ogürsel/ II SİYASALLAŞMIŞ,  İKTİDAR PEŞİNDE KOŞAN DİN PARADİGMASI, BU DÜNYADA CEHENNEMİ VAATEDER.

 

Din’in iktidarı olmaz; İktidarın Din’i olur ve o da her iktidar gibi acımasızlaşır, ahlaksızlaşır. Bu “şey” artık bir Din değil, bir İktidar ideolojisi; bir “ortaçağ burjuva faşizminin” dünyevi sopasıdır…

 

Avrupa’da 30 yıl süren Mezhep Savaşını temsilen…(A)

 

 

“Bir dünya görüşü olarak köktendincilik, tarihte kendini defalarca göstermiştir. Nüfusun büyük oranlarda arttığı, eski kurumların gözden düştüğü, ailelerin iş bulamadığı, çocukların kendi başlarının çaresine bakmak üzere hiç bir güvenliğin ve ruhsal desteğin bulunmadığı şehirlere gitmek zorunda kaldığı, zengin ve güçlü kesimin ahlaktan yoksun olduğu ve kendisine ait ayrıcalıkları bunlara ulaşamayanların önünde arsızca teşhir ettiği dönemlerde, bir çeşit tesellinin ya da dinin imdada yetişmesi kaçınılmazdır.” (1)

 

“Ortaçağ Burjuva Faşizmi” bir siyasal terim olarak ne kadar tuhaf ise, günümüz dünyasında Dinsel Faşizm de o kadar tuhaftır!  Gülünçtür; yalnızca seyredenler; katillerin dokunamayacağı kadar uzakta yaşayanlar için! Trajedidir; önümüzdeki bir kaç on yıl, Orta-yakın Doğu’da “mukim” yüzlerce milyon Müslüman için. Bin yıllık İslam İmparatorluğundan kalan son kırıntı hayallerin, milyonlarca ceset ile birlikte gömüleceği nihaî bir dönem olarak!

“Ortaçağ Burjuva Faşizmi”  diriltilecek ölülerin kucağında yaşama arzusudur; bu sapkın arzu elbette “çağını yitirmiş” hayallerinin bedelini ödeyecek; ilk “taksit” Afganistan’dı; ikincisi İŞİD, mezhep savaşları ile tahsil ediliyor!

Modernitenin silahları, aklı, siyaseti, teknolojisini, “ileri demokrasi” gibi terimlerini bile utanmadan ağzına alan, herkesi aptal sersem sanan  takiyeci “önderlerin”, Orta Çağ Din tahakkümünü yeniden kurabileceğini sanan İslamcı Siyasal Hareketlerin projesi için bu “Ortaçağ Burjuva Faşizmi” tanımını uydurmak, bu tarih öncesi güruhun  anakronizma’sı ile karşılaştırıldığında çok masum kalacaktır.

 

1. İnsana ait özgürlük, Dünyayı “Seküler” olarak kavrayabilme imkânı ile başlamıştır.

Özgürlük “karmaşıklaştırılmış” bir kavram. Tarihsel olarak bakıldığında “özgürlük iskeleti” ancak  18-19. yy da “Aydınlanma Devrimi” ile ayağa kalkmış; yürüyebileceği, koşabileceği “kasları” bu yüzyıllarda edinmiştir. On binlerce yıl sonra insanın “ruhu”, o çocuksu hayaller ve korkularından yani Dinsel dogmalardan, bu yüzyıllar içinde kurtulmuş ve  özgürleşebilmiştir. Bu özgürlüğün, yani Aydınlanma Devriminin, “kuş bakışı” ile Modernitenin, insanlığa ne kadar büyük bir adım attırdığı, olguya “tür başarısı” olarak bakıldığında açıkça görülür. Modernite,  Neolitik Devrimden sonra insanlığın 2. ve daha büyük bir devrimidir! İnsan merkezli bakış açısıyla, bu Devrimin büyüklüğü, “insan türündeki” artış hızı ile kolayca gösterilebilir. Son 200 yıl ile önceki 2000 yıl karşılaştırıldığında, bu “özgürlük ve seküler devrime” ait diğer olgular bir yana yalnızca nüfus artış hızı bile çok şeyi kanıtlar.(*)

 

İnsan denilen varlık, onlarca bin yıl “duygularının” örgütlediği geleneklerle türünü sürdürmüş; son iki yüz yıldır, aklı ile gezegene hakim olmuş; bugün “akılını” yitirerek aynı gezegeni mahvetmeye koyulmuştur.

 

İnsan iki, üç yüz yıl önce dinsel dogmalardan kurtularak Özgürleşme’nin ilk adımını atmıştır. (**) 1700’lü yıllara tekabül eden bu Aydınlanma Devrim sürecinin, tarihsel olarak Avrupa’da Ulus-Devlet kuruluşlarına ait dönemle çakışması, özgürleşme kavramına ait bir yanlış algı yaratılmasını kolaylaştırmıştır. İktidarını sağlamlaştırdıktan hemen sonra Dinsel dogma ile uzlaşı arayan Burjuva düşüncesi, “hakikati” tahrif ederek, “özgürleşmeyi” yalnızca ulusal devlet kurulması ile ilişkilendirdi. Tarihi yazanlar böyle bilinsin istedi! Binlerce yıl insan gövdelerini köle, sonra yüzlerce yıl serf olarak kullananlar, emekçileri “kendi ulus devletleri içinde “işçi” olarak özgürleşeceklerine inandırdılar.  Ulus Devletleşme. “özgürleşme” olarak gösterildi . İnanıldı.

Günümüz egemen söyleminde de özgürlük, tarihsel anlamı ile insan aklını yanılsamalardan, gerçekliği çarpıtan görüntü ve sanılardan kurtulması; dünyayı, tabiatı, insanı, kendini nesnel, incelemeci, akılcı, şüpheci görebilmekle ilgili bir kavram olarak anılmıyor.  Bugün kitlelerin algısında “özgürlük”, tüketim toplumunun tüketebilen bireyi, hazcı bir hayatın üyesi, anlamsız, “serseri” bir var oluş sanılıyor; insana, bireye ait gerçek özgürlüğün, köleci toplum geleneklerinden; “iman aklından” ve gündelik hayata hükmeden hurafelerden kurtulmak; “insanlığın ortak aklını” kullanmakla başlayabileceği gizleniyor. Salt kimliksel, salt ulus devlet olma, salt harcayacağı paranın edinilmesi ile özgür olunacağı anlatılıyor.

Traji-komik olan, özgürlük düşmanı dinsel dogmaların topluma refah getirebileceği söylemi ve beklentisidir. Özgürlük yoksa, o toplumda bilim ve teknoloji üretimi olmaz. Bilim ve teknoloji üretemeyen her toplum yoksullaşır; iç kavgalara sürüklenir. Egemen sınıflar, iç savaşı ötelemek, içerideki yönetim salaklıklarını ve hırsızlıklarını örtmek  için dışarıda savaş çıkartmaya kalkışır; “ordusunu ihraç malı” olarak Emperyallere kiralamak onlar için standart bir pazarlama stratejisidir!

 

2. Sorun İslam Din’i değildir; Din’in Siyasallaşması; ekonomik, toplumsal, kültürel ve ahlaki  iktidarı istemesidir; “ortaçağ burjuva sınıfın” total tahakküm arzusunun maskesidir Din! Sonu, her seferine korkunç ve kanlı bir trajedi olacaktır. Garantili trajedi!

 

Bir tanrı gibi elimizde makas, dünya haritasını önümüze çekerek, günümüzün ileri bilim, teknoloji sahibi ve seküler toplumlarını, tüm Emperyal ülkelerin yaşadığı ülkeleri sınırlarından  keserek ve son 200 yıla ait tüm bilimsel birikim, teknoloji ve ürünlerini de yanlarına katarak okyanusa gömsek nasıl bir dünyaya uyanırdık? Geride yalnızca “sömürülen” mazlum, ülkeler kalsa ne olurdu? Olacak olan şu; insanlık tarihi MS 1000 yılarından yeniden başlardı.

 

Din’ler, tabiatı, “Varlığı ve yokluğu” anlama çabasının emekleme dönemi ürünü; dinsel inançlar ve bu inancın çevresinde kurulu bir “ikame” dünya. “İlk” insanların, kendi, canlı-cansız maddeler ve aralarındaki ilişkilere dair sorulara verdiği “ilk” yanıtlardan yapılmış, öznel, kurgu bir dünya. Dünyaya ait bu “çocukça algı”, on binlerce yıl kabileleri bir arada tutmuş; toplumsallaşma ve örgütlenmeyi koşullamış, felsefenin, bilimin, sanatların “bebeklik, çocukluklarına” nezaret etmiş…

Dinsel inançlarla ilgili temel sorun, son iki yüz yıl içinde ekonomik, kültürel, toplumsal evrimini yapamamış insan ya da toplulukların, hala bu “ilk yanıtlarla” tatmin olması değildir; sorun bu “ilk yanıtlara” ait dünya kavrayışının siyasal egemenlik iddiasında bulunmasıdır.

“İslamileşme’nin büyük tehlikesi yalnızca aşırılıklarında değil, yüz seksen derecelik dönüşlerinde, yordamlamalarında, zamandışılığında değil, yapılanmış bir tarihsel düzen kuramadığından ötürü kaosa yol açmasında-dır… Bu Pandora kutusundan her şey çıkabilir… Kaddafi’den, Pol Pot’a kadar.” (2)

 

Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon

Modernite, Avrupa halklarının MS 1300 yılları sonrası içinde yaşadıkları kent demokrasileri, zanaat-bilim özgürlüğü ve rekabet koşulları sürecindeki Modernizasyon ile gerçekleşmiştir. Bugün hala Neolitik Çağ-Köleci Toplum gelenekleri içinde yaşayan halklar, kendilerini aynı Modernite’ye taşımayacak  bir başka modernizasyon süreci bulmak zorundadır. Şimdilik söylenebilir; “yeni modernizasyon” için gereken en önemli üç şey özgürlük, bilimsel faaliyet ve yarışmacı rekabet’tir. Sonrası, sonra!

 

Batılılaşma sorunsalının karmaşıklığı hala yeterince anlaşılmış değildir. Örneğin bugün dahi milyonlarca insan AB’ne girerek Batılılaşılabileceğini sanıyor. Bir kaç giysi veya kimi tüketim nesnelerine sahip olarak; hatta örneğin İngilizce öğrenerek! Modernizasyonun öncelikle bir seküler “episteme”, dogmasız, tabusuz bir akılsal faaliyet olduğu umursanmıyor; toplumu yapan, aslında toplumun-tarihin yaptığı insanların zihninde kökleşmiş geleneklerin, hayat kavrayışının (episteme’nin) tüm “ithal mamul” kültürel olguları kısa zamanda “kendine göre” değiştireceği, hatta başkalaştıracağı unutuluyor. Modernitenin kültürel, ithal “mamul” olguları da, ithal otomobillerin o nazar boncuklu, dantelli süslemeler, Arapça yazılı kimi savsözlerle döşenmesi gibi benzer bir yap-bozu yaşayacaktır. Yaşamıştır. Bugüne dek batılılaşmaya çalışan İslamcı toplumlar, Modernizasyon sürecini umursamamış, “sonuçları” ithal ederek “Modern” olunabileceğini sanmıştır. Bugün, Siyasal İslamcıların ön alması geçen yüzyılın bu ağır yanılgısının ricat toprağında üremiştir. Türkiye, Mısır, Afganistan, Libya, Cezayir … bu trajediyi yaşamaktadır.

İkinci bir sorun, Kapitalizm, Emperyalizm de Modernitenin ürünleridir. Modernitenin ürettiği bilim ve teknoloji sahipleri tarafından ülkesi yağmalanmış, halkı katledilmişler için Batı’ya ve Modernite’ye karşı ortak ve akıl dışı bir “nefret” uyanmıştır. Dinsel inanç ve gelenek farklılıkları, bu nefrete bir  çarpan etkisi katmaktadır. Örneğin Güney Amerika ülkeleri de Emperyalizmden büyük zararlar görmüş olsa da ne “nefret” ne “akıl dışılık” bu denli büyüktür.

 

Siyasal İslamcı Hareketin “kifayetsiz muhteris”  önderleri, Modernizasyon- Aydınlanma devrimi ve Modernite’yi kapitalist-  Emperyalizm’le aynılaştırarak kitleleri aldatıyor. Müslüman toplumlar, Emperyalist Batı’nın “modernite araçları” ile kendini iki yüz yıldır sömüren, aşağılayan, kıyımlara uğratmış Emperyalizm’in ekonomi-politiğine karşı duyduğu haklı nefreti,  tümüyle Modernite-Aydınlanma devrimine yansıtıyor. Güney Amerika yerlilerinin ilk kez karşılaştıkları at ile zırhlı savaşçıyı bir bütün sanması gibi, Siyasal İslam Hareket, Modernizasyon-Modernite-Aydınlanma ile Emperyalizmi aynılaştırıyor; tümüne  birlikte saldırıyor.

 

Yığınlar “kabile aklı” taşıdıkları kadarıyla “yığın” olarak adlandırılır; Siyasal İslam’ın peşine takılmış kalabalıklar da eski çağların fetihçi, yağmacı arzuları ile yola çıkmış, kendilerine önce maddî, sonra manevî bir yeni “yaşam alanı” ele geçirme derdindelerdir. Ülke, Merkezî İktidar hükmündeki coğrafyada “ihtiyaç hasıl olduğunda” benzer bir “fetih” hırsı uyandırılır; örneğin Ermeni ve Rumlara yapılanlar gibi!

Günümüz Siyasal İslamcıları, “kutsal bir dava”, “kendi gibi yaşayabilme”, çoğalabilme hırsı ile “içeride ve dışarıda” yaşayan düşmanlarının topraklarını, vücutlarını, zihinlerini, gönüllerini fethe çıkıyor. Çete zihniyetinin “ulus-kabile-mezhep-milliyet” olarak ortaklaştığı topluluklar yağma beklentisi içinde ortaçağ savaşçılığına övgüler dizmekte ise de “önderlik” her şeyin farkındadır!

 

Siyasallaşmış İslam önderliği, iktidar, zenginlik arzularına, kibrine mekan arayan bir “dinci mülkiyetçi sınıf” siyasetidir. Kapitalizmle, emek sömürüsüyle, tabiatın korunması vb. meseleleri yoktur.  Bilinen Burjuva sınıftan daha az ya da daha çok acımasız değilse de, insanlığın demokratik, adil, daha “iyi” bir dünyada yaşama yolunda vereceği siyasal mücadeleyi daha geri bir noktaya sürüklemektedir.

 

İslamcı Siyasal Hareket, dogmatik, ezberci zihni ile bilim-teknoloji üretimi yapamayacak ve  yoksulluğu hiç bir zaman yenemeyecekse de, geleneklerine, “kalpsiz dünyanın kalbine sığınmış” yığınları, hayaller üreterek peşine takıyor; hayatı nutuklar, dualar, tehditler ve terör ile yönetmeye kalkışıyor. Amaçları ve ideolojisi, vekilleri, bürokrasisi, imamları, hacı-hoca ve ulemaları,  danışmanları ile “yeni bir yönetici sınıf” olarak örgütlemek ve bilinen kapitalizmi aynen sürdürmek; her tür zorbalık, sömürüyü de “Allah” söyleminin kutsal dokusu ile örtmekten ibaret.

Bu din maskeli sahte din siyaseti, kendilerine Sultanlık, iktidar ve nimetlerini sağlayabileceğini umanların iktidar stratejisine ait  bir dünyevi ideolojidir.

 

Son iki yüz yıl, toplumları yöneten “ideoloji” olarak din, Müslüman halkları emperyalizmin kurbanı yapmışken, bugün Siyasal İslamcıların aynı reçetelerle, insanın, bireyin, toplumun ekonomik, temel gereksinimlerini çözümleyecekmiş gibi ortaya çıkmaları “akıl dışıdır!”

Her tür “entegrizm”, yani dini veya siyasi bir inancın, tarihin önceki dönemlerinde olduğu gibi aynen kabul edilerek, değişmez bir mutlak doğru olarak kabullenilmesi, “zekayı, fevri ve bilinçdışı refleksler düzeyine düşürür. Ve her tür zeka düşüşü, içinde çöküşün nüvesini taşır.” (Yaralı Bilinç) Bu “zeka düşüşü” arkasından ekonomik ve kültürel çöküşü getirecektir.

İslam Dünyasının içine sürüklendiği vahşi cinayetler ve iç savaşlar, yukarıda andığımız “iç dinamiklerin diyalektiğinin” kaçınılmaz sonucudur; emperyalizm yalnızca bir katalizör; yarayı gangrene eden, yangına benzin döken rolü oynamaktadır.

 

3. Tarihi yeniden, yeniden okumak…

Avrupa’da Modernizasyon süreci özetlenirse; 13. yy. dan başlayarak küçük kent devletleri içindeki “özgür” zanaatkarlık, yerel yönetim geleneği içinde kentler-bölgeler arası rekabet, kiliselerdeki felsefi tartışmalar içinde gelişti. 16-17. yy larda Reformasyon, 18. yy a ait Aydınlanma; seküler düşüncelerin serpilmesi ve ulus devletler ve endüstri devrimi ile Modernite meydana geldi. 19 yy kapitalizmi ve Emperyalizm, tüketim toplumu, savaş yöntemleri, kent uygarlıkları… tümü Moderniteye ait tarihsel gelişmeye ait “bütünü” yapan organik parçalardı.

 

Her zaman göz ardı edilir; yapılmış bir şey ile onu yapan aynı değildir!

Ve Moderniteyi yapan Modernizasyon ve Modernite de aynı şeyler değildir! Modernizasyon bir süreç, eylemler, etkenler dizisidir.

 

“Modernite”, tanımı, kapsamı, oluş ve ürettikleri ile karmaşık bir olgu gibi görünse de,   Modernizasyon ve Rasyonalizasyon süreçleri ile birlikte ele alınırsa, daha anlaşılır  olacak. Bu üç kavram, Modernizasyon, Rasyonalizasyon ve Modernite, tarihsel olarak kazandıkları değerleri, içerikleriyle hak ettikleri içeriğe ve Rasyonalizasyon ve Modernizasyon, “moderniteden” bağımsız, yeniden kullanılabilme imkanlarına

 kavuşabilecek.

 

Rasyonalizasyon, Dogmaları elinin tersiyle iten; öncelikle araştıran, sorgulayan, şüpheci, deneysel, kanıt arayan, sınayan, çözümleyen ve sonuçları hiç bir zaman bir önyargı, inanç, bir kutsalla, bir “peygamber”, bir kral, hükümranın arzusu ve elbette kendi çıkarlarından dolayı da tahrif etmeyen Aklın faaliyeti olarak tanımlanıyor. Bugün için  “Akılcılık”, düz ve çok geniş anlamda, insanlığın birikmiş aklını kullanma iradesi olmalı.

 

19, yy’ın “aşırı pozitivizmi”, kısa dönemde ve olağan üstü başarıları ile şımarmış “aklın kibrine” ait budalalıkların iyimserliği, bugün daha iyi anlaşılmaktadır. 19. yy, insanlığın bir kaç yüz bin yıllık “hayvansı”, “çocuk”, “vahşi” arzuları ile yüzleşme dönemidir; binlerce yıl sonra da, bu yy.ın, “insan olmanın” miladı olarak anılacağını söylemek abartı olmayacaktır.

Sonuçta Akıl, kendine ait “şımarıklıkları”, aptalca yanılgıları da anlayabilen bir yeti’dir!

Son ve en son, ebedî ve ezelî tahlilde AKIL, her daim kendini onarabilen,Tabiattan sonraki en büyük yaratıcıdır! Kendi ile alay edebilen, dün “kutsal” bildiğini, hemen sonra aşağılama cesareti  gösterebilmesiyle, Tanrısal Akıl’dan da üstündür.

 

“Akıl”, bugün, 19. yy’da sürüklendiği “aşırı pozitivizmini” eleştiriyor; insanın salt “ekonomik bir hayvan” olmadığını, zorunlu gereksinimlerinin tatmini sonrası aradığı, bazen bu tatmini de umursamayan bir “tinsel yanı” olduğunu anlıyor; dinselliğin, insan ve toplumlar için bir Tinsellik ikamesi olduğunu dile getiriyor. İnsanlığın on binlerce yılda, milyarlarca ağacın yaptığı bir “iklim” gibi insanlığın da Tarihsel, Kültürel süreçlerin sonunda kendine ait bir “iklim-Tin-Ruh” yapmış olduğunu kabul ediyor.  (Örneğin futbol takım taraftarlığı, pop şarkıcılara duyulan hayranlık vb. de tinsel şeylerdir.)

***

Modernite her çatlağa sızabilecek bir gaz, bir sıvı gibi; her bireyin ve her toplumsal  hayatın en küçük boşluklarını bulur, oraya “sinsice” yerleşir. Yerleştiği her yerde çoğalır;  çoğaldığı yerde bir basınç yaratır; yerini büyütürken  yeni çatlaklar da üretir. Modernite’nin bu saldırgan ve sinsi karakteri Modernite karşıtlarını aciz bırakır. Dinsel ya da siyasal ideolojisiyle “Modernite karşıtları”, Modernite’nin’nin sızmasını önlemek için sürekli şiddete başvurmak zorundadır; bakınız SSCB ve İran ve AKP!

İktidarın süregen şiddeti kaçınılmaz olarak insanî ve toplumsal gelişmeyi durdurur, geriletir. Çağımız iletişim, ulaşım imkanları ve doğası gereği insanın “bildiğini” bilmez gibi yapamayacağı koşullarda, Modernite’ye ait değerlerden uzak kalmak ancak  “toplumsal zekanın” geri bir düzeyde tutulması ile mümkündür. Bakınız eğitimin Dinselleştirilmesi! Bu “işler” ancak dışarıya kapalı bir toplum ve total bir siyasal şiddet ile mümkündür. “Ancak “iç güdüleri harekete geçirmeyi, nefret ve hınç uyandırmayı başardığında bile, İslamileştirmenin zekayı ikna” etmesi mümkün müdür?

