Süleyman Arıoğlu/Komplocu Devlet

“Derin devlet” (bizim lisanda kontrgerilla) denilen işte ses kayıtlarında savaş tezgâhladıkları, kendi karakoluna füze atmayı planladıkları apaçık ortaya çıkan bu devlet kurumları ve onların başındaki iktidar sahipleridir.

Bunlar egemenlerin iktidar hırsları ve çıkarları (servetini artırmak) için yoksul çocuklarını saf saf ölüme gönderen, onlara dağlarda, sokak aralarında, kampuslarda, karakollarda pusu kuran alçaklardır. Çıkarlarını sürdürmek, soyguna, talana devam etmek için, halkı birbirine düşman etmeye uğraşır ve her türlü kirli tezgahı kurarlar.

Bunlar öyle bazılarının bilinçli bir şekilde mistifike ettiği gibi “tapınak şövalyesi” vs. gibi karikatür karakterler değildir. Her gün gazete sayfalarında, ekranlarda boy gösteren makam mevki sahibi, “itibarlı” devletlûlardır. Yani devlettir devlet!

Devlette de devamlılık esastır. Kontrgerillayı devletten bağımsızlaştırıp da tek kişinin (Veli Küçük) melanetine indiren propagandistlerin “yeni devlet” diye cilaladığı devlet de bildik devlettir ve işte o yalandan süsü dökülüyor. Ortaya çıkan ses kayıtları bunu açıklıkla ortaya koyuyor.

Kim o ses kaydında kirli tezgahları planlayanlar? Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler. İşte devlette devamlılık! Bunlar bir kısmıdır.

Bu kayıtları servis edenler de onlarla aynı neseptendir. İktidar blogundaki çatlak, kendi aralarındaki güç mücadelesi nedeniyle bunu yaptılar ama ne fark eder ki. Ortaya çıkan tablo hakikidir.

Bu pisliği ancak halk temizler. Yani devrim temizler. Kendi kaderini kendi özgürlükçü, eşitlikçi öz örgütlenmeleri ile ele alarak ve asla, kendini “demokrasi” diye sunan oligarşiye, kaderini teslim etmeyerek çözer.

(Not: -şöyledir, -böyledir ifadeleriyle örülü üslubu mazur görün. Kastım asla buyurgan ve öğretmeye kalkan bir üstencilik değil)

 

Ben de şu notu düşeyim: “AKP muhalifi” geçinen iflah olmaz devletçiler (Örneğin Sözcü ve ilginçtir ki, Radikal’den Murat Yetkin de) devletin komplolarının ortaya dökülmesine ve insanların bunları öğrenmesine pek üzülmüşler. Ben Davutoğlu’nun yerinde olsam, onları Hariciye’ye güvenlik görevlisi olarak alırdım.  G.Z. 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Mehmet Emin Yıldırım / Taşrada ‘Milli Edebiyat’la Uğraşmak

De Gids. Jaargang 169 (2006)– [tijdschrift] Gids, De– Auteursrechtelijk beschermd VORIGE VOLGENDE Geçenlerde kaybettiğimiz Mehmet Emin Yıldırım’ın Hollanda …

17 Yorumlar

  1. Gun hocam su altina dustugunuz dipnot’u ben gezi’den beri dusunuyordum..Akp iktidari devletin onyillarca buyuk bir ustalikla surdurdugu manipulasyonlarin hepsini acik etti..yazili ve gorsel medyada oynama,haber mudurlerini ararak tv’dekitlelere karsi algi operasyonlari yapmak (90lardada genelkurmay trt’ye kitapcik gonderirdi kurdistan ile ilgili kavramlarin nasil kullanilacaina dair) kolluk kuvvetlerince oldurulen insanlari vahsi,terorist,capulcu diye nitelemek,bayrak,vatan gibi sovanist simge ve kavtamlarini yaptigi pisliklere karsi mesrui bir sembol olarak kullanmak, falan vs.. Bence sozcu’nun ofkesi bu yuzden.

  2. bu planlar, suriyenin nasıl kana bulandırıldığının itirafı…tahammülsüzlük rojava için… gel de klasik klişeyi hatırlama:
    “ister kapitalist, ister sosyalist bütün devletler katildir”

  3. Doğru. Sözcü, AKP’yi zorbalığından çok, devlet zorbalığını fazla açık ettiği için eleştiriyor.

  4. Promehean Ray

    Dipnot baya iyi olmus. Bu devleti kutsallastirip, “ah devletim canim benim, seni ben pek cok severim, ama neler yapti sana AKP” sezeyanindakileri hemen bi vergi dairesinde part time ise alsinlar.

  5. kadin ve lgbt sorunu cinsel zevk duzeyinde anla, en radikal tabu yikici oldugunu san, cinsel ayrimciliga karsi olmakmi, o bizi kesmez biz türcülügede karsiyiz de, facebookunde en guzel kedi kopek resimleri, bunalinca kosedeki donerciye git, de ekmek arasi olsun sos koyma ama bol et olsun… kedi kaplan resimleri guzelde inegin sucu ne diye saga sola saldirasim geliyor, bu dur tabu yikan turk solcu aydini, umarim turculuge karsi ciktiklari gibi karsi cikmiyolardir erkek egemenligine…

  6. Willkins belgeleri devletlerin tüm açık kirli oyunlarını deşifre eden yazışmalradı.üstü örtüldü sıva yapıp betonlaştırıldı.Şimdi ise gerek ernegenokanın imamıEMİN ÇÖLAŞAN(yurtseverler) kaset iddalarının çogunu yurtseverliklerin oldugunu 1400 yakın ellerinde kaset bulundugunu belirtiyor.Türk ve use orduları bu hükümetin sürenin işlevini yitirdigini artık yeni yeni bir hükümet oluşum içindeler.11 eylül sonrası use afganiatanı Ekonomik çıkarları içinde ırakı işgal etmesi (bahar devriminde oluşmasıyla use için radikal islam bi tehtit olmaktan çıktı USE fettullah güleni bi maşa kullanıp gibi kullanıp miladını doldurdu.TÜM BU GERÇEKLER BİZE devletlerin bizleri köle gibi kullanıp öldürttüügü dünyamıza bunlar gibi 3-5 devlet zrhını bürünmüş zengin olan bir kitlenin uşagı olmamsı saglıyor. TÜM ZALİMLERE TÜM KATİL DEVLETLERE İNAT YAŞASIN AŞK YAŞASIN HAYAT YAŞASIN ANARŞİZM

  7. vagetaryan olamadan anti turcu olmaya benziyor zilelinin anarsist olusu, söylem icigina cicigina kadar anti komunist elestri, pratik bildik 50 yillik reformizm:)))

  8. al sana lokal /yerel , yerel secim calismasi…..http://halkinsesi.tv/index.php/duyurular/15375-cepheden-car.html

  9. al sana lokal yerel yerel secim calismasi :)http://www.youtube.com/watch?v=pJe_qtBcKGA

  10. http://halkinsesi.tv/index.php/duyurular/15375-cepheden-car.html http://www.youtube.com/watch?v=pJe_qtBcKGA acep onami oy versek bunami versek ve sen anarsistsin haaaaaa??? al sana secim calismasi stalinist halk cephesinin….

  11. zileli hayati yasandigi yerden degil , yazildigi yerden okuyor, sokaklara cikiyor dayak yiyor ama hala kafa ayni , kendini yazilmis olmasi ongörülen bir yazilasi tarih icinde dusunuyor, o yuzden diyorum… mesele gidip kafayi gozu kirdirmakta degil zileli,,, mesele kafanin kendisinde…pasifizm bu denlimi isler insanin kafasina, matematikten ornek versen ne yazar, o hep olmus bitmis seyler uzerinden konusur, derin bir iradecilik volantirizm elestrisi, hucrelere islemis,,,gelecek zaman ile simdiki zaman arasinda derin bir bosluk, vs vs kime konusuyon:) stalin ne kadar kotu bi adamdi vs vs bumudur budur zilenin anarsistligi…

  12. valla elimden bu kadarı geliyor, budur. 🙂

  13. Erdoğan rejimi 21 Ağustos katliamının sorumluları arasındadır!

    Seyfi Cengiz

    Erdoğan rejimi Türkiye’yi bölgesel ve küresel bir güce dönüştürmek, tarihe karışmış bir imparatorluğu (Osmanlı) geri getirmek için emperyalist bir strateji izliyor.
    Tüm açılımları (Kürt açılımı dahil) bu hedefe yöneliktir.
    Türkiye’de barıştan (!) sözederken Suriye’de savaşın içindedir.
    Erdoğan Türkiye’si MİT’i ve Jandarmasıyla, taşeron örgütleriyle, tankları ve savaş uçaklarıyla, Sünni ve cihadist kimliğiyle yıllardır Suriye’de bir savaş yürütüyor.
    İlan edilmemiş bir savaş bu.
    Örtülü bir savaş.
    Symour M. Hersh’in “The Red Line and the Rat Line” başlıklı araştırması (4 Nisan 2014) bu örtüyü kaldırdı bence.
    1969’da Amerikan ordusunun My Lai Katliamı’nı (1968, Vietnam) deşifre eden de oydu.
    Ona Politzer ödülünü kazandıran bu başarısı olmuştu.
    Hersh’in Suriye’deki kimyasal saldırılarda, özellikle 21 Ağustos katliamında Erdoğan hükümetinin ve Suriye muhalefetinin rolüne ışık tutan bu araştırması belki kendisine bir ödül kazandırmayabilir; ama Türkiye’de şimdiye kadar pek görünür olmayan bir savaş karşıtı hareketin gelişmesine ve Erdoğan kliğinin yargı önüne çıkartılmasına katkı yapabilir.
    Hersh’in yazısı bir seri olaya değiniyor.
    21 Ağustos katliamı hakkında dedikleri özellikle önemli.
    Hatırlanacağı gibi Suriye savaşında 21 Ağustos 2013 günü kimyasal silah kullanıldı.
    Şam çevresindeki bu saldırıda çoğu kadın ve çocuk olmak üzere bini aşkın insan yaşamını yitirdi.
    Farklı merkezlerce yapılan incelemelerde bu katliamda kimyasal silah (sarin gazı) kullanıldığı kesinleşti.
    Henüz kesinlik kazanmamış olan saldırıyı kimin yaptığı.
    23 Ağustos günü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, “Suriye’deki kimyasal silah saldırısı insanlığa karşı bir suçtur ve cezasız kalmamalıdır” diyordu.
    Biz de bunu diyoruz.
    Bu katliamı kim yaptı?
    Kim veya kimler sorumlu bundan?
    Katilin kimliği netleşmek zorunda.
    Symour M. Hersh’in yazısı en azından bugüne kadarki resmi açıklamalara kesinlikle güvenilemeyeceğini sergiliyor.
    Örneğin Obama’nın suçu Suriye rejimine yükleyen açıklamalarının hiçbir ciddi kanıta dayanmadığını, kendi yönetimi içinde bile inandırıcılıktan yoksun olduğunu ortaya koyuyor.
    Hersh’in araştırması 21 Ağustos katliamı konusunda dikkatleri özellikle Erdoğan hükümeti ve bu hükümet tarafından desteklenmekte olan cihadist Suriye muhalefeti üzerinde topluyor.
    Obama 2012 yılında yaptığı bir konuşmada “Suriye iç savaşı”nda kimyasal silah kullanılmasının kendileri için “Kırmızı Çizgi” olacağını ve bunun ABD askeri müdahalesini tetikleyeceğini açıklamıştı.
    21 Ağustos 2013 katliamından önce Suriye’de en az dört defa kimyasal silah kullanıldığına dair bulgular var.
    Bu olaylarda kuşkular Suriye rejiminden çok cihadist Suriye muhalefet üzerinde toplandığı halde, Erdoğan rejimi tarafından arkalanan Suriye muhalefeti her keresinde Suriye rejimini suçlayarak “kırmızı çizgi”nin ihlal edildiğini kanıtlamaya ve ABD müdahalesini zorlamaya çabalamıştır.
    Hersh, Libya’ya müdahalede oldukça “aceleci” davranmış olan Obama yönetiminin Suriye’ye müdahale konusundaki tutukluğunu ve sonuçta müdahale kararından vazgeçmesini içeriden gelen itirazlara; müdahalenin “meşru” olmayacağını savunan etkili bir kanadın varlığına bağlıyor.
    Bu çevrelerin itirazlarında İngiltere’deki Porton Down askeri laboratuarının bulguları etkili oluyor.
    Burdaki analizlerde 21 Ağustos saldırısında kullanılan gazın Suriye ordusunun elindeki kimyasal stokta bulunmadığı anlaşılıyor.
    Böylece o tarihe kadar saldırıdan Esad rejimini sorumlu tutan (kesin kanıtları olmadığı halde) resmi beyanların inandırıcılığı kalmıyor.
    Kuşkular İslamcı Suriye muhalefeti ve destekçileri (başta Erdoğan hükümeti, MİT’i ve jandarması) üzerinde toplanmaya başlıyor.
    Ama bir açıklama yapılmıyor bu konuda.
    Hersh’in yazısı en geç 2 Eylül’de başlaması kararlaştırılan müdahalenin önce yokuşa sürülüp (Kongre onayına sunulacağı açıklanarak), sonra da iptal edilmesini bu “son dakika uyarısı”na (Porton Down raporuna) bağlıyor.
    Ve Türkiye’nin Suriye savaşındaki rolünün üst düzey Amerikan askeri ve istihbarat görevlileri arasında aylarca ilgi/endişe odağı haline geldiğine dikkat çekiyor.
    Yazı, Erdoğan yönetiminin Suriye’deki cihadist muhalefeti desteklediğinin (El Kaide bağlantılı Al-Nusra Cephesi dahil) Amerikalı yetkililer tarafından iyi bilinidiğine işaret ediyor.
    Hersh, eski bir üst düzey Amerikan istihbarat görevlisinin (andaki istihbarata ulaşabilen) kendisine söylediklerini aktarıyor.
    Erdoğan kliği içinde Amerikan müdahalesini kışkırtmak için Suriye içinde “sarin saldırısı” tezgahlamayı düşünenlerin bulunuduğunu, bunu bildiklerini söylüyor bu istihbarat görevlisi.
    Bir diğer istihbarat danışmanı ise Erdoğan yönetiminin ABD’yi askeri müdahaleye zorlamak için arayış içinde olduğunu söylüyor.
    Hersh’in makalesindeki bilgilere göre: 2013 baharından beri Amerikan ve İngiliz istihbaratları Suriye’deki slahlı İslamcı örgütlerin kimyasal silah geliştirdiklerinin farkındadır. 20 Haziran’da ABD Savunma İstihbaratı analistleri yedi sayfalık bir raporda (DİA Raporu) El Nusra’nın bir “sarin üretim hücresine” sahip bulunduğunu açıklamışlardır. El Nusra, Türkiye’den ve Suudi Arabistan’dan sağladığı imkanlarla artık kendi öz kimyasal silahını üretmektedir. Mayıs ayında Türkiye’de yakalanan 10 El Nusra Cephesi mensubunun üstünde 2 kg sarin gazının ele geçirilmiş olması da DİA Raporu’nda El Nusra’nın kimyasal silahlarla irtibatının kanıtları arasında sayılıyor. Buna rağmen bunlar daha sonra serbest bırakılmışlardır. Suriye’deki BM Özel Misyonu’nun araştırmalarına göre daha 2013 yılının Mart ve Nisan ayları saldırılarında İslamcı muhalefetin bir çok kez kimyasal gaz kullandığının kanıtları mevcuttur.
    Hersh’in yazısı tüm bu bilgilerin ABD yetkilileri tarafından bilindiğini, ama gizlendiğini söylüyor.
    Hersh, 21 Ağustos kimyasal saldırısı üzerinde çalışan istihbarat analistlerinin ellerindeki tüm verilerin Erdoğan yönetimini işaret ettiğini, bu istihbarat çevrelerinde ilk akla gelen şüphelinin Türkiye olduğunu yazıyor. Üst düzey Amerikan askeri yetkilileri arasında dolaşımda olan fikirlere değiniyor: Sarin gazının Türkiye üzerinden sağlandığı, Suriye’ye ancak Türk hükümetinin desteğiyle aktarılabileceği, Türkiye’nin İslamcı Suriye muhalefetine sarin gazı üretimi ve ticareti konusunda eğitim desteği verdiği gibi. Bütün bunların bilindiğini ama 21 Ağustos saldırısından bir kez Esad’ı sorumlu tutmuş bulunan Obama yönetiminin gerçekleri açıklamadığını, ilk açıklamasını tekzip edip Erdoğan yönetimini suçlamadığını, bundan kaçındığını ekliyor.
    Hersh’in yazısında bahsi sık geçen eski istihbarat görevlisi 21 Ağustos kimyasal saldırısının Obama’yı “Kırmızı Çizgi”nin aşıldığına ikna edip müdahalaye zorlamak için,
    “Erdoğan’ın adamları tarafından planlanan gizli bir eylem olduğunu biliyoruz”
    diyor.
    Erdoğan Türkiye’sinin emperyalistleşme stratejisi ile birlikte düşünüldüğünde, benim kişisel kanaatim de 21 Ağustos saldırısında Erdoğan kliğinin rolü ve sorumluluğunun bulunduğu yönündedir.
    Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin 21 Ağustos katliamından sonra dedikleri bir kez daha hatırlanmaya değerdir:
    “Suriye’deki kimyasal silah saldırısı insanlığa karşı bir suçtur ve cezasız kalmamalıdır.”

    https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/erdo%C4%9Fan-rejimi-21-a%C4%9Fustos-katliam%C4%B1n%C4%B1n-sorumlular%C4%B1-aras%C4%B1ndad%C4%B1r/716773148373717

  14. Komplo mu, Komplo Teorisi mi?
    İlkay Meriç

    Ortadoğu’da on yılı aşkın bir süredir devam eden emperyalist savaşta da sayısız örneğine tanık olduğumuz üzere, burjuva güçler, nüfuz alanlarını genişletmek, sömürü, yağma ve talandan en yüksek payı alabilmek için hiçbir vahşetten ve kirli oyundan kaçınmıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda ortaya saçılan bazı gerçekler, Türkiye egemenlerinin de amaçlarına ulaşmak için her türlü tertibe başvurabildiklerini bir kez daha gözler önüne serdi.

    Türkiye’nin emperyalist savaşın Suriye cephesinde üstlendiği rol ve çevirdiği dolaplar, önce, yerel seçimlerin arefesinde internete düşen bir ses kaydındaki çarpıcı ifadelerle deşifre oldu. Üst düzey hükümet ve devlet yetkililerinin katıldığı bir toplantıdaki konuşmalarda, hükümetin içerideki sıkışmışlığını aşmasına da hizmet edeceğini düşünerek orduyu Suriye’ye sokma planlarının ayrıntılarından söz ediliyordu. Bunu, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı daimi temsilcisinin Reyhanlı’daki saldırıların arkasında hükümetin iddia ettiği gibi Esad’ın değil El Kaide’nin olduğu yolundaki açıklamaları takip etti. Ve hemen ardından, Ortadoğu uzmanı ünlü gazeteci Seymour Hersh’in kaleme aldığı bir makalede dile getirdikleri gündeme damgasını vurdu. Hersh’in en çarpıcı iddiası, geçtiğimiz yıl Suriye’nin Guta bölgesinde gerçekleştirilen kimyasal silah saldırısının arkasında Türkiye’nin olduğuydu.

    Birbiri ardına sökün eden bu ifşaatlara hükümet sansür ve inkârla karşılık verdi. Ses kayıtlarının içeriğini yalanlamazken, yayın yasağıyla gerçekleri karartmaya çalıştı. AGİT daimi temsilcisi olan büyükelçinin sözleri ve Hersh’ün iddiaları ise beklendiği üzere yalanlandı. Hükümet yalakası burjuva kalemşor-akademisyen tayfası ise tüm bu iddiaları “komplo teorisi” olarak nitelendirilip itibarsızlaştırmaya ve gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştı.

    Öncelikle şunu belirtelim ki, Marksistler toplumsal olayları ve tarihi, birkaç şeytani insanın ya da grubun gizli tertiplerine bağlayan komplo teorileriyle açıklamazlar. Ancak burjuva devletlerin ya da sermaye odaklarının kendi çıkarları doğrultusunda en akılalmaz gibi görünen komplolara başvurabildikleri gerçeğine gözleri kapamak da ya ahmaklıktır ya da bilinçli bir burjuva manipülasyondur. Burjuvazinin siyasal gericiliğinin ve kapitalist sistemin çürümüşlüğünün damgasını bastığı emperyalizm çağında, egemenler bu bunamış sistemi ayakta tutmak için en barbarca yöntemleri bile çekinmeden kullanabilmektedirler. Dolayısıyla “sicilinde soykırımlar, nükleer felâketler, kitle katliamları, kan nehirleri bulunan çürüme çağı burjuvazisinin komplolara başvurmayacağını düşünmek için kişinin aklından zoru olması gerekir. Aksine kitleleri bu çağda savaşlara ikna etmek, onları bu doğrultuda seferber etmek için burjuvazi komplolara, kitle manipülasyonuna gitgide daha çok ihtiyaç duymaktadır. Bunu anlamamak çağın karakterini anlamamaktır.” (Levent Toprak, Komploculuk ve Komplolar, MT, Kasım 2006)

    Aslında burjuva ideologların “komplo teorisi” olarak nitelendirerek gerçekleri karartma operasyonlarına, İkiz Kuleler saldırısından başlayarak, emperyalist savaşın her aşamasında tanık olduk. ABD’nin “terörle mücadele” söylemiyle bu savaşı tetikleme bahanesi olarak kullandığı söz konusu saldırıları görünürde El Kaide üstlenmişti. Ancak işin içinde bizzat ABD istihbarat örgütlerinin olduğuna dair güçlü ipuçları vardı ve saldırıya dair pek çok soru işareti bulunuyordu. Buna rağmen, bu doğrultudaki açıklamalar egemenler tarafından “komplo teorisi” diye nitelendirilip dikkate alınamayacak saçmalıklar olarak damgalandı. Üstelik Batı solunun geniş kesimleri de bu resmi açıklamaların üzerine sorgusuz sualsiz atladılar. Onlara göre ABD kendi topraklarında böylesine kanlı bir saldırıyı örgütlemiş olamaz, “bu kadarını” yapmazdı! Burjuva düzene tümüyle entegre olmuş beyinler, böyle bir olasılığı dahi kabul edemiyordu. Oysa, bu saldırının arkasında yatan gerçekler tüm somutluğuyla ortaya çıkmamış olsa da, ABD’nin kendi eliyle büyütüp sonrasında şeytan ilan ettiği El Kaide içinde CIA ajanlarının cirit attığı ve bu ajanlar aracılığıyla örgütün sansasyonel eylemlere yönlendirilmeye çalışıldığı, ilerleyen süreçte, bizzat ajanlaştırılmaya çalışılan tanıklar tarafından defalarca deşifre edilecekti.

    Sonuçta işin içinde kendi istihbarat örgütlerinin parmağı olsun ya da olmasın, bu saldırıyı bahane olarak kullanan ABD, Afganistan’ı işgal ederek emperyalist savaşın ilk cephesini açtı. Çok geçmeden ABD öncülüğündeki emperyalist Batı ittifakı bu cepheye türlü yalanlar ve tertipler eşliğinde Irak’ı da ekledi. Saddam’ın elinde tonlarca kitle imha silahı ve bu silahların üretildiği tesisler olduğuna dair açıklamalar, BM’de gerçekleştirilen bir görsel şovla tüm dünyaya duyuruldu. Bu açıklama, sözde havadan çekilmiş resimlerle, tanık ifadeleriyle vb. destekleniyordu ve doğruluğundan şüphe edilemez olarak sunuluyordu. Aksini savunanlar ise beklendiği üzere yine Saddam yanlısı komplo teorisyenliğiyle suçlanıyordu. Oysa birkaç yıl sonra, kitle imha silahı iddialarının tümüyle uydurma olduğu ortaya çıkacak ve ABD yönetimi de bunu kabul etmek zorunda kalacaktı. Ancak ABD bu has komployla elini rahatlatarak Irak’ı çoktan tarumar etmiş olacaktı. Bu süreçte Guantanamo’dan Ebu Garib işkencehanesine, Felluce’de kullanılan nükleer silahlardan işkence uçaklarına kadar ortaya saçılan pek çok gerçek de önce aynı şekilde komplo teorisi suçlamalarıyla, yalanlamalarla ve manipülasyonlarla karşılaştı. Ancak kanıtların çıplaklığı sayesinde bu yalanlamalar ve çarpıtmaların ömrü ya da inandırıcılığı uzun süremedi.

    Afganistan ve Irak’a yönelik kanlı işgal harekâtlarıyla yüz binlerce insan katledilirken, savaş bu bölgelerle sınırlı kalmadı ve Yemen’den Kuzey Afrika’ya çok geniş bir coğrafyaya yayıldı. Libya’da Kaddafi rejimi emperyalist güçlerin dolaylı ve doğrudan saldırılarıyla yıkılırken ve bu ülkenin zengin petrol ve enerji kaynakları söz konusu güçler tarafından yağmalanırken, aynı anda Suriye de paylaşım masasına yatırıldı. Afganistan’a saldırıyı başlatırken El Kaide’yi düşman ilan eden ABD, on bir yıl sonra eli kanlı El Kaide de dahil olmak üzere pek çok radikal İslamcı grubun Esad rejimini yıkmak amacıyla Suriye’ye akın etmesinin önünü açtı ya da buna göz yumdu. Başlangıçta Esad rejimi karşısında “özgürlük savaşçıları” olarak gösterilen bu çeteler, emperyalist güçler ve bunların bölgedeki müttefikleri aracılığıyla silahlandırılıp finanse edildiler. AKP yönetimindeki TC ise bu emperyalist savaşta kraldan çok kralcı kesilerek en ön saflarda görev aldı. Öyle ki, ABD Libya’daki büyükelçilik saldırısının ardından taktik değiştirip vites küçültünce, Erdoğan hükümeti Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleyi açıktan savunan tek güç olarak ortada kalakaldı. İşte Reyhanlı’dan Guta’ya ve son olarak da Süleyman Şah Türbesi planlarına uzanan süreç böyle başladı.

    2013 Mayısında, Reyhanlı’da, 52 kişinin ölümü, 100’den fazlasının yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı saldırı yaşandığında, hükümet otomatik olarak bundan Esad’ın sorumlu olduğunu ilan etmişti. Bu saldırı tam da Erdoğan’ın Obama’yla görüşmek üzere ABD’ye gittiği bir dönemde gerçekleşmişti ve pek çok soru işareti barındırıyordu. Saldırının arkasında Türkiye’nin desteklediği İslamcı güçlerin ve bizzat TC’nin istihbarat kurumlarının olduğuna dair güçlü ipuçları söz konusuydu. Bu yüzden hükümet her zamanki gibi yayın yasağı getirerek meselenin daha fazla deşilmesinin önünü kesmeye çalışmıştı. Bu arada, saldırıyı öne sürerek, Obama’yı Suriye’ye yönelik yaptırımları sertleştirmeye ve askeri müdahaleye ikna etmeye girişmiş, ancak başarılı olamamıştı. Aksine ABD, Erdoğan’a, El Nusra gibi aşırı İslamcı güçlere verilen desteği çekme planını dayatmıştı.

    O günlerde resmi söylem dışındaki yorumlar “komplo teorisi” olarak nitelendirilirken, geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin AGİT temsilcisi, “biz El Kaideci güçleri desteklemiyoruz, hatta biz El Kaide saldırılarının mağduruyuz, Reyhanlı da onların saldırılarından biriydi” diyerek, “Esad yaptı” iddiasını yalanlamış oldu. Aslında “El Kaide yaptı” demek, bu işte TC’nin parmağı var iddiasını dolaylı olarak doğrulamak anlamına geliyordu. Zira TC’nin El Kaide de dahil Suriye’deki İslamcı güçlere her türlü yardım ve desteği sağladığını bilmeyen yoktu. Bu nedenle de temsilcinin sözleri hükümet tarafından inkârla karşılandı.

    Ancak aynı günlerde, Dışişleri’ndeki üst düzey toplantının ses kayıtları ve Seymour Hersh’in belgelere dayanarak dillendirdiği iddialar da bunun üstüne gelince, hükümetin inandırıcılığı alabildiğine sarsıldı. Zamanında Irak’taki Ebu Garib hapishanesinde yaşanan vahşi işkenceleri de ortaya çıkarıp tüm dünyaya duyuran ünlü gazeteci Seymour Hersh, Nisan başlarında yazdığı bir makalede, Suriye’nin Guta bölgesinde gerçekleştirilen kimyasal saldırıda Türkiye’nin aktif bir rol oynadığını söylüyordu. Söz konusu sarin gazı saldırısı, Reyhanlı’daki saldırıdan üç ay sonra, tam da Birleşmiş Milletler heyetinin Suriye’de kimyasal silah araştırması yaptığı günlerde gerçekleştirilmiş ve 1300 Suriyeli katledilmişti. AKP hükümeti, hiçbir kanıtı olmadığı halde daha ilk dakikada Esad’ı sorumlu ilan etmiş ve Obama’nın kırmızıçizgilerinin ihlal edildiğini söyleyerek, sert ifadelerle ABD’yi ve BM’yi askeri müdahaleye çağırmıştı. Hersh, çeşitli belgelere ve ABD istihbarat yetkililerine dayanarak, saldırının tam da buna bahane yaratmak üzere tasarlanıp, AKP hükümetinin bilgisi dahilinde, MİT ve Jandarmanın desteğiyle El Nusra Cephesi tarafından yapıldığını dile getiriyordu. Bunun yanı sıra, Libya’da Kaddafi rejiminin cephaneliklerinden ele geçirilen silahların Suriye’deki muhaliflere ulaştırılması için Türkiye üzerinden bir ikmal hattı oluşturulduğunu, ABD ve İngiltere’nin desteği, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın finansmanıyla muhaliflerin bu yolla silahlandırıldığını ve bu silahların önemli bir bölümünün de El Nusra gibi aşırı İslamcı örgütlere gittiğini belirtiyordu. Türkiye ile bu örgütler arasında yakın bir ilişki kurulduğunu, MİT ve Jandarmanın El Nusra’nın kimyasal silaha sahip olması için çalıştığını, hatta Türkiye’de sarin gazıyla yakalanan birkaç kişinin serbest bırakılarak olayın üstünün kapatıldığını iddia ediyordu.

    Hersh, eski bir Amerikalı istihbarat yetkilisinin şu sözlerine yer veriyordu: “Bu değerlendirmeyi destekleyen unsurlar da yine Türklerden geldi, zira saldırıdan hemen sonraki konuşmalar dinlemeye takıldı. Temel kanıt, sayısız dinlemeye takılan, Türklerin saldırı sonrası sevinci ve birbirlerinin sırtını sıvazlamasıydı. … Gaz salınmıştı ve Obama «kırmızıçizgi» diyecek, Amerika Suriye’ye saldıracaktı. En azından evdeki hesap buydu. Ama çarşıya uymadı.”

    Hersh’in makalesi bu ve benzeri çarpıcı iddialarla doluydu. Ve ABD’nin kısa bir süre içinde “saldırıyı Esad yaptı” tezini dillendirmekten vazgeçmesi, olaydan bir süre sonra Batı basınında yer alan çeşitli itiraflar ve açıklamalar da, bu iddiaların gerçeklik payının son derece yüksek olduğunu gösteriyordu. Oysa saldırıyı Esad’ın değil bölge güçlerinin desteğiyle İslamcı grupların yaptığı iddiası saldırının hemen ardından dile getirildiğinde yine “komplo teorisi” denerek küçümsenmişti. Hatta Batılı sosyalistlerin bir kesimi de, burjuva medyaya servis edilen açıklamaları sorgusuz sualsiz “doğru” kabul edip Esad rejimini bu nedenle topa tutarak, emperyalist müdahaleye açıktan çanak tutmuşlardı.

    Gelelim, bugünlerde TC’nin zırhlı araçlarla donatılmış bir askeri birliğini de gönderdiği Süleyman Şah Türbesi üzerinden döndürülmeye çalışılan dolaplara. Ses kayıtlarına yansıyan konuşmalarda dile getirildiği üzere, Suriye’de Türkiye toprağı sayılan bir alanda bulunan bu türbeye yönelik sözde IŞİD tehdidi karşısında, hükümet türbeyi savunma bahanesiyle Suriye’ye asker sokmaya çalışıyor. Hatta öyle ki, İstihbarat’ın başı, açıkça, gerekirse birkaç bomba attırıp savaş bahanesi yaratabileceğini söylüyor. Bu konuşmalarda, Türkiye’nin iki binden fazla tırla (hani yakalanıp deşifre edildiklerinde, hükümetin insani yardım malzemesi taşıdığını iddia ettiği tırlar!) bu İslamcı güçlere silah akıttığı da resmen itiraf ediliyor.

    Sosyalistler ne zaman bu tür şeyleri dile getirseler, tatlı su liberalleri ve düzenin diğer sözcüleri tarafından “yok artık, bu kadar da olur mu” tepkisiyle karşılaşır ve komploculukla suçlanırlar. “Hiç devlet kendi askerinin üzerine bomba atar mı? Kirli amaçlar uğruna yüzlerce insanın katledileceği bir tertibin içinde olabilir mi? Terör çetelerini destekleyip besler mi?” sözleriyle, emekçi kitlelerin sorgulamalarının önü kesilip düzen aklanmaya çalışılır. Oysa görüyoruz ki, kapitalist vahşet düzeninde insanın kanını donduran komplolar, katliamlar, en gerçekdışı görünen film senaryolarına bile taş çıkarırcasına, böylesine pervasız bir şekilde planlanmakta ve hayata geçirilmektedir.

    Komploları yok sayma ve küçümseme eğilimi, “çoğunlukla düzeni aklamaya, onu rasyonalize etmeye, onu olduğundan daha cici göstermeye dönük bir yaklaşımı yansıtır. Bunu yapanlar şayet düzenin baskıcı doğasını bilinçli olarak gizlemeye çalışan unsurlar değilseler, genellikle burjuva demokrasisi ile gözleri boyanmış liberal budalalardır. Bunlara göre kapitalist harikalar diyarında böyle kötülüklere yer yoktur. Oysa burjuva demokrasisi burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün yalnızca bir biçimidir. (…) Görünüşteki siyasal-hukuki eşitlik, yani burjuva demokrasisi, ancak burjuvazinin egemenliği ve hayati çıkarları tehlikeye girmediği ölçüde muhafaza edilir. Böyle bir tehdit ortaya çıkar çıkmaz burjuva demokrasisinin sınıf diktatörlüğü özü açığa çıkıverir. İşte burjuvazinin faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü rejimlerinin ve darbelerinin olduğu gibi komplolarının kaynağı da bu temel gerçekliktir.” (Levent Toprak, agm)

    Burjuva güçlerin, haksız savaşlara bahane oluşturmak ya da meşruiyet kazandırmak, hoşnut olmadıkları hükümetleri devirmek, büyük bir tehdit algısı yaratarak toplumu polis devleti uygulamalarının (“terörle mücadele” adı altındaki baskı yasaları, gösteri ve grev yasakları, basına sansür, fişleme, gözetleme ve daha pek çok faşizan uygulama) zorunluluğuna ikna etmek, göçmenlere, azınlıklara karşı ya da ezilen ulusları hedef tahtasına oturtacak şekilde milliyetçi kudurganlığı kışkırtmak, düzene yönelik tehditler arttıkça sıkıyönetim uygulamalarıyla, hatta askeri darbelerle demokrasiyi rafa kaldırmak vs. için düzenledikleri komploların haddi hesabı yoktur. Bunun örneklerini sergilemek için uzaklara gitmek gerekmiyor. Bizzat TC’nin tarihi, ilk bakışta akıl almaz gibi görünen çok sayıda kanlı komployla doludur.

    1921’de, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının M. Kemal önderliği tarafından güvenceler verilerek Türkiye’ye getirilip Karadeniz’de boğdurtulması; TC’nin kuruluş aşamasında M. Kemal önderliğinin çeşitli tertiplerle muhaliflerini siyaseten ve hatta fiziken saf dışı bırakması; düzmece iddia ve tertiplerle tutuklanan komünistlerin onlarca yıl zindanlarda çürütülmesi; 1955’te, bir kontrgerilla teşkilatı olan Özel Harp Dairesi’nin, “Atatürk’ün Selanik’teki evi bombalandı” haberleriyle halkı galeyana getirerek Rumlar başta olmak üzere azınlıklara ait evlere, dükkânlara saldırtıp 6-7 Eylül pogrom girişimini tezgâhlaması; 1977 1 Mayıs’ında onlarca işçinin ve devrimcinin katledilmesiyle sonuçlanan kanlı kontr-gerilla operasyonu, Maraş ve Çorum katliamları bunlardan sadece birkaçıdır.

    TC, 12 Eylül faşist darbesine giden süreçte ve sonrasında da çok sayıda kanlı tertip düzenlemiştir. 1990’larda, ilerici olarak bilinen gazeteciler, öğretim üyeleri bombalı saldırılarla öldürülmüş, Sivas’ta onlarca Alevi yakılarak katledilmiş, ve bunların suçu, o dönemde devletin öcü olarak gösterdiği İran’a ve İslamcı örgütlere yıkılmaya çalışılmıştır. Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen kirli savaşı meşru göstermek, devletin PKK’ye vurduğu “bebek katili terör örgütü” damgasını pekiştirmek ve şovenizmi tırmandırmak için düzenlenen komploların da haddi hesabı yoktur. Asker tarafından gerçekleştirildiği halde suçu PKK’ye atılan Başbağlar ve Güçlükonak katliamları bunun tipik örnekleridir.

    Bu örneklerin de gösterdiği gibi, emekçi yığınların akla, vicdana sığdıramadıkları için “bu kadarı da olamaz” diye düşündüğü sayısız vahşetin arkasında, tüm insani değerleri gözlerini kırpmadan ayaklar altına alan burjuva devletlerin ve çeşitli sermaye odaklarının tertipleri yatmaktadır. Kimi zaman, tezgâhlanan oyunlar da dahil olmak üzere gerçeklerin bir bölümü ortaya çıkabilmektedir. Ama o durumlarda bile, hızla işleyen sansür, karartma ve manipülasyon çarklarıyla zihinler karıştırılmakta ve geniş yığınların gözünde hakikatler netleşememektedir. Zira burjuvazi, boca ettiği yalanlarla gerçekleri gizleyecek ve emekçi yığınların kafalarını bulandırabilecek bolca araca sahiptir. Düzenin başta medya olmak üzere her türlü aracı, yalan, çarpıtma ve manipülasyon sayesinde, yaratılmak istenen algının oluşturulması için işbaşındadır. Tüm bunların sonucunda, bilinçsiz yığınların refleksleri de, medyadan duyulan ve görüleni süzgeçten geçirip sorgulama yönünde değil doğru olarak kabul etme yönünde işlemektedir. Böyle olunca da egemenlerin her türlü tuzağına kolaylıkla düşülebilmektedir.

    “Bu kadarı da olamaz” düşüncesinin zeminini güçlendiren en önemli olgulardan biri ise burjuva demokrasisine dair oluşturulmuş yanılsamalardır. Egemen sınıfın burjuva demokratik sistemlerde devletin yasalar çerçevesinde hareket ettiği ve işlerin şeffaf bir şekilde yürütüldüğü yönündeki propagandası, ne yazık ki toplumu kolayca etkisi altına alabilmektedir. Özellikle burjuva demokrasisinin uzun yıllar boyunca kesintisiz işlediği Batı ülkelerinde bu durum fazlasıyla geçerlidir. Öyle ki, reformizm geleneğinin sosyalist hareketi olanca ağırlığıyla kuşattığı ve komünist refleksleri alabildiğine zayıflattığı bu ülkelerde, sosyalistlerin hatırı sayılır bir kesimi de, emperyalist komplolara ya da manipülasyonlara kolaylıkla gözlerini kapatarak, resmi açıklamaların ve burjuva medyada çıkan haber ve yorumların üzerine sorgusuz sualsiz atlayabilmektedir. Bu tehlikeli yaklaşımın doğurduğu sonuçlar ise emperyalist politikaların bilinçli ya da bilinçsiz onaylanmasına kadar varmaktadır. 11 Eylül saldırısından bu yana emperyalizmin “terörle mücadele” adı altında alabildiğine körüklediği Müslüman düşmanlığının İkinci Enternasyonal geleneğinden gelen “sosyalist” partilere ve irili ufaklı pek çok çevreye nüfuz etmesi ya da “teröre karşı güvenlik önlemi” adı altında hayata geçirilen baskıcı uygulamaların söz konusu kesimler tarafından şu ya da bu ölçüde mazur görülebilmesi bunun çarpıcı örneklerindendir. Dolayısıyla bu tutum aslında, masum bir bönlük olarak görülemeyecek kadar vahim sonuçlar doğurabilen bir düzen içi anlayışın ifadesidir.

    Son olarak şunu vurgulayarak bitirelim: Burjuvazinin tuzaklarına düşmemek için, olaylara öncelikle, bu çürümüş sistemde burjuva güçlerin her türlü caniliği yapabilecekleri refleksiyle yaklaşılmalıdır. Ve her şeyden önemlisi, kapitalist sömürü ve vahşet düzenine duyulan öfkeyi, devrimci Marksist bir bilinçle diri tutmaktır. Bunun ise örgütlü bir devrimci varlığı ve duruşu gerektirdiği açıktır.

    http://marksisttutum.org/komplo_mu_komplo_teorisi_mi.htm

  15. Komploculuk ve Komplolar
    Levent Toprak

    11 Eylül saldırılarının 5. yıldönümü dolayısıyla tüm dünyada çeşitli değerlendirme ve tartışmalar yapıldı. Bu tartışmalar çerçevesinde yeniden alevlenen konulardan biri de 11 Eylül saldırılarının ABD emperyalizminin bir komplosu olup olmadığıydı. Bir süredir internette yayınlanmakta olan bu konuya ilişkin bir belgesel de o günlerde bir televizyon kanalında yayınlandı. Loose Change adını taşıyan bu belgeselde Pentagon’a düştüğü iddia edilen yolcu uçağının gerçekte mevcut olmadığı, İkiz Kulelerin çarpan uçaklar nedeniyle değil binalara önceden yerleştirilmiş patlayıcılarla yıkıldığı gibi iddialar ileri sürülüyordu.
    Bilindiği gibi 11 Eylül’e ilişkin bu ve benzeri iddialar olayın ilk günlerinden bu yana dillendirilmekteydi ve dünyanın ABD dışındaki geniş bölümünde de bu işte ABD parmağı olduğuna dair yaygın bir kanı oluşmuştu. Şimdilerde yapılmakta olan bazı anketler Amerikan halkında da benzer bir kanının güç kazanmakta olduğuna işaret ediyor. Bu anketlere göre Amerikan halkının %42’si bu işin bir biçimde “içeriden tezgâhlandığı”na, %36’sı ise bizzat hükümetin bunu organize ettiğine inanmakta. Buna benzer daha ayrıntılı başka anketler ve veriler de bulunuyor. Bunların ne derece güvenilir olduğunu bilmek pek mümkün olmasa da, genel anlamda bir hoşnutsuzluğa işaret ettiklerini çıkarsamak mümkün. Aslına bakılırsa Amerikan halkında da 11 Eylül’e karşı hissiyatın değişen koşullara bağlı olarak değişmesi gayet doğal. Kapitalizmin derinleşen genel bunalımının kitleler üzerindeki etkileri giderek daha fazla hissedilirken ABD’nin emperyalist maceralarında tökezleme alametleri de güçleniyor. Bütün bunlar başlangıçtaki saldırıya uğramışlık ve kurbanların acılarını paylaşma ağırlıklı hissiyatın da yerini daha şüpheci bir havaya bırakmasına yol açıyor.
    Bu tür şüphelerin artması aslında 11 Eylül’ün “bir komplo olduğunun anlaşılmaya başlamasından” ziyade, bir komplo olsun ya da olmasın, onun ABD emperyalizmi tarafından tamamen bir bahane olarak kullanılmakta olduğunun giderek daha fazla ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Ki komplolar sorununda genel olarak asıl bakılması gereken nokta da zaten budur.

    Komploculuğa dair

    Gerek kapitalizmin genel çürüme çağı olarak emperyalizm çağının doğası açısından, gerek içine girmiş olduğumuz yeni dönemin nitelikleri açısından, gerekse de bu yeni dönemde Türkiye’nin özgül siyasal çelişkileri açısından bu komploculuk meselesinde sağlıklı bir yaklaşım ortaya koymanın önemi artmış bulunuyor. Hele hele Türkiye’de ciddi herhangi bir toplumsal-politik sorunun tartışılmasının sık sık “komplo” suçlamasıyla boğulması ve böylelikle sorunların örtbas edilmesi geleneğinin kök salmışlığı düşünüldüğünde bu önem daha iyi anlaşılır. Örneğin Kürt sorunu gibi yüzyıla yayılmış bir sorun bile, sanki ortada bir ezme ezilme ilişkisi yokmuş, sanki bu temelde bu topraklarda 29 isyan olmamış gibi tümüyle emperyalistlerin komplosuna indirgenmektedir. Aynı şey son zamanlarda giderek alevlenmekte olan Ermeni kırımı meselesi için de, diğer birçok sorun için de geçerlidir. Bugün düzen için yakın bir tehdit olarak görülmediğinden burjuvazinin çok üzerinde durmadığı sosyalist hareket de ‘80 öncesinde bir Sovyet komplosu olarak suçlanmıştı. Dolayısıyla egemenler kendi canlarını sıkan her türlü muhalefeti bastırmada bu ideolojik saldırı aracını kullanmaktadır. Gelecekte devrimci işçi hareketi yeniden filizlendiğinde benzer karalamaların aynı şekilde ona karşı da kullanılacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.
    Komplo sorunu, egemenlerin dolaysız politik amaçlarla devreye soktukları karalama işlevinin yanı sıra, Türkiye’de yazar-çizerlikle iştigal eden zevatın zihniyetinin önemli bir unsurunu da oluşturmaktadır. Toplumsal sorunların gerçek niteliğini anlamaktan aciz bu zevat, açıklayamadıkları ya da işlerine gelmediği her durumda bir maymuncuk olarak komploları devreye sokarlar. Bu topraklarda özgür eleştirel düşünce geleneğinin tarihsel nedenlerle sığ olduğunu hatırladığımızda bunu anlamak daha da kolaylaşmaktadır. Son yıllarda kitapçı raflarının, “bu topraklar üzerine oynanan hain oyunların” ifşasına hasredilmiş hamaset dolu süprüntü yığınlarıyla dolup taşması bununla ilgilidir. Gün geçmiyor ki Türkiye’yi perde arkasından yönettiği iddia edilen Sabetaycılıkla ilgili yeni yeni ifşaatlar yapan bir kitap çıkmasın, dünya hâkimiyeti peşinde koşan gizli tarikatlar (Tapınak Şövalyeleri, Illimunati, Siyon Protokolleri, Kurukafa ve Kemik Örgütü, muhtelif Mason örgütleri vs.) hakkında yeni yeni buluşlar yapılmasın. Komplocu düşünüşün bu iptila düzeyindeki yaygınlığı, “aksi ispatlanana kadar herkes Masondur” şeklindeki bir mizahı da doğurmuştur.
    Tabii bu zihniyetin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı şüphesizdir. Komploculuk suçlaması ya da komplocu zihniyet egemenlerin elinde genel bir araçtır. Amerikan Devrimini, Fransız Devrimini ve hatta 1917 Ekim Devrimini Mason komplosu olarak sunan bir zihniyet bile mevcuttur. Özellikle uluslararası faşist harekette ve bunun yanında İslamcı hareketin saflarında da dünyadaki bütün kötülüklerin bir Yahudi (ya da Mason) komplosu olduğuna dair en habis düşünceler yaygındır. Bu hareketlerin etkisi ölçüsünde çeşitli halk kesimleri arasında da bu düşünceler zemin bulabilmektedir. Kuşkusuz bu tür düşüncelerin geniş kitlelerde yankı bulması ile egemen sınıfın yüksek tepelerinden pompalanması arasında bir fark vardır. Kitlelerin bu düşüncelerden etkilenmesi belirli toplumsal siyasal koşullarla alâkalıdır. Kapitalizmin ağır bunalım yaşadığı ve buna bağlı olarak kitlelerin yaşam koşullarında genel bir kötüleşmenin söz konusu olduğu durumlarla, genel bir örgütsüzlük ve devrimci önderlik boşluğunun birleştiği şartlarda, kitlelerde genel bir karamsarlık ve çıkışsızlık hissi güç kazanabilir. Dünya katlanılmaz hale geldikçe anlaşılmaz da görünür ve karamsarlığı ve çıkışsızlığı ifade eden düşünceler için uygun zemin oluşur. İnsanlarda genel olarak bir yandan dine, mistisizme doğru bir eğilim ortaya çıktığı gibi, olayları derin komplolarla açıklayan düşüncelere eğilim de baş gösterir.

    Komplolar yok mu?

    Ancak komplolar sorunuyla ilgili tek problem komplocu zihniyet değildir. Genel olarak söyleyecek olursak, başka birçok sorunda olduğu gibi, komplolarla ilgili de sakınılması gereken iki uç tutum bulunmaktadır. Biri, yukarıda anlatageldiğimiz, tüm toplumsal hayatı ve tarihi komplolarla açıklama eğilimi iken, diğeri de komploları yok sayma ya da küçümseme eğilimidir. Bu tutum da çoğunlukla düzeni aklamaya, onu rasyonalize etmeye, onu olduğundan daha cici göstermeye dönük bir yaklaşımı yansıtır. Bunu yapanlar şayet düzenin baskıcı doğasını bilinçli olarak gizlemeye çalışan unsurlar değilseler, genellikle burjuva demokrasisi ile gözleri boyanmış liberal budalalardır. Bunlara göre kapitalist harikalar diyarında böyle kötülüklere yer yoktur.
    Oysa burjuva demokrasisi burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün yalnızca bir biçimidir. Bir avuç sömürücü azınlıktan oluşan burjuva sınıf, toplumsal yaşamın temelini oluşturan ekonomi alanındaki egemenliği nedeniyle yaşamın tümü üzerinde egemenlik kurar. Burjuva demokrasisinin görünüşte toplumun tüm bireylerini siyasal-hukuki düzlemde eşit tutması, ekonomi alanındaki eşitsizlik ve baskılama nedeniyle özde hükümsüzdür. Görünüşteki siyasal-hukuki eşitlik, yani burjuva demokrasisi, ancak burjuvazinin egemenliği ve hayati çıkarları tehlikeye girmediği ölçüde muhafaza edilir. Böyle bir tehdit ortaya çıkar çıkmaz burjuva demokrasisinin sınıf diktatörlüğü özü açığa çıkıverir. İşte burjuvazinin faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü rejimlerinin ve darbelerinin olduğu gibi komplolarının kaynağı da bu temel gerçekliktir.
    Komplolar egemenler açısından sınıf mücadelesinin vazgeçilmez araçlarından biridir. Zira temelinde sömürü ve baskı bulunan kapitalist düzende egemen burjuvazinin tüm işleri burjuva demokrasisinin kâğıt üzerindeki işleyişi içinde hallolamamaktadır. Özellikle modern çağda burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için sömürülen ve ezilen yığınların rızasını kazanmak zorundadır. Belirli bir konuda, ki bu konular genellikle büyük çaplı değişimleri içeren çetin konulardır, halkın rızası olağan mekanizmalarla sağlanamadığı ölçüde uygun psikolojik koşulların oluşturulması için komplolar tezgâhlanır. Nazilerin iktidara geldikten sonra hem komünistlere yönelik baskıları haklı göstermek ve onları tasfiye etmek hem de parlamentoyu lağvetmek için tezgâhlayıp komünistlerin üzerine yıktığı parlamento binası yangını (Reichstag Yangını) bunun en bilinen örneklerinden biridir.
    Türkiye’den iyi bilinen bir örnek de meşhur 6-7 Eylül olaylarıdır. Hatırlanacağı gibi 1955 yılında Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmış ve gazeteler bunu halkı İstanbul’daki Rumlara karşı galeyana getirecek tarzda işlemişti. Bunun sonucunda kışkırtılmış ve yönlendirilmiş kalabalıklar binlerce Rum vatandaşa saldırmış, onların ev ve işyerlerini yağmalamıştı. Bu olaylar amaçlandığı gibi sonraki günlerde yüz binlerce Rum vatandaşın ülkeyi terk edip Yunanistan’a göç etmesine yol açmıştı. Daha sonra Selanik bombalamasının Türk gizli servisi tarafından gerçekleştirilmiş olduğu ve yağmalama ve saldırıların da planlı olarak yürütüldüğü ortaya çıkmıştı.
    Komploların bir dolaysız sebebi de egemen sınıf içi kapışmalardır. Bu kapışmalar da her zaman burjuva demokrasisinin olağan işleyiş mekanizmaları içinde çözüme bağlanamayabiliyor. Bu durumda başta suikastlar olmak üzere muhtelif türde komplo eylemleri gerçekleştirilebiliyor. Kennedy suikastı ya da Özal’a yapılan başarısız suikast gibi örnekleri hemen hatırlamak mümkün.
    En geniş kapsamlı komplolar ise genellikle bir ülkenin savaşa girmesinin bahanesini yaratmak için yapılanlar olmuştur. 1898’de ABD emperyalizminin, kendi savaş gemisi Maine’in batırılışını, İspanya’nın Latin Amerika’dan sürülüp atılmasıyla sonuçlanacak bir savaşın bahanesi olarak kullanması; 1931’de Japonya’nın Mançurya’yı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü, ama bizzat Japon subayları tarafından Eylül 1931’de gerçekleştirilen demiryolu sabotajı; 1 Eylül 1939’da II. Dünya Savaşını başlatan Alman Nazi ordularının Polonya işgalinin bahanesi yapılan ve aslında kılık değiştirmiş SS subayları tarafından düzenlendiği halde Polonya askerleri tarafından yapılmış gibi gösterilen sınır ötesi karakol saldırısı; önceden haber alındığı halde II. Dünya Savaşına girişin bahanesi olarak kullanılacağı için ABD emperyalizmi tarafından göz yumulan Japonların ABD donanmasını yok etmeye yönelik Pearl Harbor saldırısı gibi hadiseler bunun çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Aslına bakılacak olursa tarihin çok derinliklerine gitmeye gerek yok. Irak Savaşının ta kendisi Irak’ta kitle imha silahları olduğuna dair koca bir yalanla başlatılmadı mı?

    Emperyalizm çağı, yeni dönem ve 11 Eylül

    Kapitalizm kendisinin çürüme çağını ifade eden emperyalist aşamasını yüzyılı aşkın süredir yaşıyor. Lenin’in sıkça belirttiği gibi emperyalizm çağı siyasal gericilik çağıdır. Bu, egemen burjuvazinin, çağı çoktan gelmiş olan proleter devrimi engelleyebilmek ve bunamış sistemini ayakta tutabilmek için en barbarca yöntemleri hiç çekinmeden kullanabileceği anlamına gelmektedir. Bu çağ krizler, savaşlar ve devrimlerle karakterize olan bir çalkantı çağıdır. Bu bakımdan, sicilinde soykırımlar, nükleer felâketler, kitle katliamları, kan nehirleri bulunan çürüme çağı burjuvazisinin komplolara başvurmayacağını düşünmek için kişinin aklından zoru olması gerekir. Aksine kitleleri bu çağda savaşlara ikna etmek, onları bu doğrultuda seferber etmek için burjuvazi komplolara, kitle manipülasyonuna gitgide daha çok ihtiyaç duymaktadır. Bunu anlamamak çağın karakterini anlamamaktır.
    Sovyetler Birliği faktörü ve II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik yükseliş temelinde oluşan göreli istikrar dönemi 1990 dönemeciyle birlikte son bulmuş ve emperyalizmin çelişkilerinin çok daha doğrudan ve genel biçimde kendini dışa vurmaya başladığı yeni bir dönem açılmıştır. Bu dönem, değişik vesilelerle hep belirtegeldiğimiz üzere emperyalistler arası rekabetin ve bu arada sınıf mücadelelerinin yeni bir kızışma evresi anlamına gelmektedir. Bir yangın yerine dönmüş olan Ortadoğu’nun durumu yeni dönemin resmini vermektedir. Savaşlar, militarizm, otoriter eğilimlerin güçlenişi, baskıcı uygulamaların artması, işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırıların yoğunlaşması…
    Yeni dönemde içeride işçi sınıfına, dışarıda da emperyalist rakiplere aman vermeme çabası, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçleri savaş baltalarını bilemeye itiyor. ABD emperyalizminin değişik stratejistleri yeni dönemde hegemon konumun güçlendirilerek sürdürülmesi için yeni stratejiler geliştirdiler. Bugün işbaşında olan yönetici kliğin geliştirdiği Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi de ABD emperyalizminin halen izlemekte olduğu stratejiyi oluşturmaktadır. 21. yüzyılı bir Amerikan yüzyılı yapmayı kendine amaç tayin eden bu projenin belirlediği temel hedef, ABD’ye kafa tutabilecek herhangi bir yeni emperyalist gücün çıkmasına her ne pahasına olursa olsun izin vermemek ve ABD’nin tek küresel emperyalist güç olarak rakipsiz kalmasını sağlamaktır. Bunun için ABD emperyalizminin dünya ölçeğinde daha fazla askeri kuvvet kullanması gerektiğini saptayan programın önerdiği tedbirlerin önemli bir bölümü de askeri tedbirlerden oluşuyor: Ordunun daha da güçlendirilmesi, askeri harcamaların arttırılması, diğer güçlerin uzaya çıkmasının engellenmesi (klasik kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yanına bir de “uzay kuvvetleri”nin oluşturulması), Anti-balistik Füze Antlaşması’ndan çekilme vs. Tümüyle militarist bir program olan bu programın temel belgesinde, çok kapsamlı ve masraflı olması nedeniyle orduda öngörülen değişimlerin çok uzun zaman alabileceği, ama ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan Pearl Harbor saldırısı gibi Amerikan halkını şoke edecek olayların olması halinde bu sürecin hızlanabileceği belirtilmektedir. Bu kliğin dışında da birçok tanınmış emperyalist stratejist bir “Pearl Harbor etkisi” gereğinden söz etmiştir.
    Tüm bunlar, yeni militarist programın hayata geçirilmesi ve Ortadoğu’dan başlamak üzere yeni bir emperyalist savaş sürecini başlatmanın bahanesi olarak kullanılmak üzere 11 Eylül türü sansasyonel bir komploya mükemmelen uygun bir zeminin zaten varolduğunu, böylesi bir komplonun hiç de gökten zembille inmiş olmayacağını göstermektedir. Loose Change adlı belgesel ve daha birçok kişi olaya ilişkin resmi öykünün tutarsızlıklarına ve açıklarına işaret ederek 11 Eylül’ün içeriden gerçekleştirilmiş bir komplo olduğunu iddia etmektedir. Komplolar işin tabiatı gereği kanıtlanması kolay olmayan olaylardır. Bu açıdan belki de ileride işçi sınıfının devrimiyle bütün gizli arşivler açılana kadar işin aslını bilemeyeceğiz. Ekim Devrimini gerçekleştiren Rus işçi sınıfı tarihte ilk ve tek olarak bunu yapmış ve diğer devletlerle yapılan gizli anlaşmalar da dahil olmak üzere tüm gizli belgeleri dünyaya açıklamıştı. Yine de 11 Eylül’e ilişkin olarak şimdiye kadar ortaya çıkan bazı bilgiler, en azından, Pearl Harbor hadisesine benzer biçimde saldırıya göz yumulduğunu aşağı yukarı kesin biçimde göstermektedir.
    Komplocu zihniyete itibar etmeme adına gerçek komploların varlığını yadsıyan ya da örtbas etmeye çalışanlardan bazıları, gülünç biçimde, “ABD kendine böyle bir şey yapmaz” diyorlar. Tarihte en vahşi türden gerçek komploların varlığı, emperyalizmin doğası ve içine girdiğimiz yeni dönemin niteliği gibi hususları bir yana bıraksak bile, ABD emperyalizminin daha önce buna çok benzer planlar yapmış olduğuna dair ilginç belgeler gün ışığına çıkmıştır. 1962 yılında hazırlanan ve Northwoods Operasyonu olarak adlandırılan taslak planın amacı alenen, “Küba’ya bir Amerikan askeri saldırısının gerekçelendirilmesi için bahane yaratmak” olarak tarif edilmekteydi. Bunun için çeşitli alternatifler önerilmekteydi. Bir Amerikan yolcu uçağının Küba savaş uçakları tarafından düşürülmüş gibi gösterilmesi ya da Guantanamo Körfezi’ndeki Amerikan deniz üssünde bir Amerikan savaş gemisinin havaya uçurularak suçun 1898’deki “Maine hadisesinde olduğu gibi” (raporda aynen böyle ifade edilmektedir) Küba’ya yıkılması bu alternatifler arasındaydı. Bunların yanında, ABD içinde önemli mekânlara yönelik terörist bombalamalar ve “dost Kübalılar” olarak tarif edilen karşı-devrimci unsurların kullanıldığı başka türden eylemler de düşünülüyordu. Bu planlar o dönemde uygulamaya sokulmasa da, benzerleri tüm dünya için üretilmeye ve uygulanmaya devam etti.

    Uyanıklığı elden bırakma

    Marksistler tarihin ve toplumun hareket yasalarının yerine komploları koyan komplocu düşünüş tarzını mahkûm ettikleri gibi, komploların bal gibi de var olduğu gerçeğini yadsıyanları da mahkûm ederler. Egemenler belirli süreçleri hızlandırmak, halkı kanlı planlara razı etmek ve çeşitli konularda manipüle etmek için komplolara başvururlar. Hele hele siyasal gericilik çağı olan emperyalist çürüme çağında bunlar egemenlerin sınıf mücadelesindeki vazgeçilmez araçlarıdır. Ancak komplolar tarihin akışının ana yönünü değiştirmezler. Gerçek şu ki 11 Eylül olmasaydı da günümüzün dünyasının tablosu aşağı yukarı benzer olurdu. Zira büyük ölçekli toplumsal siyasal dönüşümleri belirleyen temel sebepler, şu ya da bu türden komplolar değil, tarihsel maddeci yöntem tarafından açıklanmış sınıf mücadeleleridir. Varlığı yadsınamayacak olan komplolar da anlamlarını sınıf mücadelesi bağlamında bulurlar. Tam da bu nedenle egemenler açısından “başarılı” ve de “başarısız” komplolar vardır. Zamanı gelmiş büyük ölçekli değişimlerle uyumlu, onları güçlendiren ya da onların önünü açan komplolar “başarılı” komplolar iken, buna uygun olmayan ve çoğu durumda muhakkak ki varlığından bile haberdar olmadıklarımız “başarısız” komplolardır.
    11 Eylül önemlidir evet. Ama hangi anlamda? 11 Eylül sonrasında yaşanan önemli değişimlerin 11 Eylül yüzünden olduğunu ihsas eden yanlış düşünceden dolayı değil, bu değişimlerin gelişmesinde kritik bir işaret noktası, bir dönüm noktası olması nedeniyle. Marksistler her şey 11 Eylül yüzünden olmuşçasına 11 Eylül’e metafizik bir anlam yükleyen sığ burjuva düşüncesinin değişik biçimlerine itibar etmezler. Bu düşünceler görünürde birbirleriyle en şiddetli geçimsizlik içinde olsalar bile aynı yöntemsel metafizik zeminde ortaktırlar. 11 Eylül’ün anlamı, onun dönemin eğilimlerini çarpıcı biçimde özetlemesi, ifade etmesidir.
    Hem komploların varlığına karşı hem de bunları abartma ya da küçümseme şeklindeki eğilimlere karşı uyanık olmak gerekiyor. İçine girmiş olduğumuz yeni dönemin özünde bir emperyalist savaş konjonktürü olması bu konudaki bilinç açıklığının önemini artırmaktadır. Hem Şemdinli örneğinde olduğu gibi manipülasyon amaçlı komplolara, hem de “dış güçlerin komploları”ndan dem vurup işçi sınıfını çeşitli türden milliyetçi gerici amaçlara alet etmek isteyenlere karşı özellikle uyanık olmak gerekiyor. Bütün bu komploların nihai işlevi kan, ter ve irin üzerine kurulu kapitalist düzeni devam ettirmek olduğuna göre, bunlara son vermenin yolunun da içinden üredikleri kapitalizmi yok etmek olduğu aşikârdır.

    (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no:20, Kasım 2006)

    http://marksist.net/MT/Komploculuk%20ve%20Komplolar.htm

  16. Süleyman Şah Türbesi hakkında yanlış bildiklerimiz
    Ayşe HÜR

    Pek çok kişi Süleyman Şah Türbesi’yle şu veya bu düzeyde ilgileniyor. Bu konuda yazılar yazılıyor. Ama ortada dolaşan bilgilerin çoğu yanlış.

    Taraf gazetesi, tam 74 gün önce Türkiye’nin Musul Konsolosluğu’ndaki 49 kişiyi rehin alan IŞİD’in rehinelerin serbest bırakılması karşılığında Süleyman Şah Türbesi’ndeki Türk askerlerinin çekilmesini istediğini, Ankara’nın bu talebi kabul ettiğini, bunun kamuoyuna açıklanması için formül arandığını yazdı. Hükümet Taraf’ı ‘sorumsuzlukla’ suçlamaktan öteye bir şey yapamadı, Taraf da haberinin arkasında durdu. Hatta “Mahkemeye verilirsek, sunacağımız belgeler var” diyerek meydan okudu.

    Süleyman Şah Türbesi’nin adı bundan birkaç ay önce, Dışişleri Bakanlığı’nın bir toplantısına ait yasadışı dinlemelerde de geçmişti. Hatırlanacağı üzere bu kayıtlarda bazı devlet görevlileri, Suriye’ye müdahale etmek için gerekirse Süleyman Şah Türbesi’ni bombalamaktan söz ediyorlardı. Mahkeme kararıyla bu konuşmanın da üstü örtülmüştü ama o günden beri pek çok kişi Süleyman Şah Türbesi’yle şu veya bu düzeyde ilgileniyor. Bu konuda yazılar yazılıyor. Ama ortada dolaşan bilgilerin çoğu yanlış. Elbette ben de bu konunun birinci derece uzmanı değilim ama elimden geldiğince, yanlışlara işaret edip, olası doğru cevapları sizlerle paylaşmak istedim.

    Süleyman Şah Türbesi, Karakozak Köyü, Suriye

    Osmanlı kaynakları ne diyor?

    Ünlü Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazade (ö.1484) “…Geldikleri yola gitmediler, vilâyet-i Haleb’e geldiler. Caber Kalesi’nin önüne vardılar ve (…) Fırat ırma¬ğı önlerine geldi, geçmek istediler. Süleyman Şah Gazi’ye eyittiler, ‘Hânım, biz bu suyu nice geçelim?’ dediler. Sü¬leyman Şah dahi atın suya depti, önü yar imiş, at sürçtü. Süleyman Şah suya düştü. Ecel mukaddermiş, Allah’ın rahmetine kavuştu. Sudan çıkardılar, Caber Kalesi’nin önüne defnettiler. Şimdiki hînde ona ‘Mezar-ı Türk’ derler” diye yazar. Aşıkpaşazade, Osmanlı Hanedanı’nın şeceresini verirken, Süleyman Şah’ı Osman Gazi’nin dedesi olarak gösterir.

    Sondan başlarsam, Cemal Kafadar’dan öğrendiğime göre Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları oldukça karanlıktır. Osmanlıların kökenine ilişkin ilk kaynağın, Orhan Gazi’nin imamı İshak Fakih’in oğlu Yahşi Fakih tarafından 1405’te yazılan Menâkibnâme olduğu ileri sürülür ancak eski söylencelerin derlenmesi olduğu sanılan bu kaynak günümüze ulaşmamıştır. Yine söylenceye göre, 1413 yılında Yahşi Fakih’in evinde misafir kalan Aşıkpaşazade bu kitabı görüp okumuş ve Tevârîh-i Âl-i Osman adlı eserine buradan bir çok bilgi aktarmıştır. (Aşıkpaşazade’nin 1400 yılı civarında doğduğunu ileri süren kaynaklara inanmak gerekirse, o yıllarda 13-14 yaşında olmalıdır.) II. Murad devrinin vak’nüvisi Yazıcıoğlu Ali, 13. yüzyıl yazarı İbn-i Bibi’nin Selçukname adlı eserini Osmanlıca’ya çevirirken ona bazı eklemeler de yapmıştır. Bunlardan biri Osmanlıların Kayı boyundan (“Oğuz’un kalan hanları uruğundan”) geldiğidir. Bu bilgiler 15.ve 16.yüzyıllarda yazılmış Tevarih-i Al-i Osman’larda tekrarlanmıştır. Ancak bu kaynaklarda kurucunun Ertuğrul mu Osman mı, ikincisi ise adı Osman mı, Otman mı, Uthman mı, bu kişi kimdir, babası, dedesi kimdir, devletin kuruluştaki adı neydi, başkenti neresiydi gibi sorulara cevaplar bulmak imkansızdır.

    Örneğin bu konuda en uzun bilgiyi veren Şikari’nin (ö.1584) Karamanname kısa adıyla bilinen eserinde “Osman, Keyhüsrev bin Keykubad Alaüddin’in çoban-başısı idi. İnönü’nde ne kadar koyun ve sığır, atı ve devesi ve katırı var ise Osman gözlerdi, kafir almazdı. Karamanoğlu Mehemmed Beg, Alaüddin’i kaçurup cümle mülkini alduğu vaktin, Osman gelip toğruluk gösterdi. Ana, İvaz Mehemmed Beğ (ile) tabl, alem, kılıç verüp beg eyledi. Osman bir geda (fakir) iken şah eyledi. Aslı sinci (soyu sopu) yok bir yörük oğlu iken beğ oldu, beğleri beğenmez oldu” yazmasına bakılırsa, 16. yüzyılın sonlarında bile Osmanoğullarına asalet payesi vermek adeti yoktu. Veya müderris, hekim, tarihçi ve bir dizi önemli kurumun üyesi olan Hayrullah Efendi’nin (ö. 1866) Matbaa-i Amire’de basılan Devlet-i Aliyye-i Osmaniye Tarihi’nde, Selçuklu Sultanı Keykubad’ın izniyle yazları Domaniç yaylalarında, kışları Karacaşehir ve Söğüt havalisinde oturma izni alan biri olarak tarif edilen Ertuğrul Bey’in ziyaret ettiği İtburnu köyünde imamın evinde konuk olduğu sırada, pencerenin üzerinde bulunan Mushaf-ı Şerif’i (Kuran) göstererek, “buna niye hürmet etmem ihtar olundu ?” diye sormasına bakılırsa (anlaşılan Kuran’a karşı özensiz davranmıştı), Ertuğrul Bey’in ya bu tarihe kadar hiç Kuran görmediğini, ya da Kuran’ın kutsallığına dair bir fikri yoktu demek lazım.

    Yine de, eldeki sınırlı bilgilerle Süleyman Şah kimdir, hangi savaş sırasında nasıl ölmüştür ve nereye gömülmüştür sorularına cevap bulmaya çalışayım.

    Türbedeki Süleyman Şah kimdir?

    Eğer türbe, İstanbul’da sıkça görülen makam mezarları gibi, altı boş mezarlardan biri değilse ve içinde gerçekten önemli bir şahsiyetin kemikleri varsa, Aşıkpaşazade’nin ve diğer Osmanlı tarihçilerinin atıfta bulunduğu kişi muhtemelen 1071 Malazgirt Savaşı’nın muzaffer komutanı Alp Arslan’ın, 1072’de ölümünden sonra Anadolu’ya gelen ikincil, hatta üçüncül komutanlardan biri olan Kutalmışoğlu Süleyman olabilir. Resmi tarihçiler bu şahsın Anadolu (Rum) Selçuklu Sultanlığı’nın kurucusu olduğunu iddia ederlerse de, buna dair hiçbir somut kanıt (adına darp edilmiş para veya adına okunmuş hutbe, yazışmalarda bu minvalde ifadeler vs.) yoktur. Nitekim Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un (hd 1081-1118) kızı olan Anna Komnena, dönemin olaylarını anlatan Aleksiad adlı tarih kitabında Süleyman’dan ‘İznik Emiri’, ‘İznik Sultanı’ diye bahseder. Arapların Abu’l-Farac dediği Süryani kronikçi Bar Hebraeus (ö. 1286) ise ‘Antakya hakimi Katlamış oğlu Süleyman’ diye anar.

    Süleyman Şah hangi savaşta ve nasıl öldü?

    Söz konusu Süleyman, ister emir, ister sultan, ister şah olsun, ister İznik’in ister Antakya’nın hakimi olsun, ‘kafir’ Bizans’la savaşmak yerine, gözünü din kardeşi, hamisi Büyük Selçuklu Sultanı Melihşah’ın ülkesine dikmiştir. Ancak Kutalmışoğlu Süleyman, 5 Haziran 1086 günü, Melikşah’ın kardeşi Tutuş’un ordularıyla Halep yakınlarında yaptığı savaşta hayatını kaybeder.

    Bu ölümün nasıl olduğuna dair iki kaynağımız var. Anna Komnena, Süleyman’ın yere sapladığı kendi kılıcının üzerine atlayarak intihar ettiğini söyledikten sonra “bu sefil adam, sefilce öldü” der. Bar Hebraeus ise daha usturuplu bir dil kullanır: “Anlatıldığına göre Süleyman kendi tarafının yenilmekte olduğunu görerek bir bıçakla intihar etmiştir. Çünkü cesedi yerde bulunduğu zaman karnına bir bıçak saplı olduğu görülmüştü.” Ölümün nasıl olduğu bir yana, karada olduğu kesindir.

    Süleyman Şah nerede gömüldü?

    Ancak ne Anna Komnena, ne Bar Hebraeus, Süleyman Şah’ın gömülmesinden bahseder. Savaşta yenilmiş ve intihar etmiş birinin, muzafferler tarafından gömülmesi ve üzerine bir türbe yapılması mantıklı değil. Mağlupların ise canlarını kurtarmakla uğraşırken beylerine bir türbe yapacak halleri olmadığı tahmin edilebilir. Süleyman Şah gömülmüş olsa bile Halep’e 110 kilometre uzaktaki ve o tarihte henüz Selçukluların elinde bile olmayan Caber Kalesi’ne gömülmüş olması hiç mantıklı değil. Büyük ihtimalle öldüğü yere yakın bir yere gömülmüştür. Nitekim bu konuların uzmanlarından Osman Turan “Lâkin Osmanlı veya Selçuklu Süleyman-şâh’a Ca’ber kalesinde isnad olunan ve asırlar boyunca sürüp ilk Osmanlı tarihlerine kadar çıkan ‘Mezar-ı Türk’ hakkında elimizde mevsuk (inanılır, güvenilir) bir kayıd mevcut değildir. Ayrıca Ca’ber kalesi Süleyman-şâh’ın ölümünden sonra Melik-ş?h tarafından alınmış olup Haleb kapısında yatan Süleyman-şâh’ın oraya nakledilmesi için de ne bir delil ve ne de bir sebep vardır” der.

    Suda boğulma hikayesi nereden çıktı?

    Süleyman Şah karada ölmüştür ama oğlu I. Kılıç Arslan suda boğularak ölmüştür. Süleyman Şah’ın 1086 yılında ölümünden altı yıl sonra 1092 yılında Melikşah’ın ölümü üzerine, kardeşi Kulan Arslan’la birlikte esir tutulduğu İsfahan’dan kaçıp Anadolu Selçuklularının başına geçen oğlu I. Kılıç Arslan da babası gibi, ‘kafir’ Bizans’a değil, din kardeşleri Selçuklulara karşı kılıç sallamayı tercih ettiği için 1095 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vasalı olan Ermeni Gabriel’in egemenliğindeki Malatya’ya sefer etmiş ancak başarılı olamamıştı. 1096-1097 yıllarında Kılıç Arslan’ın orduları, Bizans’a yardım için Haçlı orduları ile Nikaia (İznik) civarlarında bir kaç kez karşılaştılar. Kiminde Selçuklular kiminde Haçlılar galip geldi. (Haçlı Seferleri’nin serencamını şu yazımda anlatmıştım. (link1)

    Suriye ve Filistin’de Haçlı egemenliği pekişirken, Selçuklular kendi aralarında kavga ediyorlardı. Haçlılara karşı başarılarından dolayı kendine güveni artan Kılıç Arslan, 1107 yılında Musul’u ele geçirdi, Musul’a bir dizdar atayıp Habur’a yöneldi. Ancak burada yerinden ettiği Musul Emiri Cavalı ile Halep Emiri Rıdvan’ın birlikleriyle karşılaştı. Bar Hebraeus’a göre Kılıç Arslan önce “harikulade bir cesaret gösterdi ve Cavalı’nın ordusu içine daldı, sancağı taşıyan zatın kolunu bir darbe ile kestikten sonra Cavalı’yı da bir kılıç darbesi ile yere serdi.” Ancak kısa süre sonra durum tersine döndü. Cavalı ve Rıdvan’ın askerleri Kılıç Arslan’ın askerleri kaçmaya zorladı. Askerlerini durduramayan Kılıç Arslan da, düşman eline geçerse başına gelecekleri düşünerek olsa gerek, atıyla Habur nehrine atladı ve yüzmeye başladı. Bundan sonrasını Bar Hebraeus şöyle anlatıyor : “Kendisi ve atı zırhlı olduğu için ve arkasından gelenler de ona ok attıkları için atı boğuldu ve o da atı ile birlikte aynı akıbete uğradı. Birkaç gün sonra cesedi nehrin kıyılarına atıldı ve Kılıç Arslan Damşan adlı bir köye gömüldü.”

    Bir başka kaynakta ise Habur’un köylerinden biri olan Şemsaniye’ye gömüldüğü yazılı. Bu iki yer belki aynı yerdir, bilemiyorum. Anlaşıldığına göre (ki Osman Turan da böyle düşünüyor) Süleyman Şah’ın Halep önlerinde ölümüyle, oğlu I. Kılıç Arslan’ın Habur nehrinde boğularak ölmesi sözlü tarihte birleştirilmiş ve bu anlatı Aşıkpaşazade ve ardılları tarafından ‘Süleyman Şah’ın suda boğularak ölümü’ne (bu arada Habur, Fırat’a) dönüştürülmüş ve günümüze kadar gelmiş.

    Türbe Caber Kalesi’nde mi?

    Bazıları, Süleyman Şah Türbesi’nin hala Caber Kalesi’nde olduğunu sanıyor ki, 1973’e kadar Caber Kalesi’nde olduğunu ancak bugün başka bir yerde olduğunu aşağıda anlatacağım. Önce Caber Kalesi’ne dair kısa bir bilgi vereyim: Caber Kalesi, Kuzey Suriye’de, Fırat Nehri’nin sol sahilinde, Safin’in karşısında bulunan tarihi bir kale. Bölgeyi ilk fetheden Arap komutana izafeten asırlarca Davsara adıyla tanınan kale, Selçuklular zamanında yine fatihi Sabık ed-Din Cabar’ın adını almış, 11-12. yüzyıllarda, kervanlar için konaklama yeri olarak kullanılmış.

    Kaleye Süleyman Şah’a ait olduğuna inanılan türbeden dolayı asırlarca Türk Mezarı denmiş. İnternette dolaşan kaynaksız bilgilere göre türbenin bilinen ilk binası, 1144 yılında Halep Emiri Zengi Atabek ile oğlu Nureddin döneminde inşa edilmiş. Türbe, 1260 yılında Moğollar tarafından yıkılmış. Yaklaşık 300 yıl boyunca bir daha el değmeyen türbe (ki bence tek bir parçası bile kalmamıştır) Yavuz Sultan Selim, 1516′da bölgeyi fethedince tekrar canlandırılmış. Bu bilgilerin doğruluğunu kontrol etme imkanım olmadı. Emin olduğum onarım, daha doğrusu türbenin yeniden inşası II. Abdülhamit döneminde yapılmış. 1882’de Halep Vilayeti yönetiminin talebi üzerine Kolağası Sabit Bey’in çizdiği plan uyarınca yeni türbenin yapımına geçilmiş. 27 Temmuz 1884’te Sadrazam Küçük Said Paşa vilayete gönderdiği yazıda, “kabrin padişaha layık bir türbe içine alınmasını” emrediyor ve bir onbaşı takımı ile türbedar görevlendirilmesini istiyor.

    (Caber Kalesi’nin 1973’ten itibaren Tabka Barajı’nın suları ile çevrelenmiş hali)

    Caber Kalesi Türkiye’ye mi ait?

    Bugün milliyetçi çevrelerden sık sık duyduğumuz “Caber Kalesi Türkiye’nin sınırları dışındaki tek Türk toprağıdır” önermesinin de artık temeli yok. ‘Artık’ dedim, çünkü belli bir tarihe kadar kalenin statüsü bu önermeye destek olabilir ancak tartışmaya da açık. Şöyle ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve müttefiklerinin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesinin ardından Suriye, dolayısıyla Caber Kalesi de Fransızların kontrolüne geçmişti. Kalenin ve buradaki türbenin bundan sonraki hikayesini kaynakçada makalesinin künyesini verdiğim Asaf Özkan’ın makalesinden izleyelim. Yazara göre Fransızların işgal ettikleri bölgelerden çekilmeye karar vermeleri üzerine taraflar arasında bir anlaşma imzalanması için hazırlıklara geçilmiş (bu süreci şu yazımda birazcık da olsa anlatmıştım. (link2) TBMM Hükümeti’nin 18 Mayıs 1921 tarihinde Türkiye’nin önerilerini Fransız tarafına iletmişti. Önerinin sınırlar ile ilgili maddesinde Türkiye-Suriye sınırı Caber Kalesi ve Türk Mezarı’nı kapsayacak şekilde çizilmişti. Bu teklif Fransızlar tarafından önce reddedildi, ancak Sakarya Meydan Muharebesi’nin Türk ordularının zaferiyle bitmesinden sonra Fransa anlaşmaya yanaştı. Uzun müzakereler sonunda imzaya açılan Ankara İtilafnamesi’nin 9. Maddesi (sadeleştirilmiş dille) şöyleydi: “Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman’ın büyük pederi Süleyman Şah’ın Caber Kalesi’nde Türk Mezarı diye tanınan mezarı müştemilatı ile beraber Türkiye’nin malı olarak kalacak ve Türkiye orada muhafızlar bulunduracak ve (göndere) Türk bayrağı çekebilecektir.”

    TBMM’de gizli celsede yapılan tartışmalarda, 1920’de ünlü Misak-ı Milli metnini kaleme alanlardan Edirne Milletvekili Mustafa Şeref Bey, maddedeki “Türkiye’nin Türk Mezarı’na Türk bayrağını çekebilecektir” sözü yerine “Türk bayrağı çeker” ifadesinin konmasını istedi ancak Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey anlaşma ile bölgenin Fransa’ya bırakılması sebebi ile ‘hukuki iktidar’a yer olmadığı, bunun yerine ‘fiili iktidar’ ile yetinmek gerektiğini savundu. Ankara İtilafnamesi 20 Ekim 1921 tarihinde imzalandığında, Türk Mezarı’nın bulunduğu 8.797 metrekarelik alanın idaresi Türkiye’ye bırakıldı. Başlangıçta kalede bulundurulacak muhafızların asker mi yoksa sivil mi olacağı konusunda kafa karışıklığı yaşandı ama Fransız tarafı, bunların silahlı jandarma olmasını kabul etti.

    Ankara İtilafnamesi Lozan’da onaylandı mı?

    Bugün, Dışişleri yetkilileri bile Caber Kalesi’nin bu statüsünün 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 3. maddesiyle onaylandığını söylüyor. Halbuki, Lozan Barış Andlaşması’nın 3. maddesini okuyan birinin açıkça göreceği üzere, Ankara İtilafnamesi’ne yapılan atıf (metinde Fransa-Türkiye Andlaşması diye geçiyor), Türkiye-Suriye sınırını çizen 8. maddeye dair. Halbuki Caber Kalesi’nin statüsü İtilafname’nin 9. maddesinin konusuydu. (Her iki anlaşmanın metinlerinin linki kaynakçada.) Benim bundan anladığım (yanlışsam, uluslararası hukuk uzmanları düzeltsinler) 1923’den sonra, Caber Kalesi’nin statüsünün, uluslararası bir anlaşma ile değil Türkiye ile Fransız Manda yönetimi arasındaki ikili ilişkilerle düzenlendiği. Bu statünün de orada bulunan Süleyman Şah Mezarı ile doğrudan bağlantılı olduğu açık.

    Cumhuriyet’in ilk yıllarında türbenin durumu nasıldı?

    Asaf Özkan’a göre, ilişkilerin belli bir düzende yürüdüğüne dair belki de tek ipucu, 15 Ağustos 1924 tarihli Urfa Müftülüğü’nün Mahalli Evkaf İdaresi’ne ait kayıtlarda, Süleyman Şah Türbesi’nin imamlık, müezzinlik ve ferraş (temizlikçi, hizmetçi) görevlerini Şeyh Abdullah Efendi’nin yürüttüğüne ve bu kişiye 7 lira maaş ödendiğine dair bilgi.

    30 Kasım 1925’te çıkarılan “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların İlgasına Dair Kanun” ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan bütün türbeler kapatıldığı halde, ‘Türkiye’nin toprağı olduğu’ ileri sürülen Caber Kalesi’ndeki Süleyman Şah Türbesi’nin kapatıldığına dair bir bilgi ve belge yok. Demek ki, Caber Kalesi, hukuken Türk toprağı olarak kabul edilmemiş. Ancak 1927 yılında, “Mehabid-i İslamiye’nin (İslam mabedlerinin) gerçek ihtiyaca göre tetkik ve tasnifi ile görevli” bir komisyon, Süleyman Şah Türbesi’nin ibadet için gerekli vasıfları taşımadığı, burasının sadece bir zaviye olduğu gerekçesi ile türbedar Şeyh Abdullah Efendi’nin statüsünü indirmiş, ardından bütçe kısıtlarını öne sürerek, maaşını kesmiş. Bu da, fiili egemenliğin negatif anlamda uygulanması demek olsa gerek.
    Türbenin bu yıllardaki halini, 150’likler faslından 1924-1938 arasını esas olarak Suriye’de geçiren Refik Halid Karay’ın Bir İçim Su (1929) adlı eserinden öğrenelim:
    “(…) İşte şimdi ben, sekiz, on yaşında iken mektepte hi¬kâyesini okuduğum bu hâdiseden [Aşıkpaşazade’nin anlatısını kastediyor] yedi yüz şu kadar sene sonra, o Türk Mezarı’nın önündeyim. Önümde, Kayahan Kabilesi’nin serdârı ve o serdârın önünde de Garbî Asya nehirlerinin serefrâzı (benzerlerinden üstün olan) yatıyor. (…) Bana keşke sormasanız:
    Bu mezar ne haldedir? Mamur veya harap mıdır? Ruhanî veya azametli midir?
    Örtüsüz sanduka, kırık cam, yıkık kapı, kuş gübresi ve badanasız duvarlar içinde bu feci ihmal manzarasına bakarken dedim ki: ‘İnsan dünya üzerinde mezarını bel¬li etmekten çekinmelidir; keşke Süleyman Şâh’ın naaşı, ka¬tili Fırat’ın elinde kalsa idi… O bunu hiç olmazsa, yedi yüz sene sonra en çirkin şekilde teşhir insafsızlığında bulunmazdı!…”
    1937 yılında Nafia Vekaleti (Bayındırlık Bakanlığı) Caber Kalesi ve Türk Mezarı’nda görevli bulunan Jandarma İhtiram Kıtası için bir karakol inşa etmek istemiş ve bu amaçla Maliye Vekaleti’ne başvurmuştu. Maliye Vekaleti 8 bin liralık tahsisat ayırdı, yeni karakol binası 30 Mayıs 1938’de hizmete açıldı. Ayrıca eski türbe tamir edilemez hale geldiği için yeni yapılan karakol binasının yanına yeni bir türbe yapılarak mezar buraya nakledildi.
    Türbenin bakımsızlığı 1945 yılında TBMM’de dile getirildi ama durumu düzeltmek için bir adım atılmadı. 1951’de Suriye, Lübnan ve Ürdün’e yaptığı bir seyahatten dönen Konya Milletvekili Saffet Gürol, bu ülkelerde bulunan eski Türk şehitlik ve eserlerinin durumunu anlatan bir raporu 23 Mayıs 1951’de Başbakanlığa sundu. Bu raporda karakol binası ve türbenin tamire muhtaç olduğu, burada bulunan 10 kişilik jandarma kıtasının “ne rütbelilerinin ne erlerinin ve ne de 60 lira ücretli türbedarının kimi ve nereyi beklediklerini bilmedikleri”, nöbetçilerin, su sıkıntısı çektiği ve sularını Fırat nehrinden karşılamak zorunda oldukları ve “mezarın kesinlikle bir türbe manzarası arz etmediği” belirtiliyordu. Ayrıca türbeye çekilmiş olan Türk Bayrağı da çok eskimişti. Özetle Saffet Gürel’e göre durum “utanç verici” idi. Bundan sonra Caber Kalesi’nin hangi bakanlığın sorumluluk ve yetki alanına girdiği konusunda sayısız yazışma yapılacak ama önerilerinin hiç biri hayata geçirilemeyecekti.

    Türbe şimdi nerede?

    Yukarıda yaygın olarak Süleyman Şah Türbesi’nin Caber Kalesi’nde olduğunun sanıldığını oysaki bunun böyle olmadığını söylemiştim. Hikayesi şu: Suriye Hükümeti, 1966 yılında Türkiye’ye, Fırat nehri üzerinde başlattığı El Tabka Barajı inşaatının 1973 yılında biteceğini, bittiğinde de Süleyman Şah Türbesinin sular altında kalacağı uyarısını yaparak, Türkiye’den türbenin başka bir yere taşınmasını istemişti. İki ülkenin yaptığı anlaşma ile türbe, 30 Eylül 1975 tarihinde Ha1ep’e 123, Şanlıurfa’ya 92 kilometre mesafede, Fırat nehrinin doğu kıyısındaki Karakozak köyüne nakledildi. Böylece Caber Kalesi’nin Türk Mezarı olma özelliği ortadan kalktı. Bence bu taşınmayla birlikte, Ankara İtilafnamesi’nin 9. Maddesinin hükmü kalmamış olmalı. Çünkü Caber Kalesi’nin statüsü Süleyman Şah Türbesi ile doğrudan bağlantılı idi.

    Bu yeni türbe alanının da Türkiye’nin idaresine verilmesi için özel bir anlaşma yapılmış mıdır bilmiyorum. Eğer böyle bir anlaşma yapıldıysa, bu anlaşmada Caber Kalesi’nin artık Türkiye’nin idaresinden çıktığı belirtilmiş midir, onu da bilmiyorum. Eğer Caber Kalesi ve Karakozak’taki Süleyman Şah Türbesi halen Türkiye’nin idaresinde ise, o zaman Wikipedia gibi açık kaynaklarda, hatta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun basın toplantılarında dile getirilen “Caber Kalesi Türkiye’nin sınırları dışındaki tek toprağı” veya “Türkiye’nin sınırları dışındaki tek toprağı olan Süleyman Şah Türbesi” türü ifadelerin yanlış olduğu açık. Bunlardan ya biri, ya ikisi birden yanlış. Bu yanlışı Dışişleri yetkililerinin ya da uluslararası siyaset veya hukuk alanında çalışan bilim insanlarının düzeltmemesi de ayrıca düşündürücü.

    Sondan bir önceki durum

    Bu karmaşık hikayenin sondan bir önceki aşaması ise şöyle: Suriye, 1990’lı yıllarda Fırat nehri üzerinde başlattığı Et Teşrin Barajı’nın inşaatı nedeni ile Süleyman Şah Türbesi’nin bu yeni yerinin de sular altında kalacağını belirterek bir başka yere taşınmasını istediğinde Türkiye bu talebe direndi. Süleyman Demirel iktidarı 1 milyon dolarlık bir fon ayırdı ve Devlet Su İşleri tarafından türbenin içinde bulunduğu saplı ada şeklindeki alanı suya karşı tahkim edilmesine dair bir plan hazırladı. Ancak bu planın uygulanmasına, ancak 2005 yılında, Başbakan Erdoğan’ın Suriye ziyareti sırasında yapılan görüşmelerden sonra başlanabildi. Söz konusu adada, 3. Hudut Tabur Komutanlığı tarafından görevlendirilen 11 kişilik bir saygı kıtası görev yapıyor.

    Süleyman Şah Türbesi’nin şimdiki yeri ile eski yeri olan Caber Kalesi’nin Google Earth’ten görünümü)

    Sonuç olarak söz konusu mezarda, iddia edilen kişi yatıyorsa, bu kişinin ne milliyetçi ne İslamcı değerler açısından kutsallaştırılmasının anlamı olmadığı ortada. Türbenin hukuki statüsü ise hiç de bildiğimiz gibi değil. Yani, eğer Taraf’ın haberi doğru ise, hükümeti 49 rehineyi kurtarmak uğruna Süleyman Şah Türbesi’nden asker çektiği için değil, genel olarak Suriye politikası, özel olarak da IŞİD’le ilişkiler yüzünden ve nihayet o 49 kişinin rehin düşmesine neden olan basiretsizlik yüzünden en sert şekilde ve bıkıp usanmadan eleştirmek gerekir.

    Özet Kaynakça: Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Birleşik Dağıtım Kitabevi, 2010; Aşık Paşazade, Osmanoğulları Tarihi, Yayına Hazırlayan: Kemal Yavuz-M.A. Yekta Saraç, Koç Kültür Sanat Yayınları, 2003; Aydın Taneri, “Ca’ber Kalesi”, İslam Ansiktopedisi, VI, Türk Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, s.526-527; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Tarihi, Boğazici Yayınları, 1998; Abu’l-Farac Tarihi, I ve II, Süryaniceden Çeviren: Ernest A. Wallis Budge, Türkçeye Çeviren: Ömer Riza Doğrul, TTK Basımevi, 1987; Ankara İtilafnamesi’nin Türkçe metni: http://askerihukuk.net/FileUpload/ds158941/File/turk_-_fransiz_itilafnamesi.pdf; Lozan Barış Andlaşmasını Türkçe metni: http://sam.baskent.edu.tr/belge/Lozan_TR.pd

    http://duzceyerelhaber.com/ayse-hur/27647-suleyman-sah-turbesi-hakkinda-yanlis-bildiklerimiz