Şu Gün Zileli Meselesi… (Can Öykü, 22 Kasım 2010)

Gün Zileli üşenmemiş, sağ olsun bizleri “aydınlatan” kısa bir yazı yazmış. Yazının başlığı şöyle: “Şu Lenin ve Troçki mirası meselesi…”.[1] Mesele Zileli’nin “uykularını kaçıracak” cinsten olmalı ki, Maoizm sonrası devrimci yaşamının “anarşist dönemini” yaşayan Zileli, bütün yazı boyunca, Lenin ve Troçki’nin Ekim Devrimi’nin mimarları değil, gerçekte “mezar kazıcıları” olduğunu ispatlamaya çalışmış. Zileli bu “gerçeği” okuyucularına kanıtlayabilmek için de; bol bol Stalinizmin, Anarşizmin ve Liberalizmin teorik cephaneliğinden yararlanmış. Aslında Zileli’nin mantığı bize hiç de yabancı değil; daha önce de Marksistler, Lenin ve Troçki hakkında, başta burjuvazinin olmak üzere, her türlü gerici ideologun yapmış olduğu suçlamalara gereken cevabı vermişti. Bundan sonra da vermeye devam edecekler.
Zileli, Ekim Devrimi’nin iki büyük önderi olan Lenin ve Troçki’ye saldırmak için en bayağı yöntemleri kullanıyor. Bu defa kullandığı yöntem ise, Doğan Tarkan “eleştirisi” üzerinden, Lenin ve Troçki’nin temsil ettiği Marksist geleneğe saldırmak. Zileli, Doğan Tarkan’ın NTV’deki bir tartışma programında söylediği bir sözden (“Biz Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısıyız”) hareketle, konuyu Lenin ve Troçki’ye getiriyor ve “en son teorik bombasını” patlatıyor! Zileli’ye göre, nasıl “Stalin’le Kemal [Mustafa Kemal] arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı.” Zileli’nin bu “şatafatlı” sözlerinde her hangi bir yenilik yok. Yıllardır başta batılı burjuva tarihçileri olmak üzere, neredeyse tüm gerici ideologlar, Lenin, Troçki ve Stalin arasında “kesintisiz bir devamlılık” olduğunu ve Stalin’in, Lenin ile Troçki’nin “mirasçısı” olduğunu iddia ederler.[2] Zileli’nin, Lenin ve Troçki’ye saldırırken, teorik açıdan daha “yaratıcı” olmasını beklerdik. Halbuki Zileli, bu haliyle, batılı anti-komünist burjuva tarihçilerinin ucuz bir imitasyonu olmaktan öteye geçemiyor!

Zileli, kendi mantıksal çıkarımlarının sonuçlarını göremeyecek kadar da kör. Örneğin, Zileli “Stalin ve Kemal arasında nasıl bir benzerlik varsa”, aynı şekilde “Stalin, Lenin ve Troçki arasında da bir benzerlik var” diyerek; Lenin ve Troçki’yi, Mustafa Kemal’le aynı kefeye koyma gafletinde bulunuyor. Kısacası Zileli’ye göre; Lenin ve Troçki’nin, milliyetçi burjuva bir lider olan Mustafa Kemal’den hiç bir farkı yok! Ne de olsa bunların hepsi eli kanlı birer diktatör! Zileli’nin Mustafa Kemal ile Bolşevik liderleri aynı kefeye koyma çabası, onun Lenin ve Troçki’nin temsil ettiği Marksist geleneğe duyduğu öfkenin bir yansıması.

Zileli, önce Lenin’in “İnsanları kurşuna dizmeden nasıl devrim yapabilirsiniz?” sözünü “insanları kurşuna dizmeden nasıl iktidarı alabilirsiniz” olarak değiştiriyor ve ardından devrimci bir öneri olarak “İnsanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz?” sorusunu dile getiriyor. Zileli’nin bu soruya cevabı ise “kimsenin kılına dahi zarar vermeden devrim yapmak mümkün!” olacaktır. Lenin bir “cani” olmadığına göre, onun yukarıda söylediği sözleri, hangi anlamda kullandığını iyi kavramak gerekir. Kuşkusuz Marksistler devrimde zorun rolünü reddetmez. Bu durum onların, devrimden sonra karşılarına çıkacak olan herkesi acımasızca “kurşuna dizmek” (ya da “kızıl terör” uygulamak) için hazır kıtalar halinde beklediklerinin bir kanıtı olarak gösterilemez.

Zileli’ye sormak gerek, her hangi bir ülkede işçi sınıfı siyasi iktidarı ele geçirdikten sonra, kendisine karşı direnişe geçecek olan sömürücü sınıflara karşı nasıl bir tutum takınmalı? Hiç kuşkusuz işçi sınıfı, sömürücü sınıflara karşı “sevgi dolu” bir yaklaşım sergilemeyecektir. İşçi sınıfı devrimini savunmak için, şayet gerekiyorsa, bütün karşı devrimci güçleri “kurşuna dizmekten” çekinmeyecektir. Eğer biz Marksistler bunu savunduğumuz için, Zileli’nin gözünde birer “cani” olacaksak, açıkçası bu konuda yapabileceğimiz herhangi bir şey yok. Çünkü Zileli’nin sandığının aksine, bütün devrimler (hem burjuva devrimleri hem de 1917 Ekim Devrimi), iktidardan uzaklaştırdığı sınıfların mensuplarını, yeri geldiğinde “kurşuna dizmekten” çekinmemiştir. Bu düşüncede yanlış olan her hangi bir yan yok. Gerçekte ise tek yanlış, Zileli’nin liberal anarşist devrim teorisinden kaynaklanıyor. Zileli’nin mantığı ile yola çıkan “anarşist” bir kitle hareketi, “kazara iktidara gelse” bile, bu mantıkla, sömürücü sınıflar karşısında bir saat bile ayakta kalamaz. Zileli’nin “kimsenin kılına bile zarar vermeden” yapacağı anarşist devrim, ancak bilim kurgu romanlarında gerçekleşebilecek bir ütopya olmanın ötesine geçemez!

Zileli “hızını alamıyor” ve şunları söylüyor: “Nitekim bugüne kadar pek söz konusu edilmeyen bir yönü var işin. Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir.” (sanki iç savaşı başlatan Beyazlar değilmiş; genç Sovyet Cumhuriyeti’ne saldıranlar sanki emperyalist ordular değilmiş gibi). Zileli’nin liberal mantığına göre, iç savaşın çetin ve zorlu geçmesinin iki temel nedeni var: Lenin ve Bolşeviklerin “kafayı kurşuna dizmeye takmış” olması ve “her türlü muhalefeti ezmeye yönelmiş” olması! İç savaşın çetin ve zorlu geçmesini bile Lenin’e bağlayabilecek kadar tarih bilincine sahip olmayan Zileli, tarih boyunca devrimleri iç savaşların izlediğini bilmiyor olabilir mi? Zileli, kasıtlı olarak Ekim Devrimi’nin tarihini çarpıtıyor. Zileli’nin iddia ettiğinin aksine, Lenin ve Bolşevikler karşı devrimi (devrime “soldan” karşı çıkanları da) ezmeseydi, iç savaş daha da çetin ve zorlu geçerdi. Eğer Bolşeviklerin o çok şikayet edilen “sertliği” olmasaydı, emperyalistler ve Beyazlar Ekim Devrimi’ni en küçük hücresine kadar yok ederlerdi. Troçki önderliğindeki Kızılordu’nun iç savaştan zaferle çıkması, devrimin hayatta kalmasını sağladı. Bolşeviklerin iç savaş süresince, devrimi savunmak için ödediği ağır bedellerin (binlerce Bolşevik öncü işçi ve köylü yaşamını yitirdi) önemini anlayamayan liberal anarşist “devrim teorisyenleri”, gelecekte gerçekleşecek olan devrimlerin karşılaşacağı sorunları da anlamaktan uzaktır.

Zileli bu defa “hedef tahtasına” Troçki’yi oturtuyor ve şunları söylüyor: “Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamıştı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır? Japon anarşisti Kotôku Shûsui, geçmişini tanımlarken, ‘bir katilin oğluyum’ dermiş, asker olan babasını kastederek. Bir de koca savaş makinesinin tepesindeki Troçki’yi düşünün. Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir. Troçki’nin yaptıkları bununla da kalmamıştır. Ortaya attığı ‘sanayinin askerileştirilmesi’ tezi tam bir despotizmdir. Bu teze göre, işçiler askeri disipline tabi tutulacak, silah zoruyla üretime koşulacak ve iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edileceklerdir. Ayrıca, toplama kamplarındaki esir emeğinin sanayi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değildir. Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı.”

Zileli, dur durak bilmiyor. Ona göre Lenin, devrim ve iktidar arasındaki farktan bile habersiz, Troçki’nin de “ondan aşağı kalır” bir tarafı yok! Zileli, bilinçsizce de olsa, arada “doğru” şeyler de söylüyor (ne de olsa bozuk bir saat bile günde iki defa doğruyu gösterir). Troçki’nin Lenin tarafından savaş komiseri yapılması bir tesadüf değildi. Lenin Kızılordu’nun ancak Troçki gibi nitelikli bir örgütçünün yönetimi altında zafer kazanabileceğini biliyordu. Bu durum bile, Lenin’in ne derece ileri görüşlü bir devrimci olduğunun kanıtlamaktadır. Halbuki Zileli’nin derdi başka, o bu tarihsel gerçeği, Troçki’nin bir “savaş suçlusu” ve “kasap” olduğunu kanıtlamak için kullanmak istiyor. Zileli yüksek sesle soruyor: “Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır?” Zileli açıkçası, “kasaplıkla”, proleter bir devrimi savunmak arasındaki ince farkı bilmeyecek kadar cahil. Onun liberal ve pasifist bakış açısına göre; devrimi savunmak için eline silah alan her Bolşevik işçi ve köylü, otomatikman birer “kasap”a dönüşmektedir!

Zileli, Troçki’nin Kızılordu’ya liderlik ettiği dönemde, burjuva ordularına özgü rütbe sisteminin kaldırıldığından (bu rütbe sistemi daha sonra Stalin tarafından geri getirildi) ve ordunun -tüm eksikliklerine rağmen- işçi ve köylü sovyetleri üzerine kurulduğundan (Troçki’nin askeri yazılarından) habersiz. Zileli, Troçki’nin Çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmesini eleştiriyor, fakat Troçki’nin neden bu yola başvurmak zorunda kaldığını söylemiyor. Troçki, yeni bir ordu kurmaya çalışırken, kaçınılmaz olarak, deneyimli Çarlık subaylarını istihdam etti, bu sayede Kızılordu’nun beyazlara karşı, askeri alandaki eksiklikleri bir nebze olsun azaltılabildi. İç savaşın kazanılmasını sağlayan etkenlerden biri, Troçki’nin Bolşevik Parti içinde dahi “tepki toplayan” bu politikasıydı (O yıllarda Stalin de -Zileli gibi- bu politikaya, ilk başta karşı çıkmıştı). Bu deneyimli subaylar sayesinde, ordu saflarına katılan pek çok genç Bolşevik işçi ve köylü, daha sistematik bir askeri eğitim alma fırsatı buldu. Bu sayede iç savaş sırasında Bolşevikler, askerlik sanatı ile Marksist politikanın doğru bir bileşimini gerçekleştirmeyi başardı.

Zileli, Troçki’yi Çarlık ordusunun “eski hiyerarşik yapısını” yeniden tesis etmekle de suçluyor. Zileli “bilmiyor” olabilir, fakat biz yine de hatırlatalım; dünya üzerindeki her hangi bir ordu (buna Kızılordu da dahil) en az Çarlık ordusu kadar hiyerarşiktir. Çünkü bütün ordular, ast ve üst ilişkileri üzerine kurulmuş olan hiyerarşik savaş makineleridir. Bu gerçeği kabullenmiyorsanız, koca bir orduyu değil, bir bölük acemi askeri bile idare edemezsiniz! Zaten öyle de oldu, İspanyol Devrimi sırasında, “merkezi ordu kurma” fikrine karşı çıkan anarşistler, bunun bedelini kanları ve canları ile ödediler.[3] Zileli’nin tarihsel gelişimi birey merkezli açıklama çabasının ulaştığı sonuç ortada: “İç savaş ve Kızılordu’da yaşanan sorunların gerçek müsebbibi, ‘kasap’ Troçki’den başkası değildir!”.[4]

Zileli’ye göre Troçki’nin “kötülükleri” bunlarla da sınırlı değil. Zileli, Troçki’nin iç savaş koşulları altında savunduğu “sanayinin askerileştirilmesi” tezini eleştiriyor ve bunun gerçek bir “despotizm” olduğunu söylüyor. Zileli, Troçki’nin bu tezi hangi tarihsel koşullar altında savunduğunu göz ardı ediyor. Troçki bu tezi, iç savaşın tüm acımasızlığıyla sürdüğü bir ortamda savunmuştu. Bu tez bugünden bakıldığında, hiç kuşkusuz hatalıdır. Troçki’de bu gerçeği kabul ettiği için, politik yaşamının geri kalan bölümünde, en başta kendisi bu tezi çeşitli vesilelerle eleştirmekten (kısacası öz eleştiri vermekten) çekinmemiştir. Fakat Troçki hiçbir zaman, bu görüşünü, kalıcı bir ilke konumuna yükseltmemiş, iç savaşın tüm acımasızlığı ile devam ettiği (milyonlarca insanın öldüğü) günlerde, bunu Sovyet devletini ayakta tutmak için geçici bir taktik olarak savunmuştur. Halbuki Zileli, Stalinistlerin en kaba propaganda yöntemlerini kendine örnek alarak, bu geçici taktiği, Troçki’nin acımasız bir despot olduğunu kanıtlamak için kullanıyor. Ne rezilce bir çaba!

Zileli’nin özgürlük anlayışı bütünüyle liberal bir bakış açısı üzerine oturuyor. Örneğin Zileli, yine acımasız iç savaş koşullarını gözardı ederek, “işçilerin askeri disipline tabi tutulmalarına”, “silah zoruyla üretime koşulmalarına” ve “iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edilmelerine” karşı çıkıyor. Zileli’ye göre özgürlük, sadece soyut bir ilkeden ibaret. Ülke topraklarının neredeyse yarıdan fazlasının, emperyalizmin desteklediği Beyazların eline geçtiği bir konjonktürde, Troçki iç savaştan zaferle çıkabilmek için, en sert tedbirleri almak zorunda kalmıştı. Eğer Troçki, Zileli’nin “aklına uyup”, Kızılordu askerlerine “en geniş özgürlükleri” tanısaydı, kimsenin kuşkusu olmasın, beyazlar bir hafta içinde Lenin’in çalışma ofisine kadar girerdi! O zaman, Zileli’nin üzerine laf cambazlığı yapabileceği bir Ekim Devrimi bile olmazdı.

Zileli’nin iddiasına göre; “toplama kamplarındaki esir emeğinin sanayi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değil”, “Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı”. Zileli, batılı anti-komünist tarihçilerin izinden gidiyor. Bu “tarihçilerin” yıllar boyunca Sovyetler Birliği’ne ilişkin yorumlarında dile getirdikleri tez hep aynı olmuştur: “Stalinizm Bolşevizm’in kaçınılmaz bir sonucudur!”.[5] Bu fikri savunanlar, her fırsatta Stalinist diktatörlüğün temellerini Lenin ve Troçki’nin attığını iddia ederler.[6] Bu iddialarını doğrulamak için de, Ekim Devrimi’nin gerçek tarihini çarptırarak, Lenin ve Troçki’nin “esir emeğinin sanayi hamlesi için kullanılmasını” savunduğu gibi, iğrenç yalanlar ortaya atarlar. Fakat nedense, “esir emeği sömüren bu toplama kamplarından” sadece kendileri haberdardır! Ortalama bir anti-komünist propaganda broşüründe bulabileceğiniz bu rezil iddialar, bugün maalesef kendisine “anarşist” süsü veren bir zat-ı muhterem tarafından dile getirilmektedir.

Zileli gibi “anarşistlerin”, temcit pilavı gibi devamlı gündeme getirmekten hoşlandıkları bir başka konu da Kronstadt’dır. Anarşistler, koca Ekim Devrimi tarihi boyunca, kayda değer tek bir başarı göstermedikleri için, Kronstadt’a özel bir anlam yüklerler. Böylece kendilerine, üzerine kan lekesi bulaşmamış “temiz bir sayfa” açtıklarına inanırlar. Konu Kronstadt olunca, anarşistlerin aklına daima “kasap” Troçki gelir! Zileli, sağolsun, bu geleneği bozmamış ve kendince Troçki’nin “kirli çamaşırlarını” gözler önüne sermiş. Ona göre; “Ekim Devrimi’nin ideallerini savunarak ayaklanan Kronstadt bahriyelilerini” katleden Troçki’den başkası değildir! Lenin de bu “katliama” çanak tutmuştur!

Zileli’nin iddia ettiğinin aksine, Kronstadt, Bolşevikleri iktidardan uzaklaştırmayı hedefleyen karşıdevrimci bir ayaklanmaydı (Örneğin sözde “Ekim Devrimi’nin ideallerini savunan” Kronstadt bahriyelileri “Sovyetler’in içinden Bolşeviklerin çıkartılmasını ve toprak sahibi olan köylülere tarımda serbest pazar yaratma hakkının verilmesini” talep ediyordu). Bu yüzden Troçki, Stalin’in bir ajanı tarafından öldürüldüğü 1940 yılına kadar, Kronstadt ayaklanmasının karşıdevrimci karakterini daima vurgulamıştır. Troçki bu konuya ilişkin şunları söylemişti: “Ya Kronştad ayaklanması? Yalnızca köylü kökenli askerlerin ayaklanmasına birkaç şaibeli anarşist katıldı diye, devrimci hükümetin, başkenti denetleyen bir kaleyi başkaldıran denizcilere ‘hediye’ etmesi kuşkusuz beklenemezdi. Olayların somut tarihsel çözümlemesinde, Kronştad, Makno ve devrimin diğer belirleyici olmayan olayları etrafındaki cehalet ve duygusallığın yarattığı efsanelere yer yoktur.”[7] Bugün de Dördüncü Enternasyonal geleneğinden gelen Marksistler, “üzerinden yüz yıl geçse de”, Kronstadt’ın karşıdevrimci karakterini her koşul altında vurgulamaktan çekinmeyeceklerdir.

İşin traji-komik tarafı, Troçki’yi her fırsatta “orduda rütbeleri geri getirmekle”, “çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmekle”, “ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmekle” eleştiren anarşist ideologların, Bolşevikleri iktidardan uzaklaştırmayı amaçlayan, karşıdevrimci bir ordu ayaklanmasından medet ummasıdır! Lafta her türlü militarizme (gereksiz kan dökmeye!) karşı olduklarını söyleyenler, konu Bolşevizm’e karşı mücadele olunca, bir anda köylü kökenli bahriyelileri “anarşist kahramanlar” olarak ilan edebiliyor! Sakın gerçek “bağnazlık” bu olmasın?

Zileli’nin iddiasına göre; Troçki’nin liderlik ettiği Sol Muhalefet, 1920’li yıllar boyunca Stalin-Buharin ittifakını, köylülüğü yeterince “pataklamadığı” için eleştirmiş ve savunduğu “süper sanayileşme modeli”yle, Stalin’in 1930’lı yılların başından itibaren uygulamaya koyacağı ve milyonlarca köylünün ölümüne yol açan “hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme” politikasının önünü açmış, başka bir deyişle Stalinist diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemiştir. Zileli’nin bu yazdıklarını okuduktan sonra, insanın yüzünde hafif bir tebessüm oluşuyor. Troçki hayatı boyunca, hasımları tarafından, sürekli olarak “Nazi ajanı”, “hain”, “karşıdevrimci” vb. aşağılık ithamlarla suçlanmıştır. Fakat onun en büyük düşmanı olan Stalin bile, onu hiçbir zaman, kendi bürokratik totaliter diktatörlüğünün “taşlarını döşemekle” suçlamamıştır. Demek ki bu “onurlu görev”, Zileli gibi “sonradan olma” bir anarşiste kısmet olacakmış. Bütün yaşamını Stalinizme karşı mücadele ederek geçirmiş olan Troçki, ne acıdır ki, bugün Zileli gibi şarlatanlar tarafından Stalinist diktatörlüğün taşlarını döşemekle suçlanıyor. Kanıt olarak da, Sol Muhalefet’in programında olduğu iddia edilen “köylülere eziyet edilmesi” ve “süper sanayileşme modeli” önerileri gösteriliyor. Yanlış duymuyorsunuz, Stalinist diktatörlüğün ortaya çıkmasının başlıca nedeni: Troçki ve Sol Muhalefet! Görünen o ki, Zileli “Rus Devrimi tarihi” alanında, her geçen gün “çığır açıcı bulgular” elde ediyor.

Zileli, haklı olarak bir dönem Sol Muhalefet içinde yer alan (Zinovyev ve Kamenev gibi) bazı Bolşevik önderlerin, Stalinizm’e teslim olmasını eleştiriyor. Fakat bu teslimiyetin ideolojik arka planını, Sol Muhalefet’in “programıyla” ilişkilendirmeye çalışıyor. Zileli’ye göre; Stalin pragmatik bir devlet adamı olduğu için, Sol Muhalefet’in “sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanma” önerisini aynen alıp uygulamaya koydu. Zileli’nin Sol Muhalefet hakkındaki bu çarpık bilgileri nereden elde ettiğini açıkcası bilmiyoruz, fakat şu gerçeği çok iyi biliyoruz: Sol Muhalefet tarih sahnesinden çekilene kadar, savunduğu hiç bir programatik metinde; “sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanmayı” önermemiştir, zaten önermesi de mümkün değildir. Çünkü böylesi bir gaddarlığı, Sol Muhalefet içinde yer alan Marksistlere yakıştırabilmek için, insanın “aklını peynir ekmek ile yemiş” olması gerekir! Zileli’nin o kadar çarpık bir tarih anlayışı var ki, insanı hayretler içinde bırakmayı başarıyor. Zileli, Stalin’in bu öneriyi yapanları “önce teslim alıp sonrada yok ettiğini” yazıyor. Eğer durum Zileli’nin iddia ettiği gibi olsaydı, bu öneriyi yapanlar (yani Zileli’ye göre Sol Muhalefet üyeleri), Stalin tarafından yok edilmez, tam tersine baş tacı edilirdi. Sanıyoruz ki, Zileli hiç mantık dersine girmemiş, çünkü kendi mantıksal çıkarsamalarının sonuçlarını bile görmeyecek kadar kör!

Zileli bir süredir hep aynı “oyunu” sahneye koyuyor. Zileli, Dördüncü Enternasyonal geleneğinden uzun süre önce kopmuş olan, bugün tamamen sol liberal bir zeminde siyaset yapan Doğan Tarkan üzerinden, Lenin ve Troçki’nin temsil ettiği devrimci “mirası” eleştirmeye kalkışıyor. Zileli’nin vurguladığı gibi, kuşkusuz “siyasi akımlar ve partiler belirli miraslara” dayanır, dolayısıyla Türkiye sosyalist solunun büyük bir bölümü de “mirasyedidir”. Bugün hala 60-70’li yıllara damgasını vuran küçük burjuva öğrenci radikalizminin “ekmeğini yiyen” pek çok solcu aydın vardır. Kuşkusuz, artık bu solcu aydınların yiyeceği bir miras da kalmamıştır (Bu yılları anlatan otobiyografi kitapları bile, artık eskisi kadar satmıyor!). Dün Stalinizm’e, (ve onun Asyatik versiyonu olan Maoizme) toz kondurmayan bu sözde aydınlar, bugün liberalizmden anarşizme kadar geniş bir ideolojik yelpazede, kendilerine yer açma yarışı içindeler. Bu ideolojik başkalaşım süreci, kaçınılmaz olarak en temel devrimci değerlerin bile, “eleştirel düşünce” adı altında aşağılanmasını zorunlu kılıyor. Zileli’nin Lenin ve Troçki’nin mirasına duyduğu öfke, gerçekte onun kendi iç dünyasında yaşadığı, ideolojik kafa karışıklığının bir dışavurumudur. O, gerçek bir “anarşist” olmanın yolunun, “Marksist geçmişi” ile hesaplaşmaktan geçtiğine inanıyor. Bu yüzden Zileli’nin bütün yazıları, liberal anarşizmin basit birer yan ürünü olmaktan öteye geçemiyor.

Zileli, yazısının sonunda “Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!” diyor. Sözcü gazetesinin 10 Kasım’daki manşetinde, “Atam Yaşasaydı” başlığı altında bir “haber” var. Zileli bu haber dolayımıyla, kendince Marksizm ve Kemalizm arasında bir paralellik kurmaya çalışıyor. Zileli’nin bu tip liberal mantık oyunlarına artık alıştık. Eğer Zileli’nin kastettiği “Lenin ve Troçki Yaşasaydı” ise, bu arsız ima bile, Marksistlerin zekasına hakaret etmektir! Lenin ve Troçki’nin bugün fiziksel anlamda yaşamasına gerek yok, onların işçi sınıfının kurtuluş öğretisi olan Marksizm’e yapmış olduğu katkılar, bugün hala komünizm yolunda ilerleyen dünya proletaryasına ve Marksist devrimcilere yol göstermeye devam ediyor.[8]

Dipnotlar

[1] “Şu Lenin ve Troçki mirası meselesi…”, G.Zileli http://www.gunzileli.com/2010/11/14/su-lenin-ve-trocki-mirasi-meselesi%E2%80%A6/

[2] Batılı anti-komünist tarihçilerin yıllar boyu Sovyetler Birliği’ne ilişkin yorumlarında dile getirdikleri temel argüman hep aynı olmuştur. Onlara göre Lenin, Troçki ve Stalin farklılık değil, aynılık taşır. Bir tek istisna olarak, Batılı tarihçi C.H.Carr Bolşevik Devrimi’nin tarihi adlı üç ciltlik eserinde bu tuzağa düşmemiştir (Bu üç ciltlik önemli eser, Türkçeye Metis Yayınları tarafından çevrilmiştir).

[3] Anarşistler, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde (proletarya diktatörlüğü aşamasında), proletaryanın burjuvaziye ve emperyalizme karşı devrimi savunabilmek için “merkezi bir orduya” ihtiyaç duyduğu gerçeğini daima yadsırlar. Sadece ordu konusunda değil, örneğin İspanyol İç Savaşı’nda, ele geçirdikleri şehirlerdeki paralara el koyan anarşistler, uzun bir süre bu paralar ile ne yapacaklarını bilememiş, anarşist liderlerin “aklına”, bu paraları (Bolşeviklerin Ekim Devrimi’nde yaptığı gibi) tek bir ulusal bankada toplamak ve daha sonrasında bu mali olanağı, iç savaşın örgütlenmesinde kullanmak fikri gelmemiştir. Çünkü İspanyol Anarşistlerinin, o güne kadar, programatik temelde böyle bir düşüncesi hiç olmamıştır.

[4] Gün Zileli, eğer 1917-1922 arasındaki iç savaşta Bolşevikler yenilse idi, iktidara gelecek Beyazların uygulayacağı terörün boyutlarının ne olacağı sorusuna cevap verebilir mi? Ya da yazısında Lenin ve Troçki’ye uyguladığı standartları, Anarşist harekete uygulayarak, İspanyol İç Savaşı sırasında, yine liberal ve sağ tarihçilerin sunduğu “kilise yakmalar”, “papaz ve rahibe cinayetleri”, “burjuvaların kaçırılıp öldürülmesi” gibi olaylar hakkında ne düşündüğünü bizlere söyleyebilir mi? Zileli’nin Richard Pipes, Robert Servive gibi liberal ve sağ tarihçilerden etkilenen tezlerini, liberal anarşist sonuçlarına vardırırsak, anarşistlerin ve marksistlerin, tam da burjuvazinin arzu ettiği anlamda, “tarih karşısında mahkum edilmekten” kaçamayacağını görmek gerekir.

[5] “Bolşevizm mi, Stalinizm mi?” de Troçki, Stalinizmin Bolşevizmin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu savunan liberal anarşistleri, şu sözlerle eleştiriyordu: “Stalinizmin Bolşevizmden ya da Marksizmden kaynaklandığını ileri sürmek, karşıdevrimin devrimden kaynaklandığını söylemekle tamamen aynı şeydir. Aslında tutucu olan liberallerin düşüncesini ve sonra da reformist düşünceyi biçimlendiren hep bu şema olmuştur. Toplumun sınıflı yapısı nedeniyle, devrimler her zaman karşıdevrimlere yol açmıştır. Ukalalar, “Bu, devrimci yöntemde içsel bir kusur olduğunu göstermez mi?” diye soruyor. Ne var ki, ne liberaller ne de reformistler, bugüne değin “daha ekonomik” yöntemler icat etmeyi beceremedi. Yaşayan bir tarihsel süreci akla uygun hale getirmek pek kolay değilse de, Stalinizmin “devlet sosyalizmi”nden, faşizmin Marksizmden, gericiliğin devrimden, kısacası anti-tezin tezden kaynaklandığını mantık düzeyinde ileri sürerek, bu dalgaların ardı ardına gelişimini akılcı bir biçimde yorumlamak hiç de zor değildir. Pek çok başka alanda olduğu gibi bu alanda da, anarşist düşünce liberal rasyonalizmin tutsağı olarak kalmaktadır. Diyalektiğin olmadığı yerde gerçek devrimci düşünce olanaksızdır.” “Geriye yalnızca Bolşeviklerin, başından beri uyguladıkları ikna yönteminin yanı sıra kimi zaman oldukça katı bir biçimde zor kullanmış olmaları kalıyor. Devrimden sonra bürokrasinin baskı sistemini tekeline aldığı yadsınmaz bir gerçektir. Devrim ve karşıdevrim gibi alt-üst oluş aşamaları da dahil, gelişmenin her aşaması bir önceki aşamadan çıkar, kökleri ordadır ve onun bazı çizgilerini taşır. Webb çifti de dahil olmak üzere, liberaller her zaman, Bolşevik diktatörlüğün Çarlığın ikinci baskı rejimi olduğunu iddia etti. Böylelikle, monarşinin ve soyluluğun tasfiyesi, toprağın köylülere verilmesi, sermayenin mülksüzleştirilmesi, planlı ekonominin uygulanması, ateist eğitimin başlatılması, vb. gibi “önemsiz detayları” gözden kaçırmış oluyorlar. Liberal anarşist düşünce de, tamamen aynı biçimde, Bolşevik devrimin tüm baskı önlemleriyle, toplumsal ilişkilerin kitleler lehine alt-üst edilişini simgelediğini; buna karşılık, Stalin’in Termidorcu darbesinin, sovyet toplumunu ayrıcalıklı bir azınlık lehine yeniden biçimlendirdiğini görmezden geliyor. Stalinizm ile Bolşevizm arasında kurulan özdeşliklerde, sosyalist bir kriterin izine bile rastlanmadığı açıktır.”

[6] Sovyet devriminin yenilgisini ve Stalinizmin doğuşunu, doğrudan Bolşevizm ile ilişkilendirmek ne derece doğru? Devrim sonrası, milyonlarca insanın öldüğü bir iç savaş, kuraklık, emperyalist devletlerin kuşatması, Avrupa devrimlerinin yenilgisi, Rusya’da ekonomik durgunluk, ve daha bir çok neden, Stalinizmin doğup gelişmesinde ya da Bolşevizmin, Stalinizm öncesinde, işçi sınıfı ile arasındaki ilişkinin parçalanmasına neden olmuştur. Bolşeviklerin, “Sovyetleri yasaklaması”, “işçi grevlerini bastırması” tek başına, Bolşevizmin, Stalinist bürokratik diktatörlüğün temellerini attığını kanıtlamaz. Lenin’in ölümü ve Troçki’nin partiden ihraç edilmesinden sonra, tüm ipleri eline geçiren bürokratik kliğin zorbalığıyla; iç savaş sırasında yaşanılanlar aynı kefeye konulamaz. Çünkü Lenin ve Troçki’nin yaptıkları, o tarihsel döneme ait özel politikalardı, ve kim ne derse desin, bu politikaların temelinde işçi sınıfının enternasyonalist çıkarları vardı. Stalinist politikaların temelinde ise, tamamen bürokrasinin çıkarları ve onun işçi sınıfı üzerinde ideolojik ve örgütsel hegemonya kurma çabası vardı.

[7] Troçki, Bolşevizm mi Stalinizm mi?, L.Troçki

Can Öykü

22 Kasım 2010

İlgili Yazı: Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi…

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Mezarlıkları ne zaman imara açacaksınız?

“Modernlik, insanların geçim araçlarına sistematik olarak yabancılaşmasından ve hayatın bekasını sağlayan doğal ortamlar ile ekosistemlerin …

11 Yorumlar

  1. Troçkist arkadaşa acıdım. Çaresizliğin ve telaşın yazdırdığı bir yazı. Çok yetersiz.

  2. silahlı neşe


    ….

    Her sabah sisin içinde yola çıkan ve fabrikanın boğucu havasına yürüyen yoldaş; ya da ofise gidiyor hep aynı yüzleri görmek için: ustabaşı, saat denetçisi; o anın casusu, besleyecek-yedi-çocuğuyla-Stakhanovite, devrim, mücadele ve ölümcül olacak olsa bile fiziksel çatışma ihtiyacını hisseder. Ama aynı zamanda hemen, şu anda neşe yaşamak ister. Ve sisin içinde yürürken, trenlerde ve tramvaylarda saatler geçirirken, ofise gitmenin ya da kapitalizmin faydasız mekanizmalarını bir arada tutan faydasız cıvatalar arasında bulunmanın boğuculuğunu yaşarken bu neşeyi fantezilerinde besler.

    Bedeli ödenmiş neşe; patronun parasını ödediği ücretli hafta sonları ve senelik tatiller, aşk yapmak için para ödemek gibidir. Aynı görünür, ama eksik bir şey vardır.

    Kitaplarda, bildirilerde ve devrimci gazetelerde yüzlerce teori birikti. Bunu yapmalıyız, şunu yapmalıyız, olayları bunun dediği gibi, şunun dediği gibi görmeliyiz, çünkü geçmişteki, cilt cilt boğucu klasikleri dolduran, isimleri büyük harflerle yazılan şunun ya da bunun gerçek yorumcusu onlardır.

    Onları el altında bulundurmak bile ayinin bir parçasıdır. Onlara sahip olmamak kötü işarettir, şüphe çekicidir. Onları her durumda el altında bulundurmak faydalıdır. Ağır olduklarında her zaman, sıkıntı veren birilerinin yüzüne fırlatılabilirler. Geçmişin (ve bugünün) devrimci metinlerinin geçerliliğinin yeni olmayan, ama yine de sağlıklı bir doğrulaması.

    O ciltlerde asla neşe hakkında bir şey bulamazsınız. İnsanın bu sayfalarda soluduğu atmosferin, manastırın haşin havasından eksik kalır yanı yoktur. Yazarları, intikam ve ceza devriminin rahipleri, zamanlarını suç ve ceza tartarak geçirirler. Dahası, kot pantolonlu rahipler iffet yemini etmişlerdir, bu yüzden aynısını bekler ve dayatırlar. Fedakârlıkları için ödüllendirilmek isterler. İlk önce çıktıkları sınıfın konforlu çevresini terk etmişler, sonra yeteneklerini mirastan yoksun kalanların emrine vermişlerdir. Kendilerine ait olmayan sözcükler kullanmaya, kirli masa örtüleri ve yapılmamış yataklar üzerinde sigara tüttürmeye alışmışlardır. Bu yüzden, insan onları en azından dinleyebilir.

    Düzenli devrimler, düzgünce hazırlanmış ilkeler, çalkantısız anarşi hayal ederler. İşler farklı yöne giderse provokasyon çığlıkları atmaya başlarlar, öyle çok bağırırlar ki polis onları alır götürür.

    Devrimciler dindar insanlardır. Devrimse dindar değildir.

    “Ben kediye kedi derim.”
    Boileau

    II
    Neyi nasıl üreteceğimize dair devrimci sorunla hepimiz ilgiliyiz, ama kimse üretimin devrimci bir sorun olduğuna işaret etmez. Kapitalist sömürünün kökünde üretim varsa, üretim tarzını değiştirmek yalnızca sömürü tarzını değiştirecektir.

    Kızıla boyamış olsanız da kedi kedidir.

    Üreten kutsaldır. Çekin ellerinizi! Onun fedakârlığını devrim adına kutsayın ve les jeux sont faits.

    “Peki ne yiyeceğiz?” diye sorar endişeli insanlar. “Ekmek ve bağcık,” der gerçekçi, tek gözü tencerenin, diğeri silahının üzerinde. “Fikirler,” diye bildirir her şeyi karıştıran idealist, bir gözü hayaller kitabında, diğeri insan türünün üzerinde.

    Üretime dokunan herkesin işi bitiktir.

    Kapitalizm ve onunla savaşanlar üretenin cesedinin üzerinde yan yana otururlar, ama üretim sürmelidir.

    Politik ekonomi eleştirisi (üretimin tüm faydalarının zevkini çıkaranlar tarafından gerçekleştirilen) en az çabayla üretim tarzının rasyonalizasyonudur. Başka herkes, sömürülenler, hiçbir şeyin eksik olmamasına özen göstermelidirler. Aksi halde nasıl yaşayabiliriz ki?

    Işığa çıktığı zaman karanlığın oğlu hiçbir şey göremez, tıpkı karanlıkta el yordamı ile ilerlerken olduğu gibi. Neşe onu kör eder. Onu öldürür. Bu yüzden neşenin bir halüsinasyon olduğunu söyler ve neşeyi kınar.

    Gevşek, şişman burjuva bolluk içinde aylaklık eder. Bu yüzden zevk almak günahtır. Bu, burjuva ile aynı duyguları yaşamak ve üreten proletaryaya ihanet etmek demektir.

    Hiç değil. Burjuva, sömürü sürecini sürdürmek için her çareye başvurur. O da stres altındadır ve asla neşe için zaman bulamaz. Onun gezileri yeni yatırım fırsatlarıdır, aşıkları rakipler hakkında bilgi aldığı casuslardır.

    Üretim tanrısı en sadık müritlerini bile öldürür. Kafalarını kopartır ve fışkıran yalnızca bir pislik seli olur.

    Lanetli aç kişi, dalkavuk sürüsü eşliğinde gezen zengini gördüğünde intikam duyguları besler. Her şeyden önce düşman yok edilmelidir. Ama ganimeti saklayın. Servet yok edilmemelidir, kullanılmalıdır. Ne olduğu, ne biçim aldığı ya da ne tür iş sağladığı önemli değildir. Önemli olan, onu o sırada her kimin elindeyse ondan almak, böylece herkesin ona ulaşabilmesini sağlamaktır.

    Herkesin mi? Elbette, herkesin.

    Peki bu nasıl olacak?

    Devrimci şiddet ile.

    İyi yanıt. Ama gerçekten de, canımız sıkılana kadar kelle uçurduktan sonra ne yapacağız? Artık, mumla arasak bile daha fazla toprak sahibi bulamadığımız zaman ne yapacağız?

    O zaman devrim hüküm sürüyor olacak. İhtiyaçlarına göre herkese ve olanaklarına göre herkesten. Alakayı gör yoldaş. Burada muhasebe kokusu var. Üretim ve tüketimden bahsediyoruz. Her şey hâlâ üretim boyutunda. Aritmetik, kendini güvende hissetmeni sağlıyor. İki kere iki dört eder. Bu “gerçeğe” kim karşı çıkabilir? Dünyaya sayılar hükmediyor. Şimdiye dek etmişlerse, neden gelecekte de etmesinler?

    Hepimizin somut ve sağlam bir şeye ihtiyacı var. Bizi boğmaya başlayan dürtüleri durdurmak için duvar inşa edecek taşlar. Hepimizin nesnelliğe ihtiyacı var. Patron cüzdanı üzerine yemin ediyor, köylü küreği üzerine, devrimci silahı üzerine. Bir gıdım eleştiriye izin ver, tüm iskele yıkılsın.

    Ağır nesnelliği içinde, gündelik dünya bizi koşullar ve üretir. Hepimiz gündelik bayağılığın çocuklarıyız. Devrim gibi “ciddi şeyler”den bahsederken bile gözlerimiz hâlâ takvime dikilmiş. Patron devrimden korkar, çünkü devrim onu servetinden yoksun bırakacaktır, köylü bir parça toprak bulacak, devrimci teorisini sınayacaktır.

    Eğer sorun bu şartlarda görülüyorsa, cüzdan, toprak ve devrimci teori arasında fark yoktur. Bunların hepsi oldukça hayali nesnelerdir, yalnızca insanin hayal gücünün aynaları.

    Yalnızca mücadele gerçektir.

    Patronu köylüden ayırır ve köylü ile devrimci arasında bir bağ kurar.

    Üretimin aldığı organizasyon biçimleri hayali bireysel kimliği saklayacak ideolojik aygıtlardır. Bu kimlik hayali ekonomik değer kavramına yansıtılır. Kanun kendi yorumunu belirler. Tüketicilikte olduğu gibi, kanunu kısmen patronlar kontrol eder. Psikolojik savaş teknolojisi ve mutlak baskı, insanin ürettiği ölçüde insan olduğu fikrini güçlendirmeye katkıda bulunur.

    Kanunun diğer kısımları değiştirilebilir. Devrimci dönüşüme uğrayamazlar, ama zaman zaman düzeltilirler. Örneğin, seneler önceki lüks tüketimin yerini alan kitle tüketimini düşünün.

    Sonra, kendi kendini kontrol eden üretim idaresi gibi daha rafine biçimler gelmiştir. Sömürü kanununun bir başka unsuru.

    Vesaire, vesaire, vesaire. Benim adıma, benim hayatımı organize etmeye karar veren hiç kimse benim yoldaşım olamaz. İnsanin üretmesi, aksi halde insan olarak tüm kimliğimizi yitireceğimiz ve “vahşi, yabanıl doğamız” tarafından alt edileceğimiz bahanesi ile bunu haklı göstermeye çalışırlarsa, insan-doğa ilişkisinin aydınlanmış marksist burjuvazinin bir ürünü olduğu yanıtını veririz. Neden kılıcı yabaya dönüştürmek istediler? Neden insan hep kendini doğadan ayırmak için çaba harcamalı?


    silahlı neşe, alfredo bonanno

  3. silahlı neşe

    Faşisme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar

    The Struggle Against Fascism Begins with the Struggle Against Bolshevism
    http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html

    Ukrayna’daki Rus Devrimi (Mart 1917 – Nisan 1918) – Nestor Makhno
    The Russian Revolution in the Ukraine (March 1917 – April 1918)
    http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/russian-revolution-in-ukraine-march.html

  4. komünizm ilk ve son tahlilde üretimin ve elbette emeğin yokedimesidir ,kapitalizmin yıkılışı da ,böylelikle ,hakiki bir üretim ve emek karşıtı pratiklerin yaratılmasından geçer bence.Kutsal değil lanetli emek.

  5. silahlı neşe

    hepsi:


    1. Bolşevizm ulusalcı bir doktrindir. Temelinde ve varoluşunda ulusal bir problemi çözmek için tasarlanmıştır, daha sonra Uluslar arası kapsamdaki bir teori ve pratiğe ve genel bir doktrine yükseltilmiştir. Ulusalcı karakteri, ezilen ulusların bağımsızlığı mücedelesindeki tutumuyla ışığa çıkar.

    2. Bolşevizm otoriter bir sistemdir. Sosyal piramidin zirvesi en önemli ve belirleyici noktadır. Otorite çok-güçlü kişilikte gerçekleşir. Lider mitinde, burjuva kişilik ideali en üst zaferini kutlar.

    3. Örgütsel olarak, bolşevizm yüksek düzeyde merkeziyetçidir. Merkez komite tüm insiyatifin, liderliğin, talimatın, emirlerin sorumluluğuna sahiptir. Burjuva Devlet’te olduğu gibi, örgütün en önemli üyeleri burjuva rolünü oynar; işçilerin biricik görevi emirlere itaat etmektir.

    4. Bolşevizm militan bir iktidar politikası tarif eder.Yalnızca iktidarla ilgilidir, geleneksel burjuva düşüncesindeki yönetme biçimlerinden hiç farklı değildir. Organizasyon özelinde üyelerin tamamiyle otonomisi(kendi kaderini tayini) yoktur. Ordu; partiye, örgütlenmenin mükemmel örneği olarak hizmet eder.

    5. Bolşevizm diktatörlüktür. Canavarca bir zorla ve teröristçe düzenlemelerle çalışır, tüm işlevlerini tüm Bolşevik olmayan kurumların ve fikirlerin bastırılmasına yönlendirir. Onun “proleterya diktatörlüğü” bürokrasi diktatörlüğü ya da tek kişinin diktatörlüğüdür.

    6. Bolşevizm mekanistik bir yöntemdir. Otomatik koordinasyonu, teknik olarak güvenlileştirilmiş uyumluluğu ve sosyal düzenin en etkili hedefi olarak en verimli totalitarizmi arzular. Merkezice “planlanmış” ekonomi, bilinçli olarak teknik-örgütsel problemleri sosyo-ekonomik sorunlarla karıştırır.

    7. Bolşevizmin sosyal yapısı bir burjuva doğasıdır. Ücretlilik sistemini ortadan kaldırmaz ve proletaryanın emeğinin ürettikleri üzerinde kendi kararını almasını reddeder. Bu yüzden geleneksel olarak burjuva sosyal düzeninin sınıf sınırlarının içinde kalır. Kapitalizm ebedileşir.

    8. Bolşevizm yalnızca burjuva devrimi sınırlarının içinde devrimci bir elementtir. Sovyet sistemini anlayamamış, bu yüzden de, o (Bolşevizm) Burjuva toplumunun ve ekonomisinin temel yapısını dönüştürememiştir. Sosyalizmi değil, ama Devlet Kapitalizmini yerleştirir.

    9. Bolşevizm nihayetinde sosyalist teorinin öncülük edecek bir köprü değildir. Sovyet sistemi olmadan, insanlığın ve şeylerin tamamiyle radikal devrimi olmadan, tüm sosyalistçe taleplerin en temel olanlarını, yani insanın kapitalist kendi-yabancılaşmasına son vermeyi karşılayamaz Burjuva toplumunun son aşamasını temsil eder, yeni bir toplumun ilk basamağını değil.

    Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
    Otto Rühle

    Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar

    “Yaşayan Marksizm”, 4. sayı, sayfa 9, 1939

    1981, Bratach Dubh Yayınları

    kaynak:
    Elephant Editions
    http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html

  6. Marks başına ne geleceği bilir gibi Marksist olmadığını boşuna söylememiş olsa gerek. Ne Marks, ne Lenin, ne Troçki; başkaları için de ne Stalin ne Mustafa Kemal (böyle uzar gider bu liste) ilah değillerdi. Hatalardan ve eleştirilerden vareste değillerdi. Kendini Marksist olarak tanımlayanların neredeyse tamamına yakını için bunun böyle olmadığı ne yazık ki, görülüyor. Diyalektik materyalizm bunlar için bir slogandan öte anlam taşımıyor. Marksistlerin, Hıristiyanlığın mesihçi anlayışındaki gibi Marks’ı, Lenin’i, Troçki’yi, Stalin’i, Mao’yu vs. İsa olarak konumlamaları geçmiş hatalarının da bugünkü iflaslarının da bir yönünü izah eder.

    Yukarıdaki yazı da bunun bir örneği var ve bir yozlaşmayı devrim diye savunuyor ne yazık ki. Çok üzücü. Başka bir yaşam, toplum mümkün diyen insanların bu coşkularını tahvil ettikleri yer ve bir yanılsamayla esiri oldukları bağnazlık trajik. Gün Zileli’nin Durruti’den örnekle aktardığı bir “Çakallaşma” hali vardı. Tam da öyle bir çakallaşma hali. Bunu, ne bir hakaret ne saldırı ne de kızgınlık ifadesi olarak söylüyorum. Bu bağnazlık her defasında umut kırıcı. Bu bağnazlığın, bu mesihçiliğin, tapınıcılığın söylemini, kültürünü, kurumlarını, bireylerini, düşünüş biçimlerini, eyleyiş biçimlerini her daim yeniden üreten yapıların esaslı bir eleştiri ve yıkıma uğratılmasının kaçınılmaz olduğu görülüyor. “Marksizm somut durumun somut tahliliyse”; eşitsiz, sınıflı topluma devrimci bir müdahaleyle özgür bir yaşamı kurmayı idealize ve teorize eden Marks gibi devrimci düşünürlerin yolundan gidenlerin, onu putlaştırarak, tabulaştırarak içine saplandıkları ve yozlaştırdıkları devrimi ayaklarının üzerine bastırmak gerekir. Bunu yaparken, Marks’ı da eleştirir ve eksiklerini giderirsiniz. Yukarıda bir örneği daha görülen ve çok da yaygın olan dogmatizm, yaratılmış bir Marks dinidir. Her hangi bir tabu düzeninden özünde de farklı değildir.

    En başta, Gün Zileli’nin “Şu Lenin ve Troçki mirası meselesi” yazısında anlattığı görüşlere katıldığımı belirteyim. Ve onun, benim, bir başkasının fikirlerinin eleştirilmesi de yararlı ve gereklidir. Şimdi biraz daha yukarıdaki yazının somut eleştirisine girmek istiyorum.

    Öncelikle yukarıda alıntıladığım “çakallaşma” halinin bu yazıda belirginlik kazandığı örneklerden biri, siyasetin olduğu kadar düşüncenin de sekter bir örgütün tutsağı olduğunu gösteren simsar dili. Zileli’nin düşüncelerini eleştirirken anarşizmi ve liberalizmi 100 kere yan yana yazarsan, bu gerçek olur gibi çocukça bir ajitasyon yanılgısı. “Anarşizmin ve liberalizmin…”, “anarşist liberal” vs…

    Bir de tabii “Maoizm sonrası devrimci yaşamının…” diye başlayan ve sürekli Zileli’nin geçmişteki Maoistliğine gönderme yapılıyor. Can Öykü’nün bununla neyi hedeflediği de çok açık değil aslında. Şimdi bunun bir yönü, Maoizmden bir utanç vesilesi gibi bahsetmesi. Ben bir utanç meselesi olarak ele almazdım ama bu yazarını bağlar; ancak böyle olduğunu düşünüyorsa, Zileli’yi Maoistliği bıraktığı için kutlaması gerekir; eleştirmesi değil. Bu sözlerin altında yatan bir diğer saçmalık hali de insana, evrene değişmez, ebedi bir varlık gibi bakması. Tabii dilinden diyalektik düşmeyenlerin pratikte böyle yaklaşımlar sergilemesi de ayrı bir tutarsızlık. Can Öykü’ye göre, Maoist doğar Maoist ölürsün; Kemalist doğar Kemalist ölürsün her halde. Burada özünde, diyalektik düşüncenin Herakleitos-Hegel-Marks çizgisinden çok, metafizik düşüncenin Zenofe, Parmenides, Zenon’dan gelen değişmez evren algısı var.

    Bu metafizik düşünce, her yaklaşımına o kadar sinmiş ki, her tabu düzeninin kaçınılmaz olarak yaslandığı metafizik, yazarın dilinde “Büyük önder, ulu önder” diye ifade buluyor. Marks yıktığı putlardan biri olmamak için Marksist olmadığını söylerken, gel gör ki, şu Marksistlerin hali pür melaline bak. Marksizm, öncelikle bir kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisidir. Hatta sosyal bilimlerde, Marksist okullar, “eleştirel teori” diye adlandırılır. Eleştiriden bu denli korkan bir eleştirel teori olabilir mi?! Eleştiriyi, “saldırı” diye nitelemek de çakallık haline bir başka örnek. Yazar, bir de bu çarpıtmasını güçlendirmek için diyor ki, “burjuvalar da eleştiriyor”, “Batılı burjuva tarihçileri de eleştiriyor”, “antikomünist tarihçiler de eleştiriyor” vs… Eee… Şimdi de geldik Aristo mantığına! Bununla ilgili bir espri bile vardır; “biber acıdır aşk da acıdır öyleyse aşk biberdir.” Gerçek, devrimcidir kardeşim. Bir şeyin gerçekliği onu kimin söylediğinden bağımsız bir şeydir. Antikomünist burjuvalar da söylüyorsa, bu gerçekse, gerçektir. Bu kadar basit. Binbir şekle girip, abuk subuk argümantasyon geliştirmenin gereği yok.

    Lenin-Troçki-Stalin arasında bir devamlılık ilişkisi olması da put tapınıcılarını delirtiyor. Stalin’in bir gün kafasına saksı düşmesiyle açıklıyorlar her halde aralarında bir devamlılık ilişkisi olmadığı iddiasını. Bu putperest anlayış, burada da metafiziğin esiri. Put düzeni, ilkelerin yerine şahıslar koyarak ve dokunulmazlıkla da değişmezlik sağlayarak işliyor. Stalin öncesiz ve sonrasız bir öcü, şeytan. (Bu tabi Marksizm dininin, Troçkizm mezhebi için böyle. Stalinizm mezhebinde ise aynı teoloji kısmen farklılıklarla var; fakat şeytanı başka. Bir dinin nasıl ki, ilahları varsa, bir de şeytanı olacak tabi.) Tarihi, bir noktada dondurup, her şeye bir takla attırdıklarında, Stalin’i serbest radikal haline getirip, dinlerini kurtaracaklarını sanıyorlar. Aynı yaklaşım Kronstadt bahriyeleri için de gösteriliyor. Devrimin en dinamik ve bağlı unsurları birden karşıdevrimci oluveriyor. Bak sen! Kronstadtların taleplerinin ne olduğu gayet net ortadadır. Açıp okuyun.

    Maurice Godelier’in dediği gibi “kapitalizmin ayaklarıyla ancak kapitalistsiz kapitalizme gidilir”. Bunu şunun için söylüyorum; başka bir yaşamı düşleyen ve bunun mümkün olduğunu ispatlamaya ve bunun için de devrim mücadelesi vermeye başlayan insanların, diğerlerini fiziken yok etmekten söz etmesi mümkün değildir. Yukarıdaki yazıyı kaleme alan özetle diyor ki, “İşçi sınıfı sevgi dolu olmayacaktır, gerekirse kurşuna da dizeriz. Burjuvalar da kurşuna dizdi. Biz de dizeceğiz. SB iç savaşında da Bolşevikler yok etti; çünkü Beyazlar gelse onlar da yok ederdi.” Bir “yok etme” takıntısı yazının her yerine hâkim. Oturmuş bunu tasarlıyor, şimdiden planlıyor. Bunun devrim anında ortaya çıkan ve bir öz savunmanın gereği olan savaşmakla ne ilgisi var. Gerekçesi de “Beyazlar da olsa yapardı”. İşte tam da Beyazların, burjuvaların yolundan yüründüğü, onların bugün emekçilere karşı uyguladığı yöntemlerin aynısının onlara uygulayacağı için, bu bir yozlaşma. Trajik ve üzücü olan da bu.

    Reddettiği anarşizmin ve anarşistlerin, anarşist sayılması için nasıl olmaları gerektiklerini ima etme (hani “kendisine anarşist süsü veren bir zat-ı muhterem” diyor ya) tutarsızlığına hiç değinmeyeceğim bile. Ama “anarşizmin kazara iktidara gelmesi”nden falan söz edilmiş yazıda. İşte bu tam bir iktidar takıntısının dışa vurumu. Yahu anarşistlerin bir iktidar talebi yok. Amacımız iktidarı, bir kategori olarak yıkıp, ortadan kaldırmak. Anarşizm bu yüzden devrimci, Can Öykü’nün, iktidar takıntısıyla savunduğun şey ise bir tür darbe. Ama Öykü için anarşizm, bir “ütopyanın ötesi geçemez”; nedeni de “kelle koparmaya karşı” olması. Bu yazıyı yazanın Leninizm, Troçkizm diye savunduğu görüşleri, aslında reddettiği Lenin-Troçki-Stalin devamlılığının ispatı gibi; değil mi? Ha yazarın aymazlığını “yüce”lere tahvil ediyorsak, hata bizim.
    Zileli’nin, bu arkadaşların putlaştırdığı devrimcileri, bir fani oldukları yanılgısıyla, büyük bir günah işleyerek eleştirmesi üzerine, yazıda tarih-birey ilişkisine de değinilmiş. Ancak tarih ne sadece bireylerin rolü ile ne de sadece yapı ile açıklanabilir. Ne saplantılı bir yapısalcılık ne de saplantılı bir öznelcilik tarihi açıklamaya yeter. Tarih ve bireylerin rolü diyalektik bir ilişki içindedir. Tarihsel koşulları bireyleri bireyler de tarihi belirler.
    Bir telaş içinde yazılmış ve yaygın bir yaklaşımın bütün tutarsızlıklarını bünyesinde barındıran bu yazıda, öyle bir cümle var ki, çok güldüm doğrusu. O da şu: “Fakat onun (Troçki) en büyük düşmanı olan Stalin bile, onu hiçbir zaman, kendi bürokratik totaliter diktatörlüğünün ‘taşlarını döşemekle’ suçlamamıştır.” Stalin, kendisini “bürokratik totaliter diktatör” olarak tanımlıyormuş da o bile Troçki’yi bu konuda suçlamamış!

  7. Yazının linki yukarıya eklenmemiş.

    Şu Gün Zileli Meselesi…

    http://www.sosyalizm.eu/?p=1431

  8. Sistemler ve acı gerçekler

    Adına “kapitalist sistem” denilen, şu an dünyadaki mevcut sistem, binlerce yıllık bir evrimsel süreçten geçerek, bugünkü şeklini almıştır. Ve sürekli bir hareketlilik içerisindedir. Zamana, şartlara, beklentilere, ihtiyaçlara ve teknolojik ve bilimsel gelişmelere bağlı olarak, olumlu veya olumsuz, sürekli değişime uğruyor. Ne 200 yıl önceki kapitalist sistem ile 100 önceki kapitalist sistem aynıydı, ne de 100 yıl önceki kapitalist sistem ile bugünkü kapitalist sistem aynıdır. Günümüzde de, dünyanın her tarafında, farklı farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor.

    Bugünkü mevcut sistem, binlerce yıllık ticari, kültürel, siyasi, askeri, dini, felsefi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin “pozitif” ya da “negatif” bir ürünüdür.

    Zoraki sistemler yürümez, tutmaz, uzun vadeli olamazlar. Ne kapitalist sistemin zoraki biçimleri uzun vadeli olabilirler, ne de insanlara zorla dayatılan yepyeni sistemler.

    Sosyalizm 70 yıllık varlığını, ancak diktatörlüklerle sürdürebildi. Ve diktatörlüklerin bilinen sonu: önce hızlı bir çıkış yaparlar, bir süre sonra zayıflamaya başlarlar, gittikçe güç ve kontrol yitirirler ve gün gelir, yok olup giderler. Sosyalist devletlerde de olan buydu.

    Sovyet, Çin ve doğu-blok ülkelerinde yaşayan halklar, tüm özgürlükleri ellerinden alınıp, diktatörlüklerle yönetilirlerken, sosyalizmi kitaplardan öğrenen dünya sosyalistleri de, bunların en radikal olanları belki de Kürdlerdi, onlarca yıl, sosyalist devletlerin gönüllü propagandasını yaptılar.
    Biz Kuzeyli Kürdler, bir 40 yıl boyunca, ulusal sorunumuzu sosyalizm çerçevesi içinde çözmeye çalıştık. Bu, yaptığımız en büyük hatalardan biriydi.

    http://www.nasname.com/tr/7590.html

  9. Anonim arkadaş,
    * Sosyalizm konusunda bence bu kadar karamsar olmamak gerek. Çöken diktatörlükler, bürokratik reel sosyalizm anlayışının çarpıklıklarından beslenen sistemlerdi. Halkların kolektif akıl birikimi sayesinde asıl yenilenen ve pozitif yönde gelişen şey geleceğin devrim ve özgürlükçü sosyalizm tahayyülüdür; kapitalizm ise gün geçtikçe tekelcileşen, kronik halde krizler geçiren, bu krizlerden çıkmak için de insanlığı sürekli savaşlara ve yoksulluğa sürükleyen, doğayı katleden, ürettiği popüler kültür-sanat-eğitim-STK yapısıyla da insanların boş zamanlarını gizlice işgal ederek kanaat mühendisliği yapan baskıcı bir düzendir.
    * Kürt ulusal sorununun “devrim sonrasına” ertelenmeyecek bir sorun olduğu konusunda sizinle yakın görüşteyim. Ancak düzen içi bir çözümün ufku da sınırlıdır; mesela TRT-Şeş gibi “reformlar” gizli asimilasyona zemin hazırlayacak bir doğaya sahiptir. Kuzeyli Kürtlerin sosyalizm mücadelesi vermeleri bir hata değildir. Kürt egemenleri (ağalar, burjuvalar falan) daha Yavuz Sultan Selim döneminden beri Türk devletinin işbirlikçisidirler. 1915 Ermeni soykırımında da işbirlikçisi olmuşlardır. Bugün bile K. Kürdistan burjuvazisi TÜSİAD, MÜSİAD ve Barzani sermayesi arasında köprü işlevi görür. Kürtlerin özgürleşmesine asıl katkı koyanlar Kürdistanlı sosyalistlerdir (Barzani’nin federe devlet kurabilmesi ise tamamen konjonktürel bir olgudur. Kendi halkını yoksullaştırması da cabası.). Bugün Türkiye’deki Kürt sorununu, Meksika Chiapas’taki Kızılderili sorununa benzetirim; ulusal kurtuluş mücadelesiyle antikapitalist mücadele her iki coğrafyada da iç içe geçmiştir. Mahir Çayan’ın Türkiye ile ilgili bir tespitini Kürtlere de uyarlayacak olursak, emperyalizm Kürdistan’da bir “dış tehdit” olmaktan ziyade “içselleşmiş bir olgudur”.

  10. Casus Belli: Sosyalizm islevini tamamladi

    Sosyalizm kapitalizmin bir evresidir. Geri kalmis ülkelerin sanayileserek kapital birikimi olusturma evresi (Sovyetler, Cin vb), erken sanayi ülkelerinde isçilerin tepkilerini kanalize etme evresi (Bati sosyal demokrasisi), nihayet ulus-devlet kurmak isteyenlerin din yerine ikame ettikleri milliyetçilige ek bir sos .
    Sanayilesme tamamlandi. Bati ülkelerinde isçi sinifina ihtiyaç kalmadi. Ulus devlet asildi. Bu çagda hâlâ sosyalizmden bahsetmek gericiliktir.

  11. Kapital, Kuran ve Başka Metinlere Dair19-08-2011

    Çevremizde kitapların/ideolojilerin/teorisyenlerin v.s. tek “doğru” yorumu olduğunu –ve elbette o doğru yorumun kendi yorumu olduğunu- söyleyen pek çok kişi var. Monist (tekçi) düşünce biçimi, kültürümüzün ayrılmaz bir parçası ne de olsa. Monizm bahsini ciddiye almak lazım. Sağ, sol, liberal, sosyalist, muhafazakar farketmiyor. Bütün bu ideolojiler, monist bir perspektiften (“Marx’ın tek doğru yorumu”, “liberalizmin tek doğru biçimi” v.s.) savunulabilir. Ve ne yazık ki, memlekette olan tam da bu… Monistten geçilmiyor. Bu yazı, onlar için yazıldı.
    Yazının merkezi sorusu şu olacak: Bir metni kapatabilir misiniz? Metnin bütün anlamlarını ortaya çıkararak, muhtemel okumaların -dışarıda bir tane bırakmamacasına- hepsini tüketerek, o metnin herkes için geçerli olacak tek bir okumasını yaparak bir metni kapatabilir misiniz? Örneğin bir Edip Cansever şiirini, her okur için geçerli olacak kertede tek bir anlama indirgeyerek kapatabilir misiniz? Tamam; şiir örneği belki çok da insaflı bir örnek değil. Çoğul okumaya açık olmayan bir metni zaten şiirden saymayız. (En azından ben saymıyorum; ama bu başka bir bahis!)
    Öyleyse, Türk Dil Kurumu sözlüğünü açıp örneğin “insan” maddesine bakalım: “Toplum hâlinde bir kültür çevresinde yaşayan, düşünme ve konuşma yeteneği olan, evreni bütün olarak kavrayabilen, bulguları sonucunda değiştirebilen ve biçimlendirebilen canlı”. Bu sözlük maddesini kapatabilir misiniz peki? Herkesin aynı şeyi anlayacağı, üzerinde anlaşabileceği bir tanım mıdır bu? Hiç “satır arası” yok mudur bu cümlenin? Sıradan bir tanım cümlesi değil mi? Ne karmaşıklığı olabilir ki? Öyleyse, bir de kendinizi ev ödevi nedeniyle bu tanımı okumak zorunda kalan dilsiz bir öğrencinin annesi yerine koyun ve tekrar düşünün!
    Metinler kapatılamaz. Hiçbir metnin anlam katmanları, soğan kabuğu gibi soyula soyula bire indirgenemez. Her metnin anlamı çoğuldur. Üstelik, yazarından bağımsız olarak böyledir bu… Okur, o metne kendi hayat tecrübesini katar. Başka metinlerden getirdiklerini, öğrendiklerini (ve yanlış öğrendiklerini) katar. Aynı metin, 1900’lü yılların koşullarında farklı okunur; 2000’li yılların koşullarında farklı okunur. Bunun metinle de ilgisi yoktur; bizatihi farklı dönemlerin farklı koşulları farklı okumaları gündeme getirmiştir.
    Hele bir de söz konusu olan Kapital ya da Kuran gibi derinlikli metinler ise, durum çok daha karmaşıklaşır. Bu metinlerin anlamları teke indirgenemez; çoğul okumaya açıktırlar. Aslında Marx’ın veya Marksizmin tek doğru yorumunun olmadığını en iyi Marksistler bilir (daha doğrusu bilmeleri beklenir). Sadece reel politikada birbirlerinin düşmanları olan Arnavutluk, Çin, Sovyetler Birliği gibi ülkelerden kaynaklanan farklı Marksizmlerden söz etmiyorum. Çok daha entelektüel düzeydeki farklılıklardan bahsediyorum: Örneğin E. P. Thompson’ın özneye ağırlık veren Marksizmi ile, Althusser’in yapıya ağırlık veren Marksizmi. Devasa bir farklılıktır söz konusu olan… Dahası şu: Her iki teorisyenin de kendi konumunu Marx üzerinden meşrulaştırması mümkündür. Zira, Marx’ın hayat boyu yazıp çizdikleri her iki Marksizme de cevaz veriyordu.
    Çok doğal olarak böyle: Marx gibi gelişkin bir entelektüelin hayat boyu aynı şeyi söylediğini, habire aynı sorun etrafında dolaştığını düşünmek çok anlamsız olurdu. Yazdıklarında çelişkiler, fikir değişiklikleri, farklı sorun alanları için farklı vurguların varlığı son derece doğaldı. Thompson ve Althusser örneğindeki mesele -bir yönüyle- bu büyük “yapıtın” içinden hangi unsurların öne çıkarılacağı meselesiydi.
    Bırakalım Marx’ın bütün kitaplarına bakmayı, tek bir cümlesi içinden bile iki farklı Marksizm türetmek mümkün olabilir. O ünlü cümleye bakalım: “İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar; fakat kendi seçtikleri koşullar altında değil”. Cümlenin birinci yarısı Thompson’ın favorisiydi; ikinci yarısı da Althusser’in!
    Dahası da söylenebilir: Lenin’in yapıtlarında öyle yerler vardır ki, oralardan pekala bir Stalin veya bir Kim İl Sung çıkabilir. Çıkmıştır da! Bu fikirler asla ve asla Lenin’den çıkartılamaz diyebilir miyiz? Anti komünist tarihçilerin Ekim Devrimi bahsinde en sevdikleri çalışma alanı Çeka idi. Lenin’in belirli bir dönemde belirli bir sorunu çözmek için tasarladığı gizli polis örgütü. Hukuk tanımaz, Politbüro dışında hiçbir kuruma, mahkemeye v.s. hesap vermeyen, iç savaş koşullarında gerekirse grev yapan işçilerin grevlerini dağıtan, kentlerdeki açlık koşullarında buğday stoku yapan çiftçileri mahkeme kararı falan olmaksızın kurşuna dizen gizli polis örgütü… Demokratik düzen abidesi gibi görünmüyor değil mi? Ekim Devrimi ve Lenin elbette Çeka’dan ibaret değildi. Sosyalist bir düzeni, Çeka düzeni olarak algılayan bir zihniyetle elbette mücadele edeceğiz. Elbette o zihniyetin sosyalizmi ve Ekim Devrimi’ni yanlış anladığını söyleyeceğiz. Ama gerçek değişmiyor: Ekim Devriminin içinde Çeka var! Kim İl Sung da buna dayanıyordu zaten.
    Bu yazıda Kapital ve Kuran olarak simgeleştirdiğim iki büyük kitaptan göreli olarak daha fazla bildiğim “Kapital Geleneğine” vurgu yaptım. Ama pekala aynı şeylerin “Kuran Geleneği” için de geçerli olduğunu söyleyebilirim. Kuran gibi karmaşık bir metnin de anlamı teke indirgenemez. Buradan bir sosyalizm yorumu çıkartmaya çalışanları saygıyla izliyorum. Mümkündür elbette. Niye olmasın? “Kul hakkı”na vurgu yapan bir kitaptan, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamber’den elbette sol bir düzen çıkabilir. İhsan Eliaçık’ın MÜSİAD başkanı Erol Yarar ile olan tartışmasını hatırlıyorum. Erol Yarar, yüzü kıpkırmızı basbas bağırıyordu: “Komünizm propagandası yapıyor bu adam”: Haklıydı!
    Söylemeye gerek var mı? “Kapital Geleneği” Kuzey Kore ürettiyse, “Kuran Geleneği” de Taliban üretti. İki geleneğin de bağnazları elbette buna itiraz edeceklerdir. Onlara göre Kuzey Kore’nin Marksizmle; Taliban’ın da İslam’la bir ilgisi yoktur. Hiç öyle düşünmüyorum. Önemli olan, bu metinlerin nelere kadir olduklarını (hem iyi hem de kötü anlamıyla) idrak edip, bu idrakin içinden yorumlar geliştirmeye çalışmaktır. Tek bir doğru yorum olduğunu söyleme cüretini göstermeden, diğer yorumların gayrı-meşru olduklarını iddia etmeden, bu metinlerin tartışılmaz bir “özleri” olduğunu varsaymadan…
    Metinler, biz onlara anlam yüklemedikçe sessizdirler. Onları konuşturan bizleriz. Nasıl konuşturacağımız ise bir mücadele alanıdır. O mücadeleyi de tarihimizden getirdiklerimizle bizler kuruyoruz. O metinleri, kendi tarihimizin içinden okuyoruz. İçinde bulunduğumuz maddi koşulların etkileriyle okuyoruz: Köylüysek başka okuyoruz, Aleviysek başka okuyoruz, hapisteysek başka okuyoruz, gençsek başka okuyoruz, Kürtsek başka okuyoruz, burjuvaysak başka okuyoruz. Ama okudukça kendimizi ve dolayısıyla kendi maddi koşullarımızı da dönüştürüyoruz.
    Sözün özü: Elbette tarihi “kendi seçtiğimiz koşullar altında yapmıyoruz”. Elbette o koşulları geçmişten tevarüs ediyoruz. Ama yine de “kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz” işte.

    Doç. Ferdan Ergut
    EDP Genel Başkanı

    http://www.edp.org.tr/makaleler/detay.php?id=117