırımının tanınması yolunda bir çok eşiğin AŞILDIĞINI söyleyebiliriz.
    Tabi ortada Alman politikası açısından eleştirilmesi ve açıklanması zorunlu olan birçok çizgi halen bulunmaktadır. Bunlardan ilki: Alman Parlamenterlerin, bilim insanlarının 1915’in SOYKIRIM olduğuna geçen ay İKNA OLMADIKLARINA göre, çoktan beri bu işin bilinci ve utancı içinde olmalarına rağmen bu güne kadar NEDEN BEKLEDİKLERİ sorusudur.
    Örneğin tasarı 2014’den beri mecliste olmasına rağmen, sembolik olarak daha uygun olmasına rağmen neden 100. yıl da değil de,101. yılda kabul edildi? Bir yıl içinde ne değişti?
    Lafı hiç dolandırmadan söylersek, burada TC Başkanı Erdoğan’ın Tüm Avrupalı politikacıları olduğu gibi Alman kamuoyunu ve politikacılarına da “illallah!” dedirten patavatsız ve üsttenci konuşmalarından, tacizlerinden duyulan öfke ve bıkkınlık önemli bir rol oynadı diyebiliriz. Erdoğan’ın “güya kendilerine kafa tutarak” Kendi kitle tabanında popülarite kazanmasına bir son vermek istediler.
    Kuşkusuz sadece Cumhurbaşkanının patavatsız söylemleri değil TC’nin bir bütün olarak “UYARILMASI” ihtiyacı, kendilerinin “BİZ FEDA EDİLEMEYİZ” böbürlenmesini patlatma ihtiyacı da rol oynadı bu sonuçta. Öyle ki kendileriyle “Mülteci anlaşması”yla angajmana girmiş olan Hükümet üyeleri dahil, hiçbir “Türk dostu” parlamenterin içinden Meclise gelip kendileri LEHİNDE parmak kaldırmak, bir çift laf söylemek gelmedi.
    Bu açıdan Almanya parlamentosunun gecikmiş Soykırım kararı Tarihsel yanıyla olduğu kadar güncel politika açısından da son derece önemli bir TOKAT oldu TC için.

    ÇİFTE STANDART VE ARAÇSALLAŞTIRMA
    Ermeni soykırımı tasarılarının genellikle ABD’de olduğu gibi TC ile pazarlıklara kurban edilmesi alışıldık bir durumdu ama bu sefer tam tersi olup bir CEZALANDIRMA aracı olduğuna tanık olduk. Tabi ki olması gereken böylesi büyük bir insanlık suçunun,
    politik pazarlık aracı haline getirilmeden tanınıp ÖNLENMESİ ve TELAFİ edilmesidir.
    Örneğin Almanya Parlamentosu 101 önce Ermeni ve diğer Hıristiyan azınlıklara yapılan soykırıma seyirci kalmasını YÜZ KIZARTICI bulan bir karar alırken; aynı aylarda Türkiye’nin Kürtlere uygulamakta olduğu imha siyasetine, kirli savaşa. Diyarbakır’ın merkezi Sur’dan, Cizre’ye, Silopi’ye, Şırnak’tan Nusaybin’i taş taş üstüne bırakılmayan yıkıma SEYİRCİ kalabilmektedir. TC’nin işlemekte olduğu bu İNSANLIK SUÇLARINA karşı hiçbir siyasi ve hukuki yaptırıma yönelmemektedir.
    İnsan, bu YÜZ KIZARTICI tavırlarının farkına varıp, vazgeçmeleri için acaba bir 100 yıl da bunun için mi beklememiz gerekecek diye düşünmeden edemiyor. Eğer 100 yıl önceki duyarsızlık ve suç ortaklığınızdan gerçekten utanç duyuyorsanız ve bunu telafi etmek isteğinizde gerçekten samimiyseniz bugün olup bitenlere de SEYİRCİ KALAMAZSINIZ…
    Parlamento’nun 1915 soykırımını tanıma kararını tarihsel değerde bulduğumu ve desteklediğimi belirtmiştim. Bununla beraber kararın yazım ve içeriğiyle ili iki önemli itirazımı da bir NOT olarak düşmek istiyorum;

    ELEŞTİRİLER
    BİRİNCİSİ: “Hıristiyan azınlıklar” ifadesidir. “Azınlık” terminolojisinin yanlışlığı üzerine pek çok kere yazmıştım. Burada tekrarlamayacağım. “Azınlık” terimi etnik ve dini kimlikleri haklar bakımından hiyerarşiye tabi tutmakta kategorize etmektedir. Bu çok yanlış ve tehlikelidir. Hiçbir etnik, ulusal, cinsel veya kültürel kimlik “âzlığı” ve “çokluğu” üzerinden hak ve özgürlükler bakımından DERECELENDİRİLEMEZ. Bizatihi bu mantıktan ötürüdür ki istenmeyen kimliklerin “azaltılması” amaç edinilmiş, sürgün ve soykırım politikaları uygulanmıştır.
    Ermeniler, Pontuslu Rumlar, Süryaniler, Aramiler, Keldaniler, sözcüğün “popüler” kullanılışı itibariyle de AZINLIK olarak nitelendirilemez.. Her biri binlerce yıldır kendi ÖZ VATANLARINDA topraklarında yaşıyorlardı. Onların vatanları vardı. Batı Ermenistan’da, Pontus’da, Kilikya’da, Kapadokya’da veya Beth Nahrin’de yaşıyorlardı. “Azınlık” terimi onları “vatansız etnisiteler” halinde muğlaklaştırmaktadır.
    Bu nedenle “Hıristiyan azınlıklar” değil “HRISTİYAN HALKLAR” kullanılması daha doğru olurdu.
    İKİNCİSİ: 1915 Soykırımının kurbanı halklardan biri de EZÎDÎ’ilerdir. Ezidilerin tarihleri boyunca sayısız kırımlara maruz kaldıkları bilinmektedir. !915 sürecinde de “Gayri müslim”, “kâfir” ve “zararlı unsur” olarak sürgün ve kırımdan nasiplerini aldılar. Geçtiğimiz yıl IŞID barbarlarının Şengal’de tekrarladıkları katliam, kadın ve kızlarının zincirlenerek köle pazarlarında Müslüman Cihatçılara peşkeş çekilmesi; dağlara sığınan onbinlerce Ezidinin trajedisi bu halkın tarihsel yalnızlığı üzerine projektörleri tutmuştu. Alman meclisindeki kararda Ezidilerin anılmamış olması önemli bir eksikliktir.
    ÜÇÜNCÜSÜ: “1915, 1916 yıllarında” diyerek soykırım için 1916 tarihi de verilmiş olması diğer Parlamento kararları açısından bir farklılık gösteriyor. Oysa özünde soykırım 1915 veya 1916’da başlayıp bitmiyor. Başta Ermeniler olmak üzere Hıristiyan halkların yok edilmesi UZUN BİR SÜREÇTİR. 1840’larda Sultan Abdülhamit’in pogromlarıyla başlayan bu soykırım süreci 1915’de en tepe noktasına ulaşır. Fakat 1916’da da bitmez, TC’nin “Türk Kurtuluş savaşı” adını verdiği 1919-22 döneminde de devam eder. SOYKIRIM sürecinin son halkası 1924’DE HAKKARİ’DE NASTURİ’lerin imhasıdır.
    Cumhuriyet tarihinin de soykırım sonuçlarının stabilize edilmesi, etnik canlanma ve toplanmanın önlenmesi, asimilasyon ve sürgünle azaltma politikasının biçiminde devam ettirildiğini görüyoruz. Mübadele ile etnik homojenleşmenin süreklileştirilmesi, Varlık Vergisi ile ekonomiden tasfiye, 16-17 Eylül ile Metropol şehirlerden tasfiye hareketleri ETNİK YOKETME politikasının cumhuriyet tarihindeki devamlılıklarıdır.
    Şu halde sembolik bir zirve olması ile 1915’in yanına 1916 eklemek yerine, SOYKIRIMIN uzun yıllara dayanan bir etnik yok etme politikası olduğu vurgulanabilir ve çok uluslu bir imparatorluktan tek millete, tek dine dayalı TÜRK ULUS DEVLETİ kurmayı amaçladığı belirtilebilirdi.
    SON OLARAK: Soykırım karar tasarısı yazılır ve görüşülürken Die Linke’nin buna ortak edilmemesi oldukça yanlıştı. Bir anlamda CDU-CSU’da Doğu Alman siyasi geleneğini dışlama refleksinin yansımasıydı diyebiliriz. Buna rağmen Die Linke’nin kendilerinin dahil edilmedikleri bir kararı tarihsel önemine binaen desteklemeleri oldukça duyarlı bir yaklaşım olmuştur. Takdiri hakkeder.