“Modernlik Hıristiyanlığın eleştirisinden doğmuştur.”

Müslüman dünya da “Müslümanlığın” eleştirisi ile yaşadığı dünya ile barışacaktır. İster 30, ister 300 yıla daha gereksinimi olsun; o güne dek sefalet, süregen dehşet içinde yaşayacak, psikopat liderler peşine düşüp, çılgın cinayetlere sürüklenecek, kan banyosu içinde yüzecektir. “Dünyevî Akıl” kullanılmadığında, hiç bir ekonomik düzen, hiç bir önder bu korkunç süreci tersine çeviremez; istenildiği kadar petrodolar olsun, en şeytanî ittifaklar, en rezil takiyelerle iktidarlarını tahkim etsinler; hırsın büyüklüğü yıkımın büyüklüğüne eşit olacaktır.

 

İnsanlık MÖ 6-7000 yıllarında Neolitik Devrim ile insanlaşmaya başladı. 19. yy da güçlenen Modernite uygarlığı, “Aydınlanma düşüncesi” ile insanı-kadını kilise dogmalarından kurtardı; kendi Paradigmasını kurdu. İnsan artık özgürdü!

Bu bağlamda bugün Dinsel dogmalardan kurtulamamış halklar, özgür değildir! Asgari haliyle, her Dinsel inanç ancak dogmatik olmadığında, “hakiki dünya” ile akılsal bağlar kurabildiğinde “inananlarına” özgürleşme yolu açma imkanı edinebilir.

 

Paradigma’yı “dünya görüşü“; “episteme’yi” de kendi kültürel bütünlüğü içinde bilgilerin filtre edildiği  bir Hayat Kavrayışı olarak değerlendirdiğimizde Siyasal İslamcı Paradigma çağını şaşırmıştır. Siyasal İslamcı “Episteme”,  Dogmatik inancının ve Modernitenin bilim-teknoloji  üretim “Episteme’si” ile uzlaşacağını sanıyor; örneğin evrimi reddederek, Biyoloji biliminde yaratıcı olabileceğini sanıyor.

“Asya ve Afrika uygarlıkları, bir kaç yüz yıldır… tarihsel altüst oluşların kıyısında kalmışlardırÇağdaş” İslamcılar, “hem ilerlemeyi hem de bu ilerlemeyi frenleyen şeyleri korumak istemektedirler.”(3)

*

Şık bir başörtüsü, makyajlı, aydınlık bir yüz, kadınsılığını gizlemeyen bakışlar. İki ayrı “episteme” bir arada; hem İslam geleneğine uygun, hem de Modern bir giyim tarzı! Kuşkusuz bir çelişki. Her iki kültür birbirini “bozmakta”, her iki Hayat Kavrayışının aynı zihinde yaşadığı, kendini bu şekilde kanıtlıyor.  Kuşkusuz ki bu aynı zamanda, Modernite’ye doğru çıkılmış bir “yolculuk” giysisi; ya da Siyasal İslamcı hareketin baskısından kaçmak için “uydurulmuş” bir görüntü. Bir bakış açısıyla da “iki episteme” arasındaki uzlaşmanın geçici bir uğrağı.

 

“Yeryüzünün eski uygarlıkları, özellikle Asyalı büyük kültürler 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren yaratmaz olurlar.”  Yaratamayan bir kültür, “yaradılışı” önemser; “yaratamadığı” için “yaratanla” yakınlığını artırmak ister. Sorun Dinsel inançtan çok onu yorumlayan toplumsal geleneklerde; her bir din “aynı kitaba” inansa da, her farklı toplumsal kültürde farklı algılanmış, farklı yaşanmış; Mezhepler, Tarikatlar da her kültürün, topluluğun, kabilelerin farklı geleneklere sahip olması; önceki dinsel inanışlarına uydurma ihtiyacı, çıkar gruplarının ortaya çıkması ve değişen zamanın “episteme” baskısı altında olmaktan doğmuştur.

***

Kuşkusuz Modernite de eleştiriye tabi tutulmalıdır; ama Siyasal İslam’ın yaptığı tek şey kendinden başka her şeyi eleştirmek ve suçlamaktır! Oysa Müslüman Dünyanın bizzat Siyasal İslam Hareketini eleştirmesi, dışlamasıyla “yarayı açan” silahın” tanınması ve  “iyileşmesi” mümkün olacaktır.

Siyasal İslam ideolojisi, her ideoloji gibi hiç bir zaman kendini “içeriden” eleştirmeyecek, sürükleneceği kanlı sürece “coşku” ile atılacaktır. Hep böyle olmuştur; “eleştiri” ancak çok büyük yıkım ve acılar sonrası gündeme gelir; örneğin şu sıralar İslam dünyasında büyümeye yatkın mezhep savaşları, 300 yıl önce Avrupa’da 30 yıl sürmüş, Katolik-Protestan mezhep savaşlarına ne kadar çok benziyor. 1600’lerde yüz binlerce ölüme sebep olmuş bu mezhep savaşları bugün İslam Alemi içinde yinelenecek görünüyor. Hıristiyanlık siyasal kudretini bu mezhep savaşları sonunda tümüyle kaybetmişti. Neden benzeri bir sonuç olmasın!

 

3. Hayat emek ve özgürlükle güzelleşir…

 

Bilgisayarları, telefonları, televizyon ve yayın gereçlerini; otomobilleri, uçak ve tankları keyifle kullananlar, bunları yapmış insan aklını; bu aklın ahlakını, seküler algı ve düşüncelerini, kızlı-erkekli hayatlarını, birey-kadın özgürlüğüne ait ilişkilerini aşağılamaktadır. “İslami rejim -İran- bütün Batı aleyhtarlığına rağmen Batı’nın tüm teknik ürünlerini coşkuyla karşılamakta, karmaşık araçları kâh acemice, kâh şeytani bir ustalıkla kullanmaktadır.” (5)

Tüm Müslüman Toplumların derin bir cehalet, yoksulluk ve sürekli kavga, savaş içinde yaşamaları bir rastlantı değildir.

“Paris’te 1789’da erkek okuryazar oranı yaklaşık % 90, kadın okur yazar oranı yüzde 80’di.” (6)

 

2005 verilerine göre (***) Türkiye’de okuma yazma oranı yüzde 88,3.  Kaldı ki, bugün “okur yazarların”, ne okuduğu, ne yazdığı da meçhul; henüz “dezenformasyonun” bilinmediği zamanlarda, Paris halkı için verilen bu okur yazarlık oranının, ne kadar işlevsel olduğu doğrudan bilinemez.  Bilinç yaratıcı, işlevsel bir “okur-yazarlık” verisi olarak bu tür rakamlara çok güvenilemese de bir “fikir” verecektir. Örneğin Mısır, Pakistan, Sudan, Yemen, Nijerya, Bangladeş’de bu oranlar yüzde elliden bir kaç puan yukarıda ve aşağıda! Toplam nüfusu 600 milyonu geçen bu beş Müslüman ülkede okuma yazma oranları ortalama %45 civarında.

İtiraf etmeli, Müslüman dünya, son iki yüz yıl boyunca “bu dünyaya” emek vermedi. 18-19. yy. da “bu dünyada” değil, “tatildeydi.” “Tatil dönüşü” karşılaştığı “dünyevi” sorunlara hala çalışmamış bir “tembel öğrenci” tepkileri veriyor.

Oysa, İslamiyetin, Kalvinizme benzediği, “ekonomik bir zihniyeti” olduğu söylenir. (7) Ancak Modernizasyon, ne Batı’dan önce ne de sonra İslam “mahallerine” giremedi; bir çok ülkede “zorla” ve “Modernite” olarak “hazırlanmış hap şeklinde” halka “yutturulmaya” çalışıldı.

Sonuçta “verimli bir sentez” oldurulamadı.

Modernizasyon sürecine Merkezî Despot İktidar yapıları izin vermedi ama Modernite’nin “ithalinde” en büyük iki engel, “Fetihçi ekonomi” ve Dinsel Paradigma içinde yerleşmiş gelenekler olmuştur. Örneğin Japonya da Merkezî İktidar içinde alınan kararlarla Batılılaşmaya çalışmıştır; çok sonra TC’nin de 1920’lerde denediği gibi. Aslında Osmanlı İmparatorluğu da, o çok aşağılanan 1840 Tanzimat Fermanı ile Batılılaşma yoluna girmeyi deniyordu. “Örneğin bir Japon için, işi ve modern hayat tarzı Batılı’dır ama mahremiyetinin iç bölgesini oluşturan aile hayatı ve görenekleri geleneklere bağlı kalır; öyle ki bu bölünme normal faaliyetlerini aksatmadığı gibi onu bir ölçüde sert sarsıntılardan korur. Ama biz bundan uzağız. .. entegrist biçimiyle, İslam’ın buyurgan istemleri vardır. Her şeyi belirlemek ister; toplumu yönetmek… zihinleri araştırma ve yenilik yapmaya karşı hale getirmek.” (8)

*

Müslüman toplumların Modernizasyon sürecine izin vermeyen ekonomik ilişkiler yapısı, Dogma’larını beslemiştir. Müslüman İmparatorlukların 1000 yıllık egemen dönemi, Doğu’luların Batı’yı küçümseyen önyargılarını pekiştirmişti. Modernizasyon sürecine de ilgisiz kaldılar; Merkezî İktidarlar “icat istemezdi!” N’olur, n’olmaz!

“İslam Dünyası, Avrupa’daki üç büyük olaya (deniz yollarının açılması, Rönesans ve Reform) tamamen yabancı kalmıştır… 18. yüzyılın sonunda … Avrupa’da … Arap grameri üzerine yaklaşık yetmiş kitap, Farsça üzerine 10, Türkçe üzerine de 15 kitap basılmıştır. On arapça, dört Farsça ve yedi Türkçe sözlük vardır. Ya öteki tarafın durumu… Bir Avrupa dilinin Arapçadaki ilk sözlüğü 1828’de yayınlanmıştır ve… (bu kitap) Bir Hıristiyan’ın (Mısırlı bir Kıptî) … eseridir; yazarın önsözde belirttiğine göre Arap okurlardan ziyade Batılı okurlara yöneliktir.”  (9)

 

“Daha 1500’de sırf Almanya’da 200’den fazla matbaa vardı.”  Kuran 1542 de Latinceye çevriliyor ve sonra çeviri yasaklandığında , bizzat Luther yayıncıyı savunuyor. Kuran’ı överek olmasa da!

 

1500-1750 yılları anılarak yazılıyor. “Çarpıcı bir tezatla aynı dönemde Osmanlıların sağladığı hiç bir bilimsel ilerleme yoktu… Sultan 1. Selim 1515 tarihli bir fermanla matbaa kuranları ölümle tehdit etmişti… 18. yy sonlarına kadar bir Ortadoğu diline çevrilen tek Batılı kitap, frenginin tedavisini anlatan bir tıp eseriydi.” (10)

 

Takiyüddin er-Râsid… “1570’lerin ortalarında padişahın baş astronomi bilginiyken bir gözlemevi kurulmasını sağladı. Dönemin önde gelen din alimi Şeyhülislam… (padişahı) ikna etti… Padişah Ocak 1580’de… gözlemevinin yıkılmasını emretti. İstanbul’da 1868’e kadar başka bir gözlemevi kurulmadı. Müslüman din alimleri böyle yöntemlerle Osmanlıların bilimsel ilerleme şansının önünü fiilen tıkadı.” (11) Böylece Matbaa 250, Gözlemevi 200 yıl geciktirildi!

 

Çünkü, dinsel dogma dünyayı değiştirmeye kalkışmıyor; mekanı önemsemiyor; onun işi zamanla!  1400 yıl önce yaşanıldığı söylenen, kaydı tutulmamış, yalnızca “nakillerle” taşınan, “bilim aklı” ile kanıtlanması imkansız masal-hikayeler, az önce, bizzat yaşanılmışçasına anlatılıyor. “Şimdiki zamanla karışan bir geçmişim… ve geleceğim olan bir şimdiki zaman vardır.” (12)

Müslüman Toplum’lar, yalnızca kendine ait hikayeler, masallarla yaşıyor; insanlığın ortak hikayesine ait “derslerden” hep kaçıyor!

 

4. Son iki yüz yılın “yaşanmadığı” toplumlarda, “çoğalın” buyruğu Siyasallaşmış Din’i “çoğaltıyor”; din-mezhepsel kabileler, “tür” olarak çoğaldıkça, kendi kabilesine “hayat alanı açmak” için komşularına saldırıyor; bu “statüko” içinde savaşlar, birbirini boğazlama kaçınılmaz bir “politika” oluyor!  

 

Artan nüfus baskısı her zaman siyasal ve toplumsal kavgalara yol açmış, ivme katmıştır. Müslüman, mezhepçi kabileler dünyasında her topluluk, diğer kabileler karşısında “zayıf” duruma düşmemek için çoğalmaya çalışıyor. Diğer kabileler de aynısını yapıyor! (****)  Hem de  bu artan nüfusu besleyecek, eğitecek endüstriyel üretim, bilim teknolojik faaliyetler de yokken! O zaman da kabilelerine “hayat alanı” sağlamak için komşu kabilelerin yurtlarına saldırmak “zorunda” kalıyorlar! Asıl amaç “fetih!” Yani yağma! Gaspedilecek tarlalar,  petrol, hayvanlar, köle emeği olarak sömürülecek insanlar bulmak için savaş çıkartıyorlar ama gerekçeleri malum; “Onlar Allah’a bizim gibi inanmıyor!” Oysa hepsinin de inandıkları “Allah” aynı. Ve inandıkları kitap, peygamber de! O kitabın “çoğalın” buyruğuna birlikte uyuyorlar ama dönüp birbirlerini “ayıklamaya” çalışıyorlar! Öldürdükleri, yurtlarından kaçırttıklarının suyu, ekmeği kendinin olsun diye!

Bu dünyada, 1000’li yılların ilk yüzyılları yaşanmaya devam ediyor! Nüfusu artan, yoksullaşan kabileler, kendi içinde “yeniden paylaşma” talebi uyanacak korkusuyla da komşu kabilelere saldırma, “fethetme”, yağmalama geleneğini sürdürüyor.

*

19-20. yy. Modernite’nin aşıları, ilaçları, antiseptikleri… kanalizasyon ve sağlık bilimini “ithal” ederek yeni doğan ölümlerini azaltan toplum, Köleci Toplum kültürünü muhafaza etmeyi sürdürdüğünde ortaya çıkan bu nüfus patlaması bir ceza mıdır?

Türkiye’de 1960’lardan bu yana Aile Planlama çabaları Köleci Toplum ahlakını taşıyan siyasiler tarafından boşlanması, 3-5 çocuk söylemleri de bu ülkeye bir “ceza mıdır?” Ülkesini bu yoldan da Ortadoğu’nun vahşi dünyasına dahil etme çabası Rasyonalite’ye uygun mudur?

Görünen o ki, Müslüman toplumlar, doğuracak, doğuracak; sonra birbirlerini boğazlayacak; Modernite ülkeleri de en azından “kendine dokunulmasın” diyerek bu boğazlaşmaları körükleyecek; silah satacak; hammaddeleri silah karşılığında ucuza getirecek.  Çok “iyi” bir alışveriş yapacak…

*

“1990’dan 2010 yılında kadar Ortadoğu’da nüfus ortalama %52 oranında artarken aynı dönemde tüm dünyanın nüfus artış ortalaması sadece %29 kadar gerçekleşti. Bu yıllar arasında Suudi Arabistan,Irak,Umman ve Ürdün’de nüfus %50’den daha fazla artarken,Bahreyn,Katar’da nüfus eskiye oranla 2 kat daha fazla artış gösterdi. Bu dönemde Birleşik Arap Emirliklerinde ise nüfus tam 3 katına çıkarak adeta nüfus patlaması terimini hayata geçiriyordu. Tüm bu rakamlara karşılık aynı dönemde Avrupa’da yaşanan nüfus artışı oranı ise sadece %2.5 olarak gerçekleşti. … nüfusunun %60’ı 30 yaşın altında olan Ortadoğu artık dünyanın en genç nüfusuna sahip bölge unvanı elinde tutuyor.(İ)

 

” Orta Doğu’da yer alan altı ülkenin toplam nüfusu 2010 yılında 141.5 milyondan 2050 yılında 222.6 milyona yükselecektir. İran ve Irak en hızlı nüfus artışı gösterecek iki ülkedir. … Etnik ve mezhep ayrılıkları ile sıcak iç çatışma olasılığının en yüksek olduğu bu ülkelerde nüfusun sosyo-politik baskısı artarak sürecektir.” (İ)

 

Son bir ayda gıda fiyatlarındaki katlanan artışı başta İtalya, Mısır, Haiti, Özbekistan ve Endonezya’da kitleleri sokağa döktü. En son 27 Mart tarihinde basına yansıyan görüntülerde Mısırda ekmek üzerinde sağlanan haksız kazanç nedeniyle çıkan ayaklanmada 5 kişi hayatını kaybetti.  Bugün nerdeyse bir milyarı açan açlık sınırındaki insan sayısının tahıllardaki gıda artışı ile ikiye katlanacağı belirtiliyor. Artık IMF ve Dünya Bankası yetkilileri dahi Bangladeş, Mısır, Sudan, Etiyopya, Güney Amerika’daki artan yoksulluğun daha da ciddi boyuta ulaşacağını ve bunun sosyal sorunlara neden olabileceğini belirtiyorlar. (İ)

 

“Araştırmaya göre, Arap ülkelerinin toplam nüfusu dünya nüfusunun yüzde 4.7’sini oluştururken, Arapların küresel mal ve hizmet üretimi dünya üretiminin yüzde 2’sinde kalıyor.”(İ) Bu araştırma petrol ihracatını da “mal üretimi” içine alarak yapılmışsa, ortaya daha da büyük ve korkunç bir yoksulluk çıkacaktır. Bu veriler de bu yoksulluğun büyüklüğünü doğruluyor. “İsrail’de 1980-2000 arasında verilen patent sayısı 7652’yi bulurken, Arap ülkelerin toplamında bu sayı 367’de kaldı. Sadece 2008’de İsrailli mucitler 9591 yeni patent başvurusunda bulundu. Başvuru sayısı İran’da 50, Müslümanların çoğunlukta olduğu bütün ülkelerde ise toplam 5657’ydi.”(13)

 

Mersin’de bir hastanede Suriye’li göçmenler için çalışan bir sosyal hizmet görevlisi şaşkınlık içinde “on beş yaşında gebe, kırk beş yaşında gebe!” “Üreme çağındaki” tüm kadınlar sürekli gebe! Müslüman toplumlarda doğum kontrolü yok;  göçmen geldikleri ülkelerde, gelecekleri belirsiz koşullarda bile doğum hızlarında azalma görülmüyor. Bu zihniyet kendi paradigması içinde tutsak; günümüz aklı ile adlandırılırsa müthiş bir üreme telaşı içinde.

***

Günümüz Müslüman topluluklarını, yoksul, vahşi, hukuksuz bir hayata sürükleyen bu üç nedenden hangisi ilk sırayı alır; gelirin adaletsiz paylaşımı, Köleci toplum gelenekleri ve hızlı nüfus artış hızı?

Hangi neden ilk sıraya alındığında, çözüm sürecinde zaman kazanılır? Nüfus artış hızını, köleci toplum gelenekleri kışkırtıyorsa, hangi neden daha acil çözümlenmelidir? Köleci toplum gelenekleri en başında “özgür birey, özgür topluma” engelse, egemenlere karşı isyan bile dönüp, dolaşıp Köleci Toplum gelenekleri ile uzlaşacaksa, sonunda yine en başa dönülmeyecek mi?  Ve bu topluluklarda da hep böyle olmadı mı?

Siyasallaşmış Din için bu tür sorunların analizi yok; O “aydınlanmacı akıl” ile çözebileceği sorunları, “iman” ile çözme iddiasında. Sorun şu; bu adamlar aptal sayılamaz; batılı eğitim görmüş olanları da az değil. Neden Din’i siyasallaştırarak Din’e, ve inananlarına bunca kötülük ediyorlar? İktidar için! Bir başka “ideoloji” ile iktidara gelmeleri ve maddî, manevî güç kazanmaları mümkün değil; İktidar Din’i olsun istiyorlar.

Artık  siyasallaşmış iktidar arayan din de bir ideolojidir; ve tüm ideolojiler gibi onun da bir Procrustes Yatağı vardır. İdeolojiler, zamanla “boyu uzamış”  bir gerçekliği “yataklarına” yatırıp, ayaklarını keser. Ya da ideolojisinin yaşlanmış “kısalmış” gerçekliğini yine “yatağının boyuna” uydurmak için, iki ucundan çekiştirir. (*****)

Aydınlanma, Modernite dünyası dışında kalmış Müslüman Dünya’ya ait geleneksel ve geri kalmış ama iktidar arayan kadrolar, Siyasallaşarak Din’i kendi “yataklarına” göre uzatıyor; iktidara uzanmak ve sürdürmek için öyle korkunç “günahlar” işliyorlar ki! Söyledikleri korkunç yalanlar, nice masum insanın hayatını kahreden komplolar, erdemli insanları açığa düşüren haince ittifaklar, güç kazanmak ya da bencil arzularını tatmin için yaptıkları hırsızlıklar aslında neredeyse her Din’in ve İslamiyet’in de temel değerleri, amaçlarına aykırı. Din artık böylece yalnızca İktidar’ın Din’i haline geliyor. Dünya nimetlerine değer vermeyen “bana seni gerek seni” diyen Din, iktidara boyun eğdiriliyor; İktidarın kötülük aracı haline geliyor.

*

Siyasallaşmış Dinsel ideolojiler “yataklarına aşık” olanlardır; oraya “yatacak insan” umurları değil; bu nedenle olmalı her zaman “Procrustes” kadar acımasız ve zorbalığa yatkınlar. IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi örgütler “modernite aşıları” ile nüfusu patlamış toplumların eğitimsiz, donanımsız, umutsuz, geleceksiz ve kendi toplumlarından umudu kesmiş gençlerden oluşuyor. Düşünceleri, eylemleri ile en çok kendi toplumlarına zarar veren, büyük kötülükler yapan temel Din ahlakından-amacından kopmuş insanlardır. Hırsları “fazla” Dünyevidir ve Din kişisel hırslarının, hak etmedikleri ama sıkılmadan el uzattıkları iktidar arzularının sopası ve kurbanıdır. İktidar için yaptıkları korkunç işler olur da iktidarı aldıklarında ikiye, dörde katlanacaktır. Yazılmıştı; bu “çağını yitirmiş paradigmanın” bu çağda tutunacağı günleri çoğaltmasının tek yolu şiddet, terör ve katliamdır.

 

6. Kişisel Bir hayat tarzı, bir cemaat kültürü olarak Din… 

İslam Dini ile uzlaşma ve Siyasal İslamcılarla uzlaşma ayrı şeylerdir; ikincilerle uzlaşma olanaksızdır.

“Köktendinciler… Uzlaşmaz birer milliyetçidirler, çünkü tüm vatandaşlarını koruyup gözeten ve hepsine özsaygı vaat eden ideal bir ülke hayal ederler… Erkeklere ve kadınlara özgü kardeşlik dernekleri biçimindeki örgütlenmeleriyle gençleri ailelerinden uzaklaştırarak ikame bir aile yaratırlar. Bu derneklerde pek çok kadın, geleneksel giysileri içinde hem baskıdan kaçabileceği, hem güvenli bir yere hem de ait olma duygusuna kavuşur; ayrıca sık, sık örgütte aktif bir rol üstlenme fırsatını bularak gelecek nesli biçimlendirmeye katkıda bulunmanın tatminini yaşar.” (14)

Bu “tatmin” yeterli gelmeyecektir! Bu “idealistler”, “insanları sopa ile cennete götürerek” böylece “cennette loca” bekleyenler için, taşıdıkları duygu, düşünce ve “imanlarını” umursamayan insanlar birer böcek gibidir! Bu insanlar, düşünce kalıpları, “dava” adına özgecilikleri, masal geleceğe inanmak, oturma-kalkma-söz alma-itiraz etme vb. davranışlarındaki kopyacılık, derin bilgiler ve hayatın karmaşıklığı karşısında uyguladıkları indirgemeci yöntemleri ile 1970’li yılların bir çok Sosyalist Sol hareketine, insanlarına da benzerler.

Ve hiç benzemezler; Sosyalist gençler, kendilerine bu dünyanın hümanistik değer yargıları ile hesap  sorulacağını bilirlerdi; onlar, masum insanların ölümünü bağışlayacak bir Tanrı’ya sahip değillerdi!

***

“Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını da Tanrı’ya verin.” (Matta İncili 22:21) Bu ifade ile Hıristiyan Din öğretileri ile, devlet işlerinin ayrılığını kabul ederek, Laikliği benimsediği yazılır. Papalık yüzlerce yıl siyasetin içindeydi; Engizisyon mahkemeleri aracılığı ile ne korkunç işler yaptı. (7*) Kuşkusuz ki, Papalık ancak “dünyevi iktidarını” kaybettikten sonra bu söze sığınıldı. .

İslamiyet’in “totaliter”, toplumsal hayatın tümüne hakim olmak isteyen bir din olduğu yazılsa da tüm dinlerin “pragmatik” olduğu unutulmamalıdır. Hıristiyanlık yüzlerce yıl Avrupa halklarına hükmetti; Krallar papa’dan “icazet” alma zorundaydı. Sonra da “Sezar’ın hakkı…” akla geldi!

Tüm dinsel metinlerde olduğu gibi Kuran hükümlerinde de, peygamberlerin “dönemsel” olarak farklı söz ve davranışlarından farklı siyaset, mezhep, tarikatlar meydana gelmiştir.  Tüm dinler doğuşu itibariyle insanî bir çok erdemi, güzelliği taşımışlar, güçlendikçe de adaletsizleşmişlerdir. Bu tüm dinlerin kaderidir! İktidarı eline geçirenler kendi “tıynetlerine” göre İktidarının Dinini şahsen yazmıştır; günümüzde olduğu gibi!

 

Muhammed’in peygamberliğinin çok erken dönemi için yazdığı “Medine Sözleşmesi” de aynı “Sezar’ın hakkı Sezar’a” yorumuna tabi tutulabilir!

 

Muhammed’in iktidarı henüz almadığı, “İslamiyet’in Doğuş” dönemine ait bir uzlaşma belgesi olarak görülen Medine Sözleşmesi; iktidarı, gücü ele geçirdikten sonraki “iddialı” söylemler ile çelişse de,  yaşanmıştır; ve önemli bir örnektir.

“Medine Sözleşmesi’nde daha çok farklı inançlar vardı. Biz ona farklı kimlikleri, mezhepleri de ekliyoruz… Diyoruz ki peygamberimizin Medine’de yaptığı gibi hak-hukuk temelinde, eşitlik temelinde buluşalım… Araya sınır koymadan, sınıf yaratmadan, birbirimizi sömürmeden, birbirimize saldırmadan ve savaş çıkartmadan barış içerisinde yaşayalım. İşte bunun formülüdür Medine sözleşmesi…. kapitalist moderniteye karşı Demokratik Uygarlık Manifestosu kitabında söylenenler ile Medine Sözleşmesi’nde anlatılmaya çalışılanlar örtüşüyor.” (15)

İ. Eliaçık da Merkezi İktidarın İslamiyet’i bozduğunu yazıyor. “Halbuki saltanat da Bizans’tan geliyor… Muaviye tarafından Bizans’tan örnek alınarak oğlu Yezid’le beraber çifte biad alınarak İslam dünyasına sokulmuştur. İslamın demokratik yorumu Bizans’tan saltanat, harem hayatı, saray hayatı ithal edilerek boğuldu. Saltanat, İslamın siyasi reformlarının gelişmesine engel oldu.” (16) Bir anlamda iktidarların din’i oldu!

 

“Kur’an diyor ki ‘İhtiyaçtan fazlasını infak edin.’ Yani ihtiyaçtan fazla paran varsa onu aktaracak… biriktirmeyeceksin. İktidarı da biriktirmeyecek… merkezileştirmeyeceksin. İhtiyaçtan fazla yetki, iktidar, güç merkezden yerele kaydırılmalıdır… “Bölge halkları olan biz Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, Şiiler, Süryaniler, Ezidiler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, Farslar birbirimize egemenlik taslamadan nasıl ortaklıklar kurabiliriz? Bunun yol haritası Medine sözleşmesinde var.” (17)

*

Din-inanç siyasallaşmayarak, iktidarı arzulamadığında, “büyük çatışma” dinecektir. Ancak böylece din’lerin içindeki adalet, merhamet, şefkat, dayanışma daha öne çıkacak, şiddetten arınmış Din’ler bundan sonra  güzelleşecektir!

Varlığı güzelleştirmek insanın, yokluğu güzelleştirmek Din’lerin görevidir çünkü. Ve varlık, yoklukla anlaşılır.

*

Toplumsal hayatın düzenlenmesinde, “Sekülerizm” olmazsa olmazdır!

Siyaset, toplumsal hayatın örgütlenişi Seküler bir uzlaşma içinde gerçekleşmek zorundadır; “sekülerizm” bir atmosfer, bir havadır; her siyaset, her ideoloji, her ekonomik gelişme modeline ait tartışmalar bu “havayı” solumak zorundadır; yoksa “herkes” boğulur; şu andaki İslam Alemi gibi!

 

Toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde “birey vicdanına” saygı duymanın ön koşuludur Laiklik; hiç bir zaman, hiç bir koşulda vazgeçilemez; hiç bir pazarlığa dahil edilemez! İnsanın, insan olma mücadelesinin, özgürlük ihtiyacının ayrılmaz parçasıdır; Laiklik üzerine pazarlık, “insan olup-olmama”; insanın “ruhunu” ve kadınları köleci toplum ahlakına kurban edip, etmemeye ait bir pazarlıktır, toplum hayatının dinsel dogmalara göre düzenleme dayatmak, insanın binlerce yılda yaptığı en büyük eseri  “özgürlüğünün” çalınmasına yönelik teşebbüstür.

*

Bir “kültür”, “üyelerine”, kendini bilgi nesnesi yaparak, arzularını, karakterini,cinsel varlığını  hayallerini, gövdesini tanıma, bilme, anlama çabası yolunda eğitim vermek zorundadır; veremiyorsa, o kültür “insan” da yapamıyor demektir; ne kadar az yapıyorsa o denli vahşiler dünyasına yakındır! Ortadoğu da budur!

“Bizde birey yoktur ego vardır, gelişkin bireyler değil şişik egolar vardır. Gelişkin birey, toplumsallık ile içe içedir. Gelişkin bir toplumsal dinamik yoksa, gelişkin bir birey de yoktur. “Doğulu despot”,  oryantalizmin uydurduğu bir mit değildir, bunu görmek için her yanımızda bulunan şişik egolara bakmak yeterli. Bir toplum birey üretemiyorsa ego üretir.” (18)

***

Kuşkusuz, kişisel inancını, dinini iktidar yapmak isteyenler en sonra öğrenecek -ya da yalnızca bir “meczup” kalacak-; insanlık ve öncelikle Müslüman toplum önderleri, insanlar, halklar anlamak zorunda; bu böyle olmadı; olmayacak! Bu böyle girmedi; gitmiyor, gitmeyecek!

 

Müslümanlar da kendilerine göre bir “Modernizasyon” süreci oluşturulmalı; etkin bir nüfus Kontrolü uygulanmalı ve gelir dağılımında adalet sağlanmalı. Bu üç “proje” bir arada yürümek zorunda; önceliksiz!

İkinci seçenek de şu anda olan, süren ve sürecek olandır! Bitmek bilmez savaş, katliam, göç, yoksulluk, sefalet ve her daim dehşetle, en azından derin bir gelecek korkusuyla yaşamak…

 

———————————————————————————————————————

Açıklamalar

                                     

(*) İnsan nüfus artışı…

MÖ 10.000                                    4 milyon

9500 yıl sonra                               100 milyon

MS 150 yılları                                180 milyon

1750                (1600 yıl sonra)                  790 milyon (10.000’lerce yılda 800 milyon ve 150 yılda 800 milyon insan! ‘Kötülüklerine’ karşın Modernite’ye o kadar kolay burun kıvrılamaz!)

1900 (150 yıl sonra)                    1.650 milyon

1960 (60 yıl sonra)                       3.020 milyon                                                       

2000 (30 yıl sonra)                       6.06 milyon

 

(**)İnsan-birey özgürlüğünü, gövde ve aklın “hareket imkanlarına” yalnızca tabiatın sınırlar koyduğu bir nesnellik ve öznellik hali olarak tanımlayalım. Eski Yunanca’da, “eleutheria” sözcüğü hareket imkanı olarak anlaşılıyormuş. Örneğin, ‘eleuthein hopös ero’: istediğim kadar gitmek, gibi.

Özgürlük kavramı, eski Yunan Filozoflarına kadar götürülse de Köleci Toplumu “meşru” gören bu ilk “bilgeler” çelişki içindedir. Fazla soyut, “ayakları yere basmayan” yorumlar vardır. Binlerce yıl “özgürlük” yalnızca bir “köle” olmama hali olarak anlaşıldı. 18-19. yy’a kadar.

Descartes, 17. yüzyılda insanı özgürlüğünün ilk koşulunu açıkladı; “Şüphe ediyorum o halde özgürüm…” Din’lerde, şüphe edilemez; önder’den, peygamberden kuşku duyulamaz!

18. yy’da Kant kavramı tanımlar. “Akıl varlığı olarak insan özgürdür, çünkü böyle bir varlık, aklın yasalarıyla belirlenmiştir.” Anlaşıldı ki, insan, dogmalardan kurtularak özgürleşir ve böylece “istediği, seçtiği  yönde hareket imkanı” kazanır.

Gövde ve akıl birlikte özgür olmak zorundadır; biri diğerini kendi “zindanına” sürükler. Ancak gelişmenin belirli bir aşamasında “özgür akıl”, “köle” gövdeye boyun eğmeyebilir. (og)

 

*** 2005 Dünyada Okur yazarlık oranları:  Avustralya: 99,9…          Almanya: 99,9 1.. İtalya: 98,5 … Bosna-Hersek: 94,6… Kolombiya: 94,2……….Türkiye Cumhuriyeti: 88,3 … Endonezya: 87,9— Suudi Arabistan: 79,4 …  Birleşik Arap Emirlikleri: 77,3………  İran: 77,0— Nijerya: 66,8…

Sudan: 59,0 ……….Mısır: 55,6 — Fas: 50,7… Yemen: 49,0 … Pakistan: 48,7 ……

Mozambik: 46,5 … Etiyopya (Habeşistan): 41,5.. Bangladeş: 41,1… Çad: 25,5

 

(****) İran’da yeni doğum kontrolünü önlemeye dair yasal düzenleme

 

(İ) İnternet’ten derlenen bilgiler.

 

(*****) Procrustes; Yunan mitolojisinde, Prokrustes’in Poseidon’un oğlu olduğu söylenir. Gerçek adının Damastes ya da Polyphemon (boyun eğdiren zorba) olduğu söylenir…  Attika’da Eleusis’den Atina’ya giden yol üzerinde yaşayan zalim Prokrestus yoldan geçenleri kandırarak kendi evinde ağırlamaya çağırır, sonra onları kendi özel yatağına bağlayıp taşan kısımlarını (ör. ayak bacak) keser, kısa gelen kısımlarını ise mengene ile gerer ve her durumda yatağa yatırdığı kişiyi yatağın ölçülerine uygun duruma getirir.

“Prokrustes’in Yatağı” tarih boyunca tek tip insan toplumu üretme projelerinin ve dogmatizmin simgesi olmuştur. (Güneş İlhan, 28.05.2013, İstanbul )

 

(A) Papalık ve siyaset ve mezhep savaşları…

 

Roma İmparatorluğu’nun  Hıristiyanlığı kabulü ile Hıristiyanlık imparatorun himayesi altına girmişti. “Sezar’ın hakkı Sezar’a , Tanrının hakkı Tanrıya veriliyordu”. Ancak bu denge zamanla bozuldu. Sırasıyla Tanrı, Papa ve Kral hiyerarşisi hakim konuma geldi. 16 yüzyılın en önemli gücü de Papa idi. Krallar meşruiyetlerini Papa’nın icazetine dayandırıyorlardı. Bu da Kralları Papa’nın otoritesine bağımlı hale getirmekteydi

Otuz Yıl Savaşı, 1618 ile 1648 yılları arasında yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Temelinde, bir ProtestanKatolik mücadelesi olsa da, savaşan devletlerin çoğu dinsel değil siyasi amaçlar için savaşmıştır. .. 1636 yılında Fransa, Katolik bir devlet olması ve Katolik bir başpiskopos tarafından yönetilmesine rağmen Protestanların yanında savaşa girdi.Otuz Yıl Savaşları’ndaki en ilginç nokta ise koyu Katolik Fransa’nın Protestan ittifakını desteklemesi olmuştur. Çünkü Fransa Orta Avrupa’da aynı mezhepten olsun ya da olmasın güçlü bir Almanya görmek istemiyordu.

Savaşlarda ve savaşla beraber gelen kıtlık ve salgın hastalıklarda yüzbinlerce insan öldü. Burada, savaşan devletlerin kiraladığı paralı askerlerin yaptığı yağmanın yol açtığı yıkımın büyük rolü vardır…Çatışmaların ana sebebini ‘Un Roi, Une Foi, Une Loi’ (Tek Kral, Tek Din ve Tek Hukuk) anlayışının olduğu rahatlıkla söylenebilir, başka inanç ve mezheplere karşı tahammülsüz bir tavır takınan hükümdarlar olayları çözmek için tarihe geçecek katliamları gerçekleştirmişlerdir, örneğin bunlardan en çarpıcısı 24 Ağustos 1572 Fransa’da gerçekleşen Aziz Bartolomeus Yortusu Kıyımı’dır.

Vestfalya Anlaşması sıradan bir anlaşma metninin çok daha ötesindeydi. Bu metin artık devletlerin daha Seküler bir düzlemde pozisyon aldığını, Papalık makamının devletin hakimiyet sahasına artık daha fazla karışamayacağına, devlet çıkarlarının savaşlarda birincil husus olduğuna işaret ediyordu. ..Westphlia Modeli dünya düzeni, Hobbes’un ‘Leviathan’da betimlediği ”tabiat hali”ne benzer. Devletlerarası ilişkiler herkesin herkese karşı savaşı görünümündedir. Westphalia Modeli’nin 1648’den 1945’e kadar sürdüğü söylenebilir.” ..Belki de Avrupa’nın bir övgü kaynağı olarak öne sürdüğü hoşgörü gibi kavramlar Avrupa insanının “Bir daha inançlar yüzünden bu derece yıkıcı bir savaşa girmeyelim”  korkusunun bilinçaltı yansımasıdır.

—————————————————————————————————————-

Alıntılar

1. Theodore Zeldin. İnsanlığın Mahrem Tarihi. Ayrıntı Y.  1998. sf. 442

2. Daryush Shayegan. Yaralı Bilinç. Metis Y. 2012 sf. 111

  1. agy. sf 156  62

4. agy.

5. Daryush Shayegan. Yaralı Bilinç. Metis Y. 2012 sf. 111

6. Niall Ferguson. Uygarlık. YKY 2012 sf. 101

7. Ahmet Çiğdem. Bir İmkan Olarak Modernite. İletişim Y. sf. 220

8. Daryush Shayegan. Yaralı Bilinç. Metis Y. 2012 sf. 31

9. agy. sf. 28-29

10. Niall Ferguson. Uygarlık. YKY 2012 sf. 91

11. agy. sf. 92

12. Daryush Shayegan. Yaralı Bilinç. Metis Y. 2012 sf. 15

13. Niall Ferguson. Uygarlık. YKY 2012 sf. 115

 

  1. Theodore Zeldin. İnsanlığın Mahrem Tarihi. Ayrıntı Y.  1998. sf. 443

15.  R. İhsan Eliaçık.Demokratik Özgürlükçü İslam. Tekin Y. 2014 sf. 14-15

16.agy. saf 15

17. agy. sf. 16-17

18. Önder Kurt. http://e-hayalet.net/index.php/teori-sections-475-v15-475/56-ulusbaker/spinoza-ya-da-ulus-baker-de-birey-v15-13805

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Büyüme Değil (Küçülme)

“Sınırlı bir dünyada sınırsız büyümenin mümkün olduğuna inanan, deli değilse iktisatçıdır”                                                                                                           Kenneth Boulding Ekonomik …

10 Yorumlar

  1. Avrupa’da 30 yıl süren Mezhep Savaşını temsilen…(A)-Burada bir fotoğraf altı yazıydı. Sanırım bir teknik sorun nedeniyle yayınlanamadı. Bu mezhep savaşına ait bilgiye de (A) işareti ile gönderme yapıldı..

  2. La İlahe İllallah

    “Allah’tan başka tanrı yoktur! ”

    Her kabilenin (komünün) genellikle kendisinin soyundan geldiğine inandığı “put”unun (toteminin) olduğu bir toplum yapısı, Sasani ve Bizans imparatorluklarının çürümesi nedeniyle tıkanmış Orta Yol’dan Güney Yolu’na kaymış dünya ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine şehirlerinde her yerde olduğundan daha fazla var olan iktisadi ilişkilerle çelişki içindeydi. Bir yanda o zamanın ölçüleriyle dünya ticareti (“katar katar kervanlar” (Kuran)), diğer yanda kendi kabilesinden ötesini görmeyen, her birinin ayrı hukuku olan, her kabilenin birbirine düşman ve kan davalı olduğu bir toplumsal yapı.

    Allah’tan başka tanrı olmadığını söylemek, bu toplumun, artık onun yaşama ve gelişmesi önünde katlanılmaz bir engel haline gelen kandaşlığa, yani totemlere, putlara dayanan üstyapısını parçalamak; onun yerine tüm insanların aynı tanrının yarattığı Adem ve Havva’dan geldiğini, dolayısıyla eşit ve kardeş olduğunu söylemek; hepsini aynı hukuka bağlamak, aynı toplum tanımı içinde birleştirmek anlamına geliyordu.

    Kâbe’deki putların parçalanması veya yakılması; her kabilenin kendisinin soyundan geldiğini kabul ettiği totemlerin yıkılmasının o günkü somut anlamı, kandaşlık ilişkilerinin, aşiret yapısının yıkılması; totem ya da kan kardeşliği yerine; tüm insanların kardeşliğine inananların kardeşliğinin geçirilmesiydi. (Yapılanın bu günün dünyasındaki karşılığı, insanlığın ayaklanıp bütün ulusal devletleri ve onların Kâbe’si olan Birleşmiş Milletleri ve oradaki bayrakları yakması ve yıkması olabilir. Ve bugünün dünyasında bu çok daha gerekli ve mümkün.)

    Totem (Putlar), soyu ve kandaşlığı belirleyerek on binlerce yıl boyunca, hem toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmuş, hem de yine bu kardeşler arasındaki cinsel yasakların yol açtığı bilinç-bilinç altı zemberekleriyle süblimasyonun; dolayısıyla insanın hayvanlıktan çıkışının, parçanın bütüne tabi olduğu bir kompleks birlikteliğin; yani toplum denen var oluş tarzının yolunu açmıştı.

    Bu totemler önce neolitik devrimin sonra da uygarlıkla ortaya çıkan toplumsal ilişkiler için bir engel haline gelmişler, bu engel, önce Hazreti Nuh gibi peygamberlerin o totemleri (toplumları) bir panteonda (Kâbe) bir araya getirmesiyle çözülmüştü. Nuh’un gemisi bir Sümer Zigurratı, içine aldığı hayvan ve bitkiler, toplumların sembolleri olan totemler; Tufan ise yıkılan eski düzeni temsil ediyordu.

    Hazreti Nuh, Panteon’u keşfederek bir çözüm bulmuştu ve klasik uygarlıklar boyunca, bu çözüm belli bir işlev görmesine rağmen, bu çözüm kabile yapılarını parçalamayıp, onları yeni duruma uyarlamaktan öte bir anlam taşımıyordu. Klasik uygarlıkların kastlaşma eğilimini tamamen engellemekten uzaktı. Hatta Hindistan’da görüleceği gibi, tanrıların çokluğu bizzat kastlaşma için çok uygun bir temel de oluşturuyordu. Çin ise, buna bir piktogram yazısıyla çözüm bulmuştu. Bu nedenle Çin’de ve Hindistan’da Ortadoğu’da görülen tek tanrılı dinlerin peygamberleri çıkmadı.

    Dünya ticaretinin ve bu ticaret yollarının emniyetini sağlayacak büyük imparatorlukların gelişmesi ile birlikte kabile yapısını parçalayacak yeni duruma uygun bir birliği sağlayacak arayışlar (Zerdüştlük, Manicilik, hatta Hıristiyanlık) sürdü ama bunların sınırları genellikle belli bir uygarlık alanının ötesine geçemedi. Zerdüştlük Çin, Hindistan ve Ortadoğu uygarlıkları arasındaki alanın (İran) birliğini; Mısır ve Mezopotamya medeniyetleri arasındaki ticaret yolarında doğmuş tek tanrıcılık (İbrahim, Musa) ile Akdeniz Ticaret yollarında gelişmiş kavramsal düşünceden (Klasik Yunan Filozofları) el alan Hıristiyanlık ise Ortadoğu ve Akdeniz alanının birliğini sağlayabildi ve bu sınırların dışına çıkamadı.

    Arabistan’da yaşayan göçebe kabileler, çok önceleri Saba Melikesi’nin ülkesi olan Yemen ile yapılan tütsülerde kullanılan maddeye yönelik ticaret nedeniyle uygarlıklarla belli bir tanışıklık yaşamıştı. Bu yolların ve ticaretin tarihi, Ahdi Atik’teki İbrahim’in köle Karısı Hacer’le ilgili bölümlerde veya Hazreti Süleyman mesellerinde zaten hafızaya kazınmıştı. Daha sonra bu ticaret önemini yitirmiş, eski kabile yapısı aynen sürmüştü.

    Ama bölge tekrar dünya ticaretinin merkezine kayınca, eski gelenekler canlandı (Muhammet’in dedesi Abdulmuttalip’in Zemzem kuyusunu ve zırhları bulması; Peygamber habercisi Haniflerin ortaya çıkması vs. gibi bir sürü “zamane alametleri”) ve kabile toplumundan uygarlığa geçişin katalizatörü (mayası) oldu.

    İbrahim’in kendini bir kavim ve birkaç kabileyle sınırlayan, kızan ve öfkelenen, İbrahim’le pazarlık yapan tanrısı; daha sonra Hıristiyanlıkta bir kavimin tanrısı olmaktan çıkmış; öfkelenmeyi bırakıp gereğinde insanları kurtarmak için İsa’nın donunda kendini çarmıha gerdiren ezilenlerin merhametli tanrısına dönüşmüş; arz, talep, fiyat yasası Baba, Oğul, Ruh-ül-Kudüs olmuştu. İşte bu gelenek ve birikim üzerinde yine İbrahim’in (ilk ticari canlanışın) tohumunu attığı yerde (Mekke ve Kabe) tek tanrı evrimini tamamlayarak tamamen soyut ve her şeye kadir doğa ve toplum yasalarına dönüşerek Mekke’de dünya ticaretinin ve yollarının birliğini sağlayacak tüm uygarlıkları bir tek Dünya uygarlığında birleştirebilecek Allah olabilmişti. Bu nedenle İbrahim’de bir Müslim’di ve İslam, İbrahim’in otantik Müslümanlığının uygarlığın yozlaşmalarından arındırılmış biçimde yeniden çıkışı, bir öze dönüş olarak ortaya çıkabiliyor veya çıktığını iddia edebiliyordu.

    Ama bütün bu biçimler bir yana bırakılıp olayın özü düşünüldüğünde, olan biten Marks’ın formüle ettiği yasanın bir gerçekleşmesinden başka bir şey değildi. O güne keder toplumun içinde geliştiği eski ilişkiler üretici güçlerin gelişmesinin o günkü düzeyi ile çelişki içine girmişti; kabileler ve totemler içine girilen ilişkilerin önünde katlanılmaz bir engel haline gelmişti. Marks’ın deyimiyle, “Üretici Güçler” o güne kadar içinde geliştikleri Üretim İlişkileriyle” çelişkiye girmiş ve toplum bir devrim dönemine girmişti. Eski üstyapının (Dinin) yıkılıp yeni bir Üstyapının kurulması gerekiyordu. Aşiretlerin hukuku ve kardeşliğinin ve putlarının yerini, aynı kabulde birleşenlerin hukuku ve birliği; yani “din kardeşliği; soyut, her şeylere kadir Tanrı alıyordu.

    Bu devrimin bayrağında, “La İlahe İllallah” yazıyordu. Yani, aynı totemden gelenler değil, tüm insanların kardeş olduğuna inananlar kardeştir.

    Tüm insanların kardeş olduğuna inanmayıp da aynı totemden gelenlerin kardeş olduğuna inananlar, yani İslam’ın deyişiyle puta tapanlar ise, kardeş değil “kafir”dir. Onlarla aynı ananın biyolojik çocukları olmak kardeş olmak anlamına gelmiyordu. Biyolojik oğullar babalarına; biyolojik kardeşler din kardeşleriyle birlikte biyolojik kardeşlerine karşı savaşıyorlardı. Gerçek bir devrimdi yaşanan. Eski düzeni savunan kardeşlere yeni kardeşlerle “Cihat”, yani kutsal savaş, yani devrimci mücadele gerekir.

    Bu nedenle Hazreti Muhammet gelmiş geçmiş en büyük devrimcidir. Daha sonra ve gelecekteki bütün devrimlerin karşılaşacağı bütün sorunlarla karşılaşmıştır. Hem bir teorisyen hem bir pratisyendir. Adım adım giderek radikalleşmiştir. Önceleri reformlar yoluyla çıkış aramıştır. (Hacer-ül Esvet’i kimin taşıyacağı için birbiriyle kavga eden aşiretleri birleştirmek için önce onu bir bezin üzerine koydurup ortaklaşa taşıtmayı denemiştir.) Yani aşiretleri bir araya getirmeyi, var olan düzeni reforme etmeyi denemiştir. Bütün bunların bir çözüm olmadığını gördükten sonra, derin düşünmeler ve iç bunalımlardan geçtikten sonra (Hira dağına gidip tefekküre dalmalar) oldukça geç bir yaşta, (günümüzün gençliğinde devrimci yaşlanınca reformist ya da muhafazakar olanlarının tersine) gençliğinde reformist yaşlandığında giderek daha devrimci olmuştur.

    Marksistler henüz Muhammet gibi devrimci olamadılar. Onlar henüz hala, reformlarla işleri düzeltmeye çalışan cahiliye döneminin genç Muhammet’i gibi, ulusların kardeşliğinden (Enternasyonalizm) dem vuruyorlar. Onlar uluslara karşı bir savaşın bayrağını yükseltip, uluslara karşı cihatın bayrağını açamadılar. Bunun için epey yol kat ettiler. Hazreti Muhammet gibi, epey düşünüp taşındılar, epey iç bunalımlardan geçtiler ve geçiyorlar. Ama hala bundan çok uzaklar. Hâlbuki artık ulusların kardeşliği uğruna karşı mücadeleyi bırakıp, uluslara karşı mücadele bayrağı açmanın; yaşlı Muhammet’in yaptığını yapmanın zamanı çoktan geldi ve geçiyor.

    Hıristiyanlaktan da benzer bir örnek verilebilir. Hıristiyanlık başlangıçta Yahudilik içinde, egemen din adamları oligarşisine karşı oluşmuş bir tarikat, bir partiydi. Eğer böyle kalsaydı, Yahudilik içindeki onlarca tarikattan, partiden biri olarak kalırdı. O gelenek büyük devrimciler çıkaramadı. En ileri noktaya gideni Sabetay Sevi gibiler Yahudiler içinde bir tarikat olmaktan öte gidemediler. İsa’nın küçük tarikatı ise, Antakyalı Paulus (Saulus) aracılığıyla, Yahudilikle de kopuştuğunda ve var olan bütün dinlerle bölündüğünde, yani bir tarikat (bir dinin içinde sınıf mücadelesi veren bir parti) olmaktan çıkıp bir din olduğunda bir devrim başarabilmiştir. Yani Marksistler için Paulus’un yaptığını yapmanın, Ulusçuluk dini içinde bir tarikat (Ulus içinde sınıf mücadelesi veren partiler) olmaktan çıkıp, bir yeni din olmanın (Uluslara karşı bir savaş başlatmanın) zamanı geldi de geçiyor.

    Ama bunun için öncelikle bugün dünyadaki bütün Marksistlerle bölünmek gerekiyor. Tıpkı Hırıstiyanlığı Yahudilik içinde bir tarikat olarak korumak isteyen Hıristiyanlara karşı Paulus’un verdiği mücadele gibi bir mücadele vermek gerekiyor. Ancak o zaman Marksizm Ulus dini içinde bir parti olmaktan çıkıp İslam gibi, Hıristiyanlık gibi yeni bir din olarak ortaya çıkabilir.

    Paulus zamanında dünyanın en büyük şehirleri Roma, İskenderiye, Antakya, Efes idiler. Paulus mektuplarını, yani ideolojik mücadele yazılarını, oralardaki küçük cemaatlere yazıyor ve yolluyor bunlar oralarda tartışılıyordu. Bugün bulunduğumuz yerin sefaletini görmek için bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün dünyasında New York, Sao Paulo, İstanbul, Londra, Bombay, Pekin gibi şehirlerde aynı konuyu tartışan küçük grupları bulunan hiçbir siyasi ya da ideolojik eğilim veya akım bulunmaması göz önüne getirilebilir.

    *

    Hazreti Muhammet döneminin totemleri ve putları ne ise bu günün dünyasının ulusal bayrakları, devletleri ve sınırları da aynı şeydir.

    Ve üstüne üstlük, Muhammet döneminin puta taparları, bir insan kardeşliğinden bir dar grubun kardeşliğine dönmemişlerdi, onlar hep “cahiliye”de yaşamışlardı. Bugünkü uluslar ise Aydınlanma’nın kozmopolitizminden ve evrenselciliğinden, önce yerle tanımlanan ulusçuluğa sonra dille, dinle, ırkla, tarihle, kültürle tanımlanan ulusçuluğa doğru iki büyük karşı devrimci adımla dönmüşlerdir. Ayrıca bu günün putları (yani ulusal bayrakları) ve puta taparları (yani ulusçuları) İslam ve Hıristiyanlık gibi, insanların kardeşliğini önermiş büyük uygarlık dinlerden sonra gelip, tüm insanların kardeşliği yerine, aynı dil, din, etni vs. ile tanımlanan bir ulusdaşlığı geçirmişlerdir. Yani em modern toplumun dinine göre iki karşı devrim hem de eski dinlere göre bir karşı devrimin damgasını taşırlar.

    Bu günün dünyasında, ulusal bayraklar ve uluslar, Muhammet döneminin putlarından ve puta taparlarından bile insanlık için daha karşı devrimciye büyük bir engeldir. Tıpkı Muhammet’in o putlara karşı yürüttüğü devrim gibi bir devrim gerekmektedir. Tıpkı Muhammet’in o putları yakıp yıktığı gibi, bu günün bütün ulusal bayraklarını, devletlerini, sınırlarını yıkacak bir devrim gerekmektedir.

    Bu gün kendine Türk’üm Müslüman’ım, Hıristiyan’ım, Avrupalıyım, Arap’ım vs. diyenlerin hepsi, aslında birer ulusçudurlar ve bu günün dünyasının kâfirledirler, aslında hepsinin puta taparlardan farkları yoktur.

    Bu günün dünyasında Müslüman olmak, tüm ulusal bayraklara, sınırlara, devletlere karşı her dinden, her dilden, her kültürden, her “ulustan” insanların eşitliğini ve kardeşliğini ve buna uygun dünya çapında bir üstyapıyı savunmaktır. Bu günün dünyasının Müslüman veya Hıristiyanları ise aslında birer puta tapardan başka bir şey değildirler. Bunlara karşı “kutsal bir savaş” gerekmektedir.

    Bu kutsal savaşın nasıl bir yol izlemesi gerektiğini yine bizlere Muhammet göstermektedir. O tek tek kabilelerin içinde, kabilelerin kardeşliğini isteyenleri iktidara getirmek gibi bir ham hayalin peşinden koşmadı. Yani çeşitli putların bir araya gelmesi ve aralarında bir uzlaşma yapması için uğraşmadı. Eğer benzetmek gerekirse, sosyalistlerin enternasyonal tasavvurları böyle bir anlayışa dayanır: Her kabilenin içindeki kabilelerin kardeşliğine inananların iktidara gelmesi. Enternasyonalizm bunun ulusal versiyonudur.

    Muhammet çok daha devrimci bir yol ve strateji geliştirdi. Kan kardeşliğine karşı din kardeşliği. Böylece çok farklı kabilelerden tüm insanların kardeşliğine inananları bir tek bayrak altında birleştirerek, kan kardeşliğine karşı, yani putlara karşı savaş açmak.

    Bu gün insanlığın ihtiyacı olan tam da budur. Ulusların kardeşliği yerine tüm insanlığın kardeşliği. Ulusal devletlere, ulusal sınırlara, ulusal bayraklara, ulusçulara, yani bu günün kâfirlerine, puta taparlarına ve putlarına karşı kutsal savaş. Ulusçulara ve uluslara karşı kutsal savaş.

    Ve bu devrim de tıpkı Muhammet’in devrimi gibi, bayrağına tüm insanların kardeşliğine inananların kardeşliğini yazacaktır. O günün diliyle bu parola: “La İlahe İllallah!..” idi.

    Yani, ne ulusal ne de dinsel ayrılıkları, sınırları, devletleri bayrakları tanımıyoruz. Tüm insanların kardeş olduğuna inananların kardeşliğine inanıyoruz. İnsanların kardeşliğine inanmayanlar biyolojik olarak insan olsalar bile insandan sayılmazlar. Bugün dünyaya bunlar, bu insan olmayan insanlar egemendir. Bu egemenliği yıkmak için mücadele ediyoruz. Buna göre bir toplumsal üstyapı için mücadele ediyoruz.

    Ama bunun için de önce insan olmayan insanların kendi nefislerine karşı mücadeleye girişip insan olan insanlara dönüşmesi gerekiyor.

    İnsanlar insan olmadan, insanlığın varlığını sürdürmek için hiçbir şansı bulunmamaktadır.

    Birinci versiyon: 21 Aralık 2004 Salı

    İkinci versiyon: 30 Mayıs 2013 Perşembe

    Demir Küçükaydın

    http://blog.radikal.com.tr/politika/la-ilahe-illallah-23734

  3. Dinler tarihseldir ve ortaya çıktığı dönemin ürünüdür. Bu nedenle günümüzde dini inanç olarak görmenin kendisi bir inançtır. Dine inandığını ve inanmadığını söyleyenler, gerçekte dini inanç olarak gören ve dinin yerine uluslara dayanan modern toplumun dinine inanırlar.
    Siyasal dincilik, ulusu dinle tanımlayan bir ulusçuluktur. Dinci ve ümmetçi göründüğü halde uluslara ve ulus devletlere dayanan dünya düzeninin devamlılığını sağlar.
    19. yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık akımı, “Hilafetçilik”, “İslam Devleti” gibi kavramlara dayanan, Kuran’dan, hadisten ya da şeriattan çıkma olmayan bir İslam ideolojisidir.

  4. D.Küçükaydın’ın yazısı eklektik ve indirgemeci. Muhammedin “bir yanını” ele alıyor. İnsanlık o denli aciz mi ki, bula bula 1400 yıl önceki Köleci Toplum gelenekleri içindeki bir “devrimciye” sarılacak? İslamcılara böylesi göz kırpmalar geçen yüzyılın sonu malum hikayeleri. Bunca bilgiden çıkan bu “helva” ölüleri anmak için olmalı ama tadı da yavan.

  5. ogürsel yazıyı anlamamışsınız demek ki. İslamcılara göz kırpmıyor veya dine çağrı yapmıyor. Uluslara ve ulusçuluğa karşı bir yazı ve analoji.
    İnanç belli koşulların ürünüdür. Siz de dini inanç olarak gören dine inanıyorsunuz. Bu yüzden dinsiz olduğunuzu sanmanıza rağmen bir dine inanıyorsunuz.

  6. yazı 2004 de yazılmış.
    Bu tür yazılar önümüzü açmıyor. önümüzdeki 10-20 yılda ne yapacağımıza ait bir fikir vermiyor. Ulusal, inançsal meseleler “yığınlar” için çok önemli. Ve işçi enternasyonalizmi için ufukta görünen en küçük umut yok.. Ulus Paradigmasının çöktüğüne ait bir bölüm yazılacak. Ulus ve Din temelli toplumsal-siyasal yapılar çökmüştür ve toplumu da ileri götürmez. Bu konuda bir fikir ayrılığı yok.
    ***
    Tüm dinsel inançlar evrensel olduklarını iddia eder. Bu hep böyle oldu; kardeşliğini boyun eğer, biat edersen onaylart Yoksa köle, cariyesin; öldürülmemişsen eğer! Tüm dinler insanları kardeş görür, ona inanırsan… Örnek kötü! Ortada da sosyalizm gibi “inanılacak bir din” de yok! Devrimci bir İşçi sınıfı da yok!
    Muhammedin yaptığı parçaları Merkezî İktidar altında toplamaksa, bu her zaman yapıldı! İmparatorluklar böyle doğdu. Ve Merkezî Yapılar tahakküm yapılarıdır ve Muhammed’in yolundan gidenler de bunu yaptılar. Mesele bu kadar basit değil; bir düşünceyi sürdürmek zorundasın; ve Muhammed’in takipçilerinin de hali ortada!
    *
    Elbette dinsiz değilim. Tabiata, insana inanıyorum. Dinsizliği önermiyorum. Siyasallaşamaz, iktidar arzulayamaz diyorum.

  7. S. Nişanyan da benzer tespitleri yapmış ama “ne yap’malıya” ait bir şey yazmıyor.
    “Her halükârda İslam uygarlığı kayda değer, iz bırakıcı, insanlığın ortak macerasına az ya da çok katkı sayılabilecek nitelikte ne yaptıysa ilk üç yüz ila beş yüz yılında yapmış. Aşağı yukarı 1200’lü yıllarda stop etmiş. O günden sonra miras yemiş. Miras – doğal olarak – tükenince, başka uygarlıkların artıklarıyla beslenmiş. Batının çöpünü eşelemiş. Aç kalınca “kahrolsun emperyalistler, beni aç susuz bıraktılar” diye isyan etmiş…”
    Yineleyelim; “yarayı açan silahı tanımak”; “deva” orada… Modernizasyon sürecini kavrayarak “Batı’yı” aşabilir ki; sorun Batı’yı aşmak da değil; “sportmence yarış” içinde olabilmek! “Agonistik” bir siyaset, felsefe üretebilmek. Kuşkusuz ki, Batı’nın “mekanik dünyası” kendi içinde sorunlu. “Doğu”,”Batı’nın” deneyimlerinden de yararlanarak “yeni bir hayata” ait çok “derin” çözümler getirme şansısını da taşıyan “bozulmamışlığı” da koruyan imkanları taşıyor. Batı fazla bilimsel, fazla pozitivist; Doğu ise yabancılaşmışlıkta da geri kalmış! Bu bir “sentez” imkanı demektir..

  8. Âdem’in sulbünden Şît olup geldim
    Nûh Nebî olup tûfana daldım
    Bir zaman bu mülke İbrâhim oldum
    Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben

    İsmâil göründüm bir zaman ey cân
    İshak Yâkub Yûsuf oldum bir zaman
    Eyyub geldim çok çağırdım el-amân
    Kurt yedi vücûdum kan yaş idim ben

    Zekeriyyâ ile beni biçtiler
    Yahyâ ile kanım yere saçtılar
    Dâvud geldim çok peşime düştüler
    Mühr-i Süleyman’ı çok taşıdım ben

    Mübârek asâyı Mûsâ’ya verdim
    Rûh-ül-kuds olup Meryem’e erdim
    Cümle evliyâya ben rehber oldum
    Cibrîl-i Emîn’e sağdaş idim ben

    Sulb-i pederimden Ahmed-i Muhtâr
    Olup da cihana geldim âşikâr
    Ali ile çok takındım Zülfikâr
    Kul iken zât ile sırdaş idim ben

    Tefekkür eyledim ben kendi kendim
    Mucize görmeden îmâna geldim
    Şâh-ı Merdân ile Düldül’e bindim
    Zülfikâr bağlandım tîğ taşıdım ben

    İkrâr verdik cümle düzüldük yola
    Sırrı fâş etmedik aslâ bir kula
    Kerbelâ’da İmâm Hüseyn’le bile
    Pâk ettim dâmeni gül taşıdım ben

    Şu fenâ mülküne çok geldim gittim
    Yağmur olup yağdım ot olup bittim
    Urum diyârını ben irşâd ettim
    Horasan’dan gelen Bektaş idim ben

    Gâhî nebî gâhî velî göründüm
    Gâhî uslu gâhî deli göründüm
    Gâhî Ahmed gâhî Ali göründüm
    Kimse bilmez sırrım kallâş idim ben

    Hamdülillâh şimdi Şîrî dediler
    Geldim gittim zâtım hiç bilmediler
    Kimseler bu remzi fehm etmediler
    Her gelen mahlûka kardaş idim ben