Boykotçulara ve Oy Vermiyorumcu Bir Kısım Anarşiste Son Sesleniş!

Kitaplarımın başlıkları genellikle tek kelimeliktir. Makalelerime de mümkün olduğunca kısa başlıklar koymaya çalışırım. Yukarıdaki uzun başlık bir istisnadır ve belki de uzunluğuyla rekor kırmıştır!

Neden böyle uzun bir başlık attım? İlgili arkadaşların dikkatini çekmek, onlara sesimi duyurabilmek, oy kullanmaya ve #HAYIR’a omuz vermeye ikna edebilmek için elbette.

Hatasız “kul” olmadığı gibi hatasız “düşünce akımı” veya siyasi ideoloji de olmaz. İdeoloji çok geniş bir tartışma konusudur, ideoloji kelimesinin kendisi zaten hatayı ve yanılsamayı yansıtır. Marx’ın değindiği gibi, her ideoloji gerçekliğin bir ölçüde çarpıtılmasıdır. Ama şimdi konumuz bu değil, burada düşünce akımlarının istem dışı veya istem içi yanılgı ve hatalarından söz ediyoruz. Anarşizme yeni gelenlerde de vardır böyle bir “Nirvana”ya ulaşmışlık ruh hali. Bunların bir kısmı diğer sol örgütlerden dilleri yandığı için yoğurt yemekten bile vazgeçmiş eski Marksistlerdir, bir kısmı ise Marksizm durağına hiç uğramadan “pür” anarşizme varmışlardır. Ne mutludur ki onlara, hiç “kirlenmeden” en hakiki “mürşit”e erişmişlerdir!

Nitekim 1990’ların ortalarında hızla yükselip, keskinliği “kendi küpüne” zarar verdiği için aynı hızla sönüşe geçen Anarşist Gençlik Federasyonu (AGF) adlı örgüt, “biz bu topraklarda hiç yenilmedik” diye bir slogan icat ederek o zamanın 17-18 yaşındaki gençlerine “anarşizm adına” caka satardı. 1970’lerde bu yaşlardaki gençlerin gözünü boyamak isteyen sol örgütler, onları, bu iş için düzenlenmiş “illegal mahzenlere” indirip bozuk çakaralmazlarla ve mürekkebi bittiği veya bozuk olduğu için işlemeyen “teksir makineleriyle” gözlerini boyamaya çalışırlardı. Bu “ciddi” devrimci faaliyeti gören toy gençler kendilerini Gorki’nin Ana ya da Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi veya Dmitir Dimov’un Tütün romanlarının içindeymiş gibi hissederlerdi. Elbette AGF’nin “hiç yenilmedik” sloganı da bu tür, 1990 marka bir gözbağcılığıydı. Ne var ki, hele o yıllarda ancak 10 yıllık bir geçmişi olan Türkiye’deki anarşizmin “bu topraklarda” yenilme şansı bile olmamıştı!

İdeoloji ya da siyasi akımların pürizm iddialarından söze girmiştik. Örneğin bizim genç anarşistlerimiz, yalnızca Türkiye’deki değil, dünyadaki anarşizmin de “hatasız” olduğunu sanıp gururlanırlar. Oysa bu çok yanlıştır. Anarşistlerin tarihteki hataları çok sayıdadır hem de. Birkaçına burada değineyim.

Örneğin Bakunin, henüz anarşist olmadan, Slav milliyetçisiyken, Çarlık hapishanelerinde yazdığı “itiraf”ta, Çarı Slav milliyetçiliğinin önderliğini yapmaya ikna etmeye çalışıyordu. Gerçi bu doğrudan doğruya anarşizmin hatası sayılamaz ama böylesi bir safdillik anarşist olduğu sonraki dönemde, Avrupa’da Bakunin’in çok başını ağrıtacak, Marksistlerin, onun “ajan” olduğu iddialarına dayanak teşkil edecekti. Bunu geçelim.

Bundan yüz yıl kadar önce, 1910’lu yıllarda, Meksika’da anarko-sendikalistler, sırf işçiler için birtakım sendikal haklar vaadine kanarak diktatör Carranza’yı desteklemiş, diktatörlükle savaşan Zapatist köylülere karşı Carranza’nın desteğinde milis birlikleri kurup savaşmışlardır.

Dünyadaki tüm anarşistlerin sevip saydığı manevi liderleri Peter Kropotkin, o ileri yaşında, 1914 emperyalist paylaşım savaşında, sözde demokrasi ve özgürlük adına Rus Çarlığı’nı Almanlara karşı desteklemek gibi korkunç bir hata yapmıştır.

1917 Devrimi sırasında anarşist Mahno gerillaları, Bolşevik yönetimin sözlerine kanarak Beyazlara karşı defalarca Kızıl Ordu ile işbirliği yapmış ve her seferinde Kızıl ordu tarafından arkadan vurulmuştur. O dönemde Rusya’daki anarşistlerden bir kısmı, “devrim” adına Bolşeviklerin özgürlükleri katletmesine göz yummuş, hatta bazıları birer anarko-Bolşevik haline gelip rejimin polis örgütü Çeka’da bile görev almıştır.

İspanya Devrimi sırasında da anarşistlerin hataları az değildir. Örneğin, “seçimlere katılmama” ilkesi nedeniyle 1920 ve 30’lu yıllardaki kritik seçimlerde sağ cephenin seçimleri kazanmasına ya da parlamentoda ağırlık kurmasına neden olan anarko-sendikalist CNT, nihayet Franko darbesinden önceki son 1936 seçiminde doğru bir tutum alıp 1 milyon üyesini oy kullanmakta “serbest bırakarak” halk cephesine dolaylı destek vermiş ve sağcı cephenin yenilgisini sağlamıştır. Bundan sonraki Franko darbesi sırasında Barcelona’daki darbeyi işçilerin ayaklanmasını örgütleyerek yenilgiye uğratan CNT-FAI’nın önde gelen temsilcileri, Generalitat Companys, “kazandınız, istediğinizi yapabilirsiniz” dediği halde, bağımsız işçi, köylü inisiyatifine ağırlık vereceklerine, ismi “Milis Merkez Komitesi” olmasına rağmen klasik bir hükümet konseyinden farklı olmayan bir koalisyon hükümeti kurulması yoluna gitmişlerdir vb vb.

Bunların dışında anarşistlerin, biraz da dönemin ruhuna ayak uydurarak çok sayıda Blanquist türde ayaklanma ve hükümet darbesine önayak olduklarını ve neredeyse hepsinde bozguna uğradıklarını da burada belirtelim. Bütün bu hatalar bir gerçektir ama anarşizmi bugüne kadar ayakta tutan şey, bütün hatalarına rağmen, hükümet ve yönetimlerden orta ve uzun vadede uzak durması ve iktidar-sever olmak yerine iktidar-savarlığı tercih etmesidir. Anarşizmi yozlaşmaktan kurtaran temel özelliği budur.

Bu kısa özetlemeden sonra gelelim bugünkü referanduma. Bugüne kadar anarşist olduğunu söyleyen üç sitede boykot ya da sandığa gitmeme çağrısına rastladım. Bana kalırsa ilk ikisi tezini, haklı olanlara özgü bir tok seslilikle değil de, biraz sıra savan bir havada ileri sürüyordu. Yani biraz “dostlar alışverişte görsün” üslubuyla. Bunlardan biri Devrimci Anarşist Faaliyet’in etkinliklerini yayınlayan Meydan sitesiydi. Burada yer alan, “Referanduma Dair” başlığı altındaki yazı veya bildiride anarşizmin seçimlere ilişkin çok genel tavırları tekrarlanmakta, fakat özele ilişkin pek bir şey söylenmemektedir. Keza Sosyal Savaş adlı sitede de, üç aşağı beş yukarı buna benzer şeyler, her zamankinin tersine, biraz da mahcubiyetten kaynaklanan düşük bir ses tonuyla tekrarlanmaktadır. Keza, “İslamcı-anarşist” olduğunu söyleyen İtaatsiz adlı bir diğer site de, diğer ikisinden biraz daha yüksek sesle, hatta biraz da “eli maşalı” bir görüntü vererek ve şahsen beni de hedef alarak bu konuda yazılar yayınlamaktadır. Ne var ki, bu sonuncusunun, ilk ikisinden farklı olarak, AKP Aktrolleriyle yakın bağlar içinde oldukları herkesçe bilindiğinden anarşizm kategorisinde değil de anarşist kılıklı Aktroller kategorisinde ele alınmaları daha doğru olur kanısındayım. 2010 referandumunun “yetmez ama evet”cilerinin sol kesimlerdeki işlevini bugün “sandığa gitme”ciler üstlenmiş bulunuyor. Neyse ki Kara-Kızıl istanbul veya Karakök gibi anarşist örgüt ve gruplar da var. Muhtemelen ulaşamadıklarım da vardır.

Bunların dışında, bir de sosyal medyada kendilerini bireysel olarak deklare eden tek tek anarşistler var. Bunlar da, “anarşist seçime katılmaz” nottosunu ya da “ayet”ini ön plana çıkarıp iyice romantik bir havada, “kimse benim varlığımı satın alamaz” türküleri söyleyerek kendi kendilerini yüceltme yolunu seçmektedir.

Topluca hepsinin üzerinde duralım.

Önce şu “anarşist seçime katılmaz” ya da “anarşist oy kullanmaz” “ayeti”nin üzerinde duralım.

Evet, anarşizm, temsili demokrasiyi, dolayısıyla tek tek bireylerin “eşit oy”lara indirgenmesini eleştirir. Aslında oy sistemi, aynı sermaye birikiminde olduğu gibi, tek tek bireylerin bireysel iradelerinin bir potada toplanıp bir iktidar birikimi yaratılmasına hizmet eder. Kısacası iktidar denen şey, bireysel iktidarların gasp edilmesinin ürünüdür. Aynı, sermayenin, tek tek emekçilerin artı-emeğinin gasp edilmesinin ürünü olması gibi. Bu yüzden anarşizm, insanların bireysel iradelerine, bireysel iktidarlarına sahip çıkmalarını önerir ve hem bireylere hem topluluklara doğrudan demokrasi alternatifini gösterir.

Evet ama, anarşizm sadece iktidar birikimi anlamına gelen temsili demokrasiye değil, aynı zamanda sermaye birikimi anlamına gelen, emeğin sömürüsünün baş koşulu olan çalışmaya da karşı çıkar. Kısacası, çalışan, bireysel emeğini satan her emekçi aslında sermaye birikimine, yani kapitalizme güç vermektedir. Fakat bu böyledir diye, hiçbir anarşistin aklına genel olarak “çalışmayın” sloganı atmak gelmez. Gerçi yer yer bu sloganı da atar bazı anarşistler. Örneğin anarşizme komşu bir akım olan Punkçular, “Never work” (asla çalışma) sloganını atmışlardır ama onlar bile bunu bir “ayet” emri gibi ileri sürmemişlerdir. Çünkü emekçi, bu sistemde, hele halihazırda bir devrim falan da söz konusu olmadığına göre, yaşayabilmek için çalışmak zorundadır. Sadece emekçi de değil, anarşistler de, biraz düzensiz bir biçimde de olsa emeklerini satarlar. Ve hiç kimsenin aklına, “siz ne biçim anarşistsiniz, hem çalışmak kapitalizmi kan vermektir diyor, hem de çalışıyorsunuz” demez onlara.

Seçimler meselesi genelde dünya anarşistleri, özelde de Türkiye anarşistleri tarafından yanlış anlaşılmıştır. Temsili demokrasinin seçim sistemi evet, yukarda dediğim gibi bireysel iradelerin çalınması anlamına gelmekle birlikte, hayatın getirip dayattığı bazı durumlarda, varlık nedenleri özgürlüğü savunmak olan anarşistler, sırf bu özgürlükleri savunabilmek için bu ilkelerini somut durumda özgürlük için oy kullanmak suretiyle geri planda tutarlar. Bu, aynı, çalışmanın sömürüye katkıda bulunmak olduğunu bildiği halde, bilinçli bir işçinin çalışmasına benzetilebilir. Evet, anarşistler parti kurmazlar, parlamento oyununa bilfiil dahil olmazlar ama, çok özel durumlarda, eğer halihazır özgürlüklerin korunması ya da kaybedilmesi söz konusuysa, özgürlüğü destekleyen tarafa oy verirler.

Gelelim somut duruma. Bu bir seçim bile değil, sadece referandum. AKP gemi azıya almış bir şekilde tek adam diktatörlüğüne, faşizme gidiyor. Bunu da referandum yoluyla sağlama almaya, yasal planda bir meşruiyet sağlamaya çalışıyor. Olay bu kadar açıktır. Efendim, AKP seçimlere katılma oranının yüksek olmasını istermiş, bu yüzden seçimlere katılıp HAYIR’a oy vermek AKP’ye yararmış. Bana kalırsa titrek ellerle yazdıklarına kendileri de inanmıyor, titreklikleri buradan geliyor!

Söylenen şöyle bir durumda doğru olabilirdi ancak: Gerçekten de sisteme muhalefet o kadar büyüktür ki, referandumda oy kullanmaya çağrılan kitlenin yarıya yakını sisteme muhalefetini ifade etmekte ve sandığa gidip gitmemekte tereddüt etmektedir. O zaman sadece faşizme değil, bütün bir sisteme HAYIR demek anlamında sandık başına gitmeme çağrısı yapılabilir. Aynı, bir işyerinde tezgâhın başına gitmek yerine, diğer işçilerin çoğunluğuyla birlikte greve gitmek gibi. Ama bugün böyle bir durum var mıdır, yoktur. Toplum EVET ve HAYIR olarak bölünmüştür ve apolitik ve ürkek %15’lik bir kesimin dışında (komiktir ki, keskin boykotçularımız veya oy vermiyorumcularımız, toplumun bu en ürkek ve tarafsız kesimiyle yan yana düşmüşlerdir) her iki kesim de sandığa gitmekte kararlıdır. Nasıl tek başınıza greve gitmek gibi bir ahmaklık yapmazsanız, tek başınıza ya da kimsenin kulak bile asmadığı küçük bir azınlık olarak sandığı reddetmeye de çağrı yapmazsınız, yapamazsınız. Yapsanız da zaten kimse kulak asmaz, bugün olduğu gibi.

Ama şunu da bilmek gerekiyor. Bu bir referandumdur. Milletvekili seçimi olsa, sandığa gitmeyecek şu ya da bu orandaki insanın oyunun, eğer gitmeyenlerin oranı çok yüksek değilse sonuçlara hiç ya da çok az tesiri olacaktır. Fakat biliyorsunuz, referandumda, iki taraftan biri tek bir oyla bile kazanabilir. CHP milletvekili Muharrem İnce’nin dikkat çektiği, 2014 Yalova belediye seçimlerinde olduğu gibi. O seçimde AKP bir oy farkla kazanmıştı Yalova belediyesini. Kısacası EVET, 1 ya da 10 veya 100 oy gibi küçük bir farkla bile kazanabilir. Peki o zaman sandığa gitmeyen ya da gitmemeyi savunan veya “hür iradelerini kimseye teslim etmeyen” arkadaşlar, tek parti ve tek kişi diktatörlüğünün anahtarını kendi elleriyle bugünün somut özgürlük düşmanlarının ellerine teslim etmenin sorumluluğunu üstlenebilecekler midir?

Efendim, AKP’liler oyunun rengi ne olursa olsun herkesin referanduma katılıp oy oranının yükselmesini isterlermiş. Gerçekten merak ediyorum bu uydurma teoriyi nasıl icat ettiklerini. Bir AKP’liyle konuşmuş olsalardı bu saçmalığı ileri sürmeyeceklerdi. Adamların bu kritik durumda masa başında nasıl anketler yapıp durduklarını, %0,1 oyu bile kendi taraflarına çekmek için ne hinoğlu hince hesaplar yaptıklarını görmüyorlar mı? 2010 seçimlerinde “sayın” Fetullah Gülen’in dediği gibi, ölüleri bile mezarlarından kaldırıp EVET için sandık başına götürmeyi düşünecek kadar müptezelleşmiş bu adamların sandık başına gitmeyecek her potansiyel HAYIR’cıyı nasıl elleri patlayasıya alkışladıklarını, alkışlayacaklarını görmüyorlar mı? Bunu nereden mi biliyorum? Ben sandık başına gitmeyecek her potansiyel EVET’çiyi alkışlıyorum da oradan biliyorum!
Bir de şu gülünesi sandık değil, sokak edebiyatına değineyim. Sanki büyük bir sokak hareketi var da şu anda, bu sokak hareketini bastırmak için kitlelerin önüne sandık yemi atılıyormuş gibi konuşuyor bu arkadaşlar. Rüya görmüyorlarsa eğer bugün böyle bir hareket olmadığını, ayrıca sandık söz konusu olmasa da sokak hareketinin kısa vadede yükselmesi koşullarının olmadığını, böyle bir yükselişin ancak AKP diktatörlüğünün şu ya da bu şekilde geriletilmesiyle mümkün olabileceğini bilmeleri gerekirdi. Ayrıca bu sokak fetişizmini anlamak da mümkün değil. Toplumsal hareket bazen kendini sokakla ifade eder, Gezi’de olduğu gibi. Bugün olduğu gibi de pekâla bir #HAYIR kampanyasıyla da ifade edebilir. Mücadelenin çok çeşitli biçimleri vardır. Sokağın dağıtıldığı koşullarda bir “duran adam” günün direnişinin temsilcisi olmuştur mesela. Bazen en “pasif” gibi görünen direnişler toplumun bütün ruhunu ayağa kaldırabilir. Örneğin, Naziler Norveç’i işgal ettiğinde, kral başta olmak üzere bütün Norveçliler kollarına sarı üçgen takıp yolda yürüyerek Yahudi katliamına dur demesini bilmişlerdir. Bugün gördüğüm şeyi açıkça söyleyeyim: Sosyalist arkadaşlar dogmatizmi aşmada bizim anarşistlerden fersah fersah ileri bir noktada. Anarşizm Türkiye’de Kara dergisiyle Marksist dogmatizme karşı mücadele içinde yükselmişti. Bugün geldiğimiz noktaya bakın! Bugün anarşist örgütler ve genç anarşist arkadaşlar, gerçekten hüzün vericidir ki, devrimci hareket içindeki en dogmatik ve sekter kesimi, aynı zamanda en mücadele dışı kesimi de oluşturur hale gelmişlerdir. Galiba yine aynı şey oldu. Ülkenin genel yapısı ve adolescent kültürü (çok deneyimsiz delikanlı ve genç kızların fazlasıyla atılganlığı, sekterliği teşvik eden ve bir iki yıl içinde de teslimiyetçiliğe ve kaderciliğe dönüşmeyi kaçınılmaz kılan kültürleri) 1990’larda AGF’yi yarattığı gibi bugün de benzeri bir sorumsuz, konformist sekratizmi körüklemiş bulunmaktadır. Bu gençlerin bir kısmı bir iki yıl sonra kravatlarını bağlayarak ya da tayyörlerini giyerek düzenin çarkları içinde kaybolup gideceklerdir ne yazık ki ve anarşizm, onlar için çocuklarına anlatacakları tatlı bir anı olacak. Öte yandan gelip geçen bu gençlik kitlesinin sırtından “kâr” eden, tezgâhlarını o gençlerin heyecanları üzerine kuran kaşarlanmış örgüt tüccarlarını da çok iyi tanıyorum! Onların umurunda değil ülkedeki özgürlükler için mücadele etmek. Yeter ki, deneyimsiz gençlerin heyecanlarının simsarlığını yapıp çarklarını döndürsünler!

Son bir nokta: Hayır kampanyası içinde yer alan kimi ulusalcı ya da Türk milliyetçisi kesimlerin yer yer ırkçılığa varan söylemleri örnek gösterilip, “alın size, işte Hayırcılar” diyor bazı arkadaşlar. Kavrayamadıkları şu: Herkesin HAYIR’ı kendine. Büyük toplumsal kampanyalarda pürizm sökmez. Toplumun bütün kiri, tortusu, mikrobu bu toplumsal kampanyaya karışır. Gezi farklı mıydı sanki? Orada da her tür insan, her tür ideoloji yok muydu? Türk bayraklı kızla, BDP’li delikanlı el ele koşarken, biri de kenardan bozkurt işareti yapmıyor muydu? Ben de bizzat görmüşümdür, 1 Haziran 2013’te, Harbiye’de, MHP’li gençlerin “kahrolsun Tayyip” sloganı atarak polisle çatıştığını. Ve ellerinde MHP bayrakları var ya da bozkurt işaretleri yapıyorlar diye kimse onlara yan gözle bakmamıştı. Çünkü o sırada aynı saftaydık. Gezi Parkı’nın bir köşesinde Apo bayrağı taşıyan Kürt gençleriyle, iki adım ötedeki bir başka köşesinde “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran ulusalcı gençler de öyle. Bu da toplumsal mücadelenin, bir püristin hiçbir zaman kavrayamayacağı, cilvesi, şakasıdır. Ayrıca bu güzel bir şeydir de. Tekke kurmuyorsak toplumsal mücadelenin çoğulluğuna alışmak ne kelime, bunu sevinçle karşılamamız gerekmektedir.

Şunun şurasında 10 gün kaldı. Bir daha düşünün. Yoksa tarih karşısında sorumlu olacak, genç Türkiye anarşizmine gölge düşürmüş olacaksınız.

Gün Zileli
5 Nisan 2017
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

210 Yorumlar

  1. marxist argüman

    hayir’a da hayir!

    secim/sandik sirkinde/tiyatrosunda gönüllü figüranlik yapmaya HAYIR!

    devlete/düzene muhalif samimi devrimcilere/anarsistlere zileli’nin yaptigi cagrinin tam tersini yapiyorum: devletin secim/sandik sirkinde/tiyatrosunda gönüllü figüranlik yaparak düzenin degirmenine su tasimaya hayir; oy’un rengi ister “evet”, ister “hayir” olsun, her bir oy, devletin/düzenin mesrulugunu secmene tazeletmesi, tasdik ettirmesi anlamina gelir.

    zileli’nin yazisindan alinti:

    “Efendim, AKP’liler oyunun rengi ne olursa olsun herkesin referanduma katılıp oy oranının yükselmesini isterlermiş. Gerçekten merak ediyorum bu uydurma teoriyi nasıl icat ettiklerini.”

    bu teorinin uydurma degil gercek oldugunu ispat etmek zor degil. hükümette kimin oldugu önemli degil, secim/sandik denilen sirki/tiyatroyu gönüllü organize eden kimdir?

    cevap: devlet

    günümüz dünyasinda devlet en üst otoritedir; yani bir devleti, istemedikten sonra secim organize etmeye mecbur edecek baska bir güc yoktur.

    sayin zileli, (demokratik) devletler neden periyodik olarak secim düzenlerler; halki sandik basina cagirirlar? bu soruyu hic kendinize sordunuz mu?

    secim/sandik, bir devletin/düzenin varligini, mesrulugunu, bakaasini tartisma konusu yapsa, tehlikeye atsa, devlet o isi neden gönüllü yapsin?

    bir devleti/düzeni kuran devlet adamlarinin yaptiklari ilk is; cikardiklari ilk yasalar, devletin/düzenin varligini/bekasini güvenceye almaktir.
    sayet secim/sandik denilen sirk/tiyatro da buna hizmet ediyorsa, devlet sandigi kurar, vatandasi oy kullanmaya cagirir; secim’e katilim ne kadar yüksek olursa o kadar iyi.

    örnek, almanyada secimlere katilim yüzde altmis civarindadir. secimlere katilim orani yüzde elli civarina düsünce alman politikacilari vatandasin siyasete olan ilgisizliginden endiselenmeye baslarlar; “vatandasin secimlere/sandiga/siyasete ilgisini arttirmak icin ne yapmaliyiz” seklinde tartismaya baslarlar.

    alman politikacilari, vatandasin secimlere katilimini artirmak icin gerekirse secimlere katilimi zorunlu hale getirme, ve hatta secime katilmayani cezalandirmayi bir secenek olarak kamuoyu önünde tartismaktan cekinmezler.

    sayin zileli, sizin kapitalist düzen/devlet ile bir sorununuz yok; sizin sorununuz hükümetlerle. bundan dolayi da büyük bir heyecanla sandik basina gitmenizi ben garipsemiyorum.

    dahasi, secim/sandik denilen sirke/tiyatroya nasil hayali anlamlar yüklediginizi; sizin oy’ununuzun türkiyede kullanilan 40-50 milyon oydan sadece biri oldugunu unutup, hangi illüzyonlara kendinizi kaptirdiginizi göstermek icin “is isten gecmeden” baslikli yazinizdan bir alintiyi yapayim:

    “15 Yıllık mücadele sürecinde yaptığım en önemli hata ise, 2010 referandumunda “boykot” ya da “sandığa gitmeme” tutumu almak olmuştur.”

    evet sayin okuyucular, zileli, 2010 yilinda “boykot” hatasini yapmasaydi, sandik basina gidip oy kullansaydi ulusun/vatanin makus talihi degisecekti; bugün bambaska bir türkiyede yasiyor olacaktik.

    ulusun/vatanin makus talihini degistirmeye aday vatandas, secim sandigi sizi bekliyor!

  2. sözde devrimciler, 100 yıldır demokrasi için daha iyi çalışma şartları için vs. mücadele ede ede toplumsal devrim ve komünizm için mücadele etmeyi unuttular.

    hayır şöyle bir geriye dönüp baktığımda bu mücadeleler gerçekten bir şeyleri kalıcı biçimde olumlu yönde değiştirmiş olsa yine anlayacağım. Ama o da yok.

    Hele günümüzde, soğuk savaş sonrası dünyada demokrasi/faşizm, özgürlük/totaliterizm, dincilik/sekülerizm, ulusal kurtuluş/emperyalizm gündelik pratikte bile iç içe geçmiştir. Bu yüzden bu sanal ikilemlerin bir tarafı için mücadele daha da anlamsız hale gelmiştir.

    anarşist değilim. toplumcu, tarihsel materyalist ve doğrudan komünistim. bundan sonra demokrasi ve özgürlük yalanı için parmağımı bile kıpırdattım. değil akp diktatörlüğü bizzat ışid rejimi bile kurulsa benim tek mücadele hattım doğrudan komünizmdir. artık saçma sapan ilüzyonların peşinde global veya yerel farklı güç odaklarının ajandalarının piyonu olmaktan bıktım.

    oy kullanmak tıpkı vergi vermek gibi, askere gitmek gibi toplumsal sistemi ayakta tutan unsurlardan biridir. hayati biçimde mecbur kalmadıkça gerçek komünistlerin hiçbiriyle işi olamaz.

    bunlara fantezi diyenler… özellikle gelişmiş ülkelerde seçim katılımının, özellikle genç kuşakta %50nin altına düştüğünü gösteren sayısız araştırmayı internette bulabilirler. bu insanlar elbette komünizm adına seçimleri boykot etmiyorlar ama bu sistemin bir aldatmaca olduğunu kendilerine verecek hiçbir şeyi bulunmadığını içgüdüsel olarak seziyorlar. bu toplumsal eğilimle bütünleşmek yerine bu insanları sisteme katmaya çalışan -seçim sistemi sınırları içerisinde ne kadar radikal görünürse görünsün -her siyasi hareket sistemin muhafazasına hizmet eder.

  3. “Anlatılan senin hikayendir”

  4. lubnan hezbollahini, turkiye `devrimci hareketinin`hepsine tercih ederim.onlar rojavada amerikan bayragi altinda devrim yapabilirler.

    https://www.youtube.com/watch?v=pdZgkGI5h0A

  5. anarşistlere seslenecek kadar kredin olduğunu düşünmüyorum gün. bugüne kadar anarşist pratiğe katkı sunmak bir yana anti anarşistlik yapmış olmaktan, anarşist çabalara burun bükmekten, küçümsemekten başka bir katkın oldu mu cidden. reformist-ulusalcı solun sularında yüzmeye devam et sen boşver anarşistleri…doğrudan demokrasi istiyorsan git mahallende muhtarlığa adaylığını koy, o zaman bak oy vermeyi düşünürüz sana…ama ona da burun bükeceksindir. oy verelim yeter….sonra kıçımızı kırıp oturabiliriz. daha dün otoriter, sekter, reformist dediklerin için şimdi seçim çalışması yapmak güncel politika yapmak değildir. yüzünü anarşist mücadeleye ve pratiğe dön ve onun propagandasını yap bi zahmet. 5-10 yıldır kimyası bozulan muhalif hareketin bir parçası olmaktan kurtul…akp’nin payandası olma…sen de bunu bi düşün…

  6. ortada bir boykot calismasi mi var..uc bes anarsistin oyu icin anarsizmi demokrasiyle iliskilendireceginize halk icinde HAYIR orgutlenmesi yapsaniz da bir ise yarasaniz ya

  7. "istikrar vs kutuplaşma" ve düzen karşıtlığı

    Diğer referandum ve seçimleri (başka deyişle oy kullanmanın düzenin bir parçası olmasını) bir kenara bırakıp sadece bu referandumun olası sonuçlarını bir düşünelim.

    Evet çıktığında (onların ifadesiyle) “istikrar” büyür, Hayır çıktığında ise kutuplaşma.

    Düzen karşıtlarının bunların hangisinden daha iyi yararlanabileceği, dolayısıyla hangisini tercih edeceği bu açıdan tartışma götürmez.

  8. “15 Yıllık mücadele sürecinde yaptığım en önemli hata ise, 2010 referandumunda “boykot” ya da “sandığa gitmeme” tutumu almak olmuştur.”

    2010 referandumunda ‘Evet’ diyen Marksist Tutum da şimdi ‘Hayır’ diyor;

    marksist tutum

    akp’nin otoriterleşmesinden ve faşizan uygulamalardan dem vuran, bunun tarihçesini anlatan ama bunu yaparken evet dedikleri 2010 referandumuna hiç değinmeyen dergi.

    https://eksisozluk.com/entry/65223462

  9. “günümüz dünyasinda devlet en üst otoritedir; yani bir devleti, istemedikten sonra secim organize etmeye mecbur edecek baska bir güc yoktur.”

    Katiliyorum.

    Ve, artiriyorum: “Onemli bir seyleri degistirecek olsaydi, secimler yasaklanirdi”.

  10. “Düzen karşıtlarının bunların hangisinden daha iyi yararlanabileceği, dolayısıyla hangisini tercih edeceği bu açıdan tartışma götürmez.”

    Dogru mu anladim, emin degilim; fakat, ‘düzen karşıtlarının’ tercihinin (‘kutuplaşma’ya yol acacagi icin) ‘hayir’dan yana olacagini soyluyorsunuz.

    Bunun, bence, saglamasini yapmak lazim:

    Dogru, ‘hayir’ cikmasi, ilk adimda, bir kutuplasma, bir tur de kaos, yaratacaktir.

    Peki, bir sonraki adim?

    Cikan kaos sonrasinda ne olacagini dusunuyoruz?

    Her turlu kotulugun, sorunun, sebebini ‘hayir’cilarin uzerine yikmak cok mu zor olacak?

    Baska bir deyisle, en cok iki sene icinde, bir erken secim ve cok daha guclu bir sekilde ayni iktidarin isbasina gelmesi..

  11. Mekanik Argüman – pardon Marxist Argüman ve diğer yorumcular yine ezberlediklerini yazmışlar.

    Böyle adeta programlanmış kişilere laf anlatmak çok zor sn. Zileli. Siz de farkındasınızdır.

  12. Devlet tarafından verilen bir kimliği eline alıp devletin yarattığı bir sahnede çok önemliymiş rolü yapan bir figüran olacaksın o zaman. O kimlik sana zorla verilen bir kısıtlayıcı unsur iken, bir nimetmiş gibi HAYIR demeye gitmen gayet çelişkili bir durum.

  13. Dinamik Argüman

    “Hatasız “kul” olmadığı gibi hatasız “düşünce akımı” veya siyasi ideoloji de olmaz. İdeoloji çok geniş bir tartışma konusudur, ideoloji kelimesinin kendisi zaten hatayı ve yanılsamayı yansıtır. Marx’ın değindiği gibi, her ideoloji gerçekliğin bir ölçüde çarpıtılmasıdır.”

    “Bir “ideolojik kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı belirli bir paradigmatik çatının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor…. Bunlar, Lenin’in bir zamanlar Marksizmin ruhu diye tarif ettiği “somut durumların somut tahlili”nin yerini alan bir dizi refleks. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.”

    Halil Berktay / Nerede duruyorum (1) : ‘ideolojik çatı’ sorunu
    http://www.ilkehaber.com/yazi/nerede-duruyorum-1-ideolojik-cati-sorunu-2818.htm

  14. demokrasi, en oturaklı ve kurumsal faşist sistemdir. çünkü sizi toplumsal sisteme kaba ve görünür baskıyla değil; ikna ve aldatmacayla gönüllü biçimde dahil eder. faşizm, demokrasinin krizinin çözümünde geçici bir evredir. o yüzden ha demokrasi ha faşizm… bizim için farketmez.

  15. 3 Kasım 2020 Salı, ABD başkanlık seçimlerini kazanacak kişi:

    Demokrat Parti, California senatörü Kamala Harris.

    Böylece, ilk kadın ABD başkanı dünya tarihine adını yazdıracak.

  16. milyonerler, işadamları, hoppa cukka götüren sanatçı bozuntuları, güç kimdeyse onun köpeği olan gazeteciler… bunların hepsi her seçimden önce aynen şunu diyorlar:

    “hangi partiyi desteklerseniz destekleyin ama oyunuzu kullanın”

    “ister evet ister hayır deyin ama mutlaka sandığa gidin”

    al bir örnek: https://twitter.com/mrtgezici/status/848806214523912192

    seçim, sistemin en büyük aldatmacasıdır. ancak güçlülerin kendi aralarındaki oyununda figüran olmaya hevesli zavallılar bu oyuna katılır. partiniz kazandığında bayrakla çıkıp kutlama yaparsınız meydanlarda. ertesi gün zeytin peynir yiyip sabah 8de trafikte yollara dökülmeye devam…

    bu toplum tüm kurumları, değer yargıları, insan ilişkileriyle ya yıkılacak ya da sıradan insanlar için hayat hep aynı eziyetle devam edecek.

  17. marxist argüman

    sinek kücüktür ama mide bulandirir

    benim yazdiklarimi cürütecek karsi argüman, karsi tez yazamayan, bundan dolayi da sivrisnek gibi satasarak rahatsizlik vermeye calisanlar: raid sineksavar spreyi yanimda hazir duruyor, cevremde vizildayip durmayin.

    8 nolu yorumcu,

    “hayir”a güzel bir devrimci kilif uydurmussun. kilif uydurma ustaligina bakilisa sen meslekten terzisin galiba.

    düzen karsitlarinin insanlari kutuplastirma gibi hedefleri oldugunu kim söyledi sana?
    diger düzen karsitlarini bilmem, fakat marxist anlamda düzen karsitligi bilgilenmek ve bilinclenmek; analiz edip idrak etme, sonuc cikarma, anlatma ve ikna etme gibi yöntem ve amaclari icerir.

    necip’in 10 nolu yorumundan alinti:

    “Onemli bir seyleri degistirecek olsaydi, secimler yasaklanirdi”.

    bu belirleme, serbest secimlere karsi bir argüman olarak dünya solu icinde cok yaygin, fakat tam isabetli oldugu söylenmez. sundan dolayi:

    secimlerin siradan insanlarin hayatinda birsey degistirmedigi kesin. fakat (demokratik) devletler acisindan önemli bir fonksiyonu ve faydasi var; aksi durumda devletler secim yasasini anayasalarina koyup, secimler icin bu kadar para ve zaman harcar miydilar?

    serbest secimler demokrasinin “high light” denilen en önemli uygulamasidir.
    secimlere katilmak demek, hangi parti secilirse secilsin, devlete/düzene evet demektir. yani mevcut devletin varligi/bekaasi/gerekliligi asla sorgulanmaz; oylamaya sunulmaz.
    secimlerde oylamaya sunulan bir devletin anayasasi, devlet programi, ekonomik politikalari, devlet bütcesi vs. degildir. gercek anlamda vatandasin fikri de sorulmuyor. yani vatandas herhangi bir konuda istek, arzu ve sikayetlerini secim kagidina yazamaz.
    oylamaya sunulan secenekleri önceden eleyip, belirleyen kimdir? devlet.
    vatandas, devletin tornasindan gecmis partiler icinden birisini isaretliyor, ya da referandumda oldugu gibi “evet” ya da “hayir” siklarindan birisine isaret koymak zorunda.

    bundan dolayi, oy kullanmak pasif bir figüranlik rolü ile yetinmektir, dersek yanlis olmaz.

    diger yandan, secimlerde gönüllü figüranlik rolünü red etmeyi “boykot” olarak adlandirip, sanki devleti yikacak devrimci bir eylemmis gibi sunmak da ayni sekilde yanlistir.

    bir secime/referanduma katilim ne kadar düsük olursa olsun, sonuc gecerlidir.
    secimlere katilim, sayet devletin/düzenin mesrulugunu tartisma konusu yapacak kadar düsükse, icabinda devlet secimi yeniler; vatandasi da fircalar, gerekirse tehdit eder: “secimlere katilip oy kullanmak demokratik hak ve vatandaslik görevidir; bu bilincle hareket etmeyenlere gerekirse “devlet/düzen düsmani” muamelesi yapilir, gerekirse para cezasi gibi cezalara da carptirilir.” vs.

    15 nolu yorumdan alinti:

    “demokrasi, en oturaklı ve kurumsal faşist sistemdir. çünkü sizi toplumsal sisteme kaba ve görünür baskıyla değil; ikna ve aldatmacayla gönüllü biçimde dahil eder.”

    demokratik ve fasist rejimler arasinda fark oldugu kesin; fakat her iki rejiminde uygulayici gücü günümüz burjuva devletleridir, diger bir deyimle modern ulus devletlerdir.
    avrupa ve A.B.D. de dahil, bütün demokratik devletlerin anayasinda “olaganüstü hal/sikiyönetim” yasasi vardir.

    (demokratik) bir devletin “olagan hali” hukuk devleti uygulamalari oluyor.

    peki, “olaganüstü hal” ne demek?

    cevap: demokratik bir hukuk devletinin varligini/bekasini tehlikede gördügü an hukuk devleti uygulamalarini rafa kaldirip, fasizm moduna gecmesi anlamina gelir.

    bundan dolayi, fasizm demokrasinin karsiti degildir; 15 nolu yorumcunun da yazdigi gibi agir kriz dönemlerinde, (demokratik) bir devletin hukuk devleti uygulamalarini kismen ya da tümden, tüm yurt capinda ya da bölgesel olarak belli bir süreligine rafa kaldirmasidir.

  18. İhtiyar çoban

    Sadece aydınların, bilgelerin ve de mesela anarşistlerin ülkesi değil yaşadığımız yer. Cehaletin, satılmışlığın, hiç bilmez ama daniska ukalalılığın da ülkesi. Bir maya var ki, dincilikle, 2 kez 2: 5 edercilikle, uyanıklık, delilik, kiralanmışlık gırla. Yamyamın kuşatmasında, yapın bakalım feylesofluğu. Ben yıllardır toprağımda hiç bir iyi çiçeğin yetişmediğini, kuzunun kurda rızıklandığı bir kültürel bataklıkta çobanlık yapan kişiyim. Bu referandumun belirleyicisi, cehaletin ta kendisi, satılmışlığın ve kiralanmışlığın bereketi olan aç midelerin küçük insanlığı olacaktır. Kazanırsanız bana söyleyin.

  19. “ideoloji kelimesinin kendisi zaten hatayı ve yanılsamayı yansıtır… gerçekliğin bir ölçüde çarpıtılmasıdır.”

    Buna uyan en güzel benzetme körlerin fili tarifidir.

    Hani körlerin her biri filin bir tarafını tutmuş da filin tamamını ondan ibaret sanmışlar ya, ideolojilerin bağnaz mensuplarının durumu da aynı hesap.

    Gördükleri şey gerçeğin sadece bir kısmı, ama onlar tamamı olduğunu zannediyorlar.

    Fili tarif eden körler bu sitedeki yorumcular arasında da bolca mevcut.

  20. marxist argüman

    apolitik ve de ürkegim, var mi diyeceniz?

    zileli’nin yazisindan alinti:

    “Toplum EVET ve HAYIR olarak bölünmüştür ve apolitik ve ürkek %15’lik bir kesimin dışında (komiktir ki, keskin boykotçularımız veya oy vermiyorumcularımız, toplumun bu en ürkek ve tarafsız kesimiyle yan yana düşmüşlerdir) her iki kesim de sandığa gitmekte kararlıdır.”

    dikkat edilirse zileli burda tayyip erdogan taktigi uyguluyor, yani mahalle baskisi yapmaya calisiyor:

    önce zileli’den sunu ögreniyoruz: secim sandigina ve siyasete ilgi duymayan insanlar “apolitik” ve “ürkek” oluyorlar; zileli bu iki sözcügü, sözkonusu bu kitleyi kinama, kücümse anlaminda kullaniyor.

    demek ki zileli, secim sandigina gitmeyi bir kahramanlik, bir cesaret isi olarak görüyor.
    yani devlet/hükümet, secim sandigini kuruyor, vatandasi oy kullanmaya davet ediyor.
    zileli de sorumlu bir t.c. vatandasi olarak tipis tipis oyunu kullanmaya gid iyor; bu eylemini de bize “cesaret örnegi” olarak satmaya calisiyor.

    sayin zileli, secim sandigina gitmeyenlerin “apolitik” olduklarini nasil tespit ettiniz?
    bu insanlar benim gibi bilincli bir tercih olarak sandiga gitmiyor olamazlar mi?
    kaldi ki, sayet bu insanlar siyasete iligisizlikten sandiga gitmiyorlarsa ben bu durumu olumsuz degil, olumlu görürüm. neden?
    cünkü, bu ilgisizlik, bu insanlarin en azindan mevcut düzenden/devletten bir beklentileri olmadigini gösterir ki, böyle insanlari ikna etmek/kazanmak, sizin gibi sandiga heyecanla giden ve düzenden beklentisi olan insanlari ikna etmekten/kazanmaktan daha kolaydir.

    tayyip reisin: “kim hayir diyor, terör örgütleri hayir diyor, bunlarla ayni tarafa düsmek istemiyorsaniz, evet deyin”, seklinde yaptigi demagojiyi sizde söyle yapmissiniz:
    “kim sandiga gitmiyor, apolitik ve ürkek olanlar. oy kullanmak istemeyenler, benden apolitik ve ürkek damgasi yemek istemiyorsaniz, sandiga gidin!”

  21. Amerika’nın Sesi Kürtçe Yayın Bölümü’ne konuşan Salih Müslim, “Yaratılan atmosferden dolayı Amerika, Suriye askeri güçlerini vurmaya mecbur kaldı. Ümit ediyorum ki bu sadece Suriye rejimiyle sınırlı kalmaz ve sivilleri kendisine hedef alıp kimyasal silah kullanan diğer taraflardan da hesap sorulur. İnanıyorum ki bu saldırı olumlu sonuçlar ortaya çıkaracaktır, çünkü siyasi çözüme inanmayanlar doğru yola geri dönecek ve savaşın devamlılığının sonuç vermeyeceğini anlayacaklar. Amerika doğrudan bu meselenin içinde yer alıyor ve sessiz kalamaz

  22. haha sandığa gitmeyen ürkek midir :)) bu nasıl bir kafa?

    oy kullanmak dünyanın en sıradan işi, neyin ürkekliği neyin cesareti?

    aksine, her seçim sonrasında haberlerde duyarız: oy kullanmak için sandık başına giden X sayıda kişi kimlik kontrolünde haklarında yakalama kararı olduğu anlaşılınca tutuklandılar diye. demek ki asıl ürkek olmayan insanlar sandığa gitmezlermiş. oyunu, vergisini veren, askerliğini yapmış, sabıkası olmayan, sistemin kandırmacası içinde taraf olmuş cici vatandaşlar sandığa gider.

    efendim silahlı örgütlerin yasal uzantıları da seçime giriyor diyeceklere… o silahlı örgütler hedeflerine ulaşabilseler kuracakları ülke – ister kürdistan olsun ister sosyalist demokratik türkiye olsun- aynı şimdiki gibi bir sisteme sahip olacak. tek fark, yönetenlerin isimleri ve sembolleri değişecek. dolayısıyla onların sistemle kökten bir davaları yok. sadece sistemin adını ve tonunu değiştirmeye çalışıyorlar. silah kullanmaları radikal olduklarını göstermez. fetullahçılar da, kemalistler de silah kullanıyor. asıl radikalizm sistemi topyekün yıkma hedefiyle olur.

  23. marxist argüman

    dersimiz: mantik ve akil yürütme

    zileli’nin yazisindan alinti:

    “Örneğin bizim genç anarşistlerimiz, yalnızca Türkiye’deki değil, dünyadaki anarşizmin de “hatasız” olduğunu sanıp gururlanırlar. Oysa bu çok yanlıştır. Anarşistlerin tarihteki hataları çok sayıdadır hem de.”

    14 ve 21 nolu yorumcularda zileli ile ayni konuda paslasip, benim gibi rengini belli edenlere ve burjuva devletin secim sirkinde figüranlik yapmayi red edenlere sözümona gol atiyorlar.

    ben simdi, oportünizmin, pragmatizmin ve reformizmin felsefesini yapan zileli ve zileli ile paslasan o yorumcularin mantiginin neden yanlis oldugunu gözler önüne sermek istiyorum.

    dikkat edilirse zileli, yazisina önce genel olarak ideolojileri, özel olarakta anarsist ideolojiyi gözden düsürecek bir giris yapiyor; tek tek anarsistlerin kendince yanlislarini siraliyor.
    neden?
    cevap: oy kullanmamakta kararli anarsistleri ikna etmek icin, bu anarsistlerin inancini sarsmak icin.
    simdi zileli’nin mantiginin neden yanlis ve ise yaramaz bir mantik, ya da akil yürütme olduguna bakalim.

    ben, zileli’nin, seslendigi anarsistleri vurup teslim almak icin kullandigi silahini zileli’ye ceviriyorum:

    sayin zileli; anarsistlerin saydiginiz o hatalarinin sizin secim tavrinizi dogrulayip, secimlerde oy kullanmayan anarsistlerin tavrinin yanlisligina delil/kanit oldugu sonucuna nasil vardiniz?

    ben simdi dersem ki, sizin örnek verdiginiz o hatalar sizin referandum tavrinizi dogrulamaz, tam tersine, sizin tavrinizi bosa cikarir, cevabiniz ne olur?

    özetle, sizin yukarda yaptiginiz su akil yürütmenin ne kadar sacma bir akil yürütme oldugunu farkinda misiniz:
    ideolojiler/fikir akimlari hatasiz degildir.
    anarsizm de bir ideolojidir.
    bundan dolayi anarsistler de hata yaparlar ve hatta yaptilar.
    öyleyse önümüzde ki referandumda oy kullanmayan anarsistlerin tavri da hatadir/yanlistir.

    ikincisi, zileli’nin ve zileli ile paslasan yukarda ki yorumcularin biktiricasina tekrar ettikleri su iddia -belli bir ideolojiye gönül vermis insanlarin hepsi ayni davranisi gösterirler; ayni laflari ederler- gercekse, peki o zaman su durumlari nasil aciklayacagiz:

    1. zileli bir anarsist olarak referandumda oy kullanilmasi gerektigini dogru bulurken, neden bazi anarsistler tam tersine yanlis buluyorlar? bu fark nerden doguyor?

    2. ben bir marxist olarak secimlerde/referandumda oy kullanmayi yanlis bulurken, bugün türkiyede eli silahli örgütlerde dahil olmak üzere, bircok sosyalist örgüt/grup referandumda “hayir” oyu kullanmayi savunuyorlar.
    ideolojilerin bir kitabi varsa ve herkes o kitaba bakip ayni seyleri savunuyorsa, oy kullanmayi red eden sosyalistlerle oy kullanmayi savunan sosyalistlerin karsit/zit tavirlarini nasil aciklayacagiz?

    3. islam, hristiyanlik gibi dinlerin tek bir kutsal kitaplari olmasina ragmen, bu dinlerin farkli yorumlarini, birbirine düsman farkli mezheplerin varligini nasil aciklayacagiz?

    bu sorularin cevabini ben vereyim: yukarda, 14 ve 21 nolu yorumcular gibi bos beles atip tutan, -agzi olan konusuyor-, agzindan cikani kulagi duymayan; ordan burda duydugunu sinamadan, kendi akil süzgecinden gecirmeden bu sitede yorum diye yazan akil-fikir fukaralarinin sandigi gibi, belli bir ideolojiyi benimsedigini söyleyen bütün insanlar her konuda ayni seyleri savunmadiklari gibi, ideoloji/fikir akimi denilen sey her zaman yoruma aciktir.

  24. marxist argüman

    “necip sendromu”

    psikolojide böyle birsey var mi bilmiyorum, yoksa bugünden itibaren var; isim babsi da ben oluyorum.

    19 nolu yorumcu arkadastan bahsediyorum.
    bu arkadas, necip’in yörüngesine/cekim alanina girmis; bir türlü kendini kurtaramiyor.
    necip’in fikirleri bu arkadasta tam bir travma yaratmis; necip’i bir türlü affedemiyor.
    birkac defa insanlik namina araya girdim, para etmedi.

    fakat ilk görüntü yaniltici olabilir. yani bu arkadas sanki necip’i takip ve teshir etmeyi kendisine bir hayat misyonu olarak bicmis ama, diger yandan bu ikili arasinda ki iliski, böyle bir ask-nefret iliskisine de benzemiyor degil hani.

    bence, necip ile bu yorumcu arkadasin tartismalari üzerine psikoloji dalinda bir tez, ya da doktora calismasi yapmak bile mümkün, diye düsünüyorum.

    fazlasiyla enteresan bir vaka ile karsi karsiyayiz, bence.

  25. marxist argüman

    zileli’nin “hesaplar…oyunlar…” baslikli yazisinin altinda ki 268 nolu yorumcudan alinti:

    “Kapitalizmin afyonu işlevini gören futbol, televizyonda izdivaç, magazin vb gibi saçma programlar, sağlığa zararlı olan sigara-tütün-nikotin (ve bunlar kadar olmasa da alkol) üretimi, dağıtımı ve satışı ile ilgili bütün sektörler (bunları satan esnafa kadar), uyuşturucu, pornografi, lüks tüketim malları ve bunun gibi akla gelebilecek diğerleri.

    Şimdi bütün bunlar kaldırılırsa yerlerine ne konacak? Birşeylerin konması lazım. Çünkü bu durumda bunlarla geçinen insanların başka şeylerle geçinmesi gerekecek.

    Sistem karşıtlarının bu konuda çok ayrıntılı ve somut çözüm önerilerinin olması gerekir.”

    senin dogru bir sekilde siraladigin bu olgularin temelinde dikkat edersen “para” yatiyor; yani temel amac para kazanmak.

    benim takip ettigim alman marxist “gegenstandpunkt” yayinevinin “para”nin günümüz ekonomisinde anlami ve fonksiyonu üzerine cikardiklari bir kitap var ve “para”, üzerinde kafa yorulan konulardan birisi.

    kapitalist melanetin kaynagi para ise; bütün ekonomik üretimin merkezinde para hesabi ve paranin/kapitalin bir üst sinir belirlenmeden sonsuz birikimi varsa, bu teshisten cikan mantikli tedavi ne olur?

    cevap: parasiz ekonomi; para’nin olmadigi bir ekonomi; insanlarin sadece temel ihtiyaclari icin üretim yaptiklari bir ekonomi.

    yani kan dökülüp devrim yapilacaksa köklü degisikler icin yapilmali; kapitalist düzeni ortadan kaldirma degil, reforme etme anlamina gelecek degisiklikler icin devrim yapmaya, kan dökmeye gerek yok.

    diger yandan, “madem düzen karsitisin, bana receteni sun bakalim” diyenlere benim cevabim:
    “bende hazir recete yok; ben kimseye cennet de vaad edemem. yasadigimiz dünya düzeninden rahatsizligi olan varsa, alternatif bir düzen icin ciddi anlamda kafa yormasi lazim.”

    marxizmi, “dünyayi kurtarmaya soyunmus süpermen” seklinde anlayanlar var ama ben onlardan degilim.
    ortada bir düzen/sistem sorunu varsa, bu herkesin sorunudur, -bu düzenin kaymagini yiyen elit tabaka haric-, sadece marxistlerin degil.

    senin daha öncede sordugun es/arkadas bulma, cinsellik vs. konusunda sunu söyleyebilirim.

    aile, kapitalist toplumun üreme hücresidir. devleti idealize eden real sosyalistler de ayni mantiga sahiptiler.
    bu bakis acisindan dolayi devlet, aileyi ve cinsler arasi iliskiyi, sex’i, bu konuda ki yasalari ile devlet icin fonksiyonalize etmeye calisir/eder.

    özellikle akp’nin islamci rejimi gibi dini rejimler flört etmeyi, gencler arasi cinsel iliskiyi nerdeyse fahiselik olarak görürler. yani devlet her ise oldugu gibi, bu ise de burnunu sokuyor: “cinsel ihtiyaciniz mi var, o zaman evlenin, resmi nikah yapin; öyle nikahsiz, sirf zevk icin sex olmaz, ciftlesmisken cocuk yapin, vatana/millete/devlete hayirli evlatlar yetistirin vs.”

    evlilik/aile kurumunu tesvik etmenin devlet acisindan birde söyle bir avantaji var: bekarliginda asi olan, isyan etme potansiyeline sahip gencler, evlenip coluk cocuga karisinca, gecim derdi bellerini büküyor; asi, isyankar ruhtan geriye fazla birsey kalmiyor.

  26. zileli bak burda seninkiler ne diyor

    https://twitter.com/32gunTV/status/850414982718263296

    sence niye bu kadar kendini kasıyor bu tuzu kuru, kokteyl parti boğaz nişantaşı takımı bu kadar?

  27. sizin kadar tuzu kuru olmadıkları için. Bireysel özgürlüklerinin de ellerinden gideceğini bildikleri için. Onların bir derdi var hiç değilse. Ya sizler? Şu anda sizden daha tuzu kurusu var mı acaba?

  28. ağzından köpükler saçarak aklın sıra sınıfsal ayrım koyuyorsun değil mi? Ben senin gibileri çok gördüm. O “servet düşmanlığı” havalarının ardında aslında onlara özenmek yatar. İlk fırsatı bulduklarında ise o tarafa kapağı atarlar.

  29. Hülagü Özalp

    Boykot ve hayır arasında kararsızım. Boykot etmeyi düşünme nedenlerimi öyle romantize falan etmeyeceğim, nispeten kişisel şeyler. Bu yönde bir propaganda falan da yapmıyorum. “Toplumsal muhalefeti sandıkla söndürmek istiyorlar” veya “katılımın düşük çıkması AKP’nin aleyhinedir” gibi şeyler, sizin de belirttiğiniz gibi toplumun ve siyasetin gerçeklerinden uzak “idealist” arkadaşların zaten verdikleri kararı meşrulaştırma çabasından ibaret. Benim nedenlerim şunlar (ama dediğim gibi, hala kararsızım):

    1) Oy vermenin referandumu meşru görmek anlamına geleceği fikrini yenemiyorum. Kimse çoğunluk öyle istedi diye en temel haklarından feragat edemez, dolayısıyla olası bir evet sonucuna saygı duymam mümkün değil. Ama oy verince “siz çoğunluksanız sizin istediğiniz gibi yönetilmeyi kabul ediyorum” demiş oluyorum sanki. Diğer yandan da, (her ne kadar devletle ilişkimi minimumda tutmaya çalışsam bile) evet çıksa bile devletle haşır neşir olmaya devam edeceğim, en azından devlet hastanelerine falan gideceğim, yani en nihayetinde evet diyenlerin istediği gibi yönetileceğim. Bu “referandumu tanımıyorum” tavrım da bu yüzden samimiyetsiz mi acaba, diye düşünüyorum. Yani burada biraz ideallerle pratik arasında kalmış durumdayım.

    2) Buna zaten yazınızın sonunda değinmişsiniz ama ikna olmadım. AKP yüzde 50 oy aldı, bu referandumdan AKP’lilerin desteği olmadan hayır çıkması mümkün değil. Açık söyleyeyim, ciddi bir husumet içinde olduğum AKP’lilerin insafına kalmış olma duygusu oldukça baskın geliyor. Belki böyle düşündüğüm için bazıları tarafından faşist ya da halk düşmanı ilan edilebilirim ama umrumda değil. 15 yılın, okuduğum AKP’lilerin ve onlarla yaptığım tartışmaların birikimi beni bu noktaya getirdi. Onların benim hakkımda ne düşündüğünü biliyorum, ben de geldiğimiz noktadan dolayı açıkça onları suçluyorum. Evet, kusura bakmayın, bir zamanlar ben de idealist solcu arkadaşlar gibi AKP seçmeninin kandırıldığını düşünüyordum ama o günler çok geride kaldı. Emin olun, her şeyin farkındalar ve insanca yaşamak isteyen herkesten gayet bilinçli olarak nefret ediyorlar. Şimdi kalkıp “umarım AKP’liler hayır der” diye medet ummak kendi açımdan yine samimiyetsizce görünüyor.

    Neyse, fazla sorguluyor olabilirim. Nihayetinde bir oy, ki muhtemelen onu kullanıp kullanmamaya da 16 Nisan’daki ruh halime göre karar vereceğim. Peki neden yazdım bunları? Bilmiyorum. Bu süreç beni kişisel bir sorgulamaya yöneltti, ben de içimi dökmek istedim, hepsi bu.

  30. İçtenliğinize ve dürüstlüğünüze hayran kaldım Hülagü arkadaşım. Zamanımızda çok az insan bu dürüstlükle ortaya koyar tutumunu. Fakat sizin gerekçeleriniz benim eleştirdiğim arkadaşların keskinliğinden tamamen farklı ve son derece ilginç bir bakışın ürünü. Yani bu denli AKP karşıtlığının HAYIR konusunda tereddüte yol açtığı tek örneksiniz gördüğüm. Ve gerekçeniz yabana atılır bir şey de değil İşin bu yönünü hiç düşünmemiştim. Fakat bununla birlikte boykota gitme tutumunuzun doğru olabileceğini düşünmüyorum. Şundan: AKP’li seeçmen için söyledikleriniz genele vurarak söyleyecek olursak doğru ama durumu fazla taşlaşmış gibi görüyorsunuz bence. HAYIR oyu verme eğilimi gösterecek bir AKP’li kesim varsa, bu o kesimin ikinci adımda AKP’den kopacağının habercisidir. Dolayısıyla HAYIR oylarına destek akplilerden değil, akpden kopma eğiliminde olanlardan gelecektir. Bunun neresi kötü ki. Bence bir kere daha düşünün. AKP içinden çözülmedikçe yıkılmayacaktır. O saflarda çok sayıda emekçi, belki de yarının özgürlükçü toplumuna omuz verecek insan olduğunu unutmayalım. sevgilerimle.

  31. zileli damarına basınca nasıl da çılgına dönüp kişisel hakaretler yağdırmaya başlamışsın 🙂 çünkü sen de o kampın zayıf bir parçasısın.

    “sizin kadar tuzu kuru olmadıkları için. Bireysel özgürlüklerinin de ellerinden gideceğini bildikleri için. Onların bir derdi var hiç değilse. Ya sizler? Şu anda sizden daha tuzu kurusu var mı acaba?

    Gün Zileli
    Nisan 8th, 2017 at 08:03
    ağzından köpükler saçarak aklın sıra sınıfsal ayrım koyuyorsun değil mi? Ben senin gibileri çok gördüm. O “servet düşmanlığı” havalarının ardında aslında onlara özenmek yatar. İlk fırsatı bulduklarında ise o tarafa kapağı atarlar.”

    öncelikle benim ve benim gibilerin parayı bulunca nasıl yaşayacağımızın hiçbir önemi yok. nerede kaldı sınıfsal, tarihsel bakış açısı? biz insanlardan yüce ideallere göre davranmalarını beklemeyiz. çünkü insanların bir tarihsel nesne olarak temelde içinde bulundukları somut koşullara göre davranıcaklarını biliriz. buna eleştirimiz de örneğin kimi muhalif islamcıların yaptığı gibi kişisel düzlemde ahlaki kınamalar değil, tarihsel eğilimler üstünden sınıf savaşı çağrısı olabilir. sınıf savaşının nesnel doğası budur zaten.

    şimdi senin politik çağrının ne kadar zayıf olduğunu çok basit biçimde kanıtlayacağım. tutumunu sıkıştırılınca ancak bireysel özgürlük adını verdiğin avrupai yaşam tarzı ile gerekçelendirebiliyorsun. madem olayı bireysel koyuyorsun. aynı şekilde karşılık bulacaksın. alkol kullanmıyorum, aseksüelim, basın açıklaması, miting, dernek ve sendika üyeliği gibi 100 senedir yasal olan şeylerin hiçbir halta yaramadıklarını biliyorum. hadi bana bunların 100 senedir sıradan insanlara neler kazandırdıklarını anlat. hadi bana bireysel olarak niye islami faşizme karşı buyjuva demokrasisine destek vermem gerektiğini anlat. madem bireysel özgürlük çok önemli.

    global ve yerel sermaye çevreleri, onların satın alınmış yerel beslemeleri, gizli servisler, derin güç odakları arasındaki savaşta benim yerim yok. sen git git alman gizli servisinin kontrolünde globalist finansörlerin fonladığı sivil toplum vakıflarının parçası liberal-solun az popüler aydınlarından biri olmaya devam et.

  32. “sen git git alman gizli servisinin kontrolünde globalist finansörlerin fonladığı sivil toplum vakıflarının parçası liberal-solun az popüler aydınlarından biri olmaya devam et.”

    Sözleriniz kanıtlanmayı bekliyor.:)

  33. valla sloganist bi yaklaşım olmasın ama, nerede, hangi ortamda, koşulda olursa olsun iktidara, devlete karşı bir tavır olmalı.. buradaki sandıkta ‘evet’ çok bariz devlettir, ‘hayır’ ise halktır, devletin ezmek istediğidir.. bu oyunu kimin sunduğunun, kimin oyunu olduğunun bir önemi yok bence.. çok basitçe ‘hayır’ demeli.
    hayır diyin geçin işte…

  34. Gerçekten de bu kadar basit. Evet, devletin baskıcılığıdır. Hayır ise bu baskıcılığa karşı durmanın adı. Bu noktayı da işlesem iyi olacakmış yazıda.

  35. Sayın Gün Zileli,
    Aleviler hakkında bilginiz olduğundan size iki soru yöneltmek istedim.
    Aleviler müslüman mı?
    Alevilikle Hazreti Ali arasında bir bağ var mı?

  36. Yukarıda biri Gün Zileli için “globalist finansörlerin fonladığı sivil toplum vakıflarının parçası liberal solcu” demiş. Yok Nişantaşı, yok Alman vakfı, kokteyl parti boğaz havası… Bunları okuyunca aklıma geldi. İçime oturmuş demek ki…
    Gün Abi bir keresinde, en çok istediği şeylerden birinin her gün iki üç gazete almak olduğunu yazmıştı, ama maddi durumu buna elvermiyordu, bunu da eklemişti. Her gün 5 lira gazetelere para ayırsa belki o günü aç geçirecek bu adam.
    15 tane kitap yazmış. 20 tane kitap çevirmiş. Böyle bir adam ve hali ortada. Tabii böyle bir çok örnek verilebilir, siteyi uzun süredir takip edenler zaten bunları bilirler, ama uzatmaya gerek yok.
    Velhasılıkelam Gün Zileli’yi tuzu kuru liboş solcularla bir tutanlar, globalist finansörlerden fonlandığını yazanlar kanaatimce hem kafayı yemişler hem de büyük ayıp ediyorlar.

  37. Bu konuda çok fazla bilgili değilim. Yani teoloji alanında bilgileri kısıtlı biriyim. Dolayısıyla kendimde söz şöyleme yetkisi görmüyorum. Fakat kısaca belirtecek olursam, Alevilik ilkel komünal toplumdan kök alan bir düşüncedir. Kanımca islamiyet dışıdır ve Hz. Ali ile bağı, aynı İsa gibi, Hz. Ali’nin de mazlumları temsil ettiği düşüncesinden kaynaklanır.

  38. Gün bey keşke vatandaşlıktan çıkmayaydınız da siz de bir tanecik HAYIR oyu atabileydiniz sandığa.

    Bu kadar çok hevesle HAYIR’a destek verip HAYIR oyu kullanamamak hayatın bir başka cilvesi mi? Ne dersiniz?

  39. Eski bir savci, bir adliye burokrati, olan Ilhan Cihaner, cok onemli bir detaya isaret etmis.

    O kadar onemli ki, ‘odadaki fil’ misali, herkesin gordugu ama kimsenin ismini koymak istemedigi bir detay:

    Soyle diyor:

    http://www.birgun.net/haber-detay/referandum-gercekleri-7-gecis-donemi-maliyetleri-ve-idam-154585.html

    “Tüm enerjisini önceki cumhurbaşkanı seçilsin diye harcayan üstelik hukuku ihlal ederek tehditler savuran bir savcı, bir kaymakam, bir vali, bir imam, bir öğretmen, bir memur o koltukta ve kadroda kalmaya devam edebilir mi? Seçimi kazanan parti buna izin verir mi?”

    [devaminda da]

    “Değişiklik teklifi geçerse hiçbir kademedeki kamu görevlisinin iş güvencesi kalmayacaktır. Deneyim de biriktirilemeyecektir. Böyle bir bürokrasiyle devasa sorunları çözemezsiniz.”

    Simdi.. bunlari nasil okudugunuza bagli hersey.

    Mevcut sistemde, yukaridaki sekilde faaliyetlerde bulunmus bir burokrata ne oluyor sorusunu sormak lazim.

    Boyle bir burokrat, cok olsa, kizaga cekilebilir. Ardindan da, turlu cesitli hukuk yollari ile, isine geri donebilir. Ornekleri de coktur.

    Baska bir deyisle, secimle is basina gelmis yeni yonetime karsi, burokratlarin boyle bir zirhi var.

    Sirf, bir onceki iktidar tarafindan size ‘Genel Mudur’, ‘Daire Baskani’, ‘Emniyet Muduru’, ‘Vali’ ya da ‘Savci’ payesi verilmis diye, bu bir ‘kazanilmis hak’ midir?

    Bence degildir.

    Ayni sekilde, sirf ‘devlet memuru’ oldu diye, kisiye, omrunun geri kalaninda istihdam garantisi (ve diger ayricaliklar) verilmek zorunda midir?

    Bence degildir.

    Boyle bir seye izin vermek, benim baktigim yerden, ortulu vesayetlerin devamina izin vermek anlamina geliyor.

    O yapinin icinden gelmis birisi olan Ilhan Cihaner’in (ya da benzerlerinin) dile getirdikleri kaygilari, bu tur imtiyazlarin kaybi olarak okuyorum ben.

  40. Adam diyor ki, emekli aylığım yok, İsveç mi İsviçre mi orada bir arkadaşı varmış 3 – 6 ayda bir birkaç yüz Euro para gönderiyorumuş kendisine o kadar, İngiltere’de yıllarca mülteci olarak yaşaması sonucunda oradaki sistem yine cüzi bir miktar para gönderiyormuş, kitaplarının telif ücreti var, bir de kızı Irmak Zileli’nin para gönderip göndermediğini sormuştum ‘O kendisini zor geçindiriyor bir de bana mı para gönderecek’ demişti…

    Doğu Perinçek’in de geçmişte Zileli ile yaşadıkları dostluğun hatrına para gönderdiğini hiç sanmıyorum…

    Bir de Zileli kalp ameliyatı olmuştu, bunun için her gün kullanması gereken ilaçlar var, bunların getirdiği ek maliyet de var…

    Global finansörlerin kuyruğuna takılıp oradan oraya savrulan liberal solcular örneği çoktur çok olmasına ama Zileli’yi de bu kategoride saymak, onu hiç tanımamış olmaktır…

  41. marxist argüman

    “halkin günlügü” dergisinin ideolojik sefaletinin/demagojisinin elestirisi: maoist gerilla savasindan reformizme/parlamentarizme pupa yelken

    zileli’nin yazisindan alinti:

    “Bugün gördüğüm şeyi açıkça söyleyeyim: Sosyalist arkadaşlar dogmatizmi aşmada bizim anarşistlerden fersah fersah ileri bir noktada.”

    zileli’nin “sosyalist arkadaslara” bu övgüsü sebepsiz degil; cünkü türkiyeli bazi sosyalistler referandum konusunda gercektende zileli gibi kemalist socularla ayni cizgide bulusmus durumdalar.
    bunlardan birisi de uzun zamandir reformizme/parlamentarizme gecis icin isinma hareketleri yapan “halkin günlügü” cevresi.

    halkin günlügünün “Referandum, muhtemel sonuçlar ve tavrımız” baslikli yazisindan alinti:

    “Bu referandumla getirilmek istenen sistem değişikliği veya anayasada gerçekleştirilmek istenen değişiklik esasta komprador tekelci burjuva hakim sınıf kliklerinin iktidar dalaşı ya da iktidarlarını pekiştirme çerçevesinde geliştirdikleri bir süreç olarak burjuva hakim sınıflar arası bir sorundur. Referandum süreciyle halkın önüne getirilen anayasa değişikliği, Türk hakim sınıflarının ilkel, milliyetçi, ırkçı-şoven ideolojisinden beslenen ve bu özü temsil eden egemen Türk ulusu görüşünün tekçi-faşist paradigmalarına dayanan, tamamıyla halk düşmanı bir anayasa olan 12 Eylül AFC’sinin ürünü olan anayasanın, mevcutta sivil darbeci açık faşizm biçiminde hüküm süren diktatörlüğün tek adam diktatörlüğü esasına dayalı biçimde anayasal güvenceye bağlanarak meşrulaştırılmasını öngören bir anayasa ve dolayısıyla sistem değişikliğini içermektedir. Yani, 12 Eylül AFC’sinin ürünü olan faşist anayasa ve bu anayasa zemininde tekçi-faşist görüşe dayalı hüküm süren devlet ve iktidar sisteminin yerine, bu faşizmin anayasal hukukla yasallaştırılıp daha da derinleştirilmesi anlamına gelen tek adam diktatörlüğüne dayalı bir mezhepçi, tekçi-faşist devlet ve iktidar sistemi getirilmek istenmektedir. Özcesi, her iki durumda da halkın önüne koyulan seçenek, faşist hakim sınıfların faşist anayasası veya bu anayasanın değişik biçimleridir.”

    bu paragrafta ki agdali/abartili ideolojik dil bir yana, böylesi bir tespitten mantikli olarak hangi sonuc cikar:

    sosyalistler, kemalist devlet fraksiyonu ile islamci devlet fraksiyonunun iktidar mücadelesinde taraf olmamali. enerjisini/zamanini kendi hedefleri dogrultunda harcamak yerine, iktidar icin carpisan devlet fraksiyonlarindan birini digerine karsi desteklemek demek, devlet fraksiyonlari arasinda ki iktidar mücedelesinde figüranlik/piyonluk rolünü gönüllü kabul etmek demektir.

    fakat halkin günlügü yazari hicte böyle bir sonuca varmiyor; yazar, epey bir demagoji yaptiktan sonra baklayi agzindan cikariyor:

    “Daha somut olarak, anayasa değişikliği olarak ifade bulan mevcut süreç, tekçi görüşe dayalı faşizmin tek adam tekçiliği biçiminde daha katı biçimde derinleştirilmesi, bu faşizmin anayasal meşruluk zemininde yasallaştırılması, dolayısıyla ezilen ulus, azınlık ve ötekileştirilmiş tüm kesimlerden proletarya ve emekçi halk kitlelerinin daha ağır faşist şartlar altında pervasızca ezilip sömürülmesi, katliamlardan geçirilmesi anlamına gelir. Bu durumda, faşizmin tek adam tekçi sultasının keyfiyetçi despotizmi biçiminde daha da derinleştirilmesi ve anayasal zemine kavuşturulması anlamına gelen bu sürece karşı çıkmak devrimci politikanın es geçemeyeceği görev alanıdır. Ki buna karşı çıkmak, referandumda ‘hayır’ demek anlamına geleceği gibi, 12 Eylül anayasasını onaylamak anlamına da asla gelmez.”

    halkin günlügü, gercek devrimci tavir ile reformist/parlamentarist tavrin uyusmazligini/celiskisini farkinda ve bu iki uyusmaz cizgiyi uyumlu göstermek icin takla üstüne takla atiyor, o da yetmiyor amuda kalkiyor, kisacasi oportüzmin/pragmatizmin gerektirdigi her türlü akrobatik hareketlere basvuruyor:

    “Tekrar etmekte fayda var ki, stratejik tavır ve yaklaşımımız ayrı, somut siyasetteki taktik politikamız daha ayrıdır. Bunlar tamamen birbirinden bağımsız değildir ama bir ve aynı da değildir.”

    strateji, ana cizgidir ve taktik, stratejiden bagimsiz olmadigi gibi, strateji ile uyumlu olmak zorundadir. aksi taktirde hedeflenen istikameti/menzili tutturmak mümkün olmaz.

    örnek: stalin, nazi fasistlerinin amacini bildigi halde, alman komünistlerini destekleyip nazilerin iktidara gelisini engellemek ya da nazileri bununla en azindan icten zayiflatip, disarda savas yapamaz konuma düsürmek yerine, nazilerle ittifak yaparak güya nazileri, sovyetler birligine saldirmaktan caydirmayi hedeflemisti. sonuc biliniyor.

    halkin günlügü dergisi, ayni yazida, baskanlik sistemi ile baskilarin, islamci fasizmin vs. daha da artacagini söyleyip, burdan su sonuca variyor: mümkünse önce baskilarin, islamci fasizmin azginlasmasini engellemeye calismak, böylece halk biraz soluklanabilir, nefes alabilirmis, ondan sonra halki devrimci mücadeleye kazanmak daha kolay olurmus vs.

    reformizmi/parlamentarizmi mesrulastirmaya cabalayan bu demagojik söylem sendikalizmin su argümanina benziyor:
    önce calisanlarin/emekcilerin yasam kosullarini, ücretlerini düzeltmeye calismak lazim, ondan sonra calisanlari/emekcileri devrim mücadelesine kazanmak daha kolay olur.

    “yasam/gecim kosullari zorlastikca insanlari devrime kazanmak daha kolay olur” tezi ne kadar yanlis ve uydurma ise, “yasam/gecim kosullari ne kadar düzelirse insanlari devrime kazanmak o kadar kolay olur” tezi de o kadar yanlis ve uydurmadir.

    asil belirleyici olan, insanlarin yasadiklari sikintilarin/zorluklarin kaynagi olarak neyi/kimi sorumlu tuttuklari; melanetin kaynagini nerde aradiklari, yani insanlarin bilgi ve bilincidir belirleyici olan.

  42. marxist argüman

    “halkin günlügü” dergisinin ideolojik sefaletinin/demagojisinin elestirisi 2: maoist gerilla savasindan reformizme/parlamentarizme pupa yelken

    “halkin günlügü” dergisinin “Referandum, muhtemel sonuçlar ve tavrımız” baslikli yazisindan alinti:

    “Bu süreç dinamikleri gereği ve siyasi süreç anlamındaki özellikleri itibarıyla yeni bir siyasi süreci geliştirip nispi ve göreli yumuşama sürecini olanaklı kılacaktır. Bu, kötü değil, iyidir. İyidir, çünkü faşizmin her gerilemesi devrimci halk kitlelerinin ilerlemesi, mevzi kazanması, sınıf mücadelesinin olanaklar yakalaması anlamına gelecektir.”

    burda da yine “halkin günlügü” dergisinin reformist/parlamentarist cizgisine siyasi/ideolojik kilif uydurma cabasina tanik oluyoruz.

    ücretleri/yasam kosullari düzelen/iyilesen emekcilerin sinif mücadelesine, devrim mücadelesine yakinlasmalari orda kalsin, tam tersine, uzaklasmalarinindan bahsetmek yanlis olmaz sanirim. cünkü, insanca yasayacak kadar ücret ve yasam kosullarina sahip insanlar neden kanli bir devrime kalkissinlar? devrim, kendi basina bir amac olamaz; devrim yapmayi gerektirecek sebepler/nedenler olmasi lazim.

    türkiyede bugün kismen rafa kaldirilmis burjuva/bati demokrasisi ve hukuk devleti uygulamalarinin tekrar uygulamaya konulmasi; devletin, rejime muhalif kesimler üzerinde ki baskilarinin azalmasinin “devrimci halk kitlelerinin ilerlemesi, mevzi kazanması, sınıf mücadelesinin olanaklar yakalaması anlamına gelecegi” iddiasi halkin günlügü dergisinin uydurmasidir; reformizmin/parlamentarizmin teorisini yapmaktir.

    madem ki “ne kadar cok demokrasi o kadar cok devrim/sinif mücadelesi” diye bir formül varsa, bugün “gelismis demokrasiler” olan, basta A.B.D., kanada, avrupa birligi üyeleri gibi ülkelerde neden devrimci mücadele, sinif mücadelesi bu kadar zayif ve marxist düsünceye gösterilen ilgi yok denecek kadar az?

    sakin “halkin günlügü” dergisi bize “demokrasi masallari” anlatiyor olmasin?

  43. marxist argüman

    etme bulma dünyasi

    zileli, 30 nolu yorumcunun, dogrulugundan bagimsiz olarak, benim de sahsen katilmadigim elestirisine söyle cevap yazmis:

    “sözleriniz kanitlanmayi bekliyor”

    sayin zileli, siz daha önce öcalan-akp iliskisi üzerine yazdiginiz ve tamamiyla sizin fantazi/kurgu dünyanizin ürünü olan komplo teorisi yazilariniz hakkinda, ben ve bazi okuyucularin “iddialarinizin kaynagi/kaniti nedir” sorularini: “kaynak/kanit benim” diye cevaplamistiniz.

    simdi 30 nolu yorumcu “kaynak benim” diye size cevap yazsa, hak etmis olmuyor musunuz?

  44. Ne edilmiş ne de bulunmuş bir şey vardır. “Kaynak/kanıt benim” demenin anlamı, “ben bunu iddia ediyorum. Herhangi bir kanıtım olmasa da bu iddianın doğruluğuna inanıyorum” demektir, Argüman arkadaşım. Eğer o yorumcu “iddialarınız yanıtlanmayı bekliyor” dediğimde aynı benim verdiğim cevabı verseydi, ben de bundan “kanıtım yok” sonucunu çıkarırdım. Zaten bu tür komplovari meselelerde kanıt bulmak çok çok zordur. Düşünün ki, Kirov cinayetini Stalin’in işlettiği ya da Katin katliamını keza Stalin’in düzenlediği son derece açık olduğu halde ikisi de kesin olarak kanıtlanamamıştır. Çünkü komplolar kanıt bırakmayacak şekilde düzenlenir. Ben ise o soruyu bir komployla ilgili sormadım zaten. Benimle ilgili iddiaları ileri süren arkadaş, iddiasının doğru olması halinde bunu rahatlıkla kanıtlayacak verilere sahip olabilirdi. O cümleyi bu yüzden sarf ettim. Argüman arkadaşla tartışmamak gibi bir ilkem vardı ama zorunlu olarak burada bir seferliğine ihlal ettim.

  45. hayatım hep böyle geçti zaten. Hep yasaklı, sınırlanmış ve en temel haklardan bile yoksun olarak.

  46. Sürekli olarak mali durumumu açıklamak benim için sıkıcı bir şey ama ufak bazı bilgi hatalarına değineyim ve bazı düzeltmeler yapayım: 1. Arada bir arkadaşlar yardım babında ülke dışından veya ülke içinden yara yardımı yaparlar, fakat bu düzenli aralıklarla yapılan bir para yardımı değildir; 2. İngiltere’den ülke dışında yaşayanlara verilen paranın aylık miktarı olarak 700 tl almaktayım;3. Kalp ameliyatı geçirmedim. Sadece 2014 yılında bir kalp krizi geçirdim. Anjiyo yapıldı ve stent takıldı. Sosyal sigortam olmadığı için almak zorunda olduğum 6 adet kalp ilacının parasını cebimden ödediğim doğrudur. 4. Şu anda geçimimi esas olarak çeviri yoluyla (ayda 1, 500 tl) sağlamaktayım.

  47. marxist argüman

    zileli’nin 39 nolu cevabina cevap:

    sayin zileli, ben 39 nolu yorumumda elestirdigim olgu sizinde siklikla basvurdugunuz, hicbir kaynak belirtmeden cesitli iddialarda bulunma, yani siyasi spekülasyon yapma anlamina gelen “paparazi/magazin gazetecilik” meselesidir.

    fakat siz benim bu elestirimi yine idrak etmediniz ve kendi davranisinizi hakli cikaracak bir cevap yazmissiniz.
    bakin bende bircok konuda yorum yaziyorum; yorumlarimda spekülasyon yapma anlamina gelecek tek bir cümle bulamazsiniz. siyasi spekülsyon yapma ile siyasi analiz yapmanin farkini siz ya bilmiyorsunuz ya da bilincli olarak bir tercih yapiyorsunuz.

  48. vur vur bi düşüremedin akp’yi gün. yakında kolları sıvayıp Özgürlükçü Anarşist Komunist Parti (öz-akp) kurmak zorunda kalacaksın. İkinci ihtimal, bu işler böyle olmuyo deyip silahlı örgüt kurup, darbe girişiminde bulunacaksın. Son ve en güçlü ihtimalse, 17 Nisan’da bavulunu alıp, bu ülkede yaşanmaz deyip terk-i diyar edip Avrupa ellerinde “memlemet hasretiyle yanan sürgün muhalif’i oynayacaksın.
    Hadi iyi yolculuklar sana…
    http://www.gercekgundem.com/images/posts/201506/a9b2742f3e631dcb_499x800.jpg

  49. –Bu seçim A,B ya da C düzen partileri arasında yapılacak bildik bir seçim mi? Bilinen bir seçim tiyatrosu mu?
    –“Hayır” diyen insanların kendiliğinden motivasyonu düzen yanlısı bir siyasî parti lehine mi? Bu kendiliğindenliğin siyasal evrimi için de desteklenmeleri gerekmez mi?
    –Bu referandum bir diktatörlüğe sözle hayır diyenlerin aynı zamanda bunu bir kâğıtla üzerinde ifadesi değil mi?
    –Hem de çıkacak olası hayır’ı tanımayarak, seçim dışı mücadele seçeneklere meşruiyet vermeyecek mi?
    Bu diktatorya oylamasına ait boykot kararı bence, hayatın akışını; akış kurallarını anlayamayanların, zihinlerindeki ezbere dayalı; skolastik yöntemle düşünenlerin tavrıdır.
    ***
    “Hayır” tavrının bir suç haline getirildiğini gördük. Değişiklik önerileri ne içeriği ne de yarış koşulları açısından burjuva demokrasisi sınırları içinde. Tam da bu sebeple Hayır oyu vermek müesses nizama karşı bir eylem haline geldi. Boykot ise diktatörlüğü sevindirecek. Çünkü diktatörlük zaten bu tür sandık “demokrasisini” de reddetmiş durumda. Onu teşhir etmek için de Hayır’ın çoğunluk olması önemsenmeli.
    Burjuva demokrasisi koşulları altında ve olgunlaşmış kitlelerle birlikte Boykot bir anlam taşıyabilir… Biz aksine muhalefetin bir Burjuva Demokrasisini talep eden siyasal süreci yaşıyoruz.
    Geçen yüzyılda güçlü işçi sınıfı örgütlenmeleri varlığında anlaşılabilir olan seçim boykotları, bugün aynı ezberle bir hap gibi yutturulamaz…
    Bence bir Diktatörlüğün oylanması boykot edilemez… Hem de hiç bir zaman…

  50. hayatımda hiç oy kullanmadım ama bu sefer çok keskin bir viraja giriyoruz. oy kullanın bence, ütopyaları, gerçekleştirilebilirliklerini sonra da tartışırız. hatta sarkaç ters yöne döner de gericilerden kurtulabilirsek yaşanan travmanın üzerine anarşizmi daha iyi anlatabiliriz. %100 romantizm aptallıktır, realizm ile bir orta yol tutturmak gerekir. gizli dünya yöneticilerini çemberin tamamen dışında kalarak ortaya çıkaramazsınız. çemberin içine, en içerilerine girilmelidir. hatta sosyal demokrat çizgide, algı ortalamasına hitap eden bir parti ile iktidar yarışına girilmelidir. anarşistler çok iyi bir strateji planı yapmalıdır, politik olarak en zeki grup daha fazla aptalca davranmamalıdır.

  51. Kurtuluş Cephesi dergisinden

    Coup de tête’den Coup d’état’ya
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc155_1.html

    16-17 Nisan Ne Olacak Bu Memleketin Hali?
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc155_2.html

    Demokrasi ve Hukuk Devleti
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc113_5.html

    “Kuvvetler Ayrılığı”, Anayasa ve Sınıf Mücadelesi
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc99_6.html

    Erişimi engellenen siteler için
    http://www.ktunneli.com

  52. Kurtuluş Cephesi dergisinden

    [Sonuçta 21 Ekim 2007 referandumu unutulup gitmiştir. Ta ki, 2014 yılında “11. cumhurbaşkanı” A. Gül’ün görev süresinin sonuna gelene kadar.
    Ağırlıklı olarak kent küçük-burjuvazisinin partisi olarak CHP, bu sınıfın özelliğine uygun olarak tüm zamanı referandumu unutarak geçirmiştir. Ne anayasa değişikliğini ortadan kaldırmak için girişimde bulunmuştur, ne de kaçınılmaz hale gelen cumhurbaşkanlığı seçimine hazırlanmıştır. Sonuçta, MHP’nin “önerdiği” Ekmelettin İhsanoğlu’yla 2014 cumhurbaşkanlığı seçimine gitmek zorunda kalmıştır.
    Bunun tam karşılığı, kayıtsızlık ve politikasızlıktan öte “anı yaşama”, daha bildik ifadeyle, “soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmeme” tutumudur. Bu da kent küçük-burjuvazisinin sınıfsal niteliğiyle uyum içindedir.]

    [Burhan Kuzu, “Hayır çıktığında olacakları düşünmek istemiyorum” diyerek başladığı sözlerini şöyle sürdürüyor: “CHP’nin Referandumda Hayır da çıksa hiç bir şey değişmeyecek dediklerine sakın aldanmayınız. Avrupa ile birlikte 2. Geziyi başlatacaklar”.
    Görüldüğü gibi, Recep Tayyip Erdoğan “cephesi”, bir taraftan iç savaş tehdidi ve fiiliyatı üzerine çalışırken, diğer yandan “olası” gelişmelere karşı hazırlık peşindedir. Burhan Kuzu’nun dile getirdiği “bir olasılık” ise, “2. Gezi”dir.
    İç savaş başlatılmasını bir yana koyarak şunu sorabiliriz: Nedir bu “2. Gezi”?
    Açıktır ki, “hayır” çıkması durumunda ortaya çıkacağı varsayılan “2. Gezi”, “hayır”-cıların 17 Nisan günü sokaklara çıkarak Recep Tayyip Erdoğan iktidarının sona erdirilmesi için eyleme geçmeleridir. Bir açıdan, “Turuncu Devrim”ler denilen Ukrayna ve Gürcistan’daki sokak eylemlerine gönderme yapılmaktadır. Mısır’da da “Sisi Darbesi” öncesinde görülen eylemler de “benzer” bir durumu ifade eder.
    Her ne kadar Kemal Kılıçdaroğlu, referandumdan “hayır” sonucu çıkması durumunda, 17 Nisan’da “hiçbir şeyin değişme-yeceği”ne ilişkin güvenceler veriyor olsa da, “hayır cephesi”nin kendiliğinden sokaklara çıkması “olası bir durum” olarak görülmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun verdiği “güvence” ise, sadece CHP’ye ilişkindir ve CHP’nin böyle bir sokak direnişine yol açmayacağına ilişkin bir güvencedir. Ama söz konusu olan örgütlü bir sokak direnişinden daha çok toplumsal muhalefetin kendiliğinden sokağa çıkmasıdır.
    İşte legalistler, böyle bir “olası durumu” bile konuşmayı “suç” ilan ederken, her şeyi kendiliğindenciliğe bırakma eğilimini ifade etmektedir.
    Oysa Gezi Direnişi’nde (Burhan Kuzu’nun zımni ifadesi ile “1. Gezi”) görüldüğü gibi, örgütlü olmayan geniş halk kitlelerinin kendiliğinden eylemi bir süre sonra tavsamakta ve sönümlenmektedir. Sonuçta elde “şanlı direniş” efsanesinden başka bir şey kalmamaktadır. Eğer Gezi Direnişi’nin “ders-leri”nden söz ediliyorsa, çıkartılması gereken tek sonuç, geniş halk kitlelerinin olası siyasal gelişmelere karşı “duyarlı” hale getirilmesi ve bu “duyarlılık” içinde örgütlenmesi olmalıdır.]

  53. Gun Zileli yorumlar icinde 28 nolu anonime cevap vermek zorunda degilsiniz. Her sacmalayan veya insanlar hakkinda spekülasyonlar yaratanlara cevap verirseniz, bu ögeleri kale almis olursunuz. Ben mesela bu tipleri ciddiye almiyorum. Cunku bu ögeler mucadelenin hic bir noktasinda yoklar. Sadece ses tellerini titrestiriyorlar.

  54. demokrasiyi kullanarak faşizme ulaşılıyorsa demokrasiyi kullanarak anarşizme de ulaşılabilir. hatta özgürlük idealine ulaşmak için başka yol olduğunu sanmıyorum. hayatta tüm karşıtlar gibi realite ve ideal de iç içedirler, asla birbirinden ayrılamazlar. kendinizi oylamalardan demokrasiden tamamen soyutlayıp anarşizmi dogmatik bir ütopyaya dönüştürmeyin arkadaşlar… hatta halkın karşısında boy gösterecek, apayrı karizması olan, anarşist özünü unutmadan hareket edecek, kilim dokur gibi bir bir siyasi hedeflerine ulaşacak orijinal lider adayları yetişmelidir, düşünsel birikimleri ile çobanların arasından rahatlıkla sıyrılabilirler, tüm vatandaşlara hayatlarına sahip çıkmaları gerektiğini, biatçı-minnetçi-dilenci ruhlarından kurtulmaları gerektiğini onların anlayacakları dilden gür bir sesle, yumruğunu masaya vurarak anlatmalı, başta genç nesilleri arkalarına alarak tüm sosyal gereklerini yerine getirmek için çalışmalıdırlar, kaynayan kazanın dışında entelektüel tartışmalar yerine, içine girip yanıp tutuşarak mücadele edilmelidirler… ben de kendimi politik açıdan anarşist olarak tanımlıyorum ve ilk kez oy kullanacağım. gına geldi bu çöl maymunlarından da, dünyayı sahne arkasından yöneten pisliklerden de.

  55. Birlikte yaşadığımız toplum kavramlar üzerine düşünen bir toplum değil, olaylar üzerine düşünenlerin sayısı az değil ama genel itibarı ile maalesef insanlar üzerine düşünen ve konuşan bir toplum. Oy kullanmayan anarşisti dünya tatlısı ama kimseyle konuşmayan izole biri gibi görüyorum. Kardeşim, bu toplum asla kabul etmeyeceği bir etikete sahip Zeki Müren’i bile sevme sayma potansiyeline sahip ise, önemli olan ne olduğun ne düşündüğün ne kadar entelektüel olduğun vs değil, ne kadar ’’sıcak’’ ’’samimi’’ biri olduğunu başkalarının hissetmesi, kabullenmesidir. Bunun da politik aktivitelerdeki karşılığı ilk adım olarak demokrasi masalının içine girmek, yani oy kullanmak, çoğunluğun dilinden konuşmaktır. Facebook hesabımda sadece arkadaş listeme baksanız savunduğum politik görüşe dair hakkımda en son tahminde bulunacağınız ideoloji anarşizm olacaktır. Oysa politik açıdan yakından uzaktan alakam olmayan insanları özellikle sayfamdan silmiyorum ki, o sevdiklerini söyledikleri beni gerçek anlamda tanısınlar, hayata farklı pencereden bakmayı biraz olsun öğrensinler diye. Kendiniz anlatıp kendiniz dinlemekten vazgeçin, insanlar doğal olarak sizden etkileneceklerdir, çünkü siz farklısınız, makul insanlarsınız. Çoğu insan kötü değil, çoğu insan bilinçsiz; hepsi bu.

  56. Adı marxist argüman ancak teorisi realiteler yerine iskenbeden cahil cehaletiyle üst perdeden salayan muhteremin H.gunlugu’sayfasinda çikan yazıya ilişkin yorumu ancak marksist teori,strateji ve taktikten bir haber “yamanligi”taşıyor. Bitirim marxistimiz yazilanlarin ne anlama geldigini ya idrak edecek bir marksist alt yapiya sahip degil,yada kafasındaki hayali yel dağlariyla donkişot misali yaman savaş yürütüyor.Oyleki bitirim marksistimiz H.gunlugu’nun mevcut duruma ilişkin ne söylediğine bunun mevcut durumu ifade edip etmedigiyle hiç alakalı değil.Onu ilgilendiren kafasındaki marksist sandığı dogmaları ve hazır reçete doğramaları…Birde hırsı.Tipki ormandaki ağacın en zirvelerine çıkarak kendini her şeyin hakimi sanan ihtirasli ve kibirli maymunun gülünç durumu gibi… Zira zirvede her şeye hakim olduğunu sanan zati-mutereme aşağıdan başkanların onun sadece “ayibini”nı görüp gulduklerinden haberi dahi yok…

  57. marxist argüman

    49 nolu “kamo” cevap:

    senin yaptigin ucuz polemik benim ilgi alanima girmiyor. benim yazdiklarim yukarda duruyor. ben nasil ki “halkin günlügü” dergisinin yazisindan alinti yaparak elestirmissem, sen de benim yazdiklarimi alinti yap ve elestir.
    birsey daha, öyle demagoji yaparak, belden asagi vurarak zeytinyagi gibi üste cikamazsin.

    benim yazdiklarimi cürütecek karsi argümanin, tezin, fikrin var mi? varsa yaz, yoksa kuru gürültü yapma!

  58. Muhalefetin vurgulamasi gereken sudur; Bu Delidogan acikca baskanlik sistemini su an yürütüyor.Cinalide bunu söylüyor..

    Bu nedemektir? Hirsizlik demektir gasb demektir,kanunsuzluk demektir!
    Bu Zorbalik demektir.Diktatrlük demektir.Asagilik millet e evet..iyidir..

  59. marxist argüman

    umut tacirligi ve marxizm

    fikret hocanin “referandumun AKPcesi” baslikli yazisindan alinti:

    “Son bir şey: 16 Nisan sadece saldırıyı püskürtmekle sınırlı kalmayacak, toplumun özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi yolunda ilerlemesinin yolunu da açacak…”

    fikret hocanin burda yaptigi umut tacirligidir; yani “güzel günler görecegiz cocuklar” söyleminin baska bir ifadesi oluyor.

    referandumda “hayir” cikarsa, bunun sosyal esitlige ne gibi bir katkisi olacak?

    fikret hocanin “sosyal esitlikten” kasti nedir?

    birincisi, ekonomik esitlik; yani toplumsal zenginligin esit paylasimi.
    ikincisi, yasal esitlik; siyasi, kültürel hak esitligi.

    türkiyede toplumsal zenginligin üretim ve paylasimini düzenleyen iktisadi sistemin “rekabetci piyasa ekonomisi”, nami diger kapitalist ekonomi oldugunu biliyoruz.
    peki, referanduma sunulan anayasa degisikliginde türkiyenin iktisadi sisteminde herhangi bir degisiklik öngörülüyor mu?
    hayir, yok.

    siyasi, kültürel yasal hak esitligine gelince.

    parlamenter sistemden ve akp’nin baskanlik sisteminden bagimsiz olarak, örnegin t.c’nin ulusal devlet kimliginin, yani türklügün icinde erimeyi/asimilasyonu red eden ve anadili kürtce olan t.c. vatandaslarina, cumhuriyetin kurulusundan beri yapilan zulüm ve eziyet biliniyor.

    peki referanduma sunulan anayasa degisiklik maddelerinde kürtlerin yasal haklariyla ilgili bir degisiklik; iyilesme/kötülesme var mi? hayir, yok.

    fikret hoca, devletin yardima muhtac fakir fukaraya yaptigi sosyal yardimlari kastediyorsa, akp hükümeti döneminde yapilan sosyal yardimlarin, önceki hükümetlerle karsilastirilamayacak kadar arttigini belirteyim.
    internette istatistik bilgiler mevcut.

    peki fikret hoca neden, referandumda “hayir” cikarsa, sosyal esitlik yolunda ilerlemenin yolu acilacak, diyor?

    amac, insanlara umut vermek.

    fikret hocanin yukardaki cümlesinde gecen “demokrasi” argümanina gelince.

    bugün baskanlik sistemini yürürlüge koymak isteyen islamci devlet fraksiyonu ve bu fraksiyonu destekleyen türkiye toplumunun yaklasik yüzde ellisi, aynen fikret hoca gibi demokrasi argümanini kullaniyor:
    “kemalist/laik rejim cumhuriyetin kurulusundan beri bize baski uyguluyor, baskanlik sistemi ile kemalist ordunun askeri vesayeti tarihe karisacak.”

  60. marxist argüman

    siyasette miyopluk olgusu

    zileli’nin “HAYIR’in avantajlari” baslikli yazisindan alinti:

    “2014 yerel seçimlerinden önce, “bas geç” taktiğini önermiştik. Eğer bu taktik uygulanmış olsaydı, AKP mahalli seçimleri kaybeder ve hızla bayır aşağı giderdi.”

    akp, türkiye toplumu icinde en az yüzde kirk oy destegine sahip ve toplumun islamci/muhafazakar kesimini temsil eden bir parti. yani, her siyasi parti gibi akp de belli bir cikar cevresinin ve ideolojinin cisimlesmis hali.
    hal böyleyken, akp’e bayir asagi gitmez, gitse de yerine ayni kitleye hitap eden baska bir isimde baska bir parti kurulur.

    fakat zileli öyle bir yaziyor ki, sanki akp genis bir halk destegiyle degilde darbe ile ya da kura/tesadüfler sonucu iktidara gelmis ve bu partiyi iktidar koltugundan bi itekleyip düsürebilsek, bu partiden ilelebet kurtulmus olacagiz.

    bu derece miyop bir siyaset anlayisina sahip zileli.

  61. Ben bu referandumda bir kişi için #HAYIR diyeceğim. Çünkü bu kişide, özgürlüğün vücut bulduğunu düşünüyorum:

    AHMET ŞIK

  62. “akp, türkiye toplumu icinde en az yüzde kirk oy destegine sahip ve toplumun islamci/muhafazakar kesimini temsil eden bir parti. yani, her siyasi parti gibi akp de belli bir cikar cevresinin ve ideolojinin cisimlesmis hali.
    hal böyleyken, akp’e bayir asagi gitmez, gitse de yerine ayni kitleye hitap eden baska bir isimde baska bir parti kurulur.”

    tümüyle katılıyorum…………..
    Ama AKP ve Tayyip ülkeyi mahvedecek… Bu “fırsatı” değerlendirebilecek miyiz?
    benim de derdim bu!

  63. 16 Nisan referandumundan “evet” çıkması halinde faşizmin ülkede kendini kurumsallaştıracak geniş alanlar bulacağını düşünmek yanlış mıdır? Bu sonucu çıkarmak için tehdit, komplo, darbe, terör, katliam her yolu kullanan bir iktidara halkın “hayır” demesinin bir anlamı yok mudur? Sadece sandığa gidip oy kullanmakla elbette ne faşizm tehlikesi bertaraf edilir ne de sınıfsız sömürüsüz bir dünya kurulur. Ancak sandıktan çıkacak “hayır” sonucu iktidarı oluşturan koalisyonda çatlaklara, kopmalara yol açıp devrimci örgütlenme ve pratikler için de daha elverişli fırsatlar yaratamaz mı? Parlamenter sistem tiyatro/sirk/filminde yeri geldiğinde yapılacak figürasyonu da küçümsememek gerektiği kanaatindeyim, kendi oyununuzu sahneye koymanın önündeki engel değil koşulların gerektirdiği bir adım da olabilir. Ne demişler rolün büyüğü küçüğü olmaz 🙂 Bu soru ve düşüncelerle referandumda hayır oyu kullanmanın önemli olduğu sonucuna vardım. Saygılar.

  64. marxist argüman

    yurtsever/vatansever kaygilar ve umut fakirin ekmegi

    ogürsel’in 56 nolu yorumundan alinti:

    “Ama AKP ve Tayyip ülkeyi mahvedecek… Bu “fırsatı” değerlendirebilecek miyiz? benim de derdim bu!”

    dikkat edilirse ogürsel ve zileli gibi ulusalci kemalist yurtsever bakis acisi ile akp’nin ulusalci islamci muhafazakar bakis acisi bir madalyonun iki yüzü.

    akp ve tayyip reis, secmenin oyu ile iktidara gelmis, t.c. devletinin yöneten parti ve lider oluyorlar. akp’lilerin ve tayyip reisin en az ogürsel ve zileli kadar “yurtsever/vatansever” olduklarindan kusku duymak icin hicbir sebep yok.
    tayyip reis ve akp’nin kendi devletinin/ülkesinin milli cikarlari icin dis /devletlerle/güclerle, efendime söyleyeyim kürt ulusal hareketi ile, hatta ve hatta fetö gibi “paralel yapilarla” nasil dise dis bir mücadele yürüttüklerini görüyoruz.

    öyleyse mesele nedir; ogürsel, zileli gibi atatürkcü “yurtseverler” neden hala “bunlar ülkeyi mahvedecek” diye kaygilaniyorlar.

    cevap: sözkonusu görüs ayriligi, “ülkemizi ve devletimizi kalkindirmak icin hangi yolu/yöntemi/yönetimi vs. izlememiz lazim” tartismasindan kaynaklaniyor.

    yani, laik/kemalist ulusalcilarin islamci/muhafazakar ulusalcilarla bildigimiz kavgasi: “sizin dünya görüsünüze göre mi devlete/millete ayar verelim yoksa bizim dünya görüsümüze göre mi?”

    her iki tarafin kullandiklari argümanlar ve birbirlerine yaptiklari suclamalar dikkat edilirse benzer: “siz bu kafayla bu memleketi batirisiniz”

    ve her iki tarafinda söylemlerinde dürüst olmayan söyle bir yan var: “kendim icin birsey istiyorsam namerdim; benim bütün kaygim vatan/millet icin.”

    yani, bütün meselenin “bu memleketin hali ne olacak” meselesi olmadigi, ayni zamanda hayat/yasam tarzlarindan tutalim, memleketin kaymagini kim yiyecek; üretilen toplumsal zenginligin aslan payini kim alacak, meselesi de oldugunu biliyoruz.

    parlamentoda zaten kabul edilmis baskanlik sistemini akp’nin gönüllü olarak birde halka onaylatmak istemesinden anliyoruz ki, akp, referandumda evet cikacagindan hemen hemen emin.

    “evet” cikmamasi durumunda tayyip reis’in B plani nedir, bilmiyoruz. fakat zileli ve ogürsel’in sandigi gibi referandumda “hayir” cikmasiyla ne baskanlik sistemi rafa kaldirilir -pratikte zaten uygulaniyor- ne de akp ve tayyip reis iktidari gönüllü birakip giderler.

    akp’nin bir ic savasa göre hazirliklarini yaptigini biliyoruz; kendileri de zaten acikca söylüyorlar.

    sonuc: ogürsel ve zileli gibi, bati demokrasilerine bakip hayal kuranlar, referandumdan “hayir” cikarsa türkiyenin islamci rejimden kurtulacagini sananlar gercekci degiller.
    türkiyede ki islamci rejimin alternatifi tipki misir da ki gibi general sisi’nin askeri rejimidir; yani türkiyede ki karsiligi kemalist generallerin askeri rejimidir.

    bundan dolayi referandum sonrasi gelismeleri önceden kestirmek zor; fakat kesin olan olan birsey varsa, o da sudur: islamcilar, 90 yil sonra ele gecirdikleri devleti/iktidari kansiz bir sekilde birakip gitmeyecekler.

  65. Dediklerinizin ozune katiliyorum; ama, bicemine ve dile getirirken kullandiginiz metaforlara itirazim var.

    “yani, bütün meselenin ‘bu memleketin hali ne olacak’ meselesi olmadigi, ayni zamanda hayat/yasam tarzlarindan tutalim, memleketin kaymagini kim yiyecek; üretilen toplumsal zenginligin aslan payini kim alacak, meselesi de oldugunu biliyoruz.”

    Tam isabet.

    90 yildir ulkenin kaymagini yiyenler ve onlarin etrafinda turemis ‘murtezika’ (sanatci, edebiyatci vb vs gibi agzi laf yapan ama kendi basina –ozgul– agirligi olmayan) kitlenin tedirgin olmasini anlayisla karsiliyorum.

    Karsiliyorum da; ulke nufusunun yuzde 80-85’ini dislayan, ulkede Alevi-Sunni, Kurt-Turk gibi (daha once olmayan) fay hatlari yaratip bunlar uzerinde jokeylik yaparak kac sene daha istedikleri gibi yoneteceklerini sanmislardi acaba?

    O cark cokuyor ve zaman icinde, ortaya diger oyuncularla –enerjilerini onlari yoksaymak ve/ya dislamaga harcamak yerine– ittifaklar kurabilseydiler, durum daha az dramatik olabilirdi. Akil edemediler.

    “parlamentoda zaten kabul edilmis baskanlik sistemini akp’nin gönüllü olarak birde halka onaylatmak istemesinden anliyoruz ki, akp, referandumda evet cikacagindan hemen hemen emin.”

    Ben bu konuda AKP’nin rolunu o denli buyuk gormuyorum. Daha derinden bir dalga oldugunu seziyorum.

    Tipki, ‘Gumruk Birligi’ne girisimizde gibi. O tarihlerde, hem siaysi/ekonomik ust burokrasiye hem de TUSIAD’in motoru olan holdinglerdeki kurmaylarla konustugumda, kimse ‘Gumruk Birligi’ne neden giriyor oldugumuzu biliyor degildi. Burokrasi, ‘ozel sektor istiyor; bir bildikleri vardir muhakkak’ diyor; ‘ozel sektor’ ise tam anlamiyla ‘oblivious’ idi.

    Simdi de oyle. AKP, iki sene sonra hayata gececek bir seyler icin, alelacele sahaya itildi bence. Bu degisikligi, simdi, RTE’nin sirtindan yaptirabilceklerini dusunmusler gibi geliyor bana. ‘Kim’ sorusunun cevabini bilmiyorum, tabii ki.

    “‘evet’ cikmamasi durumunda tayyip reis’in B plani nedir, bilmiyoruz.”

    ‘B Plani’ vardir tabii ki. Ama, bu plan RTE’nin midir; hic de emin degilim.

    “referandumda ‘hayir’ cikmasiyla ne baskanlik sistemi rafa kaldirilir -pratikte zaten uygulaniyor- ne de akp ve tayyip reis iktidari gönüllü birakip giderler.”

    Tabii ki, bu hayatin dogal akisina aykiri olur. Ote yandan, bir sureligine bir tur ‘fetret’ donemi yasamayacagimizi da soyleyemeyiz. Hukumetin ve Cumhurbaskaninin mesrulugu sorgulanir olur; istifaya davet edilebilirler.

    Bunlar olursa, bir adim sonrasi, erken secim olur. Erken secim, 90 yillik hesaplasmanin son adimi mi olur; bilemem. Ama, daha keskin olacagina neredeyse eminim.

    “akp’nin bir ic savasa göre hazirliklarini yaptigini biliyoruz; kendileri de zaten acikca söylüyorlar.”

    Ic savas laflari ediliyor –cesitli cevrelerde–; ama, benim baktigim yerden, kuvvetler dengesi boyle bir seye gerek duyuracak turden degil. Savaslarda, zafer icin, saldiran ordunun savunan ordunun 3 kati olmasi gerekir. Ya da, savunan ordunun 3’te 1 kadar olmasi sarttir. ‘Yerlesik’lerin gucu, bence, bu oranlari saglayacak seviyede degil.

    “sonuc: ogürsel ve zileli gibi, bati demokrasilerine bakip hayal kuranlar, referandumdan ‘hayir’ cikarsa türkiyenin islamci rejimden kurtulacagini sananlar gercekci degiller.
    türkiyede ki islamci rejimin alternatifi tipki misir da ki gibi general sisi’nin askeri rejimidir; yani türkiyede ki karsiligi kemalist generallerin askeri rejimidir.”

    Once terminoloji uzerinden bir itiraz: ‘Islamci’ dogru bir terim degil bence. Bu, sizin, Marksism’de oldugunu dusundugunuz; ama, esasen Kemalist (Balkan Oligarsisi) tarafindan ‘sol’a monte edilen bir yaklasim. Marx’in derdi inanclar degildi; o inanclar uzerine oturmus kurumsal iktidar yapilari idi. Turkiye’de Papalik misali bir yapi hic olmadi.

    Konuya donersek: Benim baktigim yerden, konunun ozu ‘Merkez-Cevre’ kapismasidir. Nufusun yuzde 80-85’ini cevreye itip merkeze yerlesmis olan Balkan Oligarsisi, artik bunu surduremez hale gelmis.

    Siyasette de, ekonomide de, orduda da o eski agirligi kalmamistir. Demografide hic yoktu zaten.

    Simdi.. suslu kelimeler ile, uzun hava ‘swan song’lar dinliyoruz.

    “bundan dolayi referandum sonrasi gelismeleri önceden kestirmek zor; fakat kesin olan olan birsey varsa, o da sudur: islamcilar, 90 yil sonra ele gecirdikleri devleti/iktidari kansiz bir sekilde birakip gitmeyecekler.”

    Asil soru, bence, yerlesiklerin –kanli da olsa– tekrar iktidari ele gecirmek ihtimalleri hic var mi? Varsa bile, bunu surdurmek ihtimalleri var mi?

    Bence yok.

  66. sayın marksçı argüman, kendiniz yurt dışında zengin avrupa ülkelerinde tuzu kuru yaşarken böyle millete devrimcilik ayağına dayılanmak kolay.
    oturduğunuz yerden herkese dayılanıp duruyorsunuz, kibirle ders veriyorsunuz, siz kimsiniz? mücadele için bugüne dek ne yapmışsınız? burada her yazısında aşağıladığınız gün zileli’nin ödediği bedellerin onda birini hayatınız boyunca ödediniz mi acaba?

  67. eğer evet çıktığında erdoğan ve akp bu ülkeyi mahvedecekse sizlerin söylediği gibi, bu durumda anarşistlerin evet çıkmasını istemeleri gerekir. zira anarşistler ülkenin ve düzenin düzgün şekilde devamını değil mahvolmasını isterler.

    diğer yandan hayır cephesinin nicel olarak iki büyük bileşeni ulusalcılar ve bahçeli karşıtı milliyetçiler, eğer evet çıkarsa ülkenin bölüneceğini, eyalet sistemine geçileceğini iddia ediyorlar. bu doğruysa kürt hareketinin tabanının da evetten yana olması gerekir.

    yani anlayacağınız özgürlükçü sosyalistler için bu referandumda bir tutum belirlemek nereden baksan tutarsız nerden baksan ahmakça.

  68. Eğer referandumda evet kazanırsa marxist argümanın yazdıklarını destekleyeceğim, hayır kazanırsa Zileli’nin yazdıklarını destekleyeceğim.

    Yaşayıp göreceğiz bakalım kimin saptamaları gerçeğe daha yakın…

  69. oy kullanırsan ve oy verdiğin siyasi örgüt seçimleri kazanamazsa, kazanan siyasetin her yaptığı senin nazarında meşru olmak zorundadır. yanlış bulabilirsin, muhalefet edebilirsin o ayrı ancak kendinin de parçası olduğun bir sistemi meşru bulmazsan kendinle çelişmiş olursun.

    anarşistler siyasete muhalefet etmezler. muhalefet, aynı sistem içerisindeki adaylardan hangisinin yöneteceği ile ilgilidir. anarşistler siyasetin kendisine yönetme ilişkisinin kendisine topyekün muhalefet ederler.

    her kim ki ben anarşistim ama vız vız faşizme karşı vız vız mecburen vız vız ediyorsa o aslında utangaç bir solcudur. anarşist değildir. çok çeşitli sebeplerle solculuğunu anarşizm maskesi altında perdelemeye çalışıyor olabilir.

  70. Sistem İçi Kavga

    Aynı ulus-devlet’in parçası Kemalist-Solcu ve Türk-İslamcı ulusçuların sistem-içi kavgası üzerine. Nasname’deki bir yazıdan.

    “PKK/HDP ve Hizbullah/HÜDA-PAR’a da bir kez daha sesleniyor ve diyoruz ki:
    PKK/HDP’’ye
    Gericiliğin merkezleri bellidir!
    İŞİD/DAİŞ barbarlarına destek veren Türk-İslamcı çevrelerin merkezi Türkiye’dir; Kürdistan değil…
    Gericiliğe karşı savaşmak isteyenler gider Sakarya-Konya –Düzce gibi gerici bataklıklarda eylem yapar….
    HİZBULLAH/HÜDA-PAR’a
    Laik’liğin merkezi Ankara’dır.
    Size göre “yoldan çıkanlar” da Türkiye’de yaşıyor; Kürdistan’da değil…
    İnsanları “ihya” etmek ve Ümmetçiliği yaymak istiyorsanız, Ankara-Bodrum-Kemer-Kuşadası gibi yerleri “pilot bölge” seçersiniz…
    Kusura Bakmayın!
    Ümmetçilik ve Enternasyonalizm adı altında, sömürge Kürdistan’ı hesaplaşma alanı yapıyor ve Kürdleri katlediyorsanız; ikinizde de bir sakatlık var ve birileri size ihale vermiş demektir…”
    PKK-Hizbullah Çatışması Kapıda! (Güncellendi)
    http://www.nasname.com/a/pkk-hizbullah-catismasi-kapida1

  71. Anarşist olma tescil belgesini nereden almamız gerekiyor acaba? Siz mi veriyorsunuz?

  72. Tutumunuzu başkalarına göre değil, kendinize göre belirleyin. Yoksa bireysel hayatınızda bile başarısız olursunuz.

  73. “sayın marksçı argüman, kendiniz yurt dışında zengin avrupa ülkelerinde tuzu kuru yaşarken böyle millete devrimcilik ayağına dayılanmak kolay.”

    Ben, MA’nin yerine cevap vermis olmayayim; ama, sunu soylemem lazim:

    Karl Marx, Londra’dan Engels’e ‘Wahsi Kapitalismin Gobeginden Havadisler’ yazadururken pek de tuzu kuru idi.

    O kadar ki, August Willich ve Karl Schapper liderliginde bir grup ‘Tanri oludur, tanri oludur; haydin devrime, haydin devrime!’ turunden ezanlar okuyup acil devrim cagrilari yaparken; Karl Marx, ‘bok yemeyin, oturun; daha karpuz kesecez, burzuvazi ile ittifaklar kuracaz, her erkegin katilabilecegi serbest secimler olucak; mutlu mesut yasayacaz; ne devrim mi? bakariz!’ turunden seyler diyerek engel olmaga calisiyordu.

    Gencliginde baba parasiyla iyi okullarda okumus, o para suyunu cekince de, banker olan amcasinin maddi destegiyle hayatin gerdegine girmis; ondan sonra da (o devirde, tam olarak ‘vahsi kapitalizm’ modunda isleyen tekstil sektorunde faal olan ailesi sayesinde kendisi de varlikli olan) Frederic Engels’den gecinen Karl Marx’tan bahsediyoruz.

    [Daha sonra, Engels, o gunler icin hayli yuklu bir meblag sayilan 4.8 milyon dolarlik (bugun, 132 milyon dolar) kisisel servetinin buyuk bir kismini Marx’in hayattaki iki kizina miras birakir. ]

    Marx’in annesinin, milletin ortasinda ve sesli sesli, ‘su oglan sermaye hakkinda surekli yazacagina, keske uc kurus sermaye edinmek icin biraz fiilen calissa’ dedigi de bilinir.

    Bunlardan yola cikarak, eger bir Marksist gercekten peygamber gibi yasayacaksa, baskalarinin parasi ile ve tuzu kuru yasamalidir. Aksini yapmak Marksist sunnete aykiri olur.

  74. “Anarşist olma tescil belgesini nereden almamız gerekiyor acaba?”

    Nasil yani?

    Bu ulkede herseyin bir ‘oda’si varken, bir ‘Anarsistler Odasi’ yok mu?

    Olacak sey degil!

    ‘Mimarlar Odasi’na bir sorsaniz; onlarin bir subesi bu islere bakiyor olabilir.

  75. “Anarşist olma tescil belgesini nereden almamız gerekiyor acaba? Siz mi veriyorsunuz?”

    zileli tam da daha önce değindiğim gibi; son 20 yılda google, microsoft, apple, cnn, bbc, hollywood stüdyoları, wall street, globalist finans spekülatörleri, alman ve ingiliz sivil toplum örgütleri vs. eliyle dünya çapında resmi ideoloji haline getirilmiş postmodern kimlikçi liberal solun temel polemik yaklaşımı olan kültürel rölativizmin en sığ ifadelerinden birini öne sürüyor ve bunun bir argüman olduğunu zannediyor. bakın geçerli bir argüman demiyorum. bu geçerli veya değil bir argüman bile değil.

    geçmişin petro kimya, otomotiv ve askeri endüstri devlerinin batı kampındaki resmi ideolojisi anti-komünizm, natoculuk, bununla eşdeğerli ataerkil ulusçuluk bile bu zombilerin postmodern köle ideolojilerinden daha iyiydi. hiç olmazsa aydınlanmanın sağ yorumuna yaslanıyorlardı. bunlar bildiğin ruh hastası.

  76. "mükellef kahvaltılar ve yemekler…"

    “90 yildir ulkenin kaymagini yiyenler ve onlarin etrafinda turemis ‘murtezika’ (sanatci, edebiyatci vb vs gibi agzi laf yapan ama kendi basina –ozgul– agirligi olmayan) kitle”

    Eygi’den laik kesime zor sorular!..
    Laiklerin niçin bir Sultanahmetleri yok?

    Laiklerin Sanat Eserleri Nelerdir?

    CİNSELLİĞE, müstehcen resimlere büyük önem ve yer veren çağdaş, laik ve Kemalist medyamız niçin ahlaka, edebe, görgüye, nezakete, iffete, şerefe, vatanseverliğe ve hayâya önem vermiyor?
    Gazeteler niçin haftada bir edebiyat, tarih, mimarlık gibi ciddî konuları manşetten vermiyor?
    Gastronomi, yeme içme, mükellef kahvaltılar ve yemekler… İnsan sadece ekmekle yemekle mi yaşar? Bunların yanında kültür, sanat, edebiyat da gerekmez mi?
    Cumhuriyet devrinde niçin güzel binalar, anıtlar yapılamadı?
    Hitlerin, Mussoli’nin bile mimarlık ve şehircilik şaheserleri var da Kemalizm’in niçin yok?
    Osmanlı’nın çöküş ve batış yıllarında Sultanahmet Cezaevi yapılmış… Harika bir bina, şu anda dünyaca ünlü bir otel olarak hizmet veriyor… Cumhuriyet devrinde inşa edilen Sağmalcılar Cezaevi, boşaltıldıktan sonra yıktırıldı. Çünkü onda zerrece güzellik ve sanat yoktu.
    Laik, İslam düşmanı dünya görüşü niçin teokratik Osmanlı devleti gibi dünya çapında sanat ve mimarlık eserleri veremedi?
    Kemalistlerin bir Mimar Sinan’ı var mıdır?
    Bir Fuzulî’si, Itrî’si, Barbaros’u var mıdır?
    Dinsizlerin kerametleri hep kendilerinden menkuldür.
    İstanbul’da turistlerin en fazla ziyaret ettiği bina Sultanahmet Camii’dir.
    Laiklerin niçin bir Sultanahmetleri yok?
    Kanunî zamanında 150 bin asker ve yardımcı personelle, on binlerce at deve ve öküzle, 300 topla orta Avrupa’ya giden Osmanlı ordusu, yol boyunca bir tek tarlaya, bahçeye, bostana zarar vermeden ilerlermiş. Şimdi bu adalet, intizam, disiplin ve güvenlik var mı?
    Türkiye’nin vasisi Sabataycıların, diğer kriptoların, çağdaşların, laiklerin eserleri nelerdir?
    Ne gibi lisan ve mimarlık anıtları yükseltmişlerdir?
    Bu sorulara bizim erotik ve gastronomik bay ve bayanlarımız doğru dürüst cevap verebilirler mi?
    http://www.kackartv.com.tr/eygi-den-laik-kesime-zor-sorular/2766/

  77. marxist argüman

    iranda molla humeyni, türkiyede tayyip reis

    62 nolu yorumcu,

    ben “evet” kazanacak demedim, böyle tahminlerde bulunmak bile yanlis. referandumda “evet” cikarsa tayyip reis B planini devreye sokar; devletin her türlü imkani, siddet araci adamin emrinde.

    60 nolu “derler”e derim ki:

    beni fikirlerimle, felsefemle yargila. benim nerde, nasil yasadigimin ne kiymeti var?

    sen bir fikri, düsünceyi okuyup degerlendirirken, yazanin nerde, nasil yasadigina göre mi degerlendiriyorsun?
    bir fikrin dogrulugunun, yanlisliginin kriteri/ölcüsü, yazarinin nerde, nasil yasadigi midir?

    dikkat edersen sen benim fikirlerimi elestirmiyorsun, bana sunu diyorsun: “senin bu fikirleri bu sekilde dile getirme hakkin var mi?”
    “zileli’ye böyle bir elestiriyi nasil yaparsin” seklinde ki tepkini ben bir elestiri olarak kabul edemiyorum. benim zileli’nin yazdiklarina yaptigim elestirilerden neyi, neden yanlis buldun? bunu yaz ki, ortaya bir fikir tartismasi ciksin?

    necip’in 59 nolu yorumuna cevaben:

    necip, yine öküz altinda buzagi arama; bu mantigi artik terk etsen iyi olacak. kendin bir meseleyi anlamamissan, hemen esrarengiz bir hava vermeye calisiyorsun. sen anlamadiysan, bir bilene, anlayana sor.

    türkiyede t. erdogan’in üstünde baska gücler yok, erdogan birilerinin kuklasi falan da degil.
    erdogan, birincisi dindar/muhafazakar bir türk olarak, laik kemalist devletin türkiyeli müslümanlara ve türklerin dini olan islam dinine yaptigi muameleyi kabul edilemez buldugu icin,

    ikincisi, erdogan, t.c.’nin devlet olarak dünya devletler hiyerarsisinde ki basarisiz konumundan kemalistlerin batililasma/laiklesme politikalarini sorumlu tutuyor.

    iste erdogan, bu tespitlerden yola cikarak, kemalistlerin bu yanlislarini düzeltmeyi siyasette kendisine bir misyon olarak bicmis.
    sözkonusu bu misyon, iranda, laik/batici sah rejimini yikan molla humeyni’nin misyonuna, sii molla devrimine benziyor.

    adam, “biz bu yola kefen giyerek ciktik” derken, bunu kastediyor.
    necip, belli ki sen erdogan’in demeclerini dikkatle takip etmiyorsun; adam herseyi dobra dobra söylüyor zaten.
    erdogan, ta 2000’lerden beri devlet yönetiminde köklü degisiklikler yapilmasi gerektigini, yapacagini söylüyordu.

    erdogan, 2011’de “siyasette artik ustalik dönemine giriyoruz” derken, kastettigi seyde devlete ve topluma kafasina göre ayar vermekti. bu ayar vermenin siyasi yönetim modeli de türk tipi baskanlik oluyor.

    baskanlik sistemi yüzde yüz erdogan’in projesidir; adam bunun icin kendi partisinde ki en yakin yol arkadaslarini bile kizaga cekti, sen hala “bu iste bir bit yenigi var” deyip, göz önünde olan bitene esrarengiz bir hava vermeye calisiyorsun.

    baskanlik sisteminin referanduma sunulmasinin zamani “manidar” dersen, ben, bu komplo mantigidir, derim.

    siyasi/toplumsal olaylarda “manidarlik” arayan cingözler, aslinda olan biteni analiz edip anlamaktan aciz, güya kimsenin farketmedigi bir seyi farketmis gibi calim satan tiplerdir.

  78. Taner Akçam: Irak, İngiliz salaklığının ürünü, suni bir yapıdır!

    Taraf Gazetesi yazarı Taner Akçam, Irak’ta ortak kimlik olmadığını ve ancak bir diktatörlük tarafından bir arada tutulabileceğini söyledi

    “Irak diye ortak bir kimlik yoktur; Irak İngiliz salaklığının ürünü ortaya çıkmış ancak bir diktatör tarafından birarada tutulabilecek suni bir yapıdır.”

    “Basit ama gerçekten çok basit gerçekler var ve bunları alt alta sıralamakta fayda var:
    1) Osmanlı eğer Irak denen coğrafyayı yüzyıllarca yönetimi altında tuttu ise, bunu bu bölgeyi üç ayrı yapı olarak ele alarak ve bu üç yapı ile merkezden ayrı ilişki kurarak başarmıştır. Kuzeyde Kürtler, Bağdat merkezli Sünni Araplar ve Basra merkezli Şiiler. Bu tablo değişmez. Irak üçe bölünecektir, bölünür. Bu üç ayrı topluluk, Irak denen bir kolektif kimlik altında ileride birleşir mi, zannetmiyorum, birleşse de biz görmeyiz zaten…
    2) Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak denen devletler suni yapılardır.İngiliz ve Fransızların yedikleri haltın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır.”

    http://t24.com.tr/haber/taner-akcam-irak-ingiliz-salakliginin-urunu-ortaya-cikmis-suni-bir-yapidir,261392

    Türkiye diye ortak bir kimlik de yoktur.
    Türkiye de İngiliz salaklığının ürünü olarak ortaya çıkmış, ardından ABD/NATO/AB salaklığının ürünü olarak varlığını sürdürmüş, ancak bir diktatör ( M.K.A. / İ.İ. / A.M. / K.E. / R.T.E. ) tarafından birarada tutulabilecek suni bir yapıdır.

  79. vay arkadaş,
    hepinize soruyorum
    sizler nerede yaşıyorsunuz,
    hangi galaksidensiniz,
    tarih öncesinden mi geldiniz,
    tarihin sonunu hatmedip geri mi döndünüz,
    napıyorsunuz siz,
    bunlar neyin kafası
    şaşkınlıktan şakınlığa gark oluyorum
    akıl alır gibi değil
    vay be vay be vay be…
    tamam tamam bu sene sizin takım şampiyon
    haydi dağılın!!!

  80. marxist argüman

    dersimiz: kapitalizm ve real sosyalizm

    zileli’nin “oyunlar…hesaplar…” baslikli yazisinin altinda ki 276 nolu yorumdan alinti:

    “günümüzdeki kapitalizm, her tür yönetim şekli içinde kuluçka merkezleri kurup, zehrini hayatın her tarafına yayabilecek kadar kuvvetli bir adaptasyon özelliğine sahiptir. Bunun günümüzdeki en açık örneğini incelemek isterseniz; “Çin Halk Cumhuriyeti”ne dikkatle bakınız: Resmiyette komünist yönetim şekli ile yönetildiği söylense de; pratikte, kapitalizmin en ölümcül uygulamalarının yaşandığı ülkelerden biridir Çin (sömürülen nüfus sayısını baz aldığımızda, belki de ilk sıradadır).
    Çin’in yaptığı, en genel tabir ile; “devlet kapitalizmi”dir.
    ABD’nin yaptığı ise “özel sektör kapitalizmi”dir (tabii ki, ABD federal devletinin himayesi altında ve dünya genelindeki emperyalist planlarının çerçevesi içinde).”

    bunlari yazan beyaz yakali anarsist ile bu konulari daha önce tartismistik. tekrarda fayda var. yukarda ki yazida dogrularda var, yanlislarda var.

    beyaz yakali anarsist kardes, tekrar edeyim: madem kapitalizmi elestireceksin, o zaman dersini iyi calis.

    “kapitalizm” deyince, ebola virüsü ya da deli dana virüsü gibi bir sey hayal etmekten artik vazgec.

    kapitalizm, kisacasi özel mülkiyeti kutsayan ve para’yi ekonomin ve zenginligin birim ölcüsü olarak kabul eden, bundan dolayi bütün ekonomik faaliyetin paranin etrafinda döndügü iktisadi/toplumsal düzendir. yani para kimin cebinde ise, güc/kudret ondadir.

    cin halk cumhuriyetinde senin yukarda yazdigin gibi kapitalizm bir virüs gibi yayilmadi. peki cin’de kapitalizme gecis nasil oldu?

    cin de dahil, real sosyalist ülkeler her ne kadar özel mülkiyeti yasaklayip bunun yerine devlet/toplum mülkiyetini koyduysalar da, bu ülkelerin kapitalist düzenden köklü bir kopu$u hedeflediklerini ve gercekle$tirdiklerini söyleyemeyiz.

    real sosyalist ülkeler aynen kapitalizmde oldugu gibi paraya endeksli üretim ve tüketime devam ettiler.
    real sosyalist “plan ekonomisi” arti deger/kar/kazanc hesabini da aynen kapitalizmden devr aldi; kullanmaya devam etti.

    devlet isletmeleri, devletin kasasina girecek belli bir miktar arti deger/kar üretmek zorundaydilar.
    real sosyalist ülkelerde de calisanlarin/emekcilerin patronu/isvereni vardi: devlet.
    yalniz kapitalist ekonomiye göre iyi yani $u idi: real sosyalist ülkelerde i$siz kalma riski de yoktu, gidip bir patronunun kapisinda i$ dilenme geregide yoktu. herkesin i$/a$ garantisi vardi.

    $imdi gelelim senin cin halk cumhuriyetinde kapitalizmin ebola virüsü gibi yayildigi yanilgina.

    ne devlet ne ekonomi insanlardan bagimsiz, kendi kendine meydana gelen olgular degildir. cin halk cumhuriyetinde “iki cizgi mücadelesi” seklinde kurumlasmis bir olgu vardi.
    ekonomi politikalarinda bazi noktalarda farkli düsünen maocular ve “pragmatistler” denilen iki cizgi vardi. bu pragmatislerin hesabi söyleydi: “amac cin devletini/ulusunu kalkindirmak degil mi, bunun icin gerekiyorsa kapitalist batinin doga bilimleri birikiminden, tekniginden de faydalanmamiz lazim; gerekirse maddi ödüllendirme/ücret hiyerar$isi gibi kapitalist elementleri de kullanmakta bir sakinca yoktur.”

    maocular ise yüz milyonlarca cin’linin iman/ahlak gücünün, kol/bilek gücünün ekonomik kalkinma icin yeterli olacagina inaniyorlardi. yetmedigini zamanla gördüler; verimli üretim icin teknik, bilgi ve plan da lazimdi.

    mao’nun ölümünden sonra “pragmatistler” kömünist partide/devlet yönetiminde üstünlügü ele gecirdiler, “dörtlü cete” dedikleri eski maocu cizgi savunucularini yargilayip, itibarsizlastirdiktan sonra iceri attilar.
    cin halk cumhuriyeti 1978’den itibaren kontrollü/a$amali olarak özel mülkiyete dayali kapitalist ekonomiye geci$ yapti.

    gördügün gibi, kapitalizm denilen $ey senin sandigin gibi havaya karisip ülkeleri istila eden bir virüs falan degil. devleti yöneten politikacilarin bilincli bir tercih sonucu yürürlüge koyduklari ekonomi politikalaridir.

    sen bu meseleyi anlamak istiyorsan bu noktada $u soruyu sorman lazim: peki sovyet ve cin’li sosyalist politikacilar neden bilincli olarak kapitalist ekonomiye geci$ karari aldilar?

    cevap: cünkü real sosyalistlerin hesabi, devlet/toplum anlayi$i temelde kapitalist hesaptan farkli degildi. ne demek oluyor bu?

    cevap: real sosyalist ülkelerde ekonomik üretim faaliyeti sadece insanlarin temel ihtiyaclarini karsilamak icin yapilmiyordu, arti, birde ayrica devleti beslemek, büyütmek ve güclendirmek icin arti deger/kar üretmek zorunluydu.
    bunun icinde insanlari tipki kapitalizmde oldugu gibi mümkün mertebe cok calistirmak lazimdi.

    real sosyalist politikacilar, kapitalist ekonominin, calisanlari/emekcileri sömürüp daha fazla arti deger/kar/zenginlik ortaya cikarma hususunda daha etkili olduguna ikna olduktan sonra kapitalist ekonomiye geri dönüs yaptilar. daha etkili sömürü demek, devletin kasasina daha fazla zenginlik/para girmesi demekti. i$te devleti yöneten gorbacow gibi real sosyalist politikacilari cezbeden asil $ey buydu.

    sonuc: marx’in öngördügü anlamda komünist bir toplumda birincisi ekonomik üretim para ve zenginlik icin degil, toplumun temel ihtiyaclarini gidermek icin yapilir.
    mal/ürün, sati$ amacli degil degil tüketim icin üretilir.

    ikincisi, devlet ve ulus gibi olgularin komünist toplumda yeri olmaz; toplumun üstünde daha yüce bir hedef, deger yoktur; nihai hedef iyi ve rahat yasamaktir.

  81. marxist argüman

    necip ve karl marx

    necip, 65 nolu yorumunda marx amcam hakkinda yazdiklarinin yarisi uydurma ve kulaktan dolma bilgi. senin, ingilizcen var; ac ingilizce vikipediada “karl marx” maddesine bak bakalim.
    ben isterim ki marx’in burda özel hayati degil, -bu isin paparazi/magazin kismi oluyor-, fikirleri tarti$ilsin.

    senin 65 nolu yorumunda yazdiklarina ben $u dogru tespit ile cevap vereyim: Küçük İnsanlar Kişilerle, Orta İnsanlar Olaylarla, Büyük İnsanlar Fikirlerle Uğraşır.

    senin yazdiklarin ve davranisin “(dünyasi) kücük insanlar ki$ilerle ugra$ir” kategorisine giriyor.

  82. marxist argüman

    60 nolu “derler”in dediklerini biraz daha irdeleyelim ki, altinda ki yanli$ mantik gün yüzüne ciksin.

    bu yorumcuya göre, tek tek insanlarin fikirlerini ve somut/güncel olarak referandum tavrini belirleyen asil $ey. insanlarin ya$adiklari yer/ülke ve ya$am ko$ullari.

    1. gerek türkiyede olsun gerekse de yurt di$inda ya$ayan türk vatanda$larinin büyük bir cogunlugu, zengin olsun fakir olsun, sandik ba$ina gitti ya da gidecek.
    demek ki insanlarin maddi ko$ullarinin referandumda oy kullanip kullnmama ile direkt bir ili$kisi yok.

    2. türkiye di$inda ya$ayan türk vatanda$lari da en az türkiyede ya$ayanlar kadar secim sandigina ilgi gösteriyorlar; oy kullaniyorlar.

    diger bir örnek, türkiyede ya$ayan insanlar icinde de oy kullanmayan insanlar var. mesela zileli’nin yukarda yazisini astigi can ba$kent adli anar$istin “asil $imdi oy kullanmamak lazim” yazisi. yine bu sayfada zileli’yi ele$tiren 30 nolu anonim yorumcuda türkiyede ya$ayan bir anar$ist, anladigim kadariyla.

    yine sosyalist gruplar icinde az da olsa, secimlerde oy kulanmayi yanli$ bulan gruplar da var.
    demek ki, insanlarin oy kullanip kullanmamasinin ya$adigi mekan/yer ile de direkt bir ili$kisi yok.

    peki ne ile ili$kisi var?

    cevap: birincisi, ki$inin dünya görü$ü ile

    ikincisi, secim/sandik sirkinin/tiyatrosunun devlet/düzen acisindan oynadigi yapici fonksiyonundan bagimsiz olarak, secimlerin/sandigin devleti/düzeni kutsayan, temize cikaran i$levini göz ardi ederek, sözkonusu bu sirk’e/tiyatroya tek tek insanlarin kendilerince yükledikleri hayali anlamlarla. (bkz. 1 nolu yorum).

    60 nolu yorumcu gibi oy kullanma taraftarlari, benim sandik/secim sirkini te$hir eden argümanlarimi cürütecek kar$i argüman bulamayinca, yani barutlari birince, bu sefer tarti$ilan meseleyi özünden saptirarak, “tabii sen yurt di$inda rahat rahat ya$iyorsun, ondan dolayi böyle dü$ünüyorsun” gibi isabetli olmayan argümanlara ba$vuruyorlar.

  83. “bu mantigi artik terk etsen iyi olacak. kendin bir meseleyi anlamamissan, hemen esrarengiz bir hava vermeye calisiyorsun. sen anlamadiysan, bir bilene, anlayana sor.”

    Sormama gerek yok ki. Bilenler (1), kendiliginden, talip oluyor. Ornek, siz.

    “türkiyede t. erdogan’in üstünde baska gücler yok, erdogan birilerinin kuklasi falan da degil.”

    1) Dag ne kadar yuce olsa [da], yol ustunden asar.

    2) Konu ‘kukla’ olmak ya da olmamak degil. Ruzgara gore yelken basabilen; gemisini kurtaran kaptan.

    “iste erdogan, bu tespitlerden yola cikarak, kemalistlerin bu yanlislarini düzeltmeyi siyasette kendisine bir misyon olarak bicmis.”

    Konu, RTE’nin sectigi misyonlarin ne kadar ulvi olup olmadigi degil. Onlari sirf kendisi mi uyguluyor; yoksa daha buyuk bloklar arasinda surf mu, arbitraj mi yapiyor?

    Bence ikincisi. Ama, ustalik da orada zaten. Yani, saf degistirdikten sonra (siayeseten, diyelim) sag kalabilmekte.

    “sözkonusu bu misyon, iranda, laik/batici sah rejimini yikan molla humeyni’nin misyonuna, sii molla devrimine benziyor.”

    Alakasi yok. Iran Devrimi hakkinda pek az sey biliyorsunuz. TC’de olan biten ile hicbir benzerligi yok.

    “belli ki sen erdogan’in demeclerini dikkatle takip etmiyorsun; adam herseyi dobra dobra söylüyor zaten.”

    Ondan oncekilerin etmedigi, orjinal bir lafini, ornek olarak, yazar misiniz?

    “erdogan, ta 2000’lerden beri devlet yönetiminde köklü degisiklikler yapilmasi gerektigini, yapacagini söylüyordu.”

    Bu mudur butun dayanaginiz?

    Ayasofya’nin da ibadete acilmasi 90 senedir konusulur. Ama, bir turlu acilamaz. Neden acaba?

    Ya da, bu kadar basit bir seyi, neden hala daha RTE yap(a)madi?

    “erdogan, 2011’de ‘siyasette artik ustalik dönemine giriyoruz’ derken, kastettigi seyde devlete ve topluma kafasina göre ayar vermekti. bu ayar vermenin siyasi yönetim modeli de türk tipi baskanlik oluyor.”

    Once su: Her siyasetci, ‘devlete ve topluma kafasina göre ayar vermek’ ister; bunun icin yola cikar. Bu istikamette laflar eder. RTE de isitisna degil.

    “baskanlik sistemi yüzde yüz erdogan’in projesidir; adam bunun icin kendi partisinde ki en yakin yol arkadaslarini bile kizaga cekti,”

    Kimseyi ‘kizaga cek’mis filan degil. Ilgili kisiler, kendi elleriyle/dilleriyle ‘zeitgeist’in disina dustuler. Hatta, bir tanesi, kendi agziyla, en buyuk devlet nisani olan ahmakliga talip bile oldu.

    ‘sen hala ‘bu iste bir bit yenigi var’ deyip, göz önünde olan bitene esrarengiz bir hava vermeye calisiyorsun.’

    Siz de, Gun Zileli ile birlikte, RTE’den ‘tek adam’ ya da ‘diktator’ cikarmakla mesgulsunuz.

    “baskanlik sisteminin referanduma sunulmasinin zamani ‘manidar’ dersen, ben, bu komplo mantigidir, derim.”

    Ne diyordu, Arthur C. Clarke emmi, 3 kanunundan birinde:

    “Any sufficiently advanced technology is indistinguishable from magic.”

    Mealen: “Yeterince geliskin teknolojiyi sihir/kerametten ayirdetmek mumkun olmaz.”

    Digeri 2 kanun da onemli ve anlamlidir; ama bu sizin durdugunuz yeri iyi tarifliyor bence.

    Oncesini anlamamissaniz, sihir/keramet/kompo demek hakkiniz oluverir.

    “siyasi/toplumsal olaylarda ‘manidarlik’ arayan cingözler, aslinda olan biteni analiz edip anlamaktan aciz, güya kimsenin farketmedigi bir seyi farketmis gibi calim satan tiplerdir.”

    Cok sukur ki, sizin gibi, satinalmayan cingozler de var.

  84. IŞİD ilk ortaya çıktıktan (o zaman henüz “hilafet devleti” değildi) bir süre sonra hilafetini ilan edince bu haberle alay eden internetteki okuyucu yorumlarından ikisini hatırlıyorum.

    Biri “Ben de İngiltere kraliçesiyim” şeklindeydi.

    Asıl önemli olan diğeri ise “o zaman bunu Reina’da kutlayalım” idi. Tabii herkes için olmasa da sonra olanları düşünüp aleme ibret gözüyle bakanlar için önemli:

    Aleme ibret gözüyle bakanlar
    Çerağın nur-ı Mevla’dan yakanlar
    Yerden gökten geçip Arş’a çıkanlar
    Hakk’a tevhid ile ermiş erenler

  85. “Biz çocuklarımızın düşlerini gerçek kılacağımız bir hayatı çıkaracağız.

    Bu mafya iktidarı, bu kötünün organize olmuş hâli, hak ettiği sonu bulacak, kaçınılmaz olanı yaşayacak.”

    Ahmet Şık
    12 Nisan 2017
    İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi

    https://www.youtube.com/watch?v=YpHn1kAVVcQ

  86. İhtiyar çoban

    Marksist erguvan, Necip mecip… Ne kadar çenebaz! A’dan z’ye harf harf gevezelik. Bir c harfinin içini doldurmaz söyledikleri. Bu kadar vakti nasıl buluyorlar? Öz yok, bol evinsizlik.

  87. Necip’in Balkan oligarşisi üzerine tespitleri olayın kısa ve öz bir açıklaması olduğundan çok önemli.

  88. İlaveten, “Balkan oligarşisi” tanımı bile her şeyi özetleyen iki kelime.

  89. Aslında Necip’in dikkat çektiği bu olgu Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet (İttihatçılar ve Kemalistler) ile başlamayan, daha Osmanlı’nın başından itibaren geçerli olan bir durumdur. Önce Balkanlar ve Marmara, ardından Ege ve Karadeniz devletin/toplumun kurulduğu ve dolayısıyla en güçlü olduğu yerlerdi. Buna karşın, bugün de olduğu gibi, devlete en son katılan Türkmen beyliklerinin yer aldığı Suriye sınırındaki güney illeri ve Kürt feodallerin egemen olduğu Doğu/Güneydoğu Anadolu en çok sorun yaşanan yerlerdi. (Osmanlı’ya uzun süre direnen Karamanoğullarının ve daha sonra TBMM hükümetinin kuruluşu sırasında çıkan isyanların bölgesi olan Konya ve İç Anadolu da unutulmamalı.)

  90. Erdoğan: Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş…

    Cumhurbaşkanı Erdoğan TÜRGEV’in 20. kuruluş yıldönümünde “Açık söylüyorum, zürriyetimizi arttıracağız, neslimizi çoğaltacağız diyorum. Nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, hiçbir Müslüman aile böyle bir anlayışın içinde olamaz. Rabbim ne diyorsa, sevgili Peygamberimiz ne diyorsa biz o yolda gideceğiz” dedi

    “Ahlakta örnek bir gençlik inşallah Türgev’in yetiştirdiği yurtlarında kalan gençler olacak. İbadetinde inanıyorum ki taviz vermeyen bir gençlik olacak. Bunlar da çok çok önemli. Muamelatta sağlam bir gençlik olacak.”

    http://www.hurriyet.com.tr/erdogan-zurriyetimizi-arttiracagiz-40110923

    muamelatta sağlam bir gençlik olacak inanıyorum

    (bkz: lady muamelat)

    https://eksisozluk.com/entry/60840095

    https://www.youtube.com/watch?v=RQa7SvVCdZk

  91. “bu olgu Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet (İttihatçılar ve Kemalistler) ile başlamayan, daha Osmanlı’nın başından itibaren geçerli olan bir durumdur.”

    Bu dedikleriniz, kronolojinin dogru kurulmasi ve akademik anlamda dogru. Fakat, siyasi acidan onemsenir noktaya gelisi Cumhuriyet ile baslar cunku daha onceleri –cok daha buyuk olan Osmanli cografyasinda– ‘Osmanli Oligarsisi’nin etkileri/gucu hem cok daha lokal idi hem de baska etki/guc odaklari ile dengelenebiliyordu.

    O etki/guc odaklari birer birer sahneden cekilip ayrilinca, geriye temelde iki guc odagi kalmisti.

    Birisi, ‘Balkan Oligarsisi’ digeri de ‘Ilmiyye sinifi’ ile temsil edilen Anadolu/Turk damari.

    ‘Ilmiyye sinifi’ ile temsil edilen Anadolu/Turk damari derken, bunlarin tamaminin Anadolulu ya da Turk oldugunu kasdetmiyorum. Kurulus gunlerinden itibaren, fethedilen yerlerin saglikli yonetimini saglayan ve denetleyen ‘kadilik’ sisteminden bahsediyorum.

    Bu sinif, Osmanlida, siyasi acidan, hep imtiyazli olmustur –mesela, mensuplarindan birinin idami dusunulemezdi bile.

    Bu imtiyaz, gokten inmis degildi, tabii ki. Kurucu cekirdegin devami oldugundandi. Padisaha bile kafa tutabilen ve bunun da mesru goruldugu bir siniftan bahsediyoruz.

    Cumhuriyet donemine gelindiginde, bu sinif, gerek girilip kaybedilen savaslar, gerekse de kendi bunyesinin kohnemisligiyle, gucunden cok sey kaybetmisti.

    O yuzden, ‘Balkan Oligarsisi’nin ‘Ilmiyye sinifi’ni ekarte etmesi cok da zor olmadi.

    Uyduruk gerekcelerle Dar-ul Funun’un kapatilmasi; yine ‘devrimci’ gerekcelerle, Istiklal Mahkemeleri marifetleriyle, bilmem hangi uyduruk ve gostermelik devrim kanununa muhalefet edildigi one surulerek, tasfiye tamamlanmis; kurucu unsurlar merkezden cevreye surulmustur.

    Bu baglamda, ben, mesela, Iskilipli Atif Hoca ornegini cok ogretici bulurum: Sapka Kanunundan 6 ay kadar once yazdigi bir makale (ki, yazildigi zaman hic bir sekilde suc degildi), aniden suc sayilmis ve Iskilipli Atif Hoca idam edilmistir.

    Bu, benim baktigim yerden, ‘Balkan Oligarsisi’nin ‘Sah!’ deyisinin zirvesidir: Daha onceleri, akla bile getirilemeyen, bir Ilmiyye mensubunun –ustelik, kanundan onceki bir yazisi uzerine– ipe cekilmesi, yani.

    Ondan berisi artik bildigimiz hikayedir.

    “Önce Balkanlar ve Marmara, ardından Ege ve Karadeniz devletin/toplumun kurulduğu ve dolayısıyla en güçlü olduğu yerlerdi. Buna karşın, bugün de olduğu gibi, devlete en son katılan Türkmen beyliklerinin yer aldığı Suriye sınırındaki güney illeri ve Kürt feodallerin egemen olduğu Doğu/Güneydoğu Anadolu en çok sorun yaşanan yerlerdi.”

    ‘Sorun’dan ne kasdettiginize bagli.

    Osmanli, bu ‘sorun’lari, ser’i hukuk degil de, orfi hukuk uygulayarak –yani, kadilarin yereldeki sorunlari yerelde gecerli orf ve adetleri dikkate alarak cozme yetenekleri ile– cok uzun sure boyunca halledebildi.

    Daha sonralari, tepeden inmaci (Jakoben) ‘herkese tek beden elbise’ciler cikinca (ve, daha da beteri, o ‘beden’ de herkese yabanci olan bir olcu olunca) isler karisir haliyle.

    “(Osmanlı’ya uzun süre direnen Karamanoğullarının ve daha sonra TBMM hükümetinin kuruluşu sırasında çıkan isyanların bölgesi olan Konya ve İç Anadolu da unutulmamalı.)”

    Karamanogullari konusu bence farkli. Karamanogullari –tipki Kirim Hanligina verilen– ‘kurucu’ unsurun has parcasi olmak imtiyazlarini istedikleri icin itiraz ediyorlardi. Yani, bir tur aristokrasi olusturmak istiyorlardi. Osmanli, sadece Kirim Hanligi baglaminda buna izin vermistir –o da, buyuk bir ihtimalle, ana karanin bir parcasi olmadiklari icin; yani, anlamli bir tehdit olusturmayacaklari icin. Osmanli acisindan, Karamanogullari icin bu sozkonusu bile olamazdi.

    TBMM hukumeti donemindeki isyanlar ise, ozunde, ‘Balkan Oligarsisi’ne karsiydi.

  92. Ilk paragraftaki ‘Osmanli Oligarsisi’ yanlis olmus. Dogrusu ‘Balkan Oligarsisi’ olmaiydi.

  93. Balkan oligarşisi ve Osmanlı konusunda küçük, ama önemli bir ayrıntı: Devlet teşkilatlanmasında Rumeli beylerbeyi, defterdarı ve kazaskeri Anadolu beylerbeyi, defterdarı ve kazaskerine göre kıdemli idiler.

    Bir ayrıntı daha: Balkanların imarına ağırlık veren Osmanlı yönetiminin Anadolu’da imar ettiği daha az sayıda yerin çoğu sadrazamların memleketleridir. Örneğin;

    Köprü > Vezirköprüsü > Vezirköprü
    Köprülü Mehmet Paşa, Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa

    Merzifon
    Merzifonlu Kara Mustafa Paşa

    Muşkara > Nevşehir
    Muşkaralı İbrahim Ağa yani Nevşehirli Damat İbrahim Paşa

  94. 74’e

    Daha önce belirtmiştik, hatırlatalım:
    Marxist argüman; bu siteye aktarılan metinlerin içinden, “sadece işinize gelen kısımları” cımbızla çekerek görüşlerinizi yazıyorsunuz. Metinlerin bütününü okumadığınız veya okumaya yanaşmadığınız için; ya farkında olmadan ya da kasten cımbızla çektiğiniz kısımları hedef yapıp, cümlelerinizi liste liste yazıyorsunuz. Cımbızla çektiğiniz kısımları “bağlamından kopararak” eleştiri yöneltmeye uğraştığınız için; metinlerin bütün hâlinin işaret ettiği ana fikirleri ıskalıyor, boş yere parmaklarınızı yormakla beraber, kişilere olur-olmaz ithamlarda bulunuyorsunuz.

    “kapitalizm” deyince, ebola virüsü ya da deli dana virüsü gibi bir sey hayal etmekten artik vazgec. kapitalizm, kisacasi özel mülkiyeti kutsayan ve para’yi ekonomin ve zenginligin birim ölcüsü olarak kabul eden, bundan dolayi bütün ekonomik faaliyetin paranin etrafinda döndügü iktisadi/toplumsal düzendir. yani para kimin cebinde ise, güc/kudret ondadir. (Ve devamında yazdıklarınız dahil.)—

    “Tereciye tere satmak” diye bir söz vardır. (Siz her ne kadar “insancıl”lığı saçma bulsanızda) Kalbinizi kırmadan ifade etmeye çalışalım: Kapitalizmin ne olduğunu – ne olmadığını bize değil; hem bu sitede, hem günlük hayatınızda bilgisi olmayanlara, haberi olmayanlara anlatınız. Bu sitede, bir öğretmen edasıyla; kimlerle muhatap olduğunuzu bilmeden, “lecture”lar sıralamaya kalkmayınız.

    (1) —cin halk cumhuriyetinde senin yukarda yazdigin gibi kapitalizm bir virüs gibi yayilmadi

    (2) —$imdi gelelim senin cin halk cumhuriyetinde kapitalizmin ebola virüsü gibi yayildigi yanilgina.

    (3) —gördügün gibi, kapitalizm denilen $ey senin sandigin gibi havaya karisip ülkeleri istila eden bir virüs falan

    “Virüs” tabirini kullanan sizsiniz, biz değiliz. Yazdıklarımızı bağlamından kopardığınız için; kafanızda icat ettiğiniz “virüs” kelimesini bizlerin metinlerine yamamaya uğraşıyorsunuz. Başkalarına olur-olmaz itham fırlatma tavırlarınızdan vazgeçin.

    Yukarıda, sizin ithamlarınızı size gösterdik.

    Peki, ithamlarınız “dışında” yazdıklarınızı doğru bulmadığımızı mı söylüyoruz? Yalan attığınızı mı söylüyoruz? Yo, hayır, yalan atmıyorsunuz. Siz, kendi kendinize “eleştiri yazayım da nasıl yazarsam yazayım” şeklinde hareket ediyorsunuz; aktardığımız metinlerin içinden “cımbızla çekmece” yapıp, liste liste başlıyorsunuz yazmaya. Yukarıda ne demiştik; “tereciye tere satmak” diye bir söz vardır. Çin Halk Cumhuriyeti adlı ülkede egemen Çin Komünist Partisi içindeki “politbüro diktatörlüğü”nün;

    (Özellikle Mao’nun son yıllarında hızlanarak) “kapitalist ekonomi modeli”ne yöneldiğini,

    Bu modelin (görünürdeki) liderliğini Deng Xiaoping’in yaptığını (ki kendisi; Hua Guofeng’in adını politbürodan sildiren kişidir),

    Komünist partinin fraksiyonlarının hem kendi içinde hem Çinli şirket baronlarıyla yaşadığı iktidar mücadelelerini,

    Ve özellikle ABD’yle imza atarak oluşturdukları ticari & sınai anlaşmaların hacmini (daha pek çok teferruatı da buraya yazıp, uzatmıyoruz) belgeleriyle, bizzat inceledik. Siz, marxist argüman; kimlerle muhatap olduğunuzu bilmediğiniz için; yanlış kişilere ders vermeye kalkıp, parmaklarınızı boşa yoruyorsunuz.

    Şu “virüs” kelimesini uydurarak ithamlar saçmanızdan önce; 276 no’lu metnimizde yazdıklarımızı BÜTÜNÜYLE OKUSAYDINIZ, kendinizi müşkül duruma hiç düşürmezdiniz:

    “Kapitalizm”, “sosyalizm” vb. akımlar, fizik-kimya yasalarına göre işleyen, hayat döngüleri fizik-kimya yasalarına göre belli, tanımlı olan akımlar değil; “insan davranışları” denen mühim etkeni göz ardı edemezsiniz. Kapitalizm, H2O gibi “su”yu oluşturan bir yapı değil ki; zamanla iyi yönde veya kötü yönde, kendi kendine evrilip, ömrünü tamamlayıp buharlaşsın, kendini yok etsin.

    İnsanın içindeki “sömürmek (ve sömürülmek)” denen eylemin varlığından beslenen yegâne sistemin adı “kapitalizm”dir. İnsanın aç gözlü olmasını bütünüyle engelleyemeyiz, insanın sömürmeye eğilimli özelliklerini bütünüyle kaldıramayız; fakat bütün bunlardan beslenip, ve hâttâ bunları körükleyip kuvvetini perçinlemeye çırpınan “kapitalizm”i yok etmeye mecburuz. Kapitalizmin katliamları yıllardır ortadayken, ve en dehşet saçan seviyesine 20. ve 21. yüzyıllarda ulaşmışken, kapitalizmin işlediği bütün bu cinayetleri sanki hiç yaşanmamış sayıp, yarınlara güvenle bakamayız. “Kapitalizmin kötü yanlarını görmeyelim de iyi yanlarını görelim” ifadesinin tuzağına düşmek; kerizliğin doruk noktası olur.

    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) “Galapagos Takım Adaları’ndaki organizmaların & planktonların düzenini, insan hayatına da ikame etmeye çırpınmış”; kapitalizmi izah çalışmasında kendisine dayanak noktası yapmıştı. Siz de şunları yazmıştınız:

    ( http://www.gunzileli.com/2017/03/26/fikret-baskaya-referandumun-akpcesi/ )
    2 Nisan 2017, yorum no 34:

    Marxist argüman: “necip, senin buna cevaben yazdigin, benim yazdigimi cürütmek orda kalsin, arada alakayi nasil kurdun, anlamis degilim.

    3 Nisan 2017, yorum no 42:

    Marxist argüman: “necip, 38 nolu yorumda yazdigin cevap beni tatmin ve ikna etmedi. neyse, o konuyu gecelim.

    Bu sitede (ve elbette bu sayfada da) yazdığınız argümanları “marxist” zemin üzerine inşa ediyorsunuz, ve tespitlerinizin ekseriyetinde haklı olduğunuzu (daha önceki görüşmelerimizde de) belirtmiştik. Fakat “kapitalist argümanlar” yazanlara yönelik eleştirel ifadelerinizin bir kısmında bilgi eksikliği olduğundan; kapitalist patron Necip gibilerin, kendilerine neleri dayanak noktaları yaparak kapitalizmi izah ettiğini (sandıklarını), kapitalizmi nasıl savunduklarını anlamakta güçlük çekiyormuşsunuz gibi bir izlenim yayıyorsunuz. Sadece “GegenStandpunkt: Politische Vierteljahreszeitschrift ( http://www.gegenstandpunkt.com/ )” daki deponuzda bulunan kaynaklarla yetinmeyip; başka kaynaklara da yönelip, kendi kapasitenizi genişletebilecek kadar maharetli birine benziyorsunuz. Vaktiniz olduğunda, kendi çemberiniz dışındaki kaynaklara da yönelmenizi öneriyoruz. Bu kaynaklara kendi başınıza erişebilecek kadar maharetli gözüküyorsunuz; “GegenStandpunk”a erişebildiğinize göre, diğerlerine de erişebilirsiniz. Galapagos Takım Adaları’ndaki organizmaların düzeniyle, sizin hatırlattığınız “insanlar arasındaki parasal düzen (çiftçilerin, piyasada satamadıkları mahsûlleri denize dökmesi, yola dökmesi, ezmesi ve benzeri protestolar)” arasındaki (sözde) bağı kapitalist patron Necip gibiler şöyle izah ettiğini sanıyor: Necip gibiler; özellikle Charles Darwin’in çalışmaları neticesinde epey ilerleme kaydedilen “evrim teorisi”ni, ve Herbert Spencer’ın kavramlaştırdığı “survival of the fittest” konseptini istismar ederek, bütün bu verileri-olguları-tespitleri bağlamından kopararak; “kapitalizmin mutlak ve meşru olduğu zırvası”na dayanak noktası icat ettiklerini sanıyorlar. Siz, marxist argüman, bu kavramların & konseptlerin, kapitalistler tarafından nasıl istismar edildiğini; ya bildiğiniz hâlde önem vermiyorsunuz, ya hiç bilmiyorsunuz. Tam da bu sebeple, size; “GegenStandpunkt”taki deponuzda mevcut kaynaklarla yetinmemenizi, başka kaynaklara da yönelmenizi öneriyoruz. Sizin ısrarla yaptığınız ise; aktardığımız metinlere olur-olmaz ithamlarda bulunmak, “metinler içinden cımbızla çekmece oyunu” oynamak. “Kapitalist (sözde ‘serbest’) piyasa ekonomisi”ni izah ederken Necip (ve muadilleri); Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonların (“doğa”daki) düzenine işaret ederek, Afrika’nun uçsuz bucaksız ormanlarındaki (“doğa”daki) aslanların hem kendi soydaşlarını hem diğer yaşam formlarını nasıl sömürdüğüne işaret ederek; kapitalist sistemin de “doğa”daki gibi işlediğini, güçlünün güçsüzü yendiği (survival of the fittest) düzenin “insanlar arasında da olmasının normal karşılanması gerektiği”ni dikte ederler; çiftçilerin, satamadıkları mahsûlleri ezmesini, yollara protesto amaçlı dökmesini normal kabul ederler. Siz ise, marxist argüman, “ebola virüsü” gibi bir vakayı getirerek kapitalizme bağladımızı zannediyorsunuz; ısrarla, olur-olmaz ithamlarda bulunuyorsunuz. Son kez uyarıyoruz:

    Bitkiler ve hayvanlar aleminde var olduğu genel kabul gören “güçlünün güçsüzü yendiği doğadaki düzen” söylemini insan hayatına da ikame edenler, piyasaların “verimliliği arttıran özellikler taşıdığı”nı savunanlar, ve bütün bunlara “kutsiyet” atfedenler; piyasalardaki sonucun gerçekte neler olduğunun normatif değerlendirmesini yasaklar. Bu yaklaşım; piyasaların bizzat kendisini ve oradan gelen sonuçları bütünüyle saf dışı bırakır. Şu “kutsiyet” atfedilen, güçlünün güçsüzü yendiği doğadaki düzenin insanda da var olduğu perdesi kaldırıldığında; problemin ne olduğu apaçık ortadadır: Organizasyonların kural koyma esnasında yarattıkları adaletsizlikler ve bunların nasıl uygulandığı meselesi.

    Bernard E. Harcourt
    “Serbest Piyasa Ekonomisindeki İllüzyonlar: Ceza ve Güçlünün Güçsüzü Yendiği Doğadaki Düzen”

    Bu sitede, ithamlarınızı liste liste sıralamak için beyhude fırsatlar kollayacağınıza; gayet tecrübeli olduğunuz “Gewaltmonopol des Staates (The monopoly of the legitimate use of physical force)” konusu ile ilgili daha fazla yazmanız daha rasyonel olur, biz de sizi destekleriz marxist argüman.

    === 1 ===
    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:

    Doğada planktonlar da, diğer çeşit çeşit türler de – hayvanlar da birbirleriyle rekabet ediyor, güçlü olan zayıf olanı eziyor, birbirlerini öldürüyor, doğanın kanunu bu. Doğada süregiden bu kanunu-sistemi insan hayatına ikame edip, buna “kapitalizm” ismi verilmiş evvel zaman içinde. Bu sistemde de, doğada olduğu gibi aynen, insanlar birbirleriyle rekabet ettiğine göre, “kapitalizmde insanların birbirini ve diğer türleri öldürmesi gayet normaldir.” Soma’da ölen işçiler, madene inmek yerine tarlada ırgatlık yapsalardı, ölmezlerdi. Belki, tarlaya, tıkabasa dolu bir minibüs ile giderken, trafik kazası geçirip ölürlerdi. Görüldüğü üzere; kapitalizmin asla kabahati yok.

    === 2 ===
    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:

    Kapitalizm; doğada var olan sömürü mekanizmasının, bizlerin hayatına ikame edilmesinden, uyarlanmasından başka bir şey değildir. Kapitalizmi kaldıramazsınız, ama azgınlaşMAması için yöntemler geliştirebilirsiniz. “Solcu”ların ekseriyeti, bazı yöntemler denedi; ama tutmadı, beceremediler. Öyleyse, çenenizi kapatın ve kapitalizme boyun eğmeye devam edin. Ben; bir nebze “Charles Darwin”ciyim, ve bir nebze “Herbert Spencer”cıyım. “Survival of the fittest” hayatımın motto’sudur. Bu motto’mu gerçekleştirmek için, kan akıtmaktan da asla çekinmem, örnek mi: Soma’da işçilerin ölümü tamamıyla kendi “fıtrat”larının neticesidir, kapitalizm onları öldürmemiştir. Benim dinim “Kapitalizm”dir. Ben bir mahlûkum, sadece bana kızın, sadece beni eleştirin; ama dinim “Kapitalizm”e asla çemkirmeyin.

    === 3 ===
    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:

    13 Mayıs 2014’te, Manisa-Soma’daki maden ocaklarında ölenler; madende değil başka yerlerde çalışıp para kazansalardı! Mesela niçin tarlada ırgatlık yapmadılar da maden ocağında çalışmayı istediler?! Ben mi söyledim onlara “madene gidin ve orada ölün!” diye!

    Umrumda olmaz!

    Ben bir kapitalist olarak, ölen insanları kafama takmam, neticeye bakarım:

    Eğer o maden şirketinin kârı istikrarlı bir şekilde artıyorsa (genel ekonomideki daralma dönemlerinde; kâr artmasa da zarar yazmayacak, ya da az zarar yazacak, kadar şirket kendini yürütebiliyorsa), o şirketin sömürdüğü insan ölse ne olur, ölmese ne olur!

    Bir şirketteki “verimlilik” benim için önemlidir; bu amaçta ne kadar insan ölmesi gerekiyorsa o kadar ölebilir, kalan sağları sömürmeye devam edebilmeliyim!

    === A ===
    Marxist argüman’a uyarı:

    ( http://www.gunzileli.com/2016/09/25/islami-fasizmin-bugunku-iki-temeli-gestapo-tipi-polis-teskilati-sokaklardaki-islamci-kitle/ )
    8 Ekim 2016, yorum no 179:

    Beyanlarımızın, görüşlerimizin, saptamalarımızın (neyle nitelendiriyorsak nitelendirelim), yani “kelimelerimizin”, “açıklamalarımızın” üzerine bir değerlendirme yapmanız gerekirken (ki bir “conversation”da olması gereken budur); siz, marxist argüman, “acaba bu ifadeyi yazan kişi şunu mu demek istedi, bu kelimelerin, bu açıklamaların arkasında neler var?” gibi, bir tür “şifre çözücülük yapmalıyım” algısı ile yazıyorsunuz. Sanki kelimelerimiz bir tür kod’muş da bunların tercüme edilmesi gerektiği, çözümlenmesi gerektiği gibi bir yöntem benimsemişsiniz. “Enigma machine” kullanmayı bilseniz, belki bunu da yönteminize aparat olarak eklerdiniz; “kelimelerin arkasında neler var?” algınızı beslemek için:

    https://de.wikipedia.org/wiki/Enigma_(Maschine)

    Bir diğer husus:
    Yazdıklarımız arasında, sadece birkaç kelimeyi cımbızla çekerek, sadece herhangi bir paragrafın herhangi bir cümlesini cımbızla çekerek; doğruluğuna mutlak inandığınız kendi görüşlerinizin meşruluğunu ispatlamak uğruna, bizim (veya sitedeki diğer ziyaretçilerin) ifadelerimizi “bağlamından kopararak” hareket ediyorsunuz. (Bu yaptığınızın örneklerini metnin ilerleyen kısımlarında göstereceğiz. Hangilerinden bahsettiğimizi, okudukça anlayacaksınız.)

    === B ===
    Marxist argüman’a uyarı:

    ( http://www.gunzileli.com/2016/09/25/islami-fasizmin-bugunku-iki-temeli-gestapo-tipi-polis-teskilati-sokaklardaki-islamci-kitle/ )
    19 Ekim 2016, yorum no 328:

    Marxist argüman: —hem benim ele$tirilerim ve ele$tiri yöntemim hem de sizin ele$tiri ve ele$tiri yönteminiz ayni anda dogru olamaz; $ayet benim yazdiklarimi dogru buluyorsaniz, o zaman mantiken kendi yanli$ ele$tiri ve yöntemlerinizi düzeltmeniz lazim; yazdiklarimin icerik ve yöntemini dogru buldugunuzu söyleyip, ardindan ayni yanli$ kapitalizm ele$tirinize devam etmeniz samimi ve tutarli bir davrani$ degil.

    Siz (veya başkaları); doğruluk-yanlışlık bulmakla, tasnif etmekle, duyurmakla mükellef bir kişi değilsiniz. (8 Ekim 2016) 179 no’lu metnimizi anlamışa benzemiyorsunuz. Dikkat buyurunuz; kendi yazdıklarınızın “daimi doğru olduğuna gönülden inanmış” tavırlarınız var. Kendi kendinize bir tür yetki vermiş görüntüsü yayıyorsunuz, sonra da “ya yazdıklarımı eleştirin, ya da benim yaptığım eleştirileri kabul edin” minvalli (yüksek perdeden) girişimleriniz mevcut. Sırf bu sebeple; yazdıklarınızı kendi ellerinizle boğuyorsunuz, vermek istediğiniz bilgileri kendi ellerinizle yıkıyorsunuz.

    === C ===
    Marxist argüman’a uyarı:

    ( http://www.gunzileli.com/2016/09/25/islami-fasizmin-bugunku-iki-temeli-gestapo-tipi-polis-teskilati-sokaklardaki-islamci-kitle/ )
    20 Ekim 2016, yorum no 342:

    İlk önce; bir tür saplantı hâline getirdiğinizi tahmin ettiğimiz şu “insancıllık” meselesiyle ilgili son bir açıklama yapıp, bu safhayı kapatalım. Çünkü; asıl konu olan “kapitalizm karşıtlığı”na odaklanmamız gerekirken, birbirimizin ne olup – ne olmadığına sarıp duruyoruz:

    (333 no’da) çevirisini aktardığınız metnin tamamına yakını; “yukarıdan-aşağı yönlü şekillendirici, tepeden inmeci, yüksek perdeli, kalıpsal-kalıpçı, ‘en doğrusunu burada okuyorsunuz’ temalı, ve pek çok emrivaki” cümleler içeriyor. İğnelemeler epey var ama çok kusurlu. “İnsan davranışlarının belirleyiciliği” hususunda önemli tespitleri yazarken, sık sık direksiyonu kırıp, “insancıllık” gibi temel taşların, adeta “zayıflık göstergesi” olduğu yollu ifadeleriyle “marxistlerin (ve genelde sosyalistlerin de)” düşmanlarının ekmeklerine yağ sürdüğü iddialarını ortaya atıyor, ne yazık ki asla genelleştirme yapılMAması gereken pek çok cümle var. Kalıplarına uymayan pek çok tabiri yok saymak, hakir göstermek yaygın; “hastalıklı ve bulaşıcı bunlar, fazla yaklaşmayın!” gibi önyargı dolu mesajları mevcut. Metnin içinde; hayatta düzeltilebilecek aksaklıkların tespiti ve reaksiyon gerekliliği yer yer harikûlade anlatılırken, metnin birçok bölümü “işaret parmağını sinirli sinirli sallayıp, bu metni okuyan kişileri hizaya sokmak” amacını taşıdığını okuyanın gözüne batıra batıra gösteriyor. Daha çok dinî metinlerde görülen “buyurgan üslûp”, burada da yaygın. Bunlara mukabil: “Para mekanizmasının işleyişi”ne muazzam eleştiriler var, rekabet mefhumunun insanları nasıl birer (teşbihimizi mazur görün) “yarış atına dönüştürdüğü” fevkalade anlatılmış, özgürlük kavramı ile “tahammül etmek” eyleminin piyasa tarafından nasıl aynı anda istismar edildiği, ve dahası. Bütün bu sarmal yapı içinde, cümleler peşpeşe geldiğinden; sadece bir paragrafı, bir cümleyi çekip masaya yatırarak analiz edilemez. Metnin pek çok yerinde doğru gözüken bir tespit, birkaç cümle sonra bu görüntüsünü (ne yazık ki) bertaraf edebiliyor. Birçok kavram “keskin sınırlar içinde” tanımlanıyor ve eleştiriliyor, “jumping to conclusions & hemen sonuca atlamak” yaklaşımı epey yaygın, ve bunların okur tarafından kabul edildiği varsayılıyor. Kendilerine yöneltilebilecek herhangi bir ifadeyi; ani, telaşlı, kızgın bir refleksle yere yatırma amacı taşıyan cümleler pek çok. “Ördüğümüz bu kale duvarını, herkes kolay kolay aşmamalı” gibi böbürlenmeler de yer yer kendini gösteriyor. Bu tür metinlerin “didaktik” olması gayet anlaşılabilir bir durum; fakat, bu didaktikliği kalıpçı bir amaçla anlatmak, “en doğruculuk” ısrarı, metnin pek çok yerinde işaret etmek istediği asıl olguların, asıl tehlikelerin görünürlüğünü azaltıyor, kendi çevresinde duvar örüyor, metnin asıl işlevi buharlaşıyor.

    Safhayı kapatıyoruz:
    Evet, bizler de “insancıl”ız, ve bundan memnunuz. Memnuniyetimizin kimse tarafından övülmesi veya yerilmesi beklentisi içinde de değiliz. Bu konuda kim ne yazarsa yazsın, sadece kendi vaktini harcamış olur.

    Siz (farkında olmayı istemeseniz de; insancılsınız), size “insancıl” dememizi istemiyorsunuz. 314 no’lu metnimizin sonlarına doğru “Unutmayın” kısmından sonra yazdıklarımızı ve 328 no’lu metnimizin son iki paragrafında yazdıklarımızı tekrar okuyabilirsiniz.

    İsterseniz siz de, hem bizim, hem bu sayfadaki diğer ziyaretçilerin ne olup – ne olmadığı ile ilgili niyet okuma denemelerinize vakit harcamaktan vazgeçip, asıl konumuz olan “kapitalizm karşıtlığı”na yönelin. Artık, bu hususta gereksiz yere uzatmak istemiyoruz, siz isterseniz uzatabilirsiniz.

    İnsan, doğası gereği, “bencil”dir. Psikoloji ve benzerleri icat edilmeden önce de “bencil”di. Necip’in (ve muadillerinin) kapitalist zırvalarını eleştiriyor oluşumuz, insanın doğuştan var olan özelliklerinin hepsine “yoktur” dememizi şart koşmaz. Kapitalist sistemin, insanın içinde var olan bencilliği körükleyip, kendi cani plânları doğrultusunda nasıl kullandığına bizzat şahidiz. “Kapitalist-cinayet haberleri”nin duyurusunu sürekli yapıyoruz, yukarıdaki metinlerimizin ekseriyetinde defalarca aktardık, isterseniz dönüp okuyabilirsiniz.

    Iskalamayınız. Şunu sormak isteyebilirsiniz; “tüm kötülüklerin kaynağı kapitalizm mi?” Hayır, “tüm” kötülüklerin değil. Fakat çok büyük bölümünün kaynağının kapitalizm olduğunu görmemek, duymamak, bilmemek, hissetmemek için “insan olmamak” gerekir. “İnsanın aç gözlü olması”nı %100 önleyemeyiz; fakat, kapitalizmi yok edebiliriz.

    “Reformist”— olduğumuzu iddia etmişsiniz. Şifreli-kod’lu yazMAdığımız hâlde; niçin yazMAdığımız şeyleri, yazmışız gibi getiriyorsunuz? Bu tavrınız size asla yakışmadığı gibi; argümanlarınıza gölge de düşürüyor. Bu sitenin daha önceki sayfalarında defalarca belirttik:
    Herhangi bir “reformistlikle” uzak-yakın temasımız yok.
    “Devletleri dönüştürmek & iyileştirmek” zırvalarıyla uzak-yakın temasımız yok.
    “Şirketleri dönüştürmek & iyileştirmek” zırvalarıyla uzak-yakın temasımız yok.
    Ve hâttâ, herhangi bir “din”le uzak-yakın temasımız yok.
    Bizim ne olup – ne olmadığımızı; şifre-kod çözmeye çalışır gibi araştırarak vaktinizi harcamayın. “Kapitalizm karşıtlığı”na odaklanın.

    Bir bebeğin (daha çok, “insan” türünde olanını işaret ediyoruz), anne rahminde geçirdiği 9 aylık sürenin evrelerini araştırmak, bulguları tartışmak elbette önemli. Bu hususta “Ogürsel” isterse tecrübelerini aktarabilir, çünkü mesleği “kadın doğum uzmanlığı”. Bebek, anne rahminden dışarı çıktığı an; bencillik de, rekabet de, daha hızlı ilerler. Bebek, daha aile ortamı içindeyken, kapitalist doktrinasyona maruz kalarak, sistemin kölesi olmak yolunda ilk adımlarını atar. “Kreş”, “anaokulu-sınıfı” çağına gelene kadar, ne yazık ki, kapitalizm tarafından büyük ölçüde şekillendirilmiş, büyük ölçüde dizayn edilmiştir. Müdahale etmezsek, yani kapitalizmi ortadan kaldırmazsak, bu bebeklerin, patron Necip gibi kapitalizmi “survival of the fittest” minvalli savunan karakterlere bürünme olasılıkları çok yüksek. Risk büyük.

    Yine, “niyet okuma denemeleri”nizle hüsran dolu yazmışsınız: —bu “bencilligin” cigrindan cikmasini önleyen bir toplumsal DÜZEN lazim.

    “Düzen”— mi ?!
    Yine itham yine itham…

    Biz, böyle bir şey (ve benzerlerini) iddia etmedik.

    (Aşağıdakileri, sizi tenzih ederek yazıyoruz; çünkü sizi yakînen tanımıyoruz.)

    Bazıları, düzeni; “discipline-obsessed” teknokratların kurması ve kontrol etmesi gerektiğini savunur,

    Bazıları, düzeni; sadece ama sadece “teknolojik gelişmelerin hayatı yönlendirmesi temeli”nde savunur,

    Bazıları, “din”lerin anlattıkları-gösterdikleri doğrultuda düzen kurmak gerektiğini savunur,

    Bazıları, düzen derken, şirketlerin (özel teşebbüsün) sömürüsüne karşı denge sağlanması gerektiğini öne sürerek devletlerin var olmasını savunur (tersini söyleyenler de mevcut, devletlerin sömürüsüne karşı denge sağlaması için şirketleri [özel teşebbüsü] savunanlar da var),

    Bazıları, düzeni, “Juristocracy & Jurisdictional & Judiciary-obsessed” temel üzerine kurmak gerektiğini savunur…

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar. İnsan kellesi; “düzen” uydurmakta dipsiz kuyu gibidir…

    Şifre-kod çözmek uğruna kendinizi heba ettiğiniz için, asla söyleMEdiğimiz-yazMAdığımız şeyleri kendi dimağınızda yaratıp buraya getiriyorsunuz, bizi (bazen de sitedeki diğer ziyaretçileri) iddia etmediğim(iz) şeylerle (açıklamalarla, tezlerle, “bu düzen & şu düzen & o düzen lazım” gibi asılsız ifadelerle) itham ediyorsunuz.

    Yöntemimize dikkatinizi çekeriz; genellikle “sömürü mekanizmaları”na karşı mücadeleyi zemin yaparak hareket ediyoruz. Sömürü mekanizmalarının feriştahı “kapitalizm” olduğundan, hedefimizde kapitalizmi yıkmak var (ki sizin de hedefiniz aynı).

    [Not: “Devletler” ve “Şirketler (özel sektör)” yan yanadır. Biri diğerinden üstün – biri diğerinden alçak değil. İkisi de aynı seviyede zehirlidir. İkisi de birbirini besler.]

    Eğer, “materyalizm”in tarihi sürecini, güncel karşılıklarını, bu sitede, bu sayfada tek tek görüşmeye kalkarsak; sadece kendi fanusumuzda debeleniriz, kapitalizm ise katliamlarına hızla devam eder.

    Eğer, “Sosyalistler bunları, şunları, onları önce mi yaptı – sonra mı yaptı?” sorusuyla,
    Eğer, “Sosyalistler bunları, şunları, onları önce mi eleştirdi – sonra mı eleştirdi?” sorusuyla,
    Eğer, “Sosyalistler bunları, şunları, onları önce mi tespit etti – sonra mı tespit etti?” sorusuyla tek tek uğraşırsak; sadece kendi fanusumuzda debeleniriz, kapitalizm ise katliamlarına hızla devam eder.

    Eğer, “SSCB’nin kıymetini bilenlerin miktarı bugün ne kadar? Az kişi mi – Çok kişi mi?” gibi istatistik soruları içinde debelenirsek; kapitalizm katliamlarına hızla devam eder.

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…

    Bütün bu konular, bütün bu sorular; asla önemsiz değil, asla çöp kutusunu hak etmiyor. Sadece ama sadece; yeri ve zamanı değil.

    Nihayet bu kez, “niyet okuma denemeleri”nize başlaMAyacağınızı tahmin ediyoruz. Dikkat buyurunuz: Bir tür, “sıralama” var. İlk önce; kapitalizme karşı mücadeleyi genişletmemiz gerekiyor. Bu genişleme, akşamdan-sabaha, bugünden-yarına, çabucak olacak bir durum değil. Yukarıda yazdığımız (ve daha da çoğaltabileceğiniz) “konu başlıkları, sorular” üzerine kendi aramızda yaptığımız görüşmeleri şimdilik ertelemek zorundayız. Marxist argüman; eğer, kendi beyninizde biriktirdiklerinizle, bizim biriktirdiklerimizi “yarıştırmakta” ısrar ederseniz; sadece kendi fanusumuzda debeleniriz, kapitalizm ise katliamlarına hızla devam eder, ediyor da.

    Bırakın, kim nasıl haykırmak istiyorsa, kapitalizme karşı isyanını istediği şekillerde dile getirsin.

    “Marxist (veya diğer türlü-çeşitli [ -ist’lerin ]) torna tezgâhından geçtikten sonra insanlar; kapitalizm karşıtlığı yapmalı” şablonunuzla dayatmacı olmayın.

    172 no’lu metninizde kendi yazdığınız şu tespit mühim, kendi yazdığınız ifadeyi unutmayın:
    para’nin herseyi belirledigi bir toplumda, para sahibi kapitalist sinifinin, “para babalarinin” gücü elinde bulunduran sinif-zümre oldugunu anlamak icin karl marx’i okumak $art degil.

    Son kez [*];
    Karl Marx (arkadaşı Friedrich Engels’le birlikte); kapitalist sistemin analizini yapan en önemli beyinlerdendir.
    Fakat Marx, hiçbir “düzen” taslağı hazırlamadığı gibi, böyle bir şeye de yeltenMEmiştir. Bizler, “marxist” değiliz, fakat sizin mahlasınızda “marxist” kelimesinin geçmesinden ötürü; Marx’ın herhangi bir düzen tasarımcısı olMAdığı gerçeğini daima aklınızda tutmanızı ümit ederiz.

    Son tavsiye;
    Marxist “argumentation”larınızı kurarken; bu → [*], aklınızın bir köşesinde daima bulunsun.

  95. “Devlet teşkilatlanmasında Rumeli beylerbeyi, defterdarı ve kazaskeri Anadolu beylerbeyi, defterdarı ve kazaskerine göre kıdemli idiler.”

    Dogru.

    Fakat, sunu bilmiyorum ben –arayip bulmak da zor olacak; o yuzden dogrudan size sorayim:

    Rumeli beylerbeyligi (defterdarligi ve kazaskerligi) ihdas edildigi andan itibaren mi daha kidemli sayildi, yoksa daha sonralari mi oldu bu?

    Eger daha sonralari ise, yaklasik tarihi hakkinda bilginiz var mi?

    Ya da, soyle sorayim: Bu degisiklik, eger olduysa, Yavuz’dan sonralara mi rastlar? Yani, ulkenin dogusu ve guneyi yeterince saglama alindiktan sonra mi?

  96. “Fakat Marx, hiçbir ‘düzen’ taslağı hazırlamadığı gibi, böyle bir şeye de yeltenMEmiştir. Bizler, ‘marxist’ değiliz, fakat sizin mahlasınızda ‘marxist’ kelimesinin geçmesinden ötürü; Marx’ın herhangi bir düzen tasarımcısı olMAdığı gerçeğini daima aklınızda tutmanızı ümit ederiz.”

    Ah, bir de siz ‘kapitalizm’in bir sistem olmadigini; bir tasarimcisinin olmadigini aklinizda tutabilseniz ne kadar iyi olurdu.

    Yeldegirmenlerinin selami var: Bize saldirmagi biraksin artik diyorlar.

  97. İhtiyar çoban

    Geveze, demogog, özsüz, evinsiz kişiler: Marksist erguvan, Necip mecip, 88 nolu Anonim manonim! Yeryüzü gürültücüleri! İnsanoğlunda anlatım yeteneği diye bir şey var. Özlü ve güzelce aktarmak! Vır vır, zır zır… Yeter yahu! Altı bin kelime konuşacağınıza 50 kelime yeter. Üstten alttan birer delik çıkıp ortaya, lafa gürültüye boğduruyorsunuz meydanı.

  98. Uyduruk insanlar uyduruk kaynaklar ararlar.
    Karl Mark gibi sonsuz idealist biriyle necip ugrasirsa sonucta gene komedi ortaya cikar..

    “Su oglan sermayeyle ugrasacagina para kazansin” espirisi K..markisin kitabi bitirdige F.Engelsden Para dilenmek icin su sekilde yazmistir; “Bir Insan bu kadar para üzerine yazarken bu kadar parasizlik cekmissmidir hic?2

    Bundan su sonucuda cikartabilirsin.Hayati boyunca zorluk cekmistir. Bunu Karsitlari bile tasdikler.Sefaletinde 4 cocugu ölmüstür.Idealist insanlara özgü bir davranisi ise;cevreye belli etmemek icin ozamanin doktora gitmek gelenegini göstermelik olarak yapmasidir!
    Bir yandan idealist dew insan bir yandanda uydurukcu necip..
    F.Engels fabrikator cocugu olmasina ragmen isci sinifi icin hayatini harcamasi gene onun kiyaslanmaz idealzmini gösterir..

    Direk Markstan engelsten oku demiyorum cünkü sonra azili marksist oluveririrsinki ozaman da cok tartisiriz..!!

  99. lütfen şu videoyu izleyin:

    https://www.youtube.com/watch?v=uw0JEsTeseo

    ve lütfen biraz da emma goldman okuyun.
    yoksa vpn’le bile video izleyemez,
    aile büyükleriniz gibi evdeki kitapları yakmak zorunda kalıp
    bir daha okuyamayabilirsiniz.
    ya da mücadelenize (boykotunuza) uruguay’da
    ot çekip sevişerek,
    müzik dinleyip kitap okuyarak devam edebilirsiniz;
    tabi babanızın parası varsa…
    biz parasız ve pasaportsuzlar buradayız,
    beklemeyiz, gelmeyin…

  100. “Rumeli beylerbeyligi (defterdarligi ve kazaskerligi) ihdas edildigi andan itibaren mi daha kidemli sayildi, yoksa daha sonralari mi oldu bu?”

    Başlangıçta bu makamlardan sadece birer tane varmış okuduklarıma göre.
    Örneğin ilk beylerbeyliği olan Rumeli beylerbeyliği buranın fethedildiği 1. Murat döneminde kurulmuş. Ardından Anadolu beyliklerini ilk defa Osmanlı topraklarına katan 1. Bayezit döneminde Anadolu beylerbeyliği oluşturulmuş.
    Başlangıçta tek kazaskerlik makamı varken 1480’de Fatih’in ölümünden bir yıl önce onun son sadrazamı Karamani Mehmet Paşa’nın önerisiyle Rumeli ve Anadolu olarak ikiye ayrılmış.
    Bunların dışında Suriye ve Mısır’ı fetheden Yavuz döneminde Arap kazaskerliği ve defterdarlığı kurulmuş fakat kısa süre sonra kaldırılmış.

  101. “Bu sinif, Osmanlida, siyasi acidan, hep imtiyazli olmustur –mesela, mensuplarindan birinin idami dusunulemezdi bile.”

    Bu kuralın istisnalarının gerçekleştiği olağanüstü dönemleri de unutmamak gerekir. Bundan kastım, tıpkı sonra Cumhuriyetin kuruluşunda olduğu gibi, diktatörlükler veya otoriter dönemlerdir. Bir şeyhülislamı idam ettiren ilk padişah 4. Murat istisnai zorbalardandır örneğin.

    Diğer bir istisna 2. Mustafa’nın devrildiği Edirne olayında isyancılar tarafından öldürülen ve padişahın hocası olan şeyhülislam Feyzullah Efendi. Bu olayın temelinde padişahın yakınlığı ve desteği sayesinde kurduğu hegemonyaya gösterilen tepki var. Ulema makamlarını kendisine yakın kişilere dağıtması, bu yüzden rakip ilmiye mensuplarının da ona düşman olması sözkonusu.

    Bunun dışında bu durum genel olarak doğru. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın ifadesiyle “Şeyhülislamların diğer bir imtiyazları, ilmiye sınıfından en küçük ferde dahi tatbik edilmediği gibi idamla cezalandırılmamaları idi. Haklarında tatbik edilen en ağır cezalar sür­gün, mal müsaderesi ve azil olabilirdi. İlmiyeden idam edilenler, bütün Osmanlı tarihinde belirli birkaç kişiden ibarettir (bu arada 3 de şeyhülislam).”

  102. Bu konuda Anadolulu İlmiye sınıfına değinmişken unutulmaması gereken bir bilgiyi de not etmeli.

    Kazalar, yani ilçeler (bu anlamdaki kaza kelimesinin yakın döneme kadar kullanıldığını hatırlayanlar olacaktır) Osmanlı’nın son dönemindeki idari reformlarla kaymakamlıkların kurulmasına değin kadılar tarafından yönetilirdi. Kaza kelimesi de zaten kadı ile aynı kökten olup kadılık anlamına gelir.

  103. Necip diyelim ki haklısın, diyelim ki ‘Balkan oligarşisinin’ yıllardır sürdürdüğü egemenlik artık sona erecek, belki 16 Nisan sonrası pat diye çekilmeyecekler ama bu oligarşinin eski gücüne bundan sonra asla kavuşamayacağını varsayalım.

    ‘Çevrenin’ merkeze doğru yani ‘Balkan oligarşisinin’ zaptettiği bütün alanlara doğru yıllardır sürdürdüğü yürüyüşün sonuna yaklaşıldığını, artık ‘çevrenin’ hakim olmasına ramak kaldığını varsayalım.

    Peki şu sorulara nasıl cevaplar verirsin.

    Referandum sürecini izlediğimizde, Evet taraftarlarının Hayır taraftarlarına bu kadar fazla baskı uygulamasının nedeni ne?

    Eğer ‘çevrenin’ oluşturduğu nicelik bu kadar fazlaysa, referandumda kazanacaklarına emin olmaları gerekir, yani ellerinin rahat olması gerekir. Niçin Evet taraftarları intikam yemini etmişçesine, hırs küpü gibi ısrarla Hayır taraftarlarına yükleniyor?

    Eğer Evet taraftarları referandumu kazanacaklarına eminse, bu kadar fazla hırlamalarının nedeni ne? ‘Balkan oligarşisi’ onları yıllardır ötekileştirdiği için mi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığı için mi, Evet taraftarları sürekli diş biliyor? Evet taraftarları, merkeze oturmalarına ramak kalmış olmasına rağmen, intikamcı amaçlarından niçin vazgeçemiyor?

    Yoksa, Evet taraftarları aslında intikam yemini falan etmemiş, Hayır taraftarları Evetçilerin intikamcı oldukları gibi bir algı yaratıp, referandum sonucunu yine ‘Balkan oligarşisinin’ egemenliğini koruyacak şekilde etkilemeye mi çalışıyor?

  104. Balkan oligarşisi ile Anadolu Türkleri ve İlmiye sınıfının karşı karşıya geldiği olaylardan biri:

    3. Mehmet döneminde Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa ve yandaşı Yeniçeriler ile onun idamı için fetva veren Şeyhülislam Sunullah Efendi ve yandaşı Sipahiler.

  105. M. Argüman’a…
    insanların fikirlerini anlamadan yazıyorsun. Ve burada sağlıklı bir tartışma için de çok uzun yazanlar, konunun özünü kaybettiriyorlar.
    sandığın kadar iyimser değilim…
    Bakınız………..

    “5. En iyimser bir beklenti ile referandumdan ezici bir “HAYIR” çıkmaması yıkıma giden süreci kısa vadede değiştirmeyecek. HAYIR’ın kılpayı galibiyeti, geleceği de yağmalanmış, maddî-manevî tükenmiş ülkeyi emperyalizmin taşeronu olmaktan, bölgede planlanan umarsız savaş politikalarından kurtaramayacak….”

    Read more: http://www.gunzileli.com/2017/03/12/ogursel-barbar-burjuvazi-ve-kacinilmaz-kaderimiz/#ixzz4e9t94sab

  106. Peki, Anadolu’daki ayanların (yani esasen Osmanlı’nın tımar sistemini iltizam sistemine çevirmesi sonucu ortaya çıkan mültezimlerin) bu denklemdeki yeri nedir?

    Kayda değer bir etkileri olmamıştır diyebilir miyiz?
    Benim aklıma gelen örnekler sınırlı.
    Bu ayan ailelerinden gelen bazı kişiler, örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu Balkan oligarşisine (yani Kemalizm’e) katılmıştır. Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu ve Atilla Karaosmanoğlu cumhuriyet dönemindeki diğer isimler.
    Yozgat şehrini kuran Çapanoğulları 2. Mahmut ve Tanzimat dönemindeki merkeziyetçi idari reformlara ve TBMM’in kuruluşuna muhalefet etmiş fakat etkili olamamıştır. Gazeteci Münir Süleyman Çapanoğlu dışında bu aileden Cumhuriyet dönemine kalan bir isim bilmiyorum.
    Bir de Tepedelenli ailesinden Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu diye bir isim okumuştum o kadar.

    Kısacası bunları pek hesaba katmasak da olur herhalde.

  107. İhtiyar çoban

    Geveze gereksizliğe karşı, Gün Zileli hiçbir şey demiyor. Kendisi ne güzel dört dürtlük, ne bir fazla ne eksik, tamlı tamamlı yazıyor. İki üç laf ebesi çıkıp içeriği ve boyutu ayrana çeviriyor. Uyarmıyor bile kendisi, bu şebelekleri.

  108. İhtiyar çoban

    Türkiye’yi hep kötü yaşatan gerçek: kandırma’dır. Kandırmanın da dili, aşağılık demogoji, laf ebeliği ve gevezeliktir. bu sitedeki geveze çenebaz sahtekarlık bazılarında da vardı. Vırvır zır zır konuşan bazı tipler örneğin: Murat Karayalçın, Öztürk Serengil, Yuki… Marksist erguvan’a, Necip mecip’e, Anonim vs’lere akılbaliğ olmalarını öneririm

  109. İhtiyar çoban

    Kutadgu Bilig’de diyor ki: ”Sözünü yerinde ve güzel düşürgil!”

  110. “belki 16 Nisan sonrası pat diye çekilmeyecekler ama bu oligarşinin eski gücüne bundan sonra asla kavuşamayacağını varsayalım.”

    Bunu sizin ya da benim varsaymamiz kolay, tabii ki.

    Fakat, bunun gerkcekten boyle olup olamayacagina varsayimlar degil, sahada/cephede alinacak sonuclar karar verecek, malum.

    16 Nisan’in sonucu ne olursa olsun, 16 Nisan herseye karar verecek bir buyuk meydan savasi degil, bir baska cephe savasindan biri daha sadece.

    “Referandum sürecini izlediğimizde, Evet taraftarlarının Hayır taraftarlarına bu kadar fazla baskı uygulamasının nedeni ne?”

    Burada kullandiginiz ‘bu kadar fazla baskı’ nitelemesinin subjektif bir degerlendirme oldugunda hemfikir olmaliyiz once.

    Ben, ‘o kadar da fazla baski’ oldugunu dusunmuyorum.

    Var olan, bence, artik tersine donmus (yer degistirmis) gibi gorunen bir ‘kusatilmislik duygusu’ ya da darmadaginik olmuslugun verdigi bir tur caresizlik –a desperatation.

    “Eğer ‘çevrenin’ oluşturduğu nicelik bu kadar fazlaysa, referandumda kazanacaklarına emin olmaları gerekir, yani ellerinin rahat olması gerekir.”

    Cok sebebi var, bence, bunun.

    Birincisi, benzeri gelismeler daha once de olmadi degil. Oldu.

    [Istanbul’un gercek fethinin Menderes zamaninda oldugu soylenir. Yani, Anadolu insaninin, merkez olan Istanbul’a, anlamli rakamlarla yerlesmesine imkan tanimasi.]

    Fakat, aniden, sapkadan cikan bvir tavsan, mesela TSK, ortami –‘Merkez’in lehine– yeniden sekillendirebildi.

    Bu tur ‘mucize’ beklentisi/korkusu her iki tarafta da var (devam ediyor). O yuzden, emin olmak kolay degil bence. Olamiyorlar.

    “Niçin Evet taraftarları intikam yemini etmişçesine, hırs küpü gibi ısrarla Hayır taraftarlarına yükleniyor?”

    Yine, ‘intikam yemini etmişçesine’ nitelemesini subjektif (yanli) okumak zorundayiz bence.

    Bir taraf ‘status quo’dan memnun ise, digeri de degilse, aralarinda cekisme veya catismanin olmasini yadirgaMAmak lazim.

    Bu cekisme veya catismanin siddetini de, taraflarin –kendi acilarindan– hangi taleplerinin (ihtiyaclarinin) giderilmesinin ne kadar hayati oldugunu dusunuyor olduklari belirler.

    Turkiye, bu bakimdan, bir cok acidan, sansli sayilabilir.

    50-60 sene oceleri serbest (fakat dogasi geregi manipule edilebilir olan) secim sistemine gememiz sayesinde, bugun yasadigimiz ‘Balkan Oligarsisi’ ile Anadolunun catismasi zaman yayildi ve –dolayisi ile– siddeti de seyreltildi.

    Bu, her ne kadar, ‘Balkan Oligarsisi’ne 50-60 sene daha zaman kazandirmis olsa da, nihai analizde –bence– iyi bir seydir.

    [Hadi, hep bir agizdan: “Thank you, USA!” 😉 ]

    Aksi halde, ulkede kan govdeyi goturebilirdi.

    Simdi.. ‘Balkan Oligarsisi’ ve murtezikasi, uzun menzilli bu trendin nereye gittini yeterince mudrik; ve, esasen, kendini de buna hazirlamis sayilir (Hak icun, buna yeterince/fazlasiyla zamanlari oldu).

    Uzerlerinde hissettikleri baskiyi, kusatilmislik duygusunu tabii ki anliyorum; ama, bu her mustakbel annenin dogum oncesi hissettigi ‘anxiety’den cok da farkli degil bence.

    “Eğer Evet taraftarları referandumu kazanacaklarına eminse, bu kadar fazla hırlamalarının nedeni ne?”

    Anlatmaga calistim. Bu, onceden senaryosu yazilmis, taraflarin da yeterince prova yapip rollerini icsellestirdikleri bir piyes degil. Fazlasiyla dogaclama/irticalen gidecek bir surec.

    O yuzden, (karsilikli) hirlasmalari ben cok da yadirgamiyorum.

    “‘Balkan oligarşisi’ onları yıllardır ötekileştirdiği için mi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi yaptığı için mi, Evet taraftarları sürekli diş biliyor?”

    Bu sorunun cevabi bence evettir. Yani, evet, ‘Balkan oligarsisi’, cok uzun yillardir, ‘cevre’ye ‘kopek muamelesi’ yapageldi.

    ‘Kopek muamelesi’nden kasdim, sadece, sozel yaklasim da degil, tabii ki. Kaynak paylasiminda hep artiklarin mustehak gorulmesinden bahsediyorum.

    “Evet taraftarları, merkeze oturmalarına ramak kalmış olmasına rağmen, intikamcı amaçlarından niçin vazgeçemiyor?”

    Yine ayni subjektiflik…

    Ben, sosyoekonomik hareketlerde ‘intikamcilik’in onemli bir yer tuttugunu hic dusunmedim.

    Onun yerine, gecmis deneyimlerinden yola cikara, gelecege yonelik beklentilerin olusturdugu talepler demek daha yerinde olur.

    Yani, gecmiste karsilastiklari haksizliklarin gelecekte de devam etMEmesi icin, gereginde radikal de olabilecek, degisiklik talepleri.

    Bu, karsi tarafta bir tur intikamcilik olarak da algilanabilir; bunun idrakindeyim.

    [Omrunun onemli bir kismi isci-isveren iliskileri icinde gecmis birisi olarak, taleplerin (ve reddinin) taraflarca nasil algilandigini iyi bildigimi dusunuyorum. Zaman icinde, her iki taraf da, onemli olcude, beraber yasamak gerektigini idrak eder; ama, haliyle, bu aksamdan sabaha olmaz.]

    “Yoksa, Evet taraftarları aslında intikam yemini falan etmemiş, Hayır taraftarları Evetçilerin intikamcı oldukları gibi bir algı yaratıp, referandum sonucunu yine ‘Balkan oligarşisinin’ egemenliğini koruyacak şekilde etkilemeye mi çalışıyor?”

    Bence, her iki taraf da, cikarlarini korumak yolunda, kazanmalarina yardimci olacak her turlu enstrumana basvuruyor. Yukaridaki paragrafta sizin yazdiklariniz da, dogal olarak, bunlar arasindadir.

    Kendi adima, bu mucadelenin ‘sert kirilma’ (‘snap’) degil de ‘yumusak bukulme’ (‘malleable bending’) ile sonuclanacak bir seyir takip ediyor olmasindan memnunum. En azindan, temennim bu istikamettedir.

    Aksi halde, eger ‘sert kirilma’ ile sonuclanirsa, aciga cikacak enerji, sadece ‘Balkan Oligarsisi’ ve murtezikasini silip supurmekle kalmaz, ‘Cevre’den gelenlere de tamiri/telafisi cok zor zararlar verir.

  111. “Başlangıçta tek kazaskerlik makamı varken 1480’de Fatih’in ölümünden bir yıl önce onun son sadrazamı Karamani Mehmet Paşa’nın önerisiyle Rumeli ve Anadolu olarak ikiye ayrılmış.”

    Ben yanlis/eksik biliyormusum.

    Once kurulan Anadolu Beylerbeyligi degilmis; Rumeli imis. [Bunu bilmiyordum.] Bu bakimdan, Rumeli Beylerbeyliginin daha kidemli olmasinda bir anormallik yok.

    https://tr.wikipedia.org/wiki/Beylerbeyi

    Osmanlı Devleti’nin ilk döneminde sadece 1 beylerbeyi vardı. Padişah Anadolu’dayken Rumeli bölgesini yöneten kişiye “Rumeli Beylerbeyi” denmişti. Rumeli Beylerbeyliği I. Murat döneminde kurulmuştur. Sonradan Yıldırım Bayezit döneminde ise “Anadolu Beylerbeyliği” kuruldu. Buna ilerki dönemlerde yapılan fetihlerle yeni eyaletler katıldı. Son dönemlerde 40’ı aşkın beylerbeyliği ve bunları yöneten beylerbeyleri bulunmaktaydı.

    [Tabii, wikipedia’daki bu bilgilere itibar edebilirsek.]

  112. “Karl Mark gibi sonsuz idealist biriyle necip ugrasirsa sonucta gene komedi ortaya cikar..”

    Benim kaderim, hicbir faniyi kutsal kabul etmedigim icin, hakkinda laf ettigimde, kendini ‘kutsallarina saldirilmis’ sayanlarin tepkisini cekmek..

    Ben buna alistim artik –yani, uzun zamandir yadirgamiyorum–; ama, ‘kendini kutsallarina saldirilmis sayan’lar o kadar cok ki, ‘a sucker is born every minute’de oldugu uzere, herbirine tek tek laf anlatmak hic de kolay degil.

    Simdi..

    Sizin ‘sonsuz idealist’ dediginiz kisinin neden –sirf bu sebeple– ilave bir saygiya mazhar olmasi gerektigini iyice aciklamaniz ve beni de ikna etmeniz gerekiyor. Lutfederseniz.

    Cunku, ben, ‘sonsuz’ ya da degil, herhangi birisinin ‘idealist’ olmasini onemsiyor degilim.

    “kitabi bitirdige F.Engelsden Para dilenmek icin su sekilde yazmistir; “Bir Insan bu kadar para üzerine yazarken bu kadar parasizlik cekmis midir hic?”

    Sizin bu dediginizi de soyleyen olmustur muhakkak. Ama, annesinin sozleri de (uluorta, kamuya acik yerlerde soylendigi icin) vakidir.

    “Bundan su sonucuda cikartabilirsin. Hayati boyunca zorluk cekmistir. Bunu Karsitlari bile tasdikler. Sefaletinde 4 cocugu ölmüstür.”

    Uzgunum. Bu dedikleriniz, bende, malesef, –sizin beklediginiz sekilde– romantik merhamet kiprsmalari filan olusturamiyor.

    Bilmeyen de, garibimin, canini disine takip is aradigini, yeterince kalifiye olmadigi icin de is bulup para kazanamadigini; dolayisi ile de, sefalet cektigini sanacak.

    Alakasi yok.

    En iyi okullarda okumus. Ibraniceyi saymazsak, en yaygin Avrupa dillerinden en az 3’unu cok iyi bilen/konusabilen birisinden bahsediyoruz.

    Dahasi, hayatta ‘bir baltaya sap’ olabilmesi icin (hadi, babasinin destkelrini gecelim) banker olan amcasinin yardimlarini da har vurup harman savuran birisinden bahsediyoruz.

    Ve, siz, hala daha, bana Omercik/Sezercik hikayeleri anlatip benim hungur-fasirt empati krizlerine girmemi bekliyorsunuz..

    Adam, acikca, ailesini –cocuklarini– ihmal etmis. Bunu da, kendi kiytirik heva-i hevesi ugruna –tembelligini de katmak lazim– yapmis.

    “Idealist insanlara özgü bir davranisi ise; cevreye belli etmemek icin o zamanin doktora gitmek gelenegini göstermelik olarak yapmasidir!”

    Vay canina.. Iste simdi gozlerim yasardi.

    Yapmayin yaw.. demek ki, adam gelenege uyup doktora gidiyor ama bunu da sirf gelenege uysun diye yapiyor..

    Ne menem bir gelenkmis o oyle… ki, insanlarin muhakkak bir doktora harac vermesini zorunlu kiliyormus..

    Ne kadar acimasiz bir duzen/gelenek.. falan filan.

    “F.Engels fabrikator cocugu olmasina ragmen isci sinifi icin hayatini harcamasi gene onun kiyaslanmaz idealzmini gösterir..”

    Hay/Way canina.. Ne yapmis bu ‘idealist’ insan ‘isci sinifi icin hayatini harcama’k adina?

    Oturdugu yerden yazip cizmek, kendisine Marx’in yazdiklari uzerinde lakirdi etmek filandan baska?

    Biz buna, baskalari sozkonusu oldugunda, ‘mental masturbation’ demiyor muyduk?

    “Direk Markstan engelsten oku demiyorum cünkü sonra azili marksist oluveririrsinki ozaman da cok tartisiriz..!!”

    Vaktiyle, BBC World’da, Alistair Cooke adinda birisi de her hafta 15 dakikalik bir ‘Letter from America’ programi yapardi [ https://en.wikipedia.org/wiki/Letter_from_America ]. Rastladikca dinlerdim. Akici bir dili ve dinlenebilir bi sesi vardi.

    Marx’in da ‘Letter from Britain’ tadinda seyler yazmasi onu neden onemli etsin ki? Sonucta, Britanya’da olan biteni, oturdugu yerden, kaleme almis –bir kismina da, kendi capinca tedbirler onermis– birisinden bahsediyoruz.

    Yani, Engels’in ozel muhabiri..

    Bunun neresi mukaddes?

  113. marxist argüman

    moralist/ahlakci ele$tirinin sefaleti 1

    88 nolu yorumdan alinti:

    “İnsan, doğası gereği, “bencil”dir. Psikoloji ve benzerleri icat edilmeden önce de “bencil”di. Necip’in (ve muadillerinin) kapitalist zırvalarını eleştiriyor oluşumuz, insanın doğuştan var olan özelliklerinin hepsine “yoktur” dememizi şart koşmaz. Kapitalist sistemin, insanın içinde var olan bencilliği körükleyip, kendi cani plânları doğrultusunda nasıl kullandığına bizzat şahidiz.”

    bu kapitalizm ele$tirmeni anar$ist arkada$in ezberini bozmayi deneyeyim:

    “insanin dogasi/tabiati/fitrati” diye davrani$larimizin kodlandigi bir $ey varsa:

    1. sen bu “insan dogasinin” varligini nasil tespit ettin?

    2. “insan dogasi” diye dogu$tan gelen ortak davrani$lar sözkonusu ise, seninle necip arasinda ki, ya da benimle necip gibi insanlar arasinda ki düsünce ya da davrani$ farki nereden kaynaklaniyor?

    3. senin iddiani dogru kabul edersek, genel olarak insanlar, özel olarak necip gibi insanlar dogu$tan sahip olduklari doga’larinin geregini icgüdüsel olarak takip ediyorlar.

    peki, bir ce$it “kader kurbani” olan insanlarin “icgüdüsel dogal” davrani$larini neden ele$tiriyorsun o zaman?
    bu davrani$lar insan dogasinin kodlari ise, bu demektir, insanlar istesede ba$ka türlü davranamazlar, öyle degil mi?

    insanlarin ortak bir dogasinin varligina inaniyorsan, bundan, kapitalist düzenin de insan dogasinin bir ürünü oldugu sonucu cikmaz mi?

    sen güya necip’e $iddetli muhalefet ederken, aslinda necip ile ayni $eylere inandigina ve ayni $eyleri savundugunu farkinda misin?

    senin o roman uzunlugunda ki kapitalizm ele$tirilerinin özünün $u oldugunu farkinda misin:

    $u “kapitalizm” denilen “kötü niyetli” yaratik/canavar insanlarin dogu$tan zaten var olan bencilligini suistimal ediyor; te$vik edip iyice azdiriyor.

    dikkat edersen böylesi bir ele$tiri kapitalist sistemin varligini me$rula$tiriyor; sözkonusu bu sistemin varligini insan dogasina/tabiatina dayandiriyor.

    peki senin buna itiraz ettigin nokta nedir?

    cevap: insanlarin dogu$tan bencil oldugunu bende biliyorum da, fakat kapitalizm denilen $u yaratik/canavar da insanlarin bu “icgüdüsel zayifligini”, bu “dogal defektini” suistimal etmek, iyiden iyiye azdirmak zorunda mi?

    sen ve necip, düsünce olarak aslinda madalyonun iki yüzüsünüz.
    ve necip sana “kapitalizmi ortadan kaldirmak istiyorsan o zaman insanin neslini kurutman lazim” derken, aslinda senin de savundugun düsünceyi tutarli bir $ekilde dile getirmi$ oluyor; senin düsünce sistematiginin tutarsizligini/celi$kilerini gözler önüne sermi$ oluyor.

  114. marxist argüman

    ihtiyar coban’in 91 nolu yorumuna cevaben:

    ihtiyar coban, parazit yapip duracagina, sen de degi$ik konulara biraz zihin yor.

    sene 12 ay 365 gün tayyip erdogan ve akp iktidari ile yatip kalkmanin insani nasil bir fikir fukarasina dönü$türdügünün canli kaniti: zileli’nin yazilari.

    bu sitede degi$ik konulara zihin yoran üc be$ insan var; gerisi kendi kücük dünyalarinda ya$ayan fikir fukaralari.

    evet, kiral ciplak!

  115. “Peki, Anadolu’daki ayanların (yani esasen Osmanlı’nın tımar sistemini iltizam sistemine çevirmesi sonucu ortaya çıkan mültezimlerin) bu denklemdeki yeri nedir?”

    Uzman olmadigimi soylemem gerek bile yok, tabii ki.

    Ama, benim duydugum, ya da dikkatimi ceken bir ‘zumre’sel birlik sozkonusu degil gibi.

    Galiba, iltizam sisteminin ayanlari olusturan yapi ile pek de benzemez olusuna yormak gerekir.

    Malum, iltizam, bir bolgeden elde edilmesi istenen/beklenen vergileri, ihalesine girerek, toplamak uzere ustlenen muteahhit/taseron idi.

    (Simdilerde, bankalarin/sirketlerin batik alacaklarini ‘satinalan’lara benzer de diyebiliriz, bir acidan.)

    Herhangi bir sekilde ‘malsahibi’ olmadiklari gibi, vekili bile degildiler. Dahasi, zamana yayilmis bir tekelleri de yoktu. Bu sene birisi multezimken, 5 sene sonra da bambaska birisi olabiliyordu. Boylece, asalet.aristokratlik iddialari sozkonusu bile olamadi.

    “Kayda değer bir etkileri olmamıştır diyebilir miyiz?”

    Bence, evet.

    “Bu ayan ailelerinden gelen bazı kişiler, örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu Balkan oligarşisine (yani Kemalizm’e) katılmıştır. Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu ve Atilla Karaosmanoğlu cumhuriyet dönemindeki diğer isimler.”

    Bu isimler her ne kadar Karaosmanoğlu beyligine soylarini dayandirsalar da, bu beyligin siyasi anlamda bir devami sayilabilecek bir devamliliktan benim haberim/bilgim yok.

    Baktikca, Sener Sen’in pek de guzel canlandirdigi, Istanbul’a tasinip sonunda asiretsiz kalmis, ispotaciliga indirgenmis, ‘Zugurt Aga’ gozumde canlaniyor.

    “Yozgat şehrini kuran Çapanoğulları 2. Mahmut ve Tanzimat dönemindeki merkeziyetçi idari reformlara ve TBMM’in kuruluşuna muhalefet etmiş fakat etkili olamamıştır.”

    Bu detaylari bilmiyorum. Ama, hem Osmanli’yi hem de Anadolu’nun genel ruhunu biraz bilirsek, Anadolu’da, bu tur iktidar odaklarinin anlamli bir etkisinin/varliginin olamayacagini soylemek cok da zor olmasa gerek.

    “Kısacası bunları pek hesaba katmasak da olur herhalde.”

    Ben, butun bunlari, tek bir etiket altinda, ‘esraf’ olarak topralamagi daha aciklayici buluyorum. Kurtulus Savasi dedigimiz surecte, issiz (ve, dolayisi ile, maassiz) kalmis subay/zabitan taifesini bunlar desteklemistir. Fakat, bu destegi, Sultan’i devirmek ve apayri bir devlet kurmak icin verdiklerini iddia etmek pek mumkun degil bence.

  116. Hala daha anlatamamisim, anlasilan.

    “sen güya necip’e $iddetli muhalefet ederken, aslinda necip ile ayni $eylere inandigina ve ayni $eyleri savundugunu farkinda misin?”

    Ayni seylere inanmamiz mumkun degil.

    Ben, cinler, periler, oculer, kotu ruhlar filan gibi seylere hic inanmadim.

    Her oturus kalkista herkesi bir totem ayinine davet eden bu arkadasimizla, dolayisi le, ayni seyleri savunmam da sozkonusu degil.

  117. marxist argüman

    moralist/ahlakci ele$tirinin sefaleti 2

    fikret ba$kaya’nin “yalan” ba$likli son yazisindan alinti:

    “ABD ve NATO’cu müttefikleri Orta-Doğudaki devletleri çökertmek istiyorlar. Bunun için de bahaneler üretiyorlar. Bahanelerden biri oradaki halkları “diktatörlerin zulmünden kurtarmak”, oraları “özgürlük ve demokrasiyle” donatmak. Sanki demokrasi, Koka-Kola, silah, cep telefonu, parfüm gibi bir şey de, bir ülkeden diğerine ihraç edilecek… Oysa demokrasi, mücadeleyle kazanılan, yaşanan ve korunan bir şeydir! Aslında oralarda demokratik standartların gelişmesi, halkların kendi kaderine sahip çıkması, kaynaklarını kendi refahları için kullanmaları, emperyalistlerin asla istemeyeceği bir şeydir. Emperyalistler, bir bütün olarak yeryüzünün egemenleri, kendi kaynaklarına sahip çıkabilen, dış sömürüye ve talana izin vermeyen, gerçekten egemen, gerçekten demokratik rejimlere tahammül ederler mi?”

    “ABD ve NATO’cu müttefikleri Orta-Doğudaki devletleri çökertmek istiyorlar. Bunun için de bahaneler üretiyorlar.”

    fikret hoca bu ele$tiriyi marxizm adina yapiyorsa, marxizm adina böyle bir ele$tiri aslinda bir skandaldir. neden?

    marxist ele$tiri ahlaki yargilama yapmaz; amac bir meseleyi, olguyu aydinlatmaktir, aciklamaktir.

    ABD ve nato’cu müttefikleri ortadoguda ki devletleri yikmak istiyorlarmi$, neden acaba? cevap yok.

    fikret hoca gibi idealis/moralistlerin derdi olan biteni insanlara aciklayip, insanlarin önce meselenin özünü anlayip sonra da anladiklarindan dogru sonuclara varmalarina yardimci olmak degil.

    idealist/moralistlerin “ele$tiri” diye yaptiklari $ey $u oluyor: ABD ve nato’u müttefiklerinin, yani emperyalist bati ve müttefiklerinin “kötü niyetine/emellerine” dikkat cekmek. hepsi bu kadar.

    fikret hocanin kurucularindan oldugu “özgür üniversite” sayfasinda ki yazilarin icerigi de üc a$agi be$ yukari bundan ibaret.

    ABD ve nato’cu müttefiklerinin amaci ortadogu devletlerini yikmak degil. bu komplo teorileri dünyada cok revacta. türkiyede bu komplo teorilerinin en cok yayinlandigi sitelerden biri de “özgür üniversite” sitesi oluyor.

    1. ABD ve nato’cu müttefikleri ortadogu devletlerini yikmak istiyor, seklinde ki bir iddia/ele$tiri sacmaligin daniskasidir.

    türkiye de bir ortadogu ülkesi, fakat ABD’nin ve batinin nato müttefigidir.
    israil de bir ortadogu devleti fakat, ABD’nin cok özel bir müttefigidir.
    basta suudi arabistan olmak üzere, körfez arap monar$ileri de orta dogu devletleridir fakat, ayni $ekilde bu devletlerde ABD ile askeri ve ekonomik ili$kilre sahip, kisacasi ABD ve AB ile müttefiklik ili$kisine sahip devletlerdir.

    diger yandan, günümüz dünya düzeni ABD’nin ikinci dünya savasindan sonra kurdugu, ve sosyalist blokun kendini feshetmesinden sonra kurulan/kurdurulan yeni devletlerle son halini alan, amerikan dünya düzenidir.

    amerikan dünya düzeninin temel prensiplerinden biride sinirlarin dokunulmazligi; devletlerin egemenliginin taninmasidir.

    sonra farz edelim ki, ABD ortadoguda bazi devlet sinirlarini degi$tirmek istiyor. marxistlerin/sosyalistlerin bu durumda yapmasi gereken, -fikret hocanin yaptigi gibi-, ortadogu devletlerinin egemenligini ABD’ye karsi savunmak midir?
    devrimci tavir bu mudur?
    günümüz ortadogu devletleri de yine ingiliz ve fransiz sömürgecileri tarafindan sinirlari cizilmis devletler degil midirler?

    yine, fikret hocanin yazilarinda sürekli dile getirdigi “emperyalistler ortadogu devletlerinin kültürel/toplumsal dokusunu tahrip etmek istiyorlar” $eklinde ki bir ele$tiri neden yanli$/sacma bir ele$tiridir?

    batili emperyalistlerin kendi siyasi/ekonomik cikarlari cercevesinde dünyaya ayar verdikleri; “demokrasi”, “insan/kadin haklari”, “liberal pazar ekonomisi”nin bu ayar vermenin araclarindan/argümanlarindan oldugunu biliyoruz.
    fakat, bu böyledir diye, marxizm/sosyalizm adina ortadogu toplumlarinin binbir türlü hurafe ve dogma ile yogrulmus, insanlari ve özellikle kadinlari cendereye almi$ kültürünü, gelenegini, görenegini “toplumsal doku” deyip idealize etmek ve savunmakta neyin nesi oluyor?

    böylesi bir muhafazakarligin, tutuculugun marxistlikle alakasi nedir?

    batili emperyalizminin alternatifi saddam ya da esad rejimleri midir?
    iran molla rejimini, suudi arabistan’nin $eriat rejimini, saddam, esad rejimini sosyalizm adina savunmak mümkün mü?

    fikret hocanin dogmatik/moralist/idealist ele$tirilerinin tutarsizligina dikkat cekmek istiyorum: söz konusu türkiyede ki islamci iktidar olunca, fikret hoca “200 yillik birikim” diye batilila$ma/modernle$me hareketini hararetle savunuyor; fakat diger yandan “emperyalizm ele$tirisi” yaparken de, türkiyede ki islamci rejim özgülünde ele$tirdigi kültürü, “ortadogunun toplumsal dokusu” deyip batiya kar$i savunuyor, dahasi idealize ediyor.

    2. devlet ve rejim her zaman ayni anlama gelmez.

    ABD ve müttefikleri suriye devletininin sinirlarini degi$tirmek istemiyorlar; suriyede ki esad rejimini, yani rejimi degi$tirmek istiyorlar. bunun adini da cok acik koyuyorlar: “regime change”, yani “rejim degi$ikligi”.

    ABD ve müttefikleri neden suriye’de rejim degi$ikligi yapmak istiyorlar.

    1.esad rejimi, baba esad’tan beri amerikan dünya düzenine entegre olmayi red etmi$; batinin emperyalizmine kar$i sovyetler birligini ve $imdi ki rusya’yi kendisine koruyucu güc olarak secmi$tir.

    2. esad rejimi, arap milliyetciligi ideolojisi dogrultusunda, ABD’nin ortadoguda ki özel müttefigi israil’in varligini tanimayi red etmi$; bu cercevede israil ile birkac kere savasa tutu$mu$tur.

    3. esad rejimi, ABD’nin “düsman rejimler” listesinde yer alan iran molla rejimi ile müttefiktir.

  118. “Benim yazdıklarım ile çobanın yazdıkları bir olur mu?”

  119. İhtiyar çoban

    Marksist erguvan, 7500 kelime içinden işe yarar 50 anlatım varsa eğer! Yuh be! Bir insan bu kadar mı gereksiz çene döver? Ya zamanın çok ya dayak yememişsin sen hiç. Hafakanlar basarak okudum yazını ve analiz etmeye çalıştığın şeyleri, beyninden önce çenen çalıştığı için anlatamamışsın. Ne emperyalizmi algılayabilirsin sen ne kapitalizmi. Parazit senin dilin, çenen ve gereksizliğin.

  120. İhtiyar çoban

    Anonim manonim, 114 nolu yazımı sana da ithaf ediyorum. Özü bul, karpuza dışarıdan bakıp yeşil diyeceğine, içindeki özü gör. İnsanın, biraz farkı olmalı.

  121. İhtiyar çoban

    500 taneniz bir araya gelse, Gün Zileli’nin bir tırnağı olamazsınız.

  122. “Ayni seylere inanmamiz mumkun degil.
    Ben, cinler, periler, oculer, kotu ruhlar filan gibi seylere hic inanmadim.”

    Nişanyan’dan;

    Seküler tarih yazımı elbette ondan önce de vardı. Antik çağ tarihçileri sağlamdır; Polybius’un, Titus-Livius’un, Tacitus’un tarihleri alabildiğine dünyevi ve gerçek bir beşer dünyasında cereyan eder. İslam tarihçilerinin iyileri de, vahiy faslını bir kez atlattıktan sonra, insanlar alemine sadıktırlar. Mesela Taberi’nin 42 ciltlik tarihinin, peygamberden sonraki 35 cildi boyunca Allah yeryüzü işlerinden elini eteğini çekmiş görünür. İbn Haldun’da orijinal olan şey sanırım sekülerliği değil, tarihte (tanrıdan başka) bir soyut yönetici güç araması. Bir tarih teorisi önermesi. İyi bir şey midir? Emin değilim. Belki de Allah’tan boşalan yere onun kadar hayali bir başka soyut aktör koymaya teşebbüs etmiş. Ha Uhud savaşına katılan melekler, ha “üretici güçler” yahut “devlet ruhu” veya “sınıflar” – aynı derecede mitolojik birer soyutlama değil mi?
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2015/06/islamn-faydalar-yazsna-gelen.html

  123. Fikret Baskaya ozelinde soylediklerinize katiliyorum.

    Bizdeki ‘sol’un hasletlerinden birisi de, Marksizm kutsalinin arkasina siginip, bilhassa Londra-Berlin ekseninde, Bati’nin siyasi ve kulturel kompradorlugunu yapmaktir.

    “ABD ve müttefikleri suriye devletininin sinirlarini degi$tirmek istemiyorlar;”

    Bu hem dogru, hem de degil, bence.

    Suriye ve Irak’in sinirlari (ya da ic bolunmelerini) degistirmek istediklerini dusunuyorum.

    Bunun sebebinin, artik aciga cikmakta olan, blok-ici catismalar oldugu kanaatindeyim.

    Yani, benim baktigim yerden, ABD, bilhassa bu iki devletin Ingiliz-Fransiz tasarimi olmasindan, onlarin cikarlarina daha cok hizmet eden yerlestirilmis kadrolarca yonetilmesinden memnun degil.

    ABD’nin bunu boyle yapmak zorunda kalmis olmasi, aslinda, bir tur talihsizlik –bir bakima… Eger Saddam ve Esad (ve, cevreleri), Ismet Pasa’nin (ve cevresinin) yaptigi gibi, daha yumusak bir gecise razi olsaydi (ya da Avrupa, bu istikamette, yardimci olsaydi), bu kadar kanli olmazdi gibi geliyor bana..

    Tabii, bunu boyle soyleyince, aramizdaki fincanci katirlari hemen celallenip beni Amerikancilikla filan itham edebilirler.

    Benim cevabim: Keske anti-Amerikancilikla cozulecek bir sey olsaydi da, bunca insan olmese, yerinden yurdundan olmasaydi.

  124. “Ya zamanın çok ya dayak yememişsin sen hiç.”

    Yerden goge haklisiniz, ustadim, mirim, komiserim, amirim..

    Bu yeni nesil, boyle iste: Ne usul biliyor, ne de erkan.

    Istirham etsek, Politburo’dan bir arkadasinizi (pardon, bir yoldasi) gorevlendirseniz; biz de yazdiklarimizi –yayinlanmadan once– kendisine takdim etsek… o da, inceledikten sonra, yayinlanip yayinlanmayacagina karar verse..

    Boylece, zat-i alinizin yuksek tensiplerine mugayyir seyler okumak zorunda kalmazsiniz.

    Cok daha uygun olmaz mi?

  125. 1,5 – 2 gün kaldı.

    Kararını verdin mi Necip?

    HAYIR mı?

    EVET mı?

    Sandığa gitmemek mi?

    Sandığa gidip, kabindeyken oy pusulanı deforme edip, kendi oyunu geçersiz kılmak mı?

  126. İhtiyar çoban

    Necip mecip, sen, üstadım pirim amirim komserim diye diye kocaman olmuş bir kültür bataklığından gelmiş gibisin. korkuların politbüro, falaka vs. gayet iyi yetiştirmiş seni ağababaların. hala anlamıyorsunuz; düşüncelerinize bir şey demiyorum; gereksiz lafazanlığınıza, hoyrat kelime israflarınıza, çenebazlığınıza, dedikoduculuğunuza sitem ediyorum sadece. Çenenizden önce bir beyniniz çalışsa sizin için iyi olacak. Politbüro, sansür, baskı… hem senin istediğin ve nimetlerini yediğin düzeninde fazlasıyla var.

  127. “Kararını verdin mi”

    [Uzun bir cevap olacak. Vaktiniz yoksa, zahmet etmemenizi oneririm.]

    Gerek CHP’nin gerekse diger ‘karsi’larin (HDP dahil) sergiledikleri enften puften –tirit suyuna ekmek banarcasina– iceriksiz ve yavan muhalefetlerine baktigim zaman, bu referandum bir devlet projesi oldugu yolundaki kanaatim pekisiyor.

    HDP’nin ya da diger cevrelerin ne dedigini cok da duymus degilim; duyduklarim da ‘kisi kultu’ etrafinda dolaniyorlar. Yani, varsa yoksa anti-RTE. Bundan birsey cikmayacagi tecrube ile sabitken, bunda israr etmenin mantigini anlamis degilim.

    Aydinlik cevresinin de kafasinin karisik oldugunu, daha dogrusu, karsiymis gibi gorunmege calistiklarini dusunuyorum.

    Gelelim CHP’ye.. Uzun yillardir muhalefette kalmis bir partinin, muhalefeti bu kadar beceriksizce yaptigini gormek uzucu. Insanin ‘mustehaktir’ diyesi geliyor.

    Orasi oyle de, ‘bu kadar cehalet ancak tahsille olur’ lafinda oldugu uzere, CHP’nin siyaset beceriksizligi de sanki istemli/taamudenmis gibi durmuyor degil.

    Tamam, anti-RTE soylemini cogunlukla birakmislar; ama, ‘hayir’ icin one surdukleri seyler fazlasiyla yavan.

    ‘Fesih yetkisi var mi’mymis; yok muymus gibi n–guya onemli bir seyi haftalarca konustular. Halbuki, simdiki –mevcut– anayasada bu var. Hukumet kurulamazsa, 45 gunun sonunda, Cumhurbaskani Meclis’i fesheder; yeni bir secime gidilir.

    Nitekim, bir onceki secim tam da boyle olmadi mi?

    Daha bunu bu kadar konusmanin alemi nedir?

    Ayni sekilde, Cumhurbaskani yardimcilarinin sayisi kac olacakmis; bu neden acikca yazilmiyormus? [1]

    Sanki, mevcut anayasada, bakan sayisi ile ilgili herhangi bir sey varmis gibi.. bunu alip kalkmanin alemi nedir?

    Bir de, eyaletler meselesi var. Bunun bolunmeye yol acacagi endisesi yani. Bu endisenin bir avuc Kemalistten gayrisini pek de irgaladigini dusunmuyorum. O yuzden, pek de yanki bulmamadi –MHPlilerden bile. [2]

    Boyle bir suru ivir zivir.. Laf ola torba dola.. milletin kafasini kisa bir sureligine de olsa mesgul edip asil onemli seyleri ortmek cabasi sanki.

    Kisacasi, ilerde bir sey diyen olursa, zevahiri kurtarmak icin, ‘hayir demistik’ diyebilmek icin top cevirmeler..

    Borsaya ve diger gostergelere bakiyorum.. Sanki, referandum coktan yapilmis ve sonuclanmis gibi.. kimsenin ‘beklenmedik bir gelisme’ endisesi yasadigina dair bir emmare goremiyorum.

    Bunlar, bana, dedigim gibi, bunun bir devlet projesi oldugunu soyluyor. Yani, sonuc, ‘evet’ cikacak gibi.

    Benim kararimi sormustunuz degil mi? Pardon.

    Okumak firsatiniz oldu mu, bilemem; ‘Merkez-Cevre’ ve ‘Balkan Oligarsisi’ (ve murtezikalari) hakkinda dusuncelerimin bir kismini burada yazdim.

    Ben, bu kapismanin sert bir kirilma ile sonuclanmasini istemem. O yuzden, devir teslim surecinin secimler (ve referandum) yoluyla gerceklesmesi bence daha uygun.

    Yani, kisisel acidan –sosyoekonomik anlamda– bir ‘Merkez’ mensubu oldugum halde, ‘Cevre’nin ‘Merkez’e yurusyusunu destekliyorum.

    Bu baglamda, ve sadece bu baglamda, ‘evet’ oyu verirdim.

    [Sandiga gidecegimi sanmadigim icin, ‘verirdim’ diyorum.]

    [1: Bu ‘baskan ve yardimcilari’ konusunda, bugune kadar kimsenin dikkatini cekmeyen cok ilginc bir detay var. Referandum bir sonuclansin, merak eden olursa, buraya yazarim.
    ]

    [2: Ben, eyalet fikrine soguk bakmiyorum. Bolunmek paranoyasi ile yasanmaz cunku.

    Dahasi, Yalcin Kucuk’un tabiriyle, ‘bizim Kurtlerimiz’in ayrilip ayri bir devlet kurmak istediklerini de dusunmuyorum.

    Yillarca suren itilmisliklerinin hinc ve isyani ile bunu soyluyor olabilirler; ama, soguk kanli dusununce cikarlarinin ‘beraber olmak’ta yattigini goreceklerini saniyorum/umuyorum.

    Oyle olmasa bile sorun degil; ‘beraber’ yerine ‘yanyana’ yasariz. ‘Yakin komsu, uzak kardesten yegdir’ derler. Oyledir.

    Fakat, eyalet konusu sadece ‘bizim Kurtlerimiz’ icin sozkonusu olmak zorunda da degil ki. Suriye’si var, Irak’i var.. daha var oglu var.

    Eger bu bolgelerdeki insanlarla –karsilikli olarak– daha iyi bir hayat kurabilecegimizi dusunursek, neden olmasin?

    ‘Kucuk olsun, benim olsun’ yaklasimi fazlasiyla Kemalist bir cendere bence.
    ]

  128. marxist argüman

    necip’in 118 nolu yorumundan alinti:

    “Suriye ve Irak’in sinirlari (ya da ic bolunmelerini) degistirmek istediklerini dusunuyorum.
    Bunun sebebinin, artik aciga cikmakta olan, blok-ici catismalar oldugu kanaatindeyim.
    Yani, benim baktigim yerden, ABD, bilhassa bu iki devletin Ingiliz-Fransiz tasarimi olmasindan, onlarin cikarlarina daha cok hizmet eden yerlestirilmis kadrolarca yonetilmesinden memnun degil.”

    1. ben, batili emperyalistlerin ortadogu icin gelecekte ki planlarini bilmiyorum; elimde istihbarat bilgileri yok; ihtiyac da duymuyorum. neden?

    ABD ve müttefiklerinin gelecekte ki planlari ile ilgili fantastik tahminler yerine, bu devletlerin simdiki icraatlarina bakmak daha akillica olur.

    amerikan siyasetine danismanlik yapan düsünce kuruluslarinin fikir cimnastiklerine ya da amerikali bir senatörün bir demecine bakarak, “aha gördünüz mü, ABD’nin irak ve suriye’yi bölecegini söylemi$tim” diyen epey insan var.

    sözkonusu bu insanlar, bununla, sözümona batili emperyalistlerin ne kadar “kötü niyetli/güvenilmez” olduklarini ispatladiklarini dü$ünüyorlar.

    gerceklere baktigimizda, ABD ve AB’nin irak ve suriye’nin bölünmesini kesin ve acik bir dille red ettiklerini görüyoruz. “ya ama biz batili siyasetcilerin niyetleri ile söylemlerinin ayni olduguna nasil emin olabiliriz ki” diye soran ku$kucu cingözlere benim cevabim: ben, batili emperyalistlere kefil olamam, fakat, ABD, AB, rusya, cin gibi küresel oyuncularin gündemlerinde/ajandalarinda, -en azindan $imdilik-, suriye ve irak’in bölünmesi olmadigina kanit olarak $unu gösterebilirim:
    güney kürdistan yönetimi (irak kürt federe devleti) yillardir irak’tan ayrilip bagimsiz bir kürt devleti kurmak icin ABD ve AB’den ye$il i$ik bekliyor, fakat amerika ve AB’nin sözü gecen alman, fransiz, ingiliz politikacilari bagimsiz bir kürt devletini kesinlikle desteklemediklerini acikca beyan ediyorlar.

    bundan dolayi kürt ulusalcilari icinde barzani’ye yönelik: “ba$kan barzani kürt devleti ilan edecegini/referanduma sunacagini söyledi, hala neyi bekliyor” $eklinde ele$tiriler artmaya ba$ladi. kürt sitelerinde ki yorumlara bakanlar bunu görebilir.

    peki barzani neyi bekliyor? yukarda yazdigim gibi, ABD ve AB’nin ye$il i$ik yakmasini.

    soru: günümüz dünyasinda devlet kurmak icin neden illede küresel oyuncu devletlerden birisinin ya da birkacinin destegine/garantörlügüne ihtiyac var?

    cevap: birincisi, aksi taktirde yeni kurulan devleti kimse tanimaz, diplomatik ili$ki kurmaz.
    ikincisi, yeni kurulan devletin topraklarinin eski sahibi buna izin vermez.
    örnek: bagimsiz kürt devleti orda kalsin, kerkük’te irak bayraginin yanina birde kürt bayraginin cekilmesine irak, t.c. ve iran devletlerinin verdigi tepki.

    ABD’nin koruyucu garantisi olmadan sözkonusu bu üc devletin bagimsiz kürt devletine izin vermeyecekleri, bunlara ragmen kurulacak bir kürt devletini 24 saate tar u mar edeceklerini tahmin etmek zor degil.

    ortadoguda ki “anti-kürt koalisyonu” dörtlü cetenin dördüncü ortagi suriye arap cumhuriyeti $u anda kendi can derdine dü$tügü icin irak kürt federe devleti ile ugra$acak gücü ve vakti yok.

    “ABD’nin bunu boyle yapmak zorunda kalmis olmasi, aslinda, bir tur talihsizlik –bir bakima… Eger Saddam ve Esad (ve, cevreleri), Ismet Pasa’nin (ve cevresinin) yaptigi gibi, daha yumusak bir gecise razi olsaydi (ya da Avrupa, bu istikamette, yardimci olsaydi), bu kadar kanli olmazdi gibi geliyor bana..”

    necip’in bu yazdiklari nerden baksan yanli$ ve isabetsiz. necip, osmanli tarihinin ayrintilarina öyle bir dalmi$ ki, -cikmaya da hic niyetli gözükmüyor-, yakin zamanda olan biteni dogru dürüst takip etmedigi belli oluyor.

    1. necip’in dü$ündügü gibi, ABD ve AB’nin derdi gercektende irak, suriye ve libya’ya demokrasi, insan haklari götürmek degildi. “demokrasi, insan haklari” batili emperyalistlerin rejim degi$ikligi icin kullandiklari bir argüman, hepsi o kadar.

    libya’da ki kaddafi rejimi, kaddafi batili emperyalistlerle arayi son zamanda düzeltmi$ olmasina ragmen, yikildi. neden?

    cünkü kaddafi’nin sicili batili emperyalistlerin nezdinde temiz degildi; kaddafi her ne kadar batiya kar$i politikasini degi$tirdiyse de, batililar icin yine de “güvenilmez” bir partnerdi. libya’da ic kari$iklik ba$layinca, firsat bu firsat kaddafi’nin üstüne cullandilar.

    batili emperyalistlerin “demokrasi” götürdügü libya’da $imdi sunni cihatci i$id’ten tutalim, siyasi/askeri ve mafyatik ceteler hüküm sürüyor.
    libya’da göc yollarinda ki mültecilerden olu$turulmu$ köle pazarlari kurulmu$ durumda.

    tabii bu durumlar necip’in ilgi alanina girmiyor; o, günümüz kapitalist dünyasinin böyle tatsiz, moral bozucu manzaralariyla ilgilenecegine, atalari $anli osmanli imparatorlugunun tarihini hatim ediyor. birde kendisine bir kafadar bulmu$.

    ABD ve AB’nin derdi gercekten “demokrasi” ise, neden suudi arabistan’in $eriat rejimini, sokak ortasinda kafa koparan siyasi yönetimini sorun etmiyorlar?
    tam tersine, al gülüm ver gülüm, ticari, diplomatik ve askeri ili$kilere sahipler.

    yine batili emperyalistlerin $ili ve ispanya’da ki askeri fa$ist diktatörlüklerden tutalim, afrika’nin bircok askeri fa$ist rejimlerini desteklediklerini biliyoruz.

    2. t.c.’yi kuran kemalistlerin, diyelim ki bir esad rejimi gibi, bati kar$iti oldugunu iddia eden bir insan, en hafif deyimle siyaset cahilidir. necip’in ismet pa$ali cümlelerinden böyle bir sonuc cikiyor.

  129. Uyduruk makinasi olursa ancak böyle cevap verir..
    Marks zengindi elestirir..fakirmis olmadi niye fakirmis.elestirir,.
    Mutlaka cevap vermeli.öyle degilse böyle..
    ya yanlis anlar ” Marks Kitabini bitirginde Engelsten para isterken yaptigi espride oldugu gibi.. yada uydurururda uydurur bilmeden..
    K.marks amirakanin burjuva gazatesine gazetecelik yapiyordu..
    K.Marks bugun Dünya tarihinin en saygin insanidir.Necip?

    Yazdigi incili kendisi yazmistir..Tüm peygamberlerin kitabini ise hep sonradan baskalari topluca yazmistir..
    önce oku marksi sonra elestirmege yelten..

    Bu uyduruk laflarla insanlari burda marksist,anarsist,sosyalist yaparsin..

  130. Necip, Hayırcı ve Evetçilerin keskin söylemlerine ne demeli peki sizce?

    Aklıma gelen en uç örnekler “Evetçileri denize dökeriz” diyen CHP’li vekil ile “Hayırcıların kadınları, kızları helaldir” diyen bir AKP sempatizanı. Bu ikinci cümleyi sosyal medya hesabından yazan kişiyi bazı Evetçi arkadaşları eleştirince “onlar da bizi denize dökmekten bahsediyor” şeklinde bir yorumla kendisini savunmuş.

  131. “Nişanyan’dan;”

    Aradabir Nisanyan ile paralel dustugum vakidir. Ilginc ve serseri (basibozuk) cikislari oldugu da asikar.

    Ama, kendi aklina tapan, hicbir sekilde ‘burali’ da olmayan, olmak dahi istemeyen bu zat-i muhteremi insani acidan hic takdir etmedigimi de kaydetmek isterim.

    Su yazisi [ http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/08/rabiaclara-neden-karsyz.html ] uzerine Gun Zileli’nin yazdigi su yazi [ http://www.gunzileli.com/2013/08/25/iki-kemalizm/ ] ile tamamen hemfikir oldugumu da eklemek isterim.

  132. Pakistan’da üniversitede dine hakaret ettiği gerekçesiyle bir öğrenci linç edilerek öldürüldü.

    Video:
    https://www.liveleak.com/view?i=33f_1492104061&safe_mode=off

    13 Nisan akşamı, Abdul Wali Khan Üniversitesinde 23 yaşındaki “Abdullah” adlı öğrenci, dine hakaret içeren ifadeleri internette yayınladığı için öldürüldü, bir başka öğrenci de ciddi şekilde yaralandı.

    Olaya tanıklık edenlerin anlattıklarına göre, üniversitede bir grup öğrenci Abdullah’ı çevreledi ve Kuran’dan ayetleri tekrarlaması için zorladı. Abdullah, “Ahmadi” (Kadıyânî mensubu) olduğuna dair kendisine yapılan suçlamayı ısrarla reddetmesine rağmen, etrafındaki öğrenciler lince devam etti.

    Mardan emniyet müdürü Mian Saeed, perşembe akşamı yaşanan olayın ardından, olayla bağlantısı olduğu düşünülen 45 kişinin tutuklandığını söyledi.

  133. Sorun, “başkanlık sistemi” değildir.

    Sorun, ister başkanlık sistemiyle, ister parlamenter sistemle yönetilsin, Kemalist [Kemalizm ve M.Kemal kültü hala resmiyette], soykırım inkarcısı [Ermeni ve Dersim soykırımları hala tanınmadı, Dersim adı iade edilmedi], militarist [zorunlu askerlik, vatan-ordu-şehitlik kültleri], kültürel alanda hem Batıcılığı-modernizmi [bazılarına göre “Batı’nın ahlaksızlığı”nı] hem de dinciliği halka dayatan sözde laik [zorunlu din dersi dayatması ve Diyanet İşleri Başkanlığı] TC devletinin-bürokrasisinin-merkezi yönetiminin kendisidir.

  134. “Hayırcı ve Evetçilerin keskin söylemlerine ne demeli peki sizce?”

    Onemsenmelerine sasiriyorum.

    Ait oldugu ‘taraf’takilerin kolayca/rahatca ‘deli sacmasi’ diyecegi seyleri, karsi taraftakiler muthis onemisyor. Habbeyi kubbe ediyor..

    Hem komik hem de acikli.

    “Aklıma gelen en uç örnekler ‘Evetçileri denize dökeriz’ diyen CHP’li vekil”

    Simdi, kisaca, size benim kendi mazimden bir anekdot aktaracagim:

    Benim rahmetli teyzem, hani vardir ya ‘erkek dogmaliydi’ denir; iste oyleymis. Degme kabadayilardan daha gozupek, dobra filan.

    Bunlar, 15-16 yaslarinda iki kiz, yayla yolunda giderken, hanlarin ve kahvelerin oldugu bir bolgeden gecerken, orada oturan yaslica birisi bunlara hafif yollu laf atmis.

    Benim teyzem de, adama en sunturlusundan ana-avrat sinkaf kufretmis.

    Bunun uzerine, adam da –gevrek bir gulumsemeyle– “iyi de, ne ilen?” demis..

    Hatirladikca tebessum ederim.

    Simdi.. Bir kisi bile cikip, o CHP’li vekile, “iyi de, ne ilen?” dememis ya; espri yetenegimiz cok zayif demektir.

    “ile ‘Hayırcıların kadınları, kızları helaldir’ diyen bir AKP sempatizanı.”

    Walla.. aslinda bu lafi eden salakta zerre kadar zeka kirintisi, espri marifeti olsa, tepki verenlere, “ne yani, ‘hayirciların kadinları, kizları haramdir’ mi demeliydim?” der ve konu kapanabilirdi.

    Ama, gorulduu uzere, (bilhassa, zeka yasi itibariyle) cok genc bir nufusumuz var. Adrenalin icin, tahrik olmak icin, firsat ariyoruz hep beraber.

    “Bu ikinci cümleyi sosyal medya hesabından yazan kişiyi bazı Evetçi arkadaşları eleştirince ‘onlar da bizi denize dökmekten bahsediyor’ şeklinde bir yorumla kendisini savunmuş.”

    O da otekisi de iyi halt etmis.

    Asil merak ettigim, bu iki tipi neden sizin onemsediginiz –bahsetmek ihtiyaci duydugunuza gore.

    [RTE de CHP’liyi kursuden muhatap aldiydi galiba. Eger dogruysa, secim atmosferinde gaza gelmis oldugunu umuyorum. Aksi takdirde pespayelik.]

  135. “1. necip’in dü$ündügü gibi, ABD ve AB’nin derdi gercektende irak, suriye ve libya’ya demokrasi, insan haklari götürmek degildi. “demokrasi, insan haklari” batili emperyalistlerin rejim degi$ikligi icin kullandiklari bir argüman, hepsi o kadar.”

    O kadar da salak mi gorunuyorum?

    Yani, Bati’nin derdinin demokrasi ve refah filan goturmek olduguna inandigim intibaini mi verdim?

    Eger oyleyse, yaziklar olsun bana.

    Oyle degil tabii ki.

    Her devlet, muhatabinin ‘tutarli’ olmasini ister.

    Buradaki ‘tutarli’ kelimesi anahtardir ve tercumesi ‘bizim istedigimizi, mumkunse bize sormadan ve zamaninda yerine getirsin’dir.

    Muhatabinin ‘tutarli’ olmasini saglamak icin de elinden geleni yapar.

    Bazi devletler icin bu ham hayaldir cunku imkan ve kabiliyetleri elvermez.

    Az sayidaki digerleri ise, imkan ve kabiliyetleri elverse bile, bunu ‘topuzumun hakki icun’ diyerek halletmek daha masrafli olacagi icin, once daha ekonomik yolarla –diplomasi ve muzakere ile– gerceklestirmek ister.

    O olamadigi zaman da, Kolomb’un Yumurtasi teknigini kullanir; ‘kodum mu oturturum’ yani.

    Irak’in ve Suriye’nin siyaseten yanlisligi, Ingiltere’nin ve Fransa’nin, ayri ayri (respectively) monte ettigi halen yerlesik kadrolarinin, Avrupa’nin arkalarinda duracagini dusunup ABD’nin muzakere yoluyla halledilmesini istedigi degisiklikleri israrla kulak arkasi etmek olmustur.

    Bu, onlarin ciddi bir yanlis hesaba saplanip kalmalari anlamina gelir. Ahlaken dogru bile olsa, aklen ve siyaseten yanlistir. [Ismet Pasa ve kadrosu, bu tur bir salakliga dusmemistir.]

    Not: Libya farklidir; orada surubasi ABD degil Fransa idi. Fransa, hem AB’yi hem de ABD’yi oldu-bittiye getirdi. Eger ABD su anda yasamakta oldugu ‘fetret’ini atlatirsa, Fransa’nin cezalandirilacagini gorur gibi oluyorum.

  136. Metroda, EVETçiler ile HAYIRcılar tekme tokat kavga ediyor.

    8 Nisan:
    https://www.facebook.com/unutmadik.unutturmayacagiz/videos/1455959067757424/

  137. “K.Marks bugun Dünya tarihinin en saygin insanidir.”

    Elinizde bunu destekleyecek data var mi?

    Yoktur da, hadi diyelim var.

    Oyle olsa bile, ‘dunya tarihinin en saygin insani’ olsa bile, bu, onun kusursuz oldugu, kutsal kabul edilmesi gerektigi anlamina mi gelir?

    “Yazdigi incili kendisi yazmistir.. Tüm peygamberlerin kitabini ise hep sonradan baskalari topluca yazmistir..”

    Yok. Marx, Das Capital’in sadece birinci kismini (yirmi yil filan ugrasarak) yazmistir. Ikinci cildini Engels, yazismalardan filan toparlayarak, tamamlamistir.

    [Sahi, bu peygamber milletinin soyleyecegi sozu soylemek icin neden 20 filan yila ihtiyaci oluyor hep.]

    Bu bakimdan, Marx’in Hz Osman’i Engels sayilabilir; Pavlos’u da Lenin.

    “Bu uyduruk laflarla insanlari burda marksist, anarsist, sosyalist yaparsin..”

    Fena mi olur?

    Zat-i alilerinin indirip, tenezzul edip, ugrasmadigi bir seyi ben yapmis olurum.

    Yine de kiymetimi bilmezsiniz, o ayri 😉

  138. Buraya da ilismem lazim:

    “2. t.c.’yi kuran kemalistlerin, diyelim ki bir esad rejimi gibi, bati kar$iti oldugunu iddia eden bir insan, en hafif deyimle siyaset cahilidir. necip’in ismet pa$ali cümlelerinden böyle bir sonuc cikiyor.”

    Esad Rejimin Bati karsiti oldugunu soyleyen yok ki.

    Fransa tarafindan kurulmus, her kosebasina kendi adamlari yerlestirilmis bir Suriye’den bahsediyoruz. Bati karsiti olmasi maddenin tabiatina aykiri.

    Fakat, hangi Bati.

    Fransa uzerinden Avrupa derseniz, orada sorun yok.

    Ama, Bati artik (ya da epeyi zamandir) tek degil. Avrupa’nin ABD ile yollari hic olmadigi kadar ayrisiyor.

    Hele de, Fransa gibi, ta basindan beri ABD’ye pek de biat etmemis bir devlet ise sozkonusu olan, ayrismanin tarihcesi cok daha eski.

    Dolayisi ile, laf kalabaligi yapip, sirf Suriye Fransa uydusu idi diye, onu butun Bati’nin sevgilisiymis gibi konumlandirmaniz, aslinda sizin ‘en hafif deyimle siyaset cahili’ oldugunuza isaret eder.

    Ufkunuzu ve gozlerinizi acmanizi oneririm.

  139. “Asil merak ettigim, bu iki tipi neden sizin onemsediginiz –bahsetmek ihtiyaci duydugunuza gore.”

    Bunlardan ziyade sizin ne diyeceğinizi merak etmiştim. İyi ki sormuşum aslında, yorumunuz ve anlattıklarınız ilginç olduğundan buna vesile olması iyi oldu.

  140. peygamber milleti

    “[Sahi, bu peygamber milletinin soyleyecegi sozu soylemek icin neden 20 filan yila ihtiyaci oluyor hep.]”

    Bu soru onların zamanlarında da kendilerine sorulmuş;

    Ve kâlellezîne keferû lev lâ nüzzile aleyhi’l-Kur’ânu cümleten vâhideten. Kezâlike li nüsebbite bihî fuâdeke ve rattelnâhu tertîlen
    İnkâr edenler: Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.

  141. Hele de, Fransa gibi, ta basindan beri ABD’ye pek de biat etmemis bir devlet ise sozkonusu olan, ayrismanin tarihcesi cok daha eski.

    Yok yaw…

    Atma Necip, attıkların civcivlerin boğazından geçecek kadar küçük değil.

    (ABD bağımsızlık bildirgesi: 4 Temmuz 1776 | Paris Antlaşması: 3 Eylül 1783 | ABD Anayasasının kabulü: 21 Haziran 1788)

    Gilbert du Motier, Marquis de Lafayette’in, ABD tarihinde yeri apayrıdır.

    New York’taki özgürlük heykeli, Fransa’nın ABD’ye hediyesidir.

  142. Ve kâlellezîne keferû lev lâ nüzzile aleyhi’l-Kur’ânu cümleten vâhideten. Kezâlike li nüsebbite bihî fuâdeke ve rattelnâhu tertîlen
    İnkâr edenler: Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.

    Hmm… tamam

    hadi öptüm k.i.b. bye

  143. KANITmi?
    Dünya tarihinde kim var bu kadar dünya tarihini etkileyen?

    Kitabi degil kitaplari vardi..Ömrü yetmecek yazmaga..bu onun gücünü güsterir..

    Ha sahi sen marksi ” ne ile””asagilamaga kalkiyorsun?!

  144. marxist argüman

    necip’in 118 nolu yorumundan alinti:

    “ABD’nin bunu boyle yapmak zorunda kalmis olmasi, aslinda, bir tur talihsizlik –bir bakima… Eger Saddam ve Esad (ve, cevreleri), Ismet Pasa’nin (ve cevresinin) yaptigi gibi, daha yumusak bir gecise razi olsaydi (ya da Avrupa, bu istikamette, yardimci olsaydi), bu kadar kanli olmazdi gibi geliyor bana..”

    necip, 133 nolu yorumunda benim söylemek istedigimin tam tersini anlami$sin, daha anla$ilir ifade etmeye cali$sayim.

    ikinci dünya sava$indan sonra ba$layan soguk sava$ döneminde, yani dünyanin kapitalist bati ve sosyalist blok olarak ikiye ayrildigi zamanda, birazda ABD’nin özel müttefigi israil’in araplar ile olan celi$kisi ile alakali olarak suriyede ki esad rejimi sosyalist blok ile müttefik olup, amerikan dünya düzenine comak sokmu$ bir rejimdir.

    t.c.’yi kuran kemalist rejim, amerikan dünya düzenine comak sokmak orda kalsin, tam tersine nato’nun güney kanadi olarak sosyalist sovyetler birligine kar$i batinin ileri karakolu görevini üstlenmi$; t.c. devleti komünizme set cekme hizmetleri kar$iliginda yillar yili, ba$ta ABD ve almanya olmak üzere, batili emperyalistlerce askeri ve kredi yardimlariyla ödüllendirilmi$tir.

    saddam rejiminin de bati kar$iti bir pozisyonu yoktu. iran-irak sava$inda ABD ve müttefikleri sii molla rejimine kar$i saddam rejimini desteklemi$lerdi.

  145. Nadr b. Hâris ismindeki biri, Fars memleketlerine ticaret için gittiği sırada orada Acem kitaplarını satın alarak Kureyşliler’e anlatır ve “Muhammed size Âd ve Semûd kavminin hikâyelerini anlatıyor. Ben ise Rüstem’in, Behlûl’ün efsanelerini, kisrâların ve Hîre krallarının hikâyelerini anlatıyorum” der ve insanları Kur’an’ı dinlemekten alıkoymaya çalışır[mış].

  146. 108’e

    Marxist argüman,
    Metinlerimizi BÜTÜNÜYLE OKUMADIĞINIZ İÇİN,
    SADECE “CIMBIZLA SEÇTİĞİNİZ KISIMLARI” HEDEF TAHTANIZA KOYDUĞUNUZ İÇİN;
    Nelere işaret ettiğimizi sürekli ıskalıyor, eleştiri yaptığınızı zannediyor, kendinizi boş yere yoruyorsunuz.

    Yine liste liste ithamlar, yine; “Acaba bu kelimelerin, bu cümlelerin arkasındaki anlamlar neler olabilir? Bu şifrelerin-kod’ların hepsini tek tek çözmeliyim.” zemini üzerine kendi kendinize misyon biçip, uydurma ifadeler sıralamanız. Size aylar önce “ENIGMA” makinesini kullanmanızı önermiş, şifre-kod çözme çalışmalarınızda yardımcı olabileceğini söylemiştik, eğer bu makineye kavuşabilseydiniz; şimdiye dek belki rahatlardınız.

    https://de.wikipedia.org/wiki/Enigma_(Maschine)

    1. sen bu “insan dogasinin” varligini nasil tespit ettin? – 2. “insan dogasi” diye dogu$tan gelen ortak davrani$lar sözkonusu ise, seninle necip arasinda ki, ya da benimle necip gibi insanlar arasinda ki düsünce ya da davrani$ farki nereden kaynaklaniyor? – 3. senin iddiani dogru kabul edersek, genel olarak insanlar, özel olarak necip gibi insanlar dogu$tan sahip olduklari doga’larinin geregini icgüdüsel olarak takip ediyorlar.

    peki, bir ce$it “kader kurbani” olan insanlarin “icgüdüsel dogal” davrani$larini neden ele$tiriyorsun o zaman?
    bu davrani$lar insan dogasinin kodlari ise, bu demektir, insanlar istesede ba$ka türlü davranamazlar, öyle degil mi? insanlarin ortak bir dogasinin varligina inaniyorsan, bundan, kapitalist düzenin de insan dogasinin bir ürünü oldugu sonucu cikmaz mi? sen güya necip’e $iddetli muhalefet ederken, aslinda necip ile ayni $eylere inandigina ve ayni $eyleri savundugunu farkinda misin? senin o roman uzunlugunda ki kapitalizm ele$tirilerinin özünün $u oldugunu farkinda misin: $u “kapitalizm” denilen “kötü niyetli” yaratik-canavar insanlarin dogu$tan zaten var olan bencilligini suistimal ediyor; te$vik edip iyice azdiriyor. dikkat edersen böylesi bir ele$tiri kapitalist sistemin varligini me$rula$tiriyor; sözkonusu bu sistemin varligini insan dogasina-tabiatina dayandiriyor. peki senin buna itiraz ettigin nokta nedir? cevap: insanlarin dogu$tan bencil oldugunu bende biliyorum da, fakat kapitalizm denilen $u yaratik-canavar da insanlarin bu “icgüdüsel zayifligini”, bu “dogal defektini” suistimal etmek, iyiden iyiye azdirmak zorunda mi? necip sana “kapitalizmi ortadan kaldirmak istiyorsan o zaman insanin neslini kurutman lazim” derken, aslinda senin de savundugun düsünceyi tutarli bir $ekilde dile getirmi$ oluyor; senin düsünce sistematiginin tutarsizligini-celi$kilerini gözler önüne sermi$ oluyor.

    Öncelikle şunu hatırlatmalıyız: Anlayabildiğimiz kadarıyla, sizin; “evrim süreci”nden ya hiç haberiniz yok, ya da haberiniz var ama önemsemiyorsunuz.

    “İnsan”ın (ve pek çok diğer “tür”ün, “form”un) doğuştan gelen özellikleri vardır:

    1. (Şimdilik) “Dünya” adlı gezegenin içinde doğduğuna göre; oksijen solumak zorundadır.

    2. Yaşamını sürdürebilmesi için; sıvı ve katı besinler tüketmek zorundadır. (Yarın öbür gün, farklı gezegenlere seyahat kolaylaştığında, oralarda doğan bebeklerin mecburi ihtiyaçları “Dünya”dakilerle benzerlik veya “Dünya”dakilerden farklılık gösterebilir.)

    3. Yaşamını sürdürebilmesi için; pek çok fiziki dış etkene (soğuk, sıcak, sert cisim, keskin cisim, saldırı, düşme, çarpma, hastalık vb.) karşı vücudunu korumak (ve çoğu zaman da kuvvetli tutmak) zorundadır. (Yine “Dünya” gezegenine göre. Başka gezegenlerde farklılık gösterebilir.)

    Daha pek çok özellik yazılabilir. “En önemliler” arasında sayılabilecek üç (3) tanesi yukarıda yazılmıştır ve bunları, tek tek, ilk önce biz tespit etMEdik. Herhangi bir kişiye “ ‘insan dogasinin’ varligini nasil tespit ettin? ” sorusunu yönelttiğinizde; aldığınız cevaplar (kelimesi kelimesine aynı olmasa da) yukarıdaki gibidir marxist argüman.

    Konuyu boş yere uzatmamak için, insanın doğuştan gelen temel özelliklerinden (şimdilik) 3 tanesinin yukarıdaki gibi olduğunu sizin de kabul ettiğinizi varsayıyoruz; eğer kapitalist Elon Musk’tan önce “Mars”a giden ilk marxist siz değilseniz ve oranın insan anatomisine etkilerini inceleyip raporlamamışsanız. (Yuri Gagarin’in yükselme potansiyelini, kapitalistlerin [sizin uydurmanızla] “ebola” virüsleri değil; SSCB’nin kapitalizme karşı mücadele ederken yaptığı hatalar engelledi. Bu bilgileri “GegenStandpunkt”daki deponuza bulamıyorsanız; başka yerlere de bakmayı ihmal etmeyiniz.)

    “insan dogasi” diye dogu$tan gelen ortak davrani$lar sözkonusu ise, seninle necip arasinda ki, ya da benimle necip gibi insanlar arasinda ki düsünce ya da davrani$ farki nereden kaynaklaniyor?— → Sizin, patron Necip’le (veya başkalarıyla) aranızdaki farklılıkları buraya tek tek yazabilmemiz mümkün değil, ki galiba; siz de ve patron Necip de bütün bunları tek tek yazamazsınız. Belli başlı (görebildiğiniz, anlayabildiğiniz kadarıyla) birkaç “farklı” özelliklerinizi sıralarsınız, öylece kalır, devamını getiremezsiniz, yaz yaz bitmez.

    İnsanların doğuştan getirdiği özelliklerin “temel olanları”nın (yani fiziki & biyolojik ihtiyaçlarının) karşılanması gerekliliği; şüpheye yer vermeyecek kadar gerçektir. İnsanların anatomik yapısı, önceki nesillerin gen haritalarından kendi genlerine miras kalanlar, doğup büyüdükleri coğrafyaların insan anatomisine etkileri (daha da sayabileceğimiz) fizik-kimya-biyoloji üçgenindeki özellikler, insan bünyesinden insan bünyesine küçük farklılıklar gösterse de; aynı özellikler çoktur.

    Bu sitede (ve bu sayfada) üzerinde önemle durduğumuz husus “kapitalizm” olduğundan; problem, patron Necip’in motto’su olan “survival of the fittest” konseptini, insan hayatına da ikame etmeye çırpınması zırvalığı ile başlıyor.

    Kapitalist sistem; insanın evrimsel süreciyle ilişkili olsa da, aslen “sosyo-ekonomik” bir konudur; ve bu konuda, en net analizi yapan ilk iki kişi Karl Marx ve Friedrich Engels’tir. Eğer Charles Darwin ve Herbert Spencer; bu sitede, bu sayfada, patron Necip’in yazdıklarını okuyabilseydi, Necip’i kızılcık sopası ile kovalarlardı. Marxist argüman, umarız; patron Necip gibi tehlikeli birisinin, niçin ısrarla “survival of the fittest” konseptini savunduğunu, niçin kapitalizmin “sosyo-ekonomik” kısmına temas etmeyi (kasten) isteMEdiğini yavaş yavaş anlamaya başlamışsınızdır.

    Siz, marxist argüman; “evrim süreci”ni ya hiç bilmediğiniz ya da bildiğiniz hâlde önemsemediğinizden ötürü insanın “bencil” olduğunu (muhtemelen “GegenStandpunkt”daki deponuzda sıkıştığınız, başka kaynaklara yönelemediğiniz için) henüz idrak edemediğinizden; patron Necip gibi kapitalizmi savunanların kendilerine neyi dayanak noktası yaptıklarını (sandıklarını) göremiyorsunuz. Örnek isterseniz; şu “Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonlar” konusundaki sessizliğinizi hatırlatalım:

    ( http://www.gunzileli.com/2017/03/26/fikret-baskaya-referandumun-akpcesi/ )
    2 Nisan 2017, yorum no 34:

    Marxist argüman: “necip, senin buna cevaben yazdigin, benim yazdigimi cürütmek orda kalsin, arada alakayi nasil kurdun, anlamis degilim.

    3 Nisan 2017, yorum no 42:

    Marxist argüman: “necip, 38 nolu yorumda yazdigin cevap beni tatmin ve ikna etmedi. neyse, o konuyu gecelim.

    Patron Necip gibi bir laf hokkabazı, “Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonlar” ile “kapitalizm” arasındaki ilişkiyi aşağıda okuyacağınız şekilde kurduğunu sanıyor (ve yine, ısrarla; kapitalizmin “sosyo-ekonomik” kısmına temas etmiyor):

    Galapagos Takım Adaları’ndaki organizmaların (planktonların) düzeniyle, sizin hatırlattığınız “insanlar arasındaki parasal düzen (çiftçilerin, piyasada satamadıkları mahsûlleri denize dökmesi, yola dökmesi, ezmesi ve benzeri protestolar)” arasındaki (sözde) bağı kapitalist patron Necip gibiler şöyle izah ettiğini sanıyor: Necip gibiler; özellikle Charles Darwin’in çalışmaları neticesinde epey ilerleme kaydedilen “evrim teorisi”ni, ve Herbert Spencer’ın kavramlaştırdığı “survival of the fittest” konseptini istismar ederek, bütün bu verileri-olguları-tespitleri bağlamından kopararak; “kapitalizmin mutlak ve meşru olduğu zırvası”na dayanak noktası icat ettiklerini sanıyorlar. Siz, marxist argüman, bu kavramların & konseptlerin, kapitalistler tarafından nasıl istismar edildiğini; ya bildiğiniz hâlde önem vermiyorsunuz, ya hiç bilmiyorsunuz. Tam da bu sebeple, size; “GegenStandpunkt”taki deponuzda mevcut kaynaklarla yetinmemenizi, başka kaynaklara da yönelmenizi öneriyoruz. Sizin ısrarla yaptığınız ise; aktardığımız metinlere olur-olmaz ithamlarda bulunmak, “metinler içinden cımbızla çekmece oyunu” oynamak. “Kapitalist (sözde ‘serbest’) piyasa ekonomisi”ni izah ederken Necip (ve muadilleri); Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonların (“doğa”daki) düzenine işaret ederek, Afrika’nın uçsuz bucaksız ormanlarındaki (“doğa”daki) aslanların hem soydaşlarını hem diğer yaşam formlarını nasıl sömürdüğüne işaret ederek; kapitalist sistemin de “doğa”daki gibi işlediğini, güçlünün güçsüzü yendiği (survival of the fittest) düzenin “insanlar arasında da olmasının normal karşılanması gerektiği”ni dikte ederler; çiftçilerin, satamadıkları mahsûlleri ezmesini, yollara protesto amaçlı dökmesini normal kabul ederler. Siz ise, marxist argüman, “ebola virüsü” gibi bir vakayı getirerek kapitalizme bağladımızı zannediyorsunuz; ısrarla, olur-olmaz ithamlarda bulunuyorsunuz. Son kez uyarıyoruz:

    Bitkiler ve hayvanlar aleminde var olduğu genel kabul gören “güçlünün güçsüzü yendiği doğadaki düzen” söylemini insan hayatına da ikame edenler, piyasaların “verimliliği arttıran özellikler taşıdığı”nı savunanlar, ve bütün bunlara “kutsiyet” atfedenler; piyasalardaki sonucun gerçekte neler olduğunun normatif değerlendirmesini yasaklar. Bu yaklaşım; piyasaların bizzat kendisini ve oradan gelen sonuçları bütünüyle saf dışı bırakır. Şu “kutsiyet” atfedilen, güçlünün güçsüzü yendiği doğadaki düzenin insanda da var olduğu perdesi kaldırıldığında; problemin ne olduğu apaçık ortadadır: Organizasyonların kural koyma esnasında yarattıkları adaletsizlikler ve bunların nasıl uygulandığı meselesi.

    Bernard E. Harcourt
    “Serbest Piyasa Ekonomisindeki İllüzyonlar: Ceza ve Güçlünün Güçsüzü Yendiği Doğadaki Düzen”

    “Bencillik” meselesi, yukarıda hatırlattığımız (uzatmamak için, 3 madde yazmıştık yukarıda) insanın en temel özellikleri için geçerlidir; bebek, anne rahminden çıktıktan sonra “bencil özellikleri” değişiklik göstermeye başlayabilir, insan %100 ölüm makinesi olMAmaya alıştırılabilir. Anne rahminden çıktıktan sonra, eğer o bebeklerin (hayatta kalabilmek için, içlerinde zaten var olan) bencil özellikleri körüklenip “kapitalizmin yılmaz neferleri”ne dönüştürülürse; asıl tehlike işte o an başlar. Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) “İnsanın aç gözlü olmasını değiştiremeyeceğimize göre, kapitalizme karşı mücadele etmek; ahmaklıktır.” zırvası ile; anne rahminden çıkan bebeğin, büyürken de daima bencil kaldığı, bunun asla değiştirilemeyeceği, tam da bu sebeple kapitalizme karşı çıkmanın aslında hayatın kendisine karşı çıkmak olduğu yalanını yayar. Ve hâttâ yalanını yayarken, 14-20 Ağustos 1971’deki “Stanford hapishane deneyi”ni de istismar edip; kapitalizmi savunmak için kendine yeni bir mühimmat bulduğunu zanneder.

    (1) —bu davrani$lar insan dogasinin kodlari ise, bu demektir, insanlar istesede ba$ka türlü davranamazlar, öyle degil mi?—

    (2) —insanlarin ortak bir dogasinin varligina inaniyorsan, bundan, kapitalist düzenin de insan dogasinin bir ürünü oldugu sonucu cikmaz mi?

    (3) —sen güya necip’e $iddetli muhalefet ederken, aslinda necip ile ayni $eylere inandigina ve ayni $eyleri savundugunu farkinda misin?

    [Kelimelerimiz sanki birer şifreymiş, kod’muş gibi davranmaktan vazgeçebilseniz, rahatlayacaksınız ama vazgeçemiyorsunuz.]

    (1)’e cevap: Öyle değil. İnsanlar “başka türlü” de davranabilir; kapitalizmi tam da bu sebeple kaldırmalıyız, çünkü ölüm saçıyor. Yukarıdaki açıklamalarımızın BÜTÜNÜNÜ OKUDUYSANIZ, (nihayet) anlamış olmanız gerekir.

    (2)’ye cevap: Sonuç, tam (nihai) olarak belirlenemez. (Çünkü) Yukarıda, şu kısmı ve devamını yeniden (ama daha dikkatli) okuyunuz: “Kapitalist sistem; insanın evrimsel süreciyle ilişkili olsa da, aslen ‘sosyo-ekonomik’ bir konudur.”

    (3)’e cevap: Necip; otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirkette patron olduğunu açıkladı, kendini tanıttı. Kapitalizmin müstahdemliğini yapan bir kişiyle aynı şeyleri savunmuyoruz. Patron Necip “survival of the fittest” konseptini insan hayatına da ikame etmeye çırpınan bir laf hokkabazıdır. Manisa-Soma’da kapitalizmin öldürdüğü 301 insanı umursamayan, herhangi bir şirketteki “verimlilik oranı”nı önemseyen, öldürmeye eğilimli tehlikeli bir kişi Necip.

    88 NO’LU METNİMİZDE ŞU KISMI “GÖRMEZDEN GELİRSENİZ”, NE ANLATTIĞIMIZI DA ANLAMAZSINIZ:

    Bir bebeğin (daha çok, “insan” türünde olanını işaret ediyoruz), anne rahminde geçirdiği 9 aylık sürenin evrelerini araştırmak, bulguları tartışmak elbette önemli. Bu hususta “Ogürsel” isterse tecrübelerini aktarabilir, çünkü mesleği “kadın doğum uzmanlığı”. Bebek, anne rahminden dışarı çıktığı an; bencillik de, rekabet de, daha hızlı ilerler. Bebek, daha aile ortamı içindeyken, kapitalist doktrinasyona maruz kalarak, sistemin kölesi olmak yolunda ilk adımlarını atar. “Kreş”, “anaokulu-sınıfı” çağına gelene kadar, ne yazık ki, kapitalizm tarafından büyük ölçüde şekillendirilmiş, büyük ölçüde dizayn edilmiştir artık. Müdahale etmezsek, yani kapitalizmi ortadan kaldırmazsak, bu bebeklerin, patron Necip gibi kapitalizmi “survival of the fittest” minvalli savunan karakterlere bürünme olasılıkları çok yüksek. Risk büyük.

    $u “kapitalizm” denilen “kötü niyetli” yaratik/canavar insanlarin dogu$tan zaten var olan bencilligini suistimal ediyor; te$vik edip iyice azdiriyor.

    Evet, tespitinizde haklısınız. Ne yazdık yukarıda: “‘Bencillik’ meselesi, yukarıda hatırlattığımız (uzatmamak için, 3 madde yazmıştık yukarıda) insanın en temel özellikleri için geçerlidir; bebek, anne rahminden çıktıktan sonra “bencil özellikleri” değişiklik göstermeye başlayabilir, insan %100 ölüm makinesi olMAmaya alıştırılabilir.”

    dikkat edersen böylesi bir ele$tiri kapitalist sistemin varligini me$rula$tiriyor; sözkonusu bu sistemin varligini insan dogasina-tabiatina dayandiriyor.

    Siz, marxist argüman; insanın evrimsel süreci hakkında ya hiç bilgiye sahip değilsiniz, ya da biliyorsunuz ama önem vermiyorsunuz. Patron Necip de sizin bu açığınızdan yararlanıp; “Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonlar” ile “kapitalizm” arasında bağ kurduğunu zannederek, size kapitalizmin mutlak ve meşu olduğunu ispatlama uğraşıyor, ama hüsrana uğruyor.

    Unutmayın diye bir kez daha hatırlatalım: Kapitalist sistem; insanın evrimsel süreciyle ilişkili olsa da, aslen “sosyo-ekonomik” bir konudur; ve bu konuda, en net analizi yapan ilk iki kişi Karl Marx ve Friedrich Engels’tir. Eğer Charles Darwin ve Herbert Spencer; bu sitede, bu sayfada, patron Necip’in yazdıklarını okuyabilseydi, Necip’i kızılcık sopası ile kovalarlardı. Marxist argüman, umarız; patron Necip gibi tehlikeli birisinin, niçin ısrarla “survival of the fittest” konseptini savunduğunu, niçin kapitalizmin “sosyo-ekonomik” kısmına temas etmeyi (kasten) isteMEdiğini yavaş yavaş anlamaya başlamışsınızdır.

    peki senin buna itiraz ettigin nokta nedir? cevap: insanlarin dogu$tan bencil oldugunu bende biliyorum da, fakat kapitalizm denilen $u yaratik/canavar da insanlarin bu “icgüdüsel zayifligini”, bu “dogal defektini” suistimal etmek, iyiden iyiye azdirmak zorunda mi?

    “Azdırmasın diye” kapitalizmi ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz, ki siz de kapitalizme karşı mücadele ettiğinizi söylüyorsunuz. Patron Necip’i görüyorsunuz; “survival of the fittest” konsepti ile beyinleri zehirlemeye yelteniyor. Bu konsepti ilk dile getiren kişi Herbert Spencer, patron Necip’in hönkürmelerini okusa idi bu sitede; Necip’in suratına tükürür ve onu kızılcık sopası ile kovalardı.

    Kapitalizmin en ölümcül dönemi içindeyiz: 20. ve 21. yüzyıl. Eğer hâlâ kapitalizmin katliamlarından ders almamışsak, daha dehşet dolu katliamların yaşanması mı bekliyoruz?!

    necip sana “kapitalizmi ortadan kaldirmak istiyorsan o zaman insanin neslini kurutman lazim” derken, aslinda senin de savundugun düsünceyi tutarli bir $ekilde dile getirmi$ oluyor; senin düsünce sistematiginin tutarsizligini-celi$kilerini gözler önüne sermi$ oluyor.

    Unutmayın diye bir kez daha hatırlatalım: Yukarıda üç (3) temel özellikten bahsetmiştik, nelerdi:

    1. (Şimdilik) “Dünya” adlı gezegenin içinde doğduğuna göre; oksijen solumak zorundadır.

    2. Yaşamını sürdürebilmesi için; sıvı ve katı besinler tüketmek zorundadır. (Yarın öbür gün, farklı gezegenlere seyahat kolaylaştığında, oralarda doğan bebeklerin mecburi ihtiyaçları “Dünya”dakilerle benzerlik veya “Dünya”dakilerden farklılık gösterebilir.)

    3. Yaşamını sürdürebilmesi için; pek çok fiziki dış etkene (soğuk, sıcak, sert cisim, keskin cisim, saldırı, düşme, çarpma, hastalık vb.) karşı vücudunu korumak (ve çoğu zaman da kuvvetli tutmak) zorundadır. (Yine “Dünya” gezegenine göre. Başka gezegenlerde farklılık gösterebilir.)

    Bu temel özellikler var olmaya devam edecek. (“İnsan” türü, evrimsel sürecinin yeni bir kavşağına ulaştıktan sonra; belki değişiklik gösterir, belki göstermez aynen devam eder.)

    Fakat, kapitalizm, bu temel özellikleri “istismar ederek” daha fazla katliam yapMAmalı. Tam da bu sebeple, kapitalizme karşı mücadeleyi hızlandırabilmeliyiz. İşte kapitalizmin “sosyo-ekonomik” kısmı burada başlıyor: Şirketokrasinin (devletleri de kapsayacak şekilde) dünya genelindeki ölümcül hegemonyası.

    Marxist argüman, unutmayın: Bir bebeğin (daha çok, “insan” türünde olanını işaret ediyoruz), anne rahminde geçirdiği 9 aylık sürenin evrelerini araştırmak, bulguları tartışmak elbette önemli. Bu hususta “Ogürsel” isterse tecrübelerini aktarabilir, çünkü mesleği “kadın doğum uzmanlığı”. Bebek, anne rahminden dışarı çıktığı an; bencillik de, rekabet de, daha hızlı ilerler. Bebek, daha aile ortamı içindeyken, kapitalist doktrinasyona maruz kalarak, sistemin kölesi olmak yolunda ilk adımlarını atar. “Kreş”, “anaokulu-sınıfı” çağına gelene kadar, ne yazık ki, kapitalizm tarafından büyük ölçüde şekillendirilmiş, büyük ölçüde dizayn edilmiştir artık. Müdahale etmezsek, yani kapitalizmi ortadan kaldırmazsak, bu bebeklerin, patron Necip gibi kapitalizmi “survival of the fittest” minvalli savunan karakterlere bürünme olasılıkları çok yüksek. Risk büyük.

    sen ve necip, düsünce olarak aslinda madalyonun iki yüzüsünüz.

    Uydurmaktan vazgeçiniz.

    Kapitalizmin yılmaz neferlerinden Necip (ve muadilleriyle) madalyonun tarafı değiliz.

    Olmayan şeyleri varmış gibi göstermeye yeltenmeleriniz, liste liste ithamlar yazmanız; sadece kendinizi müşkül hâllere sokmanıza sebep oluyor. Marxist argüman, bu sitede yazdığınız yüzlerce muazzam paragrafı, açıklamayı, izahatı; sırf kişilere olur-olmaz ithamlar fırlatmanız sebebiyle kendi ellerinizle boğuyorsunuz, kendi açıklamalarınızı yine kendiniz yıkıyorsunuz.

  147. 91’e, 101’e, 102’ye, 103’e, 115’e ve 116’ya

    Hayat, her zaman; sizin beklentileriniz, umduklarınız yönünde şeyleri önünüze getirmez.

    Marxist argüman’a veya Gün Zileli’ye karşı mücadele etmiyoruz. (Bilgi notu: Gün Zileli’yle onlarca kez bir araya geldik, yüz yüze görüştük, sohbetler ettlk. Gün Zileli’nin, kapitalizme karşı mücadele ettiğini gözlemledik. Bizleri yakînen tanımıyorsunuz; yakînen tanımadığınız kişiler hakkında olur-olmaz ithamlar savurmayınız.)

    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip’e (ve muadillerine) karşı mücadele ediyoruz.

    ( http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/ )
    14 Temmuz 2013, yorum no 7:

    Necip: “Gun beyin blogunda benim gibi birine rastalamak biraz garip olsa gerek, sundan dolayi: Kategorize etmek isteyenler icin ben bir ‘kapitalist’im. Otomotiv sektorunde dogrudan (yerli ve yabanci) ana sanayiye uretim yapan KOBI-irisi sayilabilcek bir sirketin sahiplerinden bir pir-i faniyim.

    “Kutadgu Bilig’i örnek alın” diyorsunuz; ilk önce kendinizle başlayınız, işaret ettiğiniz eserin yazarı Yusuf Has Hacib kadar olmasa da onun yazım stiline yakın yazabiliyor musunuz – yazamıyor musunuz, çabanızı ortaya koyunuz, kendinizi tartınız, bu sitedeki kişileri peşin peşin yargılamaya soyunmayınız. “Metin, nasıl yazılır?” konusunda yönergeler sıralayacağınıza; kapitalizme karşı mücadeleye sizin de (artan oranda) destek vermeniz, daha rasyonel bir karar olur.

  148. marxist argüman

    anonim 141,

    1. senin gibi, kapitalizmi bu kadar sacma sapan, tutarsiz, mantiksiz, celi$kili ele$tiren bir insana hayatimda ilk defa rastliyorum. yani alaninda ilk ve teksin.

    2. türkcen düzgün olmasina ragmen okuduklarini ve sana sordugum sorulari anlamada zorluk ya$iyorsun; kafanda bir yigin bilgi var ama bunlar arasinda ki alakayi ya da alakasizligi kuracak mantiktan ya da düsünme/analiz yönteminden yoksunsun.

    3. ben sana $unu sormu$tum: senin iddia ettigin gibi insanlarin dogu$tan ortak bir “dogasi/tabiati/fitrati” var ise, ve “bencillik” de bu insan dogasinin özelliklerinden biri ise, sen böyle bir $eyin varligini nasil tespit ettin? ölcülerin, kriterlerin nelerdir?

    sen bu soruma cevap olarak: insanin temel ihtiyaclarindan, yani yeme, icme, barinma, isinma, sex gibi ihtiyaclardan bahsetmissin.

    oysa, insanin “dogasi/tabiati/fitrati” ile kastedilen $ey insanin biyolojik ihtiyaclari degil, insanin ki$iligi, karakteri, psikolojisi, düsünce/davrani$ kaliplari vs.dir.

    sen belli ki bu ikisi arasinda ki farki bilmiyorsun ya da sana göre ikisi ayni $eyler oluyor.

    sorumu tekrar edeyim: insanlarin dogu$tan gelen ortak bir “dogasi/tabiati/psikilolojisi” varsa, peki insanlar arasinda ki bu ki$ilik, karakter, düsünce/davrani$, dünyayi yorumlama, psikoloji vs. farklarini nasil aciklarsin?

    4. taaa 150 milyon yil önce ba$ladigi varsayilan evrim sürecinin, bundan ancak 500 yil önce ortaya cikmi$ bir toplumsal düzen olan kapitalizm ile dogrudan ili$kisi nedir?

    sen bu sacmaliklari nerden okuyorsun? bu sacmaliklari birde kapitalizm ele$tirisi diye burda yaziyorsun? akli ba$inda hickimse bu sacmaliklari ciddiye almaz, haberin olsun.

    5. burda cok degi$ik konularda fikir tarti$masi yapiyoruz, fakat sen hep ayni konuda hep ayni $eyleri yazmayi tercih ediyorsun.
    sen, “kapitalizm” kavramina kendince bir takim anlamlar yüklemi$sin ve kapitalizme sava$ acmi$ don ki$ot gibi saplantili, otist (otizm) bir görüntü veriyorsun.

    bütün bunlardan dolayi senin yazdiklarini ciddiye almak mümkün degil.

  149. “Dünya tarihinde kim var bu kadar dünya tarihini etkileyen?”

    Adina oldurulen insan sayis midir olcut?

    “Kitabi degil kitaplari vardi.. Ömrü yetmecek yazmaga.. bu onun gücünü güsterir..”

    Walla.. ben, yazmaga omru yetmeyecek en az birkac kisi biliyorum. Bu da onlarin gucunu mu gosterir?

    “Ha sahi sen marksi ‘ne ile’ asagilamaga kalkiyorsun?!”

    Siz, benim Marx’i asagilamaya calistigimi mi saniyorsunuz?

    Alakasi yok.

    Ben, sadece, ululamiyorum.

  150. “Yok yaw…”

    War yaw.

    Var da, yanlis anlasilmaya acik olmus. Duzelteyim.

    Ben, ‘ta basindan beri’ derken, baslangic noktasini ‘kaal u bela’ anlaminda kullanmamistim. De Gaulle zamanindan, NATO’nun askeri kanadina uye olMAmaktan bahsediyordum.

    Yoksa, sizin de vurguladiginiz uzere, Farnsa’nin ABD’ye hediyeleri coktur. Bunlar da, haliyle, cok ama cok onemlidir.

    Cunku, butun devletler, bilindigi uzere, diger devletlerle iliskilerini ‘dur bakalim, gecmiste bunlarin bize ne gibi hediyeleri olmus’ diyerek kararlastirir.

    Yaw he he.

  151. “Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.”

    Benim bir arkadasim “bana herhangi birseyi 50 defa anlat, sakkadanak anlarim” der. Bu da oyle bir sey midir acaba?

    O bir yana; herseye gucu yeten, ‘kadir-i mutlak’ rabbim, ezberi daha kuvvetli birisini mi bulamamis, ya da oyle birisini yaratip onu elci tayin etmek mi aklina gelmemis acaba?

  152. “t.c.’yi kuran kemalist rejim, amerikan dünya düzenine comak sokmak orda kalsin, tam tersine nato’nun güney kanadi olarak sosyalist sovyetler birligine kar$i batinin ileri karakolu görevini üstlenmi$; t.c. devleti komünizme set cekme hizmetleri kar$iliginda yillar yili, ba$ta ABD ve almanya olmak üzere, batili emperyalistlerce askeri ve kredi yardimlariyla ödüllendirilmi$tir.”

    Evet. ‘Tutarli’ bir muttefik olursaniz; yani, gereginde kendi askerinizi –kimse acikca talep etmeksizin– 23 cent/kelle gibi son derece kelepir bir bedelle [ https://eksisozluk.com/23-sentlik-askere-dair–450731 ] emirlerine tahsis ederseniz, evet, bu sekilde odullendirilirsiniz.

    Gun gelir de uyanirsaniz –fiyatinizi piyasa fiyatlarina cekmege kalkisirsaniz– ‘Bati ekseninden uzaklasiyor mu?’ turunden (tehdidi kendinden menkul) sorular sorulur.

    Anlarsaniz, amennna, fiyati yeniden gozden gecirmek icin muzakere edebilirsiniz; aksi halde olmadik yerlerde isyanlar, teror faaliyetleri cikar. Cok daha yuksek bedeller odemek durumunda kalirsiniz.

    “saddam rejiminin de bati kar$iti bir pozisyonu yoktu. iran-irak sava$inda ABD ve müttefikleri sii molla rejimine kar$i saddam rejimini desteklemi$lerdi.”

    Gecmise mazi diyoruz.

    Saddam, kendi adina olumcul adimlardan birisini, petrol EUR uzerinden satmak kararini verdiginde atti.

  153. “gerceklere baktigimizda, ABD ve AB’nin Irak ve Suriye’nin bölünmesini kesin ve acik bir dille red ettiklerini görüyoruz.”

    Bir hanim ahbabim bir zamanlar bana sunu anlatmisti:

    Malum, kadinlar ‘gun’ yapar ve cok sayida baska kadinlar (komsular, arkadaslar, akrabalar filan) bu ‘gun’lere gelir.

    Bunlardan birinde, gelenlerden birisi, “kizlar, hic dikkat ettiniz mi? Evli olanlarimizdan cogu, daha once ‘abi’ dediklerimizle evliyiz'”..

    Yani, demem o ki, ‘kesin ve acik bir dille’ de olsa, her soyleneni kaale almayiniz.

    “atalari $anli osmanli imparatorlugunun tarihini hatim ediyor. birde kendisine bir kafadar bulmu$.”

    Boyle, kiskanclik triplerine girmege, cemkrimelere hic gerek yok. Ben size de yeterince zaman ayiririm. Soz. 😉

  154. “Necip; otomotiv sektöründe faaliyet gösteren KOBİ-irisi bir şirkette patron olduğunu açıkladı, kendini tanıttı.”

    Bir degil, bes degil.. hep ayni sakizi cigniyorsunuz; ama, keske dogru durust (ozellikle de ‘durust’) davranabilseydiniz.

    Birincisi, ben, hicbir zaman ‘patron’ oldugumu soylemedim. Hayatimda hicbir zaman kimsenin bana ‘patron’ demesini istemedim, izin dahi vermedim.

    Kelimenin etimolojisi ‘vasi’, ‘koruyucu’, ‘mudafi’ filan gibi baslar, sonra da ‘lord’, ‘master’ gibi (‘aga’, ‘bey’ benzeri) ‘kulluk’ iliskisine isaret eder hale doner. Hindistan’daki ‘sahip’ kelimesine benzer bir seyir gosterir.

    Ben, herhangi birisinin bir baskasina ‘patron’ demesini o kisinin yalakaligi, ve kendi kendisini asagilamasi olarak gorurum.

    ‘Kula kulluk’un bir tur tescili olan bu hitabi sizin bu kadar hovardaca kullanabiliyor olmanizi sadece yadirgamakla kalmiyor, siddetle de reddediyorum.

    Lutfen, kendi asagilik komplekslerinizi kendinize saklayiniz.

    Gelelim ikinci noktaya: Bir sirketin sahiplerinden birisi olmak, o sirketin ‘sahibi’ olmak anlamina gelmedigi gibi, sirketin sahibi olmak demek de o sirkette calisanlarin ‘sahibi’ olmak anlamina kesinlikle gelmez.

    Bu nuansi idrak edemiyorsaniz, anlamaniz gereken cok sey var demektir.

    Bir de, evet, ‘sermaye’nin parcasi olmak bazi durumlarda ayricaliklar anlamina da gelir. Ama, ayni sekilde, ilave sorumluluklar anlamina da gelir: Herkes evine gittikten sonra, kimsenin sorumluguna girmeyen seyleri siz halletmek zorundasinizdir. Becerebilirseniz, amenna. Beceremezseniz, ne sirket kalir ne de ‘sahiplerinden birisi olmak’.

    Yani, siz pek de anlamak istemeseniz bile, her yerde oldugu uzere, ‘survival of the fittest’ burada da gecerlidir.

  155. Hülagü Özalp

    Bir hafta kadar önce boykot ve hayır arasında kararsız olduğumu yazmıştım. Gün bey çok güzel bir cevap vermiş, teşekkür ederim.

    Siyasetle pek alakalı gibi görünmese de, egomu yenmeyi, hatta mümkünse tamamen yok etmeyi hayattaki en büyük amaçlarından biri yapmış biriyim. Bencilliğin hayattaki güzel ve değerli amaçların önünde duran en büyük engel olduğunu düşünüyorum. Kendimi bir kez daha sorguladığımda boykota iten nedenlerin genelde egomdan kaynaklandığını fark ettim. Aylar önce bu maddeleri daha ilk okuduğumda tepkim “iki gram olsun insanlık onuru sahibi biri böyle yönetilmeye razı gelemez” olmuştu, hala da aynı şekilde düşünüyorum. Buradan hayır çıkması için AKP’lilerin oyuna ihtiyaç duyuyor olmak hala egomu rahatsız ediyor. Ama kim ne diyor diye bakmadan ahlaken açıkça doğru olanı yapmak daha ağır basıyor.

    Aynı şey oy verip referandumu meşrulaştırma konusundaki çekincem için de geçerli. Bir tarafım hala “uysalca” hayır oyu verip gitmek yerine “sen kimsin ki bana böyle aşağılık bir soru soruyorsun” diyerek oy pusulasını buruşturup devletin suratına fırlatmamı söylüyor. Ama bunun yine egomun sesi olduğu da ortada. Böyle yaparak belki kendimi tatmin ederim ama bu kimse için olumlu yönde bir adım olmaz. Ayrıca en aşağılık teklif karşısında bile, refleksel olarak bile olsa hayır demek ardından bana o soruyu sorma cüretinde bulunan sistemden hesap sorma hakkımı ortadan kaldırmıyor.

    Son olarak: hayır cephesinin ne kadar zor ve asimetrik şartlar altında, neleri göze alarak emek verdiği ortada. Onlar böyle onurlu bir mücadele vermişken, iki adım ötemdeki okula oy vermek için gitmeyip de seçim akşamı bilgisayar başında hayır çıkmasını beklemeyi kendime yediremeyeceğimi anladım. Evet, galiba burada “egomu dinlememe” prensibimle çelişiyorum, ama o kadar da olsun artık 🙂

    Dolayısıyla son kararım HAYIR.

  156. “Bilgi notu: Gün Zileli’yle onlarca kez bir araya geldik, yüz yüze görüştük, sohbetler ettik.”

    Zileli, kisa bir sure icin de olsa, gencliginde ‘bakicilik’ da yaptigini yazmisti [ http://www.gunzileli.com/2013/08/25/iki-kemalizm/ ], fakat terapi seanslari duzenledigini bilmiyordum.

    Fakat, pek de faydasi olmus gibi gorunmuyor.

    Olsun.

    Nasildi o laf?

    Evet, ‘Allahtan umit kesilmez’..

    Umudunuzu kaybetmeyiniz.

    Acil sifalar dilerim.

  157. İnsan doğası tartışılırken insanın yeme-içme, barınma gibi zorunlu, hayati doğal ihtiyaçları ile böyle olmayan ikincil doğal ihtiyaçları arasında bir ayrım yapmak lazım.

    Ayrıca insanlarda bu tür ihtiyaçların, mesela bir cinselliğin diğer canlılarda olduğundan farklı ve karmaşık olması da önemli bir noktadır. Herşeyden önce “cinsellik” kelimesi insan toplumundaki kadın-erkek ilişkileri söz konusu olunca yetersiz kalıyor.
    Hatta bazı kişiler karşı cinse çok çeşitli, farklı, karmaşık duygular besleyebileceğinden “aşk” kelimesi de bu duyguları tarifte yetersiz kalabilir. Burada özellikle kastettiğim bazen kimi insanların, en azından erkeklerin, karşı cinsten birine aşık olmadan da duygusal olarak bağlanabilmeleridir. Yani birinden hoşlanmalarına ve cinsel istek duymalarına rağmen ona yakın arkadaş, kardeş, abla ve anne gibi duygularla bağlanıp böyle kalabilirler. Burada birlikteliğin olmadığı ya da platonik durumlardan bahsediyorum. Bunun dışında birbirlerine böyle hissedip arkadaş olarak birlikte olanlar da olabilir.

    Bazı insanların kadın-erkek ilişkileri dışında da genelde böyle karmaşık kişilikleri olabileceği unutulmamalı. Fazla duygusal olan ama duyguları aniden değişebilen, duygu karmaşası yaşayan, içinde zıt duyguları çatışan kişiler de olabilir.

    Yani kısacası “insan doğası” diye bir şey vardır ama temel bazı özellikler dışında değişen-dönüşen, dolayısıyla tamamen olamasa da kısmen değiştirilebilen, dönüştürülebilen bir doğadır bu. Örneğin bu konu açısından bakarsak insanın karşı cinse doğal duygular hissetmesi değişmez, ama bu duygular çok farklı, değişen, karmaşıklaşan biçimlerde olabilir.

  158. Şanlı atalar

    Şanlı Osmanlı atalarımızdan söz etmişken.

    Marx, Engels, Lenin ve Troçki’yi daha iyi anlamak için de onların şanlı Habsburg ve Romanov atalarının tarihini hatmetmemiz gerekmez miydi?

  159. marxist argüman

    hülagi özalp’in 150 nolu yorumuna cevaben:

    “ego”suna sava$ acmak mi, neden?

    “ego” sözcügünü benlik, gurur, ki$isel tatmin gibi degi$ik sözcüklerle tarif edebiliriz.

    gelgelelim, hülagü özalp, bugün 80 milyon insani güden ve t.c. devletini yöneten bir tayyip erdogan olmadigi icin, “ego” sözcügünü yukarda ki anlamda kullanmak isabetsiz olur.

    hülagi’nin yazdiklarindan, “ego” ile anlatmak istedigi $eyin bilinc ve mantik oldugunu anlamak zor degil.

    “ego” kavramini ister “benlik/gurur/ki$isel tatmin” anlaminda kullanalim istersede “bilinc/mantik” anlaminda kullanalim, her iki durumda da sorulmasi gereken soru:
    “ego”ya sava$ acip, ego’sunu yenmek, yer ile yeksan etmek neden?

    dikkat edilirse, ego’sunu yenmek, “bencilligi, egoizmi” yenmek, dolayisiyla “erdemli insan” olma; “insani kamil” mertebesine ula$mak anlaminda kullaniliyor.

    oysa, ego dedigimiz olgu -buna ben-cil/ego-ist de denilse farketmez-, ki$inin orjinalitesidir, özgünlügüdür, tek tek insanlari birbirinden ayirt eden özelliktir.

    istisnasiz bütün toplumsal ili$kilerin “eleme” prensibi üzerine in$a edildigi; toplumsal cikar ili$kilerinin zit/uzla$maz karakterinin belirleyici oldugu günümüz kapitalist rekabet toplumunda “payla$imci/hümanist” sifatlarinin “erdemli insan” anlaminda kullanilmasi tesadüf degildir.

    “ego”suna sava$ acip ego’sunu yenmenin diger bir anlami da toplum icinde erime, toplum ile kayna$ma, gerektiginde vatan, millet, devlet, kamu yarari vs. icin
    kendini feda etme anlamina da geliyor.

    dolaysiyla, hülagi gibi insanlarin yaptigi gibi ego’suna sava$ acmanin alki$lanacak bir tarafi olmadigi gibi, bir insani kötürümle$tiren bir dü$üncedir de ayni zamanda.

    hülagi’nin kendisi ile yaptigi muhasebede ya$adigi ikilem: bilincli/mantikli muhakeme ile tercih yapmak mi, bilinci/mantigi devre di$i birakip, “evet” ile “hayir” seceneklerinden mutlaka birini tercih etme, muhakkak taraf olma mi, ikilemi oldugu anla$iliyor.

    bütün bunlar bir yana, hülagi’yi neticede sandik ba$ina götüren asil dürtünün “ego” ya da “egosuzluk” olmadigini $urdan rahatlikla anlayabiliriz: “…….seçim akşamı bilgisayar başında hayır çıkmasını beklemeyi kendime yediremeyeceğimi anladım.”

    örnek, referandumda evet mi hayir mi cikmi$, benim umrumda degil, cünkü benim günümüz toplumunda ele$tirdigim, yanli$ buldugum ili$kiler ne evet ne de hayir ile degi$ek ili$kiler degil.

    fakat hülagi gibi, sandiktan “hayir” cikmasini bekleyen, cünkü hayir cikarsa bunun devlet ve toplum icin daha “hayirli” olacagini dü$ünen bir insanin kararini biraz ertelese de eninde sonunda secim sandiginin ba$ina gitmesi, sözkonusu bu insanlarin secimlere/referanduma kendilerince yükledikleri anlam ve beklenti ile alakalidir.

  160. K-Marks bilim adamidir. Bilim kutsaldir..Marks önemli bir bilim adamidir.isine gelmeyebilir eger is adamiysan..

    Marksin fikirleri gelistirilebilir,degistirilebilir.Bu onun gücünde,dogrulugundan gelmektedir..

  161. Balkan oligarşisinin sonu hepimize hayırlı olsun. Ne kendileri etti rahat, ne halka verdiler huzur, yıkıldı gittiler cihandan, dayansın ehl-i kubur. Darısı Başkan oligarşisinin başına.

  162. Hayir diyen bölgeler demokrasiyle yönetilsin.Evet diyen yerleri Erdogan yönetsin..

  163. “K-Marks bilim adamidir. Bilim kutsaldir..Marks önemli bir bilim adamidir.”

    Neresinden baslasam..

    1) ‘Bilim’ kutsal filan degildir. Sadece, bir ‘anlama’ cabasidir.

    2) Marx da, evet, bir ‘anlama cabasi’ sergilemistir. Butun ‘bilim’ alanlarinda degil; spesifik olarak sosyoekonomi uzerinde dusunmustur. Katkilari, yerine gore, onemlidir. Ama, bunlar Marx’i ‘kutsallar’ arasina sokmaz.

    3) Fanilerden ‘kutsal’ peydahlamaktaki isrardan vazgecmek gerekir.

    Insanlari ve/ya fikirlerini ‘kutsal’ mertebesine cikarip tartisilmaz kilmak, insanliga fayda getirmez –bence.

    “isine gelmeyebilir eger is adamiysan..”

    Engels’in isine gelmis de, benim mi gelmeyecek?

    Keske Karl Marx kalibresinde benim de bir danismanim olsa 😉

    “Marksin fikirleri gelistirilebilir, degistirilebilir. Bu onun gücünde, dogrulugundan gelmektedir..”

    Kisacasi, Marx’in fikirlerinin, tartismak ve (ongordugu mahsurlardan sakinmak da dahil) istifade etmek icin, iyi bir baslangic olabilecegini soyluyorsaniz, ona katilirim.

  164. “Şanlı Osmanlı atalarımızdan söz etmişken.”

    ‘Şanlı’ mi?

    Bu kelimeyi burada kullanan oldu mu? Rastlamadim. En azinda ben kullanmadim.

    Dahasi, ‘atalarımız’ diyen de olmadi, benim bildigim kadariyla.

    Benim baktigim yerden, mesele, Osmanli’nin ‘sanli’ olup olmadigi ya da ‘atalarimiz’ baglaminda savunulmasi degil.

    Kime ve nasil olurlarsa olsun, bu topraklarda, 600+ sene boyunca yonetimdeydiler. Bazi seyleri yanlis bazilarini da dogru yapmis olmalilar –onca sene yonetimde kalabilmis olduklarina gore.

    Ben, kendi adima, o dogrularin ve yanlislarin neler oldugunu bilmek isterim/istiyorum. Benzer yanlislari –elden gelirse–yapmamak, dogrularin da uzerine –imkan olursa– birseyler bina etmek icin.

    Bu yaklasimin neresi yanlis?

    “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’yi daha iyi anlamak için de onların şanlı Habsburg ve Romanov atalarının tarihini hatmetmemiz gerekmez miydi?”

    Bilmenin, bilgi ile donanmis olmanin, yanlis oldugunu soylemek mumkun degil; tabii ki.

    Ama, ‘bilmek’ baglamindaki ilk hataniz (bence) sudur:

    Saydiginiz bu iki ‘sanli’ hanedan ile Osmanli’nin cok temelden –radikal ve fundamental bir bicimde– farkli oldugunu gozardi etmissiniz.

    Osmanli’da, ‘hanedan’ kavrami, cagdaslarindan cok farklidir:

    Devletin (ve ‘mulk’un) yonetimi akraba-i tallukat arasinda paylasilmis degildir.

    Yani, dukler, baronlar, lordlar vb vs yoktur. Kanbagi/soybagi uzerinden (ya da baska sekilde) bir aristokrasi sozkonusu degildir.

    ‘Hanedan’ sadece ‘Padisah’ anlamina gelir. Diger butun makamlar ve mevkiler hep hanedan-disi kisilerin uhdesindedir. Bu kisiler de gelip gecicidir.

    Bu iyi/faydali bir sey miydi, kotu/zararli bir sey miydi? Tartisilir.

    Ama, ayni olmadiklarini bilmek ve birinden birisine paraleller cizmeden once bunu dikkate almak gerekir bence.

    Bska bir deyisle, bir ‘uzmanlik korlugu’ ile, Habsburg hanedaninda (neredeyse Avrupa’nin tamaminda: https://en.wikipedia.org/wiki/House_of_Habsburg ) ya da Romanov hanedaninda (Rusya’da ve Avrupanin geri kalan dogusunda: https://en.wikipedia.org/wiki/House_of_Romanov ) ‘su oldu, bu oldu’ deyip, bunlarin tipkisinin (hatta benzerinin) Osmanli’da da oldugunu (ya da olmasi gerektigini) varsaymak bence dogru degil.

    (Sirf bir nirengi noktasi olsun anlaminda soyluyorum bunu) Tanzimat’tan beri, bizim kendisine ‘aydin’ diyenlerimiz, Bati’yi anladiklarini dusundukleri oranda (ne kadar anladiysalar, artik) bu topraklardaki sorunlari ve cozumleri anladiklarini/bildiklerini zannettiler. Bu topraklari cok da anlamadan, tabii ki.

    Ozunu anlamadiklari, anlamak bile istemedikleri, yapilari ve toplumu, tepeden inme (ve yalap-sap) ‘cozum’lere gark ettiler. Iyi niyetliydiler muhakkak; ama, cehaletlerinin farkinda degildiler.

    Bence, artik iyi niyetli yari-cahilleri bastaci etmek yerine, mukayeseli analiz yapabilen (her iki cenahi da yeterince bilen, anlamak gayreti serileyen) bir yaklasim sergilememizin zamani coktan geldi, geciyor bile.

  165. İhtiyar çoban

    ”Kötü günleri görmezseniz mutlu günleri değerini anlayamazsınız.” Şarlo (C.C) – ”Güvendiğin padişahın o da bir gün devrilir.” P. S. Abdal – ”Zulmün büyüsün.” Halk
    -Bir ülkenin başına bela olun; baş olursunuz.” Ben.
    Umut, insanlarladır. ‘Büyük insanlık’ yine de yüzde 49 ile itiraz etti. Yeter şimdilik!

  166. 143’e

    Marxist argüman, siz; pek çok kapitalistin (Necip dahil), “survival of the fittest” konseptini kendilerine mühimmat yapıp, insanın “evrim süreci”nin kapitalizme temel teşkil ettiğini (sandıklarını) göremeyecek kadar tecrübesiz birine benziyorsunuz. “GegenStandpunkt”daki deponuzda sıkıştığınız, başka kaynaklara yönelemediğiniz için; muhtemelen bilginiz yok, bu nedenle hep ithamlar saçıyorsunuz. Size sürekli izah ettik, anlamazdan geldiniz: İnsanın “evrim süreci”, kapitalizmi açıklamaya tek başına yetmez; kapitalizm, aslen, “sosyo-ekonomik” bir konudur. İnsanları sömüren Necip gibi bir patron, kapitalizmin “sosyo-ekonomik” kısmına asla temas etmez; daima “birey(cilik)” kültü, daima “mutlak hedonizm” üzerinden kapitalizmi savunduğunu zanneder. Sizi de; “Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonları” örnek göstererek, evrim sürecinde kapitalizmin ne ölçüde olduğunu bilip bilmediğinizi test eder. Siz, eğer evrim sürecini bilmiyorsanız (ya da bilip önem vermiyorsanız); Necip gibi bir laf hokkabazının parmaklarında oynattığı bir kuklaya dönüşürsünüz.

    SİZE SON KEZ İZAH EDİYORUZ: Eğer; kapitalizm, (Necip’in zırvaları gibi) sadece insanın evrim süreciyle açıklanırsa, eksik kalır. Kapitalizm, aslen, “sosyo-ekonomik” bir konudur.

    Şimdi (nihayet) anlamışsınızdır marxist argüman.

    141 no’lu metnimizin BÜTÜNÜNÜ OKUMUYORSUNUZ, SADECE (YİNE) “CIMBIZLA SEÇMECE YAPIYORSUNUZ”; işinize gelen yerleri eleştirdiğinizi zannediyorsunuz.

    senin gibi, kapitalizmi bu kadar sacma sapan, tutarsiz, mantiksiz, celi$kili ele$tiren bir insana hayatimda ilk defa rastliyorum. yani alaninda ilk ve teksin.

    Verecek cevap bulamadığınız için ithamlar saçıyorsunuz, yormayın kendinizi daha fazla.

    Saçma sapan olmayan, tutarlı, mantıklı, çelişkisiz eleştiriyi sadece siz (veya başkaları) yapmıyorsunuz. Kendi kendinize bazı misyonlar yüklemişsiniz, bu sitede sizin misyonunuza uygun yazanlar yoksa hemen direksiyonu kırıp, liste liste ithamlara başlıyorsunuz.

    Bizlerle (bizim gibi insanlarla) günlük hayatınızda hiç görüşmüyorsanız (veya seyrek görüşüyorsanız); bunda bizim suçumuz yok. “GegenStandpunkt”daki deponuzda sıkışmışsınız, kendi akvaryumunuz dışına da biraz çıkın, neler olup bittiğini araştırın, gözlemleyin; o zaman “ilk ve tek” olMAdığımızı (belki) anlarsınız.

    türkcen düzgün olmasina ragmen okuduklarini ve sana sordugum sorulari anlamada zorluk ya$iyorsun; kafanda bir yigin bilgi var ama bunlar arasinda ki alakayi ya da alakasizligi kuracak mantiktan ya da düsünme-analiz yönteminden yoksunsun.

    Yine boş ifadeler.

    Bu sitede; “gramer (dilbilgisi) & yazım stilleri zabıtalığı” yapmak amacımız değil.

    Yukarıda da uyardık; bu sitede, kendi misyonunuzla örtüşmeyen yazılar gördüğünüzde, hemen, alâka bulmanın – mantık kurmanın – analiz yapmanın sadece size has olduğunu zannedip, sizin misyonunuza uyum göstermeyenleri çöp kutusuna gönderiyorsunuz. Dayatmacısınız.

    Verecek cevap bulamadığınız için ithamlar saçıyorsunuz, yormayın kendinizi daha fazla.

    oysa, insanin “dogasi-tabiati-fitrati” ile kastedilen $ey insanin biyolojik ihtiyaclari degil, insanin ki$iligi, karakteri, psikolojisi, düsünce-davrani$ kaliplari vs dir. sen belli ki bu ikisi arasinda ki farki bilmiyorsun ya da sana göre ikisi ayni $eyler oluyor.

    Öyle mi; buna siz mi karar veriyorsunuz? Hani, nerede “materyalizm”? Yoksa birdenbire materyalizmi bırakıp; “insancıl” ve “moralist” olmaya mı kadar verdiniz? (Not: Siz de, insancılsınız; ama kabul etmeye henüz hazır gözükmüyorsunuz.)

    “GegenStandpunkt”daki deponuzda anlatılmıyor mu bunlar? Dersinize iyi çalışmadınız mı?

    Marxist argüman, size defalarca yazdık; siz, tereciye tere satmaya çalışıyorsunuz, kimlerle muhatap olduğunuzun farkında değilsiniz.

    Siz, kelimelerimizi, sanki birer şifreymiş gibi, sanki birer kod’muş gibi, heyecanlı heyecanlı çözmeye uğraşıp vakit harcadığınızdan; hem ne yazdığımızı anlamıyor, hem ithamlar saçıyorsunuz.

    Burada, “kapitalizmin katliamları” konusuyla ilgili yazışıyoruz. Size, 141 no’lu metnimizde; insanın doğuştan gelen temel özelliklerinden 3 tanesini, kapitalist sistemin ısrarla körüklediğini hatırlattık. Eğer bu özellikler, kapitalizm tarafından daima körüklenirse (ki körükleniyor!); insanın daha fazla bencilleşeceğini izah ettik. İnsanın kişiliği, karakteri, psikolojisi, düşünce-davranış kalıpları ve benzer diğer özellikleri; “anne rahminden çıktıktan sonra, maruz kaldıkları neticesine göre büyük ölçüde şekillenir.” 141’de ne yazdığımızı BÜTÜNÜYLE OKUMADINIZ, “İŞİNİZE GELMEYEN KISIMLARI” ATLADINIZ:

    Marxist argüman; aşağıdaki kısmı anlamak için okuyunuz #1:

    “Bencillik” meselesi, yukarıda hatırlattığımız (uzatmamak için, 3 madde yazmıştık yukarıda) insanın en temel özellikleri için geçerlidir; bebek, anne rahminden çıktıktan sonra “bencil özellikleri” değişiklik göstermeye başlayabilir, insan %100 ölüm makinesi olMAmaya alıştırılabilir. Anne rahminden çıktıktan sonra, eğer o bebeklerin (hayatta kalabilmek için, içlerinde zaten var olan) bencil özellikleri körüklenip, bebekler, ilerleyen yaşlarda, “kapitalizmin yılmaz neferleri”ne dönüştürülürse; asıl tehlike işte o an başlar. Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) “İnsanın aç gözlü olmasını değiştiremeyeceğimize göre, kapitalizme karşı mücadele etmek; ahmaklıktır.” zırvası ile; anne rahminden çıkan bebeğin, büyürken de daima bencil kaldığı, bunun asla değiştirilemeyeceği, tam da bu sebeple kapitalizme karşı çıkmanın aslında hayatın kendisine karşı çıkmak olduğu yalanını yayar.

    Marxist argüman; aşağıdaki kısmı anlamak için okuyunuz #2:

    Bir bebeğin (daha çok, “insan” türünde olanını işaret ediyoruz), anne rahminde geçirdiği 9 aylık sürenin evrelerini araştırmak, bulguları tartışmak elbette önemli. Bu hususta “Ogürsel” isterse tecrübelerini aktarabilir, çünkü mesleği “kadın doğum uzmanlığı”. Bebek, anne rahminden dışarı çıktığı an; bencillik de, rekabet de, daha hızlı ilerler. Bebek, daha aile ortamı içindeyken, kapitalist doktrinasyona maruz kalarak, sistemin kölesi olmak yolunda ilk adımlarını atar. “Kreş”, “anaokulu-sınıfı” çağına gelene kadar, ne yazık ki, kapitalizm tarafından büyük ölçüde şekillendirilmiş, büyük ölçüde dizayn edilmiştir artık. Müdahale etmezsek, yani kapitalizmi ortadan kaldırmazsak, bu bebeklerin, patron Necip gibi kapitalizmi “survival of the fittest” minvalli savunan karakterlere bürünme olasılıkları çok yüksek. Risk büyük.

    taaa 150 milyon yil önce ba$ladigi varsayilan evrim sürecinin, bundan ancak 500 yil önce ortaya cikmi$ bir toplumsal düzen olan kapitalizm ile dogrudan ili$kisi nedir? sen bu sacmaliklari nerden okuyorsun? bu sacmaliklari birde kapitalizm ele$tirisi diye burda yaziyorsun? akli ba$inda hickimse bu sacmaliklari ciddiye almaz, haberin olsun.

    Evrim sürecinin de, kapitalizmin de; “başlangıç tarihleri saptaması”nı yapmaya uğraşan sizsiniz, biz değiliz.

    Biz; Necip gibi kapitalistlerin motto’su “survival of the fittest” konseptini insan hayatına da ikame edemeyeceğini, bunun zırva olduğunu anlatıyoruz. Necip gibi kapitalistlerin; kapitalizmin sadece evrim sürecindeki konumunu dikkate alıp, asıl olan “sosyo-ekonomik” kısma ısrarla temas etMEdiğini anlatıyoruz. Siz ise, marxist argüman; bizim hâlâ, “evrim süreci” ile “kapitalizm” arasındaki bağı ön plana çıkardığımızı zannediyorsunuz. Bu tuzağı kuran, kapitalist Necip; hâlâ göremiyor musunuz? Size; “Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonlar” ile “kapitalizm” arasında (sözde!) bağ olduğu zırvasını yazdı, cevap veremediniz:

    ( http://www.gunzileli.com/2017/03/26/fikret-baskaya-referandumun-akpcesi/ )
    2 Nisan 2017, yorum no 34:

    Marxist argüman: “necip, senin buna cevaben yazdigin, benim yazdigimi cürütmek orda kalsin, arada alakayi nasil kurdun, anlamis degilim.

    3 Nisan 2017, yorum no 42:

    Marxist argüman: “necip, 38 nolu yorumda yazdigin cevap beni tatmin ve ikna etmedi. neyse, o konuyu gecelim.

    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan Necip’in zırvalarını hem sitenin ziyaretçilerine, hem size defalarca açıkladık; görmezden geldiniz:

    Galapagos Takım Adaları’ndaki organizmaların (planktonların) düzeniyle, sizin hatırlattığınız “insanlar arasındaki parasal düzen (çiftçilerin, piyasada satamadıkları mahsûlleri denize dökmesi, yola dökmesi, ezmesi ve benzeri protestolar)” arasındaki (sözde!) bağı kapitalist patron Necip gibiler şöyle izah ettiğini sanıyor: Necip gibiler; özellikle Charles Darwin’in çalışmaları neticesinde epey ilerleme kaydedilen “evrim teorisi”ni, ve Herbert Spencer’ın kavramlaştırdığı “survival of the fittest” konseptini istismar ederek, bütün bu verileri-olguları-tespitleri bağlamından kopararak; “kapitalizmin mutlak ve meşru olduğu zırvası”na dayanak noktası icat ettiklerini sanıyorlar. Siz, marxist argüman, bu kavramların & konseptlerin, kapitalistler tarafından nasıl istismar edildiğini; ya bildiğiniz hâlde önem vermiyorsunuz, ya hiç bilmiyorsunuz. Tam da bu sebeple, size; “GegenStandpunkt”taki deponuzda mevcut kaynaklarla yetinmemenizi, başka kaynaklara da yönelmenizi öneriyoruz. Sizin ısrarla yaptığınız ise; aktardığımız metinlere olur-olmaz ithamlarda bulunmak, “metinler içinden cımbızla çekmece oyunu” oynamak. “Kapitalist (sözde ‘serbest’) piyasa ekonomisi”ni izah ederken Necip (ve muadilleri); Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonların (“doğa”daki) düzenine işaret ederek, Afrika’nın uçsuz bucaksız ormanlarındaki (“doğa”daki) aslanların hem soydaşlarını hem diğer yaşam formlarını nasıl sömürdüğüne işaret ederek; kapitalist sistemin de “doğa”daki gibi işlediğini, güçlünün güçsüzü yendiği (survival of the fittest) düzenin “insanlar arasında da olmasının normal karşılanması gerektiği”ni dikte ederler; çiftçilerin, satamadıkları mahsûlleri ezmesini, yollara protesto amaçlı dökmesini normal kabul ederler. Siz ise, marxist argüman, “ebola virüsü” gibi bir vakayı getirerek kapitalizme bağladımızı zannediyorsunuz; ısrarla, olur-olmaz ithamlarda bulunuyorsunuz.

    Son kez uyarıyoruz:

    Bitkiler ve hayvanlar aleminde var olduğu genel kabul gören “güçlünün güçsüzü yendiği doğadaki düzen” söylemini insan hayatına da ikame edenler, piyasaların “verimliliği arttıran özellikler taşıdığı”nı savunanlar, ve bütün bunlara “kutsiyet” atfedenler; piyasalardaki sonucun gerçekte neler olduğunun normatif değerlendirmesini yasaklar. Bu yaklaşım; piyasaların bizzat kendisini ve oradan gelen sonuçları bütünüyle saf dışı bırakır. Şu “kutsiyet” atfedilen, güçlünün güçsüzü yendiği doğadaki düzenin insanda da var olduğu perdesi kaldırıldığında; problemin ne olduğu apaçık ortadadır: Organizasyonların kural koyma esnasında yarattıkları adaletsizlikler ve bunların nasıl uygulandığı meselesi.

    Bernard E. Harcourt
    “Serbest Piyasa Ekonomisindeki İllüzyonlar: Ceza ve Güçlünün Güçsüzü Yendiği Doğadaki Düzen”

    burda cok degi$ik konularda fikir tarti$masi yapiyoruz, fakat sen hep ayni konuda hep ayni $eyleri yazmayi tercih ediyorsun. sen, “kapitalizm” kavramina kendince bir takim anlamlar yüklemi$sin ve kapitalizme sava$ acmi$ don ki$ot gibi saplantili, otist (otizm) bir görüntü veriyorsun.

    Sizin “cok degi$ik konularda fikir tarti$masi” yapmanız; kapitalizmin işlediği cinayetleri tartışmamızı geciktiremez. Neyi tercih etmemiz gerektiğini; size (veya başkalarına) göre belirlemiyoruz.

    Kapitalizmi savunanların, “evrim süreci”ni nasıl istismar ettiklerini araştırınız, öğreniniz; “GegenStandpunkt” deponuzda sıkışıp kalmayınız, kapitalist Necip size tuzaklar kurduğunda bu tuzaklara düşmeyiniz. Kapitalizme nasıl anlamlar yüklenmesi gerektiğine, siz (veya başkaları) karar vermiyorsunuz; kendinize yüklediğiniz misyonları başkalarına da dayatmaktan vazgeçiniz.

    Kelimelerimizin hiçbirinde şifre & kod yok iken, sizin ısrarla “şifre & kod çözme merakınızın kabarması” yetmiyormuş gibi, şimdi de otizm teşhisi koyma misyonu biçmişsiniz kendinize; bu tavırlar, size hiç yakışmıyor marxist argüman. Sırf başkalarına olur-olmaz ithamlar savurmanız nedeniyle; kendi yazdığınız yüzlerce paragrafın kıymetini kendi ellerinizle yok ediyorsunuz. Yazık.

    Marxist argüman, en azından sizin kadar;
    Tepeden inmeci (yukarıdan-aşağı yönlü şekillendirici),
    Yüksek perdeden bağıran,
    Kalıpsal-kalıpçı,
    “En doğru analizler benden gelir” maksatlı yazılar yazan,
    Emrivaki,
    İşaret parmağınızı sinirli sinirli sallayıp, metinlerinizi okuyan kişileri hizaya sokmaya meraklı,
    Dayatmacı,
    İsanların düşüncelerini torna tezgâhından geçirmeye hevesli Don Quixote’lar değiliz.

    bütün bunlardan dolayi senin yazdiklarini ciddiye almak mümkün degil.

    Size tavsiyemiz #1: Kapitalizme karşı mücadelenizi artan oranda sürdürün yeter. Biz, size karşı değiliz.

    Size tavsiyemiz #2: Bu sitede, ithamlarınızı liste liste sıralamak için beyhude fırsatlar kollayacağınıza; gayet tecrübeli olduğunuz “Gewaltmonopol des Staates (The monopoly of the legitimate use of physical force)” konusu ile ilgili daha fazla yazmanız daha rasyonel olur, biz de sizi destekleriz marxist argüman.

    Bizim yazdıklarımızı “cımbızla seçerek okumaya hevesli olduğunuz için”; anlamanız uzun tutuyor. Tam da bu sebeple; kapitalist Necip’in kurduğu tuzaklara düşmeye devam ediyorsunuz.

    “GegenStandpunkt”daki deponuzla yetinmeyiniz; başka kaynaklara da yönelmeyi deneyiniz.

  167. Bir degil, bes degil.. hep ayni sakizi cigniyorsunuz; ama, keske dogru durust (ozellikle de ‘durust’) davranabilseydiniz.

    Alış. Bu daha başlangıç…

    Doğruları yazıyoruz, doğru davranıyoruz.

    Dürüstlük seviyemizi ölçmek seni ilgilendirmez.

    (1) —ben, hicbir zaman ‘patron’ oldugumu soylemedim. Hayatimda hicbir zaman kimsenin bana ‘patron’ demesini istemedim, izin dahi vermedim.

    (2) —Kelimenin etimolojisi ‘vasi’, ‘koruyucu’, ‘mudafi’ filan gibi baslar, sonra da ‘lord’, ‘master’ gibi (‘aga’, ‘bey’ benzeri) ‘kulluk’ iliskisine isaret eder hale doner. Hindistan’daki ‘sahip’ kelimesine benzer bir seyir gosterir.

    (3) —‘Kula kulluk’un bir tur tescili olan bu hitabi sizin bu kadar hovardaca kullanabiliyor olmanizi sadece yadirgamakla kalmiyor, siddetle de reddediyorum.

    Zibidi patron, yalan atma.

    İştahla kabul ediyorsun.

    “Sahip” ve “patron” kelimeleri hakkında senin “etymological lecture”ına ihtiyacımız yok.

    Bu sitede, senin “ölümcül kapitalistliğin” ve “KOBİ-irisi bir şirketin sahiplerinden olman” neticesinde sana “patron” deniyor; sen kabul etsen de etmesen de gerçek bu. Etimolojik analiz kasarak; kelimenin kökünü, eş anlamlarını, çeşitli medeniyetlerdeki kullanımlarını ve benzerlerini izah etme çırpınışın boşuna. Bu sitede; kendi yazdıkların neticesinde “ken emici patron” olduğun apaçık, ne olduğun belli.

    İsminin başına & arkasına konan rütbeleri sen kabul etsen de etmesen de; kan emici bir kapitalist, kan emici bir “patron” olduğun gerçeği değişmiyor.

    ( http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/ )
    14 Temmuz 2013, yorum no 7:

    Necip: “Gun beyin blogunda benim gibi birine rastalamak biraz garip olsa gerek, sundan dolayi: Kategorize etmek isteyenler icin ben bir ‘kapitalist’im. Otomotiv sektorunde dogrudan (yerli ve yabanci) ana sanayiye uretim yapan KOBI-irisi sayilabilcek bir sirketin sahiplerinden bir pir-i faniyim.

    Ben, herhangi birisinin bir baskasina ‘patron’ demesini o kisinin yalakaligi, ve kendi kendisini asagilamasi olarak gorurum. Lutfen, kendi asagilik komplekslerinizi kendinize saklayiniz.

    Bak bak bak yukarıdakileri yazana; hem suçlu hem güçlü zibidi patron.

    Senin gibi “yüksekten zırvalar” saçmaktansa, aşağıda kompleksli olmak; onurdur. Ve bütün komplekslerimizi biriktirip; şirketokrasi hegemonyanıza karşı mücadele ediyoruz.

    Bir sirketin sahiplerinden birisi olmak, o sirketin ‘sahibi’ olmak anlamina gelmedigi gibi, sirketin sahibi olmak demek de o sirkette calisanlarin ‘sahibi’ olmak anlamina kesinlikle gelmez.

    Gelir.

    Senin gibi ölümcül bir “patron”, KOBİ-irisi şirketinde, insanları daima sömürür; gerçek bu. Yukarıda yaptığın gibi etimolojik analiz kasarak, kapitalist ölümcüllüğünü örtemezsin; ne olduğun belli.

    evet, ‘sermaye’nin parcasi olmak bazi durumlarda ayricaliklar anlamina da gelir. Ama, ayni sekilde, ilave sorumluluklar anlamina da gelir: Herkes evine gittikten sonra, kimsenin sorumluguna girmeyen seyleri siz halletmek zorundasinizdir. Becerebilirseniz, amenna. Beceremezseniz, ne sirket kalir ne de ‘sahiplerinden birisi olmak’.

    Metnimizin girişinde de yazdık: “Zibidi patron, yalan atma.”

    Zibidi patron, “vakurluk” taslayıp kendini daha fazla rezil etme.

    Senin tek sorumluluğun var: Herkes evine gitmeden önce de, KOBİ-irisi şirketinde de, sonra da; daima sömürmek, daima sömürmek, daima sömürmek.

    Sömürdüğün için hâlâ “patron”sun; ta ki sömürdüğün insanlar isyana başlayana kadar.

    her yerde oldugu uzere, ‘survival of the fittest’ burada da gecerlidir.

    Hayır; “her yerde” geçerli değildir.

    “Survival of the fittest” konseptini insan hayatına da ikame etmek çırpınışların; senin (ve muadillerinin) zırvan(ız)dır.

    Zileli, kisa bir sure icin de olsa, gencliginde ‘bakicilik’ da yaptigini yazmisti
    [ http://www.gunzileli.com/2013/08/25/iki-kemalizm/ ], fakat terapi seanslari duzenledigini bilmiyordum.
    Fakat, pek de faydasi olmus gibi gorunmuyor. Olsun. Nasildi o laf? Evet, ‘Allahtan umit kesilmez’.. Umudunuzu kaybetmeyiniz. Acil sifalar dilerim.

    “Allah” ve benzerleriyle temasımız yok.

    Umut mu? Her zaman var!

    Senin gibi ölümcül kişilerin dilenmelerine karşı mücadele ediyoruz.

    Gün Zileli, hiç, “terapi seansları” düzenlemedi; çamur sıçratmak için bu siteden kendine memba araman boşuna.

    Senin “patronluk” yaptığın KOBİ-irisi şirketine de geliyoruz; zırvalarını kuşan, lazım olacak.

    === 1 ===
    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:

    Doğada planktonlar da, diğer çeşit çeşit türler de – hayvanlar da birbirleriyle rekabet ediyor, güçlü olan zayıf olanı eziyor, birbirlerini öldürüyor, doğanın kanunu bu. Doğada süregiden bu kanunu-sistemi insan hayatına ikame edip, buna “kapitalizm” ismi verilmiş evvel zaman içinde. Bu sistemde de, doğada olduğu gibi aynen, insanlar birbirleriyle rekabet ettiğine göre, “kapitalizmde insanların birbirini ve diğer türleri öldürmesi gayet normaldir.” Soma’da ölen işçiler, madene inmek yerine tarlada ırgatlık yapsalardı, ölmezlerdi. Belki, tarlaya, tıkabasa dolu bir minibüs ile giderken, trafik kazası geçirip ölürlerdi. Görüldüğü üzere; kapitalizmin asla kabahati yok.

    === 2 ===
    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:

    Kapitalizm; doğada var olan sömürü mekanizmasının, bizlerin hayatına ikame edilmesinden, uyarlanmasından başka bir şey değildir. Kapitalizmi kaldıramazsınız, ama azgınlaşMAması için yöntemler geliştirebilirsiniz. “Solcu”ların ekseriyeti, bazı yöntemler denedi; ama tutmadı, beceremediler. Öyleyse, çenenizi kapatın ve kapitalizme boyun eğmeye devam edin. Ben; bir nebze “Charles Darwin”ciyim, ve bir nebze “Herbert Spencer”cıyım. “Survival of the fittest” hayatımın motto’sudur. Bu motto’mu gerçekleştirmek için, kan akıtmaktan da asla çekinmem, örnek mi: Soma’da işçilerin ölümü tamamıyla kendi “fıtrat”larının neticesidir, kapitalizm onları öldürmemiştir. Benim dinim “Kapitalizm”dir. Ben bir mahlûkum, sadece bana kızın, sadece beni eleştirin; ama dinim “Kapitalizm”e asla çemkirmeyin.

    === 3 ===
    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:

    13 Mayıs 2014’te, Manisa-Soma’daki maden ocaklarında ölenler; madende değil başka yerlerde çalışıp para kazansalardı! Mesela niçin tarlada ırgatlık yapmadılar da maden ocağında çalışmayı istediler?! Ben mi söyledim onlara “madene gidin ve orada ölün!” diye!

    Umrumda olmaz!

    Ben bir kapitalist olarak, ölen insanları kafama takmam, neticeye bakarım:

    Eğer o maden şirketinin kârı istikrarlı bir şekilde artıyorsa (genel ekonomideki daralma dönemlerinde; kâr artmasa da zarar yazmayacak, ya da az zarar yazacak, kadar şirket kendini yürütebiliyorsa), o şirketin sömürdüğü insan ölse ne olur, ölmese ne olur!

    Bir şirketteki “verimlilik” benim için önemlidir; bu amaçta ne kadar insan ölmesi gerekiyorsa o kadar ölebilir, kalan sağları sömürmeye devam edebilmeliyim!

  168. “Gün Zileli, hiç, ‘terapi seansları’ düzenlemedi;”

    Ben de pek emin degildim zaten.

    Ama, keske duzenlemis olsaydi.

    Uzuldum simdi.

    Belki sifa bulurdunuz.

    Modern tiptan bir fayda elde edemediyseniz, cinci hocalar filan.. hic denediniz mi?

    Ya da.. lobotomi?

  169. marxist argüman

    bilim ve bilim adami

    hortlak’in 150 nolu yorumundan alinti:

    “K-Marks bilim adamidir. Bilim kutsaldir..Marks önemli bir bilim adamidir.”

    bilim’e kutsallik payesi bicmek, bilimi bir nevi din mertebesine yükseltmektir.
    dört kitapta yazili hurafeler, dogmalar yetmedi, i$in yoksa birde “bilimsel” hurafelerle, dogmalarla ugra$.

    kapitalist dünyada bilimsel ara$tirmanin belirleyici dürtüsü, bilimden para kazanmaktir; bilimsel ara$tirmalarda en belirleyici motivasyon, ortaya cikarilan yeni teknoloji ile kapitalist rekabette para kazanmak ve pazara hakim olmaktir.

    dolayisla “bilim insanligin hizmetindedir; kutsaldir” demeden önce, bilimsel bilgi ve faaliyetin ne icin ve nasil kullanildigina da bakmak lazim.

    bir araba ya da cama$ir makinesini bilim kimseye hediye etmiyor; fiyatini ödeyecek parasi olan ancak alabiliyor.

    atom enerjisi gibi bilimsel ara$tirmalar ise devletlerarasi rekabet ve rakiplere boyun egdirmenin araclari olarak yapiliyor ve kullaniliyor.

    “bilimsellik” damgasi ayni zamanda bir fikrin/dü$üncenin dogrulugundan $üphe edilmemesi gerektigine kanit olarak kullaniliyor.

    “bilimsel sosyalizm”, “komünizm bir bilimdir” gibi söylemlerde ki bilim fanatizmi de, “bu dü$ünce bilimsellik kriterlerine uygun üretilmi$tir, hatta ve hatta bilimin ta kendisidir; dogrulugundan ku$ku duyulamaz” gibi niyete hizmet ediyor.

    marxist dü$ünce geleneginde ki yanli$lardan, dahasi dogma’lardan biri de engels’in uydurdugu “tarihsel materyalizm” anlayi$idir.

    bu uydurma teoriye göre insanligin eninde sonunda varacagi son durak sosyalizm/komünizm duragi -happy and- oluyor.
    insanlarin bilinc, bilgi ve iradesinden bagimsiz var olan bu tarihsel/toplumsal yasanin hayat bulmasinda “ebelik” rolü/misyonu da “proletarya” denilen i$ci sinifina dü$üyor.

    yani yolda$ engels, kapitalist ekonomide emekcilerin ömür boyu karin tokluguna cali$tirilan piyonlar/figüranlar olma durumunu devrim yapmak icin bir neden/sebep olarak yeterli görmemi$, üstüne birde tarihsel/toplumsal yasalardan olu$an bir kurgu/senaryo uydurma ihtiyaci duymu$.

  170. marxist argüman

    anonim 162,

    günümüz kapitalist toplumunda (sosyal) devlet’in rolü ile ilgili merak ettigin nedir, daha somut yazman lazim.

  171. “Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) ne diyor:”

    Sunu diyor:

    Anladigim kadariyla, kendisini kapitalizmin temsilcisi olarak tanitan birisine, ‘patron’ bilip, baglanmissiniz.

    Ama, o hayirsiz cikmis, size ‘sahip’ cikmamis; dahasi, kisa zaman icinde kapiya da koymus.

    Haliyle, sizin gibi tertemiz bir vatan evladini boylesine acimasizca yuzustu birakan bu kisiye yonelik duygulariniz once kara sevdaya, sonra da –etmsil ettigini soyledigi ‘kapitalizm’e karsi– nefrete donusmus..

    Eger oyleyse, bir gencin duygulariyla boyle insafsizca oynayan o namussuzun ocagi batsin, e mi.

    Sahi, sizi nasil kandirdiydi o namussuz?

    Mudurluk, genel mudurluk filan mi vaad etti?

    Cok duyuyorum bu tur hikayeleri.. cok gencimiz telef oluyor boyle mesnetsiz vaadler pesinde..

    Fakat, kuzum, keske sizin de azicik akliniz olaydi da, bir madrabazin pesinde, boyle bir maceraya girip sonunda tirlatmayaydiniz..

    O oyle de, olan da olmus artik.

    Still.. I feel for you.

  172. “‘Şanlı’ mi?
    Bu kelimeyi burada kullanan oldu mu? Rastlamadim. En azinda ben kullanmadim.”

    “atalari $anli osmanli imparatorlugunun tarihini hatim ediyor. birde kendisine bir kafadar bulmu$.”

  173. alternatifsizlik

    Akıntıya kürek çekenlerin alternatifi yok. Ekşi sözlük’teki şu başlık bu durumun bir ifadesi:

    hdp chp mhp tabanının üzerinde uzlaşabileceği kişi
    https://eksisozluk.com/hdp-chp-mhp-tabaninin-uzerinde-uzlasabilecegi-kisi–5345113

    İlk entryde “böyle bir kişiyi bulmak çok çok çok zor.” denmiş. Zor değil, böyle bir kişi yok çünkü.

  174. alternatifsizlik

    AKP iktidarının akıntısına kürek çeken CHP-MHP-HDP alternatifsizliğinin geçmişteki benzerleri:

    Kemalist tek parti iktidarının akıntısına kürek çeken Terakkiperver Fırka, eski İttihatçılar, İslami, Kürtçü ve solcu muhalefet

    Osmanlı iktidarının akıntısına kürek çeken Bizans, Anadolu beylikleri, Balkan krallıkları, Trabzon Rum devleti, Alevi muhalefeti

    Selçuklu iktidarının akıntısına kürek çeken Bizans, Haçlı, Danişmendli, Saltuklu, Mengücekli muhalefeti

    Emevi iktidarının akıntısına kürek çeken İbn Zübeyr, Şii, Harici, mevali muhalefeti

    Muhammed iktidarının akıntısına kürek çeken Mekkeli Kureyş, Medineli Yahudi, bedevi Arap muhalefeti

  175. “İlk entryde ‘böyle bir kişiyi bulmak çok çok çok zor.’ denmiş. Zor değil, böyle bir kişi yok çünkü.”

    Iste simdi cok ayip ettiniz…

    Ben ne gune duruyorum.

    Butun tariflere uyuyorum.

    Herseye her zaman muhalefet etmege hazir oldugum bir yana, buradaki kiymetli zevatin deyimiyle ‘iyi yetistirilmis’ birisiyim de, ustelik.

    Hem, babam da vaktiyle CHP’liydi; ayricaten.

    Dahasi, ayipsiniz.. beni sectirirseniz, hepinize en ballisindan devlet kurumlarinda daire baskanligi, genel mudurluk, basta Is Bankasi olmak uzere, yonetim kurulu uyelikleri; maaile THY’den bedava first class biletler.. hatta bitigi zaman, harcirahi da devletten olmak uzere, Okluk Koyu’da bedava uzun uzun maalie tatiller..

    ‘Maaile’ derken, illa nikahli olmaniz sart degil; ‘significant other’s demek istiyorum.

    Yeter ki siz ustunuze duseni yapin; ben de esek degilim ya, altinda kalmam.

    😉

  176. “Nasil baslasam” ?

    Hicbir sekilde baslayamazsin! Bu bir emirdir!Hadi sizlerin dilleriyle Imperatif!

    Bilime bilimsel olarak karsi cikilmaz! Bosuna cabalamayin..

    bilimi Kar zarar mercegiylede aciklanamaz..

    Bilim Insanligin emrindedir o emretmez!

    Kafalarin karsik olmayani görmedigim icin ceza vermiyorum..
    Toplumsal olaylarda tayyin edici bilimsel degil Vicdandir..
    toplumun vicdani toplumu yönetir ve yönetmelidir bilim degildir..
    Konusaacaksaniz bilimsel konusun! Bilim Insanligin olmazsa olmazlaridir..en kusadigi ,var olma nedenidir.. Yoksa cüss derim..

  177. “Bilime bilimsel olarak karsi cikilmaz! Bosuna cabalamayin..”

    Anladim.

    Sizin kogusta kac kisi kaliyorsunuz?

    Igne de yapiyorlar mi?

    😉

  178. anlada nasil anlarsaniz anlayin..nerenizle anlarsaniz anlayin..
    Kicinizlami anlarsininiz..Igneylemi anlarsiniz…Kogustami anlarsiniz…Bunlar önemli degil…önemli olan cakmak..

  179. Bu necip ne neciyse bana düsünmedigim halde komik seyleri aklima getiriyor..
    Kendini yaninda bir hic olarak gördügü Erdogana sevdiginiz bati müzigini sorsalar verecegi cevapta Necip vari olur; o da ne? birseymi o?..
    Necipin tartisma bicimi Karl Marksin yasam bicimine benziyormus! Ingiliz polisi gece uykusunda bile izliyormus marksi.. Cok tertipli olan ingilizler. muhbiride rapor yazmis:
    Cok ayarsiz herif diye..! koltukta uyur yatakta uyanir diye!

    Neciple tartisrken nerden baslarsiniz hangi delige düsersiniz belli olmaz!!

  180. 166’ya

    Marxist argüman; bizlerin (ve başkalarının) neleri merak etmemiz gerektiğini, hangi konulara ağırlık vermemiz gerektiğini söylemekten vazgeçiniz. Soyutluk-somutluk ölçümleri yapmak sadece size has değil, istikamet verici tavırlarınızı azaltmaya özen gösteriniz.

  181. Ben de pek emin degildim zaten.

    Emin olmadığın şeyleri yazma.

    Ama, keske duzenlemis olsaydi. Uzuldum simdi. Belki sifa bulurdunuz.

    “Terapi seansları”na senin ihtiyacın olacak; KOBİ-irisi şirketinde sömürdüğün insanlar sana isyana başladıklarında bunalıma gireceksin, kendine üzüleceksin “keşke sömürücü bir karakter olmasaydım” diye bağıra bağıra. Kaç seans sürer, seni tedavi eder mi; bilemeyiz. Kapitalistliğinden kurtulmanı temenni ederiz.

    Modern tiptan bir fayda elde edemediyseniz, cinci hocalar filan.. hic denediniz mi?

    “Normal tıp” alanını zaten sömüre sömüre delik deşik etti, senin gibi kapitalist zibidiler. Şimdi de; illüzyonluk yaparak tedavi dağıttığını iddia eden şarlatanların kapitalist sistemde oluşturduğu piyasaların “highly profitable” olduğunu gözlemleyip, oralara da mı çökmeye karar verdin, zibidi “patron” Necip?

    Kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründe KOBİ-irisi bir şirkette patron Necip (ve muadilleri) neyi savunuyor:

    Aralık 2013 – Ocak 2014

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”, şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için, hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!

    “Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre, etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers, “Doğruyu konuşma zamanı geldi, biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak 1 ( http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu )

    Kaynak 2 ( http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php )

    (Dekkers’ın açıklamasının İngilizce aslı, “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)

    Ya da.. lobotomi?

    Lobotomi; beyne fiziksel müdahale etme teorilerinin uygulandığı ilk pratiklerden biridir tıpta. 20. yüzyılın başlarından ikinci yarısına kadar pek çok insan üzerinde uygulanmış, fakat sonraları, beyinde kalıcı hasarlar bırakma riskinin artış göstermesi ve tıp teknolojisindeki ilerlemeler sonucunda terkedilmiştir. Lobotomiyi, çok ilkel bulup gülüp geçen de var, bir devrim olduğunu söyleyip bugün bile uygulanmasında sakınca olmadığını iddia eden de var.

    Kapitalist sistem; insanları, birer “tüketim canavarı”na dönüştürmeyi amaçladığından, ne yapar ne eder, lobotomiyi de cafcaflı bir ambalaj içinde “işte size beyin botox’u” diye satmanın yollarını planlar. Sen de, bu planın sponsoru olursun, KOBİ-irisi şirketinin hesabından aktardığın paralarla. Dikkat et; şirketi “audit” etmeye gelenler, senin yarattığın açığı yakalarlarsa, bir daha kendini toparlamayaz, “terapi seansları”na yeniden başlayabilirsin.

    “Terapi seansları” seni tedavi etmezse, Hannibal Lecter’ın Floransa’da muayenehane & ameliyathane ruhsatı aldığı ve lobotomi uygulamasına izin verildiği söyleniyor; randevu ayarlayıp gidebilirsin. Fakat canlı mı kalırsın, ölür müsün; bilinmez Lecter’ın ellerinde. Lobotomi diyerek seni kandırır, belki senin beyninden kestiği küçük parçaları gözünün önünde kızartıp yine sana yedirir, sen narkozun etkisindeyken. Sen, Manisa-Soma’da kapitalizmin öldürdüğü 301 insanı nasıl umursamıyorsan; Hannibal Lecter da seni umursamaz, zibidi Necip.

    Anladigim kadariyla, kendisini kapitalizmin temsilcisi olarak tanitan birisine, ‘patron’ bilip, baglanmissiniz. Ama, o hayirsiz cikmis, size ‘sahip’ cikmamis; dahasi, kisa zaman icinde kapiya da koymus. Haliyle, sizin gibi tertemiz bir vatan evladini boylesine acimasizca yuzustu birakan bu kisiye yonelik duygulariniz once kara sevdaya, sonra da -etmsil ettigini soyledigi ‘kapitalizm’e karsi- nefrete donusmus. Eger oyleyse, bir gencin duygulariyla boyle insafsizca oynayan o namussuzun ocagi batsin, e mi. Sahi, sizi nasil kandirdiydi o namussuz? Mudurluk, genel mudurluk filan mi vaad etti? Cok duyuyorum bu tur hikayeleri. Cok gencimiz telef oluyor boyle mesnetsiz vaadler pesinde. Fakat, kuzum, keske sizin de azicik akliniz olaydi da, bir madrabazin pesinde, boyle bir maceraya girip sonunda tirlatmayaydiniz. O oyle de, olan da olmus artik. Still.. I feel for you.

    Yanlış anladığın için, devamında yazdıkların beyninin sana oynadığı oyun olmuş. (Acaba, libotomi operasyonu geçirdin de; saçmalama derecen mi yükseldi? Yakında ortaya çıkar.)

    Hâlâ, kapitalist istihdam piyasasının içindeyiz.

    Sen, zibidi Necip, “survival of the fittest” konseptini insan hayatına da ikame etmek heveslisi olduğundan; insanların bir tür “piramit düzeni”nde yaşaması gerektiğini savunuyor, bu nedenle “Mudurluk, genel mudurluk” kelimelerinle aklındaki şablonu gösteriyor, (sözde!) statü basamaklarında kendimize bir yer kapmaya uğraştığımızı zannediyorsun. Bu yetmiyormuş gibi, bizi kendinden yaşça da genç zannediyorsun.

    Biz, senin gibi “sınıflı toplumlar”ı değil; “sınıfsız toplumlar”ı savunuyoruz, bunun için mücadele ediyoruz. “Proletarya diktatörlüğü”ne de, “Patron diktatörlüğü”ne de; HAYIR.

    Sen, zibidi Necip, kapitalizmin yılmaz neferlerinden biri olarak; kast sistemini, daha tumturaklı bir ifadeyle “social stratification”ı savunan ölümcül bir kişisin.

    Kapitalist kutuplaşmayı savunan, sömürünün serbestliğini savunan senin gibi ölümcül bir kişiye verilen net cevap:

    “On the Phenomenon of Bullshit Jobs

    B*ktan meslekler fenomeni üzerine”

    (David Graeber,
    “STRIKE! Magazine”,
    Ağustos 2013,
    Çeviren; Tuğçe Tuğran)

    1930’da (iktisatçı) John Maynard Keynes’in öngörüsü şuydu: 20. yüzyılın sonunda teknolojik ilerlemeler ABD ya da İngiltere gibi ülkelerde çalışma süresini haftada 15 saate indirecekti. Bu öngörünün haklılığa inanmak için bir sürü sebep var. Teknolojik anlamda bu mümkün. Ama yine de, olaylar beklendiği gibi gerçekleşmedi. Bunun yerine teknoloji, bizi daha çok çalıştırmak için yeni yollar bulmakta kullanıldı. Bunu başarmak için, gerçekte hiçbir amacı olmayan meslekler yaratılması gerekti. Bugün “Batı”da, milyonlarca insan, üretken hayatlarının tamamını gizliden gizliye gereksiz buldukları işlerde çalışarak geçiriyor. Mevcut durum, derin ahlâki yıkıntıya sebep oluyor. Bu, bizim kolektif ruhumuzda açılmış bir yara. Yine de bundan bahseden fazla insan yok.

    Keynes’in ütopyası (ki 1960’lı yıllarda hâlâ bekleniyordu) neden gerçekleşmedi? Buna verilen en standart cevap; Keynes’in, “tüketim kültürü”nün bu kadar yaygınlaşmasını öngörememiş olması. İnsanlık olarak, daha kısa çalışma saatleri ve daha çok oyuncak & zevk arasındaki seçim hakkımızı ikinciden yana kullandık. Ahlâki açıdan bize doğru yolu gösteren bir çocuk hikâyesine benziyor bu, ama bir an düşününce, doğru olamayacağını anlamak zor değil. Evet, gerçekten de 1920’lerden bu yana sonsuz sayıda yeni mesleğin ve sektörün ortaya çıkışına tanık olduk. Ama bunların çok azı “sushi”, “iPhone” veya “süslü püslü ayakkabıların üretimi ve dağıtımı” ile alâkalı.

    Peki tam olarak nedir bu “yeni işler”? ABD’deki iş gücü profilinin 1910 ve 2000’li yıllar arasındaki karşılaştırması bunu açıkça gösteriyor. Geçtiğimiz yüzyılda, evde çalışan yardımcılar, sanayi işçileri ve çiftliklerde çalışan insanların sayısında çarpıcı bir düşüş yaşandı. Aynı zamanda, “profesyonellerin”; yönetim, ofis, satış ve hizmet elemanlarının sayısı üçe katlandı. Bu mesleklerin tüm meslekler içindeki oranı dörtte birden, dörtte üçe çıktı. Başka bir deyişle; öngörüldüğü gibi verimli işlerin çoğu otomatize oldu, makineler tarafından yapılmaya başlandı (bu durum, küresel düzeyde; Çin ve Hindistan gibi çok sayıda işçiye sahip ülkeleri hesaba kattığınızda bile değişmiyor, bu tarz işçilerin dünya nüfusuna oranı, eskisine göre çok daha az.)

    Ama iş saatlerindeki bu hatırı sayılır azalma, dünya nüfusunun, “özgürleşerek” kendi kişisel projelerini, keyiflerini, amaç ve fikirlerini hayata geçirmesi için kullanılmadı. Bunlar yerine; hizmet sektöründen bile fazla büyüyen “yönetim sektörü”nün patlayışına, hâttâ “finans hizmetleri”, “telefon satışı” gibi yeni sektörlerin ortaya çıkışına tanık olduk. “Şirketler hukuku”, “akademi ve sağlık sektörü yönetimi”, “insan kaynakları ve halkla ilişkiler” gibi iş kolları; tarihte eşi görülmemiş oranda yaygınlaştı. İşi, saydığımız bu sektörlere, idari, teknik ve güvenlik desteği sağlamak olan insanları saymıyoruz bile. Hâttâ insanlar çok fazla çalıştığı için ortaya çıkmış yardımcı sektörlerde (“köpek yıkayıcı’lar”, “24 saat pizza teslimatı yapanlar” vs) çalışan insanlar da bu sayının dışında.

    İşte benim “saçma işler” diye adlandırmayı önerdiklerim bunlar.

    Sanki birileri bizi çalıştırmaya devam edebilmek için saçma işler uyduruyormuş gibi. İşin garipliği de burada. Kapitalist sistemde olMAması gereken şey tam da bu. Çalışmanın hem kutsal bir görev, hem de hak olarak görüldüğü eski verimsiz Sovyet ülkelerinde, sistem, herkese iş yaratmakla mükellefti (bu yüzden Sovyet marketlerindeki et reyonunda bir kişinin yapabileceği işi, üç kişi yapardı.) Piyasanın “rekabet anlayışı”nın, tam da bu tip sorunları çözmesi bekleniyordu. İktisat teorisi, bize, kâr amacı güden bir şirketin yapacağı en son şeyin, çalıştırmak zorunda olmadığı işçilere maaş ödemek olduğunu söyler. Yine de bir şekilde olan bu.

    Büyük şirketler, acımasız işten çıkarmalara girişiyorlar, evet ama bu işten çıkarmalar ve süreç hızlandırma operasyonları, istisnasız bir şekilde her zaman; gerçek anlamda bir şeyler üreten, taşıyan veya tamir eden insanları hedef alıyor. Bununla beraber, kimsenin tam olarak açıklayamadığı bir süreç sonunda, ofis çalışanlarının sayısı gün geçtikçe artıyor, ve giderek daha çok insan (Sovyetler Birliği’ndekine benzer şekilde) kendini kağıt üzerinde haftada 40-50 saat çalışır buluyor. Hem de Keynes’in öngördüğü gibi; bunun sadece 15 saati gerçekten verimli çalışmayla geçiyor. Zamanlarının geri kalanını; “motivasyon seminerleri”nde, “Facebook profillerini güncelleyerek” ya da “TV dizileri indirerek” geçiriyorlar.

    Bu durumda, cevabın, ekonomik olmadığı açık. Ahlâki ve siyasi bir durumla karşı karşıyayız.

    Yönetici sınıf; serbest vakti olan, mutlu ve üretken bir nüfusun ölümcül bir tehlike yarattığını anlamış durumda (1960’larda durum buna biraz benzemeye başladığında neler olduğunu hatırlayın.) Diğer taraftan, çalışmanın içkin bir ahlâki değeri olduğu ve hayatını yoğun bir iş temposuna adamayı reddeden kişinin hiçbir şeyi hak etmediği hissi de; yönetici sınıfın son derece işine gelir.

    Bir keresinde, İngiltere’deki akademik bölümlerdeki idari pozisyonların sonsuzca çoğalması meselesini düşünürken, cehennemin olası versiyonlarından birisi gözümde canlandı. Cehennem; zamanlarının büyük kısmını, sevmedikleri ve çok da iyi yapmadıkları işlerde çalışarak geçiren insanlar topluluğu olarak düşünülebilir. Çok güzel dolaplar yaptıkları için işe alındıktan sonra, zamanlarının büyük kısmını balık kızartarak geçireceklerini öğrenen insanlar hayal edin. İşin de gerçekten yapılması gerekmiyor aslında. Daha doğrusu, kızartılması gereken çok az balık var. Bu insanlar, bazı meslektaşlarının, zamanlarının daha fazlasını dolap yaparak geçirdiği ve paylarına düşen balık kızartma sorumluluğundan kaytardığı fikrini saplantı haline getirerek buna öfke duymaya başlıyorlar. Çok geçmeden her yerde gereksiz, kötü pişirilmiş balık yığınları oluşuyor ve herkesin tek yaptığı da bu oluyor.

    Bence bu benzetme, kurduğumuz ekonomik düzenin ahlâki dinamiklerini gerçeğe uygun bir şekilde yansıtıyor.

    Eminim; bu tip söylemler hemen karşı tepkileri davet ediyor;

    “Sen kim oluyorsun da hangi işin gerekli, hangisinin gereksiz olduğuna karar veriyorsun?”

    “Zaten gerekli iş nedir ki? Sen antropologsun, bunun gereği nedir?”

    (Gerçekten de bir çok tabloid yayın okuru, işimin (antropolog olmamın); boşa harcanan devlet parasına güzel bir örnek oluşturduğunu düşünebilir.) Ve bir anlamda haklılar da. Bir işin toplumsal değerini nesnel olarak ölçmenin yolu yok.

    Dünyaya pozitif katkısı olduğuna inanan bir kişiye kalkıp da “bunun aslında böyle olmadığını” söyleyecek değilim. Ama, ya kendi işinin anlamsız olduğunu düşünen diğerleri? Kısa bir süre önce 12 yaşından beri görmediğim okul arkadaşımla bir araya geldim. Görüşmediğimiz yıllar içinde önce şair, sonra da bağımsız bir rock grubunun vokalisti olduğunu öğrenenince çok şaşırdım. Grubun şarkılarından bazılarını, söyleyen kişiyi tanıdığımı bilmeden, radyoda dinlemiştim. Yetenekli ve yaratıcı olduğu çok belliydi, yaptığı işle insanların hayatını aydınlatmış, daha güzel kılmıştı. Buna rağmen, birkaç başarısız albümden sonra kontratını kaybetmiş, borçlar ve yeni doğmuş kızının varlığı onu kendi deyimiyle “hayatta yönünü kaybetmişlerin standart tercihi” hukuk fakültesine gitmeye zorlamıştı.

    Şu anda New York’ta önemli bir şirkette “kurumsal hukuk danışmanı” olarak çalışıyor. İşinin son derece manasız olduğunu, dünyaya hiçbir katkı sağlamadığını ve aslında var olMAması gerektiğini kendisi söylüyordu.

    Burada sorulacak çok soru var. Bunlardan ilki şu olabilir; yetenekli şair-müzisyenler için “aşırı az”, şirket hukuku uzmanları için “sonsuz talep” üreten bu toplum hakkında ne söylenebilir? (El cevap; eğer dünya nüfusunun %1’i servetin en büyük kısmını kontrol ediyorsa, bizim “piyasa” dediğimiz şey de bu insanların tercihlerini, önemli ve gerekli bulduğu şeyleri yansıtır; başka kimseninkini değil!) Daha önemlisi; bu tarz işlerde çalışan insanların, bütün bunların farkında olduğunu da gösterir. İşinin saçma olmadığını düşünen tek bir şirket hukuku uzmanı ile tanıştım mı, bilemiyorum. Aynı şey, yukarıda bahsettiğim bütün sektörler için geçerli.

    Bir partide tanıştığınızda, hele ki ilginç sayılan bir işiniz varsa (örneğin “antropolog”sanız); kendi işlerini tartışmaktan kaçınan bir maaşlı çalışan grubu var. Bu insanlara birkaç içki verin, işlerinin gerçekte ne kadar yersiz ve aptalca olduğu hakkında tiratlar atmaya başlayacaklar.

    Bu, derin bir psikolojik şiddettir. Bir insan gizliden gizliye, yaptığı işin aslında var olMAması gerektiğine inanıyorsa, iş haysiyetinden nasıl bahsedebiliriz? Bunun derin bir hiddet ve öfke yaratmaması mümkün mü? Yine de, günümüz sisteminin garip dehası burada yatıyor. Yöneticiler bu kızgınlığı gerçekte anlamlı işler yapma şansını yakalamış insanlara yöneltmenin bir yolunu bulmuşlar; tıpkı, balık kızartan insanlarda olduğu gibi. Örneğin, genel bir kural olarak; bir işin diğer insanlara ne kadar yararı var ise, sahibine o kadar az para kazandırdığını söyleyebiliriz.

    Önceden de söylediğim gibi; nesnel bir ölçüt bulmak kolay değil, ama genel bir anlayış geliştirmek için şu soruyu soralım: Bir işi icra eden insanların tamamı pat diye yok olsaydı ne olurdu?

    Hemşireler, çöpçüler veya tamirciler hakkında ne derseniz deyin, birdenbire yok olacak olsalardı, bunun sonuçlarını hemen ve felaket düzeyinde hissederdik. Öğretmenlerin veya liman işçilerinin olmadığı bir dünya kısa zamanda sıkıntıya düşer, hâttâ bilimkurgu yazarları ve ska müzisyenleri olmadan daha eksik bir yer olurdu.

    Ama “genel müdürler”, “lobiciler”, “halkla ilişkiler uzmanları”, “risk yöneticileri”, “telefonla satış yapan kişiler”, “mübaşirler” ve “hukuk danışmanları” aynı şekilde yok olsaydı; dünyanın bundan nasıl bir zarar göreceği çok açık değil (bazıları; daha iyi olacağını bile söylüyor.) Yine de birkaç istisna dışında (“doktorlar” gibi) kaide şaşırtıcı biçimde doğru görünüyor.

    Bundan daha da çarpık olan, “işlerin böyle olması gerektiğine dair” yaygın kanı. Bu sağcı-popülizmin gizli güçlerinden bir tanesi. Bunu İngiltere’de görmek mümkün. Tabloid basın, kontrat ihtilafları sırasında greve giden yol işçilerini Londra’yı felç etmekle suçlayarak onlara karşı öfkeyi körüklüyor.

    Yol işçilerinin Londra’yı felç edebiliyor oluşu; işlerinin gerçekten de vazgeçilmez olduğu gösterir ve insanları asıl kızdıran da bu galiba. Cumhuriyetçilerin, kamuoyunda; okul öğretmenlerine ve otomotiv sektöründe çalışan işçilere (sözüm ona; “şişirilmiş maaşları” ve “mesleki avantajları” yüzünden) karşı öfke seferberliği yaratmakta inanılmaz derecede başarılı olduğu ABD’de bu durum daha da bariz. (Tabii ki bu öfke, asla, sorunun asıl kaynağı olan “okul yönetimleri” ve “otomotiv sektörünün yöneticilerine” yönelmiyor.) Kendilerine verilen mesaj şuna benziyor: “Siz çocuklara bir şeyler öğretiyor, arabalar yapıyorsunuz. Gerçek işleriniz var! Bunun üstüne bir de orta sınıfa hak görülen emeklilik maaşları ve sağlık sigortası istemeye nasıl cüret edersiniz?”

    Eğer birisi oturup, sermayenin gücünü muhafaza etmeye yarayan bir çalışma sistemi geliştirmek isteseydi; bundan daha iyi bir iş çıkaramazdı herhalde. Gerçek ve verimli işleri olan insanlar; acımasızca, son damlasına kadar sömürülüyor. İnsanlığın geri kalanı ise, küresel düzeyde korku içinde yaşayıp nefret edilenler, işsizler ve daha büyük bir grup olarak hiçbir şey yapmaması için maaş ödenen insanlar olarak üçe bölünmüş durumda.

    Bu son gruptakilerin pozisyonları, yönetici sınıfın (“müdürler” vs.) bakış açısını ve hassasiyetlerini (özellikle de “parasal” sembollerini) benimsemeleri için tasarlanmış, ve aynı zamanda, yadsınamaz bir değeri olan işler yapan herkese karşı da öfke uyandırmayı hedefliyor.

    Tabii ki bu sistem bilinçli olarak tasarlanmış değil. Bir yüzyıllık deneme-yanılmanın ürünü. Yine de, bu kadar teknolojik ilerlemeye karşın neden hepimizin günde 3-4 saat çalışmadığının tek açıklaması bu.

    ( https://libcom.org/library/phenomenon-bullshit-jobs-david-graeber )

    Still.. I feel for you.

    You cannot feel anything. You are a deadly megalomaniac capitalist, you barely have senses; only to exploit. We are fighting against your corporatocratic hegemony.

    Do not delay your full brain check-up in the tricky hands of Hannibal Lecter. Then maybe you understand, how those “301” innocent people were trapped and died in your “social stratification”, in your “capitalist cruelty”.

  182. Come to think of it; no I don’t feel for you.

    You’re too far beyond the far out for any such charity to be of any help or use.

    Anything short of a full brain transplant will be half measure.

  183. Come to think of it; no I don’t feel for you.

    It seems that you really love to learn again and again what we are saying. It is crystal clear that when you think longer and meticulously on our texts, proof and warnings; you eventually understand your own ill-conclusions and confess that you cannot feel anything. You are a deadly megalomaniac capitalist, you barely have senses; only to exploit.

    You’re too far beyond the far out for any such charity to be of any help or use.

    You constantly unveil yourself using the words and methods such as “charity”, “help” or “therapy sessions”. Most of the time you use those indirectly; you replace yourself with the one(s) you oppose and unload these words euphorically on her/him (or them). But behind all the charade you act, these words indicate that you desperately need help; you just hide. In the end, you’re just an elderly-child throwing a tantrum.

    Anything short of a full brain transplant will be half measure.

    Such a talented liar you are. Even Conrad Brean admires you. You have just revealed the insidious device project, which you have been developing all these decades, to keep people in your cruel capitalist incubators for the foreseeable future:

    Güvenlik sistemleri; retina tanıma, parmak izi derken, deri altına çip yerleştirmeye kadar vardı. İlginç bir uygulamayı başlatan “Epicenter” adlı İsveçli şirket, çalışanlarının kimliklerini tanımlamak için dijital kimlik kartı yerine derilerinin altına çip takmaya başladı.

    Toplamda 400 kişiye takılan çiplerin takılma amacı ise hem zamandan tasarruf etmek hem de daha güvenli bir çalışma ortamı oluşturmak.

    Webtokno haberine göre, pirinç tanesi büyüklüğündeki çip hakkında konuşan şirketin CEO’su Patrick Mesterton, çipin yaklaşık 12 mm boyutunda ve oldukça işlevsel olduğunu söylüyor.

    Çalışanlarının çiple kapıları dahi açabileceklerini belirten Mesterton, şunları söyledi: “Çip, büyük bir pirinç tanesi boyunda. Yaklaşık 12 milimetrelik mikro çip bir şırınga yardımıyla derinizin altına yerleştirilerek bir RFID kodu yolluyor. Bu kod, çevrenizdeki teknolojilerle iletişime geçebilmenizi sağlıyor. Çipinizi kullanarak kapıları açabiliyorsunuz, yazıcıların güvenlik şifresini kırabiliyor, hâttâ cep telefonlarıyla iletişime geçip, iş kartınızı ve tüm irtibat bilgilerinizi bir başka telefona aktarabiliyorsunuz.”

    ( http://www.birgun.net/haber-detay/isvecli-bir-firma-calisanlarina-cip-takti-153948.html )

    ( http://www.cnbc.com/2017/04/03/start-up-epicenter-implants-employees-with-microchips.html )

    Implanting microchips into human hands is one of the early steps of a long process to implant the cruel capitalists’ “non-removable ‘social stratification’ microchips” into human brain.

    Such vicious plans you grow in your deadly corporatocracy, zibidi Necip.

  184. If you think I am enjoying giving you all these suggestions for treatment, you’re wrong. I am doing all that despite myself.

    Heaven forbid, should you get fully treated I am likely to lose you as a rich source of entertainment.

    So, no more suggestions for tratment.

    Please, carry on with your bloated blurbs.

    You’re invaluable.

  185. Tevhid-i Tedrisat

    Aynı gün çıkarılan 430 sayılı yasayla Türkiye’de eğitim tekeli devlete verildi. Devletten izinsiz her türlü eğitim ve öğretim faaliyeti hapislik suç sayıldı. Resmi okulların yanında bir tür paralel ve informel eğitim ağı olarak çalışan medreseler ve cami mektepleri kapatıldı.

    O tarihte kime sorsan doğru adımdı. Türk elitleri bu konuda tam mutabakat içindeydi; belki gerçekten mutabık oldukları tek konu buydu: eğitim şart! Batı dünyasında ilerici düşünce aynı yöndeydi. Devletin görevi halkı aydınlatmak; herkese eşit ve modern eğitim; evrensel okuryazarlık; cehaletin sonu. Kim bunlara hayır diyebilir?

    Bugünden geriye bakınca sonuç farklı görünüyor. Eğitim birliğinin sonucu Türkiye’de iyi olmadı. O çapta bir işin altından kalkacak kadro ve altyapı yoktu; zamanla da oluşmadı. Eğitim cehaleti yenecekken cehalet eğitimi yuttu. Geriye cahillik batağında boğulmuş bir toplum kaldı. Esasen 1920’lerin dünyasına devlet memuru yetiştirebilmek için tasarlanmış bir sistemdi. Hep öyle kaldı. ”Türküm doğruyum” diye haykırmayı ”çağdaş uygarlık” zanneden zihniyet eskiyince, yerini 7. yy’daki birtakım aşiret kavgalarını ”dünya tarihi” sanan ideolojiye terketti.

    Bugün etrafımıza baktığımızda yönetici kadroları tükenmiş, kültür eliti darmadağın olmuş bir ülke görüyorsak, asıl nedeni eğitimi devletin bürokratik tekeline alan o yasadır demek çok yanlış olmaz.

    Öbür türlü ne olabilirdi? Bu sorunun cevabı zor. Bir toplum, inandırıcı görünen gerçeklerle ve oy birliği ile kendini uçurumdan atmaya karar vermişse alternatifleri nasıl düşünebilirsin?

    Eğitim birliğinin net iki veya üç sonucunu görüyoruz. Hatta belki dört.

    Birincisi elit eğitimini devlet kontrolüne alma teşebbüsüdür. Başarılı olamamış, ama elit eğitim kurumlarını dumura uğratıp köreltmeyi başarmıştır. O tarihte toplumun kültürel seçkinleri bir avuç yabancı okul ile onları taklit eden yarım düzine özel okulun ürünüydü; şimdi de öyle. O okullar vatan-millet sosuna bulanmış bir kamu faşizminin cenderesine alınmasa, serpilip büyümelerine izin verilse, şimdi nerede olurduk?

    İkincisi geleneksel sivil eğitim kurumlarının yok edilmesidir. 19. yy’da modern tip kamu okullarının (rüşdiye, idadi ve sultanilerin) kurulmasından sonra medrese eğitimi zaten marjinalleşmiş, toplumun en alt tabakalarına özgü bir alternatif seçilim yolu olarak kalmıştı. Tam rakamlar elimin altında değil, ama yanılmıyorsam medrese talebesi sayısı 1924’te devlet okullarındaki öğrencinin yarısı kadardı. O yapı korunsa ve belki bir miktar maddi destekle evrilmesine izin verilse, memleketin ortalama eğitim düzeyine katkısı ne olurdu? En azından medrese geleneğinin güçlü olduğu Kürt bölgesinde, bugünkü eğitsel faciadan daha iyi bir yerde olunurdu gibi geliyor bana. Belki bugün imam-hatip liseleri kisvesi altında kamu eğitimine sıçrayan ve sistemi tümüyle ele geçirip çökertme eğilimi gösteren problem daha farklı bir düzeyde tutulabilirdi.

    Üçüncüsü tekelci zihniyetin kamu eğitimi bünyesinde yeni arayışların önünü kapatmasıdır. Özerk yapılanmalara daha açık bir yapı olsa, mesela Köy Enstitüleri gibi sıra dışı deneylerin yaşaması daha kolay olur muydu?

    Son olarak, toplumun tamamını potansiyel devlet memuru olarak eğitmek yerine çeşitli topluluk ve kuruluşların mesleki eğitim kurumları işletmesi teşvik edilse, memleket bu derece korkunç bir beceri ve yetenek çürümesine uğrar mıydı? Askeri okullar Tevhidi Tedrisat Kanunu kapsamı dışındadır. Neden mesela tıbba, marangozluğa ya da şoförlük mesleğine aynı özgürlük tanınmadı? 23 Nisan şiiri okumayı bilen marangoz daha mı iyi oluyor?

    2 Mart 1924 günü fikrimizi sorsalar, sen de, ey okur, ben de, herhalde ”bravo, eğitim şart” derdik. Onun için şimdi ne desek boş. 1924’teki karar sahiplerinin bugünü öngörmelerini beklemek haksızlık olur.

    Belki sadece düşünsek, ders alsak, bugün mutlak doğru gibi görünen fikirlerin yarın başka sonuç verebileceğini öğrensek, o da bir fayda.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/04/3-mart-1924te-neler-oldu-1.html

  186. Necip’in aşağıdakilerle ilgili düşüncelerini merak ediyorum.

    “Demiryolu komünist işidir”

    [Katılacak mı, itiraz edip AKP döneminde yapılan demiryollarını mı örnek gösterecek?
    İkincisiyse “Bu kaza takdir-i ilahidir” sözüne ve söylenmesine neden olan olaya ne diyecek?
    Böyle durumlarda istifa edilen ülkeler ile sorumlu bakanın istifa edip etmeyeceğini soran gazeteciyi “Haddinizi bilin” diyerek tersleyen başbakanın ülkesini nasıl kıyaslayacak?]

    “Bize plan değil pilav lazım”

    “Her mahallede bir milyoner yaratacağız”

  187. “Necip’in aşağıdakilerle ilgili düşüncelerini merak ediyorum.”

    Siraladiginiz sorulari ve bu girizgahi gorunce –lutfen kusuruma bakmayiniz– icimden (birazda acikli) bir kahkaha attigimi yazmazsam durust davranmamis olurum.

    Aklima, Einstein emminin o guzel lafi geldi cunku: “Kader, otoritelere karsi gelisimi, beni de bir otorite yaparak cezalandirdi”..

    Adamcagizin derdi farkliydi; o, fizik/matematik gibi konulardaki ‘otorite’lerden bahsediyordu; ama, sordugunuz sorular –baglaminda– beni de bir tur ‘otorite’ sayiyor gibi.

    Degilim.

    Dahasi, dusunce/felsefe planinda, kategorik olarak ‘otorite’ye karsiyim.

    O yuzden, benden istediginiz turden ‘fetva’lar konusunda yardimci olamayacagim.

    Ama, tek sebebi bu degil. Bir omrum daha olsa, yeterince kapsamli cevap veremeycegim konularda, iki satirlik/paragraflik ‘fetva’lara yeltenmeyecek kadar tembelim, ustelik.

    Please, help yourself 🙂

  188. Bu, son bir hafta icinde iki oldu. Kazara ‘anonim’ gonderdim. Internet tarayicim kendi kafasina gore davraniyor. Pardon.

  189. If you think I am enjoying giving you all these suggestions for treatment, you’re wrong. I am doing all that despite myself.

    As we wrote in the 163rd section above: “Get used to it. This is just the beginning…”

    We don’t care at all whether you are enjoying or not. You tirelessly write these words and methods such as “charity”, “help” or “therapy sessions”; because, you hide your own vulnerabilities in the ones you argue with and spray these words on her/him or them, impersonating an elderly-child throwing a tantrum. But behind all the charade you act, these words indicate that you desperately need help; you just hide.

    Heaven forbid, should you get fully treated I am likely to lose you as a rich source of entertainment.

    There are no such things as “heaven”, “hell” and their derivatives. You may try to give up being a fool who expects sparkles through specifically religious and generally theological (and a bit further; metaphysical) themes. Remember; your one and only religion is “capitalism”.

    As we wrote above; you need treatment. You are too weak to hide your vulnerabilities; your sharp exploitative urges are eating your entire body slowly, you should arrange an appointment with the clinic of Hannibal Lecter (or someone else, if you cannot afford the fee of Lecter’s tricky operations in Florence).

    You desperately need help; that’s why, you desperately seek entertainment. All the people in your capitalist S.M.E. incubator are exploited by you and the entire executive board, this is your “main entertainment menu” for years, and you are fed up with it:
    Now, your urges push you to search variations,
    Now, you yearn to taste the edges,
    Now, your whole life looks like a heroin addict’s f*cked-up life; a never-ending hunger for your profit-oriented mind and for profit-oriented belly.

    And now, you — getting older, feeling a steel breeze on the oily nape of your neck — are looking for new adventures, new hedonisms, new bodies, new menu to exploit their surplus value, too. Not anymore, not anymore zibidi Necip. All the people in your capitalist S.M.E. incubator are about to rebel against your corporatocratic hegemony. Winter is coming for your cruel plutocratic life in the hottest days of summer ‘17.

    So, no more suggestions for tratment.

    You need treatment, you are not able to hide your deadly “exploitation”-disease anymore. Seek suggestions for yourself immediately, cos you’re dying.

    Please, carry on with your bloated blurbs.

    Please, stop being a scumbag.

    You’re invaluable.

    Your brain is completely integrated with the “what are in this life; profitable, less-profitable and not-profitable?” implant. Your sole aim in your life is to decide what valuable stuff and what invaluable stuff are. Perhaps, 40-odd years in your cruel capitalist career might have piled deadly sediments up, without being aware [of them] because your brain is totally occupied by exploitative urges; let’s call [them] in the shorter concept: Your “occupational disease”.

    Currently, you’ve got a very vicious “entrepreneurship”-poison in your entire body; and to spread it, you are impatiently waiting for prey. It is very likely that even the sophisticated murderer Hannibal Lecter may fall into the trap of your deadly margin game. Who knows; maybe you will be the one who takes over the legacy of Lecter.

    Oh, by the way;

    13 Mayıs 2014’te, Manisa-Soma’daki maden ocaklarında ölenler; madende değil başka yerlerde çalışıp para kazansalardı! Mesela niçin tarlada ırgatlık yapmadılar da maden ocağında çalışmayı istediler?! Ben mi söyledim onlara “madene gidin ve orada ölün!” diye!

    Umrumda olmaz!

    Ben bir kapitalist olarak, ölen insanları kafama takmam, neticeye bakarım:

    Eğer o maden şirketinin kârı istikrarlı bir şekilde artıyorsa (genel ekonomideki daralma dönemlerinde; kâr artmasa da zarar yazmayacak, ya da az zarar yazacak, kadar şirket kendini yürütebiliyorsa), o şirketin sömürdüğü insan ölse ne olur, ölmese ne olur!

    Bir şirketteki “verimlilik” benim için önemlidir; bu amaçta ne kadar insan ölmesi gerekiyorsa o kadar ölebilir, kalan sağları sömürmeye devam edebilmeliyim!

    Oh, by the way;

    Cecil Rhodes = Necip

  190. “Cecil Rhodes = Necip ”

    Don’t just mention this in passing.

    Please prove it.

    If you can, I hereby promise that I’ll make you a chieftain in a remote village in the newly named Necipia where you can bore them to death with your unending cathartic verbiage against capitalism etc.

  191. Please prove it. If you can, I hereby promise that I’ll make you a chieftain in a remote village in the newly named Necipia where you can bore them to death with your unending cathartic verbiage against capitalism etc.

    Whether we prove it or not; you will attempt to designate us (or anyone else) as a chieftain, but your real intention is toying everyone around you as a pawn. It seems that you, zibidi Necip, have forgotten what we wrote in the 178th section above: We do not seek any kind of status in your cruel capitalist pyramid, in your cruel social stratification.

    “Necipia” is not a new thing; your cruel capitalist S.M.E. incubator has already been named as “Necipia” by the ones you eagerly exploit for 40-odd years. You didn’t invent any name so don’t try to get any credit for it.

    Your brain is completely integrated with the “survival of the fittest” concept; that’s why, if you read, hear or feel anything [that] squeezes your exploitation-oriented and profit-oriented mind, you use your catapults straightaway and scream; “boring, boring, boring!” All the texts we write here are a warning for today and for tomorrow about the history of capitalism’s massacres. These are for real; not fake, not hidden at all. You just want to ignore them but fail so you think you defend yourself foolishly using these words; “unending cathartic verbiage”. Maybe you gradually go into Alzheimer’s disease, maybe you are in the early stage [of it] now; because, you cannot keep in your mind what we wrote in the 163rd and 186th sections: “Get used to it. This is just the beginning…”

    “Cecil Rhodes = Necip” → Some of your deadly facts:

    ===== 1 =====

    FABRİKA AYARI;
    5 DAKİKADAN FAZLA TUVALETTE KALAN İŞÇİYE PARA CEZASI!

    ( http://t24.com.tr/haber/fabrika-ayari-5-dakikadan-fazla-tuvalette-kalan-isciye-para-cezasi,345350 )

    (15 Haziran 2016)

    “İşçiler çok fazla tuvalette kalıp iyi niyeti suistimal ediyor!”

    Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde, endüstriyel mutfak ürünleri sektöründe üretim yapan “Termikel” adlı fabrikada, işçilerin kullandığı tuvaletin kapısına kartlı geçiş sistemi kuruldu. Kapıya asılan yazıda; “mesai saatlerinde 5 dakikadan fazla tuvalette kalan işçilere ‘maaş kesintisi cezası’ verileceği” belirtildi.

    Fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, uygulamayı; “işçiler tuvalette çok fazla kalarak, iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı” sözleriyle savundu.

    1950’de kurulan fabrikada, işçilerin iddiasına göre, turnike uygulamasından önce tuvalet kapıları kilitleniyordu. İhtiyacını gidermek isteyen işçiler, şeflerden anahtar alarak tuvalete girebiliyordu. Fabrikada çalışan binlerce işçiye yönelik yapılan düzenleme, tuvalet kapısına asılan:

    “Personelin dikkatine!

    Gün içinde mesai saatlerinde toplam lavabo kullanımı 5 dakikadır. Bu sürenin aşılması hâlinde, aşılan miktar kadar maaşlarınızdan kesinti yapılacaktır.”

    yazısıyla duyuruldu.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123202_cis1.jpg )

    “Henüz kesinti yapılmadı!”

    Ücretlerin de düzenli olarak ödenmediği iddia edilen fabrikada, fazla mesaiye kalan işçilerin çocukları, kreş olmadığı için üretim yapılan alanda anne-babalarıyla birlikte bulunuyordu. İtirazlar sonuç verince, fabrika geçen yıl bir kreşle anlaştı.

    İşçilerin gün içinde:
    Saat 08:00 – 10:00,
    10:15 – 12:45,
    13:30 – 15:30,
    Ve 15:45 – 18:15 arasında
    5 dakikadan fazla lavabo kullanımı hâlinde kesileceği belirtilen cezaya ilişkin “T24”e konuşan fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, “işçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ediyorlardı. Henüz kimsenin maaşından kesinti yapılmadı” ifadelerini kullandı.

    ( http://t24.com.tr/files/20160615123218_cis2.jpg )

    ===== 2 =====

    ( http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/ )
    14 Temmuz 2013, “Paris Komünü ve Esnaf”, Yorum no 7

    Necip: Gun beyin blogunda benim gibi birine rastalamak biraz garip olsa gerek, sundan dolayi; kategorize etmek isteyenler icin ben bir ‘kapitalist’im.

    Otomotiv sektorunde dogrudan (yerli ve yabanci) ana sanayiye uretim yapan KOBI-irisi sayilabilcek bir sirketin sahiplerinden bir pir-i faniyim.

    40 seneyi askin bir suredir sektorde olan birisi olarak sunu diyebilirim; ‘patron kati’nda olmak pek de bir seyi degistirmiyor. Ben de emir alirim-aldim, ben de uc-otuz paraya calisirim-calistim. Turkiye’de hic de seyrek olmayan kriz donemlerinde bunlari fazlasiyla yasadik. Sag olanlarin daha da yasayacaginin garantisi de var.

    Cunku ekonomi denen lanet olasi seyin istikrar denen bir baska lanet olasi seye ihtiyaci var.

    ===== 3 =====

    İşçi cesedeni molozların arasına attılar!

    ( https://malumhaber.files.wordpress.com/2016/11/veyselkarani.jpeg?w=720 )

    ( https://malumhaber.files.wordpress.com/2016/11/b092945ecdb12cbb15c555174416698e.jpg )

    ( https://malumhaber.files.wordpress.com/2016/11/0da9f4e2bedacc8ebcb88d03f0cce0f5.jpg )

    Veysel Karani Keleşoğlu’nun cesedine bir hayvana yapıldığında bile vicdanları sızlatacak, belki de kamuoyu nezdinde tartışmalar yaratacak şey yapıldı.

    Genç işçinin cesedinin şirketin imajı gölgelenmesin diye inşaatın dışındaki moloz sahasına atıldığının anlaşılması, OHAL şartlarında insan hayatının ve naaşının ne kadar değersizleştiğini en acımasız gerçeklikte ortaya çıkardı.

    Veysel Karani Keleşoğlu 21 yıl önce dünyaya geldi. Şüphesiz annesi, babası her çocuk gibi onu ayakları üstünde durana kadar, el üstünde tuttu, tehlikelere karşı gözetti. Keleşoğlu, fakir bir ailenin ferdiydi.

    Adını bir filozoftan alan Vesyel Karani Keleşoğlu’nun da karnını doyurmak, barınmak, yaşamak için çalışmak dışında bir şansı yoktu. O da Türkiye’nin doğusunda yaşayan birçok genç gibi çalışmak için İstanbul’a göç etti. Kağıthane’de tanıdıklarının vasıtasıyla bir inşaatta işe yerleşti.

    Şanssızlığı belki de işsizliğin kol gezdiği Türkiye’de en acımasız patronlardan birinin inşaatında işe girmesiydi. Eroğlu inşaata ait “Skyland İstanbul” projesinde çalışmaya başladı. Her gün ortalama 3 işçinin öldüğü sektörde arkadaşlarıyla birlikte, içinde hiç oturamayacağı lüks konutlar yapıyordu. Ta ki OHAL kararnamelerinin ülkeyi kavurduğu günlerde bir iş cinayetine kurban gidene kadar.

    Veysel Karani, daha henüz 21’inde, 2016 Ağustos’unda, çalıştığı inşaatta yüksekten düşerek yaşamını yitirdi. Bu yılın ilk on ayında ölen en az 1596 işçi içinde yer aldı. Elbet sayıların soğukluğunun arka planında biriktirdiği binlerce hikaye ve hayaller de Veysel Karani’yle birlikte yok oldu.

    Veysel Karani Keleşoğlu’nun cesedi, inşaatın uzağında, 27 Eylül 2016 tarihinde, Sarıyer’deki bir inşaattan aldığı molozları saat 15.30 sıralarında Hamidiye Mahallesi Selçuklu Caddesi üzerinde bulunan moloz döküm alanına döken kamyon şoförü tarafından bulundu. Kimse, başta, bulunan cesede anlam veremedi. Gazetelerde bu ilginç olay 3’üncü sayfa bir cinayet haberi gibi geçiştirildi.

    Gerçekler sonradan ortaya çıktı. “Şirketin imajı sarsılmasın” gerekçesiyle Veysel Karani’nin cesedi düştüğü yerden alınarak inşaat molozlarının arasına bırakılmıştı. Tıpkı kurtulmak istenen, iş görmeyen bir alet gibi…

    Fakat, “Biz öldük, siz de ölmeyin diye buradayız, iş yasaları düzenlensin, işyerleri denetlensin” çığlığıyla yapılan vicdan nöbetinde emeği geçenler bu işin peşini bırakmadı.

    Her ayın ilk hafta sonu yapılan geçtiğimiz pazar günü 56’ncısı düzenlenen nöbette, Veysel Karani Keleşoğlu’nun ölümü sonrası edinilen bilgiler basın aracılığıyla kamuoyuna aktarıldı. Veysel Karani Keleşoğlu’nun cesedinin iş cinayeti sonucu öldüğü, bölgeden alınarak molozların arasına “sırf şirket imajı sarsılmasın, işler aksamasın” diye bırakıldığı bilgisi Adalet Nöbeti Gönüllüleri tarafından verildi.

    Üstelik bu olayı öğrendiğinde, yıllarını iş cinayetleri davalarına adayan avukat Berrin Demir bile şoka uğradığını ifade etti. Berrin Demir, “Yıllardır bu iş cinayetleri davalarıyla ilgileniyorum fakat bu olay beni derinden sarstı, uzun süre olayın travmasını atlatamadım.”

    Şimdi vicdanları yaralayan bu olay için yargılama sürecinin başlaması bekleniyor.

    ( https://ohaberbu.com/2016/11/07/iscinin-cesedini-sirket-imajina-golge-dusmesin-diye-molozlar-arasina-attilar/ )

    ( http://www.hurriyet.com.tr/kagithanede-molozlarin-arasindan-ceset-cikti-40233289 )

    ( http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ahmet-cinar/moloz-170588 )

  192. And;

    ===== 4 =====

    Necip:: 13 Mayıs 2014’te, Manisa-Soma’daki maden ocaklarında ölenler; madende değil başka yerlerde çalışıp para kazansalardı! Mesela niçin tarlada ırgatlık yapmadılar da maden ocağında çalışmayı istediler?! Ben mi söyledim onlara “madene gidin ve orada ölün!” diye!

    Umrumda olmaz!

    Ben bir kapitalist olarak, ölen insanları kafama takmam, neticeye bakarım:

    Eğer o maden şirketinin kârı istikrarlı bir şekilde artıyorsa (genel ekonomideki daralma dönemlerinde; kâr artmasa da zarar yazmayacak, ya da az zarar yazacak, kadar şirket kendini yürütebiliyorsa), o şirketin sömürdüğü insan ölse ne olur, ölmese ne olur!

    Bir şirketteki “verimlilik” benim için önemlidir; bu amaçta ne kadar insan ölmesi gerekiyorsa o kadar ölebilir, kalan sağları sömürmeye devam edebilmeliyim!

  193. Bireycilik ve bencillik her zaman kapitalizm/düzen savunuculuğu ile eş anlamlı olmayıp tersi durumlara da yol açabilir. Bu gözden kaçırılmaması gereken bir nokta.

    Mesela, işçi-emekçi halk ya da genel olarak en yakınları hariç başka insanlar pek de umurlarında olmayan bazı marjinal, toplum dışı kişiler kendi çıkarlarını tehdit ettiği için sermayeye ve devlete karşı olabilir, nefret edebilir.
    Böyleleri için önemli olan, işçi, emekçi, aç, yoksul kitlelerin kurtuluşundan çok, kendi varlıklarını da tehdit eden sermaye ve devlet güçlerinin etkisizleşmesidir.

  194. 190’a

    Bireycilik ve bencillik her zaman kapitalizm-düzen savunuculuğu ile eş anlamlı olmayıp tersi durumlara da yol açabilir. Bu gözden kaçırılmaması gereken bir nokta. Mesela, işçi-emekçi halk ya da genel olarak en yakınları hariç başka insanlar pek de umurlarında olmayan bazı marjinal, toplum dışı kişiler kendi çıkarlarını tehdit ettiği için sermayeye ve devlete karşı olabilir, nefret edebilir. Böyleleri için önemli olan, işçi, emekçi, aç, yoksul kitlelerin kurtuluşundan çok, kendi varlıklarını da tehdit eden sermaye ve devlet güçlerinin etkisizleşmesidir.

    Bu yazdıklarınız neticesinde iki olasılık görüyoruz. Eğer yanlışsa düzeltirsiniz:

    Olasılık #1: Siz, bu sayfada (eğer siteyi takip ediyorsanız, sitenin genelinde) yazılanları; ya hiç okumamışsınız, ya da okumuşsunuz ama anlamak işinize gelMEmiş olabilir.

    Olasılık #2: “Kapitalizm” adlı ölüm saçan sistemle, sizin; ya hiç probleminiz yok, ya da az probleminiz var gözüküyor.

    Dikkatle okuyup, anlamaya gayret ediniz:

    Kapitalizmin sömürdüğü milyarlarca insanın (ve elbette; hayvanın, doğanın, bitkinin vb.) çektiği eziyeti; kendilerine bir tür yakıt malzemesi yapıp, bir tür mühimmat gibi kullanıp, kapitalizmin insanlara çektirdiği çileleri istismar edip, bunları, kendi narsist (ve hâttâ; “hedonist” ve “nepotist”) amaçları yönünde bükmeye eğilimli pek çok “iktidar kurmak heveslisi” kişi ve teşkilat var. Bu kişiler ve teşkilatlar; (Necip gibi) hedonistler olabildiği gibi; kapitalizm içinde yaşamaktan memnun, veya kapitalizm dışındaki akımlarla da hemhâl olabilir. Unutmayınız: “Hegemonya kurmak hırsı”, “iktidar kurmak hırsı”, sadece kapitalist sistemin değil; diğer pek çok akımın da içinde taşıdığı özelliklerdir. Bütün bu “tehlike tohumları”nın farkındayız.

    Şimdi okuyacaklarınızı anlamaya gayret ediniz:

    ( http://www.gunzileli.com/2017/03/12/hesaplar-oyunlar/ )
    8 Nisan 2017, Yorum no 269

    Günümüzde en ölümcül seviyelerinden birine hepimizin tanıklık ettiği, bizzat içinde oyuncu olmaya mahkûm edildiği kapitalist sistem; (artık “corporatocracy” & “şirketokrasi”nin domine etmesiyle beraber), silahlı kuvvetlerin, devlet memurluklarının, devlet ve siyaset alanının, (siyasi) partilerin, medya oligarşisinin, reklamcıların, marketing guru’larının, gazetelerde köşe yazarlarının, tıp (özellikle ecza & pharmaceutical) alanındaki kapitalist oligarşinin, çeşitli spor dallarının (parasal) kâr odaklı şekilde hayata dikte edilmesinin, televizyon yayınlarının, insan vücudunun hazza eğilimli özelliklerinin ve saymakla bitiremeyeceğimiz yapıların hem en ince kılcal damarlarında dolaşmaya, hem (bir tür şemsiye veya çatı misali) üzerinde hegemonyasına (ne yazık ki) devam ediyor.

    Galiba, siz, sistem değişikliğinin gerekli olduğunu idrak etmekle birlikte, bunun akşamdan sabaha, bugünden yarına nasıl olacağı hususunda (belki bir nebze) acelecilik içindesiniz. Ortaya acil çözüm önerileri atılmasını ummanızla beraber, eğer bu çözüm önerileri, kapitalizmi “hemen” çökertmezse; “Bakın beceremiyoruz, bu nedenle susup, sömürmeye ve sömürülmeye devam edelim.” yılgınlığına eğilim gösteriyorsunuz gibi bir hâliniz var. (Hakkınızda yanılıyor olabiliriz.)

    Yaşınız müsait mi bilmiyoruz ama bizim kuşağımız şunları da gördü; 1974-77 yıllarında, anlı şanlı sol örgütler arasında “Acilciler” kısaltmasıyla yeri gelir övülen yeri gelir dalga geçilen, tam adı “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi; Halkın Devrimci Öncüleri (THKP-C; HDÖ)”nün yazdığı “Türkiye Devrimi’nin Acil Sorunları (TDAS)” başlıklı bir yazı dizisi, broşür, kitapçık vardı. Bu kitapçıkta anlatılanların ekseriyeti doğru tespitler olmakla beraber, “çözüm önerileri” konusuna gelince hemen aceleciliğe kayıp; hem kendi teşkilatını, hem ülke genelindeki sempatizanlarını çok yanlış yönlere sevk etmeye kalktılar; (ölmek ve öldürmek ilk sıralarda olmak üzere) hüsranla sonuçlandı. (Not: Bu durum sadece “Acilciler” olarak bilinen bu teşkilata özgü değildi. O yıllarda, hem “sağ” hem “sol” siyasi arenada faaliyet gösteren pek çok teşkilatta “acele etmeliyiz!” ifadesi, adeta, motivasyon kaynağıydı. “Acilciler” teşkilatı, içinde sırf “acil” kelimesi geçtiğinden biraz şöhretli izlenimi yayar, teşkilatın [dikkat çeken] başka bir özelliği de yoktur.)

    İncelemek isterseniz; “Engin Erkiner” & “Türkiye Devrimi’nin Acil Sorunları”:

    (Not: “Acilciler”in kurucuları arasında olan; “İlker Akman” 26 Ocak 1976’da Malatya-Beylerderesi’nde, “Yüksel Eriş” 21 Ocak 1977’de Trabzon’da hayatını kaybetti.)

    ( http://turkiyedevrimininacilsorunlari.blogspot.com.tr/ )

    “Çözüm önerileri” meselesinde sizin de kafa yormaya devam etmenizi; fakat, acele etMEmeye özen göstermenizi öneririz.

    Eğer daha geniş çaplı örnekler incelemek isterseniz:
    En önemlilerinden biri olarak; “Livnı, Oryol”lu maden işçisi “Alexey Grigoryevich Stakhanov”un yaşam öyküsünü araştırabilirsiniz. Özellikle SBKP politbürosunun propaganda komiserliği tarafından; Stakhanov’un pek maharetli bir işçi olduğu, iddialara göre 31 Ağustos 1935’de 5 saat 45 dakika içinde toplam 102 ton kömür çıkarmasıyla saptandı. 19 Eylül 1935’de ise tek vardiyada 227 ton kömür çıkartarak yeni bir rekor kırdığı iddia edildi. Stakhanov’un, bir tür “bütün işçilerin örnek alması gereken bir kahraman, bir kült” hâline nasıl dönüştürüldüğünü, SBKP’nin plânları yönünde, bütün ülkede (ve Sovyetlerin hegemonyasındaki diğer pek çok ülke işçisi için de) reklam malzemesi olarak nasıl köpürtüldüğünü, “insan emeği”nin ancak ve ancak “komünist parti oligarşisinin toplum mühendisliği için” kutsiyet taşıdığını, başka hiçbir anlam ifade etmediğini hatırlamanızda yarar var. (Not: “Stakhanovizm” veya “Stakhanov hareketi”; az önce bahsedilen reklam çalışmaları neticesinde doğmuş ve gelişmiştir. Ve Alexey’e, partinin uysal bir savunucusu olması, kendisine söylenenleri harfi harfine uygulaması sebebiyle; 1970’te “Sosyalist Emek Kahramanı Madalyası” da verilmiştir.)

    Sınıflı toplumlar”ı değil; “sınıfsız toplumlar”ı savunmak aslolandır. Bunun için mücadele ediyoruz. “Proletarya diktatörlüğü”ne de, “Patron diktatörlüğü”ne de; HAYIR.

    Necip gibiler ise, kapitalizmin yılmaz neferleri olarak; “(parasal & kâr odaklı) kast sistemi”ni, daha tumturaklı bir ifadeyle “social stratification”ı savunan ölümcül kişilerdir. Dünyada bazı ülkelerde komünist partilerin himayesinde “politbüro diktatörlüğü”nün ölümcüllüğü ile; Necip gibi kapitalistlerin “sömürü diktatörlüğü”nün ölümcüllüğü tamamen aynıdır.

    Necip (ve muadilleri):

    “Sömürü özgürlüğü (serbestliği)”ni savunur,

    “Birey(cilik) kültüne sırtını yaslayıp mutlak hedonizmi” savunur,

    “Darwinism” konseptini ve Herbert Spencer’ın “survival of the fittest” söylemini birer manivela gibi kullanarak kapitalist sistemin mutlaklığı ve meşruluğu iddiasını yaymaya uğraşır,

    (İnsanlar arasında da var olduğunu iddia ettikleri) piramitin tepe noktalarında “güçlülerin”, alt basamaklarında güç mücadelesinde başarısız olanların yerleşmesi gerektiği düzeni, hayata dayatırlar.

    Şunu sormak isteyebilirsiniz; “tüm kötülüklerin kaynağı kapitalizm mi?” Hayır, “tüm” kötülüklerin değil. Fakat çok büyük bölümünün kaynağının kapitalizm olduğunu görmemek, duymamak, bilmemek, hissetmemek için “insan olmamak” gerekir. “İnsanın aç gözlü olması”nı %100 önleyemeyiz; fakat, kapitalizmi yok edebiliriz.

    Son olarak;
    Size, şu iki uyarıyı dikkatle incelemenizi, anlamaya gayret etmenizi öneriyoruz:

    ===== 1 =====

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Burası benimdir!’ diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk kişi, ‘uygar toplum’un ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara ‘Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz.’ diye haykırsaydı, işte o kişi; insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.

    Jean-Jacques Rousseau,
    ‘Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men’,
    ‘Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söylem’,
    (‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı’ olarak da bilinir)
    Tarih, 1754

    ===== 2 =====

    “We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”

    “Dünyaya, mevcut toplumların düzenleri içine, o düzenleri direkt eleştirmeye programlanmış hâlde doğmuyoruz. Hayatlarımızda öyle anlar gelir ki, bizler de sorgulamaya başlamadan çok önce, tek tek saymamızın mümkün olmadığı gerçekler yaşanmaya başlanmış, ürkütmüş, ve en nihayetinde bizleri sorgulamaya sevk etmiş; aile içinde yeşeren, nesilden nesile miras gibi devreden önyargılar, doktriner eğitim sistemleri, gazete, radyo ve televizyon aracılığıyla bilincimize kodlanan inançlar vardır. Bütün bunlar esaslı bir sonucun istikametine getirir bizi: Hepimiz, bilgi ve tecrübesi saptırılmış veya hiç olmayan, ve bu nedenle günlük yaşamlarında debelenip duran çevremizdeki insanlardan başlayarak, çember gibi genişleyip; bu insanları, yüz yıllara yayılmış yargıları, tekrar, ciddiyetle düşünmeye yöneltecek hamleler yapmak gibi devasa bir sorumluluğa sahibiz.”

    Howard Zinn,
    “Changing Minds, One at a Time”,
    “The Progressive” dergisi,
    10 Mayıs 2005
    ( http://progressive.org/magazine/changing-minds-one-time/ )

  195. Kadere iman tartışmalarıyla ilgili ilginç bir alıntı:

    “Cübbâî’ye göre müslümanlar, insanın sorumlu olduğu bütün fiillerini hür iradesiyle kendisinin yaptığını kabul etmişken ilk defa Muâviye b. Ebû Süfyân bu tür fiillerin Allah’ın takdiriyle vuku bulduğunu ve dolayısıyla kişinin cebir altında olduğunu iddia etmiş, böylece yanlış icraatını mâzur göstermeye çalışmış, ondan sonra da bu görüş yayılmaya başlamıştır.”
    Bu kişinin Muaviye hakkındaki görüşü de şöyleymiş: “Muâviye b. Ebû Süfyân ümmetin birliğini bozması, müslümanların birbirleriyle savaşmasına yol açması ve başka hataları yüzünden hilâfet için uygun bir kişi değildir.”
    http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c08/c080072.pdf

    Bu yüzden Emevîler, iniş sebepleri bilinmeden, tefsir edilmeden, anlamı tam açıklanmadan, daha doğrusu bu yorumların yapılmaması istenen kadere ait âyetlerle, yaptıkları işleri Allahın takdirine havale etmeyi en çıkar yol buluyorlardı; bu, onlarca bir kurtuluştu (*).
    * «Sizi de Allah yarattı, yaptıklarınızı da» âyeti gibi (XXXVII, 96); oysa ki bu söz, İbrahim peygamber tarafından, putlar kırıldıktan sonra onlara tapanlara, «Demişti ki: yontup yaptığınız şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Sizi de Allah yarattı, yaptıklarınızı da» yâni taştan, ağaçtan yaptığınız putların taşlarını, ağaçlarını da meâlindedir ve anlam, bir önceki âyetle tamamlanır (aynı, 95).
    https://issuu.com/kaptanahap/docs/abd__lbaki_g__lp__narl___-_100_soru_afe70a6b800adf/70

  196. “Hem nedir, bu namütenahi zamanı balta ile keser gibi çağlara ayırmak? Bu tasnifler çok çocukça ve Batlamyusvârîdir.”

    demiş Cemil Meriç. Onu eleştiren bir yorumcu da bunu tamamlamış:

    “Ayrıca çağları baltayla keser gibi ayırmak saçma ise, medeniyetleri baltayla ‘doğu, batı, kuzey, güney’ diye ayırmak nasıl mantıklı oluyor? Hangi batı, hangi doğu? Batının içinde doğu, doğunun içinde batı var. Hellenistik dönemlerden beri kültürler birbirlerinden etkileniyor.”

    Aynı yorumdaki şu cümleler de önemli:

    “Aklıma Leman’ın meşhur el işaretli Tayyip Erdoğan kapağı geldi.
    “Batının”(!) piyasa düzenini, tüketim toplumunu, nükleer santralini, savaş sanayini destekle, AB yolunda ilerle sonra seni inciten sadece Hristiyanlaşmak ve bacak arası ahlakının gerilemesi olsun.
    Cemil Meriç çok gerilerde kalmış, o fakir kaldığı için ‘çağdaş’ olmamasının değersiz yapmayacağını sandığı ülkelerdeki insanlar şimdi üç kuruş maaşlarıyla en lüks cep telefonunu alıp, Gucci Prada peşinde koşuyorlar.”

  197. Gün bu seçim meselesinde anarşizme bir türlü geçemedin. 🙂 şimdiye kadar umut bağladığın seçimlerle erişilen ortada. Kaybedileni ise hiç görmüyorsun. Mevcut erk kaybedeceği seçime girmiyor. Hatırlayalım: Oyu %41 de kalınca savaş başlattı sonra seçime gitti. 2019’da ne olacağını düşünüyorsun?
    Zehir zemberek bir yazı yazmaktayım Seninle ilgili. Sıkı giyinmeni tavsiye ederim. Selamlar Abidin. 🙂

  198. Merhaba Gün 🙂
    yazı bu linkte. Türkçe imla hatalarımı şimdiden kabul ediyorum.

    Dostlukla
    Abidin

    https://tahakkum.org/2017/12/03/gun-zilelinin-secim-onerileri/

  199. Teşekkür ederim. İlk fırsatta okuyacağım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir