İlerlemeci paradigmadan kurtulmak! (Özgür Üniversite’den Gün Zileli’ye sorular)

1. Kelimelerin, kavramların kullanılışıyla ilgili bir sorun var. Bu durum kavramların manipülasyona açık olmasıyla da ilgili. Bir şey söyleniyor, kabul görüyor ve sorgulanmadan, “gerçekten öyle mi?“ sorusu bir daha sorulmadan kullanılmaya, kesinliğinden şüphe edilmeyen “hakikât” olarak sunulmaya devam ediyor. Mesela yukardan devrim öyle bir şey. Aslında yukardan devrim demek, anlam karşıtlığı olan, antınomik iki kelimeyi yan yana getirmek demektir. Başka türlü söylersek, tam bir oxymoredur. Mâlum, devrim denilenin bir içeriği olması gerekir. Oysa, yukardan devrimdendiğinde bu Osmanlı Padişahının da, Osmanlı Paşalarının da devrim yapabileceği anlamına gelir. Osmanlı Sarayında “devrimci”,”ilerici” unsurlar olduğunu düşünmek abesle iştigal değil midir? Bu konuda neler söylemek istersin?

Evet, bazı kavramlar birileri tarafından ortaya atılıyor ve hiç sorgulanmadan kabul görüyor. Bu “yukardan devrim” denen şeyin ilk kimin tarafından ortaya atıldığını bilmiyorum. Ama yıllar yılı karşımıza çıkar. Sanırım ilk önce Bismark’ın, dağınık Alman prensliklerini birleştirip tek bir kapitalist ulus devlet yaratmasını izah etmek için kullanılmıştı. Bismark’ın “demir el”i ile yapılan bir “devrim”! Buyrun bakalım! Hem de “sosyalistleri yasaklama yasası” ile gerçekleştirilmiş bir “devrim” bu. Yani aslında tam ve gerçek anlamıyla bir karşıdevrim. Buna niçin devrim dediler? Çünkü kapitalistleşme yolunda bir gelişme var. Onların devrimden anladıkları, kapitalist ilerlemeden başka bir şey değil.

Bunun, ilerlemeci paradigmanın marifeti olduğu açık. Devrimi, ezilen kitlelerin yeni, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum oluşturmak için ayağa kalkması olarak değil de, ne pahasına olursa olsun kapitalist ilerleme, kapitalist düzleme ve standartize etme girişimi olarak anlayanların uydurduğu bir kavram. Zaten böyle bakacak olduktan sonra bu kapitalist standartlaştırmaya yukardan devrim adını vermek de fazladır, çünkü tarihte bu tür girişimlerin hepsi yukardan olmuştur. İşçi ve köylü kitleleri kendilerini bile bile cendereye sokmayacaklarına göre, bu tür “ilerlemelerin” hepsi yukardan, kapitalist sınıflar ya da kapitalist bürokrasiler tarafından yapılmıştır. İşte bu, ilerlemeci üretici güçler teorisinin vardığı vahim noktadır.

Eğer Bismark yukardan devrim yapmışsa, Hitler de yukardan devrim yapmıştır, Kenan Evren de yukardan devrim yapmıştır. Hitler az mı geliştirdi Alman kapitalizmini, az mı yollar açtı, Yahudi-köle emeği kullanarak? Az mı modernleştirdi Almanya’yı? Hakkını yemeyelim şimdi. Bismark’ı yukardan devrim diye kutsayanlar “yukardan devrim”lerinin nerelere uzandığının üzerinde düşünsünler. Evet evet, Kenan Evren de öyle. O da demirden bir elle ve solcuları ezerek Türkiye’yi kapitalizm yolunda ilerletmedi mi? O zaman neden şikayet ediyoruz ki. Evet, Evren, Atatürk’ün yolunda olduklarını söylerken hiç de sahtekârlık falan yapıyor değildi. Belki de söylediklerinin arasında tek gerçek buydu. Ama ta doğduğu günden beri Kemalist ilerme paradigmasının kölesi olan solumuz tüm enerjisini Atatürk’le Kenan Evren arasındaki zıtlığı göstermeye harcadı. Oysa bir zıtlık değil, devamlılık söz konusuydu.

Yukardan devrim diye bir şey yoktur. Yukardan yapılan her şey, isterse “devrim” desin kendine, bal gibikarşıdevrimdir ve devrimin düşmanıdır. Bir tek devrim vardır, o da aşağıdan toplumsal devrimdir. Hatta burada aşağıdan sözcügü bile fazladır. Çünkü devrim sadece ve sadece aşağıdan, kitlelerin iradesiyle gerçekleştirilebilen büyük bir toplumsal ayağa kalkış, değişim ve Fikret Başkaya’nın bir toplantıda ifade ettiği biçimiyleemansipasyondur.

2. Sorunun devamı olarak, Türkiye’de 1908 İttihatçı darbesi ve 1923 Kemalist darbe ve sonrasında bir yukardan devrim gerçekleştirildiği söylendi, söyleniyor, üstelik buna inananların sayısı da az değil. Osmanlı Paşaları, devlet bürokrasisi tarafından bir devrim gerçekleştirilebileceğini düşünmek, olaylara, şeylere, tarihsel sürece uzaktan bakmak anlamına gelmiyor mu? Kavramların böyle yerli yersiz kullanılması, müthiş bir ideolojik bunalıklık yaratıyor ve bu tür ideolojik manipülasyonlarla rejimin gerçek niteliği gizleniyor. Böyle bir anlayış sola da musallat olmuş durumda. Kapitalizmin önünü açmak, iktidarı pekiştirmek amacıyla yapılanların ‘devrim’ olarak sunulması sadece Türkiye’ye özgü bir şey mi?

Osmanlı paşaları da bir “kurtuluş”un peşindeydiler; devletin kurtuluşunun. Bunun ancak Batının yolundan gidilerek, modernizasyonla gerçekleşeceğini düşündüler. Tanzimat, daha sonra 1908 İttihatçı darbesi ve 1923 Kemalist hareketi bu yönelişin ürünleridir. Doğal olarak yukardan-zorlayıcı ve o ölçüde de halk ve emekçi düşmanı, yukardan kapitalist modernleşme girişimleridir bunlar. Devrimle ve devrimcilikle bir ilgileri yoktur. Hepsi, çalışan kitleleri baskı altına alan karşıdevrimci atılımlardır. Bizim solcularımız, Menşevik üretici güçler teorisinin etkisinden kurtulamadıkları için bu hareketleri kendilerine müttefik görürler. Zaten kendileri de iktidara geldiklerinde benzeri şeyleri yapacaklardır. İttihatçıları, Mustafa Kemal’i ve Stalin’i sonuna kadar savunmaktan vaz geçmemelerinin nedeni budur. İnsan bindiği dalı keser mi? Kemal’in ve Stalin’in işçi ve köylü düşmanı eylemlerini mahkûm ettikleri an kendi gelecek iktidarlarının perspektifini de karartmış olacaklarını çok iyi biliyorlar.

Ne var ki, Türkiye solunun bu yönelimini Türkiye’ye özgü bir şey olarak görmemek gerekir. Devlet iktidarı aracılığıyla bir “toplumsal değişim” gerçekleştireceğini iddia eden dünyadaki tüm sol bürokrasiler bu ilerlemeci paradigmanın takipçisidirler. Türkiye solunun özel konumu ise, Kemalist devlet geleneğinin gücünden gelmektedir. Bu gelenekle savaşmak yerine, onu sahiplenmek kolaylarına geliyor. Zaten neden savaşsınlar ki. Kendileri de gelecekte aynı baskıcı bürokratik yöntemleri uygulayacaklarına göre….

3. Türkiye’de sol hareket, rejimi tartışmaya yanaşmıyor. Rejimin putlarını, tabularını sorun etmiyor. Rejimi tartışmaya çalışanları da kendinden saymama, dışlama eğilimi çok güçlü… Sence bu durum nasıl açıklanabilir?

Çünkü sol hareket kendini gelecekteki iktidar olarak, gelecekteki devlet olarak planlıyor. İktidara gelecekler ve aynı Mustafa Kemal gibi, aynı bugünkü rejim gibi halkın ensesinde boza pişerecekler. Aynı Stalin gibi, ilerleme adına emekçileri zorla iş kölesi haline getirecekler. Aynı onlar gibi milliyetçi bürokrasiler olarak konumlanacaklar. Ne diye geleceklerini karartsınlar ki. Bugüne kadar şu ya da bu yolla herhangi bir ülkede iktidara gelmiş sol bürokrasilere bakın. İktidara gelir gelmez devlet baskısının, baskı rejiminin ve milliyetçiliğin en kararlı savunucuları olmuşlar ve bunu pratiğe geçirmişler. Bir ülke ve milliyet adını taşıyan bir sol bile utanç vericidir. Bir sol hareket kendini bulunduğu ülkenin adıyla ya da hakim ulusun adıyla adlandırıyorsa, o geleceğin milliyetçi bürokrasisinin temsilcisidir demektir ve zaten bugün Türkiye solunun esası bundan başka bir şey değildir.

4. Sol hareketin ‘yeniden düşünmeyi’ radikal bir biçimde gündemine almadan, rejimi tartışmaya cesaret etmeden yol alması, inanadırıcı-güven verici alternatif bir toplum projesi üretmesi mamkün mü?

Sol hareketin ufkunda böyle bir proje olduğunu hiç sanmıyorum. Onların derdi- günü özel ideolojili kendi örgütlerini güçlendirmektir. Kitle hareketlerine girmelerinin, destek vermelerinin nedeni de budur, yoksa o hareketi düşünmek değildir sorunları. Ayrım noktası tekel işçilerinin direnişinde ortaya çıkmıştır. İpler kimin elinde olacaktır. Sınıfın elinde mi, yoksa örgütlerin elinde mi? İşçiler dayanışmaya taraftar. Gelsinler, desteklesinler, bu iyi bir şey diyorlar. Ama ele geçirmeye yoklar. Bunu istemiyorlar. Orada dur diyorlar. Bakın, bugün tekel işçileri en büyük birleştirici güç olduklarını gösterdiler. Herkes orada. İşçi mücadelesi herkesi birleştirdi. Ama bu, örgütlerin işçilere dışardan verdikleri “bilinç”le olmadı. İşçi sınıfının kendiliğinden dayanışma bilinciyle oldu. İşte burada sol “yeniden düşünmeli”dir. Esas olan sınıfın kendisi mi, yoksa sol ğrupların kerameti kendinden menkul özel örgütleri mi? İşçilerin bu tür özel örgütlere ihtiyacı yok, bunlar işlevsel de değiller. İşçilerin kendi özörgütlenmelerine ihtiyacı var, işlevsel olan bu.

Sol, eğer gerçekten bir toplumsal devrim istiyorsa iki şey yapmalıdır: 1. Devrimi yeniden düşünüp, ilerleme paradigmasını, dolayısıyla Türkiye ve dünya tarihindeki emekçi düşmanı Kemalist ve Stalinist ilerleme pratiklerini reddetmeli; 2. İşçi sınıfına yabancı özel örgütlenmeleri dağıtıp işçi sınıfının özörgütlenmesine destek olacak yeni ve birleşik bir örgütlenme pratiğine girmelidir. Böyle bir yöneliş, solun, ulusalcı ya da liberal mihrakların ihtiyat kuvveti olma pratiğinden kurtulmasının ve ezilen kitlelerle gerçekten kaynaşmasının yolunu da açacaktır.

Ö.Ü. Teşekkür ederiz…

G.Z. Ben de size teşekkür ediyorum…

10 Şubat 2010

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Paratoner?!

Artıgerçek Günlük hayatta olduğu gibi politikada da, bütün yıldırımları üzerine çekecek bir paratonere ihtiyaç duyulur. …

7 Yorumlar

  1. Robespierre'in yeğeni

    Şu adamı tanıdıktan sonra bilimsel düşünceyi ve Aydınlanma’yı sevmemek elde değil: http://www.wsws.org/en/articles/1997/01/saga-j13.html

  2. şöyle bir baktım. A. Timuçin’i okudum. mevzuyu kavramamış yöntemle, konunun özüne inemeyen sıradan lafların terennümü…şu cümle “mevzuyu kavramamış” bir zihin tarafından yazılabilirdi..
    “Aydınlanma bu yüzyılda felsefeyi gerçek anlamda toplumsal dönüşümlerin buyruğuna vermiş düşünürlerin düşünme biçimidir…”
    ne aptal, ezbere, uyduruk bir cümle…
    efendim.. düşünürler.. felsefeyi… toplumsal dönüşümlerin kuyruğuna takmamış da, buyruğuna vermiş…
    ne basmakalıp idealist söylemler…

    o “düşünürlerin” elbette böyle bir amacı yoktu..
    ve aydınlanma.. doğrudan sekülarizmi anlatmaz mı?
    bu tumturaklı cümlelerden gına gelmedi mi?
    bu retoriği 18 yaşımda ne de hayran okurdum….

    Keçi boynuzu yazılamaları..

  3. Robespierre'in yeğeni

    Bilim-toplum ilişkisi üzerine tarihsel bir anekdot:
    https://www.youtube.com/watch?v=z_966RzTF6k