O.Gürsel/ Geleceğimiz ” mezar taşlarında” mı yazılı? Öyle ise, bu topraklarda yaşayanlara şimdiden “El Fatiha!”

 

 

Dr. Frankeştayn hikâyesi bize ne anlatır? Tabiata hükmedilemez; kalkışırsan pişman olursun! Bir şey daha; “canlananların” arzuları olacaktır; karşılayamazsan pişman edilirsin.  “Aynı ırmakta akan suda, ikinci kez yıkanamazsın”  ama banyonda “atmaya kıyamadığın” o yıkanılmış su ile tekrar, tekrar yıkanabilirsin; her kez daha kirlenerek.

İktidarın, Suriye politikası ile siyasi olarak diriltmeye çalıştığı Orta-Doğu Sultanlık hayalleri ve ideoloji-kültürel olarak can vermek istediği Neo-Osmanlı planları bir “Dr. Frankeştayn” politikasıdır. Bu “hevesler”, canavarlaşabilecek; “büyük canavarların” da kontrol edebileceği süreçlere kapılar açabilir ki, sonuç şimdiden bellidir! Osmanlının son yüz yılı ne acıklıydı; o büyük trajediden sonra bugün bu Neo Osmanlı rotası da, tarihsel tekrarlarda görüleceği üzere ancak “fars” olarak yaşanacaktır.

Osmanlıca, “o dünya- o kültür” dirilir mi? Neden ölmüştü ki? Denemeye kalkışılıyor; diriltmek, bir “ölüyü” canlandırmak istiyorlar.  Gerekçe olarak “dedelerinin mezar taşını okuyamayan nesil” öne sürülüyor.  Bu dolaylı bir itiraf sanki; gerçekten “evrensel” olarak başka bir işe yarayabileceğini iddia edemeyeceklerini biliyorlar.

***

80 yıldır her kuruluş yıldönümünde “çocuklar gibi neşe doluyor insan” diye çığırılan kurumun kürsüsünde; 11 yıl önce söylenmişti; “Bize göre sınırlandırılmayan keyfiliğe ve hukuksuzluğa olanak sağlayan, katılımı ve temsili önemsemeyen, bireysel ve kolektif özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışlar sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanlarıdır…  -bu kimliğin- “siyasal gücün bir kişinin veya grubun elinde yoğunlaşmasını destekleyen, bireysel ve siyasal özgürlüklere karşı olan, siyasal katılımın hemen tüm biçimlerini reddeden, baskı ve güç kullanımını öngören dayatmacı siyasal anlayışları reddettiğini” ifade eder.” (*)

Siyasal, tarihsel ve ahlaki gerçeklik saf halde ele geçirilemez. Totaliter bir iktidar da kendi gerçeğini yapar; bu gerçeğe de inanılmasını bekler. O gün o kürsüde söylenilenler bir “gerçek” olarak çılgınca alkışlanırken, on yıl sonra aynı adamın bu sözlere tümüyle karşıt irade ve ifadeleri yine aynı yığınlarca aynı coşku ile karşılanıyorsa… Kendi ölüsüne ağlıyor, aynı yaşta öldürülen bir diğer çocuğu ve ailesini kitlesine yine coşku ile aşağılatabiliyorsa… Sorun çok büyüktür; 1930’lu yılların faşizme sürüklenen aciz halkların haline ne çok  benziyor? (**)

*

Devlet iktidarını ideoloji ile pekiştirir; tuğlaların arasındaki harçtır ideoloji. “Beton direkler” yapıyı ayakta tutar. Bu direkleri birbirine bağlayan “kolonlar” da, “üst katlara” çıkılacak iskeleti tamamlar. Şimdi can çekişen tek ulusçu, “özgün laik”, modernite özentisine dayalı ideolojinin yerine bir Neo-Osmanlı ideolojisi ikame edilmeye çalışılıyor. Üst katların inşasında Osmanlıca-Araplaşma da “kolon” olarak kullanılacak. Arapça da bu Osmanlıca içine sokuşturularak ilkokul ilk sınıfa dek indirilirse şaşıran olur mu?  Artık gözler önünde “takiye”  olmaktan çıkmış bir “takiye” yapılıyor. Gözler, gözlerin içine dikilmiş; “ölülerimizin mezar taşları..” dedikten hemen sonra sımsıkı kapatılan  dudaklardaki  o alaycı gülümseme;  “Yersen! Yemezsen de yutacaksın!” Çocukların, gençlerin zamanlarını-hayatlarının bir kısmını daha öldürme girişimine ikna edecek gerekçe bulamayanlar, sırtlarını dayadıkları iktidar gücü sayesinde alay edilmekten kurtulacaklarını biliyorlar. Kendilerine yakışan sıkılmaz bir pervasızlık içinde salt bu nedenle Osmanlıcayı zorunlu ders olarak okutulmasına karar verebiliyorlar.

O iğrenç filmler vardır; “mezarlarından dirilerek çıkmış, çürümüş ceset gövdeler, hırsla kentlere dalarlar; ne tuhaftır ki, bu ‘yaşayan ölü insanlar’ yani zombilerin tek amaçları, yaşayan neşeli insanları da kendi gibi zombileştirmektir!” Benzer arzular içindeler.

Osmanlıca eğitimi süreci gençlerin hayatından çalınacak bir zaman içinde yapılacaktır. Çalınacaktır; çünkü bu “eğitim” karşılığında onlara gelecekte değil, “geçmişte yaşayacakları” bir “hayat” verilecek. Bu politika “kendi içinde tutarlıdır!” Bu “zihniyet” insana gelecekte yaşayacağı bir hayatı veremez; veremez çünkü bu “dünya dışı görüş” için yeryüzünde bir gelecek düşüncesi yoktur! Bu “felsefe” için gelecek, ancak cennet ya da cehennemde başlayacak bir zamandır!

Orta-doğu ve İslamcı topluluklar “şimdide” değil, geçmişlerinin geleceğinde yaşıyor olduklarını anlamazdan geliyor; “Köleci toplumlara” ait gelenek ve inanışlar içinde yaşamakta ısrar edenler “sonsuz şimdi” içinde kalınabileceğine, “geleceğin” ertelenebileceğine inanıyor. “Geleceği” yalnızca öte dünyada başlatanlar, içinde yaşadıkları “cehennemi” göremiyor. Bu “tutkulu-inatçı” tutumlar sürdükçe, geride kalan son yüz yılın ve yaşadıkları “şimdinin”, sürecek sonsuz gelecekleri olacağını inkâr ediyorlar.

*

Geleceğe gidemeyen geçmişe döner…Geleceğini yitirmiş olanlar, geçmişle avunur… Gelecekten korkanlar, “geriye” kaçar… Gelecekte kendine hayat kuracağına dair ümidini yitirenler, “geçmişte” bir hayat arar. Geçmiş yeniden yazılabilir! İktidar bunun içindir! Zavallı ve zorba iktidarlar, geleceğe hükmedemeyeceğini, “geleceği yazamayacağını” bildiği için geçmişe sarılır; geleceği yapacak gücü taşımayan iktidarlar toplumu “geçmişe” taşımaya kalkışır. Yazık ki (!), bir zamanlar zorbanın “bu böyle yazıla, böyle biline”  dediği zamanlarda değiliz; ama “Allah’ın izniyle” elbette olacağız!

—————————————————————————————————-

*18 Mart 2003 RTE’nin Hükümet Programı konuşması. Aktaran A. İnsel 18.11.2014 Radikal

** AKP iktidara gelmemişti. Hasan Bülent Kahraman toplumsal sürecin faşizme doğru sürüklendiğini yazıyordu. Haklı çıktı! Ama biliyorsunuz Sabah gazetesinde yazıyor.

EK :  “Modern öncesi bir dönemde yaşayan ortalama bir insanın ‘dingin’ bir ruh hali vardır, çünkü henüz geçmemiş bir geçmişin gölgesi altında yaşar… Geçmişe ya da geleceğe endeksli bir hayat her şeye rağmen yine de ‘huzurludur’ .. zamanı soğuk bir kement gibi boynunda hissetmez.” (Ş.Argın. Nostalji ile ütopya arasında. sf 85)

“Geçmemiş bir geçmiş”, ne insanda ne hayatta bir sürpriz yok ve “huzur İslam’dadır”. Farklı gibi görünse de benzer bir “huzur” Marksist-Leninist inanışta da, Atatürkçülük’te de, diğer kimi ‘modern’ ideolojiler de bir “hazır-kurgu gelecek” vaadi içerir. “Modern insanın gözünü gelecek bürümüştür. Sadece ‘geçmiş’ten değil, ‘şimdi’den nefret eder.”

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Alaturka ‘Çitleme’…

‘Çitleme’ İngilizce ‘enclosure’un’ karşılığı. Kabak çekirdeği çitlemek değil… İngiltere’de XVI’ıncı yüzyılın başında müşterekler kapsamında olan …

71 Yorumlar

  1. Peki, geçmişte yaşayan, dinci, Osmanlıcı, muhafazakar bu insanların uyuşukluğu diğerlerinden çok mu farklı? Vakitlerini futbolla, magazinle, kahvelerde, at yarışlarıyla, dizi bağımlığıyla, alışverişte, kafelerde geçiren ama bu küçümsediği konularda bilgisiz olan insanlar daha mı ileri?

    Türkiye halkı bir bilgi toplumu değildir. Hiçbir Türk sosyologu şu dakikaya kadar din sosyolojisi adına herhangi bir eser vermemiştir. Onun için yukarıda sunulan tablonun topluma ve devlete hangi mesajları verdiği de şimdilik kesin çizgileriyle bilinmemektedir. Ünlü Türk sosyologu Prof Dr. Baykan Sezen, bu tabloyu, yıllar önce adeta görmüşçesine şunları söylemektedir;

    «Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, o günkü ortam içinde genel olarak dine, özel olarak İslâmiyet’e karşı takınılmış tutumun etkileri bugün de duyulmaktadır. Konumuz üzerinde en basit araştırmalar bile henüz yurdumuzda yapılmamıştır. Din sosyolojisinde terminoloji bile Türkiye’de henüz saptanmış değildir. Yine İslâmiyet’te çeşitli kavramların hangi anlamda oldukları üzerinde bir oybirliği ve açıklık yoktur».[15]

    Ünlü bir Türk ilim adamının tespiti bu olduğuna göre, Türkiye’de din sosyolojisinin yansıttığı yukarıdaki birinci sonuç üzerinde herhangi bir şey söylemeğe artık ne gerek vardır, ne de zaten ortam buna elvermektedir. Çünkü eğer ortam ve koşullar müsait olsaydı mutlaka ilim çevreleri bu konuyu geniş boyutlarıyla ele alacaklardı.

    Bunun gibi daha birçok sorunun çözümsüz kalmış bulunmasındaki en büyük neden ise Türkçe’dir. Evet, değme kimsenin aklına bile gelmeyen bu mesele, Türkiye’deki hemen bütün yıkıcı faktörlerin temelinde bulunmaktadır. Çünkü halk artık üç yüz beş yüz kelime ile birbirini zor anlamaya çalışmaktadır. Onun için ilmî boyutu olan bir konuyu topluma anlatabilmek artık çok güçtür.

    http://ebumuaz.blogspot.com/2008/11/tekfir-hakknda.html

    OYA BAYDAR – Yalan Dünya Çökerken

    Bizimki yüz yıllık yalnızlık değil, yüz yıllık yalan. Osmanlı’nın çöküşü…

    Bizimki yüz yıllık yalnızlık değil, yüz yıllık yalan. Osmanlı’nın çöküşü, imparatorluğun dağılması ile başlayan ulus-devlet kuruluş sürecinden bugüne, neredeyse yüz yıldır; sanal bir alemde, bir yalanlar dünyasında yaşıyoruz. Aslında, “yaşatılıyoruz” demeliydim, çünkü bunu biz seçmedik; en azından üç kuşak o yalanlar dünyasının içine doğduk; o dünyada yetiştik, eğitimimizi onun okullarında aldık; ahlâkımızı, değerlerimizi, fikirlerimizi bize sunulan afyonu yutarak oluşturduk. Farkına vardığımızda, “acaba mı?” dediğimizde, gerçeği bir kenarından aralayıp “hayır, bunlar yalan” diye isyan ettiğimizde kendimizi o dünyanın mahkemelerinde, hapishanelerinde, işkencehanelerinde, darağaçlarında, toplu mezarlarında bulduk . En hafifinden, işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz, adsız ve dilsiz kaldık.

    Bütün devletlerin, ulusların, toplumların, cemaatlerin, siyasetlerin; bütün ideolojilerin, dinlerin, mezheplerin kendi kandırmacaları, kendi sanallıkları, kendi yalanları vardır. Çünkü dünyevi ve uhrevi iktidarlar, muktedirlerin egemenliğini kurup pekiştirecek, gereğinde kitleleri ölüme gönderecek efsaneler, kutsallıklar, yalanlar, sanallıklar üzerine kurulur. Kitlelerin algısı, bilinci, zihniyet dünyası baskıyla, tehditle, korkuyla ya da daha yumuşak biçimde eğitimle, siyasetle, medya gücüyle bu yalanlar üzerinden biçimlendirilir, yönlendirilir, yönetilir. Resmi tarihler, egemenlerin ve egemen ideolojilerin kitlelere anlattıkları muhteşem masallardır ve kitlelerin afyonudur. Çoğunlukla kitleler bu afyonu severek, gönüllü yutarlar. Şu vahşi dünyayı, şu trajik insanlık macerasını anlamlandırmak için ihtiyaçları vardır. Egemenlerin resmi tarihini, kendilerine de manevi güç katan yüceltmeleri benimserler, hatta o yalanlar uğruna savaşır, yaşamlarını yitirirler.

    Yalan sadece gerçeği çarpıtarak değil, susularak, susturularak, unutarak, unutturarak da söylenir. Egemen ideolojilerin anlatıları suskunluklarla doludur. Sanki olanlar hiç olmamıştır. Toplumsal belleksizleştirme, egemenlerin kurdukları, hatta çoğu zaman kendilerinin de inandıkları sanal dünyanın temel taşlarından biridir.

    Gerçekle Yüzleşmek Güçtür

    Son zamanlarda toplumca şaşkınlık içindeyiz. Ayaklarımızın altındaki toprak sarsılıyor. Bunca yıldır inandığımız, inandırıldığımız gerçekler, değerler, kutsallar, kişiler, olaylar tartışılmaya başlandı. Resmi anlatılar sorgulanır oldu, totemler ve tabular dokunulmazlıklarını yitirdi yitirecek. Daha birkaç yıl öncesine kadar, bırakın konuşmayı tartışmayı, zihinlerden geçmesinden bile çekinilen konular, televizyon ekranlarına yansıyor. Sadece yakın tarihimizin unutturulmuş sayfaları değil, sadece resmi tarih yalanları değil; sosyalist geçmişimizden İslami hareketin umdelerinin günümüzdeki durumuna kadar, üç hatta dört kuşağın tahayyül ve inanç dünyası, düşünce iklimi, ideolojileri yavaş yavaş yüzleşme, değerlendirme, sorgulama sürecine dahil oluyor.

    Kimileri öfkeleniyor, tepki göteriyor: “Ne gerek vardı şimdi suları bulandırmaya!” ya da “Bunlar Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan vatan hainlerinin işi”, ya da “Kendi içimizdeki din düşmanlarının, mezhepçilerin kışkırtması”, ya da “Türklüğü aşağılamak isteyen dış mihraklar ve iç hainlerin komplosu!” Hepsinin öfkesini, huzursuzluklarını anlamak mümkün. İnsanların beynine ve yüreğine kazınmış inançların sarsılması, ayakları altındaki zeminin kaymasından bile daha ürkütücüdür. İnançlarının, kutsallarının sorgulanması kişide de toplumda da ağır travmalar yaratır. Kişi ve toplum gerçekleri görmeye, bilmeye, öğrenmeye, kabule direnir. Güç ve sancılı bir süreçtir bu; bazen tam bir reddiye ile kişinin ve toplumun bir süre içine kapanmasına, donup katılaşmasına da götürebilir.

    Ne var ki, toplumsal değişim bizim irademizden büyük ölçüde bağımsızdır. Değişimi bir ölçüde ve bir süre etkilemek, hatta yönlendirmek mümkün olsa da, önünde durmak ve durdurmak mümkün değildir. Hele de küreselleşmiş dünyada, bulunduğumuz bölgede ve Türkiye’de 21. yüzyılın ikinci yarısına doğru ilerlerken, 20. yüzyılın resmi tarihi, o tarihin yalanları ve yalanlar kadar önemli olan, onlarca yıldır toplumdan gizlenmiş olaylar artık örtbas edilemez. Çünkü o yalanlar ve suskunluklar geldiğimiz noktada toplumu zorluyor, bir adım ileri atmak istediğimizde geçmişimiz ayağımıza bağ oluyor. Kurtulmak için, acılı bir ameliyatla da olsa güçlü ve gürbüz hakikat damarının ortaya çıkarılması gerekiyor.

    Nasıl Yüzleşeceğiz?

    Son zamanlarda hepsi üst üste geldi. Ordu vesayeti, darbecilik, 37-38 Dersim katliamı, 1915 Ermeni tehciri ve kırımı, Kürt sorunu, 6-7 Eylül, Varlık vergisi, gayrimüslim azınlıkların hakları, Maraş, Sivas, Çorum vb. katliamları, Alevilik, medreseler, Diyanet kurumu, meleler/mollalar tartışmasıyla gündeme düşen tevhid-i tedrisat, vicdani red, zorunlu askerlik; ve Susurluk’ta, Ergenekon’da ifadesini bulan derin çeteci devletin faaliyetleri, cinayetleri… Hepsi peş peşe döküldü ortaya. Bir ilmek çekildi ve örgü sökülmeye başladı.

    Örgünün sökülmesinden, farkındalıkların oluşmasından, yalanların meydana çıkması ve tabuların tartışmaya açılmasından rahatsız olanlar var, hatta çoğunluktalar. Siyasi ve ideolojik egemenliklerinin yıkılmasından, zihin konforlarının bozulmasından, bunca zamandır inandıkları ve inandırdıkları bir dünyayı yitirmekten korkuyorlar. Ve öfke içinde, “Kim kışkırtıyor bunları, Pandora’nın kutusunu açan kim, maksadı ne ?” diye soruluyor. Herkes kendi konumuna, siyasal-ideolojik meşrebine göre bir sorumlu buluyor. Olağan şüpheliler: başta AKP, Kürtler ve demokratlar.

    Değişimi anlamayan veya değişime direnenler, perdeyi aralayanın, kutuyu açanın, ilmeği çekenin aslında zamanın ruhu olduğunu fark etmiyorlar. Şimdilik AKP’de temsilcisini bulan Sünni-İslamî hareket ve Kürt hareketi zamanın ruhunun sadece aracıları. Neden onlar? Çünkü her ikisi de ulus-devletin iktidar dışına ittiği, bununla da kalmayıp bastırdığı, yeraltına zorladığı güçler, bu anlamda sistemin neredeyse yüz yıllık mağdurları olarak sistemin dışından geliyor, Türk ulus-devletinin sanal alemini sarsıyorlar. Aslında Kürt hareketi AKP’den daha yapı bozucu, daha radikal; çünkü sisteme eklemlenen ve iktidar olan AKP’nin aksine Kürtler bugün de mağdurlar, bugün de sistem dışılar; ve AKP’nin de sahiplendiği Türk milliyetçiliğinin karşıtları olarak ulus-devlete en uzak kesimi temsil ediyorlar.

    Konuyu haftaya devam ettirmek üzere bir ipucu verecek olursam; geçmişimizle yüzleşmek için öncelikle Türk ulus-devlet yapısını ve ideolojisini sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Dersim’den Ermeni tehcirine, Susurluk’tan Ergenekon’a, üzerimize karabasan gibi çöken olayların tümü özünde bu devlet zihniyetinin ve ideolojisinin ürünüdür. Bunların tümü birbirine bağlı ve aynı damardan besleniyor. Biriyle yüzleşip diğerini yok sayamazsınız, biri için özür dileyip diğerini aklayamazsınız. Kendi işinize geleni sorgulama dışı bırakıp siyasi rant sağlayacağını umduğunuzun üzerine gidemezsiniz. Geçmişle yüzleşmek topyekûn bir sorumluluktur.

    http://t24.com.tr/haber/oya-baydar–yalan-dunya-cokerken,187778

  2. Şerif Mardin’in “Modern Türkiye’de Din” makalesinden aktaracağım şu satırlar, bu arka plan vurgusunu somutlaştıracak: “Günümüz Türkiye’sinde din araştırmaları büyük ölçüde laiklik ve laikleşme konuları çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Teologlar, dindar insanlar, siyaset bilimcileri, sosyologlar ve ideologlar ürettikleri teorilerini, münakaşalarını, tahlillerini, münazara ve karşı hamlelerini hep bu konu etrafında ortaya koyuyorlar. Laiklik, hiç şüphe yok ki, zamanımızın önemli bir mevzuudur; fakat Türkiye’deki olumsuz laiklik düşkünlüğü, din araştırmalarını önemli ölçüde fakirleştirdi; zira bu yolla dinî araştırmalar, psikolojik ihtiyaç, kültürel önem alışılagelmiş davranış biçimi, sosyal değerler ve kısmen de olsa kurumsal ortam şeklindeki kendine has gerekli çerçevelerin dışına itilmiştir.” Mardin hem bir cehalete hem de bu cehaletten beslenen bir dünyaya işaret ediyor. Aslında din alanının laiklik tartışmalarının gölgesi altında kalması, sosyolojik bir gerçeklik olarak dindarlığın mahiyetini ve tezahürlerini de fark etmemizi engelliyor. Mardin’in ayak izlerini takip ederek ve tüketici laiklik tartışmalarını derin bir vukufla aşarak yaklaştığımız zaman, laiklik tartışmalarının “arka planı”nı da anlayabiliriz.

    Türkiye’de görünen laiklik tartışmaları, aslında laiklikle ilgili tartışmalar değil. Laiklik eksenindeki kutuplaşmalar da aslında laiklikten kaynaklanmıyor. Türkiye’de farklı dindarlık biçimleri arasındaki kavga, bize laiklik gerginliği olarak anlatılıyor. Dinî inancın ve dindarlığın müesses dinlerle sınırlı olmadığını, “kendiliğinden din yorumlarının” da farklı bir dindarlık kültü oluşturduğunu görmemiz gerekiyor. Dindarlığın aynı zamanda bir toplumsallık olduğunu, her dinin kendi cemaatini oluşturduğunu hatırlarsak, bu arka planının “Cumhuriyet Mitingleri”nde gözümüze çarpan ayrıntılara kadar uzandığını fark edebiliriz. Türkiye’de dindarlarla laikler arasında bir çatışma ve bunun siyasî izdüşümleri yok. İçinde yer aldığımız çatışma farklı dindarlık türleri arasındaki bir çatışma. O zaman soracağımız soru şu olmalı: Farklı dindarlık türlerinin “arka planı”nda neler var?

    http://www.zaman.com.tr/mumtazer-turkone/farkli-dindarliklar_543433.html

  3. Türkçe Sorunu

    Murat Belge

    Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye’deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye tarihinin görece kısa bir dönemine de özgü değildir. Yüzyıllardır dil, seçkinler ve halk bunu ne derece bilinçli bir biçimde yaşıyor olurlarsa olsunlar, bir sorun olarak var oluyor. Bu sorun öyle bir aşamaya vardı ki bugün, tartışan taraflarca gösterilen yönlerden herhangi birine doğru biraz daha fazla ilerlemekle içinden çıkılır gibi değil.

    Türklerin Ortadoğu’da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk dilinin de Arap ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı. Ama sorun yalnızca İslam uygarlığı da değildi: göçebe bir topluluk, uzun yüzyıllar boyunca “sofistike” bir uygarlık yaratmış, yerleşik toplumlarla yüz yüze geliyor, sonra da iç içe geçiyordu. Türkler, kendi yaratmadıkları bir hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları kelimelerini de almak zorundaydılar. Daha sonra birkaç örnekle göstermeye çalışacağım gibi, gündelik hayata ilişkin en basit kavramların bile yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta Yunanca ve Latince olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu büyük çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır.

    Dilbilim bize bir dilin kendi başına “zengin” veya “yoksul” olmayacağını söyler. Dil bir iletişim aracıdır ve her dil, kendisini konuşan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu anlamları iletmeye yeter. İletilecek yeni anlamlar belirirse, dil de, kendi bünyesi içinde, bu anlamları taşıyacak yeni biçimler bulabilir. Bütün diller gelişmeye açıktır. Dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre dil alabildiğine zenginleşebilir, incelenebilir. Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık verdikleri bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların «otomobil» anlamına gelecek bir kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin «yoksul» olduğunu değil, sadece otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir. Başka bir söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir.

    Şu halde, “yoksul” dil veya “ilkel” dil diye bir şey olamaz. Her dil, hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter. Tabii bu arada, “ilkel” diye bilinen bir dilde bir anda anlatılan son derece ince nüansları, “gelişmiş” diye bilinen dillerde ancak uzun cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz.

    Diller bu anlamda “eşit”tir, ama kültürler eşit değildir. Bunu “ileri” ya da “ilkel”, “aşağı” ya da “yukarı” gibi değer yargıları verme anlamında söylemiyorum. Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan Eskimoların ilkelliğini veya “aşağı”lığını göstermiyor. Gelgelelim, şu dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne olursa olsun, otomobili yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde, ikisi arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel bakımdan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor). Burada «fiziksel»i de askeri bir anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün dayanma gücünü kastediyorum bununla. Biraz fantastik bir varsayım olarak diyelim ki Eskimolar karşılaştıkları otomobilleri tepelediler. Ama otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre yenik düştüler demektir. Benzer bir biçimde, Orta Asya’dan gelen Türkler de fethettikleri toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı?

    Karşı karşıya gelen diller, soyut yapılarıyla, ne kadar “eşit” olurlarsa olsunlar, o dilleri konuşan topluluklar aynı şekilde eşit olmadıkları için, aralarındaki alışveriş de her zaman eşit olmaz. Hele ulusçuluk bilincinin gelişmediği bir dönemde olup bitmiş bir karşılaşmada, X dilini konuşan insanların gördükleri yeni nesnelere kendi dillerinde yeni karşılık türetmektense, Y dilini konuşan insanların bu nesnelere önceden vermiş olduğu adları kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin, deniz kıyısına inen Türkler burada gördükleri ve ilk olarak tanımaya başladıkları balıklar arasında, bildikleri şeylere çok benzeyenlere kendi dillerinden ad takabilmişlerdir: «kılıç», «kalkan» gibi. Ama yüzlerce başka çeşit söz konusu olduğunda, «kefal», «palamut», «melanur», «sinagrit» gibi Rumca adları benimsemişlerdir.

    Gündelik hayatta bu gibi alışverişler olması çok doğal, ama seçkinlerin Türkçe’den çok Arapça’ya ve Farsça’ya yaslanan yepyeni bir dil oluşturmaya giriştikleri, bunun sonucunda ortaya yapay bir dil çıktığı da doğru. Ama dünyada karma dili olan tek toplum da biz değiliz. Bugün konuşulan İngilizce’nin yüzde ellisinden fazlası, yerli Anglo-Sakson kaynağından gelmeyen kelimelerden (Norman istilası yoluyla gelen Fransızca, Hıristiyanlık yoluyla gelen Latince, İskandinav işgali yoluyla gelen İskandinavca) oluşur. Sanırım bu oran bile Türkçe’ye göre, hele şöyle bir elli yıl öncesinin Türkçe’sine göre, daha olumlu. Ama bir dile bakarken, ölçütümüz ne olmalı? Osmanlı toplumundan beri bir sorun olma özelliğini koruyan dil, sonraları daha da büyük bir sorun haline geldiyse, gerekli ölçütlerin bulunamamasının bunda payı olmalı.

    Türkçe, Arapça ve Farsça’dan oluşan karma Osmanlı dilinin ortaya çıkması ve gelişmesi, çağdaş dünyada alıştığımız birçok belirleyici kavramın henüz bilinmediği bir çağda gerçekleşmişti. Bu dili oluşturan yönetici sınıf için, Osmanlıca’nın karma olması ya da olmaması fazlaca önemli değildi. Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe’yi savunanlar çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Aşıkpaşazade gibi. Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak bunları erken ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur. Bu tepkilerin ardında, etnik sorunlarla iç içe geçmiş durumda sınıfsal sorunlar yatıyordu. Örneğin Aşıkpaşazade, döneminin yeniliği olan «devşirme»liğe karşı çıkıyordu. Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen beylerinden yanaydı. Buna bakarak Aşıkpaşazade’nin bir milliyetçi olduğunu mu söyleyeceğiz? Hiç değil. Onun istediği, Osmanlı’nın merkeziyetçi tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha «feodal» bir yapıydı. Padişahın merkeziyetçiliği sağlama almak için kullandığı güç devşirmelerden değil Türklerden oluşsa da, Aşıkpaşazade kendini yakın bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti. Yazarken kullandığı dil daha Türkçe’ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi. Padişahların kurma yolunda olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek zorunluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam temelini benimsemesi gerekti. Bunun keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu, Osmanlı devletinin birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir.

    Dolayısıyla Osmanlıca, Osmanlıların İslam uygarlığı içinde kurmaya çalıştığı sentezi olduğu gibi yansıtır. Osmanlı devletinin kendi uyruklarıyla kurduğu ilişkilerin mantığına uygun bir biçimde, halkın bütününe aşağı yukarı eşit derecelerde uzaktır. Kendini toplumdan tamamen ayrı, toplumun tepesinde gören devlet için, bu karma dil son derece uygundur. Hatta, ulusallık bakımından Selçuklulara göre biraz daha ileri sayılabilir. Çünkü orada askerlik dışında yöneticilik görevlerini yerine getiren ulema tamamen Farsça eğitimden geçer ve resmen Farsça kullanırlardı.

    SEÇKİN KÜLTÜRÜ, HALK KÜLTÜRÜ

    Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya yükleyerek halkı da bunlardan «tenzih» etme eğilimindedir. Bu önyargılı bakış yüzünden seçkin kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar, uçurumlar olduğu varsayılmıştır. Böylece halk dili ve saray dili, halk müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve divan edebiyatı, aralarında hiç benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür. Gerçekten de Osmanlı tarihi halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli kopukluklar görülen bir tarihtir. Ama iki kültür birbirini bütünüyle dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir şekilde ilerlemiş ve arada pek çok karşılıklı geçiş olmuştur. Sözün kısası, seçkinlerin dillerini Arapça ve Farsça ile tıkabasa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir içgüdüyle buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını düşünmek yanlış olur. Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki filan değil, halkın eğitim aygıtlarından uzak olmasıdır. Böyle olduğu halde, yalnız Arapça ve Farsça’dan değil, Anadolu’da yaşayan bütün etnik topluluklardan öğeler halkın konuştuğu dil’e girmiş ve yüzlerce yıl içinde yerleşmiştir.

    Osmanlıca’nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli vardır, ama halkın dilinin karışması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli. Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. İşlevsiz olan, yaşamaz.

    Osmanlı devletinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi uzun süre değişmediği için varolan dilsel yapı bir sorun çıkarmadı. Bunun bir sorun halinde görülmesi, Osmanlı devletinin yeniden uygarlık değiştirme zorunluğunu duymasıyla başlar. Tanzimat, geniş kapsamlı dil tartışmalarının başladığı ilk dönemdir. Bu dönemde birçok yenilik yapılmakla birlikte, sorunun ele alınışı bir «özleşme» değil, bir «sadeleşme» biçimindedir. Değişimin nasıl bir tarihi bağlamda yer aldığı Tanpınar’ın şu özetinde açıkça görülür:

    Türk nesrinde değişiklik daha ziyade resmi dilde ve onun bir kolu gibi görünen gazete dilinde başlar. […] Devletin içinde bulunduğu siyasi güçlük, yabancı devletlerle olan münasebetleri artırdığı gibi, hükümeti efkarı umumiyeden müzaheret istemeye de sevkediyordu.1

    Türkiye tarihinde hemen hemen her yenilik konusunda olduğu gibi burada da ilk itki tepeden, «resmi» kanaldan gelmiştir. Değişiklik gereğini duyan yazar, edebiyatçı ve düşünürler belki vardı, ama onlar da ancak devletin inisiyatifiyle ortaya çıktılar, Tanpınar yukarıdaki kısacık paragrafta iki canalıcı noktaya da değiniyor. İlkin, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez olmak üzere, devlet kendi dışında birileriyle bir «iletişim kurmak» ihtiyacını duymuştur. Kimdir bu kamuoyu? Elbette Anadolu’daki köylüler değil (bugün bile öyle olduğu söylenemez). İstanbul’da ve bir iki büyük merkezde bir avuç adamdır bunlar. Eğitimleri -eğitimsiz olsalar zaten gazete okuru olamazlar- Osmanlı mantığı çerçevesinde olmuştur. Gene de, devlet resmi dilinden taviz vermedikçe anlaşamamaktadır bu kamuoyu ile. Dolayısıyla resmi dil sadeleştirilmekte, bu da doğal olarak genel düzyazı diline yansımaktadır. Yeni bir dil oluşturmak söz konusu değildir. Sadece, bir zorunluk yüzünden, devlet, her zamanki alışkanlığından vazgeçerek, «resmen» olanı «fiilen» olana yaklaştırmakta, yani konuşulduğu gibi yazmaktadır (Namık Kemal’in padişaha yazdığı bir mektupla arkadaşına yazdığı blr mektubu karşılaştırırsanız, iki dilin farkını görürsünüz).

    BATI’YA AÇILMA

    İkinci olay ise Batı’ya açılmadır. O zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama açılınca da, içeri seller akmak durumundadır. İlk belirleyici karşılaşmalar gene pratik alanlarda olur, Örneğin, tıp terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh Sırrı Levend bu konuda bilgi veriyor.)2 Uygarlık, hele bilim, «terimsiz» alınamaz. Bunları almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, «kavram» kavramını karşılayacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım -ya da, Muallim Naci’nin «tenkid» mi demeli, «intikad» mı tartışmasını. Ne deneceği o kadar önemli değildi. O kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna «eleştiri» diyoruz da, «eleştiri» yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli). Bu yeni «ıstılah»lar Arapça’dan mı bulunmalıydı? Yoksa Ali Suavi’nin dediği gibi Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık aranacağının pek akla gelmediği görülüyor. Bu sorun karşısında da, en önemli iş yapan, resmi bir kuruluş, «Terceme Odası» oldu. Pek çok Osmanlı aydını bu kuruluşta yetişip «aydın» olmuştur. Türkçe’nin söz konusu durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu haline gelmişti.

    Tanzimat’da edebiyatçılar da devlet gibi, «kamuoyu» ile karşı karşıya geliyorlardı. Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum benimsediler. Hele tiyatro ve roman gibi, sayısı görece çok alıcılara hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini egemen kılmaya çalıştılar. Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan «tirad»larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu («resmi duygulara» hitap eden «resmi duygu dili»). Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere göre çok küçük çaplı diye küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve belirleyiciydi. Tarihi doğrultuya uygundu. Latin alfabesinin alınıp alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii «hezeyan» niteliğinde birçok şey de söylendi).

    Tarihe ve edebiyata Türkçe’nin özleşmesi perspektifinden bakanlar, bu dönemi izleyen Edebiyat-ı Cedide hakkında olumsuz yargılara varırlar. Gerçekten de, bu akımın başlıca temsilcilerinin kimsenin bilmediği sözlüklere dalıp çıkarak ölü kelimeler bulmaları, bunları estetik bir matahmış gibi şiirlerinin orasına burasına tıkıştırmaları onaylanacak bir şey değildir. Ama, uygulamadaki yanlışlarına rağmen teoride doğru bir şeyi savunuyordu Servet-i Fünuncular. Özellikle şiirde, kelimenin önemine işaret ediyor, kelimenin çağrışımsal sıcaklığının şiir için vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardı (bunun için sözlükten ölü kelime avlamak ne kadar geçerlidir, o da ayrı konu). Bu iddiaları bugün şöyle özetleyebiliriz: temelde toplumsal bir dava olan dilsel «özleşme» edebiyat anlatımına yatkın olmayan bir dil yaratabilir; yani, dilin anlatım imkanlarını yoksullaştırabilir. Gelgelelim, bu edebiyat ve şiir akımının, herhangi bir dışsal zorlamaya aldırmadan dili istediği gibi kullanmasına rağmen ortaya doğru dürüst bir estetik nesne çıkaramamış olması da ilginçtir.

    Necib Asım’ın Türkçeciliği, olayın Tanzimat döneminde aldığı boyutları aklı başında bir biçimde özetler:

    Yalnız istediğim, özendiğim şey Türkçemizin mütemeddin bir kavm lisanı olduğunu ve terakkiyatına himmet olunursa bugünkü Avrupa lisanlarından aşağı kalmayacağını ispattı. Hatta safi Türkçe birkac makale yazışım da o maksada mebni idi. Bunu görenler lisanımızdan, bütün Arabiden, Farisiden, Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkarıp yerine Çağataycadan, Kıpçakcadan, Özbekçeden, Azerbaycandan vesaire kelime koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de beğenerek münasib görenler ve «mektup» yerine «bitik» yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikr ü nazarım hiç de öyle değildir. Özendiğim şey, bugün Osmanlıların, amma haniya terbiye ve malümatı orta halli olanlarının hepsine yazdığımızı anlatacak bir lisan kullanmaktır. Arabi ve Farisi’den aldığımız kelimelerin lüzumlularını, taammüm edenlerini çıkarmak lisanı züğürtleştirir. Bunlardan fakat makul bir surette iktibas etmemek öyledir. Hatta Avrupa lisanlarından da almamakta taassub göstermek yine öyledir. Şimdiye kadar, yani edebiyat-ı cedidemizin teşekkül tarihinden bu ana kadar lisanımızda kullandığımız bu kelimeleri ibkaya mecburuz: bunların da içinde şu son zamanlarda kullanılmaz derecesine kadar gelenler vardır, onları da artık kaale almamak lazım. Arabi, Farisi terkiblerden mümkün mertebe sakınılabilir. Yahut İranlılar gibi mutabakat filan kaideleri atılır, Türkçenin hakimiyeti gösterilir. Avrupa lisanlarından da kelime almaya mecburuz. Bugün posta ve telgraf, telefon, fotoğraf, kronometre gibi ulum ü fünuna sanayi ü bedayia ait kelimelere mukabil Arabca veya Farisi’den karşılık arayacağımıza, o suretle kamuslar ferhenkler karıştırarak kıymetli vakitlerimizi geçireceğimize bunları olduğu gibi kabul etmeliyiz.3

    MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE

    Meşrutiyet ise, yüzeysel bir bakışla, Tanzimat’da başlayan sadeleşmenin daha ileri bir aşaması olarak görülebilirse de, aslında bu dönemde yeni bir öğe soruna eklemlenmiştir. Bu, yeni bir biçimde tanımlanan ulusçuluk öğesidir. Gerçi Necib Asım da, Türkçe’nin Avrupa dillerinden aşağı kalmayacağını kanıtlamak isterken ulusçu denebilecek bir tavır gösteriyor. Ama Necib Asım ulusu ırk temeline göre tanımlamıyor. Dildeki yabancı kökenli kelimelere karşı aldığı «liberal» tavır da buradan kaynaklanıyor. Oysa II. Meşrutiyet ulusçuluğu, artık «ırk» öğesini de içermektedir. DoIayısıyla dilin arılığı, dilin yetkinliğini karara bağlamada başvurulacak ana ölçüt olmaya başlamaktadır. Aradan geçen zaman içinde toplam ideoloiik atmosfer değiştiği için Tevfik Fikret ve Halit Ziya gibi, ağdalı Osmanlıcalarıyla ünlü eski Servet-i Fünuncular bile sözgelişi Mehmet Emin Yurdakul’un şiirlerini övmekte (kullanılan dille şiirsel değer arasında bir ayrım yapmayı da unutarak) ve akımın daha da genişlemesini dilemektedirler.

    Bu yeni ulusçuluğun olumlu bir yanı, Türkçe kökenlerin yeniden canlandırılması gereğini hatırlatmış olmasıdır. Örneğin, yukarıdaki alıntıda «fotoğraf» gibi kelimeler için Arapça ve Farsça sözlük karıştırmanın gereksizliğine değinen Necib Asım, bu dönemde, “Bize kalırsa gerek kelime gerek ıstılah bulmak içün ibtida Türkçe lehçeleri karıştırmalıyız,4 diyor. «Sergi» dururken «meşher» demenin anlamsızlığını vurguluyor. Öte yandan, bugünkü özleşmecilerin «Osmanlı uzlaşmacılığı» diyeceği ılımlı tutumundan da vazgeçmiyor. Örneğin:

    […] «kongre» sözü cümlenin bildiği bir kelimedir. Bunun yerine «mü’temer» kelimesini sokuşturmakta bir mana tasavvur edemiyoruz.5

    Irk kavramını o güne kadar görülmemiş bir biçimde vurgulayan yeni milliyetçilik akımı, başlangıçta çok belirgin değildi. Daha çok Selanik çevresinde uyarlı bir ideoloji görünümü almaya başlıyordu, Ziya Gökalp’le birlikte Ömer Seyfettin de bu anlayışın ilk bilinçli sözcülerindendi. Genç Kalemler çeşitli alanlarda ve bu arada dil alanında yapılan tartışmalarda bu kimliğini zaman içinde ortaya koydu. Bu kimliğin bundan sonraki tartışmalarda ağırlık kazanmasında politik-tarihi gelişmelerin de payı oldu. Özellikle Balkan Savaşı, Türklük kökenine bağlı bir milliyetçiliğin Osmanlı ufku içinde daha gerçekçi ve daha sağlam temele dayanan bir ideal gibi görünmesini kolaylaştırmıştı. Osmanlı aydınları, dil sorununu, darda kalmış Osmanlı devletinin başka sorunlarından ayıramıyorlardı ve böyle olması herhalde anlaşılır bir şeydi. Dolayısıyla özellikle Meşrutiyet döneminden sonra Türkçe, Türkiye’yi ilgilendiren çeşitli sorunların, bunların ideolojik yansımaları olan çeşitli «sorunsalların» bir parçası oldu. Uluslaşma, uygarlaşma gibi temel sorunsallar dil konusunda belirli tavırları da zorunlu olarak içermeye başladılar. Örneğin Balkan Savaşı öncesinde kurulan Türk Derneği’nin tüzüğünün ikinci maddesi, dil sorunuyla uyanmaya başlayan ulusçuluk bilinci ve ayrıca öteden beri süregelen «uygarlaşma» özlemi arasındaki bağları gösterir:

    Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve haldeki âsar, ef’al, ahval ve muhitini öğrenmeğe ve öğretmeğe çalışmak, yani Türklerin âsar-ı atîkasını, tarihini, lisanlarını, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnolocyasını, ahval-i içtimaiyye ve medeniyyat hazıralarını, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırup taraştırup ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim lisanı olabilecek surette geniş ve medeniyyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak, imlâsını ona göre tetkik etmektir.6

    O gün yaşayan Osmanlı aydınının dolaysızca gördüğü durum, eski imparatorluğun «elden gidişi»dir. Yüzyıllardır yüzü Batı’ya dönük duran Osmanlı devletinin bu konumu ile Batı’ya üstün gelme umudu kalmamıştır. Ancak, bu ezikliği duymakta olan bu aydın, aynı zamanda bir vakitlerin güçlü bir imparatorluğunun gururlu mirasını da varlığında yaşatmaktadır. Bu nedenle, Batı karşısında yenilmeye karşılık yeni bir alanda büyümeyi düşlemektedir (İmparatorluk geçmişi olmayan bir başka yoksul ülke, örneğin bir, Nijerya ya da Kongo, ezikliğine karşı tepkisini bir imparatorluk kurma özlemiyle dengeleyemezdi. Bu yeni alan belli ki Doğu’dur. Yani, ya İslam, ya da Türklük temeline bağlı olarak büyümek ve Batı’nın gücüne karşı böyle bir yeni güç kazanmak, o günün aydınlarına çekici bir hedef gibi görünmeye başlamıştır. Dil de, işte bu çok kendine özgü «sorunsal» ın bir parçası haline gelmektedir. Doğal olarak, İslamcı büyümeden yana olanlar Osmanlıca’nın bileşiminden çok şikayetçi değilIerdir. Türklüğü temel alanlar ise bu dilsel yapıyı uzun vadeli amaçlarına bir engel gibi görme durumundadır.

    Tartışmalar ilerledikçe, bütün bu ütopyaların gerçekleşmesinde dilin çok büyük bir payı olacağı inancı da derinleşti. Dili bir «iletişim aracı» olmaktan çıkarıp bir büyük sosyo-politik ütopyanın aracı haline getiren Osmanlı aydınları, istedikleri dilsel değişimin gerçekleşmesiyle birlikte hedeflerine çok yaklaşacaklarını sandılar. Örneğin bir İzmir gazetesine yazı gönderen Mehmet Şükrü adlı biri, bu özlemleri net bir şekilde dile getiriyor (daha sonra, Ankara’daki ilk BMM’nde «ikinci grup» üyeleri arasında yer alan Mehmet şükrü olabilir):

    Yeni lisan muarızları bilsinler ki yazıları, fikirleri, Türklük muhitinin bir milimetre ilerisine bile geçemiyor. Onun için ıktıza ederdi ki lisanlarında ve duygularında bir asalet; Türklük asaleti bulunsun. […]

    Ölü mezarları önünde huzu ve huşu ile eğilen, harbin tehlikeli meydanlarında telaşsız atlar oynatan, en büyük birkaç milleti mahvedecek kadar cesim felaketlere cesur ve mütehammil göğüs gererek büyük Türklüğü şimdiye kadar, kısmen olsun, niçün ifade edemediler? Niçün neslimizin bu büyük seciyyeleri kalemlerinden bir türlü akmak istemiyor? Tegannisiyle milleti harekete getirecek şarkılar nerede? Cenk meydanlarına, düğüne gider gibi, şen ve beşuş koşan erlere şimdiye kadar hangi türküleri terfik edebildiler? Edemediler; çünki yazıları bizim ruhumuzu, Türklük hissimizi okşamıyor, lisanlarını samimi bulmuyoruz.7

    Bu mantık çizgisi bir hayli ilginç. Epey abartılmış gibi görünse de, sözünü ettiğim çeşitli iç içe geçmiş sorunsalların iyi bir özetini veriyor. Görüldüğü gibi, yazar, Türklüğe özgü duyguları anlatacak bir Türk dili istiyor. Osmanlı yazarları bu duyguları bulamamış ve anlatamamışlar, çünkü ellerindeki dil buna elverişsizmiş. Böyle bir düşünce çizgisinin, dilin «özleşmesi»ni nasıl önemli bir hedef gibi göreceği, bu özleşmeden ne kadar büyük toplumsal sonuçlar bekleyeceği bellidir. Herhalde yaşasaydı, 1981’de dil adamakıllı özleştiği halde örneğin dünya futbol kupası maçlarının hepsinde yenildiğimizi görseydl, buna inanamayacaktı. Çünkü Osmanlı aydının bütüncü zihniyetinde, dilin özleşmesiyle iyi futbol oynama arasında da bir ilişki olmalıdır.

    İkinci derecede ilginç bir nokta da yazarın hamasi duygusal retoriği. «Düğüne gider gibi savaşa giden erler», «aziz şehitler» vb. bilinen klişelerle örülen bu retorik, söylemi kullananı dokunulmaz bir noktaya koyuyor. Buradan, kendisi gibi düşünmeyenlere yönelteceği suçlama, «hiyaneti vataniye»den aşağı olamaz. Osmanlı aydınının aynı bütüncü zihniyeti farklılığa bir açıklama bulamadığı için, kendi haklılığına inandığı ölçüde muhalifinin ihanetine de içtenlikle inanır. Hoşgörüsüzlüğümüzün temeli de herhalde burada yatmaktadır. Bu yüzden tartışmaz savaşırız, eleştirmez kahrederiz.

    BALKAN SAVAŞI VE TÜRKÇECİLİK

    Balkan Savaşı’nın Türkçeciliğe hız verdiğine değinmiştim. Bu da, daha karmaşık bir gelişmenin içinde bir öğeydi. Örneğin bu dönemde İttihat ve Terakki halkın milliyetçiliğini körükleyecek bir edebiyat yaratılmasını istemiş ve yazarlara bolca para vererek böyle bir edebiyatın kurulmasını sağlamıştı. Savaş sırasında görece bağımsız denecek birçok dergi kapanmış, buna karşılık devletin çıkardığı dergilerde devletin istediği edebiyat yapılmıştı. Bu durum, Türkiye tarihinde politik yapının genel kültürel yapıya müdahale ve onu belirleme biçimlerini göstermesi bakımından ilginçtir.

    Balkan Savaşından sonra yayımlanmaya başlayan Türk Yurdu ve Türk Sözü gibi dergilerde, oldukça doğal bir gelişmenin sonuçlarıyla karşılaşırız. Savaş milliyetçilikle birlikte bir tür popülizm de yaratmıştır. Savaşta halk gerekli olduğuna göre, böyle olması doğal. Popülizm ise, dilde de sadeleşmeye gitmek zorundadır. Nitekim Türk Yurdu’nun çıkış gerekçesi olarak yazılan yazı, Türk halkının ağzından yazılmıştır ve aydınları suçlamaktadır:

    İbtida bana bir dil, bir edebiyyat lazım. […] Eski yıpranmış âletlerimi atarak yeni makinalar kullanacağım. Toprak sürmeyi, hayvan beslemeyi, köy idare etmeyi, yol yapmayı, mekteb açmayı öğreneceğim. Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi kalbimden çıkararak ortaya koyacağım. Dinimin esaslarını bularak gerçekten islam ümmeti olacağım.

    Bu işi yapmak için bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı, yoksul kızlarımla çalışmaya niyyet ettim. Siz de benim evladlarım değil misiniz? Siz de yapma dilinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faidesiz gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle beraber çalışır mısınız?8

    Bu tipik “Jakoben” söylemde, aydın, halk adına konuşup halkın ihtiyaçlarını dile getiriyor. Halk şu anda «gizli duygular» ve «şuursuz mefkûreler»le dolu. Bu sözleri onun ağzından söyleyen aydınlar her nasılsa o mefkûrelerin ne olduğunu biliyorlar. Böylece, bu potansiyelin gerçekliğe dönüşmesi, o aydınların dediklerinin olmasıyla mümkün. Halkın ne istediğini böyle iyi bilen, onu inatla savunan ve sonuçta «halkın iradesine karşı davranıyor» diye rakiplerini temizleyen bu tür aydınlar ülkemizde hiçbir zaman eksik olmadı. Yalnız talihsizliğe bakın ki, onların halkta böylesine «isabetle tespit ettikleri» özlemleri halk kendisi hiçbir zaman anlayamadı.

    Yukarıdaki metinde, bir kez daha dil sorunu ile kalkınma sorununun kesin bir şekilde özdeşlendiğini görüyoruz. Dilin sadeleşmesi, hem uygarlaşma, hem ulusallaşma için zorunlu görülmektedir. Kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerine dayanan, despotik ve bürokratik toplumlarda, halkınkinden ayrı, ağdalı bir seçkin dilinin bulunması, sonra da, modernleşme sürecinde bu dilin «anakronik»leşmesi doğaldır. Ancak, dil değiştirerek bir toplumu kalkındırma ülküsü, o dönemin Osmanlı aydınına özgü bir şey olmalı. Bugün Turgut Özal ihracatı artırmak için bir dil reformuna gerek olduğunu söylese kim bilir ne kadar şaşardık. Ama Türk Yurdu’na yazan aydınlar köylünün makine kullanması ile halkın dilinin değişmesi arasında çok daha dolaysız bir ilişki kurabiliyorlardı.

    POLİTİK BİR ARAÇ OLARAK DİL

    Hüseyin Kâzım Kadri, büyük bir Turan sorunu çerçevesinde Türk diline şöyle bir gelecek tasarlıyor:

    Türkistan-ı Çinî’den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı vesi’ada mutemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye husulünü te’min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın bütün şiddetiyle hissedeceğiz: çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı etrafında toplanmağa mecburdur. […] bu muhtelif lehçeler arasında daha ziyade rikkat ve nezaket kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan’ın her tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî ve millî olmak üzere kabul etmek daha muvafık olur sanırım.9

    Burada da dil, Türk ırkının politik birleşmesinin sağlanması için gerekli bir araç. Yazar, olayı biraz da kendinden yana yontup, kendi bildiği Osmanlı Türkçesi’ni böyle bir birleşmenin temeli olarak kabul ettirmek istiyor. Türkçe’nin özleştirilmesinin bugünkü aşamasına vardığımızda, Asya’daki Türklerin dillerinden daha uzaklaşmış durumdayız oysa.

    Aynı dönemde İkbal gazetesinde çıkan bir yazıda, Türkçe’nin sadeleşmesi konusunda ağırlığın, bir iletişim aracı olarak dil anlayışından, ulusallığın asli öğesi olarak dil anlayışına doğru kaydığı açıkça görülmektedir:

    Bir dilin avam tarafından anlaşılıp anlaşılmaması meselesi bizce gayet mühim olmakla beraber, ikinci derecededir. Birinci derecede «milliyet» hususu gösterilebilir, zannederiz. Bu «milliyet» ise «Türklüktür». Madem ki bu millet Türktür. Öyle ise anın Türkçe öz dili olmalıdır. Bu anın varlığına, namusuna tealluk eden birinci hassasıdır.10

    Bu kayma, stratejik bir öneme sahiptir. Bundan sonra, dilsel «kullanım», dilciler için bir ölçüt olmaktan çıkacaktır. Bunun yerine halktan ve halkın dili kullanımından bağımsız, şu veya bu bu biçimde tanımlanmış bir «dilsel doğruluk», dil çalışmalarında kılavuz durumuna gelebilir. Bu «doğruluk», kitle kullanımından kaynaklanmadığına göre, küçük bir uzman grubunun saptadığı bir şey olacaktır. Eğer ortada birden fazla uzman grubunca temsil edilen ayrı görüşler varsa, bunlardan hangisinin akademik dil çalışmasına yön vereceği -Türkiye gibi bir ülkede- bir politik denge sorunudur. Nitekim, Balkan Savaşından sonra kurulan, Maarif Nezaretine bağlı «Istılahat-ı ilmiyye encümeni», dilsel doğruluğun birölçütünü vurgulamıştır; Ziya Gökalp’ın alaylı bir şekilde aktardığı bu anlayış, ortodoks gramerciliğin, Osmanlıca gibi karma bir dille karşılaşması nedeniyle saçmalık derecesi artmış, «absurd» bir biçimidir; Türkçe’nin serüveni içinde daha sonra başka «dilsel doğruluk» ölçütleri de dile uygulanacaktır, ama temeldeki tavırda değişen fazla bir şey yoktur. Gökalp hikayeyi şöyle anlatıyor:

    Bir zamanlar Darülfünun’da, felsefî ıstılahları tayin ve tesbit etmek üzere ilmî bir encümen teşekkül etmişti. Bu encümende fesahatçılardan biri «dikkat» kelimesinin «attention» mukabili olamayacağını ileri sürdü: Gûya «dikkat» kelimesi, «dakikince» sıfatından iştikak ettiği içün «incelik» manasına imiş. Bu iddiaya karşı «incelik» kelimesi lisanımızda varken, bu manaya delalet eden «dikkat» kelimesine ihtiyacımız yoktur. Fakat, halkın kullandığı manada olmak üzere, bu kelime lisanımızın atılması mümkin olmayan elzem bir unsuru olmuştur, denildi. Fakat, mu’tariz kabul etmedi: «Dikkat» kelimesi daima «incelik» manasına kalacaktır. Halkın kullandığı tabirleri, ilim kabul edemez. Doğru olan kelimeler, kelimelerin eski şekilleridir. Kelimelerin hakikî manaları, isti’malle değil, iştikakla bilinir. Binaenaleyh «attention» kelimesine başka bir mukabil aramalıdır, cevabını verdi. Bu esasa istinadan, fesahatçılar «attention» kelimesine mukabil aramağa başladılar. Birisi «tahdik» kelimesini ileri sürdü, bir diğeri «iltifat» kelimesini teklif etti. Güya «tahdik» kelimesi, «gözbebeği» manasına olan «hadeka»dan gelirmiş. Dikkat de bilhassa âmil olan gözbebeği imiş. «İltifat»ın Arabcadaki manası da «göz ucu ile bakmak»mış, «iltifat»ın lisanımızdaki manası başkadır denildi. «Öyle şey olmaz, Arabca, Acemce kelimeler bizim lisanımızda kadim asaletlerini ve fesahatlarını muhafaza edeceklerdir. Avamın cehaletle yaptığı tahriflere galatat denilir. Bunların hepsini terkederek, kelimelerin kadim ve fasih şekillerine rücu etmek lazımdır» diye cevap verildi.11

    Ionesco’yu hatırlatan bu küçük senaryoda «doğruluk» ölçütünün kullanım (istimal) değil de etimoloji (iştikak) olduğunu görüyoruz. Öz Türkçecilerin tersine bu encümenin bazı üyeleri dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerin kendi eski özlerine (kadim asaletlerine) uygun kullanılmasını istiyor. «Halkın kullandığı kelimeleri ilim kabul edemez». Temel felsefe bu. Böylece, «dikkat» yerine «iltifat» demek gerekiyor. Örneğin askerlikte, komutan gelirken çavuşun birliğe «iltifat!» diye bağırdığını düşünebilirsiniz; buna benzer pek çok saçmalık düşünebilirsiniz. Ama encümen üyeleri bu gibi şeyleri «iltifata almıyor»; çünkü onlar daha yüksek bir otorite tarafından, halka bir dil yapmak ve dikte etmekle görevlendirilmişler. Bu işi yaparken, «avamın galatat»ının ayaklarına dolanmasına izin vermeye hiç niyetleri yok. Doğru dili encümen temsil ettiğine göre, halkın da halt etmeyip onların istediği gibi konuşması gerek.

    İttihat ve Terakki’nin politikalarını belirleyen önde gelen kişilerin çoğu «Türkçü» akıma öncelik tanıyordu. Ama Osmanlı devletinin gerçeklikleri onları da daha uzlaşmacı olmak zorunda bırakmıştı. Bu yüzden, dil konusunda devlet katından başlayan çok radikal bir girişim olmadı. Kısa süre sonra Birinci Dünya Savaşı’na katıldığımız için zaten yığın’a acil iş çıkmıştı. Savaştan sonra, ülkeyi bu felakete sürükleyen İttihatçılar kaçarken, onların temsil ettiği ideoloji de gözden düşmüştü. Bundan sonra dil sorunu gene tartışıldı, ama Atatürk’ün kesin bir hareketi başlattığı ana kadar görece durgun bir dönem geçti. Bu ana gelmeden önce, Türkçe konusunda oldukça derli toplu bir görüş sunabilen Ziya Gökalp’ın önerilerine kısaca göz atalım.

    “Ay”, “Kamer”, “Mah” gibi aynı anlama gelen kelimelerin fazlalık olduğunu, bunlardan Türkçe olanların saklanıp ötekilerden vazgeçmek gerektiğini söyler. Bu gibi kelimeler arasında bir nüans oluşmadıkça, gerçekten de varlıkları dil açısından bir zenginlik değil, sadece bir yığılmadır. Öte yandan, «kameriye» veya «mehtap» gibi, bu kelimelerden türemiş başka kelimeler Türkçe’de hâlâ var, «tasfiyeci» bir anlayışla bunları da silip atmak istemiyorsanız, kalacak da. Ama bir dili konuşan herkes, kullandığı kelimelerin etimolojisini bilmek zorunda olmadığı için, bu da büyük bir sorun değil.

    Gökalp, eskiden Türkçe’de varken unutulmuş, canlılığını yitirmiş kelimelerin diriltilmesine çalışmayı anlamsız ve gereksiz bulur. Oysa bu gibi kelimelerden canlanabilenleri (hatta Gökalp’ın örnek diye verdiklerinden bazıları) olmuştur. Gökalp bunu bir zorlamaya karşı söylediği halde, bir kural formülasyonu yaptığı ölçüde belki kendisi de bir zorlama içindeydi. Bu tür kelimelerin önerilmesinde -olay bir öneriyi aşıp bir dikte etme biçimine dönüşmüyorsa- herhalde bir sakınca yoktur. Nitekim yeni Türkçe bu yoldan önemli ölçüde zenginleşmiştir.

    YABANCI KURALLARIN ATILMASI

    Arapça ve Farsça kuralların da atılmasını savunur Gökalp. Gerçekten, her uygarlıkta ve dilde ödünç kelime almak doğal, hatta zorunlu olduğu halde, bir dilin öbüründen gramer kuralı alması oldukça tuhaf bir durumdur ve Osmanlıca’da buna fazlasıyla sık raslanır. Bazı kalıntılarını hâlâ yaşıyoruz: «camisi» mi demeli, yoksa «camii» mi gibi? Çağdaş dilbilim bu konuda kullanıma ağırlık verir -az önce çalışmalarına göz attığımız «ilmî encümen»in tersine. Bu durumda, «camisi» demek herhalde daha doğru olacaktır.

    Gökalp, haklı olarak, karşılığı bulunmadıkça Arapça ve Farsça kelimelerin dilden atılmamasını ister. Kitabından yararlandığım A.S. Levend, «Türk Dil Kurumu da bu kanıdadır.» diyor ama, o kadar basit bir sorun değil bu.

    Bütün bu dil tartışması içinde Gökalp’ın özgül önemi, bilim diline daha çok ağırlık vermesindedir. Özellikle Gökalp’a kadar Osmanlı toplumunda evrensel anlamda bir bilim nosyonu gelişmediği için, Türkçe konusundaki tartışmalarda da bu alan cılız kalmıştı. Gökalp belki de ilk bu alandaki sıkıntısından ötürü Türkçe üzerine derinlemesine düşünmek zorunda kaldı; çünkü Batılılardan öğrendiği pozitivizmi Türkiye’de anlatacak dil bulamıyordu. Bu yüzden Gökalp kendisi birçok kelime, kavram türetmek zorunda kaldı: «mefkûre» gibi. Ancak, Gökalp’ın pratiğindeki tuhaflık, bu yeni kavramları Arapça köklerden türetmesidir. Böylece, Arapça’da olmayan yeni Arapça kelimeler türüyor ve bunlar yalnız Türkçe’de bulunuyordu!

    Öte yandan Gökalp, uluslararası bilim sözlerinin Türkçe’ye bu biçimde alınmasına da karşı değildi. Bütün bunlar onun dediği gibi yapılınca ortaya oldukça eklektik bir dil çıkıyordu. Nitekim, dilin arılaşmasından yana olanlar bugün Gökalp’ı yetersiz bularak eleştiriyorlar. Ancak Gökalp’ın sorunu dilin arılaşmasından çok, dünya uygarlığının ortaya çıkardığı anlamları iletmeye yeterli kelimelere sahip bir dilin oluşmasıydı. Turancılığına rağmen, ırkçılığı dile uygulamanın yararına inanmıyordu. Bu açıdan bakınca savunduğu görüş anlamlıdır, kolayca yabana atılmaması da gerekir.

    Bu konunun tartışmasını da ileriye bırakarak biz tarihi süreci izlemeye devam edelim.

    Dilin arılaşmasına en sert tepki gösteren yazarlardan olduğu için öz Türkçecilerin en kızdığı kimselerden biri Cenap Şahabettin’dir. Fakat 1. Dünya Savaşı sonrasında Cenap Şahabettin de az çok hizaya gelir ve fazlalık bazı yabancı kelimelerden vazgeçmeye razı olur. Cenap Şahabettin de, bir şair olarak, nüansların korunmasını, dolayısıyla yabancı da olsa bazı kelimelerin kalmasını istemektedir; «mükedder, mağmum, mahzun, münkesir, me’yus» gibi. Bu görüş de anlaşmacıların göstermeye çalıştığı kadar saçma değildir, çünkü bir dil, gerçekten, nüanslarının fazlalığıyla zenginleşir. Cenap şahabettin Arapça kurallara göre yapılmış kelimeleri ileri sürüyor, ama bunların bazılarını bugün de «kederli, gamlı, hüzünlü» şeklinde kullanıyoruz. Şahabettin’in bir tuhaf talebi yabancı sözlüklerde raslanan her kelimeye Türkçe’de bir karşılık bulmak istemesidir. Şüphesiz yalnız Cenap şahabettin’e özgü bir istek değildir bu. Türkiye’de yabancı dil bilen her aydın, Türkçe’nin eksiklerini veya ihtiyaçlarını bildiği o dile göre formüle eder. Örneğin İngilizce’de «sensual» ve «sensuous» kelimeleri var; ikisi de, yeni türeme kavramlarımızdan «duyusal» ile karşılanıyor. Oysa İngilizce’de ikinci kelimenin «şehvet»e daha yakın çağrışımları var. Acaba biz de Türkçe bir başka kelime türetsek, örneğin «duymal» desek, bunu «sensuous» yerine kullansak, falan filan. Oysa İngilizce’deki bu ayrım başka Avrupa dillerinde bile olmayabilir. Bir dilin kendi gelişmesi içinde böyle nüanslar çıkabilir, ama bunlar vazgeçilmez şeyler değildir. Dil, anlamlarını bir kültürün içsel yaşayışıyla elde ettiği için her dilin kendine özgü olan ve başka dillere pek çevrilemeyen kelimeleri vardır. Cenap şahabettin gibileri böyle bir öneride bulunurken, akıllarında Fransızca, İngilizce, Almanca gibi birkaç Avrupa dili vardır; yani, bakışları Avrupa-merkezlidir. Aynı şeyi bütün dünya dilleri için düşündüğümüzde, önerinin saçmalığı ve imkânsızlığı ortaya çıkar.

    CUMHURİYET DÖNEMİ

    Cumhuriyet döneminde dil tartışmaları sürüyordu. Bu sırada, alfabe sorunu tartışmanın can alıcı noktalarından biri haline gelmişti. Türkiye’de Tanzimat döneminden beri Latin alfabesinin alınmasını savunanlar olmuştu, ama böyle bir değişiklik muhafazakarlığın can damarlarından birini hedef aldığı için Latince’yi isteyenler azınlıkta kalmış, özellikle de devlet otoritesi, sorunu ele almaya hiç yanaşmamıştı. Arap alfabesi, Türkiye’yi İslam dünyasına bağlayan önemli köprülerden biriydi. Böylece, onun kalmasını savunanlar da dilsel gerekçelerden çok toplumsal, politik, ideolojik nedenlerle bu alfabeye bağlıydılar. Latin alfabesini isteyenler arasında da iki eğilim saptanabilir (ama bunlar çoğu zaman iç içe geçmiştir). Bunların bir tanesi, Arapçayı savunanlarla aynı ideolojik zemine oturuyordu. Türk ulusallığına aykırı olduğu için karşı çıkıyorlardı Arap yazısına. Aynı zamanda, İslamiyetin ve genel olarak dinin bu ulusal kimliği boğduğu ve böylece kalkınmayı durdurduğu düşünülüyordu. Bu görüşte olanlar, daha önce başka konularda gördüğümüz tavırlara yakın bir biçimde, alfabe değişikliğine neredeyse büyülü bir anlam yüklüyor, alfabe değişince bütün sorunlarımızın ortadan kalkacağına inanıyorlardı. Öteki kamp ise, ulusallığı başka türlü anlamakta ve yorumlamaktaydı. Cumhuriyet tarihi boyunca gördüğümüz bu kutupsallıkta Doğuculuğu temsil edenlere göre, asıl Batı’nın Latin alfabesi alındığında ulusal kimlik elden giderdi. İzmir İktisat Kongresi’nden sonra Kâzım Karabekir, Latin harflerine sertçe karşı çıkmış, bunu isteyenleri «vatana ihanet»le suçlar gibi konuşmuştur (tartışma geleneğimizde bundan aşağı suçlama yoktur zaten).

    Daha önceleri de dilin sadeleşmesinden yana olan Hüseyin Cahit, şimdi Latin alfabesinin kabulünden yanadır. Bunu, birinci kümedeki yazarların yaptığı gibi bir «ulusallık» gereği olarak değil de, pratik yararı için savunmaktadır:

    Biz memlekette ümmîliği azaltamayız. Çünki harflerimiz buna manidir. Çocuklarımız mekteblerde üç sene, dört sene çalıştıktan sonra da doğru okuyamazlar. Çocuklarımız değil, hiçbirimiz her kelimeyi doğru telaffuz ettiğimizi iddia edemeyiz. Böyle lisan, böyle tahsil olur mu?

    Bizi şimdiki harflere rabteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için hiçbir mecburiyyet-i diniyye yoktur. Millî harflerimiz de değildir. Bu halde Latin harflerini kabul ederek bir an içinde herkese okuyup yazma öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz namütenahi faideleri neden istihfaf ediyoruz?12

    Bu sıralarda Fuat Köprülü Latin alfabesinin alınmasına karşıdır:

    Latin harflerinin kabulüne tarafdar olanlar, zannediyorlar ki Garb medeniyyetine bu suretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz. Halbuki Garb medeniyyetine temessül harflerimizin tebdili ve Latin harflerinin kabuliyle kabil olamaz.13

    Köprülü’nün müdahalesinde de, dilin bir parçasının, dille ilgisi olmayan bir amaç için değiştirilmesi tutumundan söz ediliyor. Bu çerçevede şüphesiz Köprülü haklıdır. Alfabe değiştirmekle bir toplumun uygarlık anlayışı değişmez. Eğer Latin alfabesini böyle bir amaçla isteyenler vardıysa, beklediklerini bulmamış olmalılar.

    Öte yandan, Arap alfabesinin kalmasını savunanlar da, buna dil-üstü bir anlam vermekteydi. Tarihimizle ve İslam dünyası ile bağımızın kopacağını düşünüyor, bundan ürküyorlardı. Böylece iki taraf da alfabeye neredeyse büyülü bir anlam yüklüyor, şu veya bu alfabenin davayı kazanması sonucunda birtakım mucizelerin gerçekleşmesini bekliyordu.

    Arap alfabesinin Türkçe’nin yapısına çok uygun olmadığı açıktır. Vokallerin Türkçe’de önemli rol oynamasına karşılık Arapça’da sadece üç vokal işareti vardı ve örneğin «u», «ü», «o» ve «ö» yalnız «vav»la karşılanabiliyordu. Ayrıca, Arapça’da fonem işlevi gören bazı sesler Türkçe’de böyle olmadığı için, Arapça’daki üç «s», iki «z» vb. Türkçe’de fazlalık oluyordu. Latin alfabesinin okumayı kolaylaştıracağı inancı da yerindeydi (ancak, Arap alfabesini öğrenmekte o sıralar karşılaşılan güçlüklerin yalnızca bu alfabeye özgü bir şey olmadığı, öğretme yönteminin ilkelliğinden de kaynaklandığı unutulmamalı).

    1928’de Atatürk’ün Sarayburnu konuşması ile Latin alfabesinin kabul edileceği kesinleşmiş oldu. Atatürk bu konuşmada, «En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk hey’et-i içtimaiyyesi yeni harfleri öğrenecektir. Milletimiz yazısiyle kafasiyle bütün alem-i medeniyyetin yanında olduğunu gösterecektir,”14 diyordu.

    Hüseyin Cahit gibi Atatürk’ün de, yeni harflerle okuma yazmanın kolaylaşacağına aşırı bir iyimserlikle baktığı bu sözlerden anlaşılıyor. Bin dokuz yüz seksenlerde hâlâ okuma yazma seferberlikleri yaptığımıza göre, yalnız alfabenin sadeleşmesi, bütün halkın okur yazar olmasını sağlayacak bir değişim değildir. Ayrıca, bu yeni alfabe ile daha yukarı bir uygarlık âlemine girmenin amaçlandığı da görülüyor ki, söz konusu uygarlık Batı ise, bu yönde de okur-yazarlıktakinden çok ilerlemiş değiliz.

    İLK DİL KURULTAYI

    Alfabe, Cumhuriyet yöneticilerinin Türk dili üzerinde yapmayı tasarladıkları geniş kapsamlı değişikliklerin yalnızca bir parçasıydı. Bu değişikliklerin 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin, (yani bugünkü Türk Dil Kurumu’nun) önemli bir rolü olacaktı. İlk dil kurultayında, o zaman muhafazakar sayılan görüşler Hüseyin Cahit’ten geldi. Daha önce dilin sadeleşmesinden yana olan, Cumhuriyet döneminde de Latin alfabesini savunan Hüseyin Cahit’in bu tavrı şaşırtıcı görünebilir; genellikle muhalif olmayı seçen bir mizaca sahip olduğu için, sırf karşı çıkma amacıyla böyle konuştuğu sanılabilir. Ama aslında önceden söyledikleriyle çelişen bir yanı yok, Kurultay’da söylediklerinin. Kişisel kanımca, Türkçe üzerine kopan tartışmalarda en tutarlı tavrı alan da gene Hüseyin Cahit. Şöyle diyor:

    Son 25 sene içinde gittikçe kuvvetlenen sade lisan cereyanı bugün Arapça ve Acemce terkipleri dilimizden söküp götürmüştür denilebilir. Yakın bir zamanda, ecnebî dillere ait kaidelerin tamamen maziye karışacağından şüphe edilemez. Bunun için bir şey yapmağa da lüzum yoktur. Çünki zaten kendiliğinden olmaktadır ve olacaktır. Cereyan o kadar kuvvetli ve tabiidir ki koca bir akademi olsa ve aksini temin için uğraşsa bile muvaffak olamaz. ‘sevkıtabii’ ve ‘aksülamel’ gibi bazı ıstılahlar birer terkip değildirler. Bunlar, yerlerine daha sade ve ruha daha sokulgan Türkçe tabirler kaim oluncaya kadar yaşayacak birer kelimedirler. Türk alfabesinin bu noktada yapabileceği hizmet pek büyüktür. Eski yabancı yazı ile kalsa idik bu birleştirme ameliyesi yapılamazdı. Bugünkü yazımız bize bu sahada da hürriyet ve muvaffakiyet temin ediyor.15

    Hüseyin Cahit burada, zorla yapma bir dil kurma girişimine karşı olduğunu belirtiyor. Dilin doğal akışından, bu doğal akış içinde sadeliğin nasıl olsa sağlanacağından söz ediyor. «Doğal» akış, dil bağlamında, son analizde «halkın kullanımı» demektir. Yani Hüseyin Cahit halkın kullanarak bizzat onayladığı bir dil anlayışını savunuyor. Irkçı bir anlayışla dilden kelime tasfiyesine karşı çıkıyor:

    İtiraf ederim ki dilimize karışmış yabancı kelimelerden dolayı edilen şikayetleri biraz mübalağalı buluyorum. Bir lisanın şahsiyeti sarfında nahvındadır. Yabancı dillerden alınan kelimeler bu şahsiyeti bozamaz. Ecnebî kavimlerle münasebette bulunup ta onlardan kelime almamak imkan haricindedir. Bir dile yabancı kelimeler filan veya filan şahsın arzusu ile sun’i olarak doldurulamaz. Onlar tarihî bir zaruret ve icabın neticesinde, bir tekamül ameliyesi olarak dile girerler. Dünyada, her sahada olduğu gibi dilde de bir şey olmuşsa onun öyle olması zarurî idi de onun için olmuş demektir.

    Bir toplumun yaşadığı tarih, dilinde yansır. Bu onun gerçek tarihidir. Ve tarih elbette, Hüseyin Cahit’in de söylediği gibi, rastlantılardan oluşmaz. Bu tarih, belirli bir anda, bazı bireylerin ya da isterseniz bütün toplumun hoşuna gitmeyebilir. Ama o tarihten hoşlanılmaması, o tarihi yaşanılmamış hale getiremez. O tarih bir yandan, yaşayanlar üzerinde etkilerini sürdürmeye de devam eder. Beğenilmeyen bir tarih, dilin değişmesiyle de silinemez ve değiştirilemez. Hüseyin Cahit’in yukarıdaki paragrafta söyledikleri arasında en önemli kısım bu. Yabancı dillerden kelime almanın kaçınılmazlığı ve ayrıca bu durumun bir dilin karakterini bozmayacağı da doğru. Gerçi Osmanlıca’da yabancı kelime o kadar boldu ki, bunun verdiği sıkıntının bir haklılığı vardı; ama Hüseyin Cahit «zorlama olmayan» süreçlerle bu yabancı kelimelerden kurtulmaya karşı değil zaten. Türkçe’nin gelişmesini sadece «doğal» diye nitelediği sürece bırakmayı önermiyor:

    Bütün bunlarla beraber, hiçbir şey yapmayalım, ellerimizi kavuşturarak, kaza ve kaderin hükmünü bekleyerek dil işleriyle alakadar olmayalım, demek istemiyorum. Israr ettiğim nokta dil bahsinde her şeyin bizim irademize tabi olmadığını, tabiî kuvvetler karşısında beşerî mücadele için bir had bulunduğunu unutmamak lüzumudur. Yoksa, daimî olan tekamül ameliyesinin umumî seyrini kolaylaştıracak ve hızlandıracak surette bazı âmiller vücuda getirebilmek imkanı teslim olunabilir.

    Bu bahiste yapabileceğimiz şey, yapmamız icab eden şey bir kere Türkçenin muhtelif lehçelerinin mükemmel bir lugatını vücuda getirmek, kelime teşkîli yolundaki kabiliyetini tesbit etmek, hiç olmazsa bundan sonra ecnebî kelimelerin lüzumsuz yere dilimize girmelerine mümkün olduğu kadar meydan vermemektir.

    Bugün alışkın olduğumuz Türkçeden alışkın olduğumuz tarz ve şekilde ıstılah bulmak kabilse onları kabul etmeli. Bulamadıklarımızı da Avrupa’nın filan veya filan dilinden değil, Latin ve Yunan köklerinden kendi telaffuz ahengimize göre olmalıdır. Istılahlar kararlaştığı gün fikrî anarşi tehlikesi bitmiş demektir.16

    Hüseyin Cahit’in bu sözleriyle daha önce söyledikleri arasında bir tutarsızlık yoktur. Düşüncesini belirleyen etmen, dilin bütün bir halkın anlaşmak için kullanacağı bir nesne olduğu olgusudur. Son paragrafta, bilim dili için gerekli kelimelerin öncelikle Türkçe’den türetilmesi imkanlarının araştırılmasını istiyor Hüseyin Cahit. Bu olmadığı zaman Yunanca ve Latince köklerin alınması görüşü de doğru. Örneğin Fransızca bilen bir Türk yazarı «trajedi» İngilizce bilen bir başka aydın da «trecidi» mi demeli? Bunların yerine «tragedya» demek herhalde daha doğru (tabii o zaman da sıfat sorunu çıkıyor: «trajik» ne olacak?).

    Hüseyin Cahit’in ılımlı tutumu sert tepkilerle karşılaştı. Karşı çıkanlardan biri, devrimin her alanda radikal dönüşümler gerçekleştirmesini isteyen Hasan Ali Yücel’di. Hasan Ali, devrimci volontarizmin kültürlü bir tanımını yapar; ama kültürlü retoriğinin ötesinde, somut bir önerisi yoktur. Hüseyin Cahit’in tutumunu «determinist olmaktan ziyade fatalist» diye nitelemekle, «fatalist» (kaderci) olmayan bir determinizmin varlığını kabul etmiş gibidir. Ama bunu tanımlamaz. Konuşmasının en doğru parçasını aşağıya alıyorum, ama bu da aslında Hüseyin Cahit’in söylemiş olduklarıyla çelişmiyor:

    Türk halkı iş kelimesini bilir mi? («bilir» sesleri) Bölüm, bölme tabirini de bilir mi? («bilir» sesleri) O halde iş bölümü tabirini de bilir demektir. Bilmediği varsa o ancak işbölümü tabirinin ilmi tarifidir…17

    Hüseyin Cahit’e karşı çıkan çeşitli kişilerden biri de Fuat Köprülü. Daha sonra DP döneminde anayasa dilinin eskileştirilmesi için meclise önerge verecek olan (daha önce de Latin alfabesine karşı olan) Köprülü bu sırada nedense (O nedeni anlamak çok güç olmasa gerek) öz Türkçe’den yanadır. «Determinizm» ve «irade» üstüne bilgiç bir konuşma yapan Köprülü, dile iletişim açısından bakan Hüseyin Cahit’e karşı, o dönemde devletin resmi onayını alan ulusçu bir perspektif getirir:

    Milli şuura ve milli imana dayanan asırda milli Iisanların inkişafına, hatta bazı ölü sanılan dillerin bile yeniden yaradılışına nasıl muvaffak olduğunu bütün dünya gibi siz de bilirsiniz… İnkılap ruhiyle meşbu olan bugünkü Türk nesli pek iyi bilir ki, Türk ruhunu ve muazzam Türk tarihinin tabii akışını herkesten daha evvel, daha derin sezen ve milli temayüllere her zaman en vâzıh ve en doğru şeklini veren Gazi, milli şuurun ve milli irfanın bu eşsiz mihrakı, milletine hediye ettiği büyük inkılaplar zincirinin yeni bir halkası olan muazzam dil inkılabını da ilmin sağlam esasları üzerine kuruyor.18

    DERLEME-TARAMA ÇALIŞMALARI

    Türk Dil Kurumu’nun derleme ve tarama çalışmaları bundan sonra başladı. Devlet, Halk Partisi ve halkevleri bu çabayı oldukça enerjik bir şekilde destekledi. Gazeteler her gün değişmesi istenen yabancı kökenli kelimelerin listesini yayımlıyor, bunlara halkın karşılıklar bulması isteniyordu. O sıralar Hakimiyeti Milliye’de yayımlanan bir yazıda, halk arasında yayılmış kelimelerin kaynağına bakılmaksızın Türkçe sayılacağı söyleniyor.

    Bu dönemin dil çalışmalarında şöyle bir ilginç özellik var: bir yandan Türkçe’nin «öz»ü bulunmaya çalışılıyor, bunun için en eski kaynaklar taranıyor; bir yandan da, Türkçe’yi Batı dillerine benzetme kaygısı ağır basıyor. Örneğin «okul» gibi bir yeni kelime ne kadar Türkçe «okumak» kökünden türetilse de, kelimenin Fransızca «école»e benzetilmek istendiği çok açık. Denk düşen durumlarda, «isteri/hysteria» gibi karşılıklar bulunuyor. Bu arada, Besim Atalay da Türkçe’de «önek» olduğunu ispatlamaya çalışıyor ve bunun için «aşmak, şaşmak, taşmak» gibi örnekler getiriyor. Bunun bilimsel bir yanı bulunmadığını tartışmak bile gereksiz, ama böyle bir başlangıçtan sonra Kurum genel sekreteri İbrahim Necmi « anti» yerine «yantı» gibi önekler önermeye başlar. «Yantı», anlaşıldığı kadarıyla, «yad» kelimesinden bozularak yapılmıştır. Bozma gerekçesi de yeterince saydam: Batı dillerindeki «anti»ye ses olarak benzetme isteği. Böylece, «antimilitaire»gibi bir kavram «yantısüel» olacakmış.19 Bir zamanların benzer yapıdaki «arsıulusal»ını da hatırlayanlarımız vardır.

    Tarama ve derleme çalışmaları birtakım sonuçlar vermeye başlar. Bu yollardan çeşitli kelimeler bulunmuştur. Ama bunların büyük çoğunluğu yadırgatıcı niteliktedir. Öz Türkçe kullanımını yaygınlaştırmak için, Türkiye tarihinde her zaman olduğu gibi, en yukarıdan bir tavır göstermenin yararı olacağını düşünen Atatürk, görece dar bir çevrede yapacağı bir konuşmayı öz Türkçe olarak hazırlar. Bu, İsveç veliahdına verilen yemeğin resmi konuşmasıdır ve gazetelerde yayımlanacağı bellidir:

    Altes Ruvayâl,

    Bu gece,konuklarımıza, Türkiye’ye uğur getirdiklerini söylerken, duygum, tükel özgü bir kıvançtır.

    Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan hiç durmıyacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız.

    İsveç, Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu, bu iki ulus, ünlü, sanlı özlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır.

    Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkuIar, gerçekten daha az özence değer değildir.

    Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar, bugün, en güzel utkuyu kazanmıya anıklanıyorlar: baysal utkusu.

    Altes Ruvayâl;

    Yetmiş beşinci doğum yılında babanız bütün acunda saygılı bir sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal, içinde erksürmenin gücü işte bundadır.

    Ünlü babanız yüksek kralınız Beşinci Gustav’in gönenci için en ısı dileklerimi sunarken, Altes Ruvayâl sizin, Altes Ruvayâl Prenses Luiz’in, sevimli kızınız Altes Ruvayâl Prenses İngrid’in esenliğine; tüzün İsveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum.20

    Bu konuşmanın, dil sorunuyla her düzeyde ilgilenen insanlara öz Türkçe’yi yaymaları için bir mesaj olduğu açıktır. Türkiye’de bu gibi durumlarda aydınların nasıl davranacağı da bilinir. Nitekim Agâh Sırrı, bu konuşmadan sonra olanları da şöyle anlatıyor:

    Yabancı kelimelere karşılık bulma gayreti 1935 yılı sonuna kadar devam eder. Fakat iş o hale gelmişti ki, herkes gelişi güzel bulduğu kelimelerle yazı yazıyor ve yazılar, sahibinden başkasının anlamasına imkân olmayan bir şekil alıyordu. Daha tuhafı, Türkçe kelimelere bile karşılık arayıp bulanlar vardı. İş yolundan çıkmış, üzücü bir hal almıştı.21

    Gerçekten de bu dönemde Türkçe’yi özleştirmek için yapılanların hikâyeleri ünlüdür. Konuya bilimsel bir bakışla değil, devlet büyüklerinin hoşuna gitme isteğiyle yaklaşıldığı için, sonuçta Türkçe’nin başına ne geldiği o kadar önemli değildir. Bu uğraşlar, Türkçe’yi bir iletişim aracı olarak görme gereğini büsbütün ortadan kaldırıp (çünkü iletişimi fiilen önlemişti) birtakım toplumsal amaçlar için Iaboratuvarda kesilip biçilen bir nesne haline getirmiştir.

    BİR BAŞKA EĞİLİM

    İşte bu sırada yeni ve tamamen tersine bir eğilim, Türkçe’yi özleştirme çabalarını gevşetti. Cumhuriyet döneminin radikal özleşmeciliği, zaten daha geniş bir tarih arayışının sonucuydu. Bu arayışın başlangıcı da Osmanlı İmparatorluğunun son on yıllarına uzatılabilir. Osmanlı devletinin maddi dayanaklarının çökmesiyle, genel ideolojisinin de işlemez hale geldiğine değinmiştim. Bu dönemde, yeni bir devlete yeni bir temel arama çabaları Pan-Türkizm ve Pan-İslamizm akımlarının oluşmasıyla sonuçlanmıştı. Bunlardan birincisi, aydın seçkinlere daha çekici geliyor, kendini Müslüman olarak tanımlamaya alışmış halk kitleleri arasında ikincisi kadar kolay kabul görmüyordu. Ancak İttihat ve Terakki hareketiyle başlayan «yukarıdan aşağı» reform kalıbı, kitle desteği olmayan seçkinci ideolojilere niceliksel gücünün ötesinde bir etkililik kazandırabiliyordu.

    Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkarma çabasında, gene bir çeşit Osmanlı mirası olan «fütuhatçılık»tan vazgeçmişti. Dünyanın yeni dengesinde zaten başka türlüsü düşünülemezdi. Rumeli’de Osmanlı toprak iddialarının bir yana bırakılması kadar, Enver Paşa gibilerin doğudaki hayalci fütuhat projelerinin de kesinlikle terk edilmesi, Cumhuriyet’in kurulmasının zorunlu koşullarındandı. Öte yandan, Cumhuriyet rejimi içinde halkın «ümmet» değil de, «millet» olarak tanımlanması gereği, Pan-Türkizm’in politik düzeyde değilse de ideolojik düzeyde etkinliğini sürdürmesi anlamına geliyordu. Yeni ulus, yalnız Batılılarla değil, aynı zamanda Osmanlı devletinin kalıntıları ve Osmanlı zihniyetiyle de çarpışarak kurulduğu için, Osmanlı tarihini aşan bir «ulusal tarih» ihtiyacı duyuluyordu. Nitekim, 1930 yılında basılmış, Türk Tarihinin Ana Hatları adlı bir kitap vardır; yazarları: «Türk Ocağı ‘Türk Tarih Heyeti’ azalarından Afet Hf. ile Mehmet Tevfik, Samih Rifat, Akçura Yusuf, Dr. Reşit Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi, şemsettin, Vasıf ve Yusuf Ziya Beyler…» Kitap piyasaya çıkmamıştır: «’Türk Tarih Heyetinin’ başka azalarının ve mevzu ile alakalı zatlerin mütalea ve tenkit nazarlarına arzolunmak üzere yalnız yüz nüsha basılmıştır».22 Bu kitabın ilginç yanı, 605 sayfasından yalnızca 50 kadarının Osmanlı tarihine ayrılmış olmasıdır. Geri kalanı, Sümerler, Etiler, Etrüskler vb. de aralarında olmak üzere, çeşitli «Türk» devletleri üzerinedir. Dönemin bu yeni tarih arayışı Agâh Sırrı’nın kitabında da şöyle yansır:

    Türk diliyle Türk tarihine karşı yüzyıllardır devam eden kayıtsızlık, eski bilginleri Türk varlığını inkâra kadar götürmüştü. Bilim softalığı, onları Türkçe kelimeleri Arapça veya başka bir dille açıklamağa, Türk uygarlık eserlerinde yabancı izler aramağa alıştırmıştı. Üzerinde durulan bir kelimenin Türk kökünden gelebileceği, yahut aslı araştırılan bir maddenin Türk aslından olabileceği hatıra gelmiyordu. Meselâ “Maraş” kelimesi onlara göre Arapçadır ve aslı “Mer’aş”tır. “Malatya” kelimesi Yunancadan gelmiştir ve aslı “Melitene”dir. Halbuki Türkler, Anadolu toprakları üzerinde Yunanlılardan ve başka milletlerden çok daha önce yaşamış eski bir millettir. Bu kelimeler pekâlâ Türk asıllı olabilir. Bu gerçeği meydana çıkarmak, bunun için de daha alt tabakalara kadar inerek eski Türk medeniyetinin kalıntılarını araştırmak lâzımdır.23

    Tarihin ulus (ya da «ırk») temelinden açıklanması, yeryüzündeki rakip ulusların kendilerini «ilk» görmeleri isteğini doğurur. Heredotus bile, dünyanın ilk dilini anlamak için yeni doğmuş bir çocuğu bir odada hiç insan sesi işitmeden yaşattıklarını, çocuğun ağzından çıkan ilk ses Mısırca bir kelimeyi andırdığı için ilk dilin Mısırca olduğuna karar verildiğini anlatır. Daha modern ulusların kendilerini en eski olarak tanımak için giriştikleri deneyler de aslında bu ilk deney örneğinden daha «bilimsel» olmadı. Ama özellikle on dokuzuncu yüzyıl, ulusların eskilik yarışları ile geçmişti. Türkler arasında ulus bilincinin geç gelişmiş olması da, ulusal tarihin incelenmesinde benzer bir «militanlık» yaratmakta gecikmedi, Yukarıdaki alıntıda Agâh Sırrı’nın «bilim softalığı» diye bir söz kullanması ilginç; dünyada bilinen bilime karşı bir «Türk bilimi» çıkarma isteğini yansıtır gibi. Onun dediği gibi, Maraş’ın aslında Hititçede «Maraşanda» ve Asurcada «Margasi» olduğu bulundu. Aynı şekilde Malatya Hititçede «Melitaş», Asurcada ise «Miliddu» idi. Ama bunlar, bu durumda, bu adların «Türkçe» olduğunu kanıtlamaya yetmiyordu. Bunun için, daha önce, Hititlerin ve Asurluların Türk olduğunun ispatlanması gerekiyordu. İşte otuzlara doğru yapılan tarih çalışmalarının ana doğrultusu da bu oldu. (Yukarıda andığım kitapta açıkça görüldüğü gibi.)

    Daha önceki özleştirme akımı nasıl bilimsel bir temele oturmuyor idiyse, bu yeni anlayışa dayanan araştırmalar da bilimselleşemedi. O günlerle ilgili, mizah amacıyla uydurulmuş fıkralarda gördüğümüz, «Niagara»nın «ne yaygara»dan, «Amazon

  4. O günlerle ilgili, mizah amacıyla uydurulmuş fıkralarda gördüğümüz, «Niagara»nın «ne yaygara»dan, «Amazon»un «Amma uzun»dan gelmesi gibi yakıştırmalarla, zamanın «dilci ve tarihçi bilim adamları»nın ciddiyetle yaptığı yakıştırmalar arasında fazla bir fark yoktur. Gene Agâh Sırrı’ya bakalım:

    Esas doğru idi. Fakat tanık olarak verilen örneklerin çoğu yanlıştı. Birer uydurma ve yakıştırmadan ibaretti. Ona göre [Yusuf Ziya Özer’i kastediyor – M.B.], mesela “Aphrodite”, Türkçe “avrat” veya “arvat”dan çıkmıştır. Deniz ilahı olan “Poseidon” Türkçe gemi anlamına gelen “bostagen” kelimesinden gelmedir. “Vulcanus” kelimesinin aslı Türkçe bulanık demek olan “bulkanığ”dır.24

    A.S. Levend’in kitabında ima ettiği bazı sözlere bakılırsa, ona göre de «esas doğru» değildir. Ama resmî teze karşı ihtiyatlı bir dil kullanmaktan geri kalmaz. Hititlerin Hint-Avrupa, Asurluların Sami kökenli oldukları bugün ispatlanmış olgular. Yapılan bütün bu incelemelerde, Levend’in «birer uydurma ve yakıştırma» dediği örneklerden başka bir şey zaten çıkmadı. Avrupa ile sıkı komşuluk ilişkisi içinde yaşayan Türkler birtakım önemli ihtiyaç anlarında kendilerine Avrupalı yardımcılar bulmuşlardır, Fatih’in topçu ustası Urban’dan, Osmanlı devletine Batı tarzında okul açan Hıristiyan adlı paşalardan sonra, dil sorununda da bir yabancı imdada yetişti:

    Yine tarih tezinin ışığı altında ve ona paralel olarak, dil üzerinde çalışanlarda, dilin felsefesini yapmak merak ve hevesi uyanmıştı. 1935’de Dr. Phil. H.F. Kvergic tarafından La psychologie de quelques elements des langues turques adlı Viyana’dan Atatürk’e gönderilen basılmamış bir esercik, yeni bir düşünceye yol açmış oldu.25

    GÜNEŞ-DİL TEORİSİ

    Bu Kvergic, «Güneş-Dil Teorisi»nin mucididir. Avrupa’da bastıramadığı tezinin dilbilimle uzaktan yakından ilgisi yoktur. İlk insanın güneşe bakıp «A» demesi gibi tuhaf spekülasyonları bir yana, çoğu zaman iki önermesi arasında bir mantık dizisi kurmak da imkansızdır. Ama bu teori, bilimle ilgisi bulunmayan bir ihtiyaca karşılık verdiği ölçüde, belli bir süre rağbet gördü, hemen hemen bütün dil çalışmalarını yönlendirdi. Türkçe üzerindeki etkilerini görmek için gene Levend’in kitabına bakalım:

    Güneş-Dil teorisi, Türk tarih tezine uygun olarak şu hükmü kapsıyordu:

    “Türk dili, taş ve maden devrinde, kültür kelimelerini göç yolu ile yeryüzündeki dillere yayan eski ve büyük bir kültür dilidir. Etimoloji lugatlerinde ‘kaynağı karanlık’ olarak gösterilen birçok Fransızca, Almanca ve İngilizce kelimenin Türkçe ile kolaylıkla açıklanabilmesi bunu göstermektedir.”

    Atatürk, tezdeki bu hükümle, Türk dilinin tarihten önceki çağlara kadar uzanan eskiliğini belirterek, bu konu üzerinde yapılacak araştırmaların ufkunu genişletiyordu. Nasıl ki, tarih teziyle de, Türklerin tarihin en eski uygarlığını kurmuş bir millet olduğunu belirtmek, gençlere, kendilerine güvenmeyi, tarihleriyle övünmeyi aşılamak istemiştir.

    Bu teoriden şu sonucu çıkaranlar oldu:

    “Dilimize yabancı saydığımız birçok kelimeleri feda etmek gerekmez. Çünkü bunların esasta Türkçe olması mümkündür. Hatta, Güneş-Dil teorisine uyularak Türkçe ile açıklanabilen birçok yabancı kültür kelimeleri de Türk kelimesi olarak kabul edilebilir. Mesela botanik kelimesi bitki ile, sosyal kelimesi soy ile,termal kelimesi ter ile, elektrik kelimesi ıltırık, yıltırık, yaltırık ile açıklanabilir.”

    Çıkarılan bu sonuç, Osmanlıcaya dönmek istiyenlerin çok işine yaradı. Aşırı gayretler birden durdu; fakat yabancı kelimelere karşılık bulma işi de durmuş oldu. Dil çalışmaları yeni bir evreye girdi.26

    Levend’in sıkıntılı satırlarından sezildiği gibi, Güneş-Dil Teorisine inanmamakta, bunun özleşmeyi durdurmasını onaylamamakta, öte yandan bu teorinin dayanaklarına eleştiri yöneltmekten kaçınmaktadır. «Çıkarılan bu sonuç» sözü, sanki bir zorlama olduğunu ima eder gibi. Oysa gerçekten de, böyle bir tezden çıkarılacak başka bir sonuç yoktur, çünkü tez zaten bu sonucu çıkarmak için oluşturulmuştur. Her ulusun tarihinde övünülecek şeyler, üzülecek şeylerle birlikte bulunur. Ama övünmek için yeni bir tarih yaratmak mümkün değildir.

    O dönemde tarih konusuna başka gözle bakanlar vardı. Bunların içinde en anlamlı sözlerden birini söyleyen, «ölü tarih» ile «canlı tarih» arasında bir ayrım yapan Yahya Kemal’di. Şiirin yanı sıra tarihe de ciddi bir ilgi duyan Yahya Kemal, bir toplumun belirli bir anda yaşadığı hayat üzerinde etkisi kalmamış uzak tarihi «ölü tarih» saymak gerektiğini söylüyordu. Türkiye tarihine de bu açıdan bakıldığında, «canlı» olan tarih Osmanlı tarihiydi. Gerçekten de, Gaznelilerin veya Samanoğullarının tarihi, Türkiye’de yaşayan Türkleri hiçbir şekilde etkilemiyor, belirlemiyordu.

    Ama biz başlıbaşına muazzam bir alan olan tarih konusunu bırakarak dil sorunumuza dönelim. Güneş-Dil Teorisi, Levend’in dediği gibi, özleştirmeyi durdurdu (amacı da buydu). Günümüzde öz Türkçe akımına karşı çıkanlar, bunun Atatürk’ün iradesiyle böyle olduğunu söyleyerek Dil Kurumu’nun yaptıklarını eleştiriyorlar. Gerçekten, öz Türkçecilik de, Güneş-Dil Teorisi de, kendi canlılık dönemlerinde Atatürk’ün onayını almışlardır. Ancak, Türkçe sorununu tartışmanın, hiç değilse bugün, hangi eğilimin Atatürk’ün gerçek niyetlerini yansıttığı bağlamından çıkarılması gerekir. Sorun ortadadır ve kendi olanca gerçekliği ile karşımızda durmaktadır. Bu tür skolastik tartışmalara ve bir politik otoritenin yardımına sığınmaya gerek olmadan, bilimsel bir tutumla ele alınabilecek bir sorundur üstelik. Ayrıca, Türkçe’nin özleştirilmesine karşı olanlar, kendileri, Güneş-Dil Teorisini bunun gerekçesi gibi görmeye hazırlar mı? Öyle ise, dünyada bilinen herhangi bir kelimenin Türkçe’de kullanılmasını ve Türkçe sayılmasını doğru buluyor olmalılar. Son olarak, Türkçe’nin gelişmesinde özleştirme ve Güneş-Dil Teorisi mümkün olan iki alternatif ise, Güneş-Dil Teorisinin bilimsel doğruluğu kanıtlanamadığı zaman (ki kanıtlanamamıştır), bundan çıkacak sonuç, öbür alternatife dönülmesidir. Dolayısıyla, bu iki tutumun da bilim-dışı dayanaklarını görmek ve bilimsel olan alternatifi düşünmek herhalde gereklidir.

    NURULLAH ATAÇ VE ÖZLEŞME

    Kırklar ve elliler boyunca, «Türkçe» der demez akla gelen adlardan biri, Nurullah Ataç’tır. Ataç, Türkçe’nin özleşmesine, tek başına, belki kurumlardan fazla katkıda bulundu. Sert eleştirileriyle genç edebiyatçılar üstünde kurduğu otorite, Ataç’ın hışmına uğrama korkusu, dönemin birçok yazarını daha öz Türkçeci olmaya itti. Böylece, özellikle edebiyat alanında kullanılan dil özleşti, aynı zamanda da dilin genel kullanımına göre farklılaştı. Ataç’ın bu alanda yaptıklarına büsbütün yararsız demek de, tamamen yararlı demek de güçtür.

    Sürecin kendisinin çelişikliği, onun kişiliğinde de yansır. Ataç genellikle, değiştirdiği, yenisini bulduğu kelimelerle tanınır ve bu çerçevede tartışılır. Ancak, dil üstüne düşünen, radikal ve militan tavır alan bir kişi olmanın ötesinde, usta bir yazardı Ataç. Bence asıl olumlu katkıları bu noktada aranmalıdır. İlkin, genel anlamda dil titizliğini birçok yazara kabul ettirmiş bir yazardır. Gelişigüzel ve hamasi laflar söylemeye karşı, daha öz Türkçeci olmadan önce de savaş açmıştı. Noktalama işaretlerinin kullanımında bile dikkatli olmak gerektiğini birçok yazar Ataç sayesinde öğrendi. İkinci olarak, Ataç usta bir üslupçuydu. Türkçe’nin kullanımı sorununa da yalnız kelimelerin «arı» özü çerçevesinde değil, aynı zamanda sözdizimi çerçevesinde bakmıştı. Bu yanı hiç öne çıkarılmadığı halde, Türkçe’nin yapısını araştırmış ve yazılarıyla örneklendirmiş bir yazardır Ataç. Eski bir dilsel ayrımı kullanarak, Türkçe’nin «analitik» değil, «sentetik» bir dil olduğunu söyleyelim. Bu, kısaca, sözdiziminde anlamın kelime yerine değil, takılara bağlı olması demektir. Analitik bir dil olan İngilizce’de «Brutus killed Caesar» derseniz, Brutus Sezar’ı öldürmüş olur. İki adın yerini değiştirdiğiniz zaman, özne ile nesne bu niteliklerini yerlerinden aldıkları için, Sezar Brutus’u öldürmüş olur. Türkçe’de ise özne, nesne, tümleç vb. bu işlevlerini takılarla edindikleri için, cümle içinde yerlerinin değişmesi anlamı değiştirmez. (Sezar’ı öldürdü Brutus, öldürdü Brutus Sezar’ı, öldürdü Sezar’ı Brutus vb.) Bu durumu iyi sezen Ataç, Türkçe cümle yapısı ile mümkün olabilecek çeşitlemeleri bir estet titizliğiyle sergiledi. Öteki konularda olduğu gibi burada da eleştiriye uğradı. «Devrik cümle» düşmanları belirdi. Oysa özellikle konuşulan dilde «devrik» denilen cümle tipi Türkçe’nin asli bir yapısal öğesidir. Ayrıca da Ataç, sözdiziminde çeşitleme yaparken hiçbir zaman mekanik olmamış, «devrik» cümle yaparken bununla her zaman özel bir nüans katmayı başarmıştır. Ama bunu mekanik bir biçimde çoğaltan birçok yazar, yıkmaya çalıştıkları sözdizimi kadar monoton, tatsız, taklitçi ve anonim bir üslup çıkardılar. Son olarak bir de şu söylenebilir: birçok yazar, eski sözdizimini, eski kelimelerle düşünüp yazıyor, sonra da moda olduğu için sözlükte yeni karşılıklar bulup bu eski kelimelerin üstünü karalıyordu. Ataç, sözdizimini yeni kelimelerin çağrışımlarına, mantıklarına göre düzenleyebilen bir yazardı. Bu yüzden, en bilinmedik yeni kelimeler kullandığı zaman bile, yazının gelişme mantığından, tanımadığınız kelimenin hangi eski kelimenin yerini aldığını tahmin edebilirsiniz. Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin yadırgatıcılığından değil, cümle kurmaktaki hantallıkları yüzünden anlaşılmaz oldular.

    Öte yandan, özleşme konusundaki tavrına, kendi hesabıma aynı övgüyle bakamıyorum. Örneğin şu sözler:

    Ben öteden beri, konuşmalarımda olsun, yazılarımda olsun hep bunu söyledim, Türkçe’nin Latinceleştirilmesi, yunancalaştırılması gerektiğine inandığım içindir ki öz-türkçeci oldum, ona inandığım içindir ki öz-türkçeyi bırakmıyorum, bu toplumun çocuklarına Latince ile Yunancanın öğretileceği, şöyle iyice, gereğince belletileceği güne değin de bırakmayacağım.27

    Gerçekten de Ataç’ın öz Türkçeciliğinin altında bu Yunan-Latin hayranlığı yatar. O uygarlığın yarattığına inandığı hümanizme sıkı sıkı bağlıdır. Bu gibi görüşler günümüzde öyle «Doğululuk», «Batılılık», «kültürel değişimin toplumsal mekanizmaları» filan gibi kavramlarla bile eleştirilmeyecek kadar «naif» görünüyor. Yunanca ve Latince öğrenme ve öğretme saplantısını Cambridge’de, Oxford’da bile terk ettiler – bundan da kimsenin kaybı olmadı. Ataç’ın tasarısının ilk adımdaki imkansızlığı, eğitimle bir toplum kurulamayacağı olgusudur. Ataç, kuşağındaki çoğu radikal-pozitivist-hümanist gibi, iyi bir eğitimle, evrensel bir kültür verilip evrensel insan bireyleri yetişeceğine inanmıştı. Evrenselliğin temelini de Greko-Latin kültürü sağlayacaktı. Ancak, bu gibi eğitim sistemiyle yeni bir toplum kurma tasarıları, kaynaklarının bütün hümanizmiyle birlikte «jakoben» (çünkü belirli bir aygıt ve dar bir yetişmiş kadro yoluyla bütün bir topluma yön vermeyi düşlüyor) ve son analizde anti-demokratiktir.

    Öz Türkçe’nin zorunluğunun nihai gerekçesi olarak bu Greko-Latin kültür «asimilasyonu» ile karşılaştığımızda, bu gerekçe adına yapılanlardan kuşkuya düşmemek elde değil. Şüphesiz Ataç’ın düşünceleri az çok kendine özgü, ama büsbütün kendine özgü de değil. Nitekim onun gibi Yunan ve Latin köklerine inmeyi isteyen istemeyen, daha birçok Batılaşmacı, öz Türkçe’yi de savunmuştur.

    Ataç bir dilbilimci değildi. Ya da, modern anlamda bir dilbilimci değildi. Onun dille ilgisi, daha çok Batı’nın on dokuzuncu yüzyılda yetişen dilcilerininkine benzer. Bu bakış bütünüyle tarihidir ve aynı zamanda dili seçkinci bir tutumla tanımlanmış, büyük harfle yazılan bir Kültürün aracı olarak görür. Böyle anlaşılan dilde bir iletişim işlevi varsa, o da seçkin bir düzeyde yapılan bir iletişim olmalıdır. Ayrıca, Türkiye’nin gelişmesi içinde dile nasıl dil-dışı ölçütlerle bakıldığını [yukarıda] birlikte izlemiştik. Bu da, Ataç’ın entelektüel mirasının bir parçası oldu.

    Türkçe sorununa böyle karmaşık bir sorunsal içinden bakan Ataç’a göre, sözgelişi «demokrasi» kelimesini kullanmak, Yunan kültürünü almak değildir. Çünkü Yunanlılar ve onların mirasını alan Batılılar bu kelimeye baktıklarında bunun «halk» ve «yönetim» kökleri ile kurulmuş bir kavram olduğunu hemen anlarlar. Biz Türkler ise, bu yabancı kökleri anlayamayız. Dolayısıyla «demokrasi» kelimesini gerçekten içimizde yaşatamayız. Gerçekten Greko-Latin kültürü içinde olmak istiyorsak, aynı kavramı Türkçe köklerle kurmamız gerekir: «budun-buyrumculuk» veya «budun-erki» gibi yeni karşılıklar önerir Ataç.

    Kağıt üzerinde doğru görünebilen bu öneriyi biraz sonra, daha genel bir bağlamda ele alacağım. Şimdilik, Ataç’ın gözünden kaçan bir iki önemli ayrıntıya değinmek istiyorum. İlkin, az önce sözünü ettiğim kültürel seçkincilik ve Batı’nın aşırı yüceltilmesi olayı göze çarpıyor. Sıradan Batılı insan, «demokrasi» ve benzer kavramları kullanırken, bunların Yunanca ve Latince köklerini bilmez. Sözgelişi, İngilizce’de «trans-» önekiyle başlayan yığınla kelimeden birkaçına bakalım (bunların bir kısmı bizde de benzer biçimde biliniyor): «Transatlantic», «transcend», «transcript», «transfer», «transform», «transgress», «transient», «transit», «transition», «translate», «transmission», «transparent», «transpire», «transport», «transpose», «transversal», şimdi, Oxford mezunu olmayan bir İngiliz, tam olmayan bu listedeki kelimelerin bir kısmıyla hayatı boyunca hiç ilişkisi olmaksızın yaşar. Kullandıklarına göre, bu «trans-» ekinde, öteye geçmek, bir şeyin üstünden aşmak gibi genel bir anlamı olabileceğini tahmin eder ancak. Ama, o listedeki kelimelerden yalnızca birkaçını kullanmaya alışık olan bir Türk de bu soruyu sormak aklına gelirse aynı şeyi tahmin edebilir: «transatlantik», «transfer» ve «transit» kelimeleri üstüne düşündüğü zaman aklında kalan yaklaşık anlam, örneğin «transfüzyon» gibi yeni bir kelimeyle karşılaştığı zaman, bunun bir «aktarma» olayı olduğunu anlamasına yetebilir. Bunu anlamak için ille Latince bilmesi gerekmez.

    Bunu demekle, elbette ki bütün bu «trans-»lı kelimelerin olduğu gibi Türkçe’ye alınmasını savunmuyorum. Ama «transatlantik» ve «transit» gibi uluslararası nitelik kazanmış kelimelerin bizde kullanılması, Türkçe’yi kimsenin tutsağı yapmaz, diyorum. Ayrıca bu konu bizi değinmek istediğim ikinci güçlüğe getiriyor. Bir dili konuşan bir topluluk, kendi mantığı içinde yeni kavramlara eski ekler ve köklerden yeni adlar bulur. (Nitekim, saydığım İngilizce kelimelerin pek çoğu «Roma-sonrası» kelimelerdir.) Bu kavramları başka bir dile çevirirken, ekler ve kökler arasında aynı mantıki bağlantıların kurulmasını bekleyemeyiz. Gene yukarıdaki «trans-»lı kelimeler listesine bakarsak, örneğin «transcendental» gibi bir kavram Türkçe’de «aşkınlıkçılık» olurken «translate» için «çevirmek», «transparent» icin «saydam», «transform» için ise «dönüştürmek» diyoruz. Yani, aynı kökü her zaman aynı şekilde, Türkçe’nin tekabül eden köklerine çeviremiyoruz. Böylece, Ataç’ın ortak köklere bağladığı «düşünce disiplini» zaten mümkün değil. Daha önce, Cenap şahabettin’in özlemine ilişkin olarak söylediğim gibi, bunu büyük bir sakınca saymamızın da nedeni yok. Çünkü Greko-Latin Kültürü de bu kelimeleri ya da kökleri, evrensel mantığın temeli olarak değil, gelişigüzel kullanmıştı; İngilizce’de ortak «trans» var diye çeviriye, sözgelişi, «dil-aşırı-aktarım» ve saydam için de «ara-nesne-aşırı-görüm» filan dememize gerek yok.

    Son olarak, «klasik» eğitime verilen abartılmış öneme bir kere daha değineyim. Ataç, «demos» ile «kratia» bilinmezse, «demokrasi»nin anlaşılamayacağından korkuyor. Toplumda gördükleri eğitimden ötürü her iki kökü de bilen insanlar, «demokrasi»nin ne olduğunu bilmiyorlar oysa. Buna karşılık, kelimenin etimolojisini hiç bilmeyen insanlar, bunun ne olduğunu yaşayarak öğrenebilirler.

    Agâh Sırrı, kitabının sonlarında Türkçe’nin durumu karşısında ya da ne olması gerektiği konusunda alınan tutumları üçe ayırır. Cumhuriyet öncesinde netleşen ayrımlar şunlardı:

    1. Türk dilinden yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak. Bu fikrin başlıca temsilcisi Fuad Kösearif’ti. Bunlar “tasfiyeciler”di.

    2. Hiçbir “müdahale”yi kabul etmiyerek, dili yabancı kurallarla birlikte olduğu gibi bırakmak. Bu fikrin en son temsilcisi de Süleyman Nazif’ti. Bunlar da “muhafazakârlar”dı.

    3. Dilden yabancı kuralları atmak, fakat kelimelere dokunmamak. “Yeni lisancı”lar Genç kalemler’de bu grubu temsil ediyordu. Bu grup, daha sonraları, kurallarla birlikte yabancılığını duyuran kelimeleri de atmak, fakat halk arasında yaşıyanlara dokunmamak ilkesini kabul etmiştir.28

    Yazarın bu bölümde özetlediği 1949 yılında ise aynı gruplar sürmektedir:

    1. Bütün yabancı kelimeleri dilden atmak.

    2. Dile hiç dokunmamak.

    3. Yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak fakat halk arasında yaşıyanlara dokunmamak.29

    Agâh Sırrı, biraz da haklı olarak, ilk iki grupta yer alanların hiç değilse belirli programları olduğunu, üçüncü grubunsa belirsizlikten kurtulamadığını söylüyor:

    Ancak, bugünün tasfiyecileriyle muhafazakârlarının fikirleri açık ve kesin olduğu halde, bu sonuncular fikirlerine kesinlik verememişlerdir. Tasfiyeciler, bütün yabancı asıllı kelimeleri atmak, muhafazakârlar ise, hiçbirine dokunmamak fikrindedirler. “Mutedil” diyebileceğimiz bu gruptakiler ancak esasta birleşmişler, düşüncelerinin ve isteklerinin sınırını çizmemişlerdir. Kelime almak ve atmakta ölçüleri nedir, yabancı kurallar derken neyi kastetmektedirler, terimler için ne düşünüyorlar? Bütün bu noktalarda fikir birliği yapmış değillerdir. Bunun içindir ki, bir yandan tasfiyecilerin, öte yandan da muhafazakarların hücumuna uğramakta ve bu yüzden çalışmalarına bir doğrultu verememektedirler. Bu durumun dil devrimi için bir tehlike olduğuna şüphe yoktur.30

    Bütün toplumsal olaylarda «ılımlılığın» böyle bir kaderi vardır. Ancak, burada anlatılan bu ılımlı tutumun, ötekilerden farklı bir bakış açısı da getirmediği söylenebilir. Osmanlıca’nın olduğu gibi kalmasını savunanlar da, Türkçe’nin bütünüyle arılaşmasını savunanlar da, dili politik, kültürel, toplumsal ve tarihi bir bütünlüğün bir parçası olarak görüyorlar, dille ilgili tezlerini buna göre biçimlendiriyorlar. «llımlı» grup da, aynı sorunsal içinde, iki tarafa da aşırı gitmemeyi salık veriyor. Bu sorunsalı paylaştığı ölçüde, teorik düzeyde öbürleri kadar gösterişli olamıyor; ama pratikte, dilin toplumca kullanımına daha yakın düştüğü için, ana akışa daha uyumlu bir yer tutmuş oluyor.

    Ataç’ın ölümünden sonra arı Türkçe davasının aynı çapta bir avukatı yetişmedi. Buna karşılık, öz Türkçe’yi konuşan ve yazanların sayısı arttı. Aşağı yukarı bütün önemli edebiyatçılar, öz Türkçe kullanmaya özen gösterdiler. Dil Kurumu da, kurum olarak dilin özleşmesine, terimlerin öz Türkçe karşılıklarının bulunmasına çeşitli katkılarda bulundu. Basının büyük bir bölümü de dildeki yenileşme eğilimini izledi. Basınla birlikte 1960’dan sonra TRT’nin dilini özleştirmesi, yeni kelimelerin kullanımını yaygınlaştırmış oldu. Böylece, bugünlere geldik. Bugünlere kadar, dilin nasıl olması gerektiği tartışması hiç bitmedi. Bu sıralarda yeniden alevleneceği de muhtemel görünüyor. Dolayısıyla, şimdiye kadar gerçekleşen dilsel değişikliğin ne kazandırdığını, ne kaybettirdiğini, bir kere daha, ama serinkanlılıkla düşünmenin zamanıdır.

    DİLDE DEĞİŞİM NE KAZANDIRDI NE KAYBETTİRDİ?

    İlkin özellikle önemli olduğuna inandığım bir nokta üstünde durayım: dili toplumun iletişim aracı olmanın ötesinde tarihi, politik ve kültürel bir yönlendirmenin de vazgeçilmez parçası olarak görmek alışkanlığı, ister istemez dile politik müdahale kurumunu doğurmuştu. Buna Türkiye’nin geleneksel bürokratik yapısının özellikleri eklenince (ülkemizde her türlü toplumsal etkinliğin yasayla düzenlenmesi geleneğine bir başka yazıda değineceğim), dilsel kullanım politik iktidarların tutumuna göre değişebilen, zaman zaman yasayla değiştirilebilen bir şey oldu. Bir toplumun kendi dilini nasıl kullanacağı konusunun yasayla düzenlenmesi, dünyanın başka ülkelerinde sık rastlanan bir durum değildir. Academie française gibi kuruluşlar, devletten çok kendi prestijleriyle dil konusunda otorite olmuşlar, ayrıca, dilbilgisi bakımından en doğru görünen kullanımı saptamak gibi, bir anlamda tutucu bir işlev görmüş, dili değiştirme çabasına girmemişlerdir. Türkiye’dekine benzeyen bir dilsel arılaşma akımı, ulusal birliğin sağlanması güçlük çıkaran, dolayısıyla şoven-milliyetçi birçok ideolojinin doğduğu Almanya’da görece kısa bir dönemde görülür. İngilizler baştan beri, Fransa’dakine benzer bir dil akademisi kurulmasına yanaşmamış, genelde benimsedikleri liberal tavrı dil alanında da sürdürmüşlerdi. Türkiye’de ise Meşrutiyet döneminden sonra devletin dile çeşitli düzeylerde müdahale ettiği görülür. Bu özellik Cumhuriyet döneminde iyice belirginleşir. Bütün arılaşma hareketleri, bu dönemde, politik otoritenin yönlendirmesiyle ortaya çıkmıştır. Alfabe bile, bir yasa konusu olmuştur. Levend’e göre, her gün ilan edilecek yabancı kelimelere karşılık bulunması kampanyasında «Başvekalet, Halk Partisi, Halkevleri bu iş için seferber edilmiş, ajans, radyo ve bütün gazeteler işbirliğine çağrılmıştır.”31 1944’te anayasa dilinin değişmesi için gene CHP Meclis Grubu bir komisyon kurar. Demokrat Parti iktidara gelip, Eğitim Bakanı Tevfik İleri bu maddenin değişmesini isteyinceye kadar, Türk Dil Kurumu’nun tabii başkanı Millî Eğitim Bakanıdır. Bu da, Kurumla devlet arasında kurulan ilişkinin niteliğini gösterir. DP zamanında hükümetler Dil Kurumu’na karşı tavır almış, 1945’de CHP’nin değiştirdiği anayasa dili 1952’de Fuat Köprülü’ nün ilk imzayı attığı bir önergeyle yeniden eskileştirilmiştir. Bundan sonra her politik iktidar, Türkçe’nin nasıl olması gerektiği konusunda farklı bir görüşe sahip olacak, düşüncesi doğrultusunda dilsel kullanımı etkilemeye çalışacaktır. Özellikle radyo ya da devletin çıkardığı ders kitapları gibi etkili araçlarda kullanılan Türkçe sürekli değişecektir. Bir toplumun kendi dilini nasıl kullanacağına politik iktidarın karar vermesi ve gereğinde resmi denebilecek müdahalelerle yürürlükte olan dili değiştirmesi, Türkiye’ye özgü bir tuhaflık olsa gerek.

    Ancak, resmi olan ve olmayan türlü müdahalelerden sonra Türkçe’nin bugün varmış olduğu nokta zaten yeterince karışık. Buraya kadar konuya tarihi gelişmesi çerçevesinde baktık: şimdi, varılan bu noktada elimizde dil olarak ne gibi bir araç bulunduğuna bakalım.

    Bütün bu olup bitenlerden Türkçe istendiği, umulduğu gibi «özleşebildi» mi? Gerçi pek çok kelime değişti, ama dilin gerçekten özleştiğini söyleyemeyiz. Gündelik dilde kullandığımız yüzlerce ve binlerce kelime, biz bunların çoğunu Türkçe sandığımız halde başka dillerden alınma. «Dam» gibi sıradan bir kelime Latince «domus»dan geliyor örneğin. Yerleşik konutların çeşitli parçalarının adları, doğal olarak o düzeni kurmuş olanların verdiği adlara bağlı kalacak, ama örneğin «çadır» da Farsça «çader»den geliyor. «Sokak» ile «cadde» de Arapça. Haftanın günlerinin adları Türkçe değil. «Davul» ile «zurna» da öyle. Bedenin dıştan, gözle görülür organlarının çoğu Türkçe, ama iç organların çoğu Türkçe değil: mide, ciğer, beyin, böbrek, işkembe, kalp (sonuncunun Türkçesi de yaşıyor, ama örneğin «yürek hastalığı» diyemiyoruz). «Pencere» de başka dilden, «perde» de. «Sofra», «leğen», «cep», «parça», «çarşaf» (carşeb), hatta «hoşaf» da yabancı kökenli. «Çoban», «çarık» gibi Anadolu yaşayışına özgü kelimelerin de Farsçadan gelmesi şaşırtıcı değil mi? «Serçe», «sincap», «tazı», ve daha nice basit, sıradan hayvan adları da Türkçe değil. «Akasya» ve «fesleğen» Yunancadan, «fındık» Arapçadan, «nar», «çınar», «fıstık», «armut» (emrud) Farsçadan. Gemicilikle ilgili terimlerin çoğu, «sintine»den «iskele»ye kadar, İtalyanca’dan. «İstimbot», «tornistan» gibi buhar-sonrası terimler ise İngilizce’den. «Hedef»i, «maksat»ı kovalayarak benimsediğimiz «amaç» da Farsça. «Hudud» yerine koyduğumuz «sınır» ise Yunanca. «Fener» gibi. «Peynir» Farsçadan geliyor, «susam» Arapçadan. Sebzelerin pek azının adı Türkçe. «Rende» ve «testere» gibi sıradan aletler Farsça. «Kahkaha» veya «esmer» gibi akla gelmeyecek kelimeler de Arapça çıkıyor. «Orospu» Arapça; «dara düşmek»teki «darr» Arapça, «püf» de Farsça, «söndürülmüş» anlamına gelen «püfkerde»den. Anadolu yemeği diye bildiğimiz «kaygana», Arapça «haygene»den; «paça», Farsça «paçe»den. «Yağma» kelimesi bile Farsça.

    Bu listeyi daha fazla uzatmayalım. Şu bir avuç örnekten, öyle ciddi bir arınmanın pek mümkün olmadığı herhalde görülüyor. Kaldı ki, neyi değiştiriyor bunların Türkçe kökenli olmaması? Hepsi yerleşebileceği kadar yerleşmiş, kendi malımız olmuş. Bir dili konuşan geniş kitleler kullandıkları kelimelere etimoloii uzmanı gibi bakmazlar zaten.

    Öte yandan çağdaş teknoloji de bir yığın kelimeyi ardından sürükleyerek geliyor Türkiye’ye. Teyp, pikap, radyo, telefon, televizyon gibi herkesin dilinde olanlar, «aks», «rot», «şanzıman» gibi görece daha dar alanlarda kullanılanlar – ama bunların da ötesinde, neredeyse her yeni makine kendi kelime haznesiyle geliyor. Bir gazetenin spor sayfasında şöyle bir cümle: «Mithatpaşa stadının pilonlarına projektörler monte edildi.»

    Bütün bunlar, dilin özleşmesini isteyenlere çok acı gelebilir, ama çaresiz. «Tasfiye» yolunu tutmaya kalkıştığımızda ortada Türkçe filan kalmayacağı açıkça görülüyor. Türkçe’ye böylesine fazla yabancı kelime doldurmuş olan tarihi de değiştirmemize imkan yok – Brecht’in toplumlarından hoşnut olmadıkları için başka halk edinmeye niyetlenen yöneticileri gibi bizde de yöneticiler tarihlerini beğenmeyip yeni bir tarih sahibi olmaya karar vermedikçe.

    Dili ulusun ya da ırkın arınmasının aracı olarak görmekte -ve bütün bir halkın iletişim aracı olarak görmemekte- ısrar edilirse, sonuçta Esperanto gibi yapay bir dile sahip olunabilir, ama doğal bir dil böyle oluşamaz. Nitekim şimdiye kadar bu arınma uğruna epeyce şey feda ettik. Örneğin, «hayat» kelimesinin ne suçu vardı? Türkçe ses uyumuna uygun, bütün halkın yüzlerce yıldır milyonlarca kere söylediği bir kelime. Kullanıldıkça anlamı zenginleşmiş, bir yığın deyime girmiş. Bunların yerine koyduğumuz kelimelerin ne kadarı o çağrışım zenginliğini kazanabilir? Ve ne kadar zamanda? Örneğin İsmet Özel’in «Sevgilim Hayat» şiiri «Sevgilim Yaşam» olabilir mi? Gerçi biz «yaşam sevisi» filan gibi laflarla bir edebiyat ürettik ama, o edebiyat da o dil kadar yapay oldu.

    Çok zaman birden fazla kelimeyi sözlüklerden kovup onların yerine bir tane öz Türkçe karşılık bulduk. Türkçeleştirmenin gerekliliğine, yararlılığına, sonuçta ortaya çıkarılan kelimenin kullanışlılığına inandığım durumlarda bile, bu zorla yoksullaşma çabasına katılamıyorum. İlkin Gökalp söylemişti, daha sonra Ataç iyice perçinledi, bir nüans iletmeyen eşanlamlı kelimeler dil açısından zenginlik sayılmaz. Ama özleşme uğruna varolan nüansların harcanması çok yanlı bir zarardır, edebiyat dilinde de, bilim dilinde de. «Cemiyet» yerine «toplum» dedik, alıştık, ısındık da bu yeni türetilmiş kelimeye. Ama «cemaat»ı ne yapacağız? «Topluluk» demek her zaman kurtarmıyor, hele dini çağrışımı hiç veremiyor. Ayrıca, «toplum»un türevlerini kullanamadığımız alanlar var ki, o zaman da birtakım tutarsızlıklar oluyor. «Toplumsal kalkınma», «toplumsal düşünce» ve daha birçokları rahatça kullanılıyor, ama «toplumsal demokrat» diyemiyoruz.

    “Neden” kelimesi de iyi bulunmuştu ve yerleşti. Gelgelelim, bir başka yerde uzun uzun yazdığım gibi, örneğin Hegel, “Bir açıklama ilkesi olarak ’cause’ yeterli değildir, önemli olan ‘raison’dur,” deyince ne yapacağız. Yalnız «neden» yetmiyor demek ki. Şu halde, «neden» gibi kullanılabilir bir kelime daha türeteceğiz, bu çok zorsa «sebep» de kullanılacak. Başka türlüsü nasıl düşünülebilir? Türkçesi yok diye bir kavramdan vazgeçilebilir mi? (Türkçesi olan kavramların sayısının pek yüksek olmadığını yukarıda görmüştük.)

    NÜANSLAR KAYBOLUYOR

    Öz Türkçe olmayan kelimeleri kullanma korkumuzdan, yüzlerce nüansın kaybolup gitmesine göz yumduk. Örneğin İngilizce gibi gelişkin bir dilde «düşünme» fiiline yakın anlamlarda şu kelimeler var: «think», «reflect», «contemplate», «cogitate», «meditate», «reason», «cerebrate», «deliberate», «ruminate». Daha gündelik bir biçimde düşünme anlamına gelecek «ponder», «muse», «reckon», «wonder», «consider» var. Bunlar en temel olanları. Herhangi bir yakın anlamlı kelimeler sözlüğünde daha yığınla örnek bulursunuz. Bunlara karşılık kaç tane Türkçe kavram çıkarabiliyoruz? Yani Türkçe’nin sorunu, elimizde cömertçe feda edecek sayıda kelime, kavram bulunması değil, bulunmaması. «Fikir» gibi yerleşmiş kelimeleri de aslı Türkçe değil diye kovalarsak, neyle düşüneceğiz. Düşünce tarihimiz, az kavramla düşünme alışkanlığının sonuçlarını gösteriyor zaten.

    Ataç gibi yazarlar, öz Türkçe’yi Yunan-Latin temeline geçmek için istiyorlardı. Türkçe köklerden türetildiği için anlaşılır olan ve aralarında bağlantı kurulabilen kelimelere sahip olmamız gerektiğini savunuyorlardı. Gelgelelim, özellikle yabancı dillerde varolan terimlere öz Türkçe karşılık bulma çabasında, birçok yanıltıcı kelime uydurduk. Geçenlerde biri yazmıştı, psikolojideki «anal evre» için «dışkısal» deniyormuş; bu terimin anlattığı şeyin ne ilgisi var «dışkı» ile? «Uydur uydur söyle» olmuyor mu böyle bir dil arınması? Ne yazık ki tek örnek de değil bu. «Kelime» için bulduğumuz «sözcük» son derece yanıltıcı: «söz»ün küçüğü anlamını veriyor, büyüyememiş söz gibi bir şey. «Edebiyat» için «yazın» demek de bir tuhaf: «sözlü yazın» ne demek oluyor, örneğin?

    Kelimelerin kökenlerinin tanınabilir olmasının birtakım yararları olabilir. Ama düşünce dilinde fazlasıyla somut kelimeler sakınca da yaratabilir. Batı dillerinde bu kökenlerin çoğu unutulmuştur. İngilizce’de «concatenation» gibi az kullanılan bir soyut kelimeyi kullananlar, bunun Latince «zincir» demek olan «catena»dan geldiğini artık hatırlamazlar. Kelimenin anlamı, «zincir» kavramına yakındır, ama alabildiğine soyutlaşmış, o kökenden uzaklaşmıştır. Yeni bir dil yaratmaya çalışmakta bu sakınca hep var: kelimeler eskimediği için yeterince soyutlaşamıyor. Örneğin Türkçe’de «ekin» derken, bunun somut anlamı ağır basıyor, beklenen «kültür» anlamını veremiyor.

    Bir başka sorun da, Batı dillerinde karşılaştığımız kavramların eşdeğerlerini türetmeye çalışırken, az sayıda kökle yetinmek zorunda kalmamız. Böylece, tek bir kökten çok fazla sayıda ve çoğu da birbiriyle ilgisiz kavramlar türetiyoruz. Bu da, Ataç’ın istediği sonucu vermekten uzak kalıyor. Çünkü ortak bir köken üzerinde, pek ortaklığı filan olmayan yığınla kelime ortaya çıkıyor. «Olmak» fiilinden türettiğimiz yeni kavramları düşünelim.

    Çok zaman, özellikle çeviri yaparken, belli bir aktarma güçlüğü ile karşılaşıp bir yeni kavram türetebiliyoruz. Ama bunları daha sistemli düşünemiyoruz. Kavramların akrabalarını gözetmiyoruz. Sözgelişi «komedya» için «güldürü» diye bir laf bulmuşuz; bunun kendi başına uygunluğu ayrıca tartışılır da, «tragedya» karşılığı ne diyeceğiz, «ağlatı» mı? «İhracat», zamanla gerekli soyutluk kıvamına gelmiş bir kelimeydi. Şimdi «dışsatım» diyoruz. Bunu fiil olarak kullanmak imkansız gibi bir şey. Ama ayrıca, «emperyalizm azgelişmiş ülkelere işsizlik ihraç eder» gibi bir cümle nasıl kurulacak bu yeni kavramla? «İşsizlik dışsatar» mı diyeceğiz?

    Bazen bir kelime üstüne çok fazla anlam yüklüyoruz. Her dilde böyle birkaç anlama gelen kelimeler vardır, ama bizde bazı kelimeler kimsenin kaldıramayacağı bir yük altına giriyorlar. Sözgelişi «kurgu». Eskiden bunun «saat kurgusu» gibi basit bir anlamı vardı. Şimdi «bilim-kurgu» diyoruz ve sonra da «fiction» ile türevlerinin karşılığı olacak şekilde geliştiriyoruz kurguyu. Derken «spekülatif düşünce» için de «kurgu» diyoruz. Bu da yetmiyor, sinemada «montaj» anlamına da «kurgu» kullanılıyor. Bu kadar çok anlamlı olmak, anlamsızlaşmakla aynı şey.

    Bütün bu süreç içinde kelimelerin anlamları keyfileşiyor. İsteyen, istediği anlamda kullanıyor kelimeleri. «Durum vaziyeti» ya da bir minibüste gördüğüm «Hayat yok bize bu yaşamda» sözünde olduğu gibi eski ile yeninin garip bir şekilde yan yana yaşamasından başka bir de semantik kaymalar var. «Hayat tecrübesi» olmak üzere türetilen «yaşantı» birçoklarına göre «hayat» anlamına geliyor. «Zevk» için türetilen «beğeni» şimdi «takdir» anlamına gelmeye başladı: «Seyircinin beğenisini kazandı» gibi. Dil kendisi bu kadar değişken, kelime türetme ve yayma bu kadar keyfi olunca, kimseyi de yanlış konuştuğu için kınamaya hakkımız yok.

    DİL İLETİŞİM ARACI OLMAKTAN ÇIKIYOR

    Eskiyle bağın kopması ayrı bir sorun. Divan edebiyatı artık yabancı dil. Bunda bizim kadar Osmanlıca’yı yapay bir biçimde kuranların da sorumluluğu var. Ama Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Halit Ziya da anlaşılır olmaktan çıktı. Onlar bir yana, Orhan Veli veya Sait Faik okurken bir yığın anlamadığı kelimeyle karşılaşan gençler var.

    Yabancı kelimeleri, köklerini bilmediğimiz için anlayamayacağımız, oysa Türkçe kökenli kelimeleri herkesin kolaylıkla anlayacağı sık sık söylendi. Mantığa uygun görünüyor ama gerçek bu kadar basit değil. İki örnek vereyim. Toplumcu kavramı, «sosyalist» için türetilmişti. Ama, hani «ölme»yi yumuşatmak için «vefat etme» filan derler, bu «toplumcu»nun anlamı da böyle yumuşadı, üstelik belirsizleşti. Gün geldi, «Hüseyin Rahmi’nin Toplumculuğu» diye yazı yazıldı. Geçenlerde ödül kazanmış bir şairle bir gazetede yapılmış konuşmayı okuyordum. Bir başka şair için, «Kentsoylu insanın sanayileşme karşısında duyduğu korkuyu dile getirir,» diyordu. O gazeteden, burada düşen, atlanan bir kelime var mı diye sordum; olmadığını söylediler. «Kentsoylu», «burjuva»nın karşılığı diye biliyorum. Tarihten bildiğim kadar burjuvalar sanayileşmeden korkmazlar, çünkü kendileri yaratmışlardır endüstriyi. Herhalde «kentli insan» anlatılmak isteniyor. O yazar, «kentsoylu» yerine «burjuva» diyor olsaydı, bu yanlışı yapmazdı. Ne olsa «burjuva» kavramının tanımı daha belirli. Ama «kentsoylu» filan gibi tarihsiz kelimeler lastikli oluyor, nereye çekseniz uzuyor. Demin dediğimi buraya da uygulayabiliriz: kavramları takımları içinde düşünmeyince çıkacak güçlükleri – «küçük burjuva»ya da «küçük kentsoylu» mu denecek? O zaman bunu da «kasabalı» sananlar çıkmaz mı?

    Bu kavram kaypaklığının tek sorumlusu öz Türkçe olmayabilir. Onu kullananların düşünce disiplininden uzak olmaları da bir sorun. Fakat oturmamış kelimeler, ya da değişik yazarların kendi kararlarına göre şu veya bu anlamda kullandıkları kelimelerle örülmüş bir kültür ortamında düşünce disiplinini elde etmek de bir hayli zor. Yerli/yabancı farklılığının en net biçimde gözlendiği alan olduğu için çeviri, öz Türkçecilik içinde önemli rol oynadı. Böylece, çevrilmiş metinlerde, Sartre’ın, Ionesco’nun, daha nice yabancı yazarın kendilerini Türkçe’yi arılaştırma davasına yürekten adadıklarını gördük (Ben de, öz Türkçecilik dönemimde neler yaptım, hatırladıkça yüzüm kızarır: Diyalektik maddeciliği «eytişimsel özdekçilik» bile yapmıştım, ve zavallı Russell’a söyletmiştim bu lafı).

    İşte her çevirmen yabancı dil metinde karşılaştığı kavramlara kendine göre öz Türkçe eşdeğerler yaratırken, bunları okuyan okurlar da kaygan ve kaypak kelimelerle kaygan ve kaypak düşünceler üretmeye alıştılar. Örneğin günümüzün moda deyimlerinden «sorunsal» da kültürümüze benim naçiz bir armağanım oldu sanıyorum; bunu, Althusser’in «problematique» kavramını karşılamak için türetmiştim. Geçenlerde bir dergide «sorunsallı günlerimizde birlik olalım» gibilerden bir laf gördüm. Anlaşılan, «kuyruklu sorun» anlamını kazanmış sorunsal.

    Bu kelimelerle kurulan söylem de belirgin nitelikler edindi. Bir yandan, üslup anonimleşti. Bir yandan, kelimelerin kazandırdığı sanılan şıklık, içeriğin yerini aldı. Deminki örnekle şöyle bir cümle kursak: «Sorunsallı günlerimizde kurgusal devinimlerle uzayı dönüştürmek olası görünse de bir sanrı olmaktan gitmez ileriye,» filan yollu, pekala geçer, insan sahiden bir laf etmiş yerine konur. Genellikle böyle laf ediliyor zaten.

    Öyle tuhaf ülke ki Türkiye, kendisi okumamış bir kadıncağız oğlunu okula gönderse, çocuk da bir gün gelip, «Anne, bu gereksinmelerimi giderme olanağını elde edemedim,» diye cümlelerle bir şeyler söylese, kadın oğlunun gerçekten kültürlü olduğuna inanıp kıvanç duyabiliyor. Yani sonuçta aynı yere geldik. Osmanlı aydını yapay Osmanlıca’sını konuşup elitliğini yaşıyordu. Avam ne kadar anlamasa o da o kadar seçkin oluyordu. Şimdi aynı şeyi Türkçe ile başardık. Seçkin olanla olmayanı dil ayırıyor. Dil, gene bir iletişim aracı değil. Üstelik, iletilecek bir şey de kalmayabilir yakında, öztürkçesel sorunsal sayesinde.

    DİPNOTLAR

    1 A.H. Tanpınar, XIX Asır Türk Edebiyatı Tarihi, ikinci baskı, s. 78.

    2 A. S. Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara 1960, s. 68-75, 102-112. Levend’in temel perspektifine çok yabancı olduğum halde, bu kitabından büyük ölçüde yararlandım. Olguların dökümü iyi yapılmış, yararlı bir inceleme kitabı.

    3 Aynı yerde, s. 217-18.

    4 Aynı yerde, s. 276.

    5 Aynı yerde, s. 276.

    6 Aynı yerde, s. 301.

    7 Aynı yerde. s. 327.

    8 Aynı yerde, s. 339.

    9 Aynı yerde, s. 340-41.

    10 Aynı yerde, s. 344-45.

    11 Aynı yerde. s. 355.

    12 Aynı yerde, s.394.

    13Aynı yerde, s. 397.

    14 Aynı yerde, s. 402.

    15 Aynı yerde, ss. 409-10.

    16 Aynı yerde, ss. 410-11.

    17 Aynı yerde, s. 412.

    18 Aynı yerde, s. 414.

    19 Aynı yerde, s. 423.

    20 Aynı yerde, ss. 424-35.

    21 Aynı yerde, s. 426

    22 Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası, İstanbul 1930.

    23 Levend, Adı geçen Eser , ss. 426-27

    24 Aynı yerde, s. 427.

    25 Aynı yerde, s. 431.

    26 Aynı yerde, s. 439.

    27 N. Ataç, Söyleşiler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1962, ss. 190-91.

    28 Levend, Adı geçen Eser, ss. 453-54.

    29 Aynı yerde, s. 454.

    30 Aynı yerde, s. 455.

    31 Aynı yerde. s. 416.

    Yazko Edebiyat, Mayıs 1982

  5. İleri-Geri kavramlarının göreceli olduğu bilinir. Ama her ne olursa olsun, “ayakları bu dünyaya basmayanlar” kategori dışı olmalılar!

    “Vakitlerini futbolla, magazinle, kahvelerde, at yarışlarıyla, dizi bağımlığıyla, alışverişte, kafelerde geçirenler” ise evet, bu korkunç dünyada; vahşi katliamların, acımasız sömürü ilişkilerinin yaşandığı dünyada sorumsuz, bencil ve ahlaki olarak geridirler… Bu sorumsuz-bencil-ahlaki gerilikleri “Allah’ın sopasıyla” düzeltmeye kalkışan sadizme eğilimli, mazoşistlerle karşılaştırırsak daha “zararsızlardır.”

    Ama eğer bir gün adaletli bir toplum-dünya olursa böyle “aptalca” eğlentilerin, “hayattan bu şekilde keyif” almanın öncüleri anlamında “ileri” de sayılabilirler!

  6. Herkes farkli konusmak iste.krallar tamamen farkli..
    Kralin derdi toplumdan farkli olmaktir.Burjuvazinin dili iscilerden farklidir.ama kralinki tümüyle olmali.

    Zavalli,asagilik,fukara halk arapcayi ögrenseydi padisahliklar hemen türkceye dönerdi geri..

    Bu iktidar ne yapmaga calisiyor? Bu Kadar yazar,cizer,medya kitaplar yazmis,türkceyi zenginlestirmis sen kalk akan nehri tersine cevirmege kalk!
    Soytarinin soytarisi bunlar..
    Yukarda uzun ama nitelikli yazilar var.Iktidardakinlerin kafasi arapcada kaldigi icin anlayacaklarini hic sanmam..

  7. Mecburî Osmanlıca Dersleri Şarttır Zarurîdir
    Mehmed Şevket Eygi

    1. MİLLÎ eğitim=Maarif Şûrasının, liselerde Osmanlıcanın mecburî ders olarak okutulması kararını sevinçle karşıladım.
    2. Osmanlıcanın Arap yazısı olduğu için bize yabancı olduğu, Latin yazısının Türk yazısı olduğu iddiaları temelsizdir, gülünçtür.
    3. Bugünkü yazı millî Türk yazısı değildir, adı üstünde Latin yazısıdır. Medeniyetimize, kültürümüze, yapımıza, dilimize tamamen yabancı bir yazıdır.
    4. Tarih boyunca çeşitli millî Türk yazıları olmuştur.
    5. İslam-Kur’an yazısı bin yıldan fazla kullanıldığı, ona emek verildiği, benimsendiği için bizim olmuş, millîleşmiştir.
    6. Terazinin bir kefesine onların Arap, bizim İslam-Kur’an yazısı dediğimiz alfabeyi, öbür kefesine Latin yazısının koyarsak, bizim millî ve islamî yazımız; hem sanat ve estetik, hem devamlılık, hem Türkçenin çeşitli ağızlarını koruma ve yaşatma, hem de öğrenenlerin, okuyup yazanların beyinlerini geliştirmek açısından ağır basar.
    7. Bin yıldan fazla kullanılmış millî yazımız devamlılığı, Latin yazısı ârıza ve kopukluğu temsil etmektedir.
    8. Yakın tarihimizde yapılmış alfabe devrimi ve devlet terörü ile lisanı zorla arılaştırma hareketi millî eğitimimizi, kültürümüzü çökertmiş, bizi geri bırakmıştır.
    9. Ülkemizde maalesef vahim ve dehşetli bir dil-kırım ve kültür kırım yapılmıştır.
    10. Alfabe ve dil devrimleri insan haklarına aykırıdır.
    11. Böyle çok önemli konuların, referandum yapılarak halk ve aydınlara sorulması gerekmez miydi?
    12. Zengin, edebî, yazılı lisanımızdaki Arapça ve Farsça kökenleri atmak son derece zararlı ve yıkıcı olmuştur. Fransızcadan Latin kökenli kelimeler atılırsa geriye ne kalır?
    13. Bugünkü Almancada en azından 30 bin yabancı kelime bulunmaktadır.
    14. Japonyanın millî yazısı son derece zor bir yazıdır ama onlar bu zor yazıyla ilimde, irfanda, eğitimde, üniversitelerde, edebiyatta, teknikte harikalar meydana getirmiştir.
    15. Çinin yazısı kadar zor bir yazı var mı? Onlar da harika bir gelişme içindedir.
    16. Kolay bir yazı kullanan toplumların zekaları tembelleşir ve körleşir, zor alfabeler ile okuyup yazanların zekaları gelişir, kıvraklaşır.
    17. Bir lisanın okunduğu gibi yazılması ve yazıldığı gibi okunması bir kolaylık ve ilerleme değil, tam aksine, gerileme, zihin durgunluğu sebebidir.
    18. Türkiyenin, Ortadoğunun Japonyası olamamasının sebeplerinden biri de, faşist rejim terörüyle lisan ve yazıda yapılan kopukluklar, ideolojik manipülasyonlar ve zorlamalardır.
    19. İki türlü dil, iki Türkçe vardır: Birincisi, üç beş yüz kelimelik şifahî (sözlü) günlük konuşma ve iletişim dili. Bir de yazılı, zengin, derin, edebî Türkçe vardır. İşte asıl Türkçe budur. Türkiye ancak bu zengin Türkçe ile maarifte (millî eğitimde), ilimlerde, sanatlarda, fenlerde ilerleyebilir, güçlenebilir, Japonya Çin ve Almanya ile yarışabilir.
    20. Alfabe değişikliğinin, dilin arılaştırılmasının asıl sebebi; Türkiyede İslamı yıkmak, halkı dezislamize etmek, bu büsbütün yapılamazsa kültürü, eğitimi dejenere etmektir.
    21. On üç dil bilen Yahudi profesör Avram (Abraham) Galanti bile, “Arabî Harfleri Terakkimize Mâni Değildir” (Bedir Yayınevi) başlıklı bir kitap yazarak alfabe ve dil devrimine karşı çıkmıştır.
    22. İslam-Kur’an yazısının Türkçeye uymadığı iddiası ilmî bir iddia olmayıp ideolojik bir safsata ve demagojidir. Kazanlı Türkiyat âlimi Âlimcan Şerif beyin 1926’ta Baku Türkiyat Kongresinde okuduğu “Harflerimizin Müdafaası” adlı bilimsel kitap (Bedir Yayınevi), Arap Alfabesinin Türkçeye daha uygun olduğunu ilmen isbat etmektedir. Bu yüzden Stalin onu on sene zindanda yaşatmıştır.
    23. Bizdeki arı duru Türkçe devrimi hakkında mutlaka okunması gereken kitaplardan biri Geoffrey Lewis’in “Turkish Language Reform/A catastrophic Success” adlı kitabıdır. Türkçeye çevrilmiştir. (Trajik Başarı/Türk Dil Reformu)
    24. Latin harfleri ve dil devrimi millî eğitimimizi, kültürümüzü, sanatımızı, beynimizin yarı küresinden birini çok geriletmiş, iflas noktasına getirmiştir.
    25. İngiliz aydınları Shakespeare’i, Alman aydınları Goethe ve Schiller’i, Fransız aydınları Moliere ve Cor neille’i, İspanyol aydınları Cervantes’i, İran aydınları Hâfız’ı okuyabiliyor da Türkiye aydınları niçin en büyük klasik şâir ve edibimiz olan Fuzulîyi okuyamıyorlar, anlayamıyorlar? Bu cahillik ilerlemek midir, muasır medeniyet seviyesine fırlamak mıdır, yoksa gerilemek midir?
    26. Halk Türkçesini savunma perdesi altında zengin edebî Osmanlıyı kötülemek pek bayağı bir popülizmdir.
    27. Zengin Türkçede beş yüz binin üzerinde kelime ve tâbir bulunmaktadır. İdeolojik vesayet eğitimiyle bunları dışlamak zihin körelmesine sebep olur. İngilizcedeki idiomlar ve yabancı kökenli kelimeler atılsa, İngilizce arı duru, sade hale getirilse iyi mi olur, kötü mü? Dünyada bir değil, birçok Türkçe vardır ve bunlar için en uygun müşterek alfabe İslam Kur’an alfabesidir. Türk dünyasının birleşmesi ve İslam alemine entegre edilmesi ancak bu yazıyla sağlanır.
    28. Bundan yüz yıl önce Bahçesarayda, Kazan’da, Orenburgta yayınlanan Türkçe kitaplar, gazeteler, dergiler İstanbulda; İstanbulda yayınlananlar oralarda okunup anlaşılabiliyordu ama bugün okunup anlaşılamıyor. Çünkü Stalinist ve Kemalist rejimler yazı ve lisan üzerinde büyük zorlamalar yapmıştır.
    29. Liselerde mecburî Osmanlıca dersleri okutulmasının hiçbir zararı (Evet tekrar ediyorum hiçbir zararı) yoktur, aksine çok faydası vardır.
    30. Bu konudaki itirazlar, yaygaralar, muhalefet; ilme, irfana dayanmamaktadır, ideolojiktir, egemen azınlıkların sesidir, islamofobidir
    31. Yazı ve lisan konusundaki tahribat giderilebilir mi? Bu konuda bir şey söylemeyeceğim ama en azından Osmanlıca öğretilmelidir diyeceğim.
    32. Zengin lisansız büyük ve güçlü devlet olmaz.
    33. Zengin lisansız güçlü ve sağlıklı toplum olmaz.
    34. Lisan ve yazımızdaki kopukluk kültümüzün, millî eğitimimizin belini kırmıştır.
    35. Tarihî, kültürel, sosyal ârızaların tâmir edilerek; yazı, lisan ve kültür devamlılığına dönülmesi şarttır, zarurettir.
    36. Bin yıllık yazımızı, dilimizi öğrenmekte hiçbir sakınca ve zarar yoktur.
    37. Bazı azınlıkların, Kriptoların, vesayetçilerin bu konuda daha anlayışlı olmalarını bekliyoruz. Bu anlayış ve toleransı gösterebilecekler mi?
    38. Yahudiler kendileri için İbranî yazısını doğru buluyorlar da biz Müslümanlar için İslam ve Kur’an yazısına niçin karşı çıkıyorlar?
    39. Ermeniler kendi lisanlarını Ermeni yazısıyla yazıyorlar da, bazıları biz Müslümanlara buna benzer bir hakkı niçin çok görüyorlar?
    40. Kütüphanemde, 1953’te Baku’da basılmış iki kitap var. Biri, Fuzulînin Leyla ve Mecnun’u, diğeri Sabir’in Hophopname’si… İkisi de İslam-Kur’an yazısıyla… Demek ki, Sovyetler Birliği ve Stalin rejimi bile, İslam-Kur’an yazısı konusunda bizdeki yobaz ve zalim vesayet rejimi kadar insafsız olmamış, bazı edebî Türkçe metinlerin bu yazıyla yayınlanmasına izin vermiş.
    41. Günümüzde Türk dünyasında en fazla Kiril ve Latin yazısı kullanılıyor. Doğu Türkistan’da ve İran Azerbaycan’ında ise Kur’an yazısı geçerlidir. Türkçe konuşan kavim ve toplumların, yazı konusunda birleşebilmeleri için İslam-Kur’an alfabesine dönmeleri şarttır.
    09.12.2014

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Mecbur_Osmanlica_Dersleri_Sarttir_Zarurdir/22610#.VIYnW2cfx90

  8. Harf devrimi, Türkiye’de okuryazarlığın yaygınlaşmasını sağlamış mıdır?

    Her vasıtadan evvel büyük Türk milletine onun bütün emeklerini kısır bırakan çorak yol haricinde kolay bir okuma yazma anahtarı vermek lazımdır. Büyük Türk milleti cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel asil diline kolay uyan böyle bir vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı ancak latin esasından alınan Türk alfabesidir. (Kemal Atatürk, Söylev ve Demeçler I, s. 359)

    Harf devrimi Mustafa Kemal’in en büyük zaferidir. Çünkü, dediğim gibi, harf devrimi yapılmadıkça okuma yazma oranını artırmak, düşünme alışkanlığını yaygınlaştırmak, kısacası aydınlanmayı başlatmak olanaksızdı. (Prof. Dr. Cem Eroğul, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, s. 202)

    1920’lerden bu yana Türkiye’de okuryazarlık oranının artmış olduğu doğrudur. Ancak artışı etkileyen faktörler o kadar çok ve çeşitlidir ki, Latin alfabesinin kabulünün bu sonuçta oynadığı rolü kestiremeyiz. Çeşitli dönemlerde uygulanan okuma-yazma kampanyalarının yanısıra, örneğin mecburi ilköğretim, mecburi askerlik, köylere yol ve okul yapılması, gelişen para ekonomisi, artan sosyal hareketlilik gibi faktörler bu çerçevede sayılabilir.

    Milli bir seferberlik olarak benimsenen ve olağanüstü bir ısrarla sürdürülen okuryazarlık kampanyasına rağmen, 1927-35 arasında yeni okuma-yazma öğrenenler resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun sadece % 10.3’ünü (1927’de okuryazar olmayan nüfusun % 11.2’sini) bulmuştur. 1 Oysa, örneğin 1960-70 yılları arasında okuryazar sayısındaki artış, toplam nüfusun %27.2’si ve 1960’ta okuryazar olmayan nüfusun %40.1’idir. Bu rakamlar, okuryazarlık artışında belirleyici olan faktörün harf devrimi olmadığını düşündürmektedir. 2

    Harf devrimini izleyen yıllarda gazete satışlarında görülen ve yaklaşık yirmi yıl boyunca telafi edilemeyen düşüş ise, harf devriminin, okuryazarlık oranını artırmak şöyle dursun, azaltmış olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.3

    Devrimin gerekçeleri

    Arap alfabesinin Türkçe’nin yapısına uymadığı, dolayısıyla sistematik bir imlanın oluşmasına imkân vermediği ve okuma-yazmayı zorlaştırdığı görüşüne 1860’lardan itibaren rastlanır. 1863’te ünlü Azerbaycanlı yenilenmeci Feth Ali Ahundzade Osmanlı yazısında köklü bir reform projesini sadrazam Fuad Paşa’ya sunmuş, birkaç yıl sonra yine Ahundzade, bu kez Latin alfabesinin kabulü yönünde daha radikal bir öneriyi ortaya atmıştır. Aynı yıllarda, modern Türk eğitim sisteminin kurucularından Münif Paşa Arap alfabesine dayalı bir ayrık yazı (huruf-u munfasıla) sisteminin benimsenmesini savunmuştur. 4

    1879’de Latin ve Yunan bazlı Arnavut alfabesini geliştiren Şemseddin Sami Bey, benzeri bir reformun Türkçe’ye de uygulanmasını önermiş; Arnavutların 1908’de tamamen Latin yazısına dayalı bir alfabeyi kabul etmeleri de, Meşrutiyet döneminin Türk reformcu çevrelerinde büyük yankı uyandırmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında orduda Enver Paşanın önayak olduğu bir ayrık yazı sistemi benimsenirken, yine aynı yıllarda Latin alfabesinin Türkçeye uyarlanması yönünde çeşitli önerilere tanık olunmuştur.

    Rum veya Ermeni yazısıyla basılı Türkçe kitapların, 19.cu yüzyıl sonlarında gayrımüslim Anadolu halkı arasında kazandığı yaygın okuyucu kitlesi de yazı reformu tartışmalarına hız veren bir unsur olmuştur.

    Gerek ayrık yazı gerek Latin alfabesi savunucularının ısrarla üzerinde durdukları nokta, “harflerimizin ve imlamızın bitmez tükenmez zorlukları” ile, harf ıslahatının “medenileşmeyi” mucizevi bir şekilde hızlandıracağı inancıdır.

    Gerekçenin geçerliği

    Eski yazının zorluklarına dair objektif ve kıyaslamalı bir değerlendirme, yazı reformcularının bu konudaki engin heyecanını paylaşmayı güçleştirmektedir.

    Eski yazı: Arap yazısı alfabesel bir sistemdir. Yani her harf – tıpkı Latin ve Yunan alfabelerindeki gibi – prensip olarak bir tek sesi ifade eder. Türkçe’de kullanılan biçimiyle alfabenin 31 harfi ve bellibaşlı 7-8 düzeltme işareti vardır. Bunları ezberlemenin, 29 harf ve bir düzeltme işareti içeren yeni Türk alfabesini ezberlemekten çok daha zor olacağını düşünmek için bir neden yoktur. Arap yazısındaki bazı harflerin sözcük başında, ortasında ve sonunda farklı biçimler almalarına karşılık, yeni yazıda da – Arap yazısında olmayan – küçük ve büyük harf ayrımı vardır.

    Asıl zorluk üç noktadan kaynaklanır. İlk önce, Arap dilinin özelliklerine göre oluşmuş olan alfabenin, Türkçenin bazı ses ve nüanslarını ifade etmekte zorlandığı bir gerçektir. Bellibaşlı zorluklar, dört ayrı değeri olan vav (v, u, ü, o), dört ayrı değeri olan kef (k, g, ğ, -in) ve iki ayrı değeri olan ye (i, y) harflerinden doğar. Türkçe’ye özgü ‘ı’ sesine tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Arapça’da farklı sesleri ifade eden bazı harfler ise, Türkçe’de tek sese (ze, zal, za, zad, ‘z’ye; se, sin, sad, ‘s’ye; ha, hı, he – İstanbul lehçesinde – bir tek ‘h’ye) indirgenmiştir. Arapça kökenli kelimelerde rastlanan ‘ayn harfi, Türkçe’de karşılığı olmadığı için, imlada belirsizlik yaratabilmektedir. Öbür harflerin telaffuzunda önemli bir sorun yoktur.

    İkinci zorluk, Arap yazısında bazı sesli harfleri yazmama veya düzeltme işaretleriyle (hereke) belirtme usulüdür. Arap diline mükemmelen uyan bu özellik, Türkçe’de okumayı zorlaştırmakta, buna karşılık yazı yazmayı, Latin alfabesiyle karşılaştırılmayacak ölçüde kolaylaştırmaktadır.

    Nihayet, Arap yazısında çoğu harfin birbirine bağlı olarak yazılması usulü de, yazmayı kolaylaştırıp okumayı zorlaştıran başka bir unsurdur.

    İngilizce: Arap alfabesinin Türkçe’nin bazı özelliklerine uymadığına dikkat çekilirken, aynı durumun çok daha şiddetli boyutlarda, Latin alfabesi ile örneğin Fransız ve İngiliz dilleri arasındaki ilişki için de geçerli olduğuna değinilmesi gerekir.

    Örnek olarak İngilizce’yi alalım. Bu dile özgü 22 veya 24 farklı sesli ve çift-sesliyi (vowels and diphthongs), Latin yazısındaki beş-altı harfle ifade etme çabasının nasıl içinden çıkılmaz bir imla kargaşası yarattığını, İngilizce öğrenmeye çalışanlar pek iyi bilirler. Klasik örnek, I, eye, aye, by, buy, bye, lie, right, write, rite, rhyme, Rhine, Thai, rind, isle örneklerindeki gibi, bir düzineden fazla farklı yazılışa sahip olan ‘ay’ sesidir. Benzer listeler, ‘ey’, ‘ou’, ‘au’ vb. sesleri için de verilebilir. Her, war, law, well sözcüklerinde rastlanan İngilizce seslilere ise, Latin alfabesinin geleneksel fonetik değerleriyle yaklaşmak bile mümkün değildir.

    Sessiz harflerde de durum farklı değildir. Örneğin ‘k’ sesi, yerine göre k, c, ck, ch, cq, cc, q veya kh şeklinde yazılabilir. C harfi, e veya i’den önce gelirse genellikle ‘s’ okunursa da istisnaen ‘k’ (Celt) veya ‘ş’ (racial) okunabilir. Ch bileşiği çoğu zaman ‘ç’ okunmakla beraber, bazen ‘k’ (character), ‘ş’ (charade), hatta ‘kh’ (loch) değerlerini alabilir. Çift c, yerine göre ‘k’ (occur) veya ‘ks’ (access) sesini verir. Q harfini muhakkak u izlediği söylenirse de, yabancı kökenli sözcüklerde bu kural uygulanmayabilir (Qatar); ayrıca qu bileşiği, duruma göre ‘kyu’ (queue), ‘ku’ (queer) veya sadece ‘k’ (conquer) sesini belirtebilir.

    İngilizce yazımı sistemleştirme, hatta yeni bir fonetik alfabe oluşturma yönünde fikirler, özellikle Amerika’da, 19. yüzyıl sonlarında ortaya atılmışsa da, bu tür çabalar genellikle “kaçıklık” olarak değerlendirilmiş ve rağbet görmemiştir.

    Buna rağmen, İngilizce konuşulan ülkelerin birçoğunda yüzde yüze yaklaşan okuryazarlık oranlarına ulaşıldığı bilinmektedir.

    Japonca: Japon dili, 10.cu yüzyıldan bu yana, birbirinden farklı üç yazı sistemini bir arada kullanagelmiştir. Bunların en eskisi olan Çin resim-yazısı, bildiğimiz anlamda bir alfabe değildir. Her biri en az bir ve en çok yirmiüç fırça darbesinden oluşan karakterler (kanji), yerine göre Çince’den alınmış bir sözcüğü (Türkçe’deki Arapça ve Farsça deyimler gibi) veya anlamca buna yakın Japonca bir deyimi veya telaffuzu Çince sözcüğe benzeyen fakat anlamca ilgisiz bir Japonca heceyi ifade ederler. Üç yorumdan hangisinin geçerli olduğu, metinden anlaşılır. Japonca takı ve ekler ayrıca yazılır. Yakın dönemde yürürlüğe konan eğitim reformuyla, her Japon’un öğrenmesi gereken kanji adedi 1950 ile sınırlandırılmıştır. Yüksek öğrenim görmüş bir Japon’un kullandığı kanji sayısı 3-4,000 civarındadır; Japon dilinde teorik olarak mevcut kanji sayısının ise 40,000 kadar olduğu söylenmektedir.

    Ortaçağdan bu yana kullanımda olan hiragama yazısı, Japon dilinin hecelerini fonetik olarak ifade eden 48 harften oluşur ve kanji ile birlikte kullanılır. Japonca’yı sadece hiragama kullanarak yazmak mümkünse de, uygulamada cahillik sayılır. (Eski devirde kanji erkeklerin, hiragama ise sadece kadınların kullandığı bir yazı sistemi idi.) Yine 50 civarında işaretten oluşan katakama yazısı teknik terimleri, yabancı deyimleri ve anlamsız sesleri fonetik olarak ifade etmeye yarar.

    Yazıyı sadeleştirmeye yönelik bazı reformlar, eğitim bakanlığı tarafından 1950’lerde yürürlüğe konmuş; bu arada, eskiye oranla biraz daha çok hiragama kullanımı teşvik edilmiştir.

    Japonya’da okuryazarlık oranı halen yüzde yüz düzeyindedir. Ayrıca Japon dilinin Latin alfabesiyle yazılı şekli ilkokullarda zorunlu ders olarak okutulduğundan, Latin alfabesi bilgisi de genç kuşaklarda yüzde yüz dolayında bulunmaktadır.

    Başka gerekçeler

    Meşrutiyet aydınlarını yazı reformu düşüncesine sevkeden unsurları şöyle özetleyebiliriz:

    1. Alfabeyi kolaylaştırmakla cehaletin ortadan kalkacağı inancı. 5

    2. Şarklılık kompleksi, ve şarklılığın görünür bazı belirtilerini (“eciş bücüş yazı”, fes, sultan vb.) terketmekle kültürel değişimin sağlanabileceği hayali.

    3. 1910’lardan sonra, müfrit Türk milliyetçiliğiyle birlikte ortaya çıkan Arap düşmanlığı.

    Ancak asıl hareket noktaları bunlar olsa da, 1928 devrimini oluşturan tedbirler bütününü bu kadar masum gerekçelerle açıklamak zordur. Yazı reformunun okuryazarlığa etkisini, sembolik-ulusal değerini vb. bir an için kabul etsek bile, bu amaçları elde etmek için a) ilköğretimde yeni yazıyı esas almak, b) resmi yazışmalarda yeni yazı kullanımını zorunlu kılmak, ve c) yayıncılıkta yeni yazı kullanımını devlet eliyle teşvik etmek hiç şüphesiz yeterli olurdu.

    Oysa 1928 Harf Kanunu, bunlarla yetinmemiştir. Kanunun 4.cü maddesi, kanunun yayın tarihinden iki hafta sonra başlamak üzere eski yazıyla her türlü gazete ve mecmua yayınını yasaklamakta; 5.ci madde ise, ertesi yıl itibariyle, eski yazıyla kitap basılmasını suç haline getirmektedir. Daha radikali, 9.cu maddedir:

    “Bütün mekteplerin Türkçe tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.”

    Bunun anlamı, eski yazı bilgisinin toplumdan silinmesidir. Devrim projesinin başarıya ulaşması halinde, ülkenin 900 yıllık kültür birikimini okumak ve yorumlamak imkânının yokedilmesi öngörülmüştür. 1929’da ilk ve orta dereceli okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırılmıştır. 1930’da imam-hatip okullarının ve 1933’te İstanbul Darülfünununa bağlı İlahiyat Fakültesinin kapatılmasından sonra, Türkiye’de yaklaşık yirmi yıl boyunca hiçbir resmi ve özel yasal çerçevede eski yazıyla Türkçe eğitimi verilmediği anlaşılmaktadır. Sadece İstanbul Edebiyat Fakültesi ve Ankara DTC okulunda Arapça ve Farsça kürsüleri bulunmaya devam etmişse de, bu kürsülerde ders alan öğrenci sayısı hiçbir zaman üç-beşi aşmamıştır.

    İlk Çin imparatorluk hanedanının kurucusu Shih Huang Ti’nin (MÖ 221-210), kurduğu devlet düzeninin sorgulanacağı korkusuyla, ülkesinde geçmişte yazılmış tüm kitapların yakılmasını emredişinden bu yana geçen ikibinikiyüz yılda, devlet eliyle girişilmiş bu boyutta bir kültür katliamına yeryüzünün herhangi bir yerinde rastlamak mümkün değildir.

    Notlar

    1. 1927’de Türkiye’de okuryazarlık oranını %8.1 olarak veren sayım rakamları doğrulanmaya muhtaçtır. 1895 yılına ait Osmanlı istatistiklerinde Anadolu ve Rumeli’nde 5-10 yaş kız ve erkek İslam çocuk nüfusunun %57’si ilkokul öğrencisi gözükür (Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin 1313 Senesine Mahsus İstatistik-i Umumisi; ayrıca bak. Soru 26). Aynı düzey eğer 1914’e kadar korunmuşsa, 1927’de 20-42 yaş kuşağı Türk nüfusunun aşağı yukarı yarısının az çok ilkokul eğitimi görmüş, dolayısıyla eski yazıyla okuryazar olması gerekir. Bu da, 1914’ten sonra eğitim sisteminin iflas etmesi ve savaş telefatı gibi etkenler hesaba katılsa bile, toplam nüfusta en az %30 civarında okuryazarlık demektir. Dolayısıyla ya Osmanlı istatistiklerinin, ya 1927 sayımının gerçekleri tahrif ettiğini kabul etmek zorundayız.

    2. Resmi sayımlara göre nüfus ve okuryazar sayıları şöyledir:

    Nüfus (bin) Okuryazar (bin)

    1927 13,650 1,106

    1935 16,157 2,453

    1960 27,755 8,901

    1970 35,605 16,455

    İki zaman noktası arasında okuryazar oranının “kaç kat arttığı”, anlamlı bir istatistik olmaktan uzaktır. Önemli olan, toplumda okuma-yazma bilmeyen insanların ne kadarının, belirli bir dönemde, okuma-yazma öğrenme ihtiyacını duymuş veya imkânını bulmuş olduklarıdır. Yukarıdaki sayılara göre (ölüm ve muhaceret faktörlerini hesaba katmazsak) 1927’de okuma-yazma bilmeyen 11,544,000 kişiden 1,347,000’i, bunu izleyen sekiz yılda okuma-yazma öğrenmişlerdir.

    Normal zekâya sahip insanlar azami üç ayda okuma-yazma öğrendiklerine ve aşağı yukarı her köyde okuryazar birkaç kişi 1920’lerde bile bulunacağına göre, okuryazarlık artışı bir imkân ve organizasyon (arz) sorunundan çok bir istek ve ihtiyaç (talep) sorunu olarak görünmektedir. Dolayısıyla, 1928’i izleyen alfabe seferberliğinin uğradığı başarısızlık, “kadro yetersizliği, olanak yokluğu” vb. gerekçelerle açıklanamaz. Anlaşılan memlekette 1928 itibariyle okuryazarlık isteği ve ihtiyacı yaygın değildir.

    3. 1908-1914 döneminde Türkçe İstanbul basınının günlük tirajının – kesin rakamlar bilinmemekle beraber – 100,000’in epeyce üzerinde olduğu anlaşılıyor; ayrıca dönemin taşra basını da son derece canlıdır. İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Türkçe gazetelerin toplam tirajı 1925’te 40,000’e (bin kişide 3.2), 1928 sonunda 19,700’e (bin kişide 1.4) düşecek ve 1940’ların sonuna kadar, mutlak sayıdaki tedrici artışa rağmen, binde 4-5 düzeyini aşamayacaktır.

    4. Ayrıntılı bilgi için bak. Ülkütaşır, Atatürk ve Harf Devrimi.

    5. 1928’de başlatılan alfabe seferberliğinde halkın tamamını bir-iki yılda okuryazar hale getirmenin hedeflendiği anlaşılıyor. Reisicumhurun 1929 sonbaharından itibaren 8-9 ay süreyle kamu işlerinden uzaklaşıp adeta inzivaya çekilmesinde, olağanüstü bir enerjiyle benimsemiş olduğu bu projenin uğradığı başarısızlığın da bir rolü olabilir.

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-20

  9. Harf devrimi, Türkiye’nin Batı kültürüne açılmasını sağlamış mıdır?

    Harf inkılabı, bin yıllık Arap harfleri ile yazı yazma geleneğini yıktığı, Batı kültürü ile yakınlaşma sağladığı, Atatürk’ün önderliğinde kültür inkılabına yol açtığı için, büyük bir tarihi olaydır. […] Eski harflerin kaldırılması ile Arap kültürünün tesiri tamamen bertaraf edildiği gibi, Türkiye’yi de Avrupa’ya yaklaştırmıştır. (Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi, s. 312)

    Gerekçeleri ne olursa olsun, Latin alfabesinin kabulü acaba Türkiye’nin – ya da en azından Türk aydınının – Şark kültürel yörüngesinden uzaklaşması ve Batı dünyasına açılması sonucunu doğurmuş mudur?

    Sorunun birinci bölümünün cevabı, büyük ihtimalle Evettir: eski yazı öğretiminin yasaklanması, Türkiye’nin Şark dünyasıyla kültürel iletişiminde esaslı bir kopukluk doğurmuş; İslamiyetin edebi ve düşünsel kökleriyle bağlantıyı koparmıştır.

    İkinci bölüme, yani Batı’ya açılma meselesine gelince, bu sonuca yolaçacak nedenselliği kavramak kolay değildir. Latin alfabesi benimsenince – Latin yazısı kullanan dilleri öğrenme süresinin belki birkaç gün kısalması dışında – Batı dilleri ve literatürüne vukufta bir artma mı olmuştur? Latin harfleri ile Avrupa kültürü arasında esrarengiz bir bağlantı mı vardır?

    Türkiye dışı örneklerin incelenmesi, bu tür bir iyimserliğe izin vermemektedir.

    I.

    Latin alfabesini kullanmadıkları halde Türkiye’ye oranla Batı kültürüne daha iyi uyum sağlayabilmiş olan ülkelerden akla gelenler şunlardır: Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Ermenistan, Gürcistan, İsrail, Japonya, Güney Kore, Taiwan ve Hong Kong.

    Bunlardan ilk birkaçının zaten Batı kültürünün bir parçası oldukları – dolayısıyla yazı reformu veya benzeri reformlara zaten gerekleri olmadığı – şeklindeki muhtemel itiraza katılmak mümkün değildir. Modern çağın başlangıcında bu ülkelerin Batı Avrupa kültürüne olan uzaklığı, Türkiye’ninkinden farklı sayılamaz; ancak Batılılaşma sürecinin Türkiye’ye oranla biraz daha daha erken başlamış olması (Ruslarda 17.ci yüzyıl sonları, Rum ve Sırplarda 18.ci yüzyıl sonu) ve Hıristiyan olmanın, bir ölçüde Batı kültürüne açılmayı kolaylaştırıcı psikolojik etkisi ileri sürülebilir. Buna karşılık Japonya Batı etkisine Türkiye’den en az 30-40 yıl sonra (1868’de) açılmıştır. Hong Kong’un Batı dünyası ile teması ancak 100, Kore ve Taiwan’ınki ise 40-50 yıllık bir geçmişe sahiptir.

    Arapça ile aynı yapısal özelliklere sahip bir yazı sistemi kullanan İsrail, kültürel alışveriş anlamında, yukarıdaki ülkeler arasında günümüzde Batı’ya en yakın olanıdır.

    Nihayet, Arap yazısını kullanmaya devam eden BAE, Kuveyt, Oman ve Bahreyn gibi bazı Arap devletlerinin günümüzde birçok bakımdan Türkiye’den daha çağdaş, uluslararası kültürel etkileşimlere açık ve “Batılı” ülkeler safına katıldıkları da itiraf edilmelidir.

    II.

    Birbirine benzer tarihi kökenlere sahip olup, yakın çağda farklı alfabeleri benimseyen ulusların vardığı sonuçları karşılaştırmak da yararlı olabilir.

    Balkan yarımadasında, bundan 120 yıl önce aşağı yukarı aynı derecede ilkel bir toplumsal yapıya sahip olan iki Müslüman ağırlıklı ulustan Arnavutlar Latin, Boşnaklar Kiril kökenli bir alfabeyi benimsemişlerdir. Boşnaklar, son olaylara kadar, herhangi bir Doğu Avrupa halkı kadar Batı kültürünün bir parçası olmuş iken, Arnavutlar için aynı iyimserliği ifade etmek zordur. Bu sonuçta, Arnavutluk’un uğradığı Enver Hoca felaketi kadar, 1878-1918 yılları arasında Bosna’da hüküm süren Avusturya-Macaristan idaresinin uygulamış olduğu ilerici eğitim politikasının da etkisi görülebilir.

    Asya’nın çokuluslu ve çokdilli iki büyük cumhuriyetinden Endonezya Latin alfabesini ve tek resmi dili benimserken, Endonezya ile aynı yıl (1948) bağımsızlığına kavuşan Hindistan, bir düzine farklı geleneksel yazı sistemini kullanan yirmi kadar yerel dili, devlet ve eğitim dilleri olarak kabul etmiştir. Geleneksel Hint yazıları, Arapçayı andıran yapısal özelliklere sahiptir (bitişik yazım, seslilerin noktalama işaretleriyle belirtilmesi gibi). İki ülke arasında, Batılılaşma/modernleşme bakımından bugün büyük bir fark görülmemektedir. Yanılmıyorsak, bir Batı dili (İngilizce) bilen kişilerin oranı Hindistan’da daha yüksektir. Uluslararası bilimsel literatüre katkı bakımından Hindistan, Endonezya’dan ileridedir.

    Güneydoğu Asya’da, Tayland geleneksel yazısını korurken komşusu Malezya Latin alfabesini benimsemiş; Vietnam, Fransızların etkisiyle Latin yazısını kabul ederken, komşusu Kamboçya (aynı Fransız etkisine rağmen) eski Khmer yazısında karar kılmıştır. İlk iki ülkenin bugün modernleşme süreçlerini yaklaşık eşit başarıyla sürdürdüklerini, son iki ülkenin ise eşit ölçüde derin bir toplumsal karanlığa boğulduklarını görmekteyiz.

    Örneklerden, Latin yazısını kabul etmek veya etmemek ile Batı kültürüne açılmak arasında herhangi bir ampirik (gözlemlenebilir) ilişki bulunmadığı sonucunu çıkarabiliriz.

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-21

  10. M.sevket acikca hükümetin niyetini acikliyor. Dedesinin mezar yazisi icin degil asil niyetin osmanliya dönüs olmalidir.

    Osmanlilara bakarsanizda son dönemlerinde hep batiya dayanmistir..

    Yazilan sonu gelmez sacmaliklara cevap verilmez.

    Latince günümzdeki tüm kültürel,bilimsel gelismenin merkezi oldugu icin önemlidir! Arabca degildir. o eskidendi!
    Arablarda kuran kitabini anlamiyorlar bu gün. neden? ilkel oldugundan!
    Allahin dili ilkelmis iste!
    Caga uymali,gelismelere uymali.Nehri tersine kimse akitmaga bosa calismasin.
    Türkcede ,Nazimlar,a.nesinler.yasar kemaller,orhanlar,tüm medyadaki gazeteci,yazarlar.100 yildir halkin diline.. tüm bunlara karsi cikmak icin kendini padisah sanmak gerek!

    Su tarismalar bile iktidarin asla türkiyeyi temsil etmedikleri göstermektedir..

    Bunalarin akilari geride. vede kendilerini yikacaklar haberleri yok birseyler yikacagim diye..

  11. Bu alanın “önemli” adamlarından biri M. Şevket Eygi. Osmanlıca lehindeki görüşlerini değerlendirmeye çalışalım.
    ***
    M. Şevket gibi adamlar bir hayal içinde yaşayan, gerçekle yüzleşemeyen, aciz insanlardır. Onların hayalleri, yeryüzü gerçekliğinde gülünesi birer yalandır; ama yüzlerce milyon insanın hayatını kahreden yanılsamalar da olduğu için burada ciddi, ciddi üzerinde konuşuyoruz.
    Tarihsel süreçlerin diyalektik kopmaz bağlarına kör; bilgisi olmadan fikir yumurtlayan, herkesi kör-sersem sanan dünyadan bi-haber bu adamların en büyük ortak özellikleri de kimi laflarına utanmazca “dünyada” sözünü koyuvermeleridir. Köy kahvesinde bilisiz oturan insanların iyi niyetlerine, bu kadar büyük yalanlara havsalası yetmeyeceklere uydurdukları alçakça yalanlarla makaleler yazabilmektir.
    Örneğin; “Zengin lisansız büyük ve güçlü devlet olmaz” iddiası ile hayallerini açığa vuruyor; yine Osmanlı gibi yağmacı olalım!
    Japonya, Çin örneklerini verirken cahilliği ve hırsları arasındaki dengeyi kaybettiği görülür. Japonya’nın emperyalizme nasıl direndiğini bilmezden gelip, daha 19. yy başında o çok sevdiği padişahlarının Batı’ya kolayca teslim olduğunu unutuverir. Cahil okurlarına sallar durur.
    O Çin ki, köleler gibi ayda bir kaç yüz dolara işçi çalıştırılan ülkedir; “onlar da harika bir gelişme içindeymiş…” Çünkü arzuları bu, Osmanlıca, arapça, din ile uyuşturulmuş beyinleri ile ayda bir kaç yüz dolara çalışacak bir halk istiyorlar… Ve elbette bu da açık açık söylenmez… Ahlaksız bir yalancı esnaf nasıl ayakkabı pantolon satıyorsa, bu “ideologların” da görevi aynı!
    *
    “Bugünkü yazı millî Türk yazısı değildir” dedikten sonra “İslam-Kur’an yazısı bin yıldan fazla kullanıldığı, ona emek verildiği, benimsendiği için bizim olmuş, millîleşmiştir” yazabilmektedir. Türkçülükten vaz geçmeyi göze almadan, Osmanlıca’nın “Türk milli yazısı” olmadığını itiraf etmeden, Arap-İslam Kültürel sömürgeci kültürüne biat etmeyi “şan” ile olumlamaktadır. Gerekçe de 1000 yıl! “İslam-Kur’an yazısı bin yıldan fazla kullanıldığı, ona emek verildiği, benimsendiği için bizim olmuş, millîleşmiştir.” İşin korkunç yanı kültürel olarak bu bin yıl 1700-1900 lü yıllarda toplumsal-ekonomik-siyasal-kültürel vs. olup bitenin yüzde birine karşılık gelmez! “Uykuda geçen” 1000 yıl ile yaşanılarak geçen yılları karşılaştırmak, uykusunda gördüğü hayaller ile gerçekliği karşılaştıranların gülünçlülüğü, gericileşmenin aptal karanlığında ancak uyuyanlar için rahatsızlık verici olabilir..
    Bu 1000 yıl olduğu gibi, Köleci Toplumlar kültürü içinde birbirini yağmalayan İmparatorluk hırslarının geleceğe bir şey bırakmayan itiş kakışlarıdır… 1000 yılmış! Bu bin yılın sonunda da o yerlere-göklere koyulamayan yazıyı okuyan-yazanlar kimlermiş? Binde kaç?
    1300-1700 yılları arasında İslam İmparatorluklarından, devletleri-toplumlarından bugüne kalan ile Avrupa halklarının zanaatkarlık süreçlerinden bugüne kalanları karşılaştırmak bu adamların işine gelmez… Sonsuz bir laf salatası dışında olgu olarak ikna edici tek bir örnekleri yok… Laf, laf, ve laf… Ve Osmanlıca ile ancak daha çok laf ebeliği yapacakları ümidi içindeler…
    Palavra, böyle bir şeydir… Ama bu adamlar söylüyorsa bu utanmazca bir yalan olarak adlandırılır!
    “Terazinin bir kefesine onların Arap, bizim İslam-Kur’an yazısı dediğimiz alfabeyi, öbür kefesine Latin yazısını koyarsak, bizim millî ve islamî yazımız; hem sanat ve estetik, hem devamlılık, hem Türkçenin çeşitli ağızlarını koruma ve yaşatma, hem de öğrenenlerin, okuyup yazanların beyinlerini geliştirmek açısından ağır basar.”
    600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunda gerçekleşememiş, sonunda acz ve utançlı bir yıkılışla tarihte hak ettiği yeri bulan sürecin arkasından bu cümleyi kurabilmek ya arsızlık ya da körlük ile mümkündür.
    Bu adamın cebindeki telefon, izlediği TV, bindiği uçak, yazdığı bilgisayar ve yazısını gönderdiği internet “gavur” icadıdır! Hiç sıkılmadan, en küçük dahili olmayan bir tarihsel süreci aşağılamaktaki gayreti gülünçtür. Kendi hayal dünyalarında uydurdukları kavramlar, ilişkiler, insanlık tarihine ait hikayeler, 12 yaş zekasının altındadır; bu mantıksız mantık, tüm İslam Alemine ait çoğu güzelim insanın hayatını mahveden hasta ruhlu ideologların zihnine bir virüs gibi musallat olmuştur. Herkese bulaştırmaya çalışmaktadırlar ki, bu siteyi okuyan ve bu yazıyı aktaran, büyük olasılıkla çok iyi niyetli insana da ulaşmışlardır.
    ***
    “Latin harfleri ve dil devrimi millî eğitimimizi, kültürümüzü, sanatımızı, beynimizin yarı küresinden birini çok geriletmiş, iflas noktasına getirmiştir.” Zaten iflas etmiş olduğu için bir “hal çaresi” ümidiyle yapılmış olanları bu şekilde değerlendirmek en azından tarihsel dürüstlük adına utanç vericidir. Tüm bir 19. yy süreci iflas etmiş Osmanlı’nın sürünerek yaşadığı zamanlar değil miydi? Kimdi o hasta adam? 1840 Tanzimat, iflasın kabulü değil mi… Yine zavallı okumaz-bilmezlere sallanan palavralar…
    ***
    Kabul etmeli……………..

    1. Ulus-Devlet projesi içinde gerçekleştirilen “devrimler” bir yanı ile gerçekten tahripkar olmuştur.
    2. O zaman bir seçim yapılmıştır. M Ş. Eygi gibi adamlarla yapılan mücadelede çok yanlışlar da yapılmıştır ama bu MŞ Eygi gibilerin değil daha “ileriden” bakanların eleştirebileceği bir şeydir…
    3. İslamik, İmparatorluk ideolojisi gereği de çok kültürlü olmak zorunda olan yapı, “tek kültür” içine alınma hırsı ile sığlaştırılmıştır. Öncekinden daha da sığ değildi ama!
    3. Sonn yıllardaki Ermeni etnik temizliği de artık imparatorluğun “çok kültürlülükten” vazgeçtiğini gösterir. Türk Ulusçuluğu diğer uluslarda uyanmış milliyetçilik karşısında acze düşmüş bir toplumun “yılana sarıldığı” durumdur…
    ***
    Bu Neo-Osmanlı hayalleri, bizim şu malum egosuyla şişmiş erkeklerin karısı ve çocuklarına zulüm ve cinayetleriyle sonuçlanacak ezik geçmişinden rövanş alabileceğini sanan zavallı bir insanlık halidir!
    Bu kafa hepimizi insanlık adına, utanç ve dehşet içinde, eli böğründe kalakalacağı bir sona taşıyacaktır; eğer sağ kalmışsak elbette…
    ***
    Çok yerde insanlık, tek, tek insan gerçeği aramıyor… Kendi “kopyaladığı babaklik-çocukluk” gerçeğinin doğrulanmasını istiyor; bu doğrulama için herkesi ve her düşünceyi de katletmeye hazır… Hatta bu “doğrulama” için cesetlerin, mezarların üstünde de tepinir; Türkçü ve Osmanlıcıların üzerinde tepindiği mezarlıkların adresini de M. Ş. Eygi yazısını alıntılayan düşünsün…

  12. İcraat

    Haberden ihbâr (haber verme), senedden isnâd (dayandırma), keremden ikrâm (kerem etme), nüfuzdan infâz (sokma), cereyandan icrâ (cereyan ettirme), ademden i’dâm (yoketme), ğafletten iğfâl (kandırma), beraatten ibrâ (aklama), halelden ihlâl (zedeleme), hatırdan ihtâr (hatırlatma), haricden ihrâc (dışa çıkarma), dahilden idhâl (içeri sokma), sübuttan isbât (sabit kılma), hayattan ihyâ (canlandırma), salahtan ıslâh (sağaltma), kemalden ikmâl (bütünleme), kana’atten iknâ’ (kanaat getirtme), lağvdan ilğâ (geçersiz kılma), ‘amelden i’mâl (işler hale getirme), mededden imdâd (yardım etme), mahwdan imhâ (yoketme), batıldan ibtâl (geçersiz kılma), sarftan isrâf (aşırı harcama), tuhfeden ithâf (hediye etme), teleften itlâf (öldürme)… daha 100 tane kadar var ama bu yetsin.

    Burada ne oluyor, bakalım. Hepsi Arapçadan alınma bir dizi kelimemiz var. İlk kelimedeki üç tane sessiz harfi alıyoruz, bunları iSSâS kalıbına oturtuyoruz. (Sessizleri S ile gösterdim, anlayın.) Kana’at ve ‘amelde gördüğümüz ayın harfi alelade bir sessiz harftir, bir farkı yok. Buna karşılık cereyan, beraat, hayaat, lağw ve mahw’da daha karışık işler oluyor, onlara boş verin.

    Sonuçta gayet net bir anlam ilişkisi elde ediyoruz. İlk kelime geçişsiz bir fiilse, yani kendi kendine yapılan nesnesiz bir işse, ikincisi geçişli oluyor, yani BİR ŞEYİ ya da BİRİNİ bir şey yapıyoruz. İlki geçişliyse ikincisi ettirgen oluyor, yani birine o işi yaptırttırıyoruz. Birkaç örnekte de bir işi şiddetle ya da fena halde yapma anlamı çıkıyor, sarftan israf gibi.

    Eğer üç sessizden ortada olanı Y veya W gibi yumuşakça bir ses ise o zaman kalıbımız biraz farklı oluyor, orta sessiz eriyor, ayrıca arkaya –e veya –et ekliyoruz. Örnek: dewirden idâre (çevirme), ha’inden ihânet (hainlik etme), zewalden izâle (giderme), cewaptan icâbet (bir çağrıya cevap verme), ‘awdetten i’âde (geri verme), cewazdan icâzet (geçit verme), dewamdan idâme (devam ettirme), kıyamdan ikâme (yerine koyma)…

    Bazı kelimeleri biraz değişik yazdım ki mekanizma daha iyi anlaşılsın. Yoksa devir, zeval, cevap… yazıldığını biliyorum, merak buyurmayınız.

    Söyler misiniz allahaşkına, bu memlekette ortaöğretimde Arapça eğitimi şart değil midir? Öyle bir şey olsa laikliğimiz kaçar mı, gazı kaçmış balon gibi?

    ***

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/icraat/6424/

  13. Dil devrimi, Türk dilini geliştirmiş veya zenginleştirmiş midir?

    Dil devriminin amacı, Türk dilinin kısırlaştırılması değil, genişletilmesidir. (Kemal Atatürk; aktaran Baydar, Atatürk Diyor Ki, s. 97)

    Türkçe yazı dilinin dil devriminden bu yana katastrofal bir fakirleşme içine girdiği, Osmanlı Türkçesine az çok aşina olan herkesin bildiği bir gerçektir. Fakirleşmenin objektif boyutlarını nasıl saptayabiliriz?

    Sözlükler bu konuda ipucu sağlayabilir. Örneğin Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Sözlük’ü, yaklaşık 60,000 madde başlığı içermektedir. Bunlar, 20.ci yüzyıl başlarında kültürlü bir Türkün kelime hazinesine dahil oldukları halde bugünkü Türkçe kullanımdan hemen hemen bütünüyle düşmüş olan sözcük ve terkiplerdir. Daha eski divan edebiyatının uç örneklerine sözlükte genellikle yer verilmemiştir; örneğin Nefi’nin bir kasidesinde, bu satırların yazarının yabancısı olduğu sekiz deyimden üçünü sözlükte bulmak mümkün olmamıştır. Ayrıca -li, -siz, -lik, -lenmek, -leşmek gibi sontakılı kelimeler ile, bayraktar, emektar gibi, Türkçe köklerden Farsça ve Arapça kurallarla türetilmiş kelimeler de sözlükte yoktur. Arapça ve Farsça dışında, örneğin Türkçe veya Rumca, İtalyanca, Slavca gibi köklerden türeyip, yazı dilinden çok konuşma diline ait olan ve bugün unutulmuş bulunan kelimelere de sözlükte rastlanmamaktadır.

    Buna karşılık Ali Püsküllüoğlu’nun Öztürkçe Sözlük’ünün 1975’te yapılan dördüncü (Türk Dil Kurumu’nun hizmetlerine son verilmesinden önceki son) baskısının içerdiği kelime sayısı 4,600’dür. Bu sayıya, sabuklama, sağgörü, sağgörülü, sağgörüsüz, sağgörüsüzlük, sağın, sağistem ve benzerleri dahildir. Sözlüğün sunuş yazısında TDK başkanı Prof. Dr. Ömer Asım Aksoy, şu hususları, gerçek bir iftihar uslubuyla okurların dikkatine sunmaktadır: dil devrimin başlatıldığı 1932’den 1970’lere kadar 6500 yeni sözcük yaratılmıştır; bunlardan “tutan” ve Türk diline malolanlar bu sözlükte yer almaktadır. Yeni türetilmiş sözcükler, Prof. Aksoy’a göre, günümüzde Türkçe genel kullanımda bulunan toplam 28,000 sözcüğün sevindirici bir oranını temsil etmektedirler.

    Devellioğlu ve Aksoy’un verilerini aynen kabul eder ve Püsküllüoğlu’nun toplamından, sözlükte gereksiz bir yer kaplayan 1,500 kadar sontakılı türevi çıkarırsak, dil devriminin sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz: Türk dilinden yaklaşık 60,000 kelime atılmış, yerine 3,100 kadar yeni kelime (atılanın % 5’i) konmuştur. Yüzyıl başında kültür dilinde bulunan 83,400 civarında kelime (60,000 atılan artı 23,400 kalan) yerine, bugünkü yazı Türkçesi en çok 26,500 kelimeye sahiptir. Bir başka deyimle, Türkçe yazı dili en az %68.2 oranında fakirleşmiştir.

    Fakirleşmenin örnekleri, özellikle soyut kavram ve sözcükler alanında son derece belirgindir. Yeni Türkçe’de kullanılan geniş kapsamlı soyut sözcüklerin hemen hemen her biri için, Osmanlıca’da, çoğu eşanlamlı olmayan, yani her biri farklı bir kavramı, nüansı veya mantıksal ilişkiyi ifade eden beş ila yirmi sözcük bulmak mümkündür. İngilizce, Almanca, Latince, Rusça veya benzeri bir kültür dilini tanıyanlar için bu ayrımların değerini kavramak güç değildir; yalnızca yeni Türkçe ile eğitim görmüş bir kimse ise, sanırız, bu konulara yabancı kalmak zorundadır.

    Gelişigüzel bir kelimeyi, örneğin bir önceki paragrafta geçen çıkarmak sözcüğünü ele alalım. Çıkarmak/çıkartmak/çıkarsamak sözcük grubuna karşılık olan Osmanlıca kelimelerin bazıları, yaklaşık İngilizce karşılıklarıyla birlikte, şunlardır: ihraç (evict), istihraç, istihlas, i’tisar (extract), azl, tard (expel, discharge), istintaç, istidlal (deduce, infer), ıskat (exclude), tarh (deduct, subtract), neşr, ısdar (issue), ifrağ, ifraz (excrete), istifrağ (vomit), istinbat (derive), hazf (delete, elide), hal’ (undress, remove, dismantle), i’la, ref’ (elevate). Bu listeye, daha, diş çıkarmak, hır çıkarmak, şapka çıkarmak, cıcığını çıkarmak gibi deyim şeklindeki kullanımlar dahil değildir. Birbirine iyice yakın anlamdaki karşılıklar arasında bile, türeyişten gelen nüans farkları vardır: istihraç, bir şeyi içeriden dışarı çıkarmayı; istihlas, bağlı olduğu yerden kurtarmayı; i’tisar, suyunu sıkıp çıkarmayı ima eder. İstintaçta neticeye varmak, istidlalde bir delilden yola çıkmak anlamları gizlidir. İfrağ ile istifrağ, ihraç ile istihraç arasındaki çaba ve derece farkını, İngilizce gibi olağanüstü zengin bir dil bile neredeyse ifade etmekten acizdir.

    Yeni Türkçe’deki saldırı/saldırmak deyimi, Osmanlıca’da birbirinden net bir biçimde ayrılan en az beş kavramın karşılığıdır: hücum (assault, charge), taarruz (offensive), tecavüz (violation, transgression), tasallut (molestation) ve taaddi (aggression).

    Benzer listeler, sayısız örnekte (amaç/erek, bağlı/bağımlı, belirlemek, dayanmak/dayandırmak, doğurmak, dönüşmek, gerekmek, karşılık, kaynak, sonuç, uyarlamak, uygulamak…) tekrarlanabilir. Soyut kavramlar alanında Arapçanın sağladığı olağanüstü zenginliğe karşılık, insani duyarlıklar ve betimleyici sıfatlar alanında Farsçanın dile getirdiği renkler de (perişan, mendebur, pejmürde…), üzerinde durulması gereken bir başka alandır.

    Öyle görülüyor ki Türk toplumunun son 60-70 yılda yazı dili alanında yaşadığı gerileme, örneğin müzik, mimari, şehircilik ve yemek alanlarındaki, çok yakından tanıdığımız fakirleşme ve yozlaşmadan daha hafif olmamıştır. Dildeki fakirleşmeyi ötekilerden bir bakıma daha korkunç ve anlaşılmaz kılan şey ise, bunun, devlet eliyle icra edilmiş ve Türk aydınlarının büyük bir kısmının şiddetli coşku ve tezahüratı arasında gerçekleşmiş bulunmasıdır.

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-23

  14. Burada bir daha anlaşılıyor ki ülkemizdeki solcu, liberal kesimlerin çoğu Avrupa-merkezci modernizmi aşamamışlar. Batı’da bunu aşanlar olduğu halde bunlar geriden geldikleri için Batı’dan fazla Batıcı.
    Osmanlı ve İslamiyet dün aşılması gerekli bir aşamaydı.
    Bugün de ulus-devlet, Kemalizm, şekilci modernleşme aşılacak.
    Bu son tartışmadaki iki taraf da bu gerçeği okuyamıyor.

  15. her iki tarafin esiri olmamak icin iki tarafinda hakkini vermek gerek.M. Kemalin kazanimini görmezseniz. Dünkündekinde dünde kalirsiniz.
    Konu düne gitmek isteyenlerle,yarina gitmegi tartismiyoruz.

    Osmanlica,suni,yapma,arapcanin tarzancasidir.Kendi basina dil degildir. Saray soytarilarinin yaratigi abuk-sabuk dildir.
    Bu dille hicbir yere varilmaz.

    Arabca bugün dünyanin gelisim merkezi olsaydida bellki bir nedendir denilebilr.
    O taraflar gericiligin,savasin,kepazeligin merkezidir. Dünyanin basina belanin merkezidir..

    Esas konuya getirmek istiyorum:
    Madem dil olmadan toplumsal gelisme olmuyor ozaman birakin suuuuni dille ugrasmayi, TR de hataylilarin arapcasini gelistirin.. Gürcülerin dilini,pek tabiki KÜRTLERIN DILINI yasatip,gelismesine bakin..
    Her tarafiniz ikiyüzlülük degilise nedir ..
    Arapca zaten fazlasiyla Türkce girmis,kaynasmistir..
    Arapca ögrenmek isteyenler ögrensin..
    Kim ögrenmek isterki?

  16. Ismi arapca olan azerbeycan TR deki benzer gelismege hatta latinceye gecme calismasi daha köklü öncül rol oynamis.. oldukca ilginc.1860 lara osmanlilardan ödül Alan osmanlilara latinceye gecilmesi önerisinde bulunmus!

  17. İslam’ı kim/ne temsil ediyor?
    Ergin Yıldızoğlu

    Müslüman halkın içinden çıkan kimi sesler, entelektüeller, “bunlar aşırı akımlar, İslam’ı temsil etmiyorlar. Bunlar gerçek İslam değil, İslam barış, uzlaşma, hoşgörü dinidir” demeye çalışıyorlar.
    ..

    … “Gerçek İslam”ın ne olduğunu, kimin bunu temsil ettiğini bilmek olanaklı değil. Bu soruya akademik / bilimsel bir cevap aramak da boşuna: Bu, aslında “mutlak” olana ilişkin sorunun cevabı, bugüne kadar hemen her zaman kılıçla verilmiş…

    .. bunlar ‘aşırı akımlar’ İslam’ı temsil etmiyorlar” … savına, koşullu olarak, katılmıyorum; İslam’ı bugün, bu radikal, totaliter şiddet eğilimli hareketlerin temsil ettiğini düşünüyorum.

    .. “Temsil etme” kavramının ise iki anlamı var: Biri, bir şeyin yerine geçerek, o şeymiş gibi davranmak. İkincisi, bir şeyin yerin geçmeden, onun arzularını, söylemek istediği şeyi tasarlayıp dile getirerek, onun adına konuşmak…


    Yaklaşık bir milyarlık bir Müslüman nüfus içinden çıkan bu akımlar, bugün burada en güçlü, siyasi, fiziki, kültürel, hatta duygulanımsal etkiyi yaratıyorlar, en yüksek düzeyde görünür olmayı başarıyorlar. Kısacası, bu radikal, terörist, totaliter akımlar, Müslüman nüfusun ve İslam’ın “yerine geçiyor”: onun olması gerektiği, ya da olduğu varsayılan yeridolduruyor.

    Bu “yerine geçme”, “olması gereken yeri doldurma”, yalnızca bir coğrafyada, belli özellikleri olan bir grup insan arasında karşımıza çıksaydı, o coğrafyanın özelliklerine ilişkin özel bir durum olarak görebilirdik. Ancak, bu duruma, yaklaşık yüz yıldır farklı sınırlar (ekonomik ve siyasi hatta kültürel yapılanmalar) içinde yaşamakta ve farklı hızlarda değişmekte olan halklar arasında, çok sayıda noktada rastlıyoruz.

    … Bu örneklemeden hareketle bir genelleme yapma, bu genellemeye evrensellik atfedebiliriz: Bugün hem İslam’ı hem de Müslüman nüfusu bu “aşırı”, terörist, totaliter vb., akımların, örgütlerin “temsil etmenin” birinci anlamında, “temsil ettiğini” söyleyebiliriz.

    Boko Haram, El Nusra, IŞİD gibi fiziki şiddeti, devleti siyasi iktidarı ele geçirmek için açık ve etkin biçimde kullanan gruplar var. Müslüman Kardeşler gibi, devleti seçim mekanizmasına dayanarak simgesel şiddetten yararlanarak ele geçirdikten sonra, iktidarlarını konsolide etmek, kendi “Gerçek İslam” anlayışlarını tüm Müslümanlara dayatmak, rakiplerini tasfiye etmek, farklı sesleri susturmak için devletin şiddet araçlarını kullananlar da…
    Bu ayrımı yapsak bile, eninde sonunda her ikisinin de “adına konuşma” noktasında, birbirine çok benzer ilkelerde, duyarlılıklarda, şiddet uygulama, korku salma, tüm yaşamı denetim altına almayı arzulayan totaliter rejim eğiliminde buluştuğunu kolaylıkla görebiliyoruz.
    … Kısacası, “adına konuşma” anlamında da İslam’ı ve Müslümanları, bugün, burada, bu “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.
    Sonuç olarak, bugün her iki anlamda da, İslam’ı “aşırı”, radikal, terörist akımlar temsil ediyor.

    Bu “temsil ilişkisinden” kurtulmak “emperyalizmin” bölgedeki “aracını” elinden almak, bireysel özgürlüklerle bağdaşan, hoşgörülü, totaliter eğilimlerle kirlenmemiş “başka bir İslam” olabileceğini kanıtlamak da yine Müslümanlara düşüyor.

  18. “Bu bir ‘Türban’ değildir!”
    Cumhuriyet 20.02.2008 E. Yıldızoğlu
    GLOBALPOLİTİKÜLTÜR

    … Türbanın biçimi üzerinde de bir anlaşmaya varamadığımıza göre onu bir giysi parçası olarak değil de “kavram” olarak görmek daha doğru olabilir.

    Eğer “türban” bir kavram ise, metafor olarak işlevi ne? … giderek; “bireysel özgürlüklerin” simgesi olarak türbanın giderek siyasal İslamın “hakikat rejimine” özgürlük istediklerini açıkça söylemek istemeyenlerin , sığındıkları bir metafor olduğu ortaya çıkıyor. Bir toplumda iki “hakikat rejimi” birden egemen olamayacağına ( “yaşam dünyasının” tümünü düzenlemeyi amaçlayan İslamın “relativist” veya postmodern olduğu da ileri sürülemeyeceğine ) göre, bu özgürlük talebi, diğer “hakikat rejimlerinin” özgürlüklerinin boğulmasından başka bir anlama gelmeyecek. …
    Bir metafor olarak ‘ortaçağ’

    Fehmi Koru yazısında… ” Demek böylelerinin aklına ‘ortaçağ’ denildiğinde İslam geliyor. Batı’nın ‘karanlık çağlar’ yaşadığı o dönemlerde İslam dünyasının pırıl pırıl parladığını, Müslümanlar sayesinde bilim, mimari, sanat ve felsefe alanlarında büyük ilerlemeler kat edildiğini; ortaçağdan çıkışı, Batı’nın, İstanbul’un fethi ile Martin Luther ‘in büyük çapta İslamdan etkilenmiş 95 maddelik reform paketine borçlu olduğunu bilmiyorlar.”

    Fehmi Koru, “ortaçağ” kavramından, “karanlık çağlar” kavramına atlayarak, önce, tarihsel bir dönemden değil aslında bir “durumdan” söz edildiğini itiraf etmiş oluyor. İkincisi, “Peki İslam dünyası o zaman bu kadar ileriydi de neden şimdi bu kadar geride kaldı” sorusunu da tüm can alıcılığıyla gündeme getiriyor.
    …. “Karanlık çağların” aşıldığının, geride kaldığının kanıtı tam karşıtı “Aydınlanma” ! Bu bağlamda sorunun da cevabı, ya da cevabın en azından bir parçası kendiliğinden ortaya çıkıyor: İslam dünyası bu “ileri durumunu” koruyamadı çünkü, insan aklının eleştirel kapasitelerini özgürce kullanmasına olanak veren bir “hakikat rejimine” karşı inatla direndiği, “içtihat kapılarını” sıkıca kapattığı için elindeki “hazineleri” kaybetti da ondan…

    “Ortaçağa” dönmek istemeyenler, işte buraya, İnsan aklının özgürlüğünü ve eleştirel kapasitelerini sınırlayan bir dini “hakikat rejiminin” egemen olduğu bir döneme dönmek istemiyorlar. Türban, buraya dönmek isteyen, ama bunu açıkça savunmanın henüz, uygun olmadığı bir aşamada dile getirmeye cesaret edemeyenlerin başvurduğu bir metafor. Çünkü, bu amacı, bugünün Türkiyesinde açıkça dile getirmeye olanak verecek, psikolojik, siyasi, kültürel yıkım henüz yeterince gerçekleşemedi, “mahalle baskısı” , henüz “yaşam dünyasında” , “ekolojik egemenliğini” kuramadı. Ama yarın? Böyle giderse mutlaka…

  19. “Osmanlı ve İslamiyet dün aşılması gerekli bir aşamaydı.
    Bugün de ulus-devlet, Kemalizm, şekilci modernleşme aşılacak.”
    Son derece yerinde, tümüyle katıldığım tespit bu; ama Kemalizm’i bu Neo-Osmanlıcılar mı aşacak? Bu bağlam da bu “bugün” de aşılamayacak; Kemalizm’i aşmak için bu Arap-İslamcıları, Neo-Osmanlıcıları da aşmak gerekiyor.
    Tez-Antitez… Sentez… olması gerekli ama…

    Bu adamlardan yoz bir karşı devrim çıkar; sentez çıkmaz… Zamansal olarak sizin kadar iyimser değilim…

  20. Ergin Yıldızoğlu
    ergin.yildizoglu@gmail.com Son YazısıTüm Yazıları
    Sıra ‘Ötekinin’ Dilini Kesmeye Geldi
    10 Aralık 2014 Çarşamba

    AKP döneminde, “pasif devrim” modeli içinde ilerleyen bir geçiş sürecindeyiz. Bu siyasal İslamın, liderliğini yapan Sünni-Müslüman entelijansiyanın simgesel üretim araçlarına sahip olma özellikleri-ne göre şekillenmiş totaliter bir kapitalist devlet biçimine geçiş sürecidir.
    Bu sürecin üzerinde düşünmeden, Latin harf-lerine geçişle ilgili olarak, “bir gecede halkı/milleti/toplumu cahil bıraktılar” yakınmasının kini, “Osmanlıca eğitime, Arapça harflere dönme” arzuları tam olarak kavranamaz.
    Üretim araçları yalnızca, kazma, kürek, makine, bilgisayar gibi nesnelerden oluşmaz. Bilgi de olmazsa olmaz bir üretim aracıdır. Sermayenin simgesel üretimi (kültürü) birikim sürecinin içine giderek daha fazla çektiği son 50 yılda, üretim, yeniden üretim araçlarının içinde bilginin yeri, önemi giderek artmıştır.

    ‘Bilgiye’ dayanarak sömüren bir ‘sınıf’
    Müslüman entelijansiya da (ulema) Osmanlı toplumunda, bilginin (bu üretim aracının) mülkiyetini, üretimini ve yeniden üretimini, toplum düzenini koruyacak, sultanın iktidarını meşrulaştıracak biçimde kontrol ediyor; toplumsal artık üründen bu yolla pay alarak halkı sömürüyordu.
    Cumhuriyetin ilanı, Halifeliğin kaldırılması, Latin harflerine geçiş, tekkelerin kapatılması, unvanların, statü belirten giysilerin yasaklanması, kadın-erkek eşitliğinin, kadın haklarının yasalaştırılması ama özellikle de Latin harflerine geçiş, bu tabakanın elinden ekonomik artığa ulaşmasına olanak veren, ona özgün üretim araçlarını, sömürü mekanizmasını aldı.
    Pazartesi günü Orhan Bursalı’nın yazısında da ayrıntılarıyla vurguladığı gibi böylece “mülksüzleştirilen” (“cahilleştirilen”) aslında toplumun son derecede ufak bir kesimiydi. Radikal bir jestle bir gecede “cahilleştirilen” bu tabakanın konumunu korumak için halka/topluma dayanamamış olması da ayrıca anlamlıdır.
    Ne ki bu “cahilleştirilen” entelijansiya yok olamamış, çok özel konumundan (soğuk savaşın emperyalist desteklerinden de) yararlanarak, dinci muhafazakâr çevrelerde varlığını, merkezi siyasi iktidarın dışında kalmasına karşın, yerel düzeyde “mikro” iktidar alanlarında sürdürebilmiştir. AKP ile birlikte Müslüman entelijansiya, liberal entelijansiyanın da katkılarıyla devletin yönetimini yeniden ele geçirdi.
    Bu entelijansiya, bir tür (dini-ahlaki) bilgisinin üretiminin, yeniden üretiminin, giderek de güncel yaşamın bilgisinin (haber ve yorumların) dolaşım kanallarıyla araçlarının, kendi tekelinde toplanmasının, varoluşunun önkoşulu, toplumsal ekonomik artığa, kapitalist birikim süreçlerine ulaşmasının aracı olduğunu biliyor.
    Tekeline almaya çalıştığı bu özel bilginin, toplumun simgesel evrenini tüm farklı söylemleri (ulusal kimlik, etnik-dini aidiyetlerden, komünizme kadar) dışarı atarak doldurması, ait olduğu hakikat rejiminin tamamen egemen olması için, devletin disiplin, cezalandırma araçlarının (yargı ve güvenlik güçleri) kontrolünü elinde topluyor.
    İkincisi, devlet, bu entelijansiyanın elinde bir dönüşüm geçirirken, bu “yeni düzene” uygun yeni bireyin üretimini (nüfus-eğitim-sağlık politikaları), yeniden üretimi (aile-cinsel pratikler, tercihler), bedenleri denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitik rejimini kararlılıkla inşa ediyor.
    Bu proje, demokrasinin seçimlere, siyasi iktidarın hükümete, hükümetin, hatta hukukun da liderin iradesine indirgendiği, yalnızca “egemen hakikat rejimiyle” çelişen değil, lideri eleştiren, hükümetin uygulamalarını, bu sınıfın sömürü yöntemlerini sorgulayan seslerin de susturulduğu, devlet-toplum ayrımının kalktığı bir organik yapı kuruyor.
    Bu “organik yapıda”, Müslüman entelijansiyanın, iktidarda kalma, toplumsal artığa ulaşma olanaklarını garanti altına alması, bu olanağı kullanarak servet yığması, medya vb. kültürel araçların neyi ne zaman, nasıl, hatta hangi dille ve simgelerle ifade edeceğine karar verebilecek güce sahip olmasına bağlıdır.
    Bu nedenle, şimdi sıra son derecede önemli bir düğümü çözerek, düşünmenin ve konuşmanın araçlarını, dili, yeniden bütünsel bir kontrol altına almaya, denetim altındaki alanın dışında kalanları susturmaya olanak verecek, Sünni Müslüman olmayan “öteki”nin dilini kesecek bir kültür ortamını yaratmaya geldi.
    Böylece Müslüman entelijansiya, kendi dışındaki herkesin, toplumun hemen tamamının elindeki en önemli simgesel (kültür) üretim aracını gasp ederek, onları “cahilleştirerek”, bilgiyi yeniden tekeline alıp Cumhuriyetle birlikte kaybettiği iktidarı restore etmeyi amaçlıyor.

  21. 21 no’lu yorumda Haksöz Haber’de K. Alpay’ın yazı linki verilmiş..

    Yazı girişi bir yalanla başlıyor. “Şura’da alınan tavsiye kararlarından biri de Osmanlıca’nın liselerde seçmeli ders olarak okutulması yönündeydi…” Hayır. Zorunlu ders olarak tavsiye diliyordu; seçmeliye kim itiraz edebilir ki?
    Geçmişte yapılmış Kemalist Faşizan uygulamalar örnek veriliyor… Tamam… “Aynısını biz yapınca kabahat mi” savunması yapar gibi…
    “Rakı sofrasından, kadın-erkek dans etmekten, yüzünü Batı’ya sırtını İslam’a dönmekten öteye gidemeyen modernleşme öyküsünün …” Bu cümleler olmazsa olmazdı… Batı aydınlanma düşüncesinden yana olanları sonunda hep bu şekilde suçlayanlar insanlık halini ve evrimini, bireysel-toplumsal mutluluğu zerre kadar anlamamış, kendi cehennemlerine insan devşirmek isteyen sığ kafalılardır… Kadın-erkek dans etmeye karşı olanlar o mezartaşlarının dibinden ayrılmasınlar; kasvetlerini, kadınsız karanlık hayatlarını toplum içine taşımasınlar… Onlar için farkeden bir şey yok nasılsa…
    Laf ebeliği böyle bir şeydir…” Fakat Murat Belge’nin kokteyl-Osmanlıca sarkacından elde ettiği sonuç kendisinin de yer aldığı seküler kesimler açısından şaşırtıcı değil belki ama herhalde korkutucu olmuş olmalı: “Bir şeriat devletinin kurumlarını kurmak üzere, adım adım ilerleyen bir çaba.” Darbe süreçlerinde dahi laik-Kemalist duyarlılığın yedekleyemediği Murat Belge gibi aklı başında, soğukkanlı, muhakeme yeteneği güçlü bir aydını Nur Serter veya Binnaz Toprak gibilere yakınlaştıran siyasal iklimi muhakkak derinlemesine analiz etmek gerekiyor.”
    Analiz edilecek olan şey yukarıda yazıda RTE’nin 2003 yıllarında “demokrasi havarisi” olarak söyledikleridir. M. Belge gibi insanları da aldatarak onları buraya getiren süreç analiz edilmelidir…
    Böyle cahil ve tarafgirlikten gerçeği-empatiyi bilmez “yazarların” önemi yok.. Yanıt vermeye de değmez ama böyle paçavra yazıları buraya aktaranın hatırına yazdım bunları… Yazık ona.. İdeolojik dürüstlük bile gösteremeyen böyle yazarları ciddiye alıyor demek ki…

  22. bizdeki modernleşme süreciyle ilgili o cümleleri o kadar da yanlış değil bence.

    “Bizim buralarda ‘Batılılaşma’ yahut daha kibar dilde ‘modernleşme’ denen nesnenin Batı’yla, Batı uygarlığıyla, Batı’yı ilginç ve güzel ve evet, ÜSTÜN kılan müthiş orijinallikle uzak yakın bir ilgisi olmadığını da söyleyeceğim. Almışlar Batı’dan ucuz işporta malı birkaç şapka, kravat, mayo, betonarme gecekondu, Adnan Saygun oratoryosu, televizyon dizisi, getirip alabildiğine çürük bir Şark despotluğuna giysi giydirmişler. Yani ‘Batı dediğin Maslak’ın apartmanlarıyla Hürriyet’in magazin sayfalarıysa, batsın bu Batı’ diyenler dar anlamda haklı olabilir, ama kaziyeleri yanlış. Çünkü Batı o değil. O olsaydı ne Amerika’yı keşfedebilirlerdi, ne de cep telefonunu icat ederlerdi. Nitekim bizim ‘Batılılar’ da, Cumhuriyetimizin seksenbeşinci yılında, bırak cep telefonunu, bir cepken düğmesi bile icat edemediler.”

    http://www.derindusunce.org/2008/10/23/bati-tek-disi-kalmis-canavar-mi-yoksa-bu-bir-zugurt-tesellisi-mi/

  23. “Özenti” bir yanı ile olumsuz, bir yanı ile olumlu bir eğilimi ifade eder..
    Olumsuz yanı ile Kemalist-TC Batı’ya özenmiş ama kendi toplumunda aydınlanma sürecinin “alt yapısı-tarihi” olmadığı için gülünç de olmuştur! Kabul! (Aynı şekilde Batının tekniğini, bilimini alalım ama bu bilimi üreten toplumsal ilişkileri-kültürü almayalım diyen islamcılar gibi..)
    Ama “özenti” ile özenilen şeyi sonunda beceremeyen, kendini gülünç hale getiren o “özentinin” değersizliğini kanıtlamaz.. Kendi bilinçsizliğini de kanıtlar…
    Ama “özenti” duyulan “iyi şeylerin” önemi-değeri kavranarak “onu” içselleştirme çabası olumlu bir insan davranışıdır. Çocukluğumuzda “özendiğimiz” bir çok şey bir şekilde hayatımızı olumlu ya da olumsuz etkilemiştir…
    Özenti aslında her insan yavrusunun her zaman yaptığı bir işlemdir… Sorun “özenilen” şeyin değeri ve bu “özenme sürecinin” hakkını vererek ne kadar içselleştirebileceğidir…
    Bu bağlamda TC-Kemalizm, Batı özentiliğinde sınıfta kalmıştır; kanıtı AKP ve RTE’dir… Bu Aydınlanma Felsefesinin değil, buradakilerin sefaletidir…

  24. bakın, dünyadan haberi olmayan “çağdaş” kemalistlerin cehaletine bir örnek;

    Bekir Bozdağ isimli bir zat var, iki de bir çıkıp, gereksiz açıklamalarla milletin kafasını bulandırmaya çalışan..!! HİZBULLAH terör örgütünün, Suriye’de Esad rejimini desteklediğini açıklaması üzerine, çıkmış abuk subuk konuşuyor..

    Neymiş efendim, Hizbullah “Allahın partisi ‘’ demekmiş, Esad’ı destekledikleri için, isimlerini değiştirip, HİZBUL -ŞEYTAN koymalılarmış..Yahu sormazlar mı adama.? Siz, bilmem kaçıncı yargı paketi çerçevesinde,167 kişiyi domuz bağı işkencesiyle öldürüp, villaların bahçelerine gömen ve cezaları kesinleşmiş, gözü dönmüş katil hizbullahçıları serbest bırakmadınız mı..? Hem de yargı kararı olmadan.. Hala gözümün önündedir.. Hepsi, ekrandan ‘Nanik’ yaparcasına sırıtarak geçip gittiler ve yurt dışında aldılar soluğu.. Ne arayan var, ne soran..! Ozaman adları neydi, bu katil sürüsünün, sayın Bozdağ..?

    Gerçekten , şu ağzınızdan çıkanları, kulaklarınız bi duysun artık yaa..!! Bi duysun..!!

    http://www.cesmegunesi.com/yazarlar/makale/495/iki-tane-ayyas%E2%80%99in–yaptigi-yasa

    bu yüzden bunların müebbet muhalefete mahkum olmasına şaşırmamalı.

  25. İbn Haldun’un açıkladığı gibi şehirlileşme/medenileşme süreci tamamlanınca, insanların masraflarının artması sonucu israf, zenginlik, rahat yaşamaya alışma, giderek geçmişi unutma, önceki kuşakların kendileri gibi olmadığını aklına getirmeme gibi nedenlerle duraklama ve çöküş başlar.
    Türkiye’deki şehirli, modern, Batılılaşmış Kemalistlerin bu gerileyişi, AKP’nin temsil ettiği yeni iktidar sınıflarının ve güçlenen Kürt muhalefetinin onların yerini almasında bir etken.

  26. Osmanlıca’yı neden yasakladılar?
    Oral Çalışlar
    Radikal

    CHP’lilerin ve laikçi çevrelerin sözcülerinin, din derslerinden çok Osmanlıca’ya tepki göstermelerinin nedeninin, daha derinlerde olduğunu fark etmek zor değil.

    Osmanlıca dersi de, siyasi kamplaşmamızın üzerine yeni bir ayrıştırıcı olarak eklenmiş bulunuyor. Eğitim Şurası’nda bazı tavsiye kararları alındı. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlar; ilkokulların 1-2-3.sınıflarına din derslerinin konulması ve Osmanlıca derslerinin sosyal bilimler liselerinde zorunlu, diğer liselerde seçmeli olması.

    Dikkatimi çeken bir nokta da; zorunlu din derslerinden çok, Osmanlıca dersinin tepkiye ve eleştiriye konu olması. Bu konudaki gerginlik, Meclis’in de gündemine geldi. Başbakan’la CHP Genel Başkanı arasında, polemikler yoğunlaştı.

    DİN DERSİ SEÇMELİ OLMALI

    Din derslerinin zorunlu olmasına, tüm eğitim kademelerinde karşıyım. Her ne kadar bu ders, din dersi değil, “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersi olarak tanımlansa da, “Sünni” perspektifiyle sınırlı bir anlayışla hazırlandığını; ayrıca, öğrencilerin, namaz kılmak, sure ezberlemek gibi zorunlu uygulamalara mecbur tutulduğunu görüyoruz. Tüm “düzeltme” çabalarına karşın, sorunun özünün ortadan kalkmadığını, söyleyebiliriz.

    Ailelerin, devletten, çocuklarına “din eğitimi” istemeleri, doğal bir haktır. Ancak, bu ihtiyaç, seçmeli ders yoluyla çözümlenebilir. Şimdi ise, bu konudaki zorunluluğun kapsamı, daha da genişletiliyor. Üstelik, bu durumu hak ihlali olarak gören bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı da varken.

    OSMANLICA’YA DAHA ÇOK TEPKİ

    CHP’lilerin ve laikçi çevrelerin sözcülerinin, din derslerinden çok Osmanlıca’ya tepki göstermelerinin nedeninin, daha derinlerde olduğunu fark etmek zor değil.

    Osmanlıca’nın yasaklanmasına ve bir “harf devrimi” yoluyla Latin harflerine geçilmesine; bu çevreler tarafından, bir “okuma yazma kolaylığı”nın ötesinde anlamlar atfediliyor. Bu tavır alış; onların bakış açısına göre, “gericilikle kavga”nın, “şeriatçı Osmanlı’dan kopuş”un, en temel atılımlarından birisini oluşturuyor.

    Osmanlı’yı, yeni kurulan devletin sırtında bir yük olarak gören bu anlayış, köklü bir kopuşa ihtiyaç hissetmişti. “Harf İnkilabı”, bu açıdan uzun uzun düşünülmüş, felsefesi zamanla oluşturulmuş bir hamleydi.

    “1928 Harf İnkılabı” döneminde Başbakan olan İsmet İnönü, asıl amaçlarını şöyle anlatır: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(…) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. (…) Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.(İsmet İnönü, Hatıralar, cild 2, sayfa 223.)

    İnönü’nün bu yaklaşımı hiç bir tereddüde yer vermeyecek kadar net ve açık.

    Ancak şu da bir gerçek: Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı’nın ve İslam dünyasının mirası üzerinde gelişti. Bir çok kurum ve gelenek, istense de istenmese de, o zeminden devralındı.

    Osmanlı, bir Arap devleti değildi, kültürü de Arap kültürü değildi. İçinde Türk, Arap, Fars, Ermeni, Rum, Yahudi, Kürt, Çerkes, Laz, Arnavut, Bizans kültürünün de izleri bulunan, zengin ve evrensel boyutları olan bir imparatorluk kültürüydü. Osmanlı’yı toptan reddetmek ve onun yerine başka kökler aramak, ne yazık ki, iyi sonuçlar vermedi. Cumhuriyet dönemi aydınlarının, tek parti sığlığına mahkum oluşunu, düşünce dünyalarındaki kısırlaşmayı; bugün daha net bir şekilde değerlendirebiliyoruz.

    YUMUŞAK GEÇİŞ OLSAYDI…

    Cumhuriyet, yeniyle eskiyi birleştirebilir, Batı’yla Doğu’yu harmanlayabilir miydi? Daha sakin ve kademeli bir geçiş, daha derin bir sentez mümkün olabilir miydi? Bu konuları birçok açıdan tartışabilir, değişik projeksiyonlar yapabiliriz. Sonuç olarak, “kademeli bir geçiş” tercih edilmedi. Arap ve İslam dünyasına, yani kendi Doğu’muza sırt çevirmemiz doğrultusunda, oldukça sert ve “içe kapanmacı” bir “kültürel propaganda” öne çıktı.

    Sorun, Batı uygarlığına yönelmek, o uygarlığın zenginliğini sahiplenmek değil. Osmanlı da yönünü Batı’ya dönmüştür. Ama, Osmanlı; aynı zamanda, “Doğu”yu da içinde barındıran bir vizyonun taşıyıcı ve geliştiricisiydi.

    Osmanlı İmparatorluğu, bir “dünya devleti”ydi. Kendine özgü, karmaşık bir tarihi arka plana sahipti. Osmanlı’dan “köklü kopuş” çabalarının, bir ilerleme olarak sunulması; bana gerçekçilikten uzak geliyor.

    Osmanlı bizim geçmişimiz. Koparıp atmaya kalkmanın bir işe yaramadığını, bir sığlığa yol açtığını şimdi daha iyi görebiliyoruz.

  27. Avusturalyalilarin atalari kriminaldir. Ingilzler hapisteki bütün canileri,suclulari gemilerle oraya atmis..

    Sunu bir dil yaratilabilseydi solcularinda hayali olan Dünya dili.( Esperandomuydu?) icin ugrasilmisti..

    Sen kalk yarim yamalak,cat pat arabca,farsca ögren sonrada bu Sultan dili diye yutur!
    Arablari güldürmüs,türkleri sapsallastirmis,ve saray,mektep disindada halk tarafinda konusulmayan uyduruk bir dil ortaya cikmis.
    Ilginc bir yanda bu dil,hata yazim dilini hicte yunan,sirp,romenler,macarlar Kabul etmemistir.. Yani osmanli imparatorlugunda romalilar gibi bir kültür akitma olmadigi gibi tersine giitigi yerde ne varsa kendisi almistir!

    Osmanlida kültür ne arasin.. O soyguncudur..alir.
    Önce büyük bir misir kültürünü almistir..sonradanda uygarligin merkezi batiya kaydikca pusulasini otarafa cevirmistir..
    Cahil insanlari,cocuklari osmanlinin kendi kültürü varmista dünyayi etkilemis gibi masallarla,yalanlari islemek gecmisimizinde kültürünü olusturuyordu..

    Iranli bir türklerden o igrenc aksaniyla küfürü aklima geliyor tamda oturuyor;
    Gecmisine.. edeyim..
    Osmanli bizim savunulacak gecmisimiz degil elestirilecek bir gecmistir! o yüzdende arastirilmalidir! nazileri,stalinleri arastirdigimiz gibi..
    Gecmisini edeyim!

  28. Aşağıdaki haber, bu olay Aydınlanma Düşüncesinden 200 yıl sonra nasıl yorumlanabilir… Sanırım en iyisi bu olayı 200 yılı yaşanmamış, yok sayarak açıklamak! Günümüzün aklı ile açıklamaya kalkışmak insanı ya “bilmiş, ruhsuz bir robotik” gevezeliğe ya da Din’e hakaretten hapse sürükler…

    E. Yıldızoğlunun alıntısını yeniden aktaracağım…

    ” İslam’ı kim/ne temsil ediyor?
    Ergin Yıldızoğlu… Müslüman halkın içinden çıkan kimi sesler, entelektüeller, “bunlar aşırı akımlar, İslam’ı temsil etmiyorlar. Bunlar gerçek İslam değil, İslam barış, uzlaşma, hoşgörü dinidir” demeye çalışıyorlar…… bunlar ‘aşırı akımlar’ İslam’ı temsil etmiyorlar” … savına, koşullu olarak, katılmıyorum; İslam’ı bugün, bu radikal, totaliter şiddet eğilimli hareketlerin temsil ettiğini düşünüyorum…”
    *************************************************
    Taliban, dün Pakistan’ın Peşaver kentinde daha çok asker çocuklarının gittiği bir okulda kıyım yaptı.Sabah saatlerinde okulu basan saldırganlar çocukları ve öğretmenleri kurşun yağmuruna tuttu. Pakistan tarihinin en kanlı terör saldırısında militanlar, çoğu öğrenci olmak üzere 145 kişiyi öldürdü, kadın öğretmenleri öğrencilerin gözleri önünde yaktı.
    Saldırı tam da Taliban’ın benzer bir saldırıda yaraladığı Pakistanlı genç kız Malala Yusufzay’ın (17) geçen hafta Nobel Barış Ödülü alması sonrası düzenlendi. Taliban sözcüsü, “Ordunun okulunu seçtik, çünkü hükümet bizim ailelerimizi ve kadınlarımızı hedef alıyor. Aynı acıyı yaşatmak istedik” diye açıklama yaptı.
    PAKİSTAN Talibanı dün, ordunun son aylarda artan operasyonlarının “intikamını almak için” ülkenin kuzeyindeki Hayber-Pahtunhva eyaletinin başkenti Peşaver’de daha çok asker çocuklarının eğitim gördüğü bir okulu basarak 145 kişiyi katletti. Ülke tarihinin en kanlı saldırısında, yetkililerin açıklamalarına göre sayıları 6 ila 9 arasında değişen militanlar yerel saatle 10.00 sularında duvarları tırmanıp okula girdikten sonra etrafa rastgele ateş açmaya başladı. Büyük şok yaşayan öğrenciler can havliyle kaçmaya çalıştı, bazısı ölü taklidi yaptı. CNN’e konuşan Pakistan Ordusu Sözcüsü Asıf Bacva, saldırıda yaşları 12 ila 16 arasında değişen 132 çocuk, 10 öğretmen veya okul personeli ve 3 askerin yaşamını yitirdiğini söyledi
    OKULDAN TABUT ÇIKTI
    Bacva, ilk, orta ve lise olarak hizmet veren ve 1099 öğrencinin kayıtlı olduğu okuldan 960 öğrencinin tahliye edildiğini belirtti. Saldırıda en az 124 kişi yaralanırken, saldırıya katılan militanların tamamının öldürüldüğü veya üzerlerindeki patlayıcıları infilak ettirerek öldüğü belirtiliyor. Taliban militanları öğrencileri ve öğretmenleri kurşun yağmuruna tutarken haberi alan aileler dışarıda korkunç bekleyiş içine girdi. Bombalarla döşenen okulda hâkimiyeti sağlamaya çalışan Pakistan ordusu özel birlikleriyle militanlar arasındaki çatışma yaklaşık sekiz saat sürdü. Okuldan öğrencilerin cesetleri tabutların içinde çıkarılırken aileleri sinir krizi geçirdi. 12 yaşındaki oğlunu kaybeden İrşadah Bibi (40) isimli bir anne, “Allah’ım oğlumu niye aldın? Benim çocuğumun ve bütün bu çocukların günahı neydi” diye feryat etti. Saldırıyı, Pakistan Taliban’ı olarak bilenen Tahriki Taliban Pakistan (TTP) üstlendi. Örgüt sözcüsü Muhammed Horasani, açıklamasında da “Ordunun okulunu seçtik çünkü hükümet bizim ailelerimizi hedef alıyor. Saldırıyı, hükümet tarafından öldürülen Taliban üyelerinin intikamını almak için yaptık. Onların da bu acıyı hissetmesini istiyoruz” dedi.
    ********************************
    Din, insanları birleştirmez… Ayırır. Barış getirmez… Ölüm ve acı getirir. Din kişisel, vicdanidir… Topluma ait değildir! İnsana, bireye aittir… Hiç kimse “Allah adına” konuşmaya, eylemeye, iddia etmeye kendinde hak bulamaz…
    Olursa, bulursa… bu “iddiaya” onay verirse katliamların, dinsel saldırıların da “manevi destekçisi” olmuş oluyor.. ..
    İslam halklarının çektiği çile, acı yürek burkuyor… Kendilerine çok kötülük ediyorlar… Ne acı ki, daha da korkunç trajediler yaşanılacak görünüyor…

  29. Gün gelip de Nazlı ılıcak’tan bunları okumak da varmış…
    ““Türkiye, Rönesans’ını yaşıyor.” Bu güzel haberi, Alev Alatlı’dan aldık. Hep karamsar sözler duyacak değiliz ya… Alatlı, içimizi ferahlattı! Diyor ki: “Dini kodları yerleştirmek, bugünün çılgın dünyasında devrimciliktir. Erdoğan, Türkiye’nin şansıdır. Rönesans’ı yaşıyoruz.”

    Rönesans, Batı ile klasik antikite arasında (Antik Yunan filozof ve bilim adamlarının çalışmalarının tercüme edilerek okunması, dogmalardan arınarak, deneysel düşüncenin canlandırılması) bağın tekrar kurulmasını sağlayan bir dönem. Alev Alatlı, muhtemelen, Osmanlıca’ya ve eski Türkçe’ye dönülmesini, Antik Yunan filozof ve bilim adamlarının eserlerinin okunması ve öğrenilmesine benzeterek, Rönesans kelimesini kullanıyor. Ama Rönesans’ta, insanlar, kilisenin dogmalarından kurtularak, Antik Yunan filozoflarıyla aşina olarak düşüncelerini özgürleştirdiler. Bizim sırtımıza ise dogmalarla örülmüş ideolojik bir elbise geçirilmeye çalışılıyor. Her türlü özgür düşünce, giderek tehdit ve tehlike olarak görülüyor…”
    Eskiler der ya “her işte bir hayır var.” Bu öyle bir şey mi? O kadar değil; abartmayalım… Bunlara güvenilmez ama yine de bir “hoşluk” içeriyor…

  30. Afganistan’daki Taliban örgütü, Peşaver’deki saldırıyı kınadı

    Afganistan’daki Taliban örgütü, Pakistan Talibanı tarafından Peşaver’de bir okula düzenlenen ve çoğu çocuk 145 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyı kınadı.

    Örgüt Sözcüsü Zabiullah Mücahid tarafından yapılan açıklamada, “Peşaver’de okula düzenlenen ve çok sayıda kişinin öldüğü saldırı nedeniyle üzgünüz” ifadesine yer verildi.

    Saldırıda hayatını kaybeden çocukların ailelerine başsağlığı dileyen Mücahid, bu tür saldırıların, çocuk ve kadınların öldürülmesinin İslam’a aykırı olduğunu belirtti. Mücahid, “Taliban örgütünün bu tür olayları kınadığını” ifade etti.

    Uzmanlar, Pakistan’daki okul saldırısının Afgan Talibanı tarafından kınamasının, iki örgüt arasında ciddi görüş ayrılığı anlamına geldiğini belirtiyor.

    Pakistan’ın Peşaver kentinden dün, ordu tarafından yönetilen fakat asker ve memur çocuklarının gittiği bir okula, Pakistan Talibanı (TTP) militanları tarafından düzenlenen baskında, çoğu okul öğrencisi 145 kişi hayatını kaybetmiş, 100’den fazla kişi yaralanmıştı.

    PAKİSTAN TALİBAN HAREKETİ
    Tehrik-i Taliban adıyla da bilinen Pakistan Taliban Hareketi, Pakistan’ın federal yönetilen Aşiretler Bölgesinde faaliyet gösteren irili ufaklı çok sayıda örgütün 2007’de bir araya gelmesiyle kuruldu.

    Kendilerine emir olarak Beytullah Mehsud’u seçen örgüt, Molla Ömer liderliğindeki Afganistan Talibanı ile birleşmeyi reddetti. Kendilerine Pakistan’da dine dayalı devlet kurmanın yanı sıra ABD ve NATO güçleriyle mücadele etmeyi amaç edinen örgüt, intihar saldırıları ve gerilla taktikleriyle öne çıktı. Dini ve siyasi sebeplerden zaman zaman sivil unsurları da hedef almaktan çekinmedi.

    Beytullah Mehsud’un 2009’da ABD’nin insansız hava araçları tarafından düzenlenen saldırıda ölmesi üzerine Hakimullah Mehsud ve Waliur Rehman arasında liderlik çekişmesi yaşandı ancak her ikisi de 2013’de ABD tarafından yapılan saldırıda öldürüldü.

    Hem liderlik için örgütte yeni bir mücadele dalgasının ortaya çıkması hem de bazı unsurların hükümetle yapılan barış müzakerelerine karşı çıkması üzerine, ardı ardına kopuşlar yaşanmaya başladı. Şubat 2014’te Mevlana Ömer Kasmi, Ahrar-ul Hind adında yeni bir örgüt kurmak için ayrıldı. Onu, Han Seyid Sajna liderliğinde Güney Veziristan Taliban Hareketi adıyla yeni bir örgüt kuran Mehsud aşireti takip etti. Ağustos ayında ise yedi aşiret bölgesinin dördü, aynı zamanda Tehrik-i Taliban’ın en güçlü komutanları, Tehrik-i Taliban’ı canlandıracağını söyledikleri Cemaat-ül Ahrar’ı kurduklarını açıkladı.

    Pakistan hükümeti ile Tehrik-i Taliban arasında şubat ayında başlayan barış müzakeleri örgütün elinde tuttuğu 23 sınır muhafızını öldürdüğünü açıklaması üzerine çökmüştü.

    http://www.hurriyet.com.tr/dunya/27788870.asp

  31. Bunlar hep böyleydiler
    Ali Sirmen

    ŞİMDİ meydanlarda bağırıyorlar, azınlıkta olmalarına karşın kuru gürültüyle, kendi sultalarını, Refahyol döneminde olduğu gibi sürdürmeye çalışıyorlar. Sorarsanız amaçları dindir.
    Herkes görüyor, onların amacı, din ticareti yoluyla kendi ekonomik, sosyal ve siyasi egemenlikleridir.
    Bunlar ne bugün çıktılar, ne de dün. Bunlar hep vardılar ve hep böyleydiler.
    Bunların ağababaları, 1582 ile 1635 yılları arasında yaşamış olan Balıkesirli Mehmed’dir.
    Tarikat yolunu, meşrebine uygun bulmayıp, vaizlik yapan ve Küçük Kadızade adıyla anılan Mehmed’i mürtecilikte izleyenler kendilerine Kadızadeler adını vermişlerdir ki, aralarında en ünlüleri Üstüvani Mehmed denen Ayasofya vaizidir.
    Sütun dibinde dik oturarak vaaz verdiği için kendisine bu ad takılan Üstüvani Mehmed de, diğer Kadızadeler de, tıpkı Küçük Kadızade gibi, her türlü yeniliğe karşı idiler. Onlara göre, yalnız tütün ve kahve değildi haram olan, güzel sesle Kur’an okumak, cumaları salavat getirmek, na’tı şerif okumak da haramdı.
    Onlar cahil halkı vaazları ile okşayarak, olmadık şeyler söylemişler, bid’at’lara yani Peygamber döneminden sonra ortaya çıkan yeniliklere karşı durmuşlardır.
    Bu konuda o kadar ileri gitmişlerdir ki, Katip Çelebi’nin çekinmeden “bu ahmaklar” diye nitelediği, sözü geçen herif – i naşerifler, komik olaylara da konu olmuşlardır. Nitekim Hüseyin N. Yurdaydın’ın, Naima’dan naklettiğine göre, bir gün bir vaaz sırasında şöyle gülünç bir olay olmuştur:
    ” Dinleyenlerden biri bu vaizlerden birine,
    ‘kaşık kullanmak bir yeniliktir, bu konuda ne dersiniz?’ diye sorar. Vaizin cevabı şöyledir:
    ‘Yemeği elle yesinler.’
    Aynı kişi bu kez:
    ‘Peki kaşıkçı esnafı ne yapsın?’ deyince vaiz, ‘başka iş tutsunlar’ cevabını verir.
    Bunun üzerine aynı kişi şu soruyu sorar:
    ‘Peygamber zamamında çakşır ve don yoktu. Şu halde sizlere göre, bunları giymek de bid’attır, yeniliktir. Onları kaldırır mısınız?”
    Vaiz bu soruya ‘evet, menederiz, peştemal kuşansınlar’ cevabını verince soru sahibi dayanamayarak ‘efendiler halk – ı alemi soyup, baldırı çıplak çöl Arabı kıyafetine sokmak istersiniz’ demekten kendini alamamıştır.”
    Kadızadeler birara işi o denli azıtmışlardı ki, semayı haram saymış, tekkeleri basıp, dervişleri dağıtmış, onları tecdid – i imana, yani iman yenilemeye davet etmişler, birçok insanın haksız yere ölümüne neden olmuşlar, tekkeleri yıkmaya, taş ve topraklarını denize dökmeye başlamışlar, hızlarını alamayıp, padişaha giderek, Peygamber döneminden sonraki bütün yenilikleri kaldırmasını, İstanbul’da Selatin Camileri’nin birer minaresi dışındaki, bütün minarelerin yıkılmasını istemişlerdir. En sonunda Köprülü Mehmet Paşa’nın kendilerini İstanbul’dan sürmesi üzerine, halk bu herif – i naşeriflerin şerrinden kurtulmuştur.
    Bunların Müslümanlık ile falan ilgilerinin olmadığını söylemeye gerek var mı?
    Nitekim, Şehülislam Yahya Efendi, bir şiirinde bunları şöyle anmaktaydı.
    “Mescitte, riya – pişeler itsün, ko riyayı
    Meyhaneye gelkim ne riya var ne mürai
    Onlara bizzat Müslümanlar ve bu arada en seçkin alimlerden Katip Çelebi vermiştir en iyi cevabı.
    Ama bu mürailer Katip Çelebi’den ne anlarlar ki?
    Mümtaz bir alim ve katıksız bir Müslüman olan Katip Çelebi’yi biz kendi aramızda analım yarın.

    http://www.milliyet.com.tr/1997/07/30/yazar/sirmen.html

    Bir 17. yüzyıl aydını
    Ali Sirmen

    DÜN, RP’nin kışkırtmasıyla, önce İstanbul’da sonra Ankara’da, meydanlarda din ticareti yaparak halkı bölmeye çalışan mürtecilerin, 17. yüzyılda ortaya çıkan Kadızadeler’e ne kadar benzediklerini yazmıştık.
    Ama sanılmasın ki, geçmişimiz yalnızca, İslamla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bu herif – i naşerif benzerleriyle doludur. Tarihimizde aynı zamanda, onlarla aynı çağda yaşamış seçkin bilim adamı Katip Çelebi gibi, aydınlar da vardır.
    Hacı Kalfa adıyla da anılan Katip Çelebi (1609 – 1659)’nin Keşfu’z Zunun adlı eseri o döneme değin, İslam dünyasında, tarih, coğrafya, düşün ve devlet hayatı konusunda yazılmış olan tüm eserler hakkında bilgi veren bibliyografyadır ki, doğu ve batıda yüzyıllar boyu bir başvuru yapıtı olarak kabul edilmiştir.
    Katip Çelebi, her ne kadar Cihannüma adlı yapıtında, evren konusunda Kopernicus’un daha o sırada tartışılmakta olan, görüşüne itibar etmeyip, Batlamyus’un teorisinden yana olmuşsa da, devletin yapısı konusunda, Düstüru’l Amel fi İslahi’l Halel adlı yapatında (ki bu aslında Osmanlı Devleti’nin islahı konusunda toplanan bir heyete sunulan rapordur) Platoncu görüşten ayrılarak, o düşünceden çok daha ileri gitmiş olan ünlü İslam düşünürü, İbni Haldun’un uzviyetçi (biyolojist organik) görüşüne yaklaşır ve hatta onu aşar. Çünkü, toplumların da, tıpkı canlı organizmalar gibi, ortaya çıkış, gelişme, güçlenme, sonra zayıflayıp, dağılıp, yokolma süreçleri olduğunu, bu evrelere dışardan yapılacak bir müdahalenin sonuç vermeyeceğini öngören İbni Haldun’un tersine, Katip Çelebi, zayıflama ve yokolmanın dışardan yapılacak müdahalelerde, tümüyle ortadan kaldırılamasa bile, yavaşlatılıp geciktirilebileceğini söylerek, iradeci bir katkıda bulunmuştur.
    Katip Çelebi, yukarıda sözünü ettiğimiz raporunun fazla bir sonuç vermeyeceğini okunmadan hasıraltı edileceğini biliyordu, ama o bir aydın olarak kendine düşen görevin, memleketin hayrına doğru bildiğini söylemek olduğuna inanıyordu.
    Ders vermeyi ve öğrenci yetiştirmeyi en büyük ibadet olarak kabul eden Katip Çelebi başkalarına verdiği feyizden ücret isteyen kişiyi de eksikli saymaktaydı.
    Katip Çelebi özellikle bid’at, yani Peygamber’den sonraki yenilikler konusunda çağında yaşamış olan Kadızadeler’e sert eleştiriler yöneltmiş, tütünün, müziğin ve kahvenin bu nedenle yasaklanmasına karşı çıkmış bir bilim adamımızdı. Halkın kabul ettiği yeniliklere bid’at diyerek karşı çıkmanın bir anlamı olmadığını, onları inançlarında ve davranışlarında serbest bırakmak gerektiğini söyleyen Katip Çelebi, sun’i padişahların bid’atları kaldırmak için nice vuruş kırışlar etmiş olduklarını ama bunun bir işe yaramadığını belirtmekte ve Tanrı’nın elçisinin görevinin yalnızca bildirmek olduğunu buna uyup uymamanın halka kaldığını söylemektedir.
    “Peygaremizden sonra gelen devirlerde her çağın halkı kendi adetlerini, Peygamber’in sünnetlerine uydurmaya çalışsalar, kendilerinin bu sünnetlerden ne kadar uzaklaştıklarını görürler, insaf edip herkes kendisini yoklasa, Peygamber’in sünnetine uymakla hiçbir ilgisi bulunmadığını açıkça görür. Bu aykırılıklara şaşmamak gerekir. Çünkü bunlar zamanın ve mekanın başkalığından ileri gelir” demektedir.
    Düşünceleri, adetleri, töreleri, mezhep farklarını ortadan kaldırmak isteyenlere karşı çıkan Katip Çelebi herkesi kendi vicdanında serbest bırakmayı öngörür. Bu bilgileri yapıtından derlediğimiz Hüseyin G. Yurdaydın’a göre, Katip Çelebi’nin bu düşünceleri, bugünkü laik devletin temelini oluşturmaktadır.
    Dört yüzyıl önce yaşamış olan Katip Çelebi bize ne kadar yakın, bugünkü mürteciler ise ne kadar uzak değil mi?

    http://www.milliyet.com.tr/1997/07/31/yazar/sirmen.html

  32. Yazı ve Medeniyet
    Mehmed Şevket Eygi

    BUNDAN üç, dört bin yıl önce Mezopotamya’da medenî toplumlar, güçlü devletler varmış.Bunlar kil (toprak) tabletler üzerine çivi yazısıyla yazılar yazarlarmış. Sonra bunları fırında pişirirlermiş. Dünya müzeleri bu gibi tabletlerle doludur. Medeniyet demek yazı demektir. Bundan üç, dört bin yıl önce elektrik yoktu, buhar gücü bilinmiyordu, bugünkü cihaz ve makineler icat edilmemişti. Lakin yazı olduğu için medeniyet vardı.

    Zamanımızda bir toplum bütün modern aletleri, cihazları, makineleri, vasıtaları bol bol kullansa, fakat yazı bakımından geri olsa, o topluma tam medenî bir toplum denilemez.

    Türkiye Müslümanlarında gerekenden ve haddinden fazla cep telefonu var. Büyük bir kısmında lüks otomobiller var. Evlerimiz elektrikli ve elektronik cihazlarla dolu. Otomobillerimiz mükemmel asfalt yolların üzerinden yağ gibi kayarak hızla gidiyor. Trenden önce, İstanbul’dan Ankara’ya on dört günde gidilirmiş. Şimdi uçakla 45 dakikada gidiliyor.

    İnternet vasıtasıyla dünyanın öbür ucuna birkaç saniyede ulaşabiliyorsunuz. Büyük marketlerde, dünyanın her yerinden gelmiş tüketim malları sergileniyor.

    Yazı yoksa bütün bunlar medenî olmaya yetmez.

    İşin başı yazıdır.

    Nasıl yazılar?.. Faydalı, değerli, kalıcı yazılar.

    Pazar günü tirajı yüksek bir gazete alıyorsunuz, çeşitli ekleriyle yüz sayfadan fazla. Karıştırıyorsunuz, içinde faydalı, değerli, kalıcı bir tek yazı yok. Böyle yazılarla da medeniyet olmaz.

    Gelelim Türkiye’de çoğunluğu teşkil eden Müslümanların yazı ve basın durumuna. Maalesef son derece geriyiz bu sahada.

    Ciddi dergilerimize bakınız, genellikle her biri, bir iki bin basıyor. Yetmiş iki milyonluk Türkiye’de en yüksek tirajlı İslâmî dergi sanırım haftada 20 bin basabiliyor. otuz sekiz buçuk milyon nüfuslu Polonya’da, haftalık Nie dergisi 780 bin tiraja sahip.

    Maaşallah son yıllarda yayıncılık konusunda bir patlama görülüyor. Lakin tirajlar çok düşük. Müslüman halk okumuyor. Müslüman halkın evlerinde kütüphane odası veya büyük bir kitap dolabı yok. Müslüman halk aylık bütçesinin belli bir kısmını kitaba, kültüre, sanata ayırmıyor. Medenî ülkelere bakıyorsunuz, toplu taşıma vasıtalarında herkesin elinde bir kitap, okuyup duruyorlar. Bizde otobüste, metroda, banliyö treninde kitap okuyan binde bir bile değildir.

    Elli küsur yıldan beri İslâmî kesimde birtakım dinî hizmet ve faaliyetler yapılıyor. Bunların çoğu şifahî hizmetlerdir. Fikirlerimizi, görüşlerimizi yazıya dökemiyoruz, yazılı davet yapamıyoruz.

    Söz uçar gider, yazı kalır.

    Dev bir dernek veya vakıf, muazzam bir bütçesi var. Niçin her yıl birtakım değerli, faydalı, kalıcı kitaplar, kitapcıklar, broşürler çıkartmıyor?

    Büyük bir caminin yardım derneği var, darphane gibi para kesiyorlar. Bir tek broşür bile yayınlamamışlar.

    Benim yaşım müsait, elli senedir Müslüman kesimde binlerce, on binlerce belki de yüz binlerce konferans, konuşma, sohbet, açıkoturum ve saire yapıldığını biliyorum. Bunlar hep şifahî kültürdür, konuşulur, konuşulur, konuşulur ve neticede hiçbir şey kalmaz. Yahu, faydalı konuşmaların hiç olmazsa bir kısmını yazıyla sağlama bağlasak olmaz mı?

    Müslümanlar kurtulmak ve öz vatanlarında hür ve izzetli bir hayat sürmek istiyorlarsa mutlaka medenî, şehirli ve yazılı Müslüman olmak zorundadırlar.

    Şifahî toplumlar haklarını, hürriyetlerini, haysiyetlerini, kimliklerini, kültürlerini koruyamazlar.

    Rasgele yazıyla da olmaz. Büyük harfle yazıyorum: YAZILARIN DEĞERLİ, FAYDALI ve KALICI OLMASI GEREKİR.

    Fazla bir değeri olmayan, ipe sapa gelmez yazıların kıymeti yoktur.

    Bendeniz iyi bir konuşmacı değilim, buna rağmen sayısız teklifler alırım. “Efendim, derneğimizde veya vakfımızda bir konuşma yapınız, bir konferans veriniz…” Şimdiye kadar “Bir broşür hazırlansın da onu basalım” teklifiyle karşılaşmadım. Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle bir broşür hazırlamam istenmişti, ona da genel merkez razı olmamış, kaldı.

    Bundan yüz elli sene önce yapılmış bir sohbeti bilmiyoruz. Yazıya dökülmüş ve basılmış olsaydı bilecektik.

    Zamanımızda insanlar okuma alışkanlığını kaybettiler.Çok kısa metinli, çok ilgi çekici, çok faydalı, çok kolay okunup anlaşılan, faydalı, kalıcı, değerli broşürler çıkartılması gerekir.
    Birtakım büyük cemaatler, vakıflar, kuruluşlar niçin bu gibi hizmetleri yapmıyorlar?

  33. Tartışma noktası: ulusçuluk

    Demir Küçükaydın, ‘Tersinden Kemalizm’de günümüz dininin, ulusçuluğun temellerini tarif ediyor. Eleştirinin hedefinde İsmail Beşikçi var

    ORHAN GÜNEŞDOĞMUŞ

    TERSİNDEN KEMALİZM
    Demir Küçükaydın, Araf Yayınevi, 2004, 408 sayfa, 10 YTL.

    “Bir söz vardır, ‘Ben düşmanlarımdan kendimi korurum, Allah beni dostlarımdan korusun’ diye. Beşikçi’nin dostlarıdır ona en büyük kötülüğü yapanlar. Türk devletinin en basit olguları dile getirdiği için zindanlarda çürüttüğü bu insana, olguları yorumlarken dayandığı teoriler ve yöntemin daha derin ve temel konularında kimsenin bir şey söyleyecek hali kalmamıştır. Bunun devlet tarafından kullanılma ve yanlış anlaşılma olasılığı vardır. Devletin zaten vurduğuna bir de sen vurur duruma düşmek istemezsin.”
    Demir Küçükaydın, İsmail Beşikçi’yi eleştirdiği ve Marksist ulus, din ve üstyapılar teorilerini ele aldığı kitabı Tersinden Kemalizm’de, yukarıda alıntılanmış satırlarla aynı zamanda özeleştirisini veriyor bu konuda.
    Küçükaydın eleştirisine Beşikçi’nin ‘Alevilerde Kafa Karışıklığı’ adlı yazısını konu alıyor. Beşikçi’nin yazısında sunduğu temel fikir, Aleviliğin İslamiyet içerisinde bir mezhep olmadığı, tıpkı Hıristiyanlık, Musevilik, Müslümanlık gibi ayrı bir din olduğu. Yani Beşikçi Alevilerin maruz kaldıkları baskıyı ortadan kaldırabilmeleri için önce kendi aralarındaki ‘kafa karışıklığını’ yok etmeleri, bunun içinde bir mezhep olarak tanınma mücadelesi vermektense Aleviliğin ayrı bir din olduğunun savunulması gerektiğini söylüyor.
    Beşikçi’nin bu fikri birçok Alevi çevresinde tartışma yarattı. Alevilerin büyük çoğunluğu ‘hayır Alevilik İslamiyet içinde bir mezheptir’ savunusuna geçtiler.
    Ama hiç kimse bu noktada ‘din nedir’i; devletin bir dini tanımasının ne demek olduğunu; bir bilim adamının dini inanç, mezhep ya da ayrı bir din olarak tanımlanan kesimlere ne yapmaları, nasıl davranmaları gerektiğini söylemesinin ne anlama geldiğini tartışmadı.
    İşte Küçükaydın bunu yapıyor. Beşikçi’yi burjuvazinin ‘din’ tanımını paylaştığı; din kavramının politik ve sosyolojik anlamlarını karıştırdığı; bir inancın taraftarlarının, inançlarıyla iç tutarlılıklarını sağlamaya çalışmakla meseleye bir bilim adamı olarak değil teolog olarak yaklaştığı için eleştiriyor. Ve bu eleştirilerinin sonucunu ‘din’ kavramının aslında ne anlama geldiğini sorgulayarak, burjuvazinin ‘din’i olan uluşçuluğun eleştirisine; bir ulus teorisi olmadığı gibi burjuvazinin ‘din’i tanımlayışını sahiplendiği için bir ‘din’ teorisi de olmayan Marksizmin eleştirisine getiriyor.
    Küçükaydın’a göre; ‘din’i üstyapı kurumun bir parçası, bir inanç olarak tanımlayan burjuvazinin kendisidir. Onu bu özel alana hapsetmiştir burjuvazi ve yerine kendi dinini koymuştur; ulusçuluğu. Aslında din üstyapı kurumunun bir parçası değil üstyapı kurumunun bizzat kendisidir. Tüm toplumsal örgütlenmeyi ve organizmayı belirleyen dinin kendisidir.
    Küçükaydın, ‘Marksizm’in Doğuştan Günahı’, ‘Marx Sonrası Din Teorisi’, ‘Kıvılcımlı’da Din Teorisi’, ‘Frankfurt Okulu: Akılcılığın Akıldışılığı’, gibi başlıklar altında din ve ulus teorileri konusunda yaptığı tespitlerin ardından şöyle ekliyor: “(…) dinin bütünüyle üstyapı olduğu anlaşılınca, başka bir uygarlık tasavvurunun, başka bir ‘din’ olduğu ortaya çıkar. O halde sosyalizm bir ‘din’ olmak zorundadır. Ayrı bir uygarlık tasarısı demek, ayrı bir üretim ve yaşama tarzı, ekonomi ve üstyapının tümüyle ayrı bir örgütlenmesi ve din de tümüyle üstyapı demek olduğundan, ayrı bir ‘din’ olmak demektir.”
    ‘Sosyalizm bir ‘din’ olmak zorundadır’ gibi bir iddia dışardan bir hayli ters ve prokavatif bir ifade gibi gözükebilir. Daha önceki kuşaklarda da ‘sosyalistlerden’, ‘komünistlerden’ ‘din’e yönelen hatta dini bir motifi olan politik hareketlerin içerisinde yer alan, bu hareketlere önderlik edenler de olmuştu. Bu ifadeden de belki ilk bakışta böyle bir anlam ya da buna gönderme yapan bir anlam çıkabilir, fakat Küçükaydın’ın ortaya koyduğu din tanımı ve beyinlerde yer etmiş olan ‘din’ tanımı birbirinden bir hayli farklı. Bunun en güzel örneklerini de kitabın, modern toplum öncesi yapılarının, komünün (örneğin Alevi bir topluluk) üstyapısı olarak dinin (Aleviliğin) incelendiği bölümlerde veriyor.

    http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=3556&tarih=05/03/2010&ek_tarihi=yok

  34. Katastrofik başarıdan geri dönüş mümkün mü?
    M.Şükrü HANİOĞLU
    Sabah

    “Osmanlıca” öğretilmesi tartışması “dil sorunumuz”un bağlamından çıkarılarak ele alınmasına yol açtı. Bunun sonucunda “Arap alfabesine dönülerek,” “Türkçe”nin yerini “Osmanlıca”nın alacağı benzeri tezlerin dile getirildiği münakaşa kavram kargaşasına dönüştü.

    Alfabe ve ilericilik

    Her şeyden önce “dil sorunumuz”un alfabeden bağımsız incelenmesi gerekmektedir.

    Diller farklı alfabelerle yazılabilir. Örneğin Türkçe, Arap alfabesinde bulunmayan “p, ç, j ve kef-i Farsî” harflerinin eklenmesiyle oluşturularak uzun süre kullanılan alfabeyle yazılabileceği gibi diğerleri ile de kaleme alınabilir.

    Misâller verecek olursak, Evangelinos Misailidis’in Atina’da yayınlanmış bir romandan uyarlayarak kaleme aldığı Temâşâ-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş Yunan harfleriyle yazılmıştır.

    Hovsep Vartaryan’ın, edebiyat tarihçilerinin ilk Osmanlı romanı olduğunu savundukları Akabi Hikâyesi ise Ermeni harfleri ile yayınlanmıştır.

    Uzmanlar on dokuzuncu asırda otuz civarında Ermeni harfli Türkçe dergi neşrolunduğunu belirtmektedir.

    Kafkasya ve Orta Asya Türk kavimleri ile Gagavuzlar ise uzun süre Kiril alfabesini kullanmışlardır.

    Dolayısıyla 1928 öncesinde kullanılan alfabenin “Araplık” vurgusu üzerinden “ilericilik- gericilik” bağlamında tartışılması anlamsızdır.

    Alfabeler son tahlilde birer “araç”tır.

    Bir alfabenin “ilerici” diğerinin “gerici” ya da birisinin “asrî” öbürünün “çağdışı” olması mümkün değildir. Bu benzetmeler diğer araçlara, örneğin kerpeten ve mengeneye “ilericilik” ya da “gericilik” atfedilmesinden farklı değildir.

    Bunun yanı sıra Batı ülkelerinde yaygın biçimde kullanılan Latin alfabesine geçişin Batı medeniyeti ile daha uyumlu bir toplum yaratacağı tezi de temelsizdir. İbranî alfabesi kullanan İsrail bu uygarlık ile Latin alfabesine sahip pek çok ülkeden daha fazla eklemleşmiştir.

    Benzer şekilde Latin alfabesi kullanan Arnavutlar değil Yunanlılar Batı medeniyetinin kurucusu olarak görülmektedir. Bu nedenle tartışmamızın “alfabe”ye yüklenen değerler ve semboller üzerinden yapılması bizi yanlış istikamete götürür. Alfabeler için önemli olan onlar aracılığıyla yazıya dökülen dile ne denli uygun oldukları, işlevsellikleridir.

    Batı Türkçesinin dönüşümü

    Dolayısıyla sorunumuz Türkçenin 1928 öncesinde farklı bir alfabeyle yazılmış olması değil, onun bilhassa 1930’larda ivme kazanan ve Güneş Dil Teorisi gibi anlamsızlık rekoru kıran kuramlar çerçevesinde doğal olmayan bir dönüşüm geçirmiş olmasıdır. Dönem milliyetçiliği bu çerçevede “arındırma, temizleme, ulusa ait olmayanı olanla ikame etme” iddiasıyla dil üzerinde kapsamlı bir operasyona girişmiş ve Geoffrey Lewis’in ifadesini kullanacak olursak “katastrofik bir başarı” sağlamıştır.

    Dönemin rejimi, aşırı milliyetçi karakterli ve bilhassa Arapça ve Farsçaya ilişkin yorumlarında ırkçı vurgular taşıyan bu operasyonla “neolitik çağda uygarlığın temellerini atan proto Türkler” ile 1930’lar Türkiyesi arasında kara bir delik olarak görerek paranteze almaya çalıştığı Osmanlı tarihi gibi “Osmanlıca” olarak adlandırdığı dili de ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.

    Bu çerçevede yaygın kullanıma karşın bu dili “Osmanlıca” olarak adlandırmanın yanıltıcı olduğu vurgulanmalıdır. Lehçe-i Osmanî ve Kavâid-i Osmaniye benzeri eserlerde “Osmanlıca” ifadesi kullanılmışsa da lisanın aslen Türkçe olduğu vurgulanmıştır. “Osmanlıca” bu bağlamda Türkçenin bir kolunun uzun bir süreç sonrasında aldığı yeni şekle vurgu yapmak için kullanılmıştır.

    Nitekim 1876 Kanun-i Esasîsi, Eğinli Said Paşa’nın girişimiyle “Türkçe”nin devletin resmî lisanı olduğunu vurgulamış, Şemseddin Sami Fraşeri ise Kamus-i Türkî’de “Osmanlıca nâmıyla şöhret bulan” lisanın “Garb Türkçesi” olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık 1935’te Osmanlıcadan-Türkçeye ve Türkçeden Osmanlıcaya cep kılavuzlarının yayımıyla “Osmanlıca” ayrı ve yabancı bir lisan olarak kavramsallaştırılmıştır.

    Dil milliyetçiliğinin en aşırı örneklerinden birisi olan Türk Dil Devrimi kısa süre içinde halktan kopuk seçkinlerin yazı dili olarak kavramsallaştırdığı “Osmanlıca”nın yerine tarama faaliyeti ile üretilen kelimeler aracılığıyla yeni bir Türkçe yaratmıştır.

    Bu yeni lisan eskisine kıyasla çok sınırlı bir kelime hazinesine sahip olmuştur. İlginç olan Macarcadan Yunancaya, İtalyancadan Fransızcaya kadar pek çok lisandan sözcük almış olan Batı Türkçesinde bu süreçte öncelikli olarak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin elenmesidir.

    Örneğin “anahtar, fantezi, fener, liman, mermer, temel” benzeri Yunanca kelimeler muhafaza edildikleri gibi bunlardan yeni kavram ve metaforlar üretilmiştir. Benzer şekilde on sekizinci asır sonundan itibaren dile giren çok sayıda Fransızca kelime de kullanımda kalmıştır.

    Burada genellikle düşülen hata “arındırma” yoluyla lisanı fakirleştirmenin milliyetçi ve popülist yaklaşımlar çerçevesinde meşrulaştırılmasıdır.

    Bu süreçte sadece divan şiirinde kullanılmış ağdalı metaforlar ve imparatorluk bürokrasisinin hiyerarşik hitap klişeleri değil soyut kavramsallaştırmaları ifade için kullanılan çok sayıda kelime de kaybedilmiştir.

    Bu gelişmeyi “halk bunları bilmiyordu” tezi çerçevesinde meşrulaştırmak hatalıdır. Her toplumda avam ve havass farklı diller kullanır.

    Bu doğaldır; örneğin bir felsefe çalışmasının ya da bir tefsîrin beş yüz kelimelik bir dağarcıkla yazılması mümkün değildir. Günümüzde de köy kahvesinde “aşkıncı değerler üzerinden kavramsallaştırma” benzeri bir ifade dile getirildiğinde bunun pek çok kişi tarafından anlaşılmaması doğaldır. Ama bu söz konusu kelimeleri dilden atmamızı, kullanımlarını yasaklamamızı gerektirmemektedir.

    Dönüş mümkün mü?

    Bu “devrim”in dilimizi fakirleştirmenin yanı sıra onu gerçekleştirenlerin hedeflediği kültürel kopukluğu yarattığı ortadadır.

    Ancak “devrim” savunucularının, “Araplaşacağımız” dehşetine kapılanların korkmasına gerek yoktur.

    Katastrofik başarıdan geriye dönüş mümkün değildir.

    Yapılabilecek olan 1928 öncesinde kullanılan alfabeyi öğreterek basılı kolay metinlerin sökülebilmelerini sağlamanın ötesine gidemez.

    Üniversite mezunlarının on senelik eğitim sonrasında yabancı dilde basit cümleler kuramadığı bir maarif sisteminde bunun ne düzeyde yapılacağını tahmin etmek de zor değildir.

    Batı Türkçesi ırkçı vurgular taşıyan bir dil milliyetçiliği elinde farklı ve zenginlikten yoksun bir lisana dönüşmüştür. Doğal olmayan bir süreçte kaybedilen eski lisanı, doğduğu, geliştiği bağlamlar ve evrimleri yeniden üreterek canlandırmak ise ne yazık ki imkânsızdır.

    Dil milliyetçiliği ve popülizmin kurbanı olan eski dili canlandırmak mümkün değildir. Bu nedenle katlandığımız maliyet ise derin bir kültürel kopukluktur

  35. Kücükaydinin görüslerini ayrica iyi bir tartisilmalidir.
    Acikca okumakta güclük cekiyorum.

    Su görüsler tamamen cöplük vede yanlistir.

    Din üstyapi degildir. Bu ilkel toplumlarda gecerlidir. Kabile toplumlarda öyledir.. Kabile Toplumundan yeni cikmis müslümanlar icin gecerlidir..
    Üstyapinin icine ateist,bilim adamlarida,yazarlarda vs girer..

    Marksin Dini allahi varsa oda bilimdir!! Ahlakla bilim yapilmaz.. dinle asla!

    M:Görkinin böyle uyduruk görüsü vardi.Tanri arayislari..Yeni birsey degil..

    Dinin afyon tesirini maalesef kücükaydinada vurmus..Marksi ters görüyor.. Birakirsa su din afyonunu bilimsel görecektir..

  36. Bütün bir tarihin hep olumsuz yönlerini öne çıkarıyorsunuz, uygarlığını, sanatını, edebiyatını, felsefesini, kelamını, tasavvufunu, heterodoks akımları-hatta dinsizlik akımlarını, diğer kültürlerle etkileşimini, en önemlisi de, bugünün, dünün devamı olduğunu, tarihin olmuş bitmiş bir şey değil, günümüze etki etmeye devam eden bir süreç olduğunu unutuyorsunuz.

  37. RTE’nin “Düşünmezsen Kürt sorunu yoktur” sözü bu konuyu iyi açıklıyor aslında. İnançlar, dinler, uluslar düşündüğün sürece vardır. “Düşünmezsen yoktur”

  38. Erdoğan: Bu Türkçeyle Felsefe Yapamazsınız

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkçenin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapılamayacağını söyledi. Erdoğan, “İlim merkezi cazibe merkezi Semerkant’ı, Buhara’yı, Konya’yı, İstanbul’u bugün bu topraklarda bir kez daha kurabiliriz. Yeter ki en başta kendimiz buna inanalım.” dedi

    Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen TÜBİTAK 2014 Yılı Bilim Özel ve Teşvik Ödülleri Töreni’nde bir konuşma yaptı. Erdoğan, konuşmasında ilk olarak eğitimle ilgili değerlendirmelerde bulundu: “Bizde eğitim ilkokuldan başlayarak üniversite son sınıfa kadar bir formatlama süreciydi. 7-8 yaşında çocuklara her Sabah baskı rejimlerinde olduğu gibi koro halinde bir ezberi okutmak özgürlükle ya da özgür zihinler yetiştirmekle bağdaşabilir mi? Kimin hangi okula gideceğine ya da gidemeyeceğine devlet karar verebilir mi? Herkesin girdiği bir sınavda bazılarına kat sayı engeli koymayı daha en başta yarışta dezavantajlı konuma getirmeyi adaletle eşitlikle özgürlükle izah edebilir miyiz? Üniversite okuyan gençlerin kıyafetlerini, sakallarını, bıyıklarını on yıllar boyunca bu ülkenin gündeminde tutmayı üniversiteleri bununla meşgul etmeyi bilimle izah edebilir miyiz? Düşüncelerinden dolayı bilim insanlarının özgürlüklerini elinden almayı, hatta onları sürgüne göndermeyi ilimle bu toprakların kültürüyle birikimiyle denk düşürebilir miyiz? Hatırlayalım. 1402 sayılı sıkıyönetim kanununa bir ek yaptılar. Önemli bir kısmı üniversite hocası olan 5 bin kamu çalışanının işine son verdiler, sokağa terk ettiler. Bunların hepsi yetişmiş profesörlerdi, doçentlerdi. 10 yıllar boyunca ülkemizde bunlar yaşandı.”

    “HALA 1940’LARDA YAŞAYAN AKADEMİSYENLER VAR”

    Siyaset gibi üniversite bilimi ve fikrinin de bir çerçeve içine alınmak, belli kalıplara, belli sınırlara hapsedilmek istendiğini savunan Erdoğan, “Şu anda dahi üniversitelerimizde 1940’ların dünyasında yaşayan o günlere takılıp kalmış akademisyenler var. Elbette bir çeşitlilik olarak, bir numune olarak onların da fikirlerine saygı duyacağız. Ama bu zihnin, bu fikrin bütün bir eğitim sistemini, üniversite sistemini, bilim atmosferini karartmasına ve zehirlemesine müsaade vermemeliyiz.” diye konuştu.

    Türkiye’de siyasetin, hukukun, toplumsal hayatın hızla normalleştiğini söyleyen Erdoğan, “Üniversite ve bilim dünyasının da hızla normalleşmesini sağlayacağız. Bizim çocuklarımız, gençlerimiz, bilim insanlarımız yurt dışına gitmeye gerek duymayacak, ülkelerinde o gerekli atmosferi bulacaklar. Yurt dışına gidenler cazibe merkezi olan ülkelerine süratle inşallah geri döneceklerdir. Az önce 300’e yakın akademisyenimizin geri döndüğünü duymak bizim için önemli bir haberdir.” ifadelerini kullandı.

    “SEMERKANT’I BUHARA’YI TEKRAR KURABİLİRİZ”

    Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bununla birlikte bugün dünyanın her yerinden öğrenci çektiğimiz gibi akademisyen, bilim insanı, araştırmacıyı cezbedecek hale getiriyoruz ülkemizi. Gerek YÖK gerek TÜBİTAK, şu anda biliyorsunuz yurt dışına sürekli lisans doktora öğrencilerini gönderiyor. Niye? Oralara gitsinler, yetişsinler, tekrar ülkemize dönüp burada da gelecek nesilleri yetiştirsinler. Bakanımız rakamlar açıkladı. Bunlar sıradan olaylar değil. Bunlar ilk yaşadığımız olaylardır. Güçlü bir ülkeyiz, en önemlisi bunu inşa edecek tarihi bir tecrübeye sahibiz. İlim merkezi cazibe merkezi Semerkant’ı, Buhara’yı, Konya’yı, İstanbul’u bugün bu topraklarda bir kez daha kurabiliriz. Yeter ki en başta kendimiz buna inanalım. Burada büyük bir hayal kırıklığımı da sizlerle paylaşmak isterim. 2002 sonunda göreve geldiğimizde bizim en fazla önem ve öncelik verdiğimiz konu eğitim öğretim olmuştur. Bunun yanında üniversite dedik, o zaman 75 üniversitemiz vardı. Şimdi 175 üniversitemiz var. Şimdi üniversite olmayan ilimiz yok. Ta Iğdır’daki Hakkari’deki genç, mali imkansızlıklar sebebiyle ‘acaba ben üniversite okuyabilecek miyim’ diye düşünmeyecek. O gidemeyebilir ama biz üniversiteyi onun ayağına götürdük. Kendi ilinde evinden çıkıp üniversitede tahsilini yapabilir. Biz bilim dedik, inovasyona araştırmaya geliştirmeye yatırımlar yaptık. 0,50’de olan Ar-Ge çalışmalarına destekte bir hedef koyduk, dedik ki ‘bu yüzde iki’ olacak. Milli gelirin yüzde ikisini Ar-Ge’ye ayıracağız. Bu konuda güzel gelişmeler oldu. Hedefi henüz yakalamış değiliz. Yüzde 1’e geldik. Tabi bu arada bir şey oldu. O da neydi, şimdi özel sektör de adım atmaya başladı. Özel sektör araştırmaya geliştirmeye büyük önem veriyor. Daha önce özel sektör hep hazıra yükleniyordu. Ama şimdi kendileri başladı.”

    “GİZLİ YAPI TÜBİTAK İÇİNDE BÜYÜDÜ”

    Erdoğan, ardından sözü paralel yapı iddiasına getirdi: “TÜBİTAK’ı bu ülkenin bilim politikalarına istikamet çizecek bir merkez olarak güçlendirdik. Niyetimiz tamamen burada özellikle kaliteyi yükseltmek, hedefimiz gayemiz bu ülkede bilimin desteklenmesiydi. Ama ne oldu? Bir gizli yapı sinsice TÜBİTAK’ın içinde büyüdü, adeta bir ur gibi gizlice bünyeyi sardı, bünyeye hakim oldu ve başka gayelere hizmet etmeye başladı. Bilim üretmesini, bilimi teşvik etmesini beklediğimiz TÜBİTAK kendi ülkesinin cumhurbaşkanını, başbakanını, genelkurmay başkanını, bakanlarını dinlemek gibi uluslararası istihbarat servislerine hizmet vermek gibi haince bir planın zemini oldu. Kriptolu telefon ürettik dediler diyorlar, bunu devletin üst düzey yöneticilerine veriyorlar. Ve sonra ellerindeki şifrelerle bu telefonları dinleyip bir yerlere servis ediyorlar. Burada sadece ihanet yok, burada çok ciddi bir ahlaksızlık da var. Ayrıca burada sadece kendi vatanına kendi milletine ahlaksızlık ihanet değil bilime ihanet, tüm bilim camiasına yönelik ahlaksızlık da var. Kendilerine verilen imkanları bilim için insanlığın yararı için kullanmak yerine, vatana ihanet için kullanan kişi bilim camiasının yüz karasından başka hiçbir şey değildir.”

    “MUSEVİ VATANDAŞTAN ALDIĞI ÖĞÜT”

    Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra yaşadığı bir anısını aktardı: “Bir Musevi vatandaşımız, İstanbul belediye başkanı olduğum zaman beni ziyarete gelmişti. Şu anda rahmetli oldu. Maalesef öldürdüler kendisini. Ve bana dedi ki ‘bizim başarımızın sırrı nedir biliyor musun başkan’ dedi. ‘Nedir’ dedim. ‘Üç şey’ dedi. ‘Bir; insan yönetimi, iki; bilgi yönetimi, üç; para yönetimi’ dedi. ‘Biz bu üç şeyi başardık ve dünyanın en güçlü etnik yapısı haline geldik’ dedi. Bakın burası çok ama çok önemli. Benim için o yönlendirici bir hedefti. İnsanı yönetmek gerçekten çok önemli, bilgiyi yönetmek çok önemli. Öyle bir bilgi vardır ki siz onu rahatlıkla ranta dönüştürür, paraya dönüştürür ve sürekli onun neticesini alırsınız. Onun patenti sizdedir. Onun yanında parayı yönetmek çok çok önemli. Eğer parayı başarıyla yönetebiliyorsanız onun da neticesini alırsınız. Şu anda ben TÜBİTAK’ı da bu ilim camiasının yüz karalarından aktarma süreci olarak görüyorum. Bilgiyi ülkemiz için insanlarımız için önemli bir yönetim amacı olarak kullanma noktasında TÜBİTAK’ı hedef olarak görüyorum. Oradan elde edilecek hasılanın da bu ülke için çok önemli kaynak olduğunu ifade etmek istiyorum.”

    “PARALEL YAPI İLE MÜCADELE KAZANILMIŞTIR”

    Erdoğan, “Türkiye paralel yapıyla olan mücadelesini kazanmıştır, Allah’ın izniyle kazanmaya devam ediyor. Bu bir özgürlük mücadelesiydi, önümüzde engeldi, şimdi bu açığa çıktı. Bu engelin aşılmasıyla siyasetin ekonominin dış politika ve toplumsal hayatın yanında eğitimin ve bilimin yönü daha da açılmıştır. Bize düşen neyse onu hakkıyla layıkıyla yerine getirmeye devam edeceğiz.” diye ekledi.

    “ÖĞRETMENLİK HAKKINI KAZANAN HERKESE ŞÜPHESİZ ÖĞRETMENLİK OLMAYACAKTIR”

    Erdoğan, konuşmasında, atanamayan öğretmenler konusuna da değindi: “Artık öğretmen sayısında da ekonomik gücü süratle yakalayıp öğretmen sayısında da geldiğimiz noktayı daha da artırmak ve yeterli öğretmenimizi de atayabilmek. Bazı öğretmen adayı gençlerimiz ‘bize öğretmenlik yok mu’ diyorlar da yani öğretmenlik hakkını kazanan herkese şüphesiz ki öğretmenlik olmayacaktır. Ne kadar ihtiyaç varsa o kadar olacaktır, bütçe ne kadar müsaade ediyorsa o nispette de atamalar yapılacaktır. Ama ben şunu rahatlıkla söyleyebilirim; bizler Cumhuriyet tarihinde hiçbir dönemde olmayan bütçeyi milli bütçeden milli eğitim ayırdık. Hiçbir dönemde olmayan öğretmen atamasını da birinci sırada devamlı milli eğitimde yaptık. kadroların çoğu milli eğitime verildi, bu yıl da yine eğitime verildi.”

    “MEVCUT TÜRKÇE İLE FELSEFE YAPAMAZSINIZ”

    Erdoğan, Osmanlıca konusunda ise şunları söyledi: “En büyük sıkıntılardan birini de maalesef dilde yaşadık. Bizim son derece zengin bilim yapmaya bilim üretmeye son derece müsait bir dilimiz varken, bir gece yattık, sabah kalktık baktık ki o dil yok. İşte şu anda yabancı dillerle yabancı kelime ve kavramlarla bilim öğrenen ve öğreten bir ülke derecesine getirildik. Binlerce kelime ve kavram unutturuldu, sözlüklerden. Kelime ve kavram üretmeye son derece elverişli olan dil yapısı adeta törpülendi. İşte şu anda Türkçenin mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız. Ya Osmanlıca kelime ve kavramlara başvuracaksınız, ya da İngilizce Almanca Fransızca kelimelere başvuracaksınız. Bu sorunların hepsini aşmak zorundayız. Bu sorunlar devlet eliyle bilim insanları eliyle aşılacak sorunlardır.”

  39. Türkiye’de, son kırk yıl içinde açılan üniversitelerin ta­banı yoktur, toplumsal yapılaşmadan gelen bir gereksinme nedeniyle kurulanı da yoktur, daha açığı bu kurumlar ge­reksizdir. Bu üniversite açma olayının arkasında, bir üstün­lük yarışmasının gizlendiği bellidir, tabanında yöresel ben­cillik vardır. Kimsenin ilgisini çekmeyen, gözüne çarpma­yan birkaç örnek verelim: “Kahramanmaraş” bu adın devindirici nedeni “Gaziantep’tir. Bunun ardından “Şanlıur­fa” geldi, getirildi. Şimdi bilimsel, düşünsel yönden düşü­nülürse, bu adlar bu illere ne kazandırır? Atatürk’ün, Kur­tuluş Savaşı’nın ilk etkinliklerini duyuran girişimlerinden önce, dahası bağımsızlık ilkesini gündeme getirmeden ön­ce böyle “önadlar” var mıydı? Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı yönetimi altına girmesi, devletin kuruluşundan çok sonradır, o çağlarda bu illerimizin adları “kahraman”,”şanlı” olmadı. Neden bu görkemli sanların hepsi Musta­fa Kemal’i bekledi? Bu adlandırma girişimi ilin tarihine kar­şı bir saygısızlıktı.

    http://turandursunkutuphanesi.files.wordpress.com/2013/05/nakc59fibendc3a3c2aelik-ismet-zeki-eyc3bcboc49flu.pdf

  40. Kafayi dini inanclarla doldurulursa isterse tüm akildanesiyle cunhurbaskanida olsa iste böyle sizofrenik düsünceler cikar..

    Türkceyle bilim,felsefe yapilamazmis! Dünyada böyle sacmalayan bir basbakan VARMI?

    Dogrudur bu söz ,kesinlikle akp liler icin gecerlidir vede kalacaktir..

    M. Kemalin benimde düsündügüm gibi timur un bir tek öneme alinacak türk lideriydi..
    Onun önemli yani ise Bilime teknike önem verdiginden ozamanin bilimin merkezi Iran isgal eder vede bilim adamlarini zorla götürüp asyanin en güzel Samerkent sehrini yaratir.
    Bilimin merkezi samerkent degil,irandi.
    En önemliisi ise; Timur Kurani inceler vede Kabul edilecek bir din olmadigini belirtir.
    Erdosunda böyle bir rüyasi vardir sanirim.. ABD yi Avrupa isgal Edip bilim adamlarini konya ovasina zorla getirtip bir bir sehehir yaratmasi..

    Dünyada Japonya dan ,danimarka ya,hollanda dan cek e vs. bircok kalkinmis ülkeler var.Bilimde ,teknikte erdoganin ülkesine vede onun HAYRAN oldugu arap ülkelerine göre Üstün olan..
    Arabca bir zamanlar Uygarligin merkeziydi, Yunancada merkeziydi, Avrupada Yahudi dili bilim diliydi..

    Evet Felsefe kelimesi yunanca kelimedir.demokrasi,polis,doktor,müzik,fizik.matematik,teknik binlerce ama binlerce bilimsel kelimenin kökeni yunancadir. Dünya yunanca konusuyor.. Kimse Gocunmuyor..

    SEN meramini anlatamiyorsan sus! Sayisiz dilde insanlar düsünüyorlar.

    Insanlari diline,konusmasina karismak sadece diktatörlük(gene batili kelime) degil,ayiptirda!
    Sunun konusmasina bak! Ne bicim konusuyor! bu laflari sana söyleyelimde iyi bir hisset!

    Yobazlik.yobazlik,baska kelimeler aklima gelmiyor..Bunun osmanlicasi nedirki? Zihniyet 15.yüzyilda kalirsa iste böyle konusur..
    Senin ARAPin`da bugün batiya gidiyor..Ne icin? Bilim icin!
    Cocuklarini ABD de okutmanda Dogru bir karar..Arab ülkelerinde degil!

  41. Dil ve felsefe

    Tayyip Erdoğan bir hikmet buyuruyor; ertesi gün on beş, yirmi kişi “Öyle değil, böyle” tarzı cevap veriyor. Bu bir kural ve bir kalıp haline geldi. Güne böyle başlıyoruz.

    Son hikmet dil konusundaydı, Türkçe üstüne. Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar saçtığı hikmetler arasında en kabul edilir gibi duranı bu oldu bence. Diyor ki gece yattık, sabah kalktık, baktık ki dil değişmiş. Tabii değişen “dil” değildi, “alfabe”ydi, ama üç aşağı beş yukarı, böyle olmuştu.

    Arkasından, “Türkçe ile felsefe yapılmaz” yargısı geliyor. Erdoğan, belli ki, “Öz Türkçe”yi kastediyor. Bu doğru mu? Bence, evet, bir ölçüde doğru.

    Yıllar önce yazmıştım. Hegel bizim şimdi “Öz Türkçe” ile “neden” dediğimiz “cause” için, bazı şeyleri açıklasa da, bazı şeyleri açıklamaktan uzak kaldığı yargısına varır; “reason”ın daha iyi açıkladığını söyler. Bu ayrımı Türkçe’de nasıl yapacağız? Hele, örneğin, Türkçe değildir diye “sebeb”i dilden atmışsak?

    Kelimelere nüfus kâğıdı çıkarıp bir de “etnisite” hanesi açma garabetini yaptık. “Kelime” denen şeyin (hayır, “kelime” değil, “sözcük” olacak!) aslının Türk mü, Arap mı olduğu değil, hangi anlamı ilettiği önemlidir. Ama biz bunun tersi doğruymuş gibi davrandık. Bunun sonucunda yalnız felsefe konuşmayı değil, her şeyi konuşmayı zorlaştırdık. “Yeis”, “keder”, “gam”, “kasavet”, “hüzün”, “ızdırap”, “elem”, “derd”… Bunların hiçbiri Türkçe değil; hepsi kendine özgü bir nüans iletiyor. Buna rağmen “nüfus kâğıdı” kaygısıyla bunları kapıdışarı edersek, felsefe yapmak bir yana, şiir de yazamayız.

    Tayyip Erdoğan’ın bir özelliği var. Dünyayı, tarihi görme ve yorumlama tarzı ve yorumlarını açıklama üslûbuyla, doğru bir şeyi de yanlış söyleme başarısını gösteriyor. Şaşmaz bir isabetle ve her hususta.

    Evet, bir sabah uyandık ki, alfabe değişmiş.

    Böyle olduğu için okuma ve yazma imkânını kaybedenlerin sayısı neydi? Sayı olarak bilemeyeceğim ama “okur- yazar” oranı yüzde yirmiyi bulmuyordu.

    Önemli olan alfabeden çok, o alfabeyi o toplum için vazgeçilmez kılan gelen yapılanmayı kurabilmektir.

    Osmanlı toplumu bunu yapmış mıydı? Yapıyor muydu?

    Hayır.

    Bugün hükümet olan kişilerden çoğu belli ki “Osmanlı”yı pek seviyor. “Osmanlı”dan nefret etmek için (Kemalistler’in yaptığı gibi) ciddi bir neden yok. Ama bir “Osmanlı ululaması”nın da ne anlamı var, ne de makul bir zemini.

    Türkçe ile felsefe yapamazmışız. Evet, bir ölçüde doğru. Peki, Osmanlıca ile yapılabiliyor muydu? Tayyip Erdoğan’a göre, evet, yapılabiliyordu. İyi, o zaman Tayyip Erdoğan bize şöyle beş, on Osmanlı filozofunun adlarını sayabilir mi?

    “Context” diye bir kavram vardır, Frenkçe’de, önemli ve kullanışlı bir kavramdır. Osmanlıca’da buna bir karşılık aramışlar, “siyak ve sibak” diye bir şey bulmuşlar. Çok uzun, kimsenin de bilmediği bir söz. Derken Türkçeciler “context”i aramaya başlamışlar, onların karşısına da “siyak ve sibak” çıkmış. Bununla olmayacağını düşünmüşler, ama onların derdi de “kök”lerin milliyeti: çevirmişler (tercüme etmişler): “ön ve art tutarlılığı”! Daha da uzun. Sonra bizim Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe bölümünün öğretim üyeleri “bağlam” üstünde anlaştılar. Bu hemen tuttu, yerleşti, güzel güzel kullanıyoruz.

    Tayyip Erdoğan’a bir cevap.

    Ziya Gökalp bir idealistti, “Ben idealistim” diyemiyordu, çünkü kelimesi yoktu. “İdea” demek, “fikir” demek; aldı “fikir” kökünü, Arapça türetme kurallarını uygulayarak “mefkûre” diye kelime yarattı.

    Sosyologdu, ama “Ben sosyologum” diyecek kelime yoktu; onun için “cemiyet” kökünden gelen “ictima”yı aldı, “içtimaiyat” yaptı.

    Sosyologdu, “concept” kavramını kullanmadan sosyoloji yapmanın imkânı yok; ama kelime de yok. “Fehm”den yola çıkıp “mefhum”u türetti.

    Osmanlıca’da felsefe yapılmış olsa Ziya Gökalp’a bu kadar iş düşer miydi?

    Ve sen felsefe yapıyorsan, onun kelimelerini de bulursun: “mefhum” yerine “kavram”ı da koyarsın.

    Dil, terminoloji bir yana, Tayyip Erdoğan’ın zihninde “felsefe”nin kendisine yer yok.

    Asıl sorun da o zihniyette.

    *

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/dil-ve-felsefe/

  42. Kişi, bilmediğine düşmandır!
    Murat Bardakçı

    HAZRETİ Ali’nin “Nehcü’l-Belâga”sında geçen çok güzel bir sözü vardır; “İnsanlar bilmedikleri şeylere düşmandırlar” der…

    Birileri bu sözü doğru çıkarmak maksadıyla Osmanlıca’nın, yahut daha doğru ifadesi ile “Eski Türkçe”nin öğretimi bahsinde haftalardan buyana birbirleri ile yarış hâlinde…

    Bazı köşe yazarlarından, Kürt meselesinden çiçekçiliğe ve Türk-Amerikan ilişkilerinden lezzetli bir sarmısaklı paçanın nasıl pişirilmesi gerektiğine kadar hemen her konunun uzmanı olup kanal kanal dolaşan medyatik allâmelerden, “Osmanlıca dedikleri dil, aslında Arapça’dır, istemezük!” diye bildiri yayınlayanlardan ve bana günlerdir “Öğrenmicez işte, öğrenmiceeeeez!” diye mailler gönderenlerden, yani cahil kalmaya sağlam şekilde iman etmiş olanlardan bahsediyorum.

    Osmanlıca’yı “düşman”, Arap harflerini de “ucube” ilân edip meseleyi lâikliğe, cumhuriyetin kazanımlarına ve hattâ dil faşizmine getirenlerin tek bir ortak noktaları var: Eski Türkçe’yi yani Osmanlıca’yı bilmemeleri… Eski yazıyı okuyamamalarını bir tarafa bırakın, “Osmanlıca” yahut “Eski Türkçe” kavramlarının ne olduğundan bile habersiz olmaları…

    MEZARTAŞIYLA NE İLGİSİ VAR?

    Daha açık söyleyeyim: Bugün “Osmanlıca öğretimine hayır” diyenlerin neredeyse tamamı Osmanlıca’nın ne olduğundan bîhaberdir, Eski Türkçe konusunda hiçbir bilgileri yoktur ama köşelerini doldurabilmek yahut ekranlara çıkabilmek için mutlaka birşeyler söylemek zorundadırlar. Bilmedikleri konuda ahkâm kesmeye çabaladıkları için hem saçmalamakta, hem de “insanoğlunun bilmediğinin düşmanı olduğu” gerçeğini tekrar tekrar ortaya koymaktadırlar!

    Osmanlıca eğitimine karşı çıkanlar arasında Eski Türkçe’yi bilenler yok mu? Tabii ki var, sayıları bilmeyenlere göre çok daha az ama karşı çıkmalarının sebebi muhalefet etme merakları yahut böyle yapmaya siyasî sebeplerle mecbur olmaları…

    Unutmayalım: Son haftalarda sık tekrarlanan “Eski Türkçe öğretildiği takdirde atalarımızın mezartaşlarını okuyabileceğiz” ifadesi sadece bir slogandır ama slogan olduğu gözardı edilip projenin maksadı zannedilince bin küsur senelik koskoca bir medeniyetin yazısı ile kültürü mezartaşı seviyesine indirilmiş, kabir ile sınırlandırılmıştır!

    Eski Türkçe öğretiminin getireceği asıl fayda, mezartaşlarını okuyup asırlar öncesinin ağdalı resmî metinlerini anlayabilmek gibisinden hayaller değil; bugün yüz, haydi bilemediniz yüzelli-ikiyüz kelimeye sıkışmış ve fukaranın da fukarası hâline getirilmiş olan Türkçe’nin kelime dağarcının yeniden zenginleşmesi olacaktır. Genç neslin doğru dürüst konuşup meramını ifade edebilmesinin yolu Türkçe’nin en azından 20. asırdaki üstadlarını, meselâ Refik Halid’i, Hüseyin Rahmi’yi ve diğerlerini asıllarından okuyabilmelerinden, hattâ çok sonraların, 1950’lerin gazetelerini anlayabilmelerinden geçer. Bundan zevk alıp işi mezartaşı yahut eski metinlere götürmek ise artık öğrencinin merakına, yani hevesine kalmıştır ve bu dersin öğretmenleri de çok değil, sadece üç ayda yetiştirilir.

    ‘ORUN’UNUZA KURBAN OLAYIM!

    Tozu dumana katarak devam eden Osmanlıca tartışmalarına geçen gün “Dil Derneği” de müdahil oldu ve “orun”, “siyasa”, “tümce”, “savaşım”, vesaire gibi takır-tukur “sözcüklerle” dolu bir açıklama yayınladı…

    Derneğin yönetim kurulu başkanı olan ve açıklamanın altında imzası bulunan hanımefendiye hatırlatayım:

    Dil konusunda güya akademik açıklama yapma iddiası ile kaleme sarılıp ortaya siyasî bir metin koyduğunuz takdirde bile, vereceğiniz örnekleri internetten kesip yapıştırmak yerine kitap karıştırarak bulmak zorundasınız hanımefendi!

    Böyle yapsa idiniz, yani Âşık Paşa’nın “Türk diline kimseler bakmaz idi” şeklindeki en meşhur mısrâını bile internet yerine zahmet buyurup Garipnâme’den almış olsaydınız öyle eğip bükmez, veznini bozup tuhaf hâle getirmez, yani tek bir satırı bile yanlış yayınlama gibisinden bir ayıp etmezdiniz.

    Sizin “orunsal savaşım”ınıza kurban olsunlar!

    http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/1025298-kisi-bilmedigine-dusmandir

  43. Bir tartışmada acıklı olan şey yalan söyleyerek haklı çıkma gayretidir. S. Nişanyan bunu yapıyor… Kimi arkadaşlar da alıyor.. Yorumsuz, emeksiz buraya o yazıyı yapıştırıyor. Okuma yazma oranını 600 yılda % 1 seviyesinde tutan dil de, toplum da, alfabe de çöksün; gömülsün; nesine acıyacaksın! Ah, az daha vaktim olsaydı mı? Gülünç insanlar.. giderek acıklı olacaklar… Yalanlara sığınanlar zamanla küçülürler; sanırım S. Nişanyan da bir e. Mahcupyan olabilir.. şaşırmamalı…

    ***
    “ülkenin 900 yıllık kültür birikimini okumak ve yorumlamak imkânının yokedilmesi öngörülmüştür.” Ne gülünç.. Bu 900 yılda geleceğe kalması gerekli olan ne idiydi de kaybetmişiz… Bu açıklanmıştı… Onca zamanda kaç kitap basıldığı.. kaçının çevrildiği.. Sanki avrupa latince biliyor da, latince eserler çöpe gitmiş.. Bu cümleyi kuran kişi bilimsel-objektivitesini kaybetmiş yalancıdır, ya da cahildir.. Böylece söylediği onca doğru şey var mı diye düşünmeden her yazısı çöpe atılabilir.. zamanı olmayanlar için elbette…
    Tamam… Bu öztürkçeciler çok salakça işler de yapmış.. Bir çok kelimeyi gereksiz yere tu kaka etmişler ama sanıyorum Latin Alfabesi daha pratik.. “Tahayyül”, “tasavvur”, “idrak” vs… bir çok kelimeden vaz geçilmemeliydi..
    Tamam ama.. bu “islamcı hezeyan” şimdi önümüzde bu denli acımasızken, 1920 lerde…
    Anakronik, deniliyordu değil mi?
    Ne kadar da kibar!
    “Anakronik” takılmak, anımsatıldığında ısrar etmek ya ağır bir cehaletin, ya da fanatik bir taraftar olmanın sonucu değil mi?
    Nişanyan da, Eygi de anakronik adamlardır! Arkalarından bırakacakları da “anakronik” olacaktır elbette!

  44. O. Gürsel, görünüşe, niceliğe değil niteliğe, öze bakın. Eskiden okuma yazma oranının düşük olmasına takılıp kalmışsınız. Okuma yazma oranının, basılan kitap,dergi, gazete oranının tavan yaptığı günümüzde dünyanın durumunu görüyorsunuz.
    Bugün Yılmaz Özdil’lerin kitapları ve onların yazdıkları gazeteler, futbol, magazin, erkek dergileri çok baskı yapıyor. Bunları yazıp okuyan insanlar mı yoksa tarihte okuma-yazma bilmeyen ama devrimci ayaklanmalara öncülük eden halk kitleleri, Aleviler, Babailer, Börklüceler mi ilerici sizce?

  45. Bugün dünyanın durumu kötü mü?
    Hangi zamana göre? 1800-1900 arasına göre mi? 19. yy öncesine göre mi?
    1900-1945 veya 1945-1970 dönemlerine göre mi?
    Kabul etmek gerekir… Bugün dünyanın durumu genel olarak önceden iyidir! Ve bu iyiliğin(!) sonuna yaklaştığımız söylenerek “kötü” olduğu öne sürülebilir.
    ***
    Bu adamların bizi daha “akıllı-bilgili” yapmayı, tarihi-tarihimizi
    öğrenmemizi istediğini düşünüyor musunuz? Osmanlı tarihi ve toplumsal gerçekliği anlamamız için mi bu Osmanlıca hikayeleri…
    O zaman biz neyi konuşuyoruz… Burada sizin de benim de çok arkadaşın da insanların daha akıllı, bilgili ve bu bilgileri kullanacak karakter kazanma anlamında bir “eğitimi” arzuladığını varsayacak olursak… en azından bu konuyu bu şekilde konuşmak hatalı olacaktır…
    Uzmanı değilim… emin değilim… ama sanırım Latin Alfabesi iyi oldu…
    Fikriniz olsun bazı rakamalar vereyim…
    İsrail’de 1980 2000 arasında verilen patent sayısı 7652—- arap ülkelerin tamamında bu sayı 367— Sadece 2008 de İsrailli mucitler 9591 yeni patent başvurusunda bulunmuş.. bu sayı İran’da 50, Müslümanların çoğunlukta olduğu bütün ülkelerde toplam 5657…
    İslamcı-Doğu toplumlarını geriliğine ait çok şey tartışılır… Ama bu rakamlar görmek isteyen çok şey anlatır… Ve bu “cehaletin”, ve cahil kibrinin felaketine doğru sürükleniyoruz..
    AKP bu cehalet kibrinin aczi içinde daha da saldırganlaşacakken iktidar için bu Osmanlıcı palavralar zaman kazanmaktan başka ne ki..
    Korku va acz içinde “regresyon” öneriyorlar.. Yalan tarihe sığınmayı… Oysa oraya sığınanın “gerisi” açıkta kalır…

  46. Dünya tarihini, bilimin gelişmesini, uygarlıkları bir bütün olarak görmüyoruz.
    İlk uygarlıklar olmasaydı bugün olur muydu?
    Eski Mısır, Mezopotamya, Yunan, Roma, Çin, Hind, İran, Arap, Endülüs, ve evet, Selçuklu ve Osmanlı olmasaydı bugüne ulaşabilir miydik?
    Amerika’da beyazlardan önce Aztek, İnka, Maya uygarlıkları yok muydu?

  47. işte bu nedenle “köleci toplumlar” olmadan modern kapitalizm.. ve modern kapitalizm ile de “sosyalizm” olanaklı hale geldi denilmiştir… Ama sanırım bu “sosyalizmin” nasıl olacağı ayrı bir konu .. Önemli olan artık üretici güçlerin imkanlarını tüm insanlık için kullanmak… İşte bence bütünlük bu.. Bilim ve teknoloji olmadan “üst uygarlık” olamaz.. İnsana ve tabiata zarar vermeyen bilim ve teknoloji artık herkesin iyi yaşaması için sömürüyü gereksiz kılmıştır… Maddi temel buna imkan veriyor…
    Geçmişin geleceğe kalacak olanları ile ilgilenmeliyiz… Geri kalan müzelerde sergilensin! Osmanlı’dan geleceğe kalması gerekli olanları konuşabiliriz.. Bilim ve teknolojide ne yaptılar; toplumsal ve kadın-erkek ilişkilerinde geleceğe kalacak nedir? Edebiyat, roman, şiir… resim.. tiyatro.. müzik.. nedir bugüne kalması gerekli olan da, haksızlık edilmiş, çöpe atılmış.. İyi olan hiç bir şey kaybolmaz! Kayboluyorsa da haketmiştir.. Adamlar iktidar bile oldu.. 100 yıl sonra… Nedir ecdatlarından insanlığa kalacak olan.. Hala arıyorlar.. Hayatları palavra… Bak “külliye” diyor…Ne imiş külliye… “Külliye, kelime anlamı olarak Külli kökünden gelir. Arapça kökenli bir kelime olan Külli, “bütün” ve “genel” gibi anlamlara gelmektedir.”.. Arapça.. İngilizce, Fransızca ya da arapça… Her şekilde yabancı… Herkes çocuğuna yana yakıla ingilizce öğretiyor… Bu adamlar da öyle yaptı… Çocuklarını neden s. Arabistan’da okutmadılar? İleride yazılacak olan “alçaklıklar tarihine” bugünlerden çok sayfa eklenecek…

  48. Yazı Kopukluğunun Sonucu
    Mehmed Şevket Eygi

    BUNDAN sanırım altmış küsur yıl önceydi küçük bir gazete haberi okumuştum. Bir gün Londra’da öyle kesif=koyu bir sis olmuş ki, yolunu şaşıran bir yaban ördeği önünü görememiş caddede yürüyen birine çarpmış, adam hastahaneye kaldırılmış… Ördeğe ne olmuş, ne yapmışlardı hatırlamıyorum.

    Bugün Türkiye’mizde, ördeğin adama çarptığı görüşsüzlükten daha büyük ve yoğun kültürsüzlük ve cehalet sisi var. Gaflet gaflet gaflet… Unutkanlık… Akıl kopukluğu… Dikkatsizlik… Meraksızlık… İdraksizlik… Beyinsizlik… Uyurgezerlik…

    Bütün bunlar birer neticedir, sebepleri vardır.

    Bence birinci sebep, bin yıllık millî İslamî yazımızın değiştirilmesi, yasaklanmasıdır. Bir toplumun yazısı öyle gömlek, ceket, otomobil değiştirilir gibi değiştirilemez. Değiştirilmeye kalkılır, zorlanırsa büyük kopukluklar meydana gelir, toplum tepetaklak olur.

    Yazı değişikliğini göklere çıkartan birtakım filo-semit Türklere soruyorum: Japonya niçin son derece güç, çetrefil, kargacık burgacık millî yazısını değiştirmedi? Doğan Güneş imparatorluğu o zor yazısıyla ilimlerde, fenlerde, teknikte bunca ilerlemeyi ve gelişmeyi nasıl başardı?

    Sorumun arka yüzü de var: Latin yazısını kabul eden Türkiye niçin Japonya kadar ilerlemedi?

    Bir toplumun yazısı ne kadar zorsa, öğretilmesi ve öğrenilmesi ne kadar sıkıntılıysa orada o nispette ilerleme olur.

    Kolay, rahat, ucuz, gel keyfim gel bir eğitimle vasıflı komando yetiştirebilir misiniz?

    Bir toplum lisanı, yazısı ne kadar zorsa o nispette güçlenir.

    Halk bilmiyor ama Türk Dil Kurumu’nun tespitine göre zengin Osmanlıca Türkçesinde beş yüz binden fazla kelime, kavram, deyim var. Devlet-i aliyye bu emperyal lisanla Viyana’yı iki defa kuşatmış, Akdeniz’i bir ara Türk gölü haline getirmiş, Polonya’da Hotin’i almış, Macaristan’ın Eğri şehrinde cami, medrese yaptırıp ezan-ı Muhammedî okutmuştur.

    Zengin lisan gidince yüksek medeniyet ve yüksek kültür de gider.

    Karacaoğlan’ı asla hor görmem ama devleti, cihan devleti yapan o değildir, Baki’dir, Fuzulî’dir, Şeyh Galib’tir.

    Zengin Osmanlı Türkçesi Süleymaniye’dir, Selimiye’dir, Sultanahmet’tir. Sade Türkçe Çankaya Köşkü’dür.

    Edebî lisan ve millî yazı gidince eğitim de çöktü, sonunda iflas etti. Shakespeare’i okuyup anlayamayan bir İngiliz medenî bir İngiliz olamazsa; Fuzulî’yi, Ziya Paşa’yı emsalini okuyamayan da medenî bir Türk, medenî bir Türkiyeli olamaz. Kişinin medeniliği lafla değil, lisanla, edebiyatla, sanatla, kültürle görgüyle olur.

    Osmanlıca gidince, onunla birlikte toplumsal hafıza da gitti.

    Sanat, güzellik, estetik kültürü ve boyutu gitti.

    Millî yazı gidince millî mimarlık ve şehircilik çöktü.

    Hüsn-i hat, alaturka musiki bilmeyen bir Norveçli, büyük mimar olabilir ama bunları bilmeyen, bunlara âşina olmayan, hattâ beteri var, bunlara düşman olan bir Türkiyeli asla büyük mimar olamaz.

    Cin fikirli Yahudiler niçin kendi millî alfabelerini bırakıp Latin yazısına geçmediler? Müslüman Türklere latincilik, ladincilik, laiklik nefesleri üfleyen Moiz Kohen Tekin Alp’ler Yahudi dindaş ve ırkdaşlarına niçin bunları üflemedi?

    Cihan Peygamberi Muhammed Mustafa’nın (Salat ve selam olsun ona), onun râşid halifelerinin, Ashabının, etbaının, Ehl-i Beytinin, Selef-i Sâlihînin, evliyaurrahmanın, Fatihlerin, Yavuzların, Kanunîlerin, Sultan Abdülhamid-i Sânilerin, Şeyh Şamillerin peşinden giden hiçbir Türkiyeli Müslüman Latinci, Ladinci olamaz.

    Kur’an yazısı köken itibarıyla Arap yazısıdır ama Türkler o yazıya o kadar hizmet etmişler, emek vermişlerdir ki millî yazı olmuştur.

    Kur’an Mekke’de ve Medine’de nâzil olmuş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır.

    İçimizdeki Latin ve Yahudi severlere soruyorum: Müslüman Türklere Frenk yazısını hararetle tavsiye edip dururken, Yahudi dostlarınıza, bırakın şu kendi İbranî yazınızı da, Latin yazısına geçin, yazınızı yasaklayın, bak biz Ladinî yazı kopukluğu ile ne kadar ilerledik, Japonya’yı bile geride bıraktık diyemiyorsunuz?

    • (İkinci yazı)

    Laiklerin Sanat Eserleri Nelerdir?

    CİNSELLİĞE, müstehcen resimlere büyük önem ve yer veren çağdaş, laik ve Kemalist medyamız niçin ahlaka, edebe, görgüye, nezakete, iffete, şerefe, vatanseverliğe ve hayâya önem vermiyor?

    Gazeteler niçin haftada bir edebiyat, tarih, mimarlık gibi ciddî konuları manşetten vermiyor?

    Gastronomi, yeme içme, mükellef kahvaltılar ve yemekler… İnsan sadece ekmekle yemekle mi yaşar? Bunların yanında kültür, sanat, edebiyat da gerekmez mi?

    Cumhuriyet devrinde niçin güzel binalar, anıtlar yapılamadı?

    Hitlerin, Mussoli’nin bile mimarlık ve şehircilik şaheserleri var da Kemalizm’in niçin yok?

    Osmanlı’nın çöküş ve batış yıllarında Sultanahmet Cezaevi yapılmış… Harika bir bina, şu anda dünyaca ünlü bir otel olarak hizmet veriyor… Cumhuriyet devrinde inşa edilen Sağmalcılar Cezaevi, boşaltıldıktan sonra yıktırıldı. Çünkü onda zerrece güzellik ve sanat yoktu.

    Laik, İslam düşmanı dünya görüşü niçin teokratik Osmanlı devleti gibi dünya çapında sanat ve mimarlık eserleri veremedi?

    Kemalistlerin bir Mimar Sinan’ı var mıdır?

    Bir Fuzulî’si, Itrî’si, Barbaros’u var mıdır?

    Dinsizlerin kerametleri hep kendilerinden menkuldür.

    İstanbul’da turistlerin en fazla ziyaret ettiği bina Sultanahmet Camii’dir.

    Laiklerin niçin bir Sultanahmetleri yok?

    Kanunî zamanında 150 bin asker ve yardımcı personelle, on binlerce at deve ve öküzle, 300 topla orta Avrupa’ya giden Osmanlı ordusu, yol boyunca bir tek tarlaya, bahçeye, bostana zarar vermeden ilerlermiş. Şimdi bu adalet, intizam, disiplin ve güvenlik var mı?

    Türkiye’nin vasisi Sabataycıların, diğer kriptoların, çağdaşların, laiklerin eserleri nelerdir?

    Ne gibi lisan ve mimarlık anıtları yükseltmişlerdir?

    Bu sorulara bizim erotik ve gastronomik bay ve bayanlarımız doğru dürüst cevap verebilirler mi?

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Yazi_Kopuklugunun_Sonucu/23854

  49. 19. yy sonu ile 20. yy başlarında Osmanlı yazı dilindeki yenileşme, 1930-1970‘lerin Dil Devriminden hiç geri kalmıyor. Mantık ve yöntem bakımından ikisi birbirine son derece benziyor. Sadece biri Arapçayı, diğeri Orta Asya Türkçesini baz almış. Her ikisi de esas itibariyle Batı kaynaklı yeni kavramlara karşılık bulmaya çalışmış. İkisi de Batıdan gelen sele direnemeyip bir süre sonra pes etmiş.

    abide, ademimerkeziyet, adese (mercek), afaki (dayanaksız söz anlamında), ahize, akamet, ameliyat (cerrahi müdahale anlamında), anane (gelenek anlamında), ardiye, ariza (dilekçe anlamında), asabiye, ayan (senato anlamında), badire, becayiş, bedbin, bedii, belediye, berzah (kıstak anlamında), beynelmilel, beyzi, camia, cazibe (yerçekimi anlamında), ceriha, cinsiyet, daire (ofis ve apartman anlamında), davetiye, deha (genius anlamında), dehrî, dehşetengiz, devriye, duhuliye, ehemmiyet, ekalliyet, emrivaki, enfüsi, esham, fahri, fasile, ferik (tümgeneral), feza (uzay anlamında), fezleke, fıkra (makale anlamında), fırka, fiyat, gaita, hafriyat, halaskâr, halita, hariciye, harika, harikulade, harikzede, hars (kültür anlamında), hasıla, haşmetmeap, hemfikir, hemzemin, heykeltıraş, hükümdar, hükümran, hüviyet, içtimaiyat, idadi, idare (yönetim anlamında), iddianame, ifade, ifrazat, iğtişaş, ihtisas, iktisat, illiyet, imalat, indifa, infilak, infisah, inhisar (monopol anlamında), insiyak, intaniye, intiba (impression anlamında), intişar (yayınlanma anlamında), inzibat, iptidai, irtica, irtifak, İslamiyet, isticvap, istihsal, istimlak, istinabe, istinaf, istintak, istismar, işgal (askeri kontrol anlamında), itfaiye, karargâh, layiha, leff (belge attach etmek), leyli (yatılı öğrenci anlamında), liva (askeri rütbe), lubiyat, lüzucet, mahcuz, makale (gazete yazısı anlamında), makbuz (alındı belgesi), maliye, maliyet, mamafih, mania, maslahatgüzar, maşeri, matbu, matrah (vergi bazı), mazbata, maznun, mebus (parlamento üyesi), medeniyet, mefkure, mefruşat, meksefe, mermi, meşcere, mevkute, mihrak, muayede, muhabere, muhabir, muhacim, muharrir, muhayyile (imagination), muhik, muhrip (destroyer), muhteva, muhtıra, mukavva, mutlakiyet, mübadil, müddeiumumi, müdellel, müdür (yönetici), müessese, müessif, müeyyide, müfreze, mülakat, mülki, mümessil, mündemiç, münderecat, münekkit, münevver (entelektüel), münhal, müntehip (seçmen), mürebbiye, mürettebat, müspet (pozitif), müstafi, müstahsil, müstantik, müstatil, müstehlik, müsteşrik, müşahhas, müşir (mareşal), müştemilat, mütearife, mütehassıs, müvekkil, müzekkere, nazariye, nazır (bakan), nedime, nezaret (bakanlık), nikbin, nirengi, nüve, pederşahi, rakım (yükseklik), raptiye, redif (yedek asker), refika, rekabet (competition), rugan (cilalı deri), rüşeym, rüştiye, sahne, salise, sayfiye, şaheser, şahika, şatafat, şeniyet, şive (aksan), tabiiyet, tahkiye, tebellür, tecziye, tedrisat, tefrika (dizi yazı), teminat, tenasüh, tenkit, tensip, tereddi (yozlaşma anlamında), tesanüt, tesisat, teşebbüs (girişim anlamında), teşkilat, tevdiat, üstüvane, yeknesak, zabıta (polis anlamında), zafiyet, zaptiye, zührevi (cinsel hastalık anlamında).

    http://www.sanalbasin.com/nisanyan-hapiste-bos-oturmuyor-calisiyor-7314475/

  50. Ölü Lisan Türkçe

    Ah ne günlere kaldık!.. Türkiye ismini taşıyan şu memlekette Türkçe ölü bir dil haline geldi. Konuşulan 300 kelimelik günlük iletişim Türkçesini kastetmiyorum; benim öldü dediğim lisan yazılı edebî zengin Türkçedir. Türkiye’yi Türkiye yapan o dil öldü. Bu ne korkunç bir ölümdür. Fuzulî’nin, Şeyh Galib’in, Ziya Paşa’nın Türkçesi öldü

    İki yüz bin kelimeli, beş yüz bin kelimeli kavramlı ıstılahlı o canım Türkçe öldü.

    Efendimli nazik Türkçe öldü. Ahalı ohalı böğürtülü sesler aldı onun yerini.

    Yâver-i fahri-i Şehriyarî M. Kemal Paşa’nın Samsun’dan Sultan Vahdettin’e gönderdiği telgrafın başındaki “Atebe-i ulya-i Hazret-i Hilafetpenahîye” Türkçesi kasıtlı olarak öldürüldü.

    Mektuplardaki “Filan tarihli lütufnâme-i âlileri vâsıl-ı dest-i âcizânem olmuştur” Türkçesi katledildi.

    Muhterem pederim Türkçesi gitti, baba Türkçesi geldi; valideler, biraderler, hemşireler nereye gitti?

    Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere, Şam-ı şerif, Kuds-i şerif, Haleb-i Şahba, Darüsselam Bağdad, hepsi hepsi gittiler.

    Eyüb Sultan Eyüp oldu. Mektep okul, muallim öğretmen, imkan olanak, kitap betik oldu.

    Beyefendiler herif, hanımefendiler karı…

    Muhterem hâkimler yargıç… Garç gurç…

    Eski sultani ve idadilerde zengin yazılı Türkçe öğretilirmiş, şimdiki okullarda şifahî sokak Türkçesi tâlim ve teallüm ediliyor. Bunun için okula ne lüzum var?

    Bu üç yüz kelimelik adamlar bilmiyorlar mı ki, Türkçe olmazsa Türkiye de olmaz.

    Shakespeare’siz İngiltere neyse, Fuzulîsiz Türkiye de odur.

    Edebî lisan gidince millet sürüye dönüşür.

    Efendimsiz, teşekkür ederimsiz, estağfirullahsız, lütfensiz Türkçe ölü bir Türkçedir.

    Edebî lisan gitmiş, yazı gitmiş, geride kabalık ve kalabalık kalmış.

    Hüsnühat ve kaligrafi gidince yerini kakagrafi alır.

    Bundan yüz yirmi sene önce kibar bir zatın yazdığı hususî mektubu al çerçevelet duvara as, ışıl ışıl sanat ve güzellik parlar onda. Bir de şimdiki eciş bücüş mektuplara bak, gözlere ziyan.

    Devlet eskiden Devlet-i aliyye imiş… Büyük zatlara hazret denilirmiş… Kibar erkekler beyefendi, kibar hanımlar hanımefendiymiş… Eskiden paşalar varmış…

    Yemeklerin yanına garnitür, üzerine sos, pilavın üzerine fasulya dökülüyor da; lisan niçin bu kadar sade arı duru tuzsuz tadsız…

    Bugün padişahlık olsaydı, sade vatandaş dilekçesinin başına “Padişah 10’uncu Memet, Dolmabahçe Sarayı İstanbul” diye yazacaktı. Padişah da bu rezillik karşısında tahttan feragat edecekti.

    Edebî ve yazılı Türkçesiz Türkiye ayakta duramaz.

    Türkçe ölürse Türkiye de ölür.

    Karacaoğlanla iş bitmez, asıl Türkçe Fuzulî Türkçesidir.

    1920’lerin İstanbul Türkçesi.

    Zengin, kibar, güzel, derin, edebî, zarif, latif, şirin lisan-ı Türkî…

    Bizi bırakıp nerelere gittin?

    Ah, lisan öksüzü kaldık!

    M. Şevket Eygi

    http://www.gazetevahdet.com/olu-lisan-turkce-1499yy.htm

  51. Ayşe Hür Hanımefendiyi Tebrik Ediyorum
    Mehmed Şevket Eygi

    Ayşe Hür hanımefendi, Radikal gazetesinin 6 Ekim 2013 tarihli nüshasında yayınlanan “Arap Elifbasından Türk Alfabesine” başlıklı makalesini şu paragrafla bitiriyor:

    “Sonuç olarak, Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf İnkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen `tarihçiler’ tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, `kozmopolit’, `karışık’, `Şarklı’, `geri’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, `etnik açıdan saf’, `dünya görüşü açısından laik’, `Batılı’, `modern’ bir `Türk’ kimliğinin üzerinde yükselecek Türk ulus-devletini inşa etmekti. Peki bunda başarılı olundu mu? Takdiri sizlere bırakıyorum efendim!…”

    Bu konudaki mütalaalarıma, yazarı tebrik ederek başlıyorum. Yazı-alfabe ve lisan meselesi Türkiyenin belki de birinci müzmin meselesi olduğu halde; büyük medyamız, yazarlarımız, entelektüellerimiz, akademisyenlerimiz bu konu üzerinde gereği kadar durmuyor, alfabe devrimini, tartışma dışı bir oldubitti olarak kabul ediyorlar.

    Yakın tarihimizin büyük ârıza ve kazalarından biri alfabe değişikliğidir.

    Ayşe Hür hanımefendi Arap alfabesinden Türk alfabesine diyor… Millî-islamî yazıdan Latin alfabesine denilse daha doğru olurdu. Zira yasaklanan yazımız, köken itibarıyla Arap yazısı olsa da, Türkçe konuşanlar o yazıyı bin yıl önce benimsemiş, geliştirmiş, güzelleştirmiş ve bizim yazımız yapmışızdır.

    Japon yazısının kökeni Çin yazısıdır ama ona kimse Çin yazısı demiyor, Japon yazısı diyor.

    Türkiyede biraz da olsa hürriyet rüzgarlarının esmeğe başladığı 1945’ten 1970’lere kadar lisan ve alfabe meselesi konusunda; millî kültür ve kimliğe bağlı düşünürler, yazarlar, gazeteciler, akademisyenler kitaplar, makaleler yazmış ve bu devrimi tenkit etmişti.

    Bugün eskisine nispetle çok geniş bir hürriyet var ama lisan ve yazı konusunda feryat kopartması gereken muhafazakar, İslamcı ve milliyetçi kesimden pek ses çıkmıyor.

    Yazı ve lisanı değiştirerek (Onların tabiriyle) yeni bir millet yaratmak istemişlerdi ama kültür ve maarifimizin bel kemiğini kırmaktan, yeni nesilleri, atalarının mezar taşlarını bile okuyamaz derecede cahilleştirmekten, düşünce hayatımızı (nâdir istisnalar dışında) mefluç etmekten başka bir şey yapmadılar.

    Kolay öğrenilen, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir alfabe getirdiklerini iddia edenler Türkçenin, dolayısıyla Türkiyenin canına okudular.

    Alfabe değişikliğine bir de zengin edebî kültür Türkçesini katl etme devrimini eklediler ve bugün, sade ve basit Türkçemizin en güzel nesir örneklerinden birini oluşturan Ömer Seyfeddin’in hikayeleri bile Türkçeden Türkçeye sadeleştiriliyor.

    Halid Ziyalar, Hüseyin Rahmiler artık tercüme edilerek anlaşılıyor. Hangi dilden hangi dile… Zengin Türkçeden fakir, arı, duru Türkçeye.

    Fransada, Almanyada, İngilterede böyle bir şey olabilir mi? Olmaz, çünkü o medenî ülkelerde alfabe ve lisan devrimi yahut devirimi yapılmamıştır.

    Halide Ebip Adıvar, Türkiyede Garp ve Amerikan tesirleri adlı kitabında (Hatırımda kaldığı gibi yazıyorum), Kemalist Türkiyede lisana ve tarihe yapılan müdahalenin Nazi Almanyasında ve Stalin Rusyasında yapılanlardan daha şiddetli ve tahripkar olduğunu yazar.

    Bolşevik neo-kolonyalist rejim, Azerîlerin yazısını değiştirdi ama lisanını, bizdeki kadar değiştirmedi. Bizdeki Kültür Bakanlığı orada Medeniyet Nazırlığı’dır, Sosyal Güvenlik Bakanlığı İctimaî Teminat Nazırlığı… Demek ki, Marksist sistem, Azerbaycanın dilini dibinden kesecek bir Agop Martayan (A. Dilaçar) bulamamış!

    İki binli yılların Türkiyelileri, Latin yazısı ve edebî kültür Türkçesi konusunu sorgulamalı, ciddî ve seviyeli bir şekilde tartışmalıdır. Müsademe-i efkardan barika-i hakikat doğar…

    Japonlar kültür, yazı, lisan konusunda muhafazakardır. Onların yazısının, bizimkine nispetle bin misli zor olmasına rağmen; Japonya ilimlerde, teknikte, eğitimde, sanatlarda, sanayide, mimarlıkta, kalkınmada, iktisatta harikalar meydana getirdi, milletler ve ülkeler yarışında (nice imkansızlıklara, yokluklara, mahrumiyetlere rağmen) dünyanın üçüncü büyüğü oldu. Japonların üstünlüğünün ve başarısının sebeplerinden biri de yazılarının çok zor oluşudur. Bu yazıyı öğrenen bir Japon çocuğu, bir tür kültür komandosu eğitimi görmüş olur, bilenir, zihni ve aklı inkişaf eder.

    Kendi kendime sık sık sorarım: Latin alfabesi İngiliz diline hiç uymaz. Yazıları, imlaları çok çetrefildir. Lastik yazarlar, kauçuk okurlar. Acaba onların üstünlüklerinin bir sebebi bu yazı ve imla zorluğu olmasın?

    Yıllar önce, yazı ve lisan kazazedesi lise mezunu bir vatandaşımız çivi yazısına benzeyen bir yazıyla kaleme almış olduğu mektubunda acizane yerine acizhane yazmış, yaş ve mevkice benden küçük olmasına rağmen arz ettiğiniz gibi demişti.
    Elifler mertek sanılınca böyle şeyler olur.

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Ayse_Hur_Hanimefendiyi_Tebrik_Ediyorum/16899

  52. Bugünkü Türk toplumu, ataları on binlerce yıl eskile­re giden insanların torunlarıdır, dıştan içe göçmeler bu top­lumu oluşturan kurucu öğeleri tümden değiştirememiştir, doğa buna elverişli değildir. Bu nedenle Anadolu insanını birkaç yüzyıllık geçmişle başlatmak, düşünmek olanaksız­dır. Yeryüzünde bütün geçmişinin kökünü silerek, yeni kök­ler yaratan bir toplum yoktur en çağdaş sayılan toplumun bile yaşadığı toprağın derinlerinden gelen birtakım birikimler, kalıntılar taşıması doğaldır. Peki bu doğal duru­mun, hangi etkenlerle, dışına çıkılıyor, en azından on beş-otuz bin yıllık bir geçmiş, birden birkaç yüzyıla indirgeni­yor?
    Anadolu insanı, ilkçağda inancını kendi yaratan, yönü­nü kendi seçen bilinçli bir varlıktı. Kazıbilim buluntuları, top­rağın altında birkaç Anadolu’nun daha varlığını kanıtlıyor. Türk insanında, daha açığı Anadolu ulusunda, ilk bunalım tektanrıcı dinlerle başlamıştır. Tektanrıcı dinler Anadolu in­sanını, inanç kaynaklarından koparmaya, ilkçağdan kalan tarih varlıklarını yıkmakla başlamış. Anadolu insanı, yapay tarihinden kaynaklanan bir anlayış eksikliğiyle, varlığını İslamla bütünleştirmenin yollarını aramış, İslamdan öncekini kendinden saymamış, ayaklarını üzerinde yaşadığı toprağa basamamış, yürürken salındıkça, sarsıldıkça başkalarından değnek almaya başlamış. Bugün çağdaş dünyada, dinini, inançlarını başkalarından ödünç alan ulusların çoğu bunalım içindedir. Dinini, üzerinde yaşadığı topraktan alamayan bir ulus kendi kendine yetmiyor demektir. Osmanlı toplumu inançları şöyle dursun, düşünsel besinlerini bile başkaların­dan almıştır, gelecek kuşaklara kendine yetmenin, kendi dü­şünsel ürünleriyle yetinmenin, onları düzenli bir yöntemle geliştirmenin bilincini aktaramamış, aşılayamamıştır. Os­manlı yalnızca çağıyla yetinen, geleceği olmayan bir toplum­du. Bu düşüncemize karşı çıkanlar, sanat alanında ortaya ko­nan değerli ürünleri önümüze sürebilirler, ancak yalnızca ca­mileri, türbeleri süslemek, paşa konaklarını donatmak uygar­lık alanında kendini bulmaya yetmez. Sanat inancın deneti­mi altına girerek, önüne yasaklar konursa gelişme olanağı bu­lamaz, sanatın bir dalında büyük başarı geleceği kurtaracak nitelikte bir üstünlük sağlamaz. Bütün ağırlığını yasaklan­mış sanatların dışına çıkarak, tek boyutlu bir yaratı alanında yoğunlaştırmanın arkasından bunalım gelir.
    Burada, yıllardır gözden kaçmış, önemsenmemiş, üze­rinde gereğince durulmamış bir olay vardır. Bu toplumsal ola­yın tabanında üretim-tüketim dengesizliğinin bulunduğunu anlamak, özellikle 1950 yönetimiyle başlayan göçleri gözönünde bulundurmak yararlıdır. Köy Enstitüleri’nin kurulu­şuyla, kırsal kesimlerde kıyıya itilmiş yaratıcı yeteneklerin ivme kazanması, eskiye yönelik çevrelerde tedirginlik yaratmıştır. Bu konunun yeri burası değil, ancak bu kuruluşların kapatılmasıyla köyden kente göçüşün hızlandığı da bilinen bir gerçektir. Bu kuruluşların arkasından İmam-Hatip Okulları’nın yaygınlaşması, toplumsal bir sorun olarak gündeme getirildi.
    Bu eğitim olayının saptırılması, köyde tabandan gele­cek kalkınmanın, kentten köye aktarılacak yüzeysel bilgi­lerle, işlemlerle sağlanacağı çılgınlığın geçerlik kazanma­sı, köyden kente göçüşün önünü açtı. Köy Enstitüleri’nde, köyünde okuyan genç, büyük kentlere kaydırılarak, oralar­da İmam-Hatip öğrencisi olarak okumayı büyük bir başarı saydı. Artık köyün çocukları kentlinin İmam-Hatip okulla­rındaki öğrencilerine dönüştü. Köyünden koparılan öğren­ci, kentte tüketici, toprağından kopmuş bir saksı çiçeğine dö­nüştürüldü. Bu çiçek bakım ister, kendisini besleyecek ye­terli toprak ister, su ister. Köyden kente gelen, İmam-Hatip okullarında yatılı, yatısız okuma olanağı bulan gençlere ve­rilen bilgiler doğal yaşamdan değil, düşsel kuruntulardan kaynaklanıyordu. Artık köylü çocuk çok verimli toprağın ba­kımla, gübreyle, başka geliştirici gereçlerle değil, “Tanrı’nın yardımıyla” bolluk sağlayıcı olduğunun kesinliğine kapıldı, yanıldı.
    https://turandursunkutuphanesi.files.wordpress.com/2013/05/nakc59fibendc3a3c2aelik-ismet-zeki-eyc3bcboc49flu.pdf

  53. Uygarlığın kökeni dille başlıyor. Dili olanın uygarlığı var, dili olmayanın uygarlığı olamaz. Neden Batı uygarlığının kökeni Yunan, Latin’dir, diyoruz? Bugün Batı’da bir çok bilimsel kavramlar o iki dilden üretiliyor, Yunanca’dan ve Latince’den üretiliyor. Yani bu iki dil Batı Uygarlığının anası, babası durumundadır.
    Türklere gelince, İslamlığın ortaya çıkışıyla yani Türkler İslam dinini benimsedikten sonra kaynağından koptular. O bildiğimiz, bilinen, konuşulan eski özgün Türkçe unutuldu. Bugün örnekleri işte Orhun Yazıtları’nda, Yenisey Yazıtları’nda, Orta Asya’da, yine Kutadgu Bilig’de var orjinallerin, onlar bırakıldı.
    Batı Uygarlığının beşiği Anadolu’dur. Bunu Batılı aydınlar da benimsiyorlar. Biz Anadolu’ya sahip çıkmadık, biz tarihimizi de, kimliğimizi, kişiliğimizi de 1071 ile başlattık. Bizim bu milliyetçi, ülkücü, bilmem neci denen insanlar, o konuyu öne atınca 1071’den önce ki Anadolu bizden değildir, savı gündeme getirilince, Yunanistan çok kolaylıkla Anadolu bizimdir diyor, Türkler bizim değildir, diyor; Yunanistan evet bizimdir, diyor. Yani biz kendi salak aydınlarımız dolayısıyla Anadolu’yu elden çıkardık.
    Şimdi bakıyorsunuz Anadolu uygarlığı İsa’dan önce 9 bin yılından beri ürün veriyor, ortaya ürünler koyuyor. Geliyorsunuz bir de bakıyorsunuz ki aydınlarımız bunu savunmuyor.
    Ondan önceki dönem, Türkler Müslümanlıkla mı çıktı tarih alanına? Değil. Müslümanlıktan binlerce yıl önce Türkler vardı, Müslümanlık tarih açısından bakarsanız daha dünkü çocuk.
    Müslümanlık hepsi hepsi 1470 yıldır var.
    Ulusların tarihi için 1500 yıl çocuk oyuncağıdır. Uygarlık binlerce yılla ölçülüyor, siz binlerce yılı bırakıyorsunuz; dünkü Arabistan çöl çocuklarıyla oynamaya başlıyorsunuz.
    Yeryüzünde kendi tarihini dışlayarak, kendi ulusunu dışlayarak din için çalışan tek ulus, Türk ulusudur.
    Osmanlı padişahlarını düşünün, hep Doğuda Türkleri kestiler, Türkmenleri kestiler. Hangi Osmanlı kaynağını açarsanız açın, Türk denince adamın tüyleri diken diken oluyor. Yavuz Türk kesti, Beyazıt Türk kesti, Kanuni Türk kesti, Kuyucu Murat Türk kesti, hepsi Türk’ü kesip kesip çukurlara gömdüler. Aha İslam!
    Anadolu’da on bin yıllık ürünler elimizde. Çivi, demir, demir araçlar, süsleme araçları en az on bin, on on iki bin yıl, iki bini de İsa’dan sonra koy, on iki bin yıllık şeyimiz var elimizde.
    Şimdi Anadolu böyle, yani tarihi çok eskiye gidiyor. Ama Anadolu’da dili üreten, geliştiren ozanlar olmuş, felsefeciler olmuş, filozoflar olmuş; onlar dünyaya kaynaklık yapmış diyorsunuz? Onlar dünyaya kaynaklık yapmış ama eski, eskiden ilk çağdan evet ondan sonra yok.
    Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kuruluş yılı yok. Söğüt’te küçük bir beylikti, uç beyliği ama o zaman vardı bu genişliyor genişliyor imparatorluk oluyor.
    1299 imparatorluk kuruldu diye ortaya yalanlar atılıyor, kim çıkardı ortaya? Kim kurdu onu 1299’da?
    Şunu söyleyebilir miyiz hocam, Türklerde kadınlara önem verme var, Türklerde akılcılık var, Araplar geliyor bunu boğuyor. Anadolu’da da yine kadının yeri var, akılcılık var, doğa canlı … Türklerle Anadolu uygarlığı birbirine yakın mı? Akılcılar var Anadolu’da.
    Şimdi Türklerle Anadolu’nun uygarlığı uyuşuyor, Türklerin yaşamıyla Anadolu halkının yaşamı benziyor? Tabii doğacı, hepsi doğaya bağlı. Türkler soyut düşünemiyor, Tanrı kavramı soyuttur. Bakın soyut düşünemediği için Yer Tanrı diyor, Su Tanrı diyor, Gök Tanrı diyor. Yani soyutu somutla birleştiriyor. Tanrı kavramını su ile doğallaştırıyor, nesnelleştiriyor. Üç Tanrısı vardır Türklerin eski Türklerin, Yer Tanrısı, Gök Tanrısı, Su Tanrısı. Hepsi de nesnel. İslam’da bu yok.
    Türkler sonradan geldiler Anadolu’ya ama eski geleneklerin üstüne yerleştiler? İslam’da Tanrı kavramı soyuttur.
    Sonradan bugün kırsal kesimde yaşayan yaşatılan geleneklerin, uygulamaların bir çoğu İslam kökenlidir. Eski insanlardan kalma, eski uygulamalardan yani Yer Tanrılarından diyelim, Doğa Tanrılarından. Şimdi kurban, kurban daha önce vardı Van’da Tanrıça Eşrepa’ya yılda bilmem ne kadar koç, öküz kurban edilirdi. Bilmem başka bir yerde, törenlerde şu bu kurban edilirdi. Başka bir yerde başka bir canlı kurban edilirdi. Kurban geleneği Anadolu’da var insan kurbanı için.
    Şimdi başka örnekleri de var, diyoruz. Daha kurbanın dışında bir sürü örnek var tabi.
    Sünnet. Düğünler. Törenler, gelenekler, bayramlar bir sürü.
    Mesela Mesir Bayramı. Mesir Bayramı Kuzey Suriye’den gelme. Mesir, Bahar Tanrısı Adonis vardı. Adonis güzelliğin, erkek güzelliğinin örneğiydi. Adonis bir çobandı, sonra bir yaban domuzu Adonis’i öldürdü, onun için kanının damladığı yerde bir çiçek çıktı, gelincik çiçeği, tarlalarda. Anadolu’da Manisa yörelerinde mesir bayramı olur bunu sürdürüyorlar. Hani minarelerden bir macun atıyorlar onu yiyen erkeğin erkeklik gücü çoğalırmış. Domuzun kanı karışıyor oradan da geliyor adamı öldürdüğünden dolayı, domuz başka yerlerde de yasaktır etinin yenmesi bu Adonis dolayısıyla, bakın bu da odur.
    Başka bir uygulama Anadolu’da, Trabzon, Giresun yörelerinde yaylada yayık geç olursa, kaymak geç yağa dönüşürse, sünnetsiz bir çocuğu alırlar onun derisini ölçerler, bir sifin safinoz diye bir bitki vardır hani zehirlidir onun bağı, ondan bir dal kırarlar o küçük çocuğun sünnet olmamış derisini ölçerler, yayığı atarlar. Yayık erken olurmuş. Şimdi bir düşünün ki eskiden Anadolu’da var yok erkek organı kutsal, bereketin kaynağı bakın biçim değiştirerek geldi. Yani Anadolu’dan gelme, kırılmış. Halk bunu da bilmiyor ki.

    Bakın bugün bir şey çıktı ortaya, özelleştirme. Özelleştirmeyle satılan bir çok kurumlar Kurtuluş Savaşı’yla kazanıldı, savaşla kazanıldı. Demiryollarını Almanlar’dan, bilmem neyi Fransızlar’dan, öncekini bilmem kimden alındı. Bunlar savaşın sonu. Şimdi üç kuruş için tutup dışarıya satıyorlar onları, özelleştiriyorlar. Genelkurmay karşı çıktı ilerde, ne yaparsan yap adam o uyduları eline geçirdikten sonra, senin iletişim olanaklarını eline aldıktan sonra, sen istediğin gibi fır fır dön dur.
    Atatürk’ün döneminde Duyunu Umumiye denen o genel borçlar denen, beş kuruşu yok Duyunu Umumiye’nin askerin ayağında çarık yok ya, birinde çarık, birinde bot yok, öyle savaşıyorlar. Şimdi her şeyimiz var aman verelim.
    Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse ne kazanacak? Hiçbir şey kazanamayacak, çok şey kaybedecek.
    Bırakmayacak seni böyle olduğun gibi yani. Biz şimdi yakamızla kendimiz herifin kucağına oturduktan sonra istediğin kadar çırpın bırakmazlar. Tepkilere aldırmıyor. Tamam Ecevit hasta doğru, Ecevit hasta, yaşlanmış, parkinson var. Ama ötekiler hepsi hasta ya.

    Daha siz Aleviler olmuşsunuz 500 parça, bir Ali var, bir Hacı Bektaş var… 500 öbek Alevi var. Ne yapacaksınız kardeşim?
    Aleviler birleşmedikten sonra bir şey olmaz. Şu partinin elinde, bu partinin elinde oyuncak bu adamlar kardeşim. Türkiye’de aşağı yukarı 15-20 milyon Alevi var. 10 tane Alevi yan yana geldi mi 10 tane öbek çıkıyor ortaya.
    İstanbul’da kaç tane dernek, vakıf var; 5-10 tane var değil mi?
    Bütün dünya ekonomisi Türkiye’yi parselleyecek. Yok Telekom gitti, yok AB.’ye ödünler verildi, yok IMF geldi, yok bilmem ne gitti… Türkiye’yi parselleyecekler. Türkiye’yi çiğ çiğ kendileri için parçaladılar.
    Alevi şiiri bitti, öldü diyorsunuz. Peki neden öldü? Aleviler kırsal kesimdeydi, şimdi hep şehirlere iniyorlar ve kırsal kesimdeki dili bıraktılar. Bozulmamış Türkçe’yi bıraktılar, başladılar şehir ozanların ağzını kullanmaya. Şimdi ne yapıyorlar? Birtakım dernekler büyük paralı otellerde böyle ekipler kurmuşlar orada konuşuyorlar. Başka bir şey yok, ne yapacaksın.

    Folklor/Edebiyat Dergisi, 2004/1, 37, Sayfa: 309-319
    http://www.cemvakfi.org.tr/kultursanat/ismet-zeki-eyuboglu/

  54. Dil, hayatın ve düşüncelerin üzerinde yükseliyorsa, felsefe ve bilim üretmeyen toplumun dili de yoksul olur. Göçebe bir toplumun dili de yoksuldur. Yalın hayatın dili de “yalın” yani yoksuldur.
    Kaldı ki, dil bir göstergedir. Tamam, arap alfabesi yerine latin alfabesi geldi de bu bir yoksulluk mu yarattı? Çevirmeye değer hangi yapıt eksik kaldı? Şu Neo-Osmanlıcılar çevirsin okuyalım bakalım… Evrensel gerçeklerle yüzleşmekten kaçmak isteyenlerin sığındığı hartap viranelerde yaşamak isteyenlerdir bu adamlar… IŞİD, Boko Haram… O kadar petro dolarlarla yaşanılan bu rezillik bir tesaadüf değil, bir zorunluluk! Önümüzdeki yıllar daha da berbat olacak.. Ülkemizi bu 19 yy öncesi Paradigma içinde mahvolacak savaşlardan, felaketten korumak giderek birincil görev olacak görünüyor.

  55. Bir cümle okudum..”Dil ve gelenek sadece iletişim ve anlam vasatı değil, aynı zamanda tahakküm ve iktidarın da vasatıdır.”
    Bu bağlamda Osmanlı-İslam, Ortaçağ dünyasının tahakküm dilinden de vazgeçilmiş olmadı mı? Ki bu dil halka ait değildi; egemenlerin alfabesiydi!
    Son 50 yılda dilimize çevrilmeye değer bulunmuş edebi-bilimsel Arapça kaç yapıt var? Bun sorunun yanıtı da çok şey anlatacaktır.

  56. Aklıma gelen İbn Haldun’un Mukaddimesi var onu da Turan Dursun çevirdi. Başkaları da çevirmişti gerçi ama iyi değildi bu tercümeler. Örneğin şu linkte Süleyman Uludağ’ın Mukaddime tercümesinin eleştirisi var;
    http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/772/9848.pdf

  57. 1928 senesinde adına “Harf Devrimi” denilen ucube bir uygulamayla İslâm harflerinin kaldırılıp yerlerine Latin harflerinin kullanılmaya başlamasıyla kültürde, irfanda ve ilimde köksüzleşmenin önü açılmış ve nesillerin iğdeş edilmesi planlanmıştı. Ak Parti hükümetinin orta öğretimlere Osmanlıca dersleri verilmesinin önünü açmasıyla tekrar alevlenen “lisan-dil” tartışmaları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkçe’nin kısıtlı haline vurgu yaparak -bu haliyle- Felsefe yapılamayacağını söylemesiyle daha geniş kapsamlı tartışmaya açılmıştı. Furkan Dergisi de kapağına “Yeni Türkiye’nin Yolu Terk-i Kurbağacadan Geçer” başlığını taşırken dosya konusu olarak “dil-lisan davası”nı işlemiş. Derginin muhtevasında ise Mütefekkir Salih Mirzabeoğlu’nun “Dil ve Anlayış” isimli eseri mihenk taşı olarak başa çekilmiş.

    http://furkandergisi.com/52-nusha-cikti/

  58. Diyanet’ten Atatürk dönemine ait skandal suçlama

    Diyanet’ten, Diyanet’in de kurucusu olan Atatürk dönemine ve Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan Harf Devrimi’ne yönelik skandal ifadeler geldi.

    Diyanet’in aylık dergisinde “Ecdattan Yadigâr Osmanlıca: Reddi Mirası Red” başlıklı makalede, Atatürk dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yılları hedef alındı. Atatürk dönemini de içeren Cumhuriyet’in ilk yılları “basiretsizlikle” suçlanırken, Harf Devrimi için “toplumu yabancılaştırdı” denildi.

    19 Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Rıza Karagöz tarafından kaleme alınan makalede, tartışma yaratacak şu ifadelere yer verildi:

    HARF İNKILABI YABANCILAŞTIRDI:

    Osmanlı Türkçesi’nin öğrenilmesiyle Arap alfabe sistemiyle kayıtlanmış olmaktan dolayı yabancılaştığımız dilimizin nadide eserleri miadını doldurmuş eşya gibi kütüphane raflarında unutulmaktan kurtulmuş olacaklar. Neden ve nasıl unutulmuşlardı? Elbette bu sorunun muhtelif cevapları olabilir. Harf İnkılabı’nın bu yabancılaşmada, geçmişle bağın kopmasında etkili olduğu göz ardı edilemez.

    ATATÜRK DÖNEMİ “BASİRETSİZ”:

    Ama bundan daha önemlisi Cumhuriyetin ilk 30-40 yılındaki eğitim politikalarının, sözünü ettiğimiz bin yıllık birikimin günümüze ve gelecek nesillere aktarılmasının yegâne kaynağı olan bu eserleri göz ardı edecek kadar basiretsizleşmesidir. Dahası, özelde Osmanlı kimliğine ve birikimine karşı oluşturulmak istenen düşmanlık redd-i miras hâline dönüştürülerek bu dönemle bağların tamamen koparılması hedeflenmiştir.

    İSTEYENE DELİL BULURUZ:

    Maksadımız, eski ile yeninin, esasen olması gerektiği gibi, birbirinin devamı olduğunu görebilmeyi sağlamaktır. Nasıl ki bir insan atasını dedesini kendi kimliğinden silip atamazsa, toplumlar da geçmişlerini görmezden, bilmezden, tanımazdan gelemezler. Ez cümle geçmiş kimliğimizdir ve onu tıpkı kanımızı miras aldığımız gibi gelecek nesillere tevarüs ettiririz.

    OSMANLI TÜRKÇESİNİ HERKES KULLANMALI:

    Mensubiyet ve aidiyet duygusu günümüzde eskisinden daha çok tabii hak ve ihtiyaçlardan sayılıyor. İşte bunu elde etmenin yolu ise tarihiyle, geçmişiyle barışık ve iletişim halinde olmaktan geçiyor. Bu anlamda artık Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış metinleri sadece tarihçilerin ve edebiyatçıların oluşturduğu minyatür bir grubun değil toplumun her kesiminden insanların, belli seviyede okur vaziyete gelmesi anlaşılabilir bir ihtiyaç olarak görülmelidir.

    http://www.ilk-kursun.com/haber/251688/diyanetten-ataturk-donemine-ait-skandal-suclama/