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/recep-marasli/2487-almanya-nin-soykirimi-tanimasiyla-bircok-esik-asildi

  29. M.Kemalin ermeni konusunda söylediklerini okuyunca sasirmistim. Basit bir milliyetci cocukmus dedim. Katliami onlar baslatmis onlar yapmismis! Sacmaladigi bu..
    Sonra Yunanlilara verilen savas ise tabiki tartisilir..

    Yunanlilar örnegin nufusun ezici kismi rum olan smirnada( izmir)de ve diger yerlerde abarmadan kalsaydi ingiliz,fransizlarin destegini alirlardi..Sanirim asiriya gitmesi kendilerini yalnizliga sürükledi..

    Ardindanda hele su milyonlari bulan büyük mübadele! ise tam bir irkcilkti..

    Genede daha önce dedigim gibi,Ingilizler atatürkün sahsiyetinde Türkiyeyi ona teslim etmisti.Buda onun aslinda enbüyük zaferidir.batili,modern,laik,demokratik olma yönünde önem verdiginden .
    M.kemal olmasaydi ha iste bu dinci,minci,padisahci,feytullahci,mihci camiden cipkip devlet yönetenler basa gelecekti!
    Atatürkü o yüzden hertarafiyla incelemek gerek. Milliyetciligi azinliklarda irkcik uygulasada diger yönleriyle cok ilerlemeler saglamistir..

  30. Sol bu tür sapmalardan azade değil kabul ama yine de torba yasası gibi hepsini aynı torbaya koymayı da doğru bulmam. Maddeyi ismiyle çağırlmalı..

  31. Sosyal olaylar pozitif bilimlerde olduğu gibi bir formül veya teorem ile açıklanamaz. Sosyal olaylar coğrafi, demografik, tarihsel bağlam gibi çeşitli değerlendirme kriterleri göz önüne alınarak değerlendirilir.
    Bugünkü değerlerler ile dünü değerlenirmek veya bugünkü siyasi bakış açıları ile dün üzerine ahkam kesmek ahkam kesenin bulunduğu noktadan kendi meşrebince savunduğu olgu üzerine demagoji yapmasından öte gitmez.
    Mesela 1930 lu yıllarda soykırım diye bir suç hatta terimin kendisi dahi yoktu.
    Türk tarihi üzerine Ermeni meselesi üzerinden ahkam kesenler bazen sapla samanı karıştırırken kendi düşmanlıklarını da açık ediyorlar. Evet Türk milliyetçileri ve dinci faşistler de aynı şeyi yapıyor. Fatih sultan Mehmet’in İstanbul’a giridğinde talan için verdiği 3 günlük süre güzel bir örnek olarak yukarıdaki yorumlardan birinde verilmiş. Bunu günümüzde doğru düzgün öğretmeyen zihniyet haklı olduğu konularda da haksız duruma düşmekte.
    Şöyle ki Fatih sultan Mehmet´in o devirde yaptığı talan gayet normaldi. Haçlılar İstanbul’a girdiğinde beterini yapmıştı. Gelelim Ermeni konusuna. 1900 lü yıllar Osmanlı’nın çöküşü ile güçlü toplulukların kendi coğrafyalarında kendi ulus devlet kurma amacı ile karşılıklı boğazlaşma dönemi olmuştur. Bu boğazlaşmayı emperyalist Fransızların, İngilizlerin kolonilerinde yaptığı katliamlar ile karşılaştırmak, Hitler Almanya’sının Yahudi soykırımı ile karşılaştırmak yanlıştır.” Efendim batılı devletler yaptı ama özür diledi biz dilemiyoruz ama inkar ediyoruz.” cümlesi de sorunlu bir cümledir. Zira en başta dediğim gibi farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde farklı demografik yapılarda farklı olarak gerçekleşen olaylardır. Fransızlar ve İngilizler karşılıklı olarak sömürgeleri ile boğazlaşmadı. Türkler bunu farklı yaşadı. Rumeliden, Kafkaslardan sürülerek gelenler Anadoluyu son durak olarak belirleyip burada aynı şeyi yaptılar. Yapmasalar Rumeli ve Kafkaslarda yaşadıklarını burada yine yaşayacaklarını düşündüler. Sonuç olarak her toplum veya millet gücü oranında kazanım ve kayıplar yaşadı. Kaybedenler bugün kaybettiklerini telafi etme kazananlar da kazandıklarını koruma çabasında.
    Sorun bu kazanım veya kaybedişin tekrar olgun taraflar olarak tamir edilmesi konusunda yaşanan yetersizliktir. Bu yetersizlikte rol oynayan faktörler: 1- Tarafların yeterli olgunluğa ulaşamamış olması 2- Bu sorunun uluslarası bağlamda kendi lehlerine kullanan ülkelerce alevlendirilmesidir.
    Türkiye’nin başında bulunan islamo faşist hükümet bu sorunu çözemez. Çözemeyeceği gibi emperyalist ülkelere istedikleri kozları verirler. Bu soruna gerçekten samimi olarak yaklaşanlar TC diye söze başlamaz. RTE ve politikaları der. TC ile sorunu olanlar ise RTE’yi eleştirir ama onun panzehiri cumhuriyetçi ve ulusalcıları zinhar iktidarda görmek istemezler. Çünkü dertleri sorunu çözmek değil TC ile hesaplaşmaktır. Üzüm yemektense bağcıyı dövmeye çalışanlar da doğru tarihsel gerçekleri yazarken araya bir iki zehir tohumu atarak konuyu zehirlemeye çalışmaktadır.

  32. Ulus (bir bakıma günümüzün kabileleri) kavramını aşamamış ulus-devletçi oğuz’a
    Sadece TC sınırları değil, dünyadaki tüm yapay sınırlar yok edilmeden İnsan (biyolojik olarak “insan” değil, sosyolojik olarak “İnsan”) olunmaz.
    Demir Küçükaydın’ın dediği gibi;

    Biyolojik olarak elbette herkes insandır. Bu anlamıyla insan küçük yazılır. Ama bir de büyük harfle yazılan İnsan vardır. Bu anlamıyla İnsan, politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesini reddeden; ulusların ve onların devletlerini yıkmak için mücadele eden demektir. Ulusların değil insanların eşit olduğu bir dünya için savaşandır.
    İnsanlar (Küçük harfler insanlar) ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı reddetmiş bir dünya cumhuriyetinde İnsan (Büyük harflerle İnsan) olabilirler. Hem büyük harfle İnsan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz. Ama Türk, Alman veya Amerikalılar küçük harfle elbette insandırlar. Yani insan denen canlı türüne dâhildirler. Bu anlamıyla insan biyolojik bir kavramdır, büyük harfla yazılan İnsan ise sosyolojik bir kavramdır.
    Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.
    Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesidir; diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
    Demokratik bir Cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir.

    Sosyalistler ve Sol Neden “Ofsayt”ta?
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/06/sosyalistler-ve-sol-neden-ofsaytta.html

  33. Türkiye gibi, kültürel kimliğini net bir şekilde ortaya koyamamış, tam anlamıyla demokratikleşememiş, bu yüzden de sınırlı bir özgürlük ortamında varlığını sürdürmeye çalışan geri kalmış ülkelerde, özellikle sosyal ve etnik, dînî ve mezhebî, ve genel olarak kültürel alanda hâlâ birtakım tabulu meseleler vardır. Türkiye’de bunlar, “vatan ve milletin bütünlüğü”, “devletin bekası”, “vatan ve millet menfaatleri” adına yıllar yılı baskı altında ve üstü kapalı tutulmuş olduğu için, haklarında hiçbir bilimsel birikim meydana gelmemiş, getirilememiştir. Sonra bu meseleler günün birinde şöyle veya böyle gündeme geldiği, yahut getirildiği zaman, en üst düzey devlet temsilcisinden halka kadar, bu bilgisizliğin yarattığı toplumsal bir korku ve şaşkınlık yaşanır. Bu durumlarda çoğu zaman akılcı ve bilimsel bir tavırla işe el atılamadığı için, yozlaşmaya, deforme olmaya ve sonunda içinden çıkılmaz hale gelmeye, getirilmeye en müsait meseleler, bu tür meselelerdir.
    (tarihçi Ahmet Yaşar Ocak)

  34. 25’te paylaştığım alıntıdaki “kimliğini ortaya koyamama” meselesine İ.Z. Eyuboğlu da değinmiş;
    Kendine özgü düşünsel odağı olmayan, bütün düşünce kuruluşlarını başkalarından aktaran bir toplumun uzun süre ayakta kalma, varlığını özgün biçimde sürdürme olanağı yoktur.

  35. (geçmişte, İsveç’teki “soykırım aleyhinde konuşulamaz” yasasının da yersiz olduğunu söylemiştim.) İsveç değil, İsviçre.

    Ayrıca “soykırım aleyhinde konuşulamaz” değil, “soykırım inkar edilemez” diye tarif etmeniz gerekir o yasayı. Doğu Perinçek davasının özü budur. Soykırımın “aleyhinde” konuşma özgürlüğü bol miktarda mevcut takdir edersiniz ki.

    Cümle kuruluşlarına daha çok dikkat etmenizi tavsiye ederim.

  36. “Türkiye’nin başında daha makul, daha aklı başında bir hükümet olsaydı, belki de batılılar bu kararı almakta biraz daha sakınımlı davranacaklardı.” Gün Zileli

    Demek ki emperyalist ülkeler aklı başında, makul hükumetler istiyorlar. 🙂

    Bilinçaltı, gizli dil… Hoşgeldin Birgün, güle güle Gün… 🙂

  37. rte kan testi istiyormus……türkiyeli parlamenterler icin.
    bunu niye söyluyor ve söylebiliyor???
    tabii kendi idelojik fikirindan dogan birsey ama türkiye toplumunun büyük kesimi yatikarmica icin.
    cumhuriyetin kurulusu ve devami bir irkcillik üzerine kurulmusdur jöntürkün devami,ondan sonra tarih topluma carpiltirmis bir sekilde bugüne kadar devam anlatiliyor.
    chp tutumu hic sasirtacak birsey degil kendini sol ve vicdanli gören varsa bu partiyi terk eder.

  38. Hrant Dink, Ermeni ve Kürt meselesi arasında nasıl bir paralellik kuruyor ve hangi uyarılarda bulunuyordu, hatırlamakta fayda var bence:
    “Bir bilenden ‘Ya Rabbi’ye

    Agos, 28 Şubat 2003

    Saddam diktatörü yıllardır Irak’ta halkına kan kusturuyor. Ülke insanı kendi içinde birkaç etnik safa mevzilenmiş durumda. Bölgeye gelip yerleşmek isteyen Amerikan-İngiliz ittifakı için bu bulunmaz bir fırsat. Amerika ülkenin muhalefet güçlerini, etnik kesim liderlerini, kâh Amerika’da kâh Avrupa’da toplayıp, Saddam’ı birlikte devirme planları yaptı. Şimdi sıra geldi icraata. Denen o ki, Saddam sonrasında herkesin kendi özgürlüğünü yaşayabileceği demokratik bir sistem kurulacak. Güya Amerika ezilen halklara özgürlük getirecek. Ne kadar da o günleri andırıyor bu günler Ya Rabbi… Ne kadar da o günün Ermenilerini andırıyor bugünün Kürtleri!..

    Yüzyıl önceki o beklentiler, o umutlar Ermeniler açısından tam bir hüsranla sonuçlandı işte. Beklentinin gerçekleşmemesi bir yana, varlığını o zamana dek belli bir millet sistematiği içerisinde sürdürebilen Ermeni halkının büyük bölümü yok edildi, bir milletin kökünün kazınmasına vesile olundu. Koca halkın Anadolu üzerindeki tüm izlerinin silinmesine kapı aralandı.

    İyisi mi sen gel ey Kürt kardeşim… Sen gel şu işi bir bilene sor. Şu Ermeni kardeşinin bilirkişiliğine güven. Böylesi savaş ortamlarına güvenme… Bil ki bu savaş ortamları zalimlerin nezdinde bitirilmemiş hesapların da kökten çözüme kavuşturulduğu tuzak fırsatlardır. Bak şimdi tüm dünya halkları ayakta. Savaşa engel olmak için insanoğlu silahsız bir söylem geliştiriyor. Sen de onların arasında yerini al. Savaş istemiyormuş gibi gözüküp de savaşı kışkırtanları arana sokma. Onların barış mitinglerimizi sabote etmelerine, barış söylemlerimizi sulandırmalarına izin verme. Ne kadar da o günleri andırıyor bu günler Ya Rabbi… Sonumuzu benzetme bari.

    Dost acı söylermiş

    Agos, 19 Ağustos 2005

    Biz ‘Kürt sorunu’ desek de demesek de, biz “Varlardı – yoklardı” diye tartışsak da, Kürtler varlar ve Kuzey Irak’ta gayrı bir Kürdistan kurdular. Ve şu da kesin olarak bilinmeli ki Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın kurulmasıyla birlikte, Türkiye’nin Kürt sorunu da bütünüyle çehre değiştirdi ve kaçınılmaz sürecine girdi.

    Bu sürecin özeti şudur: Gayrı Kürt sorunu Türkiye’nin sadece bir iç sorunu değil, ağırlıklı olarak dış sorunudur.

    Gerçek bir…Türkiye’nin Güneydoğusu’nda sınır komşusunun adı artık Kürdistan’dır. Gerçek iki… Bu gerçeği kabul etmesi gereken sadece Türkiye değil, idrak etmesi gereken de bizatihi Kürdistan yönetiminin kendisidir. Gerçek üç… Dolayısıyla Kürdistan yönetimi, Kuzey komşusu Türkiye’de yaşanacak bir Kürt hareketinin kendisi ile komşusu Türkiye arasındaki ilişkileri etkileyeceğinin ve belirleyeceğinin farkında olmalıdır.

    Öte yandan Türkiye’deki ‘Kürt hareketi’nin de farkında olması gereken gerçekler söz konusudur. Gerçek bir… Amerika’nın Irak’ta yarattığı Kürdistan devletinin oluş biçimine özenerek, bir bağımsız Kürt devleti de Türkiye’de yaratılabileceğine heves etmek, bizatihi Irak Kürdistan’ının varlığı nedeniyle gayrı olanak dışıdır. Gerçek iki… Şu noktadan sonra devam edecek ve PKK tarafından gerçekleştirilecek silahlı terör eylemleri sadece Türkiye’nin demokratik gelişimine darbe vurmakla kalmaz, esas olarak o çok özenilen Kuzey Irak’taki Kürdistan devletinin bekasına da darbe indirir…

    Bireysel tercih açısından bakıldığında ise bundan böyle kendisine ille de Kürt devleti isteyen bir Kürt için sonuçta devlet de hazır. Göçer iki adım öteye ve bu arzusuna kavuşur. Tehlike topu topu bu kadardır. Diğer bir deyişle Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün yegane teminatlarından biri bizatihi Irak Kürdistanı’nın varlığıdır. Bunun ters okuması da şudur: Eğer Türkiye’nin Güneydoğu’sunda ayrılıkçılık sürdüren bir Kürt hareketi varlığını sürdürürse bunun vebalini sadece Türkiye değil, aynı zamanda Irak Kürdistanı da çeker.

    Demem o ki gayrı yüreğiniz ferah olsun. Bu ülke gerçekten bölünmez.”

    http://www.agos.com.tr/tr/yazi/3958/tutunun-bu-dala-kurt-kardeslerim-hem-kendinizi-kurtarin-hem-bizleri