Diktatörlük Kendi Hücrelerini Yiyerek Yaşar!

Chbu7SyWYAA7zFj

 

 

Ortalık “Pelikan Dosyası”yla çalkalanıyor. Ben de bu sabah okudum. Kim yazmıştır bilmiyorum ama aslında sıradan bir vatandaşın bile uzaktan görebildiği çatışmalar biraz daha yakından açık edilmiş. Bu dosya, muhtemelen zaten başlatılmış olan Davutoğlu’nun tasfiyesi operasyonunun önemli bir parçası.

 

Bence şaşırtıcı değil, hatta olağan. Bütün diktatörlerin ve diktatörlüklerin izlediği yol üç aşağı beş yukarı aynıdır.

 

Bir parti aslında genellikle ve her zaman bir farklı güçler koalisyonudur. İktidara gelen, belli noktalarda konsensusa dayanan bu partidir. Önce partinin diktatörlüğü kurulur. Fakat diktatörlüğün mantığı sivrilmeyi zorunlu kılar. Yani bu partinin içinden bir diktatör sivrilmeli ve partiye hâkim olmalıdır. Bu aşamadan sonra diktatörlük koyulaşır ve giderek parti diktatörlüğünden kişi diktatörlüğüne evrilir.

 

Fakat kişi diktatörlüğünün de aşamaları vardır. Sivrilen kişi (diktatör) böyle bir liderlik noktasına bile parti içindeki bazı ittifaklarla yükselir. Partinin iktidara gelmesini sağlayan kaymak tabaka ikiye bölünür. Bir kesim, şefe, führere, reise, ulu öndere, halkların babasına, duçeye vb. kişisel iktidarı için yolu açarken, diğer kesim tasfiye olur. Bundan sonra (kısaca şef diyelim) şefin kişisel iktidarı güçlendirilir de güçlendirilir. Parti onun kişisel iktidarının aleti durumuna getirilir.

 

Fakat süreç burada durmaz. Şef, asla doymayan bir yaratıktır. İktidarla, daha fazla iktidarla beslenir. Bu iktidarı oluşturan ise, iktidarın kendi canlı hücreleridir. Diktatörlük, bu canlı hücreleri yiyerek yaşar ve büyür. Yani diktatörlük, kendi kendisini yiyerek var olur ve tabii ki, aynı zamanda bu şekilde yok oluşa doğru hızla yol alır.

 

Sıra,  parti içinde şefin kişisel diktatörlüğüne destek veren kesimin yenmesine gelmiştir. Şef iştahla masanın başına oturur ve kendisine destek veren bu kesimi afiyetle mideye indirir. Bunu yaparken, şefin kayıtsız şartsız tek kişi diktatörlüğüne destek verecek bir yalakalar kesimi oluşturmayı da ihmal etmez tabii.

 

Ne var ki, dediğimiz gibi, sürecin sonuna kadar devam etmesi gerekmektedir. Böylece şef, doymaz iştihasıyla, kendisine kayıtsız şartsız tabi olan yalakalar kesimini de yer bitirir. Bunu yaparken, artık yalaka bile denemeyecek zavallı memurlarına iş gördürür. Bunlar emir kuludur. Bir yalaka olacak kadar bile kişilikleri yoktur. Düğmelerine basılır, harekete geçerler. Fişleri çekilir, dururlar. Ama bir gün sıra onlara da gelir. Bu böylece sonsuza kadar sürer ya da diktatörün bir halk isyanıyla, bir savaşla yıkılmasıyla veya bizzat ölümüyle sona erer.

 

Şimdi, önceden defalarca seyrettiğimiz bir filmi yeniden seyrediyoruz. Reis, kendi parti içi tek şefliğini destekleyen kesimin tasfiyesini, “hoca”yı tasfiye ederek noktalama aşamasına geldi. Ondan sonraki adım, yalakalar kesiminin tasfiyesi olacak. İktidarının ya da fiziki varlığının ömrü yeterse tabii.

 

Daha önce defalarca seyredilmiş bir filmi seyretmek o kadar tat vermiyor insana.

 

Gün Zileli

2 Mayıs 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yerelden Yenmek!

Artıgerçek YEREL MÜCADELELER Merkeziyet-âdemimerkeziyet tartışması son 200 yılın en önemli tartışmalarından biridir. Marksist sol, her …

206 Yorumlar

  1. marxist argüman

    “Ne var ki, dediğimiz gibi, sürecin sonuna kadar devam etmesi gerekmektedir. Böylece şef, doymaz iştihasıyla, kendisine kayıtsız şartsız tabi olan yalakalar kesimini de yer bitirir.”

    sayin zileli toplumsal-politik gelismeleri sanki senaryosu önceden yazilmis, basi sonu belli bir film imis gibi ya da bir doga-tabiat kanunu imis gibi anlatiyor. sayin zieli, bu yazdiklarinizin siyasi analiz ile alakasi var midir allah askina? birde $u diktörler diye adlandirdiginiz zümre hakkinda yaptiginiz psikolojik kisilik-karakter belirlemeleri ile de toplumsal-siyasal hadiseleri aciklamak mümkün degildir. insanlarin yasadiklari kosullari dikkate almadan herseyi dogustan gelen bir kisilik-karakter olgusu ile aciklamaya calisan burjuva bilimi psikolojinin analizleri ve dinlerin insanlarin fitratina dair anlattiklari safsatalar ne kadar isabetsizse, sizin diktatör analizlerinizde maalesef isabetsiz. her diktatörün sonunun sizin dediginiz gibi olmadigini ispatlamak son derece kolay: diktatör kenan evren, franko, pinochet hayatlarinin sonuna kadar zevk ü sefa icinde yasamadilar mi? bu yazdiklarinizdan “ilahi adalet” gibi bir sacmaliga inandiginiz belli oluyor. ilahi adalet varsa, her diktatörün sonu belli ise hicbirsey yapmaya gerek yok o zaman, su akar yatagini bulur, her is olacagina varir:

    birincisi, sizin diktatörler diye adlandirdiginiz siyasetciler (ben bu “diktatör” etiketine tenezül etmiyorum) düsündügünüz gibi sadece bir kisisel hirs, kisisel tatmin pesinde kosan insanlar degiller. tayyip erdogan sadece sahsi tatmin pesinde kosan biri degildir. nedir bu adamin derdi? kendisi zaten aciks´ca söylemiyor mu: “sanli” türk milletini ve o’nun devleti T.C.’yi aynen osmanli döneminde oldugu gibi kapitalist-emperyalist rekabette oyun kurucu (global player) bir devlet-ulus seviyesine getirmek. bu misyonu yerine getirecek kisi olarak da kendisini görüyor t. erdogan. türk ulusunu-devletini kapitalist devletler liginde birinci lige cikarmak icin de bütün yetkinin kendisinde toplanmasi gerektigini acikca belirtiyor. yani sizin o diktatörlük dediginiz olgu sadece kisisel-psikolojik bir olay degil, bunun siyasi-toplumsal iceri var: türk ulusunun ve devletinin lideri olarak bu devleti-ulusu saha kaldirmak. siz de dahil olmak üzere, bu icerikten bahsetmek bir cok kisinin isinize gelmiyor, olayi ferdi bir olay, tayyip’i de “meczup” gibi göstermeye calisiyorlar. neden? cünkü tayyip’e “meczup” muamelesi yapanlar kendileri de en az o’nun kadar yurtsever-vatansever-devletseverler de ondan. “din-vatan elden gidiyor” diye devlete fedailik yapan ülkücü fasistler ile “laiklik elden gidiyor” diyerek laik devlete kendini siper edenlerin motivasyonu aynidir: yurtseverlik-vatanseverlik-devletseverlik ideolojisi.

    ikincisi, sizin “meczup” muamelesi yaptiginiz o diktatörlerin son derece sogukkanli siyasetciler olduklarini size söyle bir örnek ile anlatayim. naziler henüz iktidara gelmeden hitler ile diger burjuva politikacilarinin arsivlerde duran tartismalari var. bu alman politikacilari devleti-ulusu 1. dünya savasi yenilgisi ve versay antlasmasinin boyundurugundan nasil kurtarabiliriz diye tartisiyorlar. birinci öneri: versay antlasmasini tanimamak. hitler diyor bunu yapamayiz, buna gücümüz yetmez. ikinci öneri, ekonomik kalkinma yolu ile almanyayi cikmazdan cikarmak. hitler diyor, bu da olmaz cünkü galip devletler ekonomik gelirlerimize savas tazminati olarak el koyuyorlar. ücüncü öneri, bugün kü AB modeli gibi diger devletler ile isbirligi yapmak. hirler “savastan yenik cikmis almanya böyle bir olusumda ancak yedek teker islevi görür, böyle bir ise giristikten sonra lider devlet rolünde olmamiz lazim ki kaymagi biz yiyelim” gerekcesi ile bunu da red ediyor. hitler, burjuva politikacilarinin bu üc önerisini red ettikten sonra kendi alternatifini söylüyor: ingiltere, fransa gibi galip devletleri rahatsiz etmeyecek olan ilk asamada doguya dogru acilma, genisleme, isgal stratejisi. bu stratejinin ilk asamada cok iyi isledigini nazilerin ta ki polonya’yi da topraklarina katma girisimine kadar biliyoruz.

    sonuc: diktatörlere “meczup” muamelesi yapip meseleyi sanki tayyip’in sadece sahsi bir davasi imis gibi göstermek yerine, günümüz ulus-devletleri arasinda ki kapitalist-emperyalist rekabet, devletler arasi hiyerarsi de istisnasiz her devletin birinci lige cikma, mümkün degilse bile bölgesel bir güc olma cabasinin altinda yatan kapitalist rekabet yasalarina dikkat cekmek, devletler arasi savaslarin, ic savaslarin vs. asil sebebininde dünya siyasal sistemi ile alakali olduguna dikkat cekmek gerekir.

  2. siz öyle anlamışsınız. Ben diktatörlere meczup falan demiyorum. Tersine, son derece mantıklı insanlardır. Mesela sizden çok daha mantıklı.

  3. Diktatörlük aşaması sosyalin daha doğrusu cemaat ya da cemiyetin ortadan kaldırıldığı kişi kultunun devreye girdiği bir zaman dilimidir. Diktatorun hakimiyet kurduğu kesimde artık reisin yahut sefin düşüncelerini tekrar eden zombimsi bir yapıdır. İyi kötü gibi bir ayrım yoktur. Senaryosu önceden yazılmıştır. İş bu senaryoya ikna olmuş kesim sayısıdır o da mitingler yahut baskın seçimler ile onaylanır. Diktatörluge giden yol emprovize doğaçlama ile açılmaz. Aşamalar bellidir. Araçlar ortadadir. Metine döküldüğünde distopya gorunen aslında olmakta olandır. Hikaye ya da senaryo gelmesi gerçeklik duygusunun ve önemli olma hissinin iktidar araçları ile manipüle edilmesinden Kaynaklanmakta olduğu bir gerçektir.

    Diktatörler sosyal olanı değil kendi egemenliğini hakim kılacak olan kadari hedefler. O yüzden cemiyeti önce cemaatlere böler. Laikler, milliyetçiler, marksistler ve dahası sosyal olana ulaşamayan kendi cemaati içersinde kendini en büyük gören ve aslında sıranın kendisine gelmesini bekleyen yapılara döner.
    Halka önderlik iddiası ile diktatörlüğe karşı savasilmaz zira diktatörun hiç azımsanmayacak bir halk gücü mevcuttur. Beri yandan Erkte elindedir. Bunu pekiştirmek adına sürekli ogutür. Bu kısımdan sonrası gün beyin yazdiklaridir.
    Marksist argüman kendini bir önceki diktatörlüğün paradigmasi ile var etmeye çabalaya dursun diktatör öğütmeye devam etmektedir. Diktatörlük psikolojisi delilik olduğu için bütün diktatörler meczuptur.

  4. marxist argüman

    2 nolu yoruma cevap:

    “dumange” isimli yorumcu sayin zileli’ye özenmis, “ben iktidarin, diktatörlügün kitabini yazmisim arkadas, sen daha ne konusuyorsun” havasinda yorum yazmis. sosyal-toplumsal hadiselerin ne kitabi ne de yasasi vardir. fantezi ile gercegi birbirine karistiran bu arkadasin fikir defterini bir yoklayalim bakalim. dumange’nin yazdiklarindan cemaatci bir sosyal idealist oldugu anlasiliyor.

    “meczup”un kelime anlami deli, sapik, anormal vs. günümüz dünyasinda kime, ne zaman, neden “meczup” muamelesi yapilir? örnek: 2011 yilinda norvec de breivik adli milliyetci-irkci-fasist 77 kisinin öldügü bombali eylemler yapti. avrupa burjuva medyasi ve burjuva politikacilari breivik’i bir meczup olarak kamuoyuna taktim etmeye calistilar. neden? cünkü “delidir ne yapsa yeridir” denilince o zaman bu insan böyle bir seyi neden yapti diye sormaya, arastirmaya gerek kalmaz. yani “meczup” etiketini birisine yapistiranlar birtakim gerceklerin üstünü örtmeye calisanlardir. bu breivik adli yurtsever-milliyetci tam 1512 sayfalik bir manifesto yazip yayimayacak kadar bilgi birikim sahibi bir neo nazi. hemen bir parantez acayim: gecmistede simdide fasizmin üredigi kaynak ulusalcilik-milliyetcilik olmasina ragmen, sayin zileli okuyucularina fasizm=siyasal islam gibi seyler anlatiyor. parantezi kapatiyorum. peki burjuva medyasi ve burjuva politikacilarinin breivik’i “meczup” olarak damgalamakla gizlemek istediklari gercekler nedir? bu breivik adli yurtsever-milliyetci o düsünceyi, ideolojiyi nereden aldi? cevap: ulus-devletin okul egitiminden, medyasindan. breivik gibi insanlar ilkokul yasindan itibaren insanlarin modern asiretcilik diyebilecegimiz uluslar, milletler diye bölüklere ayrildiklarini, bu uluslarin-milletlerin ayri ayri devletleri, dilleri, bayraklari vs. oldugunu ögrenirler. birde vatandas olma durumu vardir: insanlar tesadüfen artik dünyanin neresinde, hangi devletinde dünyaya gelmisse; her devlet sinirlari icinde dünyaya gelmis insanlarin eline bir kimlik, pasaport tutusturur, begen begenme, mecbursun, kabul edeceksin. devletlerin insanlari vatandas yapma isleminden kaynakli insanlar birde yerli-yabanci diye secilir, ayrilirlar. bir devletin yerli vatandasi kendini ayricalikli görür. bunun yasal bir zemini gercekten vardir. yabanci olmak 2. sinif vatandas olmak anlamina gelir. örnek: türkiyede ki suriyeli mülteciler. ben, devletim ve milletim propagandasi ile büyüyen breivik gibi yurtsever milliyetciler cesitli nedenlerden dolayi memleketin hal ve gidisatindan memnun degillerse, vatandasi olduklari ülkede ki yabancilardan, özellikle de müslüman yabancilardan rahatsiz olmuslarsa, devleti yöneten politikacilarin islerini yeterince düzgün yapmadiklarina, yeterince yurtsever-vatansever politikalar gütmediklerine kanaat getirdikleri anda irkci-fasist moduna gecerler. yani irkci-fasist dedigimiz insanlar hayal kirikligi yasamis vatansever vatandaslardir. iste devleti yöneten politikacilar o irkci-fasitlerin kendi eserleri olduklarini bildikleri icin, yani “madem devleti yöneten politikacilar devleti-vatani korumada acizler o zaman vatandas olarak kendi inisiyatifimiz ile birseyler yapmaliyiz” diyen bu fasistleri “meczup” diye damgalayip olayin üstünü örtmeye calisirlar.

    laf uzadi. simdi hitler, tayyip gibilerinin meczupluguna gelelim. bu hitler denilen azili komünist düsmani fasist “kavgam-mücadelem” adli kitabinda düsman listesinin birinci sirasina komünist düsünce ve komünistleri yazmistir. sovyetler birliginde ki bolsevik devrimi sonrasi avrupali ve amerikali zenginleri ve kapitalist devletleri devrim korkusu sardi. sovyet ic savasinda bolsevik karsiti gücleri destekleyen amerika ve avrupa buna ragmen bolsevik devrimine engel olamayinca sovyetleri cembere alma stratejisini devreye koydular. parantez aciyorum, ingiliz-fransiz sömürgecilerinin yunan milliyetcilerine destegi kesip, türk milliyetcisi kemalistlerin devlet kurmalarina ikna olmalari bolsevik devriminin suyu yüzü hürmetinedir. ingiliz, fransiz ve amerikalilarin kürdistan ve ermenistan projelerini rafa kaldirip kemalistlerin T.C.’yi kurmalarina izin vermeleri sovyetleri cevreleme stratejisi ile alakalidir. parantezi kapatiyorum. devrim korkusu yasayan ingiltere, fransa ve amerika hitler almanyasina sovyetlere karsi kale(bollwerk) olma rolü bictiklerinden nazilerin iktidara gelip, doguya dogru genisleme stratejilerine sessiz kalmislardir, göz yummuslardir. hitler’e muczup diyen ve kendi fantezilerinde “diktatörlügün kitabini” yazdigini iddaa edenler önce hitler’in yazdigi kitabi okusunlar. laf cok uzadi, simdilik burda bitiriyorum.

  5. ESARETİN BEDELİ veya PATRON POPOSU YALAMAK!

    Yarım insanlarız biz.

    Hayatımızın yarısını, diğer yarısını insan gibi yaşayacağımız umuduyla “patrona satmış” insanlarız.

    Bu yarı-ömrü “daha yüksek bir fiyata satma umudu”yla üniversite sıralarında dirsek çürütmüş; final, proje haftalarında günde iki saat uykuyla yaşamayı öğrenmiş insanlarız.

    Ve şimdi, yabancılaştığımız o “yarı-ömür” kendiliğinden kasılıp-gevşeyen, kontrol edemediğimiz hareketler yapan bir uzuv gibi, bulantı verici biçimde hayatımızın ortasında duruyor. Biz ise ömrümüzün hâlâ iyi kötü bize ait olan yarısını onun etrafında şirin mi şirin, güzel mi güzel inşa etmeye çalışıyoruz.

    İnsanda vücudunun bir parçasının ona ait olmadığı hissi uyanırsa, o parçayı kopartıp atası gelir. Peki, ya o parça bedeninin bir uzvu değil de ömrünün bir kısmıysa?

    Pazartesi sendromunun özü bu. Salı günleri çalışmayan bir dostumun “haftada iki kere pazartesi sendromu yaşıyorum” demesinin sebebi de…

    Emeğimize yabancılaşmaktan kaçış yok; ücret karşılığında sattığımız anda ona yabancılaşırız ve yaşayabilmek için çalışmak zorundayız. Bu yabancılaşmayı duygusal aldatmacalarla yumuşatmanın sonu hep hüsrandır. “Sevdiğin işi yapmak” teraneleri de, alengirli “kariyer hayâlleri” de er-geç patronun “kâr hesabının soğuk suları”nda boğulur. Dolayısıyla; yabancılaşmanın bilincine varmak, kendimizi patronun ortağı ya da kankası zannetmemek bizi en azından hayâl kırıklığından korur.

    Ama kurtarmaz!

    Bugün milyonlarcamız hâlâ; yaşadığı hapishane hayatını çekilir kılmak için hücresinin duvarlarını süslüyor. Ofisteki masasına sevdiklerinin, iş bilgisayarının masaüstüne doğa harikası tatil beldelerinin fotoğraflarını koyuyor. Bunu yapmayan, görece bilinçli milyonlarcamız ise; hücre duvarında her dört dik çentiği bir yatay çektikle bağlayıp gün sayan mahkûmlar gibi hafta sonunu bekliyor. Pazartesi işe nefret ede ede gidip, Cuma (hâttâ genelde Cumartesi) burnundan soluyarak çıkıyor.

    Ve sonuç değişmiyor: Bu iki insandan hiçbiri, diğerine göre hapisten daha erken çıkmayacak.

    “Esaretin Bedeli”nin ( http://www.imdb.com/title/tt0111161/ ) IMDB’de tüm zamanların en beğenilen filmi olmasının sebebi şaşırtıcı finali değil; hapisten kurtulma ihtiyacının evrensel olması.

    Hücresinin duvarını süslermiş gibi yapıp arkasına tünel kazan, patronu hâline gelmiş hapishane müdürünü kandıran ve sonunda mahveden muhasebeci “Dufresne”, hepimizin olmak istediği insan. Ne var ki; hep birlikte içinde yaşadığımız kolektif hapishanemizin (ki, adı “kapitalizm”!) yontula yontula delinecek bir duvarı yok!

    Bu yüzden bize bir toplu kaçış planı lazım. Bir isyan…

    Bunun ilk adımı yabancılaşmanın bilincinde olmak ama onu kabullenmemek; zira hayatımızın böylesi büyük bir kısmı bize ait olmadığı müddetçe, gerisini güzel yaşamanın yolu yok. Bu yüzden hâlâ öğrencilik yıllarında dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar benliğimizde bambaşka bir yere sahip. Çünkü onları deneyimlerken daha “yarı-ömrü”müz elimizden alınmamış; hayatımız, emeğimiz, aklımız ortadan ikiye yarılmamıştı. Deneyimsizdik, yaşam karşısında beceriksizdik belki, ama tam insandık. Bugün o yılların anıları hep capcanlıyken; geçtiğimiz hafta ne yaptığımızı hatırlamıyor olmamızın sebebi bu!

    Ve mücadeleyi tam buraya, hayatımızın sattığımız saatlerine, ofise, plazaya, fabrikaya taşımadan, kurtuluş yok. Çünkü mücadele hayatımızın “bize ait” kısmıyla sınırlı kaldıkça, hem oraya biçtiğimiz kıymetten dolayı savunmadan ibaret kalıyor; hem de esaretimizin sebebi olan patron sınıfına gerçek bir zarar veremiyor, o yere batasıca kârlarına dokunamıyoruz!

    Yaşam tarzımızı, laikliği, cumhuriyet değerlerini savunuyor ama bir türlü savunmadan çıkıp kavgayı bu değerlerin yıkımından kazanç sağlayanların sahasına taşıyamıyoruz!

    “Sınıfımızın onuru” durduk yerde var olan bir şey değil. Onu, boyun eğmeyerek, duvara çentik atıp gün saymayarak ve emeğimizi geri almak için mücadele ederek inşa edeceğiz.

    Bunun için muhtaç olduğumuz kudret ise devinimin içinde saklı. Çok basit: Pazar günü 1 Mayıs’a giden işçiye sorun; size bu hafta pazartesi sendromu yaşamadığını söyleyecektir. Çünkü; bir günlüğüne bile olsa emeğinin kendisine ait olabileceğini biraz olsun hissetmiştir!

    (Nevzat Evrim Önal,
    3 Mayıs 2016)

  6. Şoven bir halk

    Bu halk iflah olmaz. Bu diktatörlüğe müstehak.
    Öldürülen askerlerden birinin babası (öldürülen diğer birçok asker ailelerinin yaptığı gibi) taptığı faşist devlete ve adaşı diktatöre HDP’yi ezme çağrısında bulunmuş;

    Maden işçisi emeklisi olan şehit babası 55 yaşındaki Recep Erdoğan, oğluyla en son dün telefonla görüştüklerini söyledi. Baba Erdoğan, oğlunun vatani görevi boyunca izin kullanmadığı ve bu nedenle erken terhis olacağını ifade etti. Baba Erdoğan konuşmasına şöyle devam etti:
    “Dün akşam telefonla annesiyle konuşurken, ‘şehit olabilirim’ demiş, annesi de, ’Öyle söyleme oğlum’ diye cevap vermiş. Ben Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a ve Başbakanımız Ahmet Davutoğluna seslenmek istiyorum. Bu meclisteki teröristleri cezaevine tıksınlar, milletvekillerini tıkarlarsa hakkımı helal ederim, tıkmazlarsa hakkımı helal etmem. Bütün şehit babaları adına bunu söylüyorum. Ben oğlumu vatan görevi askere gönderdim. Onlar Türkiye’yi bölmeye çalıştılar.”
    http://www.hurriyet.com.tr/sehidin-paylasimi-ben-asker-oldum-anne-40098511

    “Maden işçisi emeklisi”ymiş dikkat ettiyseniz. Yüceltilen “işçi sınıfı”nın çoğunluğu böyle insanlardır işte.

  7. Şoven bir halk

    Böylelerine şunu da hatırlatmak lazım;
    Dünyaya çocuk getirmek bir tercihtir. Bunu yapmaları için kimsenin kafasına silah dayamıyorlar. Bunu yapıyorsan muhtemel sonuçlarını da önceden düşünmen gerekir.
    İnsanlar kendi anne babalarını seçmediği için onları kaybedenlerin acısı anlaşılabilir.

  8. Şoven bir halk

    Son söylediğim biraz ağır olduğu için düzeltmek isterim. Elbette insanların çocuklarının öldürülmesi anlaşılır bir acıdır ve bunu küçümsemek haksızlık olur. Burada kendisi çocuğunu askere gönderdiği için sorumlu. Niye gönderiyor? Göndermeseymiş.

  9. marxist argüman

    nevzat evrim önal’a elestiri:

    N.E. Önal’in yukarda kapitalist toplumda ki ekonomik iliskileri aciklayan yazisi son derece isabetli, yalniz su cümle sayin önal’in argümanlarinda ki celiskiyi, netlesmemis düsünceleri, kafa karisikligini yansitiyor:
    “Yaşam tarzımızı, laikliği, cumhuriyet değerlerini savunuyor ama bir türlü savunmadan çıkıp kavgayı bu değerlerin yıkımından kazanç sağlayanların sahasına taşıyamıyoruz!”

    cumhuriyet, laiklik, “yasam tarzi” diye idealize edilen illüzyon ile kapitalist ekonomi ve kapitalist devlete karsi mücadele nasil bagdasiyor, nasil mümkün oluyor, bunu bize anlatabilir misiniz sayin önal?
    serbest piyasa ekonomisini marxist argümanlarla elestirip, fakat diger yandan bu ekonomik modelin ikiz kardesi demokratik yönetim bicimini ve burjuva devlet modelini idealize etme yanlisini yapan tek insan n. önal degil.

    n. önal’in idealize ettigi cumhuriyet kavramindan baslayalim. bu kavramin antik dönemde hangi anlamda kullanildiginin konumuz acisindan bir önemi yok. n. önal’in kastettigi cumhuriyet’in fransiz devrimi ile ortaya cikan ve monarsinin karsiti anlaminda ki devlet/yönetim modeli cumhuriyet oldugu belli oluyor. yani n. önal devletin/cumhuriyetin, yöneten-yönetilen iliskisinin varligini, gerekliligini-gereksizligini sorgulamiyor. ekonomik hierar$i’yi elestiriken siyasal hierar$i’yi yani devletin ve yönetici kastin varligini bir ön kabul olarak dogal görüyor. sanayi devrimi öncesi, yani serbest piyasa ekonomisi/kapitalizm öncesi egemen olan devlet/yönetim bicimi monarsiyi cumhuriyet ile karsilastirip, sanki ikisinden birisini mutlaka secme mecburiyeti varmis gibi cumhuriyeti savunulacak deger olarak sunuyor.

    n. önal’in idealize ettigi diger sey burjuva/kapitalist devletin din ile iliskisini tanimlayan laiklik/sekülerizm. öyleyse burjuva/kapitalist devlet ile din/inanc iliskisine bir göz atalim. körfez arap monarsileri, iran gibi kapitalist ekonomik üretimin hakim oldugu fakat islami/dini olan devlet/yönetim modellerini ayri incelemek lazim. fakat türkiyede ki laiklik modeli de dahil olmak üzere, batili anlamda laiklik din ile devlet islerinin ayri tutulmasi, din’in devlet/kamu alanindan dislanip özel alan ile sinirlandirilmasi, din’in devlet tarafindan otonom bir kurum olarak taninmasi anlamina geliyor. diger bir ifade ile laiklik, kilisenin burjuva devletin otoritesini mecburen kabul etmesi ve vatandasi/halki yönetme islerinde devlete yardimci olmasi sarti ile otonomi statüsü ile ödüllendirilmesidir. örnek, almanya da devlet kilisiye gönüllü olarak bagis yapmak isteyenlerin brüt gelirinden bir kismini vergi olarak kesip kiliselere aktariyor. n. önal gibi insanlarin komünizm, marxizm adina laikligi idealize etmelerinin kaynagi, burjuva aydinlanmasinin bu insanlarin gözlerini kamastirmasidir. mevcut hierarsik iliskilerin devami amaci ile burjuva devlet ile kilisenin uzlasmasi olarakta tercüme edebilecegimiz laikligin marxizm adina idealize edilmesi son derece yanlistir. insan aklinin, mantiginin devre disi birakilmasi anlamina gelen dini dogmalarin, safsatalarin “halkin dini duygularini incitmemek” adina tabulastirilmasinin marxist düsünce ile bagdasmasi mümkün degildir.
    yasam tarzi/lifestyle denilen olgu da üzerinde düsünülmeye deger bir konu. bir devlet yasalari ile zaten insanlarin is hayatindan evlilik-aile gibi özel hayatina kadar belirleyici oluyor. avrupa ve amerika gibi kapitalizmin merkezlerinde para kazanma/para icin kosusturma mecburiyeti insanlarin agzina takilmis bir gem islevi görüyor zaten. yani devletin ve isveren sinifinin kurdugu sistem tikir tikir isledigi icin devlet, insanlarin calisma-is hayatindan artan zamanda ne yapacaklarina karisma ihtiyaci duymaz. buna karsilik türkiye de hem laik kemalist rejim hem de islamci AKP rejiminin insanlara özel hayatinida dikte etmeye calistikari dogru. fakat yasam tarzinin birde ekonomi ile, ekonomik durum ile alakali olan bir yönü var. örnek, cebinde yeterince parasi olan orta sinifa mensup bir insan yemegini lüx restoranlarda yerken, alt tabaka mecburen mc donald’s gibi yerlere takilir; orta-üst tabaka bakimli mahalle ve evlerde otururken, baldiri ciplak fakir-fukara kenar mahallelerde, kirik dökük evlerde, gecekondularda, gettolarda vs. oturur. fakat kapitalist toplum üyeleri gercekte cepteki/elde ki paranin miktarina bagli bu yasami “benim yasam tarzim, yasam stilim” diye idealize ederler. kisacasi yasam tarzinin insanin düsüncesi, ideolojisi ile alakasi oldugu kadar parasal/maddi durum ile de alakasi vardir.

  10. marxist argüman

    nasil elestirmeli? dogru elestiri ve yanlis elestiri:

    önce 7 nolu yorumdan alinti:

    “Burada kendisi çocuğunu askere gönderdiği için sorumlu. Niye gönderiyor? Göndermeseymis.”

    $ovenizm/milliyetcilik/irkciligin yanlis elestirisi nasil olur dersen tam da senin yaptigin elestiridir. insanlarin dogustan $oven/milliyetci/irkci düsüncelerle dogmadiklarini, bunun kaynaginin günümüz siyasi devletler düzenini teskil eden ulus-devletler olduklarini, ulus-devletlerin neden $oven/milliyetci/irkci vatandaslara ihtiyac duyduklarini bu kösede defalarca yazdim, hala da yaziyorum.

    bana bu dünyada senin degiminle $oven olmayan bir halk/ulus gösterebilir misin? istersen sana almanya, fransa, amerika da ki irkcilik, yabanci düsmanligi hakkinda veriler sunabilirim. kürdistanda askerlik yaparken oglu kürt ulusalcilari tarafindan öldürülen babanin dediklerini yazmissin ve elestiriyorsun. fakat yanlis, sacma bir elestiri yapiyorsun. oglu ölen babanin dediklerinden sunu anliyoruz:
    bu insan ya esegi gücü yetmeyip semeri döven birisi ya da gercekten T.C.’nin okul, medya, askerlik egitimi ile insanlara asiladigi milliyetciligi/irkciligi özümsemis, benimsemis biri. yani ya su durumu farkinda: devleti yöneten politikacilarin ve zenginlerin cocuklari ayricalikli olduklari icin askerlik ya yapmiyorlar ya da catisma bölgelerine gitmek zorunda degiller. bu baba bunu biliyor fakat devlete, politikacilara söz edecek cesareti yok, asil suclu olarak “bölücü” kürt hareketinin varligini görüyor, kürt hareketinin legal partisi HDP’den öldürülen askerlere karsilik intikam alinmasini talep ediyor.

    “sonra cocugunu askere göndermeseydi” diye yazmissin. devletlerin kendi sinirlari icerisinde yasayan insanlara $iringa ettikleri “vatanserlik” ideolojisini elestirmek yerine özümsemis cogu insanin askerlige “vatan hizmeti” olarak gönüllü gittikleri dogru. fakat diger yandan askerlik türkiye de mecburi bir hizmettir, askere gitmeyen bir insan asker kacagi/illegal durumuna düser, sivil hayatini normal sürdüremez. sen yukarda T.C. devletinde ki mecburi askerlik görevini elestirmiyorsun, asker kacagi olma gerceginide yok sayiyorsun, devlet denilen baski-zor aracinin varligini da elestirmiyorsun, meseleyi kendince cözmüssün: “oglunu askere göndermeseydi, bize ne!” demagog necip’in kapitalist ekonomik sömürü/bagimlilik iliskilerini elestiren beyaz yakalilara “isini begenmiyorsan istifa et, gitme i$e” demesi ile senin mantigin tipatip ayni.

  11. Bizdeki solculugun nesebi

    a) Balkanlar’dan surulen, oncesinde de oralarin yonetici/mutegallibe/egemen taifesinden olan, geldikleri (muhacir olduklari) Turkiye’de ise –dogal olarak– ayni/benzer statuyu elde edememis,

    b) Osmanli’nin yonetici sinifi (ozellikle ‘pasazade’) olduklari halde, akli bir karis havada olmanin bedeli olarak el birligiyle batirdiklari duzenlerinin ardindan tepetaklak yere dusmus, dolayisi ile, tersine ‘ne-oldum-delisi’ olmus,

    akli hep eskilerde kalmis, mutsuz ve hem kadere hem de duzene isyankarligi tercih etmis, okur-yazarligi yuksek taifenin bir kisminin onculugune dayanir.

    Dogu’dan Dersim’den ve benzeri yerlerden de, isyan etmis ve Batiya surulmus agalarin/mirlerin sulbu de solculugumuza hayli katkida bulunmuslardir tabii.

    Bu tur eskiye ozlemlere tabii ki ‘gerici’ diyemiyoruz, ‘murteci’ hic –cunku hem nezaket izin vermiyor hem de o sifatlari onlar baskalarina taktilar ve tuttu.

    O yuzden, nostalji diyoruz ve frenkce oldugu icin hem havali duruyor hem de yeterince kapsayici.

    Bu bakimdan, ana-baba parasiyla haytalik edilen donemlerin sondan bir oncekisi olan lise yillarina yonelik ozlemiyle simdiki hayatina isyanla bakan Nevzat Unal evladimizin hem solculuguna hem de ‘hayat tarzi’ beklentilerine anlayisla bakmamiz gerektigini dusunuyorum.

    Hem okumus (ne kadar ve ne okuduysa artik), hem de solcu olmus.. Boru degil.

    Sirf bu yuzden, ve tek basina bu yuzden, her turlu talebi tiz karsilana.

    Yoksa, isyan eder.

    Hemi de iPhonuyla filan.

    Mazallah.

  12. ‘Nevzat Unal’ degil, ‘Nevzat Devrim’ olacakti.

  13. “kapitalist ekonomik sömürü/bagimlilik iliskilerini elestiren beyaz yakalilara “isini begenmiyorsan istifa et, gitme i$e” demesi”

    ‘Hicbir iyilik cezasiz kalmaz’ derler.. cogu zaman dogrudur bu.

    Ben, isyan miriltilari ile en yalcin karsi daglarda ilik meltem ruzgarlari estiren kiymetli ‘Beyaz ya-LA-ka’lara bunu derken, Lenin ornegini dikkatlerine sunuyorum; ama, anlatabilene askolsun..

    Onerim su: El altindan Alman Buyukelciligi ile temasa gecin. Tamam, size ayiracaklari ozel bir tren olmayabilir; ama, nereden ehven fiyata bir Alman arabasi kiralayacaginiz konusunda yardimda bulunabilirler.

    Bir ulvi davanin potansiyel oncusu icin Kapitalizmin verdigi maas da, mevki de makam da yerin dibine batsindi. Vurun masaya istifanizi.

    Son kapitalist eylem olarak kiraladiginiz bu Alman arabasina atlayin, dooru ezilenlerin yogun bulundugu diyarlara –artik neresiyse, Soma mi olur, yoksa baska bir yer mi; orasi size kalmis…

    Orgutleyin proleteryayi –Ekim ayina daha cok var ustelik– zaman bol; dem de bu demdir.

    Yapin soole fiyakali bir Ekim Devrimi de cuml’alem nasil oluyormus gorsun.

    Diyorum, diyorum.. da.. yukarida da dedigim gibi; anlatabilene askolsun.

    Bir de siz deneyin, belki sizi dinlerler.

  14. Davutoğlu’nun, özellikle ordu ve MİT gibi diğer milli kurumları arkasına alma istenci, diğer baş diktatöre baş kaldırma olarak algılanmış ve diğer paralel bilinmezlikler bardağı taşıran son damla olarak Pelikan Dosyasının çıkmasına müsebbib olmuştur. Yıl dönümüne iki kala 68 gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş’in kendi taburesini iterek infaz edilmesine sebep olanları kısaca anımsayalım. İstanbul Üniversitesi MTTB /akıncılar cephesi üyesi Abdullah Gül ve arkadaşları, sol görüşlü öğrencilerin katledilmesi vaciptir diye fetvalar vermiş, bu görüşe katılan faşist ülkücüler silahlanarak işbirliğine girmişlerdir. Bu, belki de o pırıl pırıl gençlerin THKO’nu meşru müdafaa amaçlı kurup, kıyasıya silahlanmalarına sebep olmuş ve sonun başlangıcı başlamıştır.

    Ah Deniz ah hiç yakışmadı silah size… neden onlar gibi kolluk kuvvetleri ile işbirliği yapmadınız?

    Bir dakika asıl değinmek istediğim bu değildi; peki 50 yıldır kim ve hangi talebeleri yönetiyor ülkeyi…

    Milli Türk Talebe Birliği üyesi Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına kadar yükseldi mi…

    Yükseldi!

    Peki ya… RTE, Davutoğlu, Cemil Çiçek, Arınç Bülent, Ali Şahin, Beşir Atalay, Hüseyin çelik, Numan Kurtulmuş, Abdurrahman Dilipak, Kadir Topbaş, Fehmi Koru ve niceleri… en yükseklere tırmandı mı…

    Tırmandı!

    Hiç unutmam, çok yıllar önce Kırmızı Aydınlıkçı havalarda dolaştığımız günlerin birinde sevgili Zileli’yle karşılaştık. O günkü sloganlardan biriyle kendisine laf attım. “Boş ver komünist komünisti eleştirir” demişti.

    Değişmeyen tek şey değişimin kendisiydi oysa, tıpkı kendisi gibi… her şey diyalektik bir süreç içinde, su gibi akıp yolunu bulur. Evet, biz bu film(leri) daha önce çok seyrettik.

    İZM’ler kaldı mı marxist argüman arkadaşım? Bu ara da yaşını çok merak ediyorum, çünkü ben de çok enerjiktim de bir zamanlar.

  15. Mantığınız ters mi çalışıyor?
    İnsanlar gittiği için zorunlu askerlik var = askerlik zorunlu olduğu için insanlar gitmiyor.
    Kimse gitmese askerlik de olmaz.
    Askere giden / çocuğunu gönderen herkes bu düzende pay sahibidir.

  16. [1] iPhone (AY-FON)LA KANDIRILMAK!

    AFYONLA
    VEYA
    “AY-FON”LA KANDIRILDIĞIMIZIN FARKINDAYIZ!

    NİÇİN BU HALTI YEMEYE DEVAM EDİYORUZ?!

    “Orhan Kemal” büyük eseri “Bereketli Topraklar Üzerinde”de; öldüresiye çalıştırdığı ırgatlara el altından esrar satıp verdiği yevmiyenin bir kısmını geri alan ırgatbaşından bahseder.

    Bu sadece roman akışının bir parçası değil, aynı zamanda bir metafor!

    İçinde yaşadığımız düzen; bizi yoğun, stresli ve sağlıksız çalışma koşullarına maruz bırakırken;
    Bir yandan da bize bunların yarattığı mutsuzluğa “çare olduğunu iddia ettiği” çeşit çeşit uyuşturucular satıyor!

    Bu satılık mutlulukların (“uyuşturucuların!”) tümü bağımlılık yapıyor ve sadece bir amaca hizmet ediyor:
    Düzeni bizim için katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılmak!

    “Din”; bunların içinde en ucuz olanı ve satış rakamı en yüksek olanı gibi bir verinin ortaya çıktığı söylenebilir! Ama patronlara düşünsel becerilerimizi sunmak için eğitilmiş olan bizler açısından çok da ikna edici değil.

    Sultanbeyli’de doğup büyümüş, hayatında bir kez bile boğaz kıyısında oturup bir bardak çay içmemiş yoksul genci Allahla kandırıp üç kuruşa çalıştırabilirler;

    Ama bize daha egzotik, karmaşık uyuşturucular sunmak zorundalar! Bunlar aynı zamanda; “pahalı”, gelirimizle ancak alınabilir olmalı ki, bize bir “erişmek” hissi, bir “özel olmak” hissi versin!

    Bizim “uyuşturucularımız!”;
    Satın almak için yüzlerce insanın sıraya girdiği, fiyatı 2300 liradan başlayan “ayfon” benzeri şeyler olabilir ancak, aşağısı kurtarmaz!

    Marks bu durumu “meta fetişizmi*” kavramıyla açıklıyor.
    (* Eser: “Kapital; 1. cilt”, “Sol Yayınları”, 7. baskı, 81. sayfa)

    “Modern insan!”; piyasadaki malları:
    Ortaya çıkmalarını sağlayan “üretim ilişkileri”nin farkında olmadan,
    Fabrikalarda kaç yüzbin işçinin kemiklerindeki iliğin son zerresine kadar sömürüldüğünü bilmeden,
    Kerameti kendinden menkûl nesneler olarak görüyor ve bu nesnelere değer atfediyor!

    İlkel mağara adamı nasıl yontulara, fetişlere kutsallık atfediyorsa; “modern insan!” da mallara kutsallık atfediyor:
    Bu sayede;
    Prangamız olsun diye,
    “Düşünce emekçileri!” her yerde ulaşılabilir ve çalıştırılabilir olsun diye,
    Patrondan gelebilecek “e-mail!” leri her dakika kontrol edip “meeting; toplantı!” & “business; iş!” üzerinde hazır bulunsunlar diye,
    İcat edilmiş olan “akıllı telefon!”;
    Bizim için “peşinden koşulacak!”, “uğruna aylarca taksit ödemek göze alınacak!” bir arzu nesnesine dönüşüyor!

    Peki, nasıl yuttuk bu hokkabazlığı?!

    Bize yüksekçe bir maaş verdiler, ama el çabukluğuyla pahalı şeyler satın almaya mecbur ettiler, bunu da esasen bizi “zamana sıkıştırarak” yaptılar!

    “Plaza!” içindeki yemekhanelerimiz kapandı ve elimize bir “ticket (bilet) koçanı!” tutuşturuldu; aynı anda “plaza!”nın etrafında yemek fiyatları iki katına çıktı! Bizlere artık bu “ticket!”larla, anlaşmalı olunan lokantalarda yemek yiyebileceğimiz emredildi!

    Öğle tatillerimiz bir buçuk saatten bire, sonra 45 dakikaya indi!

    Zaten tüm gün bilgisayar başında oturduğumuzdan, her öğlen dürüme abanıp obez olmamak için hem daha sağlıklı, hem de “hızlı yenebilecek!” şeyler bulmak zorunda kaldık; bir bardak suda fırtına kopmasına sebep olan “suşi” ve niceleri ile böyle tanıştık!

    Yalnız çuvaldızı kendimize batıralım:

    Yoğun iş günlerinde patron “yemeğe çıkmayalım, ‘yemeksepeti.com’dan bir pizza söyle de birlikte yiyelim” dediğinde; bilgisayar başında pizza kutusu fotoğrafını “ajansta pizza keyfi” diye “Facebook”tan paylaşmak kendi enayiliğimizdi!

    BU ENAYİLİĞİ YAPTIK! ÇÜNKÜ ÇOCUKLUĞUMUZDAN BU YANA HAYATIMIZIN HER ANININ DEĞERLİ VE ÖZEL OLMASI GİBİ İMKÂNSIZ BİR ŞEYİ ARZULAMAYA KOŞULLANDIRILDIK!

    Eninde sonunda “ücret karşılığı saatlerimizi satıyor olduğumuzu!” anlar gibi olduysak da; kabullenmedik!

    Zamanla, hayatımız işimiz ve o iş sayesinde tükettiğimiz nesnelere daraldı ve kendimizi bu “parasal değer!” üzerinden tanımlar hâle geldik!

    “Spor salonları”, “Starbucks”, “Ikea” ve benzerlerine müşteri olmamızın yaşam ve iş koşullarımızdan kaynaklı nesnel sebepleri var.

    AMA ZATEN SORUN TEK TEK BU MARKALARI TÜKETMEMİZ DEĞİL;
    BUNLARIN TOPUNUN BİR HAYAT ETTİĞİNİ ZANNETMEMİZ!
    ÜZERİMİZDE OYNANAN SAHTEKÂRLIKLARI GÖRMEYE BAŞLADIĞIMIZ HÂLDE, KENDİMİZİ KANDIRMAYA İNATLA DEVAM EDİYORUZ; NE YAZIK!

    Bizim afyonumuz işte bu “fetişleştirdiğimiz nesneler”le süslediğimiz hayatımız!

    Sıradan insanın afyonu; metro kazasında oğlunun kalçasına saplanan demiri “takdir-i ilahi” görmesine;
    Bizimkisi; hayatımızı dolu ve anlamlı gösteren nesneleri, dolayısıyla o nesneleri edinmemizi mümkün kılan işimizi vazgeçilmez görmemize sebep oluyor!

    İdeolojik içerik farklı ama sonuç aynı:
    Çeşit çeşit afyon; düzeni katlanılabilir, dolayısıyla sürdürülebilir kılıyor!

    [Nevzat Evrim Önal
    2 Ekim 2014]

  17. [2] KAYBEDECEK NEYİMİZ VAR AKLIMIZDAN BAŞKA!

    Her kafadan bir ses çıkıyor bizim hakkımızda!

    2013 Haziran Direnişi’nde büyük kentlerin sokaklarını, Gezi Parkı’nı büyük ölçüde biz doldurduğumuz, doldurulmasına öncülük ettiğimiz için gözler bize döndü hâliyle!

    Bir yanda; psikologlar var, Amerika kaynaklı ve pazarlama stratejileri oluşturma amaçlı X, Y, Z kuşağı tanımları üzerinden bize ruh hali biçmeye çalışıyorlar!

    Diğer tarafta; kültürel sosyologlar var, bizi tüketim kalıplarımız ve beğenilerimizle açıklamaya çalışıyor, hafif alaycı bir tavırla ekonomik kriz patladığında “ağzımızda suşi tadıyla ortada kalıverdiğimizi” söylüyorlar!

    Yobazlara kalsa iş çıkışı arkadaşlarımızla iki bira içtiğimiz, gençken evlenmeye sıcak bakmadığımız ya da yürümeyen evliliklerimizi bitirme kararını ebeveynlerimize göre daha kolay aldığımız için “çerik-çürük hâle gelmiş, enkaz hâlindeki bir nesil”iz biz; kurtarılmaya ve hidayete erdirilmeye muhtacız! Türkiye’nin üzerine çöken karanlığa bakıp da, kendimizi bu ülkeyle (dahası bu ülkede) anlamlandırmakta zorlandığımız ve Kürt sorununda taraf tutma mecburiyetinde hissetmediğimiz için milliyetçiler tarafından hor görülüyor, özentilikle suçlanıyoruz!

    Dediğim gibi, her kafadan bir ses çıkıyor hakkımızda ama, öte yandan, herkes ne olmadığımız konusunda hemfikir:
    “İşçi” değiliz biz! İşçi dediğin plaza inşaatında çalışırken ölür, biz anca o plazalarda masa başında oturup maaş (dikkat, ücret değil maaş) alırız!

    Bir tuhaflık yok mu bu zorla yapılan kategorileştirmede?!

    Sonuçta biz de ay sonunu getirmek için uğraşmıyor muyuz?! Tamam, bazılarımız kurtardı kendini, “junior manager” oldular veya “freelance” çalışıyorlar! İyi para kazanıyor, belki patronun ağız kokusunu çekmiyorlar.
    Peki, kaçımız böyle?!
    Geri kalanımıza ne oldu?!
    Elde etmek için bir tarafımızı yırttığımız Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ diplomalarıyla ne olduk ola ola?! Evet, gelişkin zevklerimiz var, Türkçe pop değil caz veya rock dinliyor bazılarımız! İyi de, caz dinlemek daha mı pahalı ki “elit” damgası yiyoruz? Hepimiz MP3 olarak indirmiyor veya Youtube’dan dinlemiyor muyuz şarkıları?!

    Dahası, “suşi” dediğin yaprak sarmasının balıkla yapılmışından başka bir şey mi?! Ve dahası, o suşiyi ucuza yemek için çoğumuz fırsat kuponu peşinde koşmuyor, sonra kalitesiz servis yüzünden gittiğimiz yerin garsonuyla papaz olmuyor muyuz?!

    Peki, çalışma hayatımız çok mu rahat?!
    Hasta yakınından dayak yiyen ve kendini savununca hakkında soruşturma açılan acil servis doktoru olmak kolay mı?!
    Ya “en şerefli meslek” diye kutsanan öğretmenliğin diplomasını alıp yıllarca atanamamak?!
    Bir çağrı merkezi işçisinin, her gün yüzünü görmediği yüzlerce insanın azarına maruz kalması, işten atılma korkusuyla tek kelime yanıt verememesi ve sonra iş çıkışı sevdikleriyle konuşacak, sosyalleşecek mecali kalmaması güzel bir duygu mu?!
    Kol gücüyle çalışmak kuşkusuz çok yorucu da, gecenin üçünde “sistem çöktü, akıllı telefonundan bir bakıver” diye uykudan uyandırılan, ertesi gün de tam saatinde mesaiye başlaması beklenen bilgisayar mühendisi daha mı az yoruluyor?!

    Kapitalizm hastalığının turbo hızla yakıp yıktığı bir dünyada; kaybetmekte olduğumuz aklımızdan başka neyimiz var elimizde?

    [Nevzat Evrim Önal
    11 Eylül 2014]

    ********************

    BEBEKLİĞİMİZDEN İTİBAREN HEPİMİZE YUTTURULAN YALANLARA DAİR!

    OĞUZ ATAY’IN UYARISI NE İDİ?!

    Çok yalan söylediler bize, ama herhâlde en çirkini “birbirinizin üstüne basa basa yükseleceksiniz”di!

    1995 Eylül’ünde, İTÜ İşletme Mühendisliği’ni o yıl kazanmış öğrenciler olarak Maçka yerleşkesi giriş kattaki sınıflardan birine doluşmuş bize okuyacağımız bölümü tanıtan hocamızı dinliyorduk.

    Uzun uzadıya; ne kadar gözde bir bölüm kazandığımızı, iş dünyasının nasıl bizim mezuniyetimizi dört gözle bekliyor olduğunu anlatan hocanın kim olduğunu hatırlamıyorum (iyi ki de hatırlamıyorum çünkü ismini vermek zorunda kalırdım), ama söylediklerini hiç unutmadım:

    “Siz, Türkiye’de sadece İTÜ’de bulunan İşletme Mühendisliği’ni kazanmış şanslı gençlersiniz. Şanslısınız, çünkü sadece birbirinizin rakibisiniz!”

    Yukarıdaki açıklama utanç verici! Çünkü: Bilhassa “Bir Bilim Adamının Romanı”nı yazan Oğuz Atay’ı yetiştirmiş üniversitede bir kürsüde bunlar dile getirildi!

    Ama utanç verici olduğu kadar ikna ediciydi de! Öyle ki; bazı arkadaşlarımız hemen havaya girip daha ilk yıldan derslerde tuttukları notları kimseyle paylaşmama kararı aldı! Tesadüfe bakın ki; İTÜ aynı yıl öğrencileri çan eğrisiyle (yani objektif, bilimsel ölçütlere göre değil!) birbirlerine göre ne kadar başarılı olduklarına bakarak değerlendirme dönemine girdi!

    Okumuş olduğunuz durum; “iş hayatına yönelik üniversite eğitimi almış” herkesin hikâyesi aslında!

    Hepimiz bu yalanları bir biçimde duyduk, hepimize bu yalanları yutturdular!

    Bize “özel” olduğumuz, “yetenekli” olduğumuz, “başkalarından daha iyisine layık olduğumuz” söylendi ve başarımızın ölçütü hep aynıydı: Yanı başımızdakinden, sınıf arkadaşımızdan, sınıfdaşımızdan daha fazlasını yapmak! Kapitalizmin dayattığı rekabeti şevkle körüklemek!

    Evet, iyi bir üniversitenin gözde bir bölümünden diploma almış olabilirdik ama yetmezdi! Bunun için durmaksızın koşmaya devam ettik: Dil kursları, M.B.A. programları, şirket tarafından verilen “sertifikalandırılmış” hafta sonu eğitimleri, kişisel gelişim kitapları, “neuro-linguistic programming (N.L.P.)” uzmanı olmak, “Six Sigma – Kara Kuşak” sahibi olmak, “Kaizen” programına katılarak “kapitalizmde toplam kalite yönetimi”ni özümsemek!

    Hayatımızın bize ait olan ve uyumaya ayırmak zorunda olmadığımız saatlerinin hepsini, hayatımızın adına “mesai” denen, patronumuza satacağımız saatlerini daha nitelikli, daha verimli (efficient!) kılmak için harcadık!

    Bütün bu çılgınlığın adı “kariyer”di ve kendimizi buna vakfettikçe, CV’mizden ibaret bir robota dönüştük!

    “Kariyer basamakları”nı tırmandıkça, Aragon’un o güzel şiirinde “hiçbir yere ulaşmayan merdiven”e benzettiği yalnız insanın elli ayaklı, vücuda gelmiş hâli olduk.

    (…
    Yalnız insan merdivendir
    Hiçbir yere ulaşmayan
    Sürülür yabancı diye
    Dayandığı kapılardan

    Yalnız insan deli rüzgâr
    Ne zevk alır ne haz verir
    Dokunduğu küldür uçar
    Sunduğu tozdur silinir

    Yalnız insan yok ki yüzü
    Yağmur çarpan bir camekân
    Ve gözünden sızan yaşlar
    Bir parçadır manzaradan

    Yalnız insan kayıp mektup
    Adresi mi yanlış nedir
    “Sevgiler” der fırlatılır
    Kim bilir kim tarafından
    …)

    Bununla da kalmadı, kalamazdı; 1800′lü yılların ikinci yarısında yaşamış bir düşünürün dediği gibi:

    “İnsanoğlunun bugüne kadarki koşullarının, ahlâksızlığının doruğu ‘rekabettir.’”

    (Friedrich Engels’in “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi” başlıklı makalesi; “Sol Yayınları” tarafından basılan “1844 Elyazmaları” adlı kitap, 2. baskı, 369. sayfa)

    Hâl böyle olunca her türlü “ofis komplosu”, “dedikodu”, “ispiyonculuk” vb. alçaklıklar biz yapmasak da hayatımızın olağan, yadırgamadığımız bir parçasına dönüştü! Kariyer basamaklarını hepimizden hızlı tırmanan bazı arkadaşlarımız kendi merdivenlerinin sonundan atlayıp boğaza ya da betona çakıldığında üzüldük kuşkusuz, ama çoğumuz da normal karşıladık!

    “Hayatımızın sadece mesai saatlerini değil tamamını tepe tepe kullansın da kâr etsin!” diye diye tüm benliğimizi “patronlarımıza!” böyle teslim ettik! Kariyer yalanlarına kanarak; ama bir yerden sonra kendi aklımızla, ellerimizle, bile isteye…

    Bu cendereden kurtulmak, hayatımızı geri almak zorundayız!

    İlk yapmamız gereken: “Birbirimizle rekabet etmeyi bırakmak!”

    [Nevzat Evrim Önal
    18 Eylül 2014]

  18. [3] (CAHİL BIRAKAN) VE (CAHİL BIRAKILAN)

    “CAHİL BIRAKAN”
    İLE
    “CAHİL BIRAKILAN”
    AYRIMINI NİÇİN İNATLA ANLAMAK İSTEMİYORUZ?!

    “ÜCRET EŞİTSİZLİĞİ” DERKEN NEYİ GÖRMEZDEN GELİYORUZ?!

    “‘%60’ niye bize düşman?”

    Şu kadarını söyleyebilirim; mesele “dindarlık-laiklik” meselesi değil. En azından sadece o değil.

    Evet, çoğumuz ailesinin görüşlerinin de etkisiyle Cumhuriyet’in “laiklik ilkesi” ve “batılılaşmak-modernleşmek” projesiyle yetişti. Aldığımız eğitim; aklımızı açan, dinsel inançları sorgulamayı kolaylaştıran nitelikteydi. Böylece azımsanmayacak bir kısmımız din ile ilişkisini tamamen kesti. Çoğumuz ise sadece manevi bir dayanak olarak inanıyor ve dinin vecibelerini yerine getirme işini en kötü ihtimâlle ölüm korkusunun aklı karartmaya başladığı yıllara erteliyor.

    Ama gerçek hayat, Platon’un mağara alegorisinin tam tersidir. Maddi gerçekler ideallerin değil, idealler (veya düşünceler) maddi gerçeklerin gölgesidir. Dolayısıyla AKP mitinglerini dolduran kitlelerin bizden hazzetmemelerinin sebebi sadece dini duygularımızın daha “gevşek” olması değil! Eğitimli, profesyonel emekçilerle, az eğitimli yoksul kitleler arasındaki “psikolojik mesafe”nin böylesine açılmasının maddi bir sebebi olmalı!

    Bu sebep “ücret eşitsizliğidir!”

    Patron, vasıflı emekçiye daha fazla ücret vermek zorundadır çünkü o emekçi hayatının bir bölümünü çalışmaya başlamadan önce eğitime ayıracaktır (evet, kendimiz için değil “müstakbel patronlarımız için!” okuyoruz; liseye, üniversiteye, yüksek lisans yapmaya onlar için gidiyoruz!) Dolayısıyla, mühendis veya doktor ücreti asgari ücrete eşit olamaz çünkü arada fark yoksa kimse patronların hayrına yıllarca üniversite okumaz! İşta tam da bu sebeple; “ücret eşitsizliği” kapitalizmde zorunludur!

    Buna rağmen;

    Yoksul kitlelerin önemli bir bölümünün (“hepsi” diye yazmadığımı vurgulamak isterim!) görece yüksek ücret alan “profesyonel emekçilere!” karşı beslediği düşmanlık yeni bir olgu; zira AKP gericiliği, daha önce hiçbir iktidarın cesaret edemediği bir işi yaptı ve bir kısmı sefalet koşullarında yaşayan kitlelere bizi hedef gösterdi!

    İslamcı muhafazakârlığın din ve ahlâkını reddediyor olmamız bir meseleydi kuşkusuz; ama ülkenin üzerine çökmüş karanlığın başmimarının sesini titrete titrete çektiği:
    “Hor görülmenin ne demek olduğunu iyi biliriz!” söylevleri,
    “Bunlar rakı sofrasında ülkeyi kurtarır!”dan çok;
    “Bunların tuzu kuru, siz sefillere ben sahip çıkıyorum; bundan sonra yerinizi yurdunuzu iyi belleyin!” vurgusuna dayanıyordu!

    Çok sayıda insanın geçinmek için AKP’ye el açar hâle gelmesi, geçim yardımlarının hak olmaktan çıkıp basbayağı adam seçilerek verilen bir sadakaya dönüşmesi, yoksul kitlelerin gittikçe artan oranlarda “kalpsiz dünya karşısında afyona*” muhtaç edilmesi bunu kolaylaştırdı.

    (( * Karl Marx’ın neredeyse her zaman eksik alıntılanan “din; kitlelerin afyonudur” lafının tam hâli şudur:

    “Din; ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”

    Eser: “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, “Sol Yayınları”, 2. baskı, 192. sayfa ))

    Ama asıl mesele resmi söylemde:

    “Mum gibi eriyen ama aydınlatan” öğretmenin yerini;
    “Yılın üç ayı yata yata maaş alan” öğretmenin alması,

    “Şifa dağıtan” doktorun yerini;
    Günde yüzlerce vakaya bakmak zorunda bırakılan ve acil serviste hasta yakınları tarafından linç edildiğinde “sahip çıkılmayan” doktorun almasıydı!

    “Yeni Türkiye!” inşa edilirken devletin âli kürsülerinden yaşamın her alanında yoksullara hedef gösterildik:

    HAYATIMIZ KUŞATILDIKÇA, ÇARESİZLİĞİN VERDİĞİ ÖFKEYLE “CAHİL BIRAKAN” İLE “CAHİL BIRAKILANI” AYNI KEFEYE KOYDUK VE SIRADAN İNSANLARA DUYDUĞUMUZ ÖFKEYİ ÇOK SAKİL BİÇİMLERDE DIŞAVURARAK YENİLGİMİZİ KENDİ ELİMİZLE TAMAMLADIK!

    Biz Aziz Nesin’in “halkın %60’ı aptal” lafı üzerinden kendi kendimizi eylerken:
    AKP’nin ideolojik bombardımanı altındaki yoksullar sefil hayatlarının sebebi olarak asla karşılaşmadıkları “Koç ve Sabancı”ları değil;
    Her gün karşılaştıkları “biz”i görmeye başladı!

    AKP; ilkellik ve hasetlerini körükledikçe, sahip olduğumuz ve herkesin sahip olması gereken yaşam kalitesine kendileri de sahip olmayı değil;
    Bizim elimizdekileri kaybedip onlar gibi olmamızı, onlara benzememizi ister hâle getirildiler!

    Artık kaçacak yerimiz kalmadı!

    Elimizdeki ayrıcalıkları (ki buna “düşünebilme ayrıcalığı!” da dâhil) savunmaya çalıştıkça, her şeyi kaybedeceğiz!

    Bu cendereden tek kurtuluşumuz var:
    Toplumda tutabildiğimiz kadarıyla gerici kuşatmayı yarıp, sefalet ve cehaletten başka bir şey üretmeyen bu düzeni yıkmak, herkesi eşit ve insanca bir yaşama kavuşturmak zorundayız!

    [Nevzat Evrim Önal
    25 Eylül 2014]

  19. [4] MORATORYUM

    Bu yazının kadrajını hemcinslerime daraltacağım.

    Başlığın fonetiği (ses bilgisi & yapısı) ölümü çağrıştırsa da anlamı; “ertelemek, askıya almak”. Bir sorumluluğu ya da alınması gereken bir kararı “ertelemek” olarak kullanılıyor.

    Bence bu kavram hayatlarımızın çok önemli bir ortak noktasını anlatıyor; zira hepimiz, imkân yaratabildiğimiz müddetçe hayatımızda önemli değişiklikler yaratacak dönemeçleri erteleyebildiğimiz kadar erteliyoruz.

    Genel kanının aksine ben bunun çok da eleştirilebilir olduğunu düşünmüyorum; zira bugünün Türkiyesinde eğitimli bir erkeğin önüne konan;

    “MEZUNİYET → ASKERLİK → İŞ → EVLİLİK → ÇOCUK → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → BAŞARILI KARİYER → İYİ MAAŞ → …”

    şeklindeki yaşam izleğinin keyifli bir yaşam isteyen bir insan için çekici hiçbir yanı yok!

    Bu yüzden moratoryum; (bizi kırmızı halılarla bekleyen bir patron hayali kuracak kadar bulutlarda gezmiyorsak!) üniversitenin uzatılmasıyla başlıyor!

    Sonra en yaygın “askerlik tecil yöntemi!” ve eğitimli emekçiler için artık bir “kariyer zorunluluğu!” hâline gelmiş olan “yüksek lisansa!” başlıyoruz!

    Bu yıllarda ailesinden maddi yardım görebilenler ya okulu,
    Ya da yüksek lisans yapmamış olanlara verilen “ücretin düşüklüğünü” gerekçe gösterip çalışmıyor.

    Maddi desteğe sürekli erişebilme olanağına sahip olmayanlarımız ise;
    Onlarca yıllık okul, dershane, sınav stresi, üniversitenin (ve sonrası dönemin) uzaktan-yakından karşılığı olamayacak bir ücretle çalışmaya başlıyor ve harçlığını çıkartabildiği müddetçe “moratoryum” sürüyor!

    Nihayetinde; ailemizden gelen “düzen kurmak”, “evlenmek” vb. konulu basınç çok artarsa en etkili bahane cebimizde: “Bedelli!” bekliyoruz! Sonuçta; eğer yırtması mümkünse kim kendi çocuğunu askere göndermek ister ki?!

    Kaçtığımız, ertelediğimiz en önemli şey şu:

    “Aile kurmak”

    Zira [iş+çocuk] formülünün sonucunda ortaya çıkan iş yükü, ebeveynler tarafından eşit biçimde paylaşıldığında nitelikli kişisel zamanın her iki taraf için neredeyse sıfırlanması demek. Bu konuda toplumsal basınç esasen kadının üzerinde olduğu için de rahatız; kaçan değil kovalananız! Belki ilişkiyi başlatan teklifi biz yapıyoruz, ama evliliği artık kadınlar teklif ediyor; biz de kendimizi naza çektikçe çekiyoruz.

    BU NAZ HÂLİNE PEK ÇOK ÖRNEKTE ADI AÇIKÇA KONMAYAN BİR “İŞBÖLÜMÜ PAZARLIĞI” EŞLİK EDİYOR VE LAFA GELDİĞİNDE EN MODERN BİZ (ERKEKLER!) OLSAK DA ASLINDA ÖNCELİKLE BERABER PLAYSTATION OYNAYACAK VEYA DİZİ İZLEYECEK BİRİNİ DEĞİL; BASBAYAĞI BİZE ANNELİK YAPACAK BİRİNİ ARIYORUZ, DİĞER BEKLENTİLERİMİZ İSE “BONUS”!

    “SEVGİLİLİKTEN → EVLİLİĞE” GEÇİŞİN KİLİT NOKTASI BU OLUYOR! EVLENDİKTEN SONRA, BİZ İÇİMİZDEKİ PLAYSTATION RUHUNU DEVAM ETTİRİYORUZ, “EŞ”İMİZ İSE SESİ GİDEREK KISILARAK “ÇOCUK DA YAPARIM KARİYER DE!” ŞARKISINI SÖYLÜYOR. ÇOCUK OLDUĞUNDA İSE GENELDE ŞARKI BİTİYOR!

    Feminist arkadaşlarım bana kızacak ama “Otisabi” benzeri bir alçaklığa gömülenler haricinde, bu berbat tabloda erkeği suçlamanın sınırı var.

    Ne olmasını bekliyoruz? Neredeyse hepimiz ya dağılmadığı için içindeki herkesin mutsuz olduğu orta direk, ya da dağılıp bizi göçebe etmiş orta sınıf ailelerin çocuklarıyız! “Einstein”ın dediği gibi “aptallığın en basit tanımı aynı şeyi yapıp başka bir sonuç almayı beklemektir”; bu yüzden de çoluğa çocuğa karışma konusunda hevesli olmamamız yadırganmamalı, zira pek de aptal değiliz. En azından babalarımızın yaptığı hatayı yapıp ellimizde orta yaş bunalımına girmek yerine kendi hatamızı yapıp ergenlikten hiç çıkmamaya çabalıyoruz!

    Moratoryumun özü şu:

    Hiçbir anlamı olmayan bir yaşam izleğini reddediyor; ama yerine anlamlı bir amaç değil, tekrarlamaktan sıkılmayacağımızı umduğumuz:
    “Kullan; at”,
    “Kullan; at”,
    “Kullan; at”
    (…) tarzı bireysel hazlar koyuyoruz!

    Sebebi ise evrensel:
    Özellikle bugünün dünyası içinde; insanlığa uğrunda ne yaşanacak, ne de ölünecek bir şey sunamaz hâle gelen çürüme yıllarında yaşıyoruz! Moratoryumumuz bunun binlerce işaretinden biri.

    Yüz yıl önce de durum çok farklı değildi. O yılların kahramanı yatağından kalk(a)mayan “Oblomov”du! Bizim kahramanımız ise tek tasası odayı dolu gösteren halısı olan “Jeff Lebowski” (nam-ı diğer; “The Dude”)!

    Benzerlik bu kadar açıkken, ve eğer bu ebedi erteleme hâlinden kurtulmak, uğruna yaşanacak bir şeylere sahip olmak istiyorsak bakacağımız yer yüz yıl önceki moratoryumdan nasıl çıkıldığıdır.

    O çıkışın tarihi de 1917 yılının bir takvime göre Ekim ayının sonuna, bir diğerine göre Kasım ayının başına denk gelir!

    [Nevzat Evrim Önal
    16 Ekim 2014]

    ********************

    BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN…

    Yukarıda okuduğunuz “Moratoryum” başlıklı yazımın ilk satırlarında, “ertelemek” anlamına gelen bu kelimenin ölümü çağrıştırmasından bahsetmiştim.

    Yazının yayınlandığı saatlerde bir insan, “Mehmet Pişkin”, benzerliğin sadece kelime kökünde olmadığını hepimize gösterdi!

    Tüm tanıyan ve sevenlerin affını dileyerek bu yazımı ona ayıracağım ve anısına saygısızlık etmemeye gayret göstererek, bize bir insanın sonundan çok daha fazlasını anlattığını düşündüğüm ölümünden yola çıkarak bir şeyler söylemeye çalışacağım:

    John Carpenter’ın “Çılgınlığın Ötesinde” adlı filminde, insanlığın sonunun geldiğini bilen dedektif Trent; “her canlı türü soyunun tükenişini hisseder” der.

    Türlere genişletilemeyecek bir iddia bu, ama insanlık için bir açıdan doğru olduğunu düşünüyorum.

    “Sorgulayıcı aklı” ve “hayata dair algıları” biraz açık her insan, içinde yaşıyor olduğu uygarlık çürüyüp çökmeye başladığında bunun alametlerini fark eder:
    Toplumsal ilerleme; belki son durağa gelmiş bir buharlı tren gibi istim (gücünden yararlanmak için elde edilen buhar) salarak durmaz ama hiçbir yere ulaşmayan bir dairesel hatta döner, döner, döner…

    Hayat kısırlaşır, en üretken insan dahi köstekler hâle gelir!

    “Sanat” kendisini tekrar etmeye,
    “Sanatsever” daha güzeli aramaya değil bu “tekrarı oburca tüketmeye” alışır!

    İktidar despotların meşgalesi olur! Çünkü artık yönetenlerin elinde yönetilenlere vaat edecekleri, daha iyi bir yarına giden bir yol haritası yoktur; sadece harisçe, dört elle sarılıp dişlerini geçirdikleri ve hiç bitmesin diye uğraştıkları bir “bugün” vardır! Despotluk; bunun sürdürülmesinin tek yoludur!

    Bahsettiğimiz;
    Artık çapı hiç genişlemeyen bir pastadan hep daha kalın bir dilim kapmaya çalışan üçkâğıtçıların,
    Kasaba avukatı kılıklıların,
    Zübükzadelerin uygarlığıdır!

    Bu çürüyen uygarlıkta;
    “Güzele”,
    “Naziğe”,
    “Kaliteliye” yer yoktur:
    “NAZİK, NEŞELİ, EĞLENCELİ, AKIL VE RUH OLARAK BÖYLE BİR İNCELİK VE DERİNLİĞE SAHİP BİRİSİ OLMAYI ÇOK ÖNEMSEDİM VE ŞU ANDA BUNLARI KORUMAK VE SAĞLAMAK CİDDİ BİR YÜK HÂLİNE GELDİ BENİM İÇİN! BU KONUDA TAKATİMİN ARTIK TÜKENDİĞİNİ, İŞİN O KARANLIK TARAFININ DAHA AĞIR GELDİĞİNİ VE TAŞIYAMADIĞIMI VE BİR ŞEKİLDE BUNUNLA İLGİLİ DONANIMLARI DA ZAMAN İÇİNDE GELİŞTİRMEDİĞİMİ FARK ETTİM!” DİYEN MEHMET PİŞKİN’İN BAHSETTİĞİ; BUDUR!

    Samimiyetle sormak istiyorum:
    Çoğumuz bu hissiyatı taşımıyor muyuz?
    “Yiğit Özgür”ün o olağanüstü karikatüründe pencereden bakıp “bu ne lan; dünün aynısı!” diyen adam gibi değil miyiz?

    (Karikatür için:
    http://bit.ly/21dXG8j )

    Felaket filmleri izlerken içimizden gizli gizli insanlığı yok olmasını dilemiyor, mucizevî bir şekilde kurtulduğunda hayal kırıklığına uğramıyor muyuz?

    İnsanları korkutup hizada tutmak için uydurulmuş dinsel kıyamet masallarını okuduğumuzda “keşke olsa” dediğimiz olmuyor mu?

    Evet, pek çoğumuzun koşulları Mehmet Pişkin’e benzemiyor. Biz; ofislerdeki, plazalardaki işlerimize, onun sahip olup “vazgeçtiklerine!” bir gün sahip olmak hayaliyle gidiyoruz!

    BİZİM İNTİHARLARIMIZ “BİR ATAMASI YAPILMAYAN ÖĞRETMEN DAHA İNTİHAR ETTİ!” DİYE HABERLEŞTİRİLİYOR!

    AMA KENDİ HAYATINI BİTİRİRKEN BUNU KENDİNCE TASARLAYAN VE SESİ GÜR ÇIKAN BİR İNSANA KIZMAK DEĞİL; KULAK VERMEK GEREKİR! PİŞKİN’İN MADDİ KOŞULLARI BİZİMKİNDEN İYİ OLABİLİR; AMA BAŞINI BİRKAÇ DEFA ÇARPTIĞI VE DAHA FAZLA ÇARPMAK İSTEMEDİĞİ DUVARA HİÇBİRİMİZ YABANCI DEĞİLİZ!

    Aynı duvar “Joseph K.”nın başını çarptığı mahkeme duvarıdır; Pişkin’in tek farkı, cellâtlarının elindeki bıçakla kendi canını almayı kabullenmiş olmasıdır!

    Aynı duvar:
    Önünde son sözleri “çok acı var, dayanamıyorum” olan “Dicle Koğacıoğlu”nun arabasından indiği,
    “Virginia Woolf”un ceplerine taşlar doldurmaya başladığı,
    “Stefan Zweig”ın peşinden Avusturya’dan Brezilya’ya kadar gelen duvardır!

    ÇÜRÜME YILLARINDA HAYAT ANCAK BU DUVARA KARŞI MÜCADELE VERİLDİĞİNDE “ANLAM” KAZANIR, ÇÜNKÜ DAHA İYİ BİR YARIN ANCAK BUGÜNÜ YIKTIKTAN SONRA KURULABİLİR!

    ÖTEKİ TÜRLÜ ANLAMSIZ VE AMAÇSIZ HAYATIMIZI; YA DİNSEL HURAFELERLE YA DA BİREYSEL HAZLARLA DOLDURMAK GEREKİR. BENİM ON DAKİKADA TANIMAYA ÇALIŞTIĞIM “MEHMET PİŞKİN”; BİRİNCİSİNİ YAPMAYACAK KADAR AKILLI, İKİNCİSİNİ SÜRDÜREMEYECEK KADAR KISIR DÖNGÜLERE DAYANAMAYAN BİR İNSANDI!

    YAPTIĞI NE OLUMLANABİLİR, NE ROMANTİZE EDİLEBİLİR!

    AMA BİR ŞEY ASLA UNUTULMAMALIDIR:
    “MEHMET PİŞKİN”İN ÇIĞLIĞI HEPİMİZİM ÇIĞLIĞIDIR!

    Onun önünde hayatını sonlandırdığı duvar; bütün insanlığın önüne dikilmiş duvardır!

    Bu duvar yıkılmalıdır!

    [Nevzat Evrim Önal
    23 Ekim 2014]

  20. [5] KAPİTALİZM ÖZGÜRLÜK MÜ?!

    HANİ “KAPİTALİZM” ADLI SİSTEMDE ÖZGÜRDÜK, KENDİ HAYATIMIZI KENDİMİZ YAPIYORDUK; NE OLDU?!

    “FACEBOOK” NE ZAMAN KURULDU?!

    “Yapboz”

    90 ve 2000’lerin en nitelikli deneysel rock gruplarından “Tool”un “Schism (bölünme)” şarkısı “parçaların birbirine uyduğunu biliyorum çünkü dağılırlarken izliyordum” diye başlar.

    Bir aşk şarkısıdır ama gençliğini 90’lar, genç yetişkinliğini 2000’lerde yaşayan insanların serencamını özetler niteliktedir:
    Biz, sadece lise yıllarımızın değil; hayatımızın müfredatı dağılmış “kredili sistem mağdurları”yız!

    Bir ölçüde bütünlüklü, insanın içinde kendisini anlamlandırabileceği bir dünya gözümüzün önünde parçalandı ve burnumuza iki seçenek dayandı:
    Bir tarafta doyuran ama lezzetsizliği kesin bir “fix çekirdek aile menüsü”,
    Diğer tarafta ise bazıları lezzetli olsa da birbirine uymayan, üstelik porsiyonları küçük meze ve ara sıcaklarla eşelenip, şef garson surat assa da paramızın yetişmeyeceği ana yemeği sürekli erteleyeceğimiz, sonunda da sipariş etmeden hesabı isteyeceğimiz bir alakart.

    Cümleten afiyet olsun da; hani “kapitalizm” adlı sistemde özgürdük, kendi hayatımızı kendimiz yapıyorduk; ne oldu?!

    BİZE HEP “ESKİDEN BU KADAR MARKA, ÇEŞİT YOKTU. HERKES AYNI KIYAFETLERİ GİYERDİ. HA BİR DE TÜP GAZ KUYRUĞUNDA BEKLERDİK” HİKÂYESİ ANLATILDI!

    BUGÜN HER MARKA VAR DA; HAYATLARIMIZ ÖZGÜNLEŞTİ ve ÖZGÜRLEŞTİ Mİ PEKİ?!

    “Ayfon!” kuyruğuna dair diyeceğimi demiştim yukarıda okudunuz, zaten en fazla yılda bir tane çıkıyor ama “Ikea”da gezerken Erdil Yaşaroğlu’nun karikatürünü* hatırlatacak hislere kapılmıyor muyuz?!

    (* Karikatürü görmek için:
    http://bit.ly/1jhJ05P )

    Böyle onlarca örnek sayamaz mıyız?! Dahası, ortak dertlerimiz hakkında konuşuyoruz. Bir yanda bu kadar “çeşitlilik”, “seçme özgürlüğü” lafları duyup; diğer yandan da bu kadar “benzer hayatlar” ve “sorunlar” yaşıyor olmamız tuhaf değil mi?!

    Mesele şu:

    Hayata gözlerimizi açtığımızda, 20. yüzyılın büyük mücadelesinin son raundu oynanıyordu.

    Bu mücadele; yüzyılı 1917’den itibaren şekillendirmiş, insanlığın uzaya açılmasına, son büyük sanat dalı olan sinemayı geliştirmesine, sayısız romana, senfoniye, diplomaside inceliğe ve benzeri nice zenginliğe vesile olmuştu.

    Belki binlerce çeşit ürün ve her ürünün onlarca markası cirit atmıyordu piyasada, ama dünyanın üçte birinde bambaşka bir hayat kuruluydu ve onunla rekabet etmek zorunda olan kapitalizm de kendi uygarlığını derinleştirmek zorunda kalıyordu.

    Sonra mücadeleyi “sermaye düzeni!” kazandı ve onun uygarlığının çürüme yıllarına girdik!

    Her şeyin bölünerek dağılması bu yılların nişanesiydi! Emperyalizm Yugoslavya’yı parçalarken yaşanan trajediler hepimizin çocukluk anılarında önemli bir yer tutar. Sonra ülkelerin, insanların parçalanması o denli sıradanlaştı ki, aklımızı koruyabilmek için başkalarının acılarına “yabancılaşmak” zorunda kaldık!

    Bütün bunlar olurken; her birimizin hayatı da parçalanıyordu ama bu parçalanma adı “yapısökümü” konarak şirinleştirilmişti!

    Artık hayat anlamlı ve amaçlı bir bütün olmayacak, aynı bedende yaşanıyor olmasının ötesinde birbirleriyle ilişkisi çok sınırlı bir deneyimler dizisine dönüşecekti!

    İnsanlar ikide birde iş değiştirmek zorunda kalacak ve bunun adı “kariyer!” olacaktı!

    Hayatımızın tamamına yayılan “mesai!”; kişisel ilişkiler kurmayı zorlaştıracak,
    Özel hayat; güven duyulan dostlarla derin ilişkiler kurmaktan ziyade iyi “partilenen” kankalarla pek kişiselleştirilmeyen eğlencelere dönüşecekti!

    David Harvey, gerçekliğin imgelerle ya da hayatın fotoğraflarla indirgenebileceği düşüncesini eleştirirken sene 1990’dı*.

    (* “Postmodernliğin Durumu”, Metis yayınları, 3. baskı, 346. sayfa)

    On dört yıl sonra “Facebook” kuruldu ve hepimiz yediğimiz ve gezdiğimizin fotoğraflarını paylaşmaya başladık! Yiyen ve gezenin biz olduğunu ispat edebilmek için de “selfie!” çeker olduk; çünkü kadraja bilmem hangi manzara alınıp yapılan “özçekim!”, deneyimin “sahihlik belgesi!”ydi!

    Böylelikle hayatımızı;
    İstediğimiz unsurlarını yok sayıp istediklerimizi vitrine koyduğumuz,
    Bir süre sonra da “hayatımızı o vitrinden ibaret zannettiğimiz bir yapboz!”a dönüştürdük!

    Hâl böyle olduğunda kendimizi biricik sanmak da kolaylaştı; çünkü artık önemli olan ne yediğimiz veya nereye gittiğimiz değil; bunları yapanın “biz!” olmasıydı! Her birimiz “göstermek için yaşadığı!” hayatının başrolündeydi ve dolayısıyla benzersizdi!

    Peki, o zaman ne yapsak en fazla iki günlüğüne geçen, sonra migren ağrısı gibi geri gelen bu “eksiklik ve aynı yerde dönüp duruyor olmak hissi” niye?!

    Eksikliğin sebebi şu:

    Dünya bir tane büyük ve muhteşem yapbozdan ibaret, adı da “insanlık”!

    Kendimize kaç parça eklersek ekleyelim, ancak o büyük yapbozun içinde bir yere uyduğumuzda eksik hissetmeyiz; çünkü o zaman hayat döngüsel olmaktan çıkar; işte o an hayat bir “amaç”, dolayısıyla “anlam” kazanır.

    İhtiyacımız:

    “Sosyal medyadaki vitrinlerimize yerleştirmek üzere!” daha fazla deneyim değil;

    Aklımıza ve ufkumuza yakışacak nitelikte bir “amaç” ve “anlam”!

    [Nevzat Evrim Önal
    6 Kasım 2014]

  21. “Ah Deniz ah hiç yakışmadı silah size… neden onlar gibi kolluk kuvvetleri ile işbirliği yapmadınız?”

    O devirde, ‘kolluk kuvveti’ denilen sey, gobekli/siska fakat daima gedikli mahalle bekcilerinden, ‘fruko’ denen caylaklardan ve –istihbarati gorili agaca baglayip kirbaclamak sanan– alaylilardan olusan bir guruhtu. Silahlari da Kirikkale yapimi cakaralmazlardi.

    Deniz, enayi miydi ki, bunlarla isbirligi yapacakti?

    Tabii ki degil. Deniz, akilli cocuktu: Gitti dogrudan dogruya en hakiki vesayet odaginin, TSK’nin, icindeki komitaci bir hizip ile, isbirligi yapti. [Biat etti demiyorum; nazik olmaz cunku.]

    https://eksisozluk.com/entry/28690929

    {Neme lazim, link kaybolur filan; asagiya alintilayayim.}

    [ALINTI_BASLANGICI]
    bir gün orhan kabibay’ın (27 mayıs darbesinin beyin takımından emekli kurmay albay ve 12 mart’ın içinde de yer alan chp milletvekili, hc) evinde toplandık.

    hidayet ilgar, talat turan, irfan solmazer ve daha birçok kişi vardı.

    bir ara irfan solmazer bana, ‘erol, sen denizcileri ihmal etmişsin’ dedi.

    kimi ihmal ettiğimi sorunca, sarp kuray’ı, deniz gezmiş’i ihmal etmişsin, hiç temas kurmamışsın.

    ama ben onlara istanbul’da, ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’ dedi.

    başka ne yapıyorsunuz diye sorunca, irfan solmazer’in yanıtı şu oldu:
    ‘deniz gezmiş’i, sarp kuray’ı filan oturtuyorum. amerikan büyükelçiliği’nin ön kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz.

    emri ben veriyorum.

    (deniz gezmiş, abd büyükelçiliği’ni tara ve yok ol!) diyorum.

    sarp kuray’a, (git şurayı bombala!) emrini veriyorum.

    bu işlerden orhan kabibay’ın mutlaka bilgisi vardı. dolayısıyla deniz gezmiş’i, sarp kuray’ı kullandılar. irfan solmazer 12 mart’a 24 saat kala almanya’ya uçuruldu.
    [ALINTI_SONU]

    Daha sonralari da, infaz edilecegi hapishaneden babasina yazdigi mektuplarda da gordugumuz uzere, hem kendisini Kemalist dusunceyle yetistirdigi icin tesekkur ediyor, hem de ‘beni hic anlamadin; aslinda biz Kemalist misyonu devam ettiriyoruz’ diyerek de sikayet ediyordu.

    E, boyle olunca da, Mustafa Kemal’in Askerleri varken, aynasizlarla mi isbirligi yapacakti yani?..

    Ustelik, hepimizin pekala bildigi uzere, ozgurluk, esitlik, kardeslik vs Kemalizmin temel sutunlariydi ve –dolayisi ile– bu ugurda can veren Deniz Gezmis’i dunya durdukca en bi kahramanimiz saymazsak cok ayip olur.

    Di mi?

  22. Kimseye etmem şikayet

    Kimseye etmem şikayet ağlarım ben hâlime

    Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

    Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbalime

    Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

    ***

    Söz: İhsan Raif Hanım (1877-1926)

    Müzik: Ahmet Özhan

    https://www.youtube.com/watch?v=e26ktr_x2Is

    Saygılar ve sevgiler…

  23. 2 Mayıs Pazaretesi, saat 07.01
    1 USD = 2,79 TRY

    4 Mayıs Çarşamba, saat 21.30
    1 USD = 2,98 TRY

    Mayıs sonunda yapılacak kongreye kadar dalgalı seyir sürecek, FED’in ne karar açıklayacağı da dahil olmak üzere dalgalı seyrin şiddeti yüksek olacak…

  24. SENİ SEVİYORUZ BE GÜN ABİ...

    ABİCİM

    İKTİDAR OYUNLARINA,
    GAME OF THRONES’A GELMEDİĞİN İÇİN SENİ ÇOK SEVİYORUZ GÜN ABİ.

    PEKİ ABİ, İKTİDAR KELİMESİNİ ORTADAN KALDIRMAK İÇİN PARTİ KURUP SEÇİMLERE GİRSEK, İKTİDARA GELDİKTEN SONRA DA İKTİDAR KAVRAMINI YOK ETSEK OLMAZ MI? HEM BÖYLECE “HALKIN OYLARINI ALMIŞ OLARAK” İKTİDAR KAVRAMINI YOK ETMİŞ OLMAZ MIYIZ?

    ANARŞİZM NE DİYOR BU İŞE?

  25. marxist argüman

    demagog necip, senin gibi fikir fukarasi cahil softalar ile fikir tartismasi mümkün olmadigi icin yine asik ibreti’den bir siir ile senin cevabini vereyim:

    Bir sah olsam hükmeylesem cihana
    Kilise, mescidi yikar giderdim
    Okullar yapardım bütün insana
    Cehaleti kökten söker giderdim

    Gerçek insanları bilirdim Allah
    Ondan gayrısına tapmazdım billah
    Ne Kâbe kalırdı ne de Beytullah
    Yerine bir arpa eker giderdim

    İnsanlıktan baska olmazdı cennet
    Yok olurdu İsa, Musa, Muhammet
    Kalkardı dünyada mezhep, tarikat
    Dinlerin bağını çözer giderdim

    Bir olurdu zengin, fakir her zaman
    Çaresiz dertlere olurdum derman
    Ne gavur kalırdı ne de müslüman
    Tümünü bir yola çeker giderdim

    O günü görseydim yüzüm gülerdi
    Dünyada insanlar bayram ederdi
    Ne bir silah, ne bir atom kalırdi
    Bir ulu deryaya döker giderdim

    İBRETİ der varligimiz bitmezdi
    İnsanoğlu yanlış yola gitmezdi
    Ayrı gayrı devlet icap etmezdi
    Dünyaya bir bayrak diker giderdim

  26. Gün Abi sizce bundan sonra ne olur? Davutoğlu’nun siyasi yaşamı kesin olarak bitti mi? Erdoğan, bu hamlesiyle daha da mı güçlendi? Yoksa ne olacak?

  27. marxist argüman

    kuzenovski’ye cevap:

    senin derdini anladim. simdi beni iyi dinle. yasadigimiz dünyanin siyasi-ekonomik-toplumsal düzeninde seni rahatsiz eden hicbir sey yoksa o zaman seninle tartisacak birseyimiz de olamaz. bu sitede vakit harcamana da gerek yok, zaten emeklisin, otur evinde dizi izle, git kahvede kagit, okey oyna, hosca vakit gecirmeye bak. kagit oynayacak oyun partneri bulamiyorsan demagog necip ile kontaga gec, zaten fikirda$siniz, güzel anlasirsiniz.

    yasadigimiz kapitalist dünyanin hiyerar$i iliskilerini elestirmek ve alternatifler aramak icin sosyalist bir blokun varligi sart degil. karl marx’in artik hayatta olmamasi da sorun degil, kapitalist ekonomiyi anlamak isteyelerin marx’in kapital kitaplarini okuyup anlamalarinin önünde bir engel var mi? yok. sosyalist blok kendini feshetti diye, dünyadan sömürü, savas, aclik, issizlik, ekonomik kriz, mülteci dramlari, tabiat ve klimanin kar/kazanc icin kirletilmesi, kapitalist/emperyalist rekabet, zenginlerin daha fazla zenginlesmesi fakirlerin daha fazla fakirlesmesi son mu buldu yoksa tam tersine daha da mi artti? bu saydigim olgular serbest piyasa ekonomisi/kapitalist ekonominin yol kazalari olmayip, sömürü-rekabet-kar-paranin/sermayenin/kapitalin sonsuz birikimi prensiplerine göre isleyen kapitalist ekonominin kacinilmaz sonuclaridir. real sosyalizmin tarih sahnesinden cekilmesinden sonra amerikali burjuva ideologlarin “tarihin sonu-ideolojilerin sonu geldi, kapitalizm yolculari kalmasin” propagandasina itibar etmeyip senin atladigin/bindigin o kapitalizm dolmusuna binmeyen benim gibi insanlar az da olsa varlar gördügün gibi. bindigin o dolmustan her an inme imkanin var, fakat senin yazdiklarimin icerigini, argümanlarimin dogrulugunu-yanlisligini kontrol etmek yerine benim yasimi sormandan anliyorum ki senin o dolmustan inmeye niyetin yok. bu durumda bana da sana ve seninle ayni dolmusta yolculuk eden demagog necip gibilerine iyi yolculuklar demekten baska birsey kalmiyor. haydi, kapitalizm yolculari kalmasin!

  28. Tüm müttefiklerini kaybettiği için bir anlamda da zayıfladı diyebiliriz. Artık hücrelerin kendi kendilerini yeme süreci daha da hızlanacaktır. Bütün diktatörlüklerin mantığı işliyor. Hitler ve Stalin’in diktatörlüklerini inceleyin, en sonunda ortada paranoyak bir diktatör kalır ve en yakınlarından kuşkulanır öncelikle. Sonunda devrilecektir. Olacağı bu.

  29. bu pek mümkün değil kardeşim. Çünkü iktidara geldiğin zaman sen iktidarı değil, iktidar seni şekillendirir. En iyisi onu parça parça yıkmaktır.

  30. bana kalırsa, esas Deniz Gezmiş’i bu tür gerçek dışı (belli ki kendini şişirmek için anlatıyor bunları) anılarla anmak ayıp olur. Deniz Gezmiş kimsenin talimatıyla şuraya buraya bomba atacak bir arkadaş değildi. Kemalizme gelince… O dönemin hâkim ideolojisiydi ve ne yazık ki komintern’in bu ideolojinin hakimiyetinde belirleyici rolü vardır.

  31. marxist argüman

    siyasi fal bakan medyum musun be abi?

    siyasi-toplumsal meseleleri anlamak gibi dertleri olmayan, böyle seyleri kafa yormaya deger bulmayan bazi arkadaslar bu sitede “gün abi sana zahmet davutoglunun, tayyip’in siyasi falina bir bakiver” diyorlar, sayin zileli de “ben siyasi fal bakmiyorum, medyum falan degilim” diyecegine ciddi ciddi cevaplar veriyor.

  32. “bana kalırsa, esas Deniz Gezmiş’i bu tür gerçek dışı (belli ki kendini şişirmek için anlatıyor bunları) anılarla anmak ayıp olur.”

    Ben bu konuda kararsizim. Yazdigi mektuplari ‘idare’nin gorecegini varsaysak bile (ben emin degilim), ‘idare’nin hosuna gidecek ozel bir gayretten (gayretkeslikten) uzak oldugunu, zannedersem, mahkemedeki tavirlarindan gorebiliyoruz.

    Bu dogru ise, bu mektuplar Deniz Gezmis’in geride biraktigi –bir anlamda tarihe not dustugu– son beyanlaridir.

    Bu son beyanlarinda dahi kendisini dogru ifade etmemis oldugunu, bilerek bundan imtina etmis oldugunu, farzetmek ne kadar dogrudur?

    “Deniz Gezmiş kimsenin talimatıyla şuraya buraya bomba atacak bir arkadaş değildi.”

    Buna katilirim.

    O ifadeler, bence, daha cok, Irfan Solmazer’in kendisini ozellikle onemli gostermek gayreti gibi duruyor. ‘Komutan benim’ demek icin ugrasiyor filan gibi.

    Bunu bu anlamda cok ciddiye almak da gerekmiyor; cunku, savas halindeki her yapida oldugu uzere, emir-komuta zinciri oyle cok da keskin/belirleyici degildir. Emir verilen (‘er’ diyelim), eger verilen emre temelden karsiysa, ceker emri vereni vurur. Yani, bir tur namlu-demokrasisi vardir o islerde.

    Fakat, butun bunlar, Irfan Solmazer ile Deniz Gezmis’in ‘eylem birlikteligi’nin fikti oldugunu, dolayisi ile bu iliskiyi yoksaymamizi gerektirmiyor.

    “Kemalizme gelince… O dönemin hâkim ideolojisiydi ve ne yazık ki komintern’in bu ideolojinin hakimiyetinde belirleyici rolü vardır.”

    Bu cumle cok ilginc. Uzerinde uzun uzun konusulacak/tartisilacak tedaileri var. O kadar zaman ayiramacagimizdan, bu bir tarafta dursun.

    Benim merak ettigim, bu tedailer arasinda, acaba Kominterm’in Solmazer-Gezmis iliskisine goz yummus olabilecegi de olabilir mi?

  33. İrfan Solmazer’le Deniz Gezmiş arasında bir ilişki, bir “arkadaşlık” olduğunu hiç sanmıyorum. O sırada zaten Komintern de yoktu. Ama 1930’lar komintern’inin çizdiği bir yol vardı ki o da Kemalizmi destekleme yoluydu. Hepimiz o zaman aynı anlayıştaydık. Deniz’in yazdığı mektuplar da sadece bunu yansıtır. Fakat tekrarlıyorum, Deniz, eylemlerini sadece arkadaşlarıyla planlamıştır. elbette bu eylemlerin arkasından “ilerici” bir darbe gelebileceği beklentisi de yok değildi. Bunlar hep o dönemin yanılgılarıdır. Deniz’i bir tek şey tanımlar, o da ikircimsiz bir doğrudan eylemci, doğadaki herhangi bir maddede bulunamayacak kadar saf ve içen bir devrimci olmasıdır.

  34. siyasi tahminde bulunmanın medyumlukla bir ilgisi yok. Yakın siyasi geleceğe ilişkin herkes bir tahminde bulunabilir. Benimki de bunlardan biridir. Ne yapalım? Geleceğe ilişkin herhangi bir tahminde bulunmayalım mı?

  35. RENAULT (CEO)SUNUN MAAŞI DÜŞÜRÜLÜYOR

    Fransa Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron, devletin de hissesi bulunduğu “Renault” şirketinin C.E.O.’su Carlos Ghosn’a bir yıl için ödenen 7,25 milyon euro (yaklaşık 24 milyon lira) tutarındaki maaşa karşı çıkacaklarını bildirdi.

    Konu ile ilgili meclis genel kurulunda konuşan Macron, “Şirket yönetim kurulunun, yüksek maaşla ilgili kararını gözden geçirmemesi hâlinde, hükümetin devreye gireceği” uyarısında bulundu.

    “Renault” hissedarlarının da bu yüksek maaşa karşı çıktığını hatırlatan Macron, “Yönetim kurulu tekrar toplanmalı ve hissedarların görüşlerinden ders çıkarmalı. Aksi takdirde biz birkaç hafta içinde bu konuda gerekli yasal düzenlemeye gidebiliriz” dedi.

    Fransız bakan, hükümetin ne tür bir yasal önlem getireceğine ise açıklık getirmedi.

    Şirketin hissedarların %54’ü geçen hafta (25-30 Nisan 2016) yüksek maaşa karşı oy kullanmıştı.

    Fransa’da devlet, “Renault” şirketinin hisselerinin %19,7’sini elinde tutuyor.

    “Renault” yönetim kurulu, 2015’de şirketin bir önceki yıla oranla %10,4 artışla 45 milyar euro ciro yapmasını gerekçe göstererek, Carlos Ghosn’un yüksek maaşını onaylamıştı.

    Şirket geçen yıl 2,96 milyar euro net kâr sağlamıştı.

    “Renault-Nissan” otaklığının başkanı olan 62 yaşındaki Brezilyalı Carlos Ghosn, Nissan’dan da yıllık 8 milyon euro kazanıyor.

    4 Mayıs 2016

    ( http://www.ntv.com.tr/ekonomi/fransiz-bakandan-2-milyon-tllik-maasa-itiraz,QUqhJ1X1pk2Shw5fwbooaQ?_ref=infinite )

  36. Genel evrim teorisine büyük katkıda bulunanları saray darbesi vesileyle kutsuyor ve kutluyorum. Oysa biz ordu darbesi beklemiyor muyduk?

    Evrimleşmenin bir ölçüsü olarak”tabiat ekonomisi” fikrini ortaya atanları unutmadan… Hepsi doğanın hikmet ve kudretinin tecellisi olarak gördüğü dinamik bir tabiat anlayışına sahiptir. El-fi’l el-mu’idd olarak adlandırdığı, bir sayma, kontrol ve ölçme işine göre yönetmektedirler ve bunun için de, tabiattaki her şeyin üremesi, çoğalması ve evrimi, biatta bir iktisat vardır; başıboşluk ve israf yoktur.

    Enflasyon rakamları düşüyor, büyüme oranı yüzde 4 civarı… bir emekli olarak bundan büyük bir mutluluk duyulabilir miyim, Minnettarım ülkeme! Cüzdanıma nasıl yansıyor, bir bile-bilseniz. Özellikle varlıkları evrimleşmesi ve çoğalmasını,tabiatta ki bu doğal iktisat fiili ve gücü yönetmekte; bunlar, belirli sınır ve ölçüler içinde olmaktadır.Aksi takdirde, bir tek canlı türünün, bütün diğer canlıları yok edecek kadar çoğalabileceğini ve bütün yeryüzünü kaplayabileceğini gözardı edemeyiz.

    Yine de bir asırda bir gerçekleşecek olan devrimi beklemedeyim. Acaba 1917 Ekim devrimini baz alınca (aradan 99 yıl geçmiş) 2016, yani bu yıl bir devrim olacak mı ya da 1949 Çin devrimini baz alınca 2010 yılında bir devrim olması olası mıydı acaba? Gerek kâinatın jeo-kimyasal evrimi ve gerekse canlı varlıkların aktüel biyolojik evrimi,bu doğal iktisadın kontrolü altında olmaktadır. Ancak XVI.yüzyılda Avrupa felsefesinde sözü edilecek olan bu doğal denge ve doğal iktisat fikri,görüldüğü gibi,çok erken bir dönemde dile getirilmiştir.

    Kâinat sınırlı olduğu halde,artma işi ve bu artış,her ikisi de zaman içinde sonsuzdur, ama Denizlere söylenenler külliyen yalandır. Teknolojinin avantajı kadar, tersidir ve kirli bilgidir. Doğal ve suni seçim yoluyla evrim ve tabiat ekonomisi fikrini, şu pasajlarda gayet veciz olarak anlaya-bilirim:Kâinatın hayatı,çoğalma ve üremeye bağlıdır. Bir bitki veya hayvan sınıfı,yapısında artık artış göstermediği zaman o,onun özel bir çeşiti, onun bir türü olarak meydana çıkar; bu türün her ferdi basitçe var olup yok olmaz; ondan türeyenlerin ötesinde, kendi gibi bir varlık(tür)veya beraberce, sadece bir kere değil birçok kez ortaya çıkar.

    Çiftçi ,kötüsünü yok ederek seçtiği mısırı istediği kadar üretebilir. Bahçıvan, istemediği bütün diğer ağaçları keserek güzel gördüklerini seçip yaşa-tabilir.Balarıları,kovanda çalışmayanları ve sadece balı yiyenleri öldürür.Tabiat da,bizzat benzer işi yapar; bununla birlikte,bütün şartlar altında fiili aynı ve tek olduğu için,bir ayrıcalık da göstermez.Yok olacak ağaçların meyve ve yapraklarının yok olmasına tabiat müsade eder; böylece de, onların tabiat ekonomisine bağlı olarak,üremeleri kuralını ihlal etmelerini önler. Başkalarına yer vermek için,onları yok eder.Eğer yeryüzü, kalabalıklaşmakla fesada veya fesada yakın bir duruma geldiğinde, onun idarecisi varoluşun olgusu insanoğlu olmalıdır.

  37. marxist argüman

    deginmeler-notlar:

    sol-sosyalist düsünce karsiti cahil softa necip neden deniz gezmis’i konusuyor, bu ilgisinin altinda yatan sebep nedir, anladiniz mi? dikkat edilirse bu cahil softa, deniz gezmis’i T.C. ordusunda ki cuntaci kliklerin ve sovyetler birliginin basit bir piyonu olarak göstermeye calisiyor. bu T.C. devletinin resmi tezidir. bu resmi görüse göre PKK’den tutalim sol-sosyalist örgütlere kadar, bunlarin hepsi di$ devletlerin piyonlaridir. bu tezler MIT’in raporlarinda da mevcuttur. terörle mücadele polisleri devrimcileri sorgularken bu “kökünüz disarda” suclamasini dile getiriyorlar, siyasi polise düsünler bunu bilir. fakat softa necip kemalist devletin degil islamci AKP devletinin adami oldugu icin devletin resmi “kökü disarda” tezinin yanisira birde, “siz komünistler/devrimciler ayni zamanda kemalist orduda ki darbeci kliklerin kullandiklari piyonlarsiniz, ma$alarsiniz” tezini burda dillendiriyor. softa necip zaten kurgusunda/fantezisinde inandigi bu tezine sadece kanit ve onay ariyor. cahil softanin sayin zileli ile deniz gezmis üzerine sohbetinin altinda yatan neden budur. bilindigi gibi islamci fraksiyon, kemalist askeri-bürokratik elit tabakayi da laikligi benimsedikleri icin bati’nin ajani, kökü disarda seklinde degerlendiriyor. iran mollalari da laik $ah rejimini ayni sekilde amerikan/ingiliz ajani olarak suclamislardir. tarihin su cilvesine bakin ki, laik $ah pehlevi rejimi de iranli komünistleri bertaraf etmek icin mollalari müttefik olarak görüp destekliyor. yani sözkonusu komünizm olunca amerika’nin akil danismaligi dogrultusunda türkiye ve iran’in laik devlet fraksiyonu islamci fraksiyon ile isbirligi yapiyor. sovyetler birligi kendini feshedince; öküz öldü ortaklik bozuldu.

    12 eylül darbesini yapan kemalist NATO generallerinin komünizm tehlikesini bertaraf etmek icin ABD’nin yesil kusak stratejisi dogrultusunda toplumu din ile kontrol etmek icin islamcilara/seriatcilara arpayi bol verince, 12 eylülün arpasi ile semirip boy veren islamcilarin simdi devlet ve topluma yeni bir ayar vermeye calistiklarini söylemistim. ben bunu hatirlatinca simdi kemalistler ile ittifak arayan bazi sosyalistlerin “o kötü anilari unutalim artik, yeni bir sayfa acalim” dediklerini duyar gibiyim.

    günümüz dünyasinda hakim olan ekonomik üretim modeline neden kapitalizm deniliyor? cünkü bu ekonominin motoru finans sektörü/finans kapital dedikleri bankalardir. kredi/para kapitalist ekonominin hayat suyu ya da damarlarinda dolasan kandir diyebiliriz. 2008 yilinda patlak veren finans krizi ile kapitalizmin merkezleri amerika ve avrupa ekonomilerinin felc olmasindan da sunu anlamak mümkün: finans kapiatal/finans sektörü en az burjuva devlet kadar kapitalist sistemin i$lemesi icin önemlidir. bundan dolayi kimsenin kimseye bir kurus hediye etmedigi kapitalist dünyada finans sektörünü krizden cikarmak icin amerika merkez bankasi 700 milyar, avrupa merkez bankasi da 450 milyar euro para basip bankalarin borclarina karsi piyasaya sürdüler.

  38. Üç Fidanı (Farklı) Anmak!

    Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan

    Onlar; Kemalizm’in ırkçı, soykırımcı yüzünü tahlil edemeden gittiler.

    Onlar; “Anti-emperyalist kurtuluş savaşı”nın bir hikâyeden, uydurmadan ibaret olduğunu öğrenemeden gittiler…

    Onlar; Ordunun İttihat Terraki’nin devamı, faşist bir yapılanma olduğunu bilemediler ve sadece ordu içinde örgütlenmiş bazı faşist kliklerin varlığını düşündüler.

    Onlar; kendilerini sahiplenenlerle kendilerini asanların aynı saflarda buluştuklarını, el ele verip demokrasi düşmanlığı yaptıklarını göremeden gittiler..

    Bugün onları ananların ve sahip çıkanların büyük çoğunluğu, Faşist/Kemalist kurumların zarar görmemesi için çırpınıyorlar. Bu nedenle onları biz farklı anıyoruz.

    Çünkü onların amacı ile onları ananların amacı bambaşkadır.

    Onlar; bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik için mücadele ettiler.

    Onlar; halkların kardeşliğine gerçekten inandılar..

    Onlar; faşizme boyun eğmeden gittiler..

    Onlar; tespitlerinde, politik tahlillerinde ne kadar eksik olursa olsun samimiydiler.

    Biz onların tespitlerine değil, içten duygularına, samimiyetlerine ve devrimci duruşlarına sahip çıkıyor ve saygıyla anıyoruz….

    Özgür Bireyler Topluluğu

    http://www.nasname.com/a/uc-fidani–farkli–anmak

  39. özgürlükçü

    Evlatlarını yiyen satrün!!!!
    Fransız devriminden sonra devrimi yapanların giyotine gittiği iklimde sanırım Dantenin cümlesi olabilir.
    Son krizde Davutoğlunun sarayın vesayetiyle devre dışı kalmasına lütfedip site kahini sayın zileli cevap vermiş bütün diktatörler gibi giderek bütün çevresini tüketip paranoyaklaşıp sonunda devrileceğini buyurmuş
    ne kehanet ama!!!!
    tam uzman işi!!!
    yok sonunda devrilmeyecek ilelebet diktatör orda kalacakmı zannetti anlamadım??
    kehanet değil tahmin diyor
    Bu sitedeki yorum ve kehanetlerine dönüp baksın eminim çoğunda çuvallamıştır?
    Ha şimdi akp bitti ha kürt hareketi bölündü yok HDP kendini öldürmüş akp düşmanlığından nerdeyse ırkçı faşistlere bile güzellemeye varacak kehanetlerle bu işler olmaz.
    Erken seçim hiç olmaz?
    Haziran seçimini hatırlayan muktedir seçim riskini göze alamaz
    Hem ne için seçim lazım olunca MHP-chp grubuyla birlikte ihtiyaç duyduğu yasayı meclise komisyondan oy birliği ile getirebiliyor nasılsa(dokunulmaslık taslağı 3 düzen partisinin oy birliği ile meclise geliyor)
    Hatta zamanı gelince bile mümkünse seçimi yapmayıp iktidarımı nasıl devam ederimin hesabını yaptığına eminim
    Bunuda zilelinin güzelleme yaptığı düzenin yedek güçlerinin chp-mhp desteğiyle yapacağı muhakkak
    çünkü seçime gitmek çok tehlikeli olabilir
    Bereketli toprakların yiğit partisi HDP mıknatıs gibi bütün toplumsal muhalefeti ve sistem mağdurlarını kendine çekip devlet-iktidar ekseninin karşıtı politik alternatifin biricik seçeneği olmayı başardığı hatta tv lerce düzenin aktörlerinin ısrarla HDP bitti bitiyor nakaratının aslında tam tersinin beklentilerin çok üstünde 10-12 milyon seçmene ulaşan HDP nin çok hızlı büyümesini engellemenin mümkün olmadığı siyasi iklimde değil erken seçim yapmak egemen efendilerin zamanında seçimden bile korktuğu günleri gizleme çabasını görmemek imkansız.
    Haaa bu arada özellikle zilelinin güzelleme yaptığı millici efendi hizmetkarı saray piyonu chp-mhp nin diktatörün güç kaybettiği zeminde aynı oranda diktatör destekçilerinde ipliğinin pazara çıkıp tükenmeye başlamaları şaşırtıcı olmayacaktır.HDP den öncesini hatırlayınca eskisi gibi endişe etmeye gerek olmadığını SEÇENEKSİZ olmadığımızı hatırlamak hepimizi bu iklimde bile rahatlattığını söylemeliyim.

  40. ntv’de davutoğlu’nun istifa seremonisini izledikten sonra düşündüm..bu vatandaş saf ayaklarına yatan uyanıkmı,uyanık geçinen safmı?

  41. RTE bir cebbârü’l-anîd = inatçı zorba.
    *
    Velid b. Yezid’in Lakabı
    Onbirinci Emevî halifesi olan Velid, amcası Hişam b. Abdülmelik’in ölümünden sonra iktidara geçti. İktidarda bir yıl üç ay kadar kaldı. Amcasının oğlu Yezid b. Velid liderliğindeki ihtilalciler, Velid’i iktidardan uzaklaştırıp sonunda da öldürdüler. Bu yüzden Velid b. Yezid b. Abdülmelik’in lakabı, “Halîu Benî Mervan veya el-mahlu’”dur.
    Velid, düşmanları tarafından “el-cebbârü’l-anîd” diye de lakaplandırılmıştır. Böyle lakaplandırılmasının sebebi ise şudur: Bir gün Velid, “Peygamberler fetih istediler ve bütün inatçı despot zalimler, ümitlerini kaybettiler. Onun arkasında Cehennem olup, ona irinli su içirilir” ayetini okuyunca kızmış ve bir mushaf isteyip, onu bir yere çakmış. Ardından ok yağmuruna tutarak öfkesini çıkarmış. Ancak biz bunun, Velid’in düşmanları tarafından uydurulmuş olabileceğini ve siyâsî amaçlı olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü olay bile bizzat bunu tekzib etmektedir. Şayet Velid, onların anlattığı gibi ise, neden Kur’an okusun ki? Ayrıca Kur’an’da o kadar ayetlerin içerisinden neden o ayeti seçsin? Bütün bunlar, bizi bu olayın bir uydurma ve karalama olduğu düşüncesine götürmektedir. Velid, bundan başka işlediği iddia edilen bir takım suçlardan dolayı “el-fâsık” lakabı ile de bilinmektedir.
    ASR-I SAADET VE EMEVÎLER DÖNEMİNDE LAKAP TAKMA VE HALİFELERİN LAKAPLARI
    http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/319.pdf

  42. “Onlar; tespitlerinde, politik tahlillerinde ne kadar eksik olursa olsun samimiydiler.

    Biz onların tespitlerine değil, içten duygularına, samimiyetlerine ve devrimci duruşlarına sahip çıkıyor ve saygıyla anıyoruz….

    Özgür Bireyler Topluluğu”

    Simdi daha iyi anliyorum neden ‘Akıllı Bireyler Topluluğu’ diye bir seyin neden kolay kolay olamayacagini..

  43. “O sırada zaten Komintern de yoktu.”

    I stand corrected.

    “Deniz’i bir tek şey tanımlar, o da ikircimsiz bir doğrudan eylemci, doğadaki herhangi bir maddede bulunamayacak kadar saf ve iç[t]en bir devrimci olmasıdır.”

    Bence de bunlar “kahraman olmak icin dogmus” dedirtecek sifatlar ve davranis bicimleridir.

  44. Diktatörlük bazı hücrelerini yemiyor, aksine besliyor anlaşılan;
    AKP-Devlet’in Ergenekoncu müttefiklerinden İ. Başbuğ Kürd/Kürdistan düşmanlığını kusarken diktatörlüğe akıl vermiş;

    İlker Başbuğ: Türkiye ve İran…
    Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, “Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyebilecek bir güç var mı? Var, Türkiye ve İran. Bu iki ülke Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürt devletine karşı olduğu sürece, ABD bu oluşuma yeşil ışık yakmaz. Onun için bu iki ülkenin bu konudaki pozisyonunu muhafaza etmeleri lazım.” dedi.
    Başbuğ, MEB Şura Salonu’nda, Gazi Üniversitesi Tarihte Liderlik ve Liderlik Araştırmaları Topluluğunca düzenlenen “Milli Siyaset ve Terörle Mücadele” konferansında yaptığı konuşmada, Irak ve Suriye’deki gelişmelerin Türkiye’deki terör olaylarıyla bağlantılı konular olduğunu belirtti.
    Türkiye’deki terör eylemlerinin sonlandırılmasının, Suriye ve Irak’taki gelişmelere bağımlı olduğunu ifade eden Başbuğ, “Terör örgütünün geçen yıl Temmuz ayında yeniden eylemlere başlamasının nedeninin iyi anlaşılması gerekiyor. Çok neden sıralayabilirsiniz ama bana göre ana neden, Suriye ve Irak’taki gelişmelerdir. Size şu mesaj veriliyor, ‘Sen Suriye’deki olaylara, koridora müdahale etmek mi istiyorsun. Senin içinde ben öyle sorunlar yaratırım ki sen kafanı kaldırıp Suriye’deki olaylara bakacak gücü bulamazsın.” değerlendirmesini yaptı.
    Başbuğ, Rus uçağının düşürülmesi konusunda Türkiye’nin hukuksal açıdan haklı olduğu ancak bu olayın Türkiye’nin Suriye politikasındaki inisiyatifini elinden aldığı görüşünü paylaştı.
    “DAEŞ’İN TERK ETTİĞİ YERLERE KÜRTLER GELİYOR”
    Türkiye’nin, Suriye meselesinde İran, Rusya ve merkezi hükümetle beraber hareket etmesi halinde Suriye’de etkili olabileceğini savunan Başbuğ, “Tabii ABD ile de çatışacak değilsiniz elbette. Bu politikanın revize edilmesi lazım. İran ile bir parça edildi ama esas politikayı esir alan Rusya ile olan ilişkileriniz. Ümit ediyorum, bekliyorum ki Türkiye-Rusya ilişkileri de yakın zamanda normal durumuna döner, dönmesi lazım. Aksi takdirde biz Suriye konusunda etkili olamayız.” diye konuştu.
    Irak’ta ise Musul’a dikkat edilmesi gerektiğini vurgulayan Başbuğ, bu kentin de yakın zamanda DAEŞ’in elinden alınacağını söyledi. Başbuğ, bu adımın Irak’ın geleceğini belirleyeceğini aktararak, ağırlıklı olarak Şiilerden oluşan merkezi hükümetin buraya girmeyeceğinin konuşulduğunu dile getirdi. İlker Başbuğ, şöyle devam etti:
    “Bugüne kadar yaşananlar bunu gösteriyor, DAEŞ’in terk ettiği yerlere Kürtler geliyor. Her yerde aynı şey yaşanıyor. Aynı şey Musul’da da mı yaşanacak. Olabilir, büyük ihtimalle. Böyle olursa Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürt devletinin kurulmasında son adım atılmış olur. Son nokta ne? Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyebilecek bir güç var mı? Var, Türkiye ve İran. Bu iki ülke Irak’ın kuzeyinde bağımsız Kürt devletine karşı olduğu sürece ABD bu oluşuma yeşil ışık yakmaz. Onun için bu iki ülkenin bu konudaki pozisyonunu muhafaza etmeleri lazım. Şu hataya düşülmesin, ‘Kurulsun bir Kürt devleti, biz de hami oluruz…’ Tarihi bir hata olur. 1923’te TBMM’de Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediklerini unutmayın. Bu yanılgı olur, büyük hata olur.”
    “TERÖRLE MÜCADELE YASASINI LÜTFEN ÇIKARTIN”
    Başbuğ, terör sorununun devletin terörle, güvenlik güçlerinin de teröristle mücadelesiyle çözülebileceğini, tek kuvvetin mücadelesiyle sorunun çözümünün mümkün olmadığını vurguladı. Başbuğ, devletin, politikalarıyla terör örgütüne katılımların önüne geçmesi gerektiğine dikkati çekti.
    Terörle mücadelenin bir yasal dayanağı bulunması gerektiğini ifade eden Başbuğ, toplumsal olaylara karşı yapılan ve çok zayıf olan 5442 sayılı İl İdareleri Kanunu ile terörle mücadelenin hukuksal dayanağının sağlanamayacağını, terörle mücadele yasası çıkarılması gerektiğini sözlerine ekledi.
    http://www.hurriyet.com.tr/ilker-basbug-turkiye-ve-iran-40099876

  45. yüreksiz akıl acımasızlığa, akılsız yürek maceracılığa götürür.

  46. Ne komik bir ülkede yaşıyoruz. Sorgulanacak tüm konular bitti Deniz’i Kemalizm üzerinden eleştirerek keskinliğimizi ispatlamaya çalışıyoruz.

    Nasıl ki Rus yazarları “biz hepimiz gogol’un paltosundan çıktık” diyorsa o dönemin öncü gençlerinin büyük çoğunluğu da demokrat parti karşıtı kemalist ailelerin çocuklarıydı ve kemalizm paltosundan çıkmıştı.

    Büyük çoğunluk Kemalizm ile başlayan fikri şekillenmelerini ileri düzeye taşıdı ve sosyalist oldu. Dinamik ve hızlı bir fikri ilerleme yaşadı. Günümüzde dahi birçok solcunun ailesi toplumun kemalist laik kesimlerindendir. Deniz’in kemalizm kökeni veya kemalist düşünceleri barındırıyor olması onun değerini düşürmez.

    Bir altı mayısta resminin altında güzel bir söz yazıyordu:
    “elbet bir bildiği var bu çocukların… kolay değil böyle genç yaşta ölmek…”

    Belki onların bildiklerini klavyenin en devrimci unsurları olan sizler bilmiyorsunuzdur

  47. Marksist ideologların “kapitalizmin sonu geldi, devrim yolcuları kalmasın” propagandasına itibar etmeyip devrim dolmuşuna binmeyen insanlar da var gördüğünüz gibi. Üstelik kapitalizm dolmuşuna binmeyenlerin aksine bunlar çoğunluğu oluşturuyor.

  48. NECİP (FAZIL KISAKÜREK ÖZENTİSİ’NE)

    “Yoksullara ekmek verdiğimde bana aziz diyorlar, ‘yoksullar neden aç?’ diye sorduğumda bana komünist diyorlar.”

    Dom Hélder Pessoa Câmara (1909-1999)

  49. 'NE OLACAK BU ÜLKENİN HÂLİ' TOPLANTISINA HOŞGELDİNİZ

    Bu hafta Türkiye siyasetinde yaşananlar ve bunların ekonomiye etkileri konusunda ısrarla bir yazı yazmamı, yorum yapmamı bekleyen değerli okurlarıma ben de ısrarla tam 2 yıl önce yazdığım “İrrasyonel Beklentiler Teorisi” başlıklı yazımı okumalarını önerdim.

    Devam eden ısrarlar nedeniyle o yazımdan da yararlanarak bugünkü durumu ele alıp analiz ediyorum.

    Önce o yazımı hatırlatayım, sonra bugüne geleyim.

    “Rasyonel Beklentiler Teorisi”

    Rasyonel sözcüğü, akla dayalı, ölçülü ve hesaplı demek.
    İrrasyonel sözcüğü ise karşıtı: Akla dayalı olmayan, ölçüsüz, hesapsız.

    Rasyonel beklentiler teorisi, bu teoriyi geliştiren iktisatçılardan ikisine (Lucas, 1995 ve Sargent, 2011) Nobel Ekonomi ödülü kazandırmış bir ekonomi teorisi.

    Teoriye göre, bütün veriler (data) açıklandığı için piyasadaki karar alıcılar (en az ekonomiyi yönetenler kadar) olaylar ve gelişmeler hakkında bilgi sahibi olur. Bu durumda piyasadaki karar alıcılar, ekonomi yönetiminin alacağı önlemlerin etkilerini önceden tahmin eder ve ona göre davranırlar. Hükümetin, ekonomiyi büyütmek için tüketimi arttırma kararında olduğunu, merkez bankasının da bu karar doğrultusunda para arzını ekonomik büyüme oranından fazla arttırdığını düşünelim. Piyasadaki karar alıcılar, bu yaklaşımın, enflasyon yaratacağı beklentisine girerler ve ürünlerinin satış fiyatlarını yükseltirler. Sonuçta enflasyon ortaya çıkar. Beklenti ne yönde ise gerçekleşme de o yönde olur.

    Diyelim ki siyasal iktidar yüksek enflasyon sıkıntısını çözmek amacıyla mali disiplini sağlamaya yönelmiş ve merkez bankasına para politikası uygulamasında bağımsızlık veren yasal düzenlemeyi hayata geçirmiş olsun. Merkez bankası da enflasyon hedefine ulaşmak için para politikası araçlarını bağımsız olarak kullanmaya başlamış olsun. Bu durumda rasyonel beklentiler teorisine göre, beklentiler, enflasyonun düşmesi yolunda gelişecek demektir. Ekonomide yatırım, üretim, satın almalar, ücret pazarlıkları ya da fiyatlamalar için karar verme durumunda olanlar, enflasyonun düşeceği beklentisine göre davranacaklar ve bu davranışlar enflasyonun düşmesine yol açacaktır.

    Türkiye, 2001 krizi sonrasında burada anlattıklarıma benzer gelişmeler yaşadı. Bir yandan Merkez Bankası’na para politikası uygulamasında bağımsızlık tanınırken bir yandan da bütçe disiplini sağlandı ve beklentilerin kökten değişmesi gerçekleştirildi. Sonuç olarak enflasyon düşmeye başladı ve faizler de peşi sıra inişe geçti.

    “İrrasyonel Beklentiler Teorisi” (İrrasyonel beklentiler teorisi bana aittir. Bu deyimi ve hangi anlamda kullandığımı ilk kez 1996’da “Türkiye İçin Bir Ekonomik İstikrar Programı Önerisi” adı altında yazdığım ve zamanın hükümetine sunduğum raporda konu etmiştim.)

    Diyelim ki günün birinde çeşitli nedenlerle risklerde artış başlamış ve bunun döviz kurlarına yansımasının da etkisiyle enflasyon yeniden yükselişe geçmiş, bu durum devam ederken siyasal iktidar, kendi getirdiği yasal düzenlemeye karşın merkez bankasına baskı yaparak faizi yarı yarıya düşürmesini istemiş olsun. Piyasalar bu talebi irrasyonel bir davranış olarak kabul eder. Eğer merkez bankası siyasal baskıya boyun eğerek faizi yarı yarıya indirirse piyasa bunu “irrasyonel davranışların rasyonel davranışların yerini alacağı” biçiminde algılar. Bu durumda enflasyonun artacağı beklentisi yaygınlaşır ve karar alıcıların alacakları kararlar bu yönde değişirse enflasyon da yükselir.

    Yukarıda anlatmaya çalıştığım olay mesela ABD’de olsa, siyasal iktidar, FED’in faizi nasıl yönlendireceğine karışmaz. FED’in yasasındaki ifade “hükümet içinde bağımsızlık” şeklinde bizdeki kadar açık olmayan bir ifade olduğu hâlde böyle bir karışım olmaz. Çünkü bu tür bir karışım toplumda ciddi tepki görür, toplum FED’e sahip çıkar. Bu saptama Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler için de geçerlidir. (Bu da bize gösterir ki merkez bankası bağımsızlığı yasaya yazılmakla değil, merkez bankasına toplumun sahip çıkmasıyla olur. Toplumun sahip çıkmadığı bir şey yasayla yaşatılamıyor [demokrasi, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı da böyledir.])

    Aynı durumun Türkiye’de geçerli olmadığını biliyoruz.

    Yani hükümet, merkez bankasına baskı yoluyla karışarak beklentinin tam tersini yapmasına neden olabiliyor. Bunu geçmişte birçok kez yaşadık.

    Geçtiğimiz birkaç ay bunu bir kez daha hatırlattı bize. Bu tür “irrasyonel yaklaşımlar arttıkça” beklentiler de uygulamanın irrasyonel biçimde olacağı yönünde gelişiyor. Bu durumda rasyonel beklentilerin yerini irrasyonel beklentiler alıyor. Bir başka ifadeyle, irrasyonel yaklaşımlar öyle yaygınlaşıyor ki, piyasalar siyasal iktidardan gelecek kararın irrasyonel bir karar olduğunu tahmin edebiliyorlar!

    Bu durumda alınacak kararın “tersi yönünde” gerçekleşmeler olabiliyor. Örneğin merkez bankası faizi indirse bile bankalar bu kararın enflasyonu indirmek bir yana riskleri ve dolayısıyla enflasyonu arttıracağını tahmin ettikleri için faizlerini indirmiyorlar!

    Normal koşullarda bu tür bir irrasyonel yaklaşım şok etkisi yaratır ve piyasalarda bozulmalara yol açar!

    Ne var ki, bu yaklaşım yalnızca bu alanda değil birçok alanda tekrarlanan bir “rutin hâli”ni almış, yani “irrasyonel yaklaşımlar beklenir duruma gelmişse” şok etkisi fazla büyük olmuyor, piyasalarda bir dalgalanma olsa da bu etki uzun sürmüyor!

    Bir anlamda, insanlar ve piyasalar sürekli irrasyonel yaklaşımlar olacağını bekledikleri için irrasyonelliği rasyonalize etmiş oluyorlar! Bunu, irrasyonel beklentiler teorisi olarak adlandırıyorum.

    Buradaki kritik nokta yabancı kaynakları yönlendirenlerin bu tür bir irrasyonelliği rasyonelleştirmiş olup/olmamalarıdır. Eğer rasyonelleştirmemişlerse risk artışı beklenenden daha büyük olabilir.

    Şimdi gelelim bu hafta (2-6 Mayıs) yaşananlara.

    Türkiye, bu haftaya önceki haftalardan farklı olmayan bir çerçevede başladı. Başbakanın görevden ayrılacağına ya da ayrılmasının isteneceğine ilişkin en küçük bir işaret yoktu.

    Buna karşılık, haftanın ikinci yarısında durum tümüyle değişti ve iktidar partisinin kongreye gideceği, Başbakanın parti başkanlığı için aday olmayacağını açıklamasıyla piyasalar karıştı ve gündem tümüyle değişti.

    İktidar partisinin içinde olmayanların böyle bir gelişmenin nereden nasıl ve niçin çıktığını bilmemeleri doğal karşılanabilir, ancak, iktidar partisinin içindekiler (hatta en üstündekiler) için bile bu gelişme sürpriz oldu.

    Böyle bir siyasal gelişme hangi ülkede yaşanırsa yaşansın riskler artar, piyasalar alt üst olur, kararlar ertelenir. Bu tür bir gelişmenin etkisi birçok ülkede çok derin ve kalıcı etkiler yaratır.

    Peki Türkiye’de ne oldu?

    İlk anda piyasalarda ciddi bir dalgalanma oluştu.

    “2 Mayıs Pazartesi” ile “5 Mayıs Perşembe”ye ilişkin piyasa verilerini aşağıda dikkatinize sunuyorum:

    BİST (Borsa İstanbul) 100 endeksi:
    2 Mayıs Pazartesi = 85.169
    5 Mayıs Perşembe = 78.699
    Değişim = %7,5

    USD / TL Kuru:
    2 Mayıs Pazartesi = 2,81
    5 Mayıs Perşembe = 2,93
    Değişim = %4,3

    Euro / TL Kuru:
    2 Mayıs Pazartesi = 3,23
    5 Mayıs Perşembe = 3,34
    Değişim = %3,4

    Gösterge Faiz:
    2 Mayıs Pazartesi = 9,27
    5 Mayıs Perşembe = 9,70
    Değişim = %4,6

    Altın (Gram TL):
    2 Mayıs Pazartesi = 116,4
    5 Mayıs Perşembe = 120,4
    Değişim = %3,4

    Haftanın sürpriz siyasal gelişmesinden en çok kaybeden borsa olmuş.

    Bu değişimler aslında bir ay içinde bile olsa bir piyasa için ciddi etkiler yaratan gelişmelerdir! Hele bu şekilde “3 günde ortaya çıkmışsa” tam anlamıyla bir darbedir!

    Vadesi bu hafta gelmiş 1.000.000 USD tutarında bir şirket borcu düşünün. Vade hafta başında gelmiş ve ödenmişse (1.000.000 x 2.81 =) 2.810.000 TL olarak, vadesi Cuma günü gelmiş ve ödenmişse (1.000.000 x 2,93 =) 2.930.000 TL olarak ödenecek. Aradaki fark 120.000 TL. O borcu kullanarak bu kadar kazanç sağlanmış mıdır dersiniz?

    Bir Başbakanın ortada herhangi bilinen bir mesele yokken görevini bırakması dünyanın her yerinde ciddi bir siyasal sarsıntı yaratır ve bu piyasaları etkiler. Üstelik bu eylemin sonunda iktidar partisi kongreye gidecek ve parti başkanı ve dolayısıyla başbakan değişecekse bu etki devam eder…

    Bizde böyle olmuyor!

    Türkiye’de sarsıntı bir süre devam ediyor, sonra normal yaşama dönülüyor!

    Bu nasıl oluyor!

    Yukarıda ortaya koymaya çalıştığım “irrasyonel beklentiler teorisi” bunun nasıl olduğunu açıklıyor diye düşünüyorum:
    Toplum, bu tür “irrasyonel karar ve gelişmelere öylesine alışmış durumda ki”, bu tür karar ve uygulamaları rasyonel karar ve uygulamaların yerine koyuyor.

    Yani, irrasyonelliği rasyonelleştiriyor.

    Öyle olunca da bu tür irrasyonel gelişmeler ilk anda bir şok etkisi yaratsa bile, kısa süre sonra çalkantıların durulmasına hatta giderek kaybolmasına yol açıyor. Toplum, irrasyonel karar ve uygulamayı rasyonel gibi algılamaya yöneliyor.

    Sanki iyi bir şeymiş, piyasaları kurtaran bir yaklaşımmış gibi görünse de, “irrasyonelliklerin rasyonelleştirilmesi” aslında ne yazık ki toplumun vurdumduymaz bir yapı edinmesine yol açması bakımından son derecede kötü bir olgu!

    Sonuçta, bu yaklaşımla toplum, kendi yaşamını bire bir ilgilendiren konulara, “hukuk dışı”, “bilim dışı” hatta “akıl dışı” uygulamalara hep bu “aldırmazlık çerçevesi”nde ilgisiz kalabiliyor!

    Bu ilgisizlik, toplumu, “bize bir şey olmaz teorisi”ne kadar getiriyor!

    Oralara gelince de yapısal reformları yapmadığımız hâlde, bir mucize ile “2023’de ilk 10 ekonomi arasına girmeyi” bekleyecek kadar bilim dışı bir konuma geçiveriyoruz!

    Sonra hayallerimiz yıkılınca, kendimizi, bir masanın etrafında “ne olacak bu ülkenin hâli!” toplantısında buluyoruz…

    6 Mayıs 2016 Cuma
    Yazan: Mahfi Eğilmez (Hazine eski müsteşarı, Kadir Has Üniversitesi İktisat bölümü öğretim görevlisi)

  50. Gün bey
    İllüminati, tapınak şövalyeleri, masonlar, Bilderberg toplantıları, Rothschild ve(ya) Rockefeller hanedanları, Solomon’s Temple’ı bugün ihya etmek için uğraşanlar…
    Bugün bütün bu organizasyonların, grupların, teşkilatların var olduğuna inanıyor musunuz? Eğer inanıyorsanız, bunların da iktidar mücadelesi veren gruplar olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yoksa, ‘bütün bunlar komplo teorisidir. İlgilenmiyorum.’ mu diyorsunuz?

    Kuş gribi, domuz gribi, H1N1, Ebola, ‘zika virüsü’ gibi mikrop ve(ya) hastalıkların laboratuvar ortamında üretildiği ve bazı bölgelere kasıtlı olarak salındığı, test amaçlı yaygınlaştırdığı haberleri, iddiaları mevcut. İnsan nüfusunu zaman içinde azaltmanın ve(ya) köleleştirmenin denemelerinin yapıldığı iddiaları en çok dile getirilenlerden. Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Komplo teorisi olarak mı görüyorsunuz?

  51. Hangi ‘evet’?
    Açıklama niçin yapmadınız Gün bey?

  52. “Komplo teorisi olarak mı görüyorsunuz?” diye sormuşsunuz, ben de “evet” dedim.

  53. “Sorgulanacak tüm konular bitti Deniz’i Kemalizm üzerinden eleştirerek keskinliğimizi ispatlamaya çalışıyoruz.”

    Kendi adima soyleyecek olursam:

    Bir yerlerde bir ‘elestirilmesi caizdir’ listesi varsa da ben bilmiyorum.

    Aradabir depresen Deniz Gezmis guzellemeleri uzerine, gordugum bir celiskiyi yazdim.

    Bu benim ‘keskin’ligimi ispatlamak cabam degildi; zaten ‘keskin’ olacak bir ideoloji sahibi de degilim.

    “Büyük çoğunluk Kemalizm ile başlayan fikri şekillenmelerini ileri düzeye taşıdı ve sosyalist oldu.”

    Eline silah/patlayici alip sagda solda banka soymak, bomblarlarla ‘eylem koymak’ nasil bir ‘sosyalist’liktir?

    “Deniz’in kemalizm kökeni veya kemalist düşünceleri barındırıyor olması onun değerini düşürmez.”

    ‘Deger’ dedigimiz sey icsel (intrinsic) degil dissal (extrinsic) bir belirlemedir. Yani, bir seyin/kisinin degerini baskalari bicer/belirler.

    Bu baglamda, ben Deniz Gezmis’i degil, ona (bahsettikleri kriterler cercevesinde) verdikleri ‘deger’i sorguluyorum.

    Daha henuz emekleme/tomurcuklanma safhasinda olan bir hareketi hemen (ya da vaktinden once) silahli eylemlere dokerek kriminalize etmege, baskalari sozkonusu oldugunda, ‘agent provacateur’luk demiyor muyduk?

    [Bu arada.. Zaman ne kadar degisti.. ‘Agent Provacateur’, meger hayli meshur bir kadin ic giyim markasi olmus.. orjinal anlami da neredeyse unutulmus. Bkz https://eksisozluk.com/agent-provocateur–209824 ]

    Irfan Solmazer’den nakledilen sozler, ne kadar dogruysa artik, ‘sosyalist’lik filanla cok da ilintili degil; tersine, Kemalist oldugu bile tartisilabilir olan bir asker-ici hizbin darbesel amaclari icin kullanilmak degil midir?

    Bu tur darbeleri olumluyabilirsiniz; baskalari da olumluyabilir –gerekce gostermeleri de gerekmiyor. Ama; bu yolda hizmet vermis (oldugu ima edilen) birisinin bunu yapis sebeplerine ‘sosyalist’ olmasini da eklemege basladiginiz anda bunun tartisilmasi kacinilmaz hale gelir.

    Tartisilacak olan da, Deniz Gezmis’in ‘deger’i degil; ona bu degeri vermekte israr edenlerin neden bunu yaptiklaridir.

    “Belki onların bildiklerini klavyenin en devrimci unsurları olan sizler bilmiyorsunuzdur”

    Bu ‘bilmek’ konusu nice keyifli munazaralara gebedir..

    Bir ucunda, ‘hikmetcilik’ de diyebilecegimiz kutsamaciliklar yatar.

    Ote ucunda da, “onlar”in tam olarak ne bildikleri ya da bildiklerini sandiklari sey(ler)in ne olduklarinin tespiti/analizi..

    Tercihimiz ‘hikmetcilik’ olmayacaksa, daha henuz 25’inden 2-3 ay almis [28 Şubat 1947-6 Mayıs 1972], Istanbul Hukuk Fakultesine girisinden uzerinden daha 4 ay bile gecmeden eylemden eyleme kosmus birisinin hangi tur bilgilere sahip oldugunu ve bunlari da (bu kisa omur icinde) ne kadar derinlemesine ozumsemis olabilecegi ihtimalleri uzerine dusunmek gerekir bence.

    Uzerine dusunmek gereken baska noktalar da var:

    Sirf samimi ve icten olmanin bir ‘dava’ya hizmet icin yeterli olup olmadigi; dahasi, boyle bir kisinin olmesi/oldurulmesi halinde ‘sehit’ (‘kahraman’) mertebesine cikarilmasinin geriden gelen nesillere nasil bir rol modeli olusturacagi; bunun ‘dava’ acisindan ne kadar isabetli bir secim olacagi filan..

    Ama, bunlari konusmak zor; cunku, hala da ‘fincanci katirlari’ni urkutmek sozkonusu (‘fincaci’lar henuz hayatta cunku) ve dolayisi ile ‘zulf-u yare dokunmak’ fazlasiyla olasi.

  54. [1] MARKS ve ÜTOPYA

    MARKS ve ÜTOPYA

    Türkiye sosyalistleri için hem tipik ve hem de ders çıkarılacak bir durumla karşı karşıyayız.

    Önümüzde, yanlış da ısrar edip fikrî sabit kalmanın kişiyi hem bilimden, hem de sosyalizmden nasıl uzaklaştırdığını gösteren güncel bir örnek var.

    Eski sendika eğitmeni, “Devrimci Yol” dergisi yazı kurulu üyesi, Türk-İş Genel Başkan Danışmanı, akademisyen ve (kendi sitesinde belirtmese de!) Vatan Partisi İşçi-Sendika Bürosu Başkanı Yıldırım Koç Aydınlık gazetesindeki köşesinde “Anti-Ütopya” (http://www.aydinlikgazete.com/anti-utopya-makale,63530.html) başlıklı bir yazı yayınladı.

    İşin aslı şuydu: “Bilim ve Ütopya” dergisi Ocak ayında, Thomas More’un “Ütopya”(*) adlı eserinin 500. yayınlanış yılı nedeniyle konuyu kapağına taşımıştı. (* ilk olarak 1516’da Belçika’nın Leuven kentinde Latince olarak yayınlandı. Kitabı yayınlayan, “Deliliğe Övgü” eseriyle tanınan, Rotterdamlı Erasmus’tur. Türkiye’de şu ana kadar tam 33 ayrı yayınevi tarafından yayınladığını tespit edebildiğim More’un “Ütopya”sının, dünyanın en çok baskı yapan kitabı olduğu söylenir.)

    Yıldırım Koç da köşesine taşıdığı bu konuya ilişkin, “Ben Thomas More ve Ütopya’ya biraz farklı bakıyorum” dedikten sonra, şunları ekliyordu: “İnsanlık, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için gerekli olan ürünleri üretebilecek bir düzeye ulaştı. Önündeki engel, emperyalizm ve kapitalizm. Emperyalizm ve ardından kapitalizm tarihin çöplüğüne atılabilirse, insanların yeteneklerine göre katkıda bulundukları ve ihtiyaçlarına göre pay aldıkları bir üretim ve bölüşüm sistemi kurulabilir; adaletli ve eşitlikçi bir refah toplumu yaratılabilir.” (Dikkatli okuyucunun hemen fark edeceği, bu metinde yer alan vahim hataları ele almıyoruz. “İnsanlık, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için gerekli olan ürünleri üretebilecek bir düzeye ulaştı.” diye bir hükümde bulunmak, başlı başına bir tartışma konusu. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı bugüne kadar kuramayışımızın nedeni “gerekli ürünleri üretebilecek bir düzeye” ulaşamayışımız değildir. İnsanlık her dönemde “sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için gerekli ürünleri üretebilecek” düzeydeydi. Başlı başına bir makale konusu olduğu için, zorunlu olarak bu konuyu burada bırakıyorum. Ancak, meraklısına, Karl Marks’ın en temel eseri “Das Kapital”den yapacağım bir alıntı üzerine tefekkür önerebilirim: “Özgürlük âlemi gerçek anlamıyla ancak emeğin zorunluluk ve dışsal faydalarla belirlendiği alanın bittiği yerde başlar; dolayısıyla bu âlem, doğası gereği, gerçek maddi üretim alanının ötesinde yer alır.”)

    Yıldırım Koç bu girişten sonra “Ütopya” hakkındaki kanaatini de açıklıyordu: “İnsanlık tarihinde böyle bir düzeni arzulayan çok sayıda kişi, hareket, örgüt, tarikat, vb. olmuş. Ütopya kitabı da böyle bir düzeni (başkalarının sömürüsüne dayalı biçimde) arzulayan bir girişim.”

    Bu cümleleri okuyunca bu makalenin hararetli ve sert bir tartışmanın başlangıcı olabileceğine ihtimal vermek zordur. Ancak, tam da öyle oldu. Yıldırım Koç, Thomas More’a ve kitabı “Ütopya”ya reddiye anlamına gelecek tamı tamına 7 makale yazdı! (Yıldırım Koç 2 Nisan 2016’da yayınladığı makalesinin ardından,
    9 Nisan, http://www.aydinlikgazete.com/thomas-more-ve-utopya-makale,63606.html
    11 Nisan, http://www.aydinlikgazete.com/thomas-morea-yonelik-elestiriler-makale,63630.html
    12 Nisan, http://www.aydinlikgazete.com/anadolunun-13-yuzyil-devrimcileri-makale,63639.html
    16 Nisan, http://www.aydinlikgazete.com/yunus-emre-ve-thomas-more-makale,63683.html
    18 Nisan, http://www.aydinlikgazete.com/seyh-bedrettin-ve-thomas-more-makale,63706.html
    Ve 19 Nisan http://www.aydinlikgazete.com/muntzer-kalenderoglu-ve-thomas-more-makale,63713.html tarihlerinde de köşesini Thomas More eleştirisine ayırdı.)

    YILDIRIM KOÇ NEDEN THOMAS MORE’A KARŞI?

    Bu soruya sanırım, bu yazının başında bir cevap vermek mümkün görünmüyor. Yıldırım Koç’un önce övüp, sonra dövdüğü Thomas More hakkındaki görüşlerini aktarmaya devam edelim.

    “Ancak Ütopya, bir başka açıdan, tam da günümüzün Avrupa sosyal demokrasisine benziyor veya onun kaynaklarından birini oluşturuyor.”

    İşte, Yıldırım Koç’un Thomas More’u ve “Ütopya” kitabını eleştirmesinin mantığı bu cümlede ortaya çıkıyor. Sayın Koç “bir başka açıdan” bakmış ve “Ütopya”nın “günümüzün Avrupa sosyal demokrasisine benziyor veya onun kaynaklarından birini oluşturuyor” sonucunu çıkarmış! Koç, daha sonra bu konuya bir daha hiç değinmedi. Bizler de o nedenle “bir başka açı”nın neresi olduğunu ve oradan bakınca “Ütopya” kitabının Avrupa sosyal demokrasisine nasıl benzediğini “veya” nasıl olup da onun kaynaklarından birisini oluşturduğunu anlayamadık!

    Elbette, Yıldırım Koç’un Thomas More’u eleştirmeye başlarken vurguladığı “tam da günümüzün Avrupa sosyal demokrasisine benziyor” cümlesinin ciddiye alınır bir tarafı yok. Akademisyen kimliği ile Yıldırım Koç her tezin ciddiye alınabilmesi için kendi dayanaklarını açıklamak zorunda olduğunu iyi bilir ve bu kurala uymamış. Öte yandan, günümüz Avrupa sosyal demokrasisine benzeyen tarihsel figürler ve düşünceler arayacaksak, uzağa gitmeye gerek yok. Çünkü, “günümüz” Avrupa sosyal demokrasisinin de temel kaynağı modern sosyalizmin teorisyenleri ve kurucuları olan Karl Marks ve Friedrich Engels’tir. Ama, bunun için ne Marks’ı ve ne de Engels’i eleştirmek kimsenin aklına gelmez. Hatta, haddi de değildir. Daha önce yaşamış birisini, sonraki olanlardan sorumlu tutmak en hafif deyimle insafsızlıktır.

    Günümüz sosyalistlerinin sosyal demokrasi eleştirisinin temellerini atan Vladimir İlyiç Lenin, Alman sosyal demokratlarına en acımasız eleştirileri yöneltmişti ancak, aklına Marks’ı ve/veya Engels’i bu yüzden eleştirmek gelmemişti! Dolayısıyla, 500 yıl önce yaşamış bir aydını bu mantıkla eleştiremeyeceğimiz ortadadır.

    Daha da önemlisi, eğer “Thomas More” ile “günümüz Avrupa sosyal demokrasisi” arasında düşünsel bir bağ kuruyorsanız, bunu açıklamak zorundasınız. Ne yazık ki, Yıldırım Koç “Ütopya” sayfaları arasından konuyla hiç ilgisi olmayan alıntılar yapmaktan başka bir şey yapamıyor. (Aslında, daha sonra yazdığı 6 makalede de bu konuya bir daha dönmedi. Sanırım, yaptığı vahim hatanın farkına varmış olmalı.)

    “Ütopya” kitabından mahkûmlar ve köleler(*) hakkındaki bazı paragrafları okuyucuya sunan Koç, aslında okuyucusunu kendi iddiası dışında bir noktaya taşıyor. Dünyaya bugünden bakan okuyucu, “Ütopya”dan mahkûmlara ve kölelere nasıl davranılacağına ait önermeleri okuyunca Koç’a güvenecek ve yazarın “tam da günümüzün Avrupa sosyal demokrasisine benziyor” kanaatini paylaşacak! Ömrünü işçi eğitimine vermiş, sosyalist örgütlenmelerde önemli görevler almış birisinin böyle bir tartışma yöntemine başvurmasına tanık olmak gerçekten üzücü. (* Thomas More’un “Ütopya” adlı eserinin ilk baskısı 1516 yılında yapıldı. Buna karşılık kölelik, Avrupa’da önce İngiltere’de 1807, Osmanlı devletinde 1847, Birleşmiş Milletler’de ise 1926 yılında yasaklanmıştır! Yıldırım Koç’un bu iddiası, İngiltere toplumunun gelişimine dair ciddi bir zamansal karmaşa içermektedir.)

    “BİLİMSEL SOSYALİZM” VE “ÜTOPYA”

    “Sual eylen bizden evvel gelene
    Kim var imiş, biz burada yoğ iken”
    — KARAC’OĞLAN —

    Yıldırım Koç’un yazdığı makalelere döneceğim. Ancak, isterseniz büyük ozanımız Karac’oğlan’ın sözünü tutalım ve yeniden keşfetmek yerine, bizden önceki sosyalistler Thomas More hakkında ne demiş, ona bakalım:

    Gerçekten de sosyalistler hiçbir dönemde Thomas More’a ve “Ütopya” eserine kayıtsız kalmamışlardı. Kimisi More’u “ütopik sosyalis”t, kimisi ise “modern anlamda sosyalizmin ön habercisi” olarak nitelemişti. Esasen, sosyalizm ve sosyalist dünya tasarımı hakkında tefekkür eden her komünist mutlaka “Ütopya” ile ilgilenmiş, hatta buna dair görüşlerini yazıya dökmüştü.

    Bilimsel sosyalist dünya görüşünün kurucuları Karl Marks ve Friedrich Engels de çeşitli eserlerinde Thomas More ve “Ütopya” kitabına değinmişler.

    Karl Marks kendisi ile birlikte anılan eseri “Das Kapital” içerisinde iki kez Thomas More ve “Ütopya” kitabına değinir. Özellikle de İngiltere’de yaşanan toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümleri örnekleyerek yeni bir ekonomik sistemin gelişimini kanıtlamaya girişen Karl Marks için Thomas More güven duyulan bir kaynaktır.

    +++

  55. [2] MARKS ve ÜTOPYA

    Marks’a göre politik ekonomi(*) kendisinden önce Malthus değil ama, “Hobbes, Locke, Hume gibi filozoflar; Thomas More, Temple, Sully, de Witt, North, Law, Vanderlint, Cantillon, Franklin gibi iş ve devlet adamları ve özellikle teorik olarak ve en büyük başarı ile de Petty, Barbon, Mandeville, Quesnay gibi hekimler tarafından incelenmiş ve geliştirilmişti.”(**)

    (* Türkçe’ye “galat-ı meşhur” olarak yerleşmiş “ekonomi politik” terimini kullanmaya artık bir son verelim. Fransızca “l’économie politique” nedenini ve ilk kullananı bilemediğim bir şekilde aynen Türkçeleştirilmiş ve ekonomi politik olarak yerleşmiş. Hâlbuki, terim ekonominin “maddi” değil, “politik” yanını ifade eder. Yani, “politik” ekonomi terimini ifade eden sıfattır.)

    (** Kapital, Karl Marks, Yordam Yayınları, İstanbul, Nisan 2011. Sayfa: 596)

    “Das Kapital”, Marks’ın sermaye ve emeğin gelişim serüvenini incelediği, kapitalizm ve modern proletaryanın ortaya çıkış koşullarını sunduğu temel eseridir. İngiltere’de 15. yüzyıldan itibaren tüm toplumsal ve ekonomik hayatı alt üst eden ve “manifaktür üretim” için ihtiyaç duyulan emeğin yığınsal olarak boşa çıkacağı mülksüzleşme dönemi yaşanmaktadır. “Kilise mülklerinin yağmalanması, devlet topraklarına hileli yollarla el konulması, ortak toprakların çalınması, feodal mülkiyet ile klan mülkiyetinin gaspçı ve insafsız bir terörle ‘modern özel mülkiyet’e dönüştürülmesi, bütün bunlar, ilk birikimin huzur veren yöntemleriydi. Bunlar kapitalist tarım için araziyi fethetti, toprağı sermayenin parçası haline getirdi ve kentsel sanayiler için gerekli olan özgür ve korunmasız proletaryanın arzını sağladı.” (Kapital, Karl Marks, Yordam Yayınları, İstanbul, Nisan 2011. Sayfa: 704)

    Devam edelim: “Öte yandan, kendi alışık oldukları hayat tarzından aniden uzaklaştırılan bu insanlar, yeni şartların gerektirdiği disipline hemen uyum gösteremezlerdi. Bunlar, kısmen kendi eğilimlerinin sonucu olarak, kısmen de koşulların zorlamasıyla, büyük ölçüde dilencilere, soygunculara ve serserilere dönüştü. Bu nedenle Avrupa’da 15. yüzyılın sonunda ve bütün 16. yüzyıl boyunca serseriliğe karşı kanlı şiddet yasaları çıkarıldı.” (Sayfa: 704)

    “VIII. Henry, 1530: Yaşlı ve çalışamayacak durumdaki dilenciler dilenme belgesi alıyor. Buna karşılık, gücü yerinde serserilere kırbaç ve hapis cezası. Bir arabanın arkasına bağlanıp kanları sel gibi akıncaya kadar dövülüyorlar; sonra da, ya doğdukları yere, ya da son üç yıldır oturmakta oldukları yere dönmeye ve ‘yeniden işe koyulmaya’ (to put themselves to labour) yemin etmek zorunda bırakılıyorlar. Ne vahşi ironi!” (Sayfa: 704)

    Karl Marks bütün bu aktarımlardan sonra verdiği bilgilerin doğruluğunu dipnotunda Thomas More’dan yaptığı alıntı ile teyit eder: “Thomas More ‘Utopia’sında [s. 41, 42] şunları yazıyor: ‘Böylece, haris ve doymak bilmez bir açıkgöz, doğduğu memleket icin gerçek bir felaket olan biri, çevrelerini kazık veya çitle çevirerek veya sahiplerine her şeyi sattırıncaya kadar işkence ederek binlerce ‘acre’ toprağı eline geçirebilir. Bir yoldan veya diğerinden isteyerek veya istemeyerek hepsi, yoksullar, saf yürekliler, erkekler, kadınlar, evliler, yetimler, dullar, kundaktaki çocuklarıyla anneler, bütün varlıklarıyla birlikte çekip gitmek zorundadır; gelirleri az ama sayıları yüksektir, çünkü tarım çok sayıda kola muhtaçtı. Dediğim gibi, dinlenecek bir yer bulamadan eski yuvalarından uzaklarda sürünmek zorundadırlar. Başka koşullar altında, ne kadar değersiz olursa olsun mobilyalarının ve ev araçlarının satışı onlara yardımcı olabilirdi; fakat aniden boşluğa atıldıklarından bunları yok yere ellerinden çıkarmak zorundadırlar. Ve şuradan buraya süründükten ve son kuruşlarını da yedikten sonra, yüce Tanrım, çalmaktan ve böylece usulü dairesinde asılmaktan veya dilenmeye gitmekten başka ne yapabilirler? O zaman bunları yine serseri diye hapse atarlar, çünkü bunlar her türlü işi yapmaya ne kadar arzulu olsalar da dünyada kimse kendilerine iş vermediğinden çalışamazlar ve sürünürler.” (Kapital, Karl Marks, Yordam Yayınları, İstanbul, Nisan 2011, Sayfa: 706)

    FRIEDRICH ENGELS’İN THOMAS MORE DEĞERLENDİRMESİ

    Bilimsel sosyalizmin diğer büyük kurucusu Friedrich Engels ise, “Anti-Dühring”de komünist teorinin gelişimini özetlerken şu cümleleri sarfeder: “Henüz hazır olmayan bir sınıfın bu devrimci ayaklanmalarına denk düşen teorik manifestolar da vardı; 16. ve 17. yüzyılda ideal toplum durumlarının ütopik tasvirleri, 18. yüzyılda artık doğrudan komünist teoriler (‘Morelly’ ve ‘Mably’). Eşitlik talebi artık siyasal haklarla sınırlanmıyordu, bireylerin toplumsal durumunu da kapsamalıydı; yalnızca sınıf ayrıcalıkları değil, bizzat sınıf farkları ortadan kaldırılmalıydı.”(*) Engels burada açıkça 16. yüzyılda yazılan ideal toplum tasvirlerini modern proletaryanın devrimci ayaklanmasının teorik ön hazırlığı olarak tanımlar.(**)

    (* Anti-Dühring, Friedrich Engels, İnter Yayınları, İstanbul, Mayıs 2000. Sayfa: 57. Aynı kitabın “Sol yayınları” tarafından yayınlanan çevirisinde 16. Ve 17. Yüzyıl ütopik tasvirlerinin sahipleri olarak “Thomas More” ve “Campenalla” editör notu olarak vurgulanmıştır.)

    (** Friedrich Engels’in yorumlarını okurken akılda tutmak gereken önemli bir bilgi şudur: “Anti-Dühring” önce Alman sosyal demokratlarının dergisi “Vorwärts”te makaleler halinde, kitap olarak ise ilk baskısı Leipzig’de [1878] yayınlanmıştı. Daha sonra, aynı kitabın bazı bölümlerinin “Ütopik Sosyalizm”, “Bilimsel Sosyalizm” adı altında yayınladığını da eklersek, Engels’in bu çalışmalarına Karl Marks’ın kayıtsız kalmadığını, hatta çoğu kez önerileriyle bazı tezlerin güçlenmesini ve daha cesurca savunulmasını sağladığını söyleyebiliriz. O halde, bu kitapta Thomas More hakkındaki görüşlerin sadece Friedrich Engels’e ait olmadığını ve bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marks tarafından da benimsendiğini söylemek, karşı çıkılacak bir tez değildir.)

    Engels aynı eserin sonuna koyduğu adlar dizininde de Thomas More hakkında görüşünü daha açık ifade ederek şunları yazar: “More, Thomas (1478-1535) İngiliz politikacı ve hümanist yazar, ütopik komünizmin erken temsilcilerinden.” (Anti-Dühring, Friedrich Engels, İnter Yayınları, İstanbul, Mayıs 2000. Sayfa: 597)

    1. Dünya Savaşı karmaşası içerisinde dönekleşmeden önce, Marks ve Engels’in en gözde öğrencisi olarak gösterilen “Karl Kautsky” de, 1887’de Thomas More hakkında bir kitap yazmıştı. (Thomas More ve Ütopyası, Kark Kautsky. Pencere yayınları. İstanbul, Eylül 2006.)

    Kautsky, kitaba yazdığı önsözde önce More ve Münzer’i ele alan bir kitap hazırlamayı hedeflediğini, ancak “Ütopya”nın yazarının kendisine çok daha önemli ve çekici geldiğini belirtir. Bunun gerekçesini ise, “Alman sosyalist literatüründe değil, üstelik tarih literatüründe de mevcut boşluğun doldurulmasına” katkıda bulunmak olarak açıklar. Kautsky (zamanımıza uzanan büyük bir öngörü ile!) “kitleden, Thomas More’un içinde yaşadığı tarihsel durumu bilmesini koşul olarak öne süremezdim” diye yazar. Bu nedenle de, kitabını Thomas More hakkındaki değerlendirmesinden önce, İngiltere’de ortaçağ koşullarını aktarmaya ayırmıştır. Kitap 3 bölümden oluşmaktadır. Hümanizm ve Reformasyon dönemi, Thomas More ve Ütopya. Feodalizm çözülürken kapitalizmin özellikle de mülkiyet dönüşümü ile nasıl atağa geçtiğini, toprak mülkiyetinin el değiştirmesi ile kiliselerin direnişini, Papalığın çöküşü ile İngiltere’de toprak mülkiyeti arasındaki ilişkiyi detaylı bir şekilde anlatan Karl Kautsky, Thomas More’un hümanizmini incelerken şu notu düşer: “Hümanistler ‘Reformasyon’a direndiler ve Katolik olarak kaldılar, çünkü Katolikler, yeni bilimlerin ve sanatın amansız muhalifleri olan Protestanlardan daha yüksek bir gelişme aşamasında bulunuyordu.” (Thomas More ve Ütopyası, Kark Kautsky. Pencere yayınları. İstanbul, Eylül 2006. Sayfa: 79)

    Friedrich Engels de Karl Kautsky’nin tespitlerine katılır ve ekler: “Thomas More üzerine yazdığı yapıtında, Karl Kautsky, 15. ve 16. yüzyıl hümanizminin, ilk burjuva Aydınlanma biçiminin, sonradan nasıl katolik cizvitliğine geliştiğini gösterdi.” (Yazın ve Sanat Üzerine, Karl Marks & Friedrich Engels. Sol yayınları, İstanbul. Kasım 2009. Sayfa: 229)

    Engels “Rus Çarlığının Dış Politikası” adlı makalesinde bu örneği, tarihin belli bir anında “devrimci olanın” nasıl “karşı devrimciliğe” dönüşeceğini vurgulamak amacıyla vermiştir: “Karşıtına bu ani dönüş, başlangıç noktasına tümüyle karşıt bir noktaya bu son geliş, kendi kökenleri ve kendi varlık koşulları üstüne açık bir düşünceden yoksun olan ve dolayısıyla kendilerini tamamen yanıltan amaçlar belirleyen bütün tarihsel devinimlerin doğal ve kaçınılmaz yazgısıdır. Onlar ‘tarihin cilvesi’ ile acımasızca cezalandınlırlar.” (Sayfa: 229)

    Friedrich Engels gibi, Karl Kautsky için de Thomas More “ilk modern sosyalist”tir.

    16. yüzyılda “bilimsel, sistemli düşünmeyi, genelleştirmeyi öğrenmiş, yani kendilerinden teorik bir sosyalizm beklenebilecek kişiler sadece hümanistlerdi”(*) diye yazan Karl Kautsky, Thomas More’un sosyalizme ulaşmasını da şöyle açıklar: “Onun lütufkâr, doğal komünizme uyan karakteri; kapitalizmin işçi sınıfı için zararlı sonuçlarını özellikle net bir şekilde belli ettiren İngiltere’nin ekonomik durumu; klasik felsefenin pratik ekonomik faaliyetlerle başarılı birleşimi. İşte bir araya gelen bütün bu durum ve koşullar More gibi çabuk anlayışlı, gözüpek, gerçek bir dâhi’de modern sosyalizmin önsezisi sayılabilecek bir ideal yaratmıştır.”(**)

    (* Thomas More ve Ütopyası, Kark Kautsky. Pencere yayınları. İstanbul, Eylül 2006. Sayfa: 189)

    (** Thomas More ve Ütopyası, Kark Kautsky. Pencere yayınları. İstanbul, Eylül 2006. Sayfa: 196)

    +++

  56. [3] MARKS ve ÜTOPYA

    Çağdaşı ve yakın arkadaşı Rotterdamlı Erasmus, Ulrich von Hutten’e gönderdiği ve ilk kez Karl Kautsky tarafından Almanca’ya çevrilen mektubunda Thomas More hakkında şunları yazar: “Despotluktan ezelden beri özellikle nefret eder ve eşitlik kadar başka hiçbir şeyi sevmezdi… herkes saraya girebilmek için canla başla uğraşırken, Morus da saraydan kaçabilmek için elinden geleni yapıyordu… Platon’un komünizmini, üstelik kadınlar toplumuyla birlikte, savunan bir diyalog üzerinde çalışmıştı gençliğinde… ‘Ütopia’yı, devletlerin kötu durumda olmalarının nedenini göstermek amacıyla yazdı, ama gözünün önünde hep inceden inceye araştırdığı ve iyice tanıdığı İngiltere’yi bulunduruyordu.” (Thomas More ve Ütopyası, Kark Kautsky. Pencere yayınları. İstanbul, Eylül 2006. Sayfa: 106, 111, 112, 113.)

    “ÇAĞDAŞ SOSYALİST AYDINLAR” VE “THOMAS MORE”

    Ne gariptir ki, Marksist teorisyen “Georg Lukacs” da, Thomas More’u anlayamayan, hatta eleştirenlere çatmıştır. “Tarih ve Sınıf Bilinci” adlı eserinde sınıf bilincinin pratik-tarihsel işlevine vurgu yaparken, “belirli bir toplumun içinde, üretim sürecindeki bir pozisyondan bakarak bu toplumdaki ekonominin bütünü acaba ne ölçüde algılanabilir?”(*) sorusunu ortaya atar ve şu vurguyu yapar: “Öyle ya, bireylerin kendi yaşamsal konumlarının kıskacına ve önyargılarına fiilen saplanmışlıklarını aşmaları ne kadar gerekirse gereksin, toplumun ekonomik yapısının o dönemde ve konumda onlara emrettiği sınırı aşma imkanı onlar için yine de azdır.” Bu vurgu da yetmemiş olacak ki, Lukacs daha iyi anlaşılmak kaygısıyla bir de dip not düşer: “Platon ya da Thomas More gibi büyük ütopyacıların tarih düzleminde doğru olarak anlaşılabileceği nokta da burasıdır. Ayrıca bak. Marx’ın Aristo üstüne düşünceleri, Kapital 1, MEW 23, s. 73.”

    (* Tarih ve Sınıf Bilinci, György Lukacs, Belge yayınları. İstanbul, Mart 1998. Sayfa: 119)

    Günümüzün en önemli Marksist teorisyenlerinden Fredric Jameson, 2005’de yayınlanan “Archaeologies of the Future”(*) eserinde 30 sayfaya yakın uzun bir makaleyi özel olarak Thomas More’a adamıştı! Jameson’a göre, Thomas More’un “Ütopya”sı “siyasal durgunluk dönemlerinde her zaman yeniden baş gösteren” revizyonist ve ütopya karşıtı tutum tarafından indirgenmekte ve karikatürleştirilmekteydi! (* “Geleceğin Arkeolojileri” anlamına gelen bu kitap Türkçe’de üst başlık kaldırılarak “Ütopya Denen Arzu” adıyla yayımlandı.)

    “Ütopya” sakinlerinin konuştuğu eski ve yeni dile dair “çok modern bir düşünce olan dil devrimi”nin bile görülebileceğini öne süren Fredric Jameson, Max Weber’in görüşünü tekrarlayarak, Thomas More’un “Ütopya”sı bağlamında hümanist entelektüellerin bizzat siyasal iktidara aday olduğunu tespit eder. Jameson’a göre, Thomas More’un sonu da “hümanist entelektüellerin siyasal projesinin genel çöküşü açısından bir örnek”tir. Ütopya kitabının itici gücünü “reformist değil, devrimci ve sistemik bir değişiklik anlayışıyla özdeş”(*) olarak değerlendiren Fredric Jameson, More’un “bir tür ‘komünizme’, yani özel mülkiyetin ilgasına varmış” olduğunu tespit ederek, somut bir tarihsel ikilemin duruma özgü çözümü olarak şöyle bir çerçeve belirler: “mülkiyetin kaldırılması, arzuların tamamlayıcılığı, yabancılaşmamış emek, cinsler arası eşitlik.”(**)

    (* Ütopya Denen Arzu, Fredric Jameson. Metris yayınları. İstanbul, Eylül 2009. Sayfa: 66)

    (** Ütopya Denen Arzu, Fredric Jameson. Metris yayınları. İstanbul, Eylül 2009. Sayfa: 202)

    Buraya kadar, bilimsel sosyalizmin temsilcilerinin Thomas More’a karşı çıkmadıklarını, ancak tam tersi bir tutumla sahiplendiklerini, hatta “Ütopya” eseri bağlamında More’u ütopik komünizmin erken temsilcilerinden (F. Engels) olarak değerlendirdiklerini gördük.

    Yıldırım Koç, “Ben Thomas More ve ‘Ütopya’ya biraz farklı bakıyorum” dedikten sonra, yazdığı toplam 7 makalede Thomas More’u ve “Ütopya”sını reddederek aslında kendisini bilimsel sosyalizmin teorisyenlerinden uzaklaştırmıştır. İlk makalesinde Thomas More’un “Ütopya”sını “tam da günümüzün Avrupa sosyal demokrasisine benziyor veya onun kaynaklarından birini oluşturuyor” diyerek suçlayan Koç, ikinci makalesinden itibaren, yaptığı vahim maddi hatanın farkına vardı ve öz eleştiri yapmadan düzeltmeye başvurdu. “Thomas More’u bugün değerlendirirken, onu ondan öncekilerle ve çağdaşlarıyla birlikte ele almak gerek.”ti! (Thomas More ve Ütopya, Yıldırım Koç. Aydınlık gazetesi, İstanbul. 9 Nisan 2016, http://www.aydinlikgazete.com/thomas-more-ve-utopya-makale,63606.html )

    THOMAS MORE TÜRKMEN İSYANCILARA KARŞI!

    Ancak, Yıldırım Koç yazdığı ikinci makalede de vahim hatalar yapmaya devam etti. Koç, More’u “hakim sınıfların hizmetinde” olarak suçluyor ve devrimci olmadığını öne sürüyordu. Koç’a göre “Thomas More’dan önce Anadolu’da din ve köken ayrımı yapmaksızın tüm insanların eşitliğine inanan ve toplumsal mülkiyeti savunan hareketlerin önderleri, inançları için savaştılar ve davaları uğruna canlarını verdiler.” (16. yüzyılın mutlakiyetçilikle yönetilen İngiltere’si “hâkim sınıflar” kavramına epeyi uzaktır. “Hâkim sınıflar” kavramı kapitalizmle birlikte ortaya çıkmıştır ve burjuvazinin kendisi dışındaki sömürücü sınıflarla yönetim koalisyonunu tanımlar. Koç’un özensizce kullandığı “toplumsal mülkiyet” kavramı da, özel mülkiyetin daha ortaya çıkmadığı bir dönemde anlamsızdır. Thomas More’a karşı öne sürdüğü Anadolu isyanlarının hiçbirinde özel mülkiyet yoktu. Bu şekliyle toplumsal mülkiyet önermesinden söz etmek, hamaset ile kafa karışıklığı yaratmayı hedeflemiyorsa, sadece bilgisizlik örneğidir.)

    Yıldırım Koç yazdığı üçüncü makalesinde (11 Nisan 2016, http://www.aydinlikgazete.com/thomas-morea-yonelik-elestiriler-makale,63630.html) Thomas More’a yapılan eleştirilerden bir derleme sunuyordu. Israrla devrimci olmadığını iddia ettiği Thomas More’un karşısına “Sidney Lee”yi ve “Mina Urgan”ı çıkarır. İngiltere ve Almanya gelişme koşullarının farklılığını, İngiltere’de 16. yüzyılda topraklar el değiştirip özel mülkiyet gelişirken, Almanya’da kilise ve saray ortaklığının bağnaz hâkimiyetinin sürdüğünü göz ardı eden Mina Urgan’ın eleştirilerini ciddiye almak olanaksızdır.

    Yıldırım Koç keşke alıntı yaptığı Sidney Lee’nin Thomas More değerlendirmesinin son paragrafını da yayınlasaydı! Lee şöyle bitirir: “‘Utopia’da gördüğümüz yepyeni ve devrimci ülküyü sırf hayal gücüyle tasarlayan adamın, insanların kafasını zincirleyen, onları düşünce özgürlüğünden yoksun eden köhne inançların kurbanı olarak darağacında can vermesi, tarihin insanı şaşırtan şakalarından biridir. Sir Thomas More’un yaşamı, ortaya konması kolay, ama çözümlenmesi çok güç bir bilmecedir.” (Ütopya, Thomas More, Kaynak Yayınları. İstanbul, 2012. Sayfa: 60)

    Okuyucunun hemen anlayacağı üzere, Sidney Lee de Thomas More’un “Ütopya”sını “yeni ve devrimci ülkü” olarak değerlendirmektedir. Yıldırım Koç’a bu aşamada önerim, Thomas More hakkındaki düşüncelerini ciddi olarak gözden geçirme fırsatını bulacağı, Kaynak yayınlarının özenli ve detaylı bir ön sunuşla yayınladığı “Ütopya” kitabını edinmesi ve dikkatle okumasıdır.

    Yıldırım Koç dördüncü makalesinde (12 Nisan 2016, http://www.aydinlikgazete.com/anadolunun-13-yuzyil-devrimcileri-makale,63639.html) Thomas More eleştirilerinin teorik formülünü bulmuştur: “Thomas More büyük bir hümanistti; ancak devrimci değildi.” Üstelik, Baba İshak, Yunus Emre, Şeyh Bedrettin, Kalenderoğlu gibi Anadolu-Türkmen isyancılarını da devrimci örnekler olarak Thomas More’un karşısına koyar. Döne döne Thomas More’un Katolikliğini vurgulayan Koç, istisnasız örnek verdiği tüm Anadolu isyancılarının yüksek dini motifleri kendilerine şiar edinmelerine değinmez bile!

    “Babaî”ler kendilerini kurtaracak Mesih etrafında birleşmişlerdi, Yunus Emre şeriatın kapısında ter döküyordu, Bedrettin’e göre ise, “Allah, cemal ve celâl sıfatları ile her zerrede tecelli eyler”di.

    Yıldırım Koç bilgisizlik değil ama, acelecilik ve heyecandan olsa gerek, Börklüce Mustafa’nın meşhur “ortakçılık” fikrini de Bedrettin’e atfediyor. Thomas More’a karşı birilerini çıkarıp “işte asıl devrimci budur” diyebilmek için, Yıldırım Koç özeni ve bilimsel kaygıyı da bir yana bırakmış anlaşılan.

    Burada, özellikle vurgulamak isterim ki, Yıldırım Koç’un her birine ayrı bir makale yazdığı Türkmen isyancıları tek tek inceleyecek değilim.

    Amacım, Koç’un mantığındaki çarpıklığı ortaya koymaktır. Koç, Avrupa sosyal demokrasisine kaynak olduğu iddiasıyla başladığı Thomas More eleştirisinde hata üstüne hata yaptı. Thomas More ile başka bir dönemde, başka sosyal koşullarda, başka siyasal iklimlerde, başka taleplerle isyan ve/veya tefekkür etmiş kişileri kıyaslayarak bilimsel yöntemden de epeyi uzaklaştı. Thomas More’u ve “Ütopya”sını ancak kendi ülkesinde, kendi zamanında analiz edebilir ve/veya eleştirebilirsiniz. Deneyimin özgüllüğü burada yatar. Thomas More’un devrimciliği de aynı şekilde, kendi zamanında ve kendi ülkesinde geçerlidir. Sonsuz devrimcilik yoktur, sonsuz hümanizm de yoktur.

    Ancak, Anadolu isyanlarının programatik eksikliği, dinsel dayanakların ekonomik ve sosyal statü kazanılması hedefi ile birleşememesi, çoğu kez “isyan için isyan” türünden toplumu saran kızgınlık ve öfkenin eseri olmaları gibi karakteristik özelliklerine karşın, Thomas More’un “Ütopya”sında gözden kaçırılamayacak açıklıkta yapılmış kendi çağının toplumsal, hukuksal ve ekonomik eleştirisi temelinde yükselen yeni bir yaşam biçimi önermesi öne çıkar. Thomas More’u çağdaşları arasında devrimci yapan da budur.(Kuram dergisi)

    Ali Taşkesen
    5 Mayıs 2016

  57. Zileli'ye selam

    “İster despot bir hükümdardan, ister seçilmiş bir başkandan, ölüm saçan bir general ya da sevilen bir liderden olsun, ‘otorite’yi gayriinsani ve nefretengiz bir fenomen olarak görüyorum. Ben daima zalime baş kaldırmayı dünyaya gelme mucizesini kullanmanın tek yolu olarak gördüm.”

    Oriana Fallaci

  58. Bir ateist olarak diyorum ki, Allah herkese Dilek Dündar gibi bir eş nasip etsin…

  59. burada düşüncelerinizi serbestçe ifade edebileceğinizi biliyorsunuz.

  60. “Sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.

    Bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

    Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uygarlığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.

    Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum.”

    Ey Türk Gençliği!

    Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

    Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

    Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!

    Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur !

    Mustafa Kemal Atatürk, 20 Ekim 1927

  61. “burada düşüncelerinizi serbestçe ifade edebileceğinizi biliyorsunuz.”

    Sizi (ya da bu blogu) kastederek soylemedim. Bu farkin idrakindeyim.

    Fakat; genel anlamda, insanlar (bence cok da isabetli olmayan sekillerde) kendi kimliklerini tayin ederken gecmis birlikteliklerine (‘association’larina) cok fazla onem/agirlik taniyorlar.

    Bu da bir tur ‘mazi tapinmasi’na gidebiliyor; bir araya gelince de enteresan bir ‘mahalle baskisi’na donusuyor.

    Baska bir deyisle, sebebini/anlamini pek sorgulamadigimiz (haliyle, sorgulanmasina da izin vermedigimiz), ‘kutsal inek’ler yaratiyoruz.

    Burada bahsi gecen ‘kutsal inek’ terimini her ne kadar bilerek/secerek kullandiysam da; ait oldugu baglamdan da cok sert bir sekilde kopardigimin da farkindayim.

    Budizm’deki ‘kutsal inek’ler yasayan, canli olanlar, icin kullanilir. Benim bahsettiklerim ise, tersine, artik aramizda olmayan, buna ragmen, zombilestirip dolastirdigimiz, idelojik anlamda da ‘sagin sigir’ muamelesine tabi tutup istifade ettigimiz (‘istismar’ demek daha dogru olur) mevtalar…

    Kimden ornek aldi, neden oyle yapti, neden idam sehpasi marifetiyle intihar etti (bu benim kanaatimdir; isabetli olmayabilir tabii ki), bilmiyorum; ama, ben, merhum Deniz Gezmis’in yasayip okulunu bitirmesini, siradan da olsa aramizda olup genclere nasihatler verebilmesini isterdim.

    “Sen yanmasan, ben yanmasam”daki ‘yanmak’, bence, yasayip bilgi ve tecrubesiyle etrafina ve geriden gelenlere yolu aydinlatmak anlamina gelir; atmosfere giren ve bir kivilcim kadar omurle yanip kaybolan bir goktasi parcasi gibi olmak degil…

  62. Herkes herşey eleştirilebilir tabi, diktatörlük konulu bir yazının altında ülkenin mevcut durumunda bu kadar eleştirilecek konu varken eleştiri konusu olarak Deniz’i tercih etmek gayet Necip bir eleştiri tercihi ve tarzı olur. Eline silah patlayıcı alıp banka soymakla sosyalist olunamayacağı tespiti ise daha parlak bir eleştirel tespitin olmuş. Ernesto, latin Amerikalı devrimci gruplar,Filistinli gruplar, kızıl tugaylar, raf vs. Hepsi kendini sosyalist olarak tanımlayan yapılardı. Seçtikleri mücadele yöntemi ve pratikleri düşüncelerinin ve nihai amaçlarının nevini değiştirmez. Kaldı ki bilgisinden şüphe ettiğin hukuk öğrencisi sandalyesini tekmelemeden yaşasın marksizim ve leninizmin yüce ideolojisi diye slogan attı herhalde ölüme saniyeler kala yapılan beyanların samimiyetini sorgulamazsın.( “sorgulanabilirler” diye bir listede yok tabi istersen sorgulayabilirsinde) son sözleriyle cevap vermiş olsun sana

    Değer konusuna gelince birçok insanın onun hayatını, kısacık bir Zaman dilimine sıkışsada mücadelesini okuyarak dinleyerek sosyalist(sana göre sosyalist olmayan) fikirlerle tanışması sol bir hayat görüşüne evrilmesi bile senin dahi tespit edebileceğin somut değer verileri olabilir. O 4 aylık bir hukuk öğrencisi olarak eylemden eyleme koşturup çok sevdiği devrim uğruna yaşamını verdi. Yazdıklarından anladığım kadarı ile senin 25 yılın üzerine koyduğun ayların değil çok senelerin olmuş bu arada özümsediğin bilgi birikimi ile kitlelere sen yol gösterseydin vahşi batı kahramanı gibi tek meziyetleri silah kullanmak gibi sunduğum Deniz’lerin peşinden gitmeselerdi. Unutsalardı darbe heveslisi gençleri(!)

    Deniz’i darbecilere hizmet eden ajan provokatör imasıyla tanımlamanda eleştiri özgürlüğününde üzerinde iyi bir saçmalama özgürlüğü olmuş. Gün hocada tasdik eder hemen bu sitede özgürce saçmalayabileceğinizi biliyorsunuz diye

    Fincancı katırları konusuna gelince sen Necip eleştirilerini denize Mahir’e yönelt fincancılardan korkma, Deniz yerine mazallah egemenleri sarayı falan eleştirirsin fincancılar Twitter yorumları nedeniyle hapse attıkları 18 yaşından küçük çocuklar gibi senin eleştirilerinide görürler. Eleştiri listenin en altlarına bak belki daha güncel ve yakıcı sorunlar görebilirsin

  63. marxist argüman

    elestiriler:

    40 nolu yorumu aynen buraya aliyorum:

    “Marksist ideologların “kapitalizmin sonu geldi, devrim yolcuları kalmasın” propagandasına itibar etmeyip devrim dolmuşuna binmeyen insanlar da var gördüğünüz gibi. Üstelik kapitalizm dolmuşuna binmeyenlerin aksine bunlar çoğunluğu oluşturuyor.”

    bu kapitalist demagog birincisi “anonim” kodunun arkasina siginarak, ikincisi de yazdiklarimi aciktan elestirecek cesareti bulamayip “analog” yöntemiyle imali olarak güya yazdiklarimi elestiriyor. fikir tartismasindan müthis keyif alan biriyim fakat böyle korkakca yöntemlerle satasanlara mecburen mide bulandiran, tiksindiren sinek muamelesi yapmak zorunda kaliyorum. neden? cünkü sözkonusu bu sinek familyasi benim söylemediklerimi söylemisim gibi yaziyorlar, hatta bu 40 nolu yorum benim yazdiklarimin tam tersini sanki ben söylemisim gibi yazmis. bunu hemen ispat edebilirim. bu yazinin altinda ki 8 nolu kendim yazdigim yorumdan alinti yapayim:

    “avrupa ve amerika gibi kapitalizmin merkezlerinde para kazanma/para icin kosusturma mecburiyeti insanlarin agzina takilmis bir gem islevi görüyor zaten. yani devletin ve isveren sinifinin kurdugu sistem tikir tikir isledigi icin devlet, insanlarin calisma-is hayatindan artan zamanda ne yapacaklarina karisma ihtiyaci duymaz.”

    görüldügü gibi “kapitalizmin sonu geldi” gibi bir iddaa orda kalsin, ben tam tersine kapitalist sistemin tikir tikir isledigini yazmisim. simdiye kadar en az 50 yorum bu sitede yazdim, bunlarin icinde “kapitalizmin sonu geldi” anlamina gelecek tek bir cümle bulamazsiniz. yani bu yorumcu resmen yalan söylüyor. yalan söyledigi ikinci noktayi göstermek icin 26 nolu kendim yazdigim yorumdan alinti:

    “amerikali burjuva ideologlarin “tarihin sonu-ideolojilerin sonu geldi, kapitalizm yolculari kalmasin” propagandasina itibar etmeyip senin atladigin/bindigin o kapitalizm dolmusuna binmeyen benim gibi insanlar az da olsa varlar gördügün gibi.”

    görüldügü gibi ben, benim gibi, beyaz yakalilar gibi kapitalizme yapici degil yikici elestiri yapanlarin azinlikta oldugunu zaten belirtmisim. yani durumun farkindayim, ondan dolayi da “az da olsa varlar” diye özellikle belirtmisim. hal böyleyken sanki ben kapitalizm karsitlarinin cogunlukta oldugunu, insanlarin akin akin devrim saflarina aktigini yazmisim gibi bana cevap yazmis bu 40 nolu yorumcu. amac ne: sirf satasmak, rahatsizlik vermek, mide bulandirmak, tiksinte yaratmak. sunu farkindayim, bu zamanda kapitalizme, din’e, milliyetcilige, devlet’e yikici(destruktiv) elestiri yapmak her baba yigidin harci degil, hemen cevreni sivri sinekler sariyor. fakat bende buna hazirlikliyim, sivri sineklere karsi raid sinek ilacindan daha tesirli bir ilac var bende, merak edenlere markasini da yazayim: marxizm

    42 nolu yaziyi asanlara:

    bu yaziyi herhalde beyaz yakalilar asmislar. onlar asmamislarsa, asana soruyorum: bu yaziyi buraya neden astiniz, bu yazida kapitalist ekonomi hakkinda ne elestirel bir görüs ne de insani aydinlatacak birsey gördüm. siz bu yazinin neyini begendiniz?

    sayin zileli’nin 27 nolu cevabina cevap:

    sayin zileli, sizin tahmin yapmak dediginiz seye “spekülasyon” deniliyor. siyasi spekülasyon yapmak hem yanlis hem de lüzumsuz bir istir. farz edelim yaptiniz tahminlerin bir kismi tuttu, bu neyi ispatlar? siyasi-toplumsal analiz gelecege dair tahmin yapmak degildir, var olani, gözler önünde olani tahlil edip anlamak, baskalarina da aciklamaktir.

    sizi elestirmek istedigim bir baska konu su “diktatörlük” kavrami. sizin bu kavrami bir elestiri olarak kullanmaniz birincisi sizin burjuva demokrasisini idealize eden bir demokrasi idealisti oldugunuzu gösteriyor. ikincisi, sizin yaptiginiz gibi tayyip’i “diktatör” diye etiketlemek etkisi sifir olan bir argümandir. isterseniz deneyebilirsiniz, siz simdi tayyip’i destekleyen milyonlarca insandan birkacinin yanina gidip “tayyip diktatördür, herseye tek basina karar veriyor, bundan dolayi o’nu desteklemenizi dogru bulmuyorum” deseniz, kesin söyle cevaplar alirsiniz: “biz o’nu lider, reis olarak kabul etmisiz, liderin, önderin dedigi olur, bundan daha dogal ne var?”

  64. “Bir ateist olarak diyorum ki, Allah herkese Dilek Dündar gibi bir eş nasip etsin…”

    Bir deist olarak kanaatim odur ki, Allahin gorev tarifinde bu tur seyler mevcut degil. 🙂

  65. “yeniden keşfetmek yerine, bizden önceki sosyalistler Thomas More hakkında ne demiş, ona bakalım”

    Sol’un lingosunda bu boyle deniyor: “Sen kim oluyorsun da bizim kutup kabul ettiklermizin dediklerine biat edip onlari tekrarlamiyorsun?”

    Sag lingoda, daha cok da (haliyle) iman/itikat konularinda bu daha da yogundur.

    Fakat, ozu itibariyle, hem sagda hem de solda durum cok da farkli degil galiba: Bir ya da iki nesil once topraga karismis olanlar once ‘hazret’ olurlar sonra da ‘azam’.. ve, kimsenin haddi degildir onlarin lafinin ustune laf etmek..

    Bu sebeple, ideolog-u azamimiz, Hz Karl Marks demisse tartisilamaz; kitaplarinda birisinden bahsetmisse (ki, o da artik mecburen en az ‘hazret’ statusune kavusmus olur), o da korunma/koruma altindadir, ona da laf edilemez..

    Nakli ilimlerin (ve, gunumuzdeki karsiligi olan sosyal bilimlerin) bu raconu hic degisemeyecek anlasilan: Adam yerine konmak istiyorsan, yazdiklarinin icerigiden bagimsiz olarak, once ‘azam’lara, sonra da ‘hazret’lere atiflarda bulunacak, onlarin hayir dualarini dileyeceksin..

    Solun sagdan temel farkinin bagimsiz dusunebilmek filan oldugunu ne zaman duysam bir kahkalar krizinin kenarindan doneyazarim.

  66. 45;
    1960’ların devrim anlayışını, yalnızca bugünkü bilgilerimiz; geçen yüzyılın tarihsel deneyimleri sonrası yargılarken; o mücadelede bulunan insanları över-yererken, anakronik olmama çabası göstermeliyiz.
    Bu bağlamda Deniz Gezmiş kendi yaşadığı çağ olarak bakıldığında bir karakter, bir “ruh” olarak övülesi, saygı duyulası; özel bir insandır.
    Sorun yöntemindedir!
    Ve biz yazık ki bu yöntemdeki ağır sorunları şu son 30-40 yıldır anlamaya başladık..
    *
    Kemalizm’e gelince… Bu sorun değil!
    O günlerin genel mücadele çizgisinde eleştirilecek çok şey var.. ama şu gerçek değişmez; özünde gençler daha adil bir toplum düzeni kuracağız ümidi ile savaşa girdi; “ama yöntemleri bu hayale uyumsuzdu!” Tamam… ama bunu henüz onlar bilmiyordu..
    Eleştirilecek olan bugünkülerdir; Deniz’ler değil!

  67. Herkes istediği hayatı yaşar. İntihar ettiği fikrinize ise katılmıyorum. Devletin cinayetini öldürdüğü kişinin sırtına yıkmak anlamına gelir bu. Deniz hayata bağlı, yaüşamayı seven bir insandı. Öyle olduğu içindir ki, cellatların sehpasına titremeden gitti.

  68. Bilmem hatırlar mısınız Gürsel Bey, Gün Abi? Roni Margulies, Mahir Çayan’ın ve Kaypakkaya’nın politik analizlerinin günümüze hitap etmediğini ifade eden bir yazı yazacak olmuştu. Adamı lokantada yemek yerken ailesinin yanında dövdüler. Yani Denizleri, Mahirleri mücadele çizgisinde veya yöntem olarak eleştirmek amiyane tabirle büzük istiyor. Şimdi bu konuları eşelediğiniz an, yetmez ama evetçi liboş solcu dönek yaftası yersiniz ve soldan aforoz edilirsiniz. O yüzden kimse bu konuları açıktan tartışamıyor.

    http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=53896

  69. Roni’ye yapılan saldırıyı o zaman da onaylamamıştım. Fakat bence o saldırıya neden olan Roni’nin ve partisinin o zamanki akp yanlılığıydı bence. Deniz’ler eleştirilmez diye bir şey yok. Ben yeri geldikçe eleştirdim ve eleştiririm. Bu eleştirilerden dolayı birileri bana kızabilir elbette ama şimdiye kadar saldırıya uğradığım olmadı doğrusu.

  70. Yabancı… Seni yazdıklarından ve verdiğin kitap listesinden tanıyorum ama inan sadece bu yeterli referans değil bana yabancı. Mesela çocukluğun nasıl geçti, hayallerinle buluştuğun kendine ait bir odan var mıydı ya da mevsimler değişirken, kar yağarken mesela camın donmuş beyaz kristal kelebeklerine yüzünü dayayıp sokakta oynayan çocuklara imrenerek mi bakardın veya dışarı çıkıp onlarla oynamana annen izin verir miydi mesela? En sevdiğin yemek enginar, karnıyarık, kadınbudu köfte, sütlaç, bamya mıydı mesela?

    Gençliğini de çok merak ediyorum yabancı. Babaerkil – anaerkil ailen eve kız arkadaş getirmene izin verir miydi ya da ilk kadını genelevde mi tanıdın mesela?

    Rolling Stones dinleyerek sevişirken bir kadınla, hayvanlar gibi seviştikten sonra ilk sigaranı yakıp, bir çuvala bakar gibi mi baktın yanındakine mesela ya da Elvis Presley dinlerken kadının ruhu ile de seviştikten sonra hâlâ saçlarını aşkla okşayabilir miydin mesela?

    Seni gerçekten tanımak istiyorum yabancı. Ya acıma ve empati duygundan ne haber?.. Örneğin önüne yemek getiren garsonun aç olup olmadığını ya da karanlık bir hücre evinde sprey kutularıyla bomba hazırlayan yaşıtlarının patlatma düzeneği için Kent sigarası hırsızlığı yaptıklarını ya da solgun bir kitabın sonlarına doğru idama gidecek yaşıtlarının son vedası için diğer koğuş arkadaşlarına vedaya gidişini, toparlamakta zorlandıkları kırık dökük cümleler, yarım yamalak konuşmalarını okuyup, onlarla kendini özdeşleştirdin mi daha önce hiç mesela?

    Ya da bir deniz kenarı yakamoz-una gözlerini daldırıp, yansıyan ışıklarda kendini maskesiz görüp, geçmiş özeleştirini yaptın mı mesela?

    Eğer bunları yapmadıysan yabancı, hep bir şeyler eksiktir hayatında ve unutma ‘perfect man’ sadece kalın felsefe kitaplarında, sakın arama onu… ve yine unutma ‘olmanın sonu’ yok ölene kadar mesela yabancı…

    Yine de içimden sana sıkıca sarılıp, gıdıklarından iyice öpmek geliyor yabancı… yanlış anlama, bu, erkekler arası bir Adana deyimi mesela…

    Bundan doğal ne var? 🙂

  71. “Eleştirilecek olan bugünkülerdir; Deniz’ler değil!”

    “bugünküler” de mi yöntem(ler)i bilmiyor?

    Ne “yöntem(ler)miş” bunlar be arkadaş…

    Ara ara bulunamıyor şu “yöntem(ler)” yıllardır…

    Yazılı mı bunlar?
    Sözlü mü bunlar?

    Yoksa zembille inmesi mi bekleniyor? Kim/kimler bekliyor? “Yöntem(ler)” beklenince gelen bir şey mi?

    Peki “Deniz’ler”e bu “yöntem(ler)” zembille inmedi, “bugünküler”e mi inecek?

  72. CAN DÜNDAR’A YAPILAN SALDIRININ NET GÖRÜNTÜSÜ, 24 saniye

    https://www.youtube.com/watch?v=6LfU2mY6beM

  73. Hz. Marx (sav) gonderilmis son filozoftur

    Hz.Marx(sav), Hz.Kant ve Hz.Hegel aleysiselamlardan sonra gelmis olup, onlarin getirdiklerini tasdik etmis ve tamamlamistir. Kendisinden sonra yeni bir filozof gemiyecektir, kendisi ahir zaman filosofudur. Kendisinden sonra gelmis bulunan Positivizm, Postmodernizm gibi akimlar batıldır.

    Hz Marx aleyhisselamin en buyuk mucizesi kapitalizmin sonunun gelecegine dair etmis oldugu peygamberliktir.

    Akil baliğ olmuş her Türk gencinin Islam’dan çıkar çıkmaz ilk iş olarak kendini Marxizm e vermesi farzdir. Bu şahıs daha sonra “gercek”i bulmus olmanin verdigi heyecanla coşacak, sevinçlere gark olacaktır.

    Diyalektiğin 3 şartını ezberlemek her marxistin ustune farz-ı ayındır. Bu 3 şartla her turlu felsefe sorunu olumsuzunu almak suretiyle aşılabilir. Daha başka birşey öğrenmeye luzum yoktur. Adam olana diyalektiğin büyülü hikmeti yeter, hatta adı bile yeter. Çok karizmatik bir kelime olan “diyalektik” imanlı ellerde her kapıyı açan her soruyu çözen altın bir anahtardır.

    Amerika dan nefret etmek, populist bir şekilde arkadaşlarla emperyalizm ve popülizm geyiği yapmak, bilimum komplo teorilerine inanmak farz-ı kifayedir, yapılırsa iyi olur. Yapanın karizması artar, yüzüne nur gelir.

    İmanlılar devrim mahşerinden sonra kurulan cennet dünyada mutlu işçiler olacaklar, hatta üst makamlara gelecek, aldığı rüşvetlerle gül gibi yaşayacaklardır.

    http://www.ateistforum.org/arsiv/arsiv/ARSIV-I/HZ-8.HTM

  74. Necip’i yedirmeyiz!

    Şurada adamın yazdıklarına usturuplu yanıt verecek kalıpta bir tek kişi gözükmüyor maalesef…

    Duygularla hareket etmek ile akılla hareket etmek arasındaki farkı belli ki hayatının bir döneminde acı çekerek öğrenmiş. Bunu herkes kolay kolay beceremez…

    Bir de şu Marxism meselesi var…

    Yahu 1989’da gömülen şey Marxism miydi değil miydi, buna bile karar verilemiyorken, şu Marxist’ler zombi gibi ortada dolaşmaktan yorulmuyorlar herhalde… Lenin’in bozulmayan bedenine mi özeniyorlar nedir… Bir de Marx’ın bedeni mumyalansaydı, hac turları düzenlenirdi muhtemelen… Fidel’in de vakti yakında dolacak gibi gözüküyor, bakalım ona nasıl bir efsane atfedecekler…

    Marxism, Marx hayattayken var mıydı, sonra mı doğdu? Ben sadece -Marxian thought- olarak türetildiğini biliyorum ama yanlış mı biliyorum acaba…

  75. “İntihar ettiği fikrinize ise katılmıyorum. Devletin cinayetini öldürdüğü kişinin sırtına yıkmak anlamına gelir bu. ”

    Kesinlikle oyle olmustur demiyorum, diyemem de –orada degildim; ayrica, klasik bir tabirdir: kalbini yarmis da bakmis degilim.

    Fakat, her teşbihin eksik ve malul oldugunu bile bile, bir teşbihte bulunacak olursam:

    Ac pirahnalarla dolu bir havuza atlayan insani, ya da yine ac yirtici hayvanlarin (aslan-kaplan vs) oldugu bir kafese giren insani neyin öldürdugu bellidir.

    Orasi oyledir de, akli basinda bir insanin, belki uyarilara da ragmen, bunu yapmasinin da degerlendirilmesi gerekir bence.

    Ikisi birbirinden cok ayri seylerdir.

    Ben devletin yaptigini/sucunu akliyor filan degilim; ama, merhum Deniz Gezmis’in de gidim geri atmaksizin dik durusunun rasyonalitesinin uzerinde de dusunmek lazim.

    Hepimiz biliriz, “bonkor bonkor derler maldan ederler; yigit yigit derler candan ederler”..

    Boyle mi olmustur, baska etkenler mi vardir; avukatlari, ya da hareketin buyukleri (liderleri, onde gelenleri) ona ne(ler) demistir; bilemiyorum (dedigim gibi orada degildim).

    Fakat, ote yandan, itiraf etmeliyim ki, bu dediklerimi ancak simdi soyleyebiliyorum: Yani, yasim kemale erdikten, delikanlilik heyecanlarim dindikten sonra..

    Dolayisi ile, eger bir sorumlu bulmak icin ugrasacak olsam, o gunku aksakallilari (yasi kemale ermis, daha dingin bakabilenleri) sorumlu tutardim.

    Ve, her kim iseler onlar, sadece Deniz Gezmis’ten degil; cok daha fazla insanin vakitsizce aramizdan ayrilmasindan sorumludurlar bence: Devrime yakit olsun da ne olursa olsun diye baktiklarini, insan hayatini neredeyse hic onemsemediklerini dusunuyorum.

  76. “Herkes herşey eleştirilebilir tabi, diktatörlük konulu bir yazının altında ülkenin mevcut durumunda bu kadar eleştirilecek konu varken eleştiri konusu olarak Deniz’i tercih etmek gayet Necip bir eleştiri tercihi ve tarzı olur.”

    Konuyu acmak icin ozellikle bu basligi secmis/beklemis degilim. Baska basliklar altindaki yorumlara, tartisilan konulara bakarsaniz, konu basligi ile uzaktan yakindan alakasi olmayan cok seyin oldugunu da gorebilirsiniz. Yani, benim acimdan, bir kasit yok. Oyle denk geldi. Kasit varmis gibi duruyor ve sizi ya da baska birilerini bundan dolayi uzduysem ozur dilerim.

    “Eline silah patlayıcı alıp banka soymakla sosyalist olunamayacağı tespiti ise daha parlak bir eleştirel tespitin olmuş. Ernesto, Latin Amerikalı devrimci gruplar, Filistinli gruplar, kızıl tugaylar, raf vs. Hepsi kendini sosyalist olarak tanımlayan yapılardı. Seçtikleri mücadele yöntemi ve pratikleri düşüncelerinin ve nihai amaçlarının nevini değiştirmez.”

    Bunun farkindayim. O zaman diliminde, degistirmek, yikmak, devirmek gibi hummali bir aciliyet duygusunun hakim oldugunun da farkindayim. Yani, kelime burada yerini buluyor sanirim, ‘zeitgeist’ (devran, gidisat) oydu.

    Oydu da, ‘elle gelen dugun bayram’da oldugu uzere, yaygin yanlislarin dogru oldugunu –hele de uzerinden hayli zaman gectikten sonra– iddia etmek ne kadar dogrudur?

    “Kaldı ki bilgisinden şüphe ettiğin hukuk öğrencisi sandalyesini tekmelemeden yaşasın marksizim ve leninizmin yüce ideolojisi diye slogan attı herhalde ölüme saniyeler kala yapılan beyanların samimiyetini sorgulamazsın.”

    Burada birkac seyi acikliga kavusturmaga calismam lazim:

    Ben, Deniz Gezmis’in kara cahil ve sigircik yavrusu gibi olan bitenden bihaber oldugunu, bilgisiz oldugunu, soylemedim; ima da etmedim.

    Ikincisi, samimi olmadigina dair de hic bir sey soylemedim. Tersine, her adiminda samimi olduguna suphem yok.

    Ama, sunu da biliyoruz ki, hayat (yani, yasamak sureci) cok farkli bir ogretici. Yasayarak goruyoruz bazi seylerin aslinda dusundugumuz/umdugumuz gibi olmadigini.. devlerin yakindan gorunusunun cuce oldugunu vs vb.

    Butun bunlari cem edince, Deniz Gezmis’in samimiyetinin ve delikanlilik heyecaninin (‘deli’ kelimesi etimolojik olarak ‘asiri cesur’ anlamina gelir) aksakallilar tarafindan dizginlenmemis olmasinin, aksine ‘sensin’ nidalariyla sehpaya yurumesini alkislayanlarin sorumlu oldugunu dusunuyorum.

    “Değer konusuna gelince birçok insanın onun hayatını, kısacık bir Zaman dilimine sıkışsada mücadelesini okuyarak dinleyerek sosyalist (sana göre sosyalist olmayan) fikirlerle tanışması sol bir hayat görüşüne evrilmesi bile senin dahi tespit edebileceğin somut değer verileri olabilir.”

    Asil sorun da burada bence.

    Deniz Gezmis’i rol modeli olarak alanlar, onu bir rol modeli olarak sonradan gelenlere (ya da cagdaslarina) takdim edenler bence yanlis yaptilar ve yapiyorlar. Hem de cok.

    “Yazdıklarından anladığım kadarı ile senin 25 yılın üzerine koyduğun ayların değil çok senelerin olmuş bu arada özümsediğin bilgi birikimi ile kitlelere sen yol gösterseydin vahşi batı kahramanı gibi tek meziyetleri silah kullanmak gibi sunduğum Deniz’lerin peşinden gitmeselerdi.”

    Bu bir faraziye olmakla beraber, haklisiniz. Keske ben o gunlerde orada olabilmis olsaydim, ve bugunku aklim olsaydi da itiraz etseydim; engellemege calissaydim. Bu benim kabahatim olsun. Kabulumdur.

    Fakat, ayni nefesete, o gun orada olan aksakallilarin bu kabahati/kusuru/yanlisi fiilen (teorik filan degil) islediklerini de soylemek zorundayim.

    “Deniz’i darbecilere hizmet eden ajan provokatör imasıyla tanımlamanda eleştiri özgürlüğününde üzerinde iyi bir saçmalama özgürlüğü olmuş.”

    Oyle okuduysaniz uzuldum.

    Fakat, samimi oldugunu ve ikircimsiz bir devrimci oldugunu kabul edersek –ki, ben kabul ediyorum–, o gunku aciliyet cercevesinde (hani, nasil derler? ‘denize dusen yilana sarilir’ misali) boyle bir isbirliginin olmasini ihtimal disi gormek ne kadar dogrudur?

    Nitekim, galiba daha sonralariydi, ‘yol terorisi’ olarak formulize edilen bir yaklasimin varligini da duymustuk: “Ikimiz de Istanbul’dayiz; Ankara’ya gidecegiz. Beraber gidelim. Eger yollarimiz Bolu’da ayrilirsa, gam degil; en azindan Bolu’ya kadar daha kolay gitmis oluruz”..

    Yol teorisini gundeme getirenlerin de samimi oldugunu kolayca farzedebiliriz.

    Onlara itiraz edenlere de “biz can derdindeyiz, senin derdin ne” diyebildiklerini de.

    Fakat, ‘dereyi gecinceye kadar ayiya dayi demek’ iyi hos da, dere gidip de geride su kaldiginda gordugumuz sey, evet, bazan bu tur indi ve pragmatik adimlar ideolojinin –kendisini degilse de– kamu nazarindaki durusunu ziyadesiyle kirletiyor.

    Ve, asil kirlenenler de liderler, onderler, kisaca aksakallilar.. Samimi olamayacak kadar kirli. Bunu itiraf edemeyecek kadar da vurdumduymaz. Butun bunlari ortmek icin de, gecmiste verilmis ‘sehit’leri gosteriyorlar geriden gelen tifillara rol modeli olarak..

    “Fincancı katırları konusuna gelince sen Necip eleştirilerini denize Mahir’e yönelt fincancılardan korkma, Deniz yerine mazallah egemenleri sarayı falan eleştirirsin fincancılar Twitter yorumları nedeniyle hapse attıkları 18 yaşından küçük çocuklar gibi senin eleştirilerinide görürler. Eleştiri listenin en altlarına bak belki daha güncel ve yakıcı sorunlar görebilirsin”

    Bunu da yapabilirim tabii ki. Ama, gordugum kadariyla bu konularla ilgilenenlerin sayisi hic de az degil; bana ihtiyac yok gibi.

    Dahasi, magazinel hale gelmis mevzular uzerinde cok fazla durmak, esasi kaybettiriyor bazan.

    Ya da soyle soyleyeyim: Twitter uzerinden keskin yorumlarda bulunanlari teşçi edip, neyle karsilasacaklari iyice belli olan bir akibete sevketmek belki sivil direnis anlaminda anlamli olabilir; ama sivil direnisi asil gostermeleri gerekenlerin cocuklari one surmesinin sorumlulugunun da gozardi edilmemesi gerektigi kanaatindeyim.

  77. Gün abi, GEZİ’yi çok özlüyorum. Ütopyacı mıyım?

  78. hiç de değil. yeniden yaşanacaktır.

  79. Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, insan olmaktır.

    İnsan olmanın yegâne temeli insana sevgidir. Hayatın boyunca, insanlara güzelliği, aklı ve adaleti öğretmeyi görev bileceksin. Bilgin varsa, bedel beklemeden paylaşacaksın. Buna imkân ve şeraitin müsait değilse, yanındaki üç veya beş kişiye katıksız sevgini vermeyi deneyeceksin; onların hayat yükünü bir nebze hafifletmeye çaba göstereceksin. Bunu yaparken Türk mü, yoksa Hindu mu, Yamyam mı diye sormayacaksın. Çünkü insan, galiplerin hasbelkader çizdiği sınırlara sığmayacak kadar kıymetli bir hazinedir.

    Dahili ve harici bedhahlarla etrafın çevrili olabilir. Sen şerri bahane etmeyecek, hayırhahlığını ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin. Zira kötülük, esarettir. Manevi istiklalini ve manevi hürriyetini ancak insan olmakla kazanabilirsin.

    Düşman bütün tersanelerine girmişse, vazifeye atılmadan önce düşüneceksin. Önce, düşman mı diye soracaksın. (Çünkü bugün düşman olan yarın dost olabilir.) Sonra onu kendine düşman etmek için ne hata yaptığını düşüneceksin. (Çünkü düşmanlık, herkes için ağır bir yüktür.) Gönlünü kazanmayı deneyeceksin. Tersaneyi beraber işletmeyi teklif edeceksin. (Öylesi her ikiniz için daha kazançlı olabilir.) Sonuç alamasan, bir tersane uğruna düşman olmaya değer mi diye bir kere daha kendine soracaksın. Bunları yapabilirsen, inan, dünyanın tüm tersaneleri senin olur. Tüm ordular sana boyun eğer. Tüm kalelerini terkedecek gücü ve güveni kendinde bulursun.

    Memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar sana “düşünmeyeceksin!” diyebilirler. Kendi çorak ve bencil emellerine seni muhafız ve müdafi yapmak isteyebilirler. Kuşaklardan beri süren iktidarlarını bir gün daha korumak için senin damarlarındaki kanı talep edebilirler. Memleketin bütün tepeleri kan ve intikam bayraklarıyla donatılmış, bütün mektepleri zaptedilmiş, bütün mahkemeleri elde edilmiş, bütün gazete köşeleri bilfiil müstevlilere terkedilmiş olabilir. Millet, cehalet ve propaganda içinde serseme dönmüş olabilir.

    Ey insan evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, insan olduğunu unutmamaktır. Muhtaç olduğun kudret tanrı vergisi olan vicdanında ve her gün çalışarak geliştireceğin aklında mevcuttur.

    ***

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/genclige-hitabe/8202/

  80. “Deniz Gezmis’i rol modeli olarak alanlar, onu bir rol modeli olarak sonradan gelenlere (ya da cagdaslarina) takdim edenler bence yanlis yaptilar ve yapiyorlar. Hem de cok.”

    “Yanlış yaptılar ve yapıyorlar.”

    Bu mu?

    Necip, şimdi sen yanlış yaptıklarını yazdın diye sana mı inanacağız? Senden önce de yanlış yaptıklarını yazanlar oldu, onlara mı inanacağız?

    Her, yanlış yaptılar, diyene inanacak mıyız?

    Senin ispat usûlün bu mu?

    Hani bilimsel biriydin sen?

  81. marxist argüman

    cahil softa necip aldigi sagli sollu kro$elerle sallanmaya baslayinca hayranlari “necip’i yedirmeyiz” diyerek takviye kuvvet olarak devreye girdiler. bkz. 63 nolu yorum. 41 nolu yorumcunun isabetle tespit ettigi gibi bu cahil softa necip ada$i necip fazil kisakürek adli islamci-türkcü kumarbazin teorileri ile sosyalistlerle/marxistlerle tartisabilecegini saniyor. bu n.f.kisakürek bilindigi gibi tayyip’in, abdullah gül’ün feyz aldiklari büyük üstad oluyor. bu cahil softanin ilk yorumlarina bakin günzilelicom sitesini ideolojik olarak fethetme havasi ile yorumlar yaziyordu. dini dogmalari bilimsel bilgi sanan böyle cahillerle fikir tartismasi yapmak mümkün degildir. softa necip ve takipcilerine yine asik ibreti’den bir siir armagan edeyim:

    Yarınki cennete etmeyiz minnet
    Cenneti vücud-u insan biliriz
    Münevver kitleye vererek kıymet
    Allah mefhumunu vicdan biliriz

    Gâip lâzım değil, n ‘ideriz lâfı
    Mevcut gördüğümüz bizlere kâfi
    Sevgi âb-ı hayat safidir safi
    İçenleri ehl-i irfan biliriz

    Gerçek aşık siler kalbin tozunu
    İrfan ışığında açar gözünü
    Kâmilin ağzından çıkan sözünü
    Hemi hadis, hemi Kuran biliriz

    Ahlâk abdestine veririz cevaz
    Vücut camiinde kılarız namaz
    Dostun eşiğine eyleyip niyaz
    Kendimize bunu erkân biliriz

    İBRETİ, yavaş ol, gözle turâbı
    Cehennem ateşi, vicdan azabı
    Neylersin yarınki yevmülhesabı
    Olgunları huri gilman biliriz

    emekli nasihati:

    kuzenovski, bakiyorum fikir-düsünce namina yazacak birsey bulamayinca emekli nasihati vermeye basladin.

    43 nolu yoruma cevap:

    sizin bahsettiginiz teoriler “komplo teorileri” kategorisine giriyorlar. düsünme ve anlama cabasini zahmetli bulanlar böyle teorilere pek ragbet ederler. dünyada olan biteni senaryosu önceden yazilmis sinema filmi sanirlar. yahudi düsmani avrupali-amerikali sagci/milliyetci kesim bu teorileri üreten ve yayan asil kaynaktir. bu komplo teorilerine göre birtakim cikar gruplari devleti ekarte edip dünyayi kontrol ediyorlar. yani anlayacaginiz yine devleti koruyan, savunan vatansever fasistler var karsimizda.

  82. “şimdi sen yanlış yaptıklarını yazdın diye sana mı inanacağız? Senden önce de yanlış yaptıklarını yazanlar oldu, onlara mı inanacağız?

    Her, yanlış yaptılar, diyene inanacak mıyız?

    Senin ispat usûlün bu mu?

    Hani bilimsel biriydin sen?”

    Biliyor musunuz, bu yazdiklarinizi okurken aniden dank etti ve kahkaha ile guldum.

    Kabul etmeliyim ki, cok rafine bir espri anlayisiniz var.

    Espriye espri ile cevap vermek gerekir ama ben o kadar yetenekli degilim; dolayisi ile, ciddiye alip cevap vermegi deneyeyim:

    Once su en sondaki: Bilimsel birisi oldugum zehabina kapilmaniza ben sebep olduysam, hay aksi, bu kadar mi yanlis anlasilir insan..

    Geriye dogru gidelim: Ispat mi?.. Neyin ispati? Ben, sadece, cikarimlarimi ve kanaatlerimi yaziyorum.

    Simdi de gelelim kime inanacaginiz konusuna..

    Bence hic kimseye inanmayin. Akliniza itimat edin; neyin/kimin daha isabetli olduguna siz karar verin. Yine de inanmayin.

  83. Necip ve ogürsel

    Mehmet Ayvalıtaş,
    Abdullah Cömert,
    Ethem Sarısülük,
    Medeni Yıldırım,
    Ali İsmail Korkmaz,
    Ahmet Atakan,
    Hasan Ferit Gedik,
    Burak Can Karamanoğlu,
    Berkin Elvan…

    Bu gençler, 1970’ler boyunca yaşananlardan ders almadıkları için mi öldürüldüler?

    Bu gençlere, ‘bakın sizler de Deniz Gezmiş gibi şehitlik statüsüne erişebilirsiniz, ülkede herkes sizin de isimlerinizi daima yaşatır. Şu Taksim gezi parkındaki birkaç ağaç bahane edilerek çıkarılan olaylara sizler de katılın, sokaklara dökülün ve sizi öldürmelerini bekleyin.’ diyerek beyinleri mi yıkandı?

    ‘Fakat, ayni nefesete, o gun orada olan aksakallilarin bu kabahati/kusuru/yanlisi fiilen (teorik filan degil) islediklerini de soylemek zorundayim.’

    Bu gençleri de ölüme gönderen sizin bahsettiğiniz ‘aksakallılar’ mıydı?

    ‘Bu gençler de sokağa çıkmasalardı, öldürülmezlerdi. Niçin Deniz Gezmiş’e heveslendiler? Evlerinde uslu uslu oturacaklarına, sokağa çıktılar, otoyolda da protesto yapacağım derken arabanın altında kalıp ezildiler, biber gazı kapsülünü kafalarına yediler ve yoğun gaza maruz kaldılar, polis kurşunu yediler, asker kurşunu yediler, haydar adı verilen sopalarla dövüldüler, protestoyu bir apartmanın çatısından yapayım derken dengelerini kaybedip zemine düştüler, mafyavari bir çetenin çatışması esnasında öldürüldüler, mahalle ortasında çıkan kimvurdu kurşununa yem oldular, hastanede koma halindeyken öldürüldüler. Aksakallılar tarafından beyni yıkanan bu gençler de akılsız davrandıklarına göre benim eleştiri hakkım vardır.’ Bunu mu demek istiyorsunuz Necip?

    ogürsel, bu gençler, ‘yöntem’ bilmedikleri için mi öldürüldüler? Bu gençleri de ‘yöntem bilmedikleri için eleştiriyor musunuz’?

    ogürsel, siz ‘yöntem’ biliyor musunuz?

  84. Askere giden / çocuğunu gönderen herkes bu düzende pay sahibidir.

    Parası olup askere gitmemeyi başaranlar (+) parası olsa da askere şevkle gidenler ile,

    Parası olmayıp askere (gönüllü/gönülsüz) gidenleri ayırt etmeyi öğrenmek zorundasınız.

    Parası olmayanların, parası olanlara göre “askerlik mefhumu”ndan çektikleri çile dünyanın her yerinde daha fazladır. Bunu kanıtlamak için istatistik verisine ihtiyaç yok. (“Üniversite tahsiline ulaşabilenler de şanslı”, diyenler çıkabilir. Durum, yine de, paraya dayanıyor. Tahsilin alçak veya yüksek olması, “askerlik mefhumu”nda belirleyici değil, ama “para” belirleyici.)

    Bir de üçüncü ve sayıca az olan bir grup var. Parası olmayıp askere gitmeyi reddedenler. Bunu herkesin yapması beklenemez. Gün Zileli’nin veya Tayfun Gönül’ün yaşadığı hayatlara bakın, anlarsınız…

    Bir toplumda herkes, o topluma kodlanmış normları reddederek yaşama cesaretini kolay kolay gösteremez.

    “Aç kalmak tehlikesi”nin insana neler yaptıracağını etraflıca düşününüz, hele hele bir topluma kodlanmış normlar bu tehlikeyi sürekli körüklüyorsa.

    Son olarak,

    Recep Tayyip Erdoğan’ın diktatörlüğünü nasıl sağlamlaştırdığını sadece ama sadece “din”, “laiklik” eksenlerinde inceleyip, “ekonomi”yi dışarıda tutarsanız, hata yaparsınız.

    Her diktatör ilk önce “aç bırakma tehlikesi”ni yayarak tehdit eder, “ekonomi”yi aşama aşama veya çabuk tekeline alır, “din” ve diğer “soyut görünümlü” olguları daha sonra tehdit mühimmatı olarak kullanır.

    Aç bırakılan insanın, bir müddet sonra, namaz kılmaya da mecali kalmaz, kilisede pazar ayinlerine katılmaya da mecali kalmaz, sinagogda Tevrat rulosu okumaya da mecali kalmaz, yoga yapmaya da mecali kalmaz.

    Eğer bir diktatör, aç bırakmakla tehdit ettiği kitleyi, “ümmetin geleceği sizlersiniz” kelimeleri ile boyunduruğu altına almayı beceriyorsa, diktatör o “din”i sanki kendi mühimmatıymış gibi kullanmış olur. Aç bırakmakla tehdit etmese, o “din” de bir işe yaramaz.

    Tehdit kaynağınızı sürekli “ekonomide tahakküm” ile sağlarsanız, diktatörlüğünüzü pekiştirirsiniz!

    “Aç kalmak tehlikesi” üzerine daha dikkatli kafa yormalısınız!

  85. narsist argüman'a

    emekli nasihati:

    kuzenovski, bakiyorum fikir-düsünce namina yazacak birsey bulamayinca emekli nasihati vermeye basladin.

    —-

    Nerdeee ben de o siyasi bilinç… hem unutma Necip arkadaş en yakın arkadaşım benim… Ciddiyim bak!.)))

    Kuzenovski

  86. Bize bilmediğimiz, duymadığımız bir şey söyle be Necip?

    Nasihatçılık senin mesleğin mi? ‘Kızım bak sen en iyisi türban takmaya şimdiden alıştır kendini, şeriat geldiği zaman adapte olmakta zorluk çekmezsin.’ gibi bir mizacın var.

    12 Eylül’den sonra kurulan düzende hayata tutunmaya çalışan anneler babalar, çocuklarına, ‘darbeye biz de karşıydık ama Kenan Evren’i sadece bir noktada haklı buluyoruz: Akan kanı durdurdu. Sonra işkence-mişkence haberleri çıktı ama yine de 12 Eylül’den önce oluk oluk akan kanı durdurduğu için darbenin hakkını teslim edelim.’ hikayesini anlatır.

    Necip sen Kenan Evren’in yaptığı darbeyi de meşru görüyor musun?

    Celâl Şengör ile bir ahbaplığın var mı Necip?

    ‘Dışkı yedirmek işkence değildir…’

    ‘Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibileri birer hayduttu…’

    | http://www.radikal.com.tr/yazarlar/armagan-caglayan/diski-yedirmek-iskence-degildir-1477196/ |

  87. Şu “askerlik mefhumunda paranın belirleyici olması” üzerine bir bilgi daha vereyim.

    ABD ordusuna katılan kişilerin hepsi olmasa bile çok büyük bir kısmı “askerliği meslek edinmek için” değil, “sözleşme & dönem bazlı” kararlarını veriyor. Çünkü federal hükümet ile toplum arasında askerlik konusu ile ilgili yıllara yayılan “norm” bu şekilde oluşmuş.

    Bu “norm”, sözleşme sonunda yüksek meblağlı para ödeyeceği vaadiyle orduya asker toplamak için, ABD hükümetinin Hollywood yönetmenleriyle (propaganda) reklam filmleri hazırlayacak kadar sıkı bağları olan bir yapı.

    Eğer bu askerlerden biri Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye gönderildiğinde ölmez de sağ kalırsa, sözleşme sonunda parasını alıp, ya üniversite eğitimi için, ya kız arkadaşıyla evlenmek için, ya da iş kurmak için kullanıyor. (Bu “sözleşmeli askerlere” her ay maaş ödeniyor elbette. Sözleşmesi bitince de, bir tür ikramiye gibi, yüksek meblağlı ödeme de yapılıyor.)

    Şimdi Türkiye’ye gelmekte olan yeni sistemi haber vereyim.

    Zaten “peygamber ocağı” diye kutsiyet atfedilen bir kurumun asker toplamakta sıkıntı yaşaması pek mümkün değil. Zorunlu olsa da olmasa da “askerlik hizmeti” denen garabete, “kutsiyet” yamanınca akan sular duruyor. Türkiye’deki “norm” da bu şekilde oluşmuş.

    TSK’nın hazırladığı şu reklam filmini izlerseniz, “askerlik mefhumunu” daha da cazip hale getirmek için nasıl çaba harcadıklarını ve planladıkları yeni sistemi görürsünüz:

    https://www.youtube.com/watch?v=aZMCqdtImZA

  88. yani sözkonusu komünizm olunca amerika’nin akil danismaligi dogrultusunda türkiye ve iran’in laik devlet fraksiyonu islamci fraksiyon ile isbirligi yapiyor.

    Yalçın Küçük’ün bütün kitaplarını üşenmeden okudun mu?

    O da der ki,
    Eylülizmi, büyük sermaye ile bütünleşmiş kemalistlerin kemalizmin son kalıntılarını da kazıma dönemi olarak düşünebiliriz; eylülist darbeden hemen önce, gelmekte olan askeri darbenin çok koyu bir islamcı politika izleyeceği kestirimim de bunu haber veriyordu, artık gerçekleşmiş olduğunu hep biliyoruz.

  89. özgürlükçü

    Konuşulanın tam aksine erken seçim ihtimalinin olmadığını düşünüyorum.Haziran şokunu yaşayan egemen efendinin böyle bir riske gireceğini sanmıyorum.Anlatılanın aksine HDP nin değil baraj sorunu yaşamak 10 milyon seçmene şimdiden ulaşıp HDP cıvarında oluşan Toplumsal muhalefetin Demokrasi bloğunun mıknatıs gibi bütün sistem mağdurlarını kendine çekip çok hızlı büyüdüğü iklimde tutuklama sansür dokunulmazlık gibi tedbirlerin bu büyümeyi engellemediği iklimde sarayın erken seçim yapmasını engelleyen HDP nin bu durumu olmuştur.
    Zaten seçimle elde etmesi gereken vekil açığını zaten sarayın yedekleri chp-mhp gidermektedir(dokunulmazlık yasası komisyondan meclise akp-chp-mhp oy birliği ile geliyor)Saray sanılanın tam aksine değil erken seçim HDP deki bu hızlı büyüme trendinin korkusundan zamanında seçimi bile nasıl ertelerim hesaplarını yaptığından eminim.Seçeneksiz değiliz seçeneğimiz var HDP var umut VAR.

  90. “Robert Owen kimdi?”

    “Özel mülkiyet ortadan kaldırılmadan hastalıkların düzelmesi mümkün değil.”

    Fransız Devrimi’nin fırtınası (1789-1800) Avrupa’yı kasıp kavururken, Amerika’da Bağımsızlık Savaşı (1776-1800) bütün bir kıtayı birbirine katarken, İngiltere’de her şey ağırdan ama derinden ilerliyordu.

    Buhar ve dokuma makineleri iktisadi yapıyı değiştirmekle kalmamış aynı zamanda yüz binlerce yoksul köylüyü kentlerin varoşlarına sürüklemişti. Kentler adeta bir suç yuvasıydı. Alkol, fuhuş, kumar ve yankesiciliğin haddi hesabı yoktu.

    Anlayacağınız dedektif Sherlock Holmes pek meşguldü.

    Bunlar olurken, 14 Mayıs 1771 tarihinde Gal bölgesinin küçük bir kasabasında bir döşemecinin altıncı çocuğu olarak, Robert Owen dünya gelmişti.

    Sıradan bir çocuktu Robert.

    4 yaşında okula başladı. 7 yaşında kendi ifadesiyle “okuma ve yazmayı çözdükten ve matematiğin dört işlemini yapabildikten sonra” eğitimini tamamlamış sayıldı. Ama okuma ve sorgulama hevesi, öğretmeninin dikkatini çekmiş, bu nedenle ona 10 yaşına kadar “yardımcı öğretmenlik” görevi verilmişti.

    O artık ne okulun ne baba ocağının ne de kasabasının onun zihinsel açlığını doyuramayacağını görmüştü. Oliver Twist gibