İş İşten Geçmeden!

IS-ISTEN-GECTI-JEAN-PAUL-SARTRE__42512115_0

Geçtiğimiz Aralık ayının ortasından bu yana, otobiyografik kitaplarımın 6.’sını yazıyorum. 5.’sini (Sığınmacılar, 1990-2000) tam milenyumda bırakmıştım. Son otobiyografik kitabım ise 2000 başında başlıyor ve – yazım planımda bir değişiklik olmazsa – özgürlükçü güçlerin Gezi’ye girdikleri 1 Haziran 2013 doruk noktasında bitiyor. Şu anda bilgisayar A4 sayfasıyla 140 sayfa kadar yazarak (kitapta 200 sayfa eder yaklaşık olarak) 2008 yılı ortalarına gelmiş bulunuyorum.

Anılarımın 13 yıllık bölümünün 11 yılı AKP iktidarı altında; keza benim 11 yılım da artık Türkiye’ye gelip gidebildiğim bu dönemde geçmektedir. Elbette bu 11 yıllık bölümün siyasal gelişmeleri son derece önemlidir. Bu yüzden, bireysel hayatımla bu toplumsal ve siyasal gelişmelerin son derece iç içe geçtiğini görüyorum. Her aşamada AKP iktidarının attığı adımları ve bu adımlar karşısında aldığım hatalı veya doğru tutumları saptamaya çalışıyorum. Yazdığım metnin 124. Sayfasında 15 yıllık AKP döneminin belirleyici mücadelesiyle ilgili olarak şu saptamayı yapıyorum:

“2002 yılından beri Türkiye’nin önündeki esas sorun AKP diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesiydi.”

Elbette bu saptamayı, uzun yalpalamalardan, gidip gelmelerden sonra bugün yapabiliyorum. Bence, her toplumun belirli bir dönemini sadece bir mücadele domine eder. Elbette bu, Marksist ya da Maoist partilerin ünlü “baş çelişki” tahlilinden farklı bir saptamadır. En önemli farkı, diğer bütün çelişmeleri “baş çelişmeye” tabi kılmak gibi pederşahi bir tutumdan uzak durmasıdır. Tam tersine, bir dönemin belirleyici mücadelesini saptamak, tamamen farklı bir anlayışla, diğer bütün çelişmeleri buna tabi kılmak yerine, her birinin serbestçe kendini ifade etmesine olanak tanır. Çünkü ancak bütün çelişmeler kendilerini kendi özellikleri içinde serbestçe ifade ederlerse o zaman belirleyici mücadelede ileriye doğru gerçekten adımlar atılabilir. Bunun en güzel örneğini, Gezi mücadelesi ve son dönemdeki, halen içinde bulunduğumuz #HAYIR kampanyası vermiştir, vermektedir. Her iki mücadelede de bütün çelişkiler, bütün özel talepler kendilerini serbestçe ve kendi öznellikleri içinde ifade edebildikleri için birbiriyle çelişen talep ve sloganlar bile ortak mücadelede birleşebilmiş ve bir harmoni oluşturmuştur. Ne zaman ki herkesin “GEZİ”si kendine olmuş, o zaman herkesin GEZİ’si bütüne eklemlenmiş, bütünün içinde kendine yer bulmuştur; aynı şekilde, ne zaman ki herkesin “HAYIR”ı kendine olmuş, o zaman herkesin HAYIR’ı bütüne eklemlenmiş, bütünün içinde kendine yer bulmuş, asla bir araya gelmeyecek gibi görünen ulusalcı ile anarşist Gezi’de; MHP’li Türk milliyetçisi ile HDP’li Kürt Hayır’da bir araya gelebilmiştir. Bu, hayatın mucizesi olduğu kadar, toplumsal altüst oluşan bir cilvesi ve daha da önemlisi, tayin edici mücadelenin getirip önümüze koyduğu kaçınılmaz sonuçtur. Eğer burnundan kıl aldırmayan mücadele dışı püristler değilseniz hayatın ve mücadelenin yol açtığı bu kaçınılmazlığa elinizi uzatmak zorundasınızdır!

Yazıya nereden başladım, nereye geldim böyle! Esasen anlatmak istediğim şu belirleyici mücadeleydi. Fakat o beni dünün ve bugünün aciliyetlerine sürükledi. Oysa ben AKP’ye karşı 15 yıllık belirleyici özgürlük mücadelesinin aşamalarını ve benim bu konudaki kâh hatalı, kâh doğru tutumlarımı tahlil edecektim.

Yeni yazdığım anılarımda, özellikle 2007 başındaki Hrant Dink cinayetinin AKP iktidarının özgürlük düşmanı yöneliminde belirleyici bir adım olduğunu saptıyorum. Devlet, “eski kocası” ordudan boşanmıştır ve 2002’den beri “yeni kocası” AKP ile mutlu bir hayat yaşamak istemektedir. Fakat bunun için “eski kocanın” karısının üzerindeki “vesayet” iddialarının bertaraf edilmesi lazımdır. Ancak o zaman “yeni koca” AKP rahat bir nefes alabilecektir. Arkasında AKP iktidarının olduğu Danıştay ve Hrant Dink cinayetleriyle başlayıp “Ergenekon”la devam eden provokasyonlar dizisi ancak böyle bir bakış açısıyla aydınlığa çıkabilmektedir.

İşte bu nedenle 2007-2008 yıllarındaki bayraklı yürüyüşleri, bütün ulusalcı ideolojik yönelimine rağmen, AKP diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesi saflarında direnişler olarak görmek; “Ergenekon” operasyonları başladığında, benim, diğer anarşistlerin ve solcuların yaptığı gibi bu konuda AKP’ye gizli destek vermek ya da tarafsız pozlara girmek yerine, AKP diktatörlüğüne karşı bu mücadelelerin yanında yer almak, elbette bayrak sapıklıklarını eleştirerek yer almak gerekirdi. Hatırladığım kadarıyla bu konuda sözünü ettiğim türden doğru bir tutumu Kurtuluş Cephesi, Evrensel çevresi ve Birgün’ün bazı yazarları almış ve bu yürüyüşlere katılmak gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

15 Yıllık mücadele sürecinde yaptığım en önemli hata ise, 2010 referandumunda “boykot” ya da “sandığa gitmeme” tutumu almak olmuştur. Elbette hiçbir zaman benimsemediğim ve o zaman da şiddetle eleştirdiğim “yetmez ama evet” tutumundan söz etmiyorum bile. Fakat hangi akla hizmet oy vermemeyi savunmuştum? Bugün baktığımda bu saçma tutumuma hiçbir mantıki gerekçe bulamıyorum. Bu, sadece ve sadece AKP’ye karşı özgürlük mücadelesinin gereğini tam olarak kavrayamadığımı ortaya koyar. Bazı arkadaşlar hâlâ, “ama o referandumda 12 Eylül anayasasından kurtulmaya evet mi, hayır mı oylanmıştı” diye kendi teslimiyetçe tutumlarını savunmaya çalışıyorlar. Oysa bu AKP’nin aldatmacasından ibaretti. O referandumda oylanan sadece ve sadece AKP diktatörlüğüne evet mi, yoksa hayır mıydı; bugün de aynı şey söz konusudur.

Evet, bugün de aynı şey söz konusudur ve “anarşistler oy kullanmaz” saçmalığını ve dogmatizmini ileri süren arkadaşlar, boykot ya da oy vermeme tutumlarıyla “AKP diktatörlüğüne evet mi, hayır mı?” sorusuna “ne evet, ne hayır, bu beni ilgilendirmez” cevabını vermiş oluyorlar. Aynı benim 2010 referandumunda yaptığım gibi. O günümü düşününce bu arkadaşlara kızamıyorum. Belki aradan 7 yıl geçince onlar da bugün aldıkları tavra pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacak!

J. P. Sartre’ın “İş İşten Geçti” adlı, gençliğimde okuduğum çok güzel bir oyunu vardı. Bulup yeniden okuyayım!

Gün Zileli
3 Nisan 2017
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

11 Yorumlar

  1. İnsanın yaşadığı süre içinde yaptıklarını masaya yatırıp tartmasi hiç te kolay bir şey değil aslında sizin samimi tarafiniz bu o yüzden sizi ilgi ile takip ediyorum

  2. Sağol Murat. Ne kadar cesaret verici sözler bunlar!

  3. Sartre’ın o kitabını üniversitede bulup okuduğumu hatırlıyorum. Öldükten sonra öbür dünyaya giden insanların pişmanlıkları ve muhasebeleriyle ilgiliydi. Türkiye’de de her meşrep akım için öyle veya böyle bir pişmanlık durumu var sanki.

  4. loş, gri, flu tonlarıyla sartre varoluşçuluğu, ‘vazgeçmişlik’ ile bireysel avuntu. gün z., özgürlüğün toplumsal boyutunu algılamasıyla farklı. toplum, başına ne gelirse gelsin kabul eyler; yaşar gider de sorumlu birey olanı biteni hesaba çeker. sartre’daki ‘bulantı’ , zileli’de ‘aydınlık saçmak’ . bu yazısını çok sevdim. baskı ile kandırma ile hayat bulmuş sahtekarlığı güzel analiz etmiş. bir ara zannettiğim ‘kapılanmış’ olduğu düşüncem çöktü.

  5. askeri vesayetten sıyrılmak için ozamanlar ” yetmez ama evet” dediğim gibi….şimdi de AKP vesayetine ” YETMEZ AMA HAYIR! binlerce kez #HAYIR” DİYORUM….

  6. yeni yazdıklarını da aynı keyifle okuyacağım. Kolay gelsin. Sevgi ve selamlar.

  7. emine hanım hakkında bir şeyler okumak isterim açıkçası.

    ırmak da öyle. tabii sizin bileceğiniz iş…

    ben eşik’ten sonra okumuştum sizinkileri. o yüzden hep.

  8. yasasin yasasin Amerika suriyeye idlib kimyasal diye mudahale icin mudahale edecek kurtler icin iyi olacak rojava devriminin onu acilcak ozgurluk gelicek. Ozgurluk? ozgurlukcu solculuk.. Hitler SSCB ye ilerlerkende bu slogani kullansti. 40 yildir solcuyum solculardan tiksinir oldum arkadas meger siz feodal gerici etnikci milliyetciliginizi, bati hayranliginizi bize solculuk diye sokan adamlar ve kadinlarmisisniz. omurgasiz ilkesiz mizansiz guce tapan akli sira tabu yikan.

  9. Bir muhasebe de benden:

    2002’de AKP’nin ilk iktidara gelmesinden 2007’deki Gül’ün CB olması ile sonuçlanan “367 krizi”ne kadarki döneme pozitif bakıyordum. Burada “AKP’ye pozitif bakmaya” kıyasla bir nüansa işaret etmek isterim. Bu dönemi pozitif yapan esaslı iki etken vardı. Birincisi bir iç etkendi, AKP’nin eski iktidar odağı “vesayet” ile didişmesi bir güç dengesi ortaya çıkarıyordu. Pozitif olan AKP’nin kendisi diil bu dengeydi. En iyi AKP, CB Sezer’in ikide bir vetoladığı AKP idi. İkincisi ie bir dış etken, hak ve özgürlükleri genişleten AB uyum yasalarının kabulü oldu. Bu sevabın ne kadarı AKP’ye yazılmalıdır tartışmaya açık ama Sezar’ın hakkı Sezar’a. Bu özgürlük ortamı, Gezi öncesinde vidaların sürekli sıkıldığını hissettiğimiz ve Gezi’yi de tetikleyen döneme kadar (2011 ve 2013 başı arası diyelim) büyük ölçüde sürdü. Bu dönemde yeterince önem vermediğim bir şey ise ekonomik alandaki hızlandırılmış neoliberal uygulamalardı. Tüm iktidarlar zaten özelleştirme yapıyordu, neden AKP’ye özel olarak kızayım diye düşünüyordum, oysa bunlar niceliği üst düzeye çıkararak niteliksel bir dönüşüme de yol açmaya başlıyordu. Bunu işaret eden solcuların eleştirilerini, esas kaygılarının bir tür ulusalcılık yapmak olduğu şüphesiyle yeterince dinlemedim. Hata ettim. Bu dönemde ayrıca içinde bulunduğum grup ile birlikte Cumhuriyet’in “Tehlikenin Farkında Mısınız” sloganını tersine çevirerek esas tehlikenin darbe olduğu vurgusuyla İstiklal’de kapağında bu tarz bir mesaj veren dergi sattım (hata – tarafsız kalmalıydık).

    2007’deki AKP vs. “vesayet” kavgasından AKP’nin zaferle çıktığını ve artık üstünlüğü ele geçirdiğini düşündüğüm için “artık AKP’den olumlu hiçbir şey beklenemeyeceği”ni yazdım, arşivdedir bununla gurur duyabilirim.

    Fakat 2010 referandumuna gelindiğinde sanki bunu unutmuş gibi veya yarı-hatırlar gibi davrandım. Bu referandumda evet veya YAE denemeyeceğini idrak etmiş olsam da (çok şükür) hayır ile boykot arasında çok kıvranıp, sonunda adeta kıl payı ile hayır’a daha yakın olduğuma ancak karar verebildim. Bunda fikir oluşturmak için okuduklarımın bir YAE’ci bir yönden bir tersi yönden yüzeyde ikna edici argümanlar sunması etkili oldu. Yani suçu bir miktar sol kanaat önderlerine atıyorum. Belli bir teknik içeriğe sahip bir konuda yeterince aydınlatılamadığımızı, bunun sinir bozukluğunu yaşadığımı hatırlıyorum. Kararımı hayır’dan yana verdim vermesine ama bu kadar düşük bir motivasyonla hayır’a ulaştığım için YAE’ci bir arkadaşım ile pakt kurup onu geçersiz oy vermeye ikna ettim ve geçersiz oy verdim sonunda. Hepimiz hayır vermeliydik.

    Gerisi malum, gözümüzü kolektif olarak Gezi öncesi dönemde açtık. Gezi sonrasında da demir yumruk kadife eldivenden çıktı ve bugünlere kadar geldik, her araçla karşı koymaya çalışıyoruz. Yine de GZ’nin muhasebesinde 2002-2007 arası döneme de topyekun negatif bakılmalıydı düşüncesine şüpheyle bakıyorum, kendi açımdan bu bir tür tarihi baştan yazmacılık yani revizyonizm olurdu gibi geliyor. Bu hareket o zamandan faşizmin potansiyelini taşıyordu ama potansiyel ile aktivasyon farklıdır, ağaç tohumda saklıdır ama tohum ağaç diildir gibi. Bu konu sonuç olarak yine de “akademik” artık neredeyse.

  10. ahmet aslan Heybeliada

    anı niçin yazılr,anı niçin okunur? okunan kitap tekrar niye okunur. okundukça görülmeyenler, farkedilmeyenler , aynı olaylar farklı kişilerin anılarında farklı kaydedilir.bunların bir açıklaması vardır tabi.beynimizin bize oynadıkları oyunların hepsini açıklayamıyoruz hala. ben bir tarihte nur süer e sormuştum bir tarihte, sarp kuray ın anılarında okunacak sayfa sayısı on sayfayı geçmiyor.hep hikmet kıvılcımlı şöyle dedi vs , vs. hikmet kıvılcımlının anılarının ondan bağımsız yayınlanmasıda ayrı mesele. onun bil belgesi geçmişti elime , cevap ve düzeltme göndermişti savcıya. sizin yazdığınız dört anı kitabını ve çevirdiğiniz iki cilt anı kitabını okudum.bir tarihte beyoğlu karakedi kültür evinde size soru sormuştum.anılarınızın aydınlık hareketi hakkında yazılan kitap ve yazıların hepsinden daha açılayıcı yeni bilgiler içerdiğini söyleyebilirim. geçen gün gemide ilya erenburg un anılarına başlamıştım , önsözde kitabın iki ciltolduğu ve 1500 sayfanın üstünde olduğu yazıyordu. çevrilen bunun onda biri kadardı,üstelik kitapta nazım hikmet vardı. anılarda veya herhangi bir konuda çapraz okumadan yanayım. vartan ihmalyanın anılarındaki bazı yanlışları mara kolarova bilen in anılarında görebildim.tüstav yayınlarının önemli olduğunu görebiliyorum.tarih vakfında bir gün aziz nesin gelmişti.felç geçirmişti.konu anılara gelmişti, bir emekli albay vardı.albaya göre ve ordakilerin çoğunluğuna göre böyle gelmiş böyle gitmez anı kitapları bitse,hepsi herşey açıklanmış olacaktı.soruların hepsi cevaplanmış olacaktı. aziz nesin de bitirmesi için üstündeki büyük baskıdan bahsediyordu. ben orda bir ikilemde kaldım.kalkıp anıları eleştirmeyi mesela kendi anılarıyla zekeriya sertelin anılarında aynı kişiye farklı yaklaşıldığını söylemek karmaşık ve karşı çıkıcı açıklamanın aziz nesini daha zorlayacağını düşündüm ve vazgeçtim. şimdi düşünüyorumda ne kadar uzak görüşlüydü, yazdıklarıyla yaşadığı arasında bir uçurum yoktu. ölüm haberini aldığımda adada sahile indim, herkes eğlenmeye devam ediyordu , oysa heybeliadalıydı aziz nesin, onun için cenaze namazı mezar istememişti.. birgün geldi zekeriya sertelin yazdığı anı kitaplarının orjinal el yazılarını satın aldım. bunlar osmanlıca yazılmış defter halindeydiler ve oldukça düzgün yazılardı.tüstav a teklif ettim bu defterleri alamadılar,çünkü vakfın parası yoktu. vakfa daha önce bağışlar yapmıştım. çok uzattım, kitabınızı merakla bekliyorum.sevgiler, saygılar.

  11. Yaşar küçükanıt

    Gün bey selamlar öncelikle yeni çalışmanız için kutlarım ayrıca sizden trtarşiv bölümünde izlediğim bir videoyu izlemenizi ve lütfen yorumlamanızı rica ederim (Ramiz Ongun /Ertuğrul kürkçü Örsan Öymen)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir