Yusuf Cemal/Bülent Somay ve “Politik Doğrucu”luğun Geldiği Nokta

Bülent Somay’ın DSİP’liler arasında ayrı bir yeri vardır. Yalnızca entelektüel kapasitesi sebebiyle değil, aynı zamanda zaman zaman kritik önemde olan bağımsız düşünme yeteneğiyle. Tabi bu aynı zamanda, zaman zaman bağımsız düşünemediğini ve rüzgara kendini kaptırdığını da ima ediyor.
Somay’ın, Halil Berktay tartışmalarında Ümit Kıvanç’ın Taraf gazetesinden ayrılması vesilesiyle yazdığı yazıya attığı destek konunun kendisinden bağımsız bazı sakıncalar taşıyor. Çok benzer bir şekilde Ümit Kıvanç’ın yazısı da, tartışma konusundan bağımsız bazı sakıncalar taşıyordu.
Baştan başlamak gerekirse, Ümit Kıvanç’ın yazısında geçen şu cümlede ağır bir ideolojik demagoji yatıyor: Bugün Türkiye’de, Kemalist değil sosyalist olan, hareketlerine din ve dindar düşmanlığıyla yön vermeyen, sosyalizmi demokrasinin çok derinleşmiş ve yayılmış bir hali olarak anlayan, kendi katillerinin tarafında saf tutmuş sözde solcular tarafından uğradıkları her türlü hakarete rağmen adalet ve demokrasi mücadelesinden vazgeçmeyen solcular var.
Burada, sol liberallerin özellikle de DSİP çevresinin herkesi aynı çuvala sokma ideolojik-demagojik jestlerinin bir benzerini görüyoruz. “Kemalist olmayan” sosyalistlerin, din ve dindar düşmanı olmadıkları iddiası. Bu şekilde, bir sosyalist din eleştirisi yapmaya görsün. Anında çat diye Kemalistlikle damgalanıveriyor.
Daha altında ise Kemalistlerin din düşmanı oldukları yargısı var. Bilinen en Kemalist siyasetçiler olan 1980 darbecilerinin Türk-İslam sentezlerini nasıl sentezledikleri biliniyor zaten. Kemalizmin, dolayısıyla yıllardır bu ülkeyi yöneten ana çizginin İslam düşmanı olduğu tamamen bir ideoloji ürünü, sentetik bir yeniden yazım. Bu ülkede Madımak’tan, “Tesbih tutanla silah tutan” retoriğine, oruç tutmayanları dövenlerden, alevilerin katledilmesine, imamların devlet eliyle beslenmesinden imam hatiplere kadar yüzlerce gerçek var ki, bu ülkede İslam her zaman bir şekliyle baştacı edildi. Ne zaman, asıl yöneticileri rahatsız etti, o zaman siyasal islama karşı post modern darbeler piyasaya çıktı. Bu bir dinin bastırılması ve ezilen o dinin mensuplarının acı çekmesi fantazisi imal edilmiş, Türkiye halklarının “iş işten geçtikten sonra mazlumu tutmak” duygusal zayıf noktasını kullanmak için sentetik olarak yaratılmış bir hikaye. Tutmadı değil. AKP’nin hala mazlum edebiyatı yapmasının nedeni de bu zaten. Ama sol liberalizmin, bu kadar bariz gerçekler varken, hala bu düşünüşü iddia edebilmeleri de, Ergenekon gibi büyük ötekiler yaratabilme potansiyellerine ve tabi ki AKP’nin gücüne bağlı.
“Kemalist olmayan” sosyalistlerin, din ve dindar düşmanı olmadıkları iddiasına da gelirsek, öncelikle düşman diyerek neyi kastettiğimizi belirlemek lazım. Bir sosyalistin, burjuvaziye duyduğu düşmanlık gibi bir düşmanlıktan mı bahsediliyor burada? Muhtemelen evet. O halde şurası açık ki, hiçbir sosyalist hiçbir din mensubuna dininden dolayı bir düşmanlık besleyemez. Çünkü mevzu o değil! Ama yaşayan dinleri modern ideolojiler olarak gördüğümüz için, en azından herhangi bir rakip ideoloji kadar rakip gördüğümüz de açık olmalı. Dolayısıyla din eleştirisi yapmadan sosyalist olunamaz. Olunamaz dediğimiz, olunur tabi, kimseye sosyalist payesi vermeye yetkimiz yok. Ama bu işi yapmadan, ancak başka sınıfların ideolojisine taviz vermiş oluruz. Hangi sınıflar mı? Küçük burjuvazi, tüccarlar, esnaf, zanaatkar vs. gibi orta sınıfların ideolojisine. Belki bazı ortodoks olmayan okuyucular için bu tahlilimiz fazla ortodoks kalmış olabilir. Yapacak bir şey yok. AKP dış borcu kapamak için herşeyi satıp savdığı sürece, tüccar olarak damgalanmak zorunda.
Ve son olarak Ümit Kıvanç’ın “sosyalizmi demokrasinin çok derinleşmiş ve yayılmış bir hali olarak anlayan” sözünü ele alırsak, çok soyut anlamda bu doğru. Ama somut durumlara geldiğimizde, DSİP istediği kadar alkışlasın, işçi konseyleri sistemini savunanlar bir anlamda demokrasi karşıtıdır, çünkü eşit oy hakkını savunmaz. Ümit Kıvanç’ın sosyalizminin, işçi sınıfının çıkarları olarak sosyalizm olmadığını söyleyip geçelim.
Bülent Somay’a geri dönersek, esas konuyla direk ilgili olmayan bir şekilde şu sözleri incelemek gerekiyor: Son bir söz: Tabii ki 1 Mayıs 1977’de solun hemen hemen tüm kesimlerinin de sorumluluğu var. Ümit bunu otuz beş yıldır söylüyor. Benim tanıdığım birçok sosyalist de. Ama bu sorumluluğu eleştirme ayrıcalığı (kusura bakmayın, böyle bir ayrıcalık var), olayın bütününü, devletin rolünü, dönemin (12 Eylül’e adım adım ilerleyen) ruhunu, alçaklığın dayanılmaz hafifliğini ve komplo teorisyenlerinin pıtrak gibi artmasının komploların olmadığı anlamına gelmeyeceği gerçeğini eleştirisinin dışında tutmayanlara ait.
İşte burada, Bülent Somay’a o çok bildiği sözü hatırlatmak gerekiyor: Büyük Öteki yoktur! Eğer bir ortamda provakasyon yapılacak şartlar varsa, zaten orada provakasyon olur. Birileri bir şekilde o kibriti çakar, o düğmeye basar, o kıvılcımı çıkartır. O olayda olmazsa, bir sonraki olayda. Problem provakasyonların olması değildir. O provakasyonlar hep olur. Problem, o provakasyonları facialara dönüştürecek ortamın olması. Bülent Somay, burada önce bizim gibi komploların olmasını politik olarak normal bulan gerçekçi sosyalistleri, DSİPvari bir havayla komploların olmadığına inananlarla aynı çuvala tıkıyor. Ardından onlarla birlikte bizim eleştiri yapmamızı da yasaklıyor. Burada Anadolu’nun gerici ortamını analizlerinin içine sokmadan, Madımak olaylarını Ergenekon yaptı diyerek İslamcıları temize çıkaran DSİP düşüncesini görememek mümkün mü?
Sosyalist hareketin 1980 öncesi ve günümüze kadar süren süreçte yaptıklarının eleştirisini yapma hakkımız var. Bülent Somay kusura bakmasın, o Büyük Öteki değil. Kim bizim o eleştiri hakkımızı elimizden alacak ki?
Ve eleştirimizi yapıyoruz: 1980 öncesi sol hareket, bir tür çocukluk hastalığıdır ve babasından -yani devletten- öyle bir şamar yemiştir ve ardından o kadar kötü bir durumda ve hazırlıksız 1989’a yakalanmıştır ki, hala şeşi beş görmektedir. Bu çocuk hala büyümemiştir, kendisini düzeltmemiştir ve her önüne gelen, en son Halil Berktay ve Taraf, buna bir tokat daha atmaktadır.
O halde Bülent Somay’a belli ki unuttuğu bir kitaptan bir alıntıyla cevap verelim:
Marx’ın kendi sözleriyle “Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı.” Geleceğin devrimi olarak işçi devrimi ise “kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır.”
Ve bir taraftan da bu işçi devrimleri “kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
Hic Rhodus, hic salta! Gül burada, burada raksetmelisin!”
Acaba Bülent Somay bu sözleri hatırlar mı?

Yusuf Cemal

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yeni Bir Toplumsal Özgürlük Partisi’ne İhtiyaç Var

(Bir yerel seçim sonrası yazısı) Seçim sonuçlarına elbette sevindik. Bu yerel seçim, otoriter bir iktidarın …

3 Yorumlar

  1. Okkalı bir polemik olmuş. Postmodern safsatanın, bütünsel sosyallikleri amipleştiren ve bilindik sınıf paradigmasının altını oyan demokrasi kalpazanlığının sirayet ettiği sol liberalizme anlamlı bir eleştiri. Bu tüketici çağda “yeni” fetişizmi o kadar tasfiyeci bir karakter taşıyor ki, -artık alenen Ortodoksi saydıkları- klasiklerden bu kadar kopmuş durumda olmaları anlaşılabilir bir durum. Bu, yedikleri dayaktan dolayı karakterleri bir türlü oturmamış zevatın renovasyon, restorasyon, rehabilitasyon (devre adaptasyon, uslanma) ihtiyacı adına 30 yıldır neler okuduklarını ve raflarından hangi kitapları çıkardıklarını tahmin etmek güç değil. Mesela Fransa’da Sınıf Savaşımları’nı dönüp bir kez daha okuyorlar mı? Sanmam. Bunlar, ölmüş dedelerinin paltosunu dahi çöpe atmışlar. O yüzden onlara dönüp dönüp bağzı şeyleri tekrar hatırlatmak icap ediyor. Hafıza kaybı ciddi mesele zira. Ve Homo disconnectus sendromuyla baş etmek… Belki de o yüzden kendi noksanlarını şuursuz bir şekilde bir yerlere (zamanımızın hakim gerici yerelci-kültüralist Ortaçağcıl felsefesine) yamanarak telafi etmek istiyorlar. Küreselleşmenin getirisi ideolojik piçleşmeyi (bazıları buna hoş bir kılıf uydurup “melezleşme” diyor) de unutmayalım. Bu melezlerin başkasının değirmenine su taşıyarak varacakları yer belli aslında: Yeni Skolastisizm. En sonunda da hidayete ererler artık. En azından benim beklentim o yönde.

  2. Muhalif Kemalizm’in dine bakışı: “Gerçek İslam” el değiştirirken…
    Ceren KENAR
    Türkiye GAZETESİ

    “Atatürk’ün sayesinde, özgürlüğün adımıyım. Türk anası payesinde, aydın bir Türk kadınıyım.

    İster yetmiş olsun yaşım, ilerici ve çağdaşım, yoksa haram olur aşım. Aydın bir Türk kadınıyım.

    Mukaddestir mücadelem, yurt ağlarken nasıl gülem, son bulsun ıstırap, elem. Aydın bir Türk kadınıyım.

    Allah’ımın izni ile, hayatımı versem bile, cahil diye düşmem dile. Aydın bir Türk kadınıyım.

    Şükür ben de Müslümanım, tanrıya tamdır imanım, Türkiye’me kurban canım. Aydın bir Türk kadınıyım

    Meş’aleyiz sönemeyiz, başka rejim denemeyiz, hilafete dönemeyiz. Aydın bir Türk kadınıyım…”

    Güftesi ve bestesi Meliha Şen Sancakoğlu’na ait, yukarıda sözleri alıntılanan, “Aydın bir Türk kadınıyım” şarkısı “28 Şubat dönemi sanatının” ve “Kemalist sanat genre’nın” en öne çıkan parçalarından.

    Şarkının sözleri, bir karikatür denilip geçilemeyecek kadar önemlidir. Zira bu güfte, Kemalist orta sınıfların kendilerini nasıl algıladıklarına dair bir manifesto işlevi gören bir metindir. Her cümlesinden ayrı bir doktora tezi konusu çıkacak bu şarkının, en çarpıcı kısmı ile Sancakoğlu’nun çağdaşlık ve dindarlık konusundaki görüşlerini aktardığı kısımlar olsa gerek. “İster yetmiş olsun yaşım, ilerici ve çağdaşım. Allah’ımın izni ile, hayatımı versem bile, cahil diye düşmem dile. Şükür ben de Müslümanım, tanrıya tamdır imanım… başka rejim denemeyiz, hilafete dönemeyiz.”

    Türkiyeli dindarların bir kısmı bu konuda farklı düşünebilir, lakin Kemalizm ateizm veya dinsizlik üzerine kurulu bir ideoloji değildi. Aksine “gerçek Müslümanlığı” sadece ve sadece kendi mensuplarına yakıştıran, “doğru İslam’ın” anahtarının kendi elinde olduğunu savunan bir ideolojiydi.

    Kemalizm’in kurucu babalarının dindarlık veya İslam’la ilişkisinden bağımsız, Kemalizm kendi geliştirdiği “resmi İslam’ı” kitlelere dayatmayı amaçlayan bir devlet ideolojisiydi. Devletin kimliği gayrimüslimlere ve Aleviler’e karşı Sünni Müslüman, mütedeyyinlere karşı ise katı laikçi idi.

    Atatürk bir yandan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde minberden cemaate hutbe okuyan ilk ve tek cumhurbaşkanıdır. Diğer yandan, Ezan’ı Arapça dışında bir dile çevirerek, ibadeti Arapça dışında bir yerel dilde (Türkçe) mecbur tutan, tek dünya lideridir.

    Çelişkili mi? Evet ve hayır.

    Kemalizm, bir yandan Müslüman kimliği, Türk olmanın ön şartı olarak saydı. Bu yüzden ne gayrimüslimler, ne Aleviler, ne de ateist veya Agnostikler hakiki Türk ve gerçek vatandaş olarak görülmedi. Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi bu ayrımın resmileşmiş bir tezahürü idi. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu metinlerinden olan Lozan Anlaşması ile Türkiye’de azınlıkların sadece dini kimlik üzerinden tanımlanması ve gayrimüslümler olarak belirlenmesi tesadüf değildi. Varlık Vergisi gibi uygulamalarda gayrimüslimler için özel hazırlanan muameleler ile, hakiki vatandaşın sadece Müslüman olabileceği mesajını çok net verdi. Misyonerlik faaliyetlerini bir ulusal güvenlik sorunu olarak gördü. Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçen Türkiye vatandaşlarının, Türklüğe hakaretten yargılanması (eski TCK’nın 301. maddesi), Kemalizm’in Türk kimliğinden ne anladığını sarih bir şekilde göstermektedir.

    Bununla beraber, Kemalizm iktidardayken, bu ülkenin mütedeyyin insanlarını da gerçek vatandaş olarak görmedi. Örneğin, “Kemalist fıkıh’a” göre, başörtüsünün dinde yeri yoktu. Dolayısıyla başörtülü kadınlar ne gerçek Müslümandı, ne de hakiki vatandaş. Cami imamlarına her Cuma okuyacakları hutbeler, Ankara’dan gönderildi. İrtica bir numaralı ulusal tehlikeydi. İrtica diye tanımlanan ise aslında devletin resmî dini yorumundan farklı bir dini anlayışa sahip olmaktı. Akademik sebeplerden dolayı Arapça ve Farsça öğrenenler fişlendi, devlet memurlarının içki içmesi bir liyakat unsuru olarak görüldü.

    Kemalizm iktidardayken, laiklerin dindar bir ülkede siyaset yapma şekliydi. İktidarda uzun süre kalmasını, sınırlarını bilmesine borçluydu. Boyundan büyük işlere hiç girmedi. Günün sonunda pragmatizm ağır bastı, ezanın Türkçeleştirilmesi gibi tepki çeken uygulamalardan geri adım atmayı bildi. Bolşevik tarzı bir kültürel dönüşüm planı uygulamadı. Aksine dindarları bir şekilde sisteme bağlamaya da çalıştı. Bir yandan Mehmet Akif’in İslami tonları epey kuvvetli şiirini milli marş belledi, diğer yandan PKK ile savaşta ölen çocukları şehit ilan etti. Gerektiğinde okullarda zorunlu din dersi koydu. Aleviler ve gayrimüslimlere karşı uygulanan orantısız şiddeti üzerinden Müslümanlara “günün sonunda bu ülkenin gerçek vatandaşı sizsiniz” mesajı verdi.

    Bu Kemalizm’in iktidarken dine bakışıydı, peki ya Kemalizm muhalefetken din ile ilişkisi nasıl gelişecek?

    İlginçtir, son on yılda bu ülkede sadece dindarlar sekülerleşmedi, sekülerler de hızla sekülerleşti. Meliha Şen Sancakoğlu, 28 Şubat’ta, Refah Partisine muhalefet ederken, aslında kendisinin de dindar olduğunu vurguluyordu. Muhtemelen bunu son derece samimi bir şekilde de söylüyordu. 28 Şubat döneminde, siyasi İslamcılığın görünür olması bu ülkede laikler açısından sadece siyasi rejim açısından bir tehdit değildi. Kendilerinin gerçek Müslüman olmadığını ima eden bir meydan okumaydı. Laik hayat biçiminin de İslami olduğu yönünde ‘fetva’lar veren, seküler din adamlarının bu dönem kadın programlarının demirbaşı olması tesadüf değildi.

    Fakat işler değişiyor. Meliha Şen Sancakoğlu kuşağının çocukları, hem sekülerleşme hem de ifade özgürlüğü alanının genişlemesi nedeniyle, artık kendilerini din üzerinden meşrulaştırmıyor. Açıkça dine kayıtsız olduklarını, hatta ve hatta ateist ve agnostik olduklarını ifade ediyor. Doğan Gürpınar’ın, Serbestiyet’te yayınlanan, “Kemalizm, ateizm ve dine kayıtsızlaşma” başlıklı yazısında dediği gibi: “Böylece, bir epistemolojik kırılmanın akabinde İslam’la manevi bir bağı olan bu ulusalcı dalganın kitlesinin çocukları Türkiye’nin İslam’la herhangi bir rabıtası olmayan, dine kayıtsız, ya da din dışılaşmış ilk kuşağı olmuştur. Bu yeni kuşak, ebeveynlerinin ve özellikle annelerinin (“cumhuriyet teyzelerinin”) aksine “hakiki İslam” veya “daha hakiki Müslümanlık” iddiasında bulunmamaktadır. İslam’ı referans almamalarıyla ve bundan mahcubiyet duymamakla kendilerini ayrıştırmaktadırlar. Yani bir önceki kuşağa göre Türkiye’de kültürel makas açılmıştır. Bir önceki kuşakta spektrum üzerindeki dağılım daha dar bir aralığa yayılmaktayken, yeni kuşakta bu aralık çok daha genişlemiştir. Bu aslında çok kritik bir kültürel kırılma eşiğine denk gelmektedir.”

    Bunda yanlış ve tuhaf bir şey yok. Ancak burada dine kayıtsızlaşma halinin nasıl tanımlandığı önemli. “Senin dinin sana, benim dinim bana”vari bir yaklaşım mı hakim olacak, yoksa eski kuşak Kemalizm vari bir hoyrat, hoşgörüsüz ve “tek doğru benim doğrumdur” anlayışı mı hüküm sürecek?

    CHP özeline baktığımızda bir yandan başörtüsü meselesi gibi konularda daha hoşgörülü bir yaklaşım olduğunu görmek mümkün. Lakin bu resmin sadece bir yüzü.

    Bu dinden kayıtsızlaşma ve ateistleşme dalgası, bir “misyoner ateist” kanadı da daha görünür hale getiriyor. Bu radikal, dogmatik ve misyoner ateizm Türkiye’ye özgü değil. Amerika’da Sam Harris, İngiltere’de Richard Dawkins gibi 19. yy ilkel pozitivizmini günümüz şartlarını uyarlayan temsilcileri ile, dindarlığın bir geri kalmış, cehalet unsuru olduğunu kanıtlamaya hayatını vakfetmiş insanların temsilcisi olduğu akımdan bahsediyoruz.

    Bunun Türkiye’de yansıması ise neo-Kemalizm’in, klasik Kemalizm’den en temel farkı olacak.

    CHP ve MHP’nin ortak adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kampanyasının sloganlarını bulan bir ismin attığı tweet, bu farkın ne kadar derin olduğunu gösteriyor, “IŞİD: Gerçek İslam… İster inan, ister inanma…”

    İlginçtir, gerçek İslam’ın IŞİD tarafından temsil edildiğini savunan iki grup var, birincisi IŞİD’in lider tayfası, ikincisi ise radikal İslamofobikler. Benzer şekilde İslam’ın özü itibari ile demokratik değerler ile uzlaşamayacağını savunan da iki grup var: Radikal İslamcılar ve İslamofobikler.

    Bu görüşün yansıttığı derin cehalet ve ırkçı zihniyet bir yana, böylesi bir bakış açısı Kemalizm içi bir kırılmayı göstermektedir.

    Kemalizm iktidardayken, “gerçek İslam’ın” kendinde olduğunu vadediyordu. Hatta ve hatta “gerçek İslam’ı” tekeline alıyordu. Muhalefette iken ise, en azından bir grubu, görünen o ki, “gerçek İslam’ın” en radikal unsurlar tarafından temsil edildiğini iddia edecek. Eski kuşak Kemalistler, hakikaten samimi bir şekilde, kendilerinin de Müslüman olduğunu kanıtlamaya çalışırken, dini dindarların itibarsızlaştırdığı iddiasında idi. Yeni kuşak Kemalistler ise, dinin kendisinin problem olduğunu savunurken, “gerçek İslam’ın” en radikal ve korkunç unsurlarda temsil edildiği iddiasındalar. Ve ılımlısı ve radikali ile İslam’ı tümden, külliyen reddetme eğilimindeler.

    Klasik Kemalistler’in bile din konusunda daha hoşgörülü olduğunu düşündürten yeni bir radikal genç kitle geliyor. Bu kitlenin ideolojik mühimmatı, Orta Doğu’da yaşanan krizler, IŞİD gibi radikal örgütler olacak. Hedefi ise AK Parti, dindarlar ve Suriyeli mülteciler. Bu kitle Türkiye’deki dindarlardan ziyade, sekülerler için bir tehlikedir. Sekülerleri dindar çoğunluktan duygusal olarak kopartacak, marjinalleştirecek ve dogmatikleştirecek bir akımdır. Böylesi bir radikalizme bu ülkede ilk olarak Türkiyelileşmeyi arzulayan sekülerlerin itiraz etmesi gerekir…

  3. Kemalizm, ateizm ve dine kayıtsızlaşma
    Doğan Gürpınar

    Türkiye’de ulusalcılığın zirvede olduğu 2000’lerde ulusalcılığın, ideolojik önderliğinin ötesinde, organik kitlesi sekülerleşmiş olmakla beraber kendini din dairesinin içinde görmekteydi. Bir taraftan 28 Şubat’la din karşıtı söylem ve pratik daha normalleşmiş ve kamusallaşmıştır. Bununla beraber ulusalcılığın takipçisi geniş seküler orta sınıf kitlenin İslam’la ilişkisi çok daha farklı olmuştur. Buna göre söz konusu olan “sömürülen ve çarpıtılan İslam” ve sahip olunan ve korunmaya çalışılan “hakiki İslam” arasındaki çatışmadır. İslam’ın adını kullananlara karşı kendileri hakiki Müslümanlık iddiası münhasıran da “kadın ulusalcılığı”nın başat söylemi olmuştur. Erkekler ortasınıflaşma/sekülerleşme güzergâhında çok daha hızlı dine kayıtsızlaşma süreci yaşarken kadınların (eşleri, kız kardeşleri) Tanrı ile me­tafizik ve maneviyat bağlarını korudukları ve kendi maneviyatlarını şekli bulduklarına karşı şiddetle savundukları pekala iddia edilebilir. Türkiye’de de bu süreçte, dünyada da olduğu gibi, din giderek feminize olmuştur.[1] Bu İslam, yani “hakiki İslam”, iyi insan olmayı, Allah’a şükretmeyi öngörmektedir. Mediha Şen Sancakoğlu “aydın Türk kadını” marşını yazmış ve elbette Müslümanlığından da vazgeçmemiştir: “Şükür ben de Müslümanım/Tanrı’ya tamdır imanım/…/Aydın bir Türk kadınıyım.”

    Yaşar Nuri Öztürk tam da böyle bir kültürel ve manevi evrende kendine şaşırtıcı bir popülerlik sağlamıştı. AK Parti’nin “sahte Müslümanlığına” karşı kendi hakiki Müslümanlıklarına kanaat getirmiş, tam da bu özalgıdan dolayı AK Parti’nin dini sömürüsüne karşı çıkan seküler ve inançlı kadınlar Öztürk’te aradıklarını bulmuşlardır. Öztürk onlara kendi habitusları, değerleri ve Atatürkçülükleriyle uyumlu bir İslam (adeta bir “Atatürkçü içtihat”) sunmakla kalmamış, bu İslam’ın hakiki İslam olduğunu “ispatlamıştır”. Bidatlara karşı İslam’ın özüne ve onun evrensel mesajlarına sahip çıkılmaktadır. Zira bu kuşak kendini İslam’ın ve gelenekselin havzasının içinde görmekteydi. Yani takipçilerinin anlam dünyasından bakarsak, bir çok bakımdan ulusalcılığı din-içi bir içtihat olarak görmek mümkündür.

    Zaten ulusalcılık da anti-AK Parti söylemsel taarruzunda AK Parti’nin gayrıİslamiliğine ilişkin sayısız itham ve komplo teorisi üretmişti. Avrupa Birliği’ne girişi Papalığa teslimiyetle özdeşleştirmekten, misyonerliği AK Parti’nin önünü açtığı sinsi bir tehdit görmekten, ABD’nin Irak işgalini Haçlı Seferlerine benzetmeye ulusalcı komplo teorileri İslami referanslarla doludur. Tüm patalojikliğine rağmen bu son kertede samimi bir inancın, Batı’ya yönelik hıncın ve Batı’ya mutlak karşıtlık halindeki bir “biz tahayyülü”nün yansımasıdır. Kemalizme de içsel bir söylemsel cephanelikten faydalanılmaktadır.

    1930’ların dindışı vurguları tek parti rejiminin ardından demokratikleşme ve liberalleşme ile beraber sürdürülemez hale gelmesiyle beraber kaçınılmaz olarak örtülecek ve Atatürkçülük bireyselleştirilmiş ve bireysel alana ve bireysel ahlaka sınırlandırılmış bir İslam yorumuyla uyumlu kılınmaya ve bu şekilde sunularak yeniden icat edilecektir. İşte ehlileştirilmiş ve 1930’ların radikalizminden arındırılmış Atatürkçülük bir tür “şehir İslam”ı olarak sekülerleşmiş kesimlerin manevi evreninin ana bileşkenlerinden oldu. Oysa ki bir 2010’larla beraber ciddi bir epistemolojik kırılma gözlemlenebilir. Bu aslında kuşaksal bir dönüşümdür. Mahallede yani geleneksel bir habitusta büyümüş 2000’lerin orta yaşlı seküler orta sınıflarının çocukları ise gelenekselden kopmuş, apartman ya da sitede büyümüş ve bu ortamda gelenekselliğin kodlarının aktarılmadığı ve dolayısıyla yok olduğu bir süreçte içinde yetişmiştir.[2]

    Böylece, bir epistemolojik kırılmanın akabinde İslam’la manevi bir bağı olan bu ulusalcı dalganın kitlesinin çocukları Türkiye’nin İslam’la herhangi bir rabıtası olmayan, dine kayıtsız, ya da din dışılaşmış ilk kuşağı olmuştur. Bu yeni kuşak, ebeveynlerinin ve özellikle annelerinin (“cumhuriyet teyzelerinin”) aksine “hakiki İslam” veya “daha hakiki müslümanlık” iddiasında bulunmamaktadır. İslam’ı referans almamalarıyla ve bundan mahcubiyet duymamakla kendilerini ayrıştırmaktadırlar.

    Yani bir önceki kuşağa göre Türkiye’de kültürel makas açılmıştır. Bir önceki kuşakta spektrum üzerindeki dağılım daha dar bir aralığa yayılmaktayken, yeni kuşakta bu aralık çok daha genişlemiştir. Bu aslında çok kritik bir kültürel kırılma eşiğine denk gelmektedir. Muhayyel bir ulusal “ortak kültürel cemaat” tasavvurunun da sonudur.

    Gezi olayları sırasında bir propaganda unsuru olarak abartılmakla beraber başörtülü kadınlara yönelik taciz vakaları özellikle AK Parti entelijansiyası tarafından Gezi’nin Kemalist niteliğine kanıt olarak sunuldu. Oysa ki 28 Şubat’tan beri başörtüsüne ve başörtülü kadınlara yönelik ayrımcılık, dışlayıcılık ve tahkirler Kemalist ideoloji ve pratiğin nirengi noktası olmakla beraber başörtüsüne husumet kaçınılmaz olarak bir Kemalizm alameti olmak zorunda değildir. Türkiye’de son yıllarda kavramsal çerçevesini 11 Eylül-sonrası Batı’da Müslümanlara yönelik artan ayrımcılık ve nefret söyleminden alan yeni bir duyarlılık olarak İslamofobik tavır ve söylemlerle mücadele gelişti. Bu duyarlılık Türkiye’de İslamofobiyi, ya da İslamofobi altına sokulan her türlü söylemi, Kemalizmle özdeşleştirdi. Bununla beraber bu tavırlar Kemalist aydınlanmacı kültürden beslenmekteyse de (ve belli bakımlardan bir parçalı devamlılık ilişkisi kurmak mümkünse de) kaçınılmaz olarak Kemalizmle ilintilendirilemez.

    Gezi sürecinde zirve yapan AK Parti’nin ama özellikle de Erdoğan’ın nobran tavırları, hamasi söylemleri ve yansıttığı kültürel kodlar üzerinden İslam’ın temsil ettiği kültürel daireyi hedefleyen yeni tarz bir husumet/kültürel ırkçılık neşet etti. Bu ise alışılageldik Kemalizmin pınarlarından beslendiği kadar Batı’da ve özellikle ABD’deki Cumhuriyetçi Parti klişeleri üzerinden liberal Hırıstiyan karşıtlığını, Micheal Moore tarzı “neden cumhuriyetçiler aptaldır” kitaplarını ve Jon Stewart ve Stephen Colbert tarzı TV şovlarının hicivlerini anımsatmaktadır. Elbette Türkiye’nin ve devralınan kültürel birikimin kültürel kodlarından süzülmekle beraber, Batı’daki izlekleriyle de örtüşmektedir.[3] Tayyip Erdoğan artık “vatan haini” ya da ulusalcı imalarıyla “şeriatçı” olarak değil ihtiyar bir bağnaz ve arkaik (çağdışı) bir demagog (mesela Sarah Palin?) olarak karikatürize edilmekte, yine AK Parti entelijansiyası ABD’deki muhafazakâr kanaat önderleri (Glenn Beck, Bill Q’Reilly, Rush Limbaugh, Ann Coulter) olarak hicvedilmektedir. Zaten Türkiye’de de ekonomik ve siyasi liberalleşme ve modernleşme dinamiklerinin bu tür kültürel etkileri ve Batılı kültürel formların yeniden üretimini tetiklemesi beklenecek bir durumdur.

    ABD’de özellikle liberal metropollerde dinin kamusal hayattan çekilmesi ve bu kültürel vahalarda ortamlarda saygı gösterilmesi gereken bir kurum olarak algılanır olmaktan çıkmasıyla, muhafazakârlıkla “samimi din” arasında kollanan ve kollanmak durumunda hissedilen ayrıştırma flulaşmakta, kaybolmaktadır. Batı’da, ama özellikle de dinin siyasette ve kültürel yaşamda ağırlığını sürdürdüğü ABD’de, Sam Harris, Daniel Dennett, Richard Dawkins gibi isimlerin kanaat önderleri olarak temayüz ettiği “yeni ateizm”in[4] de Türkiye’de de dolaylı ve silik de olsa etkileri olması kaçınılmazdır.

    “Yeni ateistler”, ateizmi sadece tanrıya inanmamak olarak değil din düşüncesinin akla ve özgürlüğe tehdit olduğu düşüncesinden hareketle dinle ve onun kültürel tezahürleriyle aktif olarak mücadele etmek olarak yeniden tanımlarlar. Bu ise elbette ancak dinin ve onun manevi ve kültürel ağırlığının daralmasıyla “skandal” ve toplumsal zendeka olarak algılanmaktan çıkabilmesiyle bir altkültür olarak yaygınlaşabilmiş ve normalleşebilmiştir.

    Türkiye’de de militan, açıkça dine husumet duyan ve bunu özellikle de sosyal medyanın sunduğu alan ve imkânların şehvetiyle bangır bangır ilan etmeye mütemayil bir ateist altkültür de gelişmektedir. 2000’lerde bloglarda, internet forumlarında, (friendfeed gibi) sosyal medya mecralarında benzer düşünceli gençler sanal olarak bir araya gelip fikir paylaşabildi. Bununla beraber bir genç radikalizm niteliğindeki “internet ateizmi” kültürel ayrışmanın bir tarafı değildir. Türkiye’de kendini ateist tanımlayan insanların nüfusa oranı nüfus genelinde yüzde 1’i, gençlikte ise ancak yüzde 2’yi bulmaktadır.[5] Makro ve sosyolojik bir sosyal süreç olarak söz etmemiz gereken din dışılaşma ya da dine kayıtsızlaşmadır. İfade edildiği üzere nasıl bu “yeni ateizm” ve dine yönelik liberal husumet özellikle liberalleşmiş ve dindışı kültürel havzaların güçlendiği ve genişlediği ama muhafazakârlığın da siyasi ve kültürel olarak ağırlığının olduğu ABD’de yoğunsa, yine dinin siyasi ve kültürel görünümünün yoğun Türkiye’de de benzer bir trendi Türkiye’de de bekleyebiliriz. Bunun bir gerek-şartı ise Kemalizmin manevi hegemonyasının ve toplumsal ve siyasal tasavvurlarının sönmesiydi.

    Zira Kemalizm millet ve devlet merkezinde ve bu kutsal ve aşkın mefhumlara sadakat temelinde bir tahayyül öngörmekteydi. Aynı şekilde toplumsal ahlak ve toplumsal sorumluluk talep etmekteydi. “Hakiki İslam”, ya da “İslam’ın kendisi” de ister samimi olun, ister riyakâr olsun, toplumsal düzen ve milletin bekası için hürmet edilen bir mefhumdu. Yanlış olan “yozlaştırılmış İslam”dı. Bu kurgu Kemalizmin organik toplumsal tahayyülünün de tamamlayıcısıydı. Oysa ki Kemalizmin devlet, millet ve toplum tahayyülleri çözüldükçe her türlü kutsallık halesiyle meshedilmiş her türlü toplumsal atıflar bir anlam ifade etmez hale gelmektedir. Kemalizmin konformist ve “milli” evreni de anlamsız hale gelmektedir. İşte, bu süreçte, sosyal medyanın da olduğundan daha fazla görünür kıldığı, gelenekselliğin ve onun kodlarından uzak, dine temas etmeyen ve gelenekselin dışında bir kültürel evren/habitus neşet etmekte ve genişlemektedir.

    Bu sebeple de en aşikârını Gezi sürecinde gördüğümüz İslam’a veya onun kültürel/manevi evrenine müstehzi ve saldırgan tavır ve tutumlar seti her ne kadar arkaik addedilerek geçmişe dönük addedilse de tam da “yeni Türkiye”nin bir veçhesidir. Türkiye’de İslamofobi olarak kodlanan ama bu şekilde bu reflekslerin sosyolojik arkaplanını ve spontanlığını gayrımeşrulaştıran tavırlar manzumesi Türkiye’de, Avrupa’daki kültürel ve sosyal güzergâhları izleyerek, Kemalizmin manevi ve siyasi gerilemesiyle ve manevi evreninin çözülüşüyle azalmayacak, aksine sertleşecek ve normalleşecektir.

    [1] Fransa’da kadınlara oy hakkının diğer Batı Avrupa ülkelerine kıyasla çok daha geç tanınması Fransız cumhuriyetçi kültüründen kaynaklanmaktadır. Zira kiliseye daha düzenli giden ve mümin kadınların siyasi alana dahili cumhuriyetçiliğin temellerini zayıflatma riskini barındırmaktadır. Türkiye’de de anketlerde kadınların erkeklerden daha dindar olduğu sarih bir şekilde görülebilmektedir. Mesela Yılmaz Esmer’in 2012 tarihli Türkiye Değerler Atlası’na göre kadınların yüzde 36’sı 30 gün düzenli oruç tutmakta ve beş vakit namaz kılarken bu oran erkekler arasında ancak yüzde 21’dir. http://www.bahcesehir.edu.tr/files/files/ATLAS%20SUNUM%202_10_2012%20(2).pdf Kadınlarla erkekler arasındaki dindarlık düzeyi farkı sekülerleşme sürecini tecrübe etmiş katmanlarda daha da belirginleşmekte, erkekler bu süreçte dine kayıtsızlaşırken kadınların inançlarını “Atatürkçülükle uyumlu” bir şekilde ve bireysel alana hasredilmiş şekilde korumaktadır.
    [2] Hakan Yılmaz’ın muhafazakârlık anketine göre 2006’dan 2012’ye kendini din dairesinin dışında konumladığını söyleyebileceğimiz, yani bu anketin 1-10 skalasında 1 ve 2’ye konumlayan nüfus oranı, muhtemelen yeni reşit olmuş nüfusun girdisiyle, 2006’dan 2012’ye yüzde 4.7’den % 5.9’a çıkmıştır. Bakınız, http://hakanyilmaz.info/yahoo_site_admin/assets/docs/OSI-2012-Muhafazakarlik-2006-2012-Karsilastirmalar-Sunus-v04.279155522.pdf Aynı şekilde 2014 yerel seçimleri seçmeninin profili üzerine çözümlemesinde Konda da “dindar muhafazakâr” ve “geleneksel muhafazakâr” kategorilerine kıyasla kendini “modern” olarak konumlayanların genel nüfus içindeki oranının yüzde 28 iken, bu oran 23-28 yaş arası nüfusta yüzde 40’a, 18-23 yaş arası seçmende ise yüzde 50’ye çıktığını saptamaktadır. http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/KONDA_30Mart2014_YerelSecimAnalizi.pdf
    [3]Bu husumeti “Beyaz Türk nefreti” olarak adlandırsak ve “Beyaz Türk nefreti”ni bir olgu olarak kabul etsek de, bu “Beyaz Türk nefreti”nin biçim ve içerik değiştirdiğini, bir tarihsel sabitlik olmadığını saptamak ve parçalı devamlılıklarını ve kırılmalarını tespit etmek gerekir.
    [4]Sam Harris, End of Faith, New York: FreePress, 2006; Christopher Hitchens, God is not Great, London: Allen&Unwin, 2007, Richard Dawkins, The God Delusion, Boston: HoughtonMifflin, 2008; Victor Stenger, The New Atheism: Taking a Stand for Science and Reason, New York: Prometheus Books, 2009.
    [5]Örneğin 2013 yılında 17-19 yaş arası gençlerle yapılan bir ankete göre bu gençlerin yüzde 2.1’i “dini inancı olmadığı”nı zikrederken bu anket katılımcılarının yüzde 1.3’ünün ailelerinin “dini inancı olmadığını” beyan etmiştir. http://www.haber7.com/foto-galeri/25288-ak-parti-chp-ve-mhpyi-etkileyecek-anket/p8

    http://serbestiyet.com/kemalizm-ateizm-ve-dine-kayitsizlasma/