Kürt Hareketi’ndeki ve Ulusalcı Saflardaki Bazı Yanlışlar Üzerine…

 

 

Siyasal ve toplumsal mücadelede hedefi şaşırmak, mücadelenin yanlış yönlere sapmasına ve sonuçta karşı tarafın bu sapmadan yararlanmasına yol açar.

 

Son günlerde sosyal mücadelenin çeşitli unsurlarında böylesine eğilimler dikkat çekmektedir.

 

Öncelikle, Kürt hareketi içindeki hatalı beyanlara değineyim. HDP milletvekillerinden bir kısmı ve bu harekete destek veren kimileri, bir süredir yeniden “Ergenekon” söyleminden medet umar gibiler. Onlara göre, AKP iktidarının böylesine Kürt düşmanı bir yönelim içine girmesinin nedeni AKP’nin Ergenekon’la ittifak yapmış olmasıdır. Bu beyanların gizli alt metni okunduğu zaman şu sonuç çıkıyor: AKP, Ergenekon’la ittifaka girdiği için bugünkü Kürt düşmanı katliam politikasını yürütmektedir. Yani AKP iktidarının bu politikadan caydırılması, Ergenekon’la işbirliğine son vermesine bağlıdır. Bu ittifak bir bozulsa AKP ile yeniden masaya oturulabilir.

 

Bu argümanı tek tek ele alalım:

 

Bir kere, aslında Ergenekon diye bir örgüt yoktur. Bu, AKP-Cemaat ittifakının yarattığı hayali bir ucubedir. Bu ucubenin yaratılmasındaki amaç, bu yolla TSK içindeki ve dışındaki ulusalcıları bastırmak ve sindirmek; aynı zamanda AKP’nin başında bulunduğu devletin işlediği cinayetleri vb. (örneğin Hırant Dink cinayetini) bu muhayyel düşmanın sırtına yıkarak işin içinden sıyrılmaktı. Bunu da birkaç yıl başarıyla uyguladılar. Ne var ki, Cemaat kantarın topunu kaçırıp Ergenekon vb. davaları kendi özel düşmanlarına, gazetecilere falan yaymaya kalkışınca işler tersine döndü.

 

Elbette Ergenekon’un muhayyel bir örgüt olarak ortaya sürülmesinin en büyük amaçlarından biri de, artık tamamen AKP iktidarının denetimi altına giren devletin gizli ve yasa dışı örgütlenme ve faaliyetlerini bu yolla kamufle etmekti. Yani aslında “Ergenekon diye bir örgüt yoktur, muhayyeldir” diyenlerden en fazla rahatsız olan, devletin gizli işler çeviren aygıtlarıydı. Yani her Ergenekon söylemi, otomatikman devletin gerçek anlamdaki suç ve infaz aygıtlarının kamufle edilmesine hizmet etmekteydi ve bugün de buna hizmet etmektedir.

 

İkincisi, Ergenekon’la kastedilen ve hedef alınan, çok daha yaygın bir toplumsal eğilim olan ulusalcılıksa, ulusalcılığı, Kürt düşmanı eğilimleri ve ulus-devletçi takıntıları yüzünden eleştirmenin ötesinde düşman olarak hedefe koymak da, AKP iktidarının işine gelmiştir ve bugün de gelmektedir. Ulusalcılar, gerçekten de devletçilikleriyle ve milliyetçi takıntılarıyla, sosyal mücadelenin en temelli bileşenlerinden olan Kürt hareketini karşı safa iterek, toplumsal mücadelenin en sağlam güçlerini tecrit ederek AKP iktidarına hizmet etmişlerdir ve etmektedirler. Bu bakımdan şiddetle eleştirilmeleri gerekir ama bu, ulusalcılığın düşman ilan edilmesine yol açmamalıdır. Aslında 17 Aralık’tan bu yana ulusalcılık bölünmüştür. Ulusalcılığın en sivri ucu olan VP Kürt düşmanlığı nedeniyle açıktan AKP iktidarının safına geçmiştir. Bir kısım ulusalcı ise, AKP’nin, Cemaatle kapışmasının ardından ulusalcılara karşı ateş-kes ilanına karşı hayırhah bir tutum takınmıştır. Gerçi hiçbiri VP kadar ileri gidip açıktan saf değiştirmemiştir ama 17 Aralık öncesi AKP aleyhtarlıklarından da belli ölçülerde caymışlardır. Bir anlamda AKP’nin ulusalcılara karşı ilan ettiği ateş-kes ulusalcı saflarda AKP lehine bir yumuşama sağlamıştır.

 

Bununla birlikte, ulusalcılığın bir diğer kesimi, AKP aleyhtarlığını sürdürmüş ve bunu sürdürdüğü oranda da Kürt hareketine yaklaşmıştır. Bunun en belirgin kanıtı, daha iki üç yıl önce ulusalcılığın sesi olarak bilinen Cumhuriyet gazetesinin bugünkü konumudur. Keza 7 Haziran seçimleri öncesinde ulusalcılığa yakın saflarda, sırf AKP’yi yenilgiye uğratmak için bile olsa bile, nasıl HDP sempatizanı bir dalganın yükseldiği, bir kısım ulusalcının HDP’ye oy verdiği akıllardadır. Keza CHP de, bir sürü zaafına rağmen, parlamenter rekabet nedeniyle de olsa, AKP ile uzlaşmaya gitmemiş, hatta Kürt hareketine ve HDP’ye karşı tutumunu bir ölçüde yumuşatmıştır. O koşullarda ortaya atılan “CHP-HDP ittifakı oluşmalıdır” kampanyası bu nedenle de yankı bulabilmiştir.

 

Özetlersek;

 

Ergenekon diye bir örgüt olmadığı için AKP’nin kendi muhayyelesinden çıkmış Ergenekon’la ittifak yapması mümkün değildir;

 

AKP, devletin kendi yasadışı gizli infaz ve komplo aygıtlarıyla ittifak değil, kaynaşma halindedir. Yani bugünkü AKP devleti bizatihi bu aygıtların da sahibidir. AKP’nin Kürt düşmanlığı, şununla ya da bununla ittifak yapmasından kaynaklanmamaktadır. Kürt düşmanlığı, AKP-devlette mündemiştir (içkindir).

 

Ulusalcılardan bir kısmının AKP ile ittifaka gittiği (VP), bir kısmının ise AKP iktidarına karşı yumuşadığı doğru olmakla birlikte, AKP’ye karşı sert tutumunu sürdüren önemli bir ulusalcı kesim hâlâ mevcuttur. Hatta bunlardan bir kısmı, AKP karşıtlığı nedeniyle (Cumhuriyet) Kürt düşmanlığını da bırakmıştır. Bir kısmı ise (örneğin HalkTv, CHP), AKP ile mi Kürt hareketiyle mi mücadeleyi esas alacakları konusunda hâlâ sallantıdadırlar. Kürt hareketinin, AKP’den çok ulusalcılığı hedef  alan bir tutum takınması bu kesimin VP’nin yolunu izlemesine yol açacaktır. Sosyal mücadelenin bu kadar kızıştığı kritik bir ortamda her bileşene karşı nasıl davranılacağı son derece hayati önemdedir.

 

Buradan CHP ve HalkTV gibi, ulusalcı saflardaki sallantılı unsurların tutumunun eleştirisine geçebiliriz. HalkTV’yi ara sıra izliyorum. Emekli memur ve bürokratları programlara çıkarırlarken yine biraz çekiliyorlardı da, Kürtlere karşı savaşın başlatılmasından sonra Ulusal Kanal’ın peşinden gidip, kalın kafalı generalleri ikide bir çıkartmaları çekilir gibi değil. Generaller siyasetten anlamaz. İsmi üstünde, onlar askerdir. Her şeye savaş haritalarından bakarlar. Devşirme geleneğine uygun olarak daha küçükken ana-baba ocağından koparılıp Kuleli lisesine kondukları günden beri devletten başka bir şey tanımadıklarından ve emekli olduktan sonra da devlet tarafından yüksek maaşlarla ve ayrıcalıklarla beslendiklerinden onlar için devletten daha kutsal bir şey yoktur. Oturup konuşsanız, AKP’ye veryansın ederler ama “devlet bölücüleri”yle mücadele her zaman gündemlerinin birinci maddesidir. Daha ötesine kafaları basmaz. Hatta AKP’yi bile “devleti zaafa uğrattığı” argümanıyla eleştirmeye kalkarlar ki, CHP’nin de son zamanlarda sık sık tekrarladığı bu argümanın gerçekle bir ilgisi yoktur. AKP, “barış süreci” denen süreçte de Kürt düşmanlığını hiçbir zaman bırakmamış, kalekollar yaparak bugünkü savaşa hazırlanmış, KCK davalarıyla Kürt hareketinin kadrolarını içeri atmış, KCK’nın içine mebzul miktarda ajan sızdırmış, Roboski’de Kürt köylülerini öldürmüştür. Eh, siz savaşa hazırlanıyor, hatta düşük yoğunluklu bir savaşı sürdürüyorsanız karşı taraf da armut toplayacak değildi herhalde!

 

Kısaca söyleyecek olursam, CHP ve HalkTV artık net kararını vermelidir. Eğer Kürt hareketini ezmeyi baş hedefleri haline getirmişlerse, onlara VP’nin ayak izlerini katip etmekten başka bir yol gözükmüyor. Yok eğer AKP diktatörlüğü ile mücadele etmeyi birinci hedefleri olarak görüyorlarsa, o zaman da onlara Cumhuriyet gazetesinin bugün izlediği yolu salık vereceğiz.

 

Yazıyı bitirmeden, bir paragrafla da olsa Arınç ve AKP’li muhalifler meselesine de değineyim. Tweeterde AKP içindeki muhaliflere karşı keskin mesajlar gözüme çarpıyor. Onlara yakın geçmişlerini hatırlatan mesajlar bunlar. Elbette sosyal belleği diri tutmak gerekir ama bunu yapacağız diye bugünkü saflaşmada objektif olarak yanımızda olacak insanları hedef almak saçmalıktır. Düşmanın toplarının nereyi dövdüğüne bakın, nereye vurmamanız gerektiğini anlarsınız. AKP muhaliflerinin durumu ve konumu 1950’li yıllardaki Hürriyet Partisi’ni hatırlatıyor. O zaman da DP’deki ilk çözülmeler 1950’lerin ortalarında Hürriyet Partisi’ni ortaya çıkarmıştı. Bu parti 1958’de CHP’ye katılmıştı. 17 Aralık’tan sonra Fetullahçılara nasıl vurmadıysak, bugün de Arınç’lara, Gül’lere vurmayacağız. Hele 17 Aralık’tan sonra Fetullahçıları baş hedef alan VP’nin nereye gittiğini gördükten sonra.

 

 

Gün Zileli

8 Şubat 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)

Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, …

155 Yorumlar

  1. Eleştirilerinize katılıyorum tek bir yer hariç, bence Cumhuriyet gazetesi tüm bu söylediklerinizi yaparken eski yetmez ama evetçilere fazlasıyla kucak açtı. Sonuç olarak bazı çok iyi yazarlar ve gazeteciler alındı gazeteye ama bazı lüzumsuz isimler de giriş yaptı. Bu haliyle Radikal’i andırıyor biraz. Aslı varken kopyasını kimse istemez. Kaldı ki Cumhuriyet en sıkı ulusalcı döneminde dahi bugünün ittifakçı ulusalcılarının çizgisinde değildi.

  2. Haklısınız. O zaman da Cumhuriyet daha dengeli bir çizgideydi. Diğer yandan, “yetmez ama evet”çi dediklerinizin bir bölümü bugün AKP’ye karşı kararlı mücadele çizgisinde. Örnek verecek olursam; Mehmet altan, Ahmet Altan, Hasan Cemal, Cengiz Çandar vb. Onlar tutum değiştirdiğine göre biz de onlara karşı tutumumuzu değiştirmeliyiz. Bu bakımdan Cumhuriyet’in hata yaptığını düşünmüyorum.

  3. Ben bu konuda biraz katıyım galiba, bir de bazı kişiler özeleştiri vermeyi kabullenemeyip tam tersine “O zaman da haklıydım şimdi de haklıyım” tarzı davranışlar gösterince yumuşayamıyorum. Mesela Nuray Mert böyle.

  4. kürt harekti akpden bir beklentisi var gibi gözükyor bu ne kadar
    yanlis bir beklenti oldunu söylemek galiba fazla siyasi bilgisi
    olmazi gerekmez.

    cumhuriyet gazetesinin kürt hareketine yan dönmezi cok büyük
    bir kazancdir,illeride umarim bütün chp ve ulusal kanat bu gercegi kabul edip güclü bir muhalefet dogar.

    akp bundan sonra kürt halkina sadece kemikler atacaktir yani biraz serbestlik biraz öcalan torpili,akp demek isitiyor ki ayanizi denk alin.kürt harekti artik bunu görüp akpden bir medet umayi beklemek birakmasi lazim.

    vp galiba bizler cok büyütuyoruz kime ve ne yaparsa yapsin akp ille tarihin karanlik sayfalarinda anilacaktir.
    ulusalcilar ile kürt harekti barisirsa bir helalasama gerceklesmisdir,kazanan halklar olacaktir.

  5. Tabii ki eleştirebiliriz ve eleştirmeliyiz. insani zaaflar hatayı kabul etmeyi önleyen bir etkendir ne yazık ki. Fakat hata affetmeyen katı bir tutum da bir başka insani zaaftır.

  6. özgürlükçü

    yok artık akp den önce devletin darbeci ırkçı derin militer güçleri ve bunu ideolojik pratik örgütleyenler yokmu oldu???bunlar gerçek değilmi bunların en temel argümanları vatan millet bayrak Atatürk ve türklüğü akp ellerinden almadımı???konu kürt oluynca ulusalcı millici geleneksel devletçiler akp den farklı bir pratikleri varmı???
    şu katliam ikliminde bile kürt hareketi ve HDP vekillerinin yanlışını arayan öküz altında buzağı arayanlardır merak etmeyin yakında sıra size geldimi bulacaksınız??????
    haaa bu tarz eleştirilere devam edip muktedir efendinin zülmünden kurtulacağınızı sanıyorsanız devam edin
    tarih hepsini yazar bu gün ne yapıp yapmadığınız 1915 de ermeni soykırımında kimin ne yapıp yapmadığı gibi ölçüleceğinden emin olabilirsiniz.hepimiz nerde durduysak yerimiz orasıdır dikkat edin körle yatan şaşi kalkar efendiye fazla yanaşmayın??????yeriniz neresi HDP cıvarında oluşan özgürlükçü demokrasi bloğundamısın???? yoksa tam karşıtında karşıtı tek bloktur bu günkü katliam ve zulmü yapanla sesizce izleyip yol verenlerde aynı blokun yedek efendileridir yeriniz nerdedir??????

  7. Yazar, yazar elbette tarih her şeyi yazar özgürlükçü… hem de soru işaretleri ile gözümüze sokmadan nesnel gerçekleri yazar, her iki tarafa eşit mesafede durmasını bilerek… yazar, yazar…

  8. 3 Nolu Kahraman diye başlayan yorum hakaret içerdiğinden yayınlanmadı.

  9. Kuzenovski nedemek her iki tarafa mesafeli durmak. Kardesim halk ölüyor, bomba atiliyor, tank atisi var, milletvekilerin, gazetecilerin, saglik personelin yardim etmesini önlüyor. Sen hala iki taraf diyorsan, senin kim oldugunun süphesi icerisindeyim. Ne tarafi futbol maci zanediyorsun. Yandas basindan ancak bukarini ögreniyorsunuz. Yukarida yazdigim gibi biktim sizden, Turkiye irkci, fasist, radikal dinci potansiyel tasiyor.

  10. CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, “Bu yol Türkiye için büyük bir yıkım yoludur. İktidarı bu yoldan bir an önce dönmeye, temel insan haklarını ihlale son vermeye çağırıyoruz.” dedi.
    Kilicdaroglu Kürt meselesinde RTE solunda duruyor. Barisi ve müzakereyi Apo veya KCK ile görüsmeyelim. TBMM de haledelim. Ne yani tarihden simdiye kadar TBMM halklarin korunmasi ve özgürlesmesi icin ne kararname, kanun cikartiki.

    Bunlari niye elestirmiyorsunuz. CHP, RTE dan hala insani birsey vardir diye bekliyor. Kürt gerilasini ve ailelerini, sivil örgütleri hic sayiyor. Saldirsaniza. Olmaz….. gözlerinizi Kürtlere cevirmisiniz, nerede yanlis, nerede falso nerede buzagi varsa öküzü bulup cikariyorsunuz. Hemen devrimci pozlarda elestiri yaziyorsunuz. CHP Türk ve Atatürkcu degilmi? Topunuzun icine , kemiginizi iliklerine islemis, Türcülük, Kemalistlik, Ulusculuk. Marks, Engels üzgünüm, senin mirascilarin Stalin ve Hitler karisimi birsey olmus, yakinda ne olacak. Ergenekon diye bir örgüt yoktur. Ergenekon turanci bir kelime. Gel gelelim!… Türkiyede o kadar karanlik, örgütler varki. RTE yazi tura atar gibi cahil birsekilde kontra örgütünün adini acele Ergenekon koydu. Herkes yuttu.

  11. özgürlükçü

    tarafını ……..utanmaz adam sen insan olabilirmisin????senin tarafın batsın????? tarafmı kaldı utanmaz işkenceci katiller hepimizin gözünün içine baka baka neler yaptı görüp anlamadınızmı????? siz HDP ve reel kürt siyasi hareketini mumla arayacaksınız bu tavrınızla boğaz kesenlerin taşlarını örenlere hizmet etiğinizi yakında katliam size gelince anlarsınız hepiniz tc okullarında zehirlenip ırkçı olmuşşunuz halife tayibin işid i hepinize mübarek olsun cizrede katliam yapanlar bizi işidiz esedullahız diyorlar ya bi,yat edersin yada kellen gider siz hepiniz son tahlilde onlara hizmet ediyorsunuz kalkmış kürt hareketi akp ilşkisi cümlesi kuracak kadar yalancısınız bu sitede hatırlayın zilelinin iki yazısından biri perinçekti hepinizi milli ve zilli duygulardan eleştirdim perinçeği o zaman solcu diye satıyordunuz gittiği yere doğru yelken açarsınız siz ermeni kürt laz ve bilımum halkların kendi olmasına karşı çıkan türkçüsünüz ermeni soykırımınıda inkar ettiniz yaşayıp gördüğünüz kürtleri imha konseptininde yar ve yardımcısısınız bu sitede en devrimci öncü ayağı çekmeyin siz devrim düşmanı devrimci düşmanı insan düşmanısınız????yakında efendinizin safında saldırırsınız perinçek gibi

  12. işte siyaset bu…
    ve Kılıçdaroğlu bir “genel müdür.”
    B. Arınç için ne aptalca konuştu. Fransa’da yaşayan bir “demokrat” gibi cümleler kurdu.
    Bugün MHP genel B. yrd. Ümit Özdağ Suriye’ye kara harekâtının felaket olacağını söyledi.
    CHP ise Atatürk Portresi için ne de “hukuki” yöntemler içinde günlerini harcıyor.
    CHP umurum değil ama Suriye’de savaşa girme olasılığı olabilecek çılgın aklın hükmündeki bir ülkede bu sessizlik neredeyse suçortaklığı seviyesinde olması beklenir olmamalı. MHP ile birlikte bir açıklama bile yapacak durumda.. Ümit Özdağ’ın bu açıklamasından sonra..
    *
    Kürt halkı ve savaşçılarına gelince… PKK’ya saygı duymuyorum ama halkın mücadelesi giderek bilinen PKK’dan farklılıklar gösterecek. Çok insan ölüyor; çok masum hayatlar sönüyor. Bu kadim halk ne çok acı çekti.. Yine de onlar adına sanki daha umutlu olmak için sebepler buluyorum.
    Kim bilir, 5000 yıllık zulüm bir “devletle” biraz olsun azalır mı? tamam, devletler en büyük katil, en büyük soyguncu ama .. Her devlet aynı zulmü kendi vatandaşına da yapar ama… N’apsınlar; sığınacakları bir sosyalizm, bir anarşizm yok… Kuşatılmışlar; Türkler, Araplar, ABD, Rus emperyalizmi..
    Hep ölsünler mi, hep aşağılansınlar mı? Her zaman Kürt milliyetçiliğini de Türk milliyetçiliği kadar aşağıladım ama.. Şu olanlar.. şu olanlardan sonra “akılcı” konuşmak ne utanç verici.. Katliam yapılıyor, yaralı, teslim olmuşların kafasına sıkılıyor.. N’apsın bu insanlar.. Ya köle-köpek olacaksın ya öleceksin..
    Kimi Kürt isyancı yazardı.. Bize akıl veremezsin! Kızardım onlara.. Ama şimdi.. onlara hak vereceğim…
    Onlara akıl verme hakkını kaybetmiş bir Batı insanıyım…
    PKK yanlış yaptı.. ama.. ama.. o yanlış yaptı ise tüm Kürt halkı, kadın, çocuk öldürenler mi “haklı”…
    Yüzde 65’i gerici, dinci, milliyetçi; katlettikleri milyonlarca Ermeni ve Rumları aşağılayan, hala mezarları üzerinde tepinen.. bu bilinç zehirlenmesi başarılmış olan bir toplum… tarihsel olarak büyük bir felaketi hak etmiştir…
    Bu topraklarda yaşayan, sevdikleri, hümanizması olan bir insan olarak elbette savaşa hayır desem de…
    100 yıl sonra, bu “hikayeleri” bir kitaptan okusam…
    o toplum helak olmayı haketmişti.. diyebilirim…
    **
    Önünde sonunda naif, budala dileklerimiz değil tarihin, kültürün, siyasetin ve ihtiyaçların, coğrafyanın ve sömürü ekonomi politiğinin diyalektik süreci, kopuşu yaşanacak…
    Türkiye Halkı hak ettiğini yaşayacak…

  13. Bu ne hiddet celaldir. Bari Zileli’nin özgür tarafsızlık karinesi’nden biraz feyz alıp, geçmiş yazılarını özümseyip halkların zarar görmemesi için sağduyulu yorumlar yapabilme kapasitesine sahip olabilseydiniz. Sevsinler sizin solculuğunuzu…

    sizi gidi sizi ‘biji obamacı’lar…

  14. Asya’nın dört büyük uygarlığından ikisi, dil birliğine sahip olmayan ulusların eseridir.

    Hindistan’da bugün onsekizi resmi yazı dili olarak tanınan 700’ün üzerinde dil konuşulmaktadır. Bunların birçoğu birbiriyle akrabalığı bile olmayan, yabancı dillerdir. Bir Bengalli ile bir Tamil, kökü ikibin yılı aşan farklı kültürel ve edebi geleneklere sahiptir; geçmişte ayrı devletler kurmuşlar, pek ender olarak ortak bir siyasi birimin hakimiyetinde bulunmuşlardır. Buna rağmen ortak bir “Hintlilik” bilinci pekala oluşabilmiştir. Farklı dil ve din-kültür öbekleri ortak bir “Hint” ulus-devletinin çatısı altında yaşamaktan gocunmamaktadır. İstisna niteliğinde bir-iki kriz dışında, bağımsızlık peşinde değildirler.

    Aynı şekilde Çin, bir düzineyi aşkın dil ailesine sahiptir. Çin resim-yazısının özel yapısı sayesinde, tümü aynı yazı dilini okuyabilirler, fakat konuşulan diller, çoğu zaman birbiriyle anlaşmaya imkân vermeyecek kadar yabancıdır. Kuzey Çin’in buğday kültürü ile güney Çin’in pirinç kültürü arasındaki farklar da, sözgelimi, en az İstanbul ile Kahire arasındaki kültürel farklar kadar belirgindir. Buna rağmen, ikibin yıla yaklaşan bir süredir ortak bir “Çinli” kimliği ve siyasi birlik iradesi varlığını koruyabilmiştir.

    Yüzyıllarca Çin ve Hint’e eşdeğer boyutta bir uygarlık potası oluşturabilmiş olan Yakındoğu havzası, ve o havzanın uzun süre hakimi olan Osmanlı devleti, acaba neden çağdaş dünyaya benzer bir ulusal sentezle çıkamamıştır? Ve neden böylesine müthiş bir başarısızlık, böyle acı bir hezimet, modern Türk ulusçuluğunun bir gurur vesilesi olarak sunulabilmektedir?

    Ortak toplumsal bünyesinden Arabı, Ermeniyi, Arnavudu ve Rumu tasfiye etmekle Osmanlı-Türk toplumu ne kazanmıştır? Türkle Arabın kültür, dil ve ırk farkı, Pencaplıyla Tamil arasındaki farktan daha mı büyüktür? Tuna’dan Basra’ya uzanan bir coğrafyada, ikibin yılı aşkın bir ortak siyasi tarihe sahip olan, benzer kent ve köy geleneklerini paylaşan, yaklaşık aynı ırka mensup olan, ortadoğunun birbiriyle akraba üç dinini tanıyan halkları, aralarındaki dil farkını aşamayacak kadar birbirine yabancı mıdır?

    http://www.nisanyansozluk.com/book/book_39.pdf

  15. hakaret içeren yorumlar yayınlanmıyor. Admin

  16. gun zileliye cok kufrediyorum, cunki , kufredibilecek Adam kalmadi.

  17. Deleuze Köksap

    Ne yani şimdi bütün hayatı döneklikle geçen bu “aydınımsı” tipleri şimdi af mı ediyorsunuz ?!. Bunlar potansiyel olarak içlerinde hep bir kaypaklık barındırıyorlar. Belki sizin hiç bilginiz yok ya da görmezden geliyorsunuz, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler Fetoş Gülen adlı CİA’nın kullandığı taşeron kuklaya çalışıyorlar. Fetoş bunlara bavulla para yolluyordu, bunu karikatür dergisi Leman bile biliyor, ama sizin haberiniz yok, ilginç! Şu liberal inanırlığınız sizi güvenilmez gösteriyor, sayın Gün.

  18. ben, ne olursa olsun iktidarla uğraşanlarla uğraşmam, iktidarla uğraşırım. Sözünü ettiğiniz kişiler iktidarın yanındayken onlarla da uğraşıyordum. Af değil söz konusu olan, sadece hedefi doğru saptamak.

  19. Deleuze Köksap

    1-
    Ne yani şimdi bütün hayatı döneklikle geçen bu “aydınımsı” tipleri şimdi af mı ediyorsunuz ?!. Bunlar potansiyel olarak içlerinde hep bir kaypaklık barındırıyorlar. Belki sizin hiç bilginiz yok ya da görmezden geliyorsunuz, Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler Fetoş Gülen adlı CİA’nın kullandığı taşeron kuklaya çalışıyorlar. Fetoş bunlara bavulla para yolluyordu, bunu karikatür dergisi Leman bile biliyor, ama sizin haberiniz yok, ilginç! Şu liberal inanırlığınız sizi güvenilmez gösteriyor, sayın Gün.

    2-
    Hasan Cemal, 80 Darbesinde “hakiki gazeteci” etiğine uygun davranıyordu, zaman değişti Hasan Cemal de olumsuz yönde günümüze evrildi; Neden ? Şu bakımdan: Dağdaki eşek s.ken Amerikan taşeronu (sözde-gerilla) çetesiyle Devletin istihbarat birimleri arasında mesajcı (messenger) olarak mekik dokudu. Onun günümüzdeki olumsuz evrimi bu: Bir haber ileticisi değil, o bir messenger… Kamuoyu adına/yararına bilgi/enformasyon veren, dağıtan, yayan haberci kişi kimliğinden çoktan çıkmış durumda. buna inanmak zorunda değilsiniz, lakin görmemek sizin körlüğünüz olur.

    3-
    Cengiz Çandar, Türk Gazetecilik tarihine en utanmaz, arsız, yüzsüz, satılmış, margarin dokulu kalemşör olarak adını kan kokan mürekkeple yazdıracak. Her dönemin sözü olan danSözü…

    —————-////
    “Özeleştiri”ye değgin bir söylem: Özeleştiri, bazı dinlerdeki günah çıkarma ayinleri gibi çaresizlik yansıtır, özbilgi kişinin kendisine dönük yansıtıcı olarak daha sağlıklı bilgi verir. Öze yönelik bilgi-ye, özeleştiriyle varılamaz. (Sigmund Freud, Eleştirel Benlik)

  20. Deleuze Köksap

    Sözünüze ben de katılıyorum. İktidarla uğraşılmalı, bu doğru. Lakin o kişiler yaşamdan çalıyorlar, zamandan çalıyorlar. Memlekete tesiri olan her şey bizi ilgilendirir. İşbirliği yaparak verdikleri zararlar bizi etkilemiyor, diyemeyiz. Onların da dışarıya atılacak bir muhalefete tabi tutulması gerek. Onlar da düşman tarafında yer aldıkları için, onlara karşı da savaş açmalıyız.

  21. onlara karşı savaş açtığınızda kendinizi yandaş medyanın yanında bulursunuz. Düşmanın nereye top atışı yaptığına bakın, o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. (sosyal hafızayı diri tutmak anlamında eski hatırlatılmalı, ama sadece bu kadar. Savaş açmak yanlıştır. Her cephede dövüşen her cephede yenilir ya da daha kötüsü düşmanın safına geçer.)

  22. marxist argüman

    deleuze köksap adli vatansever fa$o’ya cavap:

    fasist düsüncenin kaynagi nedir diye merak edenler deleuze köksap’in yorumlarini okusunlar. bu vatansever fa$o’nun “milli-yerli” olmayan herseye düsmanligina, kinine, nefretine dikkat edin. bu vatansever fa$olar devletin-milletin-vatanin milli menfaatleri-bekaasi icin her türlü insanlikdisi isleri yapmaktan cekinmezler.

  23. Fazla sert buldum bunu. Bir kere “Faşo” diye bir şey yok, faşist var. İkincisi herkese faşist damgası yakıştırmak doğru değil.

  24. kürt hareketi ve ulusalcilar aklini basina almazi gerek!!!
    sarayin son aciklamalari türkiyenin bir savasi gittini gösteriyor
    artik bütün strajedisini savasa baglamis akp,eger türkiyede ki
    muhalefet gücler birlesmese cok büyük acilar yasancaktir.
    kendi görüsümce cok büyük bir savas ortami cikacani tahmin
    ediyorum ya hep ya hic poltikasi uygulucaktir akp buna gönüllü
    askerleri var ama cok büyük bir yenilgiye ugracaktir akp.
    rusya artik nasil bir tepki geleceni biliyor ve ona göre davranip savas istedi gibi sürdürecektir iran zaten senelerce savas havasinda yasamis bir toplum bu iki ülke sarayi yakinda tamamen yok edecektir.genclerin ölmesini istemiyorsa bu ülke birlesinler ve baris poltikasini güclendirsinler ve cekinmeden acik bir muhalefet sürdürsünler.

  25. ordunun akp aygıtına dönüştürülmesine dair analitik, içten haber veren, çatışmaları ifşa eden pek yayına rastlamadım. tuhaf bir sessizlik var bu konuda. rastlayıp da, kaynak verebilecek olursa makbule geçer…

  26. marxist argüman

    sayin zileli, d. köksap gibi fasistlerle sohbetinizi bozdum galiba. fasist düsüncenin kaynagi ulusalcilik-milliyetcilik ideolojisi; ulus-devletler ve bu devletler arasinda ki kapitalist rekabet oldugu halde, siz kendinizce yeni bir fasizm tanimi yapip, “günümüz fasizmi=siyasal islam” tezini ileri sürdügünüz icin d. köksap gibilerini fasist olarak görmemeniz anlasilir bir durum. benim köksap gibi insanlarin fa$olugunu teshir etmem sizi rahatsiz etti, fakat köksap’in kürt hareketine kin, nefret kusan cümleleri sizi rahatsiz etmedi nedense.
    -sizin, sirf AKP’ye “fasist” etiketi yapistirmak icin “siyasal islam=günümüz fasizmi” tezinizin, eski düsman komünizmin tarih sahnesinden cekilisinden sonra avrupa ve amerikali kapitalizm ideologlarinin “uygarliklar savasi” ve yeni düsman “islam” tezleri ile ne kadar uyumlu olduguna dikkatinizi cekmek istiyorum.

  27. KAPİTALİZME KARŞI SES ÇIKARMAK!

    19. yüzyılda değiliz; 2016’dayız!

    “Her tür faşizm”; kapitalizmden beslenir!

    Eğer kapitalizme karşı mücadele yürütülmediği müddetçe; ülkenin bir yanı yangın yeriyken, diğer yanının gıkını çıkarmaması sürer gider!

    Hâlâ ama hâlâ; günümüzde en vahşi, en ölümcül seviyeye yükselmiş kapitalizme karşı sesini soluğunu çıkarmak istemeyenler var!

    Sayın “marxist argüman”, haftalardır “kapitalizmi ötelemeyin!” diye uyarı üstüne uyarı yazıyor; kimsenin umrunda değil!

    Ve hâttâ aramızda:
    “Ülkede şuurlu işçi sınıfı yok ki! Kimle birleşerek kapitalizme karşı çıkmayı düşünüyorsun sen?!” diye zırvalar saçanlar var!

    Bu zırvaları saçanlar; daima “ikinci tekil şahıs”a ve “ikinci çoğul şahıs”a yönelik cümlelerini metinlerinde kullanır, kendilerini tereyağından kıl çeker gibi çekerler!

    Görmek istemezler; kendileri de bizzat işçi sınıfın bir üyesidir, ama nerede bunı görecek göz ?! ?! ?!

    Kapitalizmi öksürmeyi unutmaya devam ettiğimiz müddetçe; sayın Zileli’nin sitesi gibi binlerce sitede, kendi akvaryumumuzda toplaşıp, beyin jimnastiği yapmaya devam ederiz!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  28. “Ölmüşüz de ağlayanımız yok!”

    Umitiszlige yer yok. Bulent Arinc beklenen isyani baslatiyor. Kurtulus yakindir.

  29. Sayın (Necip) 23'e

    Sayın “Necip” 23,

    Siz hangi Arınç’tan,
    “Özgül ağırlık” Arınç’tan,
    Yoksa “you’re afraid; arınç you?!”dan mı bahsediyorsunuz?!

    Hâlâ ama hâlâ “parti siyaseti”nde mi görüyorsunuz çözümü?!

    Hiç mi ilgilenmediniz “anarşizm”le?!

    Halkı sadece ama sadece halkın kendisi kurtarır!

    Hiçbir partiye,
    Hiçbir “yönetim şekli!”ne,
    Hiçbir “şirketokrasi!”ye,
    Hiçbir “lider!”e ihtiyacımız yok!

    Fakat bunların hepsi kanser gibi yayılıyor; niçin?! Çünkü kapitalizmle besleniyorlar!

    Kapitalizme karşı mücadele yürütmediğimiz müddetçe; kendi akvaryumumuzda eğlenmeye devam ederiz!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  30. “Hiç mi ilgilenmediniz “anarşizm”le?!”

    Hayir, pek ilgilendigimi soyleyemem.

    Ote yandan, ‘anarsizm’in –aslinda– ‘nihilizm’in genclik kolu oldugunu farzedersek; evet, nihilizmle bir donem ilgilenmisligim vardir.

    Fakat, malesef, o donemi sona erdiren sey de bir Nasreddin Hoca fikrasi oldu..

    Eminim bilirsiniz ama kisaca –merami anlatmak acisindan– ozetleyeyim:

    Aralarinda anlasmazlik olan iki kisi kadiya basvurur. Kadi da Hoca Nasreddin. Taraflari dinler.

    Sikayetci, “Benden istedigini yaparsam bana ne vereceksin diye sordugumda, bana ‘hic’ demisti. Isi yaptim ama bana borcu olan ‘hic’i odeMEmekte israr ediyor” der.

    Bunun uzerine, Hoca, sikayetcinin oturdugu minderi isaret ederek, kenarindan kaldirip altina bakmasini, altinda ne gordugunu sorar. Sikayetci, baktiktan sonra, “hic” der. Bunun uzerine, Hoca, “iyi o zaman, al onu git” der ve davayi kapatir.

    Benim nihilizm maceramin sonunu asagi bu –ya da benzeri seyler– getirdi.

    Demem su ki, bilim adamlari vb taifenin yalancisiyim, ilk insansi varlik olan ‘Hominini kabilesi’nin ortaya ciktigi 8 milyon (bkz Wikipedia) sene oncesinden beri, insan evladinin evrimi –en azindan sosyolojik baglamda– giderek daha organize olmak yolunda gelisti.

    Anarsizm ise, en iyimser bakisla, en cok M.O. 6ci YY civarinda Taoist rahip Laozi’ye filan dayaniyor –fikriyatin disiplinli bir seceresinin olmadigini soylemeye bile gerek yok.. Islam tarihinde de El Basri ve Ebu Hanife gibi katkicilari oldugu soyleniyor. Ardindan da, neredeyse baska herseyde oldugu uzere, Avrupa’ya baglaniyor –Ronesans fransasi vs. (bkz Wikipedia.)

    Her ne ise.. Hepi topu (max) 2500 sene civarinda bir mazisi var. Dogasi geregi disiplinli olmadigi icin de, darmadaginik.

    2500 seneyi 8 milyon sene ile kiyasladigim zaman, evrim (ya da, daha buyuk olan rakam) acik ara galip geliyor.

    Oyle olunca, haliyle, ‘anarsizm’e ‘mevsimlik moda’ gozuyle bile bakamiyorum.

    Ote yandan, sizin ‘akvaryum’ benzetmenizi daha da ileri tasimak pahasina, ‘anarsizm’ hakkinda konusmak/yazmak –tabii ki– baska yollarla edinilmesi zor hazlarin kaynagi bir entellektuel masturbasyon olmasi hasebiyle benim icin hep cok kiymetli olagelmistir.

    Dar da olsa bu kommunal ‘orgy’mize istirak ettiginiz icin tesekkur ederim.

  31. Sayın (Necip) 25'e

    Sayın “Necip” 25,

    Belki bilirsiniz; bazı insanların hayatında “düzen”, “disiplin”, “dağınıklığın tersi düzgünlük” adeta “mecburiyet” kıvamında yer tutar.

    Örneğin:

    Yemek masasında çatal ile kaşık yanyana dururken birbiriyle aynı hizada değilse düzeltmeden rahat edemezler,

    Otoparka girdiklerinde, arabalarını yanaştırırken zemindeki çizgilerle aynı hizaya sokana kadar dakikalarca uğraşırlar,

    “Hapishanelerin, fabrikalara, okullara, kışlalara, hastanelere ve bütün bunların da hapishanelere benzemesi şaşırtıcı değil mi?” sorusunu soran kişiyi anlamak istemezler,

    Kaldırımda yürürken ayaklarının zemine döşenmiş karolara ritmik basmasına özen gösterirler,

    Bir “devlet hastanesinde doktor olabilip konformist konformist maaş almak” veya “özel hastanede reklam yoluyla tıbbı yaymak” için fakültelerde “PhD için kafa patlatmak düzeni”ne sevine sevine katılırlar,

    Kitabevine kitap satın almaya gittiklerinde, raflardaki düzeni “kendi hayatlarına dayatılan düzen gibi” baştan aşağı kurcalamaktan üşenmezler,

    Organize sanayii bölgelerinde; “Mavi Ya-LA-ka” emekçiler ile “Beyaz Ya-LA-ka” emekçilerin farklı mekânlarda öğle yemeği yediği “düzeni kuranlara” boyun eğerler,

    Çay bardağında döktükleri dem ve sıcak su oranını %100 ayarlamak için defalarca doldur-boşalt yaparlar,

    Örnekleri çoğalttıkça çoğaltabilirsiniz…

    Kusura bakmayınız;

    [Anarsizm ise, en iyimser bakisla, en cok M.O. 6ci YY civarinda Taoist rahip Laozi’ye filan dayaniyor –fikriyatin disiplinli bir seceresinin olmadigini soylemeye bile gerek yok..]

    Yukarıdaki köşeli [] parantez içinde aktardığınızla “anarşizm” ile ilgili tecrübelerinizin ne kadar kısıtlı olduğunun farkında değilsiniz. Eğer “Laozi”den daha öncesine gidememişseniz; bu sayfada size anarşizmin tarihini anlatmak adına kimsenin kıymetli zamanını işgal etmeyelim.

    Siz “anarşizm”i, “saldım çayıra mevlam kayıra” olmak anlamak istiyorsanız; size yapabileceğimiz hiçbir şey yok.

    Eğer kapitalizmin üzerinizde kurduğu 6 gün 24 saatlik (bazen 7 gün 24 saat!) tahakküm arasında kendinize vakit yaratabilir ve sabrınızı yüksek tutabilirseniz; Afrika’nın güneyi, Çin, Endonezya, Hindistan, Amerika’nın güneyi ve Mezopotamya bölgelerinin tarihini dikkatle inceleyiniz; “anarşizm”in ne olup ne olmadığını biraz daha net öğrenirsiniz.

    “25” numaralı metninizde MÂNÂLI TEK İFADENİZ şu: [Dar da olsa bu kommunal ‘orgy’mize istirak ettiginiz icin tesekkur ederim.]

    Kimsenin “öfke dökmesine”, kimsenin “teşekkür etmesine” ihtiyacımız yok.

    [Kommunal ‘orgy’] tespitiniz ile “kendi akvaryumumuz içinde eğlenmek” ve daha da fazlasını biraraya getirerek; terim üstüne terim türetebiliriz, birbirimize kelime oyunu şakaları yapa yapa eğlenmeye devam ederiz…

    Peki ya “kapitalizm” ?! ?! ?!

    Bizler “kendi akvaryumumuz içinde” eğlenmeye devam ederken; hem ülkenin bir yanı yangın yeri olmaya hâlâ devam ediyor, hem “‘şirketokrasi’nin tahakkümü” arttıkça artıyor!

  32. “Organize sanayii bölgelerinde; ‘Mavi Ya-LA-ka’ emekçiler ile ‘Beyaz Ya-LA-ka’ emekçilerin farklı mekânlarda öğle yemeği yediği ‘düzeni kuranlara’ boyun eğerler”

    ‘Gri Yaka’lari gozardi edisinizi hizlica not ederek, mavi/gri yakalilarin DA odedigi vergilerle bedava universite okumus olanlarin (boyle bir imtiyazi ele gecirmis olanlarin), vefa borcu filan cinsinden dahi olsun, mavi/gri yakalilarla ayni yemek masasini paylasmak istediklerine pek de sahit olmadim. Dahasi, bu isteksizlik, cogu zaman, karsliliklik da gosterir.

    ‘Sosyal fitrat’ da diyebilecegimiz bu hali –gozlem sonucunda vardigimiz bu tespiti– nasil (yani, hangi mesruiyete dayanarak) elestirdiginizi merak ediyorum.

    Dogru olduguna inandiginiz bir ideolojinizin olmasi, size bu mesruiyeti verir mi?

    Bence vermez; ama bu, bena sizin bu tur elestirilerinizi engellemek hakki/imkani da vermez. Ustelik, daha once de dedigim gibi, bu tur konulardaki konusmalar/yazismalar benim icin de apayri bir haz kaynagi oldugundan dolayi –bilakis– devam etmenizi tercih bile ederim.

    “Bizler ‘kendi akvaryumumuz içinde’ eğlenmeye devam ederken; hem ülkenin bir yanı yangın yeri olmaya hâlâ devam ediyor, hem ‘şirketokrasinin tahakkümü’ arttıkça artıyor!”

    Bir zamanlar bir sohbete/seminere yolum dusmustu. Konusan kisi Can Baydarol isminde ‘AB Uzmani’ titriyle davet edilmismis –bu unvana karsilik, usul usul konussa da AB’ye karsi oldugunu gormek ilginc bir surprizdi.

    Neyse. Asil soyleyecegim o degil.

    Bir kamuoyu arastirmasindan bahsetmisti. Iki soru sorulmus:

    1) “Sizce politikacilar durust insanlar midir?”

    Cevap: Hayir [%95]

    2) “Politikaci birisine kiz verir misiniz?”

    Cevap: Evet [%95]

    Simdi..

    Sizin ‘sirketokrasi’ vurgunuz, nedense, bana o kamuoyu arastirmasini cagristiryor..

    Siz degilseniz bile, yuzde 90’lara varan bir cogunlukla, sirketlerde (iyi kar eden sirketlerde, tabii ki) calismak istiyor. Kapagi attiktan sonra da, ‘bordro mahkumu’ edebiyatindan gecilmiyor –haklari yeniyormus falan filan.. [Ayni sey, devlet memurlari icin de gecerlidir.]

    Durust olmayan sadece politikacilar degil galiba..

  33. Sayın (Necip) 27'ye

    Sayın “Necip” 27,

    “Kapitalizm”in renk renk kategorize ederek “sömürmeyi” ve “katletmeyi” ne kadar çok sevdiğini bildiğinizi tahmin ediyoruz! Bu nedenle; sadece [Gri Yaka]lara odaklanırsanız; diğer renkleri ister istemez “fraksiyonlaştırmış!” olursunuz!

    Turuncu Yaka ↔ Turuncu Ya-LA-ka
    Pembe Yaka ↔ Pembe Ya-LA-ka
    Yeşil Yaka ↔ Yeşil Ya-LA-ka
    Kırmızı Yaka ↔ Kırmızı Ya-LA-ka
    Mor Yaka ↔ Mor Ya-LA-ka
    Sarı Yaka ↔ Sarı Ya-LA-ka
    Siyah Yaka ↔ Siyah Ya-LA-ka
    Gri Yaka ↔ Gri Ya-LA-ka
    Mavi Yaka ↔ Mavi Ya-LA-ka
    Beyaz Yaka ↔ Beyaz Ya-LA-ka

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…

    [‘Gri Yaka’lari gozardi edisinizi hizlica not ederek, mavi/gri yakalilarin DA odedigi vergilerle bedava universite okumus olanlarin (boyle bir imtiyazi ele gecirmis olanlarin), vefa borcu filan cinsinden dahi olsun, mavi/gri yakalilarla ayni yemek masasini paylasmak istediklerine pek de sahit olmadim. Dahasi, bu isteksizlik, cogu zaman, karsliliklik da gosterir.] yazmışsınız.

    Tespitinizin doğru tarafları var. İşte örnek:

    Adres ( https://twitter.com/AFSARTISING/ )

    (Kendisinin kelimeleriyle aktarıyoruz.)

    Yakamın rengi “beyaz” sayılmaz, yine de başımdan geçen bir olayı anlatayım.

    Yeni mezun mühendis olarak bendeniz, şirkette bölüm sorumlusu olarak çalışırken, bölümüme bağlı diğer çalışanlarla ve (mavi yaka) işçilerle arkadaş olarak çalışacağımıza inanarak çalışmaya başladım. Herhangi bir olay olduğunda, mavi yaka’nın tarafını tutarım. Mavi yaka’nın bir talebi olduğunda, yönetime iletirim. Şirketteki diğer mühendisler benim bu davranışlarıma göz devirir, ama ben yine de bildiğimi okurum.

    Gel zaman git zaman; mavi yaka’larla olan bu yakınlığımın aslında şirkette “sevilmememe” sebep olduğunu gördüm! Bu umurumda değildi, zaten bekliyordum!

    İşin kötü yanı: Mavi yaka’ların tek istediği beni ezmekti! Senelerdir mühendislerin koyduğu tüm kuralların intikamını benden almaktı! Bunu öğrenince şok oldum! İşten eve aynı servisle dönerken, sudan bir bahaneyle kavga çıkarıp bana bağırma-çağırma girişimleri; bardaktan taşan son damla olmuştu! Beklentilerini karşılayamamıştım!

    Bugün; “yaşı ilerlemiş mühendislerin” neden asık suratlı, ters, kaba-saba davrandığını daha iyi anlayabiliyorum! Günlük hayatlarında farklıydılar. Ama şirkette saygı görmek ve işlerini yapabilmek için öyle davranmaları gerekiyordu!

    İşten çıktım!

    Mesleği bırakmayı düşündüm!

    Sonra, tek başına çalıştığım bir işim oldu. Gezdiğim fabrikalarda yine mavi yaka’yla sohbet ettim, yine arkadaş oldum. Onları yine dinledim, dinlemez olaydım! Her sohbette nefret ve saldırganlık!

    Örnekler sonsuz…

    “1 Mayıs çağrısı”na ana-avrat söven mi dersin!
    Koca bir oda dolusu adamın, eylemcilere tecavüz etmek dahil, işkence ve öldürme fantezileri mi dersin!
    Ne ararsan var!

    Hadi hepsini geçtim;
    “Gezi”de kaç mavi yaka vardı?

    Veya soruyu söyle sorayım:
    14 Şubat 2016’dayız, üzerinden 2 yıl 8 ay geçti; şu an kaç mavi yaka’lı destekliyor “Gezi”yi?

    Daha gerçek sorular da sorabilirim!

    Bir ateist, Kürt, Ermeni, Yahudi vs. öldürüldüğünde kaç mavi yaka’lı üzülür bir fabrikada?

    Mesela Mayıs 2015’te fabrikalarda mücadele başlatan “Metal işçileri” istedikleri zam dışında; sanıyor musunuz ki, herhangi bir toplumsal olayda duyarlılık gösterir? Buna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız; yanılıyorsunuz!

    Burnundan kıl aldırmayan “Beyaz Ya-LA-ka”lar ise hâlâ var! Birçok fabrikada “Beyaz Ya-LA-ka”ların yemek yediği odalar bile farklı yerlerde! Sıraya girip yemek yiyorlar; “bizimkiler geliyor!”

    Beni sorarsanız: Ben adam olmadım! Hâlâ bu tip olayları görsem ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE konuşuyorum. Sürüp giden yanlıştan dem vuruyorum!

    1 Mayıs kutlamalarında, şu meşhur “tulumlu, yumruğu havada işçi posteri”ni görünce aklıma hep bunlar geliyor, işçilerle sohbetlerimiz geliyor. Bağdaştıramıyorum!

    * * * * *
    [‘Sosyal fitrat’ da diyebilecegimiz bu hali –gozlem sonucunda vardigimiz bu tespiti– nasil (yani, hangi mesruiyete dayanarak) elestirdiginizi merak ediyorum.

    Dogru olduguna inandiginiz bir ideolojinizin olmasi, size bu mesruiyeti verir mi?

    Bence vermez; ama bu, bena sizin bu tur elestirilerinizi engellemek hakki/imkani da vermez.] yazmışsınız.

    Dikkat buyurursanız; “24” numaralı metnimizde eleştirimizi yöneltirken, ağırlık merkezimizi iki nokta üzerine kurduk: Biri “anarşizm”, diğeri “kapitalizm”.

    Bu noktaları belirttikten sonra sizin (veya bu site ziyaretçilerinden herhangi bir kişinin); noktalardan hangisine yönelik görüşler yazacağını bekledik. “24”te sorumuzu doğrudan size sormuş olmamız sebebiyle sizin cevap yazmış olmanız şaşırtıcı bir durum değil. Eğer sizin dışınızda, sayfanın başka bir ziyaretçisi de şunu yazsa idi şaşırmayacaktık:

    “25” numarada yazdıklarınıza bir kez daha dönüp bakın bakalım: “Anarşizm”le ilgili ders vermeye kalkışırken; “kapitalizm”in “k”sinden hiç bahsetmiş misiniz?! Hayır; bahsetmemişsiniz!

    Bu ne demek?!
    “Kapitalizmi öksürmeyi unutmuş olduğumuz”un göstergesi demek!
    Problemin başladığı yer işte burası!

    “Anlı şanlı Marxistler”, “anarşist geçindiğini zannedenler” ve “‘sol’da rüya görenler”; ne oldu da “kapitalizme karşı argümanlar” ortaya koymayı bıraktı?!

    “12 Eylül 1980 sol’un üzerinden silindir gibi geçti!” diye diye 36 yıldır ağlarlar; ama yüreklerinde kalan enerjiyi pekiştirip kapitalizme karşı argümanlar geliştirmeyi istemezler?! Niye?! Çünkü; Turgut Özal isimli zehir, sol’a da çuval çuval konformizm dağıtıp çenelerini kapatmalarını sağladı da ondan!

    Bu ülkedeki sol artık “obez”dir! “Gezi”de spor yapmak için biraz kımıldadı, ama aşırı yağlı vücudu daha fazla hareket etmesine engel oldu; 13 Haziran 2013 Cumartesi gecesi dağıldı! O gece biz de oradaydık! Bas bas bağırdık; “parkı terketmeyin! Hepimizi kandırıyorlar! Parkı terketmeyin!” ama kimseye dinletemedik!

    [Dogru olduguna inandiginiz bir ideolojinizin olmasi, size bu mesruiyeti verir mi?] yazmışsınız.

    Şu hususta anlaşamayacağımızı öngördüğümüz için “meşru mu? / değil mi?” aşamasına gelmek pek mümkün gözükmüyor: [Dogru olduguna inandiginiz bir ideolojiniz] derken “anarşizm”i işaret ettiğinizi anlıyoruz (yanılıyorsak düzeltiniz).

    Öncelikle:
    “Anarşizm” bir ideoloji değildir!
    İşte bu hususta anlaşamayacağımızı öngördüğümüz için ileride sorduklarınıza boşu boşuna devam etmiyoruz.

    {{{Can Baydarol, bir kamuoyu arastirmasindan bahsetmisti. Iki soru sorulmus:

    1) “Sizce politikacilar durust insanlar midir?”

    Cevap: Hayir [%95]

    2) “Politikaci birisine kiz verir misiniz?”

    Cevap: Evet [%95]

    Simdi..

    Sizin ‘sirketokrasi’ vurgunuz, nedense, bana o kamuoyu arastirmasini cagristiryor..

    Siz degilseniz bile, yuzde 90’lara varan bir cogunlukla, sirketlerde (iyi kar eden sirketlerde, tabii ki) calismak istiyor. Kapagi attiktan sonra da, ‘bordro mahkumu’ edebiyatindan gecilmiyor –haklari yeniyormus falan filan.. [Ayni sey, devlet memurlari icin de gecerlidir.]

    Durust olmayan sadece politikacilar degil galiba..}}} yazmışsınız.

    “1” ve “2” numarada ifade ettikleriniz tam da bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları anlatıyor!

    “Şirketokrasi”nin bir üyesi olmak, ve “şirketokraisi”yi daha da yüceltmek için; “dünyanın en iyi üniversiteleri!”ne eğitim için gönderildik!
    Ama aynı zamanda “şirketokrasi”nin, kapitalizmin kuluçka merkezleri olduğunu acı çeke çeke anlayıp; bizzat kendisine karşı olduk!
    Ve hatırlatmanızı ekliyoruz: [Ayni sey, devlet memurlari icin de gecerlidir.]

    Mesele ne?!

    Mesele şu:

    Artık 19. yüzyılda değiliz; 2016’dayız!

    20. yüzyılın başlarına kadar, dünya genelinde, “devlet aygıtları” at koşturabiliyordu.
    Artık “tek başlılık” yok!

    20. yüzyılın başından günümüze değin; “devlet aygıtları” ile “şirketokrasi” girift hâlde at koşturuyor!

    Bugün:
    “Devlet aygıtları”nı çürütmek gibi bir niyetiniz varsa; “şirketokrasi”ye yumruklar indirmek zorundasınız! Çünkü bugün; “devlet”lerin beslendiği en geniş kaynaklar “şirketokrasi”dan geliyor! Kaynağın kökünü kurutmaya başladığınız an; “devlet”leri de çürütmeye başlamışsınız demektir!

    Peki bunu yapıyor muyuz?! En azından “denemeyi aklımızdan geçiriyor muyuz?!” Cevap: Koca bir HAYIR!

    Solcu geçinen birçok kitlenin o meşhur “devrim!” rüyası vardır! Eğer o beklenen “devrim!” gerçekleşecekse; akşamdan sabaha, bugünden yarına gerçekleşmez!

    “Şirketokrasi”ye karşı ilk hamleleri yapmaya başlamadığımız müddetçe, “kendi akvrayumumuz içinde eğlenceler düzenlemeye” devam ettiğimiz müddetçe; kapitalizm daha fazla ölüm getirecek!

    Şimdilik 6 örnek:

    [1]
    “Konya’nın Ereğli ilçesinde, 40 günlük ‘Ayaz’ isimli bebek soğuk nedeniyle zatürreye yakalanarak öldü!”

    ( http://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu )
    ( http://www.hurriyet.com.tr/40-gunluk-ayaz-bebek-zaturreden-oldu-25435786 )

    [2]
    “SOMA’da 301 insan öldü!”

    ( http://www.haberturk.com/gundem/haber/949093-iste-soma-faciasinda-hayatini-kaybeden-isci-sayisi )

    [3]
    “Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan; av tüfeğiyle intihar etti!”

    ( http://www.radikal.com.tr/turkiye/atanamayan-bir-ogretmenin-vedasi-1178984/ )
    ( http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228 )

    [4]
    “Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi.”

    ( http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/ )

    [5]
    “Takdir belgesini 2 puanla kaçırarak ailesini üzdüğünü düşünen 15 yaşındaki Umut Okay Giriş, evlerinin 4. katından atlayarak intihar etti!”

    ( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )

    [6]
    “TEOG sınavında istediği puanı alamadığı için bunalıma giren 13 yaşındaki Ayşe Berrin Yılmazlar, evlerinin banyosunda bornoz kemeriyle intihar etti!”

    ( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )

    Örnekleri (ne yazık ki!) çoğaltabiliriz…

    “Kapitalist iklim” rekabeti daima teşvik eder, daima körükler! “Eğer rekabet etmezsen; eriyip kaybolursun!” hastalığını bebekliğimizden itibaren beynimize enjekte eder!

    “Hayatın akışı içinde kendiliğinden olan, ‘doğal’ olan rekabet” ile
    “Kapitalizmin dayattğı yapay ve ölümcül rekabet”i birbirinden ayırdetmeyi öğrenmek zorundayız!

    * * * * *
    “Rekabet & Yarış üzerine”:

    Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”

    “Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.

    Her şeyin “kazanmak” ve “kaybetmek”ten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda; insanlar “kaybetmeye tahammülsüz hâle” geliyorlar, kaybetmeyi “dünyanın sonu gibi” yaşayabiliyorlar.

    Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin “başka birilerinin sırtına, omzuna basarak” yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.

    Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak “belden aşağıya vurmamak”, “başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak”, “yerdekine vurmamak” ya da “boş kaleye gol atmamak” gibi bazı centilmenlik ilkeleri var!

    Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü “bu rekabete girmek zorunda hissettiren”, insanı bu yönde “körükleyen” bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz!

    Diğer yandan, “düzen eleştirisi” yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz:
    Bu rekabete girmek zorunda mıyız?
    Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?

    Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için; mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu “başka yolları arayanlara”; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar “hemen o anda” bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir!

    Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz!
    Hemen ve hepsini elde etmek için; pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, “güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamı”na dalıyoruz!

    “Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında! Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; “açık vermemek”, “zayıf gözükmemek”, “daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak” üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz! Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbûl olandır” algısı maalesef yaygın!

    TV reklamlarında, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını göstermek çabasında!

    Hiç mi başarısız olmuyorsunuz?
    Hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor?
    Hayat; “S.W.O.T.* analizi”nden ibaret değil!
    İşte bu nedenlerle en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen “guru”lar, “konferansçı”lar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı! Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu!

    (( *S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler.
    Bu analiz “özel sektör”ün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır.
    Bu analiz ile ilgili: İşe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte! ))

    O nedenle rekabet başlığı altında; “kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış” bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor! Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle; “rekabetten uzak!” bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz!

    Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!

    Prof. Dr. Yankı Yazgan (psikiyatr)
    ( http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html )
    ( http://www.youtube.com/watch?v=o-0pePCFp4A )

  34. marxist argüman

    necip’e cevap:

    bülent arinc gibi siyasetcilerin insanlari kurtaracagini yazarken bizimle alay mi ediyorsun, ciddi misin, anlayamadim. bülent arinc’i kurtarici olarak görüyorsan bu sayfada isin ne, bunu da anlamis degilim.
    -sen eger usta bir demagog degilsen, dünyayi algilaman son derece tuhaf ve enteresan. anarsizm tipki marxizm gibi fransiz devrimi sonrasi, kapitalizmin elestirisini esas alan modern bir düsüncedir. anarsizmin m.ö. ile, rahip laozi ile alakasi nedir, anlamis degilim.
    -sen güya anarsizm düsüncesini su sekilde cürüttügünü saniyorsun: insanlik tarihi 8 milyonmus da, anarsizmin tarihi 2500 yillikmis da, ondan dolayi anarsizm gecici bir moda bile olamazmis. sacmaladigini farkinda misin? böyle mantiksiz bir akil yürütme ile, karsilastirma ile anarsizmi cürüttügünü mü saniyorsun? bir fikrin, ideolojinin dogrulugunun yanlisliginin yasi ile, eski yada yeni olmasi ile hicbir alakasi yoktur. anarsizmin temel argümanlarini neden yanlis buluyorsun, bunlari yazda ögrenelim. insanligin tarihi 8 milyon degil 8 milyar yil da olsa, senin sacma sapan mantigini, akil yürütmeni dogrulamaz.
    -politikacilar hakkinda yazdiklarin senin dünyada olan bitenleri carpik-yanlis bir sekilde algiladigini gösteriyor. politikacilari dürüst olarak görmeyen insanlar neden kizlarini bu politikacilara vermek istiyorlar? bunu anlamak cok mu zor? cünkü günümüz kapitalist düzeninde politikacilar iyi bir gelire ve ekonomik güvenceye sahip kesime dahiller. iste bundan dolayi bir anne baba kizinin gelecegini, ekonomik refahini düsünerek “evet, kizimi politikaciya veririm” diyor.
    -ahlak zaptiyeligi yapip insanlari “dürüst degiller” diye yargilayacagina, is arayanlar neden büyük bir sirkete kapagi atmaya calisiyorlar, bunu anlamaya calis. kapitalist rekabetin kaybedenleri kesimine dahil olmamak, ekonomik kriz, iflas, savas gibi rizikolar üzerine kurulu sosyal piyasa ekonomisinde insanlarin mümkün oldugunca iyi bir gelir ve mümkün mertebe garantili bir is bulma cabasinin anlasilmayacak, yadirganacak yönü nedir?

  35. Yeni Anayasa= Kimlikler Demokrasisi = Yeni Federal Devlet…

    İbrahim Güçlü

    Türkiye’de yeni bir anayasa için tartışmalar başlamış durumdadır. Bunun için Kürtlerin olmayan mecliste de bir komisyon oluşturuldu.

    Yeni anayasa sorunu, yeni bir devletin yapılandırılması sorunudur. Özellikle de biz Kürtleri daha çok ilgilendirmektedir.

    Her Kürt yurtseveri aydınların, yazarların, kanaat önderinin; Kürt siyasi ve toplumsal kuruluşlarının bu sorunda aktif taraf olması gerekir.

    Bu konuda taleplerimizi netleştirmemiz gerekir.

    Kürtlerin bu konuda dört başı mahmur gerçek anlamıyla ortak bir konferans yapmaları da gerekir.

    *****

    Türkiye’de anayasa üzerine tartışmalar, yeni değildir, on yılları kapsayan bir sorundur.

    Sorunun, 1982 Anayasa’sı olduğu kanaati, Türkiye’deki genel ve yerleşik bir kanat olmasına rağmen, bu yaklaşım, tarihsel hafızanın yanılgısından öteye bir şey değildir.

    Gündeme giren Anayasa tartışması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerini, kurumlarını doğrudan ilgilendiren, başından beri yanlış kurgulanan bir devlet yapısının, onun dayandığı siyasal ve ideolojik sistemin yeniden yapılandırılması, yeniden tasarımlaştırılması ve senaryolaştırılması sorunudur.

    Yeni anayasanın, kapsayıcı, “sivil”, “çoğulcu demokratik”, “eşitlikçi”, bütün ulusların ve etnik grupların, farklı dinlerin, mezheplerin, ideolojilerin, sosyal sınıf ve katmanların yani herkesin anayasası olabilmesi için, en başta bazı prensipsel ve kurumsal yeni kavramlaştırmalar, yeni bir çerçeve anlayış üzerinde konsensus sağlamak gerekiyor.

    Türkiye’de, tarihsel, sistemsel, rejimsel ve devletsel bir sorun olan Anayasa Sorununun on yıllardır çözümlenmemiş olması, Türkiye’ye ve Türkiye halklarına pahalıya mal olmuştur.

    Bundan dolayı bu sorun, mutlak anlamda, doğru-dürüst, adamca, Türkiye’nin gerçeklerine, evrensel ilkelere, çoğulcu yeni bir demokrasiye, doğal-bireysel-kollektif hak ve özgürlükler konseptine, eşitlikçilik prensibine göre çözümlenmesi gerekir. Ama ne yazık ki, Türkiye’de anayasa sorunundaki tartışmalar bağlamında da, üçüncü dünya insanın ve yöneticilerinin refleksiyle karşı-karşıyayız. Türkiye insanı, anayasa sorununu, 1982 Anayasası bağlamında ele aldığı için, 25 senedir kendisini aldatmaya, karın doyurmayan değişikliklerle uğraşmaya devam ediyor.

    Yeni dönemde, bu yapıdan kesinlikle çıkmak, bilgi toplumunun modern, demokratik ve özgür insan ve kurum refleksini geliştirmek gereklidir. Ortak bir anayasa tanımı gereklidir…Yeni, sağlıklı, kapsayıcı, herkesin olacak bir anayasa hazırlanacaksa, öncelikle bir anayasa tanımı üzerinde anlaşma sağlamak gerekir.

    Bu tanım da, “kim/kimler için yeni bir anayasa?” sorusu etrafında geliştirilmelidir. Anayasalar, bir kesimin, bir elitin kaleme aldığı, bütün topluma kabul ettirdiği bir metinler olacaksa, bu metinleri, evrensel hukukun kapsamı içinde anayasa kabul etmek olanaklı değildir. Bu metinler, olsa-olsa otoriter, totaliter, faşist devletleri, sistemleri, rejimleri meşrulaştıran belgelerdir.

    Bugüne dek Türkiye’de olan da budur. Bu anlayıştan çıkmayınca, demokratik ve çoğulcu bir anayasa yapılamaz. Bu nedenle anayasanın, devleti, rejimi, siyasal sistemi, bütün alanlarıyla, toplumsal gerçeklere, doğal, bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklere ve eşitlik prensibine göre tanımlayan, kurallara bağlayan bir “toplumsal sözleşme” olduğu üzerinde anlaşma sağlanması gerekir.Bu anayasa tanımı, anayasanın hazırlanmasında ve kabul edilmesinde tüm toplumsal unsurların, taraf kabul edilmesini öngörür.

    Türkiye gerçeğinde bu tanımı somutlaştırırsak: Anayasa, Türklerin, Kürtlerin, diğer etnik grupların, farklı dinlerin ve mezheplerin, farklı toplumsal kesimlerin ve sınıfların, işçilerin ve emekçilerin, aydınların, egemen sınıfların, farklı ideolojilerin anayasası olmalıdır. Onların, çıkarlarının ortak denklemini ve bileşkesini oluşturmalıdır.“Sivil Anayasa” tanımı yeni bir tuzak olmamalıdır…AK Parti, 1982 Anayasası’nın askeri yönetim tarafından hazırlanmasından öykünerek, “sivil anayasa” tanımından yola çıkıyor. Ama tartışmalar, düşünülen anayasanın sivil olmasının teknik olarak düşünüldüğü ve öz olarak düşünülmediğini ortaya koymakta. Anayasa’nın AK Parti tarafından tek başına, ya da AK Parti ile birlikte tüm partilerin onayıyla mecliste kabul edilmesi, anayasayı sivil yapmaz.

    Hatta teknik bir sivil anlayış, tam da yeni bir tuzak oluşturur. Biliniyor ki 1982 Anayasa’sı, Türkiye halkları, özellikle de Kürtler ve evrensel planda meşruiyeti olmayan bir anayasadır.

    Bu nedenle bu anayasaya muhalefet etmek bugüne kadar olduğu gibi, oldukça kolaydır. Ama “sivil anayasa” adı alında sivillerin hazırladığı bir “militer”, otoriter ve totaliter bir anayasa, büyük bir tehlike ve tuzak oluşturacaktır.

    Sivil bir anayasa, Türkiye’nin çoğulcu ulusal- etnik, dinsel-mezhepsel, sınıfsal, ideolojik yapısına uygun olan, devleti ve rejimi yeniden tanımlayan/tasarlayan, bunun için saydığımız toplumsal ve ulusal-etnik aktörleri doğrudan taraf kabul eden ve onların onayına dayanan bir anayasadır.Anayasa Sorunu: Türkiye Cumhuriyet’inin tarihsel ve çatışmaya kaynaklık eden sorunudur… Türkiye’de “anayasa sorunu”, sanıldığı gibi, sadece askeri darbeler sonrası bir sorun değildir. 1982 sonrası bir sorun, hiç değildir.

    Türkiye’de anayasa sorunu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan sonra, üstelik de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna temel alınan Lozan Antlaşması ile başlayan bir sorundur.

    Lozan Antlaşması, Türkiye’ye bir tanım getirdi. Bu tanım üzerinden hareketle bir anayasa hazırlandı. Lozan Antlaşması, Türkiye’de, Türk dışında var olan Müslüman ulusal ve etnik grupları, dini ve mezhebi azınlıkları ret etti ve onların haklarını güvence altına almadı, sadece gayri-Müslim azınlıkları kabul etti.

    Böylece Türkiye’de “ulus – devlet” süreci değil ve “devlet-ulus” süreci başladı. Önce devlet kuruldu, sonra bu devlet için bir ulus, bir Türk ulusu oluşturuldu.

    Türk ulusunu oluşturmak için de, Kürtlerin varlığı ret edildi, Kürtlerin Türk olduğu tezi devlet yapılanmasının bel kemiğini oluşturdu. Bu anlayış, bir devlet ideolojisini Kemalizm’i oluşturdu.

    1924 Anayasası da hazırlanırken, “devlet ulusun” anayasası olarak bir çerçeve kazandı. Bu anlayış, günümüze kadar da devam etti.1924 Anayasası, 1961, 1982 Anayasaları, bu anayasalardaki tüm değişiklikler bu üniter ve tekçi toplum paradigmasına göre hazırlandılar.

    Türkiye toplumunun gerçeklerine dayanmayan tanımdan yola çıkarak oluşturuldular. Böyle olunca da, bu anayasalar, Kürtleri bir ulusal topluluk olarak, diğer etnik grupları, İslam dışındaki dinleri, suni dışındaki mezhepleri, Kemalizm dışındaki ideolojiler, sivil ve asker elit dışındaki toplumsal kesimleri yok sayarak, düzenlendiler. Bu nedenle, tarihsel ve son bulmayan toplumsal, siyasal çatışmalar başladı. Kürtler, anayasada dışlandıkları/ötekileştirildikleri ve hakları tanzim edilmedikleri için, bugüne kadar ayaklanmaya devam ettiler.

    Kemalizm ideolojisine göre anayasalar düzenlendikleri ve Kemalizm dışındaki ideolojiler meşru kabul edilmedikleri, dışlandıkları için farklı ideolojilere sahip olan kesimler, komünistler ve diğer ideolojik gruplarla çatışma kaçınılmaz oldu.

    İnanç özgürlüğü olmadığı, devlet dini/Kemalist din dışındaki İslam dini ve diğer dinler dışlandığı için, devletle dinciler çatışması 80 yıldır devam ediyor.Yeni bir devlet tanımı ve yeni toplumsal bir paradigma gereklidir… Yeni bir anayasa için, bugüne dek hareket noktası olarak benimsenen, Türkiye tanımından vazgeçmek, yeni bir Türkiye tanımı üzerinde anlaşmak gerekir. Bugüne dek hazırlanan anayasalarda, devlet yapılanmasına, siyasal sistem örgüsüne, Türk unsuru egemen hale geldi.

    Türkiye’nin ulusal-etnik, dinsel-mezhepsel, toplumsal-sınıfsal, ideolojik çoğulculuğu ret edildi. Yeni bir anayasa için, Türkiye gerçeği olan çoğulculuğun bir toplum paradigması olarak kabul edilerek, yeni anayasaya çerçeve oluşturması gerekir.Anayasalar, ideolojik metinler değildir ve ideolojik metinler olmamalıdır Bu nedenle ideolojilerden bağımsız olan, insanlığın tarihsel düşünce ve ideolojik faaliyeti sonucu ortaya çıkan, ortak düşünce değerleriyle belirlenecek nötr, kimliksiz, sıfatsız, “renksiz” metinler olmalıdır.

    Türkiye’nin çoğulcu gerçeklerindeki yeni bir Anayasanın belirlediği devlet yapısı, üniter ve tekçi olmayan, tüm uluslardan, etnik gruplardan, ideolojilerden, dinlerden, mezheplerden, kültürlerden ve dinlerden bağımsız, düzenleyici, bütün kesimlerin temsilini öngören bir devlet olmak zorundadır.

    Devlet, bu bağlamda ulus devlet değil, uluslar, ideolojiler, sınıflar üstü bir devlet olmalıdır. Bu bağlamda, “liberal anayasa” kavramı da sorunlu bir kavramdır. Doğal hak ve özgürlüklerin benimsenmesi/temel alınması, bireysel ve kollektif (grup) hak ve özgürlülerin güvenceye bağlanması, insanın devletten önce ele alınması bağlamında sahip olduğu değerleri anayasanın içselleştirmesi anlamında ve sınırlandırması içinde, bu tanımın ancak önemli ve anlamlı olacağını düşünüyorum. “Liberal anayasa”, “sosyalist anayasa”, “sosyal-demokrat anayasa” ve hatta “faşist anayasa” kavramını çağrıştırma bağlamında da sorunlu bir anayasa tanımıdır. İnsanın ve insanların oluşturduğu toplulukların doğal ve mutlak hakları vardır. Bu hakların herhangi bir devlet, rejim tarafından yasaklanması, kabul edilmemesi, dengeleri alt-üst eden bir sorundur.

    Demokratik bir anayasanın, herkesi (birey ve topluluk anlamında) kapsayan bir anayasanın ortaya çıkması için, doğal haklar kategorisini benimseyen bir anayasa olmak zorundadır. Bugüne dek Türkiye’de hazırlanan anayasalar doğal olan haklar kategorisini gözeterek hazırlanmış anayasalar olmamıştır. Bu nedenle inkârlara dayalı bir anayasa konsepti ortaya çıkmıştır.

    Kürtlerin kendi doğal ve topluluk/grup kimliği inkar ve ret edilmiştir. Kürtlerin, Türkiye’deki diğer etnik, dinsel, mezhepsel, ideolojik, sınıfsal toplulukların doğal hakları benimsenmediği için otoriter ve totaliter anayasalar Türkiye’nin kaderi olmuştur.Bireysel ve kollektif (grup) hakları konseptinin benimsenmesi gerekir…Türkiye’nin ulusal-etnik, dinsel-mezhepsel, toplumsal-sınıfsal, ideolojik, kültürel ve dilsel çoğulculuğuna uygun demokratik bir anayasanın yapılması için, bireysel ve kolektif (grup) haklar kategorisi konsept olarak benimsenmeli ve içselleştirilmelidir.

    Bireyin haklarını güvenliğe kavuşturan ve genişleten bir anayasa, kolektif hakları benimsemiyor, içselleştirmiyor ve atlıyorsa, o anayasa; demokratik, kapsayıcı, ihtiyaçlara cevap veren, çatışmaları engelleyen, barışı sağlayan bir anayasa olamayacağı gibi, bireysel hakları da koruyan, genişleten ve güvenceye bağlayan bir anayasa olamaz.

    Çünkü bireysel haklarla kollektif haklar birbirinin içine geçen olgular olduğu kadar, birbirini yaratan ve tanımlayan unsurlardır da. Bu nedenle, bugüne dek Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde hazırlanan anayasaların, bireysel haklara bile güvence olmaması bundan ileri gelmektedir.Kürtler, diğer etnik topluluklar, birey oldukları kadar bir topluluk oluşturmaktadırlar. Bu ulusal ve etnik toplulukların, hem bireysel ve hem de kolektif hakları gözetilerek yeni anayasa yapıldığı zaman demokratik ve kapsayıcı bir anayasa ortaya çıkabilir. Kürtlerin, Kürtçe konuşması bireysel bir haktır. Kürtlerin kendi dilleriyle eğitim-öğretim yapmaları kolektif bir haktır. Kürtlerin birey olarak siyaset yapma hakkı, bireysel bir haktır. Ama Kürtlerin, kendi siyasi partileri ile siyaset yapmaları, kendilerini temsil ettirmeleri, iktidarı paylaşmaları, devletin sahiplerinden biri olması kolektif bir haktır.Yeni anayasa, bu kollektif hakları gözetmediği zaman, demokratik olmayacak, kapsayıcı ve sivil de olmayacaktır.“Devlet-Ulus” vatandaşlık ilişkisi ve egemenliğin paylaşılması…Demokratik ve kapsayıcı bir anayasanın hazırlanması ve benimsenmesi için, devlet birey ilişkisinin ve egemenlik kavramının doğru tanımlanması gerekir. İnsan tarihsel olarak daha önce gelen bir kategoridir. Devlet, daha sonraki tarihsel, sosyal, siyasal bir kategoridir. İnsanlar tarafından oluşturulmuştur, insanlar tarafından da güdülmesi gerekir.

    Bu nedenle önce insan ve sonra devlet gelir.

    Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti pratiğinde: Önce devlet kurulmuştur, devlet ulusu yaratmıştır.

    Bu denklem içinde, hem Türkler dışında Kürtler ret edilmiş ve asimile edilerek Türk ulusuna dühul olması benimsenmiştir.

    Hem de insan; güdülen, önemsenmeyen, hakları öncelikli olmayan bir unsur olmuştur.

    Bu da doğal olarak, otoriter ve totaliter egemenlik anlayışını getirmiş, egemenlik sivil ve askeri elit elinde toplanmıştır. Diğer toplumsal kesimlerin, ulusal ve etnik toplulukların tüm egemenlik hakları gasp edilmiştir.

    Bu bağlamda da, “egemenlik kayıtsı şartsız Türk milletindedir” sözü Türkiye’nin çoğulcu gerçeklerine aykırı olduğu gibi, hiçbir zaman da Türk milletinin de olmamıştır.

    Yeni anayasa oluşturulurken, hak ve adalete uygun bir egemenlik tanımı yapılması gerekir. Bu tanımda, egemenlik sadece Türk milletine ait olmamalıdır.

    Egemenlik, içerde Türkler, Kürtler, diğer etnik topluluklar, diğer toplumsal kesimler ve topluluklar tarafından paylaşılan, dışarıda da global dünya ve Avrupa Birliği ile paylaşılan bir tanıma kavuşturulmalıdır. Bu olgu aynı zaman da, iktidarın kimin olacağı sorununu da çözümleyecek. Devletin, yasamanın, hükümetin, tüm kurumlaşmanın Türkiye’nin ulusal-etnik, dinsel-mezhepsel, toplumsal-sınıfsal, ideolojik çoğulcu gerçeklerine göre yeniden yapılandıracaktır.

    Bireyin, ulusal ve etnik ve diğer tüm toplulukların temsil hakkını projelendirecektir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti anayasaları, bir seçkinci elit dışındaki tüm toplumsal kesimlerin, Türk ulusu dışında Kürtlerin, diğer etnik toplulukların temsilini benimsemeyen bir otoriter ve totaliter rejim anayasaları olmuştur. Yeni bir demokrasi: Federal/kimlikler demokrasisi tasarımı…Türkiye’de mevcut demokrasi anlayışı ve paradigması ile demokratik, yeni, sivil ve kapsayıcı anayasa oluşturulamaz.

    Türkiye’deki mevcut demokrasi anlayışı, Kemalizm’in, “devlet-ulus” yapısının çerçevelendirdiği, iktidar ve egemenliğin paylaşılmasını ret eden, Türkiye’nin çoğulcuğunu görmeyen ve hatta ret eden tekçi, otoriter ve totaliter bir demokrasidir.Bu nedenle, yeni bir demokrasi tasarımının, evrensel demokrasi ilkelerinin güdümünde yeniden yapılması gerekir.

    Türkiye’nin çoğulcu yapısına uygun olan, rasyonal, yönetebilir, adalet ve eşitliği inşa edecek, toplumsal barışı sağlayacak demokrasi de, federal/kimlikler demokrasisidir. Yeni anayasa tartışılırken, belki de en başta gelen konu, tartışılması ve çözümlenmesi gereken sorun, bu sorundur.Yeni anayasa için benimsenmesini önerdiğim federal/kimlikler demokrasisi, yaşayan rasyonal demokrasilerdir.

    Türkiye’nin üyesi olduğu AB’nin birçok ülkesinin benimsediği bir demokrasi projesidir. Türkiye de AB üyesi olmak istediğine göre, bu rasyonalizmi ve sistem yapılanmasını benimseme gibi bir rahatlığının olduğunu düşünüyorum.
    Evrensel hukukun belirlediği sözleşmelerin referans alınması…Türkiye Cumhuriyeti, BM’nin üyesidir. AB’nin üyesi olmak istemektedir, bunun için müzakere sürecindedir. Bunun dışında birçok uluslararası platforma ve kuruluşa, AGİK’e ve benzeri kuruluşlara üyedir.

    Yeni anayasa hazırlanırken, BM Beyannamesi, İnsan hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi, diğer uluslararası sözleşmeler, AİHM Kararları da, referans kabul edilmelidir.AB Devletlerinin anayasaları, teknik ve içerik olarak mutlaka incelenmeli ve onlar Türkiye’nin çoğulcu yapısına uygun bir içsellikle ele alınmalıdır.

    Yeni Anayasa yeni bir devlet sorunudur…

    Yeni anayasa, toplumsal sözleşme olarak, Kürtlerin, Türklerin, diğer etnik toplulukların üzerinde anlaştıkları yeni bir devleti tanımlayacaktır.

    Bundan dolayı yeni anayasa, yeni bir devlet sorunudur.

    Bu devlet, üniter, tekçi ve otoriter olmayan, egemenliği ve iktidarı tek millete vermeyen devlettir.

    Bu devlet de, uluslar arası STANDARTLAR AÇISINDAN EN AZINDAN FEDERAL BİR DEVLETTİR.

    Sonuç yerine…Türkiye’de, Türkleri ve Kürtleri bütün alanlarda eşitleyecek ve eşit haklara sahip olmasını sağlayacak, devleti herkesin devleti yapan ve başka ifadeyle ulus-üstü yapan, her ulusal ve etnik topluluğun hem birlikte ve hem de ayrı-ayrı kendi kendisini yöneten yeni bir federal/kimlikler demokrasisi sistemi tasarımını ortaya çıkaran yeni bir anayasa gereklidir.Bu yeni anayasa, mevcut ezber bozulmadan yapılamaz.

    Diyarbekir, 12 Şubat 2016

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2384-yeni-anayasa-kimlikler-demokrasisi-yeni-federal-devlet

  36. “‘Anarşizm’le ilgili ders vermeye kalkışırken; ‘kapitalizm’in ‘k’sinden hiç bahsetmiş misiniz?! Hayır; bahsetmemişsiniz!”

    Ders vermek ne haddime; ben sunun surasinda muebbet bir ogrenciyim.

    Ote yandan, aslinda, ‘kapitalizm’le ilgili bir seyler de yazmistim; ama, yazdiktan sonra baktigimda cok uzun oldugunu gordum ve cikardim/gondermedim.

    Kapitalizm basliginda konusurken benim yasadigim temel sorun su: Yanlis biliyorsam duzeltin lutfen; ‘kapitalizm’ dedigimiz sey –diger ‘izm’lerden farkli olarak— bir kurucu teorisyeni (ya da ‘peygamberi’) olan, bu kurucunun ongoruleri cercevesinde (mesela, komunizm –ya da sosyalizm– gibi) icraate gecirilmis (gecirilmege calisilmis) bir duzen degil.

    Yani, “bak ne buldum; bu yeni duzen (adina da ‘kapitalizm’ diyelim) insanlik icin cok iyi olacak” diyerek ortaya atilmis birileri sozkonusu degil.

    Tersine, adim adim, gidim gidim, herkesin bir sekilde katkida bulundugu –dolayisi ile, evrime cok benzeyen, bir bakima ‘dogal’ sayilabilecek– bir surecten bahsediyoruz.

    Bu surecten daha cok memnun olanlarin, kendi memnuniyetlerini daha da artirmak (maksimize etmek) icin (ekonomik liberalizm filan gibi) uygulamayi hizlandirici tezlerle/pratiklerle ortaya ciktigi malum; ama, konunun ozunu degistirmiyor bu.

    Surecten daha cok memnun olanlarin elde ettigi nemanin giderek daha da arttigi, buna karsilik –birey sayisi cinsinden– sayilarinin azalmasinin ismine ‘vahsi kapitalizm’ diyoruz.

    Baska bir deyisle, “biri yer, biri (digerleri) bakar”in zirve yaptigi bir durumdan sozediyoruz ve –tabii ki– bu surdurulebilir degil: ‘Correction’ gerekiyor.

    ‘Correction’ da, artik iyi bildigimiz yontemlerle olabiliyor. Isyanlar, kalkismalar.. ardindan da komunizm, sosyalizm.. hatta anarsizm/fasizm filan gibi gecici/transient surecler.

    Bunlara gecici/transient diyorum, cunku –oyle ya da boyle– herbiri bir muddet sonra miyadini dolduruyor ve kapitalizme geri donuluyor (Cin ve Rusya/SSCB bunlara iyi birer ornek).

    Baska bir deyisle, devasa bir yin/yang dongusunden bahsediyoruz –ve, hangisinin ‘yin’, hangisinin ‘yang’ oldugu zaman ve surec icinde (yer) degisiyor..

    Benim baktigim yeren resim bu ve bu dongunun farkinda olunca, su veya bu ‘izm’n digerine olan ustunlugu (ya da kutsalligi) kalmiyor.

    Problemi degil de, ‘izm’ recetelerini tartismak garibime gidiyor.

    ‘Anlı şanlı Marxistler’, ‘anarşist geçindiğini zannedenler’ ve ‘‘sol’da rüya görenler’; ne oldu da ‘kapitalizme karşı argümanlar’ ortaya koymayı bıraktı?!

    “’12 Eylül 1980 sol’un üzerinden silindir gibi geçti!’ diye diye 36 yıldır ağlarlar; ama yüreklerinde kalan enerjiyi pekiştirip kapitalizme karşı argümanlar geliştirmeyi istemezler?! Niye?! Çünkü; Turgut Özal isimli zehir, sol’a da çuval çuval konformizm dağıtıp çenelerini kapatmalarını sağladı da ondan!”

    TO’nun asil kabahatli oldugunu dusunmuyorum. O donemde, soylediklerini mabul sayan cok sayida ‘sol’cu da oldu. ‘Dort egilimi birlestirmek’ derken ne kasdettigi, buna kosan/katilan solcularin sayisinin da hic de az olmadigi malum.

    Insanlar (hem kendilerine, hem de baskalarina pek de caktirmadan) saf degistirmek istiyordu; TO da bunun farkindaydi, ve uygun bir retorik ile ortaya cikip bunun gerceklesmesi icin gereken zemini sagladi.

    “Bu ülkedeki sol artık ‘obez’dir! ‘Gezi’de spor yapmak için biraz kımıldadı, ama aşırı yağlı vücudu daha fazla hareket etmesine engel oldu; 13 Haziran 2013 Cumartesi gecesi dağıldı! O gece biz de oradaydık! Bas bas bağırdık; ‘parkı terketmeyin! Hepimizi kandırıyorlar! Parkı terketmeyin!’ ama kimseye dinletemedik!”

    ‘Obez’ kelimesini tuttum; tasvir bakimindan isabetli, bence.

    Kursagina girek iki lokmayi savunmak ile ‘hayat tarzi’ni savunmak icin sokaklara dokulmek arasinda hayli buyuk bir mesafe var; ve, bununku solun derdinin bir ‘correction’ saglamak degil de, tersine, ‘correction’in gerceklesmesini onlemek olmasi bir bakima sasirtici gelebilir.

    Ama, diger bakimlardan, hic de sasirtici degil: Arkalarinda ezilen genis kitlelerin desteginin oldugunu sanmak (ve sanDIRmak) iyi bir kamuflaj cunku. Bu sanridan yola cikarak, buyuk bir mesruiyetlerinin olduguna inaniyorlar [inan(dir)mak istiyorlar].

    Ben, bunun, surdurulebilir bir sey oldugunu dusunmuyorum.

    “‘Anarşizm’ bir ideoloji değildir!”

    OK, de.. Ideoloji degisle nedir?

    “‘Şirketokrasi’ye karşı ilk hamleleri yapmaya başlamadığımız müddetçe, ‘kendi akvrayumumuz içinde eğlenceler düzenlemeye’ devam ettiğimiz müddetçe; kapitalizm daha fazla ölüm getirecek!”

    Ben, nacizane, problemin kapitalizm oldugunu dusunmuyorum. Problem insanin kendi fitrati/dogasi.

    Nitekim, siz de bir psikiyatrdan alintiyla bunun altini cizmissiniz –yoksa ben mi yanlis anladim?.

  37. “bülent arinc gibi siyasetcilerin insanlari kurtaracagini yazarken bizimle alay mi ediyorsun, ciddi misin, anlayamadim.”

    Bir bakima, evet, alay ediyor oldugumu soylemek mumkun.

    Ote yandan, soyleyecek sozu olmasi bakimindan, isyan potansiyeli de dahil, ‘muhalif cephe’de kimsenin olmayisina da isaret eder bu.

    “bülent arinc’i kurtarici olarak görüyorsan bu sayfada isin ne, bunu da anlamis degilim.”

    Hicbir faniyi (‘ölümlü’yü) kurtarici saymadim ben bugune kadar. Ayrica, bu sayfalarin belli birilerini kurtarici gorenlerin kulubu oldugunu da bilmiyordum.

    “anarsizmin m.ö. ile, rahip laozi ile alakasi nedir, anlamis degilim.”

    Bkz Wikipedia (Ingilizce); anarsizm basligi.

    “böyle mantiksiz bir akil yürütme ile, karsilastirma ile anarsizmi cürüttügünü mü saniyorsun?”

    Curutmek benim isim degil. Ben, benim baktigim yerden, anarsizmin (diger izmler gibi) cok genc/toy oldugunu dusunuyorum.

    “bir fikrin, ideolojinin dogrulugunun yanlisliginin yasi ile, eski yada yeni olmasi ile hicbir alakasi yoktur.”

    Bu sizin fikriniz. Ote yandan zamanin testinden gecmek diye bir sey var; ve (su veya bu sekilde uygulama firsati bulan) bircok izm bu testte basarisiz oldu –cuvalladi demek daha isabetli olur, aslinda.

    “anarsizmin temel argümanlarini neden yanlis buluyorsun, bunlari yazda ögrenelim.”

    Bunu anlatmak icin benim sabrim/sebatim da bu blog da yetmez.

    Ama, sunu soyleyebiliriz herhalde:

    Diger izmlerde oldugu uzere, belli bir kesitte kapitalizme elestiri getiren bu dusunce akimlari, kapitalizmin hemen bir sonraki evriminde aciga dusuyorlar –revac bulamaz oluyorlar.

    “insanligin tarihi 8 milyon degil 8 milyar yil da olsa, senin sacma sapan mantigini, akil yürütmeni dogrulamaz.”

    Eh, siz oyle buyuruyorsaniz, benim diyecek neyim olabilir ki..

    “cünkü günümüz kapitalist düzeninde politikacilar iyi bir gelire ve ekonomik güvenceye sahip kesime dahiller. iste bundan dolayi bir anne baba kizinin gelecegini, ekonomik refahini düsünerek “evet, kizimi politikaciya veririm” diyor.”

    Namussuz oldugunu bile bile bunu yapiyorsa, konu ahlaki degil pragmatik bir temele oturuyor demektir.

    Bu durumda, murekkep yalamislarimizin hala daha ahlaki temellerden hareketle politikacilari (ya da onlarin uygulamalarini) elestirmeleri (ve bu yolla sosyal/siaysi sermaye biriktirmege calismalari) bir tutarsizlik, bir kandirmaca degil midir?

    Yani, “hamfendi, biz sizin ne oldugunuzu degil fiyati konusuyoruz”a coktan gelmisse muhabbet, hala daha “ben temiz aile kiziyim” ayaklarina yatmakla kimi kandiracaklarini saniyorlar?

    “-ahlak zaptiyeligi yapip insanlari ‘dürüst degiller’ diye yargilayacagina,”

    Ahlak zaptiyeciligi yapan ben degilim. Bunu yapanlar baskalari.. Benim onlarin durust olduguna inanmami bekliyorlarsa, ben orada degilim diyorum.

    “kapitalist rekabetin kaybedenleri kesimine dahil olmamak, ekonomik kriz, iflas, savas gibi rizikolar üzerine kurulu sosyal piyasa ekonomisinde insanlarin mümkün oldugunca iyi bir gelir ve mümkün mertebe garantili bir is bulma cabasinin anlasilmayacak, yadirganacak yönü nedir?”

    Kendi tercihleri ile karhaneye (‘profit house’ olarak tercume edelim de mabedin kazlarini urkutmemis olalim) dusenlerin, onlarin yerinde olmak isteyen cok sayida baskalari olmasina ragmen, bulunduklari durumdan sufli sikayetler cikarmalarini durust/samimi/tutarli bulMAmak midir yanlis olan?

  38. Bilmem farkında mısınız beyler, bugün “14 Şubat Sevgililer Günü.” Hiç mi sevgiliniz olmadı, hiç mi âşık olmadınız.. ah ne çok isterdim kendimden 25-30 yaş genç bir karım veya sevgilim olsun. Olsaydı ne işim olurdu böyle platformlarda yazı yazmaya…
    Aşk & Devrim ne diyor? İkisine de vakit ayırın… Eros ve dithyrambos arzusu satirin ve maskelerin gölgesinde bir bayram gibi çınlar ortalıkta. İdeolojik yargı o zaman en son ve şiirsel aşamasına girer ve üstinsan, yeryüzünü aydınlatan odur.Yargı olumlama ve bayram’la uygunluk içindedir.,en yüksek gösteridir, varlığın en görkemli görünüşüdür. Bengi Dönüş düşüncesi en büyük politik düşüncedir. Bu düşüncenin “saf olabilirliğin” düşüncesi olması gerçekten boşuna – o bir güç düşüncesinden, barış ve savaş düşüncesinden daha aşağı değildir. Onun hakkında söylenen şey yeryüzü egemenliğidir.- die Regieurung der Erde.- “yeryüzü egemenliği”ni ortaya çıkışın üç biçimi arasında düşünür gibidir = “savaş,teknik ve ün.”

    Düşüncüler düşüncesi’nin politik bir düşünce olduğunu söylemek, onun bir nesnesi olduğu ya da bir içeriği olduğu anlamına gelmez:politik türünde bir içerik. Nietzche’yi böyle yorumlayanlar vardır. Kocaman bir saçmalıktır, anlamamaktır. Bengi dönüş düşüncesinin ne konusu ne de içerikleri vardır, ne dünyanın herhangi bir şeyini düşünür ne de dünya üzerine… bence, onu anarşist kılan ( Nietzche’yi)., Kipliği ve kendi tarzı olan yükseltici ve yeni arayışları olan düşüncedir.. bu görüş açısı selection dediğimiz seçme özgürlüğüdür.
    Kendi ölçütü kendine özgüdür ve özgündür…bir de şu gerçek ki gerçekten uzaklaştığı veya mesafe koyduğu için özgür söylemdir. aynı zamanda etik bir düşüncedir. Ayrıca Bengi Dönüş düşüncesi üstün olarak “ortaya çıkan şey”i uzlaşmaz güçlerin karşılaştırmasıyla olumlayarak uygun hale getirir. Ayrıca “Platonculuğun tersyüz edilmesi” metafiziğin artık bir barış düşüncesi değil, bir “savaş” düşüncesi olmasına bağlıdır. Varolan’ın açıklaması içinde bir güç fazlasının gerekli olduğu bir gücün sonucudur. Bengi dönüş hem etik hem de eğiten, açıklayan bir düşüncedir. Ahlakın ve barışın ötesinde düşünmek her şeyi Bengi Dönüş’ün kurallarıyla düşünmektir. Sadecce bir kip olduğu için, böyle bir düşünce bu yüzden daha az buyruk etkisine sahip değildir. Varolan2ın en yoğun bir şekilde bir araya toplanması erdeminden de uzak değildir.Bengi Dönüş varolan’a, iktidar’a savaş açar, diğer anlamla barış havasını bozar, “modern fikirler”in, ilerlemenin eşitleyici ve sürücül rahatlığını darmadağın eder. Barış, değişmemiş bir karanlık içine olayların genel bir geri çekilişiyle eşanlamlıdır. Barışta , olaylar görünenin dışına gömülür.ölümün buyruğundan bir geri çekilme başlar. Genç Nietzche alman kültürünün etkisinde kalarak yazdığı “Vakitsiz Düşünceler” beni hep etkilemiştir, bazıları kabul etmesede anarşit düşüncelere evrilmesinin başlangıcı sayarım.

    İşte bunun için hiçbirimizin nihilizme ve hiç’liğe atıfta bulunma lüksüne sahip olmadığımızı düşünürüm.

  39. Sayın (Necip) 31'e ve 32'ye

    Sayın “Necip” 31 ve 32,

    === Tipik bir sızlanma (1) ===

    Varsayalım; “kapitalizm” sizin ifade ettiğiniz gibi “doğal yollarla dünyaya geldi”! Kurucularının olmadığını varsayalım!

    Herhangi bir şeyin (şahsınızın varsayımına istinaden) “doğal yollarla meydana gelmesi”; bu şeyin vahşileşmeye, ölümcülleşmeye başlamasından sonra, ona karşı mücadele edilmemesi gerektiğine işaret midir?!

    “Doğal yollarla meydana geldiğine göre; doğal yollarla çöker! Sıkmayın canınızı! Kendinizi sömürtmeye devam edin!”

    Sonuç bu mu?!

    === Tipik bir sızlanma (2) ===

    [‘Correction’ da, artik iyi bildigimiz yontemlerle olabiliyor. Isyanlar, kalkismalar.. ardindan da komunizm, sosyalizm.. hatta anarsizm/fasizm filan gibi gecici/transient surecler.

    Bunlara gecici/transient diyorum, cunku –oyle ya da boyle– herbiri bir muddet sonra miyadini dolduruyor ve kapitalizme geri donuluyor (Cin ve Rusya/SSCB bunlara iyi birer ornek).]

    Hiç şaşırmadık!

    Bu sitede “ogürsel” isimli bir şahsiyet var, belki tanıyorsunuzdur. O da sizin gibi, yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdığınız ifadenin aynısını yazarak “TEKRAR KAPİTALİZME GERİ DÖNÜLDÜĞÜNE GÖRE, OTURALIM OTURDUĞUMUZ YERDE!” sonucuna çıkan zırvalar saçıyor!

    Bu sitede görüşlerini yazan şahsiyetlerin ekseriyetinin, ne yazık ki, “kapitalizm”den haberi olmadığı gibi, ne hazindir ki, “sosyalizm” ve “komünizm”den de haberi yok! Bilgi kıtlığı yaşıyoruz!

    Siz ve sizin gibiler; “SSCB”de ve “Çin ‘Halk!’ Cumhruyeti”nde yaşanan şeyin “sosyalizm” (“komünizm”e yaklaşılamadı bile!) olduğunu zannediyorsunuz; yandı gülüm keten helva! “Devlet kapitalizmi”nden haberiniz yok ise; birbirimize ders vermeye hiç devam etmeyelim!

    === Tespitinizin haklılığı (1) ===

    [Benim baktigim yeren resim bu ve bu dongunun farkinda olunca, su veya bu ‘izm’n digerine olan ustunlugu (ya da kutsalligi) kalmiyor.

    Problemi degil de, ‘izm’ recetelerini tartismak garibime gidiyor.]

    Bu tespitinize katılıyoruz.

    Bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da; savunduğumuz “şey”in sonunda “-izm” olması sebebiyle, dillere pelesenk olmuş “teoriler külliyatı”nın gösterdikleri doğrultusunda hayatın akabileceğini zannetmek hâlinden kurtarmaya çabalıyoruz kendimizi; büyük oranda da başarılı olduk.

    === Tespitinizin haklılığı (2) ===

    Turgut Özal isimli zehrin [kabahatli olmadığı] yönündeki hatanız haricinde;

    Turgut Özal ve periferisi ile ilgili yaptığınız hatırlatmalar gerçekten yaşandı. Yaşanılanı çarpıtmadan aktardığınız için teşekkür ederiz.

    Şuna benziyor: 1982 Anayasası oylamasına “evet” diyen insanların kimler olduğunu bulabilmek için 2016’da bile araştırma yapanların; kime sorarlarsa sorsunlar “ben ‘hayır’ dedim!” cevabını alması, asla ama asla “%92″lik kesimden kimseye rastlayamaması gibi!

    Turgut Özal isimli zehir ile ilgili, “28” numaralı metnimizde yazdığımız ifade {{{ “12 Eylül 1980 sol’un üzerinden silindir gibi geçti!” diye diye 36 yıldır ağlarlar; ama yüreklerinde kalan enerjiyi pekiştirip kapitalizme karşı argümanlar geliştirmeyi istemezler?! Niye?! Çünkü; Turgut Özal isimli zehir, sol’a da çuval çuval konformizm dağıtıp çenelerini kapatmalarını sağladı da ondan! }}} ile şahsınızın aktardıkları uyum gösterdiği için; bu konuyu yok yere uzatmıyoruz.

    === Tipik bir sızlanma (3) ===

    [“‘Anarşizm’ bir ideoloji değildir!”

    OK, de.. Ideoloji degisle nedir?]

    “28” numaralı metnimizde yazdıklarımızı daha dikkatli okumanızı öneriyoruz; {{{ “Anarşizm” bir ideoloji değildir!
    İşte bu hususta anlaşamayacağımızı öngördüğümüz için ileride sorduklarınıza boşu boşuna devam etmiyoruz. }}}

    “Modernite” damarlarımızın en ince kılcal damarlarına enjekte edildiği için; yaşadıklarımızın “düzen”, “disiplin”, “dağınıklığın tersi düzgünlük” gibi adeta “mecburiyet” kıvamında yer tutmasını gönüllü gönüllü istemeye alıştırılıyoruz. “Anarşizm”i de bir kalıba sokmaya çırpınmak, “çerçevesi belli olsun!” çabası bunun bir sonucu.

    === Tipik bir sızlanmayla karışık “yanlış anlama!” (4) ===

    [“‘Şirketokrasi’ye karşı ilk hamleleri yapmaya başlamadığımız müddetçe, ‘kendi akvrayumumuz içinde eğlenceler düzenlemeye’ devam ettiğimiz müddetçe; kapitalizm daha fazla ölüm getirecek!”

    Ben, nacizane, problemin kapitalizm oldugunu dusunmuyorum. Problem insanin kendi fitrati/dogasi.

    Nitekim, siz de bir psikiyatrdan alintiyla bunun altini cizmissiniz –yoksa ben mi yanlis anladim?.]

    Evet; yanlış anladınız!

    Sayın “ogürsel” de yanlış anlamıştı! Kendisine izah etmeye çırpındık, ama develeri hendeklerden atlatmak kendisine daha kolay geldiği için; anlamaya hiç yanaşmadı!

    (Not: http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ adresinin altına yazılan bütün yorumları dikkatle okumanızı öneriyoruz sayın “Necip”.)

    Şahsınızın tabiriyle “fıtrat” olan şeyin saptırıldığını ne yazık ki anlamak istemiyoruz!

    “Hayatın akışı içinde olan, kendiliğinden doğan rekabet” ile,

    “Kapitalizmin yarattığı yapay ve ölümcül rekabet”i birbirine karıştırıyoruz!

    Yankı Yazgan’ın işaret ettiklerini, bir üst paragrafta izah ettiğimiz “ince ayrım”ı yaptıktan sonra okumazsanız; (şahsınızın tabiriyle) “fıtrat” olduğunu zannedersiniz!

    “Kapitalizm”; rekabet sayesinde beslenir!

    Spor karşılaşmalarındaki rekabet anlayışı ile,
    Şirketokrasinin kendi arasında uyguladığı, “bütün dünyaya uyması için şart koştuğu!” rekabet BİRBİRİNDEN FARKLIDIR!

    Bu ayrımı sezemediğiniz sürece “yanlış anlamaya” devam edeceksiniz!

    “Greed” insanın doğasında vardır, bu tespit doğru.

    “Kapitalizm”, “greed”den beslendiği için, sadece kendi “greed”imizi kontrol altına almamız yetmez; “kapitalizm”i ortadan kaldırmalıyız!

    === Tipik bir sızlanma (5) ===

    [Kendi tercihleri ile karhaneye (‘profit house’ olarak tercume edelim de mabedin kazlarini urkutmemis olalim) dusenlerin, onlarin yerinde olmak isteyen cok sayida baskalari olmasina ragmen, bulunduklari durumdan sufli sikayetler cikarmalarini durust/samimi/tutarli bulMAmak midir yanlis olan?]

    Sayın “Necip”,

    Siz patron poposu veya “devlet baba” poposu yalayarak maaş alıyor musunuz?! / almıyor musunuz?! İlk önce “kendinizi eleştirecek” cesareti bulunuz, ondan sonra tespitlerinizi yumurtlayınız!

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; yalamaya “üniversite eğitimi düzeyinde!” alıştırıldık, bunun için yıllarca “eğitim!” gördük!

    (Not: Günümüz dünyasında sadece iki yollu “maaş elde etmek” vardır. “Özel sektör” ve “devlet sektörü”. Şahıs, kendi işinin patronu olsa bile, bu, “özel sektör”ün kapsamındadır.)

    Bazı insanlar (şahsınızın ifadesiyle) “kendi tercihleri ile kerhaneye DÜŞMÜŞ olsalar bile”; bu sistemi besleyen yegâne kaynağın “kapitalizm” olduğunu siz de gayet net biliyorsunuz!

    Bir insanın kendi iradesiyle çeşitli insanlarla cinsel ilişki kurması başka bir konu,

    Bir insanın çeşitli insanlarla cinsel ilişki kurmayı “tercihe mecbur bırakılarak!” kapitalizmin bir üyesi olmaya mahkûm edilmesi başka bir konu!

    Elmalar ile armutları birbirine karıştırmayınız!

  40. [EK BİLGİ] Sayın (Necip) 31'e ve 32'ye

    Sayın “Necip” 31 ve 32,

    {{{ Bir insanın çeşitli insanlarla cinsel ilişki kurmayı “tercihe mecbur bırakılarak!” kapitalizmin bir üyesi olmaya mahkûm edilmesi başka bir konu! }}}

    Yukarıdaki ifademizde bahsettiğimiz durum; “para kazanma yolları” ile ilgili.

    Örnek:

    Çevremizde, cinsiyet seçimi nedeniyle “sadece kerhanede para kazanması gerektiği!” yönünde baskıya maruz kalan binlerce dostumuz var! Bu dostlarımız; herhangi bir “şirketokrasi” binasında istihdam edilerek daha az acıyla kendini sömürtebilecekken (ki büyük çoğunluğu üniversite eğitimi almış!); “kerhane sisteminde çalışmaya mahkûm edilerek!” daha fazla acıyla kendini sömürtmesi telkin ediliyor!

    Mesele ne?!

    Mesele şu:
    Acının derecesine önem vermeden; acının kökünü, yani “kapitalizm”i ortadan kaldırmak!

  41. Necip 30 lu yaşların sonunda olmalı.
    50’sinden sona sofu bir adam olacak. Namazları kaçırmayacak.
    Tapılacak bir Allah arıyor. Bulacak. daha doğrusu kuşku duyduğunu doğrulayarak sağlama alacak.
    Bulmak istediğini arayarak bulduğuna kendini inandıracak.
    Çocukluğun Allah’çı, düz mantık adamlarına arasında geçmiş.
    Bu mantığı içselleştirmiş. Aradığı “hakikat” bu geçmişi ile uyumlu olmak zorunda.
    Dindar konformist.
    Risk alamaz. Kopuş yaşaması mümkün değil.
    Cenneti önemsiyor. Peygamber, hacı, hoca takımının çoğunun aptal papağan olduğunu ve .
    Geldiği yere döneceğini kabullenemez.
    80 kilonun altında; yüzde 60’ı su.
    Kalan böceklerin besini. Fena sayılmaz.
    *
    Burada bulunma sebebi kendini haklı çıkarmak için sebep arayışı. Uzun sürmez; bulacak.
    Miyop; gözlüklü. Gerçeğe gözünü kısarak bakar. Kısmayı beceremeyecek; tümüyle kapatacak ve karanlığı gerçek sanacak..
    Yolunu şaşırmış.. Hayat labirentinde kaybolmuş; ama karanlığı çıkış sanarak koşacak.. Kafası çarptığında, can acısıyla yanlış yerdeyim diyecek..
    Her koşulda MS 600 lü yıllara kendini çıkaracak “duble yol” yapana secde edecek…
    Bildikleri, yanıldığına yetmeyenin, huysuz çekilmez ihtiyarlığı ile cami köşelerinde kendini sonsuza dek kandırabilmenin bahtiyarlığı içinde ölüp gidecek.. kendinden kurtulmuş olarak…

    ,

  42. bu sitede objektif yorum ve yazılarıyla *ogürsel’i severiz ve görmek
    isteriz.

    ————————-

    1 mayıs’a katılan dev-genç’li demirdöküm mühendislerindenmisin
    necip???

  43. “Varsayalım; ‘kapitalizm’ sizin ifade ettiğiniz gibi ‘doğal yollarla dünyaya geldi’! Kurucularının olmadığını varsayalım!”

    Varsaymak zorunda degiliz. Ben sadece, kisitli bilgim cercevesinde, oyle oldugunu dusundugumu soyledim.

    Daha iyisini bilen birisinin cikip bize bunun boyle olmadigini ikna edici delil/argumanlarla anlatmasi icin bir cagriydi bu aslinda.

    “Herhangi bir şeyin (şahsınızın varsayımına istinaden) ‘doğal yollarla meydana gelmesi’; bu şeyin vahşileşmeye, ölümcülleşmeye başlamasından sonra, ona karşı mücadele edilmemesi gerektiğine işaret midir?!”

    Hayir. Degildir tabii ki.

    Ben ‘dogal’ olan herseyin insanlik/birey icin iyi oldugunu iddia eden fetisistlerden degilim.

    Dogada zehirli (insani, canlilari olderen, sakatlayan) turlu cesitli sey var. Bunlarin kimisinin azi ilac/gida, cogu zehir.. (bkz mantarlar.)

    Bunlarin ne oldugunu, ne kadarinin karar oldugunu bilmek lazim.

    “‘Doğal yollarla meydana geldiğine göre; doğal yollarla çöker! Sıkmayın canınızı! Kendinizi sömürtmeye devam edin!’

    Sonuç bu mu?!”

    Hayir, tabii ki.

    Ama, bunun bir tur dogal bir gelisme oldugunu bilmek, ‘mucadele’nin seklini/tarzini tayin eder –etmekte yardimci olur.

    Mesela, iklim gibi bir seyden bahsediyorsak eger; iklimle nasil ‘mucadele’ edilecegi 3 asagi 5 yukari bellidir..

    Ve, bu da olcege gore degisir..

    Butun bir kita buzul/kuraklik cagina giriyorsa, veya depremlerle altust olmaga baslamissa, ya da aniden atmosfer (bir sebeple) nefes almagi imkansizlastiriyorsa/zorlastiriyorsa, yapacaginiz cok sey yoktur..

    Eger imkan varsa, o diyardan gocersiniz –birey, aile veya toplumun tamami olarak..

    O da yoksa, orada kalip, yasamanizi saglayacak bir yol bulmaga calisirsiniz –magaralara siginmak, veya kendinizin (baskalarina ragmen) hayatta kalmasini saglayacak mikro habitatlar olusturmak vs vb.

    Baska bir deyisle, eger iklim evrim gecirmis ise, iklimi degisikligini tersine cevirecek gucunuz yoksa, ya verili duruma uymak icin evrim gecireceksiniz ya da sikayet ede ede ‘huvvel baki’lere katilacaksiniz..

    Ben baska bir yol dusunemiyorum.

    Bilen varsa, beni de aydinlatirsa mutesekkir olurum.

    “Siz ve sizin gibiler; ‘SSCB’de ve ‘Çin ‘Halk!’ Cumhruyeti’nde yaşanan şeyin ‘sosyalizm’ (‘komünizm’e yaklaşılamadı bile!) olduğunu zannediyorsunuz; yandı gülüm keten helva! ‘Devlet kapitalizmi’nden haberiniz yok ise; birbirimize ders vermeye hiç devam etmeyelim!”

    SSCB’de ya da Cin’de bir (onceki) donem olan bitenin ‘sosyalizm’ mi, ‘komunizm’ mi oldugunu tartismak cok da anlamli degil –cunku, etiketin ne oldugu, icerigini degistirmiyor. O yuzden, o noktaya takilmamak bence daha rasyonel.

    Ama, sunu zannedersem soyleyebiliriz: SSCB’de ya da Cin’de (ve baska yerlerde), bildigimiz (ya da o gunlerde bilinen sekliyle) ‘kapitalizm’e bir alternatif denendi.

    Ya da, bunu deneyenler, deneme tahtasinda yasayan/olen insanlar bunun bir alternatif olduguna inandi/inaniyorlardi.

    O gunku mevcuda kiyasla daha iyi bir hayat pesindeydiler, ve bunun icin de bedeller odemek gerektiginin farkindaydilar (farkinda olanlar icin gecerli tabii ki bu).

    Gunun sonunda, nihai analizde, -yani bugun gozlemledigimiz durum– ise asagi yukari sudur: SSCB’de ya da Cin’de (ve baska yerlerde) yasananlar, aslinda, daha ‘ilkel’ (ne demekse) bir duzenden guncel kapitalizme gecis icin hizlandirilmis bir surecten ibaret.

    “Yola cikmadan once sen deve ustundeydin, ben yaya.. Simdi de sen deve ustundesin, ben yaya.. Peki, agam, biz bunca boku niye yedik?” diye sormanin da alemi yok..

    Cunku, temel fark, arada katedilmis olan onca yol.. ve yeni bir mekandayiz (yeni bir iklimdeyiz) artik..

    ‘Aga’nin yeni iklime intibak etmemek ihtimali (eski iklime gore) var.. marabanin –boylece– yeni ‘aga’ olmak sansi var..

    Hayat da bu degil mi zaten –umit varliktan iyidir.

    “Bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş ‘Beyaz Ya-LA-ka’lar da; savunduğumuz ‘şey’in sonunda ‘-izm’ olması sebebiyle, dillere pelesenk olmuş ‘teoriler külliyatı’nın gösterdikleri doğrultusunda hayatın akabileceğini zannetmek hâlinden kurtarmaya çabalıyoruz kendimizi; büyük oranda da başarılı olduk.”

    Ben, nacizane, “bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştiril”mek diye bir seyi pek de anlamli bulmuyorum.

    Ben, bunu, 8 milyon senelik –daha organize olmak yolundaki– evrimizin bir parcasi olarak goruyorum.

    Hepimiz birilerinin patronu (amiri), baska birilerinin de memuruyuz.

    Bundan kacis yok.

    “‘Modernite’ damarlarımızın en ince kılcal damarlarına enjekte edildiği için; yaşadıklarımızın ‘düzen’, ‘disiplin’, ‘dağınıklığın tersi düzgünlük’ gibi adeta ‘mecburiyet’ kıvamında yer tutmasını gönüllü gönüllü istemeye alıştırılıyoruz. ‘Anarşizm’i de bir kalıba sokmaya çırpınmak, ‘çerçevesi belli olsun!’ çabası bunun bir sonucu.”

    Nacizane, ben, ‘olgu’larin kisiliklendirilmesine (antromorfizme) pek sicak bakamiyorum.

    Sunu demek istiyorum: ‘Modernite’ bir olguya verilen bir isimdir. Isim verildi diye, iradesi olan bir kisilik oldugunu dusunmek dogru degil bence.

    Kilcal damarlariniza enjekte edildigini dusundugunuz seyin bir ‘suurlu organizma’ oldugunu dusunmek (onu boyle tasvir etmek) bence yaniltici –yanlis degerlendirmelere, tercihlere, mucadele sekillerine yol acar.

    Peki, ‘suurlu organizma’ degilse, bir ‘suursuz organizma’ (bir tur virus misali) olabilir mi?

    Olabilir tabii ki.

    Ama, bu durumda, bunu size kim bulastirdi (ya da nereden kaptiniz) sorulari gundeme gelir… Ebeveynleriniz mi, aileniz mi, genis cereniz mi, toplum mu?.. Kasitli mi, yoksa ‘dogal’ ortamin bir parcasi mi? Vs. Vb.

    Bir suru soru, yani..

    Daha henuz ‘virus’ benzeri bir sey olup olmadigina karar verebilmemisken, nerelere geldik..

    Halbuki, asil soru –belki de– bununla mucadele etmenin anlamli olup olmadigi..

    Ben, anlamli olduguna emin degilim.

    Bunu da, tipki bagirsaklarimizda (adet ve tur cinsinden) milyonlarcasi olan –ve, hayatta kalmamiz icin elzem olan– bakteri ve viruslerden sayip, yola devam etmek bence daha anlamli.

    “Şahsınızın tabiriyle ‘fıtrat’ olan şeyin saptırıldığını ne yazık ki anlamak istemiyoruz!

    ‘Hayatın akışı içinde olan, kendiliğinden doğan rekabet’ ile, ‘kapitalizmin yarattığı yapay ve ölümcül rekabet’i birbirine karıştırıyoruz!”

    Oznesi gizli/belirtilmemis (cifte/double) edilgen cumleler beni tedirgin eder: Kim(ler) tarafindan ve nasil ‘sap-TIR-IL’digini da yazar misiniz lutfen.

    Bir de, “hayatın akışı içinde olan, kendiliğinden doğan rekabet” ile “kapitalizmin yarattığı yapay ve ölümcül rekabet”i nasil ayirdediyoruz; buna kim karar veriyor?

    “Şirketokrasinin kendi arasında uyguladığı, ‘bütün dünyaya uyması için şart koştuğu!’ rekabet BİRBİRİNDEN FARKLIDIR!

    Bu ayrımı sezemediğiniz sürece ‘yanlış anlamaya’ devam edeceksiniz!”

    Once su ‘şirketokrasi’ kelimesine bir bakalim: Anladigim kadariyla, sirketler/ortakliklar halinde organize olmus cikar gruplarindan/cevrelerinden bahsediyorsunuz.

    Bu tur bir yaklasimin bir komplo teorisi oldugunu soyleyecek degilim; akli basinda herkes, bunun mumkun olabilecegini (oldugunu) kabul eder –sonucta ‘giderek daha organize olmak’ evrimimizin bir tezahurudur/parcasidir bu.

    Tomurcuga donen her mutesebbis tohumunun hayallerinde de (“world domination”) kar maksimizasyonun oldugunu biliyoruz –isin dogasinda var.

    Bunlarin istemedigimiz sonuclar dogurmasini engellemek (bir araya gelip daha da berbat sonuclar dogurmasinin da onune gecmek) gerektigi konusunda hemfikirim.

    Ama, bu tur ortulu organizasyonlara karsi bireysel duruslarin cok da ise yaramadigini dusunuyorum. Bu bakimdan bireysel anarsizmi anlamli bulmuyorum.

    Anasizmin birey bazinda temsil edildigi (istirak ettigi) karsi bir organizasyon gerekiyor –ki, buna ‘devlet’ diyoruz– ve bu da beni ‘devletci’ yapar –devletin kuculmesini onerenlerle hemfikir olmadigim da bu cumlede mundemic olur.

    Klasik anarsizmin pek de sicak bakmadigi ‘organize bir yapi icinde anarsizm’ anlamina gelen bu tur bir cumleyle apayri bir tartisma baslatmak istemedigim icin burada kesiyorum.

    “Siz patron poposu veya ‘devlet baba’ poposu yalayarak maaş alıyor musunuz?! / almıyor musunuz?! İlk önce ‘kendinizi eleştirecek’ cesareti bulunuz, ondan sonra tespitlerinizi yumurtlayınız!”

    Yanlis soru, yanlis cikarim/hukum.

    Benim, kimden maas aldigim –ya da nasil gelir elde ettigim– asil mesele degil.

    Asil mesele, tercihlerim sonucunda icinde bulundugum ‘cark’tan sikayet ediyor olup olmadigimdir.

    Yani, ‘hem aglar, hem giderim’ kolayciligini/tutarsizlini/samimiyetsizligini benimsemiyorum.

    ‘Gidiyor’ isem, sorumlusu benim –aglamanin anlami yok.

    ‘Git’mek istemiyorsam, ve benim icin bu mevzu o kadar onemli ise, birakirim.

    Birakmak sonrasi hayatta kalmam icin anlternatifim yoksa, eh naapalim, terk-i hayat da bir tercihtir.

    Sonucta, “intihar, ozelestirinin en samimi sekli” degil midir?

    “Bazı insanlar (şahsınızın ifadesiyle) ‘kendi tercihleri ile kerhaneye DÜŞMÜŞ olsalar bile’; bu sistemi besleyen yegâne kaynağın ‘kapitalizm’ olduğunu siz de gayet net biliyorsunuz!”

    Bir: Kerhane degil, KARhane demistim; ama, onemli degil –oyle anlasilacaginin farkindaydim yazarken.

    Ikincisi: Evet, kapitalizm dedigimiz sey ortamin/iklimin kendisi.

    Bunun boyle oldugunu idrak edemeyip –‘gonlum gurbet elde, kendim silada’ modunda– bir omur sikayet etmek, sikayet edenin mental yetenekleri hakkinda soru isaretleri dogurmaz mi?

    “Acının derecesine önem vermeden; acının kökünü, yani ‘kapitalizm’i ortadan kaldırmak!”

    Buna katilirim.

    Dahasi, depremleri, selleri, salginlari vb de ortadan kaldirmak gerektigine katilirim.

    Da… nasil?

  44. Yazinin geri kalanini ellemege deger bulmuyorum, cunku daha ilk satirinda son derece isabetsiz bir sallama var.

    “Necip 30 lu yaşların sonunda olmalı.”

    Degil.

    Devamindaki psikoanaliz sallamalari ise hepten evlere senlik.

  45. “bu sitede objektif yorum ve yazılarıyla *ogürsel’i severiz ve görmek
    isteriz.”

    Ben de.

    Fakat, ‘objektif’ olmak konusu onemli.

    Bu konuda hayli caba sarfetmesi gerekiyor gibi.

    “1 mayıs’a katılan dev-genç’li demirdöküm mühendislerindenmisin
    necip???”

    Hayir.

  46. marxist argüman

    necip icin not:

    necip kardes, devlet’in varligina, mesruluguna, gerekliligine dair seyler yazmissin. asagidaki yazida ki argümanlari-tezleri dogru buluyormusun, bulmuyorsan, neden?

    Devlet’e dair ideolojiler

    ideoloji 1: “Devlet herkesi-hepimizi temsil ediyor.” Halk ve devletin bir, ayni sey oldugunu varsayan bu iddia, obje ve subjeyi ayni seylermis gibi kabul ederek devlete yönelik bir elestiriyi geri cevirir, ret eder. Bu bakis acisi, halkin günlük faaliyetleri ile devletin siyasi-ekonomik programinin gerceklesmesine hizmet etmesini ve örnegin secimlere katilmak, oy kullanmak, kamu düzenine uyulmasini dogal bir vatandaslik görevi olarak görür. Yalniz bu yasal yükümlülük ve haklar, halkin kendi belirledigi seyler olmayip, siyasi otorite olan devlet tarafindan belirlenir. Halkin kendini devlet ile özdeslestirmesi, devlet ile halkin gercekten bir ve ayni seyler oldugu anlamina gelmez. Diyelim ki vergi toplayip, bu vergi gelirlerinin nereye harcanacagina karar veren halk degil devlettir vs. Halk, devlet programina gönüllü hizmet etsede , bu onun devlet egemenliginin objesi oldugu gercegini degistirmez.
    ideoloji 2: “Homo homini lupus-insan insanin kurdudur.” Siyaset bilimi, devletin varligini-gerekliligini insanlarin sözde vahsi tabiatina ve insanlarin bu vahsi tabiatindan dolayi devlet olmazsa birbirlerini “yiyecekleri” varsayimina dayandirir. Burdan varilan sonuc: devletsiz bir toplum düsünülemez; tabiati geregi siddete meyilli olan insanoglunu islah etmek icin devlet sart. Böyle sacma bir tezi cürütme cabasina girismek bir baska sacmalik olur fakat bu tezin kendi icinde celiskili oldugunu belirtmeden gecmeyelim: eger insan vahsi bir tabiata sahipse, yine insan tarafindan ve insan icin olusturulan devletin, insanin bu “vahsi egilimini” bastirmak yerine, bu “dogal hobisini” doyasiya yasamasi icin devletin buna imkan tanimasi daha mantikli olurdu.
    Ideoloji 3: Bu teze göre devlet, insanin dil, kültür, örf, adet gibi tabii özelliklerinin ifadesinden baska birsey degildir. Bu tez su gercekleri görmezden gelir, örnek: dünyada cok sayida insan ingilizce bilir, konusur ama, ingilizce konusan bu insanlarin hepsi otomotikmen “ingiliz” olmaz. Ayni sekilde almanca bilen bir insanin alman yazar Goethe’yi okumasi onun “alman” sayilmasi icin yetmez. Tipki her alman’in Beethoven’i dinlememesi yada sevmemesi gibi.
    Dikkat edilirse son iki ideoloji birbiri ile celisiyor: bir seferinde devlet, ortak dil-kültürel özellikleri sayesinde zaten “siyasi bir kolektif” olusturan insanlara hizmet icin vardir-gereklidir. Diger seferinde, güya vahsi bir tabiata sahip insanlarin bir arada yasamasini mümkün kilmak icin bir üst otorite olarak devlet sarttir. Her iki iddianin ortak noktasi: devleti insan tabiati ile iliskilendirmesi, insan tabiatina atfedilen celiskili uydurma özellikler ile devletin varligini mesrulastirmak.
    Sonuc: Devlet-halk iliskisine iliskin bu aciklamalar bu iliskiyi yeterince aciklamiyor. Birincisi, devlet, yasal yükümlülük ile insanlari vatandas yapmakta, bu yasal düzenleme ile insanlar “halk” denilen kolektifin (volkskollektiv) bir üyesi olup, üyesi olduklari o toplum icin savasta ve barista sorumluluk tasimak zorundadirlar. ikincisi, devlet, halk denilen bu siyasi kolektifi günlük islerinde“kamu düzenine” uymaya mecbur kilarak, halki, devletin siyasi-ekonomik programinin gerceklesmesi icin hizmete kosmus olur.

  47. marxist argüman

    necip icin not 2 (kapitalizme karsi argümanlar):

    necip, sorunlarin kaynagini mevcut siyasi ve ekonomik sistemde degilde insanlarin “tabiatinda-dogasinda” ariyorsun. daha önce yazdigim bir yaziyi buraya tekrar ekliyorum. asagida ki yazinin icerigine katiliyor musun, katilmiyorsan neden?

    „Üretim cilginligi“ mi „tüketim cilginligi“ mi?

    kapitalist ekonominin yol actigi cevre ve atmosfor kirliliginin sebebi üretim ile mi yoksa tüketim ile mi alakalidir?

    insanlarin acligini gidermek icin yedigi ekmekten bindigi otomobil, oturdugu eve kadar, ihtiyaclarini karsilama isine tüketim-konsum diyoruz. insan ihtiyaci sinirsiz-ölcüsüz degildir. örnek: bir insan bir oturusta kac ekmek yiyebilir? bir kerede sonsuz sayida ekmek yiyen insan var mi? bir evde kac televizyon bulunur? evini tika basa televizyon ile dolduran insan var mi? demek ki insanlarin sözümona acgözlü-nefsi doymaz davranisini cevre ve atmosfer kirliliginin kaynagi olarak gösteren iddia dogru degil.

    kapitalist toplumda cevre ve atmosfer kirliliginin kaynagi tüketim degil üretim bicimidir. serbest piyasa ekonomisinde insan ihtiyaclari para kazanmak icin sadece bir aractir. diger bir degisle kapitalizmde tüketim ve tüketici ekonominin bagimli degiskenidir. ne demek bu? temel prensibi rekabet olan serbest piyasa ekonomisinde mal-ürün üreten sirketler, ürettikleri bu mallari satmak icin kiran kirana rekabet ederler. kapitalist rekabetin belirleyici ölcüsü satisa sunulan malin fiyatidir, diger bir degisle o malin parasal degeridir. bundan dolayi kapitalistlerin ana hedefi ürettikleri ürünleri rakiplerine göre daha ucuza mal edip daha ucuza satmaktir. bir ürünü daha ucuza mal etmenin yolu masraflari mümkün oldugunca azaltmak ve belli bir zaman diliminde, diyelim ki bir saat icinde mümkün mertebe cok sayida mal üretmektir. kapitalist bir isletmede mümkün oldugunca asagiya cekilmesi gereken masraflar nelerdir: calisanlarin ücretleri, hammadde, enerji, transport, kira vs. üretimi hizlandirmanin yollarindan biri calisanlari mümkün mertebe hizli bir tempoda calistirmaktir. diger yol teknoloji-makinelesme. örnek, bir tekstil fabrikasinda bir saatte 100 kazak üreten eski makinenin yerine ayni zaman dilimi icinde diyelim ki iki kati hizli, yani 200 kazak ören yeni bir makine alindigini kabul edelim. bu durumda eskiden calisanlarin yaptigi bazi isleri yeni makine üstlendigi icin calisanlarin bir kismi fazlalik olarak isten cikarilir. yani isveren yeni makineye yaptigi masrafin bir kismini daha az isci calistirmak, daha az ücret ödemek suretiyle cikarir. yeni makine daha seri calistigi icin kalan isciler daha yüksek bir tempoda calismak zorundadirlar. diger yandan yeni makinenin kisa sürede masrafinin cikmasi yani makinenin kendini mümkün olan en kisa sürede amortize etmesi icin vardiyali üretime gecilir, makinenin durmamasi icin gece-gündüz üretim yapilir. yeni makine sayesinde kazaklari daha ucuza mal eden firma, bu sefer kar marjinin düsmemesi icin daha fazla kazak satmak durumunda kalir. herhangi bir sektörde herhangi bir üreticinin baslattigi böyle bir gelismeyi diger rakip sirketler de pazar paylarini kaybetmemek icin taklit ederler. peki eski makineler ne yapilir? sanayi hurdasi. yani bu “eski” makineyi üretmek icin harcanan insan emeginden tutalim hammaddeye kadar, hepsi mecburen ise yaramaz hurdaliga dönüsüyor. eski makinelerin ürettigi kazaklar yeni makinelerin ürettigi kazaklar kadar kaliteli olsa dahi eski makine hurdaliktir, neden? cünkü bu eski makine üretim hizi olarak kapitalist rekabette bir sirketi ayakta tutacak hizda üretim yapamiyor. bu durum otomobil, cep telefonu, televizyon, buzdolabi gibi bütün elektronik esyalar icinde gecerlidir. bir cep telefonu insanlarin isini görmedigi icin piyasadan kalkmaz, kapitalist rekabette model yada fiyat olarak yarisamadigi icin üretimi durdurulur. insanlar eski model bir arabayi ne kadar begenirse begensin, bu otomobil ve yedek parcalari kapitalist rekabette bir üretici firmaya kar getirmiyorsa üretimi durdurulur. bati almanya dogu almanyayi topraklarina kattiginda dogu almanyanin sanayi tesisleri kapitalist rekabete uygun olmadiklari icin hurdaya cevrildi. dikkat edilirse serbest piyasa ekonomisinde bir sanayi tesisinin ise yararlik ölcüsü insanlarin isini görecek faydali ürün üretiyor mu üretmiyor mu degildir, ölcü rekabette para kazandiracak verimlilige sahip mi degil mi.

    diger bir örnek. cevrenin daha az kirlenmesi icin otomobil egzozlarina yada fabrika bacalarina filtre takilmasi meselesi. otomobil üreten firmalar bu seylerden mümkün mertebe kacinirlar, neden? cünkü bu üretici firma icin extra masraf anlamina gelir. sayet filtre parasini fiyata dahil ederse, bu sefer filtre takmayan rakip firma ile fiyatta yarisamaz. ayni sekilde devletlerde kendi sirketlerinin yabanci sirketler karsisinda fiyat yönünden dezavantajli konuma düsmemeleri icin, kendi firmalarina filtre mecburiyeti gibi yasalardan kacinirlar.

    bu örneklerden sonra cevre ve atmosfer kirliliginin tüketim ile alakali olmadigini, tam tersine kapitalizmin bastan sona mantiksiz-sacma-absurd bir üretim-kar-yatirim sonsuz döngüsü ile alakali oldugu anlasildi umarim

  48. “insan ihtiyaci sinirsiz-ölcüsüz degildir.”

    Ihtiyac belki sonsuz degil; ama, arzularinin/emellerinin/hayallerinin/hirslarinin sonu oldugunu soylemek o kadar kolay degil.

    “örnek: bir insan bir oturusta kac ekmek yiyebilir? bir kerede sonsuz sayida ekmek yiyen insan var mi?”

    Bir dilimi ile doyabilecek oldugu halde, bir butun ekmegi –bir dilimini kestikten sonra– kullanmayan, bayatlamaga birakip sonra da cope atan yok mudur?

    “bir evde kac televizyon bulunur? evini tika basa televizyon ile dolduran insan var mi?”

    Mesele bir evi tikabasa TV ile doldurmak degil, henuz ekonomik omrunu doldurmamis olan bir TVyi atip yerine yenisini alan yok mudur?

    Bunu cep telefonlarinda (vb elektronik esyada) cok daha yaygin gormuyor muyuz?

    Ben, her sene evinin perdelerinden tutun, mobilyasinin onemli bir kismini yenileyen ev hanimlari biliyorum.

    Arabasini 2-3 senede degistirenler de az degil.

    Dahasi, henuz bir 3cu dunya ulkesi olmaktan ciktigi tartisilabilir olan Turkiye’de, neredeyse butun sahillerimiz yazliklarla dolu degil midir?

    Senenin en cok 2-3 ayi (a da bazan) kullanilan bu evleri onlara kapitalizm mi yaptiriyor saniyorsunuz?

    “demek ki insanlarin sözümona acgözlü-nefsi doymaz davranisini cevre ve atmosfer kirliliginin kaynagi olarak gösteren iddia dogru degil.”

    Katilmiyorum.

    Bireyleri gunahsiz/sorumsuz gostermek icin bir gunah kecisine ihtiyacimiz olabilir; ismine de ‘kapitalizm’ diyebiliriz ama bunun sadece bir sembolizma oldugunu da bilmek gerekiyor.

    Makina/yatirim/kar konusunda tasvir ettiginiz surec de dogrudur; ama, asiri derecede ideolojik karsitliga bulanmis bir dil kullaniyorsunuz.

    Ortada rekabetin oldugunu bilen en cahil kisi bile, rekabetin onune gecmek icin daha az (enerji, hammadde, iscilik, finans maasrafi vb) ile daha cok (karli, kaliteli vb) urunler peydahlamanin ve bunlari da daha cok kisiye satmanin sart oldugunu bilir.

    Bu ‘bilgi’ ona ‘kapitalizm’ denen bir ‘ocu’ tarafindan enjekte edilmez; etrafa bakmasi yeterlidir.

    Sistemin ‘kapitalizm’ olmasinin yarattigi yegane/temel fark, mutesebbis bireyin, uretim/satis surecinin sonucunda (basarili olursa) elde edilen artik degerin sahibinin kendisi olacagini bilmesidir –onu tesvik eden baslica unsur da budur zaten.

    Diger ‘izm’lerde artik degeri devlet (ya da baska ucuncu sahislar) alacagi icin, anlamli bir rekabet ortami olmasa bile, mutesebbis cikarmak zordur ve onlarin da (eldeki kaynaklari verimli kullanmak acisindan) en buyuk handikapi bu olagelmistir.

  49. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 38'e

    [1. BÖLÜM]

    ÜÇ (3) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 38,

    === Tespitinizin kısmi haklılığı ===

    [“Herhangi bir şeyin (şahsınızın varsayımına istinaden) ‘doğal yollarla meydana gelmesi’; bu şeyin vahşileşmeye, ölümcülleşmeye başlamasından sonra, ona karşı mücadele edilmemesi gerektiğine işaret midir?!”

    Hayir. Degildir tabii ki.

    Ben ‘dogal’ olan herseyin insanlik/birey icin iyi oldugunu iddia eden fetisistlerden degilim.

    Dogada zehirli (insani, canlilari olderen, sakatlayan) turlu cesitli sey var. Bunlarin kimisinin azi ilac/gida, cogu zehir.. (bkz mantarlar.)

    Bunlarin ne oldugunu, ne kadarinin karar oldugunu bilmek lazim.]

    Kısmi haklısınız.

    Gördüğümüz kadarıyla; bu siteye (veya bu sayfaya) eğlenmek amaçlı gelmişsiniz. Bu amacınızı saklı tutmak derdinde olmadığınız gibi açık açık belirtiyorsunuz da.

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “fetişizm” hususunda “ele avuca gelen birşeyler yazan çıkar mı acaba?” sorusunu bu sitede daha önce çok sorduk. (http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/) sayfasında; “pipsqueak” mahlası ile yazan şahıs, gerçekten dikkate değer tespitler ortaya koyuyor. Fakat kendisinin en büyük handikapı; Elias Canetti’nin muhteşem eseri “Körleşme”de Doktor Peter Kien’ı taklit ediyor olması! Kendi çapında “fetişizm”i var…

    Sayın “ogürsel”, “19. yüzyıl solu”nun bugün bile yaşıyor olduğu sanrısını iliklerine kadar hissettiği için, ve daha da acısı; 35 yılı aşkın süre “kapitalizmi öksürmeyi unuttuğu için!”, kendisine sorduğumuz sorulara cevap yazmak yerine kaytarmayı tercih ediyor! Kendi çapında “fetişizm”i var…

    Bizlerin, yani “Beyaz Ya-LA-ka”ların da “fetişizm”leri var elbet… Ne de olsa bizler de “modernite”nin tezgâhından çıkan nesle mensûbuz… Fakat şunu söyleyebiliriz; “fetişizm(ler)”imizi dizginleyebilip, kontrol altına alabilip; “ortak iyiler nasıl meydana getirilebilir?” sorusunu sorabilecek kadar konformizmimizi terketmeye çabalıyoruz.

    Sayın “Necip”, sizin (en azından bizlere göstermek için seçtiğiniz) “fetişizm”iniz de; “fıtrat” hususunda doğru olduğuna inandığınız yanlışlar olsa gerek…

    Dikkat buyurursanız:
    [Mantar] ve türevleriyle ilgili “azı yarar çoğu zarar” tekerlemesini değil;
    “Kapitalizmin tahakkümü”nü görüşüyoruz!

    === Tipik bir sızlanma (1) ===

    Yukarıda ifade ettiklerimizle bağlantılı olarak devam ediyoruz.

    [“‘Doğal yollarla meydana geldiğine göre; doğal yollarla çöker! Sıkmayın canınızı! Kendinizi sömürtmeye devam edin!’

    Sonuç bu mu?!”

    Hayir, tabii ki.

    Ama, bunun bir tur dogal bir gelisme oldugunu bilmek, ‘mucadele’nin seklini/tarzini tayin eder –etmekte yardimci olur.

    Mesela, iklim gibi bir seyden bahsediyorsak eger; iklimle nasil ‘mucadele’ edilecegi 3 asagi 5 yukari bellidir..

    Ve, bu da olcege gore degisir..

    Butun bir kita buzul/kuraklik cagina giriyorsa, veya depremlerle altust olmaga baslamissa, ya da aniden atmosfer (bir sebeple) nefes almagi imkansizlastiriyorsa/zorlastiriyorsa, yapacaginiz cok sey yoktur..

    Eger imkan varsa, o diyardan gocersiniz –birey, aile veya toplumun tamami olarak..

    O da yoksa, orada kalip, yasamanizi saglayacak bir yol bulmaga calisirsiniz –magaralara siginmak, veya kendinizin (baskalarina ragmen) hayatta kalmasini saglayacak mikro habitatlar olusturmak vs vb.

    Baska bir deyisle, eger iklim evrim gecirmis ise, iklimi degisikligini tersine cevirecek gucunuz yoksa, ya verili duruma uymak icin evrim gecireceksiniz ya da sikayet ede ede ‘huvvel baki’lere katilacaksiniz..

    Ben baska bir yol dusunemiyorum.]

    Eğer tespitinizi “kapitalizmin tahakkümü” dışında bir düzlemde kurarsanız; “doğanın ahengi içinde yaşananlar” üzerine yaza yaza sadede gelemezsiniz sayın “Necip”. Fetişizminiz “fıtrat” hususuna daha dikkatli kafa yorunuz.

    Ne [iklim]den bahsediyoruz,
    Ne [buzul/kuraklık]tan bahsediyoruz,
    Ne [deprem]den bahsediyoruz,
    (Hele hele!) ne de [hüve’l-baki]den bahsediyoruz!

    2016’da bile, şahsınızın yukarıda aktardığı “doğanın yapıları”nı darmadağın edecek şekilde gittikçe ölümcülleşen bir sistem var. Adı ne: “KAPİTALİZM”!

    Yazdıkları, tespitleri, aforizmaları, uyarıları, kendinden geçmeleri ne kadar dikkate değer olsa da; kendisine saygı gösteriyor olmakla beraber kendisinden pek hazzetmediğimiz şahsiyet “Ali Şeriati”nin şu sözünü size hatırlatıyoruz: “Sonradan ilahi adalet diye adaleti göklere çıkardılar ki, yeryüzünde ondan söz edilmesin.”

    (Notlar:
    “Apathetic agnostic”iz.
    “Dinler”in hayattan kovulmasına karşıyız.
    “Dincilik”e karşı; kapitalizme karşı ettiğimiz seviye ile aynı seviyede mücadele ederiz.
    Daha öz ifade ile: “Dincilik” ile “kapitalizm” aynı seviyede tehlikelidir.)

    === Menkıbevi elementler içeren tespitiniz ===

    “Marxist” zeminde düşünceler zikrettiğini sölyeyen “Nevzat Evrim Önal”, sizin [“Yola cikmadan once sen deve ustundeydin, ben yaya.. Simdi de sen deve ustundesin, ben yaya.. Peki, agam, biz bunca boku niye yedik?” diye sormanin da alemi yok..

    Cunku, temel fark, arada katedilmis olan onca yol.. ve yeni bir mekandayiz (yeni bir iklimdeyiz) artik..

    ‘Aga’nin yeni iklime intibak etmemek ihtimali (eski iklime gore) var.. marabanin –boylece– yeni ‘aga’ olmak sansi var..] ifadenizi şu şekilde aktarmış:

    {{{ Mustafa Koç’un ölüsüne saygı bekleyenler bunu “nazik” değil “patronsever” olduğu için istiyor! Bu tavır bilhassa eğitimli emekçiler arasında yaygın ve egemen sınıf karşısında on yılların örgütsüzlüğünün, mücadele etmemişliğinin verdiği ezikliğe dayanıyor. Atıf Yılmaz’ın ölümsüz eseri “Kibar Feyzo”da yürüyüşe geçmiş ırgatların, ağa karşılarına dikiliverdiğinde, “tükürseler boğacak olsalar da” ellerinin ayaklarına dolaşması gibi!

    Bir burjuvanın ölümüne sevindirik olmak kuşkusuz saçma. Çünkü hiçbir şey değişmiş olmuyor!

    Sermaye üzerindeki özel mülkiyet burjuva bireyi aşan, onun fani hayatından kısmen bağımsız bir ilişkidir ve o ölünce de kopmaz; devrolur!

    Feyzo ağayı vurur ama ağa öldü diye ırgatlar kurtulmaz. Çünkü ırgatlar ağaya değil, “ağanın malikânesine bağlıdır” ve o mülk kime kalırsa yeni ağa o olur! }}}

    [Hayat da bu degil mi zaten –umit varliktan iyidir.] Tam olarak böyle değil.

    Nazım Hikmet de der: “Umutsuz yaşanmıyor…”

    Eğer lokma da, hırka da yoksa; yaşayamazsınız! Açlığın insana neler yaptırabileceğini düşünmek bile istemezsiniz sayın “Necip”! Anlaşılan o ki; şahsınızın “fıtrat”ı o kadar konforlu ki, konforunuzun bozulmaması için bu sayfada bile eğlenmeye devam ediyorsunuz!

    “Kapitalizme karşı kımıldamaya niyetlenmeyecek kadar fıtratınız konforlu!”

    Kerhanede çalışmaya “mecbur bırakılarak!” para kazanan insanların fıtratı ile şahsınızın fıtratı aynı değil!

    Bizler mi?! Defalarca yazdık; patron kıçı yalamak için yetiştirilen “Beyaz Ya-LA-ka”larız! Ve bundan nefret ediyoruz! “Üzerimize biçilen fıtratı!” söküp atmak için; kapitalizme karşı mücadeleye sizleri de çağırıyoruz!

    === Tipik bir sızlanma (2) ===

    Yukarıda yazdıklarımızla bağlantılı olarak devam ediyoruz.

    “Dönemsellik” denen şeyden ve “tarihin kırılma noktaları”ndan; ya haberiniz yok, ya da haberiniz var ama sesinizi kısıyorsunuz ve işinize gelmediği için “fıtrat”ınıza sarılıyorsunuz.

    [Ben, nacizane, “bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştiril”mek diye bir seyi pek de anlamli bulmuyorum.

    Ben, bunu, 8 milyon senelik –daha organize olmak yolundaki– evrimizin bir parcasi olarak goruyorum.

    Hepimiz birilerinin patronu (amiri), baska birilerinin de memuruyuz.

    Bundan kacis yok.]

    Kaçış var sayın “Necip”, kaçış var! Bütün mesele: Bunu isteyip istememekte!

    Bizler, yani “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “kaçış istenmezse eğer” dünyanın ne hâle geleceğini göstermek için çırpınanlardanız!

    Sizle ayrıştığımız ana nokta şurada başlıyor:

    Siz “kul”sunuz. (Ya da kendinizi kul “zannediyorsunuz”.)
    Biz “kul” değiliz.

    Tarihin akışı içinde kapitalizmin yaşadığı temel kırılma noktalarından biri (ve “bugün yaşamakta olduğumuz kapitalizm”in temeli); Adam Smith’in “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” isimli eserinin yayınlandığı 1776 senesidir.

    Smith şöyle der:

    [İngilizce]
    “Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.”

    [Türkçe]
    “Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.”

    [“Milletlerin Zenginliği”, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren “Haldun Derin”, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltsiz/88701.html ]

    Yukarıda, kitabının en önemli pasajlarından birini hatırlattığımız Smith ile “Thomas Hobbes” uyuşuyor.

    Hobbes şöyle der: “İnsan, doğası gereği kötücüldür. Hayatta, insan namına, neler yapılacaksa; bu zemin üzerinde yapılmalıdır. En nihayetinde; insan insanın kurdudur.”

    Hobbes’a cevabımız net: {{{ Hayır! İnsan insanın kurdu değildir! Bu, senin dayatmandır Hobbes! Kendi kafanın içinde kurduğun “fıtrat”ındır! “Kaçış yok!” ifaden ile yalan atıyor olmandır! }}}

    Yukarıda Smith’den ve Hobbes’dan aktardığımız ifadelerden sonra, bunlara “doğru” cevabı veren şahıs Jean-Jacques Rousseau’dur:

    {{{ “İnsan” tekildir, parçalanamaz!
    Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir.
    “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır.
    İnsan; ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!
    Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”! }}}

    Mesele ne?!

    Mesele şu:
    Bebekliğimizden itibaren patron kıçı yalamak için “yetiştirildik (edilgen çatılı fiil!)”
    Yani; Beyaz (veya kapitalizmin kategorize ettiği bir başka renk) Ya-LA-ka olmayı; hür irademizle istemedik! Zorla yapıldık! Bizim üzerimize bu “fıtrat”ı biçtiler!
    Kimler yaptı bunu bize?! Cevap: Kapitalizmin kuluçka merkezleri “şirketokrasi”!

    Peki siz sayın “Necip”,
    “Fıtratınızın size dayattıklarını birkaç dakikalığına bir kenara bırakınız ve cevap veriniz”:

    Siz patron poposu veya “devlet baba” poposu yalayarak maaş alıyor musunuz?! / almıyor musunuz?! İlk önce “kendinizi eleştirecek” cesareti bulunuz, ondan sonra tespitlerinizi yumurtlayınız!

    (Not: Günümüz dünyasında sadece iki yollu “maaş elde etmek” vardır. “Özel sektör” ve “devlet sektörü”. Şahıs, kendi işinin patronu olsa bile, bu, “özel sektör”ün kapsamındadır.)

    [Devamı 2. bölümde]

  50. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 38'e

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 38,

    === Tipik bir sızlanma (3) ===

    [“‘Modernite’ damarlarımızın en ince kılcal damarlarına enjekte edildiği için; yaşadıklarımızın ‘düzen’, ‘disiplin’, ‘dağınıklığın tersi düzgünlük’ gibi adeta ‘mecburiyet’ kıvamında yer tutmasını gönüllü gönüllü istemeye alıştırılıyoruz. ‘Anarşizm’i de bir kalıba sokmaya çırpınmak, ‘çerçevesi belli olsun!’ çabası bunun bir sonucu.”

    Nacizane, ben, ‘olgu’larin kisiliklendirilmesine (antromorfizme) pek sicak bakamiyorum.

    Sunu demek istiyorum: ‘Modernite’ bir olguya verilen bir isimdir. Isim verildi diye, iradesi olan bir kisilik oldugunu dusunmek dogru degil bence.

    Kilcal damarlariniza enjekte edildigini dusundugunuz seyin bir ‘suurlu organizma’ oldugunu dusunmek (onu boyle tasvir etmek) bence yaniltici –yanlis degerlendirmelere, tercihlere, mucadele sekillerine yol acar.

    Peki, ‘suurlu organizma’ degilse, bir ‘suursuz organizma’ (bir tur virus misali) olabilir mi?

    Olabilir tabii ki.

    Ama, bu durumda, bunu size kim bulastirdi (ya da nereden kaptiniz) sorulari gundeme gelir… Ebeveynleriniz mi, aileniz mi, genis cereniz mi, toplum mu?.. Kasitli mi, yoksa ‘dogal’ ortamin bir parcasi mi? Vs. Vb.

    Bir suru soru, yani..

    Daha henuz ‘virus’ benzeri bir sey olup olmadigina karar verebilmemisken, nerelere geldik..

    Halbuki, asil soru –belki de– bununla mucadele etmenin anlamli olup olmadigi..

    Ben, anlamli olduguna emin degilim.

    Bunu da, tipki bagirsaklarimizda (adet ve tur cinsinden) milyonlarcasi olan –ve, hayatta kalmamiz icin elzem olan– bakteri ve viruslerden sayip, yola devam etmek bence daha anlamli.]

    “Fıtrat” kelimesi fetişizminiz olduğu için; yukarıdaki açıklamayı yazmış olmanıza hiç şaşırmadık sayın “Necip”.

    Öncelikle:
    “Modernite” kendine kendine doğmadı! Onu doğuran insan! Bu kadar açık, bu kadar net!

    Konu hakkında referanslar:

    Kitap: “Toplumlar Nasıl Anımsar?”
    Yazan: Paul Connerton (Antropolog)
    Çeviren: Alâeddin Şenel
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/toplumlar%20nasil%20animsar.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Societies-Remember-Themes-Social-Sciences/dp/0521270936/ )

    Kitap: “Modernite Nasıl Unutturur?”
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=798 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/How-Modernity-Forgets-Paul-Connerton/dp/0521745802/ )

    Kitap: “Modernliğin Sonuçları”
    Yazan: Anthony Giddens (Sosyolog)
    Çeviren: Ersin Kuşdil
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Türkçe: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/modernligin%20sonuclari.pdf )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Books-Consequences-Modernity-Anthony-Giddens/dp/0745609236/ )

    Kitap: “Modernite ve Bireysel-Kimlik” Geç Modern Çağda Benlik ve Toplum
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: Say Yayınları
    Türkçe: ( https://www.saykitap.com/BSWeb/KitapDetay.aspx?kID=100333 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Modernity-Self-identity-Self-Society-Modern/dp/0745609325/ )

    Kitap: “Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori” Marx, Durkheim ve Max Weber’in Çalışmalarının Bir Analizi
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Ümit Tatlıcan
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kapitalizm-ve-modern-sosyal-teori/8203#.VpZoz_05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Capitalism-Modern-Social-Theory-Analysis/dp/0521097851/ )

    Kitap: “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” Globalleşme Hayatımızı Baştan Aşağı Nasıl Şekillendiriyor?
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Osman Akınhay
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=261 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Runaway-World-Professor-Anthony-Giddens/dp/1861974299/ )

    Kitap: “Modernliği Anlamlandırmak” Anthony Giddens’la Söyleşiler
    Yazanlar: Christopher Pierson & Anthony Giddens
    Çevirenler: Murat Sağlam & Serhat Uyurkulak
    Yayınevi: Alfa Yayınları
    Türkçe: ( https://www.alfakitap.com/kitap.asp?id=&kitapID=714 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Conversations-Anthony-Giddens-Modernity-PCVS-Polity/dp/0745620493/ )

    Kitap: “Toplumun Kuruluşu” Yapılaşma Kuramının Ana Hatları
    Yazan: Anthony Giddens
    Çeviren: Hüseyin Özel
    Yayınevi: Bilim ve Sanat Yayınları
    Türkçe: ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumun-kurulusu/16507.html )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Constitution-Society-Outline-Theory-Structuration/dp/0745600077/ )

    Kitap: “Özgünlüğün Politikası” Radikal Bireycilik ve Modern Toplumun Ortaya Çıkışı
    Yazan: Marshall H. Berman (Siyaset teorisi ve şehir sosyolojisi alanlarında uzman akademisyen)
    Çeviren: Nursel Yıldız
    Yayınevi: Sel Yayınları
    Türkçe: ( http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=696 )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/Politics-Authenticity-Marshall-Berman/dp/1844674401/ )

    Kitap: “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” Modernite Deneyimi
    Yazan: Marshall H. Berman
    Çevirenler: Bülent Peker & Ümit Altuğ
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Türkçe: ( http://www.iletisim.com.tr/kitap/kati-olan-her-sey-buharlasiyor/7050#.VpZzMv05nDc )
    İngilizce: ( http://www.amazon.co.uk/All-That-Solid-Melts-Into/dp/1844676447/ )

    [Daha henuz ‘virus’ benzeri bir sey olup olmadigina karar verebilmemisken, nerelere geldik..

    Halbuki, asil soru –belki de– bununla mucadele etmenin anlamli olup olmadigi..

    Ben, anlamli olduguna emin degilim.

    Bunu da, tipki bagirsaklarimizda (adet ve tur cinsinden) milyonlarcasi olan –ve, hayatta kalmamiz icin elzem olan– bakteri ve viruslerden sayip, yola devam etmek bence daha anlamli.]

    Belki bilirsiniz; Adıyaman’da “menzil”ciler vardır (“fecir” olarak da bilinir). Siz; bu yolda devam etmek niyetindeyseniz, kimse size karışamaz. Yolun sonunda bir ışığa varacak mısınız / varmayacak mısınız; bunu da sizden başka kimse bilemeyecek!

    Yukarıda da yazdık:
    Şahsınızın “fıtrat”ı o kadar konforlu ki anlaşılan; “kapitalizme karşı mücadele etmeyi” anlamlı bulmayacak kadar öfori (euphoria) yaşıyor veya “cezbe hâli” içinde olabilirsiniz!

    === Sorunuza cevap ===

    [“hayatın akışı içinde olan, kendiliğinden doğan rekabet” ile “kapitalizmin yarattığı yapay ve ölümcül rekabet”i nasil ayirdediyoruz; buna kim karar veriyor?]

    “Şirketokrasi” karar veriyor.

    İşte liste:

    Lloyd Craig Blankfein,
    James P. Gorman,
    Klaus Martin Schwab,
    John McFarlane,
    Douglas Jardine Flint,
    Axel A. Weber,
    Paul Achleitner,
    Jean Lemierre,
    Federico Ghizzoni,
    Dennis M. Nally,
    Punit Renjen,
    John B. Veihmeyer,
    Mark A. Weinberger,
    Ahmet Muhtar Kent,
    Indra Nooyi,
    Sundar Pichai,
    Tim Cook,
    Oh-Hyun Kwon,
    Satya Nadella,
    Gregory R. Page,
    Donald John Trump,
    Charles de Ganahl ve David Hamilton Koch,
    Fred DeLuca,
    Alexandre Behring da Costa,
    Andrew James McKenna,
    Gregory B. Penner,
    Roman Abramovich,
    Mukesh ve Anil Ambani,
    Jack Ma (veya “Ma Yun”),
    Jeff Bezos,
    Jack Dorsey,
    Carly Fiorina,
    Ratan Tata,
    Rahmi Koç,
    Güler Sabancı,
    Ferit Şahenk,
    Ümit Nazlı Boyner,
    Bülent Eczacıbaşı,
    Ahmet Nazif Zorlu,
    Şarık Tara,
    Arzuhan Doğan Yalçındağ,
    İzzet Garih,
    Hakan Ateş,
    Ersin Özince,
    Turgay Ciner,
    Ahmet Çalık,
    Murat Ülker,
    Firuz Kanatlı,
    Mark Zuckerberg,
    Ethem Sancak,
    Cansen Başaran-Symes,

    Levent Erden
    https://twitter.com/leventerden/with_replies

    Sina Afra
    https://twitter.com/SinaAfra/with_replies

    Liste devam ediyor…

    [Devamı 3. bölümde]

  51. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 38'e

    [3. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 38,

    === Sızlanmayla karışık hatalı tespit (4) ===

    [Once su ‘şirketokrasi’ kelimesine bir bakalim: Anladigim kadariyla, sirketler/ortakliklar halinde organize olmus cikar gruplarindan/cevrelerinden bahsediyorsunuz.]

    “Şirketokrasi”nin ne olduğunu aşağıdaki 4 referansa yönelerek öğrenebilirsiniz:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    [Tomurcuga donen her mutesebbis tohumunun hayallerinde de (“world domination”) kar maksimizasyonun oldugunu biliyoruz –isin dogasinda var.

    Ama, bu tur ortulu organizasyonlara karsi bireysel duruslarin cok da ise yaramadigini dusunuyorum. Bu bakimdan bireysel anarsizmi anlamli bulmuyorum.

    Anasizmin birey bazinda temsil edildigi (istirak ettigi) karsi bir organizasyon gerekiyor –ki, buna ‘devlet’ diyoruz– ve bu da beni ‘devletci’ yapar –devletin kuculmesini onerenlerle hemfikir olmadigim da bu cumlede mundemic olur.]

    Hayır; [isin dogasinda] yok!

    (Tarihin kırılma noktaları da dahil olmak üzere) yukarıda bahsettiğiniz, en ünlü zehirli beyinler olan; “Niccolo Machiavelli”, “Thomas Hobbes”, “Ludwig von Rochau”, “Hans Joachim Morgenthau”, “George Frost Kennan”, “Robert Strange McNamara” “Henry Alfred Kissinger”, “Zbigniew Brzezinski” ve türevleri tarafından dünyaya akıtılanlardır!

    Bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmeye bir kez daha dikkatle bakarsanız; “anarşizm”den daha çok “kapitalizme karşı mücadeleler”i önplâda tutmak için çırpındığımızı göreceksiniz. Herşeyden evvel; “anarşizm”i de kalıba sokma derdi var olduğu için bu hususta yok yere vakit kaybetmek ve kaybettirmek istemiyoruz.

    Madem açtınız, kısaca deyinelim:

    “Bireysel duruş” ve “bireysel anarşizm” hususlarında taşıdığınız kuşkuların aynısını bizler de, yani “Beyaz Ya-LA-ka”lar da taşıyoruz.

    Yanıldığınız nokta şurası:
    Anarşizmin temsil edilmesi gerektiği (bir yere kadar doğru kabul edilebilir bu tespitiniz) fikrinden öte, bahsettiğiniz [organizasyon]a yani [devlet]e ihtiyacımız yok! “Devlet” küçülecekse; küçültüp ortadan kaldırmak için, küçültüp yaşatmaya devam ettirmek için değil! “Özgül ağırlık Bülent Arınç!” gibi tespitler yumurtlamayınız gene!

    Artık 2016’dayız!

    “Şirketokrasi” ile “devlet” girift hâlde at koşturuyor!

    İkisini de ortadan kaldırabiliriz! “Bireysel duruş” ve “bireysel anarşizm” tek başına yeterli olmaz; “kitleselleşmek” gerekir.

    Peki bu “kitleselleşmek nasıl olabilir?” diye sorarsanız; yukarıda “Zeitgeist” referanslarını incelemenizden sonra anlayacaksınız.

    === Tipik bir sızlanma (5) ===

    [“Siz patron poposu veya ‘devlet baba’ poposu yalayarak maaş alıyor musunuz?! / almıyor musunuz?! İlk önce ‘kendinizi eleştirecek’ cesareti bulunuz, ondan sonra tespitlerinizi yumurtlayınız!”

    Yanlis soru, yanlis cikarim/hukum.

    Benim, kimden maas aldigim –ya da nasil gelir elde ettigim– asil mesele degil.

    Asil mesele, tercihlerim sonucunda icinde bulundugum ‘cark’tan sikayet ediyor olup olmadigimdir.

    Yani, ‘hem aglar, hem giderim’ kolayciligini/tutarsizlini/samimiyetsizligini benimsemiyorum.

    ‘Gidiyor’ isem, sorumlusu benim –aglamanin anlami yok.

    ‘Git’mek istemiyorsam, ve benim icin bu mevzu o kadar onemli ise, birakirim.

    Birakmak sonrasi hayatta kalmam icin anlternatifim yoksa, eh naapalim, terk-i hayat da bir tercihtir.

    Sonucta, “intihar, ozelestirinin en samimi sekli” degil midir?]

    Doğru soru; doğru çıkarım/hüküm.

    Sizin DE kimden maaş aldığınız -ya da nasıl gelir elde ettiğiniz- asıl mesele! Siz DE sayın “ogürsel” gibi kaytarmayınız sayın “Necip”!

    “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!” → Külahımıza anlatınız!

    “Komünistler Moskova’ya!” → Külahımıza anlatınız!

    “Coca-Cola’cılar ABD’ye!” → Külahımıza anlatınız!

    “Kapitalizm dünyanın fıtratında var! Eğer boyun eğmezsen bu gezegenden ayrıl!” → Külahımıza anlatınız!

    “Özeleştiriyi en samimi şekilde ifade etmek için intihar etmek zorunda değiliz!” → BU UYARIMIZI UNUTMAYINIZ!

    Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güney eyaletlerinde yoğunlaşmış olan, daha çok “‘Foxconn’ şirketokrasi canavarı!” bünyesinde ilikleri sömürülen milyonu aşkın işçinin ter akıtmasıyla ve “intihar ettirilmesiyle!”; “Sony”, “Apple”, “LG”, “Samsung”, “Huawei”, “Panasonic”, “Canon”, “ASUS”, “Nikon”, “OnePlus”, “Acer”, “HTC”, “Dell”, “Lenovo” gibi yüzlerce markanın cihazları üretiliyor.

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu cihazları “satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!” Ve hâttâ, bir bankaya başvurup “tüketici kredisi” bile çekmek isteseler; banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermiyor!

    Gelin görün ki: Yukarıda adı geçen “marka!”ları;

    New York & Wall Street’te borsa simsarlığı yaparak kapitalizmi yücelten bir yüksek lisans öğrencisi satın alıyor!

    Veya Ankara & OSTİM’de üretim mühendisliği yaparak “yerli otomobil üretmeye!” çabalayan bir şahıs satın alıyor!

    Veya İstanbul & Maslak’ta bir plazada C.E.O. kıçı yalayarak raporlar hazırlayan bir “Beyaz Ya-LA-ka” satın alıyor!

    [18 HAZİRAN 2007]
    Hou → Yaş 19 → Erkek → Fabrikanın banyosunda kendini asmaya mahkûm edildi, hayatını kaybetti!

    [16 TEMMUZ 2009]
    “Sun Dan-yong” → Yaş 25 → Erkek → iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlamaya mahkûm edildi, hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [OCAK-MAYIS 2010 arası]
    Ma Xiang-qian,
    Bay Li,
    Tian Yu,
    Bay Lau,
    Sao Shu-qin,
    Bayan Ning,
    Lu Xin,
    Zhu Chen-ming,
    Liang Chao,
    Nan Gan,
    Li Hai,
    Bay He →→→ Yaş 17-29 arası → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatlarını kaybettiler!

    [20 TEMMUZ 2010]
    Liu → Yaş 18 → Erkek → Bir yurdun altıncı katından atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [7 OCAK 2011]
    Wang Ling → Yaş 25 → Kadın → Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [26 MAYIS 2011]
    Adı bilinmiyor → Yaş 20 → Erkek → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [TEMMUZ 2011]
    Cai → Yaş 21 → Erkek → Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [23 KASIM 2011]
    Li Rongying → Yaş 20 → Kadın → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [14 HAZİRAN 2012]
    Adı bilinmiyor → Yaş 23 → Erkek → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [24 NİSAN 2013]
    Xu Lizhi → Yaş 24 → Erkek → Yurt binasından atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [27 NİSAN 2013]
    Adı bilinmiyor → Yaş 23 → Kadın → Yurt binasından atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    Kaynaklar
    http://www.vimeo.com/17558439
    http://www.sacom.hk/?p=740
    http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/

    Yukarıda adı geçen “marka!”ların ürettiği teknolojiye değil; bu teknolojiyi üretirken “sömürücü zihniyet”e sahip olmalarına karşıyız!
    Bu dehşet durum; sadece “Uzak!” Asya özelinde değil; dünya genelinde yaşanıyor!

    === Tipik bir sızlanma (6) ===

    [Evet, kapitalizm dedigimiz sey ortamin/iklimin kendisi.

    Bunun boyle oldugunu idrak edemeyip –’gonlum gurbet elde, kendim silada’ modunda– bir omur sikayet etmek, sikayet edenin mental yetenekleri hakkinda soru isaretleri dogurmaz mi?

    “Acının derecesine önem vermeden; acının kökünü, yani ‘kapitalizm’i ortadan kaldırmak!”

    Buna katilirim.

    Dahasi, depremleri, selleri, salginlari vb de ortadan kaldirmak gerektigine katilirim.

    Da… nasil?]

    “‘Şikayet nasıl edilir?!’ yolunu yordamını unuttuğumuz için!”; şahsınızın kafasının içinde [sikayet edenin mental yetenekleri hakkinda soru isaretleri dogmasi] gayet normal sayın “Necip”!

    Sayın “ogürsel”e de aynı ikazı defalarca yaptık; işine gelmediği için anlamak istemedi! Sayın “ogürsel” ve onun gibiler de “kapitalizmi öksürmeyi unutmuş!”

    [Da… nasil?]

    İlk önce:

    “Depremler”, “seller” gibi facialar ile,
    “Kapitalizm hastalığı” arasında kurmak için yanıp tutuştuğunuz korelasyonları artık kurmayarak!

    “Doğanın ahengi içinde yaşanan her şey” ile,
    “Kapitalizm hastalığı”nı birbirinden ayırdetmeyi kendi kendize öğretebilecek iradeye sahipsiniz! (“Thomas Hobbes” ve “Adam Smith” başlangıç için makûl. Eğer bunlara daha önce çalışmış iseniz; bugün dönüp tekrar çalışınız.)

    Şahsınız için ilk adım bu olabilir!

    Eğer siz DE “devrim ne zaman peki?!” diye soracaksanız:

    “Akşamdan, sabaha; bugünden, yarına gerçekleşmez!” → Bu ifadeyi bilmek ve söylemek için müneccim olmaya gerek yok!

  52. marxist argüman

    necip “ben kapitalizme laf söyletmem arkadas” tavrinda israr ediyorsun. ali koc gibi kapitalizmin bas aktörleri bile “kapitalist düzenin yarattigi esitsizlikleri kismen düzeltmezsek sosyal patlamalar, isyanlar olabilir” mealinde uyarilar yaparken, senin bu kapitalizm savunuculugunu cahilligine mi yoksa ahmakligina yormak lazim, bilmiyorum. türkiyenin en büyük sermaye grubu koc holding’in sahiplerinden ali koc’tan alinti:

    ‘Kapitalizmin daha adaletli sisteme dönüşmesi şart’

    TERCİHEN DEĞİŞTİRMEZSEK MECBUREN DEĞİŞECEK

    “Bugünkü durum sosyal açıdan sürdürülebilir değil. Gelir eşitsizliği başta olmak üzere küresel sorunları; iş dünyası olarak biz, gönüllü olarak ele almadığımız sürece, mecburen ele almak zorunda kalacağız. Wall Street’i İşgal Et gibi eylemler bu konuda bütün dünya için önemli bir uyarı olarak değerlendirilmeli. Bu eşitsizliğe, vicdan sızlatan tabloya karşı biz kayıtsız kaldığımız takdirde başkaları başka şekilde bunu ele alacak ve bu tür sosyal patlamaların çok daha fazlasını görme tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceğiz Benim dikkat çektiğim sorunlar belki de daha çok zengin ülkelerde yaşanacak sorunlar. Ancak yine de bizim de ders ve önlem almamız lazım.Bizim ülke olarak geleceğimiz çok parlak, ama bugün kırmızı alarm veren tehlikelere karşı hep beraber omuz omuza vermediğimiz takdirde bizim başımıza da çok ciddi problemler gelebilir.”

  53. Ooof, of..

    “Beni bir kisi anladi, o da yanlis anladi” klisesinin /kismen/ cuk oturdugu bir yere geldim/geldik.

    3 bolumluk yazinizdan pek alinti yapamayacagim; aksi halde, cevabim –okunamayacak kadar– uzun olacak. O yuzden, bazi noktalara kisaca deginmek istiyorum. Cogu da, zorunda birakildigim icin, savunma seklinde olacak gibi gorunuyor.

    Birincisi, ben, ‘fitrat’ kelimesini daha iyi bir kelime bulamadigim icin kullandim –din/inanc vb gibi cercevelerde ‘connotation’lari oldugunun farkindayim; ama, benim referansim onlardan/oralardan degil.

    Sizin zihninizde Menzil tekkesi/hareketi/dergahi baglantilari/cagrisimlari yaratmasini amaclamis degildim.

    Ikincisi, ben buraya eglenmek amaciyla mi yaziyorum sorusu..

    Bu sorunun cevabi bir tur “evet”tir ama soyle “evet”: Eger eglenmekten kasdiniz ‘dalga gecmek’ ise, oyle degil. Ote yandan, diger okuduklarimda gordugum sekilde, kavga etmek de degil amacim. Gundemdeki, ya da burada gumdeme getirilen, konularin bir kisiyi asan bir boyutu/olcegi oldugundan hareketle, iki (ya da on-yirmi) kisinin kavga edip bir tarafin diger tarafi yenmesi anlamina gelecek bir amacla yola cikmanin anlamsiz/cocukca oldugu kanaatinde oldugum icin, dediklerimin –dalga gecmek anlaminda ‘eglenmek’ degil de– “soylediklerinizin bir de su tarafi var” seklinde gorulmesini arzu ederim. [Benim arzularimin kimse icin emir olmadiginin da farkindayim tabii ki.]

    Ucunsucu, benim gelirim nerden; nasil oluyorda bu kadar konforlu oluyorum? sorusu..

    Ilk soru mahrem/private/confidential detaylara deginiyor; dolayisi ile, gecmek zorundayim.

    Ama, tamamen de kestirip atmak olmaz. O yuzden, soyle diyeyim: Evet, ben de (asagi yukari herkes gibi), sizin bahsettiginiz genel cercevede bir gelir sahibiyim –yani, kimsenin bilmedigi yontemlerle, ya da ‘gayrimesru’ yollarla gecimimi sagliyor degilim. Kira gelirim vb de yok; ama, BIST’te bir miktar hisse senedim var –bunlardan kar ettigimi soylemek de ciddi derecede abartmak olur.

    Gelelim ‘konforlu’ konusmak konusuna: Kisisel endiselerim yok mu; tabii ki var –kimin yok ki. Ama, bunlardan hareketle, bunlarin herkes icin ayni sekilde onemli oldugunu farzederek, gundemi onlarin uzerine cekmenin dogru olmadigini dusunurum. O yuzden, “ekmek fiyati 75 kurustan 1.5 liraya cikti; amanin dostlar, dunyanin sonu bu” turunden paniklemeleri yazdiklarima yansitmam. Sonu gelenin dunya degil de ben olabilecegimi, benim de o kadar onemli olmadigimi farkedeli cok oldu.

    Diger yazdiklariniza gelince..

    Hemfikir olduklarim var –az degil–; olmadiklarim var –cok degil.

    Ama, buranin formati bunlari detaylandirmak icin cok da uygun degil –kimin ne yazdigi ve neye ne cevap yazdigimi/zi belirgin kilmak icin kirk takla atmak zorunda kaliyorum/z, yine de okunakliligi artirmaga pek de hizmet etmiyor.

  54. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 43'e ve 48'e

    [1. BÖLÜM]

    İKİ (2) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    [Bir dilimi ile doyabilecek oldugu halde, bir butun ekmegi –bir dilimini kestikten sonra– kullanmayan, bayatlamaga birakip sonra da cope atan yok mudur?]

    Bu soruya cevap verileli çok oldu; 1632-1704 arasında yaşamış “John Locke” isimli şahıs tarafından!

    Sayın “Necip”, yukarıdaki köşeli [] parantez içindeki sorunuz da dahil olmak üzere; “43” numaralı metninizde ifade ettiğiniz her şeye toplu cevaplar:

    === “EMEK-DEĞER” TEORİSİ NEDİR? ===

    ( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    === “ARTI (ARTIK) DEĞER” TEORİSİ NEDİR? ===

    ( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    === “JOSEPH ALOIS SCHUMPETER” & “JOHN MAYNARD KEYNES” İSİMLİ ŞAHISLAR NELER ÖNERMİŞLERDİ? GÜNÜMÜZDE OLAN NE?! ===

    Günümüzde katlanarak vahşileşen “kapitalist sistem”in omurgasını oluşturan unsurlardan birinin:
    “Geplante obsoleszenz”,
    “Planned obsolescence”,
    “Schöpferische zerstörung”,
    “Creative destruction”,
    “Plânlı eskime & yaratıcı yıkım”
    adlarıyla anılan tabir olduğunu biliyorsanız; bunları bugün tekrar araştırmanızı öneriyoruz.

    “Joseph Alois Schumpeter” adlı şahsın tespitlerini, demeçlerini, teorilerini, kitaplarını, bu şahsın görüşlerinin 21. yüzyılda bile dünyayı nasıl domine ettiğini araştırmanızı öneririz.

    Bu teoriyi yeni değil.

    20. yüzyılda durdurulamayacak hızda yükselen “teknoloji yoğun üretim”in yarattığı akımları öngörebilmek (ve mümkün olduğunca regüle edebilmek) amacıyla Joseph A. Schumpeter isimli iktisatçı tarafından; ele avuca gelir bir teori zemini oluşturulmuştur. (Not: Teorinin tek yaratıcısı Schumpeter değildir. Schumpeter, teoriyi; pratikte uygulanabilir en yüksek düzeye çekebilmiştir.)

    “1929 Krizinin (The Great Depression)” getirdiği yıkıma çözüm önerileri sunabilmek amacıyla; John Maynard Keynes isimli iktisatçı (Schumpeter’in teorik mirasından da istifade ederek) “sürdürülebilir kalkınma için; çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak, çukur kazıp yeniden doldurmak…gibi bir yöntem izlenebilir” metaforu ile görüşünü ortaya koymuştur. Yani Keynes; 1929 Krizi sonrasında “planned obsolescence”i güncelleyerek, hâlen devam etmekte olan kapitalist sistemin omurgasını kuvvetlendirmiştir.

    “If the Treasury were to fill old bottles with banknotes, bury them at suitable depths in disused coalmines which are then filled up to the surface with town rubbish, and leave it to private enterprise on well-tried principles of laissez-faire to dig the notes up again (the right to do so being obtained, of course, by tendering for leases of the note-bearing territory), there need be no more unemployment and, with the help of the repercussions, the real income of the community, and its capital wealth also, would probably become a good deal greater than it actually is. It would, indeed, be more sensible to build houses and the like; but if there are political and practical difficulties in the way of this, the above would be better than nothing.”
    (Yıl: 1936, “The General Theory of Employment, Interest and Money”, book 3, chapter 10, section 6, page 129)

    Keynes’in yaşadığı dönemde “devlet”in ekonomi içindeki otokratik yapısı bugünkünden daha fazla idi. Bu nedenle Keynes “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu kullanırken; devletin piyasalardan elini eteğini büsbütün çekmemesi gerektiğini, özellikle altyapı alanında bir tür “yap-boz” politikası uygulayarak, hem istihdam artışına yol açacağını, hem de sektörlerin zincirleme etki ile canlanmaya başlayacağını tahmin etmişti. (Bu ne demek? Şu demek: Su borularının yenilenmesi, kanalizasyon sisteminin yenilenmesi, elektrik şebekelerinin, kablolarının yenilenmesi, yolların yenilenmesi, köprülerin yenilenmesi, barajların yenilenmesi, cadde, mahalle, sokakların yenilenmesi, kamu binalarının yenilenmesi [peşi sıra “hanehalkı meskenlerinin yenilenmesi” de olabilir] vb. Bütün bu “yenileme” çabaları, sadece o sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin ekonomik buhrandan kurtulmasına yarar sağlamayacak, aynı zamanda yan sanayi kollarının da, dolaylı bile olsa, işlerlik kazanmasına yol açacaktı. İstihdam iştahının artmasına, işsizliğin azalmasına, yeni üretim sahalarının [ve teknolojilerinin] doğmasına yol açacaktı. En nihayetinde, ekonomi yeniden canlanmaya başlayacaktı.)

    Keynes 1946’da öldü.

    Özellikle 1960’ların başından günümüze değin ise “kapitalist özel sektör”; “çukur kazıp yeniden doldurmak” metaforunu, ipi koparılmış balon gibi kullanmaya başladı! Keynes ne hedeflemişti; bugün ne çıktı! Güncel örnek şudur: Her sene yeni model “Apple iPhone”ların, “Samsung Galaxy”lerin piyasaya sürülmesi; eski modellere uygulanan update’lerin aşama aşama azaltılıp, o modellerin piyasadan silinmesinin sağlanması.

    Yukarıda özetin özeti şeklinde aktardığımız teori & pratik; büsbütün kötü değil elbet. “Meta” olan çoğu şey daima eskir, paslanır, bozulur, yavaşlar, kirlenir, durur, patlar, yıkılır, çöker, dağılır; sonuçta “yeni”lerin gelmesi kaçınılmazdır…

    Peki mesele ne?!

    Mesele şu:

    Bu teori, kapitalistlerin, cümle içinde kullanmaktan çok zevk aldıkları “sürdürülebilir kalkınma” kelimeleriyle, amacıyla değil; “tüketimin hoyratça körüklenmesi” amacıyla, saptırılarak, teorinin altı oyularak kullanılıyor! Şöyle düşününüz: Fizik yasalarının, kimya yasalarının bir uzay mekiği inşa etmek için değil de; atom bombası inşa etmek için, balistik füze inşa etmek için, “military-industrial complex”in göbeğini daha da şişirmek için kullanılması gibi! Artık 2016’dayız! Atom bombası inşa etmeyi tercih etmeyecek kadar tecrübe kazanmış olunması gerekir! 2016’da bile “insanlar”; atom bombasının inşa edilmesine “ses etmiyorlarsa!”, bu insanları “uyandırmak!” için uyarılar yapmak gerekir! “Vanguardism & Öncü cephe & Öncü savaşı” ile değil; “kitlesel protesto tsunamileri” ile!

    === BOZULAN EKMEKLERİ KAPİTALİST SİSTEMDE KÂRA ÇEVİRMEK İÇİN NELER YAPILIR?! ===

    “John McMurtry” izah ediyor:
    (Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)

    “…
    Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.

    Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!

    Her şey ‘John Locke’ ile başladı!

    John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:

    1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.

    2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.

    3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla meşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi!)

    Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!

    Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.

    İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde!

    Locke şöyle diyor:

    [İngilizce]
    The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.

    [Türkçe]
    ‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’

    Locke bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!

    Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!

    Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:

    ‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’

    Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’

    Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’

    Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin’ ne olduğu hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!

    Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!

    Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.

    Locke; “Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.” diye başlamıştı,
    Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; “Bu sadece Tanrı’nın değil…” Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!

    Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte’ dediği:
    (“Bu sadece Tanrı’nın değil…”) ↔ “Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil.
    Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur.
    Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise;
    -Piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.”

    Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!

    Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)

    Smith devam ediyor:

    “İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”

    “(Yatırımcının & patronun) Bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”

    “(Yatırımcının & patronun) Ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte -eşitsizlik- (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”

    Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):

    Bilirsiniz:
    İnsanlar ürünleri, malları ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz ve diğerleri bu ürünleri, malları ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları.

    ‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.

    Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen -piyasanın görünmez elidir-!’ (The Invisible Hand!)

    Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!

    Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!

    Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!

    Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:

    [İngilizce]
    ‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’

    [Türkçe]
    ‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    ‘İcat edilmiş yeni bir -ırkçılık- anlayışı’,

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,

    Ve ‘-görünmez el- denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin kökenine baktığınız zaman:
    ‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.

    Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr sağlayıcı ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; Smith’in bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.

    ‘Finans’ kısaca:
    Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan ‘paranın -ticari mal- olarak kabul edildiği’ bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2016… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!

    Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme;
    ‘Para’nın peşinde olmak için,
    Sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!

    Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
    Bu hayâli, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!

    Yani; “sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!” yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırlamanızı umuyoruz!)

    Gerçekte; ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!

    Aslında olan şudur ki:
    Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.

    ‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!

    ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!

    İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!

    Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!

    Kısacası en başından beri kendinizi; ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!

    Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

    Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!

    Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!

    Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
    …”

    [Devamı 2. bölümde]

  55. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 43'e ve 48'e

    [2. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 43 ve 48,

    === “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?! ===

    “(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.

    Orijinal İngilizce metin için:

    ( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )

    8 Mayıs 2014 Perşembe

    Bir takipçiden,

    === “İtiraz ve soru”: ===

    Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.

    Ama yanıldıklarının farkında değiller!

    Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.

    Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!

    Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!

    Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!

    Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!

    === Peter Joseph’in cevabı: ===

    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!

    Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!

    Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
    “Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!

    “Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!

    “Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,

    “Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,

    “Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”

    Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!

    Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!

    İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
    “Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”

    Hayır!

    “Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!

    “Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!

    Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!

    Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…

    Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!

    Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)

    Ekonominin daimi özelliği:
    Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!

    Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!

    Başka yollar da var!

    Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”

    (C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!

    Temeli:
    İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
    Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
    Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
    İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
    Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
    Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.

    Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:

    (C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!

    “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!

    Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!

    Tekrar etmek gerekirse:
    Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
    Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
    Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”

    Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.

    Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.

    Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.

    Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!

    Saygılarımla,

    Peter Joseph

    ***
    Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:

    “Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”

    İngilizce:
    ( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )

    ********************

    Sayın “Necip” 48,

    [Ote yandan, diger okuduklarimda gordugum sekilde, kavga etmek de degil amacim. Gundemdeki, ya da burada gumdeme getirilen, konularin bir kisiyi asan bir boyutu/olcegi oldugundan hareketle, iki (ya da on-yirmi) kisinin kavga edip bir tarafin diger tarafi yenmesi anlamina gelecek bir amacla yola cikmanin anlamsiz/cocukca oldugu kanaatinde oldugum icin, dediklerimin –dalga gecmek anlaminda ‘eglenmek’ degil de– “soylediklerinizin bir de su tarafi var” seklinde gorulmesini arzu ederim.]

    (Bu sitenin genelinde olmasa bile) en azından bu sayfada sürdürdüğümüz görüşmede; [iki (ya da on-yirmi) kisinin kavga edip bir tarafin diger tarafi yenmesi anlamina gelecek] bir durum mu sezdiniz ve [“soylediklerinizin bir de su tarafi var”] şeklinde (örneğin) “özgül ağırlık Bülent Arınç”ı temel alarak görüşlerinizi yazdınız? “Ehven-i şer”likten derhâl kurtulmamız gerektiği ile ilgili sizin de istekli olduğunuzu umut etmek istiyoruz…

    Bir hususta emin olabilirsiniz; bu sitede ve bu sayfada, neredeyse her türlü görüş yazılır. Hâttâ çoğu zaman tansiyon öyle yükselir ki; küfür içeren kelimeler başgösterdiği an yayın yasağı gelir. Sitede yazan kişilerin çoğu “birbirini yenmek için değil”, aynı sizin yaptığınız gibi “olaya bir de şu açıdan bakalım” yaklaşımı ile hareket eder. İçinizde yok yere kuruntu yapmışsınız.

    [“ekmek fiyati 75 kurustan 1.5 liraya cikti; amanin dostlar, dunyanin sonu bu” turunden paniklemeleri yazdiklarima yansitmam. Sonu gelenin dunya degil de ben olabilecegimi, benim de o kadar onemli olmadigimi farkedeli cok oldu.]

    Bir kez daha dikkat ederseniz; yukarıda “44” numaralı metnimizde şunu yazmıştık: {{{ Eğer lokma da, hırka da yoksa; yaşayamazsınız! Açlığın insana neler yaptırabileceğini düşünmek bile istemezsiniz sayın “Necip”! Anlaşılan o ki; şahsınızın “fıtrat”ı o kadar konforlu ki, konforunuzun bozulmaması için bu sayfada bile eğlenmeye devam ediyorsunuz!

    “Kapitalizme karşı kımıldamaya niyetlenmeyecek kadar fıtratınız konforlu!”

    Kerhanede çalışmaya “mecbur bırakılarak!” para kazanan insanların fıtratı ile şahsınızın fıtratı aynı değil!

    Bizler mi?! Defalarca yazdık; patron kıçı yalamak için yetiştirilen “Beyaz Ya-LA-ka”larız! Ve bundan nefret ediyoruz! “Üzerimize biçilen fıtratı!” söküp atmak için; kapitalizme karşı mücadeleye sizleri de çağırıyoruz! }}}

    Şahsınız çok tehlikeli bir çelişki içinde! “Ekmek fiyatının yükselmesi”ni bir tür “üzerinde durulmayasıca panik” addedip, dünyanın gidişati ile şahsınızın gidişatı arasında doğrultular “kurmaMAya” çalışmanız; çelişkiler yumağında kaybolmuşluğunuzun göstergesi. Uçaklarda “first class”, “business class” ve “economy class” vardır. Bunların her birinin fiyatı, ekmek fiyatının dalgalanması gibi dalgalıdır ve/fakat uçak düşerse; ölüm, “class” ayrımı yapmaz! Yazdıklarınıza çok fazla “menkıbevi alegori”ler yerleştirdiğiniz için; size yönelttiğimiz ikazlar bu kadar fazla sayın “Necip”. Kelimelerin “gerçek” anlamıyla görüşlerinizi yazmanızı öneriyoruz; “zahiri” ve “alegori yüklü” anlamları ile değil. Özellikle “tecâhül-i ârif”i metinlerimize serpmeyi bizler de, yani “Beyaz Ya-LA-ka”lar da severiz; ama, şu an üzerinde görüşme yürüttüğümüz “kapitalizm ortadan kaldırılmalı!” zemininde, ifadelerimizi “açık açık” ve “maddi örneklem”lerle aktarmaya büyük özen gösteriyoruz. (Not: Şunu diyenler çıkabilir; “kapitalizm ortadan kaldırılmalı!” konusunda hiç mi alegori yapılmamalı? Böyle bir zorunluluk mu var? Elbette zorunluluk yok. Fakat; şu an içinde olduğumuz momentte, “kapitalizm ortadan kaldırılmalı!” konusunu hiçbir alegoriye eğilim göstermeyecek şekilde görüşmemiz gerekiyor!)

    Kapitalizm; “hayat” DEĞİLDİR!

  56. Yazdiklarinizi buyuk bir sabirla okudum –o kadar sabri toparlamak hic de kolay olmadigi halde.

    Bana, vakt-i zamaninda, kotu ruhlari temsil eden bir totemin etrafinda yapilan ayinleri hatirlattiniz.

    Kotulugu temsil eden kotu ruh da ‘kapitalizm’.. onun yavru yardakcisi da ‘sirketokrasi’..

    Bunlarin ortadan kaldirilmasi icin ayine katilmamizi, aksi halde kiyametin yakin oldugunu soyluyorsunuz.

    Amacinizin ulvi, niyetinizin halis, tespitlerinizin isabetli oldugunu teyid etmemizi bekliyorsunuz…

    Yakin ya da uzak gecmiste, dediklerinizi destekleyen, muhtelif kisilerden deliller de getiriyorsunuz..

    Hepsi iyi hos da, asil meseleyi, ‘kapitalizm’in ve ‘sirketokrasi’nin birer ozne olmadigini, insan dogasinin bir yansimasi oldugunu iskaliyorsunuz.

    Bu da sizi, yasiniz genc bile olsa, siyatiklerinin azmasi yuzunden oznesi olmayan sikayetler eden aksi bir ihtiyarin davranislarini andirir bir resme indirgiyor.

    Yani, evet, belli, sikayetleriniz var; ve bunlarda da hakli olabilirsiniz –sizi rahatsiz ediyor oldugu ve/ya aci verdigi dogrudur– ama, ne kadar yaygin olursa olsun, anekdotal yanetkilerden sikayet etmek, bu yanetkilerin musebbibi olan kotu ruhlarin yokedilmesini haykirmak sizi ne bir vizyoner yapar, ne de onumuzu surdugunuz recetenin (kapitalizm yokedilmelidir) anlamli oldugu anlamina gelir.

    Gelmiyor da.

    Insan dogasinin iyi ya da kotu yonleriyle tezahurlerinin sonucunda gozlemledigimiz, adina da ‘kapitalizm’ dedigimiz (‘ne idugu belursuz, ettugunden belludur’ turunden), biryesel ve toplumsal ve siyasi hayatimizi da etkileyen, ekonomik ortamdan sikayet etmek, onun gemlenmesini istemek marifet degil –bu kadarini [ilgili anekdota referansla] Horasan’in kopekleri de yapar..

    Marifet, yerine ne getireceginizi, kimsenin itiraz etmeyecegi, herkesin kabul edecegi, suistimal edilemeyecek yeni bir sistemi tarif etmek..

    Isin acikli tarafi, biz bu tur utopyalarin cok kisa zaman icinde –ikame etmek icin yola ciktiklari sistemden– daha beter olduklarini o kadar cok gorduk ki (bkz, ornegin, http://www.gunzileli.com/2016/02/16/siginamayanlar-bazen-bir-kitaba-siginabilir/ ), baskalarini bilmem, ama –benim gibilerin baktigi yerden– birer tehlikeli macera olarak gorulmeleri yadirganmamalidir.

    Bir de, surekli yazip durdugunuz, beyaz ya-la-ka mevzuu da aslinda fazlasiyla baydi..

    Yedigi onunde, yemedigi arkasinda, sahip olmayanlarin neler vermeyecegi bir suru imtiyazi olan bir sosyla katmanin mensubusunuz; fakat, yine de (Mart kedisi misali), bitmez tukenmez sikayetlerinizle bizi bizar ediyorsunuz.

    Big f***ing deal!

    Sizi kimse orada silah zoruyla tutmuyor. Istifa etmenizi, terkedip proleter/lumpen/yoksul saflarina gecmenizi engelleyen de yok.

  57. Sayın (Necip) 51'e

    Sayın “Necip” 51,

    Siz de; sayın “ogürsel”den ve (bir nebze sayın “pipsqueak”den) farksızsınız!

    Kusura bakmayınız; YAZDIKLARINIZ, HEP AYNI TERANE! SİZİN GİBİLERLE ÇOK KARŞILAŞTIK!

    İSTANBUL & MASLAK’TAKİ PLAZALARDA, YÖNETİM KURULU TOPLANTI ODALARINA, “NEURO-LINGUISTIC PROGRAMMING (NLP)!” SAÇMALIĞI ÜZERİNE EĞİTİM VERMEYE GELEN GURULAR VARDIR! BUNLAR, AYNI SİZİN YAPTIĞINIZ GİBİ; “İNSAN DOĞASININ YANSIMASI! İNSAN DOĞASININ YANSIMASI! İNSAN DOĞASININ YANSIMASI! İNSAN DOĞASININ YANSIMASI!…” DİYE TEKRAR EDER DURURLAR! DEVE GİBİ GEVİŞ GETİRİRLER! 1,5 SAATLİK EĞİTİM SONUNDA 2.000 TL’Yİ CEBE İNDİRİP; DİĞER PLAZALARA SEYAHATE ÇIKARLAR!

    SİZİN GİBİLERİN FERİŞTAHINI BİLİYORUZ SAYIN “NECİP”!
    BİZLERE, YANİ “BEYAZ YA-la-KA”LARA; MAVAL OKUMAYINIZ!

    İlk önce “‘kendinizi eleştirecek’ cesareti bulunuz!” diye ikaz ettik ama, bu, pek yüklü bir sabır, pek yüklü dirayet gerektirdiğinden; yanaşmadınız, yanaşamazsınız!

    Bir kez daha dikkat ederseniz; yukarıda “44” numaralı metnimizde şunu yazmıştık: {{{ Eğer lokma da, hırka da yoksa; yaşayamazsınız! Açlığın insana neler yaptırabileceğini düşünmek bile istemezsiniz sayın “Necip”! Anlaşılan o ki; şahsınızın “fıtrat”ı o kadar konforlu ki, konforunuzun bozulmaması için bu sayfada bile eğlenmeye devam ediyorsunuz!

    “Kapitalizme karşı kımıldamaya niyetlenmeyecek kadar fıtratınız konforlu!”

    Kerhanede çalışmaya “mecbur bırakılarak!” para kazanan insanların fıtratı ile şahsınızın fıtratı aynı değil!

    Bizler mi?! Defalarca yazdık; patron kıçı yalamak için yetiştirilen “Beyaz Ya-LA-ka”larız! Ve bundan nefret ediyoruz! “Üzerimize biçilen fıtratı!” söküp atmak için; kapitalizme karşı mücadeleye sizleri de çağırıyoruz! }}}

    Ve:

    “Seçmece” yapmak hususunda ne kadar maharetli olduğunuz da aşikâr!

    === 1 ===

    [Hepsi iyi hos da, asil meseleyi, ‘kapitalizm’in ve ‘sirketokrasi’nin birer ozne olmadigini, insan dogasinin bir yansimasi oldugunu iskaliyorsunuz.]

    Yukarıda cevapladık; işinize gelmedi:

    {{{
    Tarihin akışı içinde kapitalizmin yaşadığı temel kırılma noktalarından biri (ve “bugün yaşamakta olduğumuz kapitalizm”in temeli); Adam Smith’in “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” isimli eserinin yayınlandığı 1776 senesidir.

    Smith şöyle der:

    [İngilizce]
    “Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.”

    [Türkçe]
    “Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.”

    [“Milletlerin Zenginliği”, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren “Haldun Derin”, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltsiz/88701.html ]

    Yukarıda, kitabının en önemli pasajlarından birini hatırlattığımız Smith ile “Thomas Hobbes” uyuşuyor.

    Hobbes şöyle der: “İnsan, doğası gereği kötücüldür. Hayatta, insan namına, neler yapılacaksa; bu zemin üzerinde yapılmalıdır. En nihayetinde; insan insanın kurdudur.”

    Hobbes’a cevabımız net: {{{ Hayır! İnsan insanın kurdu değildir! Bu, senin dayatmandır Hobbes! Kendi kafanın içinde kurduğun “fıtrat”ındır! “Kaçış yok!” ifaden ile yalan atıyor olmandır! }}}

    Yukarıda Smith’den ve Hobbes’dan aktardığımız ifadelerden sonra, bunlara “doğru” cevabı veren şahıs Jean-Jacques Rousseau’dur:

    {{{ “İnsan” tekildir, parçalanamaz!
    Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir.
    “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır.
    İnsan; ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!
    Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”! }}}

    “Greed” insanın doğasında vardır, bu tespit doğru.

    “Kapitalizm”, “greed”den beslendiği için, sadece kendi “greed”imizi kontrol altına almamız yetmez; “kapitalizm”i ortadan kaldırmalıyız!
    }}}

    === 2 ===

    [Marifet, yerine ne getireceginizi, kimsenin itiraz etmeyecegi, herkesin kabul edecegi, suistimal edilemeyecek yeni bir sistemi tarif etmek..]

    Yukarıda cevapladık; işinize gelmedi:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    “50” numaralı metnimizde hatırlattığımız {{{ “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?! }}} başlıklı metin!

    Eğer siz [kimsenin itiraz etmeyecegi, herkesin kabul edecegi, suistimal edilemeyecek yeni bir sistem] hayali kuruyorsanız; imkânsız!

    “Ortak iyi için” çaba gösterilir! “Çoğunluk” diktası veya “azınlık” diktası için değil!
    “Çoğulculuk”un ne demek olduğunu inatla unutuyoruz!
    “Açgözlülüğümüzü” kontrol altına alabilmek kendi ellerimizde!
    İlk adım ne: Kapitalizmi ortadan kaldırmak!

    Uçak düşerse, siz de ölürsünüz sayın “Necip”! Ekmeğe kaç para ödediğinizin, hangi “class”ta ve hangi “fıtrat”ta olduğunuzun önemi yok!

  58. “Eğer siz [kimsenin itiraz etmeyecegi, herkesin kabul edecegi, suistimal edilemeyecek yeni bir sistem] hayali kuruyorsanız; imkânsız!”

    Ben oyle bir hayal kurmuyorum; imkansiz oldugunun farkindayim.

    Fakat, sizin anlaMAmakta israr ettiginiz cok onemli bir nokta var:

    Madem ‘kimsenin itiraz etmeyecegi, herkesin kabul edecegi, suistimal edilemeyecek yeni bir sistem’ imkansiz, o zaman –sizin kotu ruh ilan ettiginiz ve adina da kapitalizm dediginiz–, eldeki mevcudu

    1) ne ile ikame edeceksiniz?

    2) sirf sizin pasa gonlunuz istedi diye niye degistirelim?

    Bunlara cevabiniz yok fakat sadece sikayet yazip duruyorsunuz…

    Buyuyun artik.

    Ve, lutfen biteviye Zeitgeist linkleri (ve bir suru ivir zivir kitap/lakirdi linki) verip durmayin.

    Onlarin cogunu okudum/izledim [zannettiginiz kadar hikmet icermiyorlar]; ayrica, okumamis/izlememis olsam da –sirf siz bir bahiste ismini/linkini gecirttiniz diye– oturup saatlerimi ayiracak degilim.

    Meraminizi linklere anlattirmak yerine kendi kelimelerinizi kullanmanizi tercih ederim. [Bu, aksini kaale almiyorum demektir, ayni zamanda.]

    “İlk adım ne: Kapitalizmi ortadan kaldırmak!”

    Ben, bu tur, vahiy kokan onermeleri cok da ciddiye alamiyorum malesef.

    Yerine ne gelecegini ogrenmeden/incelemeden, tavadan atese atlamak maceranizi/hevesinizi paylasamadigim icin uzgunum.

    “Uçak düşerse, siz de ölürsünüz”

    1) Elle gelen dugun bayram.

    2) Sizin daha iyi bir pilot ya da ucak ureticisi oldugunuza dair elimizde ne tur bir sicil var?

    Hic.

    Bu durumda, benim size onerebilecegim en iyi cozum sudur: Boyle ahir zaman peygamberliklerine kalkismak yerine, keep yor day job –daha az husran yasarsiniz.

  59. “Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.”
    **
    Bu paragrafta “hikmet” arayanın aklına şaşayım. Kitaplardan başını kaldırmayan, değişen, farklılaşan hayatı göremeyen skolastik zihin, bu değersizleşmiş fikirlerle aylardır yazdığı çuval, çuval yazıları da önemsizleştirdi…
    Nüfus artış hızının en çok hangi ülkelerde, hangi kesimlerde olduğuna bir zahmet bakıverin..

  60. Bu açıklama akıllıca mı; düşmanının tam da aradığı, istediği malzemeyi ona vermek… Tipik bir terörist yöntemi sahiplenmek..
    Önce Ceylanpınar’ı sahiplenir gibi..
    Memlekette görünür olarak Demirtaş’dan daha başka akıllı-zeki bir muhalefet var mı?
    ***
    PKK’den Ankara’daki saldırıya ilişkin açıklama geldi. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, “Ankara’da militarizmin merkezinde yapılan eylem de halkımıza karşı yürütülen insanlık dışı vahşi soykırımcı katliamlara karşı misilleme eylemi olabilir. Bu eylemi kimler yapmıştır bilemiyoruz. Ama daha önce Kürdistan’daki katliamlara misilleme olarak bu tür tepki eylemleri yapanların olduğunu biliyoruz” dedi.

    Bayık, “Eğer AKP hükümeti bu politikalardan vazgeçmezse tabii ki Türkiye de savaş alanı haline gelir. Köyleri yakılıp yıkılarak Türkiye metropollerine sürülen Kürtlerin şimdi Kürt şehirlerinin ve kasabalarının yakılıp yıkılması karşısında sessiz kalmasını kimse bekleyemez” tehdidinde bulundu.

  61. Devlet teröründen başka terör yoktur.
    Devlet dışındakilerin yaptıkları şiddettir, cinayettir, katliamdır, zulümdür, kötülüktür ama terör değildir.
    Terör kavramı devlet terörünü aklamak isteyen devletçi ideolojinin icadıdır.

  62. Sayın (Necip) 54'e

    Sayın “Necip” 54,

    [sirf sizin pasa gonlunuz istedi diye niye degistirelim?]

    Gözleriniz görmüyor, kulaklarınız duymuyor, aklınız algılamıyor mu?!

    Ortada [bizim pasa gonlumuzun isteyip / istemedigi] ile ilgili “narsist!” bir işaret yok iken; siz, görmek istemediğiniz, duymak istemediğiniz, algılamak istemediğiniz için; geviş getirmeye devam ediyorsunuz!

    ARTIK 19. YÜZYILDA DEĞİLİZ; 2016’DAYIZ!
    WAKE UP AND SMELL THE COFFEE!

    “Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”i,
    “Şirketokrasi”yi,
    “Kapitalizmin 2016 hâli”ni öğrenmeye niyetlenirseniz geviş getirmezsiniz! Ama öğrenmek istemiyorsunuz; çünkü işinize gelmiyor!

    Artvin’den Ankara “OSTİM”e kadar,
    Ağrı’dan Bursa’ya kadar,
    Antep’ten Çorlu’daki “Avrupa Serbest Bölgesi”ne kadar,
    Sivas’tan Çerkezköy’e kadar,
    İskenderun limanından İzmir’e kadar;
    Bu ülkedeki bütün “organize sanayi bölgelerinde” yapmadığımız saha araştırması kalmadı!

    Hâlâ bu saha araştırmalarına devam ediyoruz!

    Çünkü; Maslak’taki plazalarda, kıçlarını yalamaya mecbur bırakıldığımız uluslararası C.E.O.’ların (patronların!) yeni yatırım (sömürü!) plânlarının altyapısını oluşturmak ve “plazalara taze kanlar devşirmek için!” bu saha araştırmalarını yapmaya mecbur bırakılıyoruz!

    Sadece AKP’nin hüküm sürdüğü “devlet” mekanizmasından bahsetmiyoruz; “şirketokrasi” hastalığının nasıl bir kuluçka merkezi gibi kullanıldığını da sizlere işaret etmek için çırpınıyoruz!

    Sizlere TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON başta olmak üzere; “şirketokrasi”nin hükümranlığını pekiştirmek için nasıl karteller kurduğunu boşuna anlatmıyoruz!

    İşçinin emekçinin bayramı dedikleri, o meşhur “1 Mayıs!”larda; TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor?! diye boşuna sormuyoruz!

    Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz!

    Bu araştırmalarımıza ek olarak; “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarının birer neferi olmak için bebekliğimizden itibaren “submissive schooling” sultasından geçtik! “Şirket” denen yerlerde “istihdam” edilmek için beynimiz yıllarca programlandı!

    Yıllardır Maslak’taki plazalarda (her gün!) görüşmeler yaptığımız “gençlik myth”leriyle şu sonuca ulaştık:
    Eğer, en azından, Adam Smith’in sistemleştirdiği-kavramlaştırdığı, bir tür “motor” hâline getirdiği kapitalizmin, bu “gençlik myth”inin beynine ne zaman ve nerelerde zerk edildiğini keşfedemezsek; sarhoş kavgası içinde enerjimizi boş yere harcamış oluruz sayın “Necip”!

    İşte bu kısır döngüde boğulmamak için saha araştırmalarımızı yaptığımız esnada, ve Maslak’taki plazalara gelen çeşitli yaştaki ve eğitim seviyesindeki kişilerle görüşürken, başlangıcın yoğunlaştığı (start line) yerlerin; “eğitim merkezleri” olduğunu, özellikle de “üniversiteler” olduğunu gözlemledik.

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor! Yani bu öğrencilerin hepsine “Beyaz Ya-LA-ka olmak için eğitim görün!” deniyor! (Yani sizin yumurtladığınız ifadenin aynısı sayın “Necip”: [keep your day job]!)

    Bu sadece “buzdağının görünen kısmı”!

    “Meslek Yüksek Okulları”nda, “Teknik Liseler”de, “Endüstri Meslek Liseleri”nde ve “Klasik Liseler”de yaptığımız saha araştırmalarının raporlarını da size aktarsak; kafanızı dağlara taşlara vurursunuz!

    28 Mayıs 2013 – 15 Haziran 2013 arasında; “Divan Oteli’ne karşı!” yaptığımız protestodan haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    12 Mayıs 2015 – 29 Mayıs 2015 arasında; Eskişehir’deki Arçelik tesislerine Ali Koç’un giremedeğinden haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    İstanbul/Beşiktaş/Büyükdere caddesinde “Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.” merkez binasında fokur fokur kaynayan “Beyaz Ya-LA-ka”lardan haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    Antalya, İzmir, Bursa, Kocaeli, Tekirdağ’daki FORD-Otosan, TOFAŞ-Fiat, Renault, BOSCH-Rexroth, B-S-H, Arçelik başta olmak üzere binlerce “şirketokrasi”de; kapitalizme karşı mücadele ederken kaç yoldaşımızın kalp krizi ile “öldürüldüğünden” haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı; kirâya verir, yüksek kâr marjıyla satmaya çalışır, veya hızarla kestirerek fiyakalı ahşap bir gemi inşa ettirip Rahmi Koç Müzesi’nde sergiler, veya odun olarak yakar sayın “Necip”!

    İstanbul/Nakkaştepe’de fokur fokur kaynayan “Beyaz Ya-LA-ka”lardan haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    Yukarıda, “46” numaralı metnimizde “Foxconn”da yaşanan “cinayetleri” hatırlattık; [bizim pasa gonlumuzun isteyip / istemedigi] tespitini yumurtladınız!

    Yukarıda, “28” numaralı metnimizde “SOMA cinayeti!”ni hatırlattık; [insan dogasinin bir yansimasi!] diye diye geviş getirdiniz!

    “Volkswagen” isimli şirketokrasinin “emisyon mekanizmasında on yıllardır sahtekârlık yaptığını!” size ve sizin gibilere hatırlatsak; [insan dogasinin bir yansimasi!] diye diye geviş getirirsiniz!

    “Cargill” ve “Monsanto” adlı iki dev şirketokrasinin; Latin Amerika ülkelerinin tamamını yok ettiğini, ABD’nin güney eyaletlerindeki çifçtileri de yutmak üzere olduğunu size ve sizin gibilere hatırlatsak; [insan dogasinin bir yansimasi!] diye diye geviş getirirsiniz!

    Kapitalizm, (kendi ismiyle bile!) “KAPİTALİZM MATRUŞKALARI!” üretip herkese kakalar sayın “Necip”!

    [Sizin daha iyi bir pilot ya da ucak ureticisi oldugunuza dair elimizde ne tur bir sicil var?]

    [Pilot] olmak gibi bir “desire!”a ve “greed!”e sahip değiliz!

    Uçağı; bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar TEK BAŞINA ÜRETECEK KADAR NARSİST DEĞİLİZ!

    Uçağı; her beraber üreteceğiz; siz DE dahil!

    === DANANIN KUYRUĞUNUN KOPTUĞU YER! ===

    [ne ile ikame edeceksiniz?]

    Size yukarıda yazdık; {{{ İlk önce “‘kendinizi eleştirecek’ cesareti bulunuz!” diye ikaz ettik ama, bu, pek yüklü bir sabır, pek yüklü dirayet gerektirdiğinden; yanaşmadınız, yanaşamazsınız! }}}

    [Onlarin cogunu okudum/izledim [zannettiginiz kadar hikmet icermiyorlar]

    1. “The Zeitgeist Movement”ın çözüm önerilerini okuduğunuza, izlediğinize dair bir tek emare yok! İspatlayınız!

    2. “The Zeitgeist Movement”ın; “hikmet dağıtıcısı profesörlük!”, “ahir zaman peygamberliği!”, “ergen heyecanı!” ile uzak yakın ilişkisi yok! Çözüm önerilerinden haberiniz olmadığı için, daha da acısı “fıtratınız müsaade etmediği için!”; dünyayı ıslah etmek derdine düştüğümüzü zannediyorsunuz!

    “Kapitalizm hastalığına karşı mücadele etmek” ile “dünyayı ıslah etmek” birbirine karıştırılmaya hâlâ ama hâlâ devam ediliyor!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  63. Sayın (ogürsel) 55'e

    Sayın “ogürsel” 55,

    Adam Smith’in “A”sından haberiniz yok, gelmişsiniz burada maval okuyorsunuz!

    Siz ilk önce “kapitalizmi öksürmeyi hatırlayınız!” sayın “ogürsel”!

    [Bu paragrafta “hikmet” arayanın aklına şaşayım.] diye yazmışsınız!

    {{{
    “Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.”
    }}}

    Tırnak içinde aktarılan ifadenin geçtiği METNİN BÜTÜNÜNÜ OKUMAZSANIZ; KİM [HİKMET] ARIYOR, KİM [HİKMET] ARAMIYOR; DAHA ÇOK ŞAŞARSINIZ! (Not: “49” numaralı METNİN BÜTÜNÜNÜ okumaya gayret ederseniz; tecrübe kazanırsınız sayın “ogürsel”! “Cımbızla seçmece!” yaparak anca kendinizi kandırırsınız!)

    Adam Smith 1790’da öldü; haberiniz vardır herhâlde sayın “ogürsel”!

    Ömrünüzün kalan vaktinde, Vietnam, Kamboçya, Endonezya veya Bangladeş’e turistik seyahate çıkabilirseniz; oradaki “tekstil atölyeleri”ni ve “ayakkabı imâlathaneleri”ni de (zahmet olmazsa!) ziyaret ediniz! “YÜZBİNLERCE ‘ÇOCUK!’ KEMİKLERİNDE İLİK KALMAYANA KADAR NASIL SÖMÜRÜLÜYOR; AKLINIZLA ŞAHİT OLUNUZ!” Sonra, belki, “Beyaz Ya-LA-ka”ların ikazlarına hak verirsiniz sayın “ogürsel”!

    Eğer Vietnam, Kamboçya, Endonezya veya Bangladeş’e gidemezseniz; Isparta, Karaman, Uşak ve İstanbul/Fatih’teki “Kumkapı”ya uğrayabilirsiniz! Oradaki K.O.B.İ.’lerde kaç yüzbin “çocuğun!” merdiven altında “kaçak sömürüldüğünü!” kendi aklınızla görünce; kafanızı dağlara taşlara vurmayınız!

    Adam Smith isimli “zehirli insan!”ın [o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar] sözünün bugüne nasıl yayıldığını anlayamayacak kadar kapitalizmi öksürmeyi unutmuşsunuz!

    Vah ki ne vah!

  64. “1. ‘The Zeitgeist Movement’ın çözüm önerilerini okuduğunuza, izlediğinize dair bir tek emare yok! İspatlayınız!”

    Boyle emir kipiyle –unlemler filanlarla– hitaplarda bulunmak sizin haddinizi asar; ama, sohbetin genel cercevesi icinde bunu bir istirham sayarak, bir iki kelime soyleyeyim:

    Ben, ABD’nin ici kof liderler cikarmak ve bunlari da baskalarina pek de guzel pazarlamak yetenegine hep hayran kalmisimdir. Holywood artizinden –ya da, disi zenci, ici beyaz birisinden– devlet baskanlari cikarabilmek bunlara guzel orneklerdir.

    Bir digeri de, reklamci –ve kenardaki bir miktar parasiyla Wall Street’te minnacik bir oyuncu– olan birisini (Peter Joseph’i) sosyal br hareketin lideri olarak pazarlamak da sayilabilir.

    Bir baskasi, bu bakimdan cok daha kidemli, aslen computational linguist –yani, bir tur ‘geek’– olan, solumsu yavelerinden dolayi bastaci edilen; ama, ne hikmetse kendi ulkesindeki temel carpikliklara kiyisindan kosesinden deginmeyen –baska bir deyisle, bir ‘tenure’ ugruna onemli ne varsa gozrmezden gelen– Chompsky’dir.

    Bu ornekler alabildigince artirilabilir; ama konunun ozeti sudur: Bu taifeye kendinizi cok kaptirisaniz, sonunda elde edebileceginiz en buyuk basari, bir baskasinin cevirdigi film (ya da firildak) icinde kucucuk bir rol almak olabilir.

    Bana, Turkiye’nin orasinda burasinda ‘fokurdayan’ beyaz ya-la-kalardan haber vermeniz hos da, benim bu konuyu ciddiye almam icin benzeri (ve daha guclu) hareketlerin, kapitalizmin agababasi olan ulkelerde (mesela, US, UK, DE, FR vs) gelisen orneklerinden bahsetmenizi beklerdim.

    Eger bu ornekler ortada yoksa, ki yok; sizin bahsettiginiz hareketliligi

    a) klasik sistem-ici (potansiyel rakibi zayiflatmak amacli) bir faaliyet olarak goruyorum;

    b) ciddiye alamiyorum.

    Ote yandan, sergilediginiz heyecani da bir tur giptayla takip ettigimi soylemem lazim: Derdinin (cozmek istedigi problemin) tam olarak ne oldugunun farkinda olmasa da, “bir seyler yapmak lazim” nidalari ile sokaklara dusen onceki nesillerin tipik bir mirascisini gormek hem hos hem de hazin..

    Hos, cunku –zaten gerceklesecek olan– bir seylerin “gerceklesmesi icin ben de katkida bulundum” demek isteyenler hala daha var.

    Hazin, cunku surecin ihtiyac duydugu yakit olmaktan oteye gecemeyecek birileri hala daha var.

    Baska bir deyisle, gecmis yanlislardan ders almak konusunda hala daha yaniyiz: Evrim, bu baglamda, pek de bekleneni vermis sayilmaz.

    Neyse.

    ‘Star Trek Economics’ yolunda verdiginiz mucadele, yani gazaniz, mubarek ola.

  65. Sayın (Necip) 60'a

    Sayın “Necip” 60,

    [Boyle emir kipiyle –unlemler filanlarla– hitaplarda bulunmak sizin haddinizi asar]

    Haddinizi bilinİZ!

    Sizle (ve bu sitedeki herkesle) sürdürdüğümüz görüşme(ler)de; “birinci” ve “ikinci” çoğul şahıs eki kullanmayı tercih ediyoruz.

    {{{ 1. ‘The Zeitgeist Movement’ın çözüm önerilerini okuduğunuza, izlediğinize dair bir tek emare yok! İspatlayınız! }}} ifademizde eğer “emir kipi” kullanmak isteseydik “ispatla” ve/veya “ispatlayın” diye yazardık! “Grammar polisliğinizi!” başka parklarda oynayınız!

    “Peter Joseph” hiçbir zaman “reklamcı değilim!” demedi!

    Poponuz üzerine otura otura donuklaşmaya başlamışsınız, beyninizi kımıldatınız, şu an bulunduğunuz mekândaki en yakın pencereyi açınız, “pis” veya “temiz” havayı ciğerlerinize çekiniz ve kendinize geliniz! “Peter Joseph”in kim olduğunu gayet iyi biliyoruz ve hâttâ bizzat USA’daki ve Europe’daki TZM konferanslarına veri analisti olarak destek sağlamaya devam eden kişileriz. “Kim reklamcı? / kim reklamcı değil?” sorusuna yönelik; konu ve şahıs hakkında en ufak bilgi kırıntısına sahip olmadan işkembenizden sallıyorsunuz! Herşeyi “google”da sorgulatıp öğrenemezsiniz sayın “Necip”!

    Chomsky hakkında yaptığınız tespitte kısmi haklısınız. Şunu da hatırlayınız; John Steinbeck, edebiyatın altın sütunlarından biri kabul edilir dünya genelinde. Fakat gelin görün ki, “Gazap Üzümleri” gibi muhteşem bir eseri yaratmış bu beyin, hayatının son deminde, “Vietnam Savaşı”nı (üstünü tül örtüyle örterek!) desteklemekle yetinmedi; gitti bir de “savaş alanında röportajlar” yaptı! Chomsky; 1980’lerin ikinci yarısından günümüze (ne yazık ki!) “muhalif, parası bol ama reytingi az televizyon kanalları & radyo istasyonlarında, akademik entelijansiyanın konu mankeni!” hâline dönüştü, dönüştürüldü! Yazdığı onlarca kitap arasında en ufuk açıcı olanlardan biri (E.S.Herman’la birlikte kaleme aldığı) “Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media”dır. Bugün, adeta, yazdığı kitapta işaret ettiği tehlikelerin içine bizzat kendisi düşüyorumuş gibi bir “fıtrat!”ı var Chomsky’nin! Gerçi bu yaştan sonra (bunun farkında olsa bile!) bu tuzağa düşmüşlüğünden kurtulmayı pek de istemez! Chomsky hakkında hatalı olduğunuz nokta şurası; (yok yere uzatmamak adına şu örnek yeterli) “ABD devlet makinesi”nin Latin Amerika ülkelerine yaptığı emperyalist (siyasi, iktisadi, sosyolojik, ekolojik vb.) darbelerin, İspanyol (ve Portekiz) kolonyalizmi ile aynı seviyede etki ettiğini ısrarla söyledi, hâlâ söyler! (Artık aramızda olmayan!) Eduardo Galeno ile kaç defa kafa kafaya verip, [‘tenure’ uğruna görmezden gelMEyip], “ABD devlet makinesi”ni ve “ABD şirketokrasi”sini yerden yere (hâlâ!) vurduğunu unuttuysanız, hatırlayınız! Bunun gibi yüzlerce örneği yazabiliriz fakat konuyu yok yere uzatmayalım.

    [benim bu konuyu ciddiye almam icin benzeri (ve daha guclu) hareketlerin, kapitalizmin agababasi olan ulkelerde (mesela, US, UK, DE, FR vs) gelisen orneklerinden bahsetmenizi beklerdim.]

    Yok mu?! Ah sayın “Necip” ah! Şu beyninizi kımıldatınız biraz sayın “Necip”!

    “The Occupy Wall Street”,
    “The Umbrella Movement”,
    “Black Lives Matter”,
    Glenn Greenwald & “The Intercept”,
    DiEM25,
    Laura Poitras & “Citizenfour”… daha yazalım mı?! Bütün bunlardan haberiniz yoksa biz ne yapalım!

    [Derdinin (cozmek istedigi problemin) tam olarak ne oldugunun farkinda olmasa da, “bir seyler yapmak lazim” nidalari ile sokaklara dusen onceki nesillerin tipik bir mirascisini gormek hem hos hem de hazin..]

    Siz ve sizin gibiler “bir şeyler!” yapamamışsınız, şimdi buraya gelmiş, işaret parmağınızı sallaya sallaya “sizler de bir şeyler yapayamacaksınız!” diye geviş getiriyorsunuz! Sayın “Necip”; Maslak’taki plazalara, bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara, sizin gibi “guru”lar çok gelir! “Aman ha! Sesinizi soluğunuzu çıkarmayın ha! Bakın, biz ‘gık mık’ der gibi olduk, üzerimizden silindirle geçtiler ha! Bütün bunları insan doğasının birer yansımasıdır ha! Patronlarınız, C.E.O.’larınız ne diyorsa onları yapın; tamam mı?!”

    27 Mayıs 1960’ın üzerinden 56 yıl geçti, 12 Mart 1971’in üzerinen 45 yıl geçti, 12 Eylül 1980’in üzerinden 36 yıl geçti sayın “Necip”! Köstek olacağınıza destek olunuz! Siz hâlâ “Türk Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimci Öncüleri – Türk Devriminin Acil Sorunları”nı (Acilciler!) bugün bile var sanıyorsanız; yandı gülüm keten helva!

    “You’re afraid; arınç you?!”

    Sizin gibileri 10 ile çarpıp 20’ye bölen George Orwell demiş diyeceğini zamanında, ama bu ikazla yüzleşecek cesaret nerede sizde ve sizin gibilerde: “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    Her ne kadar kendisine “sufi” diye diye seccade üzerinde uçursalar da, sıradan bir tekke şeyhi olan “Ahmed Amiş Efendi” şöyle der: “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur!”

    [cunku –zaten gerceklesecek olan– bir seylerin “gerceklesmesi icin ben de katkida bulundum” demek isteyenler hala daha var.] ifadenizle ne demek istediğinizi alegori yapmadan, detaylı izah eder misiniz?

  66. “‘Peter Joseph’ hiçbir zaman ‘reklamcı değilim!’ demedi!”

    Ben “dedi” mi dedim?

    “‘Peter Joseph’in kim olduğunu gayet iyi biliyoruz ve hâttâ bizzat USA’daki ve Europe’daki TZM konferanslarına veri analisti olarak destek sağlamaya devam eden kişileriz.”

    Hah, sunu soyle soyleseydiniz ya –beni bunca yormaniza gerek kalmazdi.

    CIA, sadece TSK, sermaye, cemaatler, sendikalar, sol orgutler vs ile is tutmayacakti tabii ki.. beyaz yakalilari ihmal etmesini bekleyemezdik, yani.

    Gereginde kullanmak uzere, sistem-ici ‘rakibi zayiflatmak’ ya da ‘boyun egdirmek’ icin turlu cesitli unsurlari hazirda tutmak istemelerini hic bir sekilde yadirgamiyorum.

    Veri analisti olarak katkida bulunuyor olmaniz, ulkemiz adina iftihar verici bir faaliyet –“bir omur CIA’ye calisir da farkinda bile olmayabilirsiniz’ vecizesi herhalde bu kadar anlamli olabilirdi. [George Orwell’den alintilarinizda da bunu hatirlamanizda fayda var.]

    “‘The Occupy Wall Street’, ‘The Umbrella Movement’, ‘Black Lives Matter’, Glenn Greenwald & ‘The Intercept’, DiEM25, Laura Poitras & ‘Citizenfour’… daha yazalım mı?! Bütün bunlardan haberiniz yoksa biz ne yapalım!”

    Bunlardan haberim var.. var, var olmasina da, bu tur ‘annelerini seven cocuklar dernegi’ turunden olusumlar –olsa olsa– belli kitlelerin havasini almak icin vardirlar.

    Hicbiri ABD’deki sistemi temelden sorgulamak amaci gutmedigi gibi, guya bir aktivite yapacaklar onu da yuzlerine gozlerine bulastirip basarisiz kilarak igfal ediyorlar –IOW, playing right into the hands of the Establishment.

    O yuzden ciddiye almiyorum.

    Ayni nefeste: Beyaz yakalilarin mizmizlanmalarini da, sikayetlerini de ciddiye almiyorum.

    Arkalarinda Turkiye ekonomisi ile ilgili planlari olan cok daha buyuk/guclu bir yapi olmaksizin hicbir ureme uzvuna surulebilecek bir etkileri olmaz; olursa da, bu, daha yukaridaki pazarliklarin bir parcasi olarak kendilerine saglanmis (fakat, kendilerinden menkul sanacaklari) gecici bir durumdur.

    Sebebi de basittir: Kolemenler ordusundan komutan cikmaz, ciksa ciksa yaver/kahya/halayik filan cikar.

    Sizin israrla vurguladiginiz ‘patron kici yalamak uzere yetistirilmis’ olmak bu bakimdan isabetli bir tespittir ve suna isaret eder:

    Mesela, bambaska br baglamda da olsa, “milletin amina koyacagiz” demis olan Cengiz Grubu tukaka olsa da, cok daha ‘rafine’ (i.e. confirmed to conform to the global Establishment) olan Boyner’in emrinde (muteber bir emir komuta zincirinde, yani) tezgahlanacak olan bir kalkismada kullanilabilirler.

    Muhetmelen de oyle olacak –Gezi’de isaretlerini gorduk cunku.

    “‘Aman ha! Sesinizi soluğunuzu çıkarmayın ha! Bakın, biz ‘gık mık’ der gibi olduk, üzerimizden silindirle geçtiler ha! Bütün bunları insan doğasının birer yansımasıdır ha! Patronlarınız, C.E.O.’larınız ne diyorsa onları yapın; tamam mı?!'”

    Yok, beni baskalariyla karistiriyorsunuz; ben o salaklardan degilim.

    Yani, gerceklestirmek istedigi sanayilesme adimlarini atmamiza engel olan Bati ile degil de, mesela, Rusya ile isbirligi yapacakken, Turkiye’nin dis borcu neredeyse sifir iken, “Bagimsiz Turkiye” naralariyla sokaklara dokulen salaklardan bahsediyorum.

    Onlar da, tipki sizin su anda yapmaga calistiginiz uzere, baskalarinin (daha yukarilardaki platformlardaki) pazarliklarinda bir unsur olmaktan oteye bir sey degildiler.

    [En sonki ‘kalkisma’nin ardindan da Incirlik’i neredeyse tamamen devrettik; ama, olsun, “gosterdik onlara gunlerini”; degil mi?]

    “‘You’re afraid; arınç you?!'”

    Yes, I shudder at what stupidity can do.

    “[cunku –zaten gerceklesecek olan– bir seylerin ‘gerceklesmesi icin ben de katkida bulundum’ demek isteyenler hala daha var.] ifadenizle ne demek istediğinizi alegori yapmadan, detaylı izah eder misiniz?”

    ‘Detayli’ya vaktim/sabrim/takatim var mi, bilemem; ama, kisaca degineyim.

    Makinalasmak (trik tirak trik tirak, makinalasmak.. vs), isci sinifini vurdu. Sendikalar sunlar bunlar, bu surecle mucadele etmek, artan refahtan pay almak icin icin ortaya ciktilar. Makinalasmagi engelleyemediler tabii ki, ama birer tuketici olduklari da akilda tutularak, bazi haklar elde ettiler. [Oyel ya, onca uzucz corabi, ya da otomobil (Hz Ford’un topragi bol olsun) kime satacaktik ki?..]

    Ardindan, otomasyon geldi (CNC’ler filan). Bunlar da gri yakalilari vurdu. Daha az sayida olduklari icin cok fazla sesleri cikmadi; sendikal hareket icinde bir miktar tazmin edildiler ama esasen kimse umursamadi.

    Devaminda (bugun, ve yakin gelecekte) cok daha buyuk bir teknolojik kirilma/tsunami geliyor, cok daha ‘ubiquitous’ bir degisiklik: Sadece uretim sektorunu degil, daha da fazlasiyla hizmetler sektorunu vuracak..

    Agirlikli olarak da AI (artificial intelligence) uzerinden olacak bu.

    Mesela, IBM’in Watson Project’i (ki, neredeyse pazara surulebilecek noktaya gelmis durumdadir) tip/tebabet sektorunu derinden vuracak:

    Zaten birer ‘glorified technician’ olan doktorlarin onemli bir kismi islevsiz kalacak.

    AI’nin vuracagi sif bu degil tabii ki.. Hukuk(culuk) piyasasina neler yapacagini kestirmek hic kolay degil.

    Ayni sekilde, benzer meslekler, yani karakteristik olarak beyaz yakalilik olan meslekler AI sayesinde/yuzunden allak bullak olacak..

    Hepimizin bildigi/duydugu bir baskasi da, autonomus/driverles vehicles: Bu da, bir baska ve cok buyuk br kirilmaya yol acacak..

    Sofor/surucu dedigimiz taife iyot gibi acikta kalacak, ulasim/tasima (taksiler, kargoculuk vs dahil) sektorlerini hallac pamugu gibi atacak.

    Ote yandan, genel amacli olarak ‘nanoteknoloji’ ismiyle cagirabilcegimiz teknolojiler sayesinde, eldeki malzemeyi (hammaddeyi) cok daha verimli kullanmak sozkonusu olacak –son 200 senedir cikarilmis olan madenlerin hurdalarini kullanmak yetecek, madencilige cogu zaman gerek kalmayacak.

    Caglar boyunca hep savaslara yol acan enerji probleminin cozumunde de cok ilginc gelismeler oluyor.

    Solar paneller, ruzgar turbinleri veya yeni batarya (enerji depolama) teknolojilerinden bahsetmiyorum sadece..

    Toryum reaktorleri (vb teknolojiler ile) radyoaktivite korkusunun minimuma indirgendigi, fakat cok da ucuza enerji uretebilen cozumlerin yanisira, mesela Almanlarin daha gecenlerde devreye aldigi W7-X gibi fuzyon cozumlerinin eli kulaginda..

    Bunlar, petrol ve dogal gaz bagimliligini minimize edecek, bunlari cikarip satan ulkeleri de marjinallestirecek gelismeler.

    Petrole ve dogal gaza dayali sanayileri olan ulkelerde nelere yol acacagini, rekabetten ne kadar hizli duseceklerini tahmin etmek zor..

    Daha boyle bir suru sey var. Kimi yolda, kimi ise kulucka safhasinda..

    Butun bunlarin sonucunda ekonomilerin, toplumsal ve calisma hayatimizin nasil etkilenecegini kestirmek kolay degil; ama, eger artik fonksiyonu kalmayan insanlarin itlafina karar verilmeyecek ise, [ki buna (ya da aksine) karar vermek icin hayli calkantili bir surec yasnacagini soyleyebiliriz] sonuclandiginda

    1) Para ve materyal seyler gecerliligini kaybedecek –insanlarin hayatta kalmasi icin, lazim olan seyler onlar bir sekilde verilecek.

    2) Yukarida bahsedilen teknolojik atilimlari tezgahlayan ozel sektor (sermaye) bir anlamda devletlesmis olacak –klasik devlet yapilari cozulecek veya ortadan kalkacak. Bireyin hukmu, dolayisi ile, curmu kadar olacak –yani, pek olmayacak.

    Neyse.

    Zaten uzun oldu, ve atladigim dunya kadar detay var; ama, benim baktigim yerden “zaten gerceklesecek olan”lar bunlardir ve bir tur Yeniceri isyanina benzeyebilecek bir ‘beyaz yakalilar kalkismasi’, bu sonucun (“Ocak”in tardinin) daha kapsamli ve daha erken olmasina hizmet edecek…

    Yine de, gazaniz mubarek ola.

    Ilginc zamanlarda yasayacaksiniz –ben gorur muyum bilemem, o ayri.

  67. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 62'ye

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM ÜÇ (3) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 62,

    === 1 ===

    [“‘Peter Joseph’ hiçbir zaman ‘reklamcı değilim!’ demedi!”

    Ben “dedi” mi dedim?]

    “Beyninizde kurduklarınız” ile “parmaklarınızın yazdıkları” arasında uyumsuzluk mu var?!

    “60”da şunu yazan kimdi: [reklamci –ve kenardaki bir miktar parasiyla Wall Street’te minnacik bir oyuncu– olan birisini (Peter Joseph’i) sosyal br hareketin lideri olarak pazarlamak da sayilabilir.]

    === 2 ===

    [“‘Peter Joseph’in kim olduğunu gayet iyi biliyoruz ve hâttâ bizzat USA’daki ve Europe’daki TZM konferanslarına veri analisti olarak destek sağlamaya devam eden kişileriz.”

    Hah, sunu soyle soyleseydiniz ya –beni bunca yormaniza gerek kalmazdi.

    CIA, sadece TSK, sermaye, cemaatler, sendikalar, sol orgutler vs ile is tutmayacakti tabii ki.. beyaz yakalilari ihmal etmesini bekleyemezdik, yani.

    Gereginde kullanmak uzere, sistem-ici ‘rakibi zayiflatmak’ ya da ‘boyun egdirmek’ icin turlu cesitli unsurlari hazirda tutmak istemelerini hic bir sekilde yadirgamiyorum.

    Veri analisti olarak katkida bulunuyor olmaniz, ulkemiz adina iftihar verici bir faaliyet –”bir omur CIA’ye calisir da farkinda bile olmayabilirsiniz’ vecizesi herhalde bu kadar anlamli olabilirdi.]

    Kusura bakmayınız: “The Zeitgeist Movement”dan zerre haberiniz yok!

    Yalancısınız!

    Eğer aşağıdaki referansları inceleyecek dirayete sahip olsaydınız; en başta [CIA] ya karşı nasıl mücadele yürütüldüğünü görürdünüz! “Donald Trump”ın daha sofistike hâlisiniz sayın “Necip”!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    “50” numaralı metnimizde hatırlattığımız {{{ “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?! }}} başlıklı metin!

    === 3 ===

    [“‘The Occupy Wall Street’, ‘The Umbrella Movement’, ‘Black Lives Matter’, Glenn Greenwald & ‘The Intercept’, DiEM25, Laura Poitras & ‘Citizenfour’… daha yazalım mı?! Bütün bunlardan haberiniz yoksa biz ne yapalım!”

    Bunlardan haberim var.. var, var olmasina da]

    Yalan atıp atmadığınızı nereden bilelim?! Haberiniz varsa; ispatlayınız!

    İlk önce yukarıdaki mücadele yapılarının “ne olduğunu”, “nasıl teşkilatlandığını” ve “mücadelelerini nasıl yürüttüğünü” öğreniniz! Bunları öğrenmeden; [Hicbiri ABD’deki sistemi temelden sorgulamak amaci gutmedigi gibi, guya bir aktivite yapacaklar onu da yuzlerine gozlerine bulastirip basarisiz kilarak igfal ediyorlar –IOW, playing right into the hands of the Establishment.] gevişini getirmeyiniz!

    Haberinizin olmadığı nereden belli, şuradan: [Hicbiri ABD’deki sistemi…] diye başlamışsınız cümlenize! Siz, “cehennemin merkezi!”ni sadece ama sadece ABD’yle sınırlı tutmaya daha yolun başındayken teşne olduğunuzdan; ABD’deki de dahil olmak üzere, dünya genelindeki “The Establishment(s)”ın kökünün patlatılmaya hazırlanıldığı hakkında zerre bilgiye sahip değilsiniz!

    Üzülerek, bir kez daha soruyoruz: Yalan atıp atmadığınızı nereden bilelim?! Haberiniz varsa; ispatlayınız!

    === Tespitinizin kısmi haklılığı (4) ===

    [Arkalarinda Turkiye ekonomisi ile ilgili planlari olan cok daha buyuk/guclu bir yapi olmaksizin hicbir ureme uzvuna surulebilecek bir etkileri olmaz; olursa da, bu, daha yukaridaki pazarliklarin bir parcasi olarak kendilerine saglanmis (fakat, kendilerinden menkul sanacaklari) gecici bir durumdur.

    Sebebi de basittir: Kolemenler ordusundan komutan cikmaz, ciksa ciksa yaver/kahya/halayik filan cikar.

    Sizin israrla vurguladiginiz ‘patron kici yalamak uzere yetistirilmis’ olmak bu bakimdan isabetli bir tespittir ve suna isaret eder:

    Mesela, bambaska br baglamda da olsa, “milletin amina koyacagiz” demis olan Cengiz Grubu tukaka olsa da, cok daha ‘rafine’ (i.e. confirmed to conform to the global Establishment) olan Boyner’in emrinde (muteber bir emir komuta zincirinde, yani) tezgahlanacak olan bir kalkismada kullanilabilirler.]

    Yukarıda, “cehennemin merkezi!”ni nasıl sadece ama sadece ABD zannederek devasa bir yanılgı içindeyseniz, buna ek olarak “sadece Türkiye sınırları içinde yaşananlar arasında da sıkışıp kaldı iseniz!”; yandı gülüm keten helva! (Bu konudaki detayı, aşağıda; Metal sektöründeki yoldaşlarımızın yarattığı akımı okuyunca anlayacaksınız!)

    Sayın Gün Zileli’nin sitesinde DE yürüttüğümüz görüşmelerde; “Divan Oteli”ni “‘Gezici’lere” açan “Koç Holding”in, en nihayetinde, ülkenin en ensesi kalın “şirketokrasi”si olduğu, “devlet makinesi kadar!” kuvvetli olduğu, bu iki ana sebep sonucunda; “Koç Holding”in ağızlarımıza çaldığı balın glikoz değerinden etkilenip mutluluktan havalara uçmaMAmız gerektiğini, çünkü “Gezi”nin temelinin “kapitalizm karşıtlığı!” olduğu uyarısını yapmıştık!

    “Milletin a**ına koyacağız” diyen Cengiz Grubu’nun “Anadolu’nun bağrından kopmuş gelmiş bir işletme” olması ile,
    Boyner’in “ellerinde şampanya kadehi ile, yağlı ve bol makyajlı suratları ile ve hafif transparan kıyafetleri ile, İstanbul/Bebek sırtlarındaki bir kokteylde, basın mensuplarına gülücükler saçarak pozlar vermesi, kendilerini ‘Viyana Sosyetesi’nin Türkiye’deki temsilcileri zannetmesi” (şahsınızın hatırlattığı o kelime ‘rafine’!) arasında;
    “Paranın sadece rengi farklıdır ama işlevi aynıdır!” sonucuna ulaşıyoruz!

    Bildiğimiz şeyleri birbirimize anlatarak zaman kaybediyoruz sayın “Necip”! Bu arada; kapitalizm, daha vahşi katliamlar gerçekleştirmeye devam ediyor!

    Yanıldığınız hususa gelince:

    “Beyaz Ya-LA-ka”ların tuzağa düşürüldüğü ve bunun farkında olmadıkları; yönünde devasa bir önyargıya sahipsiniz!

    Size George Orwell’i boşuna hatırlatmadık: “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.” Orwell tam da sizi ve sizin gibileri haşlamış! Ama kızaracak yüz nerede?!

    “Express” dergi, sayı 136, “Gezi Direnişi” özel sayısı, Haziran-Temmuz 2013, sayfa 68 ve 69’da yayımlanan “Her yer Taksim, herkes Süpermen” başlıklı, “Plaza Eylem Platformu” ile yapılan röportajdan iki (2) bölüm:

    ( http://www.mediafire.com/download/l2rwvw1biw2vuj1/Express+136+-+Gezi+Ozel+Sayisi.pdf )

    (BÜYÜK HARFLERLE yazılan kısımlara dikkat ediniz sayın “Necip”!)

    SORU: İnsanların çalıştıkları kurumlara duydukları, ancak dışavuramadıkları öfkelerini; NTV’den çıkardığını söylemek ne kadar doğru olur?

    CEVAP: Elbette bunun da etkisi vardır. İnsanlar uzun süredir susuyor, ses çıkarmak lüks görülüyor. Akıldışı, insanlıkdışı çalışma şartlarına karşı herkes için bir nefes alma imkânı sundu bu direniş. Sanki hayattan mola aldık ve yaşadıklarımızı gözden geçiriyor gibiyiz. “Bunlar bir araya gelemez veya zor gelir!” denen bir kesimden bahsediyoruz.

    Ancak; “orta sınıf” için de durum hiç parlak değil. Beyaz yakalının içinde yaşadığı “rekabet ve performans gezegeni!”nde yaşamanın ödülü artık iyi bir maaş, iyi bir gelecek de değil. Birçok beyaz yakalının çalışmasının karşılığında alabildiği şey; güvencesizlik ve asgariye öykünen bir maaş.

    Örneğin: Direniş başlamadan bir hafta önce grubumuzda dolaşan mail’in konusu; son toplantıyı Maslak’ta yapmaktı. Biriken ve bizi bıçak üzerinde yürüten bu sürece müdahil olabilmek acil bir ihtiyaç hâline gelmişti. Bununla birlikte; bu kadar geniş katılımlı, meşru ve dayanışmacı bir eylemin nasıl hasıraltı edilebildiğini, haber alma hakkımızın nasıl engellendiğini görmek de insanları NTV’ye karşı protestolarda buluşturdu. NTV ya da Garanti Bankası’ndan demokrat bir tavır beklemiyorduk zaten. Ama NTV ve Garanti’nin beyaz yakalılar açısından sembolik bir anlamının olduğunu söylemek mümkün. Genellikle beyaz yakalıların tüketim evreninde yer alıyorlar. Dolayısıyla, tepkilerin mesela “habervaktim.com”a değil; bu şirketlere yönelmesi normal…

    Beyaz yakalılar şimdiye kadar karşılaşmadıkları bir şeyi öğrendiler; kolektif tavır aldıklarında sözlerinin ve eylemlerinin doğrudan ve güçlü bir karşılığı olduğunu farkettiler.

    “Okumuş” işçiler olarak, her ne kadar “mavi yakalı”lardan daha güçlüymüş gibi görünseler de; aslında oldukça kırılgan konumlarda, yoğun bir baskı ve denetim ortamı içinde çalışıyorlar. Sözüm ona; toplumsal statü, bu tarz psikolojik ezilmişliğin ve “konumunu kaybetme tehdidi”nin önüne geçemiyor. İronik olarak; bu direnişle birlikte, beyaz yakalılar ancak mütevazılıkla gerçek güçlerine ulaşabileceklerini farkettiler. Komşularıyla, esnafla, herkesle birlikte barikatlar kurdular, gaz yediler. Kararlılıkları sayesinde; ŞİRKET YÖNETİMLERİ, çalışanları üzerinde baskı uygulayamadıkları gibi, onların siyasî varlıklarını ve eylemlerini de tanımak, “ONLARDAN BİRİ” OLARAK GÖRÜNMEK ZORUNDA KALDILAR. (Not: “Koyun postuna bürünmüş kurt”un, yani o meşhur “the Establishment”ın nefesinin her daim ensemizde olduğunun farkındayız sayın “Necip”!)

    GARANTİ BANKASI CEO’SU “BEN DE ÇAPULCUYUM!” DEDİ MESELA. HER NE KADAR KONUŞMASININ EN ÇOK BU KISMI ÜZERİNDE DURULSA DA; TAMAMI BU DEĞİLDİ. “BU BANKAYI ÇALIŞANLAR YARATIYOR. ÇALIŞANLAR DA AKŞAM İŞ ÇIKIŞINA GEZİ PARKI’NA GİDİYOR” DEDİ CEO. ASLINDA BU; HERHANGİ BİR DİRENİŞİN İŞYERİNE SIÇRAMASINI, İŞYERİYLE İLGİLİ KONULARI DERT EDER HÂLE GELEBİLMESİNİ SAVUŞTURMANIN ÇOK İNCELİKLİ BİR YOLUDUR! (Bir kez daha; not: “Koyun postuna bürünmüş kurt”un, yani o meşhur “the Establishment”ın nefesinin her daim ensemizde olduğunun farkındayız sayın “Necip”!)

    SORU: (Taksim Gezi Parkı protestoları) Eylemde daha çok hangi pozisyonlardaki beyaz yakalılar vardı? Eylem geniş bir tabana yayılabildi mi? Yoksa uzak durup tepki gösterenler oldu mu? Neler yaşandı? Kulak verdiğiniz tanıklıklardan gözünüze çarpan şeyler neydi?

    CEVAP: Bir soruyla cevabımıza başlayalım: “Şu an içinde yaşadığımız durum bir hafta öncekinden ne kadar farklı?”

    “‘Gerçek’ diye yaşadığımız” bizi ne kadar sıkıştırmış!
    Özellikle zorla kategorileştirilen, kendisine “beyaz” renk fışkırtılan “beyaz yaka” diye tabir edilen kesim, protestolar esnasında:
    Bağırırken ürkek,
    Slogan atarken acemi,
    Tribünden devşirme sloganları geviş getirir gibi tekrarlayan,
    Kaldırım kenarında korkarak duran, ana protesto alanına, sokağın, caddenin, parkın tam ortasına girme hususunda tereddüt eden,
    İlk bağıranlardan olmayan,
    Hafif bir suçluluk duygusunun; daha dik duruşa dönüşmesi;
    İlk gözlemlediklerimiz bunlar!

    Pozisyon çeşitliliğine gelince; uzmandan-yöneticiye kadar değişiyor, ama görünür olanlar daha çok gençlerdi. On yıl ve daha az süredir iş hayatında olanlar gibiydiler.

    Her pozisyondan insanlar gelmişti, çünkü; doğrudan iş hayatı üzerinden örgütlenen eylemler değildi.

    Haykırışımızı ortaklaştıran ise: En azından “iş-dışı hayatta” kontrolü elden kaybetmeme talebimiz!

    İş hayatında:

    “Baskı mekanizmaları”,

    “Performans (efficiency and productivity) ölçümü”,

    İŞ YERİNDE “KAMERA”YLA TAKİP; ÖRNEĞİN TUVALETTE, LAVABODA, FOTOKOPİ MAKİNESİNİN BAŞINDA, KAHVE MAKİNESİNİN ÖNÜNDE NE KADAR SÜRE GEÇİRDİĞİMİZİN SANİYE SANİYE TAKİP EDİLMESİ VE ÖLÇÜLMESİ,

    “Sıkı iş takibi”,

    “İş-dışı hayatın bile gözetlenmesi”,

    “İşin; cep telefonu, internet, e-mail yoluyla tüm hayatımızı işgal etmesi ve bunun çok olağanmış gibi gösterilmesi”,

    (…)

    ve daha bir çok konu “İŞ-DIŞI HAYAT”IMIZIN ŞİRKETOKRASİ İÇİN NE KADAR ÖNEMLİ OLDUĞUNU SERGİLİYOR!

    (Bir kez daha; not: “Koyun postuna bürünmüş kurt”un, yani o meşhur “the Establishment”ın nefesinin her daim ensemizde olduğunun farkındayız sayın “Necip”!)

    Şu uyarıyı asla unutmayınız, “The Establishment”ın temelinin nasıl sarsıldığını aklınızdan bir saniye bile çıkarmayınız:

    Mayıs 2015’te; Çerkezköy, Kocaeli, Bursa, Eskişehir başta olmak üzere birçok ilde metal yoğun sektörlerde çalışan işçilerin eylemleri gerçekleşti.

    Bu eylemler, her ne kadar (1 haziran 2015 seçimlerinin gölgesinin de etkisi sebebiyle) gündeme gelmediyse de; şu zincirleme durum vuku buldu:

    Otomobil şirketlerinin (özellikle Kocaeli, Bursa ve Eskişehir fabrikalarındaki) üretimin Mayıs 2015’te bıçak gibi kesilmesi nedeniyle; izleyen saatlerde, Romanya’daki, İspanya’daki ve Fas’taki fabrikalarda da tıkanma başgösterdi! Eğer, eylemler kuvvetlenerek devam edebilseydi; İtalya, Fransa (ve tabii ki Almanya) “Türkiye’deki tesislerimizde neler oluyor böyle?!” hususunda acil CEO toplantıları yapmaya başlayacaktı (ki bu toplantılar düşük yoğunluklu olarak yine yapıldı!)

    [İnsan doğasının bir yansıması!] önyargınız ve bunla göbekten ilişkili [fıtrat] zırvanız; “kapitalizmin ortadan kaldırılamayacağı yanılgısı”na sarılmakta olan ısrarlarınızdır!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    [Devamı 2. bölümde]

  68. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 62'ye

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 62,

    === 5 ===

    [Yani, gerceklestirmek istedigi sanayilesme adimlarini atmamiza engel olan Bati ile degil de, mesela, Rusya ile isbirligi yapacakken, Turkiye’nin dis borcu neredeyse sifir iken, “Bagimsiz Turkiye” naralariyla sokaklara dokulen salaklardan bahsediyorum.]

    İlk olarak; [Türkiye’nin dis borcu] hiçbir zaman SIFIR OLMADI! Bilmiyorsanız bari “bilmiyorum!” diye yazınız!

    İkinci olarak; Rusya’da şirketokrasi yok mu?!

    “Bilim”i savunmak için “herhangi bir ülkenin yanaşma!”sı olmamız gerekmiyor!

    Türkiye’deki şirketokrasi, Rusya’daki şirketokrasi, ABD’deki şirketokrasi, Çin “Halk!” Cumhuriyeti’ndeki şirketokrasi, North & South Korea’daki şirketokrasi, Almanya’yadaki şirketokrasi, İngiltere’deki şirketokrasi, Japonya’daki şirketokrasi… Hepsi “klonlanmıştır!”

    “Devlet mekanizması”na da “şirketokrasi”ye de yanaşmak zorunda değiliz!

    19. yüzyılda değiliz; 2016’dayız!

    Saçmalamaktan vazgeçmenizi tavsiye ediyoruz!

    =============== 6 ===============

    [“[cunku –zaten gerceklesecek olan– bir seylerin ‘gerceklesmesi icin ben de katkida bulundum’ demek isteyenler hala daha var.] ifadenizle ne demek istediğinizi alegori yapmadan, detaylı izah eder misiniz?”

    ‘Detayli’ya vaktim/sabrim/takatim var mi, bilemem; ama, kisaca degineyim.

    Ilginc zamanlarda yasayacaksiniz –ben gorur muyum bilemem, o ayri.] (arasında yazdığınız her şey.)

    === İKAZ (1) ===

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 20 Şubat 2016 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ’emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    ( http://www.otonomyayincilik.com/kitaplik/dunyanin-yerlileri/item/81-makine-k%C4%B1r%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k )

    === İKAZ (2) ===

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD/Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı, yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    “Tüketici” dediğimiz “insanlar” hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her “beş yıl” bir önceki “beş yıl”a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız:
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa;
    Sizin “yepyeni teknoloji” ile donatılmış, “robotik kollarla üretilen” son model arabanızı da almayacaktır !!! }}}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    “Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy”

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    “Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı “insan” mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı “eylem”lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya (ne yazık ki!) daha çok devam edeceğiz!

    [Devamı 3. bölümde]

  69. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 62'ye

    [3. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 62, siz; Sundar Pichai’nin, Jeff Bezos’un veya Elon Musk’ın çırağı mısınız?!

    Yukarıda sıraladığımız kişilerin çırağı olmakla beraber, aynı anda, “tech-celebrity!” Raymond Kurzweil’in (Ray Kurzweil olarak da bilinir) kuruculuğunu yaptığı “Singularity University” cemiyetinin verdiği pre-paid derslere koşa koşa iştirak eden; 5 dakikalık molalarda iştahla “Starbucks” içen ve dersin sonunda dağıtacakları sertifikayı kafanıza yaklaştırıp sırıtarak “selfie!” çektikten saniyeler sonra instagram hesabınızda paylaşmak için yanıp tutuşan, “one of the most excited adventurers!” bir kursiyer misiniz?!

    Carl Sagan’ın “Cosmos: A Personal Voyage (1980)” ve Neil deGrasse Tyson’ın “Cosmos: A Spacetime Odyssey (2014)” film tadındaki belgesellerini kaç defa izlediniz?! Her sahneyi kelimesi kelimesine ezberleyebildiniz mi?!

    Bütün bunlara ek olarak “Marvin Minsky” ile bir akrabalığınız var mı?!

    Aşağıdaki “science-fiction”ları bol bol izlemiş olmalısınız ki; yukarıda döşemişsiniz:

    (…)

    [1982] “Blade Runner”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=iYhJ7Mf2Oxs )

    [1995] “Twelve Monkeys”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=9gwHN87EoNE )

    [1996] “Star Trek: First Contact”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=YQ1eiEvefKI )

    [1997] “Gattaca”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=PC6ZA1dFkVk )

    [1998] “Star Trek: Insurrection”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=N1XmtdMZdL8 )

    [1999] “The Matrix”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=vKQi3bBA1y8 )

    [2002] “Star Trek: Nemesis”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=hjBZXX9ME3k )

    [2002] “Minority Report”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=lG7DGMgfOb8 )

    [2005] “The Island”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=_ZyNJ3cKfEg )

    [2006] “Children of Men”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=2VT2apoX90o )

    [2011-devam ediyor…] “Black Mirror”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=ke5AKVtvkdc )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=d0TmXRrDpP8 )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=3bFCqK81s7Y )

    [2012-2015] “The Hunger Games”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=mfmrPu43DF8 )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=MkvUNfySGQU )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=C_Tsj_wTJkQ )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=YddkQoxkZMQ )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=3zVaD7t39w8 )

    [2012] “Branded”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=rQ5p7l1hNuQ )

    [2013] “Elysium”
    ( https://www.youtube.com/watch?v=oIBtePb-dGY )
    ( https://www.youtube.com/watch?v=QILNSgou5BY )

    (…)

    Yukarıda özellikle “Artificial Intelligence” zemininde döşedikleriniz BÜSBÜTÜN “KÖTÜCÜL!”, BÜSBÜTÜN “ÇÖP KUTUSUNA ATILASI!” DEĞİL ELBETTE! YANLIŞ ANLAMAYINIZ!

    Görmek istemediğiniz, duymak istemediğiniz, algılamak istemediğiniz durum şu: “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur!” sözü ile şahsınızın [cunku –zaten gerceklesecek olan– bir seylerin ‘gerceklesmesi icin ben de katkida bulundum’ demek isteyenler hala daha var.] sözü aynıdır! “Fıtrat”ınız, “logic” departmanlarınızı hızla işgal ediyor; derhâl önlemler almaya başlamazsanız kaybolacaksınız sayın “Necip”!

    Yukarıda döşediklerinizin %100 gerçekleşeceğinin garantisi yok!

    Eğer “zahmet olmazsa!”, “The Zeitgeist Movement”ın işaret ettiklerini ve “The Venus Project”i incelerseniz; “Singularity University”e varana kadar 1.000.000’dan fazla “experiment!” yapılması gerektiğini anlarsınız!

    Ama nerede sizde ve sizin gibilerde bu cesaret!

    Aman ha dikkat edin kendinize; yatağınızda mışıl mışıl uyurken, bir gece ansızın, sizi DE kaçırıp “transhumanism!” programına dahil ederler, ensenize lokal anestezi ile “microchip!” yerleştirirler, attığınız her adımı, aldığınız her nefesi, kapitalist sistemde yaptığınız her alış-verişi, idrarınızdaki kolestrol oranını film izler gibi izlerler, en nihayetinde sizi DE şuursuz bir “cyborg!”a dönüştürüp “şirketokrasi”nin ana giriş kapısında “doorkeeper” yaparlar sayın “Necip”! Neye uğradığınızı şaşırırsınız!

    27 Mart 2015’te astronot Scott Kelly ve kozmonot Mikhail Korniyenko, Mars’a “insanlı ziyaret projesi” amacıyla testler yapabilmek için 1 YIL BOYUNCA KALACAKLARI ULUSLARARASI UZAY İSTASYONU’NA (INTERNATIONAL SPACE STATION) GÖNDERİLDİ! 1 Mart 2016’da “Dünya”ya dönüşleri başlıyor. “Soyuz” uzay aracı ile Kazakistan’a iniş yapacaklar. Siz de elinize patlamış mısırınızı alır, ADSL internet bağlantılı bilgisayarınızla veya smartphone’unuzla canlı canlı izlersiniz artık sayın “Necip”!

    “The tremendous and still accelerating development of science and technology has not been accompanied by an equal development in social, economic, and political patterns… We are now…only beginning to explore the potentialities which it offers for developments in our culture outside technology, particularly in the social, political and economic fields. It is safe to predict that…such social inventions as modern-type Capitalism, Fascism, and Communism will be regarded as primitive experiments directed toward the adjustment of modern society to modern technology.”

    “The Zeitgeist Movement Orientation Guide”:

    ( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )

  70. Klavye fesadina ugramis birisinin elinden cikmis onca laf salatasini geciyorum.

    Surasi isabetli:

    “Ölmüşüz de ağlayanımız yok!”

    Evet, cunku beyaz yakali dedigimiz taifenin rahatca yuzde 95-98’i, uretilen fayda baglaminda, –hadi, nazik olalim ve luzumsuz demeyelim de– ‘kolayca ikame edilebilirdir’ diyelim.

    Geri kalan yuzde 1-2 ise isletme/sermaye/kapitalizm acisindan kritik kadrodur ve dikkatle secilirler –ve, belki farkinda bile degilsiniz ama sizin kicini yaladiklariniz da bunlardir, patronlar degil. Iyi de odullendirilirler ama asil odulleri kiclarini yalayan kisi sayisidir –bunun manevi hazzi her turlu maddi odule bin basar.

    Siz, siradan beyaz yakalilar –bir universiteden filan “bu sahis birkac sene burada surttu” anlamina gelen– diplomaniz var diye kendinizi onemli saniyor olabilirsiniz; ama, kazin ayagi perdeli: o kagitlardan istedikleri kadar kisiye verebilirler/veriyorlar. Kiymeti giderek ‘yok’a indirgeniyor. Zaten hepinizin yeterince yedegi de var –kimi kapida bekliyor, kimisi de hemen yanibasinizdaki masada..

    Elinizde olan yegane ‘bargaining power’ calistiginiz ortamda –isin dogasi geregi– sahit/muttali oldugunuz sirlardir (‘secrets’dir). Bu bilgiye de, aslinda, kullanamazsiniz cunku santajdan baska amacla kullanilamaz; o da kanunlarda suctur.

    Geriye ne kaliyor?

    Grev?

    Bak, bu enteresan olur: Beyaz yakalilarin grev yaptigini gormek isterim –gerci, gecmiste de banka calisanlari, otel/lokanta iscileri filan grev yapmislardi ama kimsenin pek de umurunda oldugunu hatirlamiyorum. Bugunlerde olmasinin daha zor olacagini soylemek de abartma sayilmaz.

    Bir de, tabii, kimin destekleyecegi konusu var..

    Mavi ve gri yakalilar mi?

    Hic sanmiyorum.

    Yillardir sermayenin/patronun bir uzvu/uzantisi olarak fonksiyon goren beyaz yakalilari mi destekleyecekler?

    Musteriler yani tuketiciler mi?

    Bu daha da uzak bir ihtimal.

    Geriye ne kaliyor?

    Yukarida da bahsettigim uzere, sahit/muttali oldugunuz sirlari pazarlayabilirsiniz –ama, bir ‘veri analisti’ olarak siz bunu zaten yapiyorsunuz.

    Sonuc?

    Sonuc su:

    Hasan dagi arpaliktir
    Eger saban yururse
    Her koyluden bir tavuk
    Eger koylu verirse
    Bu gidis iyi gidis
    Eger sonu gelirse

  71. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 66'ya

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM (4) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 66,

    Vah vah vah!

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; kendimizi hiç bilmesek, yazdıklarınızı öpüp başımızın üstüne koyarız! Fakat; kendimize yönelttiğimiz eleştirilerin kıyısına bile yaklaşamıyorsunuz sayın “Necip”! Yazık!

    Daha da acı olan durum ise şu:
    “Guru”luk taslayacak kadar burnu büyük bir şahsiyetsiniz; kendinizi eleştirecek zerre cesaretiniz yok! (Not: Aslında “guru” kelimesine ne kadar rağbet etmemeye çabalasak da, sizin gibi kanalizasyonda yaşamaktan zevk alan birisi ile ilgili görüşler yazarken “guru” kelimesinden bahsetmek; “hakiki guru”lara hakarettir! Hepsinden olmasa da çoğundan özür dileriz!)

    “Fıtrat”ınız içinde o kadar derinlere kaybolmuşsunuz ki; kanalizasyon çukuruna düştüğünüzün farkında değilsiniz! Kanalizasyonda yaşaya yaşaya bağışıklık kazanmışsınız! Yaydığınız koku bizlerin, yani “Beyaz Ya-LA-ka”ların bile burnuna ulaştı! İstifra etmemek için kendimizi zor tutuyoruz!

    Handikaplarınızın en büyüklerinden biri şu:
    “Kapitalizm karşıtlığı”nı sadece ama sadece “Beyaz Ya-LA-ka”ların yaptığını zannediyorsunuz! Ne kadar büyük bir hata içinde olduğunuzun en temel göstergelerinden biri; “SOMA cinayeti”ni işleyen kapitalizme karşı mücadele eden renklerin ortaklaşmasını görmeyi istemeMEnizdir! Kapitalizme karşı sadece “beyaz” rengin mücadele etmediğini; bütün renklerin ortak mücadele yürüttüğünüzü göremeyecek kadar önyargılısınız! George Orwell sizi bir kez daha haşlasın; suratınız belki kızarır bu sefer: “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    Size yukarıda boşuna yazmadık sayın “Necip”: Sizin gibilerin feriştahınızı biliyoruz!

    [“Ölmüşüz de ağlayanımız yok!”

    Evet, cunku beyaz yakali dedigimiz taifenin rahatca yuzde 95-98’i, uretilen fayda baglaminda, –hadi, nazik olalim ve luzumsuz demeyelim de– ‘kolayca ikame edilebilirdir’ diyelim.

    Siz, siradan beyaz yakalilar –bir universiteden filan “bu sahis birkac sene burada surttu” anlamina gelen– diplomaniz var diye kendinizi onemli saniyor olabilirsiniz; ama, kazin ayagi perdeli: o kagitlardan istedikleri kadar kisiye verebilirler/veriyorlar. Kiymeti giderek ‘yok’a indirgeniyor. Zaten hepinizin yeterince yedegi de var –kimi kapida bekliyor, kimisi de hemen yanibasinizdaki masada..]

    BU TESPİTİNİZE “HAYIR! HATA YAPIYORSUNUZ!” DEMEDİK Kİ! AYNI ŞEYLERİ BİRBİRİMİZE ANLATA ANLATA NEREYE VARMAYI UMUYORUZ SAYIN “NECİP”! ŞAHSINIZIN TESPİT VE İKAZLARINI ELBETTE BİLİYORUZ! BİZ SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN BU SAYFASINDA BİRBİRİMİZE BİLDİĞİMİZ HİKAYELERİ ANLATIRKEN; “KAPİTALİZM” KATLİAMLAR GERÇEKLEŞTİRMEYE HIZLANARAK DEVAM EDİYOR! İŞTE BUNA KAFA YORMANIZI ÖNERİYORUZ SAYIN “NECİP”!

    Cevap:

    → ÜNİVERSİTELERİMİZİN İÇLER ACISI HÂLİ HER ZAMAN İKİNCİ PLÂNA ÖTELENİYOR!

    → YAŞADIĞIMIZ: KABZIMALLIK!

    → DİPLOMALAR ARTIK KIRTASİYEDEN ALDIĞIMIZ A4 KÂĞITTAN BİLE DEĞERSİZ!

    → TÜRKİYE’DE VAKIF ÜNİVERSİTELERİNİN %70’İ KAPATILMALI!

    → İSTİSNALAR VAR! SÖYLEMİ; ZEHİRLİ SİSTEMİ MEŞRU GÖRMEYE YOL AÇAR!

    → YÖK (Yükseköğretim Kurulu); TEÇHİZATI OLMAYAN TIP FAKÜLTESİNE İZİN Mİ VERDİ?

    → ÜNİVERSİTELERDE ‘YILDIZ HOCALAR’ KÜMESİ VAR MI?!
    VE BU HOCALAR SÜREKLİ KAYIRILIYOR MU?!

    → ‘KAPİTALİZM’İ SORGULAMADIĞIMIZ SÜRECE;
    ‘BİLİM’E HAKKINI VERMEK PEK MÜMKÜN DEĞİL!

    → AKADEMİSYENLİĞİ PARA İÇİN DEĞİL; AKLIMIZI VE RUHUMUZU TATMİN İÇİN YAPIYORUZ!

    ASLI VATANSEVER (Yard. Doç. Dr.)
    1980’de İstanbul’da doğdu. 1999’da İstanbul Alman Lisesi’ni, 2003’te Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdikten sonra, 2010’da (Almanya) Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktorasını tamamladı. Doktora tezi; “Osmanlı’da İslâmcılığın kökenleri” üzerinedir. Hâlen İstanbul’da Doğuş Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak görev yapıyor.

    MERÂL YALÇIN (Yard. Doç. Dr.)
    1975’de Ankara’da doğdu. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede 2001’de ‘sosyal psikoloji’ yüksek lisansını tamamladı. 2007’de Almanya’da Marburg Üniversitesi Psikoloji Fakültesi Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda “Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin kolektif eylemleri” adlı tez çalışması ile doktora derecesini aldı. Eylül 2014’ten beri Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Sosyal Psikoloji Anabilim Dalı’nda yardımcı doçent olarak görev yapıyor.

    TARİH: 2 Şubat 2015

    HAZIRLAYAN: Hazal Özvarış

    === ÜNİVERSİTEYE KAPAĞI AT; GERİSİ KOLAY! ===

    Lisede bel bağlanan bu cümle, artık sadece üniversiteye girdikten sonra değil; girilen üniversitelerden mezun olduktan sonra da hayatta bir karşılık bulamıyor! Sebep; sadece istihdam alanlarının nüfusa oranla yetersizliğinden değil; alınan eğitimin içeriğinin çoğu zaman gerçek bir diplomaya denk gelmemesinden de kaynaklanıyor!

    Yaklaşık 2 milyon kişinin bir üniversiteye girmek için başvurduğu ÖSYS, 2014’te öğrencilerden 600 binini devlet üniversitelerine yerleştirirken, yaklaşık 100 bin kişiyi vakıf üniversitelerine gönderdi.

    Bu vakıf üniversitelerinden birinde akademisyenlik yapan Aslı Vatansever ve Merâl Yalçın’a göre ikinci grubun vakıf üniversitelerinden aldığı çoğu diploma; “üstüne basıldığı kâğıttan daha değerli değil!” Yalçın ve Vatansever’in konu hakkındaki tespitlerinin kıymeti, sadece kendi mesaileri değil; diğer vakıf üniversitelerinde çalışan 28 akademisyenle yaptıkları görüşmelerden de geliyor.

    Vatansever ve Yalçın, bir yandan büyük bölümü gerçek bir vakıf felsefesine dayanmayan bu üniversitelerin asıl sahibi işverenlerin okuldan kazandıkları parayı diğer şirketlerine “aktarma usûlleri!”ni anlatırken, diğer yandan “maliyetleri azaltmak!” adına akademisyenlere ödetilen bedelleri aktarıyor!

    Yazarlara göre; karşı çıkılmazsa eğer:
    Her akademik bölüm başı sayıları üç ile sınırlı tutulan,
    Yerleşkeye (kampüse) giriş-çıkışları kart basma sistemiyle kontrol altına alınan,
    Yayın için araştırma yapma koşulları esirgenen,
    Ancak üniversitenin “reklam & tanıtım faaliyetleri!”ne katılmaları neredeyse zorunlu kılınan akademisyenlerden geriye kalan; “entelektüel çöplük!” olacak!

    Türkiye genelinde sayıları 72’yi bulan vakıf üniversitelerinin 38′i, sadece, dokuz devlet üniversitesinin de bulunduğu, İstanbul’da yer alıyor.

    “Keyfine bak, sen bunu hak ettin!” benzeri sloganlarla öğrencileri kontenjanlarını doldurmaya çağıran vakıf üniversitelerinin önemli bir bölümü aldıkları paranın karşılığını:
    → ‘Otoparkta!’ kurulmuş bir kampüs,
    → Sadece kitap bağışıyla çatılmış “prosedür gereği göstermelik!” bir kütüphane,
    → Veya hoca eksikliğinden yüksek lisans öğrencileri ile ikâme ettirilen derslerle de verebiliyor!

    Yazarlardan Vatansever, eğitim kalitesi nedeniyle; “Buralardan alınan herhangi bir diploma istihdam piyasasında avantaj sağlamaz.” derken, Yalçın’ın; “Vakıf üniversitelerinin kaçta kaçının eğitim kalitesizliği nedeniyle kapatılması gerektiğini düşünüyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt: %70 !!!

    Vakıf üniversitelerinin işleyişi, yasalarla da inşa edilen şeffaflığın sızamadığı sistem nedeniyle kamuoyuna yansımıyor. Yazarların aktardığına göre; her yıl bu üniversiteleri denetleyen (YÖK) Yükseköğretim Kurulu da, başkan seviyesindeki bilgilendirmeye rağmen, yüksek lisansa öğrenci alımında usûlsüzlük gibi suç teşkil eden olaylara dahi müdahale etmiyor!

    Vakıf üniversitelerinde neler olduğunu bizzat içeriden sorarak ve bulgularını yine birinci elden aktararak şimdiye kadar kamuoyuna hak ettiği ölçüde taşınmamış bir tartışmayı gündeme getiren Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde yardımcı doçentlik yapan Merâl Yalçın’ın ve Doğuş Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışan sosyolog Aslı Vatansever’in üniversitedeki çalışma odalarından sorularımıza verdiği yanıtlar için buyrun.

    Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz” Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü
    Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Kitabın giriş bölümünü okumak için şu adresi ziyaret edebilirsiniz:
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/ne%20ders%20olsa.pdf )

    === BU KİTAP; GÖRMEZDEN GELİNEN BÜYÜK BATAKLIK İNCELENEREK YAZILDI! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu kitap nereden çıktı?

    ASLI VATANSEVER: Bataklıktan, bir cinnet anından çıktı! Merâl’le geçtiğimiz yıl tanıştıktan kısa bir süre sonra üniversitelerde çalışma koşulları hakkında konuşmaya başlamıştık. Merâl işe başladıktan çok kısa bir süre sonra bölümünün başkanı işten çıkarıldı. Bu büyük bir kırılma oldu. Arka plân olgunlaşırken yaz mevsimine doğru bazı deneyimler bunu patlama noktasına getirdi ve bunları kamusal bir tartışma mecrasına taşımamız gerektiğine karar verdik.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bölüm başkanının işten çıkarılma gerekçesi neydi?

    MERÂL YALÇIN: İki aylık deneme süresi gibi bir gerekçe göstermişlerdi.

    ASLI VATANSEVER: Daha sonra davayla geri döndü.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu üniversiteler nasıl yönetiliyor? Bölüm başkanının işten atılmasına kim karar veriyor?

    MERÂL YALÇIN: Sözde vakıf üniversitelerinin mütevelli heyeti, genelde başkanının işveren olduğu ve geri kalanının ara yöneticiler olduğu akademisyenlerden oluşuyor. Çünkü örneğin “herhangi bir fabrika işleten biri üniversite işinden anlamıyor!” ve akademik gidişatla ilgili danışabilecekleri birkaç akademisyene ihtiyaç duyuyorlar. Personelin işe alınması, çıkarılması dahil her türlü karar da bu heyetler tarafından veriliyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Neden “sözde” vakıf üniversitesi?

    MERÂL YALÇIN: Türkiye’de öğrencilerin para vererek okuması haklı olarak özel üniversiteyi çağrıştırıyor. Ama Türkiye’de özel üniversite yasası yok, özel bir işletme gibi üniversite kurulması yasayla engellenmiş durumda. Bunlar ancak vakıf üniversitesi adı altında kurulabiliyor, böylece farklı sektörlerden gelen işverenler üniversite işine giriyor! “Sözde” dememizin sebebi, bu üniversitelerin yasal olarak “vakıf” adıyla kurulmaları ancak fiiliyatta özel işletmelerde görülecek her türlü para kazanma usûllerinin kullanılması!

    === “ÜNİVERSİTEDE TADİLAT YAPILIYOR” GİBİ GÖSTERİP;
    PARAYI İŞVERENİN DİĞER ŞİRKETLERİNE AKTARIYORLAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Nedir o usûller?

    ASLI VATANSEVER: Örneğin;
    Bizim görüşmecilerimizden duyduğumuz bazı örneklerde:
    Tadilat yapılıyor gibi gösterip vakıf parasını çekiyorlar,
    Proforma faturalarda da olması gerekenden daha yüksek maliyet gösteriliyor;
    Böylece para üniversite sahibinin diğer şirketlerine aktarılıyor!

    MERÂL YALÇIN: Bu bir tanesi! “Sözde” vakıf üniversitelerinde “outsourcing (dış kaynak, taşeron kullanımı)” usûlüne başvuruyorlar. Örneğin; kendi bünyesinde temizlikçi çalıştırmak yerine maliyeti düşürmek için taşeron firmayla anlaşıyor. Bu sadece idari personel için geçerli değil; akademisyenleri de “ders saati ücreti” bazında çalıştırarak bir nevi taşeronlaştırmış oluyorlar!

    ASLI VATANSEVER: Böylece sigorta ve ders dönemi dışında maaş ödemiyorlar.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kararlar mütevelli heyetinde alınıyorsa; tadilat gibi “para kazanma usûlleri”nden işveren dışındaki diğer heyet üyeleri de sorumlu mu sizce?

    ASLI VATANSEVER: Mütevelli heyeti toplantılarına girmediğim için bu konuda bir mâlumatım yok. Sorumludur ya da değildir gibi bir yargıda bulunmak istemem.

    MERÂL YALÇIN: Mütevelli heyetinin aldığı kararlar şeffaf değil; çalışanlarca denetlenemiyor! Bununla ilgili görüşmecilerimiz de herhangi bir beyanda bulunmadı. O nedenle bizim; kimin, hangi kararda, ne kadar sorumluluğu var; bilme şansımız yok!

    === PSİKOLOJİ BÖLÜMÜNDE OKUYAN 80 İLA 130 ARASI ÖĞRENCİ VAR;
    KİŞİ BAŞI; 15-30 BİN TL ARASI ÜCRET ALIYORLAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bir makarna üreticisi, neden örneğin sosis üretmek yerine; üniversite kurmayı tercih ediyor? Bu ne kadar kârlı bir iş, fikriniz var mı?

    MERÂL YALÇIN: Türkiye’de çok fazla olan psikoloji bölümleri üzerinden örnek verirsek; bir öğrenci lisans ve yüksek lisans eğitimi için yıllık yaklaşık 15 binden 30 bine kadar okul ücreti ödüyor, sınıflarda da ortalama 80 ile 130’a kadar öğrenci oluyor. Tüm bunları çarpıp topladığınızda acayip rakamlar çıkıyor. Fakat o bölümde çalışan ve YÖK’ün alt sınırı olan “üç” rakamını geçmeyen doktoralı akademisyenlerin maaşlarıyla kıyaslandığında arada korkunç bir sayı var! Ve buna üniversite işletmecisi el koyuyor!

    ASLI VATANSEVER: Okulun tek maliyeti akademisyenin net maaşları değil; bunun sigortası, vergisi vs. var. Artı; okulun altyapısı, elektriği, suyu, yemeği de buna dahil. Dolayısıyla kârların boyutu ilk bakışta sanıldığı ölçüde olmayabilir de.

    Ama burada bir dengesizlik olduğu ortada!

    Bu adaletsizliğin boyutlarını tartışmak etik olmaz ama işverenin tercihini “Karl Marx”ın analojisindeki gibi; “sosis fabrikası yerine üniversite kurmak ve işletmekten yana kullanması!”; Türkiye’nin sosyal tabakalaşma koşullarıyla da alâkalı! Türkiye’de insanlar üniversitenin onlara sınıf atlatacağını, statülerini yükselteceğini zannediyor! Bu yüzden de; niteliksiz dahi olsa, üniversiteye her zaman bir talep olacağı düşünülüyor!

    === BURALARDAN ALINAN HERHANGİ BİR DİPLOMA PİYASADA AVANTAJ SAĞLAMAZ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Siz bugün üniversite okumanın statü yükselttiği fikrine katılmıyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Bence:
    Mevcut üniversitelerin çoğu ne içerik bakımından insanların potansiyelini geliştirmeye ya da bilgi üretimini sağlamaya uygun,
    Ne de buralardan alınan herhangi bir diploma, istihdam piyasasında avantaj sağlar!
    Sınıf atlama aracı olarak da üniversite etkisini dünya genelinde çoktan yitirdi!

    “Baby boomer nesli”nden (2. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945-1964 yılları arasında doğanlar) itibaren üniversiteden mezun sayısı hızla arttı; buna yüksek öğrenimin demokratikleşmesi de diyebiliriz ama her türlü demokratikleşmede olduğu gibi bu da belli bir standartlaşma ve lümpenleşmeyi içeriyor. Kaldı ki, vasıflı emeğin de bir meta olduğu ve “piyasada bol miktarda bulunan bir metanın fiyatının düşeceği” düşünülecek olursa; üniversite mezunu vasıflı işgücünün piyasa değerinin düşüklüğü de anlaşılır!

    Bununla birlikte kimse “üniversite mezunu değil” ibaresiyle yaşamak istemiyor; herkes vasıflı ve “beyaz yakalı!” işgücüne katılmak istiyor! Lise öğreniminin bu kadar kalitesiz, buna bağlı olarak niteliksiz yetiştirilmiş öğrencinin bu kadar çok olduğu bir ülkede de; kolayca diploma alınacak kurumlar her zaman rağbet görür! Sonuçta bu okullar taban puanıyla öğrenci alıyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Somutlaştırır mısınız; kamu üniversitesine kabul için gereken en düşük puan ile aynı bölümün vakıf üniversitesindeki muadili için istenen en düşük puan kaç?

    MERÂL YALÇIN: Yine psikoloji bölümünden örnek vereyim:
    Boğaziçi Üniversitesi yaklaşık ilk binden öğrenci alır; benim çalıştığım devlet üniversitesi ilk 20 binlik dilimden öğrenci alıyor. “Sözde” vakıf üniversitelerine de 100 bin ile 400 binlik dilim arasından öğrenci gidiyor. Bu rakamlar belki biraz daha farklı olabilir. Vakıf üniversiteleri ayrıca %10’a kadar öğrencisine “yarı”, “çeyrek” veya “tam burs” vererek; ilk 20 bine giren öğrencileri almak yoluyla profilini yükseltmeye çalışıyor; bu da sınıf içi dengeyi ciddi şekilde bozuyor!

    === ÜNİVERSİTELERDE:
    ANALİTİK DÜŞÜNMEKTE ZORLANAN,
    ANADİLİNDE CÜMLE KURAMAYAN BİR ÖĞRENCİ PROFİLİ VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitapta vakıf üniversitelerindeki öğrenciler için kullanılan “ortaokul seviyesinde” tabirini siz de paylaşıyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Ben de ara ara bu ifadeyi kullanıyorum, görüşmecilerimiz defalarca bu hissi dile getirdiler:
    Derslerin oldukça fazla içeriksizleştiği,
    Öğrencilerin genel niteliksizliği ve ilgisizliği dolayısıyla kendilerini çok yavaşlattığı,
    Dersin seviyesini düşürdükleri ve teorik hiçbir tartışmanın yapılamadığı konusunda şikayetler hep var!

    MERÂL YALÇIN: Normal koşullarda devlet üniversitelerinde okuyamayacak öğrenciler, vakıf üniversitelerine geliyor. Üniversite giriş sınavı da dahil “çoktan seçmeli sınav” şekline alışmış oluyorlar. Analitik düşünmek konusunda zorlanıyorlar!

    ASLI VATANSEVER: Anadilinde cümle kuramayan…

    MERÂL YALÇIN: Klasik sınav sorusu sormanın zor olduğu bir öğrenci profili var!

    === HOCAM; 1. DÜNYA SAVAŞI MI ÖNCE OLMUŞTU, İKİNCİSİ Mİ?! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Öğrencileri kendi seviyesine yakınlaştırması beklenen akademisyen, neden “Beni yavaşlatıyor!” diyerek öğrenciyi kendine bir engel olarak görüyor?

    ASLI VATANSEVER: Burada bir sürü faktör var. Siz istediğiniz kadar dersi beklentilerinize göre kurgulayın, karşınızdaki, siz dünya tarih yazımında yeni ekolleri anlatmak isterken; “Hocam; 1. Dünya Savaşı mı önce olmuştu, 2. Dünya Savaşı mı?!” diye bir soru soruyorsa onu kendi seviyenize çekmeniz pek mümkün değil! Bunun için özel ve yoğun bir “usta↔çırak ilişkisi” kurmanız gerekir ki; bu da mümkün değil! Çünkü hoca sayısı minimum, öğrenci sayısı maksimumda! Geçen sene bir sınıfımda 110, diğerinde 60 küsur kişi vardı!

    === ÖĞRENCİDEN HOCAYA: “SEN KİMSİN Kİ, VAROŞ!” ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Öğrencilerin sizlere tavrı nasıl?

    ASLI VATANSEVER: Öğrencilerin hocaya; “Senin maaşını ben ödüyorum, sen kimsin ki varoş!”, “Dışarıda görüşürüz!” gibi tehditlerde bulunduğunu duyduk! Ben şahsen böyle bir şey yaşamadım, ama benim öğrencilik dönemimde bir hocayla iletişime giremeyeceğim şekilde benimle iletişime girdiklerini gördüm! Son derece iddialı bir şekilde söylenen; “Benim notum niye böyle ki, ben daha yüksek bekliyordum!” sözlerinde, sınavı sizden daha iyi değerlendirebileceklerine dair örtük, şişmiş benliğin izlerini görüyoruz! Her şeyi kendine hak gören bir tavır var! Hocası olarak, onun peşini bir yuva öğrencisi gibi kovalaman gerektiği ve bunu yapmadığında iyi hoca olmadığın gibi imalarla karşılaşıyorsunuz!

    MERÂL YALÇIN: Ben birçok öğrenciyi sadece sınavlarda ve kayıt zamanlarında görüyordum! Derslere devam etmek pek önemsedikleri bir konu değildi. Bir de sizinle iletişim kurarken mesafesini korumayı bilmeyenler var. Arkadaşından bir şey ister gibi sizden not isteyebiliyor bazıları.

    ASLI VATANSEVER: Bu çocuksu bir şımarıklıktan da kaynaklanıyor. Türkiye’de insanların ısrarla yetişkin olmama gibi bir diretmesi söz konusu. Bunu da körükleyen bir aile yapısı var. Üniversiteye gelmiş, kanunen rüştünü ispat etmiş öğrencinin hâlâ velisinden söz edilebiliyor mesela!

    === TELEFONLA ARAYIP:
    “ÇOCUĞUN NOTLARI NASIL?!” DİYE SORAN VELİLER VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversitede “veli & öğretmen ilişkisi” diye bir şey var mı?

    ASLI VATANSEVER: Özellikle ilk bir-iki yıl “Çocuğun notları nasıl?!” diye telefonlar almışlığım var. “Öğrencinin notlarıyla ilgili dışarıya bilgi veremem.” desem de; öğrencilerin bir kısmı da hâlâ çocuk muamelesi görmekten memnun! Çünkü bu; sorumluluklardan sıyrılmalarını da sağlıyor; mesela, sınav tarihlerinin veya o dönemin ders programının yüklenip yüklenmediğini takip etmiyor; çat kapı gelip “Hocam bilmem neyi yüklediniz mi?”, “Sınav haftaya mıydı?” diye sorular sorabiliyorlar! Senin öğrenci olarak yapacağın tek şey kendi işini takip etmek, ama kendi takibini yapmayınca da sonuçlarını üstlenmek yerine geliyorsun kapıma, bana ağlıyorsun!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Çizdiğiniz profile göre; vakıf üniversitelerinden mezun olacaklar “yitik kitleler!”

    Sizi böyle düşünmeye sevk eden:
    Yönetimin akademisyenlere yüklediği ağır çalışma koşulları mı?
    Yoksa; size göre bu sonuçtan başka bir çıkış yok mu?

    ASLI VATANSEVER: Kesinlikle yitik kitlelerden bahsetmiyoruz!
    Söylemek istediğim: Üniversiteden önceki eğitim sisteminin yetersizliği ve çocukları eleştirel düşünmeye ve kendi sorumluluğunu üstlenmeye alıştırmadığı!
    Bütün bir eğitim sisteminin 18-19 yaşına kadar, eleştirel ve otonom olmayacak şekilde yetiştirdiği insana; üniversiteye geldikten sonra bu yetiyi; yani eleştirel düşünmeyi, yani analitik düşünmeyi kazandırmak çok zor oluyor!
    18-19 yaşına kadar bu ülkedeki öğrencilerin zaten eleştirel düşüncenin özelliklerini bilecek, özümseyecek kadar eğitilmiş olması gerekirdi! Bu kangren; aslında belki de “ilköğretim”e kadar giden bir derinlikte!

    === AKADEMİSYENLER ÖĞRENCİLERİN BÜYÜK KISMINI GÖZDEN ÇIKARMAK ZORUNDA KALIYORLAR; İÇLERİ KAN AĞLASA DA! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversite aslında “eleştirel düşünce”yi de öğrencilere kazandırmak için yok mu?

    ASLI VATANSEVER: Mevcut üniversite sistemi maalesef o çabayı göstereceğiniz yapıda değil! Öğrenciler yitik değil belki, ama siz büyük bir kısmını, ulaşamadığınız için gözden çıkarmak zorunda kalıyorsunuz! Hoca dediğiniz de sonuç olarak ücretli bir emek türü ve “metalaşmış ücretli emeğin!” maruz kaldığı bütün tükenmişlik arazlarına sahip! Dolayısıyla hoca da günü kurtarmak adına kendi potansiyelinin küçük bir kısmını kullanarak ders verme eğilimine girebiliyor! İlla ki bu terminolojiyle konuşacaksak; hocalar olarak biz de yitik durumdayız!

    MERÂL YALÇIN: Şunu eklemek gerekir; çoğunluğun içerisinde çok parlak öğrenciler de var.
    Bu parlaklık;
    Sizden bir şey alıp üzerine çok daha fazlasını koymak olarak da çıkabiliyor,
    Çeşitli nedenlerle size belirli bir kapasiteyle gelmiş ancak çok emek sarf edip gelişerek de kazanılabiliyor. Ya da en azından çaba sarf edenler olabiliyor.
    Ama bu tür öğrencilerin sayısı ne yazık ki çok az!

    === YÖK (Yükseköğretim Kurulu); TEÇHİZATI OLMAYAN TIP FAKÜLTESİNE İZİN Mİ VERDİ? ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Siz bir vakıf üniversitesinin örneğin “tıp fakültesi”nden mezun bir doktora ne kadar güvenirsiniz?

    ASLI VATANSEVER: O tıp fakültelerindeki eğitiminin niteliğine dair şüphem var!
    Görüşmecilerimizden birinin aktardığı bir anekdot var:
    Kendisinin de kuruluşunda rol almış olduğu bir üniversitenin sahibinin tıp fakültesi açmak için YÖK görevlileriyle nasıl pazarlık ettiğini anlatıyor. YÖK görevlisi, üniversitenin sahibine; “Sen fakülteyi açacaksın da nerede yapacaksın bu eğitimi? Tıp cihazlarının fotoğraflarını duvarlara asmakla olur mu? Fotoğraflar üzerinden neyin uygulamasını, ne kadar yapacaksın? Nasıl ders anlatılacak? Öğrencilere pratik nasıl kazandırılacak?” diye soruyor. Ama teçhizat olmadığı ve bina yapısının bu eğitime uygun olmadığı bilinirken; iki yıl sonra fakültenin açılmasına YÖK’ten onay çıkıyor!

    MERÂL YALÇIN: “Psikoloji” bölümü; laboratuvar, kütüphane gibi araştırmaya yönelik ciddi donanımlar gerektiren bir eğitimdir, ama bazı vakıf üniversitelerinde laboratuvarların ve yeterli kütüphanelerin olmadığını kolaylıkla tespit edebilirsiniz. Toplumun ruh sağlığını emanet ettiğiniz psikologlar, son derece kalitesiz bir eğitimden geçtikten sonra sahada çalışmaya başlayabiliyor!

    === “TAPU DAİRESİ”NİN OLDUĞU BİNADA,
    “OTOPARK”TA KURULAN KAMPÜSLER VAR ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: YÖK; fakülte için belli bir mekânın varlığını şart koşmuyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Şart koşuyor olmalı, ama görüşmecilerimizin aktardığı örneklerde “tapu dairesi”nin olduğu binada, “otopark”ta kurulan kampüsler var!
    Veya apartman katını geçmeyen, rafları bazen boş olan, bağışla doldurulmuş kütüphaneler oluyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu üniversitelerin isimlerini zikretmeyecek misiniz?

    ASLI VATANSEVER: Hayır; çünkü bu meselenin kurumlar üzerinden tartışılması yanlış. “Şu kurum böyle kötü, şu ise eh işte!” ya da “Nerelerde çalışılır? Nerelerde çalışılmaz?” gibi bir sektörel envanter çıkarmıyoruz, böyle algılanmasını da istemiyoruz. Çünkü bu meselenin özünü kaçırmamıza neden oluyor! Sorun; sistemin ta kendisidir! Çözüme sistemin kendinden başlanmalı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitap konusunda haklı olabilirsiniz ama söyleşi için şu aklınıza takılan bir soru mu:
    Üniversite yönetimleri hukuk içi veya dışı eylemler listesini rahatça icra ederken onların isimlerini zikretmeyerek “siz” koruyor olmuyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecimin kimliğini gizli tutmak kitap dışında da geçerli. Ayrıca bunun kriminal olarak ifşa edilmesi gereken bir konu olduğu görüşünüzde haklı olabilirsiniz, ama bunu ihbar edecek olan kişi ben değilim; bunu birinci elden yaşayanlar. Ayrıca önemli olan tek tek kurum isimleri değil; sistemin bu tür kurumları barındıracak kadar toksik bir iklime, zehirlenmiş yapıya dönüşmesidir!

    Şimdilik bazı üniversitelerin diğerlerinden daha iyi olması da bir teselli değil! Bugün bunlar yaşanıyorsa, bu; sektörün geneline hakim olacak salgın hastalığın başlangıcıdır; uyarı işaretidir!

    Dolayısıyla; kurum isimlerini ön plânda tutarak bunu sansasyon haline getirmek istemiyoruz. Asli amacımız: Sistemin kılcal damarlarına yayılmış bu zehri söküp atacak çalışmalara ve cesarete sahip olmaktır! Sistemi onardığınız anda; kurumlar da, üniversiteler de kendilerini düzeltmeye başlayacaklardır!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  72. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 66'ya

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 66,

    ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM!

    === VAKIF ÜNİVERSİTELERİNİN %70′İ KAPATILMALI! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: (1) Kurumların haklarında işlem yapılabilmesini sağlamak, (2) “Bu olanlar dışarıya sızmaz!” diye düşünebilen kurumların kendilerine çekidüzen vermeleri için örneğin; “Hastane sistemi çürümüş” denilirken hangi hastanede, en azından hukuk dışı neler olduğunu isimlerle konuşmanın da sansasyon olduğunu düşünüyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: “Yanlışların ortaya çıkması”nı sansasyon olarak görmüyorum.
    Ama bir kurumun ismini zikredersek;
    Aslında sistemin kılcal damarlarına yayılmış olan problemin “belli kurumlarla sınırlıymış gibi gösterileceği”ni,
    Sadece o kurumlardan cevap geleceğini, bu kez onlara karşı-cevap vermekle uğraşılacağını,
    Ve esas sorunun anlamsız bir polemikte kaybolacağını düşünüyorum!

    Hangi hastanede hastalar taciz ediliyor, hangilerinde yanlış ameliyatlar yapılıyor kısmı önemli, ama ikisi birbirinden farklı düzlemler.

    MERÂL YALÇIN: Türkiye’deki çoğu vakıf üniversitesinin eğitim kalitesi için gerekli kriterleri yerine getiremediği ve kapatılması gerektiği kanaatine ben kendi adıma varıyorum.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Vakıf üniversitelerinin yaklaşık kaçta kaçının kapatılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

    MERÂL YALÇIN: %70’inin.
    A, B ya da C üniversitesinin listesi daha az kabarık olabilir ama genel olarak gidişatı kötü buluyorum!
    Ayrıca bazılarının “istisna üniversiteler var!” söylemini; sistemi meşrulaştırmaya vesile olma ihtimalinden dolayı da tehlikeli buluyoruz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İstisna söyleminin tehlikeli olduğu fikri tartışılır.
    Koca bir çuval açıp tüm vakıf üniversitelerini içine koymak ne kadar adaletli?
    Üniversiteden şirketlerine para aktarmaktansa;
    Diğer şirketlerinden üniversiteye para aktaran örnekleri de tespit etmek sizce önemsiz mi?

    ASLI VATANSEVER: Bunu tespit etmek; örnek teşkil etmesi açısından önemli olabilir. Ancak bu malûmun ilamı olur.
    Kaldı ki; ben “araştırmacı gazeteci” veya “vakıf üniversitelerindeki usûlsüzlükler” üzerine belgesel çeken birisi değilim.
    Sistemin kılcal damarlarına yayılmış çok tehlikeli bir sorunu bilimsel yöntemlerle masaya yatıran bir akademik araştırmacıyım.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenler dünyasında bu “malûmun ilamı” olabilir ancak dışarıdan bir gözle bunu tespit etmek o kadar mümkün değil.

    ASLI VATANSEVER: Örneğin:
    Türkiye’de bir-iki tane olan yüksek profilli, hakkını vererek eğitim sunan vakıf üniversitelerinden biriyle;
    Daha birkaç yıl önce açılmış ve adı sanı duyulmamış bir üniversiteyi aynı klasmanda zanneden insan var mıdır?

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: O “yüksek profilli!” vakıf üniversitelerinde işlerin nasıl yürüdüğünü kaç kişi biliyor?

    ASLI VATANSEVER: İnsanların eğitim kalitesini bilmek için işlerin nasıl yürümesi gerektiğini bilmeleri gerekmiyor. Üniversitelerin giriş puanından dahi bu anlaşılıyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Dolayısıyla; “Giriş puanı yüksekse, eğitim kalitesi yüksek. O zaman zaten içerideki işleyiş iyi demektir.” gibi bir doğrultuda mı düşünmek gerekiyor?

    ASLI VATANSEVER: Bu algı bir önyargı ama çok yanlış da değil.
    Bir sonuç olarak; eğitim kalitesi yüksekse (ki yüksek öğrenim denilen metayı üreten emek gücü akademisyendir) demek ki orada üretim ilişkilerinde iyi işleyen bir formül bulmuşlar.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Taban puanı en yüksek ilk beş vakıf üniversitesine yerleşen öğrenciler iyi bir eğitim almış olarak akademiden mezun olurlar.” diyebiliyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: İsterseniz mesleki deformasyon deyin, ama ben; herhangi bir konudaki argümanımı destekleyecek veriye sahip olmadan bu kadar kesin yargılarda bulunamam. Bunun için mezunlar üzerine araştırma yapılması gerekir.

    === VAKIF ÜNİVERSİTELERİNDE PERFORMANS DEĞERLENDİRMESİYLE ÖLÇÜLEN ŞEY NE BİLİYOR MUSUNUZ:
    MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenler, öğrencilere de yaptırıldığını söylediğiniz “performans değerlendirmeleri” sonucunda işten çıkarılıyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Ben şahsen böyle bir şey tecrübe etmedim, ama bazı görüşmecilerimiz bunun etkili olduğunu söylediler. Açıkçası ben öğrenciye böyle bir şansın verilmemesi gerektiğini düşünmüyorum.
    “Hoca & öğrenci ilişkisi”; tabii ki hocanın keyfine terk edilmemeli, ama üniversitenin bunu yapış amacı verilen eğitimin kalitesini ölçmek değil; müşteri memnuniyetini ölçmek: “Öğrenci buraya para vermeye devam edecek mi?” sorusunun cevabını almak!

    Öğrencilerin büyük bölümünün amacının da “bir diploma almak!” olduğunu göz önüne alırsak;
    Onu memnun eden hoca:
    Dersi kolay geçmesini sağlayan,
    Saçmalığa varacak şımarıklıklarına göz yuman,
    Kendisini entelektüel anlamda zorlamayan bir hoca!

    MERÂL YALÇIN: Bu değerlendirmeler öğrencinin duygu durumunu ölçmeye yarıyor, çünkü öğrenci değerlendirmeyi “Seviyor musun? Sevmiyor musun?” olarak algılıyor; hocayı neye göre değerlendirmesi gerektiğini bilmiyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kötü bir eğitim süreci ardından aldığı diploması piyasada işe yaramayan mezun, tanıdıklarına; “O üniversiteye gitmeyin, bir işe yaramıyor, eğitimi beş para etmez!” deyince bu; üniversite yönetiminin arzuladığı müşteri akışını engellemez mi?

    ASLI VATANSEVER: Çoğu öğrenci; aldığı diplomanın üzerine yazılı olduğu kâğıt kadar değerli olmadığını bu şekilde ifade edemiyor. Çünkü bunun için “emek ve piyasa arasındaki ilişki!”yle ilgili net bir mefhumunuz olması gerekiyor!
    İstediği gibi iş bulamayan insanların çoğu:
    Ya olayı kişiselleştiriyor ve “Hiç şansım yok, iki senedir iş bulamadım!” diyor;
    Ya da genelliyor ve “Ortalık berbat, kriz var, kimse iş bulamıyor!” benzeri kıraathane argümanıyla yaklaşıyor.
    “Eğitim kötü, o okula gitme!” demiyor;
    Ama “Gitme! Kampüsünde Starbucks bile yok!” diyor!

    === ÜNİVERSİTEDE SÖZLEŞMEYİ İMZALAYANA KADAR;
    MAAŞIMI, KAÇ SAAT DERS VERECEĞİMİ BİLMİYORDUM! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İş başvurusu için masaya oturdunuz; karşınızda kim var? Size nasıl davranıyor ve süreç nasıl ilerliyor?

    ASLI VATANSEVER: Kendi tecrübem de, çoğu görüşmecimizin aktardığı deneyimlere benzer bir şekilde; sözleşmeyi imzalayana kadar ücretimi, kaç saat ders vereceğimi, sigortamın olup olmayacağını bilmeden ilerledi!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sormadınız mı?

    ASLI VATANSEVER: Soruyorsunuz, ama cevap alamıyorsunuz!
    En son; sözleşmeyi imzalamak üzere rektörün yanına çağrılıyorsunuz ve imzalayacağınız sırada rektör sözleşme metninde yeri boş olan “ücret” kısmına uygun gördüğü bir rakamı yazıyor, siz de imzalayıp çıkıyorsunuz!

    MERÂL YALÇIN: Ben rektörden o boş kısmı doldurmasını istediğimde; “Ya hocam, güvenmiyor musunuz bize!” dedi! “Almanya’dan geliyorum, oradaki akademik sözleşme işleri böyle yürümüyor!” diyerek yazmasını sağlamıştım!

    Hem başka seçeneklerim olduğu için, hem bu üniversitenin çok ihtiyacı olduğunu bildiğim, hem de işe girmiş arkadaşlarım pazarlık yapmamı önerdikleri için ben pazarlık yapabildim.

    Ama normalde işler böyle yürümüyor, daha önce hasbelkader bir yerlerde çalışmamışsanız çok daha deneyimsiz oluyorsunuz ve “Size emeğimi satacağım ama şu koşullarda!” diyemiyorsunuz. Sözleşmelerde de genellikle çok boş bırakılmış bölümler oluyor; “ücret”, “ders saati” gibi.

    ASLI VATANSEVER: Çünkü, kitapta da sarkastik biçimde anlattığımız gibi:
    Akademisyenliği biz para için değil; “aklımızı ve ruhumuzu tatmin” için yapıyoruz!
    O zaman ben eve ekmek, su almasam da olur; kitapları yerim!

    Çalışma saatleri konusunda da:
    İş Kanunu’nun izin verdiği haftalık 45 saat alt sınırına çekme eğilimi içerisindeler, “sweatshop!”vari (kötü koşullarda ve işçiyi düşük ücretle çok çalıştırarak üretim yapılan merdiven altı imalâthaneleri) çalışma koşullarına doğru gidiyor!

    Siz sözleşmeyi 40 saat olarak imzalıyorsunuz; yenileme döneminde bir bakıyorsunuz 45 olmuş!
    Size idari personelle tıpatıp aynı sözleşmeleri imzalatıp; “Size tabii ki böyle uygulamayacağız.” diyerek sözlü teminata yönelenler de var!

    === YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİLERİNE
    TÜM DÖNEM DERS VERDİRTENLER VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Doktora”dan mezun biri kaç farklı türde işe alınabiliyor?

    ASLI VATANSEVER: Öğretim görevlisi olarak başvuruluyor, kadro açığı yoksa ve sabit kadrolu öğretim görevlisi olamıyorsanız, “outsourcing” dediğimiz ders saat ücretli olarak başvurabiliyorsunuz. Onda da kadro, sigorta veya unvan olmadan saat başına ücret alıyorsunuz.

    MERÂL YALÇIN: Vakıf üniversitelerinde o kadar çok öğretim üyesi eksikliği var ki, henüz doktora aşamasında olmayı bırakın; yüksek lisans aşamasındaki öğrencilere ders verdirtilen bölümler var!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu hoca olarak çalıştırılan öğrenci, dönem içinde birkaç dersi mi dolduruyor; yoksa o dersi tüm dönem mi veriyor?

    ASLI VATANSEVER: Tüm dönemi…

    MERÂL YALÇIN: Sonraki süreçte şanslıysanız ve kadro bulabiliyorsanız; “yardımcı doçent” olarak başlıyorsunuz.

    ASLI VATANSEVER: Bu arada; kadrolu olduğunuzda da mutlaka “yardımcı doçent” olarak alınmayabiliyorsunuz. Öğretim görevlisi olarak istihdam edilirsen, bir unvanın olmadan da çalıştırılabiliyorsun.

    === ÜNİVERSİTELERDE EĞİTİM DÖNEMİ SONU; HAZİRAN GERGİNLİĞİ! ===

    MERÂL YALÇIN: Hiç yayınınız yoksa veya sizden çok ders vermenizi istiyorlarsa; “öğretim görevlisi” yapıyorlar. Çünkü öğretim görevlilerinın YÖK’ün de tanımladığı hâliyle ders saati çok daha yüksek.

    ASLI VATANSEVER: Buradaki keyfiliğin altını çizmek istiyorum!
    Bizzat gözlemlediğim bir örnek; çalıştığı bölümdeki insanlarla aynı niteliklere sahipken ve diğerleri yardımcı doçentken öğretim görevlisi olarak istihdam edilmişti.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sözleşmeler kaç senelik oluyor?

    ASLI VATANSEVER: Yıllık.
    Sanıyorum iki yıl sonra otomatik olarak uzuyor. Buna rağmen üniversiteler, her sözleşme zamanını akademisyenlere alacakaranlık kuşağı gibi yaşatıyorlar; çünkü hiçbir zaman sözleşmeyi yeniden imzalatıp imzalatmayacaklarını, yeni koşulları veya toplu işten çıkarma olup olmayacağını bilmiyorsunuz. Yenileme yaptıkları zaman dilimi de; üniversite sahipleri için en kârlı, akademisyenler için ise en zararlı zaman!

    Bir akademisyen haziranda işten çıkarıldığı vakit; şanslıysa sadece bir dönem, şanssızsa en az bir yıl işsiz kalır. Çünkü herhangi bir üniversitede eylülde işe başlamak istiyorsanız en geç nisan, mayıs gibi başvurularınızı yapmış olmanız gerekiyor. Bahar döneminde de üniversitelerin işe alımı çok daha düşüktür.

    === YARDIMCI DOÇENT MAAŞINA ÇALIŞTIRILAN PROFESÖR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bir yardımcı doçentin devletteki maaşı ne kadar, pazarlık yapmadan vakıf üniversitesinden aldığı maaş ne kadar?

    ASLI VATANSEVER: Vakıf üniversitelerinde genel ortalama 3.500 TL ile 5.000 TL arasında değişiyor.

    MERÂL YALÇIN: Devlette de kademe ve kıdem farkı olabiliyor ama 3.500 TL ile 4.000 TL arası alıyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Doçent ve profesör maaşlarında durum ne?

    ASLI VATANSEVER: Profesörler konusunda net bir bilgimiz yok ama doçent olduğunuzda vakıf üniversitelerinde maaşınıza 500 TL gibi bir zam yapılır.

    MERÂL YALÇIN: Devlette de 4.500 TL’ye doğru çıkıyor. Ancak vakıf üniversitelerinde bu her zaman uyulan bir ücret aralığı değil. Bir görüşmecimiz vakıf üniversitesinde profesör olduğu hâlde yardımcı doçent maaşıyla çalıştırılan bir hoca olduğunu da anlattı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Maaş dilimleri birbirine bu kadar yakınsa; bir akademisyen neden vakıf üniversitesinde çalışmayı seçer?

    ASLI VATANSEVER: Her zaman tercih şansınız olmayabiliyor. Akademisyenlik; “Buradan çok sıkıldım, daha değişik yerlere başvurayım!” diyebileceğiniz bir meslek değil!

    Ayrıca; başvurabileceğiniz üniversite sayısı belli, bölüm sayısı belli, yaşamak istediğiniz şehirler belli, dolayısıyla yelpaze sınırlı. Bu yelpaze içinde sizin çalışmak istediğiniz üniversitenin kadro ihtiyacı olmayabiliyor. Şimdiye kadar da; devlet üniversiteleriyle vakıf üniversiteleri arasındaki maaş farkı çok daha fazlaydı.

    MERÂL YALÇIN: Bir de; bireysel bir karar gibi görünen şey aslında ne kadar bireysel bir karardır?

    Bir vakıf üniversitesinde çalışma kararını ancak belirli yapısal faktörlerle belirlenmiş bir bağlamda alabiliyorsunuz. Bütünüyle sizin isteğinizle ve tercihlerinizle değil; “iş imkânları!” gibi işgücü piyasasındaki şartlarla da belirlenen kararlar bunlar!

    === ÜNİVERSİTE TANITIMI İÇİN OTOBÜSLE, MİNİBÜSLE SOKAĞA ÇIKAN,
    KAYIT ESNASINDA ÖĞRENCİLERİN ÖDEMESİ İÇİN “POS CİHAZI KULLANAN!” HOCALAR VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversiteye kaçta gelip, kaçta çıkıyorsunuz?

    ASLI VATANSEVER: Sabah 9.00 giriş, 17.30 çıkış.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bunun ne kadarı ders vererek geçiyor?

    ASLI VATANSEVER: Üst sınır haftalık 15 saat, ancak değişebiliyor; bazen daha az, bazen biraz daha fazla olabiliyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Ders vermenin artı yükü ne?

    ASLI VATANSEVER: Dersi, notlarını, sınavlarını hazırlamak, sınavları kontrol etmek, teslim etmek, yoklamaları sisteme girmek, öğrencinin e-postayla veya ofise gelerek sorduğu sorulara cevap vermek gibi birtakım ek işleri var.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bunlar (9.00) – (17.30) arasının ortalama ne kadarını alıyor?

    ASLI VATANSEVER: Ders programınıza göre günden güne değişiyor. Bölüm başkanları ders kayıtları gibi işlerle de uğraştıkları için daha farklı bir mesai harcıyor.

    MERÂL YALÇIN: Bölüm sekreteri olmadığı için “sekreterlik işleri”, bunun yanında çok az sayıda araştırma görevlisi olduğu veya bazen hiç olmadığı için birtakım başka işleri de üstlenmek size kalıyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitabınızda öğrencilerin ödemelerini almak için pos cihazı kullanmak gibi alâkasız bir mesaiden de söz ediyorsunuz.

    ASLI VATANSEVER: “Araştırma görevlileri” buna daha fazla maruz kalıyorlar!
    Ama tanıtımlara gitmek; “yardımcı doçentler”, “doçentler” için de geçerli!
    Hâlbuki akademisyenin işi; “üniversiteyi tanıtmak” veya “üniversiteye öğrenci kazandırmak” değildir!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Üniversite sınavının sonuçları belli olduktan sonra;
    “Sosyoloji”nin ne demek olduğunu bilmeyen öğrenciye o bölümü anlatmaktan mı bahsediyorsunuz?
    Yoksa; otobüsle, minibüsle sokağa çıkarak öğrenci avlamaktan mı?

    ASLI VATANSEVER: Bir bölümün içeriğini anlatmak tabii ki hocanın görevi, bunu ondan başkası da yapamaz.

    Ama üniversiteyi; “Aman da çok güzel, şöyle havuzu var, şöyle kafeteryası var!” diyerek tanıtmak akademisyenin işi olamaz; sonuçta ben reklamcı değilim!

    Ayrıca; akademisyenin kurumla bu derece özdeşleşmesi yanlış!
    Çünkü akademisyen; yeri geldiğinde “anti-kurum” olabilecek eleştirel mesafeyi her zaman korumalı!

    MERÂL YALÇIN: Otobüslerle, minibüslerle dolaştırılmak vahşice bir örnek, ama şu da küçük düşürücü değil mi?
    Sizi tüm gün masalara oturtuyorlar ve üniversitenin propagandasını yapmanız bekleniyor!
    Araştırma görevlisi olan görüşmecilerimizin bazıları okulla ilgisi olmayan tanıtımlara gönderildiklerini de anlatmışlardı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Bize şu kadar öğrenci getir.” diyen veya bunu kontrol eden yöneticiler de var mı?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz, okulun Maliye’ye olan borçlarından dolayı TÜBİTAK projesinden destek alamadığı için yönetimle yaşadığı sürtüşme esnasında yönetim kendisine “Bu projeyi yapacaksın da ne olacak?! Sen bize 11 öğrenci getirsen üniversiteye daha çok para akar!” demiş!
    Ama illâ sayı söylenmesi gerekmiyor, tanıtıma akademisyenleri çıkartarak yapılan zaten bu.

    MERÂL YALÇIN: Siz masada sabahtan akşama otururken rektör de masaların arasından size göz atıyorsa bir şeyleri kontrol ediyordur herhâlde!
    Ayrıca “yeterince öğrenci yok diye bölümlerinin kapatılması tehlikesi”yle karşı karşıya kaldıkları için çaba sarf etmek zorunda hisseden akademisyenler de var!

    === YAŞADIĞIMIZ: KABZIMALLAŞMAK! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Yapacağınız işler bittiğinde ve “kampüse girmek için kart basmaya” henüz vakit gelmediğinde ne yapıyorsunuz?

    ASLI VATANSEVER: Oturup bir şeyler okuyorsunuz,
    Yazmaya başladığınız bir şey varsa ona devam ediyorsunuz,
    Ama o sıralarda ilham ve enerji yoksa ki dönem içinde böyle olur, haber sitelerini okuyoruz.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: 17.30’da basmanız gereken kartı, 16.30’da bastınız diyelim; ne olur?

    MERÂL YALÇIN: Bizim tecrübelerimize göre; kaçta geldiğiniz veya kartı basıp basmadığınız kontrol ediliyor mu bilgisine bile sahip değilsiniz; ama bunun endişesini daima hissediyorsunuz!

    ASLI VATANSEVER: Akademisyenler oto-disiplinleri son derece yüksek insanlarken, dıştan bir yaptırım uygulamanız yalnızca akademisyenliğe içkin olan arzu ve rıza unsurunu ortadan kaldırıyor!

    “Neo-liberal şirketleşme!”nin özelliğiyse çalışana çalıştırıldığını değil; kendi isteğiyle çalıştığı yanılsamasını sunmasıdır!

    Ancak bugünkü “sözde” vakıf üniversitelerinde bu dahi mevcut değil!

    “Neo-liberal şirketler!”i savunduğumuz kesinlikle düşünülmesin; ama biz hâlihazırda aşırı çalışmaya meyilliyken; üniversiteler bu arzuyu öldürüyor!
    Dolayısıyla burada yaşadığımız şey sadece “ticarileşmek” değil;
    Bir görüşmecimizin de söylediği gibi: “Kabzımallaşmak!”

    MERÂL YALÇIN: Kampüse girererken kart bastığınız andan itibaren; “Ben bir akademisyenim!” hissi ortadan kalkıyor ve “İşe geç gelirsem mesaimden kesilir!” duygusu geliyor!

    Akademiye özgü olduğu söylenen “özerklik!” algınız yerini;
    “Sürekli kontrol edilen bir işçi!” olduğunuz gerçeğine bırakıyor!

    Hâlbuki sizin beyniniz kartınızı basınca çalışmıyor!
    Evinizde çalıştığınız ya da sahada araştırma yaptığınız zamanların mesai karşılığı ise zaten yok!

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  73. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 66'ya

    [3. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 66,

    ÜNİVERSİTELERDEKİ KAPİTALİZM!

    === YARDIMCI DOÇENT OLARAK EMEKLİ OLANLAR VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Araştırmalarınızı 24 saatinizin hangi kısmında yapıyorsunuz?

    ASLI VATANSEVER: Koşullara bağlı.
    Bekârsam ve tek başıma yaşıyorsam; sabahın 5′ine kadar çalışabilirim.
    Evli ve çocuğu olan bir insanınsa; eve gittiğinde başka mesaileri oluyor.

    MERÂL YALÇIN: Ayrıca, burada çelişkili bir durum var:
    Sizin bilimsel araştırma yapmanız aslında üniversite yönetiminin umurunda değil!

    Araştırma sizin “kişisel bir uğraşı!”nız gibi,
    “Araştırmanı yap ama bir hobi olarak!” gibi görülüyor!
    Diğer yandan; performans değerlendirmesinde sizden yayın yapmanız, makale yazımına yüksek özen göstermeniz bekleniyor!

    ASLI VATANSEVER: Ama lâfta isteniyor!
    Okulda kimsenin “yayın yaptı!” diye avantaj sağladığını görmedim!
    Araştırma yapmanızı umursamamalarından öte; araştırma yapmanızı tercih etmediklerini düşünüyorum!
    Çünkü okulun bir “maliyet olarak gördüğü hoca”nın en düşük ücret aldığı unvan; yardımcı doçentlik. Ona böylece hem daha fazla ders verdiriyorsun, hem ücreti daha düşük, hem de pazarlık gücü düşük!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bir yardımcı doçentin, doçent olması için ne yapması gerekiyor?

    ASLI VATANSEVER: Yayın.
    Ama bu koşullarda bilimsel üretim yapmanı engelleyen bir örüntü var!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Dolayısıyla yıllarca yardımcı doçent pozisyonunda mı kalınıyor?

    ASLI VATANSEVER: 50 yaşına gelip hâlâ yardımcı doçent olan, yardımcı doçent olarak emekli olan insanlar var! Ve bu o kadar gergin bir pozisyon ki; sürekli “Hayatta geç mi kaldım?!” sorusuyla baş ediyorsunuz!

    === BU DÜZEN BÖYLE DEVAM EDERSE, YARINLARA SADECE;
    “ENTELEKTÜEL ÇÖPLÜK” KALACAK! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bugün akademisyenlerin entelektüel seviyesine dair sizin yorumunuz ne?

    ASLI VATANSEVER: Bu şekilde devam ederse; akademi, sözünü ettiğimiz koşullara mümkün olduğu kadar “karşı çıkmayacak!” durum ve çaresizlikte olan akademisyenleri barındıracak!

    Bir görüşmecimiz çok güzel bir şekilde ifade etmişti:
    Ya çok genç ve güvencesiz yardımcı doçentler,
    Ya başka bir yerde istihdam olanağı olmayan geçkin yardımcı doçentler,
    Ya devlet üniversitelerinde kariyer yaptıktan sonra emekliliğinde güzelce para kazanmak istediği için vakıf üniversitelerine gelen birkaç profesör,
    Ve her dönem “mevsimlik işçi gibi işe alınıp çıkartılan!” asistanlardan müteşekkil bir entelektüel çöplük kalacak geriye!

    Biz:
    Ya buna dur diyeceğiz;
    Ya da bu çöplük içinde debeleneceğiz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Çöp (10), en iyi konum (1) doğrusunda; bugünkü seviye sizce nerede?

    ASLI VATANSEVER: 7.

    MERÂL YALÇIN: 8.

    === TEZEK ÇUKURUNDAN BONCUK DA ÇIKAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu koşullarda yeni dönemin; “Behice Boran”, “Yavuz Sabuncu”, “Mina Urgan”ları olmayacak mı?

    ASLI VATANSEVER: Biz varız! (Gülüyor…)

    Bu röportajda söylediğimiz çoğu söz aynı zamanda bir tür tetikleme, bir tür kamçılama işlevi de görebiliyor!

    Üretim ilişkilerine eleştirel bakışımız, evet vardı; ama anlattıklarımız etine değince farklı yaklaşmaya başlıyorsun!
    Vicdan yelpazesinde nerede durduğuna göre tepkiler değişiyor, bir kesim de günü kurtarmaya çalışıyor!
    Ama süreğen bir şekilde her şey kötüye gitmez; tabii ki tezek çukurundan boncuk da çıkar!

    Fakat niçin bu riski alıp, tezek çukurunda boncuk aramaya devam edelim ki?! Zorunda mıyız?!

    Onun yerine; tertemiz bir takı atölyesinde boncuk dizebileceğimiz bir sistemi niye kurmayalım?!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenlerin bu sistemin işleyişini mümkün kılarken; aynı zamanda sistemi değiştirebileceklerini ummak ne kadar gerçekçi?

    ASLI VATANSEVER: İkisi yan yana gelince zihnimde cinnete benzer bir durum yaşanıyor ve sonra oturup böyle araştırmalar yapıyorsunuz, böyle bir kitap yazıyorsunuz işte!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İdealizmle “Bu işi manevi tatmin için yapıyorum!” derken; ömür boyu yardımcı doçent kalmak veya bu dönemin “Kemal Karpat”larının çıkmadığını görmek nasıl yan yana geliyor?

    ASLI VATANSEVER: Kendi adıma cevap vereyim:
    2000′lerin başında lisans eğitimimi, 2007-2009 arasında da doktoramı bitirdim.
    Doktoramı “prekarizasyon”un (güvencesizleşme; İngilizce “precariat”) mevcut olduğu bir dönemde yaptım; ama üretim ilişkileri içine girmediğim için henüz bunun ben de farkında değildim!

    Bunu yaparken de “Kemal Karpat”ların bugün Türkiye’de olup olmadığını hiç sorgulamadım; çünkü dünya çapındaki sosyolojik literatürü takip ediyordum ve o insanlara öykünüyordum.

    Ama şunun farkındaydım:
    Yapıyı belirleyenler “Ivy League” (ABD’nin önde gelen sekiz vakıf üniversitesinin oluşturduğu birlik) kökenli bir sosyolog aristokrasisi olacaktı.
    Bir “David Harvey”, bir “Immanuel Wallerstein” olmayacağımı biliyordum; ama bununla birlikte, aktarılmaya değer bilgi birikimine sahip bir hoca olacağımı ya da herhangi bir alanda Türkiye’deki akademiye hakim ataleti yırtabileceğimi düşünüyordum!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bugün bu düşünceleriniz geçerli mi?

    ASLI VATANSEVER: Sadece kendi adıma değil; başka insanların da bunu yapabileceğini düşünüyorum. Ama neden olmayabileceğinin önündeki engelleri de tartışıyoruz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sistemin adaletsizliklerinden öte; en azından “devlet üniversitelerinde vakti olup da araştırma yapmamak” sizce, akademisyenlerin hanesine yazılacak bir eksi de yaratıyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Tabii ki, ama orada da devlet üniversitelerinin koşullarına bakmak gerekir!
    Orada nasıl bir yapılanma vardı ki; böyle akademisyenleri barındırdı ve atıl ve işe yaramaz bir üniversite sisteminin hayata geçmesini sağladı, ve bize böyle bir kitabı yazdırdı?!

    === HER DEVİRDE “YÖNETİCİ POZİSYONU”NA YERLEŞEN PROFESÖRLER VAR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bugüne dair çıkardığınız vakıf üniversitesi haritasında; profesörlerin bakışı direngen mi, çekingen mi?

    MERÂL YALÇIN: İşinden atılan profesör de var, her türlü gidişattan sorumlu tutulabilecek profesör de!

    ASLI VATANSEVER: Tutarlı bir tavırdan bahsedemeyiz.

    MERÂL YALÇIN: İstisnalar dışında yöneticiler genellikle profesör oluyorlar, bunların içinde bir kısım da kurucu oluyor. Bir üniversitede bir bölümü kuruyor. Sonra da falanca yerden başka yere yine yönetici olarak geçtiğini görüyorsunuz.

    ASLI VATANSEVER: Bu kişiler her devirde kendisine muhakkak bir yönetici pozisyonu, bir kapı buluyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sizce akademinin “Mehmet Barlas”ları mı var?

    ASLI VATANSEVER: “Mehmet Barlas” benzetmesi ne derece doğru bilemiyorum, ama akademide böyle bir “Talleyrand” tiplemesi de var diyelim!

    (( Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord:
    Fransa’da 1754-1838 arasında yaşamış siyaset adamı ve Dış İşleri Bakanıdır. Siyasi kariyeri boyunca; Fransa’daki her rejim değişikliğinde kendisine yer edinmeyi becermesiyle ünlü bir tarihi karakterdir. ))

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sizce “yıldız hocalar” kümesi var mı, onlar saydığınız koşullarla ne kadar muhatap oluyor?

    ASLI VATANSEVER: “Her daim kayırılan” bir “yıldız hoca kadrosu” var mı; varsa onun pozisyonu ne kadar güvenli bilemiyorum.

    Nispeten daha yüksek profilli bir vakıf üniversitesinde çalışan bir görüşmecimiz:
    Yayın beklentisini yerine getiremediği gerekçesiyle; çok ünlü ve “yıldız” hoca kategorisine sokulabilecek insanların işten çıkarıldığından bahsetti!
    Gene başka bir görüşmecimiz; kendi alanında son derece başarılı olan bir profesördü ve bunun piyasada ona bir artı sunduğunu kendi söyleminden duymadım.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Vakıf üniversitelerinde yayın beklentisi yok.” demiştiniz; profesör katında başka bir uygulama mı var?

    ASLI VATANSEVER: Hayır, üniversiteden üniversiteye değişiyor. “Prestij kapsamındaki vakıf üniversiteleri”nde yayın beklentisi var.

    MERÂL YALÇIN: Üniversitelerin kadrolarına katmak isteyeceği, kadrosuna kattığında imajının olumlu etkileneceğini düşündüğü küçük bir grup “yıldız hocalar” olduğunu düşünüyorum!

    ASLI VATANSEVER: Peki bu yıldızlık onlara bir güvence sağlıyor mu ?!

    MERÂL YALÇIN: Sağlıyor!
    Pazarlık gücü biraz daha fazla oluyor;
    Hem ücretini,
    Hem çalışma saatlerini kendi istediği gibi belirleme şansı olabiliyor.
    Ama yeri geliyor işsiz de kalabiliyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Geri kalan akademisyen kitlesinin yaşadıklarını ne kadar dert ediyorlar?

    ASLI VATANSEVER: Vicdani ve siyasi duruşlarına bağlı; bunu onlarla görüşmek gerekir!

    === YÖNETİCİDEN HOCAYA:
    “ŞU KİTABI 1 AY OKU; O DERSİ VERECEK SEVİYEYE YÜKSELİRSİN!” ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Daha revaçta olanla olmayan bölümlerden akademisyenler arasında nasıl bir ilişki var?

    ASLI VATANSEVER: Ana bilim dallarıyla, mühendislikler, psikoloji ve iletişim gibi daha ziyade piyasaya iş gücü yetiştiren bölümler arasında bir fark var. Bu bölümlerden bazı akademisyenlerin, siz haksızlıklarla mücadele etmeye çalışırken; sözleşmelerde kendi lehlerine olacak pazarlıklar yapıp “Çok güzel deal’lar (anlaşma) yaptık!” diyerek rektörün yanından çıktıklarını gördüğünüz zaman, insani düzeydeki ilişkileriniz epey yaralanmış oluyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Revaçta olmayan bölümlerin hocaları diğerlerinin derslerini veriyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Kitabın adında da olduğu gibi: “Ne ders olsa veririz!”
    Çünkü hoca sayısı minimumda tutuluyor!

    Şöyle düşünün:
    Psikoloji bölümünde 3 hoca var ve o bölümün; “sosyal psikoloji”, “klinik psikoloji”, “sinir bilimi” alanı başkadır. Tabii ki de tüm bu dallar için ayrı hoca istihdam edemezsiniz, ama genel ilgi alanları itibarıyla en azından hem sayıca, hem nitelik olarak dengeli bir dağılım gözetebilirsiniz.
    Eğer bu dengeyi kuramazsanız; “siyaset sosyolojisi” uzmanına “aile sosyolojisi” dersi verdirtirsiniz, daha da kötüsü; kalkıp “toplumsal hareketler” çalışan bir sosyologdan “Avrupa Birliği’nin kurumları ve hukuki yapısı” üzerine ders vermesini talep edersiniz!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Kitabınızdan daha uçuk bir örnek; “felsefe bölümü”nde görevli bir akademisyenden “mühendislik bölümü”nün programını hazırlamasını talep etmek!

    ASLI VATANSEVER: Bu görüşmecimizden mühendislik bölümünün “Bologna programı (-Avrupa Yükseköğretim Alanı- içerisinde yer alan ülkelerdeki eğitimin yeniden yapılmasını ve standartlarının yükseltilmesini hedefleyen program)” içeriklerini hazırlaması bekleniyor. Bu arada; Bologna programı içeriklerinin hazırlanması da gene akademisyene yüklenmiş bir prosedürel iş.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Yönetimin alan dışı ders taleplerine “İçeriğini bilmiyorum” cevabını verdiğinizde karşılaşacağınız muhtemel tepkiler ne?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecimiz, “Ne münasebet!” diyor ama yönetici kesim işi üzerinize yıkmak için çabalamaya yine de devam ediyor. Ne kadar direnebileceğinizle alâkalı bir durum var. Bunun sonucunda; bir sürü tartışma ve işten çıkarılmayı göze alabilmeniz gerekiyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Alanınız olmayan bir dersi anlatmak için ne kadar süre, nasıl bir hazırlık yapmanız gerekiyor?

    ASLI VATANSEVER: Ne şekilde anlatmak istediğinize bağlı. Eğer hakkını vererek, konunun uzmanıymış gibi anlatmak isterseniz yıllarınızı alır ki kimsenin böyle bir lüksü yok! Değilse; dönem başlayana kadar birkaç hafta içinde hazırlanıp, daha önceki hocanın nasıl bir ders programı hazırladığına, kullandığı kaynaklara bakıp “Wikipedia seviyesi”nde ders verebiliyorsunuz!

    MERÂL YALÇIN: “Ben bu dersi öğretmeyi kabul edemem; uzmanlık alanım dışında!” dediğinizde yönetici kesimden şöyle bir söylemle karşılaşabilirsiniz; “Ne var canım, al kitabı oku; öğrenirsin!”

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz; “Şu kitabı bir ay oku; dersi verirsin!” de demişti!

    === YÖNETİCİLER;
    İKTİDARI ERİTME YOLU İLE ÜNİVERSİTE SAHİPLERİNİN TETİKÇİSİ OLMA DOĞRULTUSUNDA HAREKET EDİYOR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Akademisyenler arasındaki ilişkiler anlatılırken bir görüşmeci “mafyalaşma” tabiri kullanıyor. Burada ne anlatılmaya çalışılıyor?

    ASLI VATANSEVER: Kastedilen şu:
    Yapının kendi temelindeki usûlsüzlüklerin, sistemin kılcallarında dolaşan zehrin;
    Hakkaniyetle çalışmak için çabalayan insanları da usûlsüz davranmaya ittiği,
    Ve “karşılıklı güven ilişkisi”ni zedelediği,
    Kim kime gücünü yettirebilirse onunla uğraştığı,
    Ve kendisine küçücük de olsa, (birkaç görüşmecinin metaforuyla) “derebeylikler” kurmaya çalıştığı,
    Neredeyse kriminalize, mafyavari olan bir yapı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Feodal bir yapıdan mı bahsediyoruz?

    ASLI VATANSEVER: Feodalden parçalı bir iktidar anlıyorsak, evet.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu durumda dekan ve rektör nereye denk geliyor?

    ASLI VATANSEVER: Ara kademe yöneticilerin işlevi, görüşmecilerimizden edindiğimiz bilgilere göre, ya tamamen işlevsizlik ya da mütevelli heyetinin uygun gördüğü işleve doğru hizalanma. Hiç kimse de çıkıp bir ara kademe yönetici için “Yumruğunu masaya vurdu ve sonuna kadar bizim çıkarlarımızı savundu”, “Bizi temsil ediyor” demedi!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu hizalanma ne kadar aşırıya gidebiliyor?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz; rektörün, bizzat okul ücretlerinin yükseltilmesini protesto etmek için toplanan öğrencileri kamera kayıtlarından tespit ettirdiğini, evlerine haber yolladığını; “Bu şekilde devam ederseniz, soruşturma açılır!” gibi tehditlerde bulunduğunu aktardı!

    Burada hizalanmanın had safhada olduğunu görüyoruz!

    Başka görüşmeciler; “Ben kâğıt üstünde dekanım!”, “Kâğıt üstünde rektörüm, yapabileceğim bir şey yok!” diyen bir “ara kademe yönetici!” profili çiziyor!
    Tamamen iktidarsızlaşma ile üniversite sahiplerinin tetikçisi olma arasında gidip geliyor yöneticiler!

    MERÂL YALÇIN: Bir görüşmecimizin çok güzel, metaforik bir anlatımı vardı; kendisini içi yavaş yavaş kaynayan su dolu bir tencereye atılan bir kurbağaya benzetiyordu. Çeşitli baskılara maruz kalmış görüşmeci; “Üst yönetimdekiler hiç vicdan azabı çekmiyorlar mı?!” diye sormuştu! Bu kişiler kendi vicdanları nereye kadar müsaade ediyorsa oraya kadar gidiyorlar!

    === YÜKSEK LİSANSA ÖĞRENCİYİ USÛLSÜZ ALDIRTMAK, SINAVDA TAHRİFAT! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Vakıf üniversitelerinde yapılan ve araştırmanızda rastladığınız diğer usûlsüzlükleri de sayabilir misiniz?

    ASLI VATANSEVER: Şu başlıklar altında toplayabiliriz:
    1. Akademisyen istihdamında yapılan usûlsüzlükler,
    2. Öğrenci alımında yapılan usûlsüzlükler,
    3. Öğrenimin içeriğine dair usûlsüzlükler,
    4. Kriminal usûlsüzlükler var!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Kriminal usûlsüzlükler” derken?

    ASLI VATANSEVER: Puanı yetmediği hâlde yüksek lisansa öğrenci aldırtmak,
    Sınav üzerinde tahrifat yaptırmak,
    Veyahut bölümün öngördüğü kriterlere uymadığı hâlde birtakım tanıdıklarını oraya akademisyen olarak işe aldırtmaya çalışmak! Ve yönetim katında şahit olduğumuz usûlsüzlüklere sessiz kalmak!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Yüksek lisansa öğrenci aldırtmak” nasıl oluyor?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimizin anlattığına göre:
    Yönetimin yüksek lisansa alınmaları için bölüme öğrenci listesi verip, bölüm bu öğrencilerin kabul kriterlerine uymadıkları gerekçesiyle alımı kabul etmeyince, yönetimin o öğrencileri asil listeye kendi elleriyle eklemesi şeklinde!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: İkinci sırada saydığınız “öğrenci alımındaki usûlsüzlükler” bundan ayrı mı?

    ASLI VATANSEVER: Büyük ölçüde bununla alâkalı.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sınavda tahrifat nasıl oluyor?

    ASLI VATANSEVER: Bir görüşmecimiz; öğrencilere verdiği notların değiştirildiğini ve normalde kalacak öğrencilerin geçirildiğini gördüğünü anlattı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: “Öğrenimin içeriğine dair usûlsüzlükler” nedir?

    ASLI VATANSEVER: “Öğrenimin içeriğine dikkat etmemek” gibi, yüksek öğrenimin kalite kriterlerini gözetmemek!

    === YÖK BAŞKANI’NDAN USÛLSÜZLÜKLERE KARŞI;
    “MAHKEMEYE GİDİN” TAVSİYESİ! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Tüm bunlar olurken YÖK her yıl denetimini yapmaya devam ediyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Evet.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Raporu da hazırlanmış bu son vakada hiçbir geri dönüş olmuyor mu?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecimizin aktardığına göre; hayır!
    O dönem YÖK Başkanı olan Gökhan Çetinsaya’ya bir toplantıda kendisi bizzat gidip; “Çalıştığım üniversitede böyle böyle şeyler yaşanıyor, ben raporlar da yazıyorum, karşılık alamıyorum!” diyor ve Çetinsaya, kendisinin YÖK Başkanı olarak bu konuda hiçbir yaptırımı olamazmış gibi “Mahkemeye başvurun!” diyor! YÖK Başkanı böyle bir işlevsizliği kabul ediyorsa eğer; bunu kurum adına kabul ediyor demektir!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: YÖK Başkanı’nın kriminal olaylara gerek kalmadan bile “eğitim kalitesizliği nedeni”yle bölümü kapatma yetkisi var; siz bu yetkinin kullanıldığı bir vaka biliyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Ben böyle bir şey duymadım.

    MERÂL YALÇIN: Hiç rastlamadım. YÖK’ün denetleme birimi var ama denetimlerine dair herhangi bir açıklama yapmıyorlar! Denetçilerin nisan veya mayısta üniversitelere gelip yazdığı raporlar gönderildikten sonra ne oluyor bilmiyoruz!

    Ama eski çalıştığım yerde; “YÖK denetçileri geldi, herkes işyerinde olsun.” dediler, gelip bizimle de konuşacaklarını sandım ama rektörlüğün yanındaki odada sadece muhasebe hesaplarına bakmışlar!

    === YÖNETİM NEDENİYLE CAN GÜVENLİĞİNDEN ENDİŞE EDEN REKTÖR! ===

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Sizce YÖK’ün bu ciddi şikâyetlere dönmemesinin ardındaki sebep ne?

    ASLI VATANSEVER: Bunu ayrıca araştırmak gerekir. Bu konuda sezgilerle konuşmak eksik ve yanlış olur.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: YÖK’ün geri dönüş yaptığı herhangi bir vaka biliyor musunuz?

    ASLI VATANSEVER: Görüşmecilerimizden sadece bir tanesi gördüğü usûlsüzlüklere dair YÖK’le irtibata geçtiğini söyledi. O da geri dönüş alamamış!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Bu görüşmeci; “rektörün, yönetimin tavrı nedeniyle can güvenliğinden endişelendiği”nden de bahsediyor! Bu da Çetinsaya’ya aktarılan bir bilgi mi?

    ASLI VATANSEVER: Muhtemelen aktarılmıştır.
    Üniversitede maaşların ödenmediğini, sınavlar üzerinde tahrifat yapıldığını, yetkisi olmayan biri tarafından işten çıkarıldığını YÖK’e düzenli olarak bildiriyor.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Rektörün hayatından endişelenebileceği bir ortam üniversitede nasıl yaratılıyor?

    ASLI VATANSEVER: Yüksek öğrenimin kendisini “bir maliyet olarak gören zihniyet”in kurduğu üniversitelerde; bu zihniyetin dejenere olduğu noktaları da görebiliyoruz!
    Buna karşı çıkmaya çalışan insanlarla yönetim arasında farklı düzeylerde çatışmalar yaşanabiliyor!
    Başka bir görüşmecimiz mesela maaşının yatırıldıktan sonra bankadan geri çekildiğini, rektörün kendisini; “Seni hiçbir yerde çalıştırmam!” diyerek tehdit ettiğini anlattı!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Can güveliğinin olmaması bambaşka bir aşama değil mi?

    ASLI VATANSEVER: Dediğim gibi; dejenerasyon konusunda seviyeler değişiyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Şunu mu savunuyorsunuz: “Bugün bu koşullarda yaşıyoruz ama iki adım ötesinde vücut bütünlüğümüze zarar gelebilir!”

    ASLI VATANSEVER: Olabilir; böyle bir ihtimâl var diyoruz görüşmecimizin anlattıkları doğrultusunda.
    Eğer bir işletmede böyle bir şey yaşanıyor ve durdurulmuyorsa; bu, o sektördeki diğer işletmelerde de karşılaşılabilecek bir örnek hâline evrilebilir!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Peki bu örnekte; rektör can güvenliği endişesini YÖK’e bildirdi, YÖK karşılık vermeyince, polise başvurdu mu?

    ASLI VATANSEVER: Orada bahsedilen rektör; yönetimle dahi zıtlaşmadan, istifaya zorlanmasını sineye çekmesini kolaylaştıran yüklü bir tazminat alarak helâlleşip oradan ayrılıyor! Bu çirkinliğe karşı mücadele etmek için uğraşmıyor!

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Siz bu kitabı yazarak neleri göze almış oldunuz?

    ASLI VATANSEVER: Bilmiyoruz! Zaman gösterecek!
    Merâl, bir kamu üniversitesinde çalıştığı için nispeten daha güvende.
    Ben, sivriliği başka olaylarda da ortaya çıkmış biri olarak; bu kitabımızın pek sempatik bulunmayacağını düşünüyorum! Ama “beni kesinlikle işten atarlar” gibi bir iddiada da bulunamam.

    GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ: Varsayalım ki atıldınız; sizin tabirinizle bir “muhbir” olarak vakıf üniversitelerinde iş bulma şansınız ne kadar yüksek?

    ASLI VATANSEVER: Gideceğim yerin genel düşünce yapısıyla alâkalı olacağını düşünüyorum. Özellikle gireceğim bölümün eleştirel bir tutumu varsa şahsıma karşı çok “anti” bir tavır alınmayabilir.

    (GAZETECİ HAZAL ÖZVARIŞ) SON SORU: Peki nihayet bu kitabın da öğrenilmesinden sonra; akademi dünyasında bir taşma beklenir mi?

    ASLI VATANSEVER: “Taşma” dediğimiz şey; herkeste farklı tezahür edebilir.
    Bu “taşma noktası”na bizden daha önce gelmiş, konuyu ele almaya ve örgütlenmeye başlamış akademisyenler var.
    Yeni araştırmalar veya “kolektif eylemler” şeklinde bir taşma ortaya çıkabilir!
    Sayıca tüm akademisyenleri kapsamaz belki, ama sorunlar farklı mecralarda dile getirilmeye başlanırsa;
    En nihayetinde daha geniş bir mücadele platformu oluşabilir!

    MERÂL YALÇIN: Neyin, ne zaman, nerede patlak vereceğini öngöremiyorsunuz!
    “Taksim Gezi Parkı Protestoları”nda olduğu gibi; ancak ortaya çıktığında tarif etmek mümkün oluyor!
    Taşma olur, ama umarım taşmakla kalmaz; daha programlı, örgütlü, kolektivist arayışlar ve kalıcı çözümler getiren girişimler olur!

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  74. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 66'ya

    [4. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 66,

    [Geriye ne kaliyor?

    Grev?

    Bak, bu enteresan olur: Beyaz yakalilarin grev yaptigini gormek isterim –gerci, gecmiste de banka calisanlari, otel/lokanta iscileri filan grev yapmislardi ama kimsenin pek de umurunda oldugunu hatirlamiyorum. Bugunlerde olmasinin daha zor olacagini soylemek de abartma sayilmaz.

    Bir de, tabii, kimin destekleyecegi konusu var..

    Mavi ve gri yakalilar mi?

    Hic sanmiyorum.]

    Gözlerinizde ve algı mekanizmanızda bir problem mi var sayın “Necip”?!

    “28” numaralı metnimizde yazdığımızı okumadınız mı?!

    “Tespitinizin doğru tarafları var” demiştik! İşte örnek:

    Adres ( https://twitter.com/AFSARTISING/ )

    (Kendisinin kelimeleriyle aktarıyoruz.)

    Yakamın rengi “beyaz” sayılmaz, yine de başımdan geçen bir olayı anlatayım.

    Yeni mezun mühendis olarak bendeniz, şirkette bölüm sorumlusu olarak çalışırken, bölümüme bağlı diğer çalışanlarla ve (mavi yaka) işçilerle arkadaş olarak çalışacağımıza inanarak çalışmaya başladım. Herhangi bir olay olduğunda, mavi yaka’nın tarafını tutarım. Mavi yaka’nın bir talebi olduğunda, yönetime iletirim. Şirketteki diğer mühendisler benim bu davranışlarıma göz devirir, ama ben yine de bildiğimi okurum.

    Gel zaman git zaman; mavi yaka’larla olan bu yakınlığımın aslında şirkette “sevilmememe” sebep olduğunu gördüm! Bu umurumda değildi, zaten bekliyordum!

    İşin kötü yanı: Mavi yaka’ların tek istediği beni ezmekti! Senelerdir mühendislerin koyduğu tüm kuralların intikamını benden almaktı! Bunu öğrenince şok oldum! İşten eve aynı servisle dönerken, sudan bir bahaneyle kavga çıkarıp bana bağırma-çağırma girişimleri; bardaktan taşan son damla olmuştu! Beklentilerini karşılayamamıştım!

    Bugün; “yaşı ilerlemiş mühendislerin” neden asık suratlı, ters, kaba-saba davrandığını daha iyi anlayabiliyorum! Günlük hayatlarında farklıydılar. Ama şirkette saygı görmek ve işlerini yapabilmek için öyle davranmaları gerekiyordu!

    İşten çıktım!

    Mesleği bırakmayı düşündüm!

    Sonra, tek başına çalıştığım bir işim oldu. Gezdiğim fabrikalarda yine mavi yaka’yla sohbet ettim, yine arkadaş oldum. Onları yine dinledim, dinlemez olaydım! Her sohbette nefret ve saldırganlık!

    Örnekler sonsuz…

    “1 Mayıs çağrısı”na ana-avrat söven mi dersin!
    Koca bir oda dolusu adamın, eylemcilere tecavüz etmek dahil, işkence ve öldürme fantezileri mi dersin!
    Ne ararsan var!

    Hadi hepsini geçtim;
    “Gezi”de kaç mavi yaka vardı?

    Veya soruyu söyle sorayım:
    20 Şubat 2016’dayız, üzerinden 2 yıl 8 ay geçti; şu an kaç mavi yaka’lı destekliyor “Gezi”yi?

    Daha gerçek sorular da sorabilirim!

    Bir ateist, Kürt, Ermeni, Yahudi vs. öldürüldüğünde kaç mavi yaka’lı üzülür bir fabrikada?

    Mesela Mayıs 2015’te fabrikalarda mücadele başlatan “Metal işçileri” istedikleri zam dışında; sanıyor musunuz ki, herhangi bir toplumsal olayda duyarlılık gösterir? Buna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız; yanılıyorsunuz!

    Burnundan kıl aldırmayan “Beyaz Ya-LA-ka”lar ise hâlâ var! Birçok fabrikada “Beyaz Ya-LA-ka”ların yemek yediği odalar bile farklı yerlerde! Sıraya girip yemek yiyorlar; “bizimkiler geliyor!”

    Beni sorarsanız: Ben adam olmadım! Hâlâ bu tip olayları görsem ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE konuşuyorum. Sürüp giden yanlıştan dem vuruyorum!

    1 Mayıs kutlamalarında, şu meşhur “tulumlu, yumruğu havada işçi posteri”ni görünce aklıma hep bunlar geliyor, işçilerle sohbetlerimiz geliyor. Bağdaştıramıyorum!

    * * * * *
    “The Zeitgeist Movement”,
    “The Venus Project”,
    “The Occupy Wall Street”,
    “The Umbrella Movement”,
    “Black Lives Matter”,
    Glenn Greenwald & “The Intercept”,
    “DiEM25”,
    Laura Poitras & “Citizenfour”… ve yüzlercesinin “ne olduğunu”, “nasıl teşkilatlandığını” ve “mücadelelerini nasıl yürüttüğünü” öğreniniz!

    Bunları öğrenmeden; işkembenizden sallamaya devam ederseniz size ikaz göndermeyi sürdüreceğiz!

    “Arpa”larınızı beygirlerinize gündelik nizamı bozmadan veriniz; ölçüyü kaçarırsanız beygirleriniz “diarrhea” olabilir! Hani, siz de demiştiniz: “Azı yarar çoğu zarar!”

    Artık köylerde bile tavuk yeiştirilmez oldu! “Gelin”ler şehre kaçmak için fırsat kolluyor; “Singularity University” seminerlerine katılıp sertifika alabilmek için! “Damat”ları soran mı oldu?! Onlar zaten “şirketokrasi”de çobanlık yapmaya devam ediyor! Yazık; “statülerinin” yükseldiğini zannediyorlar!

    Aman ha kendinize dikkat ediniz sayın “Necip”:
    Önünüze gelen her tavuğa atlamayınız! Çoğu “genetically modified organism” yemlerle beslendikleri için sünger gibi “taste”leri var! Ve aynı zamanda “obez” de yapıyorlar! Türkiye’de “sol’cu geçinenler!” zaten yeterince obez; bir de üstüne “GMO (GDO)”lu tavuk yerlerse vücutlarını kımıldatacak hâlleri hiç kalmayacak!

    Akrep gibisin kardeşim,
    korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.

    Serçe gibisin kardeşim,
    serçenin telaşı içindesin.

    Midye gibisin kardeşim,
    midye gibi kapalı, rahat.

    Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
    Bir değil,
    beş değil,
    yüz milyonlarlasın maalesef.

    Koyun gibisin kardeşim,
    gocuklu celep kaldırınca sopasını
    sürüye katılıverirsin hemen
    ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.

    Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
    hani şu derya içre olup
    deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.

    Ve bu dünyada, bu zulüm
    senin sayende.

    Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
    ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
    kabahat senin,
    (demeğe de dilim varmıyor ama)
    kabahatin çogu senin, canım kardeşim!

  75. Bir parazit!
    Bu adamlar bir parazit! ,
    Duygusuz, işgalci; zaman-alan işgal edici…
    Aynı çıkartılar.
    Emperyalis-Alt emperyalist savaş öncesi bile salakça sayıklamalarını sürdürüyor.
    “Yorum” denilen alanları bile güya tiksindikleri ama aynı ruhu paylaştıkları emperyalist saldırganlar gibi işgal etmekten hiç utanmıyorlar.
    Şirretliği, bağnazlığı tutarlılık sanıyorlar.
    Üstlerine bir parazit ilacı sıksan…
    “Vardır bir hikmeti…”
    acımak mı, tiksinmek mi gerekli…
    **
    Bu zihniyet ellerinde imkân olsa emperyalist tahakkümün aynı işgalci, tahakkümcü ahlaksızlığını uygular; anti-kapitalist yaygaraları yalnızca pozisyonları icabıdır.
    Özgürlükçü bir sitede bu denli rahat “at oynatma” ve işgalci tavır, entelektüel ve etik seviyelerinin kanıtıdır.

  76. “Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
    ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
    kabahat senin,
    (demeğe de dilim varmıyor ama)
    kabahatin çogu senin, canım kardeşim!”

    Bir: Serbest vezinden nefret ederim. Olcu yok, kafiye yok; yegane enteresanligi/yaraticiligi (!) paragraf formunun irzina gecmegi marfet saymak olan bir acuzelik..

    Yirminci yuzyilda kaliplari kirmak macerasiyla baslayip kirilmis kalipta kalmisligin garabeti..

    Malesef ki, size bunu matah bir sey diye satmislar; belli.. Ama, silkinip kurtulmaniz gerekenlerin basinda bile gelmiyor bu igfal, o ayri.

    Iki: Kimisinin cektigi tombalada sarap gibi, kimisininkinde de corap gibi, camur gibi, kum gibi, toprak gibi ezilmek cikiyor. Hayat bu.

    Murekkep yalamislarin, onca imtiyazlarina ragmen hala daha sikayet etmeleri, bir turlu susmamalarindan biktim usandim.

    Dunyanin geri kalani, gercekten ezilenler, mevsimlik/gundelik isciler/ameleler, hali dokumacisi adi altinda modern kolelik layik gorulenler, fabrikalarda/tarlalarda gun dogumundan batimina kadar calisanlar, aclik sinirinin altinda –madenleri, yeralti zenginlikleri icin cikarilmis savaslarin tam ortasinda– yasayanlar ve daha niceleri varken, murekkep yalamislarin Mart kedisi misali seslerinin en cok cikmasi aha buraya geldi ve coktan gecti bile.

    Tek dertleri kendi imtiyazlarini –caktirmadan– korumak/artirmak, kendi hayat tarzlarini baskalarina egemen kilmak..

    ‘Gazeteci’ Hazal Ozvaris’in o uzun diatribe’ini daha once okumustum. Okurken de, vay be, senenin/asrin gazetecilik olayi demistim.

    Oyle ya, kimse bunlari bilmiyor, herkes ilk defa duyuyordu..

    Ve, o iki ‘akdemisyen’imize de ayrica hayran olmustum. Neleri ifsa etmisler neleri.. vay be!..

    Di mi?

    Degil.

    Bunlarin ikisi degil, iki milyonu gelse, Dicle Kogacioglu’nun tirnagi bile olamazlar –suicide is the sincerest form of (self) criticism.

    Bu iki cok bilmis akademisyen (!) ve diger beyaz yakalilar, murekkep yalamislar, kull-i yekunu, hala daha sistemin icinde gundelik hayatlarina devam ediyor. Istifa eden yok, kendi duzenini/konforunu –davasi ugruna– bozan yok; bunu hep baskalarindan bekliyorlar. Yemezler.

    Neyse.

    Yazdiklarinizi okudukca, Zeitgeist tarikatine tensip etmek arzum zerre kadar vardiysa bile tamamen yok oldu.

    Hala daha, bildigimiz insanlarin kendi kararlariyla yol actiklari kotulukleri –dogrudan dogruya onlara maletmek yerine– bir kotu ruh (seytan, ocu) ilan ettiginiz kapitalizme yukluyorsunuz.

    Insan dogasina cephe alamayacaginizdan, boyle bir cesaret sergileyemeceginizden, basarili olmak ihtimaliniz olmadigindan, “essegini dovemeyen palanini dover” acizliginizi/yapmacikliginizi laf salatasiyla ortmege calisiyorsunuz.

    Olmuyor tabii ki.

    Siritiyor.

  77. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 72'ye

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM (5) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 72,

    [“Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
    ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
    kabahat senin,
    (demeğe de dilim varmıyor ama)
    kabahatin çogu senin, canım kardeşim!”

    Bir: Serbest vezinden nefret ederim. Olcu yok, kafiye yok; yegane enteresanligi/yaraticiligi (!) paragraf formunun irzina gecmegi marfet saymak olan bir acuzelik..]

    “Sanat”; sadece şahsınızın meşrebine göre şekillenmez! Şahsınızın [serbest vezinden nefret edip / etmemesi] kimsenin umrunda değil! “Doğan Hızlan”ın ve hâttâ “Enis Batur”un büründüğü kılıklara özenmemenizi tavsiye ediyoruz! Siz yine “Necip” olarak kalmaya, kendiniz gibi davranmaya devam ediniz, doğal hâlinizi bozmayınız!

    * * * * *

    “And then we cowards”

    And then we cowards
    who loved the whispering
    evening, the houses,
    the paths by the river,
    the dirty red lights
    of those places, the sweet
    soundless sorrow—
    we reached our hands out
    toward the living chain
    in silence, but our heart
    startled us with blood,
    and no more sweetness then,
    no more losing ourselves
    on the path by the river—
    no longer slaves, we knew
    we were alone and alive.
    (Cesare Pavese)

    “Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım.”
    (Tezer Özlü)

    “The common run of moralists complain that man is moved by his private self-interest: would to heaven it were so! Private interest is a self-centered principle of action, but at the same time restricted, reasonable and incapable of giving rise to unlimited evils. Whereas, on the other hand, the law of all activities governing social life, except in the case of primitive communities, is that here one sacrifices human life (in himself and in others) to things which are only means to a better way of living. This sacrifice takes on various forms, but it all comes back to the question of power. Power, by definition, is only a means; or to put it better, to possess a power is simply to possess means of action which exceed the very limited force that a single individual has at his disposal. But power-seeking, owing to its essential incapacity to seize hold of its object, rules out all consideration of an end, and finally comes, through an inevitable reversal, to take the place of all ends. It is this reversal of the relationship between means and end, it is this fundamental folly that accounts for all that is senseless and bloody right through history. Human history is simply the history of the servitude which makes men (oppressed and oppressors alike) the plaything of the instruments of domination they themselves have manufactured, and thus reduces living humanity to being the chattel of inanimate chattels.”
    (Simone Weil)

    “The world is full of willing people; some willing to work, the rest willing to let them.”
    (Robert L. Frost)

    Dicle Koğacıoğlu… Ne kadar “hayat dolu!”ydu! Asla sizin gibi [insan dogasinin bir yansimasi!] demeyen bir insandı!

    Aslı Vatansever ve Merâl Yalçın’la İstanbul/Maslak’ta yaptığımız toplantılarda; ne çok andık Dicle’nin adını! Eğer Dicle “kendini öldürmeye mahkûm edilmeseydi!”; “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü” kitabına kendi tecrübelerinden demlediği “uyarıları” verirdi…

    Dicle kendini öldürmeye “mahkûm edilmeseydi!”, sizin gibi bir şahsiyetin sızlanmalarını duysa;
    “Bu kitap, ‘diatribe’ değil; ‘just and genuine pressure of defiance’tır!
    Çürümüşlüğünüzden kurtulmak isterseniz size seve seve yardımcı olmak isterim sayın ‘Necip’!” derdi!

    Sizle ayrıştığımız (bir başka!) nokta şu sayın “Necip”:
    Siz “ölümü” yüceltiyorsunuz!
    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “hiçbirimiz ölüme mahkûm edilmek zorunda değiliz!” cümlesini haykırıyoruz!

    “Takdir belgesini 2 puanla kaçırarak ailesini üzdüğünü düşünen 15 yaşındaki Umut Okay Giriş, evlerinin 4. katından atlayarak intihar etti!”

    ( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )

    Savgili Umut Okay Giriş; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti sayın “Necip” ?! ?! ?! “Algılarınızı” titizlikle kontrol ediniz!

    “TEOG sınavında istediği puanı alamadığı için bunalıma giren 13 yaşındaki Ayşe Berrin Yılmazlar, evlerinin banyosunda bornoz kemeriyle intihar etti!”

    ( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )

    Sevgili Ayşe Berrin Yılmazlar; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti sayın “Necip” ?! ?! ?! “Algılarınızı” titizlikle kontrol ediniz!

    “Ehven-i şer” hâlinden kurtulmanızı önermiştik; yanına bile yaklaşmak istemediniz! Yazık!

    (1)

    [Dunyanin geri kalani, gercekten ezilenler, mevsimlik/gundelik isciler/ameleler, hali dokumacisi adi altinda modern kolelik layik gorulenler, fabrikalarda/tarlalarda gun dogumundan batimina kadar calisanlar, aclik sinirinin altinda –madenleri, yeralti zenginlikleri icin cikarilmis savaslarin tam ortasinda– yasayanlar ve daha niceleri varken, murekkep yalamislarin Mart kedisi misali seslerinin en cok cikmasi aha buraya geldi ve coktan gecti bile.

    Tek dertleri kendi imtiyazlarini –caktirmadan– korumak/artirmak, kendi hayat tarzlarini baskalarina egemen kilmak..]

    (2)

    [Hala daha, bildigimiz insanlarin kendi kararlariyla yol actiklari kotulukleri –dogrudan dogruya onlara maletmek yerine– bir kotu ruh (seytan, ocu) ilan ettiginiz kapitalizme yukluyorsunuz.

    Insan dogasina cephe alamayacaginizdan, boyle bir cesaret sergileyemeceginizden, basarili olmak ihtimaliniz olmadigindan, “essegini dovemeyen palanini dover” acizliginizi/yapmacikliginizi laf salatasiyla ortmege calisiyorsunuz.]

    (3)

    [Yazdiklarinizi okudukca, Zeitgeist tarikatine tensip etmek arzum zerre kadar vardiysa bile tamamen yok oldu.]

    İlk önce (3) ile başlayalım:

    “The Zeitgeist Movement”; tarikat, kilise, shrine, ashram, sinagog, chapel, manastır, “new age movement”, camii, tekke, cave, katedral ve türevleri değil!

    “The Zeitgeist Movement”; kapitalizme karşı çözümler için çabalayan bir oluşum! Hiyerarşi yok! Lider yok! “Dincilik” yok!

    Eğer “beyninize zahmet olmazsa!” şu referanlara dikkat ederseniz, sizin bile isyankâr olduğunuz hususlarda yapılan tespitlerle karşılaşacaksınız! Umarız; önyargılarınızı bir nebze azaltabilip incelersiniz! (Not: “CIA”, “ABD Merkez Bankası & Federal Reserve” ve benzeri “oligarchy”lere karşı nasıl mücadele edildiğini de görürsünüz!)

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    Şimdi (1) ve (2) den devam edelim:

    Kapitalizmin renklerle kategorize ederek sömürmeyi ve katletmeyi ne kadar çok sevdiğini size yukarıda yazmıştık; fakat siz, “Beyaz Ya-LA-ka”ların sadece kendi konforunu düşünen hedonist zombiler olduğu yanılgınızı çirkefçe kustunuz!

    Turuncu Yaka ↔ Turuncu Ya-LA-ka
    Pembe Yaka ↔ Pembe Ya-LA-ka
    Yeşil Yaka ↔ Yeşil Ya-LA-ka
    Kırmızı Yaka ↔ Kırmızı Ya-LA-ka
    Mor Yaka ↔ Mor Ya-LA-ka
    Sarı Yaka ↔ Sarı Ya-LA-ka
    Siyah Yaka ↔ Siyah Ya-LA-ka
    Gri Yaka ↔ Gri Ya-LA-ka
    Mavi Yaka ↔ Mavi Ya-LA-ka
    Beyaz Yaka ↔ Beyaz Ya-LA-ka

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…

    MADEM ANLAMAMAKTA ISRAR EDİYORSUNUZ, BİR KEZ DAHA İZAH EDELİM:
    BİZLERE, YANİ BEBEKLİKLERİNDEN İTİBAREN PATRON KIÇI YALAMAK İÇİN YETİŞTİRİLMİŞ “BEYAZ YA-la-KA”LARA YÖNELİK YAZDIĞINIZ TESPİTLERİN ALTINA BİZLER DE İMZAMIZI ATIYORUZ!

    YAZDIĞINIZ ELEŞTİRİLERDE HAKLISINIZ SAYIN “NECİP”! “BU KONUDA BİRBİRİMİZE AYNI ŞEYLERİ ANLATA ANLAYA NEREYE VARMAYI UMUYORUZ?” DİYE SORMUŞTUK! “BU SAYFADA BİRBİRİMİZİN KAFASINA TAŞ ATMAYI SÜRDÜRÜRKEN; KAPİTALİZM KATLİAM YAPMAYI HIZLANDIRIYOR!” DİYE İKAZ ETMİŞTİK! AMA SİZ [insan dogasinin bir yansimasi] GEVİŞİNİ GETİRMEYE DEVAM ETTİNİZ!

    Sizle ayrıştığımız (bir başka!) nokta şu sayın “Necip”:
    İnsan, “kendi içindeki!” özelliklerini kontrol edebilme meziyetine sahiptir! Her insanda bu meziyet farklı düzeylerde de olsa; bu meziyetin “ortaklığı” sayesinde insan olduğumuz gerçeği vardır!

    “Kapitalizm”; eğer dağ çileğine benzer bir bitki olsa idi, sesimizi hiç çıkarmaz, bu siteye uğramaz, siz ve sizin gibilerle muhatap olmazdık!

    Fakat değil! (En yakın örneklerden biri olduğu için yazıyoruz) “SOMA cinayeti!”ni işleyen kapitalizm olduğuna göre; bizleri susturamazsınız!

    Sayın “Necip”, siz:
    “Dünyayı ıslah etmek” ile,
    “Kapitalizme karşı mücadele etmeyi” birbirine karıştırıyorsunuz!

    “Dünyayı ıslah etmek” kimsenin haddine değil!
    “Kapitalizme karşı mücadele etmek” hepimizin haddine!

    BİR YANDA: Bakımlı, dışarıya kapalı, korunaklı evlerde ve kulüplerde yaşayan zengin bir azınlık;
    ÖTE YANDA: Yardımlarla, boğaz tokluğuna çalışarak ayakta durmaya çalışan, ve sayıları her gün katlanarak artan “işe yaramazlar ordusu!”

    “EĞER BAZI İNSANLAR HIZLA DEĞİŞEN EKONOMİNİN HIZINA YETİŞEMİYORLARSA; ARTIK BU SADECE ONLARIN SORUNUDUR!”

    Bu “işe yaramazlar ordusu!” otomatik olarak:
    Eğitimsizlikle,
    Sosyal beceri yoksunluğuyla ve çalışmaya gönüllerinin olmamasıyla suçlanıyor!

    Ne var ki; yoksulluk çoktan beri toplumun merkezine yerleşmiş durumda!

    VE “YÜKSEK TEKNOLOJİ ÇAĞI!” DEDİĞİMİZ 2000’Lİ YILLARDA BİLE, ÇOĞUMUZ; HÂLÂ BU TEHLİKEYİ GÖRMEZDEN GELEREK, HASTALIĞI KENDİ ELLERİMİZLE YAYIYORUZ!

    “Piyasa ekonomisi!”nin buz gibi mantığı, insanı insan yapan tüm değerleri öldürmüyor mu?!

    “Rekabet!”i hayatın her alanına taşıyan “serbest piyasa öncelikleri!”;
    Birlikteliğimizi zehirledi,
    Herkesi birbirinin korkak rakibine dönüştürdü ve herkesi birbirine karşı savaşa tutuşturdu!

    Korku ve çaresizlik bir toplumun temelini oluşturamaz, bunlar bireyin gelişmesini engeller;
    Dayanışmayı, empatiyi ve güven duygusunu yok eder!

    Dünyada:
    İşsizlerden ve emeklilerden, yetersiz ücretli ya da geçici işlerde çalışma döngüsüne kapılmış milyonlara kadar; her gün daha fazla sayıda insan ülkelerinin refahından dışlanıyor!

    Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir, duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi; ARTIK O GÜNLER GEÇTİ!

    Peki:
    Bizleri yarın ne bekliyor?!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  78. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 72'ye

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 72,

    1. UYGAR NEFRET!

    “Tüketim toplumu”; mevcudiyetini neden “ötekileştirmek! (İngilizce: Alienation)” vasıtasıyla garantiye alıyor?!
    Ve “orta sınıf”; gerçek hayatta yere çakılırken, gözünü neden yukarıya dikiyor?!

    Çokuluslu bir şirketin sözcüsü bir röportajda: “Gıda-yardım merkezlerinden yemek alan insanların kamu yararına işler yapmakla yükümlü tutulması gerektiğini düşünüyorum!” diyor. Bu bağışlar olmaksızın yaşamlarını sürdüremeyecek insanların midelerine girecek lokmaları öncelikle “haketmeleri gerektiğini!” söylemek istiyor! Üst-orta sınıfa mensup, “gıda-yardım merkezleri dünyasını bilmeyen!” şirket sözcüsü bu şahıs nasıl böyle bir fikre varabiliyor?!

    Orta sınıfa mensup, alt tabakanın günlük yaşamının içinde olan bir öğretmen ise: “Gastronomi ve oteller yıllardan beri ‘yalvar yakar’ yetiştirecek eleman arayışında! Aslında bütün suç bu ‘elemanlarda!’; çalışmak istemedikleri için otellerin sunduğu bir meslekte uzmanlaşamıyorlar da!” diyor!

    İşte size “orta tabaka!”nın müdavimler masasından bir manzara:
    Bir grup gazeteci ve akademisyen bir lokantada oturuyor. Karınlar tok, bardaklar kırmızı şarapla dolu. Birisi aniden yoksulluk yardımı alanların ek olarak gıda yardımı almalarını; “iPhone almak istemeleri”ne bağlıyor! Bu korkunç iftira masadaki kimseyi rahatsız etmiyor ve kimse itirazda bulunmuyor! Bu “suskunluk hâli” nasıl olabiliyor?! Hattâ aralarından bazıları eskiden solcu (bugün ise “gerçekçi!” olduklarını öne sürüyorlar!) Bir diğeri onu tasdik ediyor: “Hepsinin elinde son model cep telefonlarından var, ayrıca gıda-yardım merkezlerine gidenlerin giyim kuşamları süper; gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşılamıyor bile!” Başka birisi söylenenleri tamamlıyor: “Isıtma parası aldıklarından beri, deliler gibi ısıttıklarını duydum!”

    Gariptir ki:
    Yoksulların dışlanması ve orta sınıfın onların sırtından üstünlüğünü sergileme çabaları bağlamında yukarıda birkaç örneği verilen “karakteristik öfke!”;
    Zengin bir ülkede “insanların niçin yemek bağışlarına muhtaç duruma düşmeleri sorusuna” karşı değil,
    Bu insanların bir cep telefonuna sahip olmasına ve kış aylarında evlerini ısıtmasına karşı ifade buluyor!
    Ne acı!

    Almanya’da yaşayan her yedi kişiden biri ise yoksulluk sınırında veya altında yaşıyor; 6,7 milyon insan resmi yoksulluk yardımı alıyor! Göreceli yoksulluk, kulağa ne kadar da masum geliyor! Sanki Alman yoksullar, aslında gerçek anlamda yoksul değil de, yalnızca “daha az varlıklılarmış!” gibi: “En azından dünyanın başka bölgelerinde sokaklarda ölen insanlara kıyasla; yani başkalarına bakacak olursak, biz yine iyiyiz!”

    Zengin ülkelerin yoksulları işte bu nedenle en fazla “umursamazlıkla”, ama çoğu zaman öfke ve hor görülmeyle karşılanıyor! Almanya’daki yoksulluğun ağırlığı, yalnızca maddi yoksunluklardan değil; “duygudaşlık ve hoşgörü yoksunluğu”ndan da kaynaklanmakta!

    Bangladeş’teki yoksulluğun da korkunç ve yürek yakıcı olduğu açık. Fakat o insanlar yoksulluklarından dolayı suçlanmıyor. Bir başlarına kalmış ve suskun değiller; hoşnutsuzluklarını, mücadelelerini sokaklara taşıyorlar. Ancak Almanya ve Avrupa’nın diğer “zengin ülkeleri!”nde, yoksullara kederleri bile çok görülüyor! Yoksullukları bile ellerinden alınıyor!

    Ayrıca, madalyonun diğer yüzü var:
    Almanya’da insanlar fakirleştikçe; öbür yanda “daha fazla zenginlik → daha az zümrede” yoğunlaşmaktadır!

    “BU TOPLUMDA KİMSENİN TEMBELLİĞE HAKKI YOKTUR!” açıklamasını yapan eski “Sosyal Demokrat!” başbakan gibi,
    “YOKSULLUĞA KARŞI AŞEVLERİ; DOYURURKEN TEMBELLEŞTİRİYOR MU?!” sorusu temelinde yürütülen tartışma forumları,
    Ve “ALDIKLARI YARDIM PARASININ KARŞILIĞINDA BİR ŞEYLER VERSİNLER!” diyen sokaktaki süslü yurttaşın sözleri ile;
    Her düzeyde sadece “daha adil bir iş ve gelir dağılımı”nın politik olarak başarılamadığı göz ardı edilmiş olmuyor!
    Aynı zamanda “sosyal adalet hedefinin yerine → verime (efficiency) bağlı adalet tanımı”nı koyarak; sistemin kurbanları fail konumuna, “işe yaramazlar ordusu!” içine oturtuluyor!

    Toplum içinde bir talepte bulunma hakkı yalnızca “performans gösterenlere!” mahsustur;
    “ÇALIŞMAYANA YEMEK YOK”tur!

    Kapitalist sistemde “bir maddeden-hizmetten yararlanmak & en yüksek verimlilik (efficiency)” mantığı;
    Aile,
    Okul,
    Ve “sosyal ilişkiler” gibi;
    Aslında iktisadi ilkelere göre İŞLEMEYEN kurumlara giderek daha fazla nüfuz ediyor!

    Bu kitapta yalnızca haksızlıklar teşhir edilmemiştir. Sadece siyasi reformlar yapılmasını talep etmek meseleyi çok basite indirgemek olur; yalnızca biraz daha dayanışma gösterilmesini talep etmek, sosyal vicdana çağrı yapmak belki dünya kiliseler günü kutlamalarında olabilir!

    Kitapta:
    Seçkinlerin insan onurunu hiçe sayan hangi stratejilerle kendi varlıklarını koruyup; hepimizi “mülksüzleştirdiği!”,
    Kimlerin “yoksulluk sayesinde zenginleştiği!”,
    Devlet politikalarının “neden yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!” olduğu,
    Holdinglerin “sosyal girişimcilik pazarlaması!” faaliyetleriyle; neden yoksulluğun yapısını değiştirmediği; hattâ tam tersine sağlamlaştırdığı,
    Ve ilk bakışta rasyonel gözüken ticarileştirilmesinin arkasında, giderek daha fazla onaylanan “tehlikeli bir eşitsizlik ideolojisi!” nin olduğu anlatılıyor.

    2. “…O HÂLDE PASTA YESİNLER!”

    Almanya’da 877 gıda-yardım merkezinden, 1 milyonu aşkın insan haftada bir kez yemek alıyor.

    “Tüm zamanların en büyük sosyal yardım hareketi” olarak böbürlenilen gıda-yardım merkezlerinde fahri görevliler:
    Süpermarketlerden,
    Ucuzluk mağazalarından,
    Ve toptancılardan;
    Satılabilir nitelikte olmamasına rağmen hâlâ yenilebilir gıdaları topluyor!

    Bunlar çoğunlukla; meyve, sebze ve süt ürünleri gibi çabuk bozulan, son kullanma tarihinin hemen öncesinde veya sonrasında toplanan mallar. NORMALDE İMHA EDİLECEK OLAN BU ARTIKLAR; YOKSULLARA DAĞITILIYOR!

    “Gelir dağılımı adaletsizliği” denen tehlikenin derhâl bertaraf edilmesi yerine;
    Sadaka sistemi,
    Başlangıçta evsiz-barksızlar ve uyuşturucu bağımlıları gibi hiçbir sosyal gruba tutunamamış insanlara acil yardım götürmek amaçlı oluşturulan bu kurumlar;
    Bugün, iş piyasalarında başvurulan “reformlar!” sonucunda gıda bağışlarına muhtaç kalacak kadar yoksullaşan yurttaşlara yönelik bir “tedarik sistemi!”ne dönüştü!

    2003-2009 arasında Almanya’daki gıda-yardım merkezlerinin sayısı üçe katlandı! Toplamda gıda-yardım merkezleri Almanya’da yoksullara her yıl 130 bin ton gıda dağıtıyor. Bu miktar Almanya’da her yıl çöpe giden 20 milyon ton gıdanın yalnızca ufacık bir parçası!

    Bir yandan dünya üzerinde 1 milyardan fazla insan açlık çeker ve günde en az 20.000 insan açlıktan ölürken;
    Endüstrileşmiş ülkelerde imâl edilen gıdaların büyük kısmı çöpe gidiyor!
    AVRUPA ve KUZEY AMERİKA’DA İMHA EDİLEN GIDA MİKTARI; DÜNYADA AÇLIK ÇEKEN İNSANLARIN BESLENMESİNE ÜÇ KEZ YETECEK BOYUTLARDA!

    3. KENTSEL SEÇKİNLEŞTİRMEDEN → ZENGİNLERİN SİTELEŞMESİNE!

    Şehirlerde:
    Yoksullar; zenginler tarafından nasıl yerlerinden ediliyor?! Siyaset bunu nasıl destekliyor?!
    (Detaylı bilgi için: “Soylulaştırmak (İngilizce: Gentrification)” kavramını inceleyebilirsiniz.)

    Şehrin merkezinde köhne binaların olduğu işçi semtleri; “kentsel seçkinleştirme!” süreciyle “varlıklı!” semtlere dönüştürülüyor!

    Eskiden; kiralara gücü yeten öğrenciler ve sanatçıların doğaçlama olarak yaratıcılıklarıyla ortaya çıkardığı zarafet ve kentsel yaşam duygusu, bir müddet sonra; bölgenin yüksek tabakalara çekici hâle gelmesine, artan talebin kiraları uçurmasına, “bakımsız!” evlerin lüks dairelere dönüşmesine, ve düşük gelirlilerin merkeze uzak, ucuz evlere taşınmaya mecbur bırakılmasına yol açıyor!

    Yüksek duvarların arkasında izole olanların vurguladığı “güvenlik!”,
    Herşeyden önce bir “statü ve zenginlik sembolü!”

    Villalar bölgesinin “tel örgüleri!”,
    Şaşalı “entrance”lardaki kulübelerinde, fiyakalı (özel ve taşeron!) güvenlik şirketi elemanlarının hâl ve tavırları,
    Teşhir edilen zenginliğin son derece bayağı bir ifadesi!

    İnsanlar burada fakirlere karşı değil; diğer zenginlere karşı duvarlar örüyor: “Kimin tel örgüleri daha uzun, kimin direkleri daha yüksek?!” Buna bir “comparatio genitalis” denebilir; yani zenginler ve iyi eğitimliler arasında bir “tenasül uzvu karşılaştırması!”

    4. “SEÇKİNLER!”İN GÜCÜ!

    Güzel bir numara:
    Sistemi eleştirmek hakkını; sistemden avantaj sağlayanlar kendilerinde saklı tutuyor!

    Sistemin dibini tanıma “imkânı!”na sahip olanlarınsa; öfkeli, kinci ve kıskanç oldukları bahanesiyle kozları ellerinden alınıyor!

    Zenginler; “toplum içinde yaşam”a neden veda ediyor? Ve avantajları için savaşmaya nasıl devam ediyor?

    “İlkokulun 4 yıldan 6 yıla uzatılması reformu” ile; özellikle maddi açıdan güçsüz öğrencilerin daha henüz 4. sınıftan sonra gerçekleşen ayıklanmanın kurbanları olmalarının önlenmesi hedefleniyordu. Üst tabakanın “öğrenmek istiyoruz” başlıklı protesto kampanyasıyla reformun önlenmesi, eğitimin seviyesini yükseltmek için değil; zaten daha iyi konumdaki çocuklarına ilave ayrıcalıklar sağlayan “seçici okul sistemi”nin daha da güçlendirilmesi için yapılmıştı!

    Seçkinler kendilerini “aşağıya karşı!” kapatıyor; “aşağı tabakalar!”dan gelebilecek saldırılara karşı kendilerini daha korunaklı hâle getiriyorlardı!

    Bu durum:
    Aşağıdan kimse yukarıya çıkamazsa; yukarıda hemen hemen her şeyin olduğu gibi kalacağı anlamına geliyor!
    “Steril!” ve “fildişi kulelerde müreffeh bir hayat!” → Kendi kokusunu inatla yayar ama hiçkimsenin kokusunu kendisine yaklaştırmaz!

    Seçkinlerin radikalleşmesinden bahsedilirken, bundan seçkinlerin “kendi çıkarlarını daha büyük bir sertlikle savunması” kastediliyor! Seçkinlerin yalnızca ekonomi, yargı ve bürokrasiye değil; siyasete de yoğunlaşması, yani politikanın giderek “elitleştirilmesi!” sonrasında; demokraside halkın artık ne ölçüde temsil edildiği sorgulanıyor!

    Bir zamanlar demokratik bir şekilde seçilen halkın temsilcileri, artık nüfusun geniş bir bölümünü “hiçe sayarak!” siyaset yapmalarının meyvelerini; şimdilerde ekonomide sahip oldukları cazip işler vasıtasıyla topluyorlar!

    Bir federal çalışma bakanı, taşeron işçilikte süre sınırlamasını kaldırıp ve taşeron işçiliğin yasal çerçevesini “liberalleştirdikten sonra!” görevinden ayrılmış; hemen sonrasında da Almanya’nın beşinci büyük taşeron işçilik şirketinde önemli bir göreve getirilmişti!

    Aynı iş için daha az ücretin ödendiği ve sosyal güvencenin tanınmadığı sürekli yükseliş içindeki bu “modern kölelik süreci!” bütün partilerin katkısıyla gerçekleşiyor:
    Örneğin “Yeşiller Partisi”; sol bir direniş partisinden → bir tür “yeşil astarlı liberal partiye!” dönüşüme ışık tutarken, muhafazakâr görüşleri benimsemeksizin ve ekonomik gücün yanında yer almaksızın muhalefetten hükümete yükselmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını savunuyor!

    5. NİHAYET BİRİSİ; SÖYLENMESİ GEREKENİ SÖYLÜYOR!

    “Bir kısım asalaklar toplumun sırtında bir yük olarak yaşıyor!” → Maddi yönden güçsüzlere karşı yapılan, tırnak içinde ifade edilene benzer saldırılar; akademisyenler ve ciddi medya organlarının bile bu saldırıya katılmasından bu yana iyice belirgin hâle geldi!

    Sorgulanması “istenmeyen!” acı reçeteler topluma şöyle ifade ediliyor:
    “Şık olmamakla birlikte, başka çaresi yok. Maalesef, evet, maalesef uygulamak zorundayız!”

    Böylesi “hoş olmayan gerçekler!”; egemen sınıfın en severek başvurduğu bahane!

    Bir hâkimin bazı vandallara verilen sert cezalarla birlikte söylediği sözler önemli:
    “Toplumun dürüst üyeleri sizin gibilerden bıktı, sizlerden yorulduk!”

    Bu dehşetengiz durum:
    Tarafsızlığını koruması beklenenlerin; yukarıdan aşağıya, adeta tepeden-inmeci bir diktayla başlattığı ve birçok örneği sürekli görülen “ayrımcılık!”tan başka birşey değildir!

    6. DAYANIŞMANIN SONU!

    “Taşeron işçilik”; 1967 yılına kadar Almanya’da yasaktı.

    70’li yıllarda 3,
    1985’de 6,
    1994’te 9,
    1997’de 12,
    Ve 2002’de 24 ayla sınırlandırılmak üzere sürekli uzatıldı!

    2004’ten beri taşeron olarak çalıştırılma için herhangi bir süre sınırlaması yok!

    BİR ÇALIŞAN; BİRGÜN İŞTEN ÇIKARILIP, ERTESİ GÜN DAHA DÜŞÜK ÜCRETLE YENİDEN İŞE ALINABİLİYOR ARTIK!

    Taşeron işçilik; haklardan yoksun bir işçilik, yani “köleliğin modern bir biçimi!”dir!

    İncelemelere göre %20-50’lere uzanan daha düşük ücret almak ile taşeron işçilik, yaşlılık döneminde yoksulluğun başlıca nedeni;
    Çünkü emeklilik hakkı; düşük ücretler ve çalışma aralıkları yüzünden son derece sınırlı!

    Taşeron işçiler; kötü koşullarda ve düşük ücretle çalışmakla kalmıyor, daimi (“kadrolu!”) çalışanların öfkesini de üzerlerine çekiyorlar!

    Taşeron işçiler; “doğru dürüst bir işe sahip olanlar için!” ete kemiğe bürünmüş bir tehdit anlamına gelmekte! İşçilerin üzerinde “bugün sen, yarın onlar” diye sallanan Demokles’in kılıcı; toplu sözleşmelerde reel ücretlerin sürekli düşürülmesine neden oluyor!

    Taşeron işçilik; iş güvencesini yok etmek ve çalışma koşullarını genel anlamda kötüleştirmek için de kullanılıyor:
    EKONOMİK BÜYÜME UĞRUNA DAHA GENÇ YAŞTA ÖLÜNÜYOR! YALNIZCA İŞİN AĞIRLIĞI NEDENİYLE DEĞİL;
    SÜREKLİ GÜVENSİZLİK,
    İŞYERİNİN SIK SIK DEĞİŞMESİ,
    BERBAT ÜCRET ve TAŞERON İŞÇİLİĞİN GİDEREK DEĞERSİZLEŞMESİ SONUCUNDA OLUŞAN PSİKOLOJİK BASKI NEDENİYLE DE İŞÇİLER YIPRANIYOR!

    PSİKOLOJİK SAĞLIK SORUNLARI ve BUNA BAĞLI DEVAMSIZLIKLAR ÇOK YÜKSEK,
    KAS-İSKELET SİSTEMİ SORUNLARINDA İSE DAHA DA YÜKSEK!

    ALMANYA’DA YOKSULLAR ORTALAMAYA GÖRE 7 YIL DAHA AZ YAŞIYOR!

    “Sermaye”nin ve “Alman ihracat endüstrisi”nin etkisiyle, giderek ortadan kalkan “sosyal sigorta” kavramının sonucu şudur:
    Bir tarafta: Sesini çıkaramayacak kadar, hakkını arayamayacak kadar çökmüş, yıpranmış ve korku dolu devasa bir “yedek işçi ordusu!”,
    Öbür tarafta: Yukarıya yaltaklanan ve aşağıya tekmeler savuran özgüvensiz bir orta sınıf!

    Bu ikisinin üstünde ise:
    Adil bir ücret ve makul bir vergi ödemeye razı olmadığını gözlerden kaçırmak üzere; zengin ile yoksul arasındaki derin uçurumu “sosyal sorumluluk masalı!”yla doldurma niyetinde olan “güçlüler!”…

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  79. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 72'ye

    [3. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 72,

    7. DÜNYANIN KURTULUŞUNUN “ÖZELLEŞTİRİLMESİ! (Privatization)”

    Bangladeşli iktisat profesörü ve bankacı Muhammed Yunus’un; “Merhamet sınırlı; business sınırsızdır!” sözü neyi ifade ediyor?!

    2006 yılı Nobel Barış Ödülü’nü; “yoksullara mikro kredi açma konsepti!”yle alan Yunus, o günden beri ekonomi temelli dünya kurtuluşunun evliyası olarak kabul ediliyor!

    Yunus’un bir sonraki fikri “social business” oldu:
    Belli bir sosyal sorunu çözmek üzere kurulan, fakat elde edilen kârı ortaklara dağıtmayıp; sosyal etkiyi artırmak için yatırıma yönlendiren bir şirket.

    Şirketin bu bağlamda; devlet desteğine ve bağışlara muhtaç olmamak için “rantabl olması!” ve kendi ayakları üstünde durması gerekiyor. Model; bu tür ekonomik faaliyetleri büyük holdingler için de cazip kılan bir önkoşul!

    Yunus;
    “Danone”,
    “Adidas”,
    “BASF”,
    “Veolia”,
    Ve “Otto” gibi çok uluslu şirketlerle “social business” ortaklıkları kurdu!

    “Vicdanlı kapitalizm!”; “sosyal girişimcilik!” anlamına geliyordu artık!

    “Sosyal girişimcilik” sayesinde:
    Yoksulluk gibi sosyal sorunlar; “siyaset” tarafından değil, “şirketler” tarafından çözülecekti!

    İçinde bulunduğumuz 10 yılın mottosu:
    “Daha iyi bir dünya; girişimcilikle mümkün!” oldu: Sosyal hamak anlayışına karşı bireysel sorumluluk!

    BU YAKLAŞIMIN ARKASINDA ASLINDA GÜNÜMÜZDE NEO-LİBERALİZMİN TEMEL İLKESİ HÂLİNE GELEN; “HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR!” BİLGELİĞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY YOK!

    Yunus; bir kuyumcunun oğlu, üst-orta sınıfa mensup ve ABD’de iktisat eğitimi almış. Ekonomik açıdan “rantabl!” kalkınma yardımına, yoksulluğa baktığı gibi “batı gözü!”yle bakıyor.

    BATILI SEÇKİNLERİN DAVRANIŞ BİÇİMİNİ İYİ BİLDİĞİ İÇİN BATILI SEÇKİNLER ONU CİDDİYE ALIYOR! Taraftarları arasında “Hillary Clinton” veya “Nicolas Sarkozy” gibi tanınmış politikacıların yanısıra; “Angelina Jolie” ve “Brad Pitt”, “Bono” ve “Bob Geldof”, bestseller yazar “Paulo Coelho” gibi süper zengin dünya starları da var; Muhammed Yunus da artık bu pohpohlama kültürüne dâhil oldu!

    Süt ürünlerinde dünyada lider konumda olan “Danone”; 2006’da Muhammed Yunus ile işbirliği içerisinde Bangladeş’te bir “sosyal yoğurt fabrikası!” açtı!

    Burada:
    Çocukları kötü beslenmeye karşı koruyan,
    Vitamin ve minerallerle zenginleştirilmiş,
    “Yoksulların cüzdanına uygun!” bir yoğurt üretilmekteydi!

    Yoğurt fabrikasında bölgenin küçük köylerinin sütü kullanılıyor, çevrede yaşayan insanlar çalışıyor, yoğurdun pazarlanması; yoksul köy evlerini kapı kapı dolaşıp kendilerine böylece bir gelir sağlayan satıcı yoksul kadınlar tarafından yapılıyordu. Bu girişim; “social business” konseptinin uygulamalı örneği olarak çok sayıda ödül aldı! Tüm zamanların “yeni sosyal ekonomi mucizesi!” olarak gösterildi!

    Bangladeş’teki uzun gözlem ve görüşmelerden sonra:
    “Danone” satıcısı kadınların satacakları yoğurdu önce satın almak zorunda olduklarını,
    Dolayısıyla “düzenli maaş alamadıklarını!”,
    Bunun “micro business!”ın temel fikri olduğunu;
    Yani kadınların kendi işlerini “mikro krediler!” alarak kurması olduğunu,
    Aslında “Danone’ye daha fazla muhtaç hâle getirildiklerini!” öğrendik!

    ORTAKLIĞIN KURULMASINDAN 2 YIL SONRA “SOSYAL YOĞURT FABRİKASI!” İFLASIN EŞİĞİNE GELDİ!

    Yönetim şu açıklamayı yaptı:
    “Bundan böyle stratejimiz:
    1. Satış yapmak,
    2. Satış yapmak,
    3. Satış yapmak,
    Ve
    4. Masrafları düşürmek
    olarak belirlenmiştir.”

    Oysa bir zamanlar strateji olarak:
    1. Yetersiz beslenmeye karşı mücadele etmek,
    2. Yoksulluğa karşı mücadele etmek,
    3. Kadınların kendi ayakları üstünde durmasını sağlamak,
    Ve
    4. Yeni işler yaratmaktan bahsedilmiyor muydu?!

    Satış yapan kadınların geliri geçinmeye yetmiyor ve ayrıca köylerde hakarete uğruyorlardı!

    Yıllık cirosu 15.2 milyar Euro olan (bu gerçek her fırsatta dile getirilmeli!) borsaya kayıtlı “Danone Holding”:
    Yalnızca yerel üreticiden topladığı sütlerin fiyatlarını böylesine düşük tuttuğu için ayakta durabiliyor!

    “Adidas”,
    “BASF”,
    Ve “Otto” gibi başka “iyilik gönüllüleri!” de buna benzer faaliyetler sürdürdü;
    Ve başarısızlıkla sonuçlanan “Danone sosyal yoğurt fabrikası!” nın ardından bu ortaklıklardan, büyük lafların haricinde herhangi bir şey duyulmadı!

    Her ne kadar Bangladeş, holdingler için başarısız bir “deney laboratuvarı!” hâline geldiyse de; yarının “sosyal seçkinleri!” nin yetiştirilmesi süreci devam ediyor!

    Bu çerçevede “European Business School (EBS)” adını taşıyan ve kendisini “girişimciliğin elit yüksek okulu!” ve “yarının yönetici seçkinlerinin nokta adresi!” olarak gören bir özel üniversite var!

    Bu yüksek okulda Almanya’nın ilk “social business!” kürsüsü kuruluyor. Tahmin edin bakalım kimin sponsorluğunda, yanılmadınız; elbette “Danone”nin!

    8. MİKRO KREDİLER

    Muhammed Yunus, 70’li yılların başında ABD’de bir üniversitede tarımsal ekonomik gelişme dersleri veren bir profesördü.

    1974-75 yıllarında Bangladeş’te büyük bir kıtlık hâkimdi ve Yunus kendini yoksullukla mücadeleye adadı.

    Bir köyde genç bir kadınla karşılaştı. 21 yaşında olan bu kadının 3 çoçuğu vardı ve ailesiyle birlikte derme çatma, damı akan kerpiç bir kulübede yaşıyor ve el işçiliğiyle bambudan sandalyeler yapıyordu.

    Yunus, bu kadının bambu alabilmek için yerel tefeciye borçlanmak zorunda kaldığını öğrendi. Faiz o kadar yüksekti ki, sandalyelerin satışından geçinemiyordu.

    Küçük rakamlar yüzünden birer köleye dönüşen bu insanların listesini hazırladı ve toplam 20 Euro (!) borcu olan 42 kurban (!) bulunduğunu saptadı: “Gördüklerime katlanmam mümkün değildi! Parayı çıkartıp masanın üzerine koydum ve onlara bu paranın yardımıyla ‘özgürleşmelerini’ söyledim!” diyor Yunus!

    Mikro kredi düşüncesinin bu doğuş anından sonra 1983 yılında “Grameen Bank” kuruldu.

    Fikir çok basitti:
    “Mikro kredi sistemi” vasıtasıyla güvence gösteremedikleri için bankalardan para alamayan kişilere düşük meblağlı krediler verilecekti. Bu kişiler; bu küçük kredilerle işlerini büyüterek veya geçimlerini sağlamak için bir iş kurarak kredileri faizleriyle birlikte geri ödeyeceklerdi.

    Böylece fahiş faizli tefeciliğin önü kesilmiş olacaktı. Mikro kredilerin neredeyse tamamı kadınlara veriliyordu; amaç kadınların bağımsızlığını desteklemekti. Kadınlar özellikle güvenilir olarak kabul ediliyor.

    Bangladeş’te 2 milyar Euro’nun üzerinde bir meblağ; mikro kredi olarak dolaşımda bulunuyor ve faizler kuruma göre %20-40 (!) arasında değişiyor.

    BÜTÜN BU SÜRECİN SONU; KADINLARIN ANLATTIKLARIYLA ÖZETLENEBİLİR:
    “ESKİDEN HAYATIMIZ ZOR VE YOKSULLUK İÇİNDE GEÇİYORDU; FAKAT BUGÜNDEN DAHA İYİYDİ! ŞİMDİ HERKES YALNIZCA BORCUNU ÖDEMEKLE MEŞGUL!”

    YAPILAN ARAŞTIRMALARIN SONUCU:
    MİKRO KREDİ KULLANANLARIN YALNIZCA %5’İ KREDİDEN YARAR SAĞLIYOR!
    BUNLARIN YARAR SAĞLAYABİLMESİNİN NEDENİ İSE, KREDİYİ ÇEKMEDEN ÖNCE DE GÜVENİLİR BİR GELİR KAYNAĞINA SAHİP OLMALARI!
    KREDİ ALANLARIN %50’Sİ HAYAT STANDARDINI YÜKSELTEMEDİ, KALAN %45’İN DURUMU İSE BÜYÜK ÖLÇÜDE KÖTÜYE GİTTİ!

    “Mikro krediler”in; yoksullukla mücadelede uğradığı başarısızlık apaçık ortada!

    Mikro krediler, “piyasa ekonomisi!”ni dünyanın en ücra köşelerine götürerek;
    Yoksulların sermaye için ilginç bir alan olduğunu,
    Yoksulların da tüketebileceğini,
    Ve kapitalizmin yoksullar için de işlediğini “finans piyasalarına!” kanıtladı!

    9. GELSİN GÜZEL HAYAT!

    “Siyaset teorisi”,
    “Sosyoloji”,
    Ve “dilbilim” konuları üzerine önemli eserler bırakmış, İtalyan marksist düşünür “Antonio Gramsci”nin emekçilere söylediği:
    “Eğitim görün! Çünkü tüm aklınıza ihtiyacımız var!
    Faal olun! Çünkü tüm çoşkunuza (bize öğretmenize) ihtiyacımız var!
    Örgütlenin! Çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız var!” uyarısı unutulmamalıdır!

    Özellikle 2010’lu yıllarda, birçok ülkede başlayan “kitlesel protesto hareketleri”ni dikkatle tahlil etmek gerekiyor!

    Bu protesto dalgalarında ortak çığlık:
    “Birşeyler harekete geçiyor; daha adil bir düzen için!
    Eşitlik mutluluktur: Adil toplumlar herkes için daha iyidir!
    Eşitsizlik; mutsuz, hasta ve saldırgan yapıyor!”

    UZUN ZAMANDIR İÇLERİNDE BİRİKTİRDİKLERİ “HAKKANİYETSİZLİĞİN YARATTIĞI ÖFKEYİ!” SINIRSIZ BİÇİMLERDE DIŞA VURAN GENÇLERİN DURUMU MÜHİM BİR GERÇEĞİ İŞARET EDİYOR:
    “Dışlama-Dışlanma-Ötekileşme-Ötekileştirme-Yabancılaşma-Yabancılaştırma (İngilizce: Alienation)”:
    Yalnızca bireyi değil;
    Tüm toplumu tahrip ediyor!

    “Korku”nun,
    Ve “tüketim toplumunun çılgınlıklarına katılma hırsı!”nın giydirdiği deli gömleğinden kurtulmak isteyenler, yepyeni bir tavır benimsemek zorunda değil!

    Korkusuzca:
    Hepimizin sonuçta “insan!” olduğunu,
    Bu “yıpratılmış!” gezegene muhtaç olduğumuzu hatırlamak,
    Ve içimizdeki “korkuya ve hırsa direnen sesi dinleyerek”;
    Ruhumuzun; “sezgi”, “şefkat” ve “duygudaşlık” gibi değerlerini yeniden keşfetmek yeterli!

    Sayıca kalabalığız ve yalnızca birbirimize sahibiz!

    Herkese yetecek kadar zenginlik var!

    “Zenginlerin→yoksullara karşı” sürdürdüğü savaşın paralı askerleri olmayalım!

    Ortaklaşarak “eylem”e geçelim!

    Hemen! Şimdi!

    Kitap: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: (https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kuresel%20carkin%20disinda%20kalanlar1-16.pdf)

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  80. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 72'ye

    [4. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 72,

    === 21. YÜZYILIN PROLETARYASI: “ÇAĞRI MERKEZİ ÇALIŞANLARI”! ===

    [Aşkın Süzük
    15 Eylül 2014]

    Gamze Yücesan-Özdemir ile yeni kitabı; “İnatçı Köstebek – Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş” üzerine konuştuk.

    Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Gamze Yücesan-Özdemir, çağrı merkezlerini “üçüncü bin yılın fabrikaları” olarak nitelendiriyor ve içinden geçtiğimiz dönemin karakteristiği olan “yıkıcı emek rejimi”nin damga vurduğu üretim noktaları ile açıklıyor.

    Kendisiyle Temmuz ayı sonunda “Yordam Kitap”tan çıkan kitabına ilişkin konuştuk.

    AŞKIN SÜZÜK: “Üretim noktası” ve “mekânsal-zamansal sabitleme” kavramlarını açabilir misiniz?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Sizin de belirttiğiniz gibi, çağrı merkezlerini “yıkıcı emek rejimleri” olarak adlandırırken; iki kavramdan yararlanıyorum:

    “Üretim noktası”: Emek cephesinin yaşadıklarını, tecrübelerini araştırmak, anlamlandırmak ve açıklamak için en önemli nokta; üretim noktasıdır. Üretim noktası yalnızca “ekonomik artı”nın üretildiği yer değil; aynı zamanda çalışanların, birbirleriyle ve yönetimle olan toplumsal ilişkilerinin üretildiği yerdir. Dolayısıyla, işçi sınıfının kendisiyle ilgili, hayatla ilgili, yaşadığı toplumla ilgili tavır alışının ve siyasetinin de üretildiği yerdir.

    “Mekânsal-zamansal sabitleme” kavramı ise sermayenin mekânda ve zamanda “daha kârlı coğrafyalara” açılımını belirtiyor. Diğer bir deyişle, bu kavram; emeğin ve ürünlerinin mekân ve zaman arasında eşitsiz dağılımının ardındaki dinamiklere vurgu yapıyor. Çağrı merkezleri de yeni iletişim teknolojilerinin verdiği imkânlar sayesinde emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu mekâna ve zamana yöneliyor. “Merkez ülkelerin → Çevre ülkelere” yönelmesi, ya da bir ülke sınırları içinde “metropollerden → taşra illere” yönelme gibi.

    AŞKIN SÜZÜK: Kitabınızda “enformasyon yoğun” alanlarda; bilgisayar başında ve “şık” koşullarda istihdam edilen emekçilerin “bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” olarak tanımlanmasının Marksist sınıf çözümlemesine yönelik bir saldırı olduğunu ve “hissiyat yüklü olmak” hâlinin Marksizmle bağlarını tümüyle koparmış kültürel çalışmaların önemli bir uğrağı olduğunu vurgulamışsınız. Bu tanımlamanın sınıf mücadelesi pratiğindeki sakıncaları nelerdir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: “Bilgi işçisi” ya da “altın yakalı” tanımlamaları esas itibarıyla Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakmak eğilimlerine işaret ediyor. Marksist sınıf çözümlemesini, Marks’ın kapitalizmi iki temel sınıfa ayırdığı (burjuvazi ve proletarya) ve sanayide üretim yapan “mavi tulumlu, kaslı ve erkek işçileri” proletarya olarak tanımladığı sığlığıyla anlamlandıran bu yaklaşım; hizmetler sektörü büyüdüğünde hep şunu tekrarlıyor: “Maalesef hayat, Marks’ın söylediği kadar kolay değil.”

    Yukarıdaki yaklaşım; sınıfın “ortaklaşan” özelliklerine değil de “farklılaşan” özelliklerine vurgu yapıyor!

    Hizmet sektörü çalışanlarının; giyimleri farklı, çalıştıkları mekânlar farklı, yedikleri-içtikleri farklı, gittikleri-gezdikleri yerler farklı. Dolayısıyla, bu çalışanları da farklı tanımlamak gerekir. Kapitalizmin “artı değer” (veya “artık değer” & Almanca: “Mehrwert”, İngilizce: “Surplus value”) üretmeyi hedefleyen yapısında işçi sınıfı; pekâla plazalarda çalışan iyi giyimli, eğitimli ve tüketim alışkanlıkları farklı bir veçheye de bürünebilir.

    Dolayısıyla, çağrı merkezleri; ağır sömürü koşulları ve çok yönlü güvencesizlik koşulları doğrultusunda yeni yüzyılın fabrikalarıdır!

    Diyorum ki; çağrı merkezi çalışanları 21. yüzyılın proletaryasıdır!

    “Hissiyat” ve/veya “insani” olana vurgu yapmak da; “Marksist sınıf çözümlemesini saf dışı bırakmak” eğilimlerinden bir diğeri! Marksist tahlillerin “soğuk”, “materyalist” ve “kaba” olduğunu iddia etmek ve bu tahlillerin “insani” olanı görmezden geldiğini vurgulamak! Bu noktada emek çalışmaları; “anlatısal”, “hissiyat yüklü” ve “amacı belirsiz yaklaşımlara” doğru yönelmektedir. Bu da “siyasete kapalı olmak” demektir! Oysa ki emek çalışmaları; “siyasal eylemin gerçekleşeceği alanın incelenmesi”dir! Dolayısıyla, kuramsal ve kavramsal netleşme, ve “siyasi duruş” önemlidir.

    AŞKIN SÜZÜK: Çağrı merkezlerinde niteliği denetlemek ve yapılan işin verimini daima arttırmak için:
    Sürekli aynı ekranların takip edilmesini,
    Aynı kelimelerin ve cümlelerin tekrarlanmasını,
    Yasak kelimelerin olmasını,
    Ve kulaklığına çağrı gelen bir personelin; görüşmeyi yürütme esnasında “denetiminin” makineye aktarılmış olmasını;
    “Zihnin içine montaj hattı kurulması” olarak tanımlamışsınız.

    Duygulanımsal emeğin bu denli vasıfsızlaştırıldığı koşullarda çağrı merkezi çalışanlarının yaşadığı “yabancılaşma” ya da sizin ifadenizle “irade güvencesizliği” nasıl aşılabilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: “Zihinsel” ve “duygulanımsal” emeğin ciddi bir vasıfsızlaşma tehdidi altında olduğu kesindir! Bu vasıfsızlaşmanın çağrı merkezi çalışanlarında yarattığı “yabancılaşma” ya da “irade güvencesizliği” ise işyerine ve gündelik hayata sinmiş bireysel ve kolektif direniş ile aşınabilir ve/veya aşınmaktadır!

    Sınıf mücadelesinin ve sınıf bilincinin, hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiğini tekrar vurgulamak isterim! Dolayısıyla “yabancılaşma” dediğimiz o büyük tehlike; “sınıf mücadelesi hayatın kendisi olduğu sürece” bireysel ve kolektif direniş imkânları (ve imkânsızlıkları) ile aşılacaktır.

    AŞKIN SÜZÜK: Sermayenin taşraya yönelik ilgisinde; “örgütlenme geçmişi olmayan işgücü” tercihinin ağır bastığını ve sendikâl mücadele bakımından “geçmişi temiz” şehirlerin sermayenin beklentileriyle doğal bir uyum içerisinde olduğunu belirtmektesiniz.

    Alan çalışmanız sırasında bir emekçi bu durumu; “Herşeyin en başındayken; işe alınırken mücadeleyi bitiriyorlar!” biçiminde tanımlamış. Sizin saptamanızdan yola çıkarsak; sendikalar bu durum karşısında nasıl bir “karşı hegemonya mücadelesi” geliştirebilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Taşra zor! Ve taşrada “karşı hegemonya mücadelesi” de zor! Karşı hegemonya mücadelesinin nasıl geliştirilebileceği konusunda ise sanırım “birlikte düşünmek” ve “birlikte siyaset üretmek” gerekiyor!

    Tartışmaya başlangıç için şu saptamaları yapabilirim.

    Taşra illerine gittiğimizde:

    Araştırmacılar olarak biz; “çok çalıştırılıyorsunuz” dedik;
    Onlar; “eski işimde şimdi çalıştığımın neredeyse yarısı kadar çalışıyordum” ya da “en azından çalışıyorum” dediler!

    Araştırmacılar olarak biz; “az kazanıyorsunuz” dedik;
    Onlar; “bu şehirde en yüksek ücreti veren yerde çalışıyorum” ya da “sabahtan akşama kadar çalışıp 300-400 lira alanlar var, ben bu çağrı merkezinde iki mislini kazanıyorum” dediler!

    Araştırmacılar olarak biz; “yoğun, zor şartlarda çalışıyorsuz” dedik;
    Onlar; “bir önceki işimizi görseydiniz, şimdi en azından bir ortamımız var” dediler!

    Taşrada “geç kapitalistleşme” olgusu, diğer bir deyişle “kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmemiş olması”; “taşrada emek” ve “taşrada sınıf” ile ilgili tüm soruları ve sorunları farklı kılıyor!

    AŞKIN SÜZÜK: Çağrı merkezi sektörü “tehlikeli meslek” kategorisine alınmış durumda.

    “Kabloların yettiği yere kadar yürüyebilen” çağrı merkezi çalışanları için “günışığı hakkı”nın öncelikli talep olması gerektiğini belirtmişsiniz. Sağlık, emek ve meslek örgütleri çağrı merkezi çalışanlarının sağlığı ve güvenliği için neler yapabilir?

    GAMZE YÜCESAN-ÖZDEMİR: Çağrı merkezinde çalışmak, hem fiziksel hem de psikolojik olarak ağır yaralar açıyor ve böylece “sınıfın” da yaraları yavaş yavaş ortaya çıkıyor! Bu yaraları onarıcı çabaları ise üç başlıkta toplayabiliriz sanırım.

    İlki; çalışma ortamının toplumsal koşullarının iyileştirilmesi. “İş yükünün ve denetimin azaltılması” konuları.

    İkincisi; çalışma ortamının iklim koşullarının iyileştirilmesi. Işıklandırma, sıcaklık ve havalandırma koşullarında iyileştirmeler.

    Son olarak ise çalışma ortamının ergonomik koşullarının; kulaklık, klavye, sandalye gibi, iyileştirilmesi.

    Bu iyileştirme önerileri ile birlikte tekrar belirtmek gerekir ki:

    Burjuva sosyal ve/veya sağlık bilimlerinde, işçi sağlığında meydana gelen sorunları, işçinin karşı karşıya kaldığı; “istenmeyen”, “beklenmeyen” ve “şanssızlık” sonucu olaylar olarak görme eğilimi öne çıkıyor!

    Oysa ki “şans” da sınıfsal bir nitelik taşır! Dolayısıyla, ait olunan sınıf, üretim sürecindeki yerinizi belirlediği gibi sağlığınızın bozulma “şans”ını da doğrudan belirler!

    [DEVAMI 5. BÖLÜMDE]

  81. =BÖLÜM 5= Sayın (Necip) 72'ye

    [5. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 72,

    === “YORGUN HAVAYOLLARI” İYİ UÇUŞLAR DİLER! ===

    ATATÜRK HAVALİMANI’NDA BİR YOLCU HİZMETLERİ MEMURU, YOĞUN VE DÜZENSİZ VARDİYALARIN GETİRDİĞİ YORGUNLUĞA DAYANAMAYARAK MESAİ SAATİ İÇİNDE TÜM YOLCULARIN GÖZÜ ÖNÜNDE BAYILDI! BU “YORGUN” MEMURA SERUM BAĞLANDI. BİR SAAT SONRA KENDİNE GELDİĞİNDE; BEKLEYEN BİR UÇUŞTA GÖREV ALMASI “RİCA” EDİLDİ!

    SABİHA GÖKÇEN HAVALİMANI’NDA BİR “RAMP İŞÇİSİ” (UÇAĞA BAGAJ YÜKLEME/BOŞALTMA YAPAN İŞÇİ) ÇALIŞIR DURUMDAKİ KONVEYÖRE AYAĞINI KAPTIRARAK CİDDİ ŞEKİLDE YARALANDI VE İŞYERİ HEKİMİNE GÖTÜRÜLDÜ.

    İŞYERİ HEKİMİNİN RAPOR TUTUP HASTANEYE SEVK ETMESİ GEREKİRKEN; İŞVEREN KORKUSU NEDENİYLE İŞÇİYE AĞRI KESİCİ VERMEKLE YETİNDİĞİ GÖRÜLDÜ!

    İŞÇİNİN ISRARI VE ŞİKAYETÇİ OLACAĞINI SÖYLEMESİ ÜZERİNE HASTANEYE SEVK EDİLMESİ MÜMKÜN OLDU!

    (https://www.facebook.com/direnhavaci
    24 Eylül 2014)

    “Attention please!”

    “Lütfen dikkat!”

    Havaalanı güvenliğinden başlayarak, pilota kadar tüm havayolu çalışanları yorgun! Uzun çalışma saatleri, ölümle sonuçlanan rahatsızlıklara yol açtığı gibi uçuş güvenliği riskini de arttırıyor.

    THY grevi sırasında geniş kesimlerce idrak edilen bir gerçek aradan geçen zamanda unutulmuş görünüyor!

    Sivil havacılık sektöründe yoğun sömürüyle paralel olarak kötüleşen çalışma koşulları!

    Gelir düzeyleri, hâttâ buna bağlı olarak yaşam standartları arasında önemli farklar bulunan sektör çalışanlarının ortak noktası şu: Aşırı çalışma ve yorgunluk!

    Yakın zamanda bir otel odasında ölü bulunan pilotun ve 13 saatlik kesintisiz çalışma sonrasında bayılan gişe çalışanının yaşadıkları:

    === “Güvenlik” pek güvenli değil! ===

    Havaalanına geldiğinizde sizi “security ~ güvenlik” görevlileri karşılar. Belki farkında değilsinizdir ama üniformaları 6 ayda, yılda bir değişir, çünkü; daha yeni sendikalaşma girişimi olmuş, sendika üyesi olanlar derhâl “temizlenmiş!” ve güvenlik hizmetleri yeni bir taşeron firmaya devredilmiştir!

    “X-ray ışınları”na karşı korumasız, yeterli eğitim almadan sürekli yerleri değiştirilen kadrolarla yürütülür “güvenlik!” hizmeti! Çalışanlar asgari ücret ya da biraz üstünde bir paraya güvencesiz ve uzun saatler çalışır!

    === “Check-in” çekin, içine at içine at, sus sus; nereye kadar! ===

    İşte, “security”den güvenle geçtiniz ve güvenlik geçişinde çıkarttığınız kemerinizi yeniden takarken, gözleriniz “check-in işlemi”nizi yaptıracağınız masaları arıyor. Sıranıza giriyor ve elinizde kimlik/pasaport, e-bilet/bilet bilgileri, beklemeye koyulursunuz. Gözünüz kontuardaki görevliye takılıyor. Koca bavulları evirip çevirip tartıyor ve etiketleyip uçağa gitmek üzere banta yolluyor fakat; yüzünde zorlama bir gülümseme var! Sorsanız 10-12 saati aşkın bir çalışmanın ardından belki de “takviye!” gelmiştir!

    Biraz daha yakından baktığınızda; bilgisayar yanında cep telefonu iki dakikada bir çalmakta, büyük olasılıkla evinden çocuğu ya da bir bekleyeni sürekli ne zaman geleceğini sormakta!

    Kendinize soracaksınız belki: “Çalışma süreleri günlük 8 saat ile sınırlı değil miydi?!” Ama havacılık sektörü çalışanları 8 saatlik iş süresinin ne demek olduğunu çoktan unutmuştur!

    === “Organize Güç / Örgütsüz Emekçi” karşı karşıya! ===

    İşlemleriniz bitti, uçağın rahat koltuğuna yerleştiniz! Düşünmeye başladınız: “Size sunulan bu hizmetin ardında nasıl bir organize güç var?!”

    Şu saptamayı unutmayınız: Uçaklar; “high technology” yani en gelişmiş teknolojileri kullanıyor. Eğitimli insanlara gereksinim var. Bunların tümü tamam gibi görünüyor, görünüyor da işin aslı başka! Havacılık çalışanlarının tümü lisanslı, konusunda eğitim almış, yetişmiş elemanlar. “Ücretleri de, hakları da ona göre olmalı” diye düşünüyorsunuz, hâttâ bunun böyle olduğuna inanıyorsunuz!

    Gelin görün ki; işin aslı pek öyle değil!

    Sektörde çalışanların büyük bir kısmı dünya standartlarının altında iş ve yaşam koşullarına mahkûm!

    Tümüyle özgür, çalışma hayatının olmazsa olmazı “sendikâl haklar”, en temel anayasal hak, işverenlerce kullandırılmıyor, varolan hükümetler ve iktidarları da buna çanak tutuyor! Bu sektörde sadece ama sadece THY çalışanları örgütlüdür. Uygulanan “neo-liberal politikalar!” sonucu; çalışma hayatı baskı altına alınmış, sendikalar (yok edilemediyse!) etkisizleştirilmiş, ya da “Hava İş” örneğinde olduğu gibi, “işveren yedeği!”ne alınmıştır!

    Oysa ki sektörde 100.000’in üzerinde çalışan var ve bu sayı giderek artmakta!

    === Diren Vecihi! ===

    Uçağınızı uçuran pilot; belki “maddiyat sorunlarını!” çözümlemiş, diğerlerinden farklı bir iş ve yaşam güvencesi, yaşam standardı yakalamış görünmekte! Fakat uygulanan personel politikası ile iş güvencesi ve yükselme koşulları her geçen gün değişmekte, sorunları büyümekte!

    Bu sorunları işverene karşı dile getirebileceği örgütü (sadece THY’de) “sendika” ise bu konulardan hayli uzakta; Hamdi Topçu yedeğinde kapısını açıp/kapatmaktadır! İmzalanan TİS (Toplu İş Sözleşmesi) bile çalışanlara hâlâ gösterilmemiştir!

    Peki, kabin görevlilerinin saymakla bitmeyecek sorunlarını nasıl dökelim ortaya?!

    Başta çalışma süreleri… Standart uçuş süreleri bir punduna getirilip aşılmakta, kitabına uydurulmakta, karşılığı da “hiç edilmek!” istenmektedir! Dinlenme süreleri sürekli zorlanmakta! Giyimine kuşamına sınır getirilmek istenmekte, çağdışı uygulamalarla karşı karşıya gelmektedir! Yolcuların bazı olumsuz tavırları ve davranışları karşısında savunmasız bırakılmaktadır!

    === Apronda sadece deve kesmiyorlar! ===

    Peki; dışarıda uçağı uçuşa hazırlayan çilekeş apron ve operasyon görevlileri…

    Kışın soğuğuna, yazın sıcağına karşı korunmasız, “gerçekten ter dökerek!” çalışan ramp işçileri!

    “Ter adamları!” oldukları için, çoğunun yanından bile geçmek istemezsiniz! Bagajlarınızı inanılmaz dar alanlara istif eden, bagajlarla dans eden onlardır! Tabii siz uçaktan iner inmez bant başında bagajınızın hemen gelmesini beklersiniz!

    Yukarıda anlatılan bütün bu “yoğun çalışma!” ile gerçekleşen uçuşunuzun tadı kaçar mı bilemeyiz ama siz yine de uçuşun keyfini çıkartmaya bakın! Emniyet kemerlerinizi çözün, arkanıza yaslanın ve…

    İkramımız “paralı!” da olsa soralım:

    “Kahvenizi nasıl alırdınız!”

    İyi uçuşlar!

    === Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor! ===

    Tarih: 19 mayıs 2015

    Adres: ( https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large )

    Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi…

    Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”

    Ben sadece bu lâfı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor! Her gün, her hafta, her ay, her yıl, ben ve benim gibiler o fabrikada hep aynı şeyleri tekrar ediyoruz!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    ***
    Yukarıda bir örneğini okumuş olduğunuz Tofaş işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:

    “Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.

    Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
    İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.

    “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!

    Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade, işin, bu insani boyutu vardı.

    “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:

    “İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hâttâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”

    Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:

    Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!

    Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Sayfa: 38, 39
    Adres: ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )

    === “Emek-Değer” teorisi nedir? ===

    ( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    === “Artı (artık) değer” teorisi nedir? ===

    ( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    ***
    “It is not in a person’s nature to desire what he already has. Desire is a tendency, the start of a movement toward something, toward a point from which one is absent. If, at the very outset, this movement doubles back on itself toward its point of departure, a person turns round and round like a squirrel in a cage or a prisoner in a condemned cell. Constant turning soon produces revulsion. All workers, especially though not exclusively those who work under inhumane conditions, are easily the victims of revulsion, exhaustion and disgust and the strongest are often the worst affected.

    A modern factory reaches perhaps almost the limit of horror. Everybody in it is constantly harassed and kept on edge by the interference of extraneous wills while the soul is left in cold and desolate misery. What man needs is silence and warmth; what he is given is an icy pandemonium.”
    (Simone Weil)

  82. “‘The Zeitgeist Movement’; tarikat, kilise, shrine, ashram, sinagog, chapel, manastır, ‘new age movement’, camii, tekke, cave, katedral ve türevleri değil!”

    “Degil” demenizle olmuyor.

    Etrafinda bir grup insanin toplandigi her fikir/inanc manzumesinin olusurdugu/sekillendirdigi yapilara (ne kadar gevsek olurlarsa olsun) ‘tarikat’ diyebiliriz.

    Bunun, o gruptaki insanlarin biri ya da tamami tarafindan reddedilmesi onemli degildir –isimler disaridan verilir.

    Bu bir.

    Ikincisi, fikirleriniz –en azindan burada zikrettikleriniz– darmadaginik; kimi orada kimi burada –kimi de, apacik, hic bir yerde.

    Bir taraftan aclik, ezilmislik filan gibi seylerden bahsediyorsunuz; diger taraftan da sendikal yapilarin yetersizliginden…

    Halbuki, su kadarini arik cok iyi biliyoruz ki, sendikal yapilar –anlik ya da zaman icinde ortaya cikmis– imtiyazlarin tescili ve status quo’ya donusturulmesi anlamina gelir; yani, sadece kendi mensuplarinin (kapsam-ici olanlarin) imtiyazlarini devam ettirmek icin vardirlar.

    Dolayisi ile, sendikal ‘hak’larin adalet anlamina geldigini ima etmeniz bile –aslinda– bir baska sekliyle adaletsizligi kalici kilmak anlamina geliyor.

    Bu acidan bakildiginda, disarida bekleyen issizlerin, bir tur donusumluluk (‘rationing’ de diyebiliriz) cercevesinde, is bulmalari anlamina gelen taseron uygulamasi daha adil bile sayilabilir –ucretleri begenmeseniz bile.

    Bu tur seyler –detaylari dikkate almamak, sizin tarikatinizin de ducar oldugu –ve giderilmesi hic de kolay olmayan– bir kafa karisikligidir.

    “MADEM ANLAMAMAKTA ISRAR EDİYORSUNUZ, BİR KEZ DAHA İZAH EDELİM:
    BİZLERE, YANİ BEBEKLİKLERİNDEN İTİBAREN PATRON KIÇI YALAMAK İÇİN YETİŞTİRİLMİŞ ‘BEYAZ YA-la-KA’LARA YÖNELİK YAZDIĞINIZ TESPİTLERİN ALTINA BİZLER DE İMZAMIZI ATIYORUZ!”

    Bagirarak ssoylemeniz bir sey degistirmiyor.

    Bu haliniz, once siddetle itiraz eder gorunup, birkac paragraf (ya da ‘entry’) sonra hemfikir oldugunuzu yazmaniz beni sasirtmiyor…

    Sadece, kafa karisikligi (confusion) daha bir su ustune cikmis oluyor.

    “Sizle ayrıştığımız (bir başka!) nokta şu sayın ‘Necip’: İnsan, ‘kendi içindeki!’ özelliklerini kontrol edebilme meziyetine sahiptir! Her insanda bu meziyet farklı düzeylerde de olsa; bu meziyetin ‘ortaklığı’ sayesinde insan olduğumuz gerçeği vardır!”

    Bu, en temel noktasinda bile (biyolojik veya biyokimyasal seviyede) dogru bir onerme degil:

    1) Insan, bunyesindeki biyolojik/biyokimyasal (hormonal or otherwise) degisiklikler sonrasindaki davranislarinin kontrolunu saglamak gucunde degildir.

    2) Insan, bunyesindeki biyolojik/biyokimyasal (hormonal or otherwise) degisikliklerin neler olacagini ne onceden ongorebilir, ne de bunlari anlamli bir sekilde kontrol edebilir.

    Kisacasi, insan davranisinin rasyonelligi (meziyet ozelligi tasidigina yonelik lakirdilar) taa en basindan maluldur. Degerlendirmeyi yapanin dar bir zaman dilimini dikkate aldigini, ya da begendigini oncelledigini gosterir.

    Bu boyle iken, cikip hala daha ‘insan’la ilgili pastoral/romatik yaveler yazip benim vaktimi ziyan etmeyiniz.

    Ote yandna, mikro krediler filan hakkinda yazdiklariniz –iyiniyetle kurulmus bu tur sistemlerin zamanla ‘rayindan cikmasi– beni sasirtti mi?

    Tabii ki, hayir.

    Sizi sasirtmis olmasi da beni sasirtmiyor –dunyada utopya olabilecegini sanalarin varacagi yer orasidir ama onlar bunu kabullenmezler bir turlu.

    “‘Piyasa ekonomisi!’nin buz gibi mantığı, insanı insan yapan tüm değerleri öldürmüyor mu?!”

    Evet, “olduruyor” desem ne degisecek? Surdurulebilir bir alternatifiniz yok ise, bunu surdurulebilir kilmak icin belli kisi ta da zumrelere imtiyazlar vermekten baska alternatifiniz yok ise, bu konuda acikli hikayeler yazmak bir seyi degistirmez.

    “Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir, duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi; ARTIK O GÜNLER GEÇTİ!”

    Bu da yukarida degindigim turden anlamsiz/tutarsiz tasvirlerden birisi.. Gecmise kacis/escape..

    Gecmiste (nerede mevcut olmus ise bu ‘gecmis’) hayatin daha cekilir olduguna dair elimizde anlamli bir delil yok; tersine, insanlarin (daha iyi olacaklarini dusundukleri yer ve sistemlere) kacislarini (goclerini) birer delil sayarsak, sizin dediklerinizin ayaklarinin hic bir sekilde yere basmadigini kolayca gorebiliriz.

    Her devirde acliklar, ezilmislikler, adaletsizlikler vardi.. Oransal olarak daha az oldugunu bile iddia edemeyiz, cunku insanlar hep ‘yeni’ye (daha az beter oldugu umidiyle) yonelmislerdir.

    Son olarak.. 13 saat calistirildigi icin dusup bayilan o zat-i muhterem hakkinda yazdiginiz onca satiri okurken –kendimi bir beyaz yakali yerine koyarak– icim ciz etti..

    Oyle ya, bu zat-i muhterem oraya ‘vatani gorev’ini yapmak icin celp vu tayin edilmisti ve birakip gitmesi halinde Divan-i Harp’te yargilanip ipe cekilecekti..

    Di mi?

    Degil, tabii ki.

    Gunde 13 saat calisan sadece o mu?

    Yok tabii ki.

    Gercekten ezilenler, mevsimlik/gundelik isciler/ameleler, hali dokumacisi adi altinda modern kolelik layik gorulenler, fabrikalarda/tarlalarda gun dogumundan batimina kadar calisanlar, aclik sinirinin altinda –madenleri, yeralti zenginlikleri icin cikarilmis savaslarin tam ortasinda– hayata tutunmaga calisanlar ve daha niceleri bunu hergun yasiyorlar..

    Ama, siz, hala daha, bana, bir beyaz yakalinin ‘dram’ini pazarliyorsunuz.

    Yanlis yerden basladiginiz, benim baktigim yerden, asikar da, sizin acinizdan bunun oneminim olmadigi da belli:

    Siz, beyaz yakalilarin mevcut imtiyazlarina eek imtiyazlar pesinde, magdur edebiyati yapiyorsunuz.

    ‘Zeitgeist’ gibi, mahreci gelismis ulkeler olan, bir tarikatin odaginda baska bir seyin olmasini bekliyor muydum?

    Hayir.

  83. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 78'e

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM BEŞ (5) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 78,

    === 1 ===

    [Etrafinda bir grup insanin toplandigi her fikir/inanc manzumesinin olusurdugu/sekillendirdigi yapilara (ne kadar gevsek olurlarsa olsun) ‘tarikat’ diyebiliriz.]

    Diyemeyiz!

    Bu; işkembenizden salladığınız yalanlardan sadece bir tanesi!

    Eğer beyninize zahmet olmasa idi ve ne olduğunu “kendi iradenizle” inceleseydiniz; “The Zeitgeist Movement” üzerine bu sayfada yazmış olduklarınızla uyuşmayacak görüşler yazar, “önyargılı yazdıklarınızı düzeltmeye” yönelebilirdiniz!

    {{{
    Ben New York’da büyüyen genç bir delikanlı iken “bayrağa bağlılık yemini” etmeyi reddettim. Tabii ki okul müdürünün odasına gönderildim! Müdür bana; “neden bağlılık yemini etmek istemiyorsun?” diye sordu. “Herkes ediyor, sen de yemin etmelisin!” dedi.

    Cevap verdim:
    “Bir zamanlar herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu! Ama herkesin yanlış şeye inanması; dünyayı düz yapmıyor!”

    Ve devam ettim:
    “Bugün Amerika Birleşik Devletleri sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere, diğer milletlere borçlu. Ve ben bağlılık yeminini ‘dünyaya’, üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim!”

    Söylememe gerek yok herhâlde; bu olayın üzerinden çok geçmeden okulu tamamen bıraktım. Ve yatak odamda bir laboratuvar kurdum…

    Orada “bilim”i ve “doğa”yı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki; evren yasalarla yönetiliyor. Ve insanoğlu, toplumla birlikte, bu yasalardan bağımsız değil.

    Bütün bunları keşfederken, şimdilerde “Büyük Buhran (The Great Depression)” olarak adlandırdığımız “1929 krizi” geldi çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken; milyonlarca insanın neden işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım!

    Kaynaklar değişmemişti! İşte o zaman farkettim ki; “ekonomi oyunu”nun kuralları yapısı gereği hükümsüzdü!

    Kısa bir süre sonra; bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için sıraya girdiği “II. Dünya Savaşı” başladı!

    Bir hesap yaptım; bütün bu yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm insanî ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi!

    O zamandan beri; insanoğlunun kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum! Son derece değerli ve sınırlı kaynakların “kâr etmek amaçlı!” ve “serbest piyasa!” adına sürekli olarak yok edilmesini acı içinde gözlemledim!

    Toplumun, toplumsal değerlerin;
    Materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık, sahtelik seviyesine düşürüldüğünü izledim!

    Parayla ifade edilen güçlerin; “sözde özgür!” toplumların politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum!

    Şimdi 94 yaşındayım!

    Ve korkarım ki düşünce yapım; 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı!

    Bir kez daha uyarıyorum:

    Bu saçmalık artık sona ermeli!

    (15 Ocak 2011)

    [Jacque Fresco
    Endüstriyel tasarımcı, mucit, yazar ve aktivist]

    ( https://www.youtube.com/watch?v=eMVjmxf642M )
    }}}

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    “50” numaralı metnimizde hatırlattığımız {{{ “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?! }}} başlıklı metin!

    === 2 ===

    [Bir taraftan aclik, ezilmislik filan gibi seylerden bahsediyorsunuz; diger taraftan da sendikal yapilarin yetersizliginden…

    Halbuki, su kadarini arik cok iyi biliyoruz ki, sendikal yapilar –anlik ya da zaman icinde ortaya cikmis– imtiyazlarin tescili ve status quo’ya donusturulmesi anlamina gelir; yani, sadece kendi mensuplarinin (kapsam-ici olanlarin) imtiyazlarini devam ettirmek icin vardirlar.

    Dolayisi ile, sendikal ‘hak’larin adalet anlamina geldigini ima etmeniz bile –aslinda– bir baska sekliyle adaletsizligi kalici kilmak anlamina geliyor.

    Bu acidan bakildiginda, disarida bekleyen issizlerin, bir tur donusumluluk (‘rationing’ de diyebiliriz) cercevesinde, is bulmalari anlamina gelen taseron uygulamasi daha adil bile sayilabilir –ucretleri begenmeseniz bile.]

    “John Galt”la bir akrabalığınız var mı?!

    Hayatınızda aşağıdaki isimlerle karşılaşmış ve bu isimlerin saçtığı zehirlere maruz kalmış iseniz; yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdıklarınız, tam da bu zehirlerin ifade ettikleri ile örtüşüyor:

    “Ayn Rand”ın hayata saçtığı zehirler!
    “Ludwig von Mises”in hayata saçtığı zehirler!
    “Murray Rothbard”ın hayata saçtığı zehirler!
    “Friedrich Hayek”in hayata saçtığı zehirler!
    “Robert Nozick”in hayata saçtığı zehirler!
    “Milton Friedman”ın hayata saçtığı zehirler!

    (Not: Bunlar gibi yüzlerce isim var. Ama “elebaşlar” & “the most celebrated human-poisons” yukarıda aktarılanlardır!)

    Siz, eğer, günümüzün “celebrity!” iktisatçısı Thomas Piketty’nin “kişilerin ve kurumların gelir düzeyine göre vergi alınması, ama özellikle gelir düzeyi yüksek olanlardan alınan vergilerde asla kayırmaca yapılmaması!” önerisine, buna ek olarak bir başka iktisatçı James Tobin’in “Tobin vergisi” önerisine bile karşı iseniz; size söyleyeceğimiz hiçbir şey artık yok! (Not: Piketty’nin de, Tobin’in de önerdiği çözümler, farklı disiplinlerdeki birçok iktisatçı tarafından “eleştirilmiş”, bu önerilerin “uygulanabilir olmadığı!” yönünde görüşler beyan edilmiştir. Kapitalizmin “zemininde çatlaklar oluşturabilecek!” derecede kuvvetli çözüm önerilerine, bu kadar coşkuyla itiraz edilmesine hiç ama hiç şaşırmıyoruz!)

    Sendikaların kuruluş çekirdeğini: (En özet ifadeyle) kapitalist sistemde, emekçilerin kemiklerindeki iliği bütünüyle bitirmek hedefiyle hareket eden şirketokrasiye karşı; emekçilerin kemiklerinde yaşayabilecekleri kadar ilik kalması için mücadele etmek oluşturur. Sendikalar, ilk önce, emekçileri şirketokrasiye karşı azaltMAmak, tüketMEmek, çürütMEmek, parçalatMAmak, eritMEmek, katlettirMEmek için mücadele eder. Sendikaların çekirdeğini bu iki temel fonksiyon oluşturur.

    Sendikalar, eğer emekçilere yönelik saldırılar meydana geliyor ise; bir tür “nefsi müdafaa” gibi düşünülebilecek yapılardır.

    Sendikaların “özü” yukarıda hatırlattıklarımız iken;
    Tarihin akışında kapitalizmin oynadığı çeşit çeşit zehirli oyundan sonra, sendikaların BİLE [status quo’ya donusturulmesi; yani, sadece kendi mensuplarinin (kapsam-ici olanlarin) imtiyazlarini devam ettirmesi] hâline dönüşmesinin müsebbibi, bu cümlenin başında da ifade edildiği üzere; “kapitalizm”dir, sendika(lar) değil!

    Bugün, sendikaların BİLE “adaleti algılayışları” kapitalizmin dayattığı kurallar çerçevesinde şekillenmektedir!

    Hatırlarsınız; “Genel-İş” mensubu “Oya Baydak” HAKLI GEREKÇEYLE mücadelesini DİSK önünde sürdürürken, DİSK yönetim kurulunun (ve neferlerinin!) yaftalamalası ile, “emekçi sınıfın raconuna riayet etmediği!” sebebiyle, DİSK genel merkezi önünden yaka-paça uzaklaştırılmaya, susturulmaya, sindirilmeye, “boyun eğdirilmeye!” çalışıldı!

    Baydak’ın başına gelenler, on yıllardır yaşanan çürümüşlüğün sadece küçük bir tezahürü! Devasa olanları ve “inatla unutturulmaya çabalananları!” hatırlatmaya kalksak; bir zamanların “celebrity!” soruşturmacı-gazetecisi Uğur Dündar’ın “Arena” programına dönüşür bu sayfa!

    [Taseron uygulamasi]ni BİLE savunur hâle getirilmeniz üzerine;
    Sayın “Necip”,
    Siz; “yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!” gözüküyorsunuz! Yanılmayı ne çok isteriz?!

    === 3 ===

    [“Sizle ayrıştığımız (bir başka!) nokta şu sayın ‘Necip’: İnsan, ‘kendi içindeki!’ özelliklerini kontrol edebilme meziyetine sahiptir! Her insanda bu meziyet farklı düzeylerde de olsa; bu meziyetin ‘ortaklığı’ sayesinde insan olduğumuz gerçeği vardır!”

    Bu, en temel noktasinda bile (biyolojik veya biyokimyasal seviyede) dogru bir onerme degil]

    Konuya “başlangıç noktanız”ı inatla saptırdığınızdan, size gönderdiğimiz işaretleri görmüyorsunuz!

    “İnsanın kendi içindeki özellikleri” derken kastettiğimiz [(biyolojik veya biyokimyasal)] şablonlar değil; “antropoloji”, “düşünce”ler, “duygu”lar, “attitude”ler, “perception”lar, “notion”lar, “discourse”lar, “psikoloji” ve “sosyoloji”dir.

    Yukarıda “50” numaralı metnimizde hatırlattığımız şu ifadeyi daha dikkatli inceleyiniz:
    {{{
    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
    }}}

    “İnsan”la “aslan” birçok ortak özelliğe sahiptir. Fakat “insan”, “aslan” değildir; “aslan”, “insan” değildir!

    [Kisacasi, insan davranisinin rasyonelligi (meziyet ozelligi tasidigina yonelik lakirdilar) taa en basindan maluldur. Degerlendirmeyi yapanin dar bir zaman dilimini dikkate aldigini, ya da begendigini oncelledigini gosterir.

    Bu boyle iken, cikip hala daha ‘insan’la ilgili pastoral/romatik yaveler yazip benim vaktimi ziyan etmeyiniz.]

    Sizin vaktinizin, kapitalist sistemin çarklarında “bir damla kadar bile değeri olup olmadığı belirsiz!”dir! Geviş getirmeyiniz!

    [insan davranisinin rasyonelligi (meziyet ozelligi tasidigina yonelik lakirdilar) taa en basindan maluldur.] açık açık yazınız; “taa en basindan maluldur!” ifadeniz ile kaytarmayınız! Kaytarmaya devam ederseniz; yukarıda hatırlattığımız “bir plazayı ziyaret edip, [insan dogasinin bir yansimasi!] cümlesi ile geviş getirerek 1,5 saatlik eğitimin sonunda 2.000 TL’yi cebe indirip, diğer plazalara seyahate çıkan gurular!”a benzediğinizi tekrar yöneltiriz! (“O ‘guru’lardan!” olmadığınızı yazmıştınız; hatırladınız mı?!)

    {{{
    “İnsan” tekildir, parçalanamaz!

    Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir.

    “Co-operation & Birlikte çalışmak & Dayanışmacı olmak” ve “Communal & Birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır.

    İnsan; ne “yapayalnız” bir birey, ne de “güdülmeye hazır bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!

    Hepsinden önce:
    “İnsan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil;
    Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!

    “Greed” insanın doğasında vardır, bu tespit doğru.

    “Kapitalizm”, “greed”den beslendiği için, sadece “kendi greed!”imizi kontrol altına almamız yetmez; “kapitalizm”i ortadan kaldırmalıyız!
    }}}

    [DEVEMI 2. BÖLÜMDE]

  84. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 78'e

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 78,

    === DANANIN KUYRUĞUNUN KOPTUĞU YER! ===

    [Evet, “olduruyor” desem ne degisecek? Surdurulebilir bir alternatifiniz yok ise, bunu surdurulebilir kilmak icin belli kisi ta da zumrelere imtiyazlar vermekten baska alternatifiniz yok ise, bu konuda acikli hikayeler yazmak bir seyi degistirmez.]

    Yukarıda:
    “The Zeitgeist Movement” önerisini*,
    “Thomas Piketty’nin görüşleri” önerisini*,
    “James Tobin’in görüşleri” önerisini*;
    Örnek teşkil ettikleri için size (ve sizin gibilere!) hatırlattık!

    (Not: “*”ın anlamı; bütün bunlar birer öneridir! “Dayatmak!”, “racon kesmek!” değildir!
    “Politbüro fantezileri!” değildir!
    “Ergen heyecanları ve hezeyanları!” değildir!
    “Hiyerarşi!” değildir!
    “Beyaz Ya-LA-ka”ların hedonist öforileri değildir!
    “New age religions!” değildir!
    [Belli kisi ta da zumrelere imtiyazlar vermek] değildir!
    [acikli hikayeler yazmak] değildir!
    “İç & Dış mihrakların oyunu!” ve türevleri değildir!
    “Algılarınızı” titizlikle kontrol etmenizi öneriyoruz sayın “Necip”!)

    Yukarıda size ne yazmıştık sayın “Necip”:
    {{{
    Siz “ölümü” yüceltiyorsunuz!
    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “hiçbirimiz ölüme mahkûm edilmek zorunda değiliz!” cümlesini haykırıyoruz!

    “Takdir belgesini 2 puanla kaçırarak ailesini üzdüğünü düşünen 15 yaşındaki Umut Okay Giriş, evlerinin 4. katından atlayarak intihar etti!”

    ( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )

    Savgili Umut Okay Giriş; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti sayın “Necip” ?! ?! ?! “Algılarınızı” titizlikle kontrol ediniz!

    “TEOG sınavında istediği puanı alamadığı için bunalıma giren 13 yaşındaki Ayşe Berrin Yılmazlar, evlerinin banyosunda bornoz kemeriyle intihar etti!”

    ( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )

    Sevgili Ayşe Berrin Yılmazlar; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti sayın “Necip” ?! ?! ?! “Algılarınızı” titizlikle kontrol ediniz!

    “Ehven-i şer” hâlinden kurtulmanızı önermiştik; yanına bile yaklaşmak istemediniz! Yazık!
    }}}

    === Tespitinizin kısmi haklılığı ===

    [“Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir, duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi; ARTIK O GÜNLER GEÇTİ!”

    Bu da yukarida degindigim turden anlamsiz/tutarsiz tasvirlerden birisi.. Gecmise kacis/escape..

    Gecmiste (nerede mevcut olmus ise bu ‘gecmis’) hayatin daha cekilir olduguna dair elimizde anlamli bir delil yok; tersine, insanlarin (daha iyi olacaklarini dusundukleri yer ve sistemlere) kacislarini (goclerini) birer delil sayarsak, sizin dediklerinizin ayaklarinin hic bir sekilde yere basmadigini kolayca gorebiliriz.

    Her devirde acliklar, ezilmislikler, adaletsizlikler vardi.. Oransal olarak daha az oldugunu bile iddia edemeyiz, cunku insanlar hep ‘yeni’ye (daha az beter oldugu umidiyle) yonelmislerdir.]

    İnsanların hayata bakışlarında, “kıyas kriterleri (threshold)” büyük oranda “geçmiş”tir.

    Kıyası, “geçmiş”i baz alarak yapmanın; “‘geçmiş’in daha iyi, daha çekilir olduğu” algısı ile ilişkisi yoktur.

    “Yazık ki,
    pişkin ekmek
    çiğ adamların elinde kalmıştır.

    Yazık ki,
    mutluluk nedenlerine
    ve refaha sahip olanlar
    eksik ve olumsuzdurlar.”
    (Ömer Hayyam, 1048–1131)

    Ömer Hayyan bunları söylerken; “‘geçmiş’te mi yaşamak istiyor?!” & “gelecekten büsbütün ümitsiz mi?!” Saçmalamaktan vazgeçmenizi tavsiye ediyoruz sayın “Necip”!

    “Dünyaya öyle bir zamanda geldik ki
    İzzet sahipleri unutulup gitmiş.
    Onların yerini küçük tabiatlılar almış,
    Büyük insanlar nisyana terk edilmiş.”
    (Nâbî, 1642–1712)

    Nâbî bunları söylerken; “‘geçmiş’te mi yaşamak istiyor?!” & “gelecekten büsbütün ümitsiz mi?!” Saçmalamaktan vazgeçmenizi tavsiye ediyoruz sayın “Necip”!

    “Gerçeklik dediğimiz şeyin özü bellektir. Maupassant’ın dediği gibi: ‘Gözlerimizi yalnız ve yalnız, bizden önceki insanların baktığımız nesne hakkında ne düşündüklerinin hatırasıyla kullanmaya alışığızdır.’…
    (…)
    Don DeLillo diye bir adam vardır, sıkı romancı, ‘MAO II’ adlı kitabını hararetle öneririm…
    ‘Burada olmak’ diyor DeLillo; ‘Bir tür manevi teslimiyettir. Geçmişte burada olan ve gelecekte burada olacak olan binlercesinin gördüğünü görürüz. Kolektif bir algının parçası olmayı kabul etmişizdir.’
    Yani önünüzde iki seçenek duruyor aziz okuyucu, ‘ıvır zıvır hapı’nı içerseniz sonsuza dek mutluluk içinde, korunup kollanır, etrafınızdaki gürültüyü duymadan yaşar gidersiniz.
    Ama ya o diğer hapı içerseniz, ‘farkına varma hapı’nı, hem kendinizin, hem dünyanın hem de ülkenizin varoluşunu daha derinden sorgulamaya başlarsınız. Soru sormaya başlarsınız. İşte o zaman hapı gerçekten yuttunuz demektir!”
    (Kemal Sayar, Haziran 2006)

    Sayın “Necip”, siz; “dünyayı ıslah etmek” ile “kapitalizme karşı mücadele etmeyi” ısrarla birbirine karıştırıyorsunuz!

    Maksat; ölçülebilir nitelikte olagelmiş birçok olay ve olgunun geçmişte yaşanması ile, bugünkü olay ve olgular (ve gelecekte yaşanması muhtemel olay ve olgular) arasında “kıyas” yapmaktır; [gecmise kacis/escape] değildir.

    Siz, “dünyayı ıslah etmek” amacında olduğumuzu zannettiğiniz için; geçmişte delil aradığımızı, her devirdeki açlığı, ezilmişliği, adaletsizliği yüzünüze vurduğumuzu sanıyorsunuz!

    Tekrar ikaz ediyoruz:
    “Kapitalizme karşı mücadele ederken”; elbete “geçmiş”ten örnekleri aktaracağız. “Bugün”ü ve “gelecek”i inşa ederken; “hiç beter!” olmaması için çırpınmaya inatla devam edeceğiz!

    “İnsanlar, açlıktan ölmemeli!” sözü geçmişte hiç gerçek olmadı diye; mücadeleyi bırakacak değiliz!

    Kimbilir şahsınızın “weltanschauung”u hangi zemine dayanıyor da; kapitalizmi, hayatın rahminden doğmuş “doğal bir bebek!” zannediyorsunuz! Babasız İsa! Kocasız Meryem!

    [DEVEMI 3. BÖLÜMDE]

  85. =BÖLÜM 3a= Sayın (Necip) 78

    [BÖLÜM 3a]

    “Emek-Değer” taorisi:

    ( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )

    [DEVAMI BÖLÜM 3]

  86. =BÖLÜM 3b= Sayın (Necip) 78

    [BÖLÜM 3b]

    Sayın “Necip” 78,

    === “ARTI (ARTIK) DEĞER” TEORİSİ ===

    Karl Marx’ın [çoğu zaman Engels’in katkılarıyla] “(Almanca) Mehrwert” ismiyle kavramlaştırmaya çabaladığı teorinin adı “(İngilizce) Surplus value”, “(Türkçe) Artı [artık] değer”dir.

    “Artı” mı, yoksa “artık” mı olarak nitelenmesinde tam uzlaşma sağlanmamıştır. Fakat her iki kelime de, teorinin açıklamasında önemli manâlar içerir. İkisinin de kullanılması yerindedir.

    Birçok Marxiste göre, işçinin (Mavi Ya-LA-ka veya Beyaz Ya-LA-ka olması farketmez!) emeğinin karşılığını ölçecek bir formül, hem “meta” hem “ücret & para” bağlamında, yoktur; ve belki de olmamalıdır. “Emeğin ücretlendirilmesi ve nasıl ücretlendirileceği”; tarih boyunca tartışılagelen bir husustur. Fakat “kapitalizm”i bir motor hâline dönüştüren, 2015′de bile sürmekte olan “kapitalist piyasa ekonomisi”nin temellerini atan kişi olan Adam Smith’in tespitlerinden sonra “emek = ücret” konseptinin dünya genelinde kullanımı yaygın hâle gelmiştir. (Bu konsept; elbette Smith’den önce vardı! Fakat “yaygın hâle” gelmesi Smith’den sonra olmuştur!) Marx da bu süregiden kullanımda kendi teorisini ortaya koymuştur. Marx’ın teorisi Adam Smith’e keskin eleştiriler yöneltirken, aynı zamanda Marx’ın özgün fikirlerinden biridir.

    “Artı (artık) değer” teorisi, ilk kez 1861-63 arasında dile getirilmiştir.

    [Almanca]
    “Zur Kritik der Politischen Oekonomie”
    (Altbaşlık)
    “Theorien über den Mehrwert”

    [İngilizce]
    “A Contribution to the Critique of Political Economy”

    Aşağıdaki tanım yapılagelmektedir:

    “Artı (artık) değer”; üretici konumda olan kimselerin yaşamsal faaliyetlerini sürdürmesi, yaşamlarını idame ettirmesi için gerekli olan asgari materyaller ne ise, bütün bunlardan farklı olarak icat edilmiş bir tür toplumsal üründür.

    Bu “değer”in formülü “emek harcanırkan kullanılan zaman” olarak ifade edilir. “Artı (artık) değer”, üreticilerin ücreti ödenmemiş çalışma vakitlerinin birikmesi ile oluşur. Burjuva toplumda, emekçinin “artı (artık) değer”i; kapitalist-patron tarafından zaptedilir. Kapitalist-patron, özel mülkiyet temelinde konumlanmış üretim araçlarının sahibi kişi olarak; emekçiye, sadece “emek gücü”nü satarak karşılığında para kazanma dışında bir seçenek bırakmaz. Kapitalist-patron sadece üretim araçlarının sahibi olmakla ve üretim esnasında kullanmak üzere satın aldığı emekçinin “emek gücü”nün sahibi olmakla yetinmez; bütün bu sürecin sonunda üretilen “ürün & mal”ın da sahibidir. Emekçiye ücretini ödemesinden sonra, kapitalist-patron; emekçinin terini akıtmasından yani “emek gücü”nden farklı olarak “artı (artık) değer”in sahibi olur.

    İşbölümü olan bütün toplumlarda, toplumsal “artı (artık) değer” de mevcuttur. Burjuva toplumda yaşanan ise; “artı (artık) değer”in bir sermaye hâline bürünmesidir. Kapitalizmde “artı (artık) değer”; tam manâsıyla üretimin özünü teşkil eder. Sadece ama sadece verimli bir emek, yani “artı (artık) değer” yaratan bir emek; kapitalist sistemde yüceltilir. Bunun dışındaki bütün “verimsiz emek”ler ortadan kaldırılır.

    Kapitalistler; işçi sınıfının sırtından “artı (artık) değer”in arttırılmasını iki yolla yapabilir:

    [1] Mutlak “artı (artık) değer”: Çalışma süresini mümkün olduğunca yükseltmek.

    [2] Göreceli “artı (artık) değer”: Ücretleri azaltmak.

    Bir kapitalist, kârını yükseltmek için yeni makineleri imalâthanesine kurduğunda veya üretim sürecini herhangi bir teknikle hızlandırdığında; bu kapitalistin rakibi diğer kapitalistler piyasa paylaşımında konumlarını korumak, yeni konumlar elde etmek için, aynı makineleri kullanmaya veya tekniği uygulamaya başladıklarında; sistem hata verir. Üretim süreçlerinde bütün bu yaşananlar nihayetinde şunlar meydana gelebilir: “Emek gücü”nün verimliliği yükseltilebilir. Fakat “artı (artık) değer” orantısal olarak arttırılmadıkça; kâr oranı düşecektir.

    Bir sermaye olarak biriktirilen “artı (artık) değer”; mülk sahiplerine, bankacılara ve diğer parazitlere de dağıtılabilir. Ve mevcut sosyal dokunun muhafaza edilmesi uğruna vergi yolu ile harcanabilir.

    * * * * *
    Marx’ın “artı (artık) değer” izahı 24 kısımdan oluşmaktadır.

    Keskin eleştiriler yönelttiği “Adam Smith”; Marx’ın teorisinin 3. kısmında yer almaktadır.

    [Chapter] 3. Kısım: Adam Smith (Marx, 11 altbaşlıkta sıralamış.)

    SADECE “ADAM SMITH”İN TESPİTLERİ ÜZERİNE MARX’IN KRİTİKLERİ VE KENDİ TEORİLERİ YOKTUR.
    MARX ŞÖYLE DEVAM ETMEKTEDİR:

    [Chapter] 10. Kısım: David Ricardo ve Smith’in “maliyet fiyatı” tespitlerinin tutarsızlığının ispatı.

    [Chapter] 11. Kısım: David Ricardo’nun “kirâ teorisi” (13. Kısım’a kadar devam ediyor.)

    [Chapter] 14. Kısım: Adam Smith’in “kirâ teorisi”.

    [Chapter] 15. Kısım: David Ricardo’nun “artı (artık) değer” teorisi.

    [Chapter] 16. Kısım: David Ricardo’nun “kâr teorisi”.

    [Chapter] 17. Kısım: David Ricardo’nun “sermaye birikimi” teorisi, ve kritiği (Sermayenin, krizlerin oluşumuna sebep olduğu üzerine tespitler).

    [Chapter] 18. Kısım: “Üretim süreçlerinde makine kullanımı işçi sınıfı üzerinde nasıl etkiler doğurabilir?” David Ricardo ve John Barto’nun görüşleri.

    [Chapter] 19. Kısım: Thomas Robert Malthus üzerine.

    [Chapter] 20. Kısım: Ricardo ekolüyle ayrışmalar.

    [Chapter] 21. Kısım: (Ricardo’nun teorisine göre) İktisatçılara & Ekonomistlere muhalefet.

    [Chapter] 22. Kısım: George Ramsay üzerine.

    [Chapter] 23. Kısım: André Cherbuliez üzerine.

    [Chapter] 24. Kısım: Richard Jones üzerine.

    Şimdi yukarıda okuduklarınızı örneklendirelim.

    Örnek 1

    Vietnam’da, Malezya’da veya Endonezya’da serbest olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla, Nike, Adidas, Puma gibi yüzlerce markanın kıyafeti, ayakkabısı, spor malzemesi ve benzerleri, üretim sürecinin hızlandırılmasıyla 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!

    Gelin görün ki,
    ABD’den (emekli) basketbolcu Michael Jordan, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu ayakkabılardan bir serinin üzerine Michael Jordan isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece, hem markaya hem Jordan’a kazandırdığı para, o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  87. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 78'e

    [4. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 78,

    Örnek 2:

    Bangladeş’te “serbest!” olduğu iddia edilen ticaret bölgelerinde, yüzbinlerce işçinin ter akıtmasıyla; Lacoste, Mango, Tommy Hilfiger, ZARA, Reebok gibi yüzlerce markanın kıyafeti ve benzerleri, “üretim sürecinin hızlandırılmasıyla!” 5 dakikada imâl edilebiliyor!

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları “satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”

    Gelin görün ki:
    Rusya’dan tenisçi Maria Sharapova, yukarıda adı geçen markalarla reklam sözleşmesi imzaladığından, bu kıyafetlerden bir serinin üzerine “Maria Sharapova” isminin fiyakalı bir şekilde dikilmesiyie bir satış programı hazırlıyor! Böylece; hem “marka”ya hem Sharapova’ya kazandırdığı para; o işçilerin 1 YILDA (BİR YILDA!) KAZANMAYA ÇIRPINDIĞI TOPLAM ÜCRETTEN DAHA FAZLA!

    Örnek 3:

    Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güney eyaletlerinde yoğunlaşmış olan, daha çok “‘Foxconn’ şirketokrasi canavarı!” bünyesinde ilikleri sömürülen milyonu aşkın işçinin ter akıtmasıyla ve “intihar ettirilmesiyle!”; Sony, Apple, LG, Samsung, Huawei, Panasonic, Canon, ASUS, Nikon, OnePlus, Acer, HTC, Dell, Lenovo gibi yüzlerce markanın cihazları üretiliyor.

    Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu cihazları “satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!” Ve hâttâ, bir bankaya başvurup “tüketici kredisi” bile çekmek isteseler; banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermiyor!

    Gelin görün ki: Yukarıda adı geçen “marka!”ları;

    New York & Wall Street’te borsa simsarlığı yaparak kapitalizmi yücelten bir yüksek lisans öğrencisi satın alıyor!

    Veya Ankara & OSTİM’de üretim mühendisliği yaparak “yerli otomobil üretmeye!” çabalayan bir şahıs satın alıyor!

    Veya İstanbul & Maslak’ta bir plazada C.E.O. kıçı yalayarak raporlar hazırlayan bir “Beyaz Ya-LA-ka” satın alıyor!

    [18 Haziran 2007]
    Hou → Yaş 19 → Erkek → Fabrikanın banyosunda kendini asmaya mahkûm edildi, hayatını kaybetti!

    [16 Temmuz 2009]
    Sun Dan-yong → Yaş 25 → Erkek → iPhone prototipini kaybetmesi nedeniyle bir apartmandan atlamaya mahkûm edildi, hayatını kaybetti. Ölümü öncesi, bazı Foxconn yetkilileri tarafından darp edildiğini ve evinin arandığını iddia etti!

    [Ocak-Mayıs 2010 arası]
    Ma Xiang-qian,
    Bay Li,
    Tian Yu,
    Bay Lau,
    Sao Shu-qin,
    Bayan Ning,
    Lu Xin,
    Zhu Chen-ming,
    Liang Chao,
    Nan Gan,
    Li Hai,
    Bay He →→→ Yaş 17-29 arası → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatlarını kaybettiler!

    [20 Temmuz 2010]
    Liu → Yaş 18 → Erkek → Bir yurdun altıncı katından atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [7 Ocak 2011]
    Wang Ling → Yaş 25 → Kadın → Bir psikiyatri kliniğine sevkedildikten sonra bir binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [26 Mayıs 2011]
    Adı bilinmiyor → Yaş 20 → Erkek → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [Temmuz 2011]
    Cai → Yaş 21 → Erkek → Shenzhen tesislerindeki bir binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [23 Kasım 2011]
    Li Rongying → Yaş 20 → Kadın → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [14 Haziran 2012]
    Adı bilinmiyor → Yaş 23 → Erkek → Binadan atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [24 Nisan 2013]
    Xu Lizhi → Yaş 24 → Erkek → Yurt binasından atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    [27 Nisan 2013]
    Adı bilinmiyor → Yaş 23 → Kadın → Yurt binasından atlamaya mahkûm edilerek hayatını kaybetti!

    (…)

    Vakalar ve sayılar yukarıda aktarılanlardan daha fazla!

    Kaynaklar
    http://www.vimeo.com/17558439
    http://www.sacom.hk/?p=740
    http://www.wired.com/2011/02/ff_joelinchina/all/

    Yukarıda adı geçen “marka!”ların ürettiği teknolojiye değil; bu teknolojiyi üretirken “sömürücü zihniyet”e sahip olmalarına karşıyız!
    Bu dehşet durum; sadece “Uzak!” Asya özelinde değil; dünya genelinde yaşanıyor!

    [DEVAMI 5. BÖLÜMDE]

  88. =BÖLÜM 5= Sayın (Necip) 78'e

    [BÖLÜM 5, SON]

    Sayın (Necip) 78

    Örnek 4

    Kocaeli FORD & Otosan tesislerinde ilikleri sömürülen binlerce işçinin ter akıtmasıyla, binlerce taşıt aracı üretiliyor. Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu araçları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar! Ve hâttâ, bir bankaya başvurup taşıt kredisi bile çekmek isteseler, banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermeyebiliyor!

    Örnek 5

    Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan Bayerin CEO’su Marijn Dekkers, şirketin kanser ilacı olan Nexavar için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve (ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik) dedi!

    (Aralık 2013 & Ocak 2014) Business Week adlı derginin son sayısında yer alan habere göre, etken maddesi sorafenib olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren Bayer şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers (doğruyu konuşma zamanı geldi! Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik) dedi!

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    (Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı
    Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.)

    Örnek 6

    Yunanistan’daki ekonomik ve sosyal kriz, uluslararası medyaya daha çok Atina & Kreditörler eksenindeki gelişmeler ışığında ve diplomatik boyutlarıyla yansıdı. Oysa ülkede ekonomik krizin yarattığı büyük bir toplumsal bunalım yaşanıyor! Sputnik’ten Nikolaos Stelya’ya konuşan üç seks işçisi, ülkedeki krizin görünmeyen yüzünü anlatıyor.

    2009 2010’da Yunanistan’ın ana gündem maddesine dönüşen ekonomik kriz beraberinde toplumsal çöküşü de getirdi. Milyonlarca insan birkaç ay içerisinde yaşam ve iş standartlarının düşüşü ile ülke geneline yayılan umutsuzluğa tanık oldu. Son 5 yılda milyonlarca insan işsizlikle tanıştı. Evli çiftler geçim derdine düşerken, gençler temel gıda maddelerini sağlamakta bile ciddi sıkıntılar çekmeye başladı!

    Böylesi bir kriz ortamında, fuhuş Yunanistan’ın genelinde yükselişe geçti!

    DEVLETİN OLANAKLARI YOK!

    Daralan ekonomik kaynaklar nedeniyle, ülkede fuhuşu masaya yatıran akademik, bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az! Devlet bu konuda suskunluğunu korurken, Sağlık Bakanlığı genellikle seçim dönemlerinde cinsel sağlığı ilgilendiren bazı çalışmalar yapmakla yetiniyor.

    İşgücündeki ve maaşlardaki kısıtlamalar nedeniyle şu anda devletin, fuhuş gibi çok boyutlu bir olguyu ele alabilecek yeterli kadrosu ve altyapısı yok!

    TRANS BİREY VASİA: İLK TECRÜBELERİM KORKUNÇTU!

    Ekonomik krizin patlamasından hemen önce Atina Politeknik Üniversitesi’nde okuyan Vasia 29 yaşında trans bir birey. Krizin hemen ardından Trikala bölgesi civarında bir köyde yaşayan ailesi büyük zorluklarla yüzyüze geldi. Önce ailenin çiftliği kapandı, sonrasında ise ailenin tümü işsizlik kabusuyla tanıştı. O dönemde, ailenin Vasia’ya gönderdiği harçlıklar aniden kesildi.

    Atina’da tek başına ve parasız kalan Vasia, trans bir birey olarak olumlu karşılanmayacağını bildiğinden köyüne geri dönmeyi seçmedi. Atina’da her şeye rağmen özgür bir ortam vardı.

    Sputnik’e konuşan Vasia, 2011 yazında bir trans arkadaşının teklifi üzerine fuhuşa başladığını anlattı. ‘İlk tecrübelerim korkunçtu! Saldırılara, kötü muamelelere maruz kaldım. Polis şiddetiyle yüzleştim. Buna karşın her gece elde etmeye başladığım gelir beni bugüne dek ayakta tutabildi!’ diyen Vasia, 2011’den bu yana hayatını bu şekilde sürdürdüğünü söyledi!

    AŞIRI SAĞCI BİR GRUBUN SALDIRISINA MARUZ KALDIK!

    Ancak Atina’da da hayat bir trans birey için kolay değil, birkaç gün önce Vasia birkaç arkadaşı ile beraber aşırı sağcı bir grubun saldırısına maruz kaldı ve polise başvurduğunda, kendisine, kadro yetersizliği ve maaş kesintilerinden dolayı saldırı hakkında bir şey yapılamayacağı söylendi!

    EVLİ ve İKİ ÇOCUK ANNESİ ‘K.’,
    ÇOCUKLARIM AÇLIKTAN BAYILIYORDU!

    (NOT

    [Kendi tercihleri ile karhaneye (profit house olarak tercume edelim de mabedin kazlarini urkutmemis olalim) dusenlerin, onlarin yerinde olmak isteyen cok sayida baskalari olmasina ragmen, bulunduklari durumdan sufli sikayetler cikarmalarini durust/samimi/tutarli bulMAmak midir yanlis olan?]

    ACABA BU YAŞANANLAR [INSAN DOGASININ BIR YANSIMASI MI?! ?! ?!] VE [FITRAT MI?! ?! ?!])

    Bugüne dek basına hiç konuşmadım. Lütfen ismimi açığa vurmayın! Bu çekingen ifadelerle sözlerine başlayan K. kendi öyküsünü şöyle özetledi. 2010’da dönemin Başbakanı Yorgo Papandreu’nun ünlü Kastelorizo açıklamasını televizyondan seyrederken eşimin çalıştığı şirket iflas etti! Eşimin işini kaybetmesiyle beraber evimizin kirasını ödeyemez duruma geldik. Bir markette çalışıyordum ve yevmiyem sadece temel gıda maddelerine yetiyordu. İlkokul ve ortaokuldaki çocuklarımın harçlıklarını bile ödeyebilecek durumda değildik artık!

    Gözyaşlarını gizlemeyen K. sözlerini şu şekilde sürdürdü. Bir gün hâli vakti yerinde olan bir komşumla durumumu paylaştım. Kendisinden destekleyici ve cesaretlendirici sözler beklerken, fuhuş yapmamı önerdi! Eşinin evde bulunmayışını fırsat bilip, kendisiyle ‘güzel vakit geçirmem şartıyla’ aileme ekonomik açıdan destek olabileceğini söyledi! İlk etapta bu teklifi geri çevirdim. Ancak bir iki ay sonra boyun eğmek zorunda kaldım! Zira eşimin ve ailemin durumu kötüleşmeye başlamıştı. Eşim kendisini içkiye verirken, sofradaki zorunlu kesintilerden dolayı çocuklarım açlıkla tanıştı. Bir keresinde açlıktan okullarında bayıldıkları bile oldu! Bu dram yüzünden ilkin komşumun teklifini kabul ettim. Sonrasındaysa bir iki gazeteye ve internet sitesine koyduğum ilanlarla müşteri aramaya başladım!

    HER YAŞ ve SINIFTAN İNSAN!

    Kriz öncesinde, fuhuşun yabancı kadınlar ve mafya ile anıldığını söyleyen K. krizden sonra, her sınıftan ve yaştan insanın fuhuşa itildiğini söyledi!

    19 YAŞINDAKİ ANNA, HER ŞEYE RAĞMEN HAYALLERİM VAR!

    Annesini genç yaşta kanserden kaybeden, babasını hiç tanımayan, Girit’te büyükannesi ve büyükbabasının yanında büyüyen Anna ise liseyi zorlukla bitirmiş. Lise yıllarında, birkaç arkadaşının ısrarı sonucunda, Girit’in bazı bölgelerinde faaliyet gösteren, seks işçilerinin sömürüsünden büyük kazançlar elde eden biriyle tanıştığında hayatı değişmiş!

    Anna yaşadıklarını şöyle anlattı. Öncesinde bir tür oyun ya da macera olarak yaklaştım. Sonrasındaysa, 50’li ve 60’lı yaşlardaki insanlarla tanıştığımda durumun ciddiyetini kavradım! Maruz kaldığım şiddet işin cabasıydı! Tüm bunlara rağmen kriz ortamında elde ettiğim kazanç küçümsenemez. Bunun için şimdilik psikolojik açıdan ayakta kalmaya çalışıyorum!

    YUNAN GENÇLİĞİNİN CEBİNDE SADECE ‘AVRUPA PASAPORTU’ KALDI!

    Anna tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen hayallerinden vazgeçmemiş. Yakın gelecekte küçük bir birikim sağlayabilirse, İtalya’ya gitmek istiyor. Bunun için kazandığı parayla, İtalyanca dersleri alıyor. İtalya’da psikoloji alanında lisans eğitimi almak istediğini söyleyen Anna’ya göre, şimdilik, Yunanistan gençliğinin cebinde sadece ‘Avrupa pasaportu’ kaldı!

    Örnek 7

    Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor!

    19 mayıs 2015

    Adres https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large

    Şöyle oldu, fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!

    Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler, sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi…

    Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) ‘güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.’

    Ben sadece bu lâfı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum, güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor! Her gün, her hafta, her ay, her yıl, ben ve benim gibiler o fabrikada hep aynı şeyleri tekrar ediyoruz!

    Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!

    Bu da beni uçurumun kenarına getirdi,
    Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!

    Örnek 8

    Dilek Özçelik’ten Erdoğan Bayraktar’a…

    Dilek Özçelik, Tedavimin süresine bağlı ama (ilaçlarımı) burada bulamıyorum. Yardım istiyorum.

    Erdoğan Bayraktar, Al işte bu parayı kızım! Başka ne yapacağım?! Onları sen kendin al! Epey para var orada! Cebinden düşürme!

    Dilek Özçelik, Bakanım bir şey diyeceğim! Kimseye bir zararım yok! Sadece yanlış anlaşıldım! Ben dilenci değilim! İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım!

    Erdoğan Bayraktar, Tamam yardım edeyim sana!

    Dilek Özçelik, Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda!

    ( https://www.youtube.com/watch?v=_Rh6VfHlenA )

    Örnek 9

    SOMA cinayetinden kurtulan Murat Yalçın.

    Sedye kirlenmesin! Çizmelerimi çıkarayım mı?!

    ( https://www.youtube.com/watch?v=hxvwNquPvUI )

    Örnek 10

    Konya’nın Ereğli ilçesinde, 40 günlük ‘Ayaz’ isimli bebek soğuk nedeniyle zatürreye yakalanarak öldü!

    ( http://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu )
    ( http://www.hurriyet.com.tr/40-gunluk-ayaz-bebek-zaturreden-oldu-25435786 )

  89. Yazıklar olsun. Bu ülke Türk’ü, Kürdü’yle de “kafayı yemiş!
    Kürtlere yapılan o korkunç cinayetler ancak böyle haklılaştırılabilirdi; kutlamalı!
    Düşmanına benzer bir vahşet zihniyeti içinde savaşanların savaşı, artık yalnızca bir başka çete ve elebaşılarının; bir diğer vahşi kabilenin egemenlik alanı için mücadelesi haline gelmiştir. Bu “taziye” de bu rezilliğin itirafıdır..
    (Not.. O Ceylanpınar polisleri cinayeti ve bu durum; Kürt “derin yapısına” ait tartışmaları zorunlu hale getirmiş görünüyor. )
    *
    “TAK tarafından Ankara’daki saldırıyı gerçekleştirdiği açıklanan “Zınar Raperin” kod adlı Abdulbaki Sönmez için Van’da yürüyüş yapıldı ve taziye çadırı kuruldu. Taziyeye, HDP Milletvekili Tuba Hezer ile DBP, HDP ve MEYA-DER yöneticileri de katıldı. DBP Van İl Eşbaşkanı Caziye Duman ise Cizre ve Sur’daki ölümlere işaret edip “Küçük çocuklar annelerinin karınlarında öldürüldüler. Raperin, ‘Madem insanlarımız katlediliyor, bizim de cevap olmamız gerekiyor’ diyerek, halkı için canını feda etmiştir” dedi.

  90. “Küçük çocuklar annelerinin karınlarında öldürüldüler…”..
    *
    Sen de Türk çocuklarını öldürerek mi mücadele edeceksin!
    ****
    Bu konuda önümüzdeki günlerde neler söylenecek göreceğiz. Bence bu insanlar siyaseten mahkum edilmeli..
    Bu yapılmazsa HDP’nin yalnızca bir demogojik, bir takiye yapısı olduğunu düşünenlere kim, ne diyebilir?

  91. “‘The Zeitgeist Movement’ üzerine bu sayfada yazmış olduklarınızla uyuşmayacak görüşler yazar, ‘önyargılı yazdıklarınızı düzeltmeye’ yönelebilirdiniz!”

    Nazik davranip ‘tarikat’ dedigimi farketmemissiniz; o zaman, acik acik yazayim: ‘The Zeitgeist Movement’, sizin yazdiklarinizca da teyid edildigi uzere, bir ‘cult’tir. Scientoloji filan gibi, bir ‘cult’ –gerci onlar, kandirmacayi daha bir ileri goturup, ‘din’ olduklarini soyluyorlar; ama, izin ozu degismiyor.

    Vidi vidi ayni seyleri, kaydedilmis bir mesajin kirpiklari halinde, biteviye tekrar ediyorsunuz. Suradan buradan toprladiginiz lnkler de, vecizeler (quotations) da ayni ve hep tekrar.

    Ikna edici olmagi bir yana birakin, biktirici.

    “Sendikalar, ilk önce, emekçileri şirketokrasiye karşı azaltMAmak, tüketMEmek, çürütMEmek, parçalatMAmak, eritMEmek, katlettirMEmek için mücadele eder. Sendikaların çekirdeğini bu iki temel fonksiyon oluşturur.”

    Yeap. Boyle de soylenebilir tabii ki –reklamlari dinlemek isteyenlere.

    Madalyonun oteki yuzu de sudur: Belli bir isletmede is bulmus kisilerin, elde ettikleri kucuk/buyuk imtiyazlari, disarida kalmis olan issizelere karsi korumak amaciyla kurulmus yapilardir.

    Batidaki ilk orneklerinden birisi de Mason Localaridir –tas ustalarinin meslege kimin girebilecegini ve kimin kac para fiyat cekecegini kontrol ettigi ilk yapi. Tabii ki, hersey karismiyorlardi –sadece Kilisenin lavas islerine taliptiler; baska isleri diger culsuz tas ustalari yapmis yapmamis (ac kalmislar, kalmamislar) umurlarinda degildi..

    “Sendikalar, eğer emekçilere yönelik saldırılar meydana geliyor ise; bir tür ‘nefsi müdafaa’ gibi düşünülebilecek yapılardır.”

    Size bunu kim yutturduysa, iyi becermis.

    Sendikalar hic bir zaman emekcilerin geneli icin zerre kadar onemli bir is yapmamislardir. Onlarin tek derdi hep aidat odeyen mensuplari olmustur ve tekellesebildikleri sektorler veya isletmelerde talep ettikleri ‘hak’larin digerlerine negatif/zararli/oldurucu etkileri olsa bile umurlarinda olmamistir.

    Kisacasi, bu tur yirminciyuzyil mavallarina benim karnim tok.

    “Siz; ‘yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!’ gözüküyorsunuz! Yanılmayı ne çok isteriz?!”

    Yok. Ben, asil, yoksulluga savas acmis gibi gorunup yoksullarin sadece bir kismina sahip cikanlarin ikiyuzlulugune isaret ediyorum.

    “‘İnsanın kendi içindeki özellikleri’ derken kastettiğimiz [(biyolojik veya biyokimyasal)] şablonlar değil; ‘antropoloji’, ‘düşünce’ler, ‘duygu’lar, ‘attitude’ler, ‘perception’lar, ‘notion’lar, ‘discourse’lar, ‘psikoloji’ ve ‘sosyoloji’dir.”

    Bunlarin herbiri turevdir –biyolojinin/biyokimyasalin turevi.

    “siz; ‘dünyayı ıslah etmek’ ile ‘kapitalizme karşı mücadele etmeyi’ ısrarla birbirine karıştırıyorsunuz!”

    Zeka yasi itibariyle bir atarli ergenle konusmak gercekten zor oluyor benim icin..

    Siz hala daha ‘kapitalizm’in birileri tarafindan kurulmus oldugunu saniyorsunuz. Sunu idrake etmeniz niye bu kadar zor, anlamiyorum: Kapitalizm dediginiz sey insan dogasinin genel cercevede sosyal ve ekonomik hayatimiza yansimasidir.

    Bunu duzeltmek istiyorsaniz, once insan dogasini (yani, sizin istihzali deginiminizle, dunyayi) islah etmeniz gerekiyor.

    Bunu yapmaga aday degilseniz, yapamayacaksaniz, benim vaktimi bosuna ziyan etmeyin –with your repetitive cult rhetorics.

    “Kapitalistler; işçi sınıfının sırtından ‘artı (artık) değer’in arttırılmasını iki yolla yapabilir:

    [1] Mutlak ‘artı (artık) değer’: Çalışma süresini mümkün olduğunca yükseltmek.

    [2] Göreceli ‘artı (artık) değer’: Ücretleri azaltmak.”

    [3] calisanlarin yeteneklerini artiracak sekilde onlari egitip, ayni emek ve zaman ile daha kiymetli seyler uretmesini saglayarak.

    [4] Uretimde kullanilan makina ve ekipmani gelistirerek, ayni emek ve zaman ile daha kiymetli (ve daha cok) uretmesini saglayarak.

    Kisacasi, egitim ve techizata yatirim yaparak –ki, siz bunlari gormezden geliyorsunuz ya da farkinda bile degilsiniz.

    “Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”

    Ah caniiiim.. ne kadar uzuldum ve dahi sasirdim..

    Eskiden hic oyle miydi?

    Kasikci elmasini tras eden usta, hem kendisine hem de karisina birer kasikci elmasi almamis miydi?

    Pirmaitlerde calisan her isci/usta da birer piramit sahibi olmamis miydi?

    Aaah, ah.. ne gunlerdi onlar, degil mi?

    “Kocaeli FORD & Otosan tesislerinde ilikleri sömürülen binlerce işçinin ter akıtmasıyla, binlerce taşıt aracı üretiliyor. Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu araçları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar! Ve hâttâ, bir bankaya başvurup taşıt kredisi bile çekmek isteseler, banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermeyebiliyor!”

    Yapmayin, reca ederim; benim yuregim yufkadir.. dayanmaz boyle acikli hikayeleri dinlemege..

    Neymis, neymis?

    “Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu araçları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”mis..

    Yok yaw, bu kadar da kotu mu?

    Yani, sunu mu diyorsunuz: Plazalarin insaatlarinda calisanlar, o plazalardan birer tane edinecek kadar para kazanamiyorlar!

    Eger dediginiz bu kadar kotu ise, kanli devrimlerin vakti geldi ve geciyor!

    Tofas’li feylesof tomurcugunun ve dahi Yunanistan’li amator orospunun hikayelerine (ayri ayri) ayrica atifta bulunamayacagim –mazur gorunuz lutfen– cunku hakkaten acikli seyler..

    Neyse.

    Ciddiyete avdet edeyim:

    Kuzum, siz, meczup musunuz; yoksa ‘Zeitgeist’ nam bir ‘cult’in mensubu musunuz?

  92. o kurşunlanan bebek ve dedesinin katilleri ancak böylece aklanabilir, haklılık kazandırılabilirdi..
    Özgürlükçü okursa eğer bu duruma nasıl bir yorum getirecek; merak ediyorum.
    Öyle zamanlar yaşıyoruz ki…
    insan kalmak; orta ve uzun vadeli “insanca” siyaset rotası çizmek çok ama çok güçleşti
    Kabileci, ilkel intikam duyguları içinde höykürenler ipleri ellerine geçirecek.. bu kafa ile gidilirse…
    Çocukların bile karşılıklı öldürülmesi, kâr hanesine yazılacak..
    Bence bu olgu karşısındaki duruş, gelecekteki Türk-Kürt siyasetine dair rota çizebilecek önemde…
    Bakalım kim ne diyecek; ne yapacak?

  93. Ceylanpınar polislerini “biz yaptık” diyen Fırat H. Ajansı..
    ve RTE’nin savaşına şevkle dalanlar…

    ve TSK yı kışkırtacak bombalama işinin bu hale gelmesi..
    PKK ve MİT işbirliğinin belgesi mi bunlar?
    PKK içinde hakim bir MİT kanadı mı var?

    Siyasetin dışında başka derin siyasetin egemen olduğunun kanıtı mı?
    Kim kime, kim hangi halka tuzak kuruyor?

  94. YPG’yi tutturamadılar; temmuzda olduğu gibi PKK, yine RTE’nin yardımına mı koşuyor?
    Hendek savaşı? Kazanılamayacak bir savaş ilan edilir mi?
    **
    PKK devletin PKK’sı mı?
    HDP mi Kürt halkının temsilcisi?
    İçinden çıkılır hâl değil!

  95. Merhabalar

    VP’ nin içerisinde ki, Sadık Usta ve Mehmet Ali Güller arasındaki ayrılığın nedeni, sizin de belirttiğiniz gibi, VP nin Akp ye yaklaşmasından ötürü mü?

    Sadık Usta, Mehmet Ali Güller ve,Ender Helvacıoğlu nu tanırmısınız? Tanıyorsanız, düşünceleriniz nelerdir bu kişiler hakkında

    Kolaylıklar dilerim.

  96. Üçünü de tanırım. Ender VP’li değil. Diğer ikisi ise çekingen muhalif. Güller’in akp konusunda çekingen bir muhalefet yapmaya çalıştığını biliyorum: http://www.gunzileli.com/2014/04/28/mehmet-ali-guller-aydinlik-okurlarina-yanitlarim/

  97. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 87'ye

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM BEŞ (5) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 87,

    Kendini akıllı zannedenlerin aklını kaybettiklerini de zannettikleri bir momentte; meczup olabilmak (ve kalabilmek) bir şereftir! (Not: “Meczup” kelimesini; herhangi bir “din”i referansa affiliation yapmadan kabul ediyoruz.)

    Size “ÇOK ZOR” bir soru soruyoruz:

    “Takdir belgesini 2 puanla kaçırarak ailesini üzdüğünü düşünen 15 yaşındaki Umut Okay Giriş, evlerinin 4. katından atlayarak intihar etti!”

    ( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )

    Savgili Umut Okay Giriş; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti sayın “Necip” ?!

    “TEOG sınavında istediği puanı alamadığı için bunalıma giren 13 yaşındaki Ayşe Berrin Yılmazlar, evlerinin banyosunda bornoz kemeriyle intihar etti!”

    ( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )

    Sevgili Ayşe Berrin Yılmazlar; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti sayın “Necip” ?!

    === 1 ===

    [“‘The Zeitgeist Movement’ üzerine bu sayfada yazmış olduklarınızla uyuşmayacak görüşler yazar, ‘önyargılı yazdıklarınızı düzeltmeye’ yönelebilirdiniz!”

    Nazik davranip ‘tarikat’ dedigimi farketmemissiniz; o zaman, acik acik yazayim: ‘The Zeitgeist Movement’, sizin yazdiklarinizca da teyid edildigi uzere, bir ‘cult’tir. Scientoloji filan gibi, bir ‘cult’ –gerci onlar, kandirmacayi daha bir ileri goturup, ‘din’ olduklarini soyluyorlar; ama, izin ozu degismiyor.]

    Vah ki ne vah!

    Kandırıldığımızı niçin şimdiye kadar farkedemedik ki!

    “The top-celebrated representative of Scientology; Tom Cruise” aramıza sızmış da haberimiz mi yokmuş acaba! Durun durun acele etmeyin… Daha yolun başındayken “Lafayette Ronald Hubbard” mı tasarladı “The Zeitgeist Movement”ı! Wow! Laughing out loud!

    Vah ki ne vah!

    Peki bu kumpasın içinde:

    “Illuminati” de,

    “King Arthur’un kılıcı ‘Excalibur'” da,

    “Tapınak Şövalyeleri” de,

    “Celebrated occultist ‘Aleister Crowley'” de,

    “Richard Nixon’ın ‘bir daha California’daki hiçbir insanın elini sıkıp selamlaşmayacağım! Bu kadar iğrençliğe tahammül edemem!’ dediği ‘Bohemian Grove'” da,

    Ve hâttâ “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası”nın 2010-2013 arasındaki üstad-ı azamı (33. derece) ve aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Remzi Ünver ve “Loca!”nın şimdiki üstad-ı azamı (avukat) Ömer Köker de,

    En meşhurlardan biri olan “Cercle d’Orient” & “Büyük Kulüp”ün yönetim kurulu başkanı Duran Akbulut da var mı acaba! Çok merak ettik; çatlayacağız!

    Siz çok fazla “Alex Jones podcast”leri dinlemiş olmalısınız ki; yazdıklarınız daha çok Yiğit Bulut’un hönkürdüklerine benziyor sayın “Necip”!

    “The Zeitgeist Movement”; tarikat, kilise, shrine, ashram, sinagog, chapel, manastır, “new age movement”, camii, tekke, cave, katedral, “siyasi parti gençlik teşkilatı”, “cult!” ve türevleri değil ki üyesi olalım!

    “The Zeitgeist Movement”; kapitalizme karşı çözümler için çabalayan bir oluşum! Hiyerarşi yok! Lider yok! “Dincilik” yok!

    “The Zeitgeist Movement”; bir tür konferans! “Movement” kelimesinin olması; “mehdilik fantezileri taşıyor!” anlamına gelmiyor! Paranoyalarınız beyninizi yakabilir; dikkat edin kendinize!

    Önyargılarınızı ve “Yiğitvari Bulutvari” hönkürmelerinizi azaltabilip, siz DE konferansa katılabilecek cesareti bulabilirseniz; “The Zeitgeist Movement”ın ne olduğunu / ne olmadığını kendiniz öğrenirsiniz! Size yukarıda kaynakları defalarca yazdık; yaklaşmak bile istemediniz!

    === 2 ===

    [Sendikalar, ilk önce, emekçileri şirketokrasiye karşı azaltMAmak, tüketMEmek, çürütMEmek, parçalatMAmak, eritMEmek, katlettirMEmek için mücadele eder. Sendikaların çekirdeğini bu iki temel fonksiyon oluşturur.”

    Yeap. Boyle de soylenebilir tabii ki –reklamlari dinlemek isteyenlere.

    Madalyonun oteki yuzu de sudur: Belli bir isletmede is bulmus kisilerin, elde ettikleri kucuk/buyuk imtiyazlari, disarida kalmis olan issizelere karsi korumak amaciyla kurulmus yapilardir.

    Sendikalar hic bir zaman emekcilerin geneli icin zerre kadar onemli bir is yapmamislardir. Onlarin tek derdi hep aidat odeyen mensuplari olmustur ve tekellesebildikleri sektorler veya isletmelerde talep ettikleri ‘hak’larin digerlerine negatif/zararli/oldurucu etkileri olsa bile umurlarinda olmamistir.]

    Algılama mekanizmanızda problem mi var sayın “Necip”?!

    Neleri hatırlatmıştık size ve sizin gibilere:

    [A]

    Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:

    1950’lerde ABD/Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı, yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    {{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}

    Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    {{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
    Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    “Tüketici” dediğimiz “insanlar” hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her “beş yıl” bir önceki “beş yıl”a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız:
    Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa;
    Sizin “yepyeni teknoloji” ile donatılmış, “robotik kollarla üretilen” son model arabanızı da almayacaktır !!! }}}

    der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!

    (Kaynak)
    Kasım 2011
    The Economist
    “Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy”

    (Adres)
    econ.st/18Unoqz

    Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:

    “Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
    Yoksa;
    Arabayı “insan” mı satın alır !?

    Kapitalizme karşı “eylem”lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya (ne yazık ki!) daha çok devam edeceğiz!

    [B]

    {{{
    Sendikaların kuruluş çekirdeğini: (En özet ifadeyle) kapitalist sistemde, emekçilerin kemiklerindeki iliği bütünüyle bitirmek hedefiyle hareket eden şirketokrasiye karşı; emekçilerin kemiklerinde yaşayabilecekleri kadar ilik kalması için mücadele etmek oluşturur. Sendikalar, ilk önce, emekçileri şirketokrasiye karşı azaltMAmak, tüketMEmek, çürütMEmek, parçalatMAmak, eritMEmek, katlettirMEmek için mücadele eder. Sendikaların çekirdeğini bu iki temel fonksiyon oluşturur.

    Sendikalar, eğer emekçilere yönelik saldırılar meydana geliyor ise; bir tür “nefsi müdafaa” gibi düşünülebilecek yapılardır.

    Sendikaların “özü” yukarıda hatırlattıklarımız iken;
    Tarihin akışında kapitalizmin oynadığı çeşit çeşit zehirli oyundan sonra, sendikaların BİLE [status quo’ya donusturulmesi; yani, sadece kendi mensuplarinin (kapsam-ici olanlarin) imtiyazlarini devam ettirmesi] hâline dönüşmesinin müsebbibi, bu cümlenin başında da ifade edildiği üzere; “kapitalizm”dir, sendika(lar) değil!

    Bugün, sendikaların BİLE “adaleti algılayışları” kapitalizmin dayattığı kurallar çerçevesinde şekillenmektedir!

    Hatırlarsınız; “Genel-İş” mensubu “Oya Baydak” HAKLI GEREKÇEYLE mücadelesini DİSK önünde sürdürürken, DİSK yönetim kurulunun (ve neferlerinin!) yaftalamalası ile, “emekçi sınıfın raconuna riayet etmediği!” sebebiyle, DİSK genel merkezi önünden yaka-paça uzaklaştırılmaya, susturulmaya, sindirilmeye, “boyun eğdirilmeye!” çalışıldı!

    Baydak’ın başına gelenler, on yıllardır yaşanan çürümüşlüğün sadece küçük bir tezahürü! Devasa olanları ve “inatla unutturulmaya çabalananları!” hatırlatmaya kalksak; bir zamanların “celebrity!” soruşturmacı-gazetecisi Uğur Dündar’ın “Arena” programına dönüşür bu sayfa!
    }}}

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  98. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 87'ye

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 87,

    [C]

    MÖ 2000’de Gucerat’lı (Gujarat) ticaret erbapları; hem yeni coğrafyalar keşfetmek isteğinin verdiği heyecan, hem de mallarını takas edebilecekleri yeni mallara ulaşmak için, okyanusta kaybolup hayatlarını kaybetme pahasına da olsa, süresi belirsiz yolculuklulara çıkmış, ve Endonezya kıyılarına ulaşmışlar.

    Endonezya’ya vardıklarında:
    Akıllarında ne hemen orayı “kolonileştirmek”,
    Akıllarında ne hemen orada “misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak”,
    Akıllarında ne hemen oraya “Hint emperyal görkemini enjekte etmek” amaçları vardı!

    Gucerat’lı ticaret erbaplarının İLK İSTEDİKLERİ, İLK SORDUKLARI ŞEY; Gucerat’tan getirdikleri mallar karşılığında, Endonezya’dan alabilecekleri mallar ne olabilirdi? “Ticaret”in öz hâli; işte bu soru kadar basittir! Asla ama asla kompleks değildir!

    ((Not:
    “Kapitalizm” isimli hastalık doğmadan önce hayatta ekonominin nasıl işlediği işe ilgili kendinizi biraz daha donatınız sayın “Necip”! Bunu kendi kendinize gerçekleştirebilecek iradeye sahip bir şahsa benziyorsunuz!

    [Siz hala daha ‘kapitalizm’in birileri tarafindan kurulmus oldugunu saniyorsunuz. Sunu idrake etmeniz niye bu kadar zor, anlamiyorum: Kapitalizm dediginiz sey insan dogasinin genel cercevede sosyal ve ekonomik hayatimiza yansimasidir.

    Bunu duzeltmek istiyorsaniz, once insan dogasini (yani, sizin istihzali deginiminizle, dunyayi) islah etmeniz gerekiyor.] ifadeniz; kandırılmaktan ne kadar hoşnut olduğunuzun göstergesi!

    Aşağıda bu konu hakkında detaylı referanslar okuyacaksınız.

    Wake up and smell the coffee, sayın “Necip”!))

    2010’da Endonezya’ya yaptığımız “business deal! & iş görüşmesi ziyareti!”imizde; Endonezyalı ticaret erbaplarından, ülkelerinde hâlâ yaşamakta olan Gucerat kökenli insanların, onların geleneklerinin, iş yapma anlayışlarının ne kadar yaygın olduğunu öğrendiğimizde çok şaşırmıştık. Dile kolay; üzerinden 4010 seneden fazla süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ ama hâlâ bir tutam tortu hayatta kalmayı başarmış! “Kapitalizm” isimli hastalık doğmadan önce; “ticaret”in ne kadar masum, ne kadar vakur olduğunu idrak edince hem özlem duyduk, hem üzüldük!

    [D]

    ABD bağımsızlığını ilan etmeden ve o bölgede düzenin konsolide olmasından yıllar önce, yani ‘The Americas’ hâlâ dağınık ve savaşlar içindeyken; Avrupa menşeli ’emperyal!’ ülkelerin yöneticileri, the Americas’ın asıl yerlilerine (native) kendilerinden bazı şeyler öğretmeye karar verirler.

    ‘Futbol’ dediğimiz oyun; bırakalım dünyayı, İngiltere de bile tanınan bir şey değilken, futbolun atası diyebileceğimiz bir oyun türüyle; İngiliz yöneticiler, yerlilere ‘rekabet’ kelimesini anlatmak isterler. The Americas yerlilerinden bazılarını ikna ederek maç düzenlerler.

    Her iki takımda da; hem İngiliz oyuncular, hem ‘yerli’ oyuncular vardır. (Yani bir takım sadece native’lerden, karşı takım sadece İngilizlerden oluşmuyor.)

    Her takım içindeki İngiliz oyuncular, aynı takımdaki ‘yerli’ arkadaşlarına ‘rekabet’in ne olduğunu bizzat oynayarak gösterirler.

    İki veya üç maç sonucunda kazanan taraf neresi olursa olsun; kazanan taraf içindeki İngiliz oyuncular sevinç çığlıkları ile ortalığı inletirken, hem kazanan taraftaki, hem kaybeden taraftaki ‘yerli’ler bu sevinç çığlıklarına anlam veremez.

    Birkaç maç sonra ‘yerli’ler de artık her gol sonrası, her kazanım sonrası sevinmeye, kendilerinden geçercesine hareketler yapmaya başlar. Fakat yenilen taraftaki ‘yerli’ dostlarının sürekli üzgün olduklarını görünce bir an duraksarlar!

    ‘Yerliler’in bu duraksamasına; İngilizler de şaşırır!

    En sonunda; kazanan takımdaki ‘yerli’ler İngilizlere şu cevabı verir:
    Biz daha önce kendi aramızda bu derecede yarışmamıştık! Biz burada mutluluk sarhoşu olmuşken, kardeşlerimizin kahrolmasına dayanamayız! Biz ‘rekabet’i sizin anladığınız gibi anlamıyoruz!

    Yukarıdaki hikayenin aynısını Orta Asya topraklarında yoğrulmuş Türk medeniyetlerinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Veya Güney Afrika’da ‘Xhosa’ medeniyetindeki ‘Ubuntu’ geleneğinde de gözlemleyebilirsiniz!

    Ek olarak; Edward Wadie Said’in o muazzam uyarısı ‘Orientalism’ uyarısından da bahsedip, geçebiliriz…

    [E]

    Kapitalist modernleşmenin şafağı…

    ‘Mülksüzleştirmek’ ve ‘işçileştirmek’ pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!

    Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun ‘köle emeği!’ kullanımına karşı;
    Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
    Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
    Ve en önemlisi de;
    ‘Ortak olandan yoksun bırakılmaya’ ve ‘değersizleştirilmeye’ meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!

    Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
    ‘Makine Kırıcılar!’ın gerçek öyküsü:

    ‘Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.

    Buharla çalışan devasa makineler, ‘fabrika’ denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar ‘ekmeğimizle oynuyorsunuz!’ diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar!

    Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle ‘Ned Ludd (Edward Ludlam)’ isminden türetilmiş {Luddites – Luddit’in takipçileri} ismi verilir.

    Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye ‘hükümet’ ve ‘büyük sermaye sahipleri’ biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır!

    Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 24 Şubat 2016 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır:

    → Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,

    → ‘Sosyal sigorta’, ‘sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu’ ve ’emeklilik sistemi’nin kurulmasına,

    → Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,

    → Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde ‘dinlenme & tatil süreleri’nin ortak karar alınarak belirlenmesine,

    → ‘Meslekleşme’ ve ‘uzmanlaşma’nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
    (…)
    sayabileceğimiz diğer tüm değerler.

    Kitap: Makine Kırıcılık ‘Ned Ludd ve Queen Mab’
    Yazan: Peter Linebaugh
    Çeviren: Deniz Esen
    Yayınevi: Otonom Yayıncılık
    Adres:
    ( http://www.otonomyayincilik.com/kitaplik/dunyanin-yerlileri/item/81-makine-k%C4%B1r%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1k )

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  99. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 87'ye

    [3. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 87,

    === DANANIN KUYRUĞUNUN KOPTUĞU YER! (1) ===

    [Yok. Ben, asil, yoksulluga savas acmis gibi gorunup yoksullarin sadece bir kismina sahip cikanlarin ikiyuzlulugune isaret ediyorum.]

    Bu ifadeniz; işkembenizden salladığınız “kuvvetli olduğunu sandığınız!” bir iddia!

    İspatlayınız bakalım; bu sayfada [yoksullarin sadece bir kismina sahip ciktigimiza] dair bir tek “narsist!” ifademizi bulabilecek misiniz?! (Sorumuzun detayı için aşağıdaki açıklamamızı dikkatle okuyunuz.)

    [Son olarak.. 13 saat calistirildigi icin dusup bayilan o zat-i muhterem hakkinda yazdiginiz onca satiri okurken –kendimi bir beyaz yakali yerine koyarak– icim ciz etti..
    Oyle ya, bu zat-i muhterem oraya ‘vatani gorev’ini yapmak icin celp vu tayin edilmisti ve birakip gitmesi halinde Divan-i Harp’te yargilanip ipe cekilecekti..
    Di mi?
    Degil, tabii ki.
    Gunde 13 saat calisan sadece o mu?
    Yok tabii ki.
    Gercekten ezilenler, mevsimlik/gundelik isciler/ameleler, hali dokumacisi adi altinda modern kolelik layik gorulenler, fabrikalarda/tarlalarda gun dogumundan batimina kadar calisanlar, aclik sinirinin altinda –madenleri, yeralti zenginlikleri icin cikarilmis savaslarin tam ortasinda– hayata tutunmaga calisanlar ve daha niceleri bunu hergun yasiyorlar..
    Ama, siz, hala daha, bana, bir beyaz yakalinin ‘dram’ini pazarliyorsunuz.
    Yanlis yerden basladiginiz, benim baktigim yerden, asikar da, sizin acinizdan bunun oneminim olmadigi da belli:
    Siz, beyaz yakalilarin mevcut imtiyazlarina eek imtiyazlar pesinde, magdur edebiyati yapiyorsunuz.
    ‘Zeitgeist’ gibi, mahreci gelismis ulkeler olan, bir tarikatin odaginda baska bir seyin olmasini bekliyor muydum?
    Hayir.]

    Vah ki ne vah!

    Hâlâ, utanmadan arlanmadan; bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların sadece ama sadece “kendi konformizm & hedonizm”leri için bu sitede pazarlık yürüttükleri yanılgınızı çirkefçe kusacak kadar nefret dolusunuz!

    Siz de “kapitalizm makinesinin paslı bir parçasısınız!” ve “kendinizi eleştirecek” cesarete sahip değilsiniz!

    Göremeyecek, duyamayacak, hissedemeyecek, algılayamayacak kadar kapitalizm tarafından zehirlenmişsiniz!

    Kapitalizmin renklerle kategorize ederek sömürmeyi ve katletmeyi ne kadar çok sevdiğini size yukarıda yazmıştık; fakat siz, “Beyaz Ya-LA-ka”ların sadece kendi konforunu düşünen hedonist zombiler olduğu yanılgınızı çirkefçe kustunuz!

    Turuncu Yaka ↔ Turuncu Ya-LA-ka
    Pembe Yaka ↔ Pembe Ya-LA-ka
    Yeşil Yaka ↔ Yeşil Ya-LA-ka
    Kırmızı Yaka ↔ Kırmızı Ya-LA-ka
    Mor Yaka ↔ Mor Ya-LA-ka
    Sarı Yaka ↔ Sarı Ya-LA-ka
    Siyah Yaka ↔ Siyah Ya-LA-ka
    Gri Yaka ↔ Gri Ya-LA-ka
    Mavi Yaka ↔ Mavi Ya-LA-ka
    Beyaz Yaka ↔ Beyaz Ya-LA-ka

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…

    Bebekliğimizden itibaren “Ya-LA-ka”lığa mahkûm edilmemiz zehrin merkezi olduğuna göre; önünde “Beyaz” renk olsa ne olmasa ne! Noam Chomsky gibi bir şahsa çamur atmaya bu kadar teşne olmanızdan anlamıştık zaten içinizdeki nefretin derinliğini!

    “Patronseverlik: Beyaz Yakalının Meslek Hastalığı”

    Evet, bir “Mustafa Koç yazısı” daha!

    Ancak burada Koç’un “neden sevilmemesi gerektiği”ne dair kanıtlar sunmak ya da Türkiye’nin en büyük patron ailesinin şu veya bu suçunu hatırlatmaktan ziyade; bir davranış kalıbı olarak “patronseverliğin psikopatolojisi”ni izah etmeye çalışacağım.

    Zaten konu güncele sıkıştıkça en iyi ihtimalle “ama ölünün arkasından konuşulmaz”a gelip dayanıyor…

    Doğru, ölünün arkasından konuşmak nezakete sığmaz. Sınıf mücadelesinde nezakete yer olmadığı, “işçiden yana olanın haklı olduğu için kaba olabileceği zannı” ise Türkiye’de sola en fazla kaybettiren düşüncelerden biri!

    Koç’un ölüsüne saygı bekleyenler bunu “nazik” değil “patronsever” olduğu için istiyor! Bu tavır bilhassa eğitimli emekçiler arasında yaygın ve egemen sınıf karşısında on yılların örgütsüzlüğünün, mücadele etmemişliğinin verdiği ezikliğe dayanıyor. Atıf Yılmaz’ın ölümsüz eseri “Kibar Feyzo”da yürüyüşe geçmiş ırgatların, ağa karşılarına dikiliverdiğinde, “tükürseler boğacak olsalar da” ellerinin ayaklarına dolaşması gibi!

    Bir burjuvanın ölümüne sevindirik olmak kuşkusuz saçma. Çünkü hiçbir şey değişmiş olmuyor!

    Sermaye üzerindeki özel mülkiyet, burjuva bireyi aşan, onun fani hayatından kısmen bağımsız bir ilişkidir ve o ölünce de kopmaz; devrolur!

    Feyzo ağayı vurur ama ağa öldü diye ırgatlar kurtulmaz. Çünkü ırgatlar ağaya değil, “ağanın malikânesine bağlıdır” ve o mülk kime kalırsa yeni ağa o olur!

    Burjuvaziyi egemen yapan özel mülkiyet onun (bireysel) serveti değil (sınıfsal) sermayesidir. Bu sermayenin soy kütüğü karanlıklarda gizlidir ve kapitalizmin bugüne dek icat ettiği, kendisi açısından en önemli şey buhar makinesi, elektrik ya da cep telefonu değil; “anonim şirket”tir. Onun sayesinde, birer insan olan burjuvaların sermayesi “karmaşık ortaklıklar”, “iştirakler” ve “borsaya arz” ile ölümsüzleşir!

    Dolayısıyla; burjuvazinin işçi sınıfına ve insanlığa karşı işlediği suçları da “bireysel” değil “kolektif”tir!

    Koçzadelerin (eğer varsa) olumlu taraflarından dem vuran patronseverlik bu yüzden mesnetsiz. Bir burjuvanın ne kadar nazik, sanatsever, modern veya laik olduğu ona övgü düzme yarışındaki divan şairi kılıklı kapıkulu entelektüelleri ilgilendirir. Ama bu ülkede 2015’teki 1712 iş cinayetinin hiçbiri bir Koç fabrikasında olmadıysa dahi “Koç sermayesi bu suça ortak”tır!

    Ne var ki, sevgili Özgür Şen’in, Koç’un IŞİD’in petrol kaçakçılığına suç ortağı olduğunu ifşa ettiği yazısının ardından beyaz yakalı bir Koç holding işçisinden alıp benimle paylaştığı, “keşke Can Dündar’ı değil seni içeri atsalar” minvalinde ifadeler içeren okur mektubu gösteriyor ki; bilhassa emeklerini büyük patronlara satan işçilerin sınıfsal aklı (en azından kendi patronları konusunda) pek açık olmuyor! Gözleri önündeki perdeden haberdarlar ama kaldırmaya yanaşmak istemiyorlar!

    Zaten becerikli burjuvaların en önemli özelliklerinden biri; çevrelerinde işçileri ve kimi küçük burjuvalardan oluşan bir patronsever kitlesi oluşturabilmeleri. Bu kitle onların en önemli “halkla ilişkiler çalışması” ve “toplumsal ajanları” oluyor!

    Bu ajanlığın sadece para için yapıldığını düşünmek ise yanıltıcı.

    “Patronseverlik”; egemen ideolojinin en önemli unsurlarından biri…
    Umut Sarıkaya karikatürlerine konu olan “patron onca insana ekmek veriyor!” geyiğinden,
    Borusan filarmoniye orkestra şefliği yapan Eczacıbaşı’ya,
    Hâttâ taşralı kabalığını ipini kopartmışçasına dışavuran Ali Ağaoğlu’na kadar bütün burjuvalar kâh bizzat, kâh toplumsal ajanları kanalıyla birer rol modeli oluyor!

    İnsanlar özendikleri, taklit ettikleri şeylerin eleştirilmesinden hoşlanmaz. Aynı; tuttukları futbol takımının veya sevdikleri şarkıcının eleştirilmesini istemedikleri gibi. Patronseverliğin psikopatolojik zemini bu toplumsal & ideolojik bağdır.

    Dahası, beyaz yakalı emekçinin patronseverliğinin arkasında bir bakıma işinin bu olması da var. Patronun fabrikasında kalitesiz çamaşır makinelerinin montajını yapan mavi yakalı işçi bunun için patronunu sevmek zorunda değil. Ama örneğin, işi, patronun şirketlerini ve markalarını allayıp pullamak olan reklamcının kişiliği, işini benimsediği ölçüde zehirlenir! Bu insan için, “sürekli gerçeği çarpıtmak”, bazense “düpedüz yalan söylemek” için ücret aldığı gerçeğiyle yüzleşmek yerine; söylediği yalana inanmak çok daha kolay ve huzur vericidir!

    Bütün bunların üzerine:

    Türkiye’nin eksik modernleşmesini,

    İnsanların ücretlerini emeklerinin (mutlaka eksik) bir karşılığı değil kendilerine “verilen” bir şey zannetmelerini,

    Varsıl ve yoksul insanlar arasında hukuki eşitlik değil doğal bir hiyerarşi kurmalarını,

    Ergen veletler gibi “bu memleketin ekmeğini yiyip ihanet eden bir gün mutlaka ekmeğini yediği yerden kurşunu yer” gibi beylik sözlerden heyecanlanmalarını eklediğinizde;

    Patronseverliğin psikopatolojisi aşağı yukarı tanımlanmış olur!

    Yukarıda okuduklarınız; geleceğimizi elimize almak için kurtulmak zorunda olduğumuz en önemli hastalığımız! Diğer başka pek çok sorunumuzun kökünde de bu yatıyor!

    Not: Eğer gerçekten “Koç ailesi” hangi yollardan geçerek bugüne geldi merak ediyorsanız, o ölçekte bir burjuva ailesinin eşyanın tabiatı gereği batmak zorunda olduğu pisliğin boyutlarını merak ediyorsanız, Erol Toy’un yazdığı “İmparator” adlı kitabı okumanızı öneririm. “Koç”lar hakkında çok şey öğreneceksiniz!

    Yürüttüğümüz tartışmalar zaman zaman “işçileri ayırıyor, sınıfın birliğini zedeliyor” gerekçesiyle eleştiriliyor!

    Oysa sınıfın birliği zaten “olan” değil, “kurulması gereken” bir şey! Ve kol emekçisinin işi; onu (sınıf birliğini) başka ideolojik girdiler olmaksızın patronseverliğe sevk etmezken, kafa emekçisinin işinin onu patrona düşünsel ve duygusal olarak yaklaştıran kimi yönleri var.

    “Özel mülkiyet düzeni” sadece gelir seviyeleri arasında değil, toplumun her düzleminde eşitsizlik ve ayrışma yaratıyor; buna işçi sınıfı da dâhil. Zaten kafa ve kol emeği ayrışması özünde gelir düzeyi değil; meta üretimi ve buna bağlı sermaye birikim sürecinde üstlenilen fonksiyonun farklılaşmasındandır. Yani işbölümünden ileri geliyor ve ücret eşitsizliğini de bu çerçevede yaratıyor.

    Kol emeğinin boyunduruk altına girmesi kölelikten bu yana tüm sınıflı toplumların özelliğiydi, ama kafa emeğinin aynı kaderi paylaşması kapitalizmin eseri oldu. Kafa emekçileri kapitalizmden önce de egemenlere çalışıyordu; örneğin mimarlar kralların saraylarını tasarlıyor ve inşaatına nezaret ediyor, ya da astronomlar kilise için gökcisimlerinin hareketlerini inceliyordu. Ama bu insanlar işçiden ziyade zanaatkârdı; egemenlere emeklerini değil, eserlerini satıyorlardı ve “günümüzdeki Beyaz Ya-LA-kalar”dan çok daha özgürdüler.

    Kapitalizm; “Adam Smith’in öve öve bitiremediği ‘rekabetçi’ dönemde” ilk bu özgürlüğü yok etti. Bu dönemin burjuvaları; sermayeleri küçük ve kendileri çok meşgul adamlardı. İşleri güçleri pazardan daha büyük bir pay kapmak için rakipleriyle itişip kakışmaktı. O sihirli ve ulvi “girişimcilik (entrepreneurship)” kelimesinin ardına gizlenen; “kaba fırsatçılık” ve “basit kâr hesabı”ndan ibaret bu yaşantıda nitelikli düşünce ve becerilere yer yok, ama ihtiyaç vardı. Bu yüzden egemenliği ele geçiren burjuvazinin ilk işi; hekimi, hukukçuyu, din hizmetlisini, şairi, bilim adamını “kendi ücretli işçisi” hâline (*) getirmek oldu.

    (*) Karl Marx ve Friedrich Engels, “Komünist Manifesto”, Almanca aslından yayına hazırlayan: G. Doğan Görsev, 2. baskı, İstanbul: Yazılama, sayfa 11.

    Kapitalist burjuvazi bununla da kalmadı, çünkü “rekabetin zorunlu sonucu elenme, eleme ve tekelleşmeydi”!

    Kapitalizm, yukarıda alıntıladığımız satırın üzerinden bir insan ömrü geçene kadar, her ülkede esnaftan hâllice on binlerce burjuvanın kıyasıya rekabet ettiği bir düzen olmaktan çıkıp, zengin ülkelerde sermayenin tamamına yakınının birkaç yüz patronun elinde toplandığı ve bu patronların sadece kendi ülkelerinin değil tüm dünyanın pazarlarını aralarında pay ettiği en yüksek aşamasına; “emperyalizm”e ulaştı!

    Artık “kafa emekçileri”ne olan ihtiyaç çok artmıştı, çünkü devasa piyasalara & pazarlara hükmeden, aynı üründen yüz binlerce üretip yüz binlerce ayrı müşteriye satan şirketler, milyonlarca insandan mevduat toplayıp on binlerce burjuvaya kredi veren bankalar ortaya çıkmıştı. Bu tekellerin idari işlerinin bizzat patronca yürütülmesi imkânsızdı. Böylelikle, geçmişte birbirleriyle serbestçe rekabet eden iş adamları işle bağlantılı, kol emeği dışında kalan faaliyetin onda dokuzunu bizzat yürütürken; artık “beyin-işi”nin onda dokuzu işçilerce yapılmaya başlanmıştı.(**)

    (**) Schultze-gaevernitz’den aktaran V.I.Lenin, “Imperialism: The Highest Stage of Capitalism”, ( https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1916/imp-hsc/ch02.htm )

    Yani “Beyaz Yakalı işçilik”; sermaye düzeninin tekelci aşamasının bir ürünü oldu!

    Burjuvalar için önce kafalarının basmadığı işleri yapmaya başladık; ardından idari işleri de bize iteleyip zamanı golf falan oynayarak geçiren, bir de üstüne bunun için övülen “aylak asalaklar”a dönüştüler. Ama bunu yaparken işçilerle aralarına önce küçük burjuvalardan bir “patron vekili müdürler katmanı” kurdular, onun altına da içimizden onlara özenenlerden bir “patronseverler katmanı” devşirdiler. Bu hiyerarşik yapı salt bir tercih değil; dev şirketlerin idare edilebilmesi için bir zorunluluktu!

    Bu katmanlardan birincisinin maddi çıkarları patronla ortak. Genel müdür ve benzer konumdakiler şirketlerin performansına göre gelir elde ediyor, hâttâ genelde hissedar oluyorlar.

    İkinci katman ise böyle değil. “Patronsever beyaz yakalı işçiler”in sadakati kimi zaman biraz daha güvence ya da yüksek ücret, ama genelde sadece “sırt sıvazı” ile satın alınıyor ve bunlara sadece gammazlık gibi alçakça işler yaptırılmıyor; en fazla bunlar çalıştırılıyor. Bu bağlamda patronseverlik; istismarcı bir babaya duyulan hastalıklı sevgiye benziyor! Bu insanlar; hem işyerinde hem de özel hayatlarında, mensubu olmaya devam ettikleri işçi sınıfının içinde patron sevgisi yayıyor, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki “ajanları” ve “ideoloji taşıyıcıları” oluyorlar!

    Lenin, yukarıda alıntıladığımız eserin Fransızca baskısına yazdığı önsözde Beyaz Ya-LA-ka’ları; “sermayedar sınıfın emekçi yaverleri” olarak niteliyor!

    Dolayısıyla, burjuvazi ortaya çıkmasa nasıl işçi sınıfı da ortaya çıkmayacaktıysa;
    Sermaye bu denli tekelleşmese, ortaya “Donald Trump” veya “Mustafa Koç” gibi milyarlarca dolar sermayeyi kontrol eden zenginler çıkmasa, bizler, beyaz yakalılar da bu kadar kalabalık olmayacaktık!

    Fakat bir prensip hiç değişmedi:
    Onların (kapitalist burjuvazinin) bize ihtiyacı var ama bizim onlara ihtiyacımız yok!

    [Nevzat Evrim Önal, 26 Ocak, 9 Şubat 2016]

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  100. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 87'ye

    [4. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 87,

    === DANANIN KUYRUĞUNUN KOPTUĞU YER! (2) ===

    [“‘İnsanın kendi içindeki özellikleri’ derken kastettiğimiz [(biyolojik veya biyokimyasal)] şablonlar değil; ‘antropoloji’, ‘düşünce’ler, ‘duygu’lar, ‘attitude’ler, ‘perception’lar, ‘notion’lar, ‘discourse’lar, ‘psikoloji’ ve ‘sosyoloji’dir.”

    Bunlarin herbiri turevdir –biyolojinin/biyokimyasalin turevi.]

    [Bunlarin herbiri turevdir –biyolojinin/biyokimyasalin turevi] yazmakla bitmiyor sayın “Necip”! Kaytarmayınız! Açık açık izah ediniz [biyolojinin/biyokimyasalin turevi] ifadenizi!

    Yukarıda “50” numaralı metnimizde hatırlattığımız şu ifadeyi daha dikkatli inceleyiniz:
    {{{
    “Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!

    Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!

    Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
    }}}

    “İnsan”la “aslan” birçok ortak özelliğe sahiptir. Fakat “insan”, “aslan” değildir; “aslan”, “insan” değildir!

    [insan davranisinin rasyonelligi (meziyet ozelligi tasidigina yonelik lakirdilar) taa en basindan maluldur.] açık açık yazınız; “taa en basindan maluldur!” ifadeniz ile kaytarmayınız! Kaytarmaya devam ederseniz; yukarıda hatırlattığımız “bir plazayı ziyaret edip, [insan dogasinin bir yansimasi!] cümlesi ile geviş getirerek 1,5 saatlik eğitimin sonunda 2.000 TL’yi cebe indirip, diğer plazalara seyahate çıkan gurular!”a benzediğinizi tekrar yöneltiriz! (“O ‘guru’lardan!” olmadığınızı yazmıştınız; hatırladınız mı?!)

    Sizin DE kimden maaş aldığınız -ya da nasıl gelir elde ettiğiniz- asıl mesele! Siz DE sayın “ogürsel” gibi kaytarmayınız sayın “Necip”!

    “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!” → Külahımıza anlatınız!

    “Komünistler Moskova’ya!” → Külahımıza anlatınız!

    “Coca-Cola’cılar ABD’ye!” → Külahımıza anlatınız!

    “Kapitalizm dünyanın fıtratında var! Eğer boyun eğmezsen bu gezegenden ayrıl!” → Külahımıza anlatınız!

    “Özeleştiriyi en samimi şekilde ifade etmek için intihar etmek zorunda değiliz!” → BU UYARIMIZI UNUTMAYINIZ!

    === DANANIN KUYRUĞUNUN KOPTUĞU YER! (3) ===

    [A]

    [Siz hala daha ‘kapitalizm’in birileri tarafindan kurulmus oldugunu saniyorsunuz. Sunu idrake etmeniz niye bu kadar zor, anlamiyorum: Kapitalizm dediginiz sey insan dogasinin genel cercevede sosyal ve ekonomik hayatimiza yansimasidir.
    Bunu duzeltmek istiyorsaniz, once insan dogasini (yani, sizin istihzali deginiminizle, dunyayi) islah etmeniz gerekiyor.]

    [B]

    [“Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu malları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”
    Ah caniiiim.. ne kadar uzuldum ve dahi sasirdim..
    Eskiden hic oyle miydi?
    Kasikci elmasini tras eden usta, hem kendisine hem de karisina birer kasikci elmasi almamis miydi?
    Pirmaitlerde calisan her isci/usta da birer piramit sahibi olmamis miydi?
    Aaah, ah.. ne gunlerdi onlar, degil mi?]

    [C]

    [“Kocaeli FORD & Otosan tesislerinde ilikleri sömürülen binlerce işçinin ter akıtmasıyla, binlerce taşıt aracı üretiliyor. Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu araçları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar! Ve hâttâ, bir bankaya başvurup taşıt kredisi bile çekmek isteseler, banka, bu işçilerin gelirlerini makûl düzeyde görmeyip, krediyi geri ödeyemeyeceklerini düşünüp; onlara bu krediyi vermeyebiliyor!”
    Yapmayin, reca ederim; benim yuregim yufkadir.. dayanmaz boyle acikli hikayeleri dinlemege..
    Neymis, neymis?
    “Fakat bu işçiler kendi terleriyle ürettiği bu araçları satın alabilecek ücreti kazanmıyorlar!”mis..
    Yok yaw, bu kadar da kotu mu?
    Yani, sunu mu diyorsunuz: Plazalarin insaatlarinda calisanlar, o plazalardan birer tane edinecek kadar para kazanamiyorlar!
    Eger dediginiz bu kadar kotu ise, kanli devrimlerin vakti geldi ve geciyor!]

    İlk önce şundan başlayalım:

    […kanli devrimlerin vakti geldi ve geciyor] ifadesini yazmış olmanız; beyninizin “cell”lerinde, periyodik olarak atan bir (veya birkaç) sigortanız olduğunun göstergesi! Nörolojik bir vaka da olabilir! Siz (sayın “ogürsel” de aynı!) hâlâ ama hâlâ 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında BİLE işe yarayıp yaramadığı belirsiz olan, dillere pelesenk olmuş [kanli devrim] kelimelerini bugün bile cümle içinde papağan gibi kullanmaya devam edebiliyorsanız; yandı gülüm keten helva! Wake up and smell the coffee!

    [DEVAMI 5. BÖLÜMDE]

  101. =BÖLÜM 5= Sayın (Necip) 87'ye

    [5. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 87,

    Şİmdi [A], [B], [C]yi kapsayacak şekilde izah edelim:

    [Yani, sunu mu diyorsunuz: Plazalarin insaatlarinda calisanlar, o plazalardan birer tane edinecek kadar para kazanamiyorlar!]

    [Kasikci elmasini tras eden usta, hem kendisine hem de karisina birer kasikci elmasi almamis miydi?
    Pirmaitlerde calisan her isci/usta da birer piramit sahibi olmamis miydi?]

    Samsung’u Apple’dan veya Apple’ı Samsung’dan üstün kıldığını zannettiklerimize yol açan mekanizma nedir: “Brand manipulation & Advertisement”!

    “Son model Mercedes & BMW” görüldüğünde ağızların (genellikle) açık kalmasına yol açan mekanizma nedir: “Brand manipulation & Advertisement”!

    Sayın “Necip”, sizin gibi “guru!”larla o kadar çok karşılaştık ki, hâttâ şunu diyen bile çıktı: “Ne yani, kapitalizm kötü bi şey mi yani! Hadi bakalım poponuz yiyorsa; şu an içinde yaşadığınız daireyi, apartmanı, villayı inşa edecek bir tek insan bulabilecek misiniz eğer kapitalizm olmasa?! Kapitalist sistem olmasa idi; çırılçıplak ortada kalır, bir tek çivi çakacak insan bulamazdınız!”

    Vah ki ne vah! Hem de ne vah!

    “Çalışmak, “emek sarfetmek” gibi muazzam fonksiyonlar; insanın doğuştan gelen yükümlülükleri ve erdemleri iken;
    Bunları, “kapitalist sistem olmasa çalışacak bir tek insan bulamazsınız!” cümlesine indirgemek, ancak ve ancak Milton Friedman ve türevlerinin yaydığı zehirler sayesinde olabilirdi! Most of us are constantly brainwashed by “Adam Smith-like & Milton Friedman-like & Ayn Rand-like” human-poisons! Pathetic, utterly pathetic!

    Sayın “ogürsel”in düştüğü hataya siz de düşüyorsunuz sayın “Necip”! Adam Smith’in son hâlini verdiği kapitalizmden bahsediyoruz! Çünkü günümüzde devam etmekte olan (ve ne yazık ki; gelecekte de devam edecek gözüken!) kapitalizme “‘springboard’u ekleyen!” en etkili kişilerden biri (ve hâttâ; “en etkilisi!”) Adam Smith’tir. Bu ifademiz, kapitalizmi; “Adam Smith öncesi” ve “Adam Smith sonrası” olarak sizlere işaret etmeye çırpındıklarımızın özüdür. “Adam Smith öncesi kapitalizm” elbette çöp kutusuna gönderilecek, üzerinde düşünülmeyecek kadar düşmüş bir yapı değil. Fakat; günümüzde devam etmekte olan kapitalizmin “bir nevi anayasa metnini yazan kişi” Adam Smith’tir. 240 senedir; az önce bahsettiğimiz “bir nevi anayasa metni” üzerinden işler kapitalizm!

    Eğer daha önce ilgilenecek sabra sahip olmamış iseniz, şimdi bütün dirayetinizi derleyip toparlamanızı, ve odaklanmanızı tavsiye ediyoruz:

    [1]

    1759, “The Theory of Moral Sentiments” (Adam Smith)
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smMSCover.html )

    [2]

    1776, “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” (Adam Smith)
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smWNCover.html )
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltsiz/88701.html )

    [3]

    “Borç – İlk 5000 Yıl” (David Graeber)
    ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 )

    [4]

    “Emperyalizm ve Küresel Ekonomi Politik” (Alex Callinicos)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/emperyalizm-ve-kuresel-ekonomi-politik/346899.html )

    [5]

    “Tarih Yapmak – Toplum Kuramında Etkinlik Yapı ve Değişim” (Alex Callinicos)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/tarih-yapmak-amp-toplum-kuraminda-etkinlik-yapi-ve-degisim/139474.html )

    [6]

    “Yanılsamaların Şenlik Ateşi” (Alex Callinicos)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yanilsamalarin-senlik-atesi/277096.html )

    [7]

    “Hayvanlardan Tanrılara Sapiens – İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi” (Yuval N. Harari)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/hayvanlardan-tanrilara-sapiens-amp–insan-turunun-kisa-bir-tarihi/361170.html )

    [8]

    “Tüfek, Mikrop ve Çelik” (Jared Diamond)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/tufek-mikrop-ve-celik-ciltsiz/49443.html )

    [9]

    “Büyük Açık – Kıyamet Çarkının İçinde” (Michael Lewis)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/buyuk-acik-amp-kiyamet-carkinin-icinde/248395.html )

    [10]

    “Hızlı Çocuklar – Bir Wall Street İsyanı” (Michael Lewis)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/hizli-cocuklar-amp-bir-wall-street-isyani-/360879.html )

    [11]

    “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum – Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz” (Vincent de Gaulejac)
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/isletme%20hastaligi1-16.pdf )

    [12]

    “Karakter Aşınması – Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri” (Richard Sennett)
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )

    [13]

    “Prekarya – Yeni Tehlikeli Sınıf” (Guy Standing)
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/prekarya1.pdf )

    [14]

    “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar – Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik” (Kathrin Hartmann)
    ( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kuresel%20carkin%20disinda%20kalanlar1-16.pdf )

    [15]

    “Ne Ders Olsa Veririz – Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü” (Aslı Vatansever & Merâl Yalçın)
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/ne%20ders%20olsa.pdf )

    [16]

    “İdiotizm – Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi” (Neal Curtis)
    ( http://www.iletisim.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/idiotizm.pdf )

    [17]

    “Oblomov” (İvan Gonçarov)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/oblomov-ciltsiz/22788.html )

    [18]

    “Asrın Vebası – Narsisizm İlleti” (Jean M. Twenge & W. Keith Campbell)
    ( http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/851 )

    “Geçmişe dönmek” saçmasapan bir tavır olduğuna göre,
    “Kapitalizmin Adam Smith’in şekil vermesinden önceki hâli”ne öykünmek saçmasapan bir tavır olduğuna göre,
    Kapitalizm bugün (ve yarın!) katliam üstüne katliam yapmaya devam ettiğine göre;
    Bu sistem ortadan kaldırılmalıdır!

    Şu yanılgı içindesiniz:
    {{{ “Kapitalizm”e karşı olan hiç kimse yok aslında! Sadece sayın Gün Zileli’nin bu sayfasında bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar kapitalizme karşı olduklarını zannediyorlar! }}} Sayın “Necip”; biraz ufak atın da civcivlerde nemalansın!

    [Tofas’li feylesof tomurcugunun ve dahi Yunanistan’li amator orospunun hikayelerine (ayri ayri) ayrica atifta bulunamayacagim]

    Eleştirilerinizi yazarken insan “dignity”sini hiçe sayan üslup kullanmanız; çürümüşlüğünüzün en açık göstergelerinden biri!

    Siz DE kapitalizmin çarklarında paslanmaya yüz tutmuş bir gürültülü aksamsınız! Umarız; kapitalizm sizi DE “o*****luk yapmaya mahkûm etmez”!

    Mesele o*****luğun profesyonelce veya amatörce yapılması değil; “o*****luk yapmayı dayatan!” sistemin kökünü kazımak: Kapitalizm!

    Saygıdan yoksun sayın “Necip”! (Yanılmayı ne çok isteriz!)

  102. “Kendini akıllı zannedenlerin aklını kaybettiklerini de zannettikleri bir momentte; meczup olabilmak (ve kalabilmek) bir şereftir! (Not: ‘Meczup’ kelimesini; herhangi bir ‘din’i referansa affiliation yapmadan kabul ediyoruz.)”

    Meczup, eski dilde, ‘cezbedilmis’ demektir ve ayin (‘moon’un) cazibesine kapilip kafayi yemisligi anlatir.

    Ingilizcedeki ‘lunatic’ ile asagi yukari birebir ortusur.

    Kisinin gelgitleri olduguna isaret eder –tipki, sizin, once itiraz edip sonra hemfikir olusunuz gibi.

    Seref duydugunuz hal bu ise, size hayatta basarilar dilerim.

    “Sevgili Umut Okay Giriş; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti?!”

    Eger benzer durumdaki baska cocuklar da ayni sebep veye durumlarda intihar etmiyorsa, tabii ki, bunu genel anlamiyla ‘fitrat’a baglayamayiz.

    Ozel durumu ise ayrica incelemek lazim: Ailesi acaba neden ve ne kadar uzulecekti; ya da cocuk neden bunu bu kadar ciddiye aldi?

    Bu sorularin (ve digerlerinin) cevabini bilmeksizin, hakkinda konusmak malumatfurusluk bile sayilmaz; bosa konusmak olur.

    Verdiginiz diger ornekler de ayni kapsamda: Kapitalizm basligi altinda kelalaka duran, anekdotal lagalugalar.

    Gecelim.

    Bu arada, yazdiklarinizi okudukca –ki, zahmetli oluyor–, Zeitgeist’in modern cult/tarikat oldugu konusunda giderek daha da emin oluyorum.

    Sahi, ‘Zeitgeist’in Turkce karsiligi var mi; biliyor musunuz?

    “Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok.”

    Diger yazdiklarinizdan cok da farki yok aslinda.

    Bu yuzden, oradan buradan aparip buraya yapistirdiginiz, tas baski Hz Ali menkibeleri turunden byte israfinizi yok sayiyorum.

    “Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 24 Şubat 2016 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır”

    ‘Bu masa’ degil de ‘bu masal’ demek istediniz, belli.

    Daha 1810’larda Robert Owen nam (utopik sosyalizme kafayi sarmis) bir kefere, gunluk 10 saat konusunda israr ediyordu. Robert Owen’in (utopik sosyalizme kafayi sarmis olmasini saymazsak) kendisi eski bir ‘industrialist’ idi.

    Yani, adamin derdi, daha o yillarda bile, kendi sinifina (kapitalistlere) ineklerden daha iyi verim almanin yollarini gostermek –kisa vadede karli gibi gorunse de, uzun mesai saatlerinin verimsiz/karsi oldugunu gostermekti.

    Nitekim, Hz Karl Marx da, kapitalistlere, siz bu isi pek bilmiyorsunuz, memelerine hasar vermeden inegi uzun vadeli sagmanin yolunu anlatiyordu:

    “By extending the working day, therefore, capitalist production…not only produces a deterioration of human labour power by robbing it of its normal moral and physical conditions of development and activity, but also produces the premature exhaustion and death of this labour power itself.” [Das Kapital. s. 376]

    Bu sistem-ici (zumre-ici) tartisma epeyi uzun surdu.

    Sonunda, Hz Henry Ford, hem ucretleri artirmanin hem de calisma saatlerini 8’e indirmenin zararli degil, bilakis, karli oldugunu digerlerine ispatlayinca, ilgili ‘hak’lar verilmege baslandi.

    Kisacasi, calisma saatlerinin (ve sartlarinin) iyilestirilmesini, hic de oyle sanildigi gibi, sendikalara filan borclu degiliz.

    Ama, menkibelerine bir ‘industrialist’i (Hz Henry Ford’u) kahraman yapmak istemeyen sol (ve turevleri) hikayeyi sendikalara malettiler. Bu sayede, kendilerini onemli bir sey zanneden (oyle zannettirilen) sendikalar, giderek daha da militanlasti.

    Ve, sonucta, ya ilgili isletmeyi iflasa suruklediler (ve orada calisanlari issiz biraktilar), ya da sozkonusu isletmeler baska diyarlara tasindilar –we now call it outsourcing.

    Tabii.. hersey kolayca ‘outsource’ olmuyor.

    Bu konuda guzel bir ornek bugunku Radikal’de var: ‘Eğitimin ‘ücretli köleleri’ [ http://www.radikal.com.tr/turkiye/egitimin-ucretli-koleleri-1517079/ ]

    Daha basliga bakinca, populist birseylerin yavelendigi belli. Ama, arada bazi bilgi kirintilari var ki, onemli:

    — Devlete kapagi atmis, sendikal ‘hak’lara sahip 923,448 ogretmen var.

    — Disarida da, halen ‘atama’ bekleyen 250,000 civarinda ogretmen var.

    — Devlete, sendikal ‘hak’lara sahip bir ogretmen 4,000 TL’ye mal oluyor.

    — Ayni isi yapan ucretli (part-time) ogretmen ise 1,500 TL’ye mal oluyor.

    Not: ‘Devlet’ yaziyor olsak da, asil kaynak ‘vergi odeyenler’dir yani, biz.

    Buradan ne goruyoruz?

    Her biri 1,500 TL maliyetle calisacak ceyrek milyon kisi varken, sirf sendikali (ve kadrolu, yani omur boyu calisma garantisi sahibi) bir zumreye mensup olanlar (900 bin kisiden fazla) kisi basi 4,000 TL’ye mal oluyor.

    Verdikleri hizmet cok mu matah?

    Cok mu memnunuz bu (daha pahali) ogretmenlerin hizmet kalitelerinden?

    Hayir?

    ‘Mor sertifika’ sahibi olanlari bile tacizci cikmiyor mu?

    Evet.

    E.. o zaman, niye 3 kati kadar para oduyoruz bunlara?

    El cevap:

    1) Vaktiyle ‘devlet memuru’ statusu verilmis.

    2) Sendikalari var.

    ‘Hak’ dedikleri imtiyazlar elde etmisler. Parasini biz oduyoruz.

    Cozum olarak da, sendikanin tavsiyesi, diger ceyrek milyon da kadroya alinsin..

    Kolay tabi.. benim paramla, hovardalik etmek; benim seyimle gerdege girmek…

    Sendikalarin ‘isci sinifi’na faydasi budur: Baskasi parasini verirse, herkes ise alinsin (boylece aidat cirolari da artar, rekabetten de kurtulurlar); vermezse, umurlarinda degil.

    “Hâlâ, utanmadan arlanmadan; bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş ‘Beyaz Ya-LA-ka’ların sadece ama sadece ‘kendi konformizm & hedonizm’leri için bu sitede pazarlık yürüttükleri yanılgınızı çirkefçe kusacak kadar nefret dolusunuz!”

    Bir: Utanip arlanacak bir sey yok; kendi zumreniz icin ek imtiyazlar istediginiz asikar; bunu hangi ambalajla yaparsaniz yapiniz, tutmuyor. O ayaklar eskidendi; simdi kokuyorlar.

    Iki: Beyaz yakalilarin yuzde 98 civarindaki kisminin luzumsuz oldugunu yazmistim (itiraz etmediniz). Benden bu luzumsuzlari kiymete bindirmemi istiyorsaniz havanizi alirsiniz. Bunun nefretle bir iliskisi yok –tespittir.

    Noam Chomsky’e gelince.. Bir ‘tenure’ icin kendini/ruhunu teslim etmis birisine ayrica camur atmak gerekmiyor?

    O batacagi kadar batmis zaten, ama bazi yerlerde hala daha adam yerine konuyor, o ayri.

    Sikiysa ABD’de sinifsal sorunlardan bahsetsin, %1’e laf etsin de goreyim.

    “Lenin, yukarıda alıntıladığımız eserin Fransızca baskısına yazdığı önsözde Beyaz Ya-LA-ka’ları; ‘sermayedar sınıfın emekçi yaverleri’ olarak niteliyor!”

    Vay be, ne derin laf etmis –sanki SSCB’de yoktu hic.

    Parti uyeleri ve Akademiya mensubu gibi, rejimin imtiyazli zumresini ben olusturmustum sanki.

    “Adam Smith’in son hâlini verdiği kapitalizmden bahsediyoruz!”

    Son halini vermis filan degil. Gozlemlerini, ongorulerini yazmis. O kadar. Bir baska pir-i fani, yani. Abartmaga gerek yok.

    Ote yandan, ben de size bizzat gozlemledigim bir sendikal utopyayi aktarayim:

    Yirmi sene kadar onceydi. Bizim patron, bir dugun daveti uzerine, Zonguldak’a gitmis. Gencliginde de staj icin orada bir sene kadar calistigi icin, merak edip, ocaklara filan da ugramis. Ugradigi ocaklardan birinin sefi bizimkinin adresini, telefonunu almis.

    Aradan 6 ay kadar gectiginde, bu sef, patronu ziyarete gelmis. Aklinda bir is kurmak varmis, patrondan ortak olmasini istemis. Aklindaki is de, o siralarda cok moda olan, alabalik ciftligi kurmak. Cevreyi arastirip, Zonguldak yakinlarinda bir cayin denizle bulustugu bir yeri gozune kestirmis.

    Bizim isimizle uzaktan yakindan alakasi yok; ama, patron kiramamis, iki arkadas bizi cagirdi, tanistirdi ve gidip yeri gormemizi soyledi.

    Biz de, iki arkadas, birkac gun sonra, bu muhterem sefin tarif ettigi yere yola ciktik –bagimsiz gozlem yapabilmek icin ona haber vermedik. Dedigi koye vardigimizda, bakacagimiz catalagzinin, oldukca asagilarda oldugunu ogrendik. Karadenizin o meshur yagmuru altinda, uzunca bir yokusu (yol yok, iz yok; her taraf agaclik, calilik) asagiya dogru tirmanip catalagzina vardigimizda donumuza kadar sirilsiklam olmustuk.

    Geldigimiz yere geri tirmandigimizda ise hava kararmisti. Hic olmazsa ic camasirlarimizi bir sekilde degistirelim diyerek, Zonguldak merkeze gitmege karar verdik ki ne gorelim, daha mesai saatleri henuz birmis olmasina ragmen ortada acik dukkan yok denecek kadar az.. bir sey bulamadik.

    Mecburen Zonguldak’ta TKI’de calisan (o zamanlar adi oydu galiba) bir arkadasi aradik yardim istemek icin. Kisa zamanda geldi, sagolsun, ve bizi sendikanin kurdugu ‘supermarket’e (bugunku AVM turunden bir binaya) goturdu.

    Kapida kimlik soruluyor; arkadasin kimligi ve tavassutuyla girdik. Binada cok sey var ama cesit hakgetire. Buldugumuz dandik birer cift corap ve don/atleti aldik ciktik. Fiyatlari ucuzdu haliyle.

    Ciktiktan sonra arkadasima sordum, neden heryer boyle kapali? Cevabi basitti: O ‘AVM’imsi sey yuzunden.. Cunku, Zonguldak’ta neredeyse herkes isci, ve oradan alisveris yapiyorlardi. O yuzden, kimse rekabet edemedigi icin, baska heryer erkenden kapaniyordu –zaten cok da baska yer yoktu.

    Kisacasi, sendika, oradaki ticari hayati da tekeline almisti.

    Bir de, koyden donerken, yol boyunca evlerin catilarinin onemli bir kisminin bildigimiz sac plakalarla (kimi boyali, kimi pasli) kapli oldugunu, sagda solda da zebil gibi endustriyel malzemenin olduguna dikkat etmistim.

    Onu da sordum: Arkadasim, bu malzemenin TKI’ye ait oldugunu, ama rutin olarak calisanlar tarafindan ‘kalk gidelim’e tabi olduklarini, kimsenin bir sey demedigini anlatti.

    Daha da baska bir suru sey anlatti, ama burada yazacak vaktim yok.

    O gune kadar, ben de merak ederdim hep: Nasil oluyor da, suraciktaki Zonguldak’ta cikarilan komur, deniz asiri getirilenden birkac kat daha pahali olabiliyordu?..

    Cevabi orada gozlerimle gormustum.

    Simdi, siz de, bana, hala daha plazalarda oturup (‘calisip’ demiyorum), habire kurt masali anlatiyorsunuz.

    Anlatin, anlatin; heyecanli oluyor..

  103. Necip güzel bir noktaya değinmiş, pek çok olayda insanların özel durumları bilinmeden genelleme yapılıyor.
    İnsan doğası tartışılırken de, bu konu canlıların genel doğasından soyutlanarak sadece insanlar bağlamında düşünülüyor.
    Birçok kötülüğün temelinde, insan doğasından da önce, genel olarak canlıların doğal gereksinimleri yatmıyor mu? Beslenme, üreme gibi.
    Beslenme zinciri doğadaki şiddetin bir kaynağıdır. İnsan dışındaki türlerin beslenmesi ve insanın bitkisel beslenmesi değiştirilemez. Fakat insanların hiç olmazsa bunun dışındaki şiddetin bir parçası olmamaları için vegan olmaları gerekir.
    Benzer şekilde, üreme de her iki cins için şiddet ve acı kaynağıdır birçok durumda. Kadınlar için tecavüz, erkekler için de eş bulamadıklarında çektikleri acı, karşı cinse güvenlerini kaybedip nefret etmeleri, yaşama isteklerini kaybetmeleri, hatta intikam amaçlı öldürmeler. Bu tür olayların, yine insanların özel durumlarıyla ilgili nedenleri de vardır. Fakat, insan sosyal bir tür olmakla beraber diğerleri gibi biyolojik bir tür de olduğundan doğal durumları da hesaba katılmalıdır.

  104. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 97'ye

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM DÖRT (4) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 97,

    === 1 ===

    [“Kendini akıllı zannedenlerin aklını kaybettiklerini de zannettikleri bir momentte; meczup olabilmak (ve kalabilmek) bir şereftir! (Not: ‘Meczup’ kelimesini; herhangi bir ‘din’i referansa affiliation yapmadan kabul ediyoruz.)”
    Meczup, eski dilde, ‘cezbedilmis’ demektir ve ayin (‘moon’un) cazibesine kapilip kafayi yemisligi anlatir.
    Ingilizcedeki ‘lunatic’ ile asagi yukari birebir ortusur.
    Kisinin gelgitleri olduguna isaret eder –tipki, sizin, once itiraz edip sonra hemfikir olusunuz gibi.
    Seref duydugunuz hal bu ise, size hayatta basarilar dilerim.]

    “Kendini akıllı zannedenlerin aklını kaybettiklerini de zannettikleri bir momentte”; bu moment içinde siz de varsınız sayın “Necip”! Siz de patron poposu yalıyorsunuz; kendinizi eleştirecek cesaretiniz yok! (Not: Günümüz dünyasında sadece iki yollu “maaş elde etmek” vardır. “Özel sektör” ve “devlet sektörü”. Şahıs, kendi işinin patronu olsa bile, bu, “özel sektör”ün kapsamındadır.) Bizler mi?! Defalarca yazdık; patron kıçı yalamak için yetiştirilen “Beyaz Ya-LA-ka”larız! Ve bundan nefret ediyoruz! “Üzerimize biçilen fıtratı!” söküp atmak için; kapitalizme karşı mücadeleye sizleri de çağırıyoruz!

    === 2 ===

    [“Sevgili Umut Okay Giriş; [insan dogasinin bir yansimasi!] olduğu için mi intihar etti?!”
    Eger benzer durumdaki baska cocuklar da ayni sebep veye durumlarda intihar etmiyorsa, tabii ki, bunu genel anlamiyla ‘fitrat’a baglayamayiz.
    Ozel durumu ise ayrica incelemek lazim: Ailesi acaba neden ve ne kadar uzulecekti; ya da cocuk neden bunu bu kadar ciddiye aldi?
    Bu sorularin (ve digerlerinin) cevabini bilmeksizin, hakkinda konusmak malumatfurusluk bile sayilmaz; bosa konusmak olur.
    Verdiginiz diger ornekler de ayni kapsamda: Kapitalizm basligi altinda kelalaka duran, anekdotal lagalugalar.]

    Sevgili Umut Okay Giriş’in ve Ayşe Berrin Yılmazlar’ın “mahkûm edildiği son!” başta olmak üzere, hatırlattığımız bütün olaylar; tam da kapitalizmin göbeğinden akanlar sebebiyle meydana gelenlerdir!

    [Fitrat], [malumatfurusluk], [bosa konusmak], [kelalaka] ve [lagaluga] ifadeleriniz; işkembenizden salladığınız kelimelerdir!

    Yoğurt beyaz renktir; mor değil!

    SOMA’da yaşanan cinayettir; cinayeti işleyen kapitalizmdir!

    “40 günlük ‘Ayaz’ bebeğin ölümü” cinayettir; cinayeti işleyen kapitalizmdir!
    ( http://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu )
    ( http://www.hurriyet.com.tr/40-gunluk-ayaz-bebek-zaturreden-oldu-25435786 )

    Artvin & Cerattepe’de mücadele eden halk [fitrata] boyun eğmedi! Cerattepe’de cinayet işlemek isteyen kapitalizmdir! (Not: Bakalım; “Cengiz Grubu” hukuku yine delik deşik edip, Cerattepe’ye yeniden dozerlerle saldırmaya çalışacak mı?! Ne de olsa [fitrati] yazan, çizen ve dayatan “Cengiz Grubu” gibiler değil mi?!)

    Siz (ve sizin gibiler) “dünya düzdür!” deyince düz olmuyor sayın “Necip”!

    Kapitalizm öldürür; yaşatmaz! 2016’dayız! Wake up and smell the coffee sayın “Necip”!

    Sevgili Umut Okay Giriş’in ve Ayşe Berrin Yılmazlar’ın “mahkûm edildiği son!”u hazırlayan zehrin; kapitalizmin kuluçkasından çıkmış yapay ve ölümcül rekabet olduğunu göremeyecek kadar beyniniz bulanık! Yazık sayın “Necip”! Çok yazık!

    “Rekabet & Yarış üzerine”:

    Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”

    “Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.

    Her şeyin “kazanmak” ve “kaybetmek”ten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda; insanlar “kaybetmeye tahammülsüz hâle” geliyorlar, kaybetmeyi “dünyanın sonu gibi” yaşayabiliyorlar.

    Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin “başka birilerinin sırtına, omzuna basarak” yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.

    Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak “belden aşağıya vurmamak”, “başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak”, “yerdekine vurmamak” ya da “boş kaleye gol atmamak” gibi bazı centilmenlik ilkeleri var!

    Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü “bu rekabete girmek zorunda hissettiren”, insanı bu yönde “körükleyen” bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz!

    Diğer yandan, “düzen eleştirisi” yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz:
    Bu rekabete girmek zorunda mıyız?
    Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?

    Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için; mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu “başka yolları arayanlara”; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar “hemen o anda” bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir!

    Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz!
    Hemen ve hepsini elde etmek için; pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, “güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamı”na dalıyoruz!

    “Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında! Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; “açık vermemek”, “zayıf gözükmemek”, “daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak” üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz! Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbûl olandır” algısı maalesef yaygın!

    TV reklamlarında, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını göstermek çabasında!

    Hiç mi başarısız olmuyorsunuz?
    Hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor?
    Hayat; “S.W.O.T.* analizi”nden ibaret değil!
    İşte bu nedenlerle en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen “guru”lar, “konferansçı”lar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı! Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu!

    (( *S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler.
    Bu analiz “özel sektör”ün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır.
    Bu analiz ile ilgili: İşe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte! ))

    O nedenle rekabet başlığı altında; “kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış” bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor! Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle; “rekabetten uzak!” bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz!

    Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!

    Prof. Dr. Yankı Yazgan (psikiyatr)
    ( http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html )
    ( http://www.youtube.com/watch?v=o-0pePCFp4A )

    === 3 ===

    “The Zeitgeist Movement”ın ne olduğunu öğrenmek isterseniz; şu referanslara yönelebilirsiniz:

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    “50” numaralı metnimizde hatırlattığımız {{{ “SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?! }}} başlıklı metin!

    Ürkmeyiniz; yukarıdaki referanslar sizi yemez! Kilisenin kapısından içeri adımınızı attığınızda Hristiyan olmadığınız gibi; bu referansları incelediğinizde “The Zeitgeist Movement Askeri” de olmazsınız! “Yiğitvari Bulutvari” hönkürmeler size hiç yakışmıyor sayın “Necip”! Eğer “The Zeitgeist Movement”ın bir “cult!” olduğunu hâlâ düşünüyorsanız; siz hayatınızda daha önce hiç “cult!” görmemişsiniz demektir!

    [Sahi, ‘Zeitgeist’in Turkce karsiligi var mi; biliyor musunuz?]

    Evet [Turkce karsiligi] var: “Kapitalizme karşı çözüm önerileri; dünyayı ıslah etmek için mehdilik fantezileri değil”!

    “Zeitgeist” kelimesinin “zamanın ruhu” & “‘moment’ın ruhu” olarak tekrar edilmesini artık sadece papağanlar yapıyor!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  105. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 97'ye

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 97,

    === 4 ===

    Sayın “Necip”,

    Üzülerek bildiriyoruz; sayın “ogürsel” ile (ve sayın “pipsqueak” ile http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) aynı paranoyalara sahipsiniz!

    [A]

    [“Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, 24 Şubat 2016 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan ‘çalışma hayatı’ genel kurallarının ilk adımları atılır”
    ‘Bu masa’ degil de ‘bu masal’ demek istediniz, belli.
    Daha 1810′larda Robert Owen nam (utopik sosyalizme kafayi sarmis) bir kefere, gunluk 10 saat konusunda israr ediyordu. Robert Owen’in (utopik sosyalizme kafayi sarmis olmasini saymazsak) kendisi eski bir ‘industrialist’ idi.
    Yani, adamin derdi, daha o yillarda bile, kendi sinifina (kapitalistlere) ineklerden daha iyi verim almanin yollarini gostermek –kisa vadede karli gibi gorunse de, uzun mesai saatlerinin verimsiz/karsi oldugunu gostermekti.
    Nitekim, Hz Karl Marx da, kapitalistlere, siz bu isi pek bilmiyorsunuz, memelerine hasar vermeden inegi uzun vadeli sagmanin yolunu anlatiyordu:
    “By extending the working day, therefore, capitalist production…not only produces a deterioration of human labour power by robbing it of its normal moral and physical conditions of development and activity, but also produces the premature exhaustion and death of this labour power itself.” [Das Kapital. s. 376]
    Bu sistem-ici (zumre-ici) tartisma epeyi uzun surdu.
    Sonunda, Hz Henry Ford, hem ucretleri artirmanin hem de calisma saatlerini 8′e indirmenin zararli degil, bilakis, karli oldugunu digerlerine ispatlayinca, ilgili ‘hak’lar verilmege baslandi.
    Kisacasi, calisma saatlerinin (ve sartlarinin) iyilestirilmesini, hic de oyle sanildigi gibi, sendikalara filan borclu degiliz.
    Ama, menkibelerine bir ‘industrialist’i (Hz Henry Ford’u) kahraman yapmak istemeyen sol (ve turevleri) hikayeyi sendikalara malettiler. Bu sayede, kendilerini onemli bir sey zanneden (oyle zannettirilen) sendikalar, giderek daha da militanlasti.]

    “Sosyalizm”, “komünizm” gibi kelimeler metinlerimizde geçmediği hâlde, şahsınızın ısrarla bu kelimelere göndermeler yapması; paranoyanızın ne kadar tehlikeli derecede beyninizi kapladığına işarettir!

    Bu sayfada; paranoyalarınızı gösteren oldukça fazla işaret var:

    [B]

    [Isin acikli tarafi, biz bu tur utopyalarin cok kisa zaman icinde –ikame etmek icin yola ciktiklari sistemden– daha beter olduklarini o kadar cok gorduk ki (bkz, ornegin, http://www.gunzileli.com/2016/02/16/siginamayanlar-bazen-bir-kitaba-siginabilir/ ), baskalarini bilmem, ama –benim gibilerin baktigi yerden– birer tehlikeli macera olarak gorulmeleri yadirganmamalidir.]

    [C]

    [Derdinin (cozmek istedigi problemin) tam olarak ne oldugunun farkinda olmasa da, “bir seyler yapmak lazim” nidalari ile sokaklara dusen onceki nesillerin tipik bir mirascisini gormek hem hos hem de hazin..]

    Siz ve sizin gibiler “bir şeyler!” yapamamışsınız, şimdi buraya gelmiş, işaret parmağınızı sallaya sallaya “sizler de bir şeyler yapayamacaksınız!” diye geviş getiriyorsunuz! Sayın “Necip”; Maslak’taki plazalara, bizlere, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lara, sizin gibi “guru”lar çok gelir! “Aman ha! Sesinizi soluğunuzu çıkarmayın ha! Bakın, biz ‘gık mık’ der gibi olduk, üzerimizden silindirle geçtiler ha! Bütün bunları insan doğasının birer yansımasıdır ha! Patronlarınız, C.E.O.’larınız ne diyorsa onları yapın; tamam mı?!”

    27 Mayıs 1960’ın üzerinden 56 yıl geçti, 12 Mart 1971’in üzerinen 45 yıl geçti, 12 Eylül 1980’in üzerinden 36 yıl geçti sayın “Necip”! Köstek olacağınıza destek olunuz! Siz hâlâ “Türk Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi/Halkın Devrimci Öncüleri – Türk Devriminin Acil Sorunları”nı (THKP-C/HDÖ – Acilciler!) bugün bile var sanıyorsanız; yandı gülüm keten helva!

    “You’re afraid; arınç you?!”

    Sizin gibileri 10 ile çarpıp 20’ye bölen George Orwell demiş diyeceğini zamanında, ama bu ikazla yüzleşecek cesaret nerede sizde ve sizin gibilerde: “Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.”

    [D]

    […kanli devrimlerin vakti geldi ve geciyor] ifadesini yazmış olmanız; beyninizin “cell”lerinde, periyodik olarak atan bir (veya birkaç) sigortanız olduğunun göstergesi! Nörolojik bir vaka da olabilir! Siz (sayın “ogürsel” de aynı!) hâlâ ama hâlâ 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında BİLE işe yarayıp yaramadığı belirsiz olan, dillere pelesenk olmuş [kanli devrim] kelimelerini bugün bile cümle içinde papağan gibi kullanmaya devam edebiliyorsanız; yandı gülüm keten helva! Wake up and smell the coffee!

    [E]

    Vay be, ne derin laf etmis –sanki SSCB’de yoktu hic.

    Madem “Robert Owen” ile konuyu genişlettiniz oradan devam edelim. “Sergey G. Nechayev” isminden de haberiniz vardır! “Devrimin gerçekleşmesi için her yol mübâhtır!” sözünü ortalığa fışkırtan ilk kişilerden biri! Dünyayı ıslah edeceği rüyasını gözleri açıkken bile görenler; Nechayev gibilerdir, “Beyaz Ya-LA-ka”lar değil! Bugün “ODTÜ’nün kafeterya ve kantinlerinde çay sohbeti solculuğu yaptığını zannedenler!” ile 2014’te mitoz ve mayoz bölünmeye uğrayan “Komünist Parti (KP)”nin zıplamaları; Nechayev’in uzantılarıdır!

    Ve “Thomas R. Malthus (1766-1834)” adlı bir şahıs da vardır; bunu da duymuşsunuzdur sayın “Necip”!

    Malthus, Adam Smith’in metinlerinden de kendine dayanak yapıp; (yok yere uzatmamak adına en özet izahla) dünyanın, ilerleyen yıllarda, nüfus problemi yaşayacağını, bu problemle başedebilmek için; “‘alt sınıf!’larda yaşayan kitleler üzerinde titizlikle nüfus düzenleyici politikalar uygulanmalıdır!” fikrini beyan etmişti!

    Unuttuysanız, o dayanaklardan bir tanesini yeniden hatırlatalım:

    [İngilizce]
    “Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.”

    [Türkçe]
    “Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.”

    [‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]

    Yani en kötü anlamıyla Smith; “evrim teorisini” beklemektedir!

    Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara “işçi ırkı” adını çoktan vermişti!

    Şunu görebilirsiniz:

    “İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı”,

    Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,

    Ve “‘görünmez el’ denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!

    John Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; “Tanrı” metaforuyla yoğrulmuş, sözde “bilgece bir tavır olarak!” bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!

    Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla “öldürücü”, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden “akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)” anlaşılan o ki Smith’de de vardı!

    “Luddites” akımı başgösterdiğinde, Robert Owen henüz kendi fikirlerini beyan etmemişti!

    [Kisacasi, calisma saatlerinin (ve sartlarinin) iyilestirilmesini, hic de oyle sanildigi gibi, sendikalara filan borclu degiliz.] ifadeniz (yine!) işkembenizden salladığınızın bir göstergesi! “Luddites” akımı sonucunda “sendika” denen kavram ve yapının tohumları atıldı sayın “Necip”; Andrew Carnegie, John P. Morgan, John Rockefeller, Henry Ford gibi ensesi kalınlar (hayatın her alanında yaptıkları gibi!) “sendika”ları da birer kuklaya çevirmeyi becerdi! (Not: Fransa’da 1830 Temmuz Devrimi’nin hemen ertesinde, meşhur bankacı “Jacques Laffitte” [aynı zamanda kendisi bir “Orléanist”tir. Özetle; Fransa’da monarşi yanlısı “‘sağ’cı” hizip! Lider kadrosuna kadar yükselmiştir!], Louis-Philippe’in tahta oturmasını desteklediğini övüne övüne gösterirken; “şimdi artık, bankacıların dönemi başlıyor!” sözünü de haykırmıştır! Bütün bu zehir yayışlar, bütün bu kumpaslar yaşanırken; “sendika” denen yapıyı taş yağmuruna tutmak, ancak ve ancak tarihi eksik bilmekle, daha da acısı; bütün bu kumpasları bilip hiç bahsetmeden üstünden atlayıp geçmekle mümkün olabilirdi! Yazık!)

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  106. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 97'ye

    [3. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 97,

    SENDİKALARI, SİZ, “KAPİTALİST BAKIŞ AÇISI İLE” DEĞERLENDİRİYORSUNUZ SAYIN “NECİP!” ZEHİRLENDİĞİNİZİN FARKINDA DEĞİLSİNİZ! DAHA DA ACISI; ZEHİRLENMİŞ OLMAKTAN HOŞNUTSUNUZ!

    [‘Hak’ dedikleri imtiyazlar elde etmisler. Parasini biz oduyoruz.
    Cozum olarak da, sendikanin tavsiyesi, diger ceyrek milyon da kadroya alinsin..
    Kolay tabi.. benim paramla, hovardalik etmek; benim seyimle gerdege girmek…
    Sendikalarin ‘isci sinifi’na faydasi budur: Baskasi parasini verirse, herkes ise alinsin (boylece aidat cirolari da artar, rekabetten de kurtulurlar); vermezse, umurlarinda degil.]

    SİZİN “MENTOR!”UNUZ “MILTON FRIEDMAN” MI?! “ATİLLA YAYLA” MI?! “ESER KARAKAŞ” MI?! “AYN RAND” MI SAYIN “NECİP”?! EK OLARAK, SİZ, “LİBERAL DEMOKRAT PARTİ” ÜYESİ MİSİNİZ SAYIN “NECİP”?! “CEM TOKER”LE AHBAPLIĞINIZ VAR MI SAYIN “NECİP”?!

    GAMZE FİLİZ ARSLAN’IN İNTİHAR ETMESİNE YOL AÇAN “SENDİKA” MI?! NASIL BU KADAR ÇİRKEF OLABİLİYORSUNUZ SAYIN “NECİP”?!

    “Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan; av tüfeğiyle intihar etti!”

    ( http://www.radikal.com.tr/turkiye/atanamayan-bir-ogretmenin-vedasi-1178984/ )
    ( http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228 )

    “OUTSOURCING” NEYMİŞ, NASIL YAPILIRMIŞ; ÖĞRENİNİZ:

    ((NOT:

    ZONGULDAK’TA YAŞADIĞINIZ OLAYIN GİRİŞ VE GELİŞME BÖLÜMLERİ OLDUKÇA ÖNEMLİ TESPİTLER İÇERİRKEN; SONUCU ANLATMAYA ÇIRPINDIĞINIZDA ARAPSAÇINA ÇEVİRMİŞSİNİZ! SIRF “SENDİKA”YA TAŞ SAVURMAK İÇİN BİRŞEYLER YAZMAYA ÇABALAMIŞSINIZ AMA BİR TÜRLÜ BAĞLAYAMAMIŞSINIZ; [Kisacasi, sendika, oradaki ticari hayati da tekeline almisti.] SIRIM SIRIM SIRITIYOR!

    ZONGULDAK’TA YAŞANAN ÇÖKÜŞÜN SORUMLUSU “SENDİKA” DEĞİL SAYIN “NECİP”! PARANOYANIZDAN KURTULABİLMEK KENDİ ELLERİNİZDE!

    AŞAĞIDA “OUTSOURCING”İN NE OLDUĞUNU OKURKEN, AYNI ZAMANDA KAPİTALİZMİN ZONGULDAK’TAKİ TİCARET HAYATINI DA NASIL DARMADAĞIN ETTİĞİNİ İDRAK ETMİŞ OLACAKSINIZ!))

    ABD, IPHONE ÜRETİMİNİ KENDİ ÜLKE SINIRLARI İÇİNDE YAPMA ŞANSINI NASIL KAÇIRDI?

    Obama, ABD’nin teknoloji devlerinin CEO’ları ve diğer yöneticileri ile “Silikon Vadisi”nde bir yemekte bir araya gelir.

    Yemek başlamadan önce herkese Obama’ya bir soru sorması için telkinde bulunulur. Apple’ın CEO’su Steve Jobs (toplantı Jobs’un ölümünden önce gerçekleşti) tam konuşurken, Obama: “iPhone’ları ABD sınırları içinde üretebilmek için ne yapabiliriz?” diye ortaya bir soru atınca sohbetin rengi bir nebze değişir. Bu soru her ne kadar Apple özelinde gibi gözükse de, masadaki diğer dev şirketlerin üretimleri için de geçerlidir.

    Sadece 2011 yılını örnek alacak olursak, satılan; 70 milyon adet iPhone, 30 milyon adet iPad ve 59 milyon adet diğer Apple ürünleri ABD sınırları dışında üretilmiş.

    Obama da “tüm bunları veya önemli bir miktarını niçin ABD sınırları içinde üretemiyoruz? Niçin kendi ülkemiz içinde istihdam yaratamıyoruz?” diye sorarak CEO’ların fikirlerini öğrenmeye çalışıyor.

    Jobs’ın bu soruya cevabı oldukça net. Cevabının özü: “Sorun sadece ABD sınırları dışındaki işgücünün daha ucuz olması değil. Apple’ın yönetim kurulunun gözlemlerine göre asıl sorun; özellikle Uzak Doğu’daki ‘üretim tesisi & fabrika inşa etmek’ anlayışının; oradaki işçilerin esneklik, hamaratlık ve en önemlisi teknik bilgilerinin, ABD içindeki işgücüyle kıyaslandığında katbekat üstün olmasından kaynaklanıyor!” Ve Jobs ekliyor: “Yönetim kurulumuz ‘Made in the U.S.A.’ konseptinin Apple ürünleri için artık o kadar önemli olmadığını söylüyor!”

    Apple ABD sınırları içinde 43.000, dünya genelinde 20.000 kişi istihdam ediyor. Fakat burada küçük bir sihirbazlık var. Apple’ın kendi kök departmanları (yani 63.000 kişi) dışında, Apple ile “kontrat & sözleşme” yollu çalışan 700.000 kişi daha var. Ve bu devasa sayının neredeyse hiçbiri ABD sınırları içinde değil!

    Bir iktisatçıya göre Apple ile ilgili yukarıda verilen tüm bilgiler; Apple gibi yüzlerce şirketin niçin “ABD sınırları içinde ‘orta sınıf’ı genişletemediğine” en net örnek!

    Sadece elektronik ürünler için değil, benzer hikayeler; muhasebe, bankacılık, otomotiv sektörü, ilaç sanayi gibi alanlara da yayılıyor.

    Çin’de Apple için üretim yapan fabrikaların içinde veya yakın çevresinde inşa edilmiş “yurtlar” var. İşçilerin büyük bir bölümü buralarda kalıyor!

    Bu yurtlarda, ustabaşı 12 saatlik vardiya ile çalışan 8.000 kişilik bir işçi ordusunu uyandırmakla mükellef. 96 saat içinde, günde 10.000’in üzerinde telefonun üretimi bitmiş oluyor!

    Apple yönetim kurulunun Çin’e yaptığı ziyaretlere göre bu devasa sayıdaki işgücünün gösterdiği performansı, günümüz ABD sınırları içindeki işgücünden beklemek mümkün değil!

    ABD Çalışma Bakanlığı’ndan bir yetkilinin yaptığı açıklamaya göre; bir zamanlar şirketler, maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun kendi çalışanlarının emeğinden en iyi şekilde istifade edebilmek için onlara ek imkânlar sunar, ve onları yeni gelişen teknolojiler üzerine eğitirdi. Bu anlayışın ABD genelinde artık bittiğini, “kâr marjını yükseltmek” ve “marka değerini üstün kılmak” denilen iki kavramın “cömertliği” yendiğini söylüyor!

    Bu hususta şirketlerin kendini savunduğu nokta ise; üretim tesislerini ABD sınırları dışındaki ucuz işgücüne kaydırmayı tercih ediyorlar çünkü “innovation” yapabilmek (ve bunu hızlı yapabilmek için) kısa zamanda iyi miktarda kâr etmeleri gerekiyor. “Innovation”a yatırım yapmayı azalttıkları an rekabetin keskin dişleri arasında ufalanacaklarını ve bu durumun da kendi ülkelerinde, yani ABD’de, işsizliğin daha da yükselmesine sebep olacağını söylüyorlar!

    Yukarıda verilen bilgilerin hiçbiri üzerine Apple tarafından bir yorum gelmemiş. Zaten kurumsal yapısı ve gelecek stratejileri üzerine ketum bir şirket olarak bilindiğinden, sessiz kalmaya devam etmişler.

    Yukarıda okumuş olduğunuz bilgilerin çoğu; çeşitli röportajlardan, eski Apple çalışanlarından, hâlâ Apple ile çalışıp kimliğinin ifşa edilmesini istemeyen kişilerden alınmış.

    Apple’ın şu anki CEO’su Tim Cook’a göre Asya’daki üretim tesislerine güvenmek daha mantıklı. Çünkü Asya’da anlaşmalı oldukları fabrikalarda üretim hızını istedikleri oranda arttırıp azaltabiliyorlar ve Asya’daki tedarik zinciri yönetimi ABD’ye göre daha iyi.

    Telefonların meşhur “çizilmez cam”larını üretmesi için bir diğer ABD’li şirket “Corning Inc.”la anlaşma yaparlar. Fakat milyonlarca telefona monte edilecek cam blokların kesilmesi, monte işleminden sonra yüzlerce dayanıklılık testinden geçirilmesi için devasa bir test alanına ve “orta-seviye mühendis ordusu”na ihtiyaç vardır. Ve tüm bunları ABD sınırları içinde hazırlamak neredeyse bir servete bedel!

    Yardıma yine bir Çinli şirket koşar!

    Bu Çinli şirket farklı bir amaçla tesislerini inşa etmeye çoktan başlamış. Bunun haberini alan Apple yöneticileri bu şirketi ziyaret ve iPhone camlarını üretmesi için ikna eder. Çin Hükümeti ile Çinli şirketler arasında; yabancı yatırımcı çekebilmeleri için, çeşitli sektörlerden Çinli girişimcilerin maliyetlerinin bir bölümünü ödeme garantisi veren bir anlaşma imzalar. Buradan da gelen avantajla; antrepolarda iPhone için denenecek “çizilmez cam”lar istif edilir ve üstelik hepsi bedava! Çinli şirketin yöneticileri, tüm bu süreci idare edecek, ucuz maaşla çalışacak mühendisleri de bulur!

    Bir Apple yöneticisi şunları söyler: “Tüm tedarik artık Çin’de idare ediliyor. Bin adet lastik contaya mı ihtiyacınız oldu; hemen yandaki fabrikaya sipariş verebilirsiniz. Bir milyon vidaya mı ihtiyacınız oldu; bir blok ötedeki fabrika sizi bekliyor. Bu vidanın şeklinin telefonun bir sonraki modeli için yeniden dizayn edilmesi mi gerekiyor; dizaynı tamamlatıp seri üretime başlamak sadece üç saatinizi alır!”

    Çünkü Çin’de, ABD sınırları içinde günümüzde görülmesi henüz mümkün olmayan; “Foxconn” isimli bir üretim tesisleri devi var!

    Bu tesislerde 230.000 kişi, haftada 6 gün, 12 saatlik vardiya ile çalışıyor. 76.000’in üzerinde kişi tesislerin içinde kurulmuş yurtlarda kalıyor ve bir günde $17 altında kazanıyorlar!

    “Foxconn”un Asya’da, Doğu Avrupa’da, Meksika’da ve Brezilya’da düzinelerce tesisi var ve tüm dünyada tüketici elektroniğinin %40’ını kendi tesislerinde monte ediyor. Apple ile beraber Amazon, Dell, Hewlett-Packard, Motorola, Nintendo, Nokia, Samsung ve Sony müşterileri arasında.

    Apple’ın tedarik departmanında 2010’a kadar çalışmış eski bir yöneticinin gözlemine göre: “Çin’de bir gecede 3.000 üzerinde kişiyi montaj şeridinde çalışmak için işe almak mümkün. Peki ABD’de bu 3.000 kişiyi tek hamlede, bir çırpıda nereden bulabilirsiniz?! Ve daha önemlisi; ABD’de bunca kişiyi fabrika içinde kurulmuş bir yurtta kalmaya nasıl ikna edebilirsiniz ki?!”

    Apple’ın telefonlarını üretmesi için Çin’i tercih etmesindeki bir başka neden ise; montaj şeridindeki 200.000 işçiyi yönlendirebilmek için 8.700 endüstri mühendisini karşılayabilecek kapasiteye sahip olması. Apple yönetim kurulunun araştırmasına göre ABD içinde bu sayıda kalifiye mühendisin bulunması ortalama 9 aylarını alır!

    Massachusetts Institute of Technology (M.I.T.)’te öğretim görevlisi Martin Schmidt’e göre; teknik yönden donanımlı bu kadar kişiyi ABD’de bulmak geçmişe nazaran artık daha zor! ABD’li şirketler; özellikle lise üstü teknikerlik & mühendislik tecrübesi gerektiren, üniversite lisans diploması gerektirmeyen işgücü arıyor. Bu seviyede tecrübeli işgücü artık ABD’de zor bulunuyor ve ayrıca ülke, bu yüksek teknolojili ürünleri satın almayı isteyen kitlelerin talebini karşılayabilecek sayıda “tekniker”, “orta seviye mühendis”e ulaşacak hâlde değil. Durmadan artan iştahı karşılamak için üretimlerini Çin’e kaydırmak zorunda kalıyorlar.

    Bütün bunlar, özellikle Batı ülkelerinde, “orta sınıf”ın gitgide azalmasına işaret ediyor!

    Bir şirketten, tüm ülkenin veya tüm dünyanın ekonomik sorunlarını çözmesini beklemek tabii ki mantıklı değil. Fakat Apple gibi bir gemiyi yöneten Tim Cook; “Biz, yüzden fazla ülkeye iPhone satıyoruz. ABD’nin ekonomi sorunlarını çözmek bizim sorumluluğumuz değil. Bizim yegâne sorumluluğumuz; mümkün olan en iyi ürünü üretmek.” gibi bir ifadeyi söylüyorsa; “sen de elini taşın altına koymak ister misin?” sorusunun ne demek olduğunu çoktan unutmuşuz demektir!

    “The New York Times”, 21 Ocak 2012
    ( http://www.nytimes.com/2012/01/22/business/apple-america-and-a-squeezed-middle-class.html?_r=1 )

    BÜTÜN BUNLARA EK OLARAK “GÜNÜMÜZDEKİ SENDİKA ANLAYIŞI”NIN KAPİTALİZM TARAFINDAN ZEHİRLENDİĞİNİ, KUKLA HÂLİNE GETİRİLDİĞİNİ SİZE DAHA ÖNCE YAZMIŞTIK! “CIMBIZLA SEÇMEK” HUSUSUNDA MAHARETLİ OLDUĞUNUZDAN, KASTEN ATLIYORSUNUZ! NİÇİN?! ÇÜNKÜ İŞİNİZE GELMİYOR!

    {{{
    Sendikaların kuruluş çekirdeğini: (En özet ifadeyle) kapitalist sistemde, emekçilerin kemiklerindeki iliği bütünüyle bitirmek hedefiyle hareket eden şirketokrasiye karşı; emekçilerin kemiklerinde yaşayabilecekleri kadar ilik kalması için mücadele etmek oluşturur. Sendikalar, ilk önce, emekçileri şirketokrasiye karşı azaltMAmak, tüketMEmek, çürütMEmek, parçalatMAmak, eritMEmek, katlettirMEmek için mücadele eder. Sendikaların çekirdeğini bu iki temel fonksiyon oluşturur.

    Sendikalar, eğer emekçilere yönelik saldırılar meydana geliyor ise; bir tür “nefsi müdafaa” gibi düşünülebilecek yapılardır.

    Sendikaların “özü” yukarıda hatırlattıklarımız iken;
    Tarihin akışında kapitalizmin oynadığı çeşit çeşit zehirli oyundan sonra, sendikaların BİLE [status quo’ya donusturulmesi; yani, sadece kendi mensuplarinin (kapsam-ici olanlarin) imtiyazlarini devam ettirmesi] hâline dönüşmesinin müsebbibi, bu cümlenin başında da ifade edildiği üzere; “kapitalizm”dir, sendika(lar) değil!

    Bugün, sendikaların BİLE “adaleti algılayışları” kapitalizmin dayattığı kurallar çerçevesinde şekillenmektedir!

    Hatırlarsınız; “Genel-İş” mensubu “Oya Baydak” HAKLI GEREKÇEYLE mücadelesini DİSK önünde sürdürürken, DİSK yönetim kurulunun (ve neferlerinin!) yaftalamalası ile, “emekçi sınıfın raconuna riayet etmediği!” sebebiyle, DİSK genel merkezi önünden yaka-paça uzaklaştırılmaya, susturulmaya, sindirilmeye, “boyun eğdirilmeye!” çalışıldı!

    Baydak’ın başına gelenler, on yıllardır yaşanan çürümüşlüğün sadece küçük bir tezahürü! Devasa olanları ve “inatla unutturulmaya çabalananları!” hatırlatmaya kalksak; bir zamanların “celebrity!” soruşturmacı-gazetecisi Uğur Dündar’ın “Arena” programına dönüşür bu sayfa!
    }}}

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  107. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 97'ye

    [4. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 97,

    === 5 ===

    [“Hâlâ, utanmadan arlanmadan; bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş ‘Beyaz Ya-LA-ka’ların sadece ama sadece ‘kendi konformizm & hedonizm’leri için bu sitede pazarlık yürüttükleri yanılgınızı çirkefçe kusacak kadar nefret dolusunuz!”
    Bir: Utanip arlanacak bir sey yok; kendi zumreniz icin ek imtiyazlar istediginiz asikar; bunu hangi ambalajla yaparsaniz yapiniz, tutmuyor. O ayaklar eskidendi; simdi kokuyorlar.
    Iki: Beyaz yakalilarin yuzde 98 civarindaki kisminin luzumsuz oldugunu yazmistim (itiraz etmediniz). Benden bu luzumsuzlari kiymete bindirmemi istiyorsaniz havanizi alirsiniz. Bunun nefretle bir iliskisi yok –tespittir.]

    YALANCISINIZ! [kendi zumreniz icin ek imtiyazlar istediginiz asikar] BU İFADENİZİ İSPAT ETMEZSENİZ; BU SAYFADAKİ EN YALANCI KİŞİ SİZ OLURSUNUZ!

    [Beyaz yakalilarin yuzde 98 civarindaki kisminin luzumsuz oldugunu yazmistim (itiraz etmediniz).] BİZLERİN, YANİ BEBEKLİKLERİNDEN İTİBAREN PATRON KIÇI YALAMAK İÇİN YETİŞTİRİLMİŞ “BEYAZ YA-la-KA”LARIN KİMLER OLDUĞU İLE İLGİLİ “TESPİTLERİN” FERİŞTAHINI; DOSTUMUZ “NEVZAT EVRİM ÖNAL” YUKARIDA “94” NUMARADA İZAH ETTİ! İÇİNİZDEKİ NEFRETLE YÜZLEŞECEK CESARETİNİZ VARSA; “94” NUMARADAKİ O METNE DAHA DİKKATLİ ODAKLANIRSINIZ!

    Sayın “Necip”, siz, düşman değil; dostsunuz! Bunu asla unutmayınız!

    === 6 ===

    [Noam Chomsky’e gelince.. Bir ‘tenure’ icin kendini/ruhunu teslim etmis birisine ayrica camur atmak gerekmiyor?
    O batacagi kadar batmis zaten, ama bazi yerlerde hala daha adam yerine konuyor, o ayri.
    Sikiysa ABD’de sinifsal sorunlardan bahsetsin, %1’e laf etsin de goreyim.]

    SIKIYSA “KOÇ HOLDİNG”E LÂF ATIN BAKALIM! AMA SADECE SAYIN GÜN ZİLELİ’NİN SİTESİNDEN DEĞİL! İSTANBUL/MASLAK’A, “BEYAZ YA-la-KA”LARIN CİRİT ATTIĞI SEMTE UĞRAYIN VE “KOÇ HOLDİNG”E LÂF ATIN BAKALIM! HÂTTÂ CESARETİNİZ VARSA NAKKAŞTEPE’YE GELİN, SİZİ KAPIDAN İÇERİ ALALIM, ÖMER KOÇ’UN OFİSİNİN ÖNÜNDE YAPIN BAKALIM GÖRELİM FİYAKANIZI!

    CHOMSKY’YE TAŞ SAVURACAĞINIZA İLK ÖNCE KENDİ İÇİNİZDEKİ ÇÜRÜMÜŞLÜĞE AĞLAYINIZ SAYIN “NECİP”!

    NOAM CHOMSKY: “WEALTHIEST %1 RULE OUR POLITICS! BUT THERE IS HOPE IN THE FIGHT AGAINST GLOBAL CAPITAL!”

    ( http://www.tikkun.org/nextgen/overcoming-despair-as-the-republicans-take-over-a-conversation-with-noam-chomsky )

    Tommaso Segantini:
    How do you think that the capitalist system will survive, considering its dependence on fossil fuels and its impact on the environment?

    Noam Chomsky:
    What’s called the capitalist system is very far from any model of capitalism or market. Take the fossil fuels industries: there was a recent study (http://www.imf.org/external/np/fad/subsidies/) by the IMF which tried to estimate the subsidy that energy corporations get from governments. The total was colossal. I think it was around $5 trillion annually. That’s got nothing to do with markets and capitalism.

    And the same is true of other components of the so-called capitalist system. By now, in the US and other Western countries, there’s been, during the neoliberal period, a sharp increase in the financialization of the economy. Financial institutions in the US had about 40 percent of corporate profits on the eve of the 2008 collapse, for which they had a large share of responsibility.

    There’s another IMF study that investigated the profits of American banks, and it found that they were almost entirely dependent on implicit public subsidies. There’s a kind of a guarantee — it’s not on paper, but it’s an implicit guarantee — that if they get into trouble they will be bailed out. That’s called too-big-to-fail.

    And the credit rating agencies of course know that, they take that into account, and with high credit ratings financial institutions get privileged access to cheaper credit, they get subsidies if things go wrong and many other incentives, which effectively amounts to perhaps their total profit. The business press tried to make an estimate of this number and guessed about $80 billion a year. That’s got nothing to do with capitalism.

    It’s the same in many other sectors of the economy. So the real question is, will this system of state capitalism, which is what it is, survive the continued use of fossil fuels? And the answer to that is, of course, no.

    By now, there’s a pretty strong consensus among scientists who say that a large majority of the remaining fossil fuels, maybe 80 percent, have to be left in the ground if we hope to avoid a temperature rise which would be pretty lethal. And it is not happening. Humans may be destroying their chances for decent survival. It won’t kill everybody, but it would change the world dramatically.

    ( https://www.jacobinmag.com/2015/09/noam-chomsky-bernie-sanders-greece-tsipras-grexit-austerity-neoliberalism-protest/ )

    === 7 ===

    “Cımbızla ayıklamak”, “seçmece yapmak” hususunda çok maharetlisiniz! Bu hususta tecrübe sahibi olmak için kursunuza katılmayı çok isteriz!

    Mevcut sendikal hareketleri meşru gördüğümüze dair, desteklediğimize dair önyargılara sahipsiniz! “Oya Baydak”a nasıl zulmedildiği hepimizin gözleri önünde yaşanıyor! Adı “D.İ.S.K.” olan ama “emekçilerle uzak yakın ilgisi olmayan!” bir sendika-vari yapıdan, kapitalizmin kuklası hâline getirilmiş bir yuvadan bahsediyoruz!

    Siz ise sayın “Necip”, nasıl görmek istiyorsanız; öyle görüyorsunuz!

    Dışarıdan hiçbir müdahaleye gerek kalmaksızın; beyninize gönüllü gönüllü format çekmişsiniz! Geviş getirdiğinizin farkında değilsiniz!

    İçinizde yıllardır biriktirdiğiniz nefret öyle yüksek boyutlara ulaşmış ki; bu devasa nefretin parmaklarınıza neler yazdırdığını idrak edemeyecek kadar çürümeye yüz tutmuşsunuz! (Sayın “pipsqueak”le bu hususta ortak yönünüz ne yazık ki çok!)

    “İhtiyaçlarımızın sınırsız olmadığını, birçok şeyin aslında ihtiyaç olmadığını kabul etmeye başlayabilirsek; hayatta bazı değişiklikler yapabilme ihtilamimiz var.” (Marshall D. Sahlins, Taş Devri Ekonomisi)

    Size en başta sormamız gereken soruyu şimdi sormakla hata ediyoruz, telafi için:

    Sayın “Necip; siz, kapitalizme karşı mısınız değil misiniz?

  108. “Defalarca yazdık; patron kıçı yalamak için yetiştirilen ‘Beyaz Ya-LA-ka’larız!”

    Anladigi kadariyla, o cok sikayet ettiginiz, patronlar –sizin resmettiginizden– cok daha merhametli:

    Baskasi olsa, sadece kicini yalatmakla kalmaz, agzinizin ortasina ederdi…

    Baskalarinin, sizlerin sahip oldugu imtiyaz ve konfora sahip olmak icin neler verebilecegine bakinca, sukretmeniz gerekirken sikayet ediyor oldugunuzu gormemek mumkun degil.

    “Ve bundan nefret ediyoruz!”

    Daha once de soyledim: Sizi orada silah zoruyla mi tutuyorlar?!

    Kapiyi vurun ve cikin gidin.

    Siz de rahat edin, ben de kurtulayim bu bitmez sikayetlerden.

    Yoksa, once, satabilecek bir Ferrari sahibi mi olmak istiyorsunuz?

    Hani, var ya, “Ferrari’sini satan bilge” diye bastaci edilen sahistan mulhem..

    [O da, bagislamis filan degil, satmis, aldigi parayla da rahat rahat yasayacagi bir baska yere gitmis; o kadar.]

    “‘Üzerimize biçilen fıtratı!’ söküp atmak için; kapitalizme karşı mücadeleye sizleri de çağırıyoruz!”

    Kendi ebeveyninizle sorunlariniz var; bunu kolayca gormek mumkun..

    Sizi yanlis yonlendirmis olduklarini dusunuyorsunuz..

    Olabilir.

    Ama, sirf bir atarli ergen benden istedi diye, bir totemin etrafinda onunla beraber ‘kotu ruh’ kovma dansina tutusacak degilim.

    Psikolojik, ontolojik (ya da herneyse), kendi sorunlarinizla basa cikmayi ogrenmelisiniz.

    “SOMA’da yaşanan cinayettir; cinayeti işleyen kapitalizmdir!”

    Hikaye.

    Birincisi, ‘kapitalizm’ diye bir sistem yok. Insanlarin, fitratlarindan kaynaklanan, bazan faydali, bazan zararli sonuclar veren bir sosyal/ekonomik faaliyetlerinin manzumesinden bahsediyorsunuz ve bunun ‘elle tutulabilir’ (tangible) bir sey oldugunu saniyorsunuz.

    Oyle degil. Bugun ismine kapitalizm dedigimiz sey, degisik devirlerde (gunun imkanlari cercevesinde) hep ayni idi. Her devirde somuru vardi, her devirde varsillar ve culsuzlar vardi.

    Hic kimse de, o devirlerde yasayan bireylere, ne yapmalari gerektigini ogretmis degildi (yani, Adam Smith bir ne seyi kesfetti, ne de icad etti). Insanoglu, kendi dogasi neyi emrettiyse onu yapti.

    Kimisi kabile reisi oldu, kimsi derebeyi, kimisi kral, kimisi de alenen eskiya oldu ve zulm ederek (zorlayarak) baskalarinin emeklerini ellerinden alip refah icinde yasadi; kimileri de buyucu, sifaci, peygamber vs oldu ve digerlerinin elinden artik degerlerini biraz daha gonullu yollarla aldi.

    Bu duzen hep boyle gitti. Onun adina, siz, simdi kapitalizm diyorsunuz; ve yeni bir seyden bahsettiginizi zannediyorsunuz.

    Ikincisi, kimse orada (Soma’da) calisanlari o madene silah zoru ile sokmadi. Her zaman, ve simdi de, alternatifleri vardi: Kendi (ya da baskasinin) baginda bahcesinde calismak..

    Ama, daha iyi para veriliyor diyerek madenci olmagi tercih ettiler.

    Dahasi, madenin ne denli tehlikeli oldugunu da en iyi onlar –madende calisanlar– bilir ya da bilmek zorundadir.

    [Hatta, gazetelere yansiyan bir anekdotta, babanin birisi ogluna madene gitmemesi icin yalvarmis; oglu da onu dinlememis. Kazada olmus.]

    Kisacasi, riskinin farkinda olan, o riske bagli olarak da (cok daha az riskli olan ziraat isciligine kiyasla) daha fazla gelir getiren bir iste calismayi tercih edenler sozkonusu iken, neden bir ‘totem’in etrafinda raks ediyorsunuz?

    Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?

    “‘Cımbızla ayıklamak’, ‘seçmece yapmak’ hususunda çok maharetlisiniz! Bu hususta tecrübe sahibi olmak için kursunuza katılmayı çok isteriz!”

    Dikkatle takip edin; buyuyunce siz de basarili olabilirsiniz –oten canda umit var.

    “Artvin & Cerattepe’de mücadele eden halk [fitrata] boyun eğmedi!”

    Baska birileri bedelini odesin, ben krallar/sahlar gibi yasayayim arzusu yeni bir sey degil.

    Artvin, cok basit bir muhasebe ile bile, aslinda kendini gecindirmekten aciz, sirin (!) bir Karadeniz ilimizdir –il deyince yanlis anlasilmasin, Istanbul’un, Ankara’nin irice bir semti kadar bile degildir –yuzbin kisi filan.

    Nufusun yuzde 80’i ilkel tarimla ugrasir, fakat gelirinin %30’u kadari tarimdandir. Kisacasi, uretim neredeyse sifir oldugu icin (bu bakimdan Izmir’e benzer), fiilen ve/ya ruhen emeklilerin omur tamamladiklari bir cografyadir. Turkiye’nin geri kalani tarafindan beslenirler.

    Yine, Izmir’e hayli benzer sekilde, kendilerini cok onemli sayiyorlar. Ulkenin geri kalan kisminin onlari beslemek icin odedigine uc kurusluk bir karsilik dahi olsa vermek yerine, cazgirlik ediyorlar.

    Bir adet maden ocaginin Artvin’i yer ile yeksan edecegini kime nasil yutturebileceklerini gercekten merak ediyorum.

    Benim neredeyse her metresini dolastigim Ruhr Havzasinin (Almanya) tarihini hic bilmesem, maden ocagi yuzunden koskoca bir cografyanin harap edilebilecegine dair lagalugalari ben de yutardim; ama, kazin ayagi oyle degil.

    Bu havzanin her tarafi, 1700’lu yillardan itibaren, delik desik edildi. Sanayi isletmeleri o kadar yayginlasti ki, uretilen cevre kirliligi, Emscher irmagini acik kanalizasyon haline getirmisti. Daha sonra (200+ sene sonra), madenler azalip rekabet edemez olunca, kapatildilar.

    Kalan toprak parcalari (‘brownfield’ dedikleri, ciplak araziler) da, Emscher irmagi da temizlenerek, 1920’lerde Emscher Landschaftspark (Emscher Landscape Park) haline getirildiler.

    200 seneden fazla bir zaman icin en vahsi haliyle madencilik yapilan Ruhr Bolgesine/Havzasina bugun giderseniz, yemyesil/sirin bir bolge gorursunuz.

    Artvinlilerin cazgirlik eden bir kisminin bu kadarcik bile tarihsel perspektifinin olmayisini sasirtici bulmuyorum –cunku, Karadenizlilerin akilli olanlari oradan cikip baska yerlere yerlesenlerdir.

    “Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; ‘her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.'”

    Siz, galiba dun dogdunuz..

    Bu dediginiz yaklasim, insanlik var olaliberi var.

    Istisnalari yok degil tabii ki; ama, klasik bir evrim unsuru (natural selection), ise yaramayanlari ilk nesilde elimine eder zaten.

    “Her şeyin ‘kazanmak’ ve ‘kaybetmek’ten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda; insanlar ‘kaybetmeye tahammülsüz hâle’ geliyorlar, kaybetmeyi ‘dünyanın sonu gibi’ yaşayabiliyorlar.”

    Bu dediginiz butun insanlar icin gecerli degil tabii ki. Bir kismi, evet, sizin dediginiz gibi –en azindan bir zaman dilimi icinde– boyle dusunuyor olabilir; ama, bu (‘herkes hep ve herzaman boyle dusunur’ anlaminda) genellenebilir degildir.

    Bir de, hic kimse –eger aklen sorunlari yoksa– ‘HERSEY’i ‘kazanmak’ ve ‘kaybetmek’ten ibaret gormez. Bazi seyler biraz daha onemlidir; ama, hicbirsey hersey –kaybetmek de muhakkak hayatin sonu demek– degildir.

    Siz farkli dusunuyorsaniz, birilerine gorunmek isteyebilirsiniz –ya da okutun kendinizi, olur ya, belki fayda eder.

    “Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak ‘belden aşağıya vurmamak’, ‘başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak’, ‘yerdekine vurmamak’ ya da ‘boş kaleye gol atmamak’ gibi bazı centilmenlik ilkeleri var!”

    Yapay seyleri gercek sanmaniz beni –sizin adiniza– endiseye sevkediyor:

    Spor dedigimiz sey, hicbir zaman, gercek hayatin modellemesi olmadi.

    Gercek hayata hazirlamak icin (tipki butun canlilarda oldugu uzere) oyun oynamak hayatimizin (en azindan cocukluk doneminde) bir parcasi olmustur; ve kalici hasar vermemek de o oyunlarin kurallari arasindadir ama o kadar.

    Seyir sporlarini ve diger oyunlari gercek hayata model almak arzunuzu, dolayisi ile, cocuklugunuza veriyorum.

    “Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?”

    Aramak, tabii ki, zor degil. Ama, marifet sadece aramakta degil; bulmak onemli.

    Buldugunuz zaman konusalim; simdi vakit ziyan ediyorsunuz.

    “Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için; mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu ‘başka yolları arayanlara’; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar ‘hemen o anda’ bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir!”

    Eyi.

    “Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz!”

    Olur, agam. Ne emrederseniz.. Siz isteyin yeter ki.

    Dunayin geri kalani, zat-i aliniz “zipla” demeden “kac metre emredersiniz” demege amade, bekliyor.

    “Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!”

    Bu kafayla mi?

    Cok gitmez.

    “Evet [Turkce karsiligi] var: ‘Kapitalizme karşı çözüm önerileri; dünyayı ıslah etmek için mehdilik fantezileri değil’!”

    Peki, o zaman, neden ici bos lagalulagarla mesgulsunuz?

    “‘Zeitgeist’ kelimesinin ‘zamanın ruhu’ & ‘‘moment’ın ruhu’ olarak tekrar edilmesini artık sadece papağanlar yapıyor!”

    Yok be, civanim, o kadar uzun boylu degil..

    Zeitgeist’in bizim kulturumuzde bal gibi bir karsiligi var: ‘Devran’ [“gün gelir devran döner”deki ‘devran’] ya da, bildigimiz, ‘gidisat’..

    Ama, siz yine de bu dandik kelimenin cok derin anlamli bir sey oldugunu sanmaga devam edin.

    “‘Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.'”

    You keep repeating this. Yet, you don’t seem to realize that it is pointing at YOUR stupidity wrapped up in your youthful hubris.

    “Ve ‘‘görünmez el’ denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!”

    Yanlis. Iytiyaci karsilayacak kadar kaynak yaratmak sozkonusu oldugunda kar etmek giderek imkansizlasir. O yuzden, sanal yokluklar (ya da, artificial shortages) gerekir.

    Sizin uzun uzun reklamini yaptiginiz Apple de, mesela, tam olarak bunu yapar.

    Ayrica, o kadar da hikmetli degil. Yeni bir sey de degil.

    Ben bile, bir muslukcu bile cagiracak olsam, hem fiyatina bakarim hem de isini dogru dusrust (ve zamaninda) yapmasina bakarim.

    Etrafta yeterince iyi ve ucuz bir muslukcu yoksa, eger yeterince kritikse, baska bir yerden bakarim.

    Apple’in yaptigi (simdi de mecbur kaldigi) da asagi yukari odur.

    Cin, tahmin ettigimin otesinde uyanik cikti: Ucuz isgucu karsiliginda yetenek satinaldi. On seneye kalmaz, Bati’nin tamamini donunda oynatacak; cunku, Bati’da kendi sokugunu dikebilecek yetenek/meleke kalmamis olacak.

    Bir de, tabii ki, IP (fikri mulkiyet) filan digi dandik icatlari takmiyor olusunun avantajlari var.

    “Bugün, sendikaların BİLE ‘adaleti algılayışları’ kapitalizmin dayattığı kurallar çerçevesinde şekillenmektedir!”

    Kapitalizm lakirdilarini bir yana birakip realiteye bakacak olursak, evet, sendikalar eger ilgili isletmeler var ise vardir. Dolayisi ile, temelinde, patron ile isci (disariya karsi) muttefiktir. Bunun en guzel orenegini Almanya’da goruruz –buyuk sirketlerin Yonetim Kurullarinda sendikanin da bir temsilcisi vardir.

    Ote yandan, ben sendikalara karsi degilim.

    Baska hic bir faydasi olmasa bile, calisanlarin kendilerine sahip cikacak bir olusumun varligini hissetmeleri bile tek basina onemlidir.

    Benim (hayli eskilerde kaldi simdi) calistigim bir isletmede, korsan sendikal faaliyetler basladigi zaman –patron cok akilli idi– buna engel olmak yerine, daha makul olan bir sendikaya yonlendirmisti –caktirmadan.

    Sebebini sordugumda, iscilerin kendilerini patron karsisinda sahipsiz/zayif hissetmesinin huzursuzluga buyuk katkisi oldugunu, o yuzden sendikanin gerekli oldugunu soylemisti. Hakli idi.

    Ayni sekilde, toplu sozlesme icin sendikayla yapilan, adina da ‘toplu pazarlik’ denen sahne sanati da gerekliydi. Iscilerin ‘soke soke aldik’ dedikleri, sahnelenen bu ‘kavga’ sonrasinda verilenler idi –fazlasi degil. Ama, “patron vermedi, biz aldik” duygusu, anlasilan, herseye degerdi.

    Tipki, her toplu sozlesme doneminde, Hukumetle kamu sendikalarinin oynadigi piyeste oldugu gibi.

    “Noam Chomsky:” [vidi vidi]

    Yeni, farkli ve –daha da onemlisi– ABD’deki ‘Establishment’i rahatsiz edebilecek tek kelime etmis degil.

    “İçinizde yıllardır biriktirdiğiniz nefret öyle yüksek boyutlara ulaşmış ki; bu devasa nefretin parmaklarınıza neler yazdırdığını idrak edemeyecek kadar çürümeye yüz tutmuşsunuz!”

    Ne nefretinden bahsediyorsunuz? Ben, hem gozlemlerimi, hem de tespitlerimi yaziyorum.

    Siz, yoksa –sirf siz oyle arzu ediyorsunuz diye– sizin sallamalariniza iltimas mi gecmemi bekliyordunuz?

    “‘İhtiyaçlarımızın sınırsız olmadığını, birçok şeyin aslında ihtiyaç olmadığını kabul etmeye başlayabilirsek; hayatta bazı değişiklikler yapabilme ihtilamimiz var.’ (Marshall D. Sahlins, Taş Devri Ekonomisi)”

    Vay be!.. Ne derin lakirdi?

    Bundan bin defa daha derinini Konficyus, Budha ve diger arkhaik peygamberler dediler…

    Hikmet yumurtlayan lakirdilar etmek marifet degil –onlarin bini bir para. Cozum getirebilen var mi?

    Yok.

    Geciniz.

    “siz, kapitalizme karşı mısınız değil misiniz?”

    Daha once de dedim, ama, galiba cok hizli okuyor ve bir sey anlamadan biteviye kopyala&yapistir yapiyorsunuz.

    Ben, ortada, kapitalizm diye bir (insan yapisi) ‘sistem’ gormuyorum.

    Hepimizin katildigi faaliyetlerin sonucunda gozlenen olguya kapitalizm diyorsunuz.

    Hepmimizin dogal bir parca oldugu bir olgunun tamami ile mucadele etmek yel degirmenlerine saldirmaktan beterdir.

    Asiriliklarini torpulemek icin ugrasmaga amenna; ama, topyekun savas acmak akildaneliktir.

  109. Türkiye’deki yaygın kapitalizm karşıtlığı, siyaseten hem rahat hem de risksiz bir pozisyona karşılık geliyor. Bu pozisyon, “tüketim çılgınlığı”ndan asgari ücrete, Avrupa Birliği’nden Arap Baharı’na kadar hemen herşeyin nedenini ve “içyüzü”nü kapitalizm ile açıklıyor. Bu açıklamalar, kapitalizmin kötücüllüğünü ve acımasızlığını vurgulayan bir söylemde ifade buluyor. Bu söylemi sahiplenmek de, kötü olana karşı duran kişiyi otomatikman iyi ve ahlaklı bir konuma oturtuyor.

    Bu yaklaşım, terk edilmesi epey zor bir kafa konforu da sunuyor. Zira tasvir edilen dünyada neyin niçin yaşandığı, kimin iyi kimin kötü olduğu son derece açık. Alternatif açıklamalara çok fazla yer yok. Hatta herşey o denli aşikâr ki, ne olup bittiğini görememek ancak kötü niyetli olmakla mümkün!

    Bu noktada, tek bir şeyle herşeyi açıklamaya kalkan böylesine basit bir kurgunun nasıl olup da her durumda kafa konforunu temin edebildiği sorusu öne çıkıyor –ki bu sorunun cevabı aslında kendi içinde gizli. Şöyle ki, herşeyi, karşı olunan kötücül güç (ya da, o gücün gizli emelleri) ile açıklamak, dile getirilen argümanları yanlışlanamaz (ve dolayısıyla da, bilim dışı) kılıyor. Zira, bilimsel metodun en temel sorularından biri olan, “Yanılıyor olsak, bunu nasıl anlardık” sorusuna bir cevap alabilmek burada mümkün değil.

    Yaygın antikapitalist söylem ise, her siyasi gelişmenin “emperyalist güçler”in inisiyatifinde olduğu söylemekte bir mahsur görmeyebiliyor. Örneğin, bu söylem, Batı ülkelerinin Libya’da yaşanan katliama müdahale etmemesini, “çıkarlarının öyle gerektirmemesi” ile açıklamış ve bu ülkeleri (onlara atfedilen kötücüllükle uyumlu olacak şekilde) katliama seyirci kalmakla suçlamıştı. Ancak, aynı söylem, NATO’nun Libya’ya müdahalesinin hemen sonrasında, asıl niyetin Libya’nın doğal kaynaklarını sömürmek olduğunu iddia etmekte bir sorun görmemişti.

    Dikkat edilecek olursa, yapacağımız hiçbir gözlemin, inceleyeceğimiz hiçbir vakanın ya da yaşayacağımız hiçbir yeni gelişmenin, böyle bir yaklaşımı çürütebilmesi mümkün değildir. Çünkü, Kaddafi’ye müdahale edilmesini de, edilmemesini de emperyalizm ile açıklayan bir yaklaşımın, “Yanılıyor olsak, bunu nasıl anlardık” sorusuna verebileceği (objektif kriterlere dayanan) hiçbir cevap yoktur. Dolayısıyla, sadece rahat ve risksiz bir siyasi pozisyonla değil, aynı zamanda bu pozisyonun ifade bulduğu söylem üzerinden yapılan sahte bir entelektüellikle karşı karşıyayız.

    Antikapitalist söylem, her eleştirisinin merkezine oturttuğu kapitalizmi çoğu zaman tanımlama zahmetine dahi girmiyor. Karşı çıkılan tam olarak nedir? Serbest piyasa mı? Mülkiyet hakkı mı? “Tüketim çılgınlığı” mı? Emek sömürüsü mü? Güçlü devletlerin uygulamaları mı?

    Bu soruyu “Hepsi” ya da “Hiçbiri” şeklinde cevaplandırmak mümkün. Çünkü, yaygın söylem, bilgiden ziyade tepkiyle şekilleniyor ve spesifik ya da tutarlı olmak gibi kaygılara sahip değil. Bu durumun doğurduğu üç belirgin sonuç var: (1) Kapitalizm karşıtlığı, içeriği konuya ve duruma göre değişen bir muhalefet söyleminde ifade buluyor. (2) Bu tepki bazlı söylem sadece eleştiriye ve muhalefete odaklandığından neredeyse hiçbir alternatif sunmuyor, ve (3) insanları özeleştiriden uzaklaştırarak yanı başlarındaki asıl problemleri göremez hale getiriyor.

    Bütün bunlar, kapitalizmin zihinlerde bir imgeye dönüştüğünü ve belli bir psikolojik ihtiyacı gidermekte olduğunu da ima ediyor. Kötücüllüğe karşılık gelen bu imge, kişisel bazda, insanların hayatlarında yanlış giden hemen herşey için suçlayabilecekleri bir günah keçisi işlevi görüyor. Aynı imge, kitlesel anlamda ise, ülkenin gerikalmışlığının ve Batı karşısındaki yenilmişliğinin sorumlusu olarak her daim taşlanan bir şeytan durumunda.

    [ Türk’ün kapitalizm ile deşarjı / Serdar Kaya ]

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/serdar-kaya/turk-un-kapitalizm-ile-desarji/20669/

  110. Sayın (Necip) 103'e

    Sayın “Necip” 103,

    === 1 ===

    Merak etmişsiniz, açık yazalım:

    Patronlar, sadece zevkten dört köşe olmak için değil; tuvalette taharetlendikten sonra k*çlarını temizlemek için de, su ve tuvalet kâğıdı yerine, bizleri, yani “Beyaz Ya-LA-ka”ları kullanıyor! Temizlik esnasında, bağırsaklarının son boğumunda küçük bir tutam dışkı kalmış ise; onu da boşaltmaktan imtina etmiyorlar!

    [Daha once de soyledim: Sizi orada silah zoruyla mi tutuyorlar?!
    Kapiyi vurun ve cikin gidin.
    Siz de rahat edin, ben de kurtulayim bu bitmez sikayetlerden.]

    Peki “evlatlarımıza” kim bakacak?! Evlatlarımızı “kapitalizme köle olması için!” kim yetiştirecek! Siz mi?!

    [Yoksa, once, satabilecek bir Ferrari sahibi mi olmak istiyorsunuz?
    Hani, var ya, “Ferrari’sini satan bilge” diye bastaci edilen sahistan mulhem..]

    “Bilge”lik “Ferrari” ile gelseydi; İtalya’daki ana Ferrari fabrikasında “sendikasız Cappuccino müdürü bile!” dünya çapında konferans turuna çıkardı!

    Turuncu Yaka ↔ Turuncu Ya-LA-ka
    Pembe Yaka ↔ Pembe Ya-LA-ka
    Yeşil Yaka ↔ Yeşil Ya-LA-ka
    Kırmızı Yaka ↔ Kırmızı Ya-LA-ka
    Mor Yaka ↔ Mor Ya-LA-ka
    Sarı Yaka ↔ Sarı Ya-LA-ka
    Siyah Yaka ↔ Siyah Ya-LA-ka
    Gri Yaka ↔ Gri Ya-LA-ka
    Mavi Yaka ↔ Mavi Ya-LA-ka
    Beyaz Yaka ↔ Beyaz Ya-LA-ka

    Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…

    “Robin Sharma” İstanbul/Maslak’taki plazalara “guru!”luk yapmaya geldiğinde ona şu soruyu sormuştuk: “Dalai Lama’ya görüştünüz mü?” Evet, dedi ve ekledi: “Ama 1 dakika sonra toplantı odasını terketti. Ona göre çok toymuşum!”

    [“‘Üzerimize biçilen fıtratı!’ söküp atmak için; kapitalizme karşı mücadeleye sizleri de çağırıyoruz!”
    Kendi ebeveyninizle sorunlariniz var; bunu kolayca gormek mumkun..
    Sizi yanlis yonlendirmis olduklarini dusunuyorsunuz..
    Olabilir.
    Ama, sirf bir atarli ergen benden istedi diye, bir totemin etrafinda onunla beraber ‘kotu ruh’ kovma dansina tutusacak degilim.
    Psikolojik, ontolojik (ya da herneyse), kendi sorunlarinizla basa cikmayi ogrenmelisiniz.]

    Vah vah vah! Bizlere neler olmuş böyle yahu?!
    “Epistemoloji”yi eklemeyi unutmuşsunuz sayın “Necip”!
    Ve hâttâ Jacques Lacan’ın “objet petit a”sını niye atladınız! Aklınıza mı gelmedi!

    Bu arada:
    SOMA’da “cinayetle!” hayatları alınan 301 insan [bir totemin etrafinda onunla beraber ‘kotu ruh’ kovma dansina tutusmayi] kapitalizmle mücadele etmek ile eşdeğer tutacak kadar “irrational” değil!

    Eğer totemleri ve çevresindeki dansları merak ediyorsanız; “Bohemian Grove”u inceleyebilirsiniz!

    === 2 ===

    [(yani, Adam Smith bir ne seyi kesfetti, ne de icad etti)]

    Adam Smith, sadece ama sadece “günümüzde sürmekte olan kapitalist sistemin bir nevi anayasa kitabını yazdı!” Kapitalizmi keşfetmedi, icat etmedi! Okuduğunuzu anlayınız! Adam Smith, 1776’da, kapitalizme “springboard!” ekledi! Ve (1776’ya kadar) zaten ölümcül olan kapitalizm (1776’yla beraber) daha ölümcül hâle geldi!

    === 3 ===

    [Ikincisi, kimse orada (Soma’da) calisanlari o madene silah zoru ile sokmadi.]

    Ufak atın civcivler de nemalansın sayın “Necip”!

    İnsanları SOMA’da maden ocaklarına “kapitalizm” zorla soktu!

    Kapitalizmin yaydığı hastalık neticesinde Yunanistan’daki ekonomik krizde; “kapitalizm” zorla insanları vücutlarını satarak hayatlarını sürdürmeye mahkûm etti! Bu “vücut satmak!” işini kimin amatörce, kimin profesyonelce yaptığının; kapitalizm nezdinde önemi yok!

    === 4 ===

    [“İçinizde yıllardır biriktirdiğiniz nefret öyle yüksek boyutlara ulaşmış ki; bu devasa nefretin parmaklarınıza neler yazdırdığını idrak edemeyecek kadar çürümeye yüz tutmuşsunuz!”
    Ne nefretinden bahsediyorsunuz? Ben, hem gozlemlerimi, hem de tespitlerimi yaziyorum.
    Siz, yoksa –sirf siz oyle arzu ediyorsunuz diye– sizin sallamalariniza iltimas mi gecmemi bekliyordunuz?]

    Yalancısınız! Bu apaçık!

    “Kapitalizme karşı mücadelede gözlemlerim, çözüm önerilerim şunlar…” diye yazabilirdiniz! Kimse “The Zeitgeist Movement konferanslarına katılın!” diye kafanıza silah dayamadı! Size referans kaynakları yukarıda defalarca yazdık; yanına yaklaşmak bile istemediniz! “Yiğitvari Bulutvari” hönkürdüüz! Bunları inceledikten sonra görüşlerinizi yazsaydınız; bu sayfada sürdürdüğümüz yazışmalar daha verimli olurdu! Bu kaynaklara hiç dikkatinizi yoğunlaştırmadan, okumadan, incelemeden; hönkürmeyi tercih ettiniz!

    “Kapitalizme karşı” çözüm önerileri sunuyoruz; siz de ise “çözüm önerilerini incelemek” bir yana; “kapitalizmi savunmaya teşne olmak” hâli var!

    Çözüm önerileri sunuyoruz, siz de o da yok!

    Yaptığınız kuru gürültü! [Insan dogasinin yansimasi!], [hüve’l-baki!] ve [fitrat!] zırvalarınızı saçmaya devam ediyorsunuz!

    === 5 ===

    [Noam Chomsky:” [vidi vidi]
    Yeni, farkli ve –daha da onemlisi– ABD’deki ‘Establishment’i rahatsiz edebilecek tek kelime etmis degil.]

    Hadi ya?!

    Siz “Koç Holding”i rahatsız edebildiniz mi?!

    Richard Nixon başta olmak üzere “The Establishment”ın ağababaları Chomsky’yi daima “potential threat!” listesine yazdı! Wake up and smell the coffee Mr Necip!

    Bu arada:
    [Yeni, farkli] bir şey beklerseniz “Godot” olursunuz! Kapitalizm katliam gerçekleştirmeye devam ettikçe; kapitalizme karşı aynı tutarlılık, aynı azim, aynı öfke, aynı mücadele gücünden tek zerre azaltmadan, ve hâttâ gücünü arttırarak devam edecek!

    Ki devam ediyor zaten:

    “The Occupy Wall Street”,
    “The Zeitgeist Movement”,
    “The Venus Project”,
    “The Umbrella Movement”,
    “Black Lives Matter”,
    Glenn Greenwald & “The Intercept”,
    “DiEM25”,
    Laura Poitras & “Citizenfour”…

    === 6 ===

    [“‘Every generation imagines itself to be more intelligent than the one that went before it, and wiser than the one that comes after it.’”
    You keep repeating this. Yet, you don’t seem to realize that it is pointing at YOUR stupidity wrapped up in your youthful hubris.]

    Are you an holistic and old relic Mr Necip?!
    Well, if you are not one, do you mean that your body is aging but your mind is young?!
    What authority, which authority, who decides which is stupidity; which is intelligence?!
    Do you still think that “1970s leftist-factions are alive!” ?! Wake up and smell the coffee! This is 2016!
    What kind of poisonous worm is moving around in your brain?!
    If you need help Mr Necip, you may refresh yourself reading over and over again those warnings Orwell and his friends sent decades ago…

    === 7 ===

    [A]

    [“siz, kapitalizme karşı mısınız değil misiniz?”
    Daha once de dedim, ama, galiba cok hizli okuyor ve bir sey anlamadan biteviye kopyala&yapistir yapiyorsunuz.
    Ben, ortada, kapitalizm diye bir (insan yapisi) ‘sistem’ gormuyorum.
    Hepimizin katildigi faaliyetlerin sonucunda gozlenen olguya kapitalizm diyorsunuz.
    Hepmimizin dogal bir parca oldugu bir olgunun tamami ile mucadele etmek yel degirmenlerine saldirmaktan beterdir.
    Asiriliklarini torpulemek icin ugrasmaga amenna; ama, topyekun savas acmak akildaneliktir.]

    “Springboard!”u unutmayın sayın “Necip”! “Springboard!”u unutmayın!

    Hâlâ ama hâlâ şunları anlaMAmak için ısrar ediyorsunuz:

    1759, “The Theory of Moral Sentiments” (Adam Smith)
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smMSCover.html )

    1776, “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” (Adam Smith)
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smWNCover.html )
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltsiz/88701.html )

    [B]

    [“SOMA’da yaşanan cinayettir; cinayeti işleyen kapitalizmdir!”
    Hikaye.
    Birincisi, ‘kapitalizm’ diye bir sistem yok.] Artık yazdıklarınızın önemi yok!

    Noktalayalım:

    Köşeli [] parantez içindeki ifadenizle; kapitalizm tarafından zehirlenip parmaklarına ne yazdırdığının farkında olmayan bir kişiyle daha fazla görüşme yürütmemizin bir anlamı yok!

    [Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?] CEVAP: AYN RAND’IN YARATTIĞI KARAKTER “JOHN GALT”A NE ÇOK BENZİYORSUNUZ SAYIN “NECİP”! “KAPİTALİST-HASTA” OLMAKTAN HOŞNUTSUNUZ!

    Hoşçakalın!

  111. RUSYA'DA MADEN CİNAYETİ

    RUSYA’DA MADEN CİNAYETİ: 36 İNSAN ÖLDÜRÜLDÜ!

    Rusya’nın Komi Cumhuriyeti’nde, perşembe günü meydana gelen maden kazasında ölenlerin sayısının 36’ya yükseldiği bildirildi.

    Rusya Olağanüstü Haller Bakanlığından yapılan açıklamada, kömür madeninde göçük altındaki 26 madenciyi arama kurtarma çalışmaları sürdürülürken bugün meydana gelen yeni bir patlama sonucunda 5’i kurtarma görevlisi ve 1’i madenci olmak üzere 6 kişinin daha hayatını kaybettiği belirtildi.

    Bakanlık ve madenin bağlı bulunduğu Varkutaugol şirketinden yapılan açıklamalarda, perşembe gününden bu yana madende 3 patlama meydana geldiği, patlamalar sonucunda oluşan göçük nedeniyle, mahsur kalan 26 madencinin kurtarılma ihtimalinin olmadığı belirtildi.

    Madende incelemelerde bulunan Rusya Başbakan Yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, yaptığı açıklamada, “Çok insan hayatını kaybetti. Madende kalan 26 kişinin de sağ kalma ihtimali yok. Arama kurtarma çalışmalarında ölenler ile birlikte 36 kişinin hayatını kaybettiğini söyleyebiliriz” diye konuştu.

    Komi Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı, maden kazası nedeniyle bölgede 3 günlük yas ilan edildiğini duyurdu.

    Rusya’nın Komi Cumhuriyeti’nde özel bir madende 25 Şubat’ta meydana gelen kazada, madende bulunan 111 madenciden, 81’i sağ olarak kurtarılmıştı. Madende mahsur kalan 30 işçinin arama kurtarma çalışmaları sırasında 4 işçinin cesedine ulaşılmış, 26 madenciden ise haber alınamadığı bildirilmişti.

    TÜRKİYE’DEN RUSYA’YA TAZİYE MESAJI

    Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada, maden kazasında çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği hatırlatılarak, şu ifadelere yer verildi:

    “Rusya Federasyonu’nun kuzeyindeki Komi Cumhuriyeti’nde yer alan Severnaya kömür madeninde meydana gelen kazalar neticesinde çok sayıda kişinin hayatını kaybettiği ve halen enkaz altında çok sayıda kişinin bulunduğu yönündeki haberleri üzüntüyle izlemekteyiz.

    Başta yaşamını yitirenlerin yakınları olmak üzere Rus halkına başsağlığı, yaralılara ise acil şifalar diliyoruz. Patlamalar nedeniyle göçük altında mahsur kalan madencilerin ve kurtarma görevlilerinin en kısa zamanda sağ salim kurtarılmasını temenni ediyoruz.”

    (http://www.hurriyet.com.tr/rusyada-maden-faciasi-36-olu-40061465)

  112. Necip, tam da Neçayev’cilere göre.
    Bu tartışmada “şeytan’ın avukatı” olarak işlev görüyor.
    *
    “Böyle gelmiş, böyle gider; yırtınmayın” diyerek meseleyi özetliyor. Böyle gitmesinden “maddî ve manevî” bir rahatsızlığı yok.
    Uzatmayacağım; bu 7 milyarı aşan insanlık, açgözlü kapitalizm; Necip’in de olumladığı insan karakteri, tüketimci, bencillik.. sonunda tüm gezegeni mahvedecek…
    “Bir şey olmaz abi!”
    Olduğunda da zırlayan, günah keçisi arayanlardan olacağını sanmam; ama ekolojik tahminlere, öngörülere göz atsın.
    Bu dünya bugüne dek böyle “döndü” ama, bu gidişatla 100 yıl sonra bir çöplük olacak gezegen; salt bunun için bile bu uyanık Çin’lilik aşağılanmalı ve elbette o semirmiş ABD bireyciliği…
    *
    Necip, geleceğe değil, geçmişe ait…
    Naçayev’cilerin duyarlığının anti-tezi…
    *
    Her zaman olduğu gibi Necipgiller galip gelecek; Pirus zaferleri sefaletinde kutlama yapsınlar…

  113. Serdar Kaya ile hemfikir oldugum nadirdir; ama bu yazisi ile (asagidaki kisim ve baglantili oldugu noktalar haric) hemfikirim.

    “Türkiye’deki yaygın kapitalizm karşıtlığı, siyaseten hem rahat hem de risksiz bir pozisyona karşılık geliyor.”

    Bu fenomen Turkiye’ye has/mahsus bir hal degil. Benzeri, belki de daha yaygin olarak, dunyanin baska heryerinde mevcut.

    Davranis Psikolojisi (Behavioral Psychology) okumus olsaydim, bu hali derinlemesine incelemek, uzerinde tezler filan yapip doktora ustune doktora yapabilirdim.

    Ama, o kadar zamanim/sabrim yok malesef.

    Ben bunu, rasyonel olmak adina irrasyonaliteye saplanmak olarak goruyorum.

    Ya da, soyle diyeyim: Bilim dine baskin cikali beri, bilim adamlari yeni panteonun rahipleri oldular ve insanlar artik bilim adamlarinin dediklerini (sanki onlar insan degilmis, sanki onlarin zaaflari/eksiklikleri yokmus gibi) pek de sorgulamaksizin kabul ediyor oldular. Hele de birden fazla ‘bilim adami’ cagdaslarinin/oncullerinin dediklerini tekrarlar ise, hem onlar bu panteona dahil oluyorlar, hem de oncullerini daha bir ‘hazret’lestirmis oluyorlar.

    Bu yeni bir ‘iman’ turu sayilabilir mi?

    Bence sayilmaz; cunku, yapilan, eski klasik din aktorlerinin yerine yeni/farkli ‘bilim’ aktorleri konulmus oluyor.

    Yani, kerhane ayni kerhane de ‘sermaye’ler yeni..

    Bundan benim cikarsadigim: Insan evladinin hem ‘kerhane’ye hem de ‘sermaye’lere muhtac/mecbur oldugudur.

    Putsuz yasamak zor.

  114. Celebi, bizde objektif olmak bu kadar olur; di mi?

    “Uzatmayacağım; bu 7 milyarı aşan insanlık, açgözlü kapitalizm; Necip’in de olumladığı insan karakteri, tüketimci, bencillik.. sonunda tüm gezegeni mahvedecek…”

    “Kiyamet yakin” (“the end is nigh”) demekle akil (wise) olunmuyor; sorun var demekle de is bitmiyor.

    Ayrica.. bencillikten dem vurana bakin hele..

    7 milyar insan sorun ise (ya da sorunun parcasi ise), onerdiginiz cozum nedir?

    Ac birakip mi oldurelim, salgin hastaliklar dizayn edip ustlerine mi salalim, yoksa nukleer bir cozum mu oneriyorsunuz?

    Zat-i alinizi haric geriye kalan 7 milyar insan suclu; onlari sirf sizin ‘ongoru’leriniz icin (bencilliginiz ugruna) feda etsek iciniz rahat edecek..

    “Olduğunda da zırlayan, günah keçisi arayanlardan olacağını sanmam; ama ekolojik tahminlere, öngörülere göz atsın.”

    O tahminlerin, ongorulerin ayaklarinin yere bastiginin ne garantisi var?

    Kimin elinde 100-200 seneden daha geriye giden saglikli iklim datasi var?

    Hic kimsenin.

    Bu kadar kisitli data ile, ondan daha da kisitli (sistemin tumu hakkindaki bilgi ile) cikip birileri bir seyler diyor diye onlari bastaci mi edecegiz?

    Hic bir dayanagi olmaksizin, kerameti kendinden menkul bir suru zirvaya dayanarak ongorulerde bulunmus olan Mathus’in (ki, yanlis/isabetsiz oldugu coktan inspatlandi) cagdas havarilerinin kiyamet kehanetlerini tekrarlayan bir baska papagan cikti diye aniden ‘el hakikat’ mi olacak?

    Yoo.

    Sadece, sallayan sayisinda bir kisilik daha artis olmus olur.

    “Bu dünya bugüne dek böyle ‘döndü’ ama, bu gidişatla 100 yıl sonra bir çöplük olacak gezegen;”

    Bildiginiz bir sey varsa, datasini aciklarsiniz hepimiz bakariz –geriye ve/ya ileriye dogru extrapolation yapip, akliniza eseni ufurmeyin.

    Epsitemolojisi malul/sakat/tutarsiz onermeleri boyle oturdugunuz yerden sallamakla olmaz.

  115. Sayın (ogürsel) 107'ye

    Sayın “ogürsel” 107,

    Nihayet, yavaş da olsa “kapitalizme karşı!” ses çıkarmaya başladınız!

    Sayın “Necip”in sayın “pipsqueak”le ortak özellikleri çok! İkisi biraraya gelse kim bilir neler olur…

    Sayın “Necip” 1776’da yaşanan şeyin ne olduğunu pek takip etmediğinden; [“Böyle gelmiş, böyle gider; yırtınmayın”] veya [insan dogasinin yansimasi], [hüve’l-baki] ve [fitrat] gibi zırvaları geviş getirmeye devam ediyor! Aslında kendisinde tam da “şeyh!” olacak potansiyel var ama “tekke!” kurmaya meraklı olmadığından kafayı üşütmüş. AKP’ye yanaşsa hemen kabul ederler, fakat sayın “Necip” AKP’ye birkaç beden büyük: “Epistemoloji” meselesi!

    Sayın “Necip” aynı uçakta yolcu olduğumuzun farkında, ama işine gelmiyor! [Totem], [totem etrafinda kotu ruhlari kovmak için raks etmek] gibi theatrical gösterilerle kafayı bozmuş! “Utterly irrelevant stories!”

    Uçağı kapitalizm düşürmeye çalışıyor; bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar, sayın “Necip”e de hayata tutunması için yardım elimizi uzatmaya çırpınıyoruz, ama kendisi hönkürüyor: [Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?] Gören de sanır sayın “Necip” bir “island”da tek başına yaşıyor; kendisinden başka kimse yok!

    SOMA’da bir maden ocağında, 13 Mayıs 2014’te BİZZAT sıkışıp kalmak mı gerekiyor; kapitalizmin ölümcüllüğünü idrak etmek için?!

    Yunanistan’a kapitalizmin getirdiği ekonomik kriz sonucunda “vücudunu satmaya mahkûm edilen!” insanların yaşadığı yıkımı, çileyi, öfkeyi (ve kalmışsa “umudu”!) hissetmek için BİZZAT kendi vücudumuzu satılığa çıkarmamız mı gerekiyor?!

    İstanbul/Maslak’taki plazalarda, ensesi kalın C.E.O.’ların ve neferlerinin “yönetim kurulu toplantı odası!”nda yediği azarlardan sonra kalp krizi geçiren yoldaşının cansız bedeninin BİZZAT kollarına düşmesi mi gerekiyor; kapitalizmin ölümcüllüğünü idrak etmek için?!

    Gamze Filiz Arslan’ı “öldüren!” SENDİKA DEĞİL; KAPİTALİZM! Bunu idrak etmek için “BİZZAT atanamayan öğretmen olmak şart mı?!”

    15 yaşında “ölüme mahkûm edilen!” Umut Okay Giriş’in ve 13 yaşında “ölüme mahkûm edilen!” Ayşe Berrin Yılmazlar’ın öldürülme sebeplerinin; kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet olduğunu idrak etmek için BİZZAT kendi evlatlarımızı mı kaybetmek zorundayız?!

    40 günlük “Ayaz” bebeğin “öldürüldüğü!” eve gidip, oradaki soğuğu BİZZAT hissetmek mi gerekiyor; kapitalizmin ölümcüllüğünü idrak etmek için?!

    Sayın “Necip”in de (ve onun gibi [fitratci] düşünenlerin!) evladı/evlatları olduğunu varsayarsak; kendi evladını DA bir “Beyaz Ya-LA-ka” olması için yetiştirmeye mahkûm edildiğinin farkında değil mi?! Aslı Vatansever ve Merâl Yalçın’ın da işaret ettiği üzere: Nesiller kapitalizme köle olmak için yetiştiriliyor, sayın “Necip”in (eğer varsa) evladı/evlatları da DAHİL!

    Kapitalizmin katlettiklerini hatırlattıktan sonra, “bütün bunlar dram!” deyip, “duygu sömürüsü yapma ulan!” diye bağırıp, “dram!”ları çuvala doldurup uzay boşluğuna fırlatmak; ancak ve ancak kapitalizmi savunmaya teşne olanların yapabileceği bir psikopatlık olsa gerek!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Son kez ikaz ediyoruz:

    Sayın “Necip” gibilerle çok karşılaştık, feriştahını biliyoruz! Dünyanın her köşesinde onun gibi “guru kılıklı [fitratcilar]!” sürüsüne bereket!

    Sayın “Necip”; dünyanın görüp görebileceği en zehirli beyinlerden olan “Ayn Rand”ın yarattığı karakter “John Galt”a çok, hem de çok benziyor!!!!!
    “John Galt”a benzediğinin ispatı: [Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?]

    * * * * *

    Le premier qui, ayant enclos un terrain, s’avisa de dire: Ceci est à moi, et trouva des gens assez simples pour le croire, fut le vrai fondateur de la société civile. Que de crimes, de guerres, de meurtres, que de misères et d’horreurs n’eût point épargnés au genre humain celui qui, arrachant les pieux ou comblant le fossé, eût crié à ses semblables: Gardez-vous d’écouter cet imposteur; vous êtes perdus, si vous oubliez que les fruits sont à tous, et que la terre n’est à personne.

    Der erste, der ein Stück Land mit einem Zaun umgab und auf den Gedanken kam zu sagen “Dies gehört mir” und der Leute fand, die einfältig genug waren, ihm zu glauben, war der eigentliche Begründer der bürgerlichen Gesellschaft. Wie viele Verbrechen, Kriege, Morde, wieviel Elend und Schrecken wäre dem Menschengeschlecht erspart geblieben, wenn jemand die Pfähle ausgerissen und seinen Mitmenschen zugerufen hätte: “Hütet euch, dem Betrüger Glauben zu schenken; ihr seid verloren, wenn ihr vergesst, dass zwar die Früchte allen, aber die Erde niemandem gehört.”

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

    * * * * *

    Yet the Industrial Revolution does not lie within Adam Smith’s “historical present,” nor does his system of economic doctrines make provision for any of its peculiar issues. What he has to say on the mechanics of industry is conceived in terms derived from an older order of things than that machine industry which was beginning to get under way in his own life-time; and all his illustrative instances and arguments on trade and industry are also such as would apply to the state of things that was passing, but they are not drawn with any view to that new order which was then coming on in the world of business enterprise.

    Like other men Adam Smith did not see into the future beyond what was calculable on the data given by his own historical present; and in his time that later and greater era of investment and financial enterprise which has made industry subsidiary to business was only beginning to get under way and only obscurely so.

    Thorstein Veblen,
    “The Vested Interests and the Common Man”,
    1919

    * * * * *

    “Quis custodiet ipsos custodes?”

    Romalı şair “Juvenal (Decimo Giunio Giovenale)”,
    1. yüzyıl

  116. Necipgiller epistemi içinde yaşayanlara…
    *
    Canı cehenneme rahat uyuyanın
    Kapısını örtenin perdesini çekenin
    Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın
    Duvarları ancak çarpınca görenin
    Canı cehenneme başkasının yangınıyla
    Evini ısıtıp yemeğini pişirenin.

    Bahçesine dek gelen alevleri
    Şehrayin sanan aptalın
    Canı cehenneme,camlarında
    Parçalanmış cesetler uçarken
    Bir iğdiş incelikle çiçekleri sulayanın.
    Mutfakla yatak odası arasında
    Çarşılarla gövdesi bencillik hırsı
    Yılgınlıkla yenilgisi arasında
    Dünyayı tüketenin canı cehenneme.

    Şükrü Erbaş

  117. Hepsini alintilamayacagim –dramatik komedinin de bir yeri ve siniri var cunku– fakat surasini alip cevap vereyim:

    “Canı cehenneme rahat uyuyanın”..

    Hmm…

    Birisi, lutfen, bana bu Sukru Erbas nam ‘infaz fermancisi’ ve dahi sair namzedi zat-i muhteremin hangi ulvi mucadelede fiilen kavgaya girdigini acikca ve detaylariyla yazmazsa, bunun da “kimimiz öldük, kimimiz nutuk soyledik” turunden bir bosbogazlik olduguna rahatca hukmedebiliriz.

    Duygulara hitap ederek ortmege calistiginiz yetersizliklerinizi goruyoruz.

    Gecin bunlari.

    Dagarciginizda bilgi varsa –tevaturlerden degi, ayaklari yere basan ‘bilgi’den bahsediyorum–, onu yazin.

    Sair (ve bozuntularinin) ve muneccim (ve onlarin diskilariyla beslenenlerin) lagalugalarina itibar etmiyorum.

  118. Birisi ya da bir grup maceraperest bilmemne daginin zirvesine cikmak karari alirlar. Buraya kadar sorun yok; olabilir, istedikleri yere gitmek icin yola cikmak ozgurlukleri var.

    Ama, bu salaklar surusu, beceremez, hava bozuldugunda –ya da karadiginda– yollarini kaybederler; kaybolurlar.

    Kimisi ucurumdan duser yaralanir ya da zibarir; kimisi ac kalir, yardim ister.

    Simdi..

    Yola cikmadan once, bu tur ihtimallere karsi bir tedbir almamis (mesela, bir kurtarma ekibini sigorta amaciyla kiralamamis) bu ahmakla guruhunun kurtarilmasi icin devletin imkanlarini (yani, benim vergilerimle saglanan imkanlari) seferber etmenin neresi savunlabilirdir?

    Ayni sekilde, imkanlari belli birisinin imkanlarinin otesinde sartlar gerektiren sayida cocuk sahibi olmasini (cocuk sahibi olmak ozgurlugunu kullanmasi), sonra da, geliri yetmeyince, ‘dovlet, dovlet’ demesini neden anlayisla karsilamaliyim?

    Ya da, her turlu egitim imkani verilmis, onemli bir kismi da subsidize edilmis, bir veledin, beyaz ya(la)ka mertebesine eristikten sonra, geldigi durumdan viyak viyak vidi vidi sikayet edisine neden kulak kabartmaliyim?

    Kisacasi, keyfini surerken baska kimseye zirnik koklatmayanlarin sorunlarinin bedelini neden ben (de) odemeliyim?

    Kendi dusen aglamaz.

    “Quis custodiet ipsos custodes?”

    Yeah. Sirf bu tur cevapsiz bir soru var diye, zat-i zibidinizi muhafiz tayin etmeliyiz; degil mi?

    Cok beklersiniz.

  119. Ekolojik veriler.. Olmaz..
    Şiir olmaz; anlamam!
    bu veriler bir “insana” ne anlatır?
    Görelim…
    **
    85 KİŞİ 3.5 MİLYAR KİŞİDEN DAHA ZENGİN

    Yüzde 1’in içerisinde yer alan 80 kişinin toplam malvarlığı geçen yıl 1 trilyon 900 milyar dolar olarak hesaplandı. Sadece 85 kişinin mal varlığı ise, dünyada yaşayan 3.5 milyar insandan daha fazla servete sahip bulunuyor.

    Yüzde 1’in içerisinde kişi başına düşen yıllık gelir de 2.7 milyon dolar olarak hesaplandı.

    Bu da dünya nüfusunun yüzde 80’inin dünyadaki toplam zenginliğin sadece yüzde 5.5’ine sahip olduğu anlamına geliyor.
    Davos’taki Dünya Ekonomik Forum’u öncesi açıklanan Oxfam raporunda, dünyadaki servet dağılımı ele alındı. Sadece 85 milyarderin serveti, dünyada geri kalan 3.5 milyar kişiden daha fazla.
    EN FAKİRLER DAHA FAKİRLEŞTİ

    Küresel gelir eşitsizliğinin giderek arttığı uyarısında bulunan Oxfam, son 4 yıl içerisinde en fakir yüzde 50’nin gelirinin 700 milyar dolar gerilediğini belirtti.

  120. Sayın (Necip) 113'e

    Sayın “Necip” 113,

    [“Quis custodiet ipsos custodes?”
    Yeah. Sirf bu tur cevapsiz bir soru var diye, zat-i zibidinizi muhafiz tayin etmeliyiz; degil mi?
    Cok beklersiniz.]

    Vah Vah vah!

    İnsanda biraz utanma arlanma olur; [zibidi] sizsiniz, vücuduna kanalizasyon kokusu sinmiş sayın “Necip”! (Not: “Ad hominem” yapmayı bıraktığınız anda; bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da sizin benimsediğiniz üslubu kullanmayı terkedeceğiz, ve özür dileyeceğiz sayın “Necip”. Fakat “ad hominem”i sürdürürseniz; aynı karşılığı almaya devam edeceksiniz.)

    “Muhafızlık” denen şeyi kökten kaldırmak gerekirken; [muhafiz tayin etmeliyiz; degil mi?] sorusunu soran kişinin ne “diyalektik materyalizm”den, ne “diyalektik gül bitti”den, ne de “praxis & praksis”den haber var! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Hayatta “muhafızlık müessesesi”ne ihtiyaç yok ki; muhafız tayin etmek istenilsin! “Quis custodiet ipsos custodes?” sorusunun ne bağlamda sorulduğunu anlamamışsınız; sonra gelmiş bu sayfada hönkürüyorsunuz!

    Zaten o*****luğu “profesyonelce yapmayanlara!” hönküren sayın “Necip” gibi bir zihniyetten; o*****luğu besleyen yegâne kaynak olan kapitalizme karşı birkaç ufak karşı çıkış yapmasını beklemek aşırı optimistlik olurdu! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre AMATÖRLER ÖLSÜN, PROFESYONELLER YAŞASIN!

    Sayın “Necip” belki İlber Ortaylı üstadımızın piyasadan saklanmış aynı yumurta ikiz kardeşi de olabilir: CAHİLLER ÖLSÜN, “BİLGE OLDUĞUNU ZANNEDENLER!” YAŞASIN!

    * * * * *

    “Ayn Rand” hiç ölmemiş; aramızda yaşıyor! İsmi “Necip”!

    “John Galt”ı sadece Rand’ın kitabında geçen bir karakter zanneder idik; canlı bir insan imiş! İsmi yine “Necip”!

    Kendisi de farkında ama itiraf etmek işine gelmiyor:
    Sayın “Necip” (eğer varsa) evladını/evlatlarını DA “Beyaz Ya-LA-ka” yapmak için kapitalizm tarafından mahkûm edilmiş! EĞER BUNUN TERSİNİ SÖYLÜYOR VEYA BUNDAN HİÇ BAHSETMİYORSA; YALAN ATIYOR DEMEKTİR!

    HEY MR NECIP; YOU ARE “NOT ALONE” ON EARTH!
    YOU DO NOT LIVE ON AN ABANDONED ISLAND ON YOUR OWN! CAPITALISM & CORPORATOCRACY ENGULF YOU AND YOUR FAMILY, TOO!
    YOU AND YOUR FAMILY, TOO, ORDINARY SLAVES OF CAPITALISM & CORPORATOCRACY!
    YOU, MR NECIP, ALSO HAVE TO EDUCATE YOUR CHILDREN (IF YOU HAVE ANY), HAVE TO PUSH THEM TO BE “COMPETITIVE WHITE COLLAR CRIMINALS!” WHY?! BECAUSE; CAPITALISM DICTATES YOU, TOO!
    ANY YOU JUST IGNORE THE FACTS! WHAT A PITY!
    WAKE UP AND SMELL THE COFFEE!

    [Kisacasi, keyfini surerken baska kimseye zirnik koklatmayanlarin…] VAH VAH VAH! [KEYIF SURUYORMUSUZ!] DEMEK! [ZIRNIK KOKLATMIYORMUSUZ!] DEMEK! Sayın “Necip”; siz, bizleri; ABD’deki “Koch Industries, Inc.” veya Türkiye’deki “Koç Holding A.Ş.” mi zannettiniz?! [Keyif suren] ve [zirnik koklatmayan] bu iki şirketokrasi gibilerdir! Elmalar ile armutları birbirine karıştırmayınız!

    [Keyif surenlerin] ve [zirnik koklatmayanlarin] devamını merak ediyorsanız;

    İşte liste:

    Lloyd Craig Blankfein,
    James P. Gorman,
    Klaus Martin Schwab,
    John McFarlane,
    Douglas Jardine Flint,
    Axel A. Weber,
    Paul Achleitner,
    Jean Lemierre,
    Federico Ghizzoni,
    Dennis M. Nally,
    Punit Renjen,
    John B. Veihmeyer,
    Mark A. Weinberger,
    Ahmet Muhtar Kent,
    Indra Nooyi,
    Sundar Pichai,
    Tim Cook,
    Oh-Hyun Kwon,
    Satya Nadella,
    Gregory R. Page,
    Donald John Trump,
    Charles de Ganahl ve David Hamilton Koch,
    Fred DeLuca,
    Alexandre Behring da Costa,
    Andrew James McKenna,
    Gregory B. Penner,
    Roman Abramovich,
    Mukesh ve Anil Ambani,
    Jack Ma (veya “Ma Yun”),
    Jeff Bezos,
    Jack Dorsey,
    Carly Fiorina,
    Ratan Tata,
    Rahmi Koç,
    Güler Sabancı,
    Ferit Şahenk,
    Ümit Nazlı Boyner,
    Bülent Eczacıbaşı,
    Ahmet Nazif Zorlu,
    Şarık Tara,
    Arzuhan Doğan Yalçındağ,
    İzzet Garih,
    Hakan Ateş,
    Ersin Özince,
    Turgay Ciner,
    Ahmet Çalık,
    Murat Ülker,
    Firuz Kanatlı,
    Mark Zuckerberg,
    Ethem Sancak,
    “Cengiz Grubu”,
    Cansen Başaran-Symes,

    Levent Erden
    https://twitter.com/leventerden/with_replies

    Sina Afra
    https://twitter.com/SinaAfra/with_replies

    Liste devam ediyor…

    Sayın “Necip”in hem Ayn Ran hem John Galt olduğunun ispatı: […bedelini neden ben (de) odemeliyim?]

  121. İsimde hata olmasın:

    Sayın “Necip”in hem Ayn Rand hem John Galt olduğunun ispatı: […bedelini neden ben (de) odemeliyim?]

    “Ayn Ran” değil “Ayn Rand” olacak. (Not: Rusya’da yaşadığı dönemde ve kapitalizm tarafından popüler yapılmadan önceki adı “Alisa Zinovyevna Rosenbaum”du.)

    Düzeltir, özür dileriz.

  122. Sayın (ogürse) 114'e

    {{{
    Aaa… sayın “ogürsel”, siz keriz misiniz?!

    O 3,5 milyar kişi de tembel olmasaydı, kapitalist sistemde ölümcül rekabete girseydi, yükselseydi yükselseydi yükselseydi…
    }}}

    Sayın “Necip” eğer size yukarıdaki cevabı verirse hiç şaşırmayacağız! (Umarız bu cevabı vermez!)

    “85 kişi kendini kurtarmışsa; 3,5 milyar kişi niye durduk yere ağlıyor ki! 85 kişi diğerlerini düşünmek zorunda mı?!” diyenler çıkabilir!

    “AYN RAND”IN KİM OLDUĞUNU HEPİNİZ ÖĞRENİNİZ! SAYIN “NECİP” AYN RAND’IN İKİZİDİR!

    UYARI:

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

  123. Sizin kafaniz fena halde karismis..

    Bir onceki yazinizda 7 milyar insanin cok oldugundan, ekolojinin bunu kaldiramayacagindan (elinizde anlamli bir veri varmiscasina) bahsediyordunuz.

    Simdi de, konuyla neresinden alakali oldugu sirf zat-i alinizin malumu olan bir muammayla devam ediyorsunuz:

    “Bu da dünya nüfusunun yüzde 80’inin dünyadaki toplam zenginliğin sadece yüzde 5.5’ine sahip olduğu anlamına geliyor.”

    Bravo. En azindan 4 islem cinsinden aritmetiginiz var. Bir de konular arasinda mantiksal baglar da kurabilseniz, kimbilir ne hikmetli lakirdilar edeceksiniz..

    Cevre sorunlarinin gelir dengesizliginin bir sonucu oldugunu mu iddia ediyorsunuz; nufus artisinin gelir dengesizliginden kaynaklandigini mi; belli degil.

    Lutfen, fikirlerinizi berraklastirdiginiz zaman yaziniz.

    Siir filan istemez.

  124. Lallaylom daga tirmananlar, luzumundan cok cocuk peydahlayanlar, plazalarda laklak edenler, keyfini surerken benimle paylasmis degil.

    Keyfini kim suruyorsa, derdini de o(nlar) ceksin.

    Bu kadar basit.

    Gelelim Koc ve digerlerine:

    Gelir paylasimi acisindan servet ve gelirlerine cok daha yuksek vergiler uygulanmasi taraftariyim.

    Ama, bunu sizinle bu baslik altinda konusmak anlamli degil cunku siz o yagli kapinin kulusunuz ve [“gavurun ekmegini yiyen kilicini sallar” ya da “pasa, pasa! once uniformani cikar” dusturu geregi] o kapilardan ayrilmadiginiz surece de sikayetleriniz mesru/muteber olmuyor.

    Baska bir deyisle, klavye fesadinizi ciddiye almiyorum.

    ‘Zeitgeist tarikati’ mensubu olmanin Turkcesinin ‘devran’ci, ‘gidisat’ci oldugunu yazmistim; sizi okudukca bunun daha isabetli karsiliginin ‘eyyamci’ oldugu kanaatine vardim.

    Bir eyyamcinin kendisine ‘zat-i zibidi’ denmesine neden itiraz ettigini samimi olarak merak ediyorum; cunku, hem bir yagli kapiya kul olmak hem de bundan sikayet etmekten baska bir sey yapmayan birisine daha uygun bir hitap sekli yok.

  125. “‘Muhafızlık’ denen şeyi kökten kaldırmak gerekirken; [muhafiz tayin etmeliyiz; degil mi?] sorusunu soran kişinin ne ‘diyalektik materyalizm’den, ne ‘diyalektik gül bitti’den, ne de ‘praxis & praksis’den haber var!”

    Diaylektik gakguklarinizi sevdim; yani pek de sevimli duruyorlar uzun ve tutarsiz bir cumlenin icine rastgele serpistirildiklerinde..

    Simdi… Bir de ‘muhafiz’lari nasil kaldiracaginizi bir sekilde uydurup yazarsaniz, eminim cok daha fazla eglenecegim.

    ‘Ihkak-i hak’ki mi savunacaksiniz, yoksa daha dogal/ilkel cozumleriniz mi olacak.

    Merakla bekliyorum.

    “o*****luğu besleyen yegâne kaynak olan kapitalizme karşı birkaç ufak karşı çıkış yapmasını beklemek aşırı optimistlik olurdu! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!”

    Evet, ölmüşsünüz de aglayaniniz yok; cunku we –or, at least, I– don’t suffer fools gladly.

    Siz hala daha ayni kirik plagin bir turlu susmayan cizirdamalarisiniz: Orospulugun en eski meslek oldugunu; dolayisi ile, sizin kafanizdaki ocu olan ‘kapitalizm’e –kronolojik anlamda– tur ustune tur bindirdiginin bile farkinda degilsiniz.

    Ne demisti Sait Faik?

    “Sair sayiyorlar kendilerini; daha balik isimlerini bile bilmiyorlar!”

    [Raki sofrasi ayyasligini sairligin birinci sarti sayiyordu kendisi; ama o kadar da olsun; kimlerine gore buyuk sanatcidir.]

  126. Sayın (necip) 120'ye

    Sayın “necip” 120,

    [“o*****luğu besleyen yegâne kaynak olan kapitalizme karşı birkaç ufak karşı çıkış yapmasını beklemek aşırı optimistlik olurdu! Yazık! Ölmüşüz de ağlayanımız yok!”

    Evet, ölmüşsünüz de aglayaniniz yok; cunku we –or, at least, I– don’t suffer fools gladly.

    Siz hala daha ayni kirik plagin bir turlu susmayan cizirdamalarisiniz: Orospulugun en eski meslek oldugunu; dolayisi ile, sizin kafanizdaki ocu olan ‘kapitalizm’e –kronolojik anlamda– tur ustune tur bindirdiginin bile farkinda degilsiniz.]

    O******luğun [en eski meslek] olduğunu varsayarsak; bugün de, yarın da devam edecek diye bir kaide mi var?! Şahsınız da yukarıda “tercihlerden” ve “dayatmalardan” bahsetmişti; ne çabuk unuttunuz!

    O******luğu seve seve icra etmenin kapitalizmle doğrudan bağı yok.

    Fakat insanları, ekmek parası uğruna o******luğa mahkûm etmenin sebebi kapitalizm!

    Algı mekanizmanızda problem mi var?!

    Ayn Rand sizin beyninizi bu derece mi zehirledi?!

  127. Tükettiren Kapitalizm İnsanı Tüketiyor

    Gülhan Dildar

    Kapitalist sistemde üretim, insan ihtiyacı esas alınarak yapılmaz. Bu akıldışı sistemde üretimin ana amacı burjuvazinin kâr elde etmesidir. Her kapitalist daha fazla ürün üreterek piyasaya sürmeyi ve pazara sürdüğü malların kısa sürede tüketilip kâra dönüşmesini ister. Gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalistlerin asıl hedefi, bu ürünlerde kristalleşmiş olan işçinin ödenmemiş emeğini realize etmektir. Bu nedenle ürünlerin daha fazla tüketilmesi için hedef kitle belirlenir ve her türlü yolla tüketim arttırılmaya çalışılır.
    Dünya üzerinde bir yanda zenginlik artarken ve üretim bollaşırken, öte yanda çocuklar yeterli beslenememek gibi kolaylıkla önlenebilir sebeplerden dolayı ölüyorlar. Her geçen gün çelişkilerin giderek derinleştiği kapitalist toplumda gıdadan giyeceğe, iletişim araçlarından beyaz eşyaya varıncaya kadar pek çok ürün seri bir şekilde üretiliyor ve ihtiyaç fazlası bile tüketilsin isteniyor. Bu yüzden, TV, radyo, internet gibi pek çok araç kullanılarak toplumda tam bir tüketim çılgınlığı yaratılmış durumda. Hiçbir fırsatı kaçırmayan kapitalistler, “özel günler” adı altında mağaza vitrinlerinden, billboardlardan yaptıkları duyurularla hediye alma bahanesiyle tüketimi arttırmaya çalışıyorlar. İnsanlar kafalarını nereye çevirse bir “indirim” ilanıyla karşılaşıyor. Tanıtımlar, el ilanları, şaşaalı vitrin reklâmlarıyla “indirimler, promosyonlar” adeta insanların gözüne sokuluyor. İnsanlar birer alışveriş canavarına dönüştürülüyor.
    Krizin daha da derinleştiği ve savaşın yaygınlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Ancak kapitalistler, bu sürecin çok iyi farkında olmalarına rağmen medya gibi manipülasyon araçlarını da kullanarak hiçbir şey olmuyormuş ve hayat rutin, olağan bir şekilde akıyormuş gibi bir algı yaratıyorlar. Topluma sürekli olarak “tüketin ve mutlu olun” mesajları pompalanıyor. Medya araçlarıyla bir yandan işçi ve emekçi kitlelerin bilinçleri, vicdanları teslim alınırken, öte yandan tüketim alabildiğine kışkırtılıyor. Özellikle reklâmcılık alanı hem burjuva ideolojisinin yeniden ve yeniden üretimi hem de tüketimin arttırılması için kapitalistler açısından oldukça önemli. Kapitalistler pazarladıkları ürünlerin reklâmlarına tonla para harcıyorlar. Dünyada her yıl yaklaşık 500 milyar dolar harcanıyor reklâmlara. Burjuvazi, emrinde çalıştırdığı reklâmcılık uzmanları, psikologlar aracılığıyla, ürünlerin daha geniş kitlelere nasıl ulaştırılacağı üzerine titizlikle çalışmalar, analizler yapıyor. Örneğin reklâmlarda çocukları kullanarak daha geniş bir yaş grubunu tüketime zorlamayı hesap ediyor. Reklâmı yapılan ürünlerin alımı konusunda çocukların ebeveynlerine baskı yaparak tüketimi arttırmaları hedefleniyor.
    Son yıllarda her yeri pıtrak gibi devasa alışveriş merkezleri sardı. Tüketim artışını sağlamak için tasarlanmış araçlardan biri olan AVM’lerde gezip dolaşmak son yılların trendi olurken, kitap okumak, dünyada olup bitenlere kafa yormak ise demode oldu. İçinde çocuk parkı, oyun alanları, sinema vs. bulundurulmasıyla kitlelere pek çok alternatif ürün ve hizmet bir arada sunularak ailelerin çocuklarıyla birlikte AVM’lere akması sağlanıyor. İstenilen bir alana ulaşmak için neredeyse tüm mağazaların önünden geçilecek şekilde dizayn edilmiş AVM’lere gitmişken de alışveriş yapılır! İşçiler ceplerinde para olmamasına rağmen kredi kartları aracılığıyla tüketim çılgınlığının eşiğine getiriliyor. Ay sonunu getirebilmek için gece gündüz mesailere kalmak zorunda olan işçiler dahi, sürekli piyasaya sürülen yeni ürünlerin tüketim ağına düşmüş durumda. Her yıl yeni bir özellik eklendiği bahanesiyle piyasaya sürülen akıllı telefonlar, LCD televizyonlar, otomobiller vs… Alım gücü düşük geniş işçi kitleler, hayatlarının ev-iş çemberine mahkûm olması pahasına borcun altına giriyorlar. Taksitli alışveriş öylesine teşvik edilmiş durumda ki, kimi zaman trajikomik durumlar ortaya çıkıyor; alınan mal eskiyor ama taksitler hâlâ devam ediyor. Borç yükünün altına giren işçiler, işsiz kalma korkusuyla uzun çalışma saatlerine katlanmak zorunda kalırken, ağır çalışma koşullarına ses çıkaramaz hale geliyor. Böylece tüketimi arttırıp cebini dolduran burjuvazi, işçileri başını kaldıramaz hale getirerek bir taşla çok sayıda kuş vurmuş oluyor.
    Teknolojinin gelişmesiyle oyuncak ve eğlence alanında da pek çok yeni ürün piyasaya sürüldü. Şimdilerde çocuklu ailelerin evlerinde neredeyse tablet bilgisayarı olmayan yok. İki yaşındaki küçücük çocuklar dahi ellerine aldıkları tabletlerle sanal âlemde oyun oynuyorlar. Aileler çocuklarının basıncıyla sıradan bir oyuncak alır gibi tablet almaya zorlanıyorlar. Böylece tablet bilgisayar tüketimi arttırılmış olurken, çocuklar ise sanal oyunlarla yalnız başına ve asosyal bir şekilde, paylaşımdan uzak büyüyorlar.
    İnsanlığın çıkarlarının aksine kâra dayalı üretimin yapıldığı kapitalist sistemde, tüketim arttıkça mutlu olmak bir yana ruh sağlığı giderek bozulan bir toplum ortaya çıkıyor. Burjuvazi tüketimi arttırırken toplumun ahlâki, insanî tüm değerlerini ayaklar altına almaktadır. Toplumsal çıkarlar yerine bireysel çıkarlar öne çıkarılıyor. Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma gibi erdemlerin yerini bencillik, rekabet kıskançlık gibi toplumsal yaşamı baltalayan, onu sakatlayan davranışlar alıyor. İnsan ilişkileri de dâhil olmak üzere her şey alınıp satılacak, tüketilecek şekilde metalaştırılıyor. İnsanlar birbirlerine erdemli özellikleri yerine kullandıkları telefon markasına, aracına, evine göre değer verir hale getiriliyor. Yani kapitalizm çürüdükçe insanı da çürütüyor, hasta ediyor. Bugün her beş kişiden biri ruh sağlığını yitirmiş durumda. Hal böyleyken demek ki, daha fazla tüketmek, daha fazla yemek, içmek mutluluk için çare değil. Bu sadece gerçeklerden kaçmak ya da burjuvazinin gerçekleri perdelemesi anlamına geliyor.
    Elif Çağlı’nın “Böylesi Yaşamak Değil” adlı şiirinde dediği gibi, bir eşyanın boş düşüyle oyalanmak değildir yaşamak. Mutluluğu daha fazla tüketmekte gören ve sürekli tüketen milyonlar, aslında kendilerini tükettiklerinin farkında değiller. Kapitalizmin sahte mutluluk hayallerinden çıkıp insanlığın kurtuluşu için savaşmak gerek. İnsanlığı her geçen gün tüketen ve yıkıma sürükleyen kapitalist sömürü düzenini yıkmak için mücadeleyi büyütmek, yüreği eşitsizliğe, adaletsizliğe ve kapitalizmin yarattığı her türden çürümeye öfkeyle dolu her işçinin boynunun borcudur.

    http://marksist.net/gulhan-dildar/tukettiren-kapitalizm-insani-tuketiyor.htm

  128. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 119 ve 120

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM BEŞ (5) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 119 ve 120,

    Yahu sayın “Necip”; vurduğunuz davuldan bari melodik bir ses çıksın! Savuruyorsunuz tokmağı avare avare, kuru gürültü!

    [Gelelim Koc ve digerlerine:
    Gelir paylasimi acisindan servet ve gelirlerine cok daha yuksek vergiler uygulanmasi taraftariyim.]

    Ne yazdık yukarıda, “79”da; okumadınız mı?!

    {{{
    Siz, eğer, günümüzün “celebrity!” iktisatçısı Thomas Piketty’nin “kişilerin ve kurumların gelir düzeyine göre vergi alınması, ama özellikle gelir düzeyi yüksek olanlardan alınan vergilerde asla kayırmaca yapılmaması!” önerisine, buna ek olarak bir başka iktisatçı James Tobin’in “Tobin vergisi” önerisine bile karşı iseniz; size söyleyeceğimiz hiçbir şey artık yok! (Not: Piketty’nin de, Tobin’in de önerdiği çözümler, farklı disiplinlerdeki birçok iktisatçı tarafından “eleştirilmiş”, bu önerilerin “uygulanabilir olmadığı!” yönünde görüşler beyan edilmiştir. Kapitalizmin “zemininde çatlaklar oluşturabilecek!” derecede kuvvetli çözüm önerilerine, bu kadar coşkuyla itiraz edilmesine hiç ama hiç şaşırmıyoruz!
    }}}

    Sizinkinden farklı şey mi söylüyoruz?! Niçin hâlâ birbirimizin kafasına taş atıyoruz?! Biz kafalarımıza konformist konformist taş atarken; kapitalizm tam gaz katliamlara devam ediyor!

    === SERMAYE %10’UN ELİNDE! ===

    === KAPİTALİST SİSTEMDE “BOŞ İŞLER VE BOŞ MESLEKLER” NİÇİN YARATILDI?! ===

    Kamu borcu, Avrupa’nın içinden çıkmak için çabaladığı ekonomik krizin başlıca nedenlerinden biriydi. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere diğer ülkeleri de az veya çok etkileyen bu krizin yansımalarını hâlâ yaşıyoruz. Dolayısıyla güncelliğini koruyan bu konuya büyük katkı veren bir tartışmayı Haldun Bayrı’nın çevirisi ile sizlerle paylaşıyoruz.

    Tartışmanın bir tarafında “21. Yüzyılda Kapital” kitabının yazarı, Fransız ekonomist Thomas Piketty, diğer tarafındaysa “Occupy Wall Street”in teorisyeni, Amerikalı anarşist & antropolog David Graeber var.

    Graeber’in Paris’te bulunduğu bir sırada ikiliyi Fransa’nın önde gelen bağımsız internet platformlarından “Mediapart” bir araya getirdi. Joseph Confavreux ve Jade Lingered tarafından gerçekleştirilen tartışma 6 Ekim 2013’te yayınlandı.

    *****
    Joseph Confavreux & Jade Lingered:

    Antropolog David Graeber’ın “Borç, İlk 5000 Yıl”ı ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 ) ve ekonomist Thomas Piketty’nin “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”i ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yirmi-birinci-yuzyilda-kapital-karton-kapak/351495.html ), son dönemin kuşkusuz en güçlü ve arıtıcı siyasî denemeleri.

    İnsanlar arasındaki eşitsizliğin ve borçlardaki ağırlığın dayanılmaz doruklara tırmandığı bir duruma nasıl geldiğimizin çarpıcı bir manzarasını çıkarmak için, iki yazar da uzun tarihe (Piketty’de üç yüzyıl, David Graeber’da ise 5000 yıl) müracaat ediyor.

    İkisi de etkileyici bir külliyata dayanarak özgün çözümler öneriyor:

    Piketty’ye göre, sermayeden ve malvarlığından istisnaî, müterakkî (oranı matrahın çokluğu ile yükselen vergi) ve mümkünse dünya çapında bir vergi alınmalı;

    David Graeber’a göre ise, yüzyıllar boyunca çok sayıda toplumda örnekleri görüldüğü gibi, borç reddedilmeli.

    Graeber’ın Paris’e gelmesi vesilesiyle iki araştırmacıyı bu yüzden görüştürmek istedik. Borçlanma ve eşitsizliklerin artması süreçlerinden ekonomik, siyasî, ama aynı zamanda zihinsel bakımdan da özgürleşmenin nasıl mümkün olduğu sorusu üzerinde yoğunlaştı görüşmeleri:

    === SORU ===
    İkiniz de ekonomik ve mali sistemin tükenme noktasına geldiğini ve bu halde uzun süre dayanamayacağını söyler gibisiniz. Bunun başlıca nedenlerinin neler olduğunu her biriniz bana anlatabilir misiniz?

    THOMAS PIKETTY: Sistemin çöküşünün arifesinde olunduğundan emin eğilim; en azından sâfî ekonomik bakış açısıyla. Siyasî tepkilere ve elitlerin toplumun artakalan kısmını durumun kabul edilebilir olup olmadığına ikna etme kapasitelerine çok bağlı bu. Çok etkili bir kanaat aygıtı var ise, sistemin bu halde kalmayı sürdürememesi için hiçbir sebep yok. Dolayısıyla sistemin çöküşüne sâfî ekonomik kuvvetlerin sebep olacağını sanmıyorum.

    Marx “kâr oranındaki düşüş eğiliminin kaçınılmaz biçimde kapitalist sistemi devireceği”ni düşünüyordu. Ben bir bakıma ondan daha kötümserim, çünkü ortalama %5 gibi bir sabit sermaye randımanı ve ölçülü bir büyümeyle bile, zenginlikler git gide daha fazla aynı ellerde yoğunlaşacak ve geçmiş mirasların ağırlığı daha da artacak.

    Ama bu, başlı başına, bir ekonomik çöküş oluşacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla benim tezim; Marx’ınkinden farklı, David Graeber’ınkinden de farklı. Bilhassa ABD’de olmak üzere hepimizin gözlemlediği bir “borç patlaması” oluştuğu muhakkak: Fakat, aynı zamanda, borcun toplamının hayli üstünde olan kuvvetli bir sermaye artışı da var.

    Dolayısıyla yaratılan net zenginlik pozitif, çünkü sermayenin büyümesi borcun yükselişinden de süratli. Bunun illâki iyi bir şey olduğunu söylemiyorum. Fakat bu hâdisenin sistem çöküşüyle eşanlamlı olmasını gerektirecek sâfî ekonomik bir sebep yok.

    === SORU ===
    Ama eşitliksizlikler düzeyinin dayanılmaz hale geldiğini söylüyorsunuz, değil mi?

    THOMAS PIKETTY: Evet, ama bu noktada da, bahsedilen ülkeye göre, caydırma ya da baskı aygıtı, veya ikisinin bileşimi, böyle bir durumun sürmesine izin verebilir. Bir yüzyıl önce, sanayileşmiş ülkelerin elitleri, kamuoylarına rağmen, her tür müterakkî vergi salınmasını reddetmeyi başarmışlardı. Müterakkî gelire bir vergi getirilmesi için bir savaş gerekmişti.

    DAVID GRAEBER: Ama bir kişinin borçlanması zorunlu olarak başka birinin zenginliğine tekabül eder, değil mi?

    THOMAS PIKETTY: İlginç bir nokta bu. Kitabınıza hayran oldum, getireceğim tek eleştiri, sermayenin borçla özetlenmediği olurdu. Kamu borcu da olsa özel borç da olsa, daha fazla borcun başkaları için kaynaklar yarattığı doğru. Fakat borç ile sermaye arasındaki mümkün farklılıkları cepheden zikretmiyorsunuz. “Sermayenin tarihi”yle “borcun tarihi” aynıymış gibi yapıyorsunuz. Borcun şimdiye kadar tasarlanabildiğinden çok daha önemli bir rol oynadığını söylemekte haklı olduğunuzu düşünüyorum.
    Özellikle de, ekonomistlerin sermaye birikimi, takas, paranın yaratılması ya da para karşılığı ile mübadele üzerine anlattıkları peri masallarındakinden…

    Borçlanma ilişkilerinde geçerli olan iktidar ve tahakküm ilişkileri üzerinde ısrar ederek bakışı kaydırtma tarzınız mükemmel. Ama sermaye bizatihi yararlıdır. Sermaye eşitliksizlikleri bir sorundur, ama kendi içinde sermaye bir sorun değildir. Bugün de öncekine nazaran çok daha fazla sermaye var.

    DAVID GRAEBER: Sermayenin borçla özetlendiğini söylemek istemiyorum. Fakat herkese bunun aksi anlatılınca; bu öykünün “ücretlilik tarihi”, “sanayi kapitalizmi” ve “sermayenin ilk biçimleri” üzerine bıraktığı boşlukları doldurmak da bize düşüyor. Tayfı genişletmeyi deniyorum. Borcun artışı esnasında kaynakların da arttığını neden söylüyorsunuz?

    THOMAS PIKETTY: Net zenginlik, yani borcu da hesaba kattıktan sonra hesaplanabilir kaynaklar arttı.

    DAVID GRAEBER: Önceye nazaran kişi başına daha fazla mı zenginlik var yani?

    THOMAS PIKETTY: Orası bâriz. Meskenleri ele alalım. Elli ya da yüz yıl önceye nazaran daha çok mesken olduğu gibi, bir üretim yılına oranla, öncekinden çok daha fazla “borcu düşülmüş” meskenler var. Bir yıllık (Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla) GSYİH’ya eklendiğinde, bütün ekonomik faaliyetten doğan gelirler diye tanımlanan ulusal sermayeyi ölçerseniz, ülkedeki kamusal ve özel tüm aktörlerin borçlanmasını bundan çıkarırsanız; zengin ülkelerdeki oran kırk yıldır artmıştır. ABD’deki artış Avrupa ve Japonya’daki kadar göz alıcı olmamıştır, ama artmıştır. Dolayısıyla kaynaklar borçtan çok daha hızlı artıyor.

    DAVID GRAEBER: Baştaki, “sistemin mümkün çöküşü” sorusuna dönersek; bu çeşit tarih tahminlerinin bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Şurası kesin ki, bütün sistemlerin bir sonu var ve bunun ne zaman vuku bulacağını bilmek çok zor. Ama kapitalist sistemde bir yavaşlamanın işaretlerini görüyoruz.

    Teknoloji düzeyinde, 1960 ve 1970 yıllarında olduğu gibi büyük icatlar arifesinde olduğumuz duygusunda değiliz. Siyasî görüşler anlamında, Birleşmiş Milletler’in kurulması ya da uzay programının başlatılması gibi savaş-sonrasının büyük projelerinden uzak görünüyoruz. Ekosistemimizin ve insan yaşamının sürdürülebilirliğini tehdit etmesine rağmen, iklim bozulmasına karşı bile hiç kimse bir şey yapamıyor.

    Bu güçsüzlük duygusu da tam olarak, 30 yıldır caydırma ve zorlama aygıtlarının, kapitalist sistemin sürdürülebilirlik koşullarını yaratmak da dahil olmak üzere her şeyden ziyade, “ideolojik savaşı kazanmak için seferber edilmiş olmalarından”dır!

    Neo-liberalizm; siyasete ve ideolojiye ekonomi karşısında öncelik tanımıştır. Strateji bakımından, kapitalizmi uzun vadede sürdürülebilir kılmak için işe koyulmaktan ziyade, kapitalizmin uzun vadede sürdürülebilir olduğuna inandırmak için yırtınmayı tercih etmiştir! Sonuç: Kendini boktan işlerde bulan insanlara başka mümkün hiçbir şey olmadığını düşündürecek ölçüde etkili bir muhayyile savaşıdır!

    Bu “kapitalist ideolojik hegemonya”nın bugün sınırlarına vardığı iyice görülüyor. Sistemin çöktüğü anlamına mı gelir bu? Söylemesi zor. Ama çökmeye başlasaydı da şu gördüğümüze benzerdi. Ekonomik sistemler temel değişimler geçirebilir. Kapitalizm yakın tarihlidir, başka bir şey haline gelebileceğini tahayyül etmek mâkul.

    === SORU ===
    Kapitalizm; sorunun bizatihi kaynağı mı, yoksa reforma uğratılabilir mi?

    THOMAS PIKETTY: David Graeber’ın kitabında en çok takdir ettiğim noktalardan biri, “kölecilikle kamu borcu” arasında kurduğu devamlılık. Borcun en uç biçimi köleliktir: İlelebet bir başkasına aitsinizdir; potansiyel olarak çocuklarınız da. Genel anlamda uygarlığın ilerlemelerinden biri, kölecilikten kurtulmak olmuştur.

    Oysa David Graeber’ın da bize açıkladığı gibi, borcun kuşaktan kuşağa kölecilikle yapılan aktarımı modern bir varoluş biçimine kavuşmuştur; o da kamu borcu ve onun borçlanmayı bir kuşaktan diğerine transfer etme imkânı veren artışıdır. Aşırı bir durum tahayyül edilebilir: Bir yıllık GSYİH değil de on ya da yirmi yıllık GSYİH mesâbesinde olan ve bütün üretimin, yaratılan bütün zenginliklerin “borç ödemesine tahsis edildiği”, köleleştirilmiş bir toplumu var etmekten ibaret, sonsuz bir kamu borcu miktarı! Bunun üzerinden herkes nüfusun içindeki bir azınlığın kölesi olurdu ki bu da tarihimizin başına bir dönüş olur!

    Fiiliyatta henüz oraya gelmedik. Nitekim borca karşı sürülecek çok sermaye var hâlâ. Fakat şeylere bu şekilde bakmak, borçlulara suçluluk duygusunun aşılandığı, her birimizin ulusal kamu borcunda 30 ila 40 bin Euro borç payımız olduğunun kafamıza kakıldığı şu tuhaf durumu anlamaya yardım ediyor. Ayrıca çılgın bir şey bu; zira, bir kez daha tekrarlayacak olursam, kolektif olarak borçlardan fazla kaynaklara sahibiz. Nüfusun büyük bir bölümünün çok az sermayesi var, çünkü sermaye bugün çok yoğunlaşmış.

    19. yüzyıla kadar; sermaye stokunun %90’ı nüfusun %10’una aitti.

    Bugün biraz farklı: ABD’de, sermaye stokunun %73’ü en zengin %10’un elinde!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  129. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 119 ve 120

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 119 ve 120,

    Bu öyle bir yoğunlaşma düzeyi ki, nüfusun %50’sinin sadece borcu var. Nüfusun bu yarısı için kişi başına kamu borcu, sahip olduklarından daha çok. Fakat nüfusun %50’sinin borçlardan fazla sermayesi var ve dolayısıyla “kemer sıkma politikaları”nı haklı göstermek için halk kesimlerine böyle suçluluk duygusu aşılamak saçma.

    David Graeber’ın yazdığı gibi “borcun iptali çözüm mü peki?” Hiç karşı değilim buna. Ama malvarlığı üzerinden, en üst basamakların mükellefiyet oranları yüksek bir müterakkî vergiden daha çok yanayım. Niye? Çünkü bir gün sonranın neye benzeyeceğini bilme meselesi bu. Borcu bir iptal ettiğinizde ne yapıyorsunuz? Plan ne?

    Borcu iptal etmek, son alacaklıyı, borcun son zilyetini suçlu telakki etmektir. Oysa işlediği şekliyle mali işlemler sistemi, en iri aktörlere iptalden epey önce ellerindeki kâğıtlardan kurtulma imkânı tanır. Son alacaklı, aracılık sistemi yüzünden, ille de çok zengin değildir. Borcu iptal ederseniz, bu yüzden zenginlerin para kaybedeceği kesin değil.

    DAVID GRAEBER: Borç iptalinin tek çözüm olduğunu ileri süren yok. Benim için, bir çözümler dizisi içinde kaçınılmaz bir unsur bu. Borcun iptalinin bütün sorunlarımızı çözebileceğini sanmıyorum. Daha çok kavramsal bir kopuş bu. Açık konuşursam, borcun toptan silinmesinin her halükârda şu veya bu şekilde vuku bulacağına inanıyorum.

    Benim için tartışma daha ziyade bu iptalin şekilleri üzerinde dönüyor:
    Ya açık bir biçimde, dikey bir kararla ve mevcut yapıları koruyarak olur;
    Ya da toplumsal hareketlerin itmesiyle olur!

    Konuştuğum siyasî ya da ekonomik yetkililerin çoğu borcun bir şekilde reddinin elzem olduğunu teslim ediyorlar!

    THOMAS PIKETTY: Benim sorunum da bu: Bankacılar sizinle aynı fikirde!

    DAVID GRAEBER: Borç silindiği andan itibaren asıl mesele, sonunu iyi getirmek için bu süreci nasıl ele alacağımızı bilmek! Zira tarihte, çoğu zaman hakkaniyetsiz olan mevcut toplumsal yapıların muhafazasına hizmet etmiş çok sayıda borç silme örneği var.

    Fakat borcun silinmesi bazen toplumsal değişimin oluşmasına da hizmet etmiş. Atina ve Roma anayasalarının kökenine bakalım mesela; iki durumda da bir borç krizi vardı ve bu krizi halletmenin bir şekli yapısal siyasî reformlar yapmak olmuştu. Roma cumhuriyeti ve Atina demokrasisi borç krizinden doğmuştur.

    Aslında bütün büyük siyasî dönüşüm anları şu veya bu şekilde borç krizinden doğmuştur. Amerikan Devrimi sırasında Büyük Britanya nezdinde borcun reddedilmesi taleplerden biriydi.

    Siyasî mucitlik gerektiren benzer bir anla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum!

    Ama borç silme kendinde bir çözüm değil, çünkü tarihte bunun korkunç biçimde geriletici versiyonları var. “Boston Consulting Group” bu konuyla ilgili olarak “Mezopotamya’ya Dönüş” başlıklı bir raporu böyle yumurtladı; toplu borç silme durumunda neler olup biteceğini görmek için modelleri elden geçiriyorlar. Vardıkları sonuç: Bunun büyük ekonomik karışıklıklar yaratacağı, fakat yapılmadığı takdirde de daha çok karışıklığın çıkacağı! Ekonominin “güncel yapıları”nı korumak istiyorsanız, buradan geçmenizin gerekeceği! İşte; borç silme önerisine tipik bir gerici cevap örneği!

    Kapitalizmle ilgili olarak ise, 50 yıldan fazla dayanabileceğini tahayyül etmekte zorlanıyorum; özellikle de ekolojik sorun bakımından. “Occupy Wall Street” hareketini somut öneri dile getirmediği için kınadıkları vakit (ki getirmiştik), biraz da kışkırtmak için, borcun iptali ve 4 saatlik işgününün getirilmesi çağrısında bulundum.
    Ekolojik açıdan yararlı olurdu ve çoğumuzun, büyük bir bölümü insanları meşgul tutmaktan başka hiçbir şeye yaramayan işlerde çalışmasını gerektiren çalışma zamanının aşırı büyümesine cevap verirdi.

    Günümüzdeki üretim tarzı, ekonomik ilkelerden ziyade ahlâkî ilkeler üzerine kurulmuştur.

    “Borcun”, “çalışma saatleri”nin ve “çalışma disiplini”nin artması; bunların hepsi atbaşı gidiyor gibi!

    Şayet “para”, hepimizin elde tuttuğumuz banknota aynı değeri verme vaadiyle oluşan bir toplumsal ilişki ise; çalışmaya bağlanma ve üretkenliğin geleceği hususunda ne tür vaatlerde bulunmayı dilediğimizi düşünmemek niye?! Bunun için “borcun yürürlükten kaldırılmasının kavramsal bir kopuş olduğu”nu söylüyorum. Demokratik biçimde tekrar müzakere edilebilir; başka toplumsal sözleşme biçimlerini tahayyül etmede bize yardımcı olması için.

    === SORU ===
    Thomas Piketty, size göre, borcun reddedilmesi “uygar” bir çözüm değil. Ne demek istiyorsunuz?

    THOMAS PIKETTY: Çünkü borçların son alacaklıları ille de ödettirmek gereken kişiler değildir. Zenginlikler üzerinden bir müterakkî vergi hakkında ne düşünürsünüz David Graeber? Bu sonuca ulaşmanın daha uygar bir tarzı gibi geliyor bana.

    Borcun feshedilmesinin sizin dışınızdaki en ateşli destekçilerinin, IMF ve Bundesbank’ta (Almanya Merkez Bankası) kullanılan deyişle “haircuts” (kesinti, tıraşlama, teminatın değer kaybetme ihtimaline karşılık borç verenin mağdur olmaması için ödenen risk primi) isteyenler olmasına gerçekten şaşakalmam üzerinde ısrar ediyorum!

    “Haircuts”, sözü şuraya getirir: Kamu borçlarının zilyetleri çok risk aldılar, dolayısıyla şimdi, ödeme yapmalılar. Yunanistan’ın borcunun değerini %50 indirelim; Kıbrıs’ın borcunun da %60’ını. Bu hiç de ilerici bir çözüm değil!

    Beni mazur görün ama, hedeflemek istediklerimizi daha iyi hedefleyebilmek için hangi aletle donanmamız gerektiği, hangi kolektif kurumları yaratmamız gerektiği sorununu “ciddiye almamanız” şaşırtıyor beni! Biz entelektüellerin rolünün bir kısmı da inşa etmek istediğimiz kolektif kurumları söylemek; vergi de bunların biri.

    DAVID GRAEBER: Müterakkî vergi bana “Keynesçi çağ”ın ve artık hakikaten savunulamaz görünen “büyüme oranı varsayımları” üzerine kurulu yeniden dağıtma mekanizmalarının tipik özelliği gibi geliyor. Bu “yeniden dağıtıcı mekanizma biçimleri”; tarihsel olarak “yeniden dağıtıcı vergi politikaları”nın yerleştirilmesiyle aynı zamanda oluşan ücret artışlarına bağlı yüksek üretkenlik tahminlerine dayanıyor.

    Acaba bu politikalar bir düşük büyüme ortamında sürdürülebilir mi? Toplumsal sonuçları ne olur?

    THOMAS PIKETTY: Düşük bir büyüme bu tipte “yeniden dağıtıcı vergi araçları”nı daha da arzu edilir kılar. Sadece geleneksel gelir vergisinden söz etmiyorum; düpedüz zenginliğin ve sermayenin müterakkî vergilendirilmesinden söz ediyorum!

    İnsanların sahip olduğu bir sermaye miktarı var; borçtan arındırılmış değer olarak. Bu sermayeye müterakkî bir mükellefiyet oranı dayatırsanız, çok aza sahip olanlar için mükellefiyet oranı negatiftir; bu da dolayısıyla borçlarının bir kısmının silinmesi anlamına gelir. Dolayısıyla “Keynesçi gelir vergilendirme politikaları”ndan çok farklı bir şey söz konusu.

    Ayrıca “düşük büyüme”, “gelir vergisi”ni ve “servet vergisi”ni daha da arzu edilir kılıyor, zira düşük bir büyümeyle birlikte, büyüme oranıyla sermayenin randıman oranı arasındaki makas açılır.

    İnsanlık tarihinin büyük bölümünde, ekonomik büyüme neredeyse sıfır mertebesinde olmuştur; sermayenin randıman oranı ise %5 civarında. Büyüme oranı savaş sonrası Avrupa’daki gibi %5 civarında olunca, ikisi arasındaki makas dardır dolayısıyla.

    Fakat büyüme oranı %1, hâttâ bazı Avrupa ülkelerindeki gibi negatif olduğu zaman; iki oran arasındaki makas muazzam açılıyor!

    Sâfî ekonomik bakış açısıyla bu bir sorun değil; ama toplumsal bir bakış açısıyla sorun, çünkü; büyük servet yoğunlaşmalarına yol açıyor! Buna karşı; “servetin” ve “malvarlığı”nın müterakkî vergilendirilmesi yararlıdır.

    DAVID GRAEBER: Ama sermayeye konulacak bu müterakkî verginin uluslararası olması gerekmez mi?

    THOMAS PIKETTY: Evet, elbette! Ben de sizin gibi “enternasyonalist”im, dolayısıyla bu noktada aramızda bir tartışma çıkacağını sanmıyorum.

    DAVID GRAEBER: Yine de ilginç bu; zira, tarihsel olarak, kredinin güçlü olduğu bir çağa geçtiğinizde, genel olarak “borçluları koruyup alacaklıların saçmalıklar yapması”nı, “borçlulardan yana önlemler alma pahasına engelleyen” bir tür çıkıntı mekanizmanız vardır!

    Alacaklıların borçlular üzerinde fazla nüfuz kurmalarını engelleyen bu mekanizmalar çeşitli biçimlere bürünmüştür: Mezopotamya’da tanrısal hukuk monarşisi, Kitabı Mukaddes’te “yubil” yılı (elli yılda bir gelen azatlık ve meserret yılı), Ortaçağ’da kilise hukuku, Budizm, Konfüçyüsçülük: Kısacası, o toplumlarda kredi üzerindeki denetimi elinde tutan kurumsal ve-veya manevi bir aygıt vardı.

    Bugün; kredinin belirleyici olduğu bir evredeyiz, fakat işleri tersten yapıyoruz! Neo-liberalizm bir “iman biçimi gibi görülebildiği ölçüde” neredeyse dinî tabiatta olan çıkıntı mekanizmalarımız şimdiden var; fakat, borçluları alacaklılardan korumak yerine, tersini yapıyorlar!

    30 yıldır: “IMF”, “Dünya Ticaret Örgütü”, “Breton Woods”un rahminden çıkan mali kurumlar, “yatırım bankaları”, “çokuluslu şirketler” ya da “uluslararası sivil toplum kuruluşları”nın oluşturduğu bütün; (Birleşmiş Milletler’in aksine) kararlarını uygulatma olanakları bulunan “dünya çapında uluslararası bir bürokratik sistem” teşkil ediyor!

    “Finansçılar”ın ve “alacaklılar”ın çıkarlarını savunmak için bütün bu yapı göstere göstere yerleştirilmiş olduğuna göre, seferber edildiği amacın tersini yapması için o aygıtı dönüştürmek siyaseten nasıl mümkün olabilir?

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  130. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 119 ve 120

    [3. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 119 ve 120,

    THOMAS PIKETTY: Daha fazla insanı ikna etmek gerekecek, ne diyebilirim size?!

    Nereye gitmek istediğimizi bilmek bile önemli!

    Beni endişelendiren ise; bahsettiğiniz büyük kurumlar için borcu iptal etmenin sizin düşündüğünüzden çok daha doğal olması. Şu “haircut” deyişini niye seviyorlar? Çünkü pazarın ahlâk sisteminde kalıyorsunuz! Suçlu; borcu olan! Bence risk; finans kurumlarının sizin tasvir ettiğiniz istikamette gitmeleri.

    Tipik bir biçimde, Kıbrıs Krizi sırasında, sermayelere müterakkî bir vergi tasarısı tartışılmış olmasına rağmen, biraz terakkiyle, “IMF” ile “Avrupa Merkez Bankası”, sonunda herkese eşit bir dolaylı vergi tercihinde bulunarak “haircuts” usûlüne gitme kararı aldılar.

    Fransa’da, 1945-46’da, muazzam bir kamu borcu vardı. Çözüm için iki araç kullanıldı. Önce bolca enflasyon (ki tarihte borçtan kurtulmanın başlıca usûlüdür), fakat insanların elindeki azı da azalttı o; mesela yoksul yaşlı kimseler herşeylerini kaybettiler! Bunun sonucunda, herşeylerini kaybetmiş bu emeklilere asgari bir gelir biçimi, bir yaşlılık yardımı yaratılması için 1956’da ulusal mutabakat sağlandı. Zenginler bu enflasyon yüzünden hiçbir şey kaybetmediler! Enflasyon onların servetlerini azaltmıyor, çünkü sağlam aalanlara yatırıyorlar, bu da servetlerini koruyor!

    O zenginlere asıl para kaybettiren şey, o sırada yerleşen bir başka mekanizma: 1945’te getirilen bir müterakkî ve istisnaî vergi. Oysa 70 yıl sonra IMF, sermaye üzerinden bir tedrici müterakkî vergi getirmenin teknik açıdan imkânsız olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi! Şu bahsettiğiniz kurumların “haircuts”ı tercihinde güçlü ideolojik nedenler olmasından korkuyorum gerçekten!

    === SORU ===
    Bir “vergi kaçışı riski” yok mu?
    Sermaye sahiplerinin borçtan kurtulmaları, borcun iptalinin etkilerinden kurtulmalarından daha kolay değil mi?

    THOMAS PIKETTY: Hayır, borç reddinin etkilerinden de, enflasyonun etkilerinden de kurtulmak çok kolay.

    İri portföyler borç kâğıtlarını tutmazlar ve temiz sermayelerden oluşurlar. Vergi kaçışına karşı mücadele etmek mümkün mü? Evet, istenirse yapılabilir. Modern hükûmetler kararlarına saygı gösterilmesini istedikleri zaman bunu becerirler. Batılı hükûmetler, Kuveyt petrolüne Irak el koymasın diye Kuveyt’e bir milyon asker göndermek istedikleri zaman yapıyorlar bunu! Irak’tan korkmuyorlarsa, Bahamalar’dan ya da Jersey’den korkmaları için bir sebep yok; ciddi olalım! Servet ve sermaye üzerinden müterakkî bir vergi getirmek teknik sorunlar çıkarmıyor. Siyasî irade sorunu bu!

    *****
    David Graeber’ın Türkçe’ye çevrilen kitapları:

    “Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar”
    Çeviren: Bengü Kurtege-Sefer
    Yayınevi: Boğaziçi Üniv. Yayınları (2012)
    ( http://www.bupress.org/tanim.asp?sid=V5ZI6D5VXB8B3E8DU3QQ )

    “Tersine Devrimler: Siyaset, Şiddet, Sanat ve Hayalgücü Üzerine Denemeler”
    Çeviren: Aslı Esen
    Yayınevi: Everest Yayınları (2014)
    ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1357 )

    “Borç: İlk 5000 Yıl”
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları (2015)
    ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 )

    Thomas Piketty’nin Türkçe’ye çevrilen kitabı:

    “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”
    Çeviren: Hande Koçak
    Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları (2015)
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yirmi-birinci-yuzyilda-kapital-karton-kapak/351495.html )

    === BÜROKRASİ YÜZDE 1’E HİZMET EDİYOR! ===

    Kuzey Amerika’daki özgürlükçü düşüncenin teorisyeni ve “Occupy Wall Street” hareketinde başı çeken isimlerinden antropolog David Graeber, “Bir serbest pazar ekonomisini sürdürmek için 14. Louis’nin mutlak monarşisinin bin katı kırtasiye gerekir” diyor!

    Bu tespitten yola çıkan anarşist antropolog Graeber, “bürokratik kapitalizm”in yeni bir eleştirisinin ana hatlarını çiziyor.

    Fransa’nın popüler internet gazetesi Mediapart, Joseph Confavreux ve Jade Lindgaard’ın David Graeber ile gerçekleştirdiği söyleşiyi 1 Ocak 2016’da yayınladı.

    Röportajın Türkçe’ye çevirisini Haldun Bayrı yaptı.

    *****
    “Günümüzde bürokrasiden pek bahsedilmiyor. Buna karşılık 20. yüzyılın ortasında, özellikle de 1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başında, herkesin ağzında bu sözcük vardı.” diye saptıyor David Graeber, “Bürokrasi” başlıklı kitabının girişinde (“The Utopia of Rules: On Technology, Stupidity, and the Secret Joys of Bureaucracy”, Melville House, 2015).

    “Borç” üzerine yazdığı ve yüzbinlerce satan kitabıyla (“Debt: The First 5000 Years”, Brooklyn, N.Y. 2011, Melville House) ünlenen anarşist antropoloğa göre, bürokrasinin adının anılmaması, ona bağlı sorunların ortadan kalkmış olmasından değil; devletle karıştırmıyorsak, “yaşamımızın tüm yönlerini belirlemesi”ne rağmen buna “alışmış olmamız ve artık bürokrasiyi düşünmenin içimizden gelmemesi”ndendir.

    Nitekim, David Graeber’ın ileri sürdüğüne göre, “Bir serbest pazar ekonomisini sürdürmek için 14. Louis’nin mutlak monarşisinin bin katı kırtasiye gerekir.”

    Antropolog hatırlatıyor: “İngiliz liberalizmi kamu bürokrasisinin erimesine yol açmadı, tam aksini yaptı: Özerk bireyler arasında bir serbest sözleşmeler dünyasının liberal rüyasını mümkün kılan hukukçular, zabıt kâtipleri, müfettişler, noterler ve polis komiserleri yelpazesinin sürekli yayılmasına yol açtı!”

    Mesele, 1960 ve 1970 yıllarında kapitalizme karşı dövüşen solun taşıyıcısı olduğu anti-bürokratik bireycilik dilinin, “her toplumsal meseleye ‘pazar çözümleri’ talep eden bir sağ tarafından, artan bir yırtıcılıkla” devralınmış olmasıdır. Bu hareket karşısında, “klasik sol, eski refah devletinden artakalanı kurtarmayı denemek için acınası bir artçı kavgası vermek durumunda kalmıştır. Devlet’in icraatını daha ‘etkin’ kılma mazeretiyle, kamu hizmetlerinin kısmî özelleştirilmesini ve bizzat bürokratik idare yapısında ‘pazar ilkeleri’nin, ‘pazar teşvikleri’nin ve pazara dayalı diğer ‘sonuçtan sorumlu kılma usûlleri’nin git gide artan bütünleşmesini onaylamıştır; çoğu zaman hızlandırmıştır da.”

    Antropolog için bütün bunlar bir “siyasî felaket”e götürmektedir, çünkü “her toplumsal mesele karşısında, radikal solun çözümleri neredeyse her yerde düpedüz dışlanmıştır; ‘ılımlı’ solun çözümleri ise, değişmez bir biçimde, bürokrasinin en beter unsurlarıyla kapitalizmin en beter yönlerinin kâbusvâri kaynaşması haline gelmiştir.”

    Dolayısıyla David Graeber’ı izleyince, “nihaî hedefi kâr biçimiyle zenginlik çıkarmak olan, kural ve yönetmeliklere boğulmuş tek bir varlıkta kamusal ve özel gücün tedrici kaynaşması”na tanıklık etmekteyiz. Nitekim ona göre, “serbest ticaret ve serbest pazar, gerçekte dünya çapında idarî yapılar yaratılması anlamına gelir”, oysa “gelirlerden çıkarılan kârların bir kısmı, uzmanlığa dayalı ya da serbest mesleklerden ayrıcalıklı bileşenlere yönlendirilmekte veya şirketlerde kırtasiye meraklısı yeni bürokrat tipleri yaratılmasına hizmet etmektedir”, ki bu da önceki bir makalesinde kınadığı, “-stratejik vizyon koordinatörü, insan kaynakları danışmanı, hukuk analisti, vb. gibi- yapay ve bâriz biçimde anlamsız, uydurma meslekler”i teşvik etmektedir; “üstelik bu mevkilere getirilenler de şirkete hiçbir şey katmadıklarını gizliden gizliye bilirler.”

    David Graeber’ın teşhis ettiği bu bürokratik kapitalizme getirilecek bir sol eleştiri nasıl olurdu? Paris’e uğraması vesilesiyle ondan aldığımız bazı cevaplar şunlar:

    === SORU ===
    Hükûmetlerin aldıkları kararlarda çoğu zaman özel çıkarlar etkili olmasına rağmen, son kitabınızda bürokrasiye saldırıyorsunuz. Düşman o mu sahiden?

    DAVID GRAEBER: Hiç kimse düzenleme yapmak istediğini iddia etmiyor ama, gerçekte yaptıkları tek şeyse daha fazla düzenleme! Düzenleme yapmama fikri aslında ne anlama geliyor? Düzenlemeleri kaldırmak değil, yeni biçimlerini yaratmak anlamına geliyor. Mesela ABD’de, havayolu şirketlerindeki “düzenlemeleri kaldırdılar”. Somut olarak, birkaç küçük oligopol arasındaki rekabetin idaresi sisteminden, çok sayıda şirketin rekabete sokulmasına geçildi. Daha sonra telefon ve iletişim teknolojilerindeki düzenlemeleri kaldırdılar; sonra da sıra bankalara geldi. Bu alanda, birbiriyle rekabet halindeki çok sayıda küçük şirketten, az sayıda oligopolün rekabet ettikleri sisteme geçildi.

    Gerçekte “düzenlemenin kaldırılması” her anlama gelebiliyor. Bu sözcüğün özünde bir anlam yok. Düzenlemenin kaldırılmasından söz edildiğinde, aslında düzenlemeler sistemini kendi işine geldiği şekilde değiştirmekten söz ediliyor. Yani çoğu zaman bazılarının daha fazla para kazanması için bu. Kapitalizmin bugünkü işleyiş biçimi tam olarak bu: Birileri yararlansın diye kuralları değiştirmek. Siyaset git gide enikonu sermaye gelirinden kâr elde edip, aynı sermayeye daha da fazla gelir temin eden yeni kurallar yerleştirmek amacıyla siyasî yapıları etkilemek için bu kârın kullanılmasından ibaret bir hale geliyor!

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  131. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 119 ve 120

    [4. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 119 ve 120,

    === SORU ===
    Bugün sizi niçin araştırma konusu olarak bürokrasi (buram buram 60’lı yıllar kokan o terim) ilgilendiriyor?

    DAVID GRAEBER: Halk sınıfları neden sol partiler yerine sağ popülist partilere oy vermeye yatkın? Çünkü somut baskı tecrübeleri bizatihi kapitalizmden ziyade bürokratlardan, bütün işi yoksulları dertlerine yanmaya itmekten ibaret olan herkesten geliyor!

    İşin alaycı tarafı şu: Sağ ne kadar reform yaparsa bürokratlar da o kadar artıyor. Kınamak gereken bir kısır döngü bu. Anti-bürokratik sol eleştiri için muazzam bir potansiyel var.

    Biz (yani “Occupy Wall Street hareketi”) %1 ve %99’dan söz ettiğimizde muazzam bir yankı uyandırdı! %1 sadece bir ayrıcalıklılar sınıfı değil; bir sınıfın iktidarına da işaret ediyor bu!

    Bu %1, seçim kampanyalarında adaylara en çok para veren ve ekonomik büyümenin yararlarının çoğunu istifleyenler!

    Bu da bir tesadüf değil. Bugün kapitalizm git gide daha az (klasik Marksist açıklama uyarınca) ücretlerden artıdeğer çıkarılmasıyla işliyor; ve git gide daha çok borçla, borçla ilgili kesintiler ya da gecikme zamlarıyla doğrudan artıdeğer çıkararak işliyor. Bütün bunlar hükûmetin koyduğu kurallarla kararlaştırılıyor. Özetle, %1’i oluşturanlar paranızı alıyor ve bu parayı kendilerine daha çok kâr getirecek yasaları yazsınlar diye siyasetçilere veriyorlar!

    === SORU ===
    Sorun bürokrasi mi, yoksa kapitalizmin onu sahiplenme biçimi mi?

    DAVID GRAEBER: 19. yüzyılda, imparatorluk zamanında Büyük Britanya büyük bir kapitalist güçtü ve serbest ticaret retoriğini ciddiye alıyordu. Kapitalist şirketler nispeten ufaklardı; çoğu aile şirketiydi.

    20. yüzyılda ABD’de ve Almanya’da başka bir sistem yerleşti: Yüksek düzeyde bürokratikleşmiş bir şirketler kapitalizmi! ABD bürokratik kurumlar yarattı: “IMF”, “Dünya Bankası”, “Birleşmiş Milletler”. Daha önce bunlarla eşdeğer hiçbir şey yoktu. Bu büyüleyici.

    Amerika kendini, düzenlemesiz bireyciliğin ülkesi olarak görüyor, oysa inanılmaz bir biçimde bürokratikleştirilmiş bir toplum! Ve bu bürokratik rejim türünü dünyanın artakalanına dayatmış! Küreselleşme karşıtı hareketler; “Dünya Ticaret Örgütü”, “IMF” ve “Dünya Bankası” hakkında bunu vurgulamışlardır ve insanlar keşfettikleriyle dehşete düşmüşlerdir!

    === SORU ===
    Ama sorun bu bürokrasinin bizatihi varlığı mı, yoksa büyük şirketlerin avukatları veya lobicileri sayesinde çıkarlarını savunmak için daha fazla imkânları olması mı? Her şeyden önce bir güç dengesi oyunu değil mi bu?

    DAVID GRAEBER: Bu bürokrasi kendini yerleştirenlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlanmış. “Refah Devleti”nin 1940, 1950 ve 1960’lı yıllardaki serpilip gelişme devrinde bürokrasiyi halkın tarafına geçirmek için bir deneme oldu. Ama sadece boş bir umut olarak kaldı bu. “Bürokrasi” ve “Refah Devleti” sol tarafından yaratılmadılar; kökeninde, “Bismarck” gibileri tarafından, iktidar icrasının halk tarafından yürütülmesini engellemek için dikey bir yapı olarak yaratıldı. Bunları açık bir biçimde toplumu kendi hesabına çalıştırma yolları olarak tanımlamıştır: “Dürüstlüklerini sağlamak için onlara bir şeyler vermek lâzım” diye!

    “Refah Devleti” kurumlarının çoğu (mesela sağlık sigortası ya da kamu kütüphaneleri) halk hareketleri ve sendikalar tarafından yaratılmışken, hükûmetler onların bu örgütler tarafından yönetilmesine izin vermemişlerdir. “Dikey bürokratik sistemler aracılığıyla” yüklenmişlerdir onları! Sorun, bu idare erki bir kez bırakıldığında; artık geri alınamamasıdır! İşlerin “neredeyse askerî bir dikey karar sistemi uyarınca idare edilmesi”ni bir kez kabullendiğinizde; oyunu kaybetmişsiniz demektir! Neo-liberalizmin çelik gibi yasasıdır bu: “Daima daha fazla düzenleme ve bürokrat yaratır.” Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki 10 yıl boyunca, memurların sayısı %20 artmıştır!

    === SORU ===
    Solun suçu mu bu?

    DAVID GRAEBER: Hayır, ama budalaca davranmıştır. Sol, bürokrasiyi savunması gerektiğini düşünerek kendi tuzağına düşmüştür; oysa bürokrasi gerçekte git gide daha fazla sağın çıkarları hizmetinde hareket etmektedir. 1960’lı yıllardaki radikal militanlar (hippiler, sitüasyonistler…) bürokrasiye çok sert ve haklı bir eleştiri yöneltiyorlardı. Onlara göre, bürokratik kurumlarla işleyen toplumsal demokrasi, faşizmden ya da devlet sosyalizminden o kadar da uzak değildi.

    Ama bugün durum bütünüyle değişti.

    Sağ, eski solcu eleştiriyi kendi hesabına geçirdi! ABD’de “Cumhuriyetçi Parti”, Obama’nın sağlığa erişim reformunu (Obamacare) devlet sosyalizminin ve faşizmin bir biçimi olmakla itham ediyor. Sol ise bürokrasiyi savunuyor. Hâlbuki, bürokrasideki sorunlarımızın çoğuyla bankamızla ilişkilerimizde karşılaşıyoruz!

    Bilgisayarınızı tamir ettirmek için “Apple”a gidip de idarî soru fişleri, bitmek bilmeyen kuyruklar ve telefonda beklemeler cehennemine düştüğünüz vakit, bunun bürokrasi olduğunun hiç kimse farkına varmıyor!

    20. yüzyılın başında Kafka tarafından tasvir edilmiş olan bütün bu idarî çılgınlık, bugün gündelik yaşamımız hâline geldi! Oysa hiç kimse bunun bürokrasi olduğunu düşünmüyor, zira bürokrasi fikri hep hükûmet fikriyle birleştiriliyor!

    === SORU ===
    Ama bürokrasisiz bir demokrasi hayal edilebilir mi peki? Umumî menfaatin savunulmasını temin etmek için idareye ihtiyacımız var…

    DAVID GRAEBER: Evet, doğru. Ama 50 sene önce, bugüne nazaran yapılan işin %5’i kırtasiye idi. Bugün dünyanın o zamankinden daha karmaşık olduğunu zannetmiyorum.

    Öğretmenlik yapmak 20 ya da 50 yıl önceden üç misli daha mı karmaşık? Aynı şey, yalnız şimdi bunun idaresi için on misli insan gerekiyor. Her şeyin bireysel düzeyde idare edilemeyeceği doğru: Mesela “organ bağışı”. Fakat yararlı olmayı sürdürdüğü işlevleri daha iyi belirlemek için bürokrasinin elzem olmadığı fikrinden yola çıkmak gerekiyor.

    İnsanların “(direct democracy) doğrudan demokrasi” biçimleri yaratarak doğrudan eylemle yaptıkları; bürokrasiye bir alternatif örneğidir. ABD’de ya da İngiltere’de yararlı olacak tek bürokrasi biçimi, olmayan bürokrasidir: Tıbbî evveliyatınızın arşivi, mesela. Bürokrasinin çekici kısmı, gayri-şahsî bir sistem olmasıdır.

    === SORU ===
    İki yıl önce, fabrikalarını başka bir yere taşımak isteyen mal sahibine karşı grevde olan, Marsilya yakınındaki “Fralib” fabrikasını ziyaret ettiniz. Ne öğrendiniz orada?

    DAVID GRAEBER: Şirketin içinde karar alma ve işletme hususundaki tüm ara işlevleri; tahlilimi çok etkileyen bir tecrübe oldu. “Bullshit jobs” ya da “uydurma meslekler” üzerine metnimde yararlandım bundan.

    Neden şirketler “hiçbir şey yapmıyor görünen kimseler”i istihdam ederler?

    “Fralib”lilerin açıkladığına göre; geçmişte fabrikalarında istikrarlı bir üretkenlik ve ücret artışı yaşanmış. Sonra durmuş! Üretim sahalarına yeni teknikler ve yeni makineler getirdiklerinde, önceki gibi ücret artışından yararlanamamışlar. Bunun yerine, işverenleri git gide daha fazla kadrolu memur istihdam etmiş.

    İlk başta iki tane varmış: “İnsan kaynakları sorumlusu” ve “şef”. Sonra 7, 8, 9 kişi… Takım elbiseli olan ve işçilerin etrafında dolanıp duran kimseler. Yapacak pek işleri yokmuş. Dolayısıyla; çalışanları “gözlemlemeye”, “gözlemeye”, “değerlendirme sistemleri yaratmaya” koyulmuşlar; ve, sonunda, fabrikanın Polonya’ya taşınmasını önermişler! Kim bu insanlar? Çalışan değiller. İş idaresiyle (management) uğraşıyorlar. Rantın kârını tekrar dağıtmanın bir biçimi bu: Şirket zengin; o kadar çok para kazanıyor ki, onlara verecek hakiki işi olmaksızın bütün bu insanları işe alıyor!

    [DEVAMI 5. BÖLÜMDE]

  132. =BÖLÜM 5= Sayın (Necip) 119 ve 120

    [5. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 119 ve 120,

    === SORU ===
    Kitabınızda “diplomania”yı (diploma düşkünlüğünü) kınıyorsunuz. Bu nedir?

    DAVID GRAEBER: “Uygulamalara” değil de “belgelere” bakarak bir değer yaratma örneğidir bu!

    “Uygulama” üzerinde öğrendiğiniz bilgiler bugün “kâğıtlarla geçerlik kazanmak” zorunda!

    Kütüphaneciler gayrişahsî usûllerin yerleşmesi sebebiyle mesleklerini yeniden öğrenmek zorunda kaldılar; bu yüzden tekrar okula gittiler, krediler aldılar… Şifacılık sanatını ya da gazeteciliği icra etmek için, aniden, size bir diploma gerekiyor!

    Mali ve bürokratik kapitalizmle bağlantılı bir ruh hâline tekabül ediyor bu! Değerin “kâğıtlardan”, “idarî belgelerden” gelmesi fikri! Bir tür “fetişleştirme”!

    Şayet fakirseniz, sosyal yardım alabilmek için “bazı koşullara uymak ve çok sayıda kâğıt doldurmak” gerekiyor; ilettiğiniz bilgileri de birilerine havale etmiş oluyorsunuz.

    Orta sınıftansanız, kendinizi ve diğer meslektaşlarınızı değerlendirmekle geçiriyorsunuz zamanınızı… Dolayısıyla değerimizin “sınıflandırılmamızdan geldiği” fikri var; beraberinde de değerimizi yarattığını düşündüğümüz devasa bir belgeler ve soru fişleri zinciri geliyor; oysa yaratılan, zorakiliktir.

    * * * * *

    [Simdi… Bir de ‘muhafiz’lari nasil kaldiracaginizi bir sekilde uydurup yazarsaniz, eminim cok daha fazla eglenecegim.]

    Defalarca yazdık, “UYDURMADIK!”, yanına yaklaşmadınız:

    HEPSİ “ÇÖZÜM ÖNERİSİ”; “DAYATMA!” DEĞİL!

    [2007] “Zeitgeist: The Movie”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc

    [2008] “Zeitgeist: Addendum”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w

    [2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
    (Türkçe altyazılı)
    (Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
    https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A

    The Zeitgeist Movement Orientation Guide:
    (http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf)

    [İhkak-ı hak]kı nereden yumurtladınız sayın “Necip”?! Siz “hukuku çöp kutusuna göndermek” ile “muhafızlık” kelimesini birbirine karıştırıyorsanız biz ne yapalım! Aradaki farkı kendi kendinize öğrenecek kapasitede olduğunuz aşikâr, öğrensenize! “12 Angry Men”in ne olduğunu hiç mi bilmiyorsunuz?! (https://www.youtube.com/watch?v=kwrDBcSNP_A) Size defalarca yazdık, defalarca yazdık, defalarca yazdık: “Hayatı ıslah etmek” ile “kapitalizmi ortadan kaldırmak” aynı şey değil! İlk önce [fitratciliğinizdan] kurtulunuz!

    [‘Zeitgeist tarikati’ mensubu olmanin Turkcesinin ‘devran’ci, ‘gidisat’ci oldugunu yazmistim; sizi okudukca bunun daha isabetli karsiliginin ‘eyyamci’ oldugu kanaatine vardim.
    Bir eyyamcinin kendisine ‘zat-i zibidi’ denmesine neden itiraz ettigini samimi olarak merak ediyorum; cunku, hem bir yagli kapiya kul olmak hem de bundan sikayet etmekten baska bir sey yapmayan birisine daha uygun bir hitap sekli yok.]

    Bugünkü “nizam”; Adam Smith’in bir nevi kapitalizmin anayasa kitabı niteliğinde olan (1776) “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” eseri üzerinde işlemektedir!

    Bugunkü “nizam”; kapitalizmin en ölümcül dönemlerinden biridir!

    Bu “en ölümcül seviyelerinden birine daha yükselmiş olan kapitalizm”i ortadan kaldırmak için “The Zeitgeist Movement” çözüm önerileri sunar!

    Yukarıdaki referans bilgileri inceleyecek sabra erişebilirseniz; [eyyamci] zırvanız da dahil olmak üzere, bu sayfada yazdıklarınızın ekseriyetini düzeltme yazıları yazmak ihtimaliniz var! Ama nerede sizde o sabra erişmek!

    “Tarikat”ların nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsanız; Adıyaman, Konya, Isparta ve elbette İstanbul’da tura çıkabilirsiniz. Tabii arzu ederseniz İslamiyetin baskın olmadığı başka başka ülkeleri, başka başka dinleri, başka başka tarikatları incelemek için dünya turuna da çıkabilirsiniz; kapitalizmin cüzdanınıza ve banka hesabınıza koyduğu para kadarıyla!

    * * * * *

    [A]

    [Lallaylom daga tirmananlar, luzumundan cok cocuk peydahlayanlar, plazalarda laklak edenler, keyfini surerken benimle paylasmis degil.
    Keyfini kim suruyorsa, derdini de o(nlar) ceksin.
    Bu kadar basit.]

    [B]

    [Ama, bunu sizinle bu baslik altinda konusmak anlamli degil cunku siz o yagli kapinin kulusunuz ve [“gavurun ekmegini yiyen kilicini sallar” ya da “pasa, pasa! once uniformani cikar” dusturu geregi] o kapilardan ayrilmadiginiz surece de sikayetleriniz mesru/muteber olmuyor.]

    Bu kadar BASİT DEĞİL! Çünkü yalancısınız!

    [A] ve [B] ile ilgili size açık açık soruyoruz:

    Evladınız/evlatlarınız varsa; birer “Beyaz Ya-LA-ka” olmaları için yetiştiriyor musunuz, yetiştirmiyor musunuz?! Siz ilk önce bu soruya cevap veriniz!

    Cevap belli:

    Siz DE (eğer varsa) evladınızı/evlatlarınızı; BİRER “BEYAZ YA-la-KA” OLMALARI İÇİN YETİŞTİRİYORSUNUZ!

    Yazık!

    Ölmüşüz de ağlayanımız yok!

  133. marxist argüman

    necip’e cevaplar:

    1-) kapitalizm kelimesi yerine serbest piyasa ekonomisi yada pazar ekonomisi de denilebilir, hepsi ayni kapiya cikar.
    2-) bu sayfada “duyurular” bölümünde deniz yildirim’in “cerattepe dersleri” isimli yazisinda “devlet sirket olmus sirket de devlet” gibi bir cümle var. bu tespit kapitalist devlet ile kapitalist ekonominin iliskisini özetliyor. günümüz devletlerinine ister kapitalist devlet ister burjuva devlet ister modern ulusal devlet densin, farketmez, ayni kapiya cikar. devlet, kapitalist sömürü iliskilerini yasa ve polis zoru ile meydana cikaran, koruyan garantör güctür.
    3-) serbest piyasa ekonomisinin belirleyici özellikleri sunlardir:
    -para’ya dayali üretim-tüketim (para rejimi)
    -özel-sahsi mülkiyet.
    -insanlarin temel ihtiyaclari karsilansin diye degil, para kazanmak, kar etmek icin üretim. bununla baglantili olarak dönem dönem ekonomik krizler yasanir. serbest piyasa ekonomisi insanlik tarihinde üretim fazlaligindan krize giren ilk ekonomik üretim bicimidir. real ekonomide ki kriz, sirketlerin piyasaya sürdügü ürünlere-mallara cebinde parasi olan alici bulunmayinca yasanir. finans krizleri ise para’dan para yapmak prensibi ile calisan finans kurumlarinin-bankalarin sisirdigi balonlarin (fiktiv kapital) patlamasi ile; yani herkesin herkese alacakli-borclu oldugu finans piyasalarinda “güven bunalimi” sonucu kriz patlak verir.
    -calisanlarin ücretleri “gider-masraf” hanesine dahil oldugu icin isveren mümkün mertebe az ücret ödemeye calisir. bundan dolayi yaka rengi ne olursa olsun, kapitalist ekonomide calisanlar ekonominin bagimli degiskenidir; calisanlar kar-kazanc icin bazen soma da oldugu gibi ölürler bazen karin tokluguna calismaya razi olmak zorunda kalirlar bazende issiz-ise yaramaz fazlalik haline gelirler.
    4-) soma da ölenler icin “sanki silah zoru ile mi orda calistiriliyorlar” gibi seyler yazmissin. sen kapitalist ideolojilerin ortaya cikardigi ideal bir prototyp’sün. kapitalist ideolojiler + din-inanc denilen fantazi ürünü safsatalar insanlarin sadece aklini-mantigini-bilincini degil vicdanini da karartirlar. sen bunun yasayan canli örnegisin. kapitalist devlet ve üretim gücünü elinde bulunduran isverenlerin bas aktör olarak olusturduklari günümüz siyasi-ekonomik düzeninde parasiz bir insanin acliga-yoksulluga-sefalete mahkum oldugunu sende biliyorsun. hergün ailesi ile vedalasip kömür ocagina inen insanlar sanki salakliklarindan gidip o iste calisiyorlarmis gibi konusuyorsun. sanki soma da ölüm tehlikesi olmayan isler dururken insanlar aptalliklarindan gidip kömür ocaklarinda calisiyorlarmis gibi konusuyorsun. sanki kömür ocaginda calisanlar milyonlar kazanip köseyi dönüyorlarmis gibi konusuyorsun. soma da ki patlamadan sag kurtulan iscilerin mahkeme ifadeleri internette var, bakabilirsin. kapitalistlerin para ve zenginlik icin sadece soma’da degil dünyanin her tarafinda insanlari nasil modern köleler olarak calistirdiklarini “beyaz yalakalar” buraya astiklari yazi ve somut verilerle ortaya koyuyorlar. tayyip erdogan gibi siyasetcilerin agzi ile konusuyorsun. erdogan kapitalist devletin ve kapitalist ekonominin basinda ki adamdir, öyle konusmasini anliyorum da, sana ne oluyor? senin dindar-kaderci bir insan oldugun belli. kapitalist ideolojilerin dünyada ki bütün yamukluklari ne idügü belirsiz soyut bir “insan tabiati” olgusu ile aciklamasi + din-inanc denilen fantastik safsatalarin dünyada ki bütün yamukluklari ayni sekilde”kader-tecelli-tanri öyle istiyor” seklinde aciklamalari senin bilincini fena halde bulandirmis. senin gibi insanlar bu dünyada cogunlukta oldukca, ki maalesef cogunluktasiniz, kapitalizmin ve din’lerin saltanati asla yikilmaz.
    5-) günümüz kapitalist dünyasinda “nüfüs fazlaligi” ne anlama geliyor? insanlarin üzerinde yasayacagi toprak-arazi mi kalmadi: hayir. konut-ev sikintisi mi var: hayir. serbest piyasa ekonomisi herkesi doyuracak kadar gida ürünleri mi üretmekte zorlaniyor: hayir, tam tersi. peki bu “nüfus fazlaligi” olarak kodlanmis kapitalist ideoloji ne anlama geliyor? su anlama geliyor: serbest piyasa ekonomisinde insan ihtiyaclari icin degil, para-kar-zenginlik icin üretim yapildigi icin ekonominin isine yaramayan istisnasiz bütün insanlar fazlalik, yük, parazit, artik olarak görülürler. riziko ve spekülasyonlar üzerine kurulu serbest piyasa ekonomisinde her an herkes “fazlalik-artik-parazit” konumuna düsebilir. ekonominin isine yaramayan bu artik-fazlalik insanlar sunlar oluyorlar: basta emekliler-yaslilar olmak üzere, issizler, sakatlar-engelliler, mülteciler-siginmacilar, calismayi bir “erdem” olarak görmeyen miskinler, cebinde parasi olmayan yani ne üretebilen ne de tüketebilen yoksullar vs. vs.

  134. “O******luğun [en eski meslek] olduğunu varsayarsak; bugün de, yarın da devam edecek diye bir kaide mi var?!”

    Burada yazmaga devam edisimin onde gelen sebeplerinden birisi de, iste bu tur cocuksu sorulara muhatap olmamdir.

    “Şahsınız da yukarıda ‘tercihlerden’ ve ‘dayatmalardan’ bahsetmişti; ne çabuk unuttunuz!”

    Unutmadim. Unutmam da mumkun degil; cunku birebir ornegi ile muhatab durumdayim:

    Ebeveyni tarafindan beyaz ya(la)ka olmak dayatilmis; bundan sikayet eden fakat birakip gitmek tercihini devreye alamayan bir irade peltesiyle vakit ziyan ediyorum.

    Baktikca uzuluyorum tabii ki.

    Nasil derler, ‘Allah kurtarsin’..

    “O******luğu seve seve icra etmenin kapitalizmle doğrudan bağı yok.”

    Yok tabii ki. Fakat, hayret, sonunda bunu idrak edebildiniz –sizden tamamen umidi kaybetmemem icin ciddi bir gelismedir bu.

    “Fakat insanları, ekmek parası uğruna o******luğa mahkûm etmenin sebebi kapitalizm!”

    Kimse kimseyi herhangi bir seye mahkum ediyor degil. Insanlar kabul edecekleri minimuma razi oluyorlarsa bu onlarin sorunu.

    Aksi halde, olum de bir kurtulustur; ama, gordugum kadariyla o muhayyel Yunanistan’li orospunun iffetini siz hamfendinin kendisinden daha fazla onemsiyorsunuz.

    Bu arada, madem baska konularin artik onemi kalmadi ve sadece orospuluk ile kapitalizm arasinda var oldugunuz ayrilmaz bagi konusuyorsunuz; ilk caglarda Musacilik dahil baska dinlerde gorulen tapinak orospulugu ile kapitalizm arasindaki ilintiyi de aciklarsiniz umarim. [ https://en.wikipedia.org/wiki/Sacred_prostitution ]

    O devirlerde de kapitalizm vardi da biz mi bilmiyorduk?

  135. Yukaridaki tugla gibi yazinin ilk paragrafini sanallardan arindirinca asagidaki metin ortaya cikiyor.

    “Gunumuz dunyasinda üretim, insan ihtiyacı esas alınarak yapılmaz. Üretimin ana amacı kâr elde etmektir. Her insan daha fazla ürün üreterek piyasaya sürmeyi ve pazara sürdüğü malların kısa sürede tüketilip kâra dönüşmesini ister. Isanlarin asıl hedefi, bir an once kâri realize etmektir.”

    Cok daha anlamli oldugu kanaatindeyim.

    Geri kalan kismina da ayni islemi yapmak isterdim ama vaktim/sabrim yetmedi.

  136. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) araştırmacıları, Türkiye, İsrail, Ürdün, Lübnan, Filistin, Kıbrıs ve Suriye’yi kapsayan Doğu Akdeniz bölgesinde 1998 yılında başlayan kuraklığın, muhtemelen son 9 asrın en kötü kuraklığı olduğunu bildirdi.
    …Cook ve ekibi, geçmişte Akdeniz kuraklıklarının ne sıklıkla ve şiddette gerçekleştiğini anlamak için ağaç-halka analiz tekniği ile Eski Dünya Kuraklık Atlası’nı kullandı. Bu sayede, Kuzey Afrika, Yunanistan, Lübnan, Ürdün, Suriye, Türkiye, İspanya, Fransa’nın güneyi ve İtalya’yı kapsayan analizler ile geçtiğimiz 1000 yılın coğrafi kuraklık izlerine ulaşıldı. Aynı zamanda 1100 ve 2012 yılları arasındaki tarihsel dokümanlar incelendi ve kuraklık dönemleri tespit edildi.

    Ben Cook’a göre, Türkiye’nin de yer aldığı Doğu Akdeniz’de 1998 – 2012 yılları arasında görülen kuraklık, son 500 yılın en ‘kuru’ döneminden yüzde 50 oranında daha şiddetli geçti. Son 900 yıla göre ise en kurak dönemden yüzde 10 – 20 arası daha kötüydü. Bu kuraklığın etkileri ise halen devam ediyor.

    “DOĞU AKDENİZ, KÜRESEL ISINMAYI YAŞIYOR”

    İklim bilimci Ben Cook, araştırmayla ilgili yaptığı açıklamada, “İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin önemi ve büyüklüğü, doğal iklim değişkenliğinin boyutlarını anlamamız gerektiğini gösterdi. Asırlar süren doğal değişkenliğin dışında kalan son olaylara ve anormalliklere bakarsak, bunlara insan kaynaklı iklim değişikliğinin sebep olduğunu görebiliriz” dedi.

    Araştırmaya katılan ekipteki Yochanan Kushnir de, “Akdeniz, gelecekte insan kaynaklı iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerden biri. Bu araştırma gösterdi ki, son şiddetli kuraklık, geçmiş asırlardaki doğal kuraklıklardan farklılık gösteriyor. Doğu Akdeniz, küresel ısınmayı hâlihazırda yaşıyor. Elde edilen veriler, gelecek yüzyıldaki kuraklık risklerini gösteren bilgisayar modelleri için önem taşıyor” diye konuştu.

    Araştırma sonuçları, Amerikan Jeofizik Birliği’nin ‘Geophysical Research-Atmospheres’ dergisi tarafından yayınlanacak

  137. Hele sukur siir lagalugasindan kurtulduk.

    Onun yerine, ‘bilimsel’ dedikodulara yoneldik –olsun, bu da bir ilerlemedir.

    1) Yazinin NASA tarafindan yayinlanan ‘orjinal’i surada:

    http://climate.nasa.gov/news/2408/

    Yazinin esasini teskil eden teblig/paper su adreste: http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/2015JD023929/full

    Paper’in ‘abstract’ kismindan alinti:

    “Estimating uncertainties using a resampling approach, we conclude there is an 89% likelihood this drought is drier than any comparable period of the last 900 years and a 98% likelihood it is drier than the last 500 years.”

    Anahtar kelime: ‘estimate’.. yani, ‘tahmin’.

    Ya da, baska bir deyisle, eldeki datanin elverdigi kadariyla, bir ‘bilimsel’ sallama daha.

    Zaten paragrafin geri kalaninda da olasiliklar var.

    Yuzde bilmemkac oyledir ya da degildir…

    Tombala oynuyoruz yani.

    Ek olarak: “Konu hakkindaki cehalemitimiz itiraf edemeycegimiz kadar buyuktur” mealindeki su cumleyi de kaydetmek gerekir:
    {
    “The magnitude and significance of human climate change requires us to really understand the full range of natural climate variability,” said Ben Cook, lead author and climate scientist [..].
    }

    2) Bahsettigi bolge Levant’tir –yani, cok olsa, Turkiye’nin Dogu Akdeniz sahili. Baska bolgelerle ilintisinden bahsediyor ama o onlarin kanaati –yani, olusturulmus (itiraz edilemez, definitive) bir baglanti yok.

    3) 900 seneden bahsediyor ama asil onemli bilgiyi vermiyorlar. Dongusu (‘cycle’i) nedir? Bunu soylemiyorlar.

    Fakat, biz –konuya alarmism degil de sogukkanli yaklasan herkes– bu dongunun 300-400 yil oldugunu biliyoruz.

    Bu konuda Turkce tek (ve belki de genel anlamda ve Anadolu icin dunya capinda da tek) ciddi calisma Mustafa Akdag’in Celali Isyanlari uzerine yaptigi calismalar(ve kitaplar)dir.

    Asil odak noktasi iklim olmamakla birlikte, sosyal huzursuzluklarin/isyanlarin ekonomi ile ve dolayisi ile iklimle ilgisini Osmanli’nin Hazine-i Evrak’i (salnameler, seriyye sicilleri vs) uzerinden inceler. Dongu cinsinden 300-400 sene konusundan da bahseder.

    [Yakin zamanda ABD’li birisi bu konuda bir kitap daha yazdi. O da iyi bir calisma/derleme. Ismi su anda aklima gelmiyor.]

    Dolayisi ile, bir dongu olan bu durumu tutup cevre problemi gibi takdim etmek –en hafif tabirle– alarmismdir, yanlistir. Fakat, nezaket yerine, samimi soyleyecek olursam, sahtekarliktir.

    Aklimdayen, Veysel Eroglu da, Istanbul icin, kuraklik dongusunun 15 yil civarinda oldugunu soylemisti. AKP’nin bu dongunun sonunda isbasina gelmesini de bir sans olarak kaydetmisti. Allahin laikcilere bir kazigi, buna karsilik dincilere ise bir kiyagi olarak da degerlendirebiliriz.

  138. “1-) kapitalizm kelimesi yerine serbest piyasa ekonomisi yada pazar ekonomisi de denilebilir, hepsi ayni kapiya cikar.”

    Ve, bunlarin hicbirisi, belli birisinin basinin altindan kalkmis, yazdigi ideolojiye gore (devrim ya da baska yollarla) sekillendirilmis degil.

    Dolayisi ile, ‘kapitalizm’ yerine ‘serbest piyasa ekonomisi’ ya da ‘pazar ekonomisi’ desek de, yeldegirmenleriyle savasmaga devam ederiz.

    “2-) bu sayfada ‘duyurular’ bölümünde deniz yildirim’in ‘cerattepe dersleri’ isimli yazisinda ‘devlet sirket olmus sirket de devlet’ gibi bir cümle var. bu tespit kapitalist devlet ile kapitalist ekonominin iliskisini özetliyor. günümüz devletlerinine ister kapitalist devlet ister burjuva devlet ister modern ulusal devlet densin, farketmez, ayni kapiya cikar. devlet, kapitalist sömürü iliskilerini yasa ve polis zoru ile meydana cikaran, koruyan garantör güctür.”

    Siz bilmem; ama, devletlerin cikarlarina gore davrandigini duymak beni pek sasirtmadi.

    Bir ortacag imparatorlugu olan Osmanli da, sirf maddi cikarlari icin, bir suru yeri fethetti. Benzer seyler (daha genis olcekte ve daha verimli uygulamalarla) Britanya Imparatorlugu ve diger devletler icin rhatca soylenebilir.

    Daha da ileri gidip, sirket gibi davranmayan devletlerin yasama sansinin cok az oldugunu da soyleyebiliriz. Avrupa’da bazi devletler bu sekilde davraniyor olsa da, bu onlarin ‘mirasyedi’ gibi davranabilmek luksunden kaynaklanir.

    “3-) serbest piyasa ekonomisinin belirleyici özellikleri sunlardir:
    -para’ya dayali üretim-tüketim (para rejimi)
    -özel-sahsi mülkiyet.
    -insanlarin temel ihtiyaclari karsilansin diye degil, para kazanmak, kar etmek icin üretim.”

    Ve, bu tarihsel cercevede bakarsak, bugun yasadigimiz bu ortami neden kotu bir istisna gibi goruyorsunuz?

    Daha dogrusu, neresi bir istisna?

    “bununla baglantili olarak dönem dönem ekonomik krizler yasanir. serbest piyasa ekonomisi insanlik tarihinde üretim fazlaligindan krize giren ilk ekonomik üretim bicimidir.”

    Baska bir deyisle, asiri ‘basarili’ olmanin da sorunlari var. Cok sasirdim.

    Ama, bu bizim sahit oldugumuz ilk ‘bolluk kaynakli kriz’ degil ki. Ispanyollarin Amerika kitasindan getirdigi ibadullah altin ve zenginlik de –kisa zamanda– baslarina bela olmamis miydi?

    “-calisanlarin ücretleri ‘gider-masraf’ hanesine dahil oldugu icin isveren mümkün mertebe az ücret ödemeye calisir. bundan dolayi yaka rengi ne olursa olsun, kapitalist ekonomide calisanlar ekonominin bagimli degiskenidir; calisanlar kar-kazanc icin bazen soma da oldugu gibi ölürler bazen karin tokluguna calismaya razi olmak zorunda kalirlar bazende issiz-ise yaramaz fazlalik haline gelirler.”

    Evet, bu dogrudur. Ama, madalyonun sadece bir tarafidir. Oteki tarafinda da iflas eden, batan sirketler ve sahipleri/ortaklari vardir.

    “4-) soma da ölenler icin ‘sanki silah zoru ile mi orda calistiriliyorlar’ gibi seyler yazmissin. sen kapitalist ideolojilerin ortaya cikardigi ideal bir prototyp’sün. kapitalist ideolojiler + din-inanc denilen fantazi ürünü safsatalar insanlarin sadece aklini-mantigini-bilincini degil vicdanini da karartirlar. sen bunun yasayan canli örnegisin.”

    Vicdan sahibi bir Marxist ile muhatap oluyorum galiba..

    Fevkalade ilginc, ve son derece nadir bir rastlanti bu..

    Dinci terminoloji ile, ‘tevavuk’ mu desek..

    Yok, tabii ki, degil.

    Olsa olsa ‘selective unutkanlik’ diyebiliriz; cunku, daha Marxist teorinin uygulamaya konulusunun en canli en taze oldugu donemlerde neler oldugunu cok sukur unutmayanlar var..

    Ukrayna’da hic unutulmadi, mesela.

    Dahasi da yok degil.. Gulaglar vs.

    O yuzden, vicdandan bahseden bir Marxist, olsa olsa, bunamis degilse, ‘oxymoron’dur.

    Gecelim.

    “sanki soma da ölüm tehlikesi olmayan isler dururken insanlar aptalliklarindan gidip kömür ocaklarinda calisiyorlarmis gibi konusuyorsun. sanki kömür ocaginda calisanlar milyonlar kazanip köseyi dönüyorlarmis gibi konusuyorsun.”

    Kimin kac parayi ‘cok para’ sayacagina ben karar vermiyorum. Fakat, asikar ki, daha iyi para icin (rencberlik yerine) madende calismayi tercih etmisler.

    “soma da ki patlamadan sag kurtulan iscilerin mahkeme ifadeleri internette var, bakabilirsin.”

    Bakarim da, kendilerini incrimate edecek kadar salak olduklarini dusunmuyorum –en azindan avukatlari bunu engellerler. Dolayisi ile, mahkemede verilen ifadeler –bu cercevede– referan olmuyor pek.

    “kapitalistlerin para ve zenginlik icin sadece soma’da degil dünyanin her tarafinda insanlari nasil modern köleler olarak calistirdiklarini ‘beyaz yalakalar’ buraya astiklari yazi ve somut verilerle ortaya koyuyorlar.”

    Kullandiginiz kelimelerde sorun var bence. Mesela, ‘calis-tir-mak’..

    Burada bir tur zorlama, ya da kisinin iradesini ‘override’ etmek imasi var.

    Halbuki, realitede bu yok.

    Beyaz ya-la-kalar da, digerleri de, hic bir sekilde cebren ve hile ile oralarda esir tutulmuyorlar.

    Isteyen istifasini basar, cikar gider.

    Ama, bu kadarini bile yapmayip, bize –tipki sizin yapmaga calistiginiz gibi– ‘vicdan yapiyor’lar.

    “5-) günümüz kapitalist dünyasinda ‘nüfüs fazlaligi’ ne anlama geliyor? insanlarin üzerinde yasayacagi toprak-arazi mi kalmadi: hayir. konut-ev sikintisi mi var: hayir. serbest piyasa ekonomisi herkesi doyuracak kadar gida ürünleri mi üretmekte zorlaniyor: hayir, tam tersi. peki bu ‘nüfus fazlaligi’ olarak kodlanmis kapitalist ideoloji ne anlama geliyor? su anlama geliyor: serbest piyasa ekonomisinde insan ihtiyaclari icin degil, para-kar-zenginlik icin üretim yapildigi icin ekonominin isine yaramayan istisnasiz bütün insanlar fazlalik, yük, parazit, artik olarak görülürler.”

    Yahu, burada yazdiginiz ve ‘kapitalizm’ kotu ruhunun en olumsuz sonuclari olarak nitelediginiz bunca seyin ne kadari Marxist ekonomilerin becerebildigi seydi?

    Esasen hicbiri.

    Kuyruklar kuyruklara almis, raflarda ise gidanin ‘g’si yok.. otomobil/telefon alacaksan yillarca kuyruk bekleyeceksin.. sehirden sehire gitmek istesen dahile mahsus pasaport lazim..

    Daha sayayim mi?

    Sayayim, en azindan bir tane daha: Nufus fazlaligini asil dert eden ve en isanlik-disi uygulamayi yapan da ‘Komunist’ Cin degil miydi?

    “riziko ve spekülasyonlar üzerine kurulu serbest piyasa ekonomisinde her an herkes ‘fazlalik-artik-parazit’ konumuna düsebilir. ekonominin isine yaramayan bu artik-fazlalik insanlar sunlar oluyorlar: basta emekliler-yaslilar olmak üzere, issizler, sakatlar-engelliler, mülteciler-siginmacilar, calismayi bir ‘erdem’ olarak görmeyen miskinler, cebinde parasi olmayan yani ne üretebilen ne de tüketebilen yoksullar vs. vs.”

    Ve, butun bunlari bir Maxistten dinlemek.. yani, cehenim reklamlarini..

    http://www.country-data.com/cgi-bin/query/r-12574.html

    Ayda 70 ruble ile krallar gibi yasiyorlardi, di mi?

    Ocak 1998’de 6 ruble 1 USD, Aralik sonunda 21 ruble 1 USD.

    Ister en dusuk pariteyi alin (~12 USD/ay) ister en yuksegi (3.33 USD/ay), neresinden bakarsaniz bakin muthis paraydi; degil mi?

    [Ote yandan, kicinda gumus kasikla doganlar bunun 7-8 katini aliyorlardi; o ayri.]

    Her neyse.

    Ne diyordu o sarkida?

    “Cerh ile soylesemem, ayinesi saf degil”..

  139. Bazı insanların düzene karşı olmalarına veya karşı olmaya eğilimli olmalarına rağmen kapitalizm karşıtlığından rahatsız olmalarının bir nedeni, eskiyen “kapitalizm” kelimesinin yarattığı çağrışımlar olabilir mi?
    “Sol” kavramı da böyle. Sola eğilimli bazı insanlar bu kavramın yıpranması nedeniyle soldan uzaklaşabilir bazen.
    Bu kelimeyi kullanıp kendini solcu gösteren bazılarını, örneğin bir Muharrem İnce, İP veya Türk Solu tayfasını gördükçe “sol” kavramından ben de soğuyorum bazen.

  140. “Bazı insanların düzene karşı olmalarına veya karşı olmaya eğilimli olmalarına rağmen kapitalizm karşıtlığından rahatsız olmalarının bir nedeni, eskiyen ‘kapitalizm’ kelimesinin yarattığı çağrışımlar olabilir mi?
    ‘Sol’ kavramı da böyle. Sola eğilimli bazı insanlar bu kavramın yıpranması nedeniyle soldan uzaklaşabilir bazen.”

    Size gercek/yasanmis bir hatira aktarayim. Artik aramizda olmayan babamin kendi yasamindan.

    Bir istihkam astegmeni olarak, Izmir Narlidere’de (Abdullah Aga ciftligi de deniyormus) askerligini yapiyor. Oldukca buyuk bir garnizon o yillarda.

    Ayrica, ‘ornek birlik’ statusune alinmis –yani, henuz NATO’ya girmis olan Turkiye’deki ilk birliklerden birisi.

    Askerlerin/eratin herbirinin kendisine ait birer tabak ve kasigi var –onceleri, 10-20 kisi sirayla kasigi elden ele gecirerek ortak bir canaktan yemek yerlermis…

    Ayrica, kilik kiyafetler de gicir –eskiden oldugu gibi terhis olanin giydigi cuval gibi sey bir sonraki tertipe miras kalmiyor..

    Neyse.

    Gunlerden Pazar, bir yazbasi. Hava da guzel.

    Bizimki nobetci subayi –daha ust rutbeli herkes evine kacmis, koskoca birlik bizimkinden soruluyor.

    O da, sahilde, denizin icine uzanan bir iskeledeki bir cardagin altinda oturmus cayini iciyor.

    Kosarak gelen bir er, memleketten bir ziyaretcisinin geldigini soyluyor.

    Bizimki de, hemen, emrindeki cipi gonderip aldiriyor.

    Adam, yakin koylerden birisinden, akaraba degil; Izmir’e yolu dusunce ugrayip gormek istemis.

    Buyur ediyor, oturtup cay soyluyor.

    Gelen adamcagiz biraz saskin, hal hatir soruyor…

    Bizimki de, nobetlerin cok uzun oldugundan tutun, memleketten mektup filanin cok uzun zamanda ancak geldigini filan uzun uzun anlatadursun..

    Adam, aniden butun heybeti ve hiddeti ile, ayaga kalkiyor ve:

    “Ulan, utan utan! Ben askerligimi Sarikamis’ta yaptim. Bes sene surdu. Soguktan gotum dondu her gece. Kimimizin ayaklari soguktan kangren oldu, kestiler; kimimiz donarak can verdi. Simdi, seninle deniz ustunde oturmus cay iciyoruz ve senin bu sikayetlerini dinliyorum. Allahtan kork ve insaf et biraz!”

    der..

    Bizimki sus pus tabii..

    Yillarca o gun hissettigi utanc aklindan cikmadi..

    Simdi..

    Solcularimizi ve duzene muhaliflerimizi gordukce/okudukca/dinledikce ben de kendimi babamin misafiri gibi hissetmekten alikoyamiyorum.

  141. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 129 ve 133

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM DÖRT (4) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 129 ve 133,

    ========== 1 ==========

    [“Şahsınız da yukarıda ‘tercihlerden’ ve ‘dayatmalardan’ bahsetmişti; ne çabuk unuttunuz!”
    Unutmadim. Unutmam da mumkun degil; cunku birebir ornegi ile muhatab durumdayim:
    Ebeveyni tarafindan beyaz ya(la)ka olmak dayatilmis; bundan sikayet eden fakat birakip gitmek tercihini devreye alamayan bir irade peltesiyle vakit ziyan ediyorum.
    Baktikca uzuluyorum tabii ki.]

    Peki “kendinize DE” üzülüyor musunuz sayın “Necip”?!

    Size ne sorduk “127”de?! Cevaplamak işinize gelmediği için “sürekli kaytarıyorsunuz!”

    {{{
    Evladınız/evlatlarınız varsa; birer “Beyaz Ya-LA-ka” olmaları için yetiştiriyor musunuz, yetiştirmiyor musunuz?! Siz ilk önce bu soruya cevap veriniz!

    Cevap belli:

    Siz DE (eğer varsa) evladınızı/evlatlarınızı; BİRER “BEYAZ YA-la-KA” OLMALARI İÇİN YETİŞTİRİYORSUNUZ!
    }}}

    ========== 2 ==========

    [“Fakat insanları, ekmek parası uğruna o******luğa mahkûm etmenin sebebi kapitalizm!”
    Kimse kimseyi herhangi bir seye mahkum ediyor degil. Insanlar kabul edecekleri minimuma razi oluyorlarsa bu onlarin sorunu.]

    [Kimse kimseyi herhangi bir seye mahkum ediyor degil.] NİÇİN YALAN ATIYORSUNUZ?! YAKIŞIYOR MU SİZE?! AYN RAND SİZİ BU DERECE Mİ ZEHİRLEDİ?! NİÇİN “JOHN GALT” OLMAYA ÖZENİYORSUNUZ?! AKLINIZIN, TÜM BENLİĞİNİZİN KAPİTALİZM TARAFINDAN ZAPTEDİLDİĞİNİ HÂLÂ FARKEDEMEDİNİZ Mİ?!

    Ne yazdık size “115”te?!

    {{{
    Sayın “Necip” (eğer varsa) evladını/evlatlarını DA “Beyaz Ya-LA-ka” yapmak için kapitalizm tarafından mahkûm edilmiş! EĞER BUNUN TERSİNİ SÖYLÜYOR VEYA BUNDAN HİÇ BAHSETMİYORSA; YALAN ATIYOR DEMEKTİR!

    HEY MR NECIP; YOU ARE “NOT ALONE” ON EARTH!
    YOU DO NOT LIVE ON AN ABANDONED ISLAND ON YOUR OWN! CAPITALISM & CORPORATOCRACY ENGULF YOU AND YOUR FAMILY, TOO!
    YOU AND YOUR FAMILY, TOO, ORDINARY SLAVES OF CAPITALISM & CORPORATOCRACY!
    YOU, MR NECIP, ALSO HAVE TO EDUCATE YOUR CHILDREN (IF YOU HAVE ANY), HAVE TO PUSH THEM TO BE “COMPETITIVE WHITE COLLAR CRIMINALS!”
    WHY?! BECAUSE; CAPITALISM DICTATES YOU, TOO!
    ANY YOU JUST IGNORE THE FACTS! WHAT A PITY!
    WAKE UP AND SMELL THE COFFEE!
    }}}

    ========== 3 ==========

    [“1-) kapitalizm kelimesi yerine serbest piyasa ekonomisi yada pazar ekonomisi de denilebilir, hepsi ayni kapiya cikar.”
    Ve, bunlarin hicbirisi, belli birisinin basinin altindan kalkmis, yazdigi ideolojiye gore (devrim ya da baska yollarla) sekillendirilmis degil.
    Dolayisi ile, ‘kapitalizm’ yerine ‘serbest piyasa ekonomisi’ ya da ‘pazar ekonomisi’ desek de, yeldegirmenleriyle savasmaga devam ederiz.]

    Sayın “Necip”, algı mekanizmanızda problem mi var?!

    “1776”yı niçin ısrarla görmezden geliyorsunuz?! Kapitalizmi savunmaya teşne olduğunuzdan mı?!

    Sayın “ogürsel”in düştüğü hataya siz de düşüyorsunuz sayın “Necip”! Adam Smith’in son hâlini verdiği kapitalizmden bahsediyoruz! Çünkü günümüzde devam etmekte olan (ve ne yazık ki; gelecekte de devam edecek gözüken!) kapitalizme “‘springboard’u ekleyen!” en etkili kişilerden biri (ve hâttâ; “en etkilisi!”) Adam Smith’tir. Bu ifademiz, kapitalizmi; “Adam Smith öncesi” ve “Adam Smith sonrası” olarak sizlere işaret etmeye çırpındıklarımızın özüdür. “Adam Smith öncesi kapitalizm” elbette çöp kutusuna gönderilecek, üzerinde düşünülmeyecek kadar düşmüş bir yapı değil. Fakat; günümüzde devam etmekte olan kapitalizmin “bir nevi anayasa metnini yazan kişi” Adam Smith’tir. 240 senedir; az önce bahsettiğimiz “bir nevi anayasa metni” üzerinden işler kapitalizm!

    Eğer daha önce ilgilenecek sabra sahip olmamış iseniz, şimdi bütün dirayetinizi derleyip toparlamanızı, ve odaklanmanızı tavsiye ediyoruz:

    [A]

    1759, “The Theory of Moral Sentiments” (Adam Smith)
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smMSCover.html )

    [B]

    1776, “An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations” (Adam Smith)
    ( http://www.econlib.org/library/Smith/smWNCover.html )
    ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltsiz/88701.html )

    ========== 4 ==========

    [“bununla baglantili olarak dönem dönem ekonomik krizler yasanir. serbest piyasa ekonomisi insanlik tarihinde üretim fazlaligindan krize giren ilk ekonomik üretim bicimidir.”
    Baska bir deyisle, asiri ‘basarili’ olmanin da sorunlari var. Cok sasirdim.
    Ama, bu bizim sahit oldugumuz ilk ‘bolluk kaynakli kriz’ degil ki. Ispanyollarin Amerika kitasindan getirdigi ibadullah altin ve zenginlik de –kisa zamanda– baslarina bela olmamis miydi?]

    Vah Vah Vah! John Locke’a önem vermez, Adam Smith’e önem vermez, John Stuart Mill’e önem vermez, ama gelir bu siteye [asiri ‘basarili’ olmanin da sorunlari var. Cok sasirdim.] yazar! Siz, sayın “Necip”; “sömürü mekanizmasının azgınlığı”nı [asiri ‘basarili’ olmanin da sorunlari] olarak anlamaya ve anlatmaya devam ettikçe, size daha çok bilgi, daha çok tecrübe, daha çok “case study” göndermek zorunda kalacağız!

    [bizim sahit oldugumuz ilk ‘bolluk kaynakli kriz’ degil ki] PEKİ BUGÜN NİÇİN “SON” OLMASIN?! BÖYLE GELMİŞSE, BÖYLE GİTMEK ZORUNDA MI?! MARSHALL D. SAHLINS’IN UYARISI HİÇ Mİ UMRUNUZDA DEĞİL: “İhtiyaçlarımızın sınırsız olmadığını, birçok şeyin aslında ihtiyaç olmadığını kabul etmeye başlayabilirsek; hayatta bazı değişiklikler yapabilme ihtilamimiz var.”

    ========== 5 ==========

    [“-calisanlarin ücretleri ‘gider-masraf’ hanesine dahil oldugu icin isveren mümkün mertebe az ücret ödemeye calisir. bundan dolayi yaka rengi ne olursa olsun, kapitalist ekonomide calisanlar ekonominin bagimli degiskenidir; calisanlar kar-kazanc icin bazen soma da oldugu gibi ölürler bazen karin tokluguna calismaya razi olmak zorunda kalirlar bazende issiz-ise yaramaz fazlalik haline gelirler.”
    Evet, bu dogrudur. Ama, madalyonun sadece bir tarafidir. Oteki tarafinda da iflas eden, batan sirketler ve sahipleri/ortaklari vardir.]

    “İflassız kapitalizm, cehennemsiz dine benzer.”

    Astronot “Frank Borman”ın emekliliğinden sonra “Eastern Air Lines” şirketinde yönetim kurulu başkanı olduğunda, 1980’lerin başında söylediği söz.

    ========== 6 ==========

    [Vicdan sahibi bir Marxist ile muhatap oluyorum galiba..
    Fevkalade ilginc, ve son derece nadir bir rastlanti bu..
    Dinci terminoloji ile, ‘tevavuk’ mu desek..
    Yok, tabii ki, degil.
    Olsa olsa ‘selective unutkanlik’ diyebiliriz; cunku, daha Marxist teorinin uygulamaya konulusunun en canli en taze oldugu donemlerde neler oldugunu cok sukur unutmayanlar var..
    Ukrayna’da hic unutulmadi, mesela.
    Dahasi da yok degil.. Gulaglar vs.
    O yuzden, vicdandan bahseden bir Marxist, olsa olsa, bunamis degilse, ‘oxymoron’dur.
    Gecelim.]

    Şimdi de “Marxism” kritiğine mi başladınız sayın “Necip”?! Orhan Pamuk veya Elif Şafak türevi “guru!”ların koşa koşa kabul ettiği “international advertisement”a ihtiyaç duyarsanız; sayın Gün Zileli’nin sitesi bu amaca hizmet etmiyor bilesiniz!

    Siz hâlâ ama hâlâ; önünüze çıkan her “‘marxist’i” ve her “kendini marxist zannedeni” bir çuvala doldurup, [gulaglar]da yaşanan katliamların yegâne sorumlusu tutuyorsanız; yandı gülüm keten helva! Angela Merkel’i de bir zamanlar Hitler’in yönettiği bir ülkede bugün başbakanlık yapıyor diye çöp kutusuna gönderelim mi?! Toplama kamplarını kuran Angela Merkel mi?!

    [‘oxymoron’]luk yapan sizsiniz ama farkında olamayacak kadar kapitalizm tarafından zehirlenmişsiniz sayın “Necip”! Yazık!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  142. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 129 ve 133

    [2. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 129 ve 133,

    ========== 7 ==========

    [“5-) günümüz kapitalist dünyasinda ‘nüfüs fazlaligi’ ne anlama geliyor? insanlarin üzerinde yasayacagi toprak-arazi mi kalmadi: hayir. konut-ev sikintisi mi var: hayir. serbest piyasa ekonomisi herkesi doyuracak kadar gida ürünleri mi üretmekte zorlaniyor: hayir, tam tersi. peki bu ‘nüfus fazlaligi’ olarak kodlanmis kapitalist ideoloji ne anlama geliyor? su anlama geliyor: serbest piyasa ekonomisinde insan ihtiyaclari icin degil, para-kar-zenginlik icin üretim yapildigi icin ekonominin isine yaramayan istisnasiz bütün insanlar fazlalik, yük, parazit, artik olarak görülürler.”
    Yahu, burada yazdiginiz ve ‘kapitalizm’ kotu ruhunun en olumsuz sonuclari olarak nitelediginiz bunca seyin ne kadari Marxist ekonomilerin becerebildigi seydi?
    Esasen hicbiri.
    Kuyruklar kuyruklara almis, raflarda ise gidanin ‘g’si yok.. otomobil/telefon alacaksan yillarca kuyruk bekleyeceksin.. sehirden sehire gitmek istesen dahile mahsus pasaport lazim..
    Daha sayayim mi?]

    Tipik bir paranoya!

    Neyi [sayacaksiniz] ?! Paranoyalarınızı mı?!

    Yahu, yukarıda yapılan tespitte “Marxism”in “M”si geçmiyor, ama siz çıkmış [bunca seyin ne kadari Marxist ekonomilerin becerebildigi seydi?] sorusunu sorabiliyorsunuz! SSCB’den, Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nden “‘Marxism’i öven örnekler” yazan hiçkimse yok bu sayfada! Siz, sayın “Necip”, beyninizin en küçük hücrelerinde “Marxism geliyor!” paranoyası beslediğiniz için; sık sık hönkürüyorsunuz! Yazık!

    ========== 8 ==========

    UYARI:

    “ANA AKIM İKTİSAT LİTERATÜRÜNDE: HER SONUÇ, ÖZÜNDE, RASYONEL VE BİREYSEL BİR TERCİHTİR.” YALANI!!!

    “YANİ MADENDE GRİZU PATLAMASININ BELLİ BİR OLASILIĞI VARDIR, HERKES BUNU BİLİR VE BİLE BİLE O MADENE İNER; EĞER O KAZA OLASILIĞI GERÇEKLEŞİP 301 İŞÇİ ÖLÜRSE BUNDA VERİMLİLİK AÇISINDAN BİR SIKINTI YOKTUR, ZİRA SERBEST PİYASALARDA HERKES HAK ETTİĞİ KARŞILIĞI ALIR.” YALANI!!!

    “RASYONEL BEKLENTİLER TEORİSİ & RATIONAL EXPECTATIONS” ANA AKIM İKTİSADIN EN BÜYÜK YALANLARINDAN BİRİDİR!!!

    === “Sömümürsen sen de zengin olursun!” ===

    Geçenlerde, şu aslında “olmayan nobel ekonomi ödülü” Jean Tirole diye bir adama verildi.

    Ben lisans öğrencisiyken, Tirole’ün “Theory of Industrial Organization” adlı klasik ders kitabını okumuştuk.

    Özgün çalışmaları “regülasyon” ve “piyasa gücü” üzerinedir. Eric Stark Maskin’in öğrencisi olduğundan kelli “ana akım modeller ve varsayımlar” kullanarak, özünde “matematiksel optimizasyon” yapar, öyle çok ilginç şeyler değil yani. Benim bunları biliyor olmam ise tamamen talihsizlik; hocalarımın hepsinin ellerinden öperim ama başbakanımızın aldığı eğitimin aksine bize lisansta Marx yerine zorla bunları okuttular!

    === Yok öyle bir ödül! ===

    “Bilecik diye bir yerin aslında olmaması” diye bir ekşisözlük troll’ü vardı hatırlarsanız. Bu öyle bir troll filan değil, gayet gerçek!

    Mesela Nobel Vakfı’nın resmi sitesinde ( http://www.nobelprize.org/nobel_organizations/nobelfoundation/ ) resmi olarak: “Fizik”, “kimya”, “tıp”, “edebiyat” ve “barış” alanında nobel ödülleri verildiği yazar. Bu listede siz “ekonomi” ödülü diye bir ödül görebiliyor musunuz?! Ben göremiyorum. Çünkü yok öyle bir ödül. Cidden. yani “resmen” yok, sadece algısal olarak var!

    === Peki, bu “Nobel Ekonomi Ödülü” diye verilen ödül ne? ===

    Efendim bu ekonomi ödülünün gerçek adı (İngilizcesiyle) “Sveriges Riksbank Prize in Economic Sciences in memoir of Alfred Nobel”, (Türkçesiyle de) “Alfred Nobel anısına verilen İsveç Bankası ödülü”dür.

    İsveç Bankası’nda 5 üyesi olan bilimsel bir komite var, işte bu ödülü de onlar veriyor.

    Yani olayın Nobel Vakfı’yla yakından hiçbir alâkası yok, uzaktan da çok az alâkası var!

    uzaktan alâkası şu:
    Vaktiyle İsveç Bankası ödülünü fonlayan kişi ve gruplar Nobel Vakfı’na da yüklü bağışlar yaparak bu ödülün Nobel Vakfı sitesinde bir link olarak konmasını sağlayabilmişler. Eskiden (7-8 sene öncesinden bahsediyorum) Nobel Vakfı sitesinde böyle bir link dahi yoktu; yani bu “sözde” Nobel Ekonomi Ödülü’nün gerçek nobel kurumu ile uzaktan bir bağı bile yoktu 7-8 sene evvel. Resmi sitede haber yapılması ve bir link konulması yeni bir şey sayılır.

    Ama bu İsveç Bankası ödülü 46 senedir “Nobel Ekonomi Ödülü” olarak medyada pazarlanıyor!

    === Peki, neden? ===

    Afedersiniz kim takar İsveç Bankası Ödülü’nü, değil mi?!

    O zaman Almanya Bankası başka bir ödül verir, Ruslar başka bir ödül verir, her bankanın bir ekonomi ödülü olur. Odeabank ekonomi ödülü verse Odeabank’ın (C.E.O.) siyosu bile sallamaz o ödülü!

    Gerçeğini söyleyip “İsveç Bankası Ödülü’nü bu sene ‘Jean Tirole’ almış” derseniz pek bir etki yaratmaz ama “Nobel Ekonomi Ödülü’nü bu sene ‘Jean Tirole’ almış” derseniz Nobel’in hâli hazırdaki saygınlığının ve marka değerinin üzerine konmuş olursunuz! Böylelikle dravdan bir ödülün kamuoyunda karşılık bulmasını sağlarsınız!
    Peki, Nobel Vakfı; bu işin böyle pazarlanmasına, yani kendi marka değerinin bedavaya kullanılmasına yanaşır mı? Bedava kullanılmasına yanaşmaz. Zaten Alfred Nobel’in vasiyeti üzerine kurulmuş bir vakıfta vasiyetinde verilmesini istediği ödüllerin dışında bir ödül veremiyor kurum. Bu yüzden Nobel Ekonomi Ödülü verilemiyor ama vakfa yeteri kadar para yatırırsanız sitede link verip haberini yapabilirsiniz!

    [DEVAMI 3. BÖLÜMDE]

  143. =BÖLÜM 3= Sayın (Necip) 129 ve 133

    [3. BÖLÜM]

    Sayın “Necip” 129 ve 133,

    === “İdeoloji” ve “Ekonomi bilimi” ===

    Ekonomi bilimi aslında son derece kritik bir sosyal bilimdir.

    Egemen “piyasa & kapitalizm ideolojisi” açısından ana akım ekonomi paradigmasının işlevi; mevcut üretim biçimi olan kapitalizmi, serbest piyasaları ve neoliberal politikaları “bilimsel olarak!” meşru bir zemine oturtmaktır!

    “Gerçekte” ise kapitalizm; işsizlik, fakirlik, gelir dağılımı bozukluğu, açlık, sefalet, evsizlik, sağlıksızlık, krizler, buhranlar, savaşlar ve ölümler yaratır!

    Şimdi:
    Kriz çıktığında işsiz kalıp borç batağında intiharın eşiğine gelmiş birine “seni işsiz bırakan temel şey kapitalizmdir” dersen, ya da bir işçiye “zenginlerin refahı, senin emeğinin haksız sömürüsünden geliyor” dersen olmaz! İnsanların kafası karışır, sistemi sorgulamaya ve sistemik dönüşüm talep etmeye başlarlar, 1968’de olduğu gibi!

    Bu yüzden egemen ideoloji, sistemin devamı için; kapitalizmin yarattığı olumsuz sonuçları bilimsel gibi gözüken fasaryadan hikâyelerle kılıfına uydurmalıdır!

    İşte ana akım iktisat tam olarak bunu yapar!

    Ders kitaplarında iktisat öğrencilerine “serbest piyasalar daima dengeye doğru yakınsar, krizler çıkıyorsa bunlar deprem gibi kontrol dışı, adeta uzaydan gelen dışsal şoklardır” denir! Yani kapitalizm aslında istikrarlı bir sistem olduğundan kriz yaratmaz, dolayısıyla sen işsiz kalıyorsan ve intiharın eşiğindeysen bunun kapitalizmle alâkası yoktur; ya senin tembelliğin ve beceriksizliğinden ötürüdür ya da sadece talihsizliktir!

    Veya denir ki “zenginler emek sömürüsü yaptığı için zengin değil; çok akıllı, çok girişimci ve çok çalışkan olduğu için zengindir”; yani eğer herkes çok çalışırsa, “kişisel gelişim kitapları” ve “nasıl zengin olunur kitapları” okursa, herkes aslında zengin olabilir! Ne kadar kolay, çocuk oyuncağı…

    Eğer sen fakirsen, bu; çok çalışmadığın içindir, senin fakirliğinde kapitalist sistemin hiçbir kabahati yoktur, çünkü; bu kapitalist sistemde gerçekten isteyen ve çabalayan herkes istediği her şey olabilir!

    Ana akım iktisat literatüründe; her sonuç, özünde, rasyonel ve bireysel bir tercihtir!

    Yani madende grizu patlamasının belli bir olasılığı vardır, herkes bunu bilir ve bile bile o madene iner; eğer o kaza olasılığı gerçekleşip 301 işçi ölürse bunda verimlilik açısından bir sıkıntı yoktur, zira serbest piyasalarda herkes hak ettiği karşılığı alır!

    Şimdi gidip bir işsize “sen aslında işsiz değilsin, piyasa denge ücretinde çalışmayı tercih etmiyorsun, o yüzden evine haciz geliyor”, ya da ölen madencinin ailesine “kendi tercihiyle kendi etti kendi buldu” dersen bunu herkes yemez! Yani aslında “rasyonel beklentiler teorisi!” ana akım iktisadın en büyük yalanlarındandır! Ama bunu matematiksel modellerle iktisat öğrencilerine “bilim diye yutturabilirsen!”, bu öğrenciler ileride politika üretecekleri zaman, işsizliği ya da gelir dağılımı adaletsizliğini çok önemli birer sorun olarak görmeyecektir! Hâttâ şirket (C.E.O.) siyoları ve fabrikatörler kendilerini “fakir ve çaresiz olacak insanlara iş yaratan iyilik melekleri” olarak görürler, çünkü; kapitalizmde sermayedar kan emici bir vampir değil, işverendir, onlar olmasa kim iş verecek bu kadar insana?!

    Dolayısıyla bir (C.E.O.) siyo birini işten çıkardığı zaman kötülük yaptığını düşünmez; sadece daha önce o kişiyi işe alarak ve işte tutarak yapmış olduğu iyiliği artık yapmıyor olduğunu düşünür!

    Mesela serbest ticaret, emperyalist koşullar altında ekonomik olarak güçlüyü daha iyi, zayıfı da daha kötü yapar; ama böyle dersen Meksika NAFTA’yı imzalamaz, Amerikalı kapitalistler de ürettikleri fazlayı Meksika’ya satamaz veya ucuz işgücünden yararlanamaz! Bu yüzden öyle varsayımlarla, matematiksel ve bilimsel gözüken öyle modeller kurmalısın ki serbest ticaret her iki ticari ortağı daha iyi yapıyor gözüksün; ama sadece kâğıt üzerinde! Bunu literatüre iyice yedirebilirsen buradan çıkacak “bilimsel” makalelerle ürettiğin politika önerilerini kullanarak, Meksika halkına, NAFTA anlaşmasının onları ekonomik olarak kalkındıracağı yalanını yutturabilirsin. (Ama Chiapas’taki “Zapatista”lara yutturamadılar!)

    20 sene sonra, NAFTA’nın aslında Meksika’yı olumsuz etkilediği anlaşılınca; zaten iş işten geçmiş, sömürülen sömürülmüş, elde edilen rant elde edilmiş olur! Anlaşmayı devam ettirmek için de Amerika’da bulunan kaçak Meksikalıları sınır dışı etme kozunu kullanarak Meksika’yı tehdit edebilirsin!

    İşte bu yüzden; sistem, ekonomi bilimini daha saygın göstermek zorundadır!

    İktisat fakültelerinde ders kitapları neredeyse “kutsal kitap” gibi algılanır! Bir şey ders kitabında yazıyorsa bilimsel ve sorgulanmaz bir bilgi zannedilir! Gerçekte ise öyle değildir; burjuva bilimi belli bir çıkar grubuna (“burjuvazi”ye) ve belli bir ideolojiye hizmet eder! Tabi aslında sistemik olarak daha büyük ve daha karmaşık bir “ideolojik propaganda mekanizması” işliyor olsa da; İsveç Bankası Ödülü’nün Nobel Ekonomi Ödülü diye pazarlanması işte bu “ideolojik palavralara saygınlık kazandırmak”, “sistemi meşrulaştırmak” ve “ekonomi biliminin marka değerini arttırmak”tan başka bir şey değildir! Yoksa böyle bir ödül yoktur. Verilen ödül de tıraştan bir ödüldür!

    Bugüne kadar 75 farklı kişiye verilmiş İsveç Bankası Ödülü, 28 kişiyle en çok “Chicago ekolü!”nden gelen “burjuva iktisatçıları”na verilmiştir!

    53’ü, yani üçte ikisinden fazlası Amerikan vatandaşıdır. Amerikan vatandaşı olmayanların çoğu da Amerika’da bir üniversitede profesördürler. Ödül alanların tamamına yakını “marjinalist”tir (matematiksel optimizasyon yaparlar); “serbest piyasa kapitalizmi”nin ve “neoliberalizm”in akademideki & üniversitedeki piyonlarıdır! Hiçbir Marksist ya da radikal iktisatçıya bu ödül verilmemiştir! Sırf bu bile; ideolojik olarak bu ödülün bir “burjuva ödülü olduğu”nu göstermektedir!

    Fakat burjuva iktisadında “Friedrich Hayek”, “Milton Friedman” ve “Gary Stanley Becker” seviyesinde ideologların sayısı azalmıştır! Son 10-20 yılda “baba ideolog!” diyebileceğimiz bir başka burjuva ideoloğu pek çıkmamıştır! Bunu:

    1. Disiplinin giderek daha teknikerliğe dayalı hâle gelmesine,

    2. Aşırı özelleşmeye (spesifik konular içinde kaybolmaya),

    3. İdeolojinin çekirdeğinin çok katı olduğundan yeni yaklaşımlara kapalı olmasına bağlayabiliriz.

    Kanımca:
    Hem iktisat akademisinde, hem medyadaki en önemli ve popüler sayılabilecek iki figür; radikal olmamalarına ve burjuva iktisadı sınırlarının içinde yer almalarına rağmen, yandan çarklı Keynesyen olan “Joseph Stiglitz” ve “Paul Krugman”dır. Bu iki şahıs; her şeye rağmen (mesela “Chicago ekolü”yle kıyaslayacak olursak) daha ilerici gözükmektedirler.

    Nobel Barış Ödülü 2009’da Barack Obama’ya verildiğinde, Amerika’nın 4 ülkede işgalci güçleri vardı; yani herhâlde ödül Obama ve neferleri daha fazla ülkeye savaş açmadığı için verilmiş olsa gerek!

    Aynı ödül daha önce yine yüzbinlerce insanın ölümüne sebebiyet veren savaş ve darbelerin mimarları olan Shimon Peres ve Henry Kissenger’a da verilerek, İsrail ve Amerika’nın barışçıl ülkeler olduğu algısı yaratılmasına katkı sağlanmıştı!

    Zaten dinamiti icat eden bir adam adına “barış” ödülü verilmesi başlı başına bir ironidir! Aynı adam anısına yalandan da olsa verilen ekonomi ödülü de yine (bu aralar çok popüler olan terimle!) bir “algı operasyonu!”nun parçasıdır, fazla büyütülmemesi gerekir!

    Ama bilmek gerekir ki; burjuva demokrasilerinde algı, üzerinden süre geçtikçe, gerçeklik olur!

    İlerici her iktisat hocasının, verdiği derslerde veya yazdığı yazılarda yeri geldiğinde, “Nobel Ekonomi Ödülü” diye bir ödülünün olmadığını, yukarıdaki sebepleriyle birlikte öğrencilerine veya okuyucularına izah etmesi gerekir.

    (Keynes sonrası) Post-Keynesyen iktisatçı Joan Robinson’ın meşhur “İktisat öğrenmenin amacı: İktisadi sorulara verilen hazır cevapları elde etmek değil; ekonomistler tarafından kandırılmamayı öğrenmektir!” sözü; vermek istediğim mesajı özetlemektedir!

    [ Anıl Aba, 28 ekim 2014, http://sendika8.org/2014/10/nobel-ekonomi-odulu-diye-bir-odulun-aslinda-olmamasi-anil-aba/ ]

    [DEVAMI 4. BÖLÜMDE]

  144. =BÖLÜM 4= Sayın (Necip) 129 ve 133

    [4. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 129 ve 133,

    === BU DENLİ ÇOK İKTİSATÇI NE İŞ YAPAR? KİME HİZMET EDER? ===

    Vaktiyle (belki 10 yıl geçmiştir) Türkiye’nin en eski iktisat dergisine ilgisizliği tartışırken; akademisyeninden gazetecisine, özel danışmanlardan kamuda istihdam edilenlere doktora öğrencilerine kadar 10 binin üzerinde kişinin ekmeğini iktisatçılık yaparak, yahut iktisatçılığı bahane ederek yediğini hesaplamıştık!

    Fakat bu iktisatçı kalabalığına karşılık gelen bir iktisat yazını yoktu! Bir başka ifade ile, iktisatçı arzına denk gelen bir yayın (kitap, dergi vs.) talebi bir türlü oluşmuyordu!

    Diğer yandan, gazete sayfalarının en büyük kısmı ekonomi sayfalarına ayrılır. Televizyonlarda, dergilerde, radyolarda, internet sitelerinde de iktisadi yaşam dikkate değer yer alır. Üstelik bu sayfalarda mebzul miktarda iktisat yorumcusunun görüşleri sütunları doldurur.

    “Peki bütün bu iktisatçılar ne yazar?” diye sorulursa; rakamları teknik biçimde yorumlamakla uğraşıyorlar diye cevap verirsek kesinlikle abartmış olmayız. Sütunlar dolduran yorumların, asla teknik bir iktisat çerçevesinin dışına taşmadığını görürüz! “Para”, “üretim”, “ihracat”, “cari açık”, “kâr”, “risk iştahı”, “faizler”, “milli gelir” gibi terimler ve bunların istatistikleri, grafikleri doldurur o sütunları. Ama “insan”, “işçi”, o “üretimin arkasındaki süreç” yer bulmaz kendine! Kavramlara, kavramların dayandığı tarihi ve sosyal çerçeveye hiç yüz verilmez!

    Mesela, resmi milli gelir verileri mi açıklandı: Liberalinden burjuva soluna hâttâ kendini Marksist sayanına kadar hepsi; rakamları, tıptaki röntgen mütehassısı gibi ele alırlar! Rakamların sıhhatinin tartışılması, işçinin aşırı çalışmasının yol açtığı tüketiciliği hiç bir zaman kapsamaz! Her nedense iktisadi sürecin aslında sosyal bir ilişki olduğunu akıllarına getiremezler!

    Bir türlü; iktisadi olayların siyasetle, sınıflarla, sosyal mücadele ile ilişkisini kuramazlar! Tam tersine, kurmamak için özel çaba harcarlar! Bunu yaparken de iktisadın herkesin anlayamayacağı, özel bir uzmanlık alanı olduğu izlenimi yaratırlar! Rosa Luksemburg’un ifadesiyle; “ortalığı bir duman perdesiyle örtmeye” çabalarlar!

    İktisadi hayat gerçek hâliyle, ortaya konulamaz. İktisadi yaşamın yüzeydeki görünüşü, hâttâ bu görünüşün bile küçük bir kısmı ortaya konulmuş olur. Tabi unvanlarına, makamlarına, şöhret düzeylerine uygun olarak Rosa Luksemburg’un belirttiği gibi; “cafcaflı cümlelerle”!

    Kavramların, sınıfların, Kürt meselesinin, sosyal mücadelenin, dışlandığı teknik bir alan. Son derece “steril!”…

    === “SAVAŞ” VE “EKONOMİ” ===

    Bütün bunlara neden mi dikkat çekiyorum?

    7 Haziran’dan itibaren adım adım tansiyonun yükseltilmesi ve Cizre’de, Sur’da, Silopi ve pek çok yerde savaş diyebileceğimiz çatışmalara; bu iktisatçı kalabalığı tek kelime etmediği için! Sanki “ekonomi ayrı bir sahada!”, “siyaset ayrı bir mecrada!”, “sosyal alan çok daha farklı bir çevrede!” cereyan ediyor!

    “Hükümet politikaları”, “AKP eleştirisi”, “AB kararları” gündemdeyse: Siyasete evet!
    Fakat sınıflar harekete geçince, ülke çapında mücadele şiddetlenince; iktisatçılarımız başlarını kuma gömerler!

    Acaba ekonomi alanı; savaştan, çatışmalardan muaf mı?!

    Çatışmaların yoğunlaştığı ilçelerden kitlesel iç göçün, yüzlerce ölümün, tankın topun eskitilmesinin hiç mi iktisadi bir karşılığı yok?!

    “Savaş”; fabrikalardaki, bürolardaki sınıf mücadelesini, mesela “kapitalizme karşı örgütlenme çabaları”nı, ücret taleplerini etkilemeyecek mi?!

    İç göç; kentlerde emek (işçi) arzını artırmayacak mı?!

    Emek arzı artınca ücretlerin düşmesi eğilimi hızlanmayacak mı?!

    Konut sorunu arsa spekülasyonuna yol açmayacak mı?!

    Bütçede askeri harcamalar ve örtülü ödenek masrafları artmayacak mı?!

    Kürtlerin yoksulluğu ile bu savaşın hiç mi ilgisi yok?!

    Yoksulluk ile kapitalizmin eşitsiz gelişimi arasında kuvvetli bir bağ bulunmuyor mu?!

    === “YABANCILAŞMA”, “PARÇALANMA”, “DAĞILMA” ===

    Bir kısmı cevabı içinde olan bu türden sorular, dolaysız olarak bizi aynı zamanda “yabancılaşma meselesine” de götürüyor!

    Hiç kuşkusuz “yabancılaşma”nın maddi temeli: Kapitalizmin muazzam sermaye birikimi, metalaşmanın yayılması, paranın her toplumsal dokuya sızmasıdır! Burjuva ideolojisinin hakimiyetini yeniden üretir bu ekonomik çark! Marks’ın devrindekinden çok daha kaba, daha bayağı, daha parçalanmış (bütünlükten uzaklaşmış) hâlde! Ayrıcalıklar, rütbe ve makamlar, üniversitede kürsü tahsisi, işini koruma endişesi; “yabancılaşma”yı besler!

    Kapitalizmin sağladığı ayrıcalıklardan, kapitalizmi eleştirerek yararlanmak işine gelmez iktisatçıların!

    Rosa Luksemburg, iktisadi gerçekliğin, burjuva iktisatçıları tarafından “içi boş bir cümle yığını ve safsatadan ibaret olması”nın nedeninin “rastlantısal bir yanılgı olmadığını” belirtmişti yüzyıl önce!

    İktisatçıların ideolojik işlevi; toplumun (bilhassa işçilerin!) ikna edilmesi bakımından önemlidir!

    Kapitalizme göre: “Bir toplumun en önemli üretici gücü işçilerin, yani canlı emeğin haddini bilmesi, üretimde kendisine verilen rolü benimsemesi gerekir!” Bu nedenle hangi iktisatçı, sütunlar dolduran yazıları arasında; “sınıf”tan, “üretim süreci”nden, “bu süreçteki işçi”den bahsetmiyorsa; gerçeği gizliyor demektir!

    [ Erhan Bilgin, 23 Aralık 2015 ]

    ========== 9 ==========

    [A]

    [“sanki soma da ölüm tehlikesi olmayan isler dururken insanlar aptalliklarindan gidip kömür ocaklarinda calisiyorlarmis gibi konusuyorsun. sanki kömür ocaginda calisanlar milyonlar kazanip köseyi dönüyorlarmis gibi konusuyorsun.”
    Kimin kac parayi ‘cok para’ sayacagina ben karar vermiyorum. Fakat, asikar ki, daha iyi para icin (rencberlik yerine) madende calismayi tercih etmisler.
    “soma da ki patlamadan sag kurtulan iscilerin mahkeme ifadeleri internette var, bakabilirsin.”
    Bakarim da, kendilerini incrimate edecek kadar salak olduklarini dusunmuyorum –en azindan avukatlari bunu engellerler. Dolayisi ile, mahkemede verilen ifadeler –bu cercevede– referan olmuyor pek.
    “kapitalistlerin para ve zenginlik icin sadece soma’da degil dünyanin her tarafinda insanlari nasil modern köleler olarak calistirdiklarini ‘beyaz yalakalar’ buraya astiklari yazi ve somut verilerle ortaya koyuyorlar.”
    Kullandiginiz kelimelerde sorun var bence. Mesela, ‘calis-tir-mak’..
    Burada bir tur zorlama, ya da kisinin iradesini ‘override’ etmek imasi var.
    Halbuki, realitede bu yok.
    Beyaz ya-la-kalar da, digerleri de, hic bir sekilde cebren ve hile ile oralarda esir tutulmuyorlar.
    Isteyen istifasini basar, cikar gider.
    Ama, bu kadarini bile yapmayip, bize –tipki sizin yapmaga calistiginiz gibi– ‘vicdan yapiyor’lar.]

    [B]

    [Aksi halde, olum de bir kurtulustur; ama, gordugum kadariyla o muhayyel Yunanistan’li orospunun iffetini siz hamfendinin kendisinden daha fazla onemsiyorsunuz.]

    Elbette önemseyeceğiz, çünkü vicdanlıyız!

    Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilen “Beyaz Ya-LA-ka”lar; narsist ve hedonist değiliz!

    [Fitratci] değiliz!

    [Insan dogasinin bir yansimasi] sözünü geviş getirir gibi tekrarlayan “guru kılıklı şarlatan!”lardan değiliz!

    [Hüve’l-baki]yi ortalığa saçan mehdilik fantezileri içinde kaybolmuş irrational köleler değiliz!

    [“Böyle gelmiş, böyle gider; yırtınmayın”] sözünü şiar edinmiş ABD’deki “Koch Industries, Inc.” veya Türkiye’deki “Koç Holding A.Ş.” gibi şirketokrasilerde ensesi kalın kapitalist C.E.O. öküzlerinden değiliz!

    Hele hele [Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?] zırvasını hönkürenlerden hiç ama hiç değiliz!

    Siz, sayın “Necip”, günümüzde kapitalizmin meydana sürdüğü “option”lardan seçmece yapmayı “özgürlük” zannediyorsanız eğer; yandı gülüm keten helva! Wake up and smell the coffee!

    İkaz ediyoruz:

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

    İkaz ediyoruz:

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre AMATÖRLER ÖLSÜN, PROFESYONELLER YAŞASIN!

    Sayın “Necip” belki İlber Ortaylı üstadımızın piyasadan saklanmış aynı yumurta ikiz kardeşi de olabilir: CAHİLLER ÖLSÜN, “KENDİNİ BİLGE ZANNEDENLER!” YAŞASIN!

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre SALAKLARA SOYKIRIM UYGULANSIN, SADECE “KENDİNİ AKILLI ZANNEDENLER!”İN OLDUĞU “DEADLY COMPETITIVE!” BİR DÜNYA YAŞASIN!

    İkaz ediyoruz:

    SAYIN “NECİP”; AYN RAND’IN İKİZİDİR!
    SAYIN “NECİP”; RAND’IN YARATTIĞI KARAKTER “JOHN GALT” OLMAYA ÖZENİYOR!
    VE HÂTTÂ SAYIN “NECİP”; OBJECTIVISM’E AKLINI SATMIŞ ZEHİRLİ BİR BEYİN!

  145. “Siz DE (eğer varsa) evladinizi/evlatlarinizi; birer ‘beyaz ya-la-ka’ olmalari için yetiştiriyorsunuz!”

    Kimi ne amacla yetistirdigim sizin ilgi alaniniza girmez.

    “Bu ifademiz, kapitalizmi; ‘Adam Smith öncesi’ ve ‘Adam Smith sonrasi’ olarak sizlere işaret etmeye çirpindiklarimizin özüdür.”

    Anladigim kadariyla (yazida bahsettiginizden oyle anlasiliyor) bir yerlerde lisans seviyesinde bir seyler okumussunuz..

    Oradan aldiginiz diplomayla da beyaz yakali biryerlerde de calisiyorsunuz.

    Buraya kadari isabetli ise, benim baktigim yerden, o diploma icin harcadiginiz zaman tamamen bir zaman ziyani olmus.

    Sundan dolayi:

    ‘Adam Smith öncesi’ ve ‘Adam Smith sonrasi’ diye birilerince ikiye ayriliyor olmasi, bir, onun oyle oldugu anlamina gelmez; iki, Hz Smith’in herhangi bir seyin sistemini oturttugu, ya da ondan once olmayan bir seyi peydahladigini gostermez.

    Anlayabileceginizi umarak, benzer bir ornek vereyim: Liseden filan hatirlayacaksiniz; Hz Isaac Newton nam keferenin birisi de yercekimini (gravity) kesfetmistir.

    Bu, onun yercekimi denen olgunun sahibi olduguna isaret etmez. Ikincisi de, daha da beteri, yercekiminin tam bir tarifini yaptigini da gostermez (sizi sasirtacak belki, ama hala daha ‘gravity’ denen seyi baska seylerden bagimsiz tanimlayabilmis degiliz).

    Newton’un yaptigi yegane onemli sey, zaten var olan bir olguyu –belli kisitlar cercevesinde– ‘kullanilir’ kilmak olmustur –yani, formulize etmistir (ki, o da her zaman gecerli degildir; bkz quantum fizigi ve astrofizik olcekleri).

    Dolayisi ile, Hz Smith emmiye geri donecek olursak, bu zat-i muhterem, Newton emminin yaptigi kadarini bile yapamamistir.

    Sadece gozlemlerini ve ongorulerini kayda gecmistir, o kadar. Bunlar da, akademik ya da degil, baskalarina ilham vermis; ama, bu, ‘sistemin sahibi’nin Smith oldugu anlamina gelmez.

    O yuzden, ‘Adam Smith öncesi’ ve ‘Adam Smith sonrasi’ diyenleri ciddiye almak, Nasreddin Hoca’nin ‘buyuk kiyamet’ ve ‘kucuk kiyamet’ diye adlandirdigi devirleri mutlak sanmakla esdegerdir.

    Bu kadarini idrak edemeden aldiginiz o lisans diplomasi, bu yuzden, ziyandir bence.

    “Şimdi de ‘Marxism’ kritiğine mi başladiniz”

    Marxist kritigi yapiyordum –sicillerine bakarak.

    “Siz hâlâ ama hâlâ; önünüze çikan her ‘marxist’i’ ve her ‘kendini marxist zannedeni’ bir çuvala doldurup, [gulaglar]da yaşanan katliamlarin yegâne sorumlusu tutuyorsaniz; yandi gülüm keten helva!”

    Kupkuru bir hipotezler manzumesini tartismanin masturbasyonel nice hazlari olsa da, o tur seylere vakit ayirmak luksum giderek azaliyor; o yuzden, uygulamaya bakmak bana daha isabetli geliyor. Yani, my dear cricket, sizde nasil diyorlar, proof of the pudding is in the eating..

    “‘ana akim iktisat literatüründe: her sonuç, özünde, rasyonel ve bireysel bir tercihtir.’ yalani!!!”

    Bunu yeni mi farkettiniz?

    Hayatta hic bir sey mutlak determinist degil.

    “‘yani madende grizu patlamasinin belli bir olasiliği vardir, herkes bunu bilir ve bile bile o madene iner; [..]’ yalan!!!”

    Bunu da yeni mi farkettiniz?

    Tabii ki, herkes o olasiligi bilmez. Ama, en azindan, baska yerlerde madenlerde olumlu/fatal kazalarin oldugunu duymustur.

    “Ben lisans öğrencisiyken [..]”

    Keske mezun olmasaydiniz.

    “Ekonomi bilimi aslinda son derece kritik bir sosyal bilimdir.”

    Annadiiimm.. siz ekonomi bilimi diye bir seyin var olduguna inaniyorsunuz..

    Size henuz kimse elementery seviyede cebir bilen muhasebecilere ekonomist/iktisatci dendigini soylememis, belli.

    “Elbette önemseyeceğiz, çünkü vicdanliyiz!”

    Sozkonusu zat-i zenne orospu ablamizin kendi vicdanindan daha cok vicdan sahibi olmak iddianizi bir isguzarlik olarak not ediyorum.

    “[Hüve’l-baki]yi ortaliğa saçan mehdilik fantezileri içinde kaybolmuş irrational köleler değiliz!”

    Istifa edemedikten sonra, rational olmussunuz, irrational olmussunuz; ne farkeder?

    Ruhunuz kolelesmis.. birakip gidemiyorsunuz.

    Bari, durust olun ve sikayet edermis gibi yapmagi birakin.

    En azindan o kadarini becerin..

    [Bu arada, –saymadim, ama;– bu sayfada herhalde bin tane isim –name dropping– yazmis olmalisiniz. Goze girmek gayretlerinizi anlayisla karsiliyorum; ama, bilmenizi isterim ki tam tersi etki yaratiyor. Varsa, kendi cumlelerinizle yaziniz lutfen.]

  146. Sayın (Necip) 140'a

    fazla uzun

  147. =BÖLÜM 1= Sayın (Necip) 140'a

    [1. BÖLÜM]

    TOPLAM İKİ (2) BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.

    Sayın “Necip” 140,

    === 1 ===

    [A]

    [“[Hüve’l-baki]yi ortaliğa saçan mehdilik fantezileri içinde kaybolmuş irrational köleler değiliz!”
    Istifa edemedikten sonra, rational olmussunuz, irrational olmussunuz; ne farkeder?
    Ruhunuz kolelesmis.. birakip gidemiyorsunuz.
    Bari, durust olun ve sikayet edermis gibi yapmagi birakin.
    En azindan o kadarini becerin..]

    Peki siz?!

    Dürüst müsünüz?!

    “Evlatlarımıza” kim bakacak?! Evlatlarımızı “kapitalizme köle olması için!” kim yetiştirecek! Siz mi?!

    Siz kapitalist sistemin olmadığı far far away bir galaxy de mi ikâmet ediyorsunuz?!

    Mr Spock da kapı komşunuz mu?!

    [B]

    [“Siz DE (eğer varsa) evladinizi/evlatlarinizi; birer ‘beyaz ya-la-ka’ olmalari için yetiştiriyorsunuz!”
    Kimi ne amacla yetistirdigim sizin ilgi alaniniza girmez.]

    Öncelikle; YALAN ATIYORSUNUZ!

    İspatı:

    {{{
    Sayın “Necip” (eğer varsa) evladını/evlatlarını DA “Beyaz Ya-LA-ka” yapmak için kapitalizm tarafından mahkûm edilmiş! EĞER BUNUN TERSİNİ SÖYLÜYOR VEYA BUNDAN HİÇ BAHSETMİYORSA; YALAN ATIYOR DEMEKTİR!

    HEY MR NECIP; YOU ARE “NOT ALONE” ON EARTH!
    YOU DO NOT LIVE ON AN ABANDONED ISLAND ON YOUR OWN! CAPITALISM & CORPORATOCRACY ENGULF YOU AND YOUR FAMILY, TOO!
    YOU AND YOUR FAMILY, TOO, ORDINARY SLAVES OF CAPITALISM & CORPORATOCRACY!
    YOU, MR NECIP, ALSO HAVE TO EDUCATE YOUR CHILDREN (IF YOU HAVE ANY), HAVE TO PUSH THEM TO BE “COMPETITIVE WHITE COLLAR CRIMINALS!”
    WHY?! BECAUSE; CAPITALISM DICTATES YOU, TOO!
    ANY YOU JUST IGNORE THE FACTS! WHAT A PITY!
    WAKE UP AND SMELL THE COFFEE!
    }}}

    Maalesef [ilgi alanimiza] girer! Çünkü; İstanbul/Maslak’taki plazalara, (eğer varsa) sizin DE “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evlatlarınız geliyor! Her gün sizin DE “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evlatlarınız “kapitalizme karşı mücadeleye” çağırıyor! Zahmet edip, yukarıda “58″ numaralı metnimizde yazdıklarımızı okursanız; sizin DE evlatlarınızın birer köle hâline getirildiğini, “Beyaz Ya-LA-ka”laştığını göreceksiniz:

    {{{
    “Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”i,
    “Şirketokrasi”yi,
    “Kapitalizmin 2016 hâli”ni öğrenmeye niyetlenirseniz geviş getirmezsiniz! Ama öğrenmek istemiyorsunuz; çünkü işinize gelmiyor!

    Artvin’den Ankara “OSTİM”e kadar,
    Ağrı’dan Bursa’ya kadar,
    Antep’ten Çorlu’daki “Avrupa Serbest Bölgesi”ne kadar,
    Sivas’tan Çerkezköy’e kadar,
    İskenderun limanından İzmir’e kadar;
    Bu ülkedeki bütün “organize sanayi bölgelerinde” yapmadığımız saha araştırması kalmadı!

    Hâlâ bu saha araştırmalarına devam ediyoruz!

    Çünkü; Maslak’taki plazalarda, kıçlarını yalamaya mecbur bırakıldığımız uluslararası C.E.O.’ların (patronların!) yeni yatırım (sömürü!) plânlarının altyapısını oluşturmak ve “plazalara taze kanlar devşirmek için!” bu saha araştırmalarını yapmaya mecbur bırakılıyoruz!

    Sadece AKP’nin hüküm sürdüğü “devlet” mekanizmasından bahsetmiyoruz; “şirketokrasi” hastalığının nasıl bir kuluçka merkezi gibi kullanıldığını da sizlere işaret etmek için çırpınıyoruz!

    Sizlere TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON başta olmak üzere; “şirketokrasi”nin hükümranlığını pekiştirmek için nasıl karteller kurduğunu boşuna anlatmıyoruz!

    İşçinin emekçinin bayramı dedikleri, o meşhur “1 Mayıs!”larda; TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor?! diye boşuna sormuyoruz!

    Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz!

    Bu araştırmalarımıza ek olarak; “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarının birer neferi olmak için bebekliğimizden itibaren “submissive schooling” sultasından geçtik! “Şirket” denen yerlerde “istihdam” edilmek için beynimiz yıllarca programlandı!

    Yıllardır Maslak’taki plazalarda (her gün!) görüşmeler yaptığımız “gençlik myth”leriyle şu sonuca ulaştık:
    Eğer, en azından, Adam Smith’in sistemleştirdiği-kavramlaştırdığı, bir tür “motor” hâline getirdiği kapitalizmin, bu “gençlik myth”inin beynine ne zaman ve nerelerde zerk edildiğini keşfedemezsek; sarhoş kavgası içinde enerjimizi boş yere harcamış oluruz sayın “Necip”!

    İşte bu kısır döngüde boğulmamak için saha araştırmalarımızı yaptığımız esnada, ve Maslak’taki plazalara gelen çeşitli yaştaki ve eğitim seviyesindeki kişilerle görüşürken, başlangıcın yoğunlaştığı (start line) yerlerin; “eğitim merkezleri” olduğunu, özellikle de “üniversiteler” olduğunu gözlemledik.

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor! Yani bu öğrencilerin hepsine “Beyaz Ya-LA-ka olmak için eğitim görün!” deniyor! (Yani sizin yumurtladığınız ifadenin aynısı sayın “Necip”: [keep your day job]!)

    Bu sadece “buzdağının görünen kısmı”!

    “Meslek Yüksek Okulları”nda, “Teknik Liseler”de, “Endüstri Meslek Liseleri”nde ve “Klasik Liseler”de yaptığımız saha araştırmalarının raporlarını da size aktarsak; kafanızı dağlara taşlara vurursunuz!

    28 Mayıs 2013 – 15 Haziran 2013 arasında; “Divan Oteli’ne karşı!” yaptığımız protestodan haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    12 Mayıs 2015 – 29 Mayıs 2015 arasında; Eskişehir’deki Arçelik tesislerine Ali Koç’un giremedeğinden haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    İstanbul/Beşiktaş/Büyükdere caddesinde “Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.” merkez binasında fokur fokur kaynayan “Beyaz Ya-LA-ka”lardan haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    Antalya, İzmir, Bursa, Kocaeli, Tekirdağ’daki FORD-Otosan, TOFAŞ-Fiat, Renault, BOSCH-Rexroth, B-S-H, Arçelik başta olmak üzere binlerce “şirketokrasi”de; kapitalizme karşı mücadele ederken kaç yoldaşımızın kalp krizi ile “öldürüldüğünden” haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı; kirâya verir, yüksek kâr marjıyla satmaya çalışır, veya hızarla kestirerek fiyakalı ahşap bir gemi inşa ettirip Rahmi Koç Müzesi’nde sergiler, veya odun olarak yakar sayın “Necip”!

    İstanbul/Nakkaştepe’de fokur fokur kaynayan “Beyaz Ya-LA-ka”lardan haberiniz var mı sayın “Necip”?!

    Yukarıda, “46″ numaralı metnimizde “Foxconn”da yaşanan “cinayetleri” hatırlattık; [bizim pasa gonlumuzun isteyip / istemedigi] tespitini yumurtladınız!

    Yukarıda, “28″ numaralı metnimizde “SOMA cinayeti!”ni hatırlattık; [insan dogasinin bir yansimasi!] diye diye geviş getirdiniz!

    “Volkswagen” isimli şirketokrasinin “emisyon mekanizmasında on yıllardır sahtekârlık yaptığını!” size ve sizin gibilere hatırlatsak; [insan dogasinin bir yansimasi!] diye diye geviş getirirsiniz!

    “Cargill” ve “Monsanto” adlı iki dev şirketokrasinin; Latin Amerika ülkelerinin tamamını yok ettiğini, ABD’nin güney eyaletlerindeki çiftçileri de yutmak üzere olduğunu size ve sizin gibilere hatırlatsak; [insan dogasinin bir yansimasi!] diye diye geviş getirirsiniz!

    Kapitalizm, (kendi ismiyle bile!) “KAPİTALİZM MATRUŞKALARI!” üretip herkese kakalar sayın “Necip”!

    [Sizin daha iyi bir pilot ya da ucak ureticisi oldugunuza dair elimizde ne tur bir sicil var?]

    [Pilot] olmak gibi bir “desire!”a ve “greed!”e sahip değiliz!

    Uçağı; bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar TEK BAŞINA ÜRETECEK KADAR NARSİST DEĞİLİZ!

    Uçağı; her beraber üreteceğiz; siz DE dahil!
    }}}

    === 2 ===

    [A]

    [“Ekonomi bilimi aslinda son derece kritik bir sosyal bilimdir.”
    Annadiiimm.. siz ekonomi bilimi diye bir seyin var olduguna inaniyorsunuz..]

    [B]

    [‘Adam Smith öncesi’ ve ‘Adam Smith sonrasi’ diye birilerince ikiye ayriliyor olmasi, bir, onun oyle oldugu anlamina gelmez; iki, Hz Smith’in herhangi bir seyin sistemini oturttugu, ya da ondan once olmayan bir seyi peydahladigini gostermez.]

    Merak etmişsiniz, cevaplayalım: “Ekonomi bilim değildir!” Ekonomi (en öz ifadeyle) bir disiplindir.

    İstanbul/Maslak’ta yaptığımız “Her Renk Ya-LA-ka” dostlarımızla toplantılara sık sık iştirak eden sayın “Anıl Aba”, 28 Ekim 2014′te, “Ekonomi bilimi aslında son derece kritik bir sosyal bilimdir.” ifadesini söyledi diye; bunu onaylıyor değiliz!

    Yalan atıyorsunuz; ispatı: [Hz Smith’in herhangi bir seyin sistemini oturttugu, ya da ondan once olmayan bir seyi peydahladigini gostermez.]

    “Adam Smith” isimli zehirli beyin; günümüzde devam etmekte olan kapitalizmin bir nevi anayasa kitabını 1776′da yazmıştır. Yani Smith; [sistemi oturtmustur]!

    Fakat Smith; [olmayan bir seyi peydahlamamistir]!

    Paranoyalarınız parmaklarınıza hükmediyor; dikkat edin kendinize sayın “Necip”!

    [DEVAMI 2. BÖLÜMDE]

  148. =BÖLÜM 2= Sayın (Necip) 140'a

    [2. BÖLÜM – SON]

    Sayın “Necip” 140,

    === 3 ===

    “CIMBIZ KULLANMAK” SİZİN GİBİ BİRİNE HİÇ YAKIŞMIYOR SAYIN “NECİP”!

    [“Siz hâlâ ama hâlâ; önünüze çikan her ‘marxist’i’ ve her ‘kendini marxist zannedeni’ bir çuvala doldurup, [gulaglar]da yaşanan katliamlarin yegâne sorumlusu tutuyorsaniz; yandi gülüm keten helva!”
    Kupkuru bir hipotezler manzumesini tartismanin masturbasyonel nice hazlari olsa da, o tur seylere vakit ayirmak luksum giderek azaliyor; o yuzden, uygulamaya bakmak bana daha isabetli geliyor. Yani, my dear cricket, sizde nasil diyorlar, proof of the pudding is in the eating..]

    ŞU KISMI GÖRMEZDEN GELMENİZİ GAYET İYİ ANLIYORUZ; ÇÜNKÜ KENDİ ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜNÜZLE YÜZLEŞMEK İSTEMİYORSUNUZ:

    {{{
    Angela Merkel’i de bir zamanlar Hitler’in yönettiği bir ülkede bugün başbakanlık yapıyor diye çöp kutusuna gönderelim mi?! Toplama kamplarını kuran Angela Merkel mi?!

    [‘oxymoron’]luk yapan sizsiniz ama farkında olamayacak kadar kapitalizm tarafından zehirlenmişsiniz sayın “Necip”! Yazık!
    }}}

    [Yani, my dear cricket, sizde nasil diyorlar, proof of the pudding is in the eating]

    Wow! Laughing out loud!

    Siz, sayın “Necip”, günümüzde kapitalizmin meydana sürdüğü “option”lardan seçmece yapmayı sadece “özgürlük” değil aynı zamanda “başarı” da zannediyorsanız eğer; yandı gülüm keten helva! Wake up and smell the coffee!

    There is one of the deadliest worms moving around in your brain Mr Necip! Are you brave enough to throw it out?! You think that everything in life is all about “capitalist productivity” and “capitalist efficiency”! The so-called “feasibility” and “success” mean “consume, consume and consume!” in the capitalist context! Your “pudding!” was tested billion times and the result: It’s poisonous! What a pity!

    === 4 ===

    [“‘ana akim iktisat literatüründe: her sonuç, özünde, rasyonel ve bireysel bir tercihtir.’ yalani!!!”
    Bunu yeni mi farkettiniz?
    Hayatta hic bir sey mutlak determinist degil.
    “‘yani madende grizu patlamasinin belli bir olasiliği vardir, herkes bunu bilir ve bile bile o madene iner; [..]‘ yalan!!!”
    Bunu da yeni mi farkettiniz?
    Tabii ki, herkes o olasiligi bilmez. Ama, en azindan, baska yerlerde madenlerde olumlu/fatal kazalarin oldugunu duymustur.]

    “Yalanı farketmek” ile “yalana karşı çıkmayı” birbirine karıştırıyorsanız; bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar ne yapalım!

    [Mutlak determinist] olup / olmadığımız yönündeki ithamınız; yine beyninizin kılcal damarlarından fışkıran “Bu yaz Marxist devrim olursa ne yaparız?! Cayır cayır yakarlar!” paranoyanız ile aynı!

    Merak etmişsiniz, cevaplayalım: Mutlak determinist ve aynı anda “mutlak pozitivist” değiliz!

    Umarız, kapitalizm sizi DE o maden ocaklarından birinde ekmek parası kazanmaya mahkûm etmez!

    “In a capitalist society, all human relationships are voluntary. Men are free to cooperate or not, to deal with one another or not, as their own individual judgments, convictions and interests dictate.” (Ayn Rand, ‘Capitalism: The Unknown Ideal’, 1966)

    === 5 ===

    [“Ben lisans öğrencisiyken [..]”
    Keske mezun olmasaydiniz.]

    Hayatının bir döneminde lisans öğrenciliği DE yaşamış kişi; dostumuz sayın “Anıl Aba”dır. Yukarıda “137″ ve “138″de yazdığı uyarıları tekrar okuyabilirsiniz zahmet olmazsa.

    Bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların kapitalizmin dayattığı eğitim seviyesini merak ediyorsanız cevaplayalım: İlkokul 2 terk!

    === 6 ===

    [“Elbette önemseyeceğiz, çünkü vicdanliyiz!”
    Sozkonusu zat-i zenne orospu ablamizin kendi vicdanindan daha cok vicdan sahibi olmak iddianizi bir isguzarlik olarak not ediyorum.]

    Kapitalizmin bu insanları o*****luk yapmaya mahkûm ettiğini siz DE gayet net gördünüz hâlde; hâlâ utanmadan arlanmadan bu insanlara çirkef düşüncelerinizi püskürtüyorsunuz! İçiniz çürümüş sayın “Necip”! Yaydığınız koku bizim bile burnumuza geliyor!

    Bu sayfada eğer [isguzar] varsa; sizsiniz! Çünkü daima “kapitalist patronların üslubu ile!” metinlerinizi yazıyorsunuz!

    Ne cevap vermiştik size:

    {{{
    Hele hele [Baskasinin ozgurlugunun bedelini neden (ben dahil) baskalari odemek zorunda?] zırvasını hönkürenlerden hiç ama hiç değiliz!
    }}}

    === 7 ===

    [Bu arada, –saymadim, ama;– bu sayfada herhalde bin tane isim –name dropping– yazmis olmalisiniz. Goze girmek gayretlerinizi anlayisla karsiliyorum; ama, bilmenizi isterim ki tam tersi etki yaratiyor. Varsa, kendi cumlelerinizle yaziniz lutfen.]

    “Edebiyat yapmak” derdimiz olsaydı; [kendi cumlelerimizle] yazardık!

    Burada “verilerle” ve “çözüm önerileri ile” konuşuyoruz! Ağda yapmaya gerek yok!

    Ve nihayet anladınız: [Goze girmek gayretlerinizi anlayisla karsiliyorum]. Aslı şu olmalı idi: [Gozumuze sokmak gayretlerinizi anlayisla karsiliyorum]

    [ama, bilmenizi isterim ki tam tersi etki yaratiyor.] Yok ya! Öyle mi! Siz [mutlak determinist] misiniz?!

    “NAME DROPPING”E DEVAM:

    İkaz ediyoruz:

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, “This is mine,” and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    Jean-Jacques Rousseau,
    “Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men”,
    1754

    İkaz ediyoruz:

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre AMATÖRLER ÖLSÜN, PROFESYONELLER YAŞASIN!

    Sayın “Necip” belki İlber Ortaylı üstadımızın piyasadan saklanmış aynı yumurta ikiz kardeşi de olabilir: CAHİLLER ÖLSÜN, “KENDİNİ BİLGE ZANNEDENLER!” YAŞASIN!

    Sayın “Necip”in zihniyetine göre SALAKLARA SOYKIRIM UYGULANSIN, SADECE “KENDİNİ AKILLI ZANNEDENLER!”İN OLDUĞU “DEADLY COMPETITIVE!” BİR DÜNYA YAŞASIN!

    İkaz ediyoruz:

    SAYIN “NECİP”; AYN RAND’IN İKİZİDİR!
    SAYIN “NECİP”; RAND’IN YARATTIĞI KARAKTER “JOHN GALT” OLMAYA ÖZENİYOR!
    VE HÂTTÂ SAYIN “NECİP”; OBJECTIVISM’E AKLINI SATMIŞ ZEHİRLİ BİR BEYİN!

  149. EĞİTİMLİLER AVRUPA'YA EĞİTİMSİZLER TÜRKİYE'YE

    Hacettepe Üniversitesi’nce yapılan araştırmaya göre, Almanya’da üniversite mezunu Suriyelilerin oranı %70, okur yazar olmayanların oranı %5 civarında. Türkiye’de ise okur-yazar olmayan Suriyelilerin oranı yaklaşık %50.

    Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Müdürü Doç. Dr. Murat Erdoğan, Türkiye’de üniversite mezunu olduğunu söyleyen Suriyeli göçmen sayısının sadece 40 bin olduğunu belirtti.

    “Türkiye’de 3 milyon 200 bin mülteci var”

    TBMM Mülteci Hakları İnceleme Alt Komisyonu’na Türkiye’deki Suriyelilere ilişkin yaptığı çalışmalarla ilgili bilgi sunan Erdoğan, Türkiye’nin 1,5 yıldır dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi durumuna geldiğini hatırlatarak, “2 milyon 688 bin 686 kayıtlı Suriyeli var. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte 3 milyon 200 bin mülteci Türkiye’de” dedi.

    “Kalıcı olacaklar”

    Erdoğan, Suriyelilerin eğitimine yönelik çalışmaların yetersiz olduğunu, en az 800 bin Suriyeli çocuğun iyi bir eğitim görmesi yönünde planlama yapılmaması halinde gelecekte büyük problemler yaşanacağına dikkat çekti. Erdoğan, son dört yılda eğitim göremeyen Suriyeli çocukların Türkiye’de kalıcı olacağını ve bu yüzden acilen Türkiye’deki eğitim sistemine entegre edilmesi gerektiğini belirtti.

    (http://www.diken.com.tr/egitimli-suriyelileri-almanyaya-egitimsizler-turkiyeye/)

    * * * * * * * * * *

    TÜRKİYE’DE İŞ CİNAYETLERİNDE 1 YILDA %65 ARTIŞ!

    ŞUBAT 2016’DA 140 İŞÇİ ÖLDÜRÜLDÜ!

    Türkiye’de iş cinayetlerinde ölen emekçilerin sayısı şubat ayında geçen yıla göre %65 artış gösterdi. Geçen ay 140 emekçi çalışırken hayatını kaybetti.

    İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, şubat ayına ilişkin verileri açıkladı. Buna göre iş cinayetleri en çok inşaat, savunma, güvenlik, tarım, ticaret, büro ve taşımacılık işkollarında gerçekleşti.

    Ocak ayında iş cinayetlerinde ölen işçilerin sayısı 115 olmuştu. Bu geçen aya göre iş cinayetlerinde %21,7 artış olduğu anlamına geliyor.

    Diğer yandan 2015 yılının şubat ayında 85 işçi yaşamını yitirmişti. Bu geçen yıla göre iş cinayetlerinde yitirilen işçilerin sayısında %65 artış olması demek.

    Sadece 2016’nın başından beri fabrikalar, tarlalar, atölyeler, bürolar ve yollarda çalışırken ölen işçilerin sayısı en az 255 oldu.

    “12 kadın, 4 çocuk, 24 yaşlı emekçi”

    Şubat ayında yaşamını yitiren 140 emekçinin 129’u işçi veya memurdu. İş cinayetleri en çok trafik, servis, düşme, ezilme ya da göçük nedenli olarak gerçekleşti. Kaybedilen işçilerin 12’si kadın ve 128’si erkek, dördü 18 yaş atında ve 24’ü, de 51 yaşın üstündeydi.

    İş cinayetleri en çok İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Aydın, Kocaeli ve Tekirdağ’da gerçekleşti.

    Meclis açıklamasında geçtiğimiz ay onaylanan özel istihdam büroları ve kiralık işçilik tasarısının işçi sınıfına açık bir saldırı olduğu, bunun emekçileri iş güvenliği koşullarından tamamen yoksun bırakacağı uyarısında da bulunuldu.

    (http://www.diken.com.tr/cinayetlerinde-yuzde-65-artis-subatta-140-isci-yasamini-yitirdi/)

  150. ABD BAŞKANLIK SEÇİMLERİ

    (https://pbs.twimg.com/media/CcqAh21W0AEBqxC.jpg:large)

    (https://pbs.twimg.com/media/CcqAiL5WwAA7Z_0.jpg:large)

    Donald Trump, Michael Bloomberg (New York eski belediye başkanı) ve Bill Clinton golf sefasında sırıtırken!