Mehmet Emin Yıldırım / Taşrada ‘Milli Edebiyat’la Uğraşmak

De Gids. Jaargang 169

(2006)– [tijdschrift] Gids, De Auteursrechtelijk beschermd

VORIGE VOLGENDE

Geçenlerde kaybettiğimiz Mehmet Emin Yıldırım’ın Hollanda Dijital Kütüphanesinde 2006 tarihinde Hollandaca yayınlanan yazısının Türkçesini burada yeniden yayınlıyoruz. Bu vesileyle Mehmet Emin Yıldırım’ı sevgiyle anıyoruz.
Juul HondiusOver dit hoofdstuk/artikelAUTEURSJuul HondiusMehmet Emin YildirimLANDENover Turkije
Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım Doğu Anadolu’nun büyük yerleşim merkezlerinden biri olan Malatya’da geçti. Fırat nehri kıyılarında dağlık bir arazide kurulu şehrin tarihinin paleolotik döneme kadar uzandığı söyleniyor. Bu eski Hitit şehri önce Roma ve Bizans İmparatorluğu topraklarına katılmış, Osmanlı hakimiyetine geçmesi ise 16. yüzyıl başlarında. Tarihin izlerini bugünkü Malatya’da görmek mümkün değil çünkü 1838 yılında Osmanlı Ordusu Malatya’da kışlamış ve şehir halkı beş-altı kilometre ilerde yazlıklarının, bağ ve bahçelerinin bulunduğu bölgeye taşınarak yeni şehir merkezini oluşturmuş.

Sanıyorum 1960’larda şehir merkezinde 60-70 bin insan yaşamaktaydı. Şehre yaz aylarında Kommagene uygarlığının merkezi Nemrut Dağını ziyaret etmek isteyen birkaç yabancı turistin yolu düşerdi. Bazen de çevredeki NATO üssünde görevli Amerikalı askerleri görürdük. Çocuklar mutlaka turistlerin peşine takılır, ‘What’s your name….’, ‘My name is…’ le sınırlı bir İngilizce sohbeti koyulaştırmaya çalışırlardı. Erkek turistlerin en ilginç yanı çocuklar gibi kısa pantolonlu olmalarıydı. Yazların çok sıcak geçtiği şehrimizde hala büyüklerin kısa pantolonla dolaşması tuhaf ve yakışıksız bir şeydir.

Şehir merkezindeki en görkemli bina o yıllarda valilik binasıydı. Valiliğin önünde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosunun ikinci önemli adamı İsmet İnönü’ nün büyük bir heykeli bulunur. Malatyalıların övünç kaynaklarından biri iki Cumhurbaşkanı’nın, İsmet İnönü ve 1980 sonrası Turgut Özal’ın kendi şehirlerinden çıkmış olmasıdır. Heykelin bulunduğu meydanın önündeki uzun ana caddenin bir başında İstasyon bulunur. Aynı cadde üzerinde 1930’larda yapılmış Sümerbank Mensucat Fabrikası ile sigara ve alkol üreten Tekel Tütün Fabrikası vardır. Bu iki fabrikaya 1950’lerde eklenen Şeker Fabrikası uzun yıllar şehrin üç büyük ölçekli sanayi tesisi olarak kaldı, üçü de devlet mülkiyetindeydi. Fırat nehrinin kollarının suladığı Malatya ovası oldukça verimlidir ve çalışan nüfusun büyük bir bölümü hâlâ geçimini tarımla sağlamaktadır. Aynı
[p. 74]
caddenin diğer ucunda ise bu sefer Atatürk’ün bir heykeli ve heykelin karşısında subayların ve ailelerinin yararlanabildiği bir sosyal tesis olan Orduevi yer alır. Genellikle Orduevi’nin çevresindeki subay lojmanlarında yaşayan subay ailelerinin ve hâkim, defterdar, vali gibi yüksek bürokratların yerli halkla ilişkisi sınırlıdır.

1927 yılında Malatya’ya ulaşan demiryolu ve sözünü ettiğim üç devlet fabrikası erken Cumhuriyet döneminin şehirdeki simgeleridir adeta. İlkokul’da ezberlediğimiz sayısız marşlardan birinde, Onuncu Yıl Marşı’nın ilk dörtlüğünde, ‘Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan / Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan’ deniyordu. ‘Demir ağ’ Malatya’yı Ankara ve İstanbul’a bağlamış, daha sonra Doğu Anadolu’nun içlerine ve Güney’e uzanmıştı. İlkokula başlayan çocuk önce ‘ant içme’yi öğrenir. Okul her gün yüzlerce çocuğun bir ağızdan ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım, yaşam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ diye haykırmasıyla başlar. Bir eğitim dergisinde 1930’lu yıllarda Milli Eğitim Bakanı olan Reşit Galip tarafından yazılan ‘ant’a, 1972 yılında iki paragraf daha eklendiğini okudum: ‘Ey bugünümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.’ 1933 yılında Bakanlığın okullara yolladığı bir genelgede ayrıca çocuklara bu ‘ant’ın ne şekilde okutulacağı etraflı bir şekilde tasvir ediliyor, ‘çocukların bu andı anlamadan değil, ifade etmek istediği düşünce ve duyguların anlamlarını iyice kavrayarak, onları bütün benlikleriyle duyarak ve candan benimseyerek söylemelerine dikkat olunacaktır. Öğrencinin saygısız bir durum almamasına, dürüst ve ciddî durmasına öğretmen dikkat edecektir’ deniliyor.

İlk ve orta okullarda okutulan Türkçe tarih ve coğrafya kitaplarının milliyetçi söylemi bugün de değişmeksizin kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Okul kitaplarına göre Malatya’daki Mensucat Fabrikası’nın sahibi Sümerbank’a adını veren Sümerler, Anadolu’daki ilk büyük uygarlığı kuran Hititler Türktür. Cumhuriyetin ilk on yılında sistematize edilen milliyetçi tarih anlayışı halka benimsetilmeye çalışılırken tuhaf sloganlarla süslenmiş, sloganlar ise sanki tekrar edile edile bir ‘hakikat’ haline gelmiştir. Yeğenlerim de 1980’lerde benzer kitapları okuyup yine aynı kahramanlık marşlarını öğrendiler okulda. Kuşkusuz dışardan bir gözlemciye oldukça anlaşılmaz bir olgu gibi görünebilecek milliyetçiliğin bu popüler düzeydeki yansımalarını yakın Türkiye tarihi çerçevesinde ‘anlamak’ mümkün.
19. yüzyıldan sonra hızla toprak kaybederek küçülen ve nihayet Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılan Osmanlı İmparatorluğu çok milliyetli bir devletti. Kökleri Anadolu’da bir ‘Türk milleti’nin kurgulanması 20. yüzyılda gerçekleşti. Aslında çok karmaşık bir etnik haritaya sahip olan bugünkü Türkiye, Cumhuriyet elitinin yukardan aşağı yürüttüğü bir toplum mühendisliğinin, modernleştirme ve uluslaştırma çabasının ürünüdür. Ankara adlı yapıtı 1938 yılında Hollandacaya da çevrilen ünlü romancı ve aynı zamanda Cumhuriyet elitinin radikal mensuplarından biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yapıtlarında bu uluslaştırma süreci canlı bir şekilde tasvir edilir. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Batıcı ve bireysel bir edebiyatın savunucusu genç yazar, Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen Bağımsızlık Savaşı yıllarında toplumsal temaları işleyen ‘milli edebiyat’ın seçkin temsilcilerinden biri oldu. Yakup Kadri’nin en ünlü yapıtı Yaban, 1920’lerde Bağımsızlık Savaşı yıllarında sakatlandığı için savaşa katılamayan bir subayın eski askerinin köyünde geçirdiği günlerde tuttuğu bir günlük biçiminde yazılmıştır.

İstanbullu bir aydın olan Ahmet Cemal bir yandan köylülerin çektiği sefaleti, öte yandan kendisi ile köylüler arasında giderek derinleşen çelişmeyi tasvir eder. Ahmet Cemal’e göre köylüler ile kendisi arasındaki fark Londralı bir İngiliz ile Pencaplı bir Hintli arasındaki farktan daha da büyüktür. Romanda köylüler hayvansı mecazlarla anlatılır. Batıl inançların, dini dogmaların kurbanı köylülerin çağdaş bir ulus oluşturup oluşturamayacağı konusunda kuşkuludur Ahmet Cemal. Ona göre bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde insanlar da toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden farksızdır. İşgal güçleri köye yaklaştıkça Bağımsızlık Savaşını umursamayan köylüler ile kahraman arasındaki çatışma daha da şiddetlenir, Ahmet Cemal köylüleri Türk ulusunun unsurları olduklarına bir türlü ikna edemez. Yaban 1930’larda aydınları, köyleri ve köylülüğü radikal adımlarla dönüştürmeye çağırmak amacıyla yazılmıştır. Romanda anlatılan statik dünyayı dışardan enerjik bir çabayla yıkmaktan başka bir çözüm olmadığı sezdirilir okuyucuya. Dr. J.H. Kramers ve Annemarie v. D. Bergh’in çevirdiği Ankara (Wereldbibliotheek, 1938) ise Cumhuriyet elitinin 1920 ile 1933 yılları arasındaki dönüşümünü, Cumhuriyet’in kazanımlarını ve Bağımsızlık Savaşının idealist kahramanlarının savaş sonrası kendi ekonomik çıkarlarının pesinde yozlaşmasını konu edinir.

Yakup Kadri 1932-1934 yılları arasında, romanlarının yanı sıra, sosyoekonomik dönüşüm ve sanayileşmenin, kısa vadeli çıkarlarının tutsağı olan cılız özel sektöre bırakılamayacağı, kapitalizm ile sosyalizm arasında bir üçüncü yol
izlenerek sınıf çatışmalarının önlendiği istikrarlı bir sanayi toplumu kurulabileceği yönündeki düşüncelerin dile getirildiği Kadro dergisini yayımlamaktadır. 1920 ile 1929 yılları arası yöneticiler tarımsal üretimi savaş öncesi dönemin düzeyine çıkarmaya, salgın hastalıkları bertaraf etmeye, demiryolu yapımına hız vererek bir iç pazar oluşturmaya ağırlık vermişlerdi. Birinci Dünya Savaşından önce İstanbul’a buğdayı New York’tan ithal etmek, İç Anadolu’dan getirmekten daha ucuzdu. Buğdayı, başta kayısı olmak üzere meyveleriyle ünlü Malatya’nın pazar bağlantılarında demiryolunun önemli bir katkısı olduğunu sanıyorum. Evet, Malatya bir kayısı şehriydi. Dünya kuru kayısı ihtiyacının önemli bir kısmı bugün Malatya ve civarından sağlanıyor. 1930’lu yıllarda izlenen ekonomik politikalara damgasını vuran ise devletçiliktir. 1929 Dünya Ekonomik bunalımının tarım ürünleri fiyatlarını aşırı düşürmesi üzerine Türkiye içe kapandı ve doğrudan devlet yatırımlarıyla gerçekleştirilen bir sanayileşme çabasına girildi. Üç bölümden oluşan Ankara‘nın son bölümü devletçi sanayileşme ve Batıcı bir ‘milli kültür’ yaratma idealleri temelinde kurulmuş bir ütopya ile son bulur. Kitabın kadın kahramanı Selma hanım, kızların eğitimiyle ilgili bir kurumda çalışmaktadır. Bağımsızlık Savaşı döneminde banka memurluğu yapan korkak ve güvensiz kocasının yerini, romanın ikinci bölümünde savaş kahramanı bir eski subay, ütopya bölümünde ise eski politik ilişkilerini kullanarak yabancı şirketlere aracılık eden ve batılılaşmayı sadece batılılar gibi giyinip batılılar gibi dans etmeye indirgemiş olan emekli askerin yerini idealist bir yazar ve devrim propagandacısı almıştır. Selma ve üçüncü eşi, çoksesli Batı müziği kurallarına göre yeniden düzenlenmiş halk ezgileri eşliğinde dans ederler, kocası yazar Neşet Sabit ‘İçtimaî Mükellefiyet’ derneğinin temsilcisi olarak memleketi bir uçtan diğer uca dolaşmakta ve rejimin propagandasını yapmaktadır. Selma 1933 yılında Atatürk’ün Cumhuriyetin onuncu kuruluş yıldönümü sırasında yaptığı konuşmayı hatırlar. Ankara‘da Mustafa Kemal Atatürk bir Tanrı gibi tasvir edilir:‘Bu alın çok geniş olmamakla beraber, eski Yunan heykeltıraşlarına bir genç Tanrı kafası örneği olacak derecede düzgün, âhenkli ve yontulmuş idi…Bundan dört yıl evvel yüzünü gördüğü Tanrı, aydınlığa ol! demişti; aydınlık oluyordu. Suya ol! demişti, su oluyordu ve ‘Suların arasında Levh olsun’ demişti. Levh meydana gelmişti ve ‘tohum verir nebatı ve yeryüzünde tohumu kendisinden olarak cinsine göre yemiş veren ağaçlar husule gelsin’ demiş ve ‘tohumun cinsinden türlü ağaçlar bitmişti.’ ‘Yaban‘ın pis, biçimsiz vücutlu, köstebek gibi yaşayan köylüleri ise
topraklarını kooperatiflerde örgütlenerek işleyen neşeli ve çocuksu bir kalabalığa dönüşmüştür:‘Bunların, her pazar gününün akşamında, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu şen kalabalıklar halinde şarkı söyleyerek köylerine dönüşlerini şeyretmek başlıbaşına bir zevk ve saadetti. Artık bunlar arasında eskisi gibi kirli paçavralara sarılmış, dilenci kıyafetinde, hasta sakat, sıtmalı ve kavruk köylülere hiç rasgelinmiyordu. Bir defa İçtimaî Mükellefiyet teşkilâtının genç hekimleri tarafından bunların yedikleri yemekler, yattıkları yerler üstünde daimî bir murakebe tesis edildiği gibi, ayrıca haftada bir kere de muayeneye tâbi tutuluyorlardı.’Yakup Kadri’nin ütopyası gerçekleşmedi. Tek parti sistemiyle yönetilen Türkiye’de savunduğu radikal devletçilik nedeniyle yöneticilerle anlaşmazlığa düştü ve büyükelçi olarak Tiran’a, sonra da Prag ve Lahey’e gönderildi. Malatya’da kurulmuş olan devlet mülkiyetindeki üç büyük fabrika kırsal bölgelerde beklenen büyük değişikliği yaratmamıştı. Türkiye 1946 yılında çok partili sisteme geçti ve daha ılımlı bir laikliği savunan Demokrat Parti 1950 ile 1960 arasında ülkeyi yönetti. Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne kıyasla özel sektöre ağırlık veren bir kalkınma modelini savunuyordu. Türkiye savaş sonrasında Batı bloğunda yer almaya karar vermiş, ABD’nin Avrupa’nın yeniden inşası için verdiği Marshall yardımından yararlanmaya başlamıştı. Batıdan gelen fonlar karayolları yapımına ve tarımda makineleşmeye harcandı. 1946 yılında Türkiye’de 1500 kadar traktör vardı. 1955 yılında ise traktör sayısı 40.000’e çıktı. Tarım hızla ticarileşti, köylerde işgücü talebi azaldı. Köylüler önce büyük şehirlere oradan da Avrupa ülkelerine göç etmeye başladılar.

Malatyalılar Demokrat Parti’yi pek desteklemediler. Eski Devlet Başkanı İnönü Malatya milletvekiliydi ve şehir İnönü’ye bağlı kaldı. Demokrat Partisi iktidarı, 1960 yılında genç subayların gerçekleştirdiği bir hükümet darbesiyle yıkıldı. Başbakan ve iki bakanın idamıyla sonuçlanan darbenin ardından yeni bir anayasa yapıldı. Bu anayasa temel politikaları birbirine benzeyen iki partinin yarıştığı siyasal yapının kırılmasına, siyasal arenaya çıkması yasak olan sosyalistlerin de örgütlenebilmesine olanak sağladı. Eğitim sisteminin benimsetmeye çalıştığı, çıkarları birbiriyle uyumlu Türk ulusu imgesi hayata pek uymuyordu. Malatya çevresinde birçok Kürt köyü vardı. Çoğu pek az Türkçe bilen Kürt köylüleri yaz aylarında şehirdeki ağır işlerde çalışırlardı. Şehir halkının önemli bir bölümü Islam’ın daha liberal bir yorumu olan Alevi mezhebine mensuptu. Aleviler ve sünniler iç içe değil yan yana yaşardı. Örneğin mezhepler arası evlilikler hemen hemen hiç görülmezdi. Şehrin ke-
nar mahallelerinde ise Ermeniler yaşardı. 1896 ve 1915 yıllarında iki kez katliama uğrayan Ermeni nüfus iyice azalmıştı. Sonraki yıllarda Ermeniler başka şehirlere ve yurtdışına taşınmaya devam ettiler. Kenar mahalledeki harabe kilise kullanılmaz durumdaydı, çocuklar bu karanlık kilisede birbirlerini korkutacak oyunlar oynarlardı.

Dedem 1915 yılında askermiş. Annem ve anneannem Ermenilerin başına gelenleri ondan etraflı bir şekilde öğrenmişlerdi. Sonraki yıllarda devletin bu konudaki inkârcı tutumuna bir anlam veremezlerdi. 1964 yılında beş yıllık ilkokulu bitirdim. O sıralar ilkokulu üç yıllık ortaokul ve sonra üç yıllık lise eğitimi izliyordu. Edebiyat meraklısı dayım öğretmen olmuş Ankara’ya taşınmıştı. Bir yandan öğretmenlik yapıyor, bir yandan üniversite eğitimini sürdürüyordu. Sonra anneannem de Ankara’ya dayımın yanına gitti. Biz anneannemin evine taşındık.

Şehirde birkaç sinema vardı, bu sinemalarda melodramatik Türk filmleri ve Amerikan macera filmleri gösterilirdi. Bir de gençlerin ve çocukların müdavimi olduğu küçük bir kütüphane ve amatör tiyatro oyuncularının faaliyet gösterdiği ‘Halk Eğitim Merkezi’ vardı. Kütüphane ve bu merkez Yakup Kadri’nin ‘İçtimaî Mükellefiyet’ diye adlandırdığı erken Cumhuriyet dönemi örgütlenmelerinin kalıntılarıydı. Kütüphaneye pek yeni kitap gelmiyordu. ‘Milli edebiyat’ akımı mensuplarının romanlarını okumaya devam ediyorduk. Dayım kitaplarının bir kısmını Malatya’da bırakmıştı. Anneannemin evinde küçük bir dolapta bugün hâlâ yayımlanan Varlık dergisinin eski sayılarını buldum. Dayım beş-altı yıl boyunca iki haftada bir yayımlanan dergileri intizamlı bir biçimde sıraya koyup dolaba yerleştirmişti. Dergide kitapları okullarda okutulmayan ve kütüphanede bulunmayan çağdaş Türk edebiyatçılarının yazıları, yine modern Batılı yazarlardan çeviriler yer alıyordu. Daha çok evde oturmaktan hoşlanırdım. Varlık dergileri beni hızla şehrin durağan havasından uzaklaştırmaya başladı. Gerçi bazı yazıları anlayamıyordum, ama giderek zevkle okudugum birçok edebi metin ve şiir buluyordum. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanı ‘bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti’ cümlesiyle başlar. Babası bakkallara toptan gıda maddeleri satan bir arkadaşım vardı, çoğu günler dükkânda olurdu bazen ziyaretine giderdim. Dükkânda eski gazete balyaları dururdu, paketleme kâğıdı olarak kullanılırdı bunlar. Bir seferinde bu paket kâğıtları arasında Yön adlı bir dergi ve bu dergide büyük Türk şairi Nazım Hikmet’in bazı şiirlerini gördüm. Nazım Hikmet’in adını duymamıstım. O zamana kadar hiç görmemiş olduğum bir stille yazıyordu bu şair, müthiş etkilenmiştim. Çevremdeki büyüklerden tehlikeli bir vatan haini olduğunu ve uzun yıllar hapis
yattığını öğrendim. Fakat benim okuduğum şiirler hiç de bir vatan haininin yazabileceği şiirlere benzemiyordu. Edebiyat meraklısı bir arkadaşıma gösterdim bulduklarımı. O tanıyordu. Babasının çok sevdiğini ve hatta evlerinde yeni yayımlanmış bir kitabı olduğunu söyledi, evlerine çağırdı. Arkadaşımın evinde büyük bir kitaplıkla karşılaştım. Babası Malatya’da sayısı birkaçı geçmeyen solcu aydınlardan biriydi. Bir süre sonra Türkiye’nin ilk kitlesel sosyalist partisinin, Türkiye İşçi Partisi’nin şehrimizdeki şubesini açacak, sendikacıları, ilerici öğretmenleri ve gençleri Parti’de toplayarak şehirde çok farklı bir politik ve kültürel hava yaratacaktı.

1938 yılında yılından sonra yasaklanmış olan Nazım Hikmet 1965 yılında tekrar yayımlanmaya başladı. Aynı yıllar sosyalist düşünceler aydınlar arasında hızla yayılmaya basladı. Nazım Hikmet sayesinde oldukça erken bir tarihte sosyalist düşüncelerle tanışmıştım. Sol hareket hayatımı dünyaya bakışımı derinden etkilemeye başlamıştı. Kemalist milliyetçiliğin anti-emperyalist, anti-kapitalist bir yorumuyla iç içe geçen bir sosyalist akım giderek 1968 gençliğini etkisi altına almış, Türkiye görülmemiş bir politik hareketliliğe kavuşmuştu. Herhalde Türkiye 1965-1975 yılları arasında en kapsamlı kültürel yenilenmelerinden birini yaşadı. Bu kültürel yenilenme sadece sol literatürün Türkçeye aktarılması ile sınırlı değildi, uzun yıllar içine kapanık boğucu bir kültürel ortamda yaşayan ülke dünyaya doğru açılıyor, sosyalistler bu kültürel modernleşmeye aracılık ediyordu.

Ortaokulu bitireceğim yıl, postadan adıma gönderilmiş bir okul ilanı ve sınav formu çıkmıştı. Adını duymadığım bir özel Amerikan okuluydu gönderen. Öğretmenlerimden bunun çok iyi bir okul olduğunu, taşra şehirlerinden de öğrenci almak istediğini ve bana müracaat formu gönderilmesini kendilerinin önerdiğini öğrendim. İlanın üzerinde Boğaz tepelerinde çok güzel binalar ve ağaçlarla kaplı bir kampus resmi vardı. Okula kabul edilmek için bir sınava girmem gerekiyordu. Gerçi özel ve pahalı bir okuldu ama sonra öğrencilerin mali durumuna bakılarak burs veriliyordu. Önce bir yıl İngilizce hazırlık okuyacaktım, eğitim dili İngilizceydi. Evi İstanbul’da olmayan öğrenciler okul yurtlarında kalıyordu. Hemen müracaat formunu doldurdum. Sadece kitaplarda okuduğum ve resimlerden tanıdığım İstanbul’un çekiciliği müthişti. Yazın Malatya’nın Batısına ilk yolculuğumu yaparak Ankara’da sınava girdim, sonbaharda İstanbul’daydım. Tesadüfen İstanbul’un en zengin ailelerinin çocuklarını gönderdiği, lüks bir ortamda bulmuştum kendimi. Ama aynı kampüste Robert Kolejin yüksek bölümü de bulunuyordu, bir yıl sonra üniversiteli solcu gençlerle tanışacaktım. Ayrıca benim gibi on beş-yirmi taşralı sınıf arkadaşım daha vardı.
Tatillerde tekrar Malatya’ya dönüyordum. Kış tatillerinde kara yolları karla kaplı olduğu, tren yolları ve trenler 1930’lardan bu yana pek az yenilendiği için meşakkatli oluyordu yolculuk. En az iki gün sürüyordu. Malatya’ya da güzel bir kitapçı dükkânı açılmıştı. İstanbul’da olduğu gibi işçiler grev yaparak haklarını arıyor, hükümeti protesto eden köylüler vilayet binasının önüne birikiyordu. İki yerel edebiyat dergisi çıkmaya başlamıştı.

Hâlâ kardeşlerimi, yeğenlerimi, teyzelerimi görmek için senede bir gidiyorum Malatya’ya. Şehir merkezinin nüfusu dört yüz bine ulaşmış durumda. Eskiden bahçe içinde alçak binalar ve ağaçlarla kaplı olan şehir şimdi bir beton yığınına dönüşmüş durumda. Şehrin çevresinde Avrupa piyasalarına ihracat yapan orta büyüklükte fabrikalar yükselmiş. Şehrin eski sakinlerinin çoğu İstanbul, İzmir gibi Batı şehirlerine taşınmış, tanıdığım insan pek az. Malatyalılar artık daha çok iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veriyor. Her taraf özel dershane dolu. Gençler bir-iki milyon aday arasından büyük bir şehirde iyi bir üniversiteye girip işsiz kalmamak için habire üniversite giriş sınavlarına hazırlık kurslarına gidiyor. Gezdiğim kitapçılar otuz yıl öncenin kitapçısı kadar zengin ve güzel değil.

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Toplumsal Mücadele ve Uzlaşma…

Artıgerçek Türkiye solunun en uzun erimli ve değişmeyen sloganlarından biri “Kurtuluşa kadar savaş”tır. Bir kararlılık …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir