Bayrakları Bayrak Yapan…

Şair Yılmaz Odabaşı, bayrakla kan dökmeyi özdeşleştiren yukarıdaki hezeyana “…bayrak imalatçılarıdır” diye esprili ve güzel bir dizeyle karşılık vermişti yıllar önce.

Genelde bu böyle olmakla birlikte ve herhangi bir ulusal bayrak taşımaktan hoşlanmadığım halde, ulusal bayraklara saygı göstermekten yanayımdır. Madem ki bazı insanlar o bayraklarda kendi aidiyetlerini görüyorlardır o zaman kimin bayrağı olursa olsun bütün ulusal bayraklara saygılı davranmak gerekir. Mustafa Kemal’in en sevdiğim davranışı, İzmir’e girerken ayaklarının altına serilen Yunan bayrağını çiğnemeyi reddedip hiçbir ulusun ulusal bayrağının herhangi bir gerekçeyle çiğnenemeyeceğini net bir şekilde beyan etmiş olmasıdır. Çeşitli anti-emperyalist ya da anti-Amerikan gösterilerde Amerikan bayrağının yakılmasını da aynı gerekçeyle onaylamam.

Bugünlerde bir bayrak tartışmasıdır gidiyor. Hükümete yamanan tutumuyla bir hayli prestij kaybetmiş olan MHP’li Devlet Bahçeli, muhtemelen iyice zedelenen prestijini yeniden onarmak amacıyla bir bardak suda fırtına yaratıp hükümete yükleniyor. Ne o efendim, Barzani karşılanırken onu temsil eden Kürdistan “paçavrası” nasıl dalgalandırılırmış “Türk” toprağında. Bu tartışmada on beş yıldır ilk kez kendimi AKP hükümetinin tutumuna daha yakın hissettim.

Bir kere, her şey bir yana, Irak’taki Kürdistan özerk bölgesinin temsilcisi Barzani, Türkiye’ye resmi davetli olarak gelmiştir. Dolayısıyla bu özerk bölgenin bayrağının göndere çekilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bahçeli, doğrudan bu davete karşıysa onu söylesin. Bu tartışılsın. Ama hem adamı davet edip hem de bayrağını çekmemek her şeyden önce insani nezaket kurallarına uymaz. İkincisi, bir bayrağa “paçavra” diye hakaret etmek sadece bu sözcüğü kullananın düzeyini gösterir. Bütün bayraklar bayraktır da, bir tek Kürdistan özerk bölgesinin bayrağı “paçavra”dır, öyle mi? Bahçeli, pek fazla sahip çıktığı devletinin kurucusu Mustafa Kemal’in yukarıda sözünü ettiğim davranışından bir nebze bir şeyler öğrenebilmiş olsaydı, bu şekilde zırvalamayacaktı.

Peki, Bahçeli böyle zırvaladı da, sabahları Foxtv’de hoşlanarak izlediğimiz İsmail Küçükkaya’nın mal bulmuş mağribi gibi Bahçeli’nin bu tutumunu destekler bir havada ekranlara taşımasına ne demeli? İkide bir haklı olarak gazeteci olduğunu vurgulayan İsmail Küçükkaya’ya, Cem Karaca’nın “işçisin sen işçi kal” dediği gibi, “gazetecisin sen, gazeteci kal” demek zorundayım. Bizim gençliğimizde daha çok solcuların kullandığı “çirkin politikacı” diye bir deyim vardı. Kısacası, böyle başarılı bir gazetecinin politika uğruna böyle çirkinleşmesi üzücü. Ne o? Bahçeli AKP hükümetiyle Kürdistan bayrağı yüzünden çatışmış. Aman aman ne güzel! Evet cephesinde büyük bir yarılma! Üstüne gidelim, zaten bizi izleyenlerin çoğu da bu milliyetçi çıkışa olumlu bakacaktır kurnazlığı! Çatışıyorlar da, hangi noktada çatışıyorlar, ona bakmak lazım. Çatışma var, çatışma var. Bence Bahçeli’nin bu konudaki çığırtkanlığı, uluslararası alanda artık iyice düşük profil veren AKP hükümetine bir iki puan kazandırmıştır. Ülke içinde de öyle. Belki de danışıklı dövüştür bütün bunlar. Nasıl Bahçeli, durup dururken Perinçek’e çatıp ona bir iki puan kazandırdıysa… Bunlardan her şey beklenir!

Buna benzer sakatlıklara CHP saflarından da rastlanabiliyor. CHP milletvekili Aykut Erdoğdu’nun bir tweetine rastladım bu sabah. Bir Suriyeli gencin videosunu koymuş (sesini açıp izlemedim bile) ve üstüne de şöyle yazmış: “Ülkemizin kültürü ve tarihi hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayan dilimizi tam konuşamayan yabancılar geleceğimiz için oy kullanacak…” Emrah Aydınalp adlı bir arkadaş ona cevaben şöyle yazmış: “işin ilginci oralarda sağ partiler bu durumdan rahatsızken, bizde sol partilerin rahatsız olması…” Ben de Emrah Aydınalp’i destekleyerek şöyle bir cevap verdim bu tweete: “Yabancı düşmanlığı her durumda kötüdür. İngiltere’de yaşarken bu deneyimi edinmiş birisi olarak söylüyorum.”

Yalnız CHP yöneticileri ya da milletvekilleri değil, CHP tabanından insanlar da bu hatalı davranışı sık sık tekrarlıyor. Emrah Altınalp’in dediği gibi, bu tür bir yabancı düşmanlığı Avrupa’da sadece aşırı sağcı partilerin tutumudur, bundan nemalanmak isterler. Bu ülkeye devletlerin çıkardığı savaş nedeniyle sürüklenmiş bu insanlara böylesine “paçavra” muamelesi yapmak sadece ırkçı duyarlılıklar içinde bulunan aşırı sağcıların ve faşistlerin işi olabilir. Ben olsam, özellikle Emrah Aydınalp’in güçlü eleştirisinden sonra bu tweeti geri alırdım. Ama nerde o tutarlılık ve duyarlılık!

Bu gibi durumları anlatan çok güzel bir sözcük var Türkçede: Hezeyan. İster sağdan, ister soldan gelsin, ister milliyetçi, ister enternasyonalist bir eğilimi temsil etsin her türlü hezeyan sağlığa zararlıdır!

Gün Zileli

2 Mart 2017
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yerelden Yenmek!

Artıgerçek YEREL MÜCADELELER Merkeziyet-âdemimerkeziyet tartışması son 200 yılın en önemli tartışmalarından biridir. Marksist sol, her …

100 Yorumlar

  1. İki sorum var:

    1) Varlık fonuyla ilgili bir yazı yazmayı düşünür müsünüz?

    Peki yokluk fonu da var mı?

    Yoksa, varlık da yokluk da insan icadı mı?

    Her şeyin başı ve sonu Allah mı?

    2) Sartre’la ilgili kitabınız nasıl gidiyor, ne zaman okuruz?

  2. Yaziniza icerik olarak katilmakla beraber, ben bu hezeyandan sevinc duymaktayim, hatta çekirdek çitleyip izliyorum EVET cephesindeki çarpilmalari. Neden diye sormayin siz anladiniz onu. Bazi hezeyanlar eyidir:) faydalidir 🙂

  3. birinci soruNUZA PEK YANIT VERECEK BİLGİYE SAHİP DEĞİLİM. Sartre okumaları devam ediyor. Ama okumaya daha zaman var. Çünkü önce yazılması gerekiyor. Şu anda 2000 sonrası otobiyografimi, yani 6. kitabı yazıyorum.

  4. Bir de Buharin’in eşi Anna Larina’nın Unutamadığım adlı anıları çevrildi, şu anda redaksiyonda.

  5. Yazınızı her zaman yaptığım gibi paylaşacaktım. Ancak Suriyeli çocuk videosu hakkındaki yorumunuz bence haksız. Orada vurgulanmak istenen gencin Suriyeli olması değil, yurdumuza mülteci olarak misafir olanların, yalnızca oylarını devşirmek adına kısa sürede vatandaş yapılmalarıdır..

    Saygılar…

  6. Bu konuyu tartışalım. Bence bir toplumun olgunluğu dışarıdan kendisine sığınmış insanlara gösterdiği olumlu tutumla ölçülür. Bakın, bugün bu konuda en olumlu toplumlar İsveç, Danimarka gibi toplumlardır. Orada da gerçi ırkçı akımlar vardır ama o kadar olur artık. CHP milletvekili arkadaş eğer sadece Suriyelilerin seçimlerde kullanıldığı uyarısını yapsaydı buna çok fazla itirazım olmazdı. Çünkü bu aynı zamanda o Suriyeli insanların da istismarıdır. Fakat bu arkadaş ne yapıyor? Tutuyor “doğru dürüst konuşamayan” falan gibi doğrudan ırkçı söyleme başvuruyor. Ben de İngiltere’de yaşadım. Ben de doğru dürüst İngilizce konuşamıyordum. Bu, aşağılanmam, dışlanmam için bir neden olabilir miydi?

  7. Gün bey iyi hoşta ..siz belki de bunlarla (Suriyeliler le)iç içe yaşamadığınız için görmüyor olabilirsiniz bazı şeyleri.. İnananın aksaray Fındıkzade hatta kocamustafapaşa da bile artık bizler birer yabancıyız..adamlar heryeri istila etmiş durumda..ve o kadar rahat yaşıyorlar ki gelip te görmek lazım

  8. Yazınızda suriyeli ile kendinizi empati kurarak korumuş gibi hissettim.Ancak İngiltere sizi oy kullanmaniz için hatta ABden para almak için de vatandaş yapmamıştır.O nedenle o gencin sorulara verdiği yanıtlara baktığında pişkin pişkin Anayasa beni ilgilendirmiyor.Ben sadece Erdoğan açısından ilgilenirim.demesi zaten işin nerelere gittiğini göstermektedir selamlar

  9. Mültecilik konusunda dunya solunun yaptigi genel bir naivlik var. ki bu asiri sagin söylemini önlenemez bir bicimde guclendiriyor. gercekten ekonomik siyasal dinsel sebeplerle göc edenlerin disinda ciddi bir Kriminal profesyonel göcmen dalgasi var. Kayda deger bir olcekte var. Gurcistandan (ve benzeri ulkelerden) Avrupaya sadece hirsizlik yapmak icin gelen kazanciyla tekrar geri dönen, yerlesmek gibi bir niyeti olmayan , Afrikadan sadece bir kac yil uyusturucu satip geri donmek niyetinde olan ve bence en onemlisi, Magrip ulkelerinden oraya buraya tasinan turist cihatcilar da bu gocmen kategorisinde sayilmakta. Solun tüm mülteciler hos geldi lay lay lom tavri en cok gercek mültecileri zor durumda birakacak olcude tepki yaratiyor. Asiri sag da bunu zevkle kullaniyor. Zileli (ve sol unonemli kisminin )tavri bu gercekligi gormezden Glen genel gecer bir sol slogan olarak yararsiz. Ben avrupada iltica kamplarinda Afrikali Dealer, Uck li Arnavutlar, eski dogu bloku ulkelerinden genel profi hirsizlarin fink attigi bir ortamda ciddi guvenlik sorunlari yasadigimi bilirim. gercek multeci diyebilecegimiz (ekonomik gocmenler dahil) azinlikta kalmakta idi. deginilmesi gereken önemli bir konu, bugün gizli servislerce surada burada 8irak suriyede )kullanilan cihatci turistlerin göcmen statusu altinda sayilmasidir. Antalya otelleri Suriye ic savasindan önce kimlerle dolduruldu? Berlin yilbasi gecesindeki tecavuzculer, yabanci servisler tarafindan suriyeye postalanan Rus bombardimani sonrasi zoru görünce Frau Merkel in misafiri olarak almanyaya dolusan, dahasi gercek multecileride mafyavari yöntemlerle ezen bir cogunluk. genel bir kim gelirse gelsin oh laylay lom tavri mületici haklarina en cok zarar veren salakca bir slogan. Baska durumlarda kili Kirk yaran Devlet güvenlikleri sanki bu kriminal profi göcmenlerden memnun gibiler. Asiri sagi böyle yasatiyorlar. dogrusu kriminalllikle göcmenleri ayirt edebilmektir. ne yazikki bu slogani sol asiri sagin soylemine terketti. Buradan saglikli bir gocmen haklari, yabanci dusmanligina karsi mucadele cikmaz. tersi cikar. Yuzeysel genel gecer solculuk baydi artik.

  10. Ingilterede mahallelerde seriat mahkemesi kuranlar hakkindada bir iki laf edileydi eyiydi. suriyeli turist selefi cihatcilar, adalardada seriat mahkemesi kursa idi ne iyi olurdu:)

  11. Gercek anlamada göcmenligin, multeciligin nedenlerine (hani su demode olan, ulusalcilik sayilan, emperyalist sömürü ve hegemonya) radikal bir elestri getirmeyen, bir `no border` slogani kadar salakca ahmakca bir slogan magazin solculugu yoktur.Genel olarak bu mantigin elestrilmesi onemli guncel bir görev olarak cikmakta karsimiza. Yoksa anti Trump sloganlariyla Killin-Ton Soros un cephaneligine mermi tasimaktan baska hic bir degeri olmayan bir postmodern garabet Magazin solculugu kendisi solu igdis etmekle kalmiyacak sag radikalizmi gelistirecektir.

  12. Magazin solculuguna bir örnek vermek isterim. Unia adli güya solcu bir sendika, Suriyeli göcmenlerin kabul edilmesi gerektigini, onlarin Diktator Esad dan kacmis olmasiyla gerekcelendirebiliyor. Ben buna bal gibi Pentagon solculugu derim.

  13. Göcmenlik evrensel ölcüde bir sorun haline gelmisse, dunyanin yoksul cogunlugu batiya kacmayi Kurtulus olarak görüyorsa, emperyalizme karsi mucadeleyi modasi gecmis sayan bir türden solcunun suratina tükürmek gerekir. Göcmenli kalici olarak Kabul edilip savunulacak bir sey degildir. Soygun talan baska ulkelere Emperyalist mudahale yi birakin halklar baris icinde yasarlar. bu yöne deginmeden yapilan bir `no Border`slogani Kendini satmak zorunda kalmis kadinlarin haklarini savunmak adina bu asagilanmayi mutlaklastirmanin aynisidir. böyle salak bir solculuk olusturuluyor. ne dedigini bilmeyen.

  14. KORKU DİKTATÖRLÜĞÜ

    6’nın yazdıkları, büyük ölçüde, iktidar odaklarının değirmenine su taşıyan nitelikte olmuş, sanki iktidar odaklarını eleştiriyor gibi gözüküp, yine onların üslubuyla yazmak. (6’daki kişi bunun farkında mı, değil mi, bilmiyorum. Aşağıda okuyacaklarını biraz sert bulabilir, hemen kızmasın, sakin kafayla değerlendirsin dilerim.)

    Türkiye siyasetinde bir türlü çıkış yolu olmamasını dile getirenlerin pek çoğu, muhalefet partilerinin iktidar partisini köşeye sıkıştıracak nitelikle muhalefet edemediklerini söyleyip, (belki de) hiç amaçlamadıkları hâlde, iktidarın üslubu ile örtüşür duruma geliyor.

    Türkiye dahil olmak üzere pek çok ülkede, bütün medyanın, iktidar(lar)ın anons merkezine dönüştürüldüğünü ya hiç bilmeyen, ya da bilip susan ne çok kişi var.

    Şubat’ta Ankara Üniversitesi’nden saçları yoluna yoluna atılan akademisyenlerin, asistanların, öğrencilerin fotoğraflarını – video görüntülerini, polise karşı direnişlerini kaç kişi ana-haber bültenlerinde izleyebildi… Kimsenin haberi yok, hiçkimse TV’den izleyemedi, çünkü TV kanallarında bu konuların haber olarak sunulması iktidar tarafından yasaklandı.

    Yukarıdaki, sadece yakın geçmişte yaşanan bir örnek, dahası, daha acıları, daha şiddetlileri saymakla bitmez…

    ‘McCarthycilik’i unutacak mıyız?
    ‘Vatanını-milletini seven muhbir vatandaş’ telkinlerini unutacak mıyız?

    Dünya geneline bakalım:

    Donald Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasından sonra, ABD sınırları içinde (‘klasik solcu’luğu geçtim) ‘muhalefet etmek’ eyleminin ne demek olduğunu daha yeni yeni öğrenen milyonlarca insan var (emin olun, ‘The G.O.P. & Cumhuriyetçi Parti’ destekçileri arasında bile var). Ne ceberut bir başkanın üzerlerine lanet gibi çöktüğünü daha yeni anlamaya başladılar, protesto dalgaları aşama aşama yükseliyor, şimdilik cılız, yarını bilemeyiz…

    Yabancı düşmanlığını (xenophobia & zenofobi) yaymak için her fırsatı kollayan ‘sağ-popülist partiler’, kara-sinekten yağ çıkarmasını da bilir, emin olun.

    Berlin’deki tecavüz olayı,
    Bıçaklamalar,
    Ev yakmalar,
    Hırsızlıklar,
    Şehir-içi metro hattında masturbasyon yaparken yakalanmalar…
    Saymakla bitiremeyeceğimiz küçük-orta-büyük çaptaki bütün bu olaylar, ‘sağ-popülist partiler’ için biçilmiş kaftan, provokasyon malzemesi. Kara-sinekten yağ çıkarıp yaygara koparanlar, mültecilerin (bir kısmının) yaptıklarını atom bombası etkisi gibi yaymasını da gayet iyi bilir.

    Haziran 2016’da ne olmuştu?

    ‘Ramazan ayı içinde alkol içilmez, çevrenizdeki müslümanlara saygı gösterin.’ ifadesini kendilerine gerekçe yaparak Beyoğlu-Firuzağa’daki bir plakçıda canlı yayınlanan konseri dinlemeye gelenler, dışarıdan gelen bir grup tarafından darp edildi. Dükkanı işleten Koreli, dükkanını kapatarak olay yerinden ayrıldı.

    http://www.haberturk.com/gundem/haber/1255604-koreli-plakci-dukkanini-kapatarak-gitti

    Beyoğlu-Firuzağa’daki bir plakçıda akşam saatlerinde ‘Radiohead’ grubunun internetten canlı yayınladığı konseri dinlemek için bir araya gelenler, bir anda içeri giren bir grubun saldırısına uğradı. Dışarıdan gelenlerin darp ettiği katılımcılar plakçıdan ayrıldı.

    Bir yıldan beri plakçıyı işleten Koreli Seogu Lee, bugün sabah saatlerinde geldiği dükkanını kısa süre sonra kapatarak ayrıldı. Gazetecilerin görüntü almasından rahatsız olan Lee, İngilizce ‘lütfen yapmayın’ diyerek ağlamaya başladı. Açıklama yapmayan Seogu Lee, sokaktan ayrıldı.

    Dükkanın sahibi olduğunu söyleyen Haydar Tekin de, ‘Dün akşam bazı olaylar olmuş. Biz de, dükkanın tahliye edilmesini istedik.’ dedi.

    Polisin yürüttüğü soruşturma kapsamında henüz kimsenin gözaltına alınmadığı öğrenildi.

    Dün gece Firuzağa’daki bir plakçıda düzenlenen Radiohead etkinliğine yapılan saldırının ardından dünyaca ünlü grup Radiohead açıklama yaptı.

    İngiliz müzik grubu yaptığı açıklamada, saldırıdan etkilenen bütün dinleyicilerine, sevgi ve desteklerini gönderdiklerini vurguladı.

    Açıklamada ‘Kalbimiz İstanbul’daki Velvet IndieGround’da bulunanlarla birlikte. Umarız, bir gün, hoşgörüsüzlükten kaynaklanan bu tür şiddet olaylarının çok eskide kaldığına tanık olabiliriz. Şimdilik, İstanbul’daki dinleyicilerimize destek ve sevgilerimizi gönderebiliriz.’ ifadelerini kullandı.

    Peki 1 Ocak 2017’de ne oldu?

    İstanbul’da, Reina’da, İslamcı bir kukla tarafından, 39 insan katledildi, 70 insan yaralandı. Bir kuklanın saçtığı dehşet yüzünden, 3-6 milyon arasında değişen sayıdaki mültecileri ‘potansiyel terörist’ olarak mimleyecek miyiz?

    http://www.gunzileli.com/2017/01/02/terorden-kacinmak-icin-dort-tarz-i-siyaset/

    Şiddet, insanlık var olduğundan beri insanın hemcinslerine, diğer cinslere ve doğaya karşı uyguladığı ‘zor’un adıdır.

    Oysa terör sözcüğünün esasen yaklaşık son 30 yılda kazandığı anlam çok farklıdır.

    Temel farklılık nerede?

    Bence temel farklılık, şiddetin hedef aldığı insanlar, bulundukları konum veya yer itibariyle şiddetin hedefi olduklarını ya da olacaklarını bildikleri halde, terörün hedef aldığı insanların, terörün hedefi olduklarını ya da olacaklarını bilmemeleri, hatta çoğunlukla akıllarının köşesinden bile geçirmemeleridir.

    Bir gece kulübünde nişanlısıyla veya sevgilisiyle dans ederek yeni yıla girmek isteyen bir insan nereden bilebilir ki, o gece, terörün hedefi olup hayata beklenmedik bir şekilde veda edeceğini? Bir uçak kazasından bile daha ansızın ve beklenmedik bir ölümdür bu. Uçağa binen bir insan bile ölümü şöyle bir geçirir kafasından. Savaşta, savaş uçaklarının saldırdığı bölgede kalan insanlar, tamamen masum ve savaşın dışında oldukları halde ölümle karşı karşıya olduklarını bilirler, ama, savaş bölgesinden uzaktaki insanlar bombardımana uğrayacaklarını ve öldürüleceklerini düşünmüzler bile.

    Oysa terörde, sokağa adımını atan herkes istisnasız, bir bombayla havaya uçmak ya da silahla taranmak ihtimaliyle karşı karşıyadır. Bu da, terörün, bugün aldığı korkunç boyutu gösterir.

    Terör amaçsız değildir. Tam tersine, terör, amaca kitlenmektir.

    Nedir amaç?

    Görünürdeki amaçlar farklı, hatta tam zıtmış gibi olabilir. Fakat hepsinde ortak bir nokta vardır. Terör, egemen sistem tarafından yer altına iteklenen davaların (bu, kimi zaman ezilen Müslüman kitlenin radikal İslam davası olabilir, kimi zaman ezilen bir milliyetin ulusal davası) itildikleri yer altında canavarlaşarak yeryüzüne çıkmalarıdır. Elbette, yeryüzündeki devletlerin istihbarat örgütleri bu canavarları o anda işlerine gelen hedefler için gayet ustaca yönlendirirler de. Bu canavarlar, fiillerini, devletler arasındaki karşıtlıklardan yararlanarak sürdürürler biraz da.

    Her terör olayından sonra devlet adamlarının ya da politik şahsiyetlerin verdikleri demeçlere baktıkça, bu üzüntülü günlerde gülmemek için kendimi zor tutuyorum.

    Terörü, ‘milletin birlik ve dayanışması’yla yenecekmişiz! Aslında bu, teröre çoktan yenik düşüldüğünün itirafı bence. Terör, önünde sonunda yenilecekmiş! Bu da, olmayacak duaya amin demek!

    Neden?

    Çünkü terör denen şey, zaten yenilgiden doğuyor, bunu görmüyorlar mı?

    Adam yenilmiş ve yeraltına itilmiş, sürekli ötelenmiş, başka bir mücadele yolu bırakılmamış önünde, eh bir de buna, hem İslami hem de ulusal bağnazlığın, terörü yeneceğini her gün tekrarlayan devletler tarafından bizzat körüklenmesini, devlet arasındaki çelişkiler nedeniyle beslenmelerini de eklerseniz, terörün kaçınılmazlığı ortaya çıkar ve ‘terörü yeneceğiz’ sloganları terörü azdırmaktan başka bir işe yaramaz. Ne zaman, nerede vuracağı en ‘becerikli’ istihbarat örgütleri tarafından bile tespit edilemeyen terörü polisiye tedbirlerle yeneceğini zanneden biri ya salaktır ya da milleti salak yerine koymaktadır. Veya güvenlik uzmanıdır!

    (Gün Zileli, 2 Ocak 2017)

    Peki,
    Trump’ın, 7 (müslümanların çoğunlukta olduğu) ülkeden ABD’ye gelen insanların vizelerinin iptal edilmesini içeren yasayı imzalamasına, ne hikmetse, ‘Dünya, 5’ten büyüktür!’ diye yaygara koparan o haşmetli şahıstan hiç ses çıkmıyor. ‘Realpolitik’, susmasını gerektirdiği için olabilir mi acaba…

    Peki,
    Trump’ın başkanlık yarışı boyunca fitili ateşlemek için ağzına gelen her tür ‘yabancı düşmanı’ ifadeden etkilenen Adam W. Purinton’ın 22 Şubat 2017’de, ABD-Kansas’ta, Hint mühendis Srinivas Kuchibhotla’ya, ‘ülkemden defol!’ diye bağırıp öldürmesini de aklınızın bir köşesinde tutun…

    http://www.hurriyet.com.tr/hintli-muhendis-irkcilik-kurbani-mi-40377776

    22 Şubat Çarşamba akşamı Kansas’taki saldırıda iki kişi de yaralanırken görgü tanıkları, saldırganın ateş açmadan önce ırkçı (ülkemden defolun) hakaretler ettiğini belirtti.

    Cinayetin, ABD Başkanı Donald Trump’ın ‘Önce ABD & America First’ politikasının yarattığı göç karşıtı iklimden kaynaklandığı öne sürüldü.

    Beyaz Saray sözcüsü Sean Spicer, bir can kaybının trajik bir durum olduğunu, ancak cinayetle Trump’ın retoriği arasında bağlantı kurulmasının ‘saçma’ olduğunu söyledi.

    Eski deniz kuvvetleri personeli olan 51 yaşındaki saldırgan Adam W. Purinton, kasten adam öldürmekle suçlanıyor. Washington’daki Hindistan Büyükelçiliği’nden Pratik Mathur, Washington nezdinde, olaydan duyulan endişeyi ilettiklerini belirterek, ABD hükümetinden hızlı bir soruşma beklediklerini söyledi.

    FBI, saldırının önyargıyla düzenlenmiş bir nefret suçu olup olmadığını araştırıyor. Eğer bir nefret suçu olduğu anlaşılırsa, Purinton, ömür boyu hapis cezasıyla karşı karşıya kalabilir.

    Hint mühendis Srinivas Kuchibhotla’nın, ABD’nin Kansas eyaletinde öldürülmesi, Hindistan’da tepkilere neden oldu.

    BBC’nin haberine göre, 32 yaşındaki mühendis Kuchibhotla için Haydarabad kentinde cenaze töreni yapıldı.

    Cenaze törenine katılanlar, ‘Kahrolsun ırkçılık’, ‘Kahrolsun Trump’, ‘Nefret suçunu kınıyoruz’ yazılı pankartlar taşıdı.

    Kuchibhotla’nın annesi, cenazede yaptığı konuşmada, diğer çocuklarının ABD’ye geri dönmesine izin vermeyeceğini belirtti.

    Çocukları yurt dışına gitmeye hazırlanan, ya da halihazırda yurt dışında olan aileler de, Kuchibhotla’nın annesiyle aynı fikirde olduklarını söyledi.

    Yurt dışına çıkmak isteyenlerin vize başvurusunda bulunmadan önce pasaportlarını götürerek dua ettiği Chilkur Balaji (Vize) Tapınağı’nın baş rahibi CS Rangarajan, ABD’de Donald Trump’ın başkan seçilmesinden bu yana tapınağı ziyaret edenlerin sayısında düşüş yaşandığını vurguladı.

    Tapınağa gelip dua edenlerin sayısının ise arttığına işaret eden Rangarajan, ‘Artık ABD’de çalışan çocuklarımızın güvenliği için dua ediyoruz. Trump’ın, Hindistan vatandaşlarına karşı düşüncelerinin değişmesi için de dua ediyoruz. Bizim çocuklarımız, kalifiye işçi. Onların Amerikan halkına hiçbir bir borcu yok.’ dedi.

    Trump’ın, kalifiye işçilerin ülkeye girmesine sınırlandırma getiren planına da değinen Rangarajan, bu durumun ülkedeki bilişim teknolojileri endüstrisine ciddi darbe vuracağını ifade etti.

    Yurt dışına iltica başvurusunda bulunan Hintlerin %70’ini bilişim teknolojileri uzmanları oluşturuyor.

    Kuchibhotla, Kansas’taki bir barda uğradığı silahlı saldırıda yaşamını yitirmişti. Görgü tanıkları, 51 yaşındaki Adam W. Purinton’ın bardaki Hindistan vatandaşlarına ‘Ülkemden defolun’ diye bağırdıktan sonra ateş açtığını söylemişti. Saldırıda Alok Madasani ile zanlıyı durdurmaya çalışan Ian Grillot yaralanmıştı.

    Beyaz Saray sözcü yardımcısı Sarah Sanders yaptığı açıklamada saldırıyı ‘ırkçı ve dini motifli’ olarak niteleyerek bu tür eylemlere ABD’de yer olmadığını söylemişti.

    Federal Soruşturma Bürosu (FBI) da saldırının ‘nefret suçu’ kapsamında soruşturulacağını açıklamıştı.

    ‘Kapitalizm’in emri:
    Hem Hindistan gibi ülkelerin ucuz işgücünü sömürmek için 40 takla at,
    Hem ABD’ye kabul ettiğin bu ucuz ve eğitimli insanları, sırf ABD vatandaşları istihdama katılamıyor diye ‘ötekileştir’.
    En sonunda, Purinton gibi kuklaların elini silaha götürüp ölüm saçmasına yol açan provokasyonlar yap…

    Hem suçlu, hem güçlü…

    Lay lay lomluk yapMAmak için, hiçkimse (solcu olan veya ‘solcu rolü’ oynayanlar da dahil), iktidar odaklarının üslubuyla hareket etmek zorunda değil, iktidar odaklarının ortaya attığı ‘hizaya getirici’ stratejilerle örtüşmek zorunda hiç değil.

    Sağ-popülist partiler, kara-sinekten yağ çıkarıp, bu yağı provokasyon malzemesi olarak kullanacak kadar kurnazsa, solcu olan ve solcu rolü oynamaya gayret edenler bu tür tuzaklara düşmeyip, ‘aptal yerine konmayı’ tercih edebilmelidir.

  15. etme bulma dünyası

    Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı-faşist nefret söyleminde bulunan S. Oğan’a D. Bahçeli yanlısı başka bir ırkçı-faşist MHP’li saldırmış.

  16. Artık dünyanın her tarafına yayılmış Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmelerini istemek, Osmanlı hanedanının Söğüt ve Domaniç’e, yahut Endülüs Emevileri’nin Mekke’ye geri dönmesinden bahsetmek gibi bir şeydir. Tarih nehrinin akış yönü tersine çevrilemez;

    “…Zaman içindeki X noktasında gözlenen olguların bazılarının daha sonraki bir Y noktasında ortadan kalktığının, buna karşılık X’te görülmeyen şeylerin Y’de belirdiğinin farkedilmesi, dinî yaradılış veya kavmî ruh teorileriyle destekli «gök kubbenin altında yeni bir şey yok» fikrinin değil, nicel birikimlerin nitelik değişikliklerini doğurduğu sıçramalı bir gelişme fikrinin güçlenmesiyle elele gider… «Altın çağ» tanımayan tarih nehrinin durmak bilmez akışı, bütün halkların askerî demokrasisinin böyle özelliklerinden geriye, «titreyip dönülecek» bir şey bırakmıyor…”
    (Halil Berktay, Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türklerin İktisadî ve Toplumsal Tarihi, Türkiye Tarihi 1 – Osmanlı Devletine Kadar Türkler)

  17. Toprak kimsenin babasının malı değildir (Çağlar Yiğit)

    Yok orası Türklerindi, burası Kürtlerindi, şurası Araplarındı mantalitesinden solculuk, sosyalistlik çıkmaz.

    Yok o tarla senin, bu bağ benim, o daire babamın, bu kaynımın demeyeceksiniz.

    Sosyalistseniz her tür ”mülkiyetçilikten” şiddetle uzak duracaksınız.

    Kapitalist sistemde elinden geldiğince ama sosyalist sistemde muhakkak ve muhakkak her yerde ve her şeyde (havlundan, diş fırçandan bahsetmiyorum) ortaklaşmaya, paylaşmaya çalışacaksınız.

    Düşünsenize,
    Bundan sadece 1000 sene önce Anadolu topraklarında Türkler yaşamıyordu.

    Bundan 2700 yıl önce Anadolu topraklarında Ermeni halkı diye bir halk da henüz yoktu, Traklarla Friglerin Urartularla, Arilerle ve bazı Kafkas topluluklarıyla karışması sonucu ortaya çıktılar.

    Bundan 130 yıl önce bugün Düzce, Adapazarı yöresinde yaşayan Çerkes ve Abhazların hiçbiri orada yaşamıyordu.

    Bundan 70-80 yıl önce İstanbul, İzmir gibi şehirlerde Kürtler yaşamıyordu.

    Bundan 500 yıl önce Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Avustralya kıtalarında hiçbir Avrupa kökenli halk yaşamıyordu.

    Bundan 1200 yıl kadar önce Slavlar (Hırvat, Boşnak, Makedon, Bulgar, Sırp, Sloven, Slovak ve Çekler) Orta ve Güney Avrupa’yı işgal ettiler.

    Bundan 1700 yıl önce Germenler Kuzeybatı Avrupa dan yola çıkıp Avrupa’nın ve hatta dünyanın her yerine yayıldılar.

    Bundan 1400 yıl önce Araplar Kuzey Afrika’yı büyük ölçüde Araplaştırdılar.

    Peki ne diyelim şimdi?

    Hepiniz geldiğiniz yere geri mi dönün diyelim?

    Tek tek çetelesini tutup ”Kim önce neredeydi?”, ”Kim kimin yerini işgal etti?”, ”O buradan değil”, ”Bu buraya sonradan geldi”, ”Burası onların”, ”Şurası bunların” mı diyelim?

    Oraya nereden gelmişlerdi ki?

    Bu soycu sorgulamayı, dinsel, inançsal, milliyetçi ve etnik kinciliği ve mülkiyetçiliği sürdürürsek zannediyorum Afrika’da savanlarda ilkel bir primat olarak sürüler halinde av yaptığımız dönemlere kadar gideriz.

    O zamanlarda da zaten hiçbir yer hiçbirimizin değildi.

    Gözümüzün alabildiği her yer ve her şey bütün canlılığa aitti kimsede yer ve mülkiyet kavgası vermiyordu, yaşayabileceği kadarını alıyor ve fazlası için mücadele dahi etmiyordu.

    Kendilerine ”solcu” diyen birçok liberal, ulusalcı ve gerici zevatın bugün ”modern” diye pazarladıkları bütün düşünce sistematikleri bireyciliği, bencilliği, her türden gericiliği, kimlikçiliği, milliyetçiliği ve mülkiyetçiliği malesef aşamamaktadır.

    İlkel komünal toplumdaki paylaşımcılığı, dayanışmacılığı, mülkiyetsizliği ve sınırsızlığı ”modern” bir zeminde savunup bu toplumsal ve ekolojik yapıyı yeniden inşa etmekten başka bir çıkış yolumuz yok.

    Bu ”modern” dünya ütopyasını savunacak tek güç sosyalistler inşa edecek tek düşünce sistematiği de sosyalizmdir!

    Yani ”Ya barbarlık ya sosyalizm” sözü öyle haybeye söylenmiş bir söz değildir.

    Sosyalizmin kıymetini bilin/bilelim.

    http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/toprak-kimsenin-babasinin-mali-degildir-caglar-yigit-haberi-99571

  18. Gün abi Nuri Bilge Ceylan filmlerini seyrediyor musun en beğendiğin filmi öğrenenilirmiyiz

  19. Gün abi Nuri Bilge Ceylan filmlerini seyrettindinmi hakkında ne düşünüyorsun

  20. suriyeli mültecilerle ilgili eleştiriler ağır olabilir ancak yabancı düşmanlığı veya ırkçılık sayılmaz. çünkü bu insanlar mülteci ise mülteci gibi muamele edilmeleri gerekir.

    sınırlar olmasın dünya vatandaşlığı falan tamam da… öyle bir dünya azgelişmiş ülkelerden daha gelişmiş ülkelere daha ilkel kültürlerden daha medeni kültürlere bir günde kitlesel göç dalgasıyla kurulmaz ve kurulmayacak.

    eğer suriyeliler doğuştan, genetik olarak veya tanrısal olarak ilkeldir, yoksuldur vs. dersem bu ırkçılık olur. somut sorunları tespit ederek gerçekçi eleştiriler getirilmesi gerekir.

    batılı solcular ve liberaller, yıllardır göçmenlikle ilgili her eleştiriyi tabu haline getirip ırkçılık suçlamalarıyla karşıladıkları için bu ülkelerde yabancı düşmanlığı artış gösteriyor biraz da… tabi tek sebep bu değil.

  21. 15 nolu yorumcu su gercekligi kaciriyor. gunumuzde dunyanin dortte ucunu olusturan yoksul ulke insanlari dunyanin dortte birini olusturan refah ulkelerine kacmaya ugrasiyor. Bu olgunun nedenini sorgulamayan her turlu slogan yuzeyseldir. Bunu anlamamak bu kadarmi zor?

  22. “Refah ülkeleri” ve “yoksul ülkeler” dediğiniz ülkeler hep mi böyleydiler? Ve hep mi böyle kalacaklar?

    Suriye ve Irak bir zamanlar medeniyetin beşiği iken Avrupa barbar Cermenlerin ülkesi değil miydi? (Ve bugün en yoksul kıta olan Afrika da insanlığın ortaya çıktığı yer değil miydi?)

    Şimdi tersine dönen bu durumun gelecekte tekrar böyle olmayacağının bir garantisi var mı?

    İbn Haldun gibi eski tarihçilerin medeniyetlerin çöküş nedenleri olarak gösterdiği birçok şey günümüzde bile geçerli değil midir mesela?

  23. Yukarıdakine devamla

    Türklerin 11. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya, oradan Balkanlara, Arapların 7. yüzyıldan itibaren batıda İspanya’dan doğuda İran’a kadar yayılmalarında (ve bu sayede bir medeniyet kurabilmelerinde) geldikleri toprakların (Asya bozkırları, Arap çölleri) “yoksulluğu” da rol oynamamış mıydı?

    Kimsenin ülkesi “yoksul” olmasaydı, her ülke kendine yeten “refah ülkesi” olsaydı bütün halklar oldukları yerde kalırlardı. Farklı kabile toplumları dünyaya yayılıp medeniyeti kuramazlardı. Dünyanın farklı yerlerinde birbirlerinden kopuk ve habersiz yaşarlardı.

  24. 19 nolu yorumcu olarak yenilgiyi kabul ediyorum . evet dunyanin yoksul ulkelerinin halklari ki dunya nufusunun dörtte ücünden fazladir. refah ulkelerine tasinmalidir. bu sorunu cozecektir. baska söz etmiycem:)

  25. „Es kommt nicht darauf an, den Menschen der Dritten Welt mehr zu geben, sondern ihnen weniger zu stehlen.“

    Jean Ziegler

  26. Özgür Mumcu

    Maddi yönden güçlü olan şirketlerin C.E.O.’ları ve diğer üst-yönetim mensupları, mülteci akımlarının artmasıyla, kendi gelecekleri için nasıl önlemler alıyorlar?

    Reddit‘in C.E.O.’su Steve Huffman‘ın göz lazer ameliyatı yaptırarak gözlüklerinden kurtulmasının normal şartlar altında fazla bir haber değeri olmaması beklenir. Oysa The New Yorker‘da yayımlanan uzun bir analiz, bu haberle başlıyor. Huffman, lens ve gözlük takmaktan sıkıldığı için ameliyat olmamış. Dünyanın başına gelecek bir felakete hazırlıklı olmak niyetindeymiş. Evine bolca cephane ve yemek de stoklamış.

    ABD-California-San Francisco’da kurulmuş, dünyanın teknoloji merkezi olarak bilinen ‘Silikon Vadisi’nin bu genç girişimci patronunun, teknoloji dünyasının lider girişimcilerinde rastlanan bir tür tuhaflıktan mustarip olduğunu düşünerek bahsi geçen lazer ameliyatı haberini görmezden gelebilirdik. Oysa, dünyanın sonu, ya da büyük bir felaket ihtimaline karşı tedbir alan bir tek Huffman değil.

    Özellikle Silikon Vadisi’nin önemli isimleri bu meseleye bir hayli kafa yoruyor!

    Mesela Facebook‘un eski bir yöneticisi, Pasifik’te bir adada 5 dönüm arazi satın almış. Dünya ticaret mekanizmaları ve kendi mali durumu dara düştüğünde oraya yerleşmeyi planlıyormuş. Satın aldığı adanın yakınlarında yerleşim birimleri olmasından da mutlu. Bir kriz anında tek başına yaşanmayacağına, bir milis gücü oluşturulması gerektiğine inanıyor bu yönetici.

    Bir başkası, Yahoo‘nun eski yöneticilerinden. Silahlara da çok güvenmiyor. Herhalde taş devrine döneceğimizden endişeli olsa gerek, okçuluk dersleri alıyormuş.

    The New Yorker‘ın incelemesi yukarıdaki gibi pek çok örnekle dolu. Burada da kalmamış hazırlıklar. ABD’nin hali-vakti yerinde olan kesimleri için Yeni Zelanda‘da arsa ve ev almak, felaket gününe hazırlık anlamına geliyormuş. Trump’ın başkan seçilmesinin ardından, Yeni Zelanda’ya yönelik gayrimenkul talebi 17 kat artmış.

    Trump’ın bizzat kendi seçmenleri de hallerinden memnun değil. ABD ordusunun eski bir nükleer füze deposunu satın alan Trump seçmeni bir işadamı, depoyu 25 aile için bir hayatta kalma alanına dönüştürmüş. Dış dünyayla temasın kesilmesi halinde 5 sene boyunca kendi kendine yetebilecek şekilde tasarlanmış bu mekânda, bütün evler çoktan satılmış. Daha çok ev barındıracak başka bir eski nükleer silah deposunda da inşaat çoktan başlamış.

    ABD’de zengin masalarında en çok gündeme gelen konulardan biri bu hini hacette nasıl ve nereye kaçılacağıymış. Tabii, ‘hadi pilot bizi güvenli sığınağımıza uçurdu, pilotun ailesi ne olacak?’ sorusuna ise henüz bir yanıt bulunamamış.

    Gelişmemiş devletlerin karakteristik özelliği ‘eşitsizlik’, ABD toplumunda sert şekilde hissediliyor. Bütün bu ‘We are the 99% & Yüzde 99 Hareketi’ de bununla ilişkili.

    Ancak, eşitsizliğe karşı yıllardır biriken bu öfke, memleketlerine başkan olarak sosyalist tandanslı Bernie Sanders‘ı değil, ülkenin en zenginlerinden Donald Trump’ı ve çevresindeki eski finansçılarla askerleri getirdi. Batı’da öfkeyle kalkanın zararla oturduğu bir dönem yaşanıyor.

    Teknolojik gelişmeye mesih-vari anlamlar yükleniyor, yapay zekâ ve insanın birleşmesinden neredeyse tasavvufi terimlerle bahsediliyor. Öte yandan da, dünyanın sonunu yaklaştıracak büyük felaketleri kapıda gören çok.

    Ütopyayla – distopyanın böylesine kol kola gittiği dönemler ilginç zamanlardır. ’19. yüzyıl sonu’, ‘iki dünya savaşı arası’ ve ‘Soğuk Savaş’ın en tedirgin vakitlerini hatırlatan bir ruh hali şu an bütün dünyayı sardı.

    Statüko dağıldığında, insanlık, hayatına anlam aramaya başlar. Dini ya da ideolojik inanç boşluğunun damgasını vurduğu bu arayışın, basit otoriter yönetimlerle tamamlanması da maalesef insanlığın çok sık düştüğü bir tuzak.

    Post-kapitalizm (Kapitalizm sonrası) tartışmalarına ve teknolojik gelişmenin etkilerine hâkim, baş hedefi toplumsal eşitsizlik olan çoğulcu demokratik bir siyaset tek çıkış yolu. Buna, ‘yeni halkçılık’ demenin de bir sakıncası yok. Geleceğimizi düşünmek için geç bile kaldık.

    Özgür Mumcu
    4 Mart 2017
    Cumhuriyet Gazetesi

  27. “dunyanin yoksul ulkelerinin halklari ki dunya nufusunun dörtte ücünden fazladir. refah ulkelerine tasinmalidir.”

    “ABD dünya kaynaklarının şu kadarını tüketirken dünya nüfusunun sadece şu kadarını oluşturuyor” gibi bir cümleye eminim rastlamışsınızdır.
    Demek ki sorun sadece nüfus veya gelişmiş ülkelere yerleşip yerleşmemek değil.

  28. 19. ve 23. ve yukarida numaralarina bakmaya usendigim yorumlari olan ben, yorumlarima yapilan atiflar sonucu Bilal e anlatir gibi anlatma ihtiyaci hissetmeye basladim. Sayfanin bu yorumcularininda sol tandansli oldugunu dusunuyor, ama sola bunu reva gormedigimden dolayi Bilal e anlatir gibi anlatmiyorum. memlekette ciddi zeka sorunu var.

  29. Yeni halkcilik kavaramini oldukca liberal ortaya koymus ozgur mumcu, yeni halkcilik Che den beri latin Amerika solculugunda daha diri olarak var zaten . Daha yaratici ve net ustelik.

  30. amerikan bayragininin her vesileyle yakilmasindan yanayim. amerikalilarinda cok aldirdigi yok zaten. ama bu gunlerde bayraklar cok pratik yasamsal oneme haizler, mesela devrim yapiyorsun, devrimi korumak icin amerikan bayragi cekiyosun, olmadi rus bayragi cekiyosun oda olmadi suriye bayragi cekiyosun, karsisina turk bayragi cekiliyor millet cosuyor, kurt bayragi cekiliyor millet kiziyor. bayrak dedigin onemli bise:)

  31. Kemal in en sevdigim sözleri canakkale de anzak askerlerinin mezarlarinda yazili olandir (eger gercekten o yazdiysa) takipcileri oldugunu iddia edenlerden daha az sovenmis gibi gozukur burada.

  32. AKP muhaliflerinin ne kadarı sadece AKP’ye değil bir bütün olarak sisteme (merkeziyetçi, üniter ulus-devlet yapısına) karşı?

    Örneğin ulusun ve devletin adının, bayrağının bir etnisite ve dinle ilgisi olmamasını (Amerika ya da Sovyetler gibi, örneğin Anadolu gibi bir ismi, etnik ve dini simgeler taşımayan bir bayrağı) kimler savunuyor?

    Eğitimde, bürokraside, orduda ciddi reformları savunan (örneğin zorunlu askerliğin kaldırılması, okullardan Türklük, Sünni İslam ve Kemalizm gibi aidiyetleri dayatan zorunlu derslerin kaldırılması, anadilde eğitim, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi gibi) kimler var?

  33. [Önceki yorumumda bahsettiğim etnik anlamı olmayan ülke isimlerine daha iyi bilinen örnekleri de ekleyebiliriz; Suriye, Irak, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus, Fas/Mağrib, Umman, Yemen, hatta İran (Farslar dışındaki İranlıları da kapsar) gibi. Fakat bu ülkelerin bazılarının rejimlerinin yapısı, adlarındaki Arap ve İslam Cumhuriyeti ifadeleri, bayraklarında İslam, Şii (İran) ve Harici (Umman) inançlarına ait simgeler onların da çok farklı olmadığını gösteriyor.]

  34. FİLLER ve CİVCİVLER

    Bu sayfada yazılan yorumlardan anlıyoruz ki…

    Jean-Paul Sartre’ın meşhur sözü, ‘Cehennem, diğer insanlardır.’, ‘Cehennem, başkalarıdır.’ veya ‘Başkaları, cehennemdir.’ ne kadar da önemli bir uyarı işaretiymiş…

    (Sartre’ın ‘Huis clos’ adlı oyununda geçer bu söz
    L’enfer c’est les autres
    1944
    ***
    Türkçe’ye ‘Gizli Oturum’ ve ‘Çıkış Yok’ olarak çevrilmiş
    http://bit.ly/2mrZhuY )

    Filler tepişirken, civcivlerin canhıraş ciyaklamalarına kafayı takmak, fillere karşı mücadele etmek gerekirken, civcivlerin ‘mültecilik hâllerini’ eleştirmek daha kolayımıza geliyor, yazık. Problemin kaynağı ABD-Rusya yörüngesinde cereyan eden savaş ve katliamlarken, sırf bu iki filin tepişmesi olan ölüm oyunundan canını kurtarmak için ülkelerini terk etmeye mecbur bırakılan insanların hâllerini problemin kaynağı olarak görmek, Sartre’ı yeniden hatırlatıyor hepimize.

    Sırf bir adada ikamet (Kınalıada) ediyor diye, bir kişiyi (veya pek çoklarını), ‘sizin oralarda mülteci sayısı az olduğundan pek bilmezsiniz neler yaptıklarını, bir de gelin bizim buralarda sosyolojik dokuyu değiştirecek kadar çoğalan mültecilerin yaşadığı semtleri görün bakalım… Uzaktan bakıp tespitler yazmak kolay tabi…’ minvalinde kınamaya teşne, ‘Başkaları, cehennemdir’ sözünü yeniden hatırlatıyor bize bu sayfada yazılan yorumlar. Sanki Kınalıada’da (ya da hiç ‘mültecisi’ olmayan coğrafyalarda) yaşayanlar, hem adanın etrafına, hem evlerinin etrafına yüksek yüksek duvarlar örmüş de, mültecilerin girmesine izin vermiyorlarmış, gibi bir algıyla yazıyorsunuz…

    ‘bu insanlar mülteci ise mülteci gibi muamele edilmeleri gerekir’ Ne kadar muğlak bir ifade. Nasihat vermek ilk amacımız olmuş, yazık. ‘Eğer ABD’ye ayak bastıysan, hemen İngilizce konuş, yoksa defol!’a kadar gider bu muğlak ifade.

    ‘gunumuzde dunyanin dortte ucunu olusturan yoksul ulke insanlari dunyanin dortte birini olusturan refah ulkelerine kacmaya ugrasiyor’ İki filin tepişmesi yüzünden, Suriye ve Irak’tan milyonlarca insan, niçin kendi kültürel müktesebatıyla uyumlu Suudi Arabistan, Katar, İran gibi ülkelere göç etmeyi istemiyorlar da, Almanya, Kanada, ABD gibi ülkelere göç etmeyi istiyorlar?

    İlk sebep ‘kapitalizm’,
    Bir başka sebep ‘açık-renk tenli ve dekolte günlük kıyafetlerle yaşayan ‘batı’lı kadınları dikizlemek’,
    Bir başka sebep de ‘hiçbir dinî ve kültürel baskı hissetmeden rahat rahat masturbasyon yapmak’ mı?

    Kahverengi tenli, ter kokan, kaşık-çatal-bıçak kullanmayı bir Fransız kadar beceremeyen insanları ‘istememek için’, provokasyon malzemesi bol. Bir manastırdaki rahibeleri hamile bıraktığı iddia edilen bir mülteci grubunun haberini TV’den, gazeteden, radyodan ve elbette internetten anons etmek, yabancı düşmanlığını körüklemek için, maliyeti düşük, ‘gayet kapitalistçe’ bir taktik. Daha sonra bu haberin ‘yalan’ olduğu ilan edilse bile, bir kez insanların aklına şüphe düşürmek yetiyor, amaç sağlanmış oluyor…

    https://teyit.org/italyada-gocmenlerin-kaldigi-manastirda-9-rahibenin-hamile-kaldigi-iddiasi/

    İtalya’da göçmenlerin kaldığı manastırda 9 rahibenin hamile kaldığı iddiası

    ‘Sputnik Türkiye’, ‘Sözcü’, ‘IMP News’, ‘Yurt’, ‘Akşam’, ‘Milliyet’, ‘Hürriyet’ gibi bazı haber sitelerinde yer alan haberlerde, beş Afrikalı göçmeni misafir eden İtalya’nın Milano kentindeki bir manastırda dokuz rahibenin hamile kaldığı iddia edildi.

    = = = = =

    ‘Giornale Italiano’ gazetesine dayandırılan haberlerde, manastırdaki düzenden sorumlu başrahibenin manastırda olmamasından istifade eden genç rahibelerin, geceleri göçmenlerle birlikte geçirdiği ifade edilerek şöyle denildi:

    Gazeteye konuşan rahibeler, göçmenlerle ilişkiye girmediklerini iddia ediyor: ‘Kötü bir şey yapmadık. Onların sevgi ve teselliye ihtiyacı vardı. Meryem de bakireyken hamile kaldı ve başrahibe de bizim gibi onun suçsuzluğuna inanıyor. Bizlere böyle bir mucize lütfedildi, bunun başka açıklaması yok. Bunun için Tanrı’ya şükrediyoruz.’

    Ancak, göçmenlerden birinin gazeteye yaptığı açıklamada, olayın rahibelerin anlattığı şekilden farklı geliştiği anlaşılıyor: ‘Rahibelerle çok eğlendik ve tüm tanıdıklarımıza bu yeri tavsiye edeceğiz. Rahibelere teşekkürler, İtalya’ya teşekkürler.’

    Başrahibe, göçmenlerle ilişkiye giren rahibelerden istifa etmelerini talep etti.

    = = = = =

    Haberin dayandırıldığı ‘Giornale Italiano’ gazetesi, gerçek olmayan haberler üreten parodi bir haber sitesi. Dokuz rahibenin hamile kaldığı haberi ‘Giornale Italiano’ web sitesinde ilk olarak 20 Ocak 2017 tarihinde yayınlanmış. Habere dair güvenilir başka bir kaynakta bilgi bulmak mümkün değil.

    Sitenin ‘Informazioni’ (Bilgi) bölümünde, sitenin, gerçek bir gazete olmadığı, güncel olarak haber ürettiği ancak bu haberlerde eğlence için yanlış bilgiler yer alabileceği belirtiliyor.

    (‘teyit.org’, 2 Şubat 2017)

    İsterseniz Gün Zileli’ye de sorabilirsiniz, kendisi niçin yıllarca, kapitalizmin anavatanı İngiltere’de mülteci olarak yaşamış da, SSCB’de, Küba’da, Çin’de veya Vietnam’da yaşamayı seçmemiş? Her ne kadar bu dört ülkenin kültürel dokular bakımından olmasa da, siyasi müktesebat bakımından uyumluluğu vardı Zileli’yle. ‘Emperyalist, kolonyalist ve kapitalist İngiltere’de mülteci olarak yaşamışsın yıllarca, seni gidi dönek seni!’ diye dalga mı geçeceğiz Zileli’yle (ve onun gibi tercih yapmışlarla)?

    ‘Kapitalizm’e karşı, gittikçe artan oranda, mücadele etmemiz gerekiyor, doğru.

    ‘Kapitalizm’ tarafından, kemiklerimizde bir damla ilik kalmayana kadar sömürülüyoruz, bu da doğru.

    Ama bütün bu ‘kapitalizme karşı mücadele azmi’, asla ama asla, fillerin tepişmesi neticesinde ülkelerini terk etmeye mecbur bırakılan insanların yine kapitalizmin ağa-ana ve ağa-baba ülkelerine yönelmesi zemininde, o insanları ‘kınayarak’ değil, kapitalist fillerin bizzat üzerinde biriktirilmelidir.

    Civcivleri suçlamak yerine, o civcivleri tavuk hâline getirerek, yumurtalarını ihraç edip milyarlarca dolar kazanan kapitalist fillere karşı mücadele etmeliyiz.

    Birbirimizi suçlamaya daha devam mı edeceğiz? Yoksa, kapitalizme karşı daha kuvvetli mücadele etmeye mi başlayacağız? Zira, çoğumuz civciviz…

    Şu mültecilik konusunda kafasında soru işaretleri ve ‘şüpheleri’ çok olanlar varsa, lay lay lom solculuğa meyletmeden yazılmış şu dört mühim kitabı okumalarını hararetle öneririm:

    Kitap: Ne Nedir: Valentino Achak Deng’in Otobiyografisi
    Yazan: Dave Eggers
    Çeviren: Algan Sezgintüredi
    Yayınevi: Siren Yayınları
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/ne-nedir/242122.html )

    Kitap: Aram Derler Adıma
    Yazan: William Saroyan
    Çevirenler: İrma Dolanoğlu Çimen & Ohannes Kılıçdağı
    Yayınevi: Aras Yayıncılık
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/aram-derler-adima/415991.html )

    Kitap: Ödlekler Cesurdur
    Yazan: William Saroyan
    Çeviren: Ohannes Kılıçdağı
    Yayınevi: Aras Yayıncılık
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/odlekler-cesurdur/31505.html )

    Kitap: İnsanlık Komedisi
    Yazan: William Saroyan
    Çeviren: Beril Eyüboğlu
    Yayınevi: Aras Yayıncılık
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/insanlik-komedisi/400611.html )

    (Not: Yukarıda adı geçen bütün hayvan isimleri metaforik olarak kullanılmıştır. Hayvanseverlik konusunda aşırı hassas olanlar varsa, boş yere üzülmesin.)

  35. Bir benzerlik

    Türkiye’nin bugünkü durumu ile Bizans’ın 7. yüzyıl başındaki durumu arasındaki benzerlik dikkatinizi çekti mi?

    Bir yanda bugünün Türkiyesindekine benzer etnik, dini, mezhebi iç çatışmalar:
    Bizans ile onun Ortodokslaştırma ve Rumlaştırma politikalarına direnen Mısırlılar (Kopt), Süryaniler (Nasturi), Ermeniler (Gregoryen) ve Yahudiler arasındaki çatışmalar.

    Diğer yanda, bugün Suriye ve Irak’taki duruma benzeyen, uzun süren, tüketici Bizans-İran savaşları.
    Bölgede İran yayılmacılığı ile -savaş olmamakla birlikte- tekrar karşı karşıya gelinmesi.

    Ve kısmen de olsa benzeyen bir diğeri:
    Yine o yıllarda güneyden gelen Arap (İslam) fetihleri ile Suriyeli ve Iraklı sığınmacılar.

  36. Enver Paşa

    Enver Paşa modern Türk milliyetçi projesinin kurucu figürüdür. O projenin içinde milletin “Türk” diye tanımlanması vardır. Bin yıllık İslami hamasetin “modernlik” cilasıyla cilanlanması vardır.

    “Enver Paşa ne yapsa beceremedi” klişesi çoluk çocuğun beynine iyice yerleşti, düzeltmek artık zor. Gene de sorgulamadan durmamak lazım. Belki bir iki kişinin kafasına ufak da olsa bir soru tohumu eker. Ya da memlekette hala biraz tarih bilen bir avuç insanın yüreğini bir tık soğutur, saç baş yolmaktan kelleşen kafalarında iki kıl kurtarır.

    Enver Paşa modern Türk milliyetçi projesinin kurucu figürüdür. O projenin içinde milletin “Türk” diye tanımlanması vardır. Bin yıllık İslami hamasetin “modernlik” cilasıyla cilanlanması vardır. Gayrimüslim nüfusun yok edilmesi vardır. İngiliz düşmanlığı vardır, ki sonradan Amerikan düşmanlığına evrilmiştir. Harf devrimi ve dil devrimi vardır. Anadolu’da yer adlarının değiştirilmesi vardır. Köhnemiş Osmanlı hanedanının tasfiyesi fakat kurucu ideolojisinin (“Viyana kapılarına dayanan ecdadınız …”) korunması vardır. “Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” vardır. O anlayışın getirdiği gözüpek pragmatizm vardır. Projenin teorik sözcüsü Ziya Gökalp’tir. Ama kurucu ve yönlendirici irade Enver’dir.

    Halefi oportünisttir. Fırsatçı yani. Enver’in boşaltmak zorunda kaldığı alana yerleşmiş; işine geldiği ölçüde onun fikir ve projelerine sahip çıkmış.

    Memleketin kaderine yüz yıl boyunca damgasını vurmuş birine her şey söylenebilir de, “beceriksiz” demek haksızlık olur sanırım.

    Evet, girdiği savaşı kaybetti; kişisel kariyeri trajediyle sonlandı. Ama kişiliğinde yer yer absürtlük sınırına varsa da romantik bir kahramanlık boyutu olduğunu inkâr edemeyiz. 1908’de Resneli Niyazi ile birlikte dağa çıkıp, kendisini yakalamak için seferber olan Osmanlı ordusuna kırk küsur gün meydan okuması “becerisizlik” midir? 1913’te bir avuç adamıyla Babıali’de hükümeti basıp iktidarı ele geçirmesi “becerisizlik” midir? Tacikistan dağlarında elde kılıç, arkasında yirmi tane çapulcuyla Sovyetler Birliği’ne savaş açması komedi midir, yoksa Homerik bir destan mıdır, ben karar veremiyorum şahsen. O dağlarda son nefesini verdiği günlere dek kendine Türkistan Emiri unvanı vermiş, Afganistan kralına, Buhara beylerine emirnameler göndermiş. İlk bakışta gülünç diyorsun. Sonra Cengiz’le Timur’u, hatta İskender’i hatırlayınca o kadar emin olamıyorsun. Büyük risk almadan büyük adam olunur mu?

    Ülkeyi Birinci Dünya Savaşına sokmakla suçlanıyor. Peki, başka seçeneği var mıydı sahiden? Kumardı evet. Ama savaş dışı kalma ihtimali var mıydı? Türkiye’nin sipariş ettiği iki dretnota İngilizlerin el koymasından sonra İngilizlerle uzlaşma imkânı kalmış mıydı? O açıdan bakınca Göben ve Breslau hadisesi dahiyane bir taktik hamle olarak görünüyor.

    Sarıkamış’ta yüz bin askeri telef ettiği söyleniyor, ki gerçeği 40.000 kadar ölü ve bir o kadar esir ile bir miktar asker kaçağıdır. İyi de Kars taarruzu Alman büyük stratejisinin hayati ögelerinden biriydi; Türkiye’nin “hayır” deme şansı yoktu. Amaç Rus ordularının bir kısmını Kafkas cephesinde çekip Doğu Avrupa cephesini rahatlatmak olduğuna göre, sonuçta harekâtın pekala başarılı olduğu da söylenebilir. O operasyonda Enver’e ait olan fikir, askeri Allahüekber Dağından aşırıp Sarıkamış’ı arkadan vurmaktı. Çılgın bir riskti ve hezimetle sonuçlandı. Ama ya başarılı olsaydı? Sanırım bugün bir askeri dehadan söz ediyor olurduk.

    İsmet İnönü’nün hayatının son demlerinde Abdi İpekçi ile yaptığı röportaj dizisini okuyun bence. Cumhuriyet tarihinin ilginç belgelerinden biridir. Bir yerinde İnönü yanlış hatırlamıyorsam “Atatürk bir stratejist değildi” der. İpekçi “kimdi stratejist” diye sorar. İnönü “Enver Paşaydı” cevabını verir, sonra iki eleştirel cümleyle cevabın şokunu yumuşatmaya çalışır.

    Enver’in gerçek bir günahı varsa tabii Ermeni soykırımındaki rolüdür. Ama sonradan Enver’i silmeye çalışanlar bunu itiraf etmekten aciz oldukları için, geçmişi unutturmaktan ve karikatürize etmekten başka çare bulamadılar.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/enver-pasa.html

  37. Yukarıda yazısını paylaştığım Nişanyan’ın sitesinde güzel bir yorum var, şu yorumun altında;

    “türk eğitim sistemi denen garabette torna tesviyeden geçen beyinlerde sağduyu, solduyu, adı her ne haltsa, olumlu hiçbirşey kalmadığı, cahil denen kitlenin beyin yıkama sürecinden kurtulmuş olma avantajıyla, toplumsal hafıza ve bilinçaltı birikimiyle, eğitimlilere nazaran, katbekat daha doğru siyasi kararlar verdiğiyle ilgili bir tespitte bulunmaktı muradım…”

    “Doğru siyasî kararlar”

    Bari “bana göre doğru siyasî kararlar” diyebilecek kadar ahlaklı olun.

    Kendi doğrunuzu herkese utanmadan dayatmayın diyeceğim ama zaten sorun utanma duygunuzun olmamasından kaynaklanıyor.

    Çoğunluğun Türkiye’deki gibi karar vermediği ülkelerde de zaten siz İslamcıların söylemi “toplum, Müslüman duruşunu kaybetti” oluyor.

    İslam dininin en iyi avantajı da her şeyi kendisine göre yontmak için mükemmel bir toolset sunması sanırım.

    Zaten bu sebepten ötürü İslam dininin nüfusun hatırı sayılır bir çoğunluğunca kabul edildiği ülkelerde bir “toplum” oluşmuyor.

    Yalnızca kendi toplum modelini ve inancını “kabul edilebilecek tek yapı” olarak gören ve “gücümüz bunu değiştirmeye yetmediği sürece dişimizi sıkmalı ancak gücümüz yeter yetmez toplumu kendi dinimizin öngördüğü vizyona göre tornadan geçirmeliyiz” anlayışına dayanan bir kafa yapısı ile “toplum” meydana getirmek mümkün değil. Ancak bir cemaatler topluluğu olunabilir ki, zaten Türkiye’de ve diğer nüfusunda önemli Müslüman sayılar barındıran ülkelerde yaşanan durum da bu.

  38. Memleket neden rahatsız? Burjuvazinin iç savaşında çelişki ve olasılıkların analizi
    Gerçek
    Mart 6, 2017

    Hürriyet’te Hande Fırat’ın kaleme aldığı ve “karargâh rahatsız” başlığı ile yayınlanan yazı Türkiye’de burjuvazinin saflarındaki fay hatlarının ne kadar aktif olduğunu bir kez daha gösterdi. Yaşanan ufak çaplı depremin sonunda Hürriyet gazetesi düşük perdeden “maksadını aşan bir başlık olmuştur” açıklaması yapıp genel yayın yönetmeni Sedat Ergin’i görevden aldı. Yazı yazıldığı sıralarda ise Hande Fırat’ın istifa ettiği haberleri basına yansıdı. Bu süre içinde Hulusi Akar ise ardı ardına önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı ile birer görüşme yaptı. Bu görüşmelerde ne konuşulduğu henüz net olarak dışarı yansımış değil. Görüntüde tüm bu sarsıntının ihalesi Doğan Grubu’na ve Hürriyet gazetesine çıkarılmış görünüyor.

    Numan Kurtulmuş’un “yanlış anlaşıldı” ifadesini kullanarak yaptığı teskin edici açıklamaya rağmen Erdoğan, ısrarla darbecilik iması ve terbiyesizlik suçlamasıyla Hürriyet’e yüklendi. Hürriyet ise haberin bizzat Genelkurmay tarafından yaptırıldığını söyleyerek kendini savundu. TSK’dan yapılan bir resmi açıklama da bu savunmayı doğruluyor. Resmi açıklamada “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Genelkurmay Başkanı’nın şahsına yönelik eleştiri kisvesi altında iftiraya varan iddialar ile ilgili bir basın mensubuna bilgilendirmede bulunulmuş ve bu hususlar 25 Şubat 2017 tarihinde yayımlanmıştır” şeklinde bilgi verildikten sonra bilgilendirmenin içeriği şu cümlelerle ifade ediliyor: “Yapılan değerlendirmenin içeriği, dikkat ve hassasiyetle düzenlenmiş, ‘Karargâh Rahatsız, Karargâh’ta Rahatsızlık, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Rahatsızlık vb.’ gibi ibareler söz konusu dahi olmamıştır. Sorulan sorulara özetle, ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç politika malzemesi haline getirilmemesi, şahsi işlerden uzak tutulması gerektiği’ ifade edilmiştir.”

    Yaşanan gelişmeleri basın mensuplarının habercilik yaparken gösterdiği bir özensizlikle, yanlış anlaşılmayla, maksadını aşmakla açıklamak gülünç olur. Hürriyet’in son haberiyle birlikte uç veren çelişki ve gerilimlerin doğru bir analizini yapmak, geleceğe yönelik siyasi öngörüler açısından son derece önemli bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.

    DİP’in ikili iktidar tespiti ve sürecin gelişmesi

    Bilindiği gibi partimiz darbe girişiminin ardından 31 Temmuz’da yayınladığı bildiride sürecin ayrıntılı bir analizini yapmış ve Yenikapı Mutabakatı olarak tarihe geçen sürecin sınıfsal özünü “borsa ve dolar mutabakatı” olarak belirlemiş, emperyalizmle ilişkisini NATO’culukla tanımlamış ve bu mutabakatın kırılgan bir yapıda olduğunu da erken bir aşamada görmüş, mutabakatın 15 Temmuz ardından oluşan özgün bir ikili iktidar yapısı üzerinden yükseldiğini tespit etmişti. Bildiri ikili iktidarın taraflarını şu şekilde ortaya koymuştu: “Bu ikili iktidarın bir kanadında Genelkurmay ve CHP Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte, diğer kanadında ise Erdoğan, AKP ve MHP yer alıyor.”

    Her ikili iktidar gibi bunun da sonsuza kadar süremeyeceği açıktır. Yine DİP Merkez Komitesi aynı bildiride Erdoğan’ın fırsat bulur bulmaz bu yönde hamleler yapacağını öngörmüştür: ” Milli mutabakatın Erdoğan ve AKP açısından anlamı, kendilerini çok zor durumda buldukları bu anda muhalefet ve ona yakın güçlerden ilave destek almaktır. Kimse ‘Erdoğan değişti’ hayaline kapılmasın! Aynen 7 Haziran sonrası dönemde olduğu gibi bir kez güçsüzlüğünü aştığında, AKP yönetimi yine saldırıya geçecektir.”

    Elbette ki bu hamlelerin ciddi gerilimlere yol açması kaçınılmazdır. Bu gerilimler zaman zaman görünür şekilde su yüzüne çıkmaktadır. Ordu içinden bilgi alma olanağının olmadığı koşullarda gerilimlerin muhtevası ve düzeyi ancak bunların görünür hale geldiği süreçlerin siyasi analiziyle tespit edilebilecektir. Partimiz bu tür tespitlerinin bir örneğini Bahçeli’nin Başkanlık rejimine yeşil ışık yakan açıklamasının ardından “Yeni bir darbe mi geliyor: bayram değil seyran değil Bahçeli Erdoğan’ı niye öptü?” başlıklı yazıda görebiliriz. Yine DİP, 4. Kongresi’nin kabul ettiği “Türkiye’de devrim öncesi durum ve görevlerimiz” başlıklı siyasi karar metninde de şu değerlendirmeler yapılmıştır: “Devlet Bahçeli, başkanlık tartışmalarını yeniden gündeme getirerek önce üstü kapalı şekilde sonra açıkça bir ikinci darbe olasılığına dikkat çekerek anayasa ihlali niteliğinde olan mevcut fiili durumun hukukileştirilmesini savunmuştur. İlk öncü sarsıntı Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyonlarla 10 Kasım arasında kendini göstermiştir. Bu dönemde yayınlanan CHP Parti Meclisi bildirisi ‘Saray ve AKP yöneticilerini’ terör örgütlerine yardım ve yataklık yapmakla, ülkenin bekasına yönelik tehdit oluşturmakla suçlayacak kadar ileri gitmiştir. Bu sertlikte bir muhalefetin, parlamenter nitelikte olmadığı açıktır. Nitekim aynı döneme denk gelecek şekilde TSK’nın resmi sitesinden halkı 10 Kasım günü Anıtkabir’e çağırması siyasi gerilimin hızla askeri biçimler alabileceğine yönelik ciddi bir işaret olarak görülmelidir. 10 Kasım günü halkla yapılacak etkinlik ertelenmiş ve kuvvet komutanları Şırnak’ta askeri teftiş faaliyetine gitmişse de bu süreçte neler yaşandığı hâlâ açıklanmaya muhtaçtır.”

    Sembolik olaylar sadece buzdağının görünen kısmı

    Bu değerlendirmeler ışığında geriye bakıp adım adım bugüne geldiğimizde şunları görüyoruz: 15 Temmuz’un ardından ilk etapta Erdoğan ve AKP’nin TSK’dan yeni bir darbe hamlesi beklediğini ve buna kışlaların önüne iş makineleri çekerek politik bir baskı kurma yoluyla set çekmeye çalıştığını biliyoruz. Yenikapı Mitingi’nde Hulusi Akar’ın kürsüye çıkmasıyla birlikte, gerilimlerin sürmesine rağmen ilişkilerin kontrollü şekilde yönetilmeye çalışıldığı bir sürece geçildiği görülmektedir. Ancak bu ne kolay ne de tam anlamıyla mümkün olmuştur. Mesela çok geçmeden Bahçeli’nin başkanlık hamlesi açıkça bir darbe girişimi olasılığına karşı formüle edilmiştir.

    Çelişkiler o kadar yoğundur ki görünüşte ufak sayılabilecek sembolik adımlar bir anda önü alınamaz depremleri tetikleme potansiyeli göstermektedir. Bu anlamda 10 Kasım krizini yaratan sürecin fitilini ateşleyen 29 Ekim’den hemen iki gün önce Resmi Gazete’de yayınlanan bir yönetmelik değişikliği ile garnizon komutanlarının tören ve kutlama protokollerinden çıkarılması olduğu görülmektedir. Bu gerilimin kaynağının salt protokole ilişkin olduğu düşünülmemelidir. 29 Ekim ve 10 Kasım törenleri üst rütbeli subayların alışık olmadıkları şekilde astsubaylar tarafından arama ve kimlik kontrollerine tabi tutulduğu bir ortamda geçmiştir. Bu görüntülerin subay kastında büyük tepki yarattığı ve bir aşağılama örneği olarak görüldüğü bilinmektedir. 10 Kasım krizinin çözülmesinde Erdoğan ve Hulusi Akar’ın o gün yaptığı görüşmenin etkili olduğu bu konuda geri adım sözü verildiği düşünülmektedir. Nitekim 10 Kasım krizinin çözümünün ardından 25 Kasım’da Resmi Gazete’de yayınlanan bir kararla söz konusu düzenleme iptal edildi ve törenlerde eski sisteme dönüldü. Tabii ki ne gerilim yatıştı ne de sorunlar çözüldü. Ancak biz de şu gerçeği açıkça görmüş olduk, sembolik olaylar derinde yatan çelişkileri tetikleyici ya da kısmen yatıştırıcı rol oynuyor ancak temelde hiçbir şeyi değiştirmiyor.

    Hürriyet vakasının analizi

    Bu açıdan bakıldığında son Hürriyet vakasında da aynı şeyi görmek mümkün. Dolayısıyla yaşananlara biraz daha yakından bakıp, sembolik olanla derinde yatanı, yüzeyde görünen çelişki ile merkezi önemde olanı ayırt edebilmek, tüm bunları yaparken de taraflar arasındaki çelişkilerin patlayıcı şekilde kendini ortaya koymasını engelleyen ya da geçici olarak yatıştıran mutabakatın temelinin ne olduğunu da doğru analiz edebilmek gerekiyor.

    Önce kesin olarak bilinen tek şey haberin doğrudan Genelkurmay tarafından yaptırıldığıdır. Haberin içeriğine bakıldığında ilk bakışta Genelkurmay’ın kendisine yönelik eleştirileri yanıtlama çabası içinde olduğu görünmektedir. Ancak sadece “görünmekte”dir. Haberin orijinal başlığının 7 eleştiriye 7 cevap olduğu söylenmektedir ki ana sayfadan verilen başlık da budur. Ne var ki haberde sadece 6 eleştiriye cevap verilmekte diğer maddede ise sadece açıklama yapılmaktadır. Bu madde TSK içinde türban serbestisi getirilmesine ilişkin olan birinci maddedir. Bu maddede söz konusu düzenlemenin TSK’nın bilgisi ve onayı olmadan yapıldığı açıklanmaktadır. Zaten söz konusu haberin can alıcı yeri de burasıdır. Aslında bu açıklamanın esas olarak birinci madde için yapıldığı söylenebilir ki Erdoğan cephesi bunu hemen süzmüş ve darbecilik suçlamasıyla derhal karşı atağa geçmiştir.

    Her ne kadar saldırılar karşısında savunma “biz sadece eleştirilere cevap verdik, TSK’nın siyasetin içine çekilmesine karşıyız” hattında oluşturulmuşsa da 10 Kasım krizinin bir tekrarının yaşandığı gayet açıktır. Haberde siyasi olarak açıkça hedef alınan partinin CHP ve kişilerin de CHP milletvekilleri olması haberin darbecilikle suçlanmasını engellememiştir. Eğer açıklama CHP’yi hedef alıyorsa buna neden en çok tepkiyi Erdoğan göstermiştir? Belli ki Erdoğan da CHP ile ilgili bölümlerin bu açıklamaya darbecilik suçlamasına karşı sigorta amaçlı olarak konduğunu düşünmektedir. Çünkü kuvvetle muhtemeldir ki Hulusi Akar sürekli artan biçimde TSK içindeki rahatsızlıkları Erdoğan’a aktarmakta ve TSK’dan gelen basınç karşısında zorlanmakta olduğunu belirtmektedir. Yine muhtemeldir ki Erdoğan da kendisine aktarılan baskı ve eleştirileri Hürriyet gazetesinde gördüğünde ve ilk madde olarak türban serbestisinin TSK’nın bilgisi dışında yapıldığının açıklandığını okuduğunda bunu bir küçük muhtıra olarak yorumlamıştır.

    Nitekim Devlet Bahçeli’nin son grup toplantısındaki yaklaşımı da bu doğrultudadır: “Elbette olması gerekeni, doğru olanı, Genelkurmay Başkanı’nın rahatsız olduğu konuları silsile yoluyla iktidara iletmesidir. Medya üzerinden mesaj vermek, eski manşetleri hatırlatmaktadır. TSK’nın doğrudan sorumlu olduğu bakan, başbakan ve cumhurbaşkanına hassasiyetlerini aktarması doğaldır, gereklidir. Farklı yerlere çekmek ise anlamsızdır. Genelkurmay Başkanı dün başbakan ve cumhurbaşkanı ile sırasıyla görüşmüştür. Genelkurmay Karargâhı’nın düşünce ve itirazlarını hükümet ile paylaşmadan bir gazeteye sızdırıp sızdırmadığıdır. Paylaşmışsa ve yanıt alamamışsa bir sorun var demektir. Paylaşmadan kamuoyu ile iletişime geçilmişse yine bir sorunun varlığına delalettir. Medya üzerinden başlatılan karalama kampanyası doğru mudur? TSK’nın başörtüsü yasağı kaldırılacaksa bununla ilgili Genelkurmay’ın niçin görüşü alınmaz?”

    “7” eleştiri

    TSK’da türban serbestisi ile başlamıştır kalan eleştirilerin başlıkları sırasıyla şunlardır: 2) Akit’e başsağlığı telefonu açılması; 3) Cumhurbaşkanı ile birlikte yapılan ziyaretler; 4) ABD’li Generalin ayağına gitti; 5) Çuvalcı komutanın madalya takması; 6) Kardak’a gezi kararlılık mesajı; 7) Darbeci Dişli ile ortak villa iddiası…

    Bu başlıkların her biri daha önce basında tartışma konusu edilmiş konular. Ancak söz konusu başlıkların konusu açısından bir sadeleşmeye gidildiğinde eleştirilerin iki ana başlıkta toplanması mümkündür: Erdoğan’a fazla angaje olmak ve liyakat sahibi olmamak. Bunlar belli ki esas olarak basından ya da ana muhalefet partisinden değil bizzat ordunun içinden Hulusi Akar’a yöneltilen eleştirilerdir. Hulusi Akar bu eleştirilere birinci türban maddesi olmadan kalan 6 madde ile cevap verse Erdoğan’dan tepki almayacak ancak bu açıklamanın ordu içindeki rahatsızlığa hiçbir tesiri olmayacaktı.

    Hulusi Akar, Hürriyet haberi ile ordunun içine mesaj vermiştir. Orduya hâlâ kırmızı çizgileri koruduklarını, en azından bu çizgilerin aşılmasında işbirliği yapmadıklarını göstermek istemiştir. Ancak bu haberde Erdoğan ve AKP’ye de mesaj verilmek istendiği görülebilir. Bu bir muhtıra ya da aba altından sopa göstermek olarak değerlendirilmese bile Genelkurmay’ın Erdoğan’a “mutabakatın sınırlarını zorlarsanız, kırmızı çizgileri aşmaya yönelirseniz TSK’daki rahatsızlık kontrol edilemez bir hal alabilir” mesajı iletildiği ve bu mesajın alındığı da açıktır.

    Bu sırada basına yansıyan bir başka senaryoyu daha zikretmek gerekiyor. Bu senaryoya göre daha önce 27 Nisan e-muhtırası ile Erdoğan’a büyük prestij sağlayan dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Hulusi Akar’ın yaptığını yan yana getiren yaklaşımdır. İki yaklaşım da hem Büyükanıt’ın hem de Akar’ın Erdoğan’la gizli bir ittifak ilişkisi içinde olduğunu ima etmekte ve yaşananları Erdoğan lehine provokasyonlar olarak yorumlamaktadır. Bu senaryonun gerçekçi bir yanı yoktur. Bu tür komplo teorileri TSK ve mevcut siyasi iktidar arasındaki çelişkilerin ve çatlakların analizini önemsizleştirmekte, gerçeğin bulunup çıkartılmasının yerine, sonuçlardan yola çıkarak yazılan hikâyeleri yerleştirmektedir. Komploların olmadığını hiçbir zaman iddia edemeyiz. Ancak her komplo gerçek çelişkilerin ve siyasi süreçlerin üzerinden var olabilir. Sınıf siyaseti de ancak bu somut çelişkilerin analizi üzerinden yapılabilir.

    İkili iktidarda gri alan

    Bu karışık tablonun elbette ki biraz daha sadeleştirilmesi ve netleştirilmesi gerekmektedir. Bu aşamada 15 Temmuz sonrasındaki ikili iktidar analizimize tekrar dönmeliyiz. Bildirimizde şöyle demiştik: “Bu ikili iktidarın bir kanadında Genelkurmay ve CHP, Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte, diğer kanadında ise Erdoğan, AKP ve MHP yer alıyor.” Şimdi son gelişmeler ışığında ikili iktidarın tarafları arasındaki gri alanları da tespit etmemiz gerektiği açık. Bu gri alan ikili iktidarın üzerinde durduğu sacayağının üçüncü ayağı işlevini görmektedir. Bu gri alanın Bahçeli, Hulusi Akar ve Hakan Fidan gibi unsurlar tarafından oluşturulduğu görülüyor. Ne Hulusi Akar’ın TSK’nın ne de Hakan Fidan MİT’in siyasi tutumunu ve konumunu tüm berraklığı ile temsil ettiği söylenebilir. Bu unsurların 15 Temmuz’daki rolleri de hâlâ karanlıktadır. 15 Temmuz karanlıkta kalmaya devam ederken, yakın zamanda darbe davalarının görülmeye başlamasıyla 14 Temmuz günü Akar ve Fidan’ın gece yarılarına kadar saatlerce baş başa görüştüğü ortaya çıkmıştır. Elbette ki bu görüşmenin içeriği de karanlıktır. Bu karanlık olaylar hâlâ aydınlanmadığı daha doğrusu aydınlatılmadığı halde söz konusu kişilerin Türkiye’nin en önemli iki kurumunun başında olmaya devam etmeleri de bizzat bu gri alandaki konumları dolayısıyladır.

    Hulusi Akar’ın Hakan Fidan’ı yanına alarak İslamcı yazar Nuri Pakdil’i ziyaret etmesi gibi sıradışı vakalar bu çerçevede değerlendirildiğinde bir anlam kazanabilir. CHP milletvekili Eren Erdem bu ziyaretin Erdoğan’ı anayasa değişikliğinden vazgeçirmesi için Pakdil’i ikna etmek üzere yapıldığını açıklamıştır. Bu açıklamanın doğruluğunu bilemeyiz. Ancak ortada getirilip götürülen mesajlar olduğu ve bu mesajların doğrudan Genelkurmay Başkanı ve MİT müsteşarı tarafından iletilmesi gerekecek kadar nazik içerikte olduğu açıktır.

    Akar ve Fidan adeta ikili iktidarın tarafları arasında mekik dokuyan mesaj ileten, mesaj alan, iki tarafın da benimseyip güvenmediği ama durumun sürdürülmesi için katlandığı unsurlar olarak öne çıkmaktadır. Elbette ki siyasetin dinamikleri ve tüm siyaset tarihi bize bu tip unsurların pat durumundaki güç dengelerinden, kördüğüm haline gelmiş çelişkilerden yararlanarak aracı, arabulucu, hakem vb. rollerinden sıyrılıp iktidara yükselmek için fırsat kollayacaklarını hatırlatmalıdır.

    Dolayısıyla bu aşamada Hulusi Akar’a ya da Hakan Fidan’a bakıp çelişkilerin taraflarını anlamak zordur. Bu unsurlar gri alandaki konumları gereği aşırı tutarsız görünebilen manevralar yapmaktadırlar. Siyaset alanında da Bahçeli’nin konumu Hulusi Akar ve Hakan Fidan’ınkine paralel seyretmektedir. Bahçeli’nin dün dediğinin bugün tersini yapan, güvensizlik yaratan, hatta zaman zaman alay konusu olan siyasi konumlanış ve manevraları bir akıl eksikliği ile değil gri alanın özgül karakteri ile açıklanabilir.

    İkili iktidarın karşı uçları

    Bu aşamada ikili iktidarın iki ucuna baktığımızda Erdoğan’ın Rabiacılık temelinde bir istibdad rejimi inşası yönelişinin giderek netleşip güçlendiğini görebiliriz. Rabiacılık, Suriye’de Halep muharebesinin yaralarını sarmak üzere Rusya’ya verilmek zorunda kalan tavizlerin ardından Trump’ın mezhep savaşını yeniden körüklemeye başlamasıyla yeniden dirilmektedir. İstibdad rejiminin inşası açısından 16 Nisan referandumu ise bir dönüm noktası olarak karşımızda durmaktadır. İkili iktidarın karşı ucunda ise “Genelkurmay ve CHP, Amerikan muhalefetinin daha zayıf unsurlarıyla birlikte” bulunduğuna ilişkin tespitimiz geçerlidir. Bu kanadın siyasi ağırlık merkezi hâlâ CHP’dir. CHP hâlâ ABD’nin Türkiye siyasetindeki en açıktan ve güçlü temsilcisi konumundadır. Abdullah Gül-Ali Babacan-Ahmet Davutoğlu ekseni ise henüz kendini göstermese de koşullar değiştiğinde bu cephenin en az CHP kadar etkili bir bileşeni olmaya adaydır. Hatta AKP tabanındaki etkileri dolayısıyla iktidar alternatifi olarak en azından bu alternatifin bileşeni olarak en güçlü aday bu ekiptir.

    İkili iktidar tespitimizde Genelkurmay’ı bir tarafta tanımlarken Genelkurmay’ın Hulusi Akar’ın dışındaki geniş bir komuta kademesini kapsadığını, bunun içinde müstakbel Genelkurmay Başkanı ve “15 Temmuz kahramanı” Ümit Dündar’ın bulunduğu, bu generalin darbe komisyonundaki ifadesinde, 15 Temmuz gecesi Erdoğan’la görüştüğünü ve Bahçeli ile yakınlığı olduğunu kesin bir dille reddetmiş olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Hulusi Akar’ın ABD muhipliğine yönelik eleştirilerin yoğunlaşmasına ise göründüğünden daha az değer vermek gerekir. Bu eleştirileri yapanların hepsi de Hulusi Akar gibi NATO’cudur. Bunlara emekli olmakla birlikte ordu içinde hâlâ itibarı olan, son gelişmeleri orduya türban fitnesi şeklinde değerlendiren Vatan Partisi’nin Genel Başkan Yardımcıları Hasan Atilla Uğur (Öcalan’ı sorgulayan Albay olarak tanınır) ve İsmail Hakkı Pekin (Eski TSK istihbarat dairesi başkanı olan general) dahi eklenebilir. Bu unsurlar yazdıkları yazılar ve yaptıkları açıklamalarda mesele Kürt hareketini ezmek olduğunda nasıl NATO’cu pozisyona geçebildiklerini defalarca kanıtlamışlardır. Dolayısıyla Hulusi Akar’ın ABD’den madalya almasına ya da Dunford’un ayağına gitmesine yönelik eleştirilerin keskin bir Amerikan karşıtlığına delalet olduğu düşünülmemelidir. Bu eleştiriler daha ziyade Hulusi Akar’ın liyakat yoksunu olmasına, oturduğu koltuğun hakkını verememesine işaret etmektedir.

    İkili iktidarın bu tarafında yükselen yeni bir güce de işaret etmek gerekir. Bu güç Meral Akşener, Sinan Oğan ve Ümit Özdağ gibi unsurların MHP tabanındaki etkilerine dayanan, basındaki ayağı Yeniçağ gazetesi olan, Amerikan muhalefetinin faşist bileşenidir. Referandum sürecinde Erdoğan-AKP-MHP cephesine en etkili darbeleri bu bileşen vurmaktadır. Öyle ki CHP saflarını geçtik, safdil sosyalistler bile bu Amerikancı faşist oluşuma ölümcül bir aymazlıkla sempati duyulabilmektedir.

    Anlaşma nerede?

    İkili iktidar varlığını, sadece güç dengelerinin bir taraf lehine tayin edici şekilde baskın olmamasına dayanan pasif bir zemin üzerinde sürdürmüyor. Kaldı ki bu güç dengelerinin Erdoğan cephesi tarafından kendi lehine gittikçe zorlandığı bir dönemden geçiyoruz. Ancak ikili iktidarın sürmesine olanak veren ve Erdoğan’ın hamlelerine dayanak oluşturan bir siyasi mutabakat zemini de mevcut. Bu zemini de biz erken aşamada tespit etmiş bulunuyoruz. Bu zemin Türkiye’nin büyük sermayesinin çıkarları temelinde yükselen “borsa ve dolar mutabakatıdır.” Bunu geldiğimiz aşamada daha kesin biçimde “borsa, dolar ve petrol mutabakatı” olarak da niteleyebiliriz. Zira DİP 4. Kongresi karar metninde (25. madde) ikili iktidarın yapıştırıcı unsuru olarak Türkiye finans kapitalinin sömürgeci çıkarlarının bulunduğunu en açık şekilde ortaya koymuş bulunuyoruz: “10 Kasım krizinin aşılma biçimi Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki askeri girişimlerinin merkezi bir politik önem taşıdığını göstermektedir. 10 Kasım’ı iptal eden kuvvet komutanlarının Şırnak’ta birlikleri teftişe gitmesi sembolik olarak Erdoğan ve AKP iktidarı ile ordu ve Batıcı-laik burjuvazi arasındaki tek mutabakatın Musul bağlamında petrol açılımı ve Kürt kantonlarının birleştirilmesini önlemek bağlamında Fırat Kalkanı operasyonu olduğunu göstermektedir. Savaşan ordu, 15 Temmuz’dan sonra yerle yeksan olan prestijini toparladığını düşünmektedir. Erdoğan ise savaş kazanmış bir lider olarak iktidarını perçinlemek istemektedir. Bunun yanında kendi iktidarına tehdit olarak gördüğü orduyu ve muharip komutanları Ankara’dan uzak hatta sınır dışında bulundurmaktan da memnundur. Ancak Erdoğan ve AKP ile ordu arasındaki Musul-Suriye mutabakatı son derece kırılgandır. Bu mutabakat ancak sürekli askeri kazanımlara eşlik eden siyasi ve diplomatik başarılarla kalıcı olabilir. Başarısızlık durumunda ise hızla çökmesi muhtemel bir yapı mevcuttur.”

    Tespitimizin son cümleleri gayet açıktır. Kırılgan mutabakatın ancak askeri, siyasi ve diplomatik başarılarla kalıcı olabileceği aksi takdirde hızla çökebileceği belirtilmektedir. Son Hürriyet krizinin El Bab’daki Pirüs zaferinin ardından gelmesi hiç de beklenmedik değildir. El Bab’taki fetih görünüşünün altında tam bir kapana kısılma halinin olduğunu tüm netliği ile ortaya koymuş bulunuyoruz. Fırat kapanı kapanmıştır. Bu kapandan çıkışın tüm yolları tuzaklarla doludur. Mevcut siyasi ve askeri kompozisyon değişmeden girilecek askeri bir maceranın sonucu kaçınılmaz felakettir. Erdoğan ve AKP, Barzani ile kompozisyonu değiştirecek yeni bir açılım peşindedir. Bu açılımın da hem TSK içindeki gerilimleri arttırması hem de kendi cephesini bölmesi tehlikesi vardır.

    TSK hâlâ bir NATO ordusudur. Türkiye, liberal ve sol liberal çevrelerde yaygın kabul gören anlayışın aksine henüz ordunun da İslamcılaşması anlamında Pakistanlaşmamıştır. Orduda Erdoğan’a tahammül gösteriliyorsa, laikliğe karşı hamleler sineye çekiliyorsa bunun en önemli sebeplerinden biri Kürt savaşının yükseltilmesidir. Ordudaki hâkim mantık, “sivil iktidar siyasi maliyetini üstlenirse biz Kürt meselesini zor yoluyla kısa sürede hallederiz” şeklindedir. Erdoğan 7 Haziran’dan sonra bu düşünceye uygun bir politika izlemiştir. Türkiye’nin hâlâ başat ekonomik gücü olan Batıcı-laik burjuvazi siyasi iktidar tekelini Erdoğan’a bırakmaya razı olabiliyorsa bu kendilerine sadece silah ve zırhlı araç ihaleleri değil aynı zamanda Musul ve Kerkük petrolleri vaad edildiğindendir. Tüm bu alanlarda Erdoğan, liderlik zaafı gösterirse kendisine müsamaha gösteren büyük güçleri bir anda karşısında görebilir. Hürriyet haberi bunun ilk göstergesidir. İlk aşamada bastırılmış görünmektedir. Ancak durum böyle giderse çok daha güçlü karşı çıkışlarla yüz yüze gelebilir.

    Tüm bu analizler ışığında Türkiye’de iç ve dış politika özellikle de Suriye ve Irak sathında gelişecek olaylar bir bütün olarak ve yakından izlenmelidir. Türkiye, istibdadın alternatifinin askeri diktatörlük olduğu bir çıkmaza doğru sürüklenmektedir. Hürriyet alternatifini yaratacak olanlarsa sınıf içinde mevzilenerek emperyalizmi ve istibdadı yenme bilinç ve kararlılığı gösterenler olacaktır.

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/memleket-neden-rahatsiz-burjuvazinin-ic-savasinda-celiski-ve-olasiliklarin-analizi

  39. suriye ic savasi ile birlikte neden avrupada yalniz suriyeli multecilerin sayisinda patlama degil ayni anda Magrip ulkelerinden multecilerin sayisinda es zamanli bir patlama oldu. Dogal olarak sadece Suriyeli siginmacilarin sayisinin artmasi gerekmezmiydi?

  40. sorular ve cevaplar adıyla açılan bölüm çalışmadığından, sorumu buradan yazmak zorunda kaldım.
    merak ettiğim konu şu: günümüzün azgın kapitalist ülkesinde, hiçbir işçi hakkına riayet edilmeyen ve işçilerin köle gibi çalıştırıldığı günümüz Türkiye’sinde, örgütsüz işçileri hak arama noktasında mücadeleye iten, mücadele için cesaretlendiren bir ideoloji midir sizce anarşizm? bence değil. çünkü en boktan Stalinist parti bile, kendiliğinden başlayan ufak hak arama taleplerine işçi eylemidir diye gider, parti üyelerini yollar, eylemin duyurulmasını sağlar, kendi amaçları ne olursa olsun mücadele eden işçi için bir güçtür bu. anarşistlerde böyle bir şey bildiğim kadarıyla yok; yani sınıfın mücadele tarihini aktarma, direnen işçiyi sosyalizmle buluşturma, nihayetinde partiye kakalama da olsa amaçları, işçi arkasında güç hissediyor. anarşism ise kendin pişir kendin ye türünden, birey olarak halletsinler, popüler bir direniş haline gelirse bakarız gibisinden yaklaşıyor sanki.. haksız mıyım?

  41. http://haber.sol.org.tr/dunya/rojava-pesmergeleri-komutani-suriyeye-gecmemizi-abd-istedi-187875

    bunun adi baskasinin adina bir baskasinin ulkesini isgal ve ilhak etmektir.çakalliktir. barzani Kürtlerin adini israilden sonra bölgenin ikinci Lanetlisi yapmak icin elinden geleni yapiyor.

  42. Şu da başka bir hezeyan. Böyle şeyler sadece bizde olmuyor demek ki.

    http://www.hurriyet.com.tr/galeri-40386085
    http://www.hurriyet.com.tr/galeri-40386085?p=2

  43. MHP = Milliyetçi Hezeyan Partisi

  44. Anarşizmi diğer akımlar gibi ele almamak gerekir. Diğer akımların hepsi iktidarı hedeflediklerinden kendilerine bir taban ararlar. Sol akımlar ise bu tabanı işçiler içinden yaratmak isterler. İktidara geldiklerinde o işçilerin canına okumak üzere tabii ki. Anarşizm bir iktidar iiddiası olmayan tek akımdır. Dolayısıyla “anarşistler” deyiminin de bir hükmü yoktur. Kısacası “anarşistler” diye bir parti yoktur. Tek tek ya da gruplar halinde anarşistler vardır, eğer bunların içinden “biz anarşistler” iddiası ileri süren varsa gerçek anlamda anarşist değildirler. Peki anarşizmin fonksiyonu nedir diye soracaksınız. Gezi isyanına bakın, ne dediğimi anlarsınız. Anarşizm Gezi isyanıdır mesela ve oraya katılan sol grupları da kapsar. Anarşizm vicdansız toplumun vicdanıdır.

  45. http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/enver-pasa.html?showComment=1488890235614#c8909886915645703630

    “Ermeniler, tarihi Hayastan dışındaki bunca malı mülkü, köşkü, sarayı nasıl edinmişlerdir? Örneğin Çankaya Köşkü Ankara’dadır ve Ankara tarihi Hayastan içinde değildir”.

    Yanıt basit, tefecilik, hile, hurda ve hülle ile. Haram yoldan, gaspla gelen mallar benzer biçimde elden çıkıp gitmiş desek yeridir, bir tür İlahî Adâlet, tıpkı önüne geleni içeri alan fetöcülerin şimdi kendilerinin içeride olmaları gibi, İlahî Adâlet işliyor…

    Osmanlı zamanında servetin ve piyasanın %90’ı Gayri Müslimlerin elindeydi, başta Rum ve Ermeniler, ikincil olarak da Yahudi ve Süryaniler. Bu durum, yüzyıllar boyu Müslüman halkta bir tür alerji ve kıskançlık yaratmıştı. Tıpkı bugün görece daha iyi eğitimli olan ve dolayısıyla daha iyi yaşayan Kemalistlere İslamcılar kin ve nefretle karışık bir kıskançlık duymaları gibi. Mesela bugün Kemalistlere bir soykırım yapılsa, mallarına mülklerine el konsa kimse kılını bile kıpırdatmaz hatta herkes “oh olsun” der, çünkü Kemalistler uzun bir süre şeytanlaştırıldılar, bu durum daha önce Rumlara ve Ermenilere de yapılmıştı, sonucu soykırım oldu. Ergenekon ve Balyoz gibi fetöcü kumpaslarda aslında Kemalistlere yönelik düşük yoğunluklu bir soykırım izledik, herkes ayakta alkışladı bu zulmü. İşte Rum ve Ermeniler kesilip mallarına konulurken de böyle bir psikolojik ortam vardı, herkes “oh olsun gavurlara” dedi, “onlar bizi yüzyıllardır sömürüyorlardı, hak ettiler” dedi halk…

    Osmanlı devrinde bunca malı mülkü sermayeyi ve piyasayı elinde tutanlar Türk kodamanlar olsaydı, yapılan devrimi solcular alkışlayacak ve “Yaşasın Mustafa Kemal yoldaş, burjuvalara dersini verdi” diyecekti, ancak bizdeki burjuva kesim Rum ve Ermeni olduğu için, halkı sömüren bu kodamanlar eleştirilemiyor, bu ayrıntı gözden kaçıyor. O köşkleri, yalıları yapan Ermeni kodamanlar, kaç gariban Ermeni’nin, Türk’ün, Kürd’ün malını, hile hurdayla ele geçirmiş, topraklarını nasıl cukkalamış bunları irdeleyen yok. Hepsi alın teriyle kazanılmış mallar sanki…

  46. Abi Sığınmacılar isimli kitabında SWP’den bahsederken, onların bir istasyon olduğunu, insanların bu istasyonda 2 yıl kadar oyalandıktan sonra kendi yollarına gittiklerini anlatıyorsun. Peki aynısı şu günün Türkiye’sinde anarşizm için geçerli değil mi? Kişisel olarak tanımasam da kendilerini, nerede yaşarlar ne yer ne içerler bilmesem de, uzun zamandır facebook ortamında anarşistleri görüyorum. Çoğu da belli bir yaş döneminde anarşist kimliğiyle siyaset yapıp (öteye beriye laf yetiştirip), zannımca kibirli olmanın yanlış olduğunu gördükleri olgunluk zamanlarında vazgeçiyorlar bu işten. Anarşizmi ben sırf sosyal medyadaki gözlerimle bir nevi ‘ergen tepkisi’ olarak değerlendirdim hep. Şimdi sizin siyasi birikiminizle karşılaşınca afalladım tabi. Ama beni de maruz görmenizi rica ediyorum, Türkiye’de sizin yaşlarınızda bir anarşist yok. Varsa da her halde söylemekten kaçınmışlardır. Bir sorum yok, öyle içimden geldi yazdım. Saygılar…

  47. Anarşizm Türkiye’de yeni olduğu için böyle bu. Avrupa ülkelerinde anarşistlerin yaş ortalaması oldukça yüksektir. Hele Bakunin’in üslendiği İsviçre’nin Jura dağları bölgesine gidin orada çok sayıda 80’lik anarşiste rastlarsınız. Tabii bir de Türkiye’de anarşizmin salt bir gençlik isyanı gibi algılanmasının da rolü var.

  48. Isvicrede de yasli anarsistler oldugu gibi bir nevi genclik isyani ruhuyla hareket eden bir a-NARKO genclikte vardir. hatta Zileli nin dediginin aksine cogunluk anarsistler bunlardan olusur. Oldukca geciskendir bu kesim, tepkisel duygularla bu gün anarsist olanini yarin irkcilarin yanindada görebilirsiniz. Zileli arzu ettigi seyleri gercek diye yaziyor.

  49. önceki yorumuma ek , anarsizmin klasik batili teorik kaynaklarini bir yana birakirsak, turkiyeli anarsistler daha bakir sayilmalidirlar, Yunan anarsizmi disinda bati Avrupa sokak anarsistliginden ogrenecek cok az sey var bence.Anne babalarina kizmis simarik cocuklarin gunubirlik bir egilimi. Umarim Zilelinin aksine Turkiyeli Anarsistler Bati Avrupa Anarsistlerine öykünmez, özgün ve katisiksiz, yozlasmamis bir anarsist tavri olustururlar.

  50. Çavuşoğlu “Kahrolsun PKK” sloganları üzerine de şunları söyledi: “PKK dostları burada çok, öyle demeyin. Sonra çok üzülürler. Demokrasi mitinginde Erdoğan size hitap etmek istedi, engellendi. Ama terörist başına Kandil’den canlı yayınla hitap ettirdiler. Çifte standartın en güzel örneği. FETÖ’cüler, PKK’lılar, DHKP-C’liler Avrupa’da özgürce dolaşıyor. Affedersiniz itlerine sahip çıkıyorlar.”

    it yani Kelp demis biri bize….Aklima Nef-i geldi birden.

    tahir efendi bana kelp demiş
    iltifadı bu sözde zahirdir
    maliki mezhebim benim zira
    itikadımca kelp tahirdir.

  51. Gayrı-Meşru Bir İktidarı “Meşrulaştırmak”

    Herşey Recep Tayyip Erdoğan iktidarının formel hukuku, yazılı anayasa ve yasaları bir yana bırakarak, bu hukuka ve varolan anayasanın ve yasaların kendisine vermediği yetkiyi fiilen kullanarak, kendine özgü bir hukuk ve bu özgünlük içinde meclis çoğunluğuna dayanarak yasalar yaratmasıyla başladı. Böylece Recep Tayyip Erdoğan, formel hukuku ve anayasayı işlemez hale getirerek, bunlardan doğan meşruiyetini yitirmiştir, gayrı-meşrudur.
    17-25 Aralık günlerinde başlayan bu gayrı-meşrulaşma, 28 Haziran 2014’de yürürlüğe giren Sulh Ceza Hakimliği yasasıyla “kanunileştirilmiş”tir. Kendi içinde kapalı devre çalışan bu sulh ceza hakimliği “müessesesi” yoluyla, iktidarın her türlü gayrı meşru icraatına karşı tutumların resmen engellendiği ve bu tutumu alanların neredeyse hiçbir gerekçe gösterilmeksizin tutuklandığı bir sürece girilmiştir.
    Şu “allahın lütfu olan” 15 Temmuz “darbe girişimi” sonrasında bu gayrı meşru süreç “zirve” yapmıştır. Daha açık ifadeyle, 15 Temmuz sonrasında gayrı-meşru iktidar fiili bir durum oluşturmuştur. Devlet Bahçeli bu durumu, anayasa değişikliği gerekçesinde şöyle ifade etmiştir:

    “Başkanlık sistemine geçme arzusu taşıyanlar bir fiili durum yaratmışlardır. Bu çarpık durumun anayasal meşruiyetinin olmadığı da ortadadır. Net olarak söylemek isterim ki, şu anda anayasa çiğnenmekte ve suç işlenmektedir. Bu fiili durum, bu şekilde devam ederse Türkiye bir kriz ve kaos ortamına sürüklenebilir.”

    Ama bu “noktaya” birden ve birkaç yıl içinde gelinmemiştir.
    Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşrulaşması neredeyse AKP’nin iktidara geldiği tarihte başlamıştır. Deyim yerindeyse, “sarı öküz” başlangıçta feda edilmiştir.
    “Sarı öküz”, 2002 seçimlerinden sonra AKP ve CHP’den oluşan meclisin “iki lideri”, Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal’ın Boğaz’daki “balıkçı lokantası”nda vardıkları “mutabakat”la verilmiştir. Ve bu “mutabakat”, mevcut anayasanın fiilen çiğnenmesini ve “hülle” yoluyla aşılmasını sağladı. Böylece seçim yasası hükümleri nedeniyle milletvekili olamayan ve milletvekili olamadığı için başbakan olması olanaksız olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilmesinin yolu açıldı. “Anayasayı bir kez çiğnemekten bir şey olmaz” olduğu böylece görüldü.
    İkinci büyük gayrı-meşrulaşma adımı, 2007 yılında yapılan ve cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesi hükmünü getiren anayasa değişikliğiyle atıldı. Anayasa değişikliği meclis tarafından kabul edilmiş ve 21 Ekim 2007’de referanduma gidilmesi kararı alınmış olmasına rağmen, Abdullah Gül, “eski anayasa hükmü” uyarınca, 28 Ağustos 2007’de meclis tarafından cumhurbaşkanı seçilmiştir.
    Buna rağmen, tümüyle “kadük” olması gereken değişiklik için referanduma gidilmiş ve “halkın” %68,95’inin “evet” oyuyla kabul edilmiştir.
    Bu iki büyük gayrı-meşrulaşma adımı karşısında Deniz Baykal’lı CHP ve onun yörüngesinde hareket eden toplumsal muhalefet ve sol tam bir aymazlık içinde atılan adımları “demokratik gelişme” olarak değerlendirme gafletine düşmüştür.
    Böylece mevcut anayasanın ve yasaların fiili davranışlarla aşılabileceğini gören Recep Tayyip Erdoğan (ve elbette onunla birlikte mehteran takımı), fiili durumu Mart 2008’deki “Ergenekon operasyonu”yla bir adım öteye taşımıştır. Çok açıktı ki, “Ergenekon operasyonu”, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan AKP’nin kapatılması davasına karşı fiili bir tutumdu. Ama “medya”daki neo-liberallerin yaygarası ve “Ergenekon operasyonu”nun gözdağı içinde bu fiili durum da toplumsal muhalefet tarafından “algı”lanmadı.
    Üçüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 2010 anayasa değişikliğiyle atıldı. Özellikle HSYK’ya ilişkin yapılan değişikliklerle Recep Tayyip Erdoğan iktidarı fiili durumlara ilişkin “kanuni” bir temel oluşturmuştur.
    Yazımızın başlangıcında belirttiğimiz gibi, dördüncü büyük gayrı-meşrulaşma adımı 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkmıştır. “Paralel devlet yapılanması”nın, bugünkü namıyla FETÖ’nün 2010 anayasa değişikliğiyle sağlanan “kanunilik” içinde yürüttüğü “yolsuzluk operasyonu”, İçişleri Bakanı Efkan Ala üzerinden yapılan ve polise mahkeme kararlarına uyulmaması direktifi veren fiili müdahale ile yok hükmünde sayılmıştır.
    Buraya kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın “icranın başı” olarak başbakanlık düzeyinde fiili ve gayrı-meşru durum ortaya çıkmıştır. Ama en önemli gelişme, Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesiyle olmuştur.
    Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, seçilir seçilmez yetkilerini fiilen oluşturmaya başlamıştır. Hemen herkesin kabul ettiği gibi, cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan anayasada varolmayan yetkileri fiilen kullanmaya başlamıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti devletinde hiçbir güç bu fiili yetki gaspına karşı çıkmamış ve çıkamamıştır.
    15 Temmuz sonrasında OHAL’le birlikte Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru fiili iktidarı tam anlamıyla pervasızlaşmıştır. Sulh ceza hakimleri aracılığıyla her türlü muhalefet unsuru gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. İşkence, alenileştirilmiş ve yalın bir “ceza biçimi” haline dönüştürülmüştür.
    İşte bu “ahval ve şerait içinde” Devlet Bahçeli’nin Recep Tayyip Erdoğan iktidarının meşruluğunu yitirmesinin yaratacağı “kriz ve kaos ortamı”na dikkat çekerek, fiili başkanlığı “kanuni başkanlığa” dönüştürecek anayasa değişikliğine destek vereceklerine ilişkin açıklaması gelmiştir.
    Bugün gündemin ilk maddesi haline gelmiş olan başkanlık referandumu, sözcüklerin tam anlamıyla, meşruluğunu yitirmiş bir iktidarın “meşrulaştırılması” amacını taşımaktadır.
    Kuşkusuz buradaki sorun, böyle bir anayasa değişikliğinin referandumda kabul edilmesiyle, gayrı-meşru bir durumun ne ölçüde “meşrulaşacağı”dır.
    Öncelikle, mevcut iktidarın gayrı-meşruluğu, hukuk dışılığı, hukuk hakkında az çok bilgisi olan herkesin gördüğü ve bildiği bir durumdur. Böyle bir durumda “direnme hakkı” ortaya çıkar. Bu da, tüm bireylerin, toplumun, gayrı meşru iktidara karşı başkaldırma, zor kullanarak o iktidarı devirme hakkı demektir. Bu zor, mevcut iktidarın gayrı meşruluğundan kaynaklanan bir meşru zordur. İşte Devlet Bahçeli’nin “kriz ve kaos ortamı” olarak ifade ettiği durum da bu “direnme hakkı”nın meşruiyetine ilişkindir.
    Anayasa değişikliğinin referandumla kabul edildiği koşullarda bile meşruluğunu yitirmiş bir iktidarın meşruiyet kazanması olanaksızdır. Ama böyle bir kabul, gayrı-meşru iktidarın kendi konumunu pekiştirmesi ve referandumdan aldığı güçle ve görüntüsel “meşruiyete” dayanarak çıkaracağı yasa ve kararnamelerle (bugün OHAL’le ve KHK’larla fiilen varolan) tam bir terör yönetimi ortaya çıkacaktır.
    Bu açıdan bakıldığında, referandumunda “başkanlık sistemi”ni getiren anayasa değişikliğinin reddedilmesi, “tek kişi”ye dayanan (ve fiilen yürütülen) terör yönetimini engellemeyecektir. Ancak bu terör yönetiminin kendine görüntüsel bir “meşruiyet” kazandırmasının önüne geçilmiş olacaktır. Referandumda “hayır” oylarının çoğunluğu sağlamasının getireceği tek “kazanım” da budur. Ama fiili yetki gaspını ortadan kaldırmayacağı gibi, baskı ve terörü de sonlandırmayacaktır.
    Bu nedenle de, referandumda “hayır” oylarının çoğunluğu sağlamasına yönelik çalışmalar, kampanyalar, kitle gösterileri (eğer fiili iktidar tarafından izin verilirse), “hayır” sonucuna bağlı olarak ortaya çıkacak fiili durumu hesaba katmalıdır.
    Açıktır ki, anayasa değişikliğinin referandumda reddedilmesi, yani “hayır” oylarının çoğunluğu sağlaması fiili iktidar gaspını ortadan kaldırmayacaksa da, bu gaspa karşı fiili direnme koşulları yaratacaktır. Hemen her fırsatta “halkın %52’sinin oyuyla seçilmiş cumhurbaşkanı” olduğunu yineleyip duran Recep Tayyip Erdoğan anayasa referandumunu kaybetmekle “çoğunluğu” da kaybetmiş olacaktır.
    “Halkın çoğunluğunu” kaybetmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı-meşru iktidarına karşı, bugüne kadar “çaresiz” kalmış olan “devlet güçleri”nin de “direniş” sergilemesi şaşırtıcı olmayacaktır.
    Gerek halkın “çoğunluğu”nun baskısı, gerekse devlet kurumlarının “direnişi”, Devlet Bahçeli’nin anayasa değişikliğini destekleme gerekçesi olarak gösterdiği “kriz ve kaos ortamı”na yol açacaktır. Ama bu “kriz ve kaos”, popüler dille ifade edersek, “yıkıcı” değil, “yaratıcı” bir kaos olacaktır.
    Bu olasılık karşısında Recep Tayyip Erdoğan’ın eli-kolu bağlı oturacağını kimse beklememelidir. Bu bağlamda, fiili iktidar olanakları sonuna kadar kullanacak ve iktidarı kaybetmemek için her yola ve çareye başvuracaktır.
    Burada Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun süredir hazırladığı ve 15 Temmuz’da “tatbikat” yaptırdığı iç savaş güçlerini referandum sürecinde de harekete geçirmesi beklenmelidir. Numan Kurtulmuş’un “’Aman şu referandumda evet çıkmasın’ diye terör örgütlerini de kullanarak Türkiye’de bir korku atmosferi oluşturabilirler, halkı canından bezdirecek bir noktaya getirebilirler. Bununla ilgili her türlü tedbirlerimizi alıyoruz. Allah’ın izniyle referandumda büyük oranda ‘evet’ çıktıktan sonra da bu terör örgütleri, hiçbir şekilde sesi soluğu çıkmayacak noktaya gelirler. Bu motivasyonlarını da kaybederler.” sözleri de bu bağlamda yerine oturmaktadır.
    “Kamuoyu anketleri” bağımlısı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın referandumdan “evet” oyu çıkartabilmek amacıyla iç savaş güçlerini devreye sokmaya çalışması hiç şaşırtıcı olmayacaksa da, bu iç savaş güçlerinin devreye sokulması hiç de zor değildir. Yapılacak bir ya da iki provokatif eylemle, özellikle “dindarlara” yönelik eylemle bu güçler hızla ve dizginlenemez biçimde devreye sokulabilir.
    Böylesi olasılıklar içinde, “Hayır’ım başka hayırlara benzemez” türünden zırvalıklar, yer yer “hayır” sonucunun “hiçbir şeyi değiştirmeyecek” olduğuna ilişkin beyanlar sadece aymazlık değil, aynı zamanda referandumun sonuçlarını önemsizleştirmeye yönelik çabalar olarak kabul edilmelidir.
    Referanduma ilişkin diğer bir yaklaşım da, gayrı-meşru bu iktidar koşullarında yapılacak bir referandumun da “gayrı-meşru” olacağına ilişkindir. Dolayısıyla “gayrı-meşru” olan bir referanduma “hayır” demek için bile olsa katılmak, Recep Tayyip Erdoğan iktidarına “meşruiyet sağlayacağı” düşünülebilir. Bunun mantıki sonucu olarak da referandumun “boykot” edilmesi gündeme gelir.
    Böylece bir kez daha mevcut düzen içinde seçimlerin meşruiyeti tartışmasına, seçimlerin bir “aldatmaca” olduğuna ilişkin tartışmaya geri dönülmektedir.
    Bu tartışmanın “öteki” tarafının, yani hemen her koşulda seçimlere katılmayı kabul eden legalist sol olduğu göz önüne alınırsa, sorunun “sol içi” bir sorun olarak kaldığı açıktır.
    Halkın büyük bir çoğunluğunun seçimlere katılması, seçimlerin (ya da referandumun) “meşruiyeti”yle ilgili değildir. Bu katılım, halkın büyük bir çoğunluğunun mevcut düzenden umutlarını kesmediğinin ve mevcut düzenin çerçevesi içinde bir şeylerin değişeceği ya da değiştirilebileceği beklentisi içinde olduğunun göstergesidir.
    Anayasa referandumu, bu açıdan, halk kitlelerinin umut ve beklentilerinin değişmesi ve dönüşmesi için bir fırsat yaratabilir. Referandumda anayasa değişikliğinin reddedilmesi (“hayır” oylarının çoğunluğu sağlaması) Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı olan kitlelerin moralini yükselteceği gibi, fiili iktidarının sona erdirilmesi gerektiğinin de bilincini yaratacaktır. Bu nedenle “hayır” kampanyaları önemlidir ve önemsenmelidir.
    Öte yandan, Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının iç savaş tehdidi ve bunu pratiğe geçirme yönündeki tutumu gözden kaçırılmamalıdır. Aynı biçimde, referandumu kaybeden Recep Tayyip Erdoğan iktidarının baskı ve terörü tırmandırabileceği de hesaba katılmalıdır. İster iç savaş güçleri harekete geçirilsin, ister devletin resmi zor güçleri aracılığıyla baskı ve terör tırmandırılsın, her durumda, hiçbir bedel ödenmeksizin önemli toplumsal değişimlerin ve dönüşümlerin gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olunmalıdır.
    Türkiye devrimcileri ve düzen sınırları içinde de olsa toplumsal muhalefet bu bedeli ödemekten kaçınmamalıdır.
    Bilinmelidir ki, yapılacak anayasal ya da yasal değişikliklerle meşruiyetini yitirmiş bir iktidarı “meşrulaştırmak”, hukuken olduğu kadar tarihsel ve toplumsal ölçekte de olanaksızdır. Meşruiyetini yitirmiş iktidarlar da uzun süre iktidarda kalamazlar.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2017
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc154_1.html

  52. Kürt hareketinin gizli evetci yada boykotcu olabilecegine dair yayinlar yapiliyor. Hicte haksiz süphelerden kaynaklanmiyor bunlar. Ama benim dikkatimi baska birsey cekti Aydinlik, Oda tv Soner Yalcin yayinlarinda gizli bir, HAYIR tavrini bulandirma ,yumusatma görüyorum, seziyorum. Sizde görüyormusunuz Zileli ?

  53. Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde AKP Esendere Belde Başkanı ve ağabeyi silahlı saldırı sonucu yaralanmış. Ağır yaralanan ve Hakkari Devlet Hastanesi’ne kaldırılan ağabey kurtarılamamış, hafif yaralanan başkan tedavisinin ardından taburcu edilmiş;
    http://www.hurriyet.com.tr/ak-partili-abi-kardese-teror-saldirisi-40390295
    Bundan birkaç gün önce de Ağrı’nın Tutak ilçesinde kayyuma suikast hazırlığında olan 3 kişi yakalanmış;
    http://www.hurriyet.com.tr/tutakta-kayyuma-suikast-hazirliginda-olan-3-kisi-yakalandi-40383221

    TSK-PKK çatışmalarıyla ilgili görüşünüzün ne olduğundan ayrı olarak soruyorum, AKP yöneticileri ya da kayyum atanan kaymakamlar gibi mülki idarecilere karşı yapılan silahlı mücadele ve eylemlerle ilgili ne dersiniz sn. Zileli?
    Bunlar ya bireysel terör veya haksız şiddet olarak görülebilir, ki bu durumun sonucu gayrı-meşru iktidara karşı yapılan bu tür direnişin de “gayrı-meşru” sayılmasıdır,
    Ya gayrı-meşru iktidara karşı meşru direniş olarak görülebilir,
    Ya da prensipte meşru kabul edilmekle birlikte başarısızlıkla sonuçlanacağı gerekçesiyle bu mücadele yöntemine karşı çıkılabilir.

  54. Geçmişten alınacak bir ders;

    [685’te Mervan ölüp Abdülmelik halife olduğunda, Emevilere muhalefet etmekte olan güçler hâlâ etkiliydi. Bunların başında … Kuzey Suriye ve Irak’ta tutunan Arap kabileleri geliyordu… İkinci direniş merkezi Irak’taydı. Orada, birbirlerine muhalif olmakla birlikte Emevilere karşı direnişlerinde birleşen Hariciler, Şiiler ve karşı-halife Abdullah b. Zübeyr’in birlikleri etkindi… Abdülmelik üç yıl boyunca Irak’a başka bir müdahale girişiminde bulunmadı, buradaki çeşitli grupların birbirlerini ölümcül savaşlarla tüketmelerini bekledi… Artık Irak’ın tümünü ele geçirmiş olan Abdülmelik’in karşısında direnmeye devam eden tek bir güç kalmıştı, o da yaşlanmaya başlayan karşı-halife Abdullah b. Zübeyr’di… Abdullah b. Zübeyr’i Mekke’de kuşattı ve Eylül 692’de öldürdü.]

    Devrimci güçler “… yıl boyunca başka bir müdahale girişiminde bulunmadı”lar, iktidardaki ve sistem-içi muhalefetteki (C.başkanı, AKP hükümeti, MHP ve onun içindeki yönetim/muhalefet çekişmeleri, CHP, VP, Cemaat, AYM, askeri darbe girişimi, MİT ile onun hareketlerine karşı teşebbüslere girişen bir kısım yargı gibi) “çeşitli grupların birbirlerini ölümcül savaşlarla tüketmelerini bekledi”ler.

  55. Evet çıkması o kadar da kötü mü?

    Referandumdan evet sonucu çıkarsa bunu o kadar da kötü görmemek lazım.
    Evet, RTE/AKP güçlenecek belki.
    Ama diğer yandan ondan farkı olmayan bir kesim, yani Sözcü (Çölajanı, Yozdil, B. Coşkun, U. Dündar tayfası), OdaTV (soneryalçınküçük, M. Yıldız, N. Genç, S. Meydan tayfası), hayırcı ülkücü/faşistler (S. Oğan, Ü. Özdağ, Y. Halaçoğlu, M. Akşener gibi muhalif MHP tayfası) ve VP (Perinçsizlerle Kerinçekler) zayıflayacak ve bunun etkisiyle daha da hırçınlaşacaklar.
    Sistem-içi kavga kızışıp birbirlerini daha çok yiyecekler.

  56. katılamıyorum. Bu tür “yesinler birbirlerini” tavrı sinizme işaret eder ve daima özgürlük güçlerini vurur.

  57. Kayyuma karşı mücadele elbette gereklidir, ancak silah yoluyla değil. Bu yol karşı tarafa yaramaktadır.

  58. son zamanmarda izleyemedim doğrusu. Bir bakayım.

  59. İlk kez onurlu bir ses çıktı. Yani benim duyduğum. Belki daha önce de böyle sesler çıkmıştır.

  60. 56. yorumcu arkadas yalcin kucuk tüm sacmalamalirina ragmen perincek gillerden ayri yorumlanmalai bence iyi izlememissiniz gibi geliyor bana.

  61. Ben hapishanede Doğu Perinçek’e “sen akepeli’sin” dedim, “bütününüz akepeli’dir” dedim. 2001’de yani akepe kurulurken Bahçeli’nin akepeli olduğunu söyledim, şimdi oynuyorum.
    …………….
    Bir Türk gericiliği ise var, Doğu Perinçek ve bir avuç arkadaşı Türk gericisidir, Devlet Bahçeli ve kalmayan bir avuç arkadaşı Türk gericisidir, yobazizm Türk gericiliğidir. Ama Türk gericiliği akepe’ye teşekkür etmek zorundayız, tarihe karışıyor. Akepe’nin kendisi tarihe karışıyor, yapacağı hiçbir şey yok bundan sonra.
    ……………………
    Yalcin Kucuk

  62. “milliyetci partiler tam olarak ne yapmalari gerekiyorsa onu yapiyor. devleti, vatani, bayragi kurtarmakla suslenmis bir dilin etrafinda pervane oluyorlar. turlu turlu vaatlere tav olup halkin basina ne gelecegini hic umursamadan bir adamin pesine takiliyor, ulkeyi felakete surukluyorlar.

    milliyetcilik budur. eger para gosterdiklerine tasma takamasalardi 2003’ten beri tum merkez sagi tek bir cati altinda toplamis olamazdi akp. sag diye bir sey kaldi mi? hepsi tayyip erdogan’in gemisine doldu, aksirana tiksirana kadar yiyorlar. en son devlet mahceli ve mustafa destici kalmisti, onlar da katilacak ziyafete.”

    https://eksisozluk.com/entry/66760636

  63. “Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi”nin;
    3-9 Mart 2017 arası,
    26 il ve ilçede 8120 katılımcıyla yaptığı anketin sonuçları.

    İller:
    İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Konya, Kayseri, Aydın, Bursa, Tekirdağ, Van, Mardin, Şanlıurfa, Adana, Zonguldak, Balıkesir, Manisa, Malatya, Ağrı, Samsun, Trabzon, Kastamonu, Erzurum, Gaziantep, Hatay, Kırıkkale ve Kocaeli.

    “Bugün, milletvekili genel seçimi olsa hangi partiye oy verirsiniz?”

    AKP = %45,23

    CHP = %31,58

    HDP = %10,32

    MHP = %9,68

    Diğer = %3,19

    “16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği referandumunda ne yönde oy kullanacaksınız?”

    (Oy kullanmayanlar ve kararsızlar dağıtıldığında çıkan sonuç)

    HAYIR = %57,57

    EVET = %42,43

    Kaynak:
    http://odatv.com/son-arastirmada-carpici-referandum-sonucu-1003171200.html

  64. Sözcü Suriye Devletinin ,BM de Turkiye ülkemizden askerlerini
    çeksin basvurusunu söyle vermis; cocuk katili Suriye rejimi bizi BM de sikayet etti. Hani Sözcü akepe nin Suriye politikasini elestriyordu?

  65. Türkiyede bir kesime, Milliyetci yada ulusalci denmesinde büyük hata görüyorum. Bunlar sadece anti-kürtçüdürler, anti ABD cilikleri, Kemalizmleri , Türkçülükleri bununla sinirlidir. Tabbiiki Türkcü milliyetci sovenizmlerinden dolayi kürt düsmani olanlarda var. benim dikkat cekmek istedigim baska bir ayrim. nasil kürt hareketi dunyayi kendi cevresinde döndürüyorsa, dünyalari Anti Kürt olmus bir ton `ulusalci`var, bu kesime, kürtleri dövme sözü verin ABD yide Emperyalizmide akepeyide baskanligida padisahligida seriatida yavas yavas alistira alistira Kabul ettirebilirsiniz. En güzel örnegi Perincekgillerdir. Akepenin Kemalist cizgiye geldigini söyluyorlar. tek kanitlari baris sürecinin bozulmasidir. Baska hic bir `Atatürkcü`argümanlari olamaz. aslinda cokta önemli degildir onlar icin. Aslinda evet cikmasida oyle varlik yokluk nedeni olarak konulmamalidir. akepe kürtleri dövdügü müddetce Erdoganin padisah olmasi , sakincali olsada, kabullenilmiyecek bir sey degildir.Onemli olan kürt dövmektir, bol miktarda padisah osmanli hikayesi yaninda Ataturkcu soven Sözcü de böyledir. Akepeye kiziyorlardirda o Kadar da degil haaa, Erdogani Esad la asla karsilastirmaz sahip cikarlar. almanyaya karsi Erdogani korurlar. Yeterki kürt dövsün. Iste bu akepe rejimin yerlesmesi ve kaniksanmasi degilde nedir.

  66. Haydi biraz zihin jimnsatigi yapalim.
    Suriye Kürtleri akillarini baslarindan Alan Bati ABD karasevdasindan kurtularak haklarini Suriye Rejimi Rusya ekseninde arasalar (ki sadece bu ahlaki ilkesel olarak degil, o cok övündükleri reel Politik kavrayis acisindanda gerekli görünüyor, yoksa sevgili ABD leri PYD yi Barzani icinde eritmek istemekte) böyle bir ittifak gelisse, ve Suriye kürtleri Suriye Rejimi ve Rusya ekseninde Resmi bir statü kazansalar. Dogu Perincek in Kahrolsun Rus Emperyalizmi diye bas bas bagiracagindan Rus yayilmaciligina karsi ABD yi NATO yu göreve cagiracagindan eminim.

  67. İmparatorluk bayrakları

    “The world is coming undone. Imperial flags reign across the galaxy.”
    https://www.youtube.com/watch?v=kBtRQFfwFv8

  68. Avrupada yasiyorum. Hollandalilari eskiden beri sempatik bulurdum. Ama ne yalan söyleyim , ilk defa Almanlara sempati duymaya basladim.

  69. Ben bu CHP ulusalci tayfasi Kadar dangalagini görmedim. Avrupalilarin akepe yasagina tepki vererek oy kazanacaklarini saniyorlarsa eger yaniliyorlar. Bu yaratilan milli hezeyan onlari akepe nin altina sokar.

  70. What more powers does this guy want, he is already a ruthless dictator?

    Dailymail’deki yorumlardan

  71. Bayrak demişken, bu tür simgeleri “put” olarak gören bir selefi aşağıdaki yazıları yazmış;

    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/03/cagn-yeni-putlar-4.html
    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/03/cagn-yeni-putlar-5.html
    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/03/cagn-yeni-putlar-6.html
    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/03/cagn-yeni-putlar-7.html
    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2017/03/cagn-yeni-putlar-8.html

    Yalnız son yazıda uçmuş. Neredeyse bütün ekonomik ve toplumsal hayata (müzik, sinema, kozmetik, tekstil, futbol gibi sektörlere, sosyal medyaya, hatta “tasvir”in put olduğu gerekçesiyle televizyon, fotoğraf ve resime), yani insanların geçim kaynaklarına savaş ilan etmiş.

    Artık bütün insanların “gaza ve cihad” adı verilen fetihlerle, veya cami, medrese, türbe ve tekkelerde, ya da din ve mezheplerine göre yaşadıkları mahallelerde kendi cemaatleri içinde küçük üreticilik, esnaflık ve zanaatkarlık yaparak geçinmesinin mümkün olmadığını böylelerine nasıl anlatmalı?

  72. Önceki yorumumdan aklıma satrancı haram ve oynayanları melun ilan eden (ki kendince haklı, bu konuda “hadis” var!) Cübbeli Ahmet geldi. Bu açıklamaları nedeniyle Satranç Federasyonu ona dava açmıştı hatırladığım kadarıyla.

    Bir de başka bir hoca, Ali Rıza Demircan, İstanbul’daki bir belediyenin AKP’li başkanının akrabasıymış bu arada, kadınların epilasyon yaptırmasının (erkeklere yaptırmasını kastetmiş galiba) ve denize bikini ve mayoyla girmesinin haram olduğunu söylemişti. OdaTV de mal bulmuş mağribi gibi bunu haber yapmıştı, oradan hatırladım. Bu ulusalcı tayfası aslında laik veya dinsiz falan değil, dine işlerine gelmediğinde karşılar sadece. İşlerine gelince de dini devletçiliğe, milliyetçiliğe veya orduculuğa alet ediyorlar.
    Mesela geçen veya önceki sene Teori dergisinde bir yazı okumuştum. Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarındaki asker kaçaklığından dert yanıyor, orduyu İslami söylemler ve “peygamber ocağı” gibi ifadelerle kutsuyordu.

  73. Asagidaki alinti Komunist Partisinden birine aittir. Biri bunlara Lenin i okutsa iyi olacak. 2. Enternasyonalin Sosyal soven yurtseverligi nedir ogretmeli. Cosmus Milli Komunist Lale yediriyor.Yaziya soyleme Isci sinifi Sosyalizm katinca Komunist olunuyormu öyle:)?

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ozgur-sen/hollandali-bakana-o-laleleri-yediririz-188599

    Sol bunları yapabilecek çünkü doğası gereği, sınıfsal reflekslerinden ötürü emperyalizmle işbirliği yapacak yerli patronların kolunu kanadını kıracak, onları mülksüzleştirecek. Sol bunları yapabilecek çünkü patronun Almanya’ya bakanı, ABD’den feyz alanı, Körfez sermayesinden nemalananı, Rusya’dan iş kovalayanı arasında bir fark olmadığını bilecek. Patronun “milli”sini aramayıp, gerçek anlamda Türkiyeli tek sınıfa, işçilere sırtını dayayacağı için sol bunları yapabilecek.
    AKP’nin dışişleri bakanı “laleleri görmeye gelsin” diyen Avrupalı’ya meyhanede konuşur gibi sesleniyor olabilir.
    Gerçekten biz bu kadar çaresiz değiliz.
    Sosyalist Türkiye’nin dışişleri bakanının böyle bir laf duyduğunda o laleleri Avrupalı’ya yedireceğini herkes bilsin. AKP’den farklı olarak bizim yedirebilecek gücümüz olacak, gücümüz bağımsızlığımızdan ve sırtımızı dayadığımız işçi sınıfından gelecek çünkü.

  74. Hollanda ve Almanya nin tavri neden muhalif kesimleri rahatsiz etsinki? Hollandaya giden ne icin gidiyor. bir partinin bir adamin propagandasini yapmak icin. Tayyip Erdoganin propagandasini yapmak icin. Hollandanin tavri birakin Türk halkina hakareti Türk Devletine bile hakaret sayilamaz. Her nutku dini gerici soven kiskirtici ayristirici bir sokak gericisi retorigi olanlar kendi ulkesinde muhalefeti bile buna alistirmis olabilir, Elin oglu niye izin verecekki. Arkadas akepe ve Erdogan , muhaliflerini bile psikolojik olarak ideolojik olarak dönüstürmüs. KP bile Erdogan in siyasi kadrosu ve söylemini hain gavura karsi savunuyor. Size Baskan Erdogan müstehaktir.

  75. akepe yi Erdogani Hollandaya karsi savunmanin sonu Devlet bahcelilesmektir. o Zaman ne icin mücadele ediyorsunuzki?

  76. Lenin sag olsaydi asagidaki bildiriyi yazanlari esek Sudan gelesiye kadar döverdi.

    Bu ülkeyi daha ne kadar küçülteceksiniz?
    Defolup gidin
     
    Birden çok Avrupa ülkesi ile AKP hükümetinin yaşadığı gerilim herkesin malumudur.
    Yaşanan uluslararası skandal kendi çıkarlarını, kendi geleceğini ve kaderini, ülkenin kaderinin önüne koymuş bir gerici çetenin ürünü bir rezilliktir.
    AKP hükümeti, ülke çıkarlarını savunmak için değil, artık kendisine sırt çevirmiş emperyalist dostlarına şantaj yapmak için Hollanda kapılarını zorlamıştır.
    Sonuç, tüm ülke için utanç vericidir.
    AKP’nin kendini rezil etmesi bir yerden sonra halkımızı ilgilendirmez.
    Ama Türkiye bu çetenin rezaletleri ile küçülmektedir.
    AKP, emperyalistlerin ülkemiz üzerindeki oyunlarının bir ürünüdür.
    Holanda’dan, Almanya’ya, ABD’den Britanya’ya… AKP’yi bu ülkenin tepesine konduran emperyalist güçler şimdi ona sırt çevirdiler diye AKP birden milletin temsilcisi oluvermez.
    Tıpkı AKP’yi başımıza bela edenlerin şimdi kurtarıcımız haline gelemeyeceği gibi.
    Bu rezillik derhal sona ermelidir.
    İktidardaki çıkar çetesi, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen, ülkemiz için tam bir felakete dönüşmüş olan bu halk düşmanı yapıdan derhal kurtulmalıyız.
    Emperyalizme de, onun ayarsız, haddini bilmez kuklalarına da HAYIR.
     
    Türkiye Komünist Partisi
    Merkez Komitesi

  77. Baskanin bütün adamlari diye bir film vardi degilmi, iste bunlarda baskanin `muhalif`adamlari

    http://www.yenicaggazetesi.com.tr/kilicdaroglundan-hollanda-tepkisi-158896h.htm

  78. Aşağıdaki cümlelerdeki benzerliği bulunuz:

    a) “Bunlar Nazi kalıntısı, bunlar faşist.”
    b) “Bunlar ateist, bunlar Zerdüşt.”
    c) “Bunlar solcu, bunlar ateist, bunlar terörist.”

  79. Batı'yla tamamen kopacaklar mı?

    Sizce AKP politikalarının Türkiye’yi Batı dünyasından ciddi anlamda koparması (yani Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin tamamen bitirilmesi, Avrupa Konseyi ve NATO üyeliğinden çıkarılması gibi) olası mıdır sizce sayın Zileli?

  80. Bunlar için her şey blöfe ve seçim hesaplarına dayalıdır. Bugün esip üfürmeleri de sadece referandumda puanlarını yükseltmek içindir. Ama bu blöf siyaseti sonunda kendilerini götürecek.

  81. iktidarın istediği şey

    Independence Day filminde ABD başkanı uzaylı bir yaratıkla konuşur:

    – Bizden ne yapmamızı istiyorsunuz?
    – Ölmeniziii! Ölmeniziii!

  82. iktidarın istediği şey

    Bir de bir zamanlar “Ben size ölmeyi emrediyorum” diyen başka bir iktidar vardı.

  83. Bati ile yasanan bu kriz bu milli hamaset politikasi akepe ye ic politikada puan kazandirir saniliyor. akepe böyle düsünüyor muhalefette böyle düsünüyor. Yaniliyorlar. Türkiyede gavur alerjisiyle hareket eden kitle sanildigindan az bir kitledir. akepeye oy veren büyük kitle esnaf ve esnaf kafali kitledir. Ve bu tip bati ile arayi bozmaktan hoslanmayan bir tur Pragmatik muhafazakar kitledir. yapilacak en iyi Politika akepeye gaz vermektir . tutmayin enisteyi herkese saldirsin:)

  84. “Genelde bu böyle olmakla birlikte ve herhangi bir ulusal bayrak taşımaktan hoşlanmadığım halde, ulusal bayraklara saygı göstermekten yanayımdır. Madem ki bazı insanlar o bayraklarda kendi aidiyetlerini görüyorlardır o zaman kimin bayrağı olursa olsun bütün ulusal bayraklara saygılı davranmak gerekir. Mustafa Kemal’in en sevdiğim davranışı, İzmir’e girerken ayaklarının altına serilen Yunan bayrağını çiğnemeyi reddedip hiçbir ulusun ulusal bayrağının herhangi bir gerekçeyle çiğnenemeyeceğini net bir şekilde beyan etmiş olmasıdır. Çeşitli anti-emperyalist ya da anti-Amerikan gösterilerde Amerikan bayrağının yakılmasını da aynı gerekçeyle onaylamam.”

    Peki TC bayrağına yapılan saldırılara da aynı şekilde karşı iseniz, bu faşist devletin ve arkasındaki devletçi şoven halk kesimlerinin linç ettiği aşağıdaki kişi ve benzerlerini de onlara karşı savunur musunuz?

    “Van’ın Erciş ilçesinde belediye otobüsünün camında asılı Türk bayrağını indiren şahıs diğer yolcular tarafından tekme tokat dövülüp dışarı atıldı.”
    “Erciş Kaymakamlığından yapılan açıklamaya göre, Adnan MenderesMahallesi’nde, “seyir halindeki belediye otobüsünün camında asılı Türk bayrağının alenen aşağılanarak indirilmesi” üzerine Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturma başlatıldı. İlçe Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi ekipleri, yaptıkları geniş çaplı çalışma sonucu zanlı E.T’yi, “devletin egemenlik alametlerini aşağılamak ve terör örgütü propagandasını yapmak” suçlarından gözaltına aldı. Emniyetteki işlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen zanlı, çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.”
    http://www.hurriyet.com.tr/otobuste-turk-bayragina-cirkin-saldiri-40407600

  85. Bir şey daha sormak isterim.

    Nazi döneminde Nazi veya Alman bayrağına yapılan saldırılara da “kimin bayrağı olursa olsun bütün ulusal bayraklara saygılı davranmak gerekir.” diyerek karşı mı çıkardınız, yoksa Naziler devrilene kadar bu eylemleri onlara karşı meşru direnişin parçası olarak mı görürdünüz?

  86. Şoven saldırılara karşı herkesi savunurum.

  87. Dolayısıyla saldırıya uğrayan o genci de savunuyorum.

  88. Bayrak yerine doğrudan Nazi karargahlarına saldırmak daha doğru olurdu. Gerçi bu da her zaman olacak şey değil. Nazi bayrağı da olsa herhangi bir sembole saldırmayı anlamlı bulmuyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir