Aşağıdan Çalışan Giyotin (Bir Mao Zedung ve Çin Devrimi Değerlendirmesi)

 

 

 

Philip Short, Mao Zedong-Bir Yaşam, çev: Yavuz Alogan, İthaki, 2007, 719 sayfa (orijinal baskı: 1999)

 

 

Çağa damgasını vuran büyük bir devrim ve bu büyük devrimin idolleşmiş lideri Mao Zedung. Mao, yalnızca, uzun süreli bir silahlı mücadeleyle gerçekleşen yeni tip bir köylü devriminin değil, aynı zamanda sosyalist devrimin kuruluşunda “kapitalist yolculara” karşı aşağıdan bir kültür devriminin de önderi olarak, 1960’lı yıllarda o zamanki devrimci gençlerin idolüydü. Aramızdaki ideolojik tartışmalarda Mao hepimizin ortak ve vazgeçilmez referans noktasıydı. Bu referans noktası, özetle “devrimci şiddet” sözcüklerinde özünü bulurdu. O zaman neredeyse herkesin ağzında bir “devrimci şiddet” lafı dolaşır durur ve bu laf en çok Mao’ya dayandırılırdı. “İktidar namlunun ucundadır” diyerek devrimci şiddeti veciz bir şekilde ifade eden oydu çünkü. Hepimiz bu sözü, üzerinde çok da düşünmeden, tekerleme gibi tekrar eder dururduk. O zamanki devrimci gençlerin silahlı serüvenlere girişmelerinde Che Guevara kadar Mao’nun da büyük payı vardır.

Bu kitap incelemesinde ben, Mao’nun gelişim çizgisini, elbette başka önemli noktaları ele almakla birlikte, esas olarak bu “devrimci şiddet” sarmalı açısından inceleyeceğim. Neydi “devrimci şiddet” ve nelere yol açtı?

Mao ve Anarşizm

 

 

Mao’nun devrimci yaşamı, o sırada, tüm dünya çapında ana devrimci-radikal akım konumundaki anarşizme eğilim duymasıyla başladı.

“O sırada Paris ve Tokyo’daki Çinli mülteci gruplarının kuvvetle savundukları anarşizme yaklaşıyordu. Anarşizmin cazibesi otoriteyi reddetmesinde ve yeni bir uyum ve barış çağını başlatacak toplumsal değişim vizyonunda yatıyordu. Bu yaklaşım genç Çin’in, Konfüsyüsçü aile sisteminin boğucu göreneklerinden kurtulma girişimleriyle uyum içindeydi. Mao’nun ve onun Yeni Halkın Araştırma Derneği’nin katıldığı, genç Çinlileri eğitim için Fransa’ya gönderme programı Çinli anarşistler tarafından hazırlanmıştı. Eğitimli Çinliler ‘toplumsal devrim’den söz ettiklerinde kastettikleri, genellikle Marksizm değil anarşizmdi. Li Daçao’nun Bolşevizm’i ‘özgürlüğün şafağını başlatan karşı konulmaz bir dalga’ olarak betimlemesi bile anarşist terimlerle ifade ediliyordu.” (s. 94)

“Mao için anarşizm gökten inmiş ilahi bir fikir gibiydi. Yıllar sonra, ‘onun pek çok önermesini bir zamanlar uygun bulduğu’nu ve anarşizmin Çin’e nasıl uygulanabileceğine ilişkin saatlerce tartıştığını kabul etti.” (s. 95)

“Anarşizm, eğitime, bireysel iradeye ve benliğin geliştirilmesine yaptığı vurguyla… tek dünya ütopyacılığına ve Çinli bilginlerin erdem ve örneğin gücüne olan geleneksel inançlarına Marksizmden daha uygundu. Mao, Pekin’den ayrıldığında tam bir anarşist haline gelmiş olmayabilir, ancak sonraki on iki ay boyunca, o sırada Çin’de geçerli olan geniş özgürlükçülük anlamında anarşizm bütün siyasal eyleminin referans çerçevesini oluşturdu.” (s.94-95)

“Fakat Mao’nun bir doktrin olarak Marksizm’i benimsemesi için hâlâ uzun bir yol kat etmesi gerekiyordu. Çen [Dusiu] bir Sosyalist Gençlik Birliği kolu oluşturma ve Şanghay’da bir ‘komünist grup’ kurma noktasındayken, Mao hâlâ sınıfsız, anarşist bir toplumun barışçı yöntemlerle kurulmasına yönelik bir ilk adım olarak, Kropotkin tarzında karşılıklı yardımlaşmayı, kaynakların ortaklaşa kullanımını, birlikte çalışma ve araştırmayı temel alan komünlerin kurulmasını tasarlayan Japon “Yeni Köy” hareketini coşkuyla savunuyordu.” (s. 109)

Ne var ki, Ekim devrimi dolayısıyla artık cereyan Marksizm-Leninizm’den yana esmekteydi. Artık ana radikal akım, dünya çapında, anarşizm değil, Marksizm-Leninizm olmuştu. Dolayısıyla, barış özlemlerinin yerini savaşçı bir ruhun alması kaçınılmazdı.

Komintern – ÇKP İlişkileri

 

 

1921 yılında Çin Komünist Partisi kuruldu. Bu andan itibaren, bütün diğer ülkelerde olduğu gibi ve hatta daha fazlasıyla Komintern’le ÇKP ilişkileri gerilimli bir seyir izledi. SBKP’nin aleti Komintern’in emir ve talimatları, Çinli komünistler için her zaman bir handikap oluşturmuştur.

1921 yılında yapılan, Mao’nun da katıldığı ÇKP kuruluş kongresinde, Komintern temsilcisi, Hollandalı Sneevliet ve yardımcısı Nikolski de hazır bulundular. Kuruluş kongresi, en temel Leninist ilkeleri program olarak kabul etti. Ne var ki, artık temel ilkelerdense çok ince günlük politika ve taktiklerle daha fazla ilgilenmeye başlamış bulunan Moskova bu kararları yetersiz buldu.

“Örnek vermek gerekirse, diğer siyasal partilere yönelik ‘bağımsız, saldırgan ve dışlayıcı bir tutum’ almaya, Komünist Partisi üyelerinin komünist olmayan siyasal örgütlerle her türlü bağı kesmeleri gerektiğine karar vermişlerdi. Bu sekter tutum sadece Sneevliet’in haklı olarak o sırada Çin’de en güçlü devrimci örgüt olarak gördüğü Sun Yat-sen’in Guomintang’ı ile taktik ittifak umutlarına ters düşmekle kalmıyor, Lenin’in bir yıl önce Moskova’da toplanan İkinci Komintern Kongresi’nde onaylanan, ‘geri ülkeler’deki komünist partilerin, kendi ülkelerindeki ulusal devrimci burjuva demokratik hareketlerle yakın işbirliği içinde olmaları gerektiğine dair teziyle de çelişiyordu.” (s.126)

“Hollandalı’nın açısından daha da kötüsü, delegeler Moskova’nın üstünlüğünü tanımayı da reddetmişlerdi. Parti programında “Komintern ile birleşmek’ten söz edilmesine rağmen, bunun bir bağımlılık ilişkisi değil, eşit bir ilişki olduğu açıkça ifade ediliyordu.” (s.128)

Ne var ki, ÇKP artık reel bir dünyada, reel bir politik ortamda yol almaya başlamıştı. Bu reelliklerin en başında da para yardımı geliyordu.

“Eylül ayında Çen Dusiu geçici Merkez Yürütme Komitesi Sekreteri olarak sorumluluk üstlendiğinde, Sneevliet’in, yetkili Komintern temsilcisi olarak parti üyelerine emirler vermekle kalmadığını, kendisine haftalık faaliyet raporları verilmesini istediğini de gördü.

“Çen birkaç hafta boyunca Hollandalı’yla çalışmayı reddetti. Şanghay grubu üyelerine Çin Partisi’nin henüz bebeklik aşamasında olduğunu söylüyordu. Çin devriminin kendi özellikleri vardı ve Komintern’in yardımına ihtiyacı yoktu. Sonunda geçici bir anlaşmaya varıldı, zira, her ne kadar Çen yalanlasa da, Komintern yılda 5.000 ABD dolarını bulan bir parasal yardım yapıyordu (abç. GZ). Partinin ayakta kalmak için bu paraya ihtiyacı vardı… Sneevliet… kültürel ve ırksal farklılığı yansıtarak Çinlilerin duyarlıklarını önemsemeyen pek çok Sovyet danışmanının ilkiydi.” (s.128)

Komintern, Çin burjuvazisinin ve toprak ağalarının partisi Guomintang’la ittifak yapılmasını, hatta ÇKP’nin bu partiye dahil olmasını dayatıyordu.

“Çinli yoldaşlar buna kesinlikle karşı çıktılar. Onlara göre, Guomintang, ataerkil, modernizm öncesi bir partiydi; gizli derneklerden, Mançulara karşı verilen hanedan mücadelelerinden, kültürlü seçkinlerin seferber ettiği dağınık ve karanlık edebi ve entelektüel klikler dünyasından kökleniyordu. Sadece ‘Lider’ olarak anılan Sun, hareketi kişisel derebeyliği gibi yönetiyor, taraftarlarına sadakat yemini ettiriyordu. Örgüt derin bir yozlaşma içindeydi. Esas desteği Guandong ve diğer güney eyaletleriyle sınırlıydı. Çin’in işçi ve köylülerini, tüccarlarını ve sanayicilerini, savaş ağalarına ve emperyalistlere karşı mücadele için seferber edebilecek bir kitle partisi değildi ve böyle bir özlemi de yoktu. Sun’un kafasındaki sıralamada savaş ağaları düşman olarak değil gelecekte işbirliği yapabileceği potansiyel ortaklar olarak yer alıyordu.” (s. 139)

Çin devrimini değil, Sovyetler Birliği’nin ulusal çıkarlarını esas alan Komintern, 1920’li yıllarda Guomintang’la ittifakı zorladı ve ÇKP üyelerini Guomintang’la ortak çalışmaya ve Guomindang’da fiilen görev almaya sevk etti. Bu sırada, ölen Sun Yat-sen’in yerine Guomintang’ın başına Çan Kay-şek geçmişti. Çan Kay-şek, Sovyet yardımı dolayısıyla komünistleri ezme hareketine hemen girişemiyordu ama onları adım adım geriletme siyaseti izliyordu. Komintern, Çinli komünistlerin sırtından Guomintang’la uzlaşma ve taviz siyasetlerini sürdürüyordu.

“Ruslardan tam bir kopuşma imkânını elinde tutan Çan ile onun ihtiyaç duyduğu Rus silahlarının  akışını denetleyen [o sıradaki Komintern temsilcisi] Borodin arasında şiddetli pazarlıklarla geçen bir ayın ardından uzlaşmaya varıldı. Uzlaşma kesinlikle Çan’ın lehineydi. Guomintang Merkez Yürütme Komitesi [nin aldığı kararlara göre] komünistler GMD bölümlerinin başından uzaklaştırılacak, yüksek düzeydeki GMD komitelerinde görev yapan komünistlerin oranı üçte birden fazla olmayacak, GMD üyelerinin gelecekte Komünist Parti’ye katılmaları yasaklanacak ve ÇKP’den çift partili GMD üyelerinin tam listesi istenecekti… Ruslar da [Çan Kay-şek’in Çin’de bütün iktidarı eline geçirmek üzere başlatacağı] Kuzey  Seferi’ne tam destek vermeyi üstlenmişlerdi.

ÇKP, Komintern’in kendi sırtından yaptığı ve Çan Kay-şek’in, 1927 yılında, Çinli komünistleri kanlı bir şekilde tasfiyesini ve darbesini kolaylaştıran bu uzlaşmaya karşı çıktı. Ancak;

“Stalin, Çan’la ilişkilerin sürdürülmesini istiyordu. O andan itibaren, Borodin’in alaycı sözleriyle, ÇKP ‘Çin devriminde kuli rolüne yazgılı’ hale geldi. O sırada pek görülmüyordu ama milliyetçi darbe Çinli komünistlerin Moskova’yla ilişkilerinde de bir dönüm noktasını belirlemişti… Darbeden sonra Moskova’nın Çin siyaseti Kremlin siyasetlerinin oyuncağı, Stalin’in, Troçki ve öteki rakibi, Sovyet Partisi’nin ılımlı kanadının temsilcisi Nikolay Buharin’le çatışmalarının bir uzantısı haline geldi.” (s.161-162)

Sonunda Şanghay’da darbe indi ve Çan Kay-şek komünistlere karşı büyük bir katliama girişti. Çan’ın darbesinin ineceği konusunda Çinli komünistler de büyük bir aymazlık göstermiş ve gafil avlanmışlardı. Öte yandan, Stalin’in politikası iflas etmişti ama zaten Stalin’in derdi Çin devrimi değil, Sovyet çıkarlarıydı.

“ÇKP ve Sol Guomintang’ın Çan’ın bir darbe yapacağını nasıl olup da tahmin edemediklerini anlamak neredeyse imkânsızdır. Bunun sebebi, kısmen Stalin’in ne pahasına olursa olsun birleşik cephenin muhafaza edilmesindeki ısrarı idi. Stalin, Guomintang’ın Çin’i birleştirme ve Moskova’nın düşmanları olan büyük güçleri zayıflatma konusunda komünistlerden daha şanslı olduğuna ve bu nedenle Sovyet-GMD ittifakının muhafaza edilmesi gerektiğine inanıyordu. Çin için belirlediği strateji, devrimden çok realpolitik idi.” (s.176)

O kadar ki, Komintern temsilcisi Borodin (tabii ki aslında ona yön veren Stalin), “burjuvaziyle ittifak” adına, Guomindang’ın bile sağına geçerek, bu partiyi grevleri yasaklamaya zorluyordu.

“Borodin’in ısrarıyla GMD Siyasal Konseyi uyarısız ve kuralsız grevleri yasakladı ve işçi hareketine ‘devrimci disiplin’ getirmek, paraya istikrar kazandırmak, fiyatları düzenlemek ve işsizliği azaltmak için önlemler aldı.” (s. 180)

Borodin, Sovyetler Birliği’ndeki örneği Çin’e de taşımıştı anlaşılan. Orada da grevler yasak değil miydi?

M. N. Roy

Aslında bu konuda en doğru yaklaşımı, bir ara Çin’de Komintern temsilcisi olarak da bulunan, Lenin’le Komintern’de “ulusal burjuvazi”yle ittifak konusunda tartışan ve çatışan Hintli komünist Roy ortaya koymuştu. Roy, daha Çan Kay-Şek’in darbesi inmeden, onun Kuzey seferini desteklemeyi öneren Borodin’e karşı çıkmıştı.

“Moskova’dan henüz gelen yeni Komintern delegesi Mahendranat (M.N.) Roy tarım devrimine Borodin’den daha büyük sempatiyle yaklaşıyordu… Çin devrimi, diyordu, ‘ya bir tarım devrimi olarak kazanılacak ya da asla kazanılmayacak. Kuzeye gitmek ‘her adımda devrime ihanet etmekte olan en gerici güçlerle işbirliği yapmak’ anlamına gelecekti. Sonuç olarak Roy, Borodin’in tavsiyesinin ‘çok tehlikeli’ olduğunu ve partinin bunu reddetmesi gerektiğini söyledi.

“Bu anlaşmazlık Stalin’in Çin siyasetinin temel çelişkisini iyice açığa çıkardı. İşçiler ve köylüler mi öncelik taşımalıydı? Yoksa burjuvaziyle ittifak mı?” (s. 178-179)

Roy;

“Kesin bir tutumla liderlere, ‘Guomintang’la işbirliği fikri,’ dedi, ‘her şeyin uğruna feda edilmesini gerektiren gerçek bir fetişe dönüştürülmektedir.’ Uyarı göz ardı edildi. 30 Haziran günü, politbüro nihai bir çöküşü önlemek için son bir umutsuz çabayla, Guomintang’ın ‘ulusal devrimdeki öncü konumunu’ onaylayan işçi ve köylü örgütlerini, köylü özsavunma güçleri de dahil olmak üzere GMD gözetimine teslim eden, grev gözcüsü işçilerin rolünü kısıtlayan ve grev taleplerini sınırlayan korkakça bir karar tasarısını onayladı.” (s.186)

Toprak Devrimi Başlıyor

 

 

Çan Kay-Şek’in darbesinin ardından kırsal alanlara çekilen, Mao’nun da içlerinde yer aldığı Çinli komünistler, Guomintang’a, savaş ağalarına ve toprak ağalarına karşı bir silahlı mücadele başlattılar. Merkezi bir iktidardan yoksun devasa bir ülke olan Çin’in olağanüstü koşullarında yaşaması mümkün olan Kızıl üs bölgeleri ve bir kızıl ordu kurdular. Toprak ağalarını tasfiye edip yoksul köylülerin desteğini alarak bir toprak devrimi yürüttüler. Mao bu süreç içinde, daha sonraları tekrar tekrar kanıtlanacağı üzere, deha düzeyinde bir askeri komutan olarak temayüz etti ve yaklaşık on yıllık bir süreç içinde adım adım ÇKP’nin lideri ve Çin Kızıl Ordusu’nun tartışılmaz başkomutanı ve stratejisti oldu.

Stalin, başta ÇKP’nin yürüttüğü toprak devrimini ve silahlı mücadeleyi onaylasa da, bu devrim, Çan Kay-şek’le uzun erimli ittifak politikasına zarar verdiği noktada devrimi önlemeye çalıştı ve 1930’lu ve 1940’lı yıllarda ÇKP’yi Çan Kay-şek’le ittifaka, hatta ona tabi olmaya zorladı.

ÇKP, toprak devrimi politikalarıyla köylülerin desteğini kazandı ama bu politikayı yürütürken, öyle sanıyorum ki, yine Sovyetler Birliği’nden devraldığı şiddet politikaları yüzünden, bir daha asla içinden çıkamayacağı bir şiddet sarmalının içine düştü. Toprak ağalarına ve zengin köylülere karşı başlatılan şiddet politikası kaçınılmaz olarak parti içi şiddeti de doğurdu bir süre sonra (aynı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi). Öte yandan, “geri dönen öğrenciler’in (Moskova’da eğitim görmüş dogmatik Sovyet yanlısı ÇKP yöneticileri) tutumlarında da görüleceği gibi[1], 1930’lu yıllara uzanan bu şiddet politikasında, Sovyetler Birliği’nde 1930 yılında başlatılan zorla kolektifleştirme sırasında “kulak”ları sürme ve öldürme siyasetini taklit etme güdüsünün payı küçümsenemez. Şimdi bu gereksiz şiddet politikasının ne olduğunu ve nelere yol açtığını görelim.

Mao şöyle diyordu:

“[Köylülerin] bütün aşırı eylemleri kesinlikle zorunludur. Açıkça ifade etmek gerekirse, bütün kırsal bölgelerde bir süre kadar terör estirmek gerekir… Yöredeki önemli bir toprak sahibinin… ya da büyük bir yerel zorbanın idam edilmesi, bütün ilçede yankılar uyandırır ve feodalizmin geri kalan kötülüklerinin yok edilmesi bakımından gayet etkili olur… Gericileri ezmenin tek etkin yolu her ilçede en az birini ya da ikisini yok etmektir… [Onlar] güçlerinin zirvesinde oldukları zaman, köylüleri gözlerini kırpmadan öldürdüler… [Bu durumda] kim çıkıp da köylüler ayaklanmasın ve içlerinden birini ya da ikisini kurşuna dizmesin diyebilir?” (s.170)

Ancak, terörü başlatmak belki kolaydır ama durdurmak çok zordur.

“Öldürme olaylarının, Mao’nun iddia ettiği gibi, münferit ve örnek niteliğinde olmadığı da kısa süre içinde anlaşıldı. O sırada ÇKP MYK üyesi olan Li Lisan’ın yaşlı bir toprak ağası olan babası, yanında oğlunun yerel köylü birliğine hitaben yazdığı bir mektupla kendi köyüne döndüğünde, kimse mektubu umursamamış ve yaşlı adam derhal idam edilmişti.” (s.172)

Terör, köylü fırsatçılığını da kolayca harekete geçirebiliyordu.

“Bu koşullar altında ihtiyat, istisna oluşturuyordu. Yargıç yerinde oturan yoksul köylüler, ne kadar çok ‘toprak ağası’ ve ‘zengin köylü’ tasfiye edilirse ‘dağıtılacak’ toprağın o kadar çoğalacağını gayet iyi biliyorlardı. Pek çok bölgede orta köylüler, şiddet olayları karşısında dağlara kaçtılar. Zengin köylü olarak sınıflandırılmaktan ve bütün varlıklarını kaybetmekten korkuyorlardı.” (s.284)

Terör, halk içinde ihbarcılığı körüklemekle el ele gidiyordu. Bu da devrimci ruhu öldürüyor, halk içindeki en kötü unsurlara inisiyatif kazandırıyordu.

“’Toprak ağaları, yerel zorbalar ve zengin toprak sahiplerin’nden oluşan kuşkulu sınıfsal unsurlar listesi, yeni soruşturmalar için elden ele dolaşıyordu. Kasabalara ve köylere ‘ihbar kutuları’ yerleştirildi. Bu kutulara insanlar, kendi komşuları hakkında bilgi veren imzasız notlar atıyorlardı. Her türlü yasal güvence askıya alındı. Mao’nun sözleriyle, insanlar ‘açıkça suçlu’ olduklarında önce idam edilmeliydiler, rapor daha sonra yazılmalıydı.” (s.285)

Terör, Kızıl üs bölgelerinde yaşayan halkın devrimci bilincini bulandırıp insanları birbirine düşürdüğü ve moral bozduğu gibi, düşmanın güç kazanmasına da hizmet ediyordu.

“…binlerce toprak ağası ve zengin köylünün katledildiği bir kızıl pogrom başlatıldı. On binlerce kişi mülteci olarak Beyaz bölgelere kaçtı. Nisan 1934’te Kızıl Ordu, Ruykin’in 112 km. kuzeyindeki Guangçang’da bir başka feci yenilgiye uğradı.” (s.289)

“Bu şiddet, yedi yıl önce Marx ile Kropotkin arasında tercih yaparken, daha genç ve daha idealist olan Mao’nun reddetmiş olduğu şiddetin aynısıydı. Devrimci şiddet, savaşta kullanılan şiddetten niteliksel olarak farklıydı. İkincisinde şiddet, toprak ve iktidar için kullanılıyordu. Devrimci şiddet, yaptıklarından ötürü değil, kim olduklarına göre düşman sayılan insanları hedefliyordu (abç. GZ). Bu, Bolşeviklerin Rus burjuvazisini devirmek için harekete geçirdikleri ve benzer sonuçlar verecek olan aynı derin sınıf kininden kaynaklanıyordu.” (s.171)

Philip Short’un sözünü ettiği “sınıf kini”nin bilinci geliştiren değil körleştiren etkisi her ne kadar yabana atılamazsa da, bence burada esas olan, yine Sovyetler Birliği örneğini taklit etme güdüsüdür. Muhtemeldir ki, “ne yaptıklarına değil, ne olduklarına” göre muamele, Sovyetlerden kopya çekmenin sonucudur. Bu, sınıf kökenine göre davranma siyasetidir ki, baştan aşağı bir saçmalıktır. Şimdi, Philip Short’tan bu sınıf kökeni saçmalığına ilişkin birkaç alıntı yaptıktan sonra, bu sınıf kökeni mevzuu da dahil olmak üzere “kızıl terör” denen şeyin devrime nasıl zarar verdiğine ve neden yanlış olduğuna ilişkin argümanlarımı sıralamak istiyorum.

“Sınıfsal geçmişin ceza kararlarında belirleyici etken olması gerektiği açıkça kabul edildi. Bu yaklaşım Çin komünist hukuk sisteminde temel bir kusur olarak daha sonra da varlığını sürdürecekti. Toprak ağaları, zengin köylüler, ‘kapitalist köken’den gelenler ölüme mahkûm edileceklerdi.” (s. 259)

“Toprak ağası ya da zengin köylü kökeninden gelen yüzlerce kadro birkaç ay içinde Güneybatı Kiangsi partisinden ihraç edildi.” (249)

“1980’lere kadar pek çok bölgede bir toprak ağasının ya da zengin köylünün torunu, önünde açılacak ya da kesinlikle kapanacak fırsat kapılarının kendi yetenekleri, zekâları ya da çalışkanlıklarından çok ailenin statüsüne göre belirlendiğini gördü. Sınıfsal etkenler nihayet daha az önemli olduğunda bile eski kinlerin bıraktığı izler kolay kolay geçmedi.” (s.284)

Sovyet taklidi bu zırvalık oy verme hakkına da uygulandı.

“Oy verme hakkı ‘doğru’ sınıfsal kategorilerle –işçiler, yoksul ve orta köylüler ve askerler – sınırlı tutulurken; tüccarlar, toprak ağaları, zengin köylüler, rahipler, keşişler ve diğer hiçbir işe yaramayan kişiler (abç, yani “serseriler” denmek isteniyor. GZ) dışlanıyorlardı.” (s.285-286)

Mao’nun demokrasi anlayışı da “sınıf kökeni”yle malüldü.

“Sadece halkın kendi fikirlerini dile getirmesine izin verilir…Demokratik sistem halkın safları içinde gerçekleştirilecektir… Oy verme hakkı gericilere değil sadece halka tanınır.” (s.379)

Yani insan söylemeden duramıyor. Bu devletlerde oyun gerçek bir değeri olsa canım yanmayacak. Her şeyi Komünist partisi belirler, seçim, kapitalist ülkelerle bile kıyaslanmayacak ölçüde göstermeliktir; sanki böyle değilmiş gibi bir de “sınıf kökeni”ne göre ayrım yapıp onları oy hakkından yoksun bırakmak! Bana kalırsa bu da sadece göstermelik bir önlem. Bunun gerçek durumu değiştirmeyeceğini onlar da biliyorlar.

Öte yandan, hani sömürücüler bir avuç azınlıktı? Bu bir avuç azınlık oy verince mi sosyalist düzen tehlikeye girecek? Hani, denebilir ki, evet siz bilmezsiniz, onlar ne kurnazdır, işçileri ve köylüleri baştan çıkarabilirler. Evet ama bunu oy hakkı olmadan da yapamazlar mı? Bu sistemi kuranlar, bunu da düşünerek oyla hiçbir şeyin değişmeyeceği bir durum yaratmış olmalılar.

Peki burjuva diktatörlüğünde işçilerin, emekçilerin oy hakkı yasaklanıyor mu? Burjuvazi böyle bir saçmalığa neden başvurmuyor, üstelik emekçiler nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları halde. Demek onlar kendilerine güveniyor. Kendine güvenmeyen, sosyalist iktidar sahipleri.

Ya Mao Zedung bir “zengin köylü”nün çocuğu olsaydı? Onun da oy hakkı elinden alınacak ya da daha kötüsü sırf bu yüzden öldürülecek miydi? Gerçekten, bunu düşünelim. Ne olacaktı o zaman? “Mao toprak ağası çocuğu olsaydı Mao olmazdı” diyenlere gülerim sadece. Marx bir işçi miydi? Ya Engels, bir fabrikatörün oğlu değil miydi? Onlar nasıl Marx ve Engels olabildiler?

Sınıf kökeninin devrim için hiçbir şekilde garanti olmadığı, yaşanan çok sayıda deneyle kanıtlanmıştır. Devrimi satan ya da yozlaştıranların neredeyse hepsi işçi ya da emekçi kökenli insanlardı. Zaten karşıdevrimi, doğrudan doğruya tasfiye edilen burjuvazi yapmadı, Çin de dahil bizzat komünist partiler gerçekleştirdi bunu. Mao yaşasaydı, bu sözlerime katılırdı bence.

Gelelim, şu “devrimci şiddet” meselesine. Bunun, devrimci saflarda morali bozmaktan, koyu bir kuşku ortamı yaratmaktan, emekçi insanların ahlâkını bozmaktan, onların içinden yeni kıyıcılar ve cellatlar ortaya çıkmasına yol açmaktan, devrime yararlı olacak çok sayıda insanı korkutup dışlamaktan, devrimci atmosferi zehirleyip insanların içlerine kapanmasına yol açmaktan, çok sayıda insanı ürkütüp karşıdevrimin kucağına itmekten, hele aile ve aşiret ilişkileri güçlü daha az atomize toplumlarda kan bağı nedeniyle birçok olumlu unsuru düşman haline getirmekten başka ne sonucu olmuştur Allah aşkına? Ha, bir de şu sonuç var: Dışa yönelik terörün eninde sonunda içe yönelik terörü davet etmesi. Şimdi bunu görelim.

İç Savaş ve İç Terör

 

 

1930 yılında, çetin iç savaş koşullarında ve Kızıl üs bölgelerinin Çan kay-şek’in Guomintang güçlerince kuşatılıp sıkıştırıldığı atmosferde, Kızıl üs bölgelerinde, içe yönelik bir paranoya ve bununla bağlantılı olarak müthiş bir iç terör hareketi başladı. Bunun, geneldeki “devrimci şiddet” teorisiyle bağlantısı kuşkusuzdur ama Sovyetler Birliği’nin etkisini ve bu ülkenin Çin komünistlerince taklit edilme güdüsünü de yabana atmamak gerekir. Gerçi, Sovyetler Birliği’nde, SBKP’nin önemli şeflerinden Kirov’un 1 Aralık 1934’te büyük bir ihtimalle Stalin tarafından öldürtülmesiyle başlatılan büyük temizlik hareketine henüz dört yıl vardı ama 1930 yılının aynı zamanda Stalin’in Bolşevik Partisi içinde muhaliflere karşı kesin bir zafer kazanıp, bütün dünya komünist partilerinde bir “Bolşevikleştirme” ve aynı zamanda hızlı kolektifleştirme çerçevesinde köylülüğe karşı bir temizlik ve saldırı kampanyasını başlattığı yıl olduğu da unutulmamalıdır. Keza, ÇKP de bu “Bolşevikleştirme” kampanyasını taklit etmiş ve “geri dönen öğrenciler”in de etkisiyle kampanya hız kazanmıştır. Kampanyanın gerekçesi, Guomintang bölgelerinde örgütlenen “AB-Tuan” adlı bir örgüttür. A ve B harfleri “Anti-Bolşevik” anlamına gelmektedir. Bu örgütün, ÇKP’ye ve Kızıl bölgelere gizlice sızdığı paranoyası (ki her paranoya bazı gerçeklerden de hareket edebilir) Kızıl bölgelerde korkunç bir iç kıyıma yol açmış ve bu kıyımın sonucunda on binlerce komünist, gerek “sınıf kökenleri”, gerekse de işkenceyle verilen ifadeler sonucunda idam mangalarının önüne dizilerek katledilmiştir. Daha da ilginci, bu tür paranoyalar konusunda diğer yöneticilere göre biraz daha temkinli olan Mao’nun, parti liderliğine adım adım yükseldiği koşullarda bu iç teröre onay vermesidir.

“Mao terörün … komünist dava için vazgeçilmez olduğunu ve ‘toprak ağaları ile zalim toprak sahiplerini, bekçi köpekleriyle birlikte, en ufak bir vicdan azabı duymaksızın katletmek için’ Kızıl infaz müfrezelerinin kurulması gerektiğini savunuyordu. Fakat terör uygulaması sadece sınıf düşmanlarına yöneltilmeliydi.

“Bu türden uyarılara rağmen, dost-düşman ayrımı evreler halinde bulanıklaşmaya başladı. Er ya da geç, birine uygulanan yöntemler kaçınılmaz biçimde diğerine de uygulanacaktı.” (s.248)

“Önceki ÇKP önderlerine kıyasla Stalinist uygulamalardan çok daha fazla etkilenen Şanghay’daki Geri Dönen Öğrenciler, partinin Bolşevikleştirilmesi’ni öncelikli mesele olarak görüyorlardı. Bununla kastettikleri, her şeyden önce, Li Lisan taraftarlarının sökülüp atılması, yerelciliğin ve muhalefetin ezilmesi, kısaca belirtmek gerekirse, partinin sadık ve itaatkâr bir Leninist araca dönüştürülmesiydi. Akla gelebilecek bütün muhalefet biçimlerinin AB-tuan etiketi altında toplanması bu görevi daha da kolaylaştırdı.” (s. 257)

“Sonuç nisandan itibaren tasfiyelerin her zamankinden daha yırtıcı biçimde geri dönmesi oldu. Siyasi Güvenlik Şubeleri aracılığıyla soruşturmaları merkezileştirmek için gösterilen sürekli çabalara rağmen, köy ve kasabalardaki tasfiye komitelerinin eğitimsiz, çoğu kez okuma yazma bile bilmeyen görevlileri muazzam bir güç edindiler. Ölüm çok küçük bir bahaneyle ya da hiçbir neden olmaksızın tamamen insanların kaprislerine bağlı olarak gerçekleşiyordu.” (s.257)

Philip Short, bu tasfiye hareketinin Sovyetler Birliği’nin etkisinden azade olmadığını belirtmekle birlikte, daha çok iç savaş ortamının etkisine ağırlık vermektedir.

“ÇKP önderlerinin, yaklaşık üç yıl kadar önce Guomintang’dan sürülmeleriyle birlikte dağılan idealist, etkisiz, iyi niyetli bir entelektüeller topluluğundan, olağanüstü zamanlarda sadakatleri zamanla kanıtlanacak olan erkeklerin ve kadınların olağanüstü biçimde katledilmelerini emreden katılaşmış bir Bolşevik çekirdek gruba dönüşme tarzı, Çin’in iç durumuyla çok daha yakından ilişkiliydi.

“En önemli etken iç savaştı. Çoğu savaşta kaçaklar vurulur; bilgi almak için tutsaklara kötü davranılır; temel haklar askıya alınır. Komünistler ile milliyetçiler arasındaki savaşta hiçbir kural yoktu.” (s.260-261)

Nitekim Guomindang’ın, kelle ve kulak kesme, savaşçıların ailelerini öldürme, kızıllara destek veren köyleri yakarak halkı göçe zorlama gibi yöntemleri, bizim de hiç yabancısı olmadığımız, yaşadığımız örneklerdir.

Bunlar bildiğimiz şeylerdir de, Beyazlarınkine benzer yöntemlerin devrimciler tarafından da, hem de kendi yoldaşlarına uygulandığını okumak insanı irkiltmektedir.

“1930’da partinin belirlediği siyasetleri hangi gerekçeyle olursa olsun engelleyen komünistlerin ‘düşman’ın bir parçası olarak görülmesini ve buna göre davranılmasını haklı çıkaran bir anlayış oluştu. Bu kişilerin suçları siyasal olduğu için, yargılama süreci kitleleri eğitmek amacıyla genellikle sorunun kendisiyle pek ilgisi olmayan bir gösteri biçiminde düzenleniyordu. Böyle durumlarda, Mao dahil parti önderleri, sanığın ‘açıkça yargılanması ve ölüm cezasına çarptırılması’ gerektiğini ilan edeceklerdi (başka bir hüküm mümkün değildi, çünkü karar önceden verilmiş oluyordu).

“Yargı bağımsızlığı Çin’de asla güçlü bir tez olarak savunulmamış, ancak var olduğu kadarıyla da Bolşevizm tarafından geçersiz kılınmıştı.” (s.249)

Bir de bilançoyu görelim, bütünüyle olmasa da.

“Ekim ayında, Mao’ya bağlı güçler Kian’ı aldıkları sırada binden fazla Güneybatı Kiangsi partisi üyesi –toplamın otuzda biri – AB-tuan üyesi oldukları gerekçesiyle idam edilmişlerdi.” (s.250)

“Bu yeni önderliğin ilk eylemlerinden biri, AB-tuan üyelerini arayıp bulmak için ‘amansız biçimde işkence yapma’ emri vermek oldu. ‘Çok olumlu ve sadık, çok solcu ve açık sözlü görünen insanlar’dan bile kuşkulanmak ve onları sorgulamak gerektiği söyleniyordu. Öldürülenlerin sayısı hızla arttı; her itiraf yeni kurbanlara ve her kurban yeni itiraflara yol açıyordu.” (s.250)

“Güneybatı Kiangsi’de bütün partiyi kaplayan alevler ayırım yapmaksızın subayları ve askerleri, bir alaydan diğerine sıçrayıp tam bir özyıkıma dönüşerek tüketmeye başladı. Her birlikte, bölük düzeyinde bir ‘karşıdevrimcileri tasfiye komitesi’ kuruldu.” (s.251)

“Uykularında sayıklarken partiden şikayet edenler, yük taşımayı reddedenler, kitlesel yürüyüşlerden uzak duranlar, parti toplantılarına katılmayı reddedenler … AB-tuan üyeleri olarak tutuklandılar… Kiangsi Siyasal Güvenlik Şubesi, [üs bölgelerindeki] her zengin köylünün AB-tuan üyesi olabileceği gerekçesiyle tutuklanmasını önerdi. Tek bir gerçek suçluyu hayatta bırakmaktansa yüz masum insanı öldürmenin daha iyi olduğunu açıkça söylüyorlardı (abç.GZ)… Hakim olan ruh hali, devrime sadakatinizi kanıtlamak için AB-tuan avlamaktı.” (s.257-258)

“Bir başka yerde, komutanı tasfiye gereğini sorguladığı için bütün bir bölük katledildi. Bir haftadan daha kısa bir süre içinde 4.400 subay ve Birinci Cephe Ordusu’nun adamları AB-tuan’la bağlantılı olduklarını itiraf ettiler. Sonunda 2.000’den fazla kişi kurşuna dizildi.” (s.252)

“Bütün diğerleri gibi Duan da sonunda itiraf etti, fakat sadece suç ortağı olarak kendisiyle birlikte tutuklanan yedi adamın ismini verdiği için vicdanı rahattı. Görsel belleği güçlü olan Li Bofang tam tersi bir yöntem izleyerek neredeyse bin kişinin ismini verdi ve böylece işkencecilerini şaşırttı.” (s.254)

“Kiangsi parti bölgesinde yirmiden fazla ilçenin sadece üçünde 3.400 insan öldürüldü. Eylül ayının başlarında bir ÇKP Merkez Müfettişi güneybatı Kiangsi partisi ve Gençlik Birliği’ndeki entelektüellerin %95’inin AB-tuan bağlantılarını itiraf ettiklerini bildirdi. Günümüzde en bilgili Çin tarihçileri sadece ‘on binlerce’ kişinin öldüğünü söylemektedirler.” (s.258-259)

“Batı Fukian’da 6.000’den fazla parti üyesi ve görevlisi gizli Sosyal Demokrat oldukları kuşkusuyla idam edildi. Peng Deuhay’ın Hunan Kiangsi sınırındaki eski üssünde 10.000 kişi öldürüldü. Vuhan’ın yaklaşık yirmi mil kuzey doğusundaki Dabie Dağları’nda bulunan E-Yu-Van’da, şimdi bir Politbüro Daimi Komite üyesi ve Mao gibi parti kurucularından biri olan, Pekin Üniversitesi mezunu Çang Guotao 2.000 kadar ‘hain, AB-tuan üyesi ve Üçüncü Parti unsuru’nun hayatlarını kaybettikleri bir temizlik hareketine nezaret etti.” (s.259-260)

 

“Tasfiye mantığının zehri yavaş yavaş bütün komünist bölgelerine yayıldı. 1937’ye, siyasal durumun ulusal olarak değişmesine kadar, büyük zorluklarla çoğu kez hayal bile edilemeyecek yoksunluk ve sıkıntı koşulları altında savaşan kuşatılmış Kızıl Ordu grupları, bazı durumlarda kendi yoldaşlarını milliyetçi düşmandan daha fazla katlettikleri periyodik kan dökme nöbetleriyle karşılaşmak zorunda kaldılar.” (s.260)

Bütün bunlardan sonra (ki, fazla alıntı olmasın diye buraya sadece yarısını aldım elimdeki notların) çok fazla söylenecek söz kalmıyor, işkence edilen ve öldürülen devrimciler için üzüntülerimi bildirmekten başka. Bundan sonra gelin de böyle kanlı bir çarktan geleceğin eşitlikçi ve özgür toplumu için bir şeyler bekleyin.

Ha, unutmamam gereken bir şey daha var, bu bölümü noktalarken. Yukarıda siyaha boyadığım bir cümlesi var ölüm bekçilerinin: Tek bir gerçek suçluyu hayatta bırakmaktansa yüz masum insanı öldürmek gerekir.

Tersi çok daha doğru değil mi, gerçek bir devrim ancak şu diyeceğimi gerçekleştirirse yaşamaz mı: Tek bir masum insanı öldürmektense, yüz “gerçek suçlu”nun yaşaması çok daha iyidir.

 

Neden mi? Devrim, polisiye paranoyalarla değil, ruhları canlandıran bir yüce gönüllülükle yaşar da ondan. Biz 1960’ların gençleri, Mao’nun esir aldığı Guomintang askerlerini, yol paralarını da ceplerine koyarak köylerine yolladığına ilişkin anlatılarla (ki, gerçektir bu) Mao Zedung’u sevmiş, onu devrimci bir önder olarak bağrımıza basmıştık; yoksa yukardaki türden paranoyakça pisliklerle değil. Zaten o zaman bilmiyorduk bunları ve eğer duymuş ya da okumuş olsaydık, o zamanki cehaletimizle ya “burjuva propagandası” der geçerdik ya da eğer gerçek olduklarına inanırsak Mao’yu kesinlikle elimizin tersiyle bir kenara iterdik. Ne var ki, o zamanlar, bütün dindarlar gibi, sadece hoş masallara inanma eğiliminde olduğumuz da kesindir.

 

 

Stalin ile Çan Kay-şek İttifakı

 

 

Akışın burasında, Çin devriminin seyrini daha iyi anlayabilmek için, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda, Stalin’in, Sovyet çıkarları için Çin devrimini feda ederek Çan-Kay-Şek ile sürdürdüğü ittifaka ve bunun Çinli komünistlerde nasıl bir travmaya yol açtığına ilişkin anlatımlara yer vermem gerekmektedir.

 

Stalin, Kızıl Orduyla Guomindang arasındaki çetin iç savaş koşullarında bile Çan Kay-şek ile irtibatını kesmemiş, hatta ittifakını sürdürmüştü. Bu ittifak, 1930’lu yıllarda ve Japonya’nın Çin’i işgale giriştiği koşullarda, devletler arası diplomatik ilişkiyle daha da pekişmişti.

“Rusya 1933’te Milliyetçi Çin ile yeniden diplomatik ilişki kurmuştu. Komintern karşıtı Mihver güçlendikçe, Rusların çıkarları müttefik ÇKP’nin çıkarlarından ayrıldıkça, Rus ulusal çıkarları Çan’ı potansiyel bir ortak haline getirdi. Çan’ın orduları, gelecekteki bir savaşta göz ardı edilemezdi.” (s.315)

Bu teslimiyetçi politikanın ÇKP içindeki sözcüsü, Sovyetler Birliği’ne sıkı sıkıya bağlı “Geri Dönen Öğrenciler”in temsilcisi Vang Ming’di.

“Moskova’dan ayağının tozuyla gelen Vang Ming çok farklı bir çizgiyi savunuyordu. Stalin GMD’yi Japonları meşgul edecek (ve onların dikkatlerini Sibirya’ya yöneltmelerini önleyecek) vazgeçilmez bir ortak olarak görüyordu. Çin Partisi, Komintern’in sadık bir üyesi olarak Sovyet-GMD ittifakını güçlendirmek için elinden geleni yapmalıydı. Vang’a göre en önemli sorun ‘karşılıklı rekabet’ değil, ‘karşılıklı saygı, güven, yardımlaşma ve gözetim’ temelinde ‘GMD ile ÇKP arasındaki birliği güçlendirmek ve geliştirmek’ti. ‘İnisiyatifi elde tutmak’ ve partinin öncü rol oynaması gibi meseleler, ikincildi. Yol gösterici ilke şu olmalıydı: ‘Japonya’ya karşı direniş her şeyden önce gelir ve her şey Japonlara karşı direnişe tâbi kılınmalıdır. Her şey birleşik cepheye tâbi kılınmalıdır ve her şey birleşik cephe aracılığıyla yönlendirilmelidir.’”

Askeri başarılarından sonra artık ÇKP’nin ve Kızıl Ordu’nun tartışılmaz liderliğine yükselmiş bulunan Mao da Japon işgaline karşı milliyetçilerle bir ortak cephe siyaseti yürütmekten yanaydı. Ne var ki, Mao’nun ittifak siyasetiyle, Stalin’in kayıtsız şartsız milliyetçilerin denetimi altına girmeyi vazeden teslimiyetçi siyaseti arasında çok büyük fark vardı. Mao, cephe kurulsa da Kızıl üs bölgelerinin bağımsızlığını korumaktan yanaydı. Onun Çan kay-şek’e yaptığı yurtsever direnme çağrıları, aslında böyle bir direniş göstermeyeceğinden ve komünistlere karşı düşmanlığını bir kenara bırakmayacağından emin olduğu Çan Kay-şek’i köşeye sıkıştırmayı ve Guomintang içindeki gerçekten direnişçi unsurların Çan Kay-şek’le çatışmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Mao bu siyasetinde de başarılı oldu. Sonunda, Japonlara karşı direnmekten ve ÇKP ile samimi bir ittifaktan yana olan GMD subayları bir darbe yaparak Çan Kay-şek’i tutukladılar. Bu, ÇKP ve Mao için büyük bir başarıydı. Ne var ki, bu nokta devreye yine Stalin girdi.

“Kasım ayında Mao’nun bilmediği bir gelişme olmuş ve Stalin milliyetçi hükümetle ittifak kurmak için yeni bir girişimde bulunmaya karar vermişti. Amacı Japonya ve Almanya tarafından kurulmuş bulunan Komintern karşıtı pakta karşı bir hamle yapmaktı. Moskova’da bir Çin-Sovyet güvenlik antlaşması için gizli görüşmeler yapılıyordu. Çan’ın tutuklanması bu gelişmeleri zora sokmuştu. ÇKP’nin kaygıları Stalin için önem taşımıyordu: Dünyanın öncü sosyalist gücünün ulusal çıkarlarına ters düşecek hiçbir gelişmeye izin verilemezdi.” (s.320)

ÇKP ve Mao bu siyasete mecburen boyun eğmek zorunda kaldı ve Çan Kay-şek’in serbest bırakılmasına razı oldu. Çan Kay-şek yeniden GMD’ın başına geçti ve bu arada birbirlerine hiçbir şekilde güvenmeyen ÇKP ile GMD arasında Japonlara karşı görünürde bir cephe kuruldu. Bu cephe görünürdeydi, çünkü Kızıl Ordu bir yandan Japonlara karşı savaşırken, bir yandan da anti-komünist saldırılarını sürdüren milliyetçilerle savaşmak zorundaydı. Çan Kay-şek ise, lafta Japonlara karşı savaşır gibi yaparken, esas olarak Kızıl üs bölgelerini yok etme seferlerini sürdürüyordu.

1940’lı yıllarda müttefiki Almanların yenilmesiyle birlikte Japonya’nın Çin’deki işgali de zayıfladı ve ülke içindeki direnişin de etkisiyle Japonlar teslim oldu. Şimdi ezeli rakipler ÇKP ve GMD yine karşı karşıya kalmışlardı. Bu iki büyük güç arasında bir iç savaşın başlaması kaçınılmazdı ve Mao güçlerini buna göre mevzilendiriyordu. Ne var ki, Stalin ve Sovyetler Birliği etkeni ortadan kalkmış değildi, tam tersine, Naziler karşısındaki galibiyetinin kendisine kazandırdığı zafer havası içinde Stalin siyasetlerini dayatmakta daha da fütursuz bir tutuma girmişti. Stalin, ÇKP’yi, GMD’la teslimiyetçi bir anlaşmaya sevk etmek üzere baskılarını arttırdı.

“Çin’de bir Amerikan himayesinin oluşmasından endişelenen Stalin gelecekte çıkabilecek bir Büyük Güçler mücadelesinde Çin’in tarafsızlığını güvence altına alacak şekilde milliyetçi hükümetle anlaşmaya varılmasını ve Rusya’nın Mançurya’daki ‘özel çıkarları’nın, özellikle de demiryolu ve liman imtiyazlarının kabul edilmesini istiyordu. GMD ile komünistler arasında da bir antlaşmadan yanaydı.” (s.361)

“Japonların teslim olmasından sadece birkaç saat önce, Çan Kay-şek’in Dışişleri Bakanı Vang Şikie ve Vyaceslav Molotov bir ittifak anlaşması imzaladılar.

“Mao için bu, Stalin’in 1936’da, Sian olayı sırasında Çan’ın serbest bırakılmasını talep ederek yaptığı vefasızlığın bir tekrarıydı. Sovyet lideri gene ÇKP’yi Rusya’nın ulusal çıkarlarına feda etmişti. Mao, Ruslar ile GMD arasında görüşmeler yapıldığını biliyordu. Ancak Yalta’da varılan anlaşma konusunda karanlıkta bırakılmıştı. Şimdi her şey ortaya çıkmıştı: İç savaşın başlaması halinde ÇKP tek başına kalacaktı.

“Komünist siyaset bir gece içinde değişti. Guomintang’a ve ABD’ye yönelik bütün eleştiriler kesildi. Kent ayaklanmaları için yapılan planlar durduruldu. Kızıl Ordu birliklerine Japon grupların silahsızlandırılmasında ABD birlikleriyle işbirliği yapmaları söylendi. 28 Ağustos günü Mao bir ABD uçağında General Hurley’le birlikte milliyetçilerle barış görüşmeleri yapmak için Çongçing’e gidiyordu.” (s.364)

“Roosevelt ve Stalin, Çan Kay-şek rejiminin, ABD’nin hakim olduğu Pasifik bölgesini Sovyetler’in hakim olduğu Kuzey Doğu Asya’dan ayıran bir tampon olarak görülmesi konusunda anlaştılar. Mao’yu hiç tanımayan Stalin, anlaşmanın bir parçası olarak, milliyetçi hükümete karşı ÇKP’yi desteklememe vaadinde bulundu. Dolayısıyla, hem ABD hem de Rusya kendilerine yakın olan güçlere bir koalisyon hükümeti kurmaları için baskı yapmaya başladılar.” (s. 363)

Bir kere daha Çan Kay-şek’le görünürde bir anlaşma yapmış ve Stalin’e boyun eğmiş gibi yapsa da Mao, GMD’ı yenerek iktidarı bütünüyle ele geçirme siyasetini sürdürdü. Sovyetler Birliği’nin GMD ile koalisyon hükümeti kurma önerisini doğrudan reddetmedi ama fiiliyatta bunun tersi bir yol izledi. Elbette Çan Kay-şek’in anti-komünist saldırı siyaseti de buna yardımcı oldu. Stalin, komünistlerin iktidarı ele geçirmelerinin önündeki başlıca engel olmaya devam ediyordu.

“Stalin bir kez daha komünistlerin ayaklarının altındaki zemini ansızın çekiverdi.

“Bu seferki kaygısı Sovyetler Birliği ile ABD arasında son iki aydır küresel olarak gelişmekte olan gerilimleri azaltmaktı. ÇKP pahasına Washington’a bir iyi niyet gösterisi yapma zamanının geldiğine karar vermişti. Sovyet komutanlarına, Çinli yoldaşlarına bir hafta içinde bütün kentlerden ve ulaşım hatlarından çekilmeleri gerektiğini bildirme talimatı verildi. Bir Sovyet generali, kuzey Çin önderi Peng Çen’e, ‘Çekilmezseniz sizi tanklarla çıkarırız’ uyarısında bulundu. Milliyetçilerin ilerleyişini yavaşlatmak için demiryolu hatlarına sabotaj düzenleyen komünist birliklere görevi bırakmaları, aksi halde zorla silahsızlandırılacakları söylendi.

“Çinli parti önderleri Sovyet ihanetine artık alışmışlardı. Gene de bu ağır bir darbe oldu. Her zaman duygularına hakim olabilen Peng bile sonunda patladı: ‘Bir Komünist Partisi ordusunu sürüp çıkarmak için tank kullanan bir başka Komünist Partisi ordusu! Böyle bir şey görülmemiştir!’” (s.366)

Bütün engellemelere rağmen Kızıl Ordu, GMD birliklerini yenerek 1949 yılı Ekim’inde iktidarı ele geçirdi ve Çin Halk Cumhuriyeti bizzat Mao Zedung tarafından ilan edildi. Daha sonradan, Stalin, kendi reel güç anlayışını ifade eden şu sözleri söylemiştir Çinli komünistlere:

“Şu anda kazanan sizsiniz ve kazananlar daima haklıdırlar. Kural budur.” (s.384)

Yani güçlü olan haklıdır! Öyle midir acaba? Sakın tam tersi doğru olmasın…

Mao’nun Kampanyaları

ve Aydınlara Yönelik Şiddet

 

 

ÇKP tarihi boyunca bir başka güçlülük ve haklılık ilişkisi de ÇKP ile Çin aydınları arasında yaşanmıştır. Özellikle Mao’nun ortaya attığı ve başını çektiği çeşitli “düzeltme” kampanyaları Çin aydınlarının başını yiyen bir şiddet sarmalına dönüşmüştür sonunda.

Bu kampanyalardan en belirgin ilki Yenan Kızıl üs bölgesinde yürütülen “düzeltme” kampanyası olmuştur. Mao’nun yöntemi, önce özgürlük verip aydınları teşvik etmek ve sonradan da “aşırıya” giden eleştirilerin sahibi aydınları yeniden “biçimlendirmek” üzere baskı altına almak, hatta boyun eğmeyenleri temizlemekti. 1942 yılında Yenan’da açılan “düzeltme” kampanyası da büyük bir özgürce konuşma ve serbest eleştiri vaadiyle başlatıldı. Her tarafı duvar gazeteleri kapladı. Aydınlar en sert eleştirilerini serbestçe yapmaya başladılar.

“Ancak o zamana kadar yazılan en ağır yazı, Vang Şivey’in “Yabani Zambak” başlıklı hiziv denemesiydi. Yazı, mart ayında parti gazetesi Kiefang ribao’da (Kurtuluş Günlüğü) yayımlandı. ‘Yenan’ın karanlık yanı’nı kınıyordu. Kıdemli görevlilere ‘üç takım elbise ve beş çeşit yemek’ tahsis edilirken, ‘hasta, bir kâse erişte bile alamıyor ve genç bir insana günde sadece iki kâse pirinç lapası’ veriliyordu. Siyasal iktidar sahiplerinin genç kadınlara ulaşma ayrıcalığı vardı ve kadrolar hareketin saflarında yer alan insanlara karşı seçkin ve soğuk bir tavır takınıyorlardı.” (s.351)

Mao, bir süre sonra karşı saldırısını başlattı.

“Mao hiciv ve eleştirinin zorunlu olduğunu, fakat yazarların ve sanatçıların devrimci bölünmenin hangi safına mensup olduklarını bilmeleri gerektiğini söyledi. Enerjilerini ‘proletaryanın sözde ‘karanlığı’nı açığa çıkarmak için kullananlar’ (Vang Şivey gibi) ‘küçük burjuva bireycileri’ydi. Ve ‘devrimci saflardaki ‘zararlılar’ı oluşturuyorlardı.” (s.351-352)

Dört yıl sonra Vang mahkemeye çıkarıldı. Yazarlar Birliği’nden de atılan Vang mahkeme sırasında Troçkist” olmakla ve karşıdevrimcilikle suçlandı. Sonunda siyasal bakımdan güvenilmez olduğu düşünülen iki yüz kişiyle birlikte Partinin Güvenlik Polisi Sosyal Şube’nin görevlileri tarafından tutuklandı ve Zaoyuan’daki gizli ÇKP cezaevine kondu. Mao;

“En genelde partiye önderliğin hoşgörü sınırlarının fazla geniş olmadığını gösteriyor, sınırı geçenlerin Konfüçyüsçü kadife eldivenin bir yargıç baltasıyla yer değiştireceğini görmelerini sağlıyordu. Sınırı geçenlerin durumu, Mao’nun daha sonra belirttiği gibi, ‘halk arasındaki çelişkiler’ olmaktan çıkarak ‘düşman ile bizim aramızdaki çelişkiler’e dönüşüyordu.” (s.353)

“Bu nedenle aralık ayı içinde Mao’nun onayıyla ‘gözetim hareketi’, zanlıların ‘kurtulabilmek’ için işkenceyle itirafa zorlandıkları bir ‘kurtarma hareketi’ haline geldi.

“Temmuz 1943’te binden fazla ‘düşman ajanı’ gözetim altına alınmış, yaklaşık yarısı suçunu itiraf etmişti. Kang [Şeng], hazırladığı raporda, yeni üye olan parti kadrolarının %70’inin siyasal bakımdan güvenilmez olduğunu bildirdi. Bir ordu muhabere okulundaki 200 öğrencinin 170’i ‘özel ajan’ olmakla suçlandı. Mao’nun iktidar aygıtının merkezi olan Parti Sekreterliği’nde bile 60 görevliden 10’unun ‘siyasal sorunları’ olduğu saptandı. Onlarca kişi intihar etti ve yaklaşık 40.000 kişi (toplam üye sayısının %5’i) parti üyeliğinden ihraç edildi.” (s.353)

Yazar Vang Vişey ise, başı baltayla kesilerek idam edildi.

“Mao bunu işittiğinde dudaklarını ısırdı ama bir şey söylemedi.” (s.354)

1950’lerdeki

Yüz Çiçek Açsın Kampanyası

 

 

Mao, 1956 yılında Sovyetler Birliği’nde başlatılan Stalin aleyhtarı kampanyayı aslında başlangıçta olumlu karşılamıştı. Ne var ki, 1956 Ekim’indeki Macar Devrimi’nin “Varşova Paktı’ından çıkma” talebi Mao’yu korkuttu ve Macaristan’ın işgalini teşvik edip destekledi. Mao’nun korkusunu anlamak zor değildi, böyle aşağıdan bir gerçek ayaklanmanın kendi başına da gelebileceğini düşünmüş olmalı.

“Polonya’da yaz aylarında yaşanan isyanların ardından Varşova’daki, Kruşçev’in daha altı ay önce bizzat yerleştirdiği Sovyet destekli liderlik, Rusların güçlü itirazlarına rağmen, Stalin’in kurbanlarından biri olan Vladislav Gomulka başkanlığında yine bir ‘liberal’ grupla yer değiştirdi. Kısa süre sonra Moskova’nın hakimiyetine bu kez Macaristan’dan gelen daha vahim bir meydan okuma üzerine, Stalinist Birinci Sekreter Matyas Rakosi, imre Nagy’nin önderliğindeki reformistler tarafından görevden alındı.

“Polonya olayında Mao, sorunun kökünde, Çin’in çok uzun süre katlanmak zorunda kaldığı ‘Rus büyük şovenizmi’nin yer aldığı gerekçesiyle Gomulka’yı destekledi. Liu Şaoçi, ekim ayı içinde Moskova’ya gönderilerek silahlı müdahalede bulunmaması için Kruşçev’i ikna etti. Ancak Macaristan Sovyet bloğunun askeri ittifak örgütü olan Varşova Paktı’ndan ayrılacağını ilan ettiği zaman, Mao tamamen farklı bir görüşü benimsedi. Kardeş bir partinin sosyalizme giden yolu seçmesini desteklemek bir şeydi; karşıdevrim karşısında kollarını kavuşturup oturmak ise başka bir şeydi: Liu bir kez daha Kruşçev’e baskı yaptı; bu kez, isyanı güç kullanarak bastırmak için askeri birlik gönderilmesini istiyordu.” (s.409)

Mao, Macar Devrimi’nin nedenleri üzerinde derin derin düşündü ve bir sonuca vardı. Neden, halka yeterli özgürlük sağlanmamış, insanların kendilerini ifade etmelerine ve partiyi eleştirmelerine yeterince izin verilmemiş ve dolayısıyla partinin halktan kopup bürokratikleşmiş olmasıydı. O halde, Çin’de de aynı rejim aleyhtarı olaylara sebebiyet vermemek için bir miktar özgürlük verilmeliydi halka ve partinin bürokratlaşmaması için aşağıdan eleştiri teşvik edilmeliydi.

“Doğu Avrupa’daki fırtınalara neyin sebep olduğunu sorarak devam etti. Merkez komitesi’ne verdiği kısmî yanıta göre, Polonya ve Macaristan’daki Komünist Partiler karşıdevrimcileri tasfiye etme görevini tam olarak başaramamışlardı. Çin bu hatayı yapmamıştı. Ancak bir diğer etken de bürokratikleşmeydi. Bürokratikleşme her iki ülkedeki kadroların kitlelerden kopmalarına yol açmıştı. Bu sorun Çin’de henüz çözülmemişti.” (s.414)

Mao, Macar Devrimi’nden çıkarttığı dersler sonucunda, Çin’de özgürlüğün kapılarını açmayı, grev yasağını iptal etmeyi öneriyordu.

“Çan Kay-şek’in eserleri gibi Marksizme düşman yazılar Çin’de alenen yayımlanmalıydı, çünkü ‘[onun] yazdığı hiçbir şeyi okumamışsanız, ona karşı çıkma görevini gereğince yerine getiremezsiniz.’ Sadece üst düzey görevlilere sınırlı sayıda dağıtılan Cankao siosi’nin baskı sayısı ‘emperyalist ve burjuva [düşüncesini] halka tanıtmak’ için yüz kat artırılmalıydı. Liang Şuming gibi adamlar bile kendi fikirlerini yaymakta serbest olmalıydılar.” (s.415)

“Mao, Macaristan’daki sorunun, buradaki partinin yönetenler ile yönetilenler arasındaki çelişkileri zamanında ele almamalarından kaynaklandığını, sonuç olarak bu çelişkilerin iyice azdığını ve uzlaşmaz hale geldiğini söylüyordu… Ardından Çin’de işçilerin grev yapmalarına izin verilmesi gerektiğini söyledi. ‘Bu, devlet, fabrika yönetimleri ve kitleler arasındaki çelişkilerin çözülmesine yardımcı olacaktır’ diyordu Mao.” (s.414)

“İnsanların sahte, çirkin ve uzlaşmaz şeylerle karşılaşmalarını yasaklamak tehlikeli bir siyasettir… Böyle bir siyaset… insanların dış dünya ile yüz yüze gelmelerine ve bir rakibin meydan okumasına karşı duramamalarına yol açacaktır.” (s.416)

“Komünist Parti bir süre için azarlanmasına izin vermelidir.” (s.419)

Elbette bu “bir süre” kaydı önemliydi. Bu, hemen akla, 1940’larda, Yenan’da açılan “düzeltme” kampanyasını akla getiriyordu.

“Bu koşullarda, nisan 1956’da Mao’nun ‘Yüz çiçek açsın yüz fikir yarışsın’ sloganıyla yaptığı yeni bir entelektüel tartışma çağrısının tam bir sessizlikle karşılanmasında şaşılacak bir şey olmasa gerek. Geçen altı yıl boyunca yedikleri dayaklar karşısında, Çinli entelektüellerin istedikleri en son şey, ortaya çıkıp akıllarından geçenleri söylemekti.” (s.412)

“Tarihçi Kian sözünü sakınmadı. Entelektüeller Mao’ya güvenip güvenemeyeceklerini bilemiyorlar, dedi. ‘Çağrı [sının] samimi mi yoksa sadece bir jest mi olduğunu tahmin etmek durumundalar. Çağrı samimiyse, çiçeklerin açmasına ne ölçüde izin verileceğini ve çiçekler bir kez açtığında [siyasetin tersine dönüp dönmeyeceğini] tahmin etmek zorundalar. Bunun bir amaç mı, yoksa sadece [gizli] düşünceleri açığa çıkarmak ve kişileri tasfiye etmek için bir araç mı olduğunu tahmin etmek zorundalar. Hangi sorunların tartışılabileceğini ve hangilerinin tartışılamayacağını tahmin etmek zorundalar.’ Sonuçta, pek çok kişinin sessiz kalmaya karar verdiğini ekledi.” (s.418)

Buna rağmen eleştiri başladı ve insanlar yavaş yavaş konuşmaya, yazmaya giriştiler.

“Bir gazeteci, eğer partinin size ihtiyacı varsa, katil bile olsanız fark etmez, diye yazıyordu. Ama eğer size ihtiyacı yoksa, yaptığınız işe sadakatle bağlı olsanız bile sizi bir kenara atacaktır. Bir mühendis, entelektüellerin Japon işgali altında bile bu kadar baskı görmediklerinden şikayet ediyordu. Parti üyeleri casus gibi davranıyorlar, komünist olmayan meslektaşlarının davranışlarını personel şubelerine ihbar ediyorlardı. Bu nedenle, ‘hiç kimse yakın arkadaşlarıyla birlikteyken bile içini dökmeye cesaret’ edemiyordu… ‘Herkes ikili konuşma tekniğini öğrenmiştir; bir şey söylerken başka bir şey düşünür’” (s.422)

“Bir profesör, parti üyelerinin ‘ayrı bir ırk’ gibi davrandığını yazdı. Ayrıcalıklı davranış görüyorlar ve halkın geri kalan kısmını ‘itaatkâr bir tebaa, daha sert bir sözcük kullanmak gerekirse, köle’ olarak görüyorlardı. Bir iktisat okutmanı şöyle şikayet ediyordu: ‘Eskiden yırtık ayakkabıyla dolaşan parti üyeleri ve kadroları şimdi üstü kapalı arabalarla geziyor ve yün üniformalar giyiyorlar… Günümüzde sıradan insanlar partiden veba gibi sakınıyorlar… Komünist Parti’nin düşüşü Çin’in düşüşü anlamına gelmeyecektir.” (s.421-422)

“Başlıca eleştiri konusu, entelijensiyanın Guomindang’ın kötü yönetiminden ülkeyi kurtardıkları için 1949’da gelişlerini sevinçle karşıladığı komünistlerin, sekiz yıldan az bir süre görevde kaldıktan sonra, iktidar ve ayrıcalıkları tekelleştiren ve kitlelere yabancılaşan yeni bir bürokratik sınıfa dönüşmüş olmalarıydı. Mao ise Macaristan ayaklanmasından çıkardığı derslerde yanılmamıştı: Komünist olmayanların gözünde parti görevlileri, aslında ‘halktan kopmuşlar ve aristokratlaşmışlar’dı.” (s.414)

Bundan sonra doğrudan rejimi hedef alanları da dahil sahici eleştirileri ifade eden kitlesel dışavurumlar başladı.

“Hareket daha sonra Pekin Üniversitesi yerleşkesine yayıldı ve kantinin dışına kat kat afişlerle kaplı bir ‘Demokrasi Duvarı’ kuruldu. Öğrenci konuşmacılar binlerce kişiden oluşan kalabalıklara çok partili seçimlerden sosyalizmin ve kapitalizmin erdemlerine kadar değişen çeşitli konularda tumturaklı söylevler vermeye başladılar… ‘Acı İlaç’, ‘En Alttakilerin Sesi’, ‘Yabani Ot’ ve ‘Bahar Fırtınası’ gibi isimler taşıyan öğrenci dernekleri kuruldu. Öğrenciler teksir makinesiyle çoğaltılmış gazeteler çıkarmaya ve öteki okullara ‘deneyim alışverişi’ için eylemci göndermeye başladılar.” (s. 423)

“Öğrenci önderleri Komünist Parti’nin yönetimine son verilmesi için açık bir çağrı yaptılar. Öğrencilerden etkilenen öğretmenler alevleri biraz daha körüklediler. Bir Şanyang profesörü, Mao’nun yönetiminin ‘keyfi ve pervasız’ olduğunu söyledi. Çin’de demokrasinin olmaması Parti Merkezi’nin hatasıydı. Bazıları ‘faşist Aushwitz yöntemleri’ni kullanan ‘kötü niyetli bir zulüm yönetimi’nden söz ettiler. Vuhan’da lise öğrencileri sokaklara döküldülaer ve hükümet binalarına saldırdılar.” (s.423)

Mao, bu noktadan sonra frene bastı ve özgürlük hareketini durdurmak üzere ilk işareti verdi.

“15 Mayıs günü Merkez Komitesi üyelerine ve görevlilerine ulaştırılacak şekilde sınırlı sayıda çıkarılan ‘Şeyler kendi zıtlarına dönüşüyorlar’ başlıklı bir genelgede, tutumunun değişmekte olduğunu gösteren işaretler verdi. Mao, bu genelgede ilk kez, ülke içindeki olaylardan söz ederken ‘revizyonizm’ terimini kullandı. Revizyonistlerin basının sınıfsal niteliğini inkâr ettiklerini söylüyordu. Onlar, burjuva liberalizmine ve burjuva demokrasisine hayranlık duyuyorlar ve parti önderliğini reddediyorlardı. Bu türden insanlar, Parti içindeki esas tehlikeyi oluşturuyorlardı ve artık sağcı entelektüeller ile el ele çalışıyorlardı.” (s.422)

“Süreç az sayıda değil çok sayıda kişi için, partinin sözüne inanan yüz binlerce sadık yurttaş için bir tuzak haline geldi.” (s.425)

Bundan sonra fiili bastırma hareketi geldi. Hakem düdüğü öttürmüş ve geçici olarak tanınan, herhangi bir güvenceden yoksun özgürlükler rafa kaldırılmıştı.

“İngilizce profesörü Vu Ningkun (Batı’da eğitim görmüştü) tutuklandı ve önce Mançurya’da, daha sonra Tiankin’de olmak üzere üç yıl esir kamplarında tutuldu. Çangşa’daki kadın polis kadrosu (şube şefini eleştirmişti) emek reformu kapsamında varoşlara gönderildi; kocası kendisinin ve çocuklarının ‘sağcı’ olarak damgalanmasını önlemek için ondan boşandıysa da damgayı yemekten kurtulamadı. Vangfuking’deki tüccarların önderi (bir kapitalist) hayatının yirmi yılını ceza kurumlarının içinde ve dışında geçirdi. Onlar ve aynı durumda olan yarım milyon kişi aileleriyle birlikte hayatlarının acımasızca mahvedildiğini gördüler. Toprak ağalarının ve karşıdevrimcilerin aksine onlar, geçmişteki ya da o sıradaki gerçek ya da hayali eylemlerinden ötürü değil, sadece fikirlerinden ötürü cezalandırıldılar.

“Mao bu konudaki suçlamalara çok duyarlıydı. ‘Bu insanlar sadece konuşmadılar, eylem de yaptılar,’ diyordu. ‘Onlar suç işlediler. Konuşanlar suçlanmayacak sözü onlar için geçerli değildir.’ Zayıf bir savunmaydı bu.” (s.426)

“Sağcılığa karşı kampanya entelektüelleri öylesine incitmişti ki, Mao’ya bir daha asla inanmayacaklardı.” (s.426)

Doğrusu ben de olsam inanmazdım! (Gerçi bütün bunlardan haberimiz olmadığı için biz 1960 gençliği ona inanmak gafletinde bulunmuştuk!)

İngiltere’yi yakalayarak ve

Maymun Beyni Yiyerek İlerleme…

 

 

Mao, her türlü dogmatizmden uzak, gerçekten deha düzeyinde bir askeri komutan ve askeri taktisyendi. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, onun büyük savaş öngörüleri olmasaydı Kızıl Ordu’nun uzun süreli savaşın bir aşamasında imha edilmesi kaçınılmaz olurdu. Bu böyle olmakla birlikte, Mao’nun, “sosyalizmin inşası” konusunda Sovyetler Birliği’nin o yenip yutulması epey zor örneklerini taklitten öte çok fazla yaratıcı bir şeyler ortaya koyabildiğini söylemek oldukça zordur. Bir kere, özellikle iktidara geldiği 1950’li yıllarda, o da Stalin ve diğer Sovyet önderleri gibi, üstelik ilerlemeyi çelik üretim rakamlarıyla ölçen, aptal denecek ölçüde bir ilerleme hayranıydı. Diğer Sovyet liderleri gibi onun da gözü ABD ya da İngiltere gibi sanayileşmiş ülkelerdeydi. Çin’in ilerlemesini onlara yetişmekle ölçüyordu.

“Gelecek birkaç on yıl içinde Çin’in, kültürel, bilimsel, teknolojik ve endüstriyel gelişmede Birleşik Devletler’i geçerek, ‘dünyanın bir numaralı ülkesi’ haline gelmesi gerektiğini söyledi. ‘[Amerikan kazanımlarının] o kadar müthiş olduğunu düşünmüyorum’ diye devam etti umursamaz bir tavırla. Amerika yılda 100 milyon ton çelik üretiyorsa, ‘Çin birkaç yüz milyon üretmeli’ydi.” (s.431)

“Mao’nun… Moskova seyahati sırasında, Sovyet lideri [Kruşçev], demir, çelik, kömür, elektrik, petrol ve pek çok tüketim malında, on beş yıllık süre içinde ABD’yi geçmeyi planladıklarını ilan etti. Kimse bu iddiaya meydan okumaya kalkışmadı. Sadece Mao, dünya komünizminin liderlerine, Çin’in on beş yıl içinde İngiltere’yi geçeceğini bildirdi.” (s.432)

“İngiltere’yi geçmeyi vaat eden Mao, Çin’i 1970’lerin başında 40 milyon ton çelik üretme, yanı sıra çimento, kömür, kimyasal gübre ve makine aksamında İngiliz üretimini geçme hedefine bağladı. Hedef olarak belirlediği çelik üretim miktarı MK plenumunun iki aydan kısa bir süre önce rakamın iki katıydı. Tek soru şuydu: Nasıl?” (s.433)

Tabii, Philip Short’un “nasıl?” sorusu önemli de, ben daha önemli bir sorunun da sorulması gerektiğini düşünüyorum: Niçin? Belki de aşağıdaki alıntıda görüleceği gibi “ulusal onur”un tatmin olması içindir. Evet ama bunun sosyalizmle ya da toplumsal devrimle ilgisi ne?

“’İngiltere ve Amerika’yı yakaladığımız zaman Dulles bile [Amerikan Dışişleri Bakanı] bize saygı gösterecek ve bir ulus olarak varlığımızı kabul edecek.’” (s.435)

Mao’nun yardımcıları, Mao’yu da geride bırakıp ulusal ve yerel zevklerle bezenmiş, daha “iştah açıcı” (daha doğrusu iştah kapayıcı) ilerleme manzaraları tasvir ediyorlardı.

“Tarım alanında sınırsız yetkilerle donatılmış olan Ten Çenlin, Kruşçev’in ‘gulaş komünizmi’ni gölgede bırakacak bir bolluk manzarası yaratıyordu:

‘En önemlisi, komünizm ne anlama gelmektedir? Önce, kişinin karnını doyurması değil, iyi yemekler yemesidir. Etin tadını çıkarması, her yemekte, tavuk, domuz, balık ve yumurta yemesidir. Maymun beyni, kırlangıç yuvası ve beyaz mantarın ‘istediği her zaman’ servis edilmesidir… İkincisi giyinmektir. Her insan elde edebileceği şeyi istemelidir. Sadece bir mavi giysiler yığını değil, çeşitli tasarım ve üslûplarda giyinmek… Saatlerce çalıştıktan sonra insanlar, ipekli saten… ve tilki kürkünden paltolar giyeceklerdir… Üçüncüsü, konuttur. Merkezi ısıtma kuzeyde, klima güneyde sağlanacaktır. Herkes yüksek binalarda yaşayacaktır… Dördüncüsü ulaşımdır… Hava yoluyla her yöne gidilebilecek ve her ilçede havaalanı olacaktır. Beşincisi herkese yüksek öğrenimdir… Bütün bunların toplamı komünizm anlamına gelir.” (s.435)

Bu durumda, maymun beyni yerine ciğer soteyi, tilki kürkü yerine tavşan kürkünü koyarsak Türkiye’nin bile komünizmi bir hayli yaklaşmış olduğunu söyleyebiliriz!

Büyük İleri Atılım

 

 

Çin’de bütün bu ilerleme hayallerinin sonu, kaçınılmaz olarak kitlesel bir iradi seferberlikti. Çin’in böylesi bir kalkınma ve ilerleme hamlesi için dayanacağı tek güç, kalabalık nüfusuydu. Bu nüfus Mao’nun iradesiyle ileri doğru bir hamle yaparsa, Çin de devasa bir ilerlemeyi gerçekleştirebilirdi. Bu amaçla kolektif çiftlikler yoğunlaştırıldı; özel topraklar ve çiftlik hayvanları tazminat ödenmeksizin kamulaştırıldı; şehir ve tarım çalışan nüfusunun tek tek aile mutfaklarında “gereksiz” zaman harcamaması için devasa komünal mutfaklar kuruldu; islah için kırlara gönderilmiş mahkûm nüfusu, Stalin’den miras bir uygulamayla en ağır koşullarda üretime sürüldü; yine Stalin’den tevarüs edilen bir uygulama olarak Stakhanovist şok çalışma birimleri kuruldu; analar ve babalar, kolektifleştirilmiş, askerileştirilmiş bir hayat tarzı lehine “burjuva duygusal bağlılıklar”dan vazgeçmeye zorlandı. (s.438)

“Köylüler uyurken tarlalardaki fenerleri yakıyorlar, bir kadronun gelmekte olduğunu bildiren alarmla hemen kalkıp işe koyuluyorlardı. Maddi özendiriciler sistem parasız işlediği için gereksiz görülüyor ve kınanıyordu.” (s.439)

“’Herkes askerdir’ sloganı altında bir milis faaliyeti başlatıldı. Köylüler tarlalarda yanlarında antika tüfekler olduğu halde çalışıyorlardı.” (s.439)

“Kadrolar rakip komünleri geçme konusunda sürekli bir baskı altındaydılar. Bu durum ürün miktarını sürekli olarak, 10 ya da 20 kat fazla göstermelerine yol açıyordu.” (s.445)

Büyük ileri Atılım, birkaç yıl içinde, doğanın azizliğinin de yardımıyla (kuraklık) büyük bir başarısızlıkla sona erdi.

“Büyük Atılım kıyamet benzeri bir başarısızlıkla sona ermişti. Mao’nun genel bolluğa ilişkin muhteşem düşleri destansı bir dehşete dönüşmüştü. Çin’i büyük bir iktisadi güç haline getirme fikrini, 1960 yılının sonunda ebediyen terk etti ve bu konuyu bir daha asla ağzına almadı.” (s.446)

“Ciddi bir yiyecek maddesi sıkıntısı başlamıştı. Önceleri kıtlık sadece kentlerle sınırlı kaldı. Pirinç tayınları azaltıldı… Daha sonra hükümet Atılım sırasında iyice çoğalan sanayi işgücünü beslemek için harekete geçince kırsal kesimde de kıtlık başladı.” (s.446)

“Solcu eyalet sekreterlerinin Atılım’ı en güçlü biçimde gerçekleştirdikleri Henan ve Siçuan kesimlerinde nüfusun dörtte biri açlıktan öldü. Erkekler, alıcı çıktığında karılarını satıyorlardı. Kadınlar satılmaktan memnundular, çünkü satılmak hayatta kalmak anlamına geliyordu. Eşkiyalık yeniden başladı. Mao’nun gençlik yıllarında yaşanan kıtlıklarda olduğu gibi yamyamlık yaygındı. Köylüler kendi çocuklarını yememek için birbirlerinin çocuklarını yiyorlardı.” (s.455)

“1959’da ve 1960’da yaklaşık 20 milyon köylü açlıktan öldü ve 15 milyondan az çocuk doğdu, çünkü kadınlar gebe kalamayacak kadar zayıflamışlardı. 1961’de beş milyondan fazla insan açlık yüzünden yok olup gitti.” (s.455)

Bu durumun doğal sonucu baskının yoğunlaştırılması oldu.

“Atılım’ı eleştirenlere karşı bir hareket olarak bilinen ‘Sağ oportünizm’e karşı kampanya, on kat daha fazla siyasal kan kaybını tetikledi: Çoğu parti üyesi ya da alt düzey görevli olan altı milyon insan eleştirildi ve bu insanlarla sözde Mao’nun siyasetlerine karşı çıktıkları için mücadele edildi. Siçuan’da tabanda yer alan kadroların %80’i azledildi. 1957’de olduğu gibi, yerel parti sekreterleri, astları için tasfiye kotaları oluşturdu. Bazı bölgelerde sadece bireyler değil gruplar da suçlandı. Gene pek çok kişi intihar etti. Bir eyaletin Birinci Sekreteri, ‘Herkes tehlikedeydi,’ diyordu o günleri hatırlarken. ‘Anneler, babalar, kocalar ve eşleri birbiriyle konuşmaya cesaret edemiyorlardı.’” (s.453)

“HKO’ya, Siçuan’da ve diğer üç batı eyaletinde, yanı sıra Tibet’te açlık çeken köylülerin başlattıkları silahlı isyanları bastırma görevi verildi. Henan’da komünlerin özsavunması için kurulan milis ortalığı yakıp yıkmaya, silahlı soygun yapmaya, kadınlara tecavüz edip adam öldürmeye devam ediyordu. Köylüler milise ‘eşkıya krallar’ ‘kaplan sürüleri’ ve ‘adam döven çeteler’ diyordu… Liu Şaoçi uyarıda bulunarak, Çin’in, 1920’lerin başındaki Sovyetler Birliği’nin yaşadığı iç savaşı andıran bir anarşiyle yüz yüze gelmekte olduğunu söyledi.” (s.457)

Bunun sonucu, Sovyetler Birliği’ndeki iç savaş ve savaş komünizminden sonra gelen NEP politikasına benzer bir Çin NEP’i oldu. Zorlama komünler kısmen dağıtılarak köylülüğe taviz veren daha esnek politikalar benimsendi ve aşırı komünal uygulamalardan vazgeçildi. Halkın taleplerini dikkate almayan zorlamacı politikalar bir kez daha geri tepmişti.

Ve Mao, ne kadar iyi bir komutansa, o kadar kötü bir “inşa”cı olduğunu kanıtlamıştı. Ama bunu söyleyecek cesaret kimde vardı?

Kültür Devrimi

 

 

Mao’nun putlaştırılması ta Yenan günlerine kadar uzanır. Bundan sonra süreç hep bu yönde olmuş, gittikçe güç kazanan komünist bürokrasi kendi varlığının ve iktidarının garantisini Mao’nun fetişleştirilmesinde görmüştür.

“Temmuzda kuşkularından vazgeçmiş Liu Şaoçi dizginsiz bir övgü sürecini ateşledi. Mao’yu göklere çıkaran bir makalede, partinin gelecekte hata yapmamasının yegâne güvencesinin ‘Mao Zedung’un önderliğinin her yere nüfuz etmesi’ni sağlamak olduğunu iddia ediyordu. Makale, politbüro üyeleri Çu Enlay ve Çu De’nin diğerleri kadar çılgın bir onaylama korosuna katılmaları için işaret oldu. Birkaç ay sonra Yenan’ı ziyaret eden iki Amerikalı gazeteci… Mao’nun ‘hayranlığın zirvesinde’, ‘mide bulandırıcı, neredeyse kölece bir belâgatla düzülen muazzam övgüler’in nesnesi olduğunu bildirdiler.” (s.357)

“On yıldan daha kısa bir süre önce Kinggangşan’da, hatta Ruykin’de, Mao’nun ve diğer önderlerin, köylülerin arasında yaşadıkları günler artık gerilerde kalmıştı.” (s.356)

Putlaştırma, aynı zamanda putlaştırılan liderin mekanizma tarafından esir alınmasıyla el ele gidiyordu.

“İlk yıllarda Mao zaman zaman çevresindeki koruyucu kuşatmadan kurtulmayı denedi. Ancak bu denemeler doğal olarak başarısızlığa uğradı.” (s.427)

“1958’de, Halk Cumhuriyeti’nde ise her hareketi günler ve haftalar öncesinde belirleniyordu. ‘Tabana gitmek’ artık eyalet birinci sekreterleriyle toplantı yapmak, dikkatle seçilmiş model çiftlikleri ziyaret etmek ve buralarda eyalet yetkililerinin ona sadece işitmek isteyeceği şeyleri anlattıkları kısa açıklamaları dinlemek anlamına geliyordu. Birinci elden doğru bilgilere ulaşamadı. Yeterince bilgilendirildiği izlenimine kapıldı. Bunun hiçbir şey bilmemekten çok daha tehlikeli olduğu anlaşılacaktı.” (s.433)

“Gerekçe, Tang’ın 1961’de Mao’nun trenini gizlice dinletmesiydi. Ancak Mao, Tang’ın bu işi dört yıldır yaptığını biliyordu.” (s.476)

Putlaştırma ile  susuş kumkuması da el eleydi.

“’Yüz Çiçek’ sırasında Sağcılığa Karşı Kampanya aracılığıyla Çinli entelektüellerin susturulması gibi, Luşan konferansında da Peng Dehuay’ın tasfiye edilmesiyle Mao’nun Parti içindeki yakın çalışma arkadaşları susturuldu. Çu De, Daimi Komite’ye şunu sormuştu: ‘Bizi seven insanlar konuşmazlarsa, kim konuşmaya cesaret edecek?’ Başkan’ın bu soruya cevabı artık biliniyordu. Mao hayatta olduğu sürece bir politbüro üyesi bir daha asla onun siyasetlerine açıktan meydan okumadı.” (s.453)

İşte böylesine putlaştırılan Mao Zedung, putlaştırmanın gücüne dayanarak 1966 yılında Kültür Devrimini başlatma işaretini verdi. Neydi amacı? Kanımca amacı, Büyük İleri Atılım’la iktisadi alanda uğranılan başarısızlığı, bu sefer üstyapıda bir yeni kitlesel atılımla başarıya dönüştürmekti. Mao korkuyordu. Aynı 1956 yılında Macar Devrimi’nden korktuğu gibi, rejimden hoşnutsuz kitlelerin, insanlara soluk alma fırsatı vermeyen bir tek parti diktatörlüğüne karşı ayaklanacaklarından korkuyordu. Mao’nun ikinci korkusu, sosyalizmin inşası için tek araç olarak gördüğü Parti’nin Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde olduğu gibi yozlaşmasıydı. O halde kitleler sosyalist rejime karşı henüz ayaklanmadan, onları kendi temsil ettiği “sosyalizmin doğru çizgi” için, yozlaşması çok muhtemel olan partiye karşı ayaklandırmaya cesaret etmekten başka çare kalmıyordu. Böylece ayaklanma potansiyeli taşıyan kitleleri önceden ayaklandırarak onların buhar basıncını rejimin selameti için kullanacak, yozlaşma ihtimali olan partiyi, yine kendi iradesini izleyen kitleler aracılığıyla temizleyip yeniden sosyalizmin kurucu aygıtı haline getirecekti. Hem kitleler sosyalizm yolunda seferber edilecek, hem de kendi “doğru çizgi”sinde yenilenmiş ve yozlaşmaktan kurtulmuş parti bu “doğru çizgi”yi izleyecekti.

Bir anlamda, Stalin’in izlediği yukardancı çizginin tam tersi gibi görünen aşağıdancı bir çizgiydi bu. Stalin’in giyotini tek yönlü işliyordu. Sadece yukardan aşağıya. Yukardan aşağıya inerken, Stalin’in hemen altındaki yöneticileri de biçiyor, partiyi de biçiyor ve kitlelerin biçilmesine kadar aşağıya inmeye devam ediyordu. Ama bu giyotin hiçbir zaman aşağıdan yukarıya doğru işlemiyordu. Yani Stalin, bıçağı hiçbir zaman aşağıdaki kitlelerin eline vermiyordu. Bıçak, GPU ve NKVD’ydi ve sadece Stalin’in şahsi emirleriyle yukardan aşağıya doğru inerdi. Mao’nun giyotini ise iki bıçaklıydı. Yukardaki bıçak, parti, polis ve orduydu. Aşağıdaki bıçak ise, Mao tapıncıyla gözü dönmüş kitleler. Yukardaki bıçak kitleleri kesip biçerken (ve fazla kestiği için körelirken), aşağıdaki bıçak da Kültür devriminde, HKO’nu değil ama partiyi ve devlet görevlilerini kesip biçti. En sonunda Mao, aşağıdaki bıçağı durdurmak için, yukardaki bıçağın geriye kalmış tek sağlam mekanizması olan HKO’sunu harekete geçirdi. Kültür Devrimi, aşağıdan başladı ve yine bizzat Mao’nun emriyle, yukarıdan HKO tarafından bastırıldı. Burada, Philip Short’un kitabından, aşağıdaki bıçağın, bir yandan sıradan halkı, bir yandan da partiyi ve yöneticileri nasıl biçtiğine ilişkin birkaç örnek vereceğim sadece.

“Pekin üniversitesi’ndeki radikaller, bir mücadele toplantısı düzenleyerek Lu Ping ve altmış ‘kara çete unsuru’na mankafa külahı giydirdiler ve diz çökmeye zorladılar, yüzlerine kara leke sürdüler, elbiselerini yırttılar, duvar afişlerini vücutlarına yapıştırdılar, ardından onları tekmeleyip yumruklayarak, saçlarını çekerek ve halatlarla döverek sokaklarda dolaştırdılar.” (s.484)

“Pekin’de Kızıl Muhafızlar’ın en az bir kişiyi döverek öldürmediği pek az ev vardı. Ağustos ayının sonunda, dört gün içinde sadece küçük bir semtte, aralarında altı haftalık bir bebekten (‘gerici bir aile’nin çocuğuydu) seksenlerinde yaşlı bir adama kadar çeşiti yaşlardan insanların yer aldığı 325 kişi öldürüldü.

“Barışçı, idealist genç öğrenciler kendilerinden daha yaşlı kişilere intikam duygularıyla saldıran çılgınlara dönüşmüşlerdi.” (s.489)

“Kızıl muhafızlar kurbanlarına, bağışlanmak için Mao’ya dua etmelerini söylüyorlardı. Kent tren istasyonlarında yolcular trene binmeden önce ‘sadakat dansı’ yapmak zorundaydılar” (s.494)

“Öldürme olayları kısa süre içinde, polisin ve askeriye içindeki sempatizanların desteği sayesinde sistematik bir hal aldı.” (s.490)

“Doğu Hebey’de 84.000 kişi tutuklandı; bunların 2.955’i idam edildi, işkencede öldü ya da intihar etti. Guangdong’da 7.200 kişi sorguya çekildi ve aralarında eyalet vali yardımcısının da bulunduğu 85 kişi öldüresiye dövüldü. Şanghay’da 6.000 kişi gözetim altına alındı. Çoğu milliyetçiler hesabına çalışmakla (ÇKP ile Guomindang’ın birleşik cephe kurdukları bir dönem için kolay bir suçlama) ve yaklaşık yarısı ihanetle suçlandı.” (s.512)

“Birkaç günde bir bazı öğretmenler herkesin gözü önünde spor sahasına götürülüp kurşuna diziliyorlardı… Bazı öğretmenler henüz ölmeden gömüldüler. Dört öğretmene oradaki binanın damına çıkarak bir patlayıcı paketinin üzerine oturmaları ve paketi ateşlemeleri emredildi. Müthiş bir ses duyuldu. Göz gözü görmüyordu. Neden sonra ağaçların dallarına takılmış ve dama saçılmış kollar ve bacaklar fark edildi. [Toplam] yüz kadar [okul görevlisi] öldürüldü.” (s.491)

“Liu [Şaoçi] ve karısı iki saat boyunca öne eğilmiş vaziyette sessizce ayakta durarak, kendilerini suçlayanların uzun ve tumturaklı konuşmalarını dinlemek zorunda kaldılar. Mao’nun doktoru onların dövüldüklerini, tekmelendiklerini, Merkez Muhafiz Birliği askerlerinin öylece durup seyrettiklerini gördü. Liu’nun gömleği yırtılarak açılmıştı, insanlar onu saçlarından tutup savuruyorlardı. Bu işlem iki buçuk hafta sonra tekrarlandı. Bu kez çift, Kızıl Muhafızlar’ın arasında ‘jet uçağı’ biçiminde durmak zorunda bırakıldılar… Liu, bu vaziyette, sözde ‘ulusal ihanetler’i hakkında sorguya çekildi… Liu o sırada yetmiş yaşındaydı… daha sonra kurbağa yürüyüşüyle konutuna dönerken, yüzünün şiştiği, mavimsi, soluk bir renk aldığı görüldü.” (s.511)

Sonunda Mao, hareketin partiyi toptan yıkmaya yöneldiğini görünce, rotayı değiştirdi ve Kültür Devrimi’nin belki de tek sahici ayaklanmacı unsurlarının HKO tarafından bastırılmasını emretti. Parti kurtulmuş, Kültür Devrimi bitmişti.

Sonraki yıllarda Mao’nun Macar Devrimi korkusu gerçek olmadı. Kitleler, rejimin ve Parti’nin bürokratik baskılarına karşı herhangi bir şiddetli ayaklanmaya girişmediler. 1989 yılında demokrasi isteyen öğrencilerin kitlesel hareketi, Kültür Devrimi sırasında Liu Şaoçi gibi suçlanmış, “kapitalist yolcu” Deng Siao-ping’in emriyle bastırıldı. Bundan sonra da bir daha kitlesel bir direniş görülmedi. Bunda, rejimin, Mao’nun ölümünden sonra görece daha az baskıcı bir hale gelmesinin de rolü olmuş olabilir.

Mao’nun, Partinin yozlaşacağı ve kapitalizme yöneleceği korkusu ise gerçek oldu. Çin bugün ÇKP’nin tek parti diktatörlüğü altında kapitalist bir ülkedir.

Tarih bin kere yazılır ama sadece bir kere yaşanır.

Gün Zileli

19 Temmuz 2010

 

 


[1] “O sıralarda Stalin, kulaklara karşı kampanya başlattı. Bu hareket 12 milyon Rus ‘zengin köylü’sünün fiziksel olarak yok edilmesine yol açacaktı. Dolayısıyla Geri Dönen Öğrenciler, zengin köylülere ait toprakların ve mülklerin (sadece fazlaların değil) müsadere edilmesine karar verdiler. Toprak dağıtımı gerçekleştiğinde toprak ağası ailelere hiçbir şey verilmeyecekti. Bunun anlamı, bu ailelerin açlığa mahkûm edilmesiydi” (s.287)

Hakkında Gün Zileli

Okunası

12 Mart ve Sol

Artıgerçek Ümit Zileli, Tele-1’deki programın başında “Neydi 12 Mart?” diye sormuş, ben de bugüne kadarki …

146 Yorumlar

  1. Evet ben de böyle düşünüyorum. Babam diyor ki, o günkü
    konjektörde (1965-1980) Türkiye’nin kırsal kesimin görüntüsü
    ve ağalık düzeni Çin’e çok benzermiş. Büyük şehire göç daha
    sonra artarak devam etmiş.1921 Anayasamızın,Çin
    Anayasasıyla örtüşdüğünü de söylüyor babam.

    Elbette silahlı mücadele konusunda etkilenmişiz ve ucunu kaçırmışız. Banu Ergüder’in grubu, ki maocular içinde o zaman bile yarılma olduğunun göstergesi diyor babam.

    Pekin’de ve diğer şehirlerde her köşe başında KFC, Mcdonalds ve diğer ABD mağazalarına -şimdi- ne demeli peki…Bizim faşist ulusalcı solcularımız, savunma mekanizmasıyla istedikleri kadar sosyalist devlet denetimi desinler nereye kadar?Tabii eski sovyet generallerinin bugün oluşturduğu rus mafyası gibi,Çin’de aynı durumdadır kanısındayım. Tavanın idareci ve denetici olmamasının,
    revizyonizmin sonuçları…di mi Gün abi?

  2. bu herif kelimenin tam anlamıyla aşağılık bir herifmiş. halliday’in kitabı yeni bitirdim. mutlaka okuyun. en çok emekçi öldürme rekoru tartışmasız onda. canlarına mal olduğu emekçiler itibariyla Stalin’i geçiyor. bir numaralı halk düşmanı orospu çocuğu..

  3. Özür dilerim düzeltme yapıyorum =”Tavanın idareci ve denetici olmamasının”..yanlışlıkla yazmışım.
    Doğrusu = “TABANIN” olmalıydı..tekrar özür dilerim.

  4. ciresun abi, ama o günkü konjöktörde Mao, Staline gözkırpma
    durumundaydı mecburen..yönetimde olduğu için!!

  5. ben bu adamları anlamıyorum. o kadar savaşıp didinip iktidara gelmişsin. tamam ülkeye biraz çeki düzen vereceksin haliyle. bazı kelleler illaki gidecek. iyi de niye işin bokunu çıkarıyorsun. otur imparatorun tahtına -mecazen-. üç beş reform yap, çevrede koltuğuna aday olabilecek adamları temizle. ama sonra bi durul yahu. çin fıstık gibi memleket, kızlar güzel, halk devletçi, hayat güzel, ne gerek var bu kadar kan dökmeye.. onu öldürt, bunu sürdürt, koreye gir, yok hızlı endüstrileşme yok kültür devrimi.. ne oldu yani, üç günlük dünya…

  6. vallahi benden devrimci olmaz, çok küçük burjuva konformist hülyalarım var..

  7. ciresun sen gerizekalı bir orospu çocuğusun!

  8. Mao, Stalin, Lenin zihniyeti ve anayasa

    Mao, Lenin, Stalin zihniyetli kisilerin anayasa degisikliklerine “Hayir” demesi çok normal demek ki. Halk, insanlik, demokrasi düsmani bu kan içici vampirlerin hayranlarindan demokrasi lehinde bir tavior beklenemezmis.

  9. Disk mi, Fisk mi?

    Disk hükümetin anayasa degisikligini “banayasa” diye degerlendirerek “hayir” çagrisinda bulunmus. Anayasa Mahkemesi bile bu yöndeki iddialari ( hükümetin yargiyi ele geçirmek amaciyla degisklik yaptigi iddiasi) reddederken Disk’in hâlâ bu agizla konusmasi Disk yoneticilerinin 28 Subat döneminde satin alinmis asagilik fasitler oldugunu, postal yaladigini, Tüsiad’in omuzu kalabalik cuntaci generallerin köpegi oldugunu bir kere daha ispatladi. Hepsi ortaya çikacak, hesabi sorulacak, halki vergileriyle toplanan TSK’nin paralari Celebi gibi serefsizlere rüsvet olarak verilmis, hepsi geri alinip bu serefsizler hesap verecek.

  10. seni hala bir deliğe tıkmadılar mı, silivri kaçkını..

    bir de tayyibe küfrederler.. tuttukları adamla bakın hele.. stalin, mao, pol pot, çakma mao doğu falan… öldürdükleri emekçilerin sayısı rahat bir türkeye kadardır.. tayyib yerinde bunlar olsa haliniz nice olurdu haramzadeler..

  11. Stalin nasil Hitler'le anlastiysa

    Stalin nasil Hitler’le anlastiysa, biizim asalak, böcek Stalinciler de askerle anlasmis, bütün diktatörler tarihin çöplügüne, yasasin demokrasi, yasasin özgürlük, degisime “evet”.

  12. Öncelikle herkese iyi günler. Ciresun sen kaç yaşındasın?
    Zaman zaman bana da burjuva hayatı cazip gelmio desem yalan olur valla.Ama unutmamak gerekir ki sonradan burjuva olunmaz,burjuva veya küçük burjuna doğulur!!! “İZM” çağı biiti
    diyolar,hiç te bile.Artık tekrar yeniden doğmalıdır kanısındayım.
    Sarı ve turuncu sendikacılardan ne bekleyeceğiz ki,hı???

    Gün abi, siz ne oy kullanacaksınız?????

  13. YANILMIŞ OLMAYI O KADAR İSTERDİM Kİ!
    Yazdığım bu satırlar yarın yani 26 Haziran Cumartesi günü Granma’da
    yayınlandığından sadece 32 gün sonra imparatorluğa gösterdiğimiz
    onurlu direniş olan 26 Temmuz gününü kutlayacağız.
    İnsanlığın düşmanları her adımlarını ölçüp biçerek atıyorlar.
    Özellikle aklında sadece kâr hırsı ve hammadde olan, insanlığın ortak
    değerlerini gözardı eden ABD emperyalizmi.
    16 Haziran günkü yazımda şunları yazmışım: “Bu cehennem habercisi gibi
    gelişmeler Dünya Kupası maçları arasında unutulup gidiyor, kimsenin
    umurunda olmaksızın.”
    Bu önemli spor olayı en çekişmeli aşamasına giriyor. 14 gün boyunca 32
    ülkeden futbolcular ilk 16’ya girebilmek için çaba gösterdiler. Şimdi
    ise çeyrek finale, yarı finale ve finale kalabilmek için mücadele
    edecekler.
    Futbol fanatizmi giderek artmakta, dünya üzerinde milyonlarca insanı
    etkisine almaya başladı bile.
    Artık şunu sorabiliriz; kaçımız şu sıralarda ABD donanmasının en büyük
    uçak gemilerinden Harry S. Truman’ın beraberinde nükleer
    denizaltılarla birlikte Süveyş Kanalından geçerek İran Körfezine doğru
    yol almakta olduğunu biliyoruz?
    ABD donanmasına eşlik eden gemiler arasında benzer ateş gücüne sahip
    İsrail savaş gemilerinin de olduğu bilinmekte. Bu donanma İran’a
    uygulanan abluka uyarınca ülkeye giriş çıkış yapan ticari gemileri
    arama yetkisine sahip olacak.
    Hatırlanacağı gibi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD’nin
    önerisi ve İngiltere, Fransa ile Almanya’nın desteğiyle çok ağır
    koşulları olan bir yaptırım kararı almıştı.
    Diğer bir ağır yaptırım kararı da ABD Senatosundan çıkmıştı.
    Üçüncü ve en ağır yaptırım kararı ise Avrupa Birliği tarafından
    alındı. Bütün bu gelişmeler 20 Haziran gününden önce oldu. O dönemde
    Fransa Cumhurbaşkanı acil bir ziyaretle Rusya Federasyonu Devlet
    Başkanı Dmitri Medvedev ile görüşmüş, Rusya’nın İran ile görüşerek
    durumun daha kötüye gitmesine engel olması istenmişti.
    Şimdi zaten İran açıklarında bulunan ABD donanmasına, ABD ve İsrail
    savaş uçaklarını taşıyan uçak gemisinin varması bekleniyor.
    İşin en düşündürücü yanı ise ABD’nin Ortadoğudaki jandarması İsrail’in
    elinde son derece gelişmiş nükleer silahlar ve bunları kullanabilecek
    modern savaş uçaklarının bulunuyor olması.
    İran Şahı 1979 yılında tek bir silah atılmadan Ayetullah Humeyni
    tarafından devrilmişti. ABD, İran’a karşı savaş açan Irak’ı
    desteklemiş ve Irak tarafından İran ordusuna ve Devrim Muhafızlarına
    karşı kullanılan kimyasal silahları tedarik etmişti. O dönemler
    Bağlantısızlar Hareketinin lideri konumunda olan Küba bu konuyla
    ilgili bilgiye sahipti. Savaşın etkilerine maruz kalan sivillerin
    durumunu da çok iyi biliyorduk. Bugün İran Cumhurbaşkanı olan Mahmut
    Ahmedinejad o dönemde Devrim Muhafızları 6. Ordu komutanı olarak İran
    – Irak Savaşının en sıcak çatışmalarının yaşandığı batı cephesindeydi.
    Bugün 2010 yılında 31 yıldan sonra ABD ve İsrail devletleri, İran
    silahlı kuvvetlerininin milyonlarca askerini, hava, deniz ve kara
    kuvvetlerini ve Devrim Muhafızlarını hafife alıyor.
    Bu saydıklarıma 12-60 yaş arasındaki 20 milyon erkek ve kadın ile
    toplam 70 milyon nüfusa sahip, düzenli şekilde milis eğitimi alan bir
    toplumu ekleyin.
    ABD hükümeti bir plan uygulama çabasında. Buna göre
    – kapitalist tüketime sahip çıkan bir siyasi muhalefet hareketi yaratılacak,
    – İran halkı bölünecek ve
    – İran’daki rejim devrilecek.
    Ancak artık bu plan geçersizdir. Ülkelerine saldıran ABD ve İsrail
    savaş uçakları karşısında hiçbir İranlının ABD’den yana olacağı iddia
    edilemez.
    Son gelişmeleri tahlil ettiğimde şöyle bir sonuca varmıştım;
    – çatışma Kore yarımadasında başlayacak,
    – burada çıkartılacak ikinci Kore Savaşından sonra ABD’nin İran’a
    ikinci müdahalesi başlatılacak.
    Bugünden baktığımda ise çatışmaların sırasının değiştiğini görüyorum;
    silahlı saldırı önce İran’a karşı düzenlenecek.
    Artık ABD özel harekat kuvvetleri ve istihbaratı tarafından
    batırıldığı bilinen Güney Kore savaş gemisi Cheonan’ı batırmakla
    suçlanan Kuzey Kore yönetimi ise İran’a saldırıldıktan sonra sırada
    kendilerinin olduğunu çok iyi biliyor.
    Gamsız futbolseverler Dünya Kupası maçlarının tadını çıkarmaya baksın.
    Kahraman halkımıza, hayat ve umut dolu Küba gençliğine, o muhteşem
    çocuklarımıza ve daima iyi geleceklerini aklımızdan çıkartmadığımız
    insanlığa şunları söylemeyi görev addediyorum; bu gelişmeler bizi
    hiçbir şekilde şaşırtmıyor.
    Sadece, bir kaç bin yıl içinde insanoğlu tarafından gerçekleştirilen
    sayısız hayallere ve geliştirilen uygarlığa acıyorum.
    Devrimci hayallerimiz gerçekleşmeye ve anavatanımız ayakları üzerinde
    doğrulmaya başlamışken, “yanılmış olmayı o kadar isterdim ki!”

    Fidel Castro Ruz
    24 Haziran 2010

  14. fidel hayatında bir (1) tane serbest seçim düzenlemeye cesaret edebilsen de halkının gerçekte seni ne kadar desteklediğini görebilsek. 1)Komünist parti yöneticileri dışında sıradan halkın özgürce internet kullanabilmesine ne zaman izin vereceksin? 2)Yerine kardeşini bıraktın, adam 80’ini buldu, o da ölünce ne yapacaksınız, yerini kızı mı alacak? Koca kübada 50 yıllık komünist idarenin sonunda, kardeşinden başka o göreve münasip “devrimi emanet edecek” adam çıkaramadın mı? 3) Turizm ayağına, kübalı kızları avrupalı kodomanlara peşkeş çekerek döviz sağlama politikandan utanmıyor musun?

    Sen ve ailen kübalıların tepesinde latin amerikanın en kalabalık ordularından birinin desteğiyle çöreklenmişken, hala nasıl “sadece birkaç bin yıl içerisinde” gerçekleştirilmiş devrimci hayallerin akibetine sızlanabiliyorsun?

    O devrimci hayallerin, ütopyaların katili sizlersiniz.

    Sizin gibi halkların devrimci isyanlarının sırtına binen, onlar aracılığıyla ortaçağı andıran saltanat rejimleri kuran arsız diktatörler! Asalaklar!

  15. Yazı ilginç olmuş. Kitap da bayağıdır duruyordu okumak farz oldu. Bir de yazıda da kısa değinilmiş ama SSCB kızıl ordusunun 2. dünya savaşında mançuryadan (elbette kaynakları yeterince sömürdükten sonra) hızla çekilmesi de oldukça açıklayıcıdır. Adamlar diyor ki GMD ile Halkın Kurtuluş Ordusu arasında çıkacak iç savaşın ortasında kalmayalım. Ki zaten Mao’nun yanında durmaları da ihtimal dışı. Demek öyle komünistiz biz demekle hallolmuyor işler… Neyse…

    Bu Guomintang’a katılma hadisesi de TKP’nin kuruluş aşamasındaki meseleyle aynı. Şefik Hüsnülerin onca yıl yasadışı çalıştıktan sonra CHP’ye kuyruk olmaları acı verici. Tek ülkede sosyalizm mantığının acı meyvelerinden sadece biridir bu olay…

    ‘Peki burjuva diktatörlüğünde işçilerin, emekçilerin oy hakkı yasaklanıyor mu? Burjuvazi böyle bir saçmalığa neden başvurmuyor, üstelik emekçiler nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları halde. Demek onlar kendilerine güveniyor. Kendine güvenmeyen, sosyalist iktidar sahipleri.’ demişsiniz Gün Zileli.

    Burjuvazinin oy hakkını herkese vermek zorunda kalmasının hangi mücadelelere dayandığını hatırlatmak isterim burada. Burjuvazinin kendine tam güvenebilmesi için 100 yıllar geçti. Ki hala tahtları sağlam değildir. Bir de bu hakkın kazanılmasında emekçilerin çoğunluğu oluşturması da rol oynamıştır diye düşünüyorum. Sonuçta KPlerin halka açılmasının sonuçları da ortadadır. Bürokratik yönetici sınıfın da büyük kitleleri (reel sosyalist devletlerde) kullanma yeteneği vardır. Ama bu durum demokrasi hakkında çok bir şey söylemez…

  16. Stalin, kendi reel güç anlayışını ifade eden şu sözleri söylemiştir Çinli komünistlere:“Şu anda kazanan sizsiniz ve kazananlar daima haklıdırlar. Kural budur.”Yani güçlü olan haklıdır! Öyle midir acaba? Sakın tam tersi doğru olmasın…

    Yazının tamamı çok güzel ama yukarıda ki paragraf pek de es geçilecek bir olgu gibi gelmedi bana.Üstüne çoook düşünmeli bence…

  17. oy hakki ve vergi

    Insanlarin vergi verdikleri ülkelerde oy hakki da vardir. Dolaysiz ve dolayli vergi ödenen ülkelerde bütçenin vergi verenler tarafindan kontrolü normaldir. herseyin devlete ait oldugu ülkelerde (sadece sosyalist ülkeler degil petrol kaynaklarinin devleti elinde bulunduran aileye ya da diktatöre ait oldugu petrol zengini ülkelerde de) oy hakkinin olmamasi tesadüf degil elbette. Türkiye’de TSK bütçesi sorgulanamiyor, OYAK imtiyazli bir dev halinde, Is Bankasi’nda CHP’nin hisseleri var, tekelci Kemalist burjuvazi rant ekonomisinin devamini talep etmekte, Israil ve ABD demokrasinin Türk kamuoyunu altyhlerine döndürecegini bildikleri için byunlari desteklemekte ve ayrica ABD-Israil silah sanayi kompleksinin
    Kemalizmin devaminda büyük çikari var, bu nedenle Türkiye’de “sol” da kullanilarak demokrasinin önüne engeller çikariliyor. çünkü marksist-leninist sol zaten tabiati icabi demokrasiye de, oy hakkina da karsidir.

  18. ‘çünkü marksist-leninist sol zaten tabiati icabi demokrasiye de, oy hakkina da karsidir’

    Demokratlık iddiası ve çabası kimlerin tekelindeydi bir 10 sene önce hatırlatırım sizlere…

    Ama saf demokratlıkla herhangi bir yere varılmıyor işte. Böyle sınıfsal anlamda kör bir demokratlık zaten iktidar sahiplerinin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayacaktır.

    Saf demokratlık iddiası hiçbir zaman temiz olmamıştı zaten. Pek çok yerdeki liberallerin durumları buna örnektir. Buyrun size demokrasi Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Kolombiya’da, Filistin’de… Şimdi de AKP sponsorluğunda Türkiye’de yeni yüzüyle… Gazetenizle isteyin…

    Her yerde tornistan…

  19. anton mantıklı seyler yazıosun ama,marksist-leninist solun son
    aşamas-ve olması gereken şey bütün idarenin proleteryada ve
    halkta olmasıdır.Yani herkesin yönetimde olması, bürokratların
    olmadığı bir “İLERİ SOL” ….Biz görmesek bile,özgür ve sınırsız bir dünya olgusu “anarşizm” dir!!

    Sizin yaşınızı bilmiorum ama, hepinizin hayalleri çalınmış bir nesilsiniz.İşin tuhafı bizimkileri de çaldılar!!!
    Sevgilerrr

  20. Süleyman Arıoğlu

    Sovyetler’in Komintern aracılığıyla dünya devrimini, özgürleşme mücadelelerini heba ettiği, insanları harcadığı burada da görülüyor. Sovyetler’in bizatihi kendisinin nasıl bir karşıdevrimci odak olduğu Çin’de izlediği politikalarla da ortaya çıkıyor. Stalin-Hitler ittifakı öncesinde, Komintern’in Alman komünistlere dayattığı politikalarla Naziler’in yükselişine nasıl da katkıda bulunduğu ve devrimcilerin Gestapo işkencelerinde son bulan hazin yaşamlarının, buralardan kurtulanların Stalin’in talimatlarıyla GPU tarafından yok edilişinin benzeri süreçler Çin’de de yaşanmış. Guomintang’ın kıyımından kurtulan komünistler bu kez de kendi yoldaşlarının celladı ve kurbanı haline gelmiş.

    Gün Zileli’nin “Devrim, polisiye paranoyalarla değil, ruhları canlandıran bir yüce gönüllülükle yaşar” sözlerine aynen katılıyorum.

    Yozlaşmayı, vahşeti eleştirenleri Troçkist olmakla, karşıdevrimci olmakla suçlayarak yok eden Mao, kazanan olmak hasebiyle daima haklı kabul edilmeseydi, başına ne gelirdi acaba! Cevabını tahmin etmek hiç zor değil, Troçkist ve karşıdevrimci ilan edilerek yok edilirdi.

    Bu geçmişle yüzleşmedikçe ve bunları mahkum etmedikçe, bu pratiklere yol açan teoriyle hesaplaşmadıkça, yenilginin nedenleri hiç anlaşılmayacak. Bugün hala çok uzak değil miyiz? 1 Mayıslarda hala Hitler’den bile fazla komünisti, emekçiyi, devrimciyi katledenlerin posterleri taşınıyor.

  21. guomintang 1949’da Taypei’e çekildi. Milliyetçi güçler Tayvan’da anti komünist bir diktatörlük kurdular. Bu idare, Komünist yönetim altındaki anakaradan farklı olarak ne milyonlarca emekçiyi katletti ne de çan kayşek’in şahsından bir kişi kültü oluşturuldu.

    Çinli köylülerin yağmur için mao’ya dua etmesini salık veren ÇKP yöneticileri ilerici, milliyetçi parti gerici..

    Kendisi ve avanesi, Short’un deyimiyle “genç kadınlara ulaşma ayrıcalıklarıyla” sefahat içerisinde yaşarlarken, on milyonlarca çin köylüsünün açlıktan ölümünün mimarı şahıs “devrimci”, milliyetçiler “faşist”.. İç savaşı Çan Kayşek kazansaydı, hiç olmazsa 20 milyon fakir köylü açlıktan ölmek zorunda kalmayacaktı.

    Bu nasıl akıl tutulmasıdır, anlamak mümkün değil.

  22. !871 Devlet Düşüncesi çok güzel ama çok uzun veremiyorum. Bulursanız kesinlile okumanızı onerırım.

    “no person can recognise or realise his or her own humanity except by recognising it in others and so cooperating for its realisation by each and all. No man can emancipate himself save by emancipating with him all the men about him”.

    # Paris Komünü ve Devlet Düşüncesi (1871)

    ÇEVİRİ: Anarşist Bakış

    “Bakunin’s Writings”, Guy A. Aldred, Modern Publisher, Indore Kraus Reprint Co., New York (1947).
    Kaynak: “Solidarity in Liberty

  23. Ciresun arkadaş, fazla ileri gitmiş ve gide gide karşıdevrimin savunusuna varmış, Mao zedung’u ve ÇKP’ni eleştirmek başkadır, Çan kay şek türü yeminli karşıdevrimci ve antikomünistlerin safından Mao ve ÇKP’ye saldırmak bambaşka bir şeydir. Herhalde Ciresun arkadaş, Çan Kay şek mezalimi hakkında hiçbir şey bilmiyor ki, bunları bol keseden yazabilmiş. Öte yandan karizma olabilmek bile belli bir yeteneği gerektirir. Çan Kay şek, aynı Franko gibi, karizma bile olamayacak kadar küçük,alçak bir zalimdi.

  24. bu yazıyı okuyan pek çok insanın düşündüğü şeyi düşünmüş. bu site “ileri gidenlerle” akpliler tarafından çok sevildi.

  25. Ertan, tarihi olaylar üzerine yazılar kimin hoşuna gider, kimin gitmez diye yazılmaz. Gerçekler üzerine yazılır, ne kadar acıtıcı olursa olsun gerçek gerçektir ve gerçek devrimcidir. Senden katılmadığın ya da tarihi gerçeğe aykırı olan noktaları yorum olarak yazmanı beklerim elbette.

  26. devrim olurken nüfusu 750 milyon olan, zaten rutin olarak açlıktan her yıl milyonların öldüğü ya da zarar gördüğü, insanın tavuk kadar değeri olmayan bir ülkede, gerçek bir halk savaşıyla toprak ağalığı sistemini yok etmiş tarihsel bir devrimden bahsediyoruz. tarihsel gerçekleri yazdığınızı iddia ediyorsanız günün koşullarını da ele almak, göz önünde bulundurmak gerektiğinin farkına varmış olmanız gerekir. fakat günün koşullarından zaten insanın değeri yoktu o nedenle komünistler de çok adam öldürdü demek istediğim anlaşılmasın. söylediği şey şudur; insanın insanı sömürüsünün doruklarında gezen bir feodal sömürge imparatorluğu düşünün, yüz ölçümü avrupa kadar. merkezi otorite yok, her bölgeyi silahlı güçleri olan toprak ağaları yönetiyor, genel olarak çin’e bunların oluşturduğu koalisyon hakim. halk binlerce yıllık, tarihi insanlık tarihi kadar eski ve o derece meşru sistemin içinde her türlü baskı ve gerici fikirlere açık. bu koşullarda bir devrimdir çin devrimi. onbin yıllık feodalizmin yok oluşudur. bir kere mao’ya dair tespitlerde dahi yanlışlık var. en önemlisi mao, çin’de mao kültü karşısındaki tek insandır belki de. toplu çekilen fotoğraflarda dahi fotoğrafın merkezinde olmak istemeyen biri. hayalinde bir köyde köy öğretmeni olarak geçmesini istemiş biri. taraftarlarının ona yüce, ulu gibi ünvanlarla hitap etmesine karşı çıkmış, illa bir ünvanla hitap edecekseniz “öğretmen” (bu her şeyi öğreten değil, köydeki öğretmen anlamında söylenmiştir) ünvanıyla hitap edin demiş biridir. o nedenle mao’nun bir diğer anılış biçimi de aslında yanlış biçimde “büyük öğretmen” olmuştur. yani mao, tüm karşıtlığına rağmen kendi lider kültünün dahi karşısında duramamış, onbin yıllık çin feodalizminin lider kültü içinde bulmuştur kendini açıkçası.

    bu ufak örnek dahi, toplumsal devrimin ne demek olduğunu, ne kadar zor olduğunu açıklamaya yetiyor. kaldı ki sıradan çkp yöneticilerinin ve devrimin onbin yıllık kültür içinde alacakları biçimi tartışıyoruz.

    yani devrim, burada yazı yazmaya, onbin yıllık feodal ağalığını devirenler hakkında bol keseden atıp tutmaya benzemiyor Gün Zileli. çin devrimi, değerlendirilecekse bu koşullar altında, hiçbir şey gizlenmeden tabiki, değerlendirilmeli, kapitalist yolun kökenleri bu çerçevede aranmalıdır.

  27. Israil yanlisi sol

    Sami Kohen yaziyor, 28.07.2010 Milliyet:
    “Kılıçdaroğlu şimdiye kadar bu meseleler üzerinde konuşmak fırsatını pek bulamadı. Bu bakımdan İngilizce “Hürriyet Daily News” gazetesinin CHP lideriyle yaptığı söyleşi, en azından bazı spesifik dış politika konuları üzerindeki düşüncelerine ışık tuttu.
    Söyleşide ele alınan başlıca dış konular İran, İsrail, Hamas ve “eksen kayması” tartışmasıdır.
    Özetle, Kılıçdaroğlu’nun İran’la ilgili söyledikleri, hükümetin izlediği politikaya karşı net bir tavır sergiliyor. CHP liderine göre Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının İran nükleer programına verdiği destek ve geçenlerde İran’la varılan “takas” anlaşması, Türkiye’nin uluslararası camia karşısında izole olmasına yol açmıştır. Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle, Türkiye’nin bu çabalarının BM Güvenlik Konseyi üyelerini (P-5+1 grubunu) memnun etmediği ortaya çıkmıştır.
    Bununla beraber, CHP Genel Başkanı, “hiçbir komşu ülkenin nükleer silaha sahip olmasını istemediği”ni de belirtmiştir.

    İktidara eleştiriler
    Kılıçdaroğlu’nun “Mavi Marmara” saldırısı bağlamında söyledikleri ilginç. CHP bu konuda ölümlerden dolayı Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını sorumlu tutuyor ve İsrail’in uyarısına rağmen, geminin bölgeye gönderilmesinin hükümetin bilgisi dahilinde gerçekleştiğini öne sürüyor.
    Bu olayda bazı karanlık ilişkilerin rol oynadığını ve iktidar partisinin bu vesile ile ülkedeki gündemi değiştirmeyi amaçladığını söyleyen Kılıçdaroğlu, şimdiye kadar kamuoyuna yansımayan bilgilerin açıklığa kavuşturulmasını istedi…
    Kılıçdaroğlu hükümete karşı aynı eleştirel tutumunu Hamas konusunda da sürdürdü ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin “Hamas’tan yana bir tavır almasını vahim bir hata“ olarak nitelendirdi. Hamas’ın siyasal bir kuruluş olmadığını, Batı’da bir terörist örgüt olarak kabul edildiğini söyleyen CHP lideri, “iç işlere karışmak veya taraflardan birini diğerine karşı desteklemek bizim dış politikamızda yoktur” şeklinde konuştu.
    Nihayet, “eksen kayması” konusunda Kılıçdaroğlu, yukarda sözü edilen üç meselede de hükümetin izlediği politikaların Türk dış siyasetinin yönelişi hakkında kaygı yarattığını anımsattı.”

  28. Karizmatik Kuzey Kore- Karizmasiz Güney Kore

    Ertan Bey,
    1. “Mao olmasaydi ne olurdu?” sorusu spekülasyondur. Sonuçta tüm ülkeler degisim geçiriyor. Sanayi devrimindeki Ingiliz Kraliyet ailesine de büyük devrimci diyemezsiniz ya. Netice olarak bugünkü Cin’in ekonomik basarilari da Mao’ya degil, Deng’e aittir. Kaldi ki, baski, sömürü ve zulüm bütün hiziyla devam etmekte bu ülkede.
    2.Cin ile Tayvan’i kiyaslamak tabii ki dogru degil. Ama Kuzey Kore ile Güney Kore kiyaslanabilir. Bir tercih yapmak gerekirse, herhalde siz gidip Kuzey Kore’de yasarsiniz, insanlarin yüzde 99,99’u ise Güney Kore’de.
    3.Karizma’ya gelince , Gün Bey bile her halde Hitler’in karizmasiz oldugunu söyleyemez ama, solcularin “karizma” diye bir ölçüt kullandigini da ilk defa okuyorum.

  29. Mao olmasaydı ne olurdu gibi bir soru benim yaptığım yoruma hakim değil. ikincisi liderlerin ya da ülkelerin karizmasıyla ilişkilendirilebilecek bir yorum da yapmış değilim. mümkünse yazdığım yorumu bir daha okuyun. ben toplumsal devrimin ne kadar zor olduğundan mütevellit, çin’de denenen devrimin bu şekilde eleştirilemeyeceğinden dem vurdum. nitekim iyi ya da kötü niyetli olsun, yazılan yorumlardan da anlaşılacağı üzre, bir toplumsal devrimi kendi bağlamı dışında, uzayın derinliklerinde bir yerden keyfimize göre değerlendirmek devrimin imkansızlığı ve karşı devrim cephesinin haklı olduğu yanılgısına götürür.

  30. Süleyman Arıoğlu

    Ertan arkadaş, söylediğiniz; onbinlerin kıyıma uğramasalar da zaten her yıl görülen rutin açlıktan ölecekleri gibi bir anlama çıkıyor. “Günün koşulları” denilerek her daim herkesin yaptıkları ve her şey meşrulaştırılabilir. Bu durumda tarihte olmuş hiçbir şey eleştiriye, yargılamaya tabi tutulamaz, çünkü… Günün koşulları! Geçmişi değerlendirirken tabi ki bunu da göz önünde bulundurmak lazım ama her şeye de günün koşulları diyerek, olan bitene gözünü yummamak lazım. O zaman Ciresun arkadaşa benzer şekilde ters uçta bir aşırılığa gitmiş olunuyor. Buradaki tartışmadan hareketle soru şu: Devrim tarihin akışına zincirlerden kurtulmak için, özgürleşmek için bir müdahale midir, yoksa “günün koşulları”na uymak, yeni baskı ve esaret koşulları yaratmak mıdır? Zor ya da kolay…

  31. “fakat günün koşullarından zaten insanın değeri yoktu o nedenle komünistler de çok adam öldürdü demek istediğim anlaşılmasın.” şeklinde bir uyarıyı ayrıca yapmıştım Süleyman arkadaş. söyledim şey devrimcilerin elinde sihirli bir değnek olmadığıdır. hakkaniyetle değerlendirmek, mao’da çok adam furmuş yav deyip işin içinden sıyrılmak değildir. yukardaki yorumun gayet açık olduğunu düşünüyorum. o nedenle tekrar etmeyecem.

  32. Üstelik günün koşulları hiç de böyle şeyleri gerektirmiyordu. Karşımızda, her türlü fedakarlığı göze almış ve Çan kay şek’le hempalarını kovalamış, devrim yapmış bir halk var. Bu halk, eğer partiye değil de, kendisine güvenilseydi çok güzel şeyler yapmaya muktedirdi. Ne yazık ki, tersi yapıldı. İnsanlara güvenilmedi. Kitleler, sadece iktidar kapışmalarında manüple edildi (kültür devriminde olduğu GİBİ). çİN HALKI DEVRİME DE ÖZGÜRLÜĞe de layıktı ama olmadı, buna izin verilmedi. Mao tersini özlemiş olabilir ama biz olaylara olup bitenler açısından bakmak zorundayız. Devrim adına yapılan bütün o yanlışlıklar bugün Cirasun gibi karşıdevrimcilerin malzemesi oluyor, görmüyor musunuz? Ama bizden, böyle oluyor diye bunları söylemekten, eleştirmekten vazgeçmemizi istemeyin. Cirasun gibilere ise söylenecek tek bir şey var sadece: Senin patronların daha iyisini yapmış değiller, çok daha kötüsünü yaptıkları ise kesin: Çan kay şek’i, Franko’yu, Hitler’i, Pinoche’yi, Salazar’ı, Batista’yı, 12 Mart ve 12 Eylül işkencecilerini vb. vb vb. her türlü katili ve işkenceciyi unutmadık.

  33. Karizmatik Zileli'yi kizdirmayinnnnn!

    Cirasun gibilere ise söylenecek tek bir şey var sadece: Senin patronların daha iyisini yapmış değiller, çok daha kötüsünü yaptıkları ise kesin: Çan kay şek’i, Franko’yu, Hitler’i, Pinoche’yi, Salazar’ı, Batista’yı, 12 Mart ve 12 Eylül işkencecilerini vb. vb vb. her türlü katili ve işkenceciyi unutmadık.

  34. Devrimlerin neden terör uyguladıkları (veya uygulamak zorunda kaldıkları) sorusu tek tek ‘devrimci liderlerin’ kişiliklerinde yatmaz. Mesele Mao’nun kötü karakterli veya herhangi bir burjuva devrimcisinin iyi karakterli olması (ki genelde iyi karakterli olmazlar bunlar) değildir. Devrim dediğimiz hadise bir çırpıda halledilen, şıp diye sorunları çözen bir kavram değildir. Mücadele iktidarın devrimcilere geçmesinden sonra da devam eder. Maalesef tarihte de bu konuda müthiş olumlu örnekler yok gibi. Devrimci süreçlerin ardından gelen thermidor, eski düzenin restorasyonu vs.

    Kitlelerin sürekli politize kalamamaları monolitik iktidar yapısını ortaya çıkarıyor. Tabii haliyle bu yapı da kendi içinde seleksiyon yöntemiyle (‘devrimci terör’ dönemleri) tek kişiye kadar ilerliyor. Yani basit bir diktatörlükteki gibi.

    Proletarya diktatörlüğü hadisesi burada devreye giriyor. (Her ne kadar hakkında sağlıklı tespit yapabilecek kadar uzun yaşatılmamışsa da) 1871 Paris Komünündeki gibi katılımı sağlayabilen ortaklaşımcı bir politik sistem (dış etkenlerin yanı sıra iç problemlerin de etkisiyle) devamlılık sağlayamıyor (Buna sovyetlerin işlevlerini yitirdiği dönem de eklenebilir). Örgütlerde ortaya çıkan bürokratik yapılanma toplumsal hareketleri devam ettirdiği iddiasıyla onları bastırıyor. Yani mesele devrimi sürekli hale getirme hadisesi… Yoksa reel politikanın zincirlerine mahkum edilen bir devrim her zaman intikamını alıyor.

    Çin devriminde de olay budur gibime geliyor. Kültür devrimi hadisesini Mao’nun basit bir iktidar oyunu olarak görmek de burada biraz hatalı sanki… Sonuçta ‘kültür devrimi’ her ne kadar başka hesapların ürünü ise de sonuçları beklenenden oldukça farklı gelişmiş ve sonlandırılmak zorunda kalınmıştır.

    Bir de not düşeyim; Nikaragua örneği ilginçtir bu konuda ona da gerekirse değinilmeli…

  35. Ayşegül’e not: Ben marksist-leninist olma iddiasında olan birisi değilim. Marksizmin Leninizmden (ben Bolşevizm demeyi tercih ediyorum) farklı bir içeriğe sahip olduğunu düşünüyorum. Ki Leninizm kavramını da ortaya atan kişiler de Troçki’ye karşı savaşlarında Stalin ve şurekasıdır. Yoksa Lenin’in kendi adıyla böyle bir kavramı ortaya atabilecek bir devrimci olmadığı malumunuz. Benim savunabileceğim Leninist duruş Liberter Leninizm olabilir ancak (kavram Marcel Liebman’a ait, uydurmadım yani).

    Anarşizme gelirsek; ben marksistlerle anarşistler (en azından bir kısımları) arasında nihai hedef açısından bir fark olmadığını düşünürüm (yöntem vs pek çok fark vardır aralarında tabii) ancak pek çok marksist ve anarşist bu işe sıcak bakmaz o ayrı…

  36. Galiba sapla saman birbirine karışıyor. Bu karışıklığın esas mesulü de ciresun sanırım. Kendisi Çan Kay şek ya da Güney Kore taraftarı olabilir (gerçi farkında değil galiba, bu tutumu koyu Amerikancılığa götürüyor onu, o zaman son zamanlardaki İsrail aleyhtarlığı da boş söz oluyor elbette), Kuzey Kore’yi eleştiririz ama Güney Kore taraftarı asla olmayız. ÇKP’yi eleştiririz ama Çan Key şek taraftarı olmak bir zuldür. Cumhuriyetçileri eleştirmek Frankocu olmayı hiç ama hiç gerektirmez. Bilmem anlatabildim mi efendim.

  37. Daha iyi, daha kötü

    Elbette Güney Kore, Kuzey Kore’den daha iyi degil; ama Kuzey Kore Güney Kore’den daha kötü. Tipki MHP’nin CHP’den daha iyi olmamasi, fakat CHP’nin MHP’den daha kötü olmasi gibi. Nüanslari ihmal etmeyelim. Yoksa ortada ne Can-Kay-Sek, ne de Güney Kore taraftari var. Zileli’ye sunu da hatirlatmak isterim ki, Türk solunun liderlerinden Perinçek 12 Eylül’ü “Rusya ve sahte sola karsi oldugu için ” desteklemisti, Kivilcimli da 12 Mart’i “ordu kilicini atti” diyerek alkislamisti. Gerçi ikisi de “nankör” generaller tarafindan fena halde harcandilar ama her kuyruk sallayan köpege de kemik atmiyorlar yani.

  38. Devrimin cıddı bı ış oldugunu düşünuorum.Bugün Pekin,Şanghay,Lanzhou gibi büyük şehirlerde kenar mahaller bıle yabancı sermayeli gökdelenlerle donatılmıs.Sölendıgıne gore ekonomısının onda 1’i kadar yabancı sermaye gırmış ama televızyonlrında onların yandas medyası kapıtalıist sıstemın kültürüne turızm sektörunu pompalıolarmuş.Bababmın geçen sene dedıkıne gore sokakları amerıkalı ve yabancı turıstlerle doluymuş.Sımdı ustunde dusunecegımız,sosyalıst bır ulkede kapıtalıst ulkelerdeki ekonomının kullanılması???Bı de
    uretmeyen cıftcılerın sözleşmeleri iptal edılıomus!ÇKP ıstedıgı kadar ıletısım,elektrık,petrol,otomobıl gıbı ileri teknolojı gerektıren seylerı kontrolda tuttugunu söylesın,ıflas etmıs “kapıtalızm” le bı yere varamaz!Babamın arsıvınden buldum=AB ıstatıstık raporuna gore,cın
    yuksek teknolojı ıhracatında dunya bırıncılıkını koruyo.özetle dünyada satılan yuksek teknolojı urunlerının dortte bırı cın’den gelıyormus
    .
    Sımdı dusununce 1949 devrımıyle Mao’nun olusturdugu alta yapıyla bugune kadar geldıler???Sımdı kı yonetımın sosyalıst bı basarısı dıyeem ben buna!!Adam Smıth ne derdı bu duruma acaba?Bence cın buyık bır bılınmezlık seddıyle karşı karsıyadır.Kucuk bır ulke olsaydı bu kadar bılgısızlık dehset verıcı boyutlarda olmazdı kanımca.Cın IMF recetelerını kullanmasada,buyume sonucu refah bolusturmede nasıl bır celıskı ıcıne dusuodur kımbılır…tahıl alımında kı desteklere hıc gırmıyorum.Onda da burokrası egemen kayırmaların rusvetın oldugunu dusunuorum.2008’de aldıkları karala, toprak kullanma hakkının kurumlara devrını saglayarak buyuk bır yanılgı daha yaptılar kanısındayım.onlara gore kollektıf cıftlıklerde makınalaşma ve teknolojı kullanma baz alınsada…Bızım avrasyacılar hala goklere cıkarsınlar bakalım….

  39. anton’a not: Bu yazdıgınızı bılıorum.Zaten bolsevıkler,marksiz
    ve leninist dusuncenın yenılgesını hazırlamakla gorevlıdır
    sankı (o tarıhtekı surecte belkı bılınclı belkı de bılıncsız!)
    Bu asli gorevlerine maalesef 2.dünya savasında da yardımcı
    olmuslardır.

    “Anarsızm’e gelırsek; entellektuel ve ozgurlukcu bır bılınctır”
    .
    Entellektuelızm derken,sımdıkını kastetmıorum. Marksıstlerle
    anarsızm arasında nıhaı bır fark olmaması, anarsızmın son
    aşama olmasıdır..yani marksısmı ıyıce ozumsedıkten sonraki son aşaması olarak dusunulurse,burada kalın bır cızgı oldugu kanısındayım.

    Anarşizme gelirsek; ben marksistlerle anarşistler (en azından bir kısımları) arasında nihai hedef açısından bir fark olmadığını düşünürüm (yöntem vs pek çok fark vardır aralarında tabii) ancak pek çok marksist ve anarşist bu işe sıcak bakmaz o ayrı…

  40. Son paragraf bay anton’a aıt..yazımı hazırlarken okuyabılmek ıcın kopı almıstım…BANA AIT DEGILDIR!!!!!

  41. sayın AKP’li, sizin kültürünüzde “it” bir hakaret nitelemesi sanırım ama bu sitedeki insanlar için geçerli değildir bu. İtler, yani köpekler sevimli, zararsız hayvanlardır. Siyesi literatürünüze biraz dikkat etmenizi öneririm. Siyasi hataları ne olursa olsun, kastettiğiniz insanlara karşı biraz daha saygılı olabilirsiniz. Hakaretleriniz onlara pek bir zarar veremez ama siz değer kaybına uğrarsınız. Hürmetlerimle.

  42. Hakaret amacim yoktu

    “Ama onlar da magdur edildi” iddiasina önceden cevap vermek istedim. Zaten rahmetliye hakaret etmek yanlis olur, digerinin de hakarete ihtiyaci yok.

  43. Mihri Belli’nin gorusu ne olurdu acaba? Merak ettim!!!

  44. Ciresun arkadaş, fazla ileri gitmiş ve gide gide karşıdevrimin savunusuna varmış,

    Ne karşı devrimi? Ortada devrim mi vardı ki onunla mücadele etmek karşı devrim olsun? Bu yorumdan Mao ve ÇKP hempalarının devrimci olduğunu düşündüğünü çıkarıyorum. Allah akıl fikir versin.

    Herhalde Ciresun arkadaş, Çan Kay şek mezalimi hakkında hiçbir şey bilmiyor ki, bunları bol keseden yazabilmiş.

    Bilmiyorum. Sen biliyor musun? Mao 20 milyon emekçinin kanına girdi. Sayısız partili ve partisi entelektüeli katlettirdi. ÇKŞ Tayvan’da kaç kişiyi öldürttü? Böyle dediğine göre biliyor olmalısın. Lütfen yaz da karşılaştırma fırsatımız olsun..

    Öte yandan karizma olabilmek bile belli bir yeteneği gerektirir. Çan Kay şek, aynı Franko gibi, karizma bile olamayacak kadar küçük,alçak bir zalimdi.

    “Katildi ama çok karizmatikti” diyorsun yani. ÇKŞ’de karizma olmadığı için o kadar çok insan öldüremedi herhalde. süpersin..

  45. Cirasun gibilere ise söylenecek tek bir şey var sadece: Senin patronların daha iyisini yapmış değiller, çok daha kötüsünü yaptıkları ise kesin: Çan kay şek’i, Franko’yu, Hitler’i, Pinoche’yi, Salazar’ı, Batista’yı, 12 Mart ve 12 Eylül işkencecilerini vb. vb vb. her türlü katili ve işkenceciyi unutmadık.

    Pardon ama ben bunları tanımıyorum. Hiçbiri benim patronum falan değil. Senin tersine, benden farklı düşünen insanları bir patrona bağlamak gibi salakça bir huyum yok.

    Olay aslında çok basit gün.

    Madem “tarih gerçekler üzerine yazılır, ne kadar acıtıcı olursa olsun gerçek gerçektir ve gerçek devrimcidir” diyorsun, öyleyse, “gerçekte” bir emekçi (işçi ya da köylü) için hangi ülke şartlarının daha “iyi” olduğunu tartışmanı rica ediyorum…

    Mao’nun Komünist Çin’i mi, ÇKŞ’nin Tayvan’ı mı? Mao’nun askeri desteğiyle kurulan Kuzey Kore mi? ABD emperyalizminin desteklediği Güney mi?

    Çarlık rejiminde, muhaliflere en sık uygulanan cezalardan biri sürgündü. Çoğu zaman devlet, sürgüne gönderilen kişiye hayatını idame ettirebilmesi için bir de maaş bağlardı. Stalin gibi biri silahlı eylemlere bulaşmış bir komünist olarak böyle muamele görmüştü çar rejiminde…Tabi bunlar 1917 öncesi. “Yarı feodal burjuva diktatörlüğü” altındaki koşullar.. Bir de 1930’larda şu hiçbir hukuk tanımayan, “proleterya diktatörlüğü” altında muhaliflere nasıl muamele edilirdi sen anlat istersen Gün. Sıkardı muhalif olmak..

    Evet, hangisi bir emekçi için daha olumlu?

  46. Siyasal iktidar sahiplerinin genç kadınlara ulaşma ayrıcalığı

    Siz de buna devrim diyorsunuz öyle mi?

  47. Aah ah… Dünya tarihi hiç devrim görmemiş demek ki… 20 milyon emekçinin öldüğü yerde devrim olmamıştır… 1917-21 arası kaç kişi öldü orada da devrim olmamıştı zaten… Fransız devrimi?? Devrimin imkansızlığı üzerine kurulmuş bir tarih anlayışı mı bu?

    Yahu güzel kardeşim devrimin sosyal (ve de iktisadi) bir transformasyon süreci olduğunu görmek bu kadar mı zor? Ölen insanlara saygısızlık mı sayılıyor Çin devrimi diye bir hadiseden bahsedilince.

    Ancak, karizmatik lider hadisesinde ciresun haklı olabilir. Karizmatik liderlerin devrimci düşünceyle alıp verecekleri birşey olduğunu düşünmüyorum. Weberin tanımıyla Hitler falan giriyor bu kategoriye… Ya da Zileli ne demek istediğini açsa biraz…

  48. Kemal de bütün subay karilarina ulasiyormus

    Demek ki devrimciymis, üstelik karizma sahibiymis. O sirada komutanlar disarda sigara içiyormus. Kemal o kadar karizma sahibi imis ki Mevhibe’yi bile dudaklarindan öpmüs.

  49. Siyasal iktidar sahiplerinin genç kadınlara ulaşma ayrıcalığı

    Dünya tarihi hiç devrim görmemiş demek ki… 20 milyon emekçinin öldüğü yerde devrim olmamıştır… 1917-21 arası kaç kişi öldü orada da devrim olmamıştı zaten… Fransız devrimi?? Devrimin imkansızlığı üzerine kurulmuş bir tarih anlayışı mı bu?

    Dostum. ÇKP iktidarı altında üretici güçlerin geliştirilmesi politikaları uğruna emekçiler ölünceye kadar (mecaz değil), en yüksek sömürü koşulları altında, köle statüsünde çalıştırılmadılar mı?

    Stalin zamanında çalışma kampları neden dolup dolup taşıyordu. Bir Arbeitslager ile GULAG arasında ne fark vardır?

  50. 20nci yüzyılda, emekçiler için en uygun koşulları burjuva liberal demokrasileri verdi. proleteryanın ekonomik ve siyasal kazanımları açısından sosyalist kampın emek politikası korkunçtu.

    hiçbir sendikal hakkının olmadığı, serbest piyasanın yokluğu dolayısıyla işten atılmanın neredeyse aç kalmak anlamına geldiği, bir şehirden diğerine gitmek için patrondan (devlet) izin alınması gereken, işçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi için muhalif siyaset yapmanın vatana ihanet telakki edildiği bir ülkede mi yaşamak istersiniz, yoksa geçtim avrupayı, 1960’larin, 70’lerin türkiyesinde mi?

    işin komiği, kapitalist liberal kalkınma programlarıyla da üretici güçler gayet güzel gelişmeye devam ediyor. dünyanın hatırı sayılır ekonomilerinden biri olmak için milyonlarca insanı açlıktan öldürecek bir ekonomi politikası uygulamak gerekmiyordu?

    o zaman milyonlarca emekçiden ne istediniz?

  51. gün, aydınlıkçılar es kaza devrim yapıp iktidara gelebilselerdi, 80lerde yazdıklarını bir duvar dibinde kafana yiyeceğin kurşunla öderdin. Bunu biliyorsun da hala “senin patronların 12 martçılar..” geyiği yapıyorsun ya helal olsun. 🙂

  52. Dostum, evet bu dediklerin oldu. Evet dostum çok büyük acılar çekildi. Ama sevgili dostum bu gerçekler devrim olmadığını mı kanıtlar. Hangi saiklerle ortaya çıktığı belli bir siyasal hareket eski düzenin değişmesi için yanlış bir yol (veya yollar) izlediyse tarihi geriye doğru silmemiz mi gerekiyor. Yaşananlar geri alınmıyor maalesef. Devrimci olmayı suç mu yapar bu saydıkların. Senin mantığına göre devrim düşüncesi bu sapkınlıklara cevaz verdiği için baştan yanlış mıdır?

    Derdin tarihten karakterler seçip onlara küfür etmekse buna bir itirazım yok. Aynı şekilde küfür ettiklerin gibi yücelttiğin insanlar da oldukça aynı kısır döngüye hapsolacaksın. Tarih büyük adamların tarihi değil dostum!!!

    Olanlar bize devrimlerin girift karakterlerini gösteriyor. Biyografi değil işimiz… Ezilenlerden, sömürülenlerden bahsediyoruz. Hep birlikte yeni bir dünya kurmaktan bahsediyoruz…

    İlerleme anlatıları sizi korkutmuş besbelli. Ama bizim isteğimizden büyük ölçüde bağımsız bir süreçtir tarih. Müdahale etmeye çalışmadıkça da öyle kalır…

    Gökyüzünü fethetmek kolay değil…

  53. ’20nci yüzyılda, emekçiler için en uygun koşulları burjuva liberal demokrasileri verdi. proleteryanın ekonomik ve siyasal kazanımları açısından sosyalist kampın emek politikası korkunçtu.’

    Emperyalizm diye bir şey duydunuz mu acaba…

  54. 20nci yüzyılda, emekçiler için en uygun koşulları burjuva liberal demokrasileri verdi. proleteryanın ekonomik ve siyasal kazanımları açısından sosyalist kampın emek politikası korkunçtu.’

    Emperyalizm diye bir şey duydunuz mu acaba…

    sovyet sosyal emperyalizmi diye bişi duydum.. bunu ortaya atanlar da pol potu destekliyorlardı “sosyal emperyalizme” karşı.. vietnam mı kamboçya mı? seç beğen al..

    Bizim burdan bir örnek.. Sovyetik Bulgaristan mı ABD’nin “sömürgesi” Türkiye mi? Evet, vasıfsız, mavi yaka bir işçiyim.. Hangisinde siyasi, ekonomik haklarım daha iyiydi?

  55. Hay bin kunduz.. Bu nasıl bir konformizmdir. ‘Burjuva demokratik’ düzeninin tahsisi için gerekli maddi temel uzaydan mı gelmiştir sevgili ciresun. Devletin ideolojik aygıtları falan filan diyeceğim ama boşver ya sen emperyalizmin uşaklığını yapmaya devam eden ülkelerde yaşamaya kendi rahatlığın üzerinden karar vereceksen ben sana daha ne diyeyim. Kriterlerimiz böyleyse çemkirmenin alemi yok… Ama yok, sizin hedefiniz rahatlığınızsa bence üst düzey bir şirkette yönetici olmalısınız. İşçi haklarının neden törpülenmesi gerektiğini, devrim korkusunu daha içten hissedersiniz. O zaman ‘demokrasi’nin işleyişini daha yakından hissedersiniz belki…

    Ya da bürokratik aygıtın tepesine konuşlanın siz. O zaman da sosyalizmden bahseden bir şirket yöneticisi olursunuz belki…

    Önüme (yozlaşmış bürokratik yöneticilerin hakim olduğu) devrim sonrası toplumları koyarak kendince beni ikileme mi soktuğunu düşünüyorsun sevgili kardeşim. Ben sovyetik bulgaristanda da türkiye de de yaşamayı tercih edemiyorum. Çünkü dediğin gibi ben vasıfsız mavi yakalı bir işçiyim. Şimdi sen söyle türkiyenin de bulgaristanın da düzeninin sadece beni sömürdüğünü düşünmekte haksız mıyım. Bunlara baş kaldırmak için enayi mi olmam lazım. Rahatım (!) bozulur neme lazım… İşçilerin öz yönetimine dayalı bir sosyalizm gülünç mü gelmeli bana. Yoksa oturup televizyon mu izleyeyim, belki bir araba almaya ömrüm yeter diye mi düşüneyim. Vatan millet aşkına cevap ver bana ulu manitu!!!

    Ve ulu manitu cevaplar:

    Hayır kardeşim, bu dünya yetmez…

  56. Şimdi sen söyle türkiyenin de bulgaristanın da düzeninin sadece beni sömürdüğünü düşünmekte haksız mıyım.

    yoo.. ikisi de sömürüyor tabi ki, başkaldırmak hakkın… ancak, türkiyede yaparsan işsiz kalırsın, bulgaristanda canından olursun.. o yüzden o burjuva liberal demokrasilerin çalışan sınıfların mücadeleleri için en uygun koşulları verdiğini söyledim.. ne pinoşeciliğimiz kaldı ne 12 martçılığımız 🙂

  57. Tuhaf olan, keskin Atatürk düşmanı olan Ciresun’un, Atatürk’e ikiz kardeşi kadar benzeyen, aynı onun gibi, emekçi düşmanı, muhafazakâr bir ulus-devlet adamı olan Çan Kay-şek’i bağrına basmasıdır. O zaman biz kendisine soralım, 1950’ler kıta Çin’in de mi yaşamak isterdi, yoksa 1930’lar Türkiyesin’de mi?

  58. Süleyman Arıoğlu

    Ciresun, bürokratik diktatörlüklere dönüşen devrimlerden çıkarılacak ders, burjuva demokrasilerinin kutsanmasıysa, siz emekçilerin öldürülmelerinin değişik bir biçimini savunuyorsunuz sadece. Size göre emekçiler için, çalışma kampında birkaç hafta içinde öldürülmek ile bir fabrikada kansere yakalanıp birkaç yıl içinde öldürülmek ya da bir ofiste ruh sağlığını yitirmekten başka bir seçenek yok. Kapitalizmin mutlaklığına imanınız pek bir vicdanlı ve övgüye değermiş!

    Emekçiler için idealize ettiğiniz dünya, kırk katır mı kırk satır mı misali. Diktatörlüklerin çalışma kamplarını göstererek, sermayenin çalışma kamplarını adeta idealize etmenize pes doğrusu. Maden ocaklarında ölenler, tersanelerde yüksek güvertelerden betona çakılanlar aslında çok da şikayet etmemeli, mutlu olmalılar size göre. Ciresun, Arbeitslager ve GULAG’lar ile Tayvan, Güney Kore’de ve dünyanın pek çok yerinde çocukları bile çalıştırarak esir koşullarında üretim yapan, Nike vb. fabrikalar arasında çok mu fark var! Sizin emekçilere tanıdığınız “seçme özgürlüğü”, bir duvarın dibinde kurşuna dizilmek ile bir kot taşlama atölyesinde silikozise yakalanıp 2-3 yıl içinde ya da 10 yıl içinde asbestoz, mezotelyama ya da kanserden ölmek arasındadır. Buna bıçak sırtındaki yaşamları nedeniyle stres, depresyon vb. psikiyatrik hastalıklarla hayatı bir işkence gibi geçen mavi yakalıları, ofislerde, call center’larda, mağaza ve marketlerde vb. yerlerde çalışanların, medyada estetize edilen sorunlarını da ekleyebiliriz. Söylediğiniz şey “Seç seç beğen!…”

    Ciresun, sömürenler ve sömürü biçimleri arasında bir tercih yapmak, sömürüyü savunduğunuz gerçeğini değiştirmiyor. Sizi karşıdevrimci yapan da bu. Kitleler tabi ki, yozlaşmış iktidarların zulmü altında yok olmak için devrim yapmıyorlar. Onların eski düzeni yıkmaları devrimdir ama kendi öz yönetimlerinin yerini bir başka aygıt onlar adına aldığı anda yozlaşma başlıyor ve devrim de son buluyor. Burada işçilerin duvar diplerinde kurşuna dizildiği koşulları da savunanlar var ama bu yozluğun devrim falan olmadığının, devrimin ölümü olduğunun apaçık yazılıp eleştirilmesine rağmen “buna devrim mi diyorsun” demeniz demagojiden başka bir anlam taşımıyor.

    Toplum/tarih sizin sandığınız gibi değişmez bir sabite ve kapitalizm ideal bir mutlaklık değil. Modernleşmeyi mesele edinmeden, iktidar olgusunu sorunsallaştırmadan, kalkınmacı ideolojileri eleştirmeden, rekabeti kutsayarak o eleştirdiğiniz diktatörlüklerden çok da uzakta değilsiniz.

  59. Herseye ragmen demokrasi yasam kosullarini iyilestirdi

    Herseye ragmen demokrasi yasam kosullarini iyilestirdik, komünizm ise yasam kosullarini kötülestirdi. Bu yüzden Zileli Isviçre’den sosyal yardim istiyor, degil mi? Suleyman Bey biraz hamaset yapmis.Gerçekleri görmek gerek. Carlik Rusyasi’indaki yasam kosullari Stalin döneminden iyi idi. Tabii sanayilesme ve sermaye birikimi olgusu da var. Ama Lenin yerine Kerensky iktidari olsaydi isçi sinifi için daha iyi olacakti.Kerensky Lenin’den de, Stalin’den de, Troçki’den de kat kat iyi idi, görün artik bunu da ölü ideolojilerle ugrasmayin,, herseyin bir sonu var.

  60. Tuhaf olan, keskin Atatürk düşmanı olan Ciresun’un,

    Tuhaf olan senin düşünme biçimin. Ben “atatürk düşmanı” falan değilim. Hiçbir yazımda atatürkün adını dahi anmadım.. Çan Kayşek’i “bağrıma bastığım” da en az Gün’ün benim “patronumun Pinoşe” olduğu iddiası kadar salakça. Mao, Stalin, Hitler gibi kitle katliamcılarının yanında ÇKŞ çok daha “benign” bir diktatördür. Marksizm leninizm Pol Pot diye bir adam da yaratmıştır örneğin… Modern çağın hangi diktatörü bu herif kadar kıyıcı olabilmiştir?

  61. biraz ondan,biraz bundan olmaz-DEVRİMCİ FEMİNİSTLER

    Burada karsılıklı tezler,antıtezler,degısık argumanlarla nereye varabiliriz …Sovyetler,Cın,Vıetnam,Kuba,Kore,Arnavutluk,
    vs vs vs evet kan akmıstır…akmalıydı da.Tarıh ıyı veya kotu bunu yazdıysa gercektır.Ve bu gercegı fazla da yadsımadan,o gunku sartlar dahılınde ozelestırı getırebılırız.Bu ozelestırıyı de devrımcı bakıs acısıyla yapmalıyıd dıye dusunuyorum…Ne yanı bırılerı kelleyı koltuga alıyor,devrım yolunda bırseyler yapmaya çalısıyor.O kadar da olacaktır yani.Tavuk mu yumurtadan cıkar,yumurta mı tavuktan cıkar..teorı mı pratıkten,pratık mı teorıden.insanın beynınde bır sey dusunmesı bıle pratıktır bence.cunku once dusunur bunu kagıda doker veya eyleme gecırır. Elbette devrım surecınde bazı seyler denenecektır. Denemeden,sınamadan nasıl yapabılırsınız! Teorıyı nasıl yazabılırsınız.

    Newyork da her kış bınlerce sokakta ınsanların donmuş bedenlerını supuren çöpculer…Avrupa da yuzbınlerce alkolık,uyusturucu bagımlısı ve ıntıhar edenler..pekı bunlara ne dıyeceksınız???Bunlarda mı bır ıdeal olune oluyorlar sankı.Vahsı kapıtalızmın sonucları degıl mı bunlar.Kanımca, “devrımcı bılınç” bu kadar saldırı altında yıpratılmamalı ama…o kotu,bu kotu,pekı sızce monarsı mı ıyı yanı?

  62. biraz ondan,biraz bundan olmaz-DEVRİMCİ FEMİNİSTLER

    Bu siteyi yüzlerce genç okuyor.Devrimci bilince saldırarak kötü
    örnek olmayın beyler!!!!

  63. Bravo Süleyman. Ağzının payını vermişsin sayın karşıdevrimci Ciresun’un. ekleyeceğim tek bir kelime bile yok senin söylediklerine. Okurken yüreğimin yağı eridi vallahi. Tekrar tekrar helal olsun diyorum.

  64. Maocu feminist herhalde ülkücü punk gibi birşey. 2000li yıllarda karşımıza daha neler çıkacak acaba…

    genç kadınlara ulaşma imtiyazının sıradan parti üyelerine de verilmesini mi savunuyor bu grup? Hani üretim araçlarının mülkiyetinin tabana yayılması gibi birşey. Ya da belki üretim değil, emeğin yeniden üretimi kategorisinde düşünülüyordur kadın stoğu. Haftada bir tiyatro bileti, bir litre vodka, üzerine bir de “genç kadın”..

    Philip Short’a küfretseniz anlarım. Onun kitabını buraya aktaran Gün’e etseniz anlarım… Bana niye ediyorsunuz?

    Genç kadınlara ulaşma ayrıcalığı diye birşey okuyunca benim nevrim dönüyor.. Siz devrimci feministlerin midesi kaldırıyor bunları anlaşılan.. Şu “devrimci bilinç” nelere kadirmiş?

    Yukarıda birisi karizmadan bahsetmiş.. Karizma dendi mi Adnan Hoca’dan üzerine tanımam…

    Bizim devrimci feministlerin de ilgisini çekebilir..

  65. kerensky mi, e yuh artık…

  66. “herşeye rağmen demokrasi..” rumuzlu arkadaş haklı.

    O dönem, Kerensky rusyayı avrupa tipi bir demokrasiye taşıyabilecek biricik güçtü. Bizdeki hürriyet ve itilaf grubu gibi..

    Bolşevik darbesi olmasaydı, rusyanın demokrasi ve kapitalizmle tanışması 80 yıl almaz, milyonlarca emekçi hayatını kaybetmezdi..

    Büyük ihtimalle (kim kesin diyebilir ki), milletler hapishanesi çarlık rusyasının yerini sovyetik hapishane de almayacağı için, tıpkı Osmanlı ve Avusturya Macaristan gibi, Rus Çarlığı da dağılacaktı.

    Doğu Avrupa ve kafkaslarda bugün ortaya çıkan bağımsız devletlerin çoğu daha yüzyıl başında bağımsızlıklarını kazanmış olurlardı.

    perhaps but not certain

  67. Burjuva demokrasileri işçi mücadelesi için en uygun ortamı sağlar diye bir muhabbet dönmüş… Öyle olmadığını anlatmaya çalışayım…

    Şimdi burjuva demokrasilerinde rızaya dayalı bir politik meşruiyet sistemi olduğu iddiası açın bakın siyaset bilimleri kitaplarına girmiş bir şey. Ancak aynı kitaplar rızanın imalatına da (tabii hepsi değil) yer veriyorlar. Efendim olay şöyle gelişiyor: Kitlelerin manipülasyonu ve sermayenin insanların boş zaman aktivitelerini işgal pazarlarını genişletmesiyle kol kola giden bir süreçtir. Yani misal ABD’de yaşayan bir emekçinin Irak savaşını bir ‘eğlence’ aracı olan TV’den izlemesi yabancılaşmanın daniskasını yaratır. Reklamların etkisi vesaireye hiç girmiyorum. Nitekim devletin ideolojik aygıtları terimiyle tanımlayabileceğimiz araçlar, artık emekçinin ‘sınıf bağlarını unutturma’da oldukça ilerlemiştir. Gündelik hayatın kapitalizm çerçevesinde geçirdiği yaklaşık 200 yıl kendi kapitalist insan modelini yaratmayı büyük ölçüde başarmıştır.

    Demek istediğim kapitalizmin ortaya çıkma sürecinde yapılan insan doğası tartışmaları bize tarihi okumada önemli bir ipucu sunar. Kapitalizm insan ile bir kobay gibi oynamıştır artık, üzerinde türlü deneyler yapmıştır, ve bir gün birisi çıkıp der ki kapitalizm bize burjuva demokrasisini verdi, daha ne olsun…

    İşlem tamamlanmıştır sevgili dostlar…

  68. Kerensky’nin Kornilov gibi darbecilerle inişli çıkışlı ilişkisini bir inceleyin…

  69. Pardon, ben Çiresun’la AKP’li arkadaşı karıştırdım galiba. Üslupları ve bakışları çok benziyor da…

  70. Philip Short’un kitabında böyle bir “genç kadınlara ulaşma” mevzuu olabilir, bu doğru da olabilir: Ne var ki, Gün Zileli’nin yazısında böyle bir şeye rastlamadım. Bu mevzuya sizin kadar önem verseydi aktarırdı bu uzun yazıda, aktarmadığına göre bunu o kadar da önemsememiş sizin kadar. Öyle değil mi sayın karşıdevrimci Çiresun.

  71. Maden ocaklarında ölenler, tersanelerde yüksek güvertelerden betona çakılanlar aslında çok da şikayet etmemeli, mutlu olmalılar size göre.

    Bu Doğu Perinçek’in, sırf Halil Berktay PKK ile işbirliğine karşı diye, “Halil herbir gerilla cenazesi geldiğinde seviniyor” diye iftira atmasına benzemiş.. Ya da Gün’ün, benim söylediklerime karşılık olarak “patronumun” Pinoşe olduğunu iddia etmesi gibi..

    Nereden biliyorsun tersanede işçilerin öldüğünü? Liberal bir demokrasi de yaşıyor olmasak haberin olacak mıydı? partinin kontrolündeki basın olayların açıkça yazılmasına izin vermeyecekti. İnternet’te yasak olacağına göre, “fısıltı gazetesi” aracılığıyla haberleşecektiniz. Yapacağınız da en fazla kendi aranızda alçak sesle söylenmek olacaktı. Demokrasiniz ne kadar gelişkinse çalışan sınıfların hakları da o kadar garanti altındadır.

    evet, o “burjuva liberal demokrasileri” 20nci yüzyılda çalışan sınıfların mücadeleleri için en uygun koşulları veriyordu..karşılarında, mukayese ettiklerimiz, maonun çini, brejnevin rusyası, jivkovun bulgaristanı, etc.. “en uygun koşullar veriyor”.. mevcut, denenmiş rejimler içerisinde.. rejimleri, ortaçağ skolastikleri gibi “idealize” edenler, marksistlerdir. benim “ideal” rejimim yok.

    aslında “demokrasi fikri” de bir ön koşul olarak idealize edilmiş mutlak dogmalara karşıdır.

  72. Hurşit, yazıyı doğru düzgün oku.

    “uzun yazılar sıkıcı geliyorsa” , ctrl f yap, “kadınlar” yaz, görürsün gün aktarmış mı, aktarmamış mı?

  73. 1968 Fransa, 1969 İtalya, 1970 Şili, 1974 Portekiz ve tabii bir ton ülkede iç savaş…

    Berlin’deki ayaklanmaları,1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya, 1980 Polonya’yı yaşamadı sanki bu dünya…

    Kusura bakmayın ama olanaklılık üzerinden çevirdiğiniz bu muhabbet şer ekseni edebiyatı gibi…

    Marksizm ‘proletaryanın kurtuluşu ancak kendi eseri olacaktır’ ifadesinin somutlanma çabasıdır.

  74. Belden aşağı konuşma ya da okuma bilirdim ama belden aşağı okumaya ilk kez Ciresun karşıdevrimci dostumuzda rastlıyorum. Şu satırları , yazıyı okurken elbette ben de okumuştum: “Siyasal iktidar sahiplerinin genç kadınlara ulaşma ayrıcalığı vardı ve kadrolar hareketin saflarında yer alan insanlara karşı seçkin ve soğuk bir tavır takınıyorlardı.” Bunu söyleyen, eleştirileri dolayısıyla daha sonra idam edilen Vang Şivey’dir. Philip Short, bu aydının Yenan’da ilk eleştirilerini ortaya atarken neleri ileri sürdüğünü aktarmıştır, Gün Zileli de, bu eleştireleri olduğu gibi yazısına almıştır. Ama Gün Zileli, yazısında ÇKP ve Mao’ya birçok eleştiri yöneltirken, bu noktanın üzerinde durmaya bile gerek görmemiştir. Neden? Çünkü çok daha önemli, çok daha vahim şeyler vardır ortada. Ne var ki, beyni (eğer beyin denebilirse tabii) iki bacağının arasında bulunanların dikkati, onca sorun ve eleştiri arasında buna takılıverir. Yazık yazık. Çiresun, bilmiyorum, beyin nakli diye bir şey var mı? Yani beynini normal yerine, kafatasının içine yerleştirebilirler mi?

  75. biraz ondan,biraz bundan olmaz-DEVRİMCİ FEMİNİSTLER

    Bravo..bravo lord ciresun..valla o kadar da saklamıştık mao’cu olduğumuzu, ama nasıl anladınız hemen şıp diye!!!!

    Devrimcilik ne mao’culuktur, ne stalin, ne başka bir liderdir.. ne kadar saplantı haline gelmiş bazı kavramlar sizde.Bazen kafanızın karıştığını üzülerek, ama üzülerek tespit edioruz.

    Herkese iyi hafta sonları efenim…

  76. Süleyman Arıoğlu

    Ciresun, ortada bir iftira falan yok ama şu anda bir itham var. O tersane ve maden ocaklarındaki işçilerin “proleterya için en uygun koşullara” sahip olduğunu siz söylediniz. Sizin “en uygun koşul” dediğiniz şeyi bir örnekle somutlaştırdım ben sadece.

    Ben diktatörlükleri savunmuyorum, haklı görecek en küçük bir mazeret arayışında da değilim; bu yüzden sanki onları savunuyormuşum gibi “Nereden biliyorsun tersanede işçilerin öldüğünü?” diye sormanız anlamsız.

    Üstelik liberal düzende de ifadeye sınır konulmuyor, gerçekte olana ilişkin bilgiye de ulaşabiliyorsunuz diye bir durum yok. Burada sadece ehven-i şerin propagandasını yapıyorsunuz. Ama anlaşılıyor ki, benim için şer olan sizin için ehven oluyor.

    Bir de öyle bir anlatıyorsunuz ki, sanki burjuvazi sizin söylediğiniz hakları emekçilere altın tepsi içinde sundu. Emekçiler için kimse uygun koşul falan sunmadı. O koşulları emekçiler kendi mücadeleleriyle yarattılar. Bir de her ne kadar yozlaşmış bir baskı düzenine de dönüşse sosyalist ülkelerin yarattığı endişe, kapitalist ülkeleri emekçilere haklar tanımaya zorladı.

  77. Ciresun, ortada bir iftira falan yok ama şu anda bir itham var. O tersane ve maden ocaklarındaki işçilerin “proleterya için en uygun koşullara” sahip olduğunu siz söylediniz. Sizin “en uygun koşul” dediğiniz şeyi bir örnekle somutlaştırdım ben sadece.

    Süleyman hala iftira atıyorsun. Öyle senin yaptığına “bir örnekle somutlaştırmak” denmez… argoda “puştluk” denir. Aydınlıkçılar çok iyi becerirler. “onu dedin bunu dedin” üslubunu da sana hiç yakıştıramadım. Öncelikle, ben birşey “söylemedim”… Yazdım.. Hepsi de yukarıda aynen duruyor.. “türkiyede tersane ve maden ocaklarındaki işçiler proleterya için en uygun koşullara sahiptir” şeklinde “aptalca” bir cümlem olmadığı gibi “tersanelerde yüksek güvertelerden betona çakılanlar aslında çok da şikayet etmemeli, mutlu olmalılar” şeklinde hezeyanlarım da yok.

    Benim yazdıklarıma cevap vermiyorsun. Bu yaptığın çok ucuz bir demagoji üslubu. Muhatabınla tartışmak yerine, yazdıklarını çarpıtmak süretiyle kafanda yarattığın bir “straw man” e cevap yetiştiriyorsun. “betona çakılan işçiler şikayet etmesin, mutlu olsunlar” demişmişmişim ben.. yapma yahu?

    Maoculuğu, ÇHC’i ve sosyalist kampı eleştirdiğim. “20nci yüzyılda emekçilerin hakları açısından kapitalist dünyanın, sosyalist bloğa GÖRE çok daha olumlu koşullar sunduğunu” ileri sürdüğüm için hepiniz biranda zıpladınız.

    Gün’e de sordum. Cevap alamıyorum..

    Rakamlar ortada, Mao ve Stalin’in hayatlarına mal olduğu “emekçilerin” sayısı neredeyse türkiye nüfusu kadar.. Çin’in beslemeleri, Pol Pot Kamboçyasını ve Kim İl bilmem ne karın ağrısının Kuzey Kore’de yaptıklarını saymıyorum bile…

    Rakamlar, hesap ortada. Hiçbir diktatör bu herifler kadar çok emekçinin kanına girmedi.

    Hiçbir diktatörün elinde bu kadar çok “emekçi” kanı yok..

    Evet, o “devrim” dediğiniz (ve sırf ona karşı olduğum için beni de otomatikman karşı devrimci ilan ettiğiniz) olay olmasa, muhtemelen onmilyonlarca çinli emekçi ölesiye çalıştırılıp, açlıktan ölmek zorunda kalmayacaktı. Sizin absolute evil muamesi yaptığınız, ÇanKayŞek’lerin yönetiminde böyle büyük kitle kırımları yaşanmadı. Yaşandı diyen rakam koyar ortaya.. Gerisi laf-ı güzaf..

  78. Stalinci feminist olur mu?

    Afganistan’da erkekler karilarini döver,
    Sosyalist ülkelerde hem döver, hem satar,
    Afganistan’da kadinlar baslik parasiyla evlendirilir,
    Sosyalist ülkelerde parti kodamanlarina veya gida magazasi yöneticilerine ayri ayri peskes çekilir,
    Afganistan’da kadinlar yarim insan, ikinci sinif insandir,
    Sosyalist ülkelerde kadin insan, hatta hayvan bile degil, seks kölesidir, objedir.
    Bir zamanlar Dogu Avrupa kadinlariyla ilgili söylentilere “anti-komünizm” denilip geçilirdi, duvar çökünce gerçek ortaya çikti.
    Isçi sinifinin önemli bir kesiminin rejim tarafindan orospu ve pezevenk haline getirdigi anlasildi. Birazcik Dogu Avrupa’yi bilen, bilir.Kemalizmin de hedefi budur.

  79. Yazık yazık. Çiresun, bilmiyorum, beyin nakli diye bir şey var mı? Yani beynini normal yerine, kafatasının içine yerleştirebilirler mi?

    Hurşitcim bence sen espiri yapma. Komik olmuyor. Sen bir kenarda bekle, Süleyman’ın “güzel” bir yazı yazdığını düşündüğünde “abi ne güzel geçirdin, deminden beri ezik ezik oturuyordum burada, içimin yağları eridi, ohhh yeahhh” şeklinde “tepkiler” ver.. Ötesini zorlama oldu mu canım.. Çiresun’lar kovalasın seni…:)

  80. orada biraz dur STALİNİN YAKIŞIKLI OĞLU

    ne yani şimdi siz stalininin yakısıklı oglunu begenmıyor musunuz, kıskanıyor musunuz yanı. ….off yaa cok ama cok kotusunuz ıste..:))

  81. Devrimcilik ne mao’culuktur, ne stalin, ne başka bir liderdir..

    Bu bana bir şeyi hatırlatıyor, dilimin ucunda ama çıkaramıyorum. Atatürk’ün şöför esnafı hakkındaki sözü müydü??

    Bana boşuna küfretmeyin. Emekçileri ben öldürmedim. Öldürenleri savunmadım.. Parti zoruyla, genç kadınlara ulaşma imtiyazı gibi bir saçmalıkla da alakam yok..

    Pardon onu Philip Short yazmamış, Şivey yazmış.. Gün de bunu aktarmamış.. Pardon pardon galiba aktarmış ama bak gün, bu noktanın üzerinde durmaya bile gerek görmemiş. . Arkadaşa göre çok daha önemli şeyler var.. “Ne gibi şeyler, 20 milyon köylünün katledilmesi mi mesela” desem ona da kızar.. Ben beyinsiz olduğum ve aklım belden aşağısına çalıştığı için takılıyorum işte böyle şeylere :)) 20 milyon köylü ve parti kodomanlarına servis edilen genç kızlar.. Sana ne dimi..

  82. Stalinci feminist olur mu bilmem ama bu rumuzla yorum yazan yaratık insan olamaz…

  83. sayın çirasun kendi kendine gölge boksu yapıyor, müdahale etmeyelim daha iyi. Gördüğüm kadarıyla burada, devrim adına işçi ve köylüleri bastıran karşıdevrimcileri savunan kimse yok. Gün Zileli’nin yazısı tam tersine bunları eleştiriyor. Burada yazanların çoğunluğu gördüğüm kadarıyla, Süleyman’ın çok güzel özetlediği gibi hem kapitalizme ve kapitalist diktatörlere, hem de bürokrat diktatörlere karşılar. Tartışma nereden çıktı? Çiresun beyin (ya da kafatası) Mao’yu eleştirme adına Çan Kay şek’i savunmasından çıktı. Yazıyı iyi okusaydı,, Çan kay şek’in nasıl katliamlar düzenlediğini, kelle koparttığını, aynı bizim kürtlere yapıldığı gibi ölülerin kulaklarını kestirttiğini öğrenmiş olacaktı. Mao tarafından tepelenip Tayvan’a kaçıncaya kadar öldürdüklerinin sayısı, Pol Pot’unkini bile geçer. Bunu bile bilmiyor. Tayvan’da o kadar çok insan öldürememesinin nedeni bu küçük adanın nüfusunun buna elverişli olmamasından, bunu bile bilmiyor. Sayın Çirasun, bürokrat diktatörlere çattığı kadarını bıraktım bir yana, bunlara karşı tek bir laf etse, onu anlamaya çalışacağım ama çık yok. Onları seviyor. Çar’ı seviyor, Kerensky’i seviyor, insanları stadyumlara doldurup toplu işkenceye tabi tutan Pinotçe’ye bile tek bir laf etmiyor. Karşımızda tam bir karşıdevrimci örneği olarak duruyor yani. Bulunmaz bir örnek. Değerini bilelim. Böyle azılı bir karşıdevrimcinin esprilerime gülmesini beklemezdim zaten. Ama üzerinde biraz düşünebilseydi keşke.

  84. Vladimir Federovski

    Temmuz 1937’de Stalin tüm eski parti üyesi siyasi mahkum karilarinin 5 ila 8 yil bir süre için kamplara gönderilmesini emretti. 18 bin kadin ve 25 bin çocuk bu sekilde yakalandi. Daha sonra çocuklardan 3 yasindan küçük olanlar yetimhanelere yollandi, 3 ila 15 yas arasinda olanlar tutukevlerine dagitildi. Vladimir Federovski’nin Stalin’in Hayaleti kitabindan.

  85. Stalinci -Kemalist - devletçi Türk solunun yalanlarina inanmak insanlik mi?

    Gerçegi yüzünüze karsi haykiranlara yaratik diyerek vicdaninizi rahatlatamazsiniz. Kadinin haysiyetini, serefini ve özgürlügünü bes paralik yapan Stalinci rejim halkin düsmani ise kadinlarin iki misli düsmanidir. Marksizm-Leninizm kadini özgürlestirici degil kölelestirici bir rol oynamistir, netice ortada, sloganlara kanmayalim.

  86. Yani artık buna da tereciye tere satmak denir. Bu sitede Stalin’in zulmü konusunda çok sayıda yazı okuduğumu hatırlıyorum. Gün Zileli’ye Stalin’in yaptıklarını ettiklerini anlatmak biraz komik değil mi?

  87. afedersin ama demagoji yapma sevgili pezevenk kardeşim sen git kim karısını satıyor ona bak

    vicdandan bahsetmek senin haddini aşıyor

  88. Süleyman Arıoğlu

    Ciresun, meseleyi kişiselleştirmek istemezdim ama saldırgan tavrının ardından bir şeyler söylemek farz oldu.

    Ben Mao’yu, Stalin’i, diktatörlüğü vs. savunmadım, savunmam da savunmuyorum da. Bu tartışmaya yazdığım ilk yorumda bu yönetimlerle ilgili düşüncelerimi eğip, bükmeden açıkça yazdım. Sen de dön oku. Ama, sen, sanki ben bu diktatörleri ve diktatörlükleri savunuyormuşum gibi, olmayan bir dayanağa sırtını yaslayıp, burjuva demokrasisi savunusu yapıyorsun.

    Ona buna küfür edeceğine önce çık da -mış gibi yapmak yerine, kapitalizme tek bir sözcükle olsun eleştiri yönelt. Bundan dolayı çok çok fikirlerin şimdi olduğu gibi eleştirilir. Ha belki senin gibi bir takma adın arkasına saklanıp, senin yaptığın gibi küfür edenler de çıkar; sen de ya cevap verirsin ya da vermezsin. Vaktim olsaydı yazdıklarını bir söylem analizine tabi tutardım, o zaman daha net ortaya çıkardı, yazdıklarındaki kapitalizm savunusu.

    Evet, Ciresun, sen “Türkiye’de tersane ve maden ocaklarındaki işçiler proletarya için en uygun koşullara sahiptir” şeklinde doğrudan bir söz etmedin. Ama bu, yazdıklarının tam da bu anlamı taşıdığı gerçeğini değiştirmiyor.

    Şimdi neden iftira etmediğimi bir kez daha yazayım: Burjuva demokrasilerinin proletarya için en uygun koşulları taşıdığını sen yazdın. Türkiye de bir burjuva demokrasisi değil mi! O zaman tersanelerinde, madenlerinde ve daha pek çok işletmelerinde olan şeyleri söyleyince niye celalleniyorsun. Ne yani “proletarya için en uygun koşulları taşıyan” işletmeler listesi yapıp, adreslerini mi verecektin. Daha nasıl yazacaktın!

    Türkiye’yi beğenmedin mi, o zaman Yunanistan’dan örnek vereyim. Öyle senin dediğin gibi Avrupa’yı falan da bırakmayalım. Daha dün nakliyeciler greve gidip ülkeyi felce uğrattıkları için hükümet greve son vermezlerse grevcileri tutuklayacağını ilan etti.

    Ciresun, senin tersane işçilerinin ölmekten mutlu olsunlar, hezeyanı içinde olduğunu ileri sürmedim ben zaten. Aynen şunu yazmışım: “Maden ocaklarında ölenler, tersanelerde yüksek güvertelerden betona çakılanlar aslında çok da şikayet etmemeli, mutlu olmalılar size göre.”

    Açıklığa kavuşturayım o zaman. “Size göre” diyorum. Tanışıyor muyuz? Hayır. Ne demek o zaman bu? Burada yazdıkların ve sergilediğin yaklaşıma göre savunduğun şeyler buraya varır demek.

    Daha da açayım Ciresun; senin yaklaşımınla, senin düşüncene uyarlayıp bir kez daha yazayım da anlaşılsın: “Tersane işçileri öldüklerinde başkaları bunu haber alabiliyor değil mi, yoksa nasıl haberdar olurduk ki, bak gizli kalmıyor. Sosyalist diktatörlüklerde olsa ruhumuz bile duymazdı. Hem işçiler öyle çalışma kamplarında kurşuna da dizilmiyorlar.”

    (Tane tane açıklamak zorunda kaldığım için üzgünüm)

    Demagojinin ağababasını sen yapıyorsun, bunu da –mış gibi yaparak yapıyorsun. Sosyalist diktatörlükleri savunsaydım, söylediğinin bir karşılığı olurdu. Ben ne sosyalist ne de kapitalist dejenerasyonu, yozlaşmayı savunmadım. Kafasında bir “straw man” yaratıp da demagoji yapan sensin.

    Al sana kafanda yarattığın bir korkuluk daha; “Maoculuğu, ÇHC’yi, sosyalist kampı eleştirdiğim için…” diyorsun. Seninle bunun için tartışmıyorum. Daha önceki yorumda seni niye karşı devrimci diye nitelediğimi şöyle yazmıştım: “Ciresun, sömürenler ve sömürü biçimleri arasında bir tercih yapmak, sömürüyü savunduğunuz gerçeğini değiştirmiyor. Sizi karşıdevrimci yapan da bu.”

    Bir rezaleti gösterip, daha hafif bir başka rezaleti aklamaya çalıştığın için seni eleştiriyorum.

    Mao ve Stalin’in işlediği cinayetlere ilişkin yazıyı sen değil, Gün Zileli kaleme aldı. Tutup da ona bu yollu saldırman bir hezeyan ve “straw man” yaratma durumu değil mi! Hem hatırlatırım: Gün Zileli’nin “Stalinizm” adlı bir eleştiri kitabı da var.

    Mao, Stalin, Pol Pot, Kim İl Sung ile Çan Kayşek’i ya da bir başkasını ya da bunları birbirleri ile karşılaştırıp da öldürdükleri insan sayısı üzerinden birini daha iyi ilan etmek pek ahlaklıca bir şey değil maalesef. Bir diktatörü öldürdüğü insan sayısına göre bir diğerine yeğ tutmak çok sağlıklı da değil. “Rakamlar ortadaymış, hesap ortadaymış” da bilmem neymiş…

    Şu ana kadar senin dışında küfür eden hiç kimse olmadı Ciresun, o yüzden “bana küfretmeyin” diye kimseye uyarıda bulunmana gerek yok.

    Bu son yazdıklarını gördükten sonra, benimle aynı fikirde olduğu için, Gün Zileli hakkındaki ithamını düzelttiği için de Hurşit’e karşı saldırgan bir tavır takınmanı ben sana tam da yakıştırdım Ciresun. O puşt lafını da sana aynen iade ediyorum.

    Ama, sen şimdi dersin ki, “ben sana puşt demedim, ‘bir örnekle somutlaştırmaya puştluk’ dedim. (yazmıştın değil mi dememiştin pardon) O cümlenin öznesi ‘bir örnekle somutlaştırmak’tı, o yüzden de sen bana iftira atıyorsun…”
    Senin yaptığın bundan ibaret. “Onu dedim, bunu demedim” tavrı…

    Ergen bir abazanın ağız sulanmışlığıyla yürütülen seviyesiz tartışmaya ise hiç girmiyorum.

  89. Süleyman,

    Ben sana puşt demedim. Yaptığının, Aydınlıkçıların iyi becerdiği birşey olduğunu, ve buna “argoda” “puştluk” dendiğini söyledim. Ve bunu sana hiç yakıştıramadığımı da özellikle belirttim.

    Burada, Mao bey(!) dışında burada kimseye küfür etmedim. Ciresun rumuzu dışında bir rumuzla yazmıyorum. Başkalarının ettikleri beni ilgilendirmiyor. Bak, Yukarıda Mao’ya küfür ettiğim için bana “ciresun sen bir orospu çocuğusun” diye yazmış bir zavallı mesela. Ona da senin bana kızdığın kadar kızmadım. Unuttum gitti!

    Hala da muhatabının söylemini çarpıtan, kafandaki “karşı devrimci faşist salak” şablonuna uydurmak için niyet okuyup ağzına tırnak içerisinde saçma sapan cümleler yerleştiren üslubunun sana yakışmadığını düşünüyorum.

    Ama bana kızdıysan, “amasız” özür dilerim senden.

    Bu da benim sana, “kişisel” cevabım olsun.

  90. Anonim küfürbaz

    Internete gir. Rus yaz. Kadin yaz. Bulgar yaz. Kadin yaz. Ukrayna yaz. Kadin yaz. Sonra git kendini düsün, nesin kimsin, ne alirsin ne satarsin onu düsün.

  91. Şimdi gelelim, kişisel olmayan kısma..

    önce çık da -mış gibi yapmak yerine, kapitalizme tek bir sözcükle olsun eleştiri yönelt.

    Süleyman, bu sözünün “söylem analizini” yapmanı bekliyorum senden. Kusura bakma ama klasik bir faşizan üslup. ı Barthes “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” der. İnsanlar belirli konularda fikirlerini açıklarken, başka diğer ilgili konularda tavır almaya zorlanamazlar. Yaptığın klasik bir faşizan söylem. “bir de kapitalizmi eleştir bakalım.. eleştirmiyorsan bu söylediklerin önemli değil”. Sen eleştir süleyman, kapitalizmin boktan birşey olması benim söylediklerimi çürütür mü?

    Şu “tersane de ölen işçilerin mutlu olması gerektiğini savunuyorsun” meselesinin izahına tekrar girmiyorum. En az 5 kere yazdım. “Göre”, “göreli”, “göreceli”.. Bir kez daha: 20’nci yüzyılda, sosyalist kamp burjuva liberal demokrasilerine göre işçi hakları açısından çok daha korkunç uygulamalara imza attı. Evet, tersanelerde mütemadiyen kazalar oluyor ve işçiler ölüyor. Ama İnsanları kölece çalıştıran sosyalist ülkelerde bu rakamlar çok daha yüksekti. Mao sırf 20 milyon emekçinin böylesi kölece çalıştırılarak öldürülmesinin sorumlusu bir liderdir. Birşeyin daha olumlu olması, püri pak olması anlamına gelmiyor. Bunu da yukarıda yazdım ya neyse..

  92. Daha önceki yorumda seni niye karşı devrimci diye nitelediğimi şöyle yazmıştım: “Ciresun, sömürenler ve sömürü biçimleri arasında bir tercih yapmak, sömürüyü savunduğunuz gerçeğini değiştirmiyor. Sizi karşıdevrimci yapan da bu.”

    Külliyen yanlış bu. Bir kere en başta bir emekçi, şu aydınlanmış marksist “entelektüel”in kendisini karşısında papazlar gibi kasım kasım kasıldığı emekçiler bu söylediğinin ne kadar yanlış olduğunu bilirler

    Totaliter bir ülkede, totaliter, korporatist, etc bir çalışma yaşamında hayatını kazanan emekçiyle, demokratik bir ortamda çalışan işçi aynı mı? Nasıl bir mantık bu.. Ben Sovyet , Çin ve Nazi örneklerini verdim ve sosyalist kampın nasıl gerçekte birer işçi düşmanı rejimler inşa ettiğini söyledim. Sen de bana callcenterlarda, ofislerde depresyona giren insanlardan falan bahsetmişsin.

    Bu ikincisinin birincisine “göre” daha iyi olduğunu söylemek beni karşı devrimci falan yapmaz. Kusura bakma ama hiçbir emekçi de böyle “goşist lafazanlıklara” pabuç bırakmaz. Kaldı ki faşizan bir ulusal kalkınmacılık-hızlı sanayileşme programları olan, Maoculuk ya da Stalinizmin devrimciliğine inanmadığım için sırf onlara karşı çıktığım için karşı devrimci olmam da düşünülemez.

  93. Mao ve Stalin’in işlediği cinayetlere ilişkin yazıyı sen değil, Gün Zileli kaleme aldı. Tutup da ona bu yollu saldırman bir hezeyan ve “straw man” yaratma durumu değil mi! Hem hatırlatırım: Gün Zileli’nin “Stalinizm” adlı bir eleştiri kitabı da var.

    Süleyman ben güne saldırmadım. Ben Mao üzerine birşeyler yazdım ve Gün bey benim için “senin patronların pinoşeler, 12 martçılar” diyerek bana saldırdı. (ayrıca benzer birşeyi sen de yaptın. ben birisi bana hitaben birşey yazmadıkça hiçkimseye kişisel bir cevap vermedim şu saate kadar) Bunu niye yaptığını bilmiyorum. Havarilerde aydınlıkçılar arasında devrimcilliğine laf edilmesin diye muhalif kişilere böyle aşırı saldırgan, kraldan çok kralcı tavır alışlarından bahseder gün. Bence yaptığı buydu.

  94. Şu ana kadar senin dışında küfür eden hiç kimse olmadı Ciresun, o yüzden “bana küfretmeyin” diye kimseye uyarıda bulunmana gerek yok.

    Allahtan kork..

    “Ciresun sen bir orospu çocuğusun”

    Bak yukarıda duruyor hala…

    Ergen bir abazanın ağız sulanmışlığıyla yürütülen seviyesiz tartışmaya ise hiç girmiyorum.

    Girmeyin zaten. Bu kadar rezillik yeter.

  95. Pardon, küçük bir düzeltme..

    Mesajın tamamı şöyle:

    ciresun’a
    22 Temmuz 10 / 8am
    ciresun sen gerizekalı bir orospu çocuğusun!

  96. Süleyman Arıoğlu

    Ciresun, kimseden bir şeyin itirafını almak gibi bir dert taşımıyorum. Barthes’dan alıntısı yersiz. Yine demagoji yapıyorsun.

    Ciresun, devrimden anladığım şey özgürleşmektir. Burada açıklamaya çalıştığım şey, sosyalist bir diktatörlüğün kapitalizmi meşru kılmadığıdır. İkisi arasında bir kıyaslamanın tek işlevinin emekçilerin içinde bulundukları koşulların değişmez kaderi olduğu anlamı taşıdığıdır. Emekçilere ölümü gösterip sıtmaya razı etmek anlamı taşıdığıdır. Emekçilerin bugün gündeminde olan Nazilerin ya da Sovyetler Birliği’nin çalışma kampları değil. Üstelik Çin bugün de emekçiler için devasa bir insan öğütme makinesi ve kamp düzenidir. Ama Çin’i dilinden düşürmeyen ve çok sevenler de bence Maocular değil, liberaller. Çin son yıllarda tüm dünyada dergi ve gazetelerde hakkında en çok makaleler yazılan, TV programlarına konu olan “liberal aydınların” ya da burjuva demokratlarının dilinden düşürmediği “yükselen yıldız”.

    Ben de bir emekçiyim Ciresun, yazdıklarımın neresinden bir “Marxist entelektüel” yargısına vardın bilmiyorum. Kimsenin karşısında kasım kasım kasıldığım falan da yok. Bu senin hüsnü kuruntun. Kimseye akıl vermek, yol göstermek gibi bir dert sahibi değilim. Haddime de değil. Beni aşar. Bir tartışma ortamı var ve ben de herkes gibi fikirlerimi söylüyorum. Bunu yazmanın nedeni, bir önceki yorumdaki bazı şeyleri anlatma biçimimse onun nedeni ithamlarındır. Elbette ki emekçiler kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğunu, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu herkesten daha iyi bilirler. Bu yüzden onlara ola ki, “Stalin döneminde insanlar kamplarda çalıştırılıyordu, kurşuna diziliyorlardı; şimdi ‘demokratik’ bir ortamda çalışıyoruz” desem bunun bütün gerçekliğine rağmen eminim beni sopayla kovalarlar.

    Çalışma kampı ile call center’da çalışanların koşullarını karşılaştırmak seni karşı devrimci yapar. Bu karşılaştırmayı yaptığın için yapar çünkü. Bugün emekçiler için böyle bir risk, böyle bir öneri mi var ortada! “Goşist lafazanlık” mı? Bugünün sorularına geçmişten yanıt veriyorsun, sorun da bu. Geçmişte bir yerlerde takılıp kalmış gibisin. Takıntılı bir şekilde Maocu ya da Stalinci olmadığını tekrar etmene gerek yok sürekli, ben de değilim.

    Sana küfür edilen o yorumu gözden kaçırmışım. Ben böyle bir şeyi tasvip etmiyorum. Ayıp etmiş. Ciresun, arada ağzını bozsan da seninle tartışarak bir yere varamasak da o küfrü eden terbiyesizliğin daniskasını yapmış. Kınıyorum.
    Kadınlarla ilgili tartışmada, Philip Short’un aktardığı uygulamayı eleştirir gibi yapıp da, hiçbir söylediğine katılmasam da seksist bir dille, feminist lakabıyla yazan arkadaşa ve Gün Zileli’ye sataşmak da senin tabirinle rezilceydi.

  97. Çalışma kampı ile call center’da çalışanların koşullarını karşılaştırmak seni karşı devrimci yapar. Bu karşılaştırmayı yaptığın için yapar çünkü. Bugün emekçiler için böyle bir risk, böyle bir öneri mi var ortada! “Goşist lafazanlık” mı? Bugünün sorularına geçmişten yanıt veriyorsun, sorun da bu. Geçmişte bir yerlerde takılıp kalmış gibisin.

    İyi de arkadaş. Yukarıda tartışılan yazı zaten Maoculukla ilgili. Ben “günümüz devrimci görevleri neler olmalı?” gibi bir başlığın altında yazmadım ki bunları! Mao’nun yaptıkları tartışılıyor bu yazıda. Bu söylediklerini durup durup bu konu hakkında yeni bir yazı çıkaran Gün’e de söyleyebilirsin. O yüzden “bana neden küfür ediyorsunuz” dedim ben de..

    Sana küfür edilen o yorumu gözden kaçırmışım. Ben böyle bir şeyi tasvip etmiyorum. Ayıp etmiş. Ciresun, arada ağzını bozsan da seninle tartışarak bir yere varamasak da o küfrü eden terbiyesizliğin daniskasını yapmış. Kınıyorum.

    no big deal..

  98. Kadınlarla ilgili tartışmada, Philip Short’un aktardığı uygulamayı eleştirir gibi yapıp da, hiçbir söylediğine katılmasam da seksist bir dille, feminist lakabıyla yazan arkadaşa ve Gün Zileli’ye sataşmak da senin tabirinle rezilceydi.

    Özür dilerim ama bir değil iki değil…

    ben gül zileli’ye philip short’un yazdıklarını aktarırken nerde sataşmışım? Gün Zileli’yle ilgili tek bir olumsuz cümle yok “genç kadınlar” tartışmasında. Gün bana “senin patronun pinoşeler” dediği yerde cevabını verdim.

    Cidden sıkılmaya başladım. Kızmışsınız ama neye kızdığınız belli değil. Ben mao dışında kimseye küfretmedim. Küfrü yiyen benim.. Gün’e de Philip Short’un kadınlar meselesinde alakalı hiçbir olumsuz şey yazmadım..

  99. Barthes’dan alıntısı yersiz. Yine demagoji yapıyorsun.

    O zaman şöyle ifade edeyim:

    Bir daha bana ne konuda eleştiri yapacağımı bana dikte etmeye kalkma olur mu? Senin üzerine vazife değil.. Barthes senin gibi “öyle diyorsun ama önce bu konuyu (kapitalizmi) kına” diye insanlara “konuşma zorunluluğu” getirenleri tartışır o makalesinde. Söylem analizi yapmaktan bahseden birisinin, SA’nın babası Barthes’in bu yaklaşımını kulağına küpe yapması lazım..

    Bu arada size fazla iyi niyetli yaklaştığımı farkettim.

    Aynı şeyleri tekrarlayıp durmanın faydası yok. Şurada yazılı ortamda, herşey yukarıda ayan beyan dururken bile etmediğim laflarla cevap veriyorsunuz bana. Herkes zaman zaman saçmalar, ben de saçmalarım, bu kadar önemsemeyin bu konuları.. En nihayet, 30 bytelık bir uzam burası..

  100. Süleyman Arıoğlu

    Ciresun, önce itiraf edeyim ki, iyi demagogsun. Yazdığın ortada. Kişilerle olayları yan yana getirip kendine de her zaman bir, hadi inkar diyeyim payı bırakıyorsun. Sonra da “onu demedim hani nerede”, “bunu demedim hani nerede”… İşte yazdığın yorum :

    “Parti zoruyla, genç kadınlara ulaşma imtiyazı gibi bir saçmalıkla da alakam yok..

    Pardon onu Philip Short yazmamış, Şivey yazmış.. Gün de bunu aktarmamış.. Pardon pardon galiba aktarmış ama bak gün, bu noktanın üzerinde durmaya bile gerek görmemiş. . Arkadaşa göre çok daha önemli şeyler var.. “Ne gibi şeyler, 20 milyon köylünün katledilmesi mi mesela” desem ona da kızar.. Ben beyinsiz olduğum ve aklım belden aşağısına çalıştığı için takılıyorum işte böyle şeylere ) 20 milyon köylü ve parti kodomanlarına servis edilen genç kızlar.. Sana ne dimi..”

  101. süleyman, o “arkadaş” hurşit.. Kendisi yazdı “gün bunu aktardı ama üzerinde durmaya gerek görmedi” diye.. Ben de bunları hurşite yazdım. Hurşitte bunu anladı ki hemen altında bana “gölge boksu yapmak”la ilgili cevap verdi..

    Orada güne hiçbir sataşma yok. Günle alakası da yok zaten mao’nun pisliklerinin. Nasıl okuyorsunuz arkadaş ya!

  102. biraz ondan,biraz bundan olmaz-DEVRİMCİ FEMİNİSTLER

    “afedersin ama demagoji yapma sevgili pezevenk kardeşim sen git kim karısını satıyor ona bak vicdandan bahsetmek senin haddini aşıyor”

    anonime ; siz ajan provakatör müsünüz? bu feodal kafanızı derhal ama derhal değiştirin. ya da gidip duvar dibinde kurşun sıkın! ..kadın/erkek ayırımı savınızla masallah pek guzel yazıyorsunuz erkek egemen kafanızla! pezevenk erkek karısını satıyorsa, pezevenk kadın da bir gün kocasını satacaktır benim pezevenk görüşlü anonim/gizli kardeşim.

    Ne benim ne de annemin ne de kendi annenin ne de kendi bacının tercihlerini sorgulayamazsın gizli anonim. oldu mu??

    ayrıca yukarıda ınceden gondermeler var hep kadınlara. yazıklar olsun sızı doğuran analarınızı ne zaman unuttunuz..
    o çilekeş vefakar kadınları malzeme yapmayın bari..!
    Ne zaman kaybettiniz güzel duygularınızı? Sonra birileriyle öpüşmek Mevlüde’nin keyfine bağlı, size değil!!!

  103. biraz ondan,biraz bundan olmaz-DEVRİMCİ FEMİNİSTLER

    Evet, her fırsatta kadın erkek ayırımı yapanları sıddetle kınıyorum.
    KADIN+ERKEK=İNSAN

  104. Feministler, yazilari dikkatli takip ediniz

    Son günlerde “anonim” imzasiyla yazi yazan sahis sosyalist ülkelerde ve Stalin rejiminde kadinlara kötü muamele edildigi seklindeki elestirilere karsi sözde sosyalizmi ve Stalin’i savunmak için “pezevenk kardeşim sen git kim karısını satıyor ona bak ” gibi ifadeler kullandi. Yani kendisi de sizin gibi bir “devrimci” oldugu iddiasiyla bu küfürleri etti. Zaten bu “devrimci” ler böyledir, “orospu’ sözcügünü kullananlari islerine gelince “seksist, gerici, ayrimci” diye elestirirler, öte yandan birbirlerine de “orospu çocugu” diye küfrederler. Marksist ideoloji öldügü için, ülkemin Kemalist bati taklitçiligini Marks taklitçiligi olarak uygulayan aydin bozuntulari da iyice geri kaldi, ilkel yaratiklar olarak cahil cahil konusup ezber tekrarliyorlar. Tabii ki, orospuluk sektöründe çalisan kadinlar da, erkekler de var, hatta zorla çalistirilan çocuklar da. Sektörün pazarlamacilari ve yatirimcilari arasinda erkekler de var, kadinlar da (Demirel’in ve bnice Kemalistin çelenk gönderdigi Madam Manukyan’i unutmadik). Mesele o degil de, neden sosyalist oldugu iddia edilen ülkelerde bu olgu digerlerinden daha fazla görülüyor, ona cevap veren yok. Anlasilan bazi konularin konusulmasi degil düsünülmesi dahi yasak. Ne güzel totaliter bir ideoloji (!), insanlar kendilerine düsünmeyi bile yasaklamislar.

  105. Sosyalist denen ülkelerde fahişelik eskiye göre ne artmış ne de azalmıştır. Bürokratik yönetim sadece fahişeliği yasaklamış şve fahieleri tutuklama ve toplama kamplarına gönderme yolunu tutmuştur (Aynı Hitler gibi). Bu arada aynı bürokratik rejim, fahişeleri GPU’nun emrinde casusluk faaliyetleri için kullanmıştır. Yani fahişeler bir nevi devlet maaşına baglanmıştır ajanlık yapma karşılığında. Tabii hepsi değil. Bunu yapamayanlar toplama kamplarına gönderilmiştir. Geçmişte çok anlatılan “bir naylon çoraba” hikayesi doğru olmakla birlikte bu, bu ülkelerdeki sefaletten değil.,bu ülkelerde “naylon çorap” gibi “lüks” sayılan malzemelerin kıtlığından meydana gelmiştir. Son dönemlerde sözü edilen ülkelerde fahişeliğin artması, devletçi sistemlerin çökmesiyle ilgilidir. Devlet maaşıyla geçinen çok sayıda kadın maaşlarını alamayınca “dış pazarlarda” şanslarını denemek zorunda kalmıştır çaresizlikle. Yani bu olay, bir anlamda sosyalist ülkelerin suçu olmakla birlikte esas olarak bu ülkelerin bildiğimiz tür kapitalizme yönelmeleriyle ilgilidir. Ukrayna’dan vb. söz eden arkadaş hem kapitalizmi savunup hem de fahişelikten şikayet ederken biraz utanmalıdır. Fahişelik gerçi dünyanın en eski mesleği olsa da, esasen kapitalizmle, para ve piyasa ekonomileriyle beslenmiştir. Yani Ciresun’un tercih ettiği kapitalizmle.

  106. Referendumun faydalari

    Statükocu rejimden yana olanlar “hayir” diyor. Anlasilabilir. Degisimden yana olanlar “evet” diyor. Anlasilabilir.
    Degisime inanmayanlar, ya da daha köklü bir degisim isteyenler “boykot” diyor. O da anlasilabilir.
    Anlasilamayan Referendum’da “Hayir” oyu verecegini açiklayan Ertugrul Kürkçü gibilerinin CHP’nin 35.Maddeyi degistirme önerisine büyük bir heyecanla “evet, evet, evet” demeleri. Referendumun hiçbir faydasi olmadiysa da en azindan bu faydasi oldu, uyuyan güzelleri açiga çikarmasi, desifre etmesi. Catisma siddetlenince herkes safini belli ediyor. Gerçi referendum olmasaydi da Zekeriya Öz ÖKK’nin arsivlerini açtiracakti ya.

  107. Ben, burada “DEVRİMCİ FEMİNİSTLER” e hak veriorum valla.
    Ama unutmamak gerekir ki, et pazarında etini satan keyfinden satmıyor. Onların hıc suçu yok bence. Suçlu olan “talep eden”
    doyumsuz asosyal erkek müsvetteleridir!! iyi hafta sonları..

  108. EVET MI - HAYIR MI ?

    “Şu anda mecliste bekleyen 5510 sayılı (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasa tasarısı eğer yasalaşırsa pek çok hakkımızı kaybedeceğiz. Sağlık ve sosyal güvenlik haklarımızda oluşacak kayıplardan bazıları şöyle:

    * Zaten kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı hem kadınlar, hem de erkekler için 65’e çıkarılacak. (Madde 28)

    ALINTI

    *Emekliliğe hak kazanabilmek için yakın zamanda 5.000’den 7.000 güne çıkarılan prim ödeme zorunluluğu 9.000 gün prime çıkacak. (Madde 27)

    *Emekli maaşları % 23 ila % 33 arasında düşürülecek. (Madde 29)

    * Yıpranma hakkı gasp edilecek

    *Aylık geliri 139,6 YTL’den fazla olan bütün vatandaşlar her ay 73 ila 475 YTL Genel Sağlık Sigortası primi ödemek zorunda kalacak. (Madde 88)

    * Sadece ayakta tedavi olununca değil; hastalık, kaza, ameliyat gibi nedenlerle hastaneye yatmak gerekince de ‘katılım payı’ adı altında para ödenecek. (Madde 68)

    *’Katılım payı’ gerektiğinde beş katına kadar arttırılacak. (Madde 68)

    * Bütün sağlık hizmetleri paralı olacak.

    *Sağlık hizmeti alabilmek için bu ülkenin vatandaşı olmak, üstelik vergi ödemek, dahası Genel Sağlık Sigortası primi yatırmak, hatta bir de ‘katılım payı’ ödemek yetmeyecek. Şimdi bir de ‘ilâve ücret’ adı altında para ödemek gerekecek. (Geçici Madde 5)

    *Bütün dünyada anne sütünün önemi yeniden anlaşılır ve emzirme teşvik edilirken Türkiye’de ‘sigortalının çocuğuna bir ay anne sütü yeter’ mantığı geçerli olacak. Daha önce doğum yapan sigortalılara altı ay süreyle verilmesi öngörülen emzirme yardımı bir aya düşürülecek.

    * Hastalanan sigortalılara verilen iş görememezlik ödeneği % 16 azalacak. (Madde 18, 19, 80)

    *Emekli Bağ-Kur’lularının maaşından 10 yıl süreyle % 10 oranında Genel Sağlık Sigortası primi kesilecek. (Madde 88)

    * Primini ödeyemeyen vatandaşlar sağlık hizmeti alamayacak, hastane kapılarından geri dönecek. (Madde 88, 89 ,90)

    *Primini ödeyemeyen çiftçilerin pamuğuna buğdayına, üzümüne tütününe el konulacak. (Madde 87) “

  109. Kadinlari suçlayan kim?

    Aysegül hanim, fahiseligin yaygilasmasinin sebebi Ukrayna ve Rusya’da önce Lenin’in, sonra Stalin’in suni olarak yarattigi açliktir. Açlik sebebiyle milyonlarca insan öldü, yamyamlik olaylari bile görüldü, kaldi ki fahiselik olmasin. Öte yandan Stalin’in diktatörlügü pekistirmek için gelenekleri ve ahlak kurallarini yok etmek için de özel bir çaba gösterdi, fahiseligi tesvik etti, Stalizmin hedeflerinden biri fahiseligi tesvik ederek kadin etinin alinip satilir bir meta haline getirilmesidir.

  110. Kararlı bir Stalin karşıtı olarak şunu net bir şekilde belirteyim ki, Stalin’in fahişeliği teşvik ettiği tam bir palavradır. Stalin, bir milliyetçi-muhafazakâr olarak, aynı Hitler gibi, fahişelere düşmandı ve Timur’un belirttiği amaçlar dışında kalan fahişeleri toplama kampına attı ve onlara zulüm yaptı. Keza eşcinsellere de aynı şeyi uyguladı. Benim çevirdiğim, E. Ginzburg’un Anafora Doğru kitabını okursanız, orada fahişelerin nasıl zulüm gördüklerini anlamak mümkün olur. Ahlakçı arkadaşımız, Stalin’le kendisi arasında hiç boşuna ayrılıklar yaratmaya kalkmasın. Stalin de gaddar bir ahlakçıydı.

  111. Martin Amis, Koba the Dread, Miramar Book, 2002, please read

  112. ahlakçı özet geçiver be gülüm, kitabı al, oku, ahlakçı ol..
    o-hooo..

  113. timur,
    “fahişeliği” bilmem ama bence seks işçiliğinin kapitalizmle gerçekten de bir ilişkisi var. insanların kafa ya da kol emeklerini sermaye sahiplerine satarak, yaşadıkları bir dünyada işin içine cinsellik girince neden bu kadar celallenildiğini anlayamıyorum. marksistlerle dindarların jargonları bu konuda birbirlerine çok benziyor.

  114. Tüm muhafazakar partiler, sistemler bunu yapmaz mı zaten?
    ‘Aile’yi koruyarak, dışında kalan her şeyi ahlaksızlık sayarlar.. Evlilik dışı sex zina’dır. Evlilik dışı çocuk veled-i zina..

    Stalin kıymetli bir sadisttir. Muhafaza etmek için gözü kara bir biçimde -binbir çeşitte- inşaa ettiği sistem her türden baskıyı barındırıyordu. Bazı faşist ruhların kafasına taktıkları biçimde sistem kurmaları için hiç bir -izm’e ihtiyaçları yoktur. Her yol mubahtır onlara. Sosyalizmin ‘kutsallığından’ ötürü Stalin’in kendisini de kutsayanlara önemle tavsiye ederim GZ çevirisi Anafora Doğru ve Anaforun İçinden kitaplarını.

    Evgenia Ginzburg, bir kadın olarak hayatta kalma mücadelesini anlatır o kitaplarda, açlıktan birbirini yiyen mahkumların yanında etini satmanın laf mı olduğunu görürüz.. korkunç başka bir sürü şeyin yanında.

    Tartışmaların tümünü okuyamadım sonundan yakaladıklarım içinse diyeceklerim bunlar. Bir de; her bakire sokaktaki bir fahişenin sebebidir.

    Az ye, fakir de doysun. Ya da.

  115. ‘Suçlu olan “talep eden”
    doyumsuz asosyal erkek müsvetteleridir’

    O erkekleri de asosyalleştiren kadın anneler ve kadın sevgililerdir Ayşegül. ‘Suç’un yarısı erkekse kalan yarısı kadındır bence.

    Cesur kadınlar, cesur anneler, evlendiğinde geçmiş ilişkilerini ‘temize çekme’nin konforuyla ahlakçı kesilmeyen, sağlam ve sadece özgürlüğü kutsayan kadın bireyler değiştirecektir bu erk düzeni…

    Ben sıkıldım birer ikişer evlenip ‘aklanan’ kadın arkadaşlarımın tvde bir pop figürü kadının başına gelenlere -sadece eşlerine ”namuslu kadın” gözükme içgüdüsüyle(namussuz kimse?)- erkek söylemiyle oh, iyi olmuş tarzı söylenmelerinden…

    Bu sebepten feminizmi bir akım olarak özgürleştiriciliği açısından tarihsel süreçte çok önemserim ama günümüz feministlerinin heterosexual aşkta hep erkekle yarışmasından, ev içindeki yaşamda -bu türü de çok gördüm- sadece ezilmemek adına ev içi tüm işleri erkeğe yıkmalarından, adaletsizce davranmalarından ve de kadın haklarına saygılı olma kaygısı taşıyan erkeklerin bu ev içi sömürüye maruz kalmasından….

    Ne biliyim, daha bir sürü..

  116. E. Ginzburg’un Anafora Doğru kitabını ilk fırsatta edinip okuyacagum Gün abı. Sağol!

    Dıger arkadaslar cevap hakkı doğurmuslar. Su an turkıye saatıyle
    01:54..yarın tek tek cevap verecegım. Ama sız de ferud acısından bı kızla,kardesı erkegın bır babaerkıl aılede nasıl
    buyutulduklerını dusunun bu ara da…SISTEM UTANSIN..
    ARZ-TALEP UTANSIN…EN COK KIZ VE ERKEK COCUK
    AYIRIMI YAPANLAR UTANSIN!!!

  117. Bu alintilari alt alta koyunca insan sormadan edemiyor “bir kadinin, veya bir erkegin para için vücudunu satmasi sizce bir iste çalismak , veya bir malin ticaretini yapmakla ayni sey midir?” Kadinin cinsel objet haline getirilerek sömürülmesi ile mücadele diye bir sey duydunuz mu? Siz hâlâ ahlakçilikla mücadele ederek üretici güçleri gelistirmeye çalisan 19’uncu yüzyil pozitivisti misiniz. Sevsinler sizin, aile, ahlak vb elestirinizi, kapitalizm bu elestirinin en àlasini yapiyor hergün televizyonlarinda, internetinde

    “fahişeliği” bilmem ama bence seks işçiliğinin kapitalizmle gerçekten de bir ilişkisi var. insanların kafa ya da kol emeklerini sermaye sahiplerine satarak, yaşadıkları bir dünyada işin içine cinsellik girince neden bu kadar celallenildiğini anlayamıyorum. marksistlerle dindarların jargonları bu konuda birbirlerine çok benziyor.

    Tüm muhafazakar partiler, sistemler bunu yapmaz mı zaten?
    ‘Aile’yi koruyarak, dışında kalan her şeyi ahlaksızlık sayarlar.. Evlilik dışı sex zina’dır. Evlilik dışı çocuk veled-i zina..

  118. Okan Bayülgen programına kendisini kürt, travesti,feminist olarak tanımlayan tiyatrocu Esmeray’ı programına konuk ettiği için Rtük tarafından ‘ciddi’ uyarılar almış.. Fatih Ürek, Kuşum Aydın’a program yaptırılmıyor.. Bu muymuş medyanızın, televizyonunuzun, internetinizin aile eleştirisi?
    Anlaşılmayan yer şu mu acaba; medyanın tv, internetin de devlet politikasıyla paralel yürütülmeye çalışılması?

    Sex işçiliği ve kapitalizm hakkında neye karşı çıktığını, neyi savunduğunu ve kimi neyle eleştirdiğini anlayamadım ahlakci?

  119. Ben Kemalsit'in zeki, çevik ve ahlaklisini severim

    Le concept pur de « liberté » continue de séduire beaucoup d’anarchistes. Pour nous, il ne veut rien dire s’il est pris tout seul. Il n’y a de liberté que reliée à d’autres valeurs : la dignité, l’égalité et la solidarité.

    P.-S.
    À lire également : France : Où en est l’abolitionnisme dans les partis politiques ?

    Notes
    [1] Des contraintes de place dans notre numéro papier nous avaient hélas empêchés de la publier en intégralité.
    Rubriques

    Livres
    Notre sélection de livres
    La prostitution dessinée : la BD rénove le sujet
    Romans
    Films
    Divers
    Histoire

    Abonnez-vous via RSS :

    Derniers articles
    Articles de cette rubrique

    Commandez des numéros antérieurs

    Imprimer cette page

    Recommander cet article
    Votre courriel
    Destinataire :
    Texte de votre message :
    Dans la même rubrique
    La Havane Babylone. La prostitution à Cuba
    Reconstruction
    La mode hypersexualisée
    Anarchisme, féminisme contre le système prostitutionnel
    Corps en miettes
    Prostitution et dignité
    Mondialisation de la prostitution, atteinte globale à la dignité humaine
    Des néons sous la mer
    Les machos expliqués à mon frère
    La nouvelle guerre du sexe
    Le désir et la putain. Les enjeux cachés de la sexualité masculine
    Gang bang. Enquête sur la pornographie de la démolition
    La condition prostituée
    King Kong Théorie
    Jeunes filles sous influence. Prostitution juvénile et gangs de rue
    Abolir la prostitution. Manifeste
    Planete sexe. Tourisme sexuel, marchandisation et déshumanisation des corps
    Enfants dans le commerce du sexe. État des lieux, état d’urgence
    Une poupée qui dit non
    Le prisme de la prostitution
    Tarihesl olarak anarsist hareketin fahiselige karsi tavrin açik degildir. Louise Michel gibi fahiselerle isçi dayanismasini savunanlar da vardir, Emma goldman gibi abolisyonist (fahiseligin kaldirilmasini savunanlar) olanlar da. Mesela 1936 yilinda Ispanya’da bir yandan fahiseler erkek militanlara “özel indirim” yaparken, anarsist kadin hareketi fahiseligin bir meslek olarak kabulüne karsi çikiyordu. Filozof Geneviève Fraisse konun sadece özgülük baglaminda ele alinamayacagini, diger verilerle bir arada düsünülmesi gerektigini söylemektedir. özgürlük haysiyetten (dignity), esitlikten ve dayanismadan ayri tutulamaz demektedir. Dünya
    Anarsist Federasyonu tarafindan yayinlanan Havana Babil’i adli makaleyi ve “Anarchisme, féminisme contre le système prostitutionnel, Hélène Hernandez et Élisabeth Claude (coord.)
    Monde Libertaire, 2009” adli kitabi okuyunuz.

  120. Ben Kemalsit'in zeki, çevik ve ahlaklisini severim

    Tarihesl olarak anarsist hareketin fahiselige karsi tavrin açik degildir. Louise Michel gibi fahiselerle isçi dayanismasini savunanlar da vardir, Emma goldman gibi abolisyonist (fahiseligin kaldirilmasini savunanlar) olanlar da. Mesela 1936 yilinda Ispanya’da bir yandan fahiseler erkek militanlara “özel indirim” yaparken, anarsist kadin hareketi fahiseligin bir meslek olarak kabulüne karsi çikiyordu. Filozof Geneviève Fraisse konun sadece özgülük baglaminda ele alinamayacagini, diger verilerle bir arada düsünülmesi gerektigini söylemektedir. özgürlük haysiyetten (dignity), esitlikten ve dayanismadan ayri tutulamaz demektedir. Dünya
    Anarsist Federasyonu tarafindan yayinlanan Havana Babil’i adli makaleyi ve “Anarchisme, féminisme contre le système prostitutionnel, Hélène Hernandez et Élisabeth Claude (coord.)
    Monde Libertaire, 2009″ adli kitabi okuyunuz.

  121. Ahlakci, kitabın değil, Goldmann,ın değil, Michel,in değil SENİN NE DEDİĞİNİ merak ediyorum. Anlamadım daha doğrusu.
    Eleştirini yaparsan ben de kendimce karşı dururum veya hak veririm.

  122. Bu arada, abolisyonistler fahişeliğin değil köleliğin son bulması için çalışanlardır…

  123. Seks turizmi üzerine yapılan çalışmalarda, önde gelen destinasyonlar arasında son yıllarda Türkiye’nin de adı görülmeye başlandı. Ama bu istatistiklerin, türkiyeli kadınların cinsel meta haline getirilmesiyle hiçbir ilgisi yok. Çünkü kendilerini, avrupalı müşterilerine cinsel meta olarak sunanlar kadınlar değil.

    Bence bu veri,19’ncu yüzyılda yaşamış anarşist ya da marksist kimi düşünürlerin, kendi zamanlarında bu meseleden ne anladıklarından çok daha önemli. Çünkü erkeklik ya da kadınlık gibi nosyonlar birer biyolojik öz olmaktan çok sosyo kültürel kimlik oluşumlarıdır. Zorunlu bir aktif erkek doğası ve bunun karşılığında pasif bir kadın fıtratı, ve bütün bunları koşullandıran tarihsiz, statik bir iktidar ilişkisi olduğunu düşünmüyorum. Nature değil nurture dedikleri şey. Kısaca 19ncu yüzyıl pozitivist paradigmasının tamamen ters yüz edilmiş hali.

    Ama belki de asıl mesele şurada düğümleniyor:

    Müşteriler ya da meseleye dışarıdan dahil olan insanlar “orospu” ya da “fahişe” demeyi tercih ederken, kendilerine “seks işçisi”, denilmesini talep edip, bu kavramda ısrar edenler, seks endüstrisinden hayatını kazanan kadınların bizzat kendileri… Zaten bu kavramı ilk öneren de yine bir eski fahişe, anarşist feminist Leigh’ti..

  124. Bu arada “fahişelik yapmak”, “fahişelikle mücadele” gibi deyişler, türkçede geçmişi çok eskiye gitmeyen üretilmiş kavramlardır.

    Türkçe’de, “fuhuş yapmak”, “fuhuşla mücadele” denir.

    think about it 😉

  125. biraz ondan,biraz bundan olmaz-DEVRİMCİ FEMİNİSTLER

    Evet evet çok komiksiniz oportinist erkek egemenleri…Sizin
    hepinizi allahınıza emanet ediyoruz.xoxo

    Nisa 34:
    Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
    burada yorumun daha fazlası vardır.

    Bir de şu hadislere bakalım:
    Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar üzerinde olan haklarından dolayı kadınların erkeklere secde etmelerini emrederdim.

    Tirmizi, Rada, 10/1159; Ebu Davud, Nikah 40/2140 Ahmed b. Hanbel, Müsned VI, 76; İbn Mace, Nikah 4/1852

    Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese yine de kocasının hakkını ödemiş olmaz.

    İbni Hacer El Heytemi 2/121 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239
    Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, ayaklarının tozunu yüzlerinizle silerdiniz.
    Hafız ZehebiBüyük Günahlar Sayfa 187

  126. ————————————————————————————————————————————————————

    “Eğer bir kız çocuğu, çok küçük yaştan başlayarak erkek kardeşinin yetiştirildiği ortamda, aynı istekler ve onurlarla, aynı ciddilik ve özgürlük içinde, aynı eğitimi alarak, aynı oyunları oynayarak yetiştirilse, aynı geleceğe sahip bulunsa, çevresinde iki anlama yer bırakmayacak biçimde eşit kadınlarla erkekler bulunsaydı, «iğdiş etme karmaşası» ile “Oidipus karmaşası”nın anlamları tepeden tırnağa değişirdi.”

    “Yuvanın maddi manevi sorumluluğunu baba kadar yüklenen ana, aynı sürekli saygınlığa kavuşacaktı; kız çocuğu çevresinde yalnız erkeklerin değil, her iki cinsin malı olan bir dünya bulacaktı; duygu yönünden babasına eğilim duysa bile ki bu da pek belli değil ya, neyse ona duyacağı sevgiye bir güçsüzlük duygusu değil, bir yarışma isteği karışacaktı: genç kız edilginliğe yönelmeyecekti; çalışma ve sporla değerini göstermesine izin verileceği için, oğlan çocuklarıyla etkin olarak yarışabileceği için elindeki vaatlerle ödünlenen erkeklik organı yokluğu “aşağılık duygusu” yaratmayacaktı; nitekim, kafasına böyle bir fikir sokulmasa ve erkekler kadar kadınlara da saygı duyması gerektiği öğretilse, oğlan çocuğunda da «büyüklük duygusu» olmayacaktı. Böylece, küçük kız, kendine hayranlık ve düş gibi kısır yollardan aşağılık duygusunu ödünlenmeye çalışmayacak, kendini olmuş bitmiş bir veri diye görmeyecek, yaptığı işle ilgilenecek, her işe canla başla sarılacaktı”.

  127. DEVRİMCİ TRANSEXÜELLER DERNEKI

    Eğer özgür bir yetişkin insan geleceğine açık olsaydı, genç kızın erginlik çağının da tıpkı oğlanınki gibi kolayca aşılacaktı; aylık rahatsızlıklar, bir anda kadınlık uçurumuna yuvarlandığı için bu derece korku vermektedir kendisine; yazgısının bütünü karşısında böylesine korkulu bir tiksinti duymasaydı, o körpecik cinselliğini tıpkı erkek çocuk gibi rahatça kabullenecekti; tutarlı bir cinsel eğitimin bu bunalımı atlatmasında büyük yardımı dokunabilirdi.”

    “Kız erkek bir arada okutulsaydı, o zaman, o yüce Erkek efsanesi doğamayacaktı: günlük yaşamın içli dışlılığı ve hilesiz yarışlar bu efsaneyi yıkmaya yetecekti. Karma öğretime yöneltilen suçlamaların, altında hep cinsel tabular yatmaktadır; oysa çocuktaki merak ve zevki yasaklamaya, bilinçaltına itmeye çalışmak boşunadır; böyle bir tutumla, olsa olsa birtakım doyurulmamış arzular, musallat fikirler, sinir bozuklukları doğurulur; genç kızların o aşırı duygululuğu kendi cinslerine duydukları ateşli sevgi, düşsel kara sevdalar ve bunların yanlarında getirdikleri bütün o saçmalıklar ve dağılmalar çok zararlıdır. Erkeğe bir yarı tanrı değil de, yalnızca bir arkadaş, bir dost, bir eş gözüyle baktığı zaman, genç kızın en büyük kazancı, kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçmamak olacaktı.”

  128. Bı gun herkes ozune donecek metrosexuel ozentısı beyler..
    herkes ustune alınmasın. Cok dogru tespıt yapanlarınız var.
    Ama unutmayın, “perfect man”, sadece sokrates’ın kıtaplarında yazılıdır ve orumcek gıbı o sayfalarda kalır.

    Yazacak o kadar cok sey ver kı, sayfalara yetmez!!
    Tarıhsel,sosyolojık,psıkolojık,ıdeolojık vb.

    Bu dunyayı bız kadınlar ıdare etseydık,ne savaslar olurdu, ne de açlık, ne de kapıtalıst duzenın yarattıgı yanlıs kadın ımgesı..

    Bakın gun abının yenı postu var, daha fazla vakıt kaybetmeye zamanım yok. Hadı bakalım cıresun doktur de capasıtenı gorelım.sonra ben de gelıcıyım, ona gore!!!!

    **************************************************

    “Kadınlar «yapışkan»dırlar, erkeğin sırtına binerler ve bundan en çok kendileri acı duyarlar; çünkü yazgıları, yabancı bir organizmaya yapışıp onun iliğini kemiğini sömüren bir asalağınkine benzemektedir; onları da özerk bir organizmaya sahip kıldığımız, dünyayla boğuşacak, ondan kendi özlerini çıkaracak duruma geldikleri an, bağımlı olmaktan kurtulacaklardır: onlarla birlikte erkekler de tabi. Ve hiç kuşkusuz, o zaman, iki cins de daha sağlıklı olacaktır.

    Kaynak ve alıntılar,
    “kadın bağımsızlığa doğru/Simone de Beauvoir
    değişimin diyalektiği ve devrim/Server Tanilli

  129. ciresun’a;
    siz iyi hafiyesiniz… o sayfaları sımdı ıyı ınceleyın..o bloglarda benım adım var!!

  130. benım bır kac tane blogum var da…!!!!!

  131. Isveç kapitalizmi "devrimci" lerden kat kat ilerde

    Fahiselik konusunda abolüsyonizm dendiginde fahiseligin kaldirilmasi anlasilir. Tek bir anlami bilince orada takilip kalmamak gerek. Iki grup mevcut: abolüsyonistler var, fahise haklari savunuculari var. Fahiseligi kaldirmak demek mutlaka kadinlari cezalandirmak anlamina gelmiyor, örnegin 1999’da Icveç’te baslayan uygulamaya göre fahiselik yapmak isteyene yardim edilirken müsteri cezalandiriliyor. Açip inceleyin, iste ben de bu uygulamadan yanayim, zaten yapilan kamuoyu yoklamasina göre Isveç halkinin yüzde 80’i bu yasadan memnun. çakma Turkish devrimciler, devrimciligi Islam düsmanligindan ibaret sayan Kemal’in kizlari örnek alsin

  132. 24 agustos da ısvec’te yerlesıyoruz. Tahsılım orada devam edecek. Yasayı ınceleyıp,bu sayfaya not bırakırım.
    Fasıst 2 kemal’ın kızları da ılgı alanı dısımızda!

  133. Aşağıda da görüleceği gibi “abolitionism” tamamen köylülüğün ilgası hareketidir,

    Abolitionism
    From Wikipedia, the free Ansiclopedia

    Abolitionism is a world-wide movement to end human slavery.

    In Western Europe and the Americas abolitionism was a movement to end the slave trade and set slaves free. The slave system aroused little protest until the 18th century, when rationalist thinkers of the Enlightenment criticized it for violating the rights of man, and Quaker and evangelical religious groups condemned it as un-Christian. Though anti-slavery sentiments were widespread by the late 18th century, they had little immediate effect on the centers of slavery: the West Indies, South America, and the Southern United States. The Somersett’s case in 1772 that emancipated slaves in England, helped launch the movement to abolish slavery. Pennsylvania passed An Act for the Gradual Abolition of Slavery in 1780. Britain banned the importation of African slaves in its colonies in 1807, and the United States followed in 1808. The British West Indies abolished slavery in 1827 and the French colonies abolished it 15 years later. Abolitionism in the West was preceded by the New Laws of the Indies in 1542, in which Emperor Charles V declared free all Native American slaves, abolishing slavery of these races, and declaring them citizens of the Empire with full rights. The move was inspired by writings of the Spanish monk Bartolome de las Casas and the School of Salamanca. Spanish settlers replaced the Native American slaves with enslaved laborers brought from Africa and thus did not abolish slavery altogether.

    In Eastern Europe, abolitionism has played out in movements to end the enslavement of the Roma in Wallachia and Moldavia and to emancipate the serfs in Russia.

    In East Asia, abolitionism was evidenced in, for instance, the writings of Yu Hyongwon, a seventeenth-century Korean Confucian scholar who wrote extensively against slave-holding in seventeenth-century Korea.

    Today, child and adult slavery and forced labour are illegal in most countries, as well as being against international law. Because slavery still exists, however, with an estimated 27 million people enslaved worldwide, a new international abolitionist movement has recently emerged.

  134. Pardon, köylülüğün demişim. Köleliğin olacaktı.

  135. ciresun’a;
    siz iyi hafiyesiniz… o sayfaları sımdı ıyı ınceleyın..o bloglarda benım adım var!!

    Aysegul, Hangi bloglar?

  136. Yarim kültür, yarim egitim ve inat

    Asagidaki metinden anlasilacagi gibi anglo-sakson topluluklarinda mevzu “prostitution ” olunca “Abolitionism” fahiseligin kaldirilmasi olmaktadir, “Wikipedia”nin tehlikesini bilelim.

    Prostitution Law Reform: Defining Terms

    There has been much debate over the last few decades about prostitution law reform. In the course of discussion, several terms are used to indicate current or preferred situations, alternatives and legal strategies. To understand the definitions of legalized, decriminalized, regulated prostitution, etc., we need to understand the context in which these terms are used.

    ——————————————————————————–

    Definitions Legalisation and Decriminalisation according to Scarlet Alliance, Australia

    from PRINCIPLES FOR MODEL SEX INDUSTRY LEGISLATION
    Scarlet Alliance and the Australian Federation of AIDS Organisations

    Decriminalisation
    Decriminalisation refers to the removal of all criminal laws relating to the operation of the sex industry. The decriminalisation model aims to support occupational health and safety and workplace issues through existing legal and workplace mechanisms.
    Legalisation
    Refers to the use of criminal laws to regulate or control the sex industry by determining the legal conditions under which the sex industry can operate. Legalisation can be highly regulatory or merely define the operation of the various sectors of the sex industry. It can vary between rigid controls under legalised state controlled systems to privatising the sex industry within a legally defined framework. It is often accompanied by strict criminal penalties for sex industry businesses that operate outside the legal framework.

    ——————————————————————————–

    Defining terms for contemporary discussion

    Although there have always been reformist efforts and movements concerning prostitution, the prostitutes’ rights movement, as we know it today, began in the late 60’s and early 70’s. The difference between the contemporary prostitutes’ movement and previous efforts is that the current movement has been defined in a large part by prostitutes themselves. Prostitute activists have defined prostitutes’ legal status in specific ways since the beginning of the prostitutes’ rights movement. The current movement includes a recognition of the rights of prostitutes to autonomy and self-regulation.

    ——–
    Abolitionism

    The attitudes of prostitutes’ rights activists contrast with attitudes about prostitution by anti-prostitution or abolitionist organizations. Abolitionist movements define prostitution and other categories of sex work as inherently exploitative. Currently abolitionists define prostitution as violence, per se, emphasizing involvement in prostitution as a response to childhood sexual abuse. As a reaction to the exploitation fostered by imperialism and military occupations, international anti-prostitution activists oppose prostitution per say, as well as sex tourism and trafficking (international “pimping”). Historically, abolitionists have dedicated themselves to rescuing women from prostitution, and training women to find alternative careers or security in marriage. Abolitionist groups want to end the institution of prostitution, envisioning a world where no one sells sexual services for any reason. Organizations such as WHISPER (Women Hurt In Systems of Prostitution Engaged in Revolt) oppose the legitimization of prostitution. These organizations do not self- define as prostitutes’ rights organizations. They work to reduce or abolish the sex business, advocating against pornography, strip clubs, etc.

    Summary

    Obviously there is much work to be done as we create the framework for a broad discussion of prostitutes’ rights. Each of the linguistic approaches can be problematic: The term legalization is overbroad. The term decriminalization has not worked its way into a contemporary discussion and can elicit confusion and misinterpretation. Obviously, all the above terms will be evoked in thorough discussion of the issues. Consensus regarding definitions should be established early on. As the discourse develops, it is essential that terms be developed from the perspective of those who will be effected by the legislation.

  137. Evet, internet kirliliğine rağmen her 2 yazıda da onemlı tespitler
    var…teşekkürler..

    ciresun;
    isvec’e gitmeden önce Gün abiden izin alıp, blogunu ve kitaplarını
    kendi blogumda tanıtma onerısınde bulunacagım. Şimdilik istersen biraz bekleyelim.

  138. Örnekleri okudum. Evet, kısıtlı bir çevrede böyle özel bir kullanım olduğu anlaşılıyor. Ama Wikipedia’ya laf etmeye gerek yok (kaldı ki, eksiklik varsa siz bile düzeltebilirsiniz. Bu da Wikipedia’nın üstünlüğüdür.) Hangi ansiklopediyi açarsanız açın Abolitionism konusunda aynı açıklamayı bulursunuz. Yaygın kullanılışı budur. Her neyse, bu tartışmayı burada keselim. Mesele anlaşılmıştır.

  139. Ete, ota gelince havhav, döte gelince mırmır.

    M. Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru değildir. Olsa olsa Çan Kay-Şek’le kıyaslanabilir.

    http://www.scribd.com/doc/17250628/secme-eserler-kaypakkaya

  140. bu devrimci şiddet olayı, aslında tamamen narodnik bir felsefeye dayanıyor. sınıfsal orjinide küçük-burjuvazidir aslında. narodnizm, köylülük ve toprak devrimine dayanan terörcü akınları mücadele perspektifi belirleyen küçük-burjuva ve anarşizm ile yakın bir düşüncedir. devrimci şiddetinde, daima bu tarz küçük-burjuva sosyalizmini ve devrimciliğini aşamamış gruplarca dile getirilip uygulandığını (mahir çayan mesela) göreceksiniz. proleter sosyalizminde de her nedense devrimci şiddet kullanılır, halbuki ne lenin ne marx ne de diğer bilimsel sosyalizm ustaları böyle bir şeye daima karşı çıkmış, teorik ve uygulamadaki eleştirilerini vermiştir.

  141. güzel..

  142. katılıyorum..

  143. Tel Quel – Halil Turhanlı
    06 Mart 2012

    İlerici Katolik yayınevi Seuil bünyesinde Mart 1960’dan itibaren yayınlanmaya başlanan Tel Quel yaklaşık yirmi beş yıllık ömrü boyunca değişik evrelerden geçmiş, en azından kimi evrelerde Fransa’nın entelektüel hayatına damga vurmuş, derin iz bırakmıştı.

    Yayın kurulunu oluşturan genç yazarların yaş ortalaması yirmi beşin üzerinde değildi. İçlerinde en karizmatik olanı Philippe Sollers ilk romanından dolayı hem François Mauriac’ın yanısıra Louis Aragon’dan, kendi deyişiyle, “ hem Vatikan’dan, hem de Kremlin’den” övgü almıştı.

    1960-67 yıllarını kapsayan ilk döneminde dergi politikadan uzak durmaya özen gösterdi. Sartre’ın sorumlu, “bağlanmalı” edebiyatına (littérature engagée), onun entelektüel hayattaki ağırlığına karşı saf edebiyat, estetik incelik ve sanat için sanat ( l’art pour l’art) anlayışını savundu.

    Tel Quel çevresinin Sartre’a tavrı bir tür baba otoritesine karşı çıkış sayılır. 60’larda yapısalcılık varoluşçu felsefenin tahtını sarsmakla birlikte Sartre entelektüel dünyadaki ağırlığını ve prestijini koruyordu. Üstelik, 1964’de Noel’i geri çevirerek konumunu daha da sağlamlaştırmıştı.

    Neden böylesine prestijliydi Sartre? 1940’da Paris çok kolay teslim olmuş, handiyse hiç direnmemişti. 1950’lerde Hindiçin yenilgisini, Cezayir halkının bağımsızlık talebinin utanç verici biçimde bastırılmaya çalışılması izlemişti. Bunlar cumhuriyetin zaaflarına, politik ve kültürel çöküşüne ve kültürel bir yenilenme ihtiyacına işaret ediyordu. İşte, Sartre ve varoluşçu felsefesi böylesi bir yenilenmeyi gerçekleştirdi bir bakıma. Bu muhalefet ve yenilenmeden, sömürgeciliğe karşı savaşan halklarla dayanışmasından dolayı da entelektüel hayatta ağırlık kazanmıştı.

    Tel Quel şimdi bir hegemonya olarak gördüğü bu ağırlığa yüzyıl önce Parnasyen akımın saf edebiyat anlayışına sarılarak, ilerici politikalarla herhangi bir bağ kurmayı reddederek tepki gösteriyordu. Temps Modernes’deki baştan sona politik yazılara karşı politika ve edebiyatın birbirinden ayrılmasını, saf edebiyata dönüşü savunuyordu.

    Edebiyat dünyasına uzun yıllar damgasını vuran, fakat 1940’da faşist ve antisemit Pierre Drieu la Rochelle’in editör olmasıyla işgal yıllarının işbirlikçi yayını olarak büyük bir prestij kaybına uğrayan NRF (Nouvelle Revue Française) nihayet kapanmak zorunda kalmıştı. Tel Quel, bu derginin parlak dönemlerini sahipleniyor, onu denektaşı olarak kabulleniyordu.

    Tel Quel sadece Parnasyen anlayışa ve NRF’in parlak günlerine dayansaydı, “la belle époque” (güzel dönem) estetizmini canlandırmaya çalışmakla yetinseydi anakronik ve arkaik olur, avangard olma iddiası ciddiye alınmazdı. Dergi söz konusu dönemde “yeni roman”ı (nouveau roman) da destekledi. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Nathalie Sarraute’un gerçekçilikten kopan, gündelik iletişim dilinden özerk anlatımcı bir dille kurulmuş “bilinç romanları”nı romanlarını değerlendirdi, sayfalarında bu yazarların metinlerine yer verdi. Jean Ricardou bu akıma dergi sayfalarında teorik bir temel kazandırmaya çalıştı.
    Derginin ilk sayısında Philippe Sollers’in, Butor’nun Değişme’sine gönderme yapan bir anlatısı de yayımlanmıştı. Requiem başlığını taşıyan bu anlatıda da bir tren yolculuğu vardı. Ama bu kez yolcu bunaltıcı bir sıcakta Roma’daki sevgilisini görmeye giden bir erkek değil, isimsiz bir kadındır. Kısa süre önce cenaze törenine katıldığı bir askerin fotoğrafına bakarak düşüncelere dalar yolculuk boyunca. Butor’nun romanında olduğu gibi, Sollers de sessizlik ile trenin mekanik sesleri arasında düşünen zihni, zihnin işleyiş sürecini yazmıştı aslında.

    Tel Quel yayın hayatına başladığı dönemde Cezayir halkının bağımsızlık mücadelesi politik gündemin tam odağındaydı, ama politikadan uzak durmayı seçen dergi bu konuda neredeyse hiçbir şey söylemedi.Gerçi şu da var , bağımsızlık savaşının sonuna gelinmişti. De Gaulle 16 eylül 1959’da “kendi kaderini tayin hakkı”nı telaffuz etmişti ilk kez , bir yıl sonra da “Cezayirlilerin Cezayir’i” sözünü kullanmıştı. Bağımsız Cezayir’i kabule yanaşıyordu. Yine de, böylesine önemli bir konuda Tel Quel’in söyleyecek bir çift sözü olmalıydı.

    60’ların sonunda derginin politikası değişti. Daha doğrusu, politikleşti. Ama zamanın ruhunu yakalamaktan çok uzaktı. Mayıs 68’de barikatların yanlış yerinde durdu. Radikal öğrencileri “proleter karakter” taşımadıkları gerekçesiyle ve “küçük burjuva isyancıları” nitelemesiyle eleştiren, onları kendiliğindencilikle ve işçi sınıfını tuzağa düşürmekle suçlayan FKP (Fransız Komünist Partisi) ile yakınlaştı, Ortodoks bir çizgiyi benimsedi. Çekoslovakya’nın işgali karşısında suskun kaldı.

    Partinin günlük organlarında yer bulmak, orada övülmek Tel Quel’cileri sevindirmişti. Uzun zamandır yeni Jidanovcu diyebileceğimiz bir edebiyat ve kültür anlayışını savunan parti de hiç değilse görünüşte ve bir ölçüde yenilenme ihtiyacı hissettiği için onlara ilgi gösterdi. Yine de parti ve dergi arasındaki yakınlaşma uzun sürmedi.
    1971’de partinin yıllık fuarında Maria-Antonietta Macchiocchi’nin Fransızcaya yeni
    çevrilen kitabı Devrimci Çin’de Gündelik Hayat’ın sergilenmesinin ve satışının
    engellenmesi üzerine ipler koptu. Tel Quel çevresi bir süredir gözlerini doğuya, Çin’e,
    Çin’deki büyük kültür devrimine çevirmişti.

    Bitmedi, sürdüreceğim. Tel Quel’in Maoist dönemi, bu dönemde özellikle Kristeva’nın kültür devrimini semiyotik devrimle birlikte düşüncesi, Şiirsel Dilde Devrim’de dile getirdiği avangard edebiyata ilişkin tezleri bir başka yazının konusu.

    (BirGün)

  144. TEL QUEL ( 2 ) – Halil Turhanlı
    13 Mart 2012

    1971 yılında Kristeva ve Sollers birlikte kaleme aldıkları manifestoda entelektüel solda Çin’deki Kültür Devrimi’nin motive ettiği yeni bir bölünmeye dikkat çekiyor, “ muhafazakar ve dogmatik” buldukları FKP ve SBKP çizgisiyle ilgileri kalmadığını duyuruyorlardı. Tel Quel çevresi şimdi Mao’nun düşüncelerini, Kültür Devrimi’ni Sovyet revizyonizmine ve kapitalist düzene bir alternatif , bir umut olarak görüyorlardı. Dergi bürosunun duvarlarını Başkan Mao’nun resimleri ve Kültür Devrimi’nin sembolleri haline gelen duvar gazeteleri ve afişler (dazibao’lar ) ile kapladılar.

    Tel Quel yine geç kalmıştı. Dergi rotasını çevirdiğinde Kültür Devrimi rayından çıkmış, sıradan bir iktidar mücadelesine dönüşmüştü. Lin Piao’nun uçak kazasındaki ölümü üzerinde büyük kuşku bulutu , ağır bir sır perdesi vardı. Şu da belirtilmeli: Maoizmi, Tel Quel’cilerden çok önce keşfetmiş olan radikal sol gruplar vardı . Dergi çevresi kısa bir süre öncesine kadar FKP ile aynı gerekçelerle suçlamıştı bu grupları. Asıl önemlisi, bu gruplardan farklı olarak, Tel Quel’in sokaktaki isyan ve işgalle, fabrikadaki grevle bağları yoktu. Küçük bir dergi çevresiydi, ama kendilerine bir hareket havası vermeye çalışıyor, bu amaçla konferanslar düzenliyorlardı.

    Dergi Maoist döneminde İngiliz tarihçi, Çin uzmanı, Çin’de Bilim Ve Medeniyet başlıklı yirmi dört ciltlik çalışmanın editörü Joseph Needham’ın incelemelerine yer verdi. Çin tarihi konusunda muazzam bilgili ve birikimli olan Needham, eski çağlarda bilim ve teknoloji alanında onca atılımlar yapmış olmasına rağmen Çin’in nasıl bir sömürge durumuna düştüğünü araştırıyordu. Yine bu dönemde, Çin toplumunu Durkheimcı okulun metodlarıyla inceleyen toplumbilimci Marcel Granet tarafından yapılmış çalışmalar da Tel Quel sayfalarında yer aldı. Tel Quel çevresi, Mao’yu filozof ve şair olarak da hayli önemsiyor, onun devrimci teoriye büyük katkıda bulunduğunu, özellikle çelişkiler konusunda özgün tezleriyle diyalektik düşünceye yeni bir bakış getirdiğini düşünüyordu. Gerçekten, Kültür Devrimi yıllarında ve öncesinde Mao parti içindeki çatışmalarda çelişki sorununu ele almıştı. Bugünden bakıldığında bu tezlerin gerçekten Tel Quel’çilerin ileri sürdüğü denli özgün olup olmadığı, devrimci teoriye gerçekten büyük katkı niteliği taşıyıp taşımadıkları tartışılır. Ama Mao, Kültür Devrimi yıllarında teorik düzeyde bir mücadeleyi teşvik etmiş, bizzat sürdürmüştü de . Sorunu ciddiye almış felsefeyi ve yazmayı önemsemişti.

    Kültür Devrimi çıkış noktasında partinin yaşlı ve muhafazakar muhafızların elinde bürokratlaşmasına karşıydı. Aynı zamanda SBKP’nin revizyonizmiyle de polemikler yürütülüyordu. Bunlar giderek keskinleşti ve sonunda siyasal ilişkiler tümden koptu. Mao parti içinde Liu Şao-Çi’nin temsil ettiği ekonomik sapmaya ve benzer eğilimlere karşı daha kültür devriminden önce, 1958’de ÇKP’nin 8.kongresinde meydan okumuş, hamle yapmıştı. Liu Şao-Çi tarafından savunulan “ tarihin itici kuvveti sınıf mücadelesi değil, üretici güçler”dir görüşü Sovyetlerdeki ekonomist sapmanın bir uzantısıydı. Liu Şao-Çi ve yandaşlarınca ekonomik düzeyde savunulan düşüncelere Yang Hsien Chen “ iki zıt şey istisnasız bir biçimde uzlaşırlar” teziyle felsefi bir temel kazandırmaya çalışıyordu . Hegel’deki idealist diyalektiğin etkilerini taşıyan , birliği ve bütünlüğü önemseyen bu anlayışa göre sentez ikinin kaçınılmaz birliğiydi. Aralarındaki çatışmanın şiddeti, yoğunluğu ne olursa olsun bunlar mutlaka uzlaşırlardı. Mao Zedung kapitalizmin restorasyonunu teorik olarak temellendirme ve meşrulaştırma girişimi olarak gördüğü bu sentez anlayışına karşı “ bir ikiye bölünür” tezini ileri sürmüştü. Mao’ya göre sentez uzlaşma değil ; yeninin gelenekle , eskiyle mücadele etmesi, onları tüketmesiydi . Onun sentez anlayışında mücadele vardı ; yeni bir çatışmanın doğuşunu görüyordu sentezde.

    Tel Quel’çiler özellikle Mao’nun “ bir ikiye bölünür “ tezini benimsediler. Daha da önemlisi , Mao’nun devrimde yazarlara sanatçılara öncü rol verdiğini düşünüyor , Kültür Devrimi’ni kendi metinsel devrim (dilde devrim ) anlayışlarına yakın buluyorlardı.

    1976’da, Mao’nun ölümünden kısa bir süre sonra Pekin’den gelen kötü haberleri en ağır işiten kulaklar bile duymaya başlamıştı. Ulaşan haberler en inançlılarda dahi kuşkuya ve sorulara yol açmıştı , Tel Quel çevresi de dahil. Philippe Sollers, Le Monde’da yayımlanan bir yazısında “ Çin’deki durum konusunda kuşkulardan ya da üzüntülerden değil, fakat bir dramdan konuşmak gerekir “ diyordu. Mao ölmüş, Kültür devrimi başlangıçtaki ideallerinden sapmıştı. Tel Quel bu gelişmeleri muhalefetten vazgeçmeyi, sağa kaymayı, düzenle bütünleşmeyi meşrulaştırmak için kullandı. Sollers, Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’nun aydınlar için verdiği yemeğe katılmada hiç tereddüt etmedi.

    Uzak Doğu’ya , Çin toplumuna yaklaşımları oldukça naifti , derin bir tarih bilgisine , birikimine dayanmıyordu. Kimi zaman egzotik bir ütopya olmaktan öteye geçemiyordu yaklaşımları . Çoğu zaman da Çin’deki gelişmeleri, Kültür Devrimi’ni teorik ihtiyaçları için bir malzeme olarak kullandılar , istismar ettiler. Bunun en açık kanıtı Kristeva’nın Çinli Kadınları’dır. (Barthes’ın da Göstergeler İmparatorluğu’nda Japonya’ya benzer bir yaklaşım sergilediği söylenir ) .

    Kristeva, Çin’de onuncu yüzyıldan yirminci yüzyıl başlarına değin uygulanmış olan kız çocuklarının ayaklarının bağlanması geleneğini övüyor, bunun Çinli kadınların gücünü gösterdiğini ileri sürüyordu. Oysa bu gelenek tam aksine, Çinli kadınların bedenlerine erkeklerce şekil verildiğini, bedenlerinin ve hayatlarının erkeklerce denetim altında tutulduğunu gösteriyordu. Kadınlar ömür boyu acıya katlanarak yaşamak zorunda kalıyorlardı. . Bazen ayak parmakları kırılan kız çocukları kangren oluyor ve ölüyorlardı. Haksızlık etmeyelim . Kristeva’nın Tel Quel ve Maoizm serüveninden sadece Çinli Kadınlar doğmadı. Şiirsel Dilde Devrim gibi önemli ve ilginç tezler içeren çalışması da bu dönemin ürünüdür.

    (BirGün)

  145. The truth just snheis through your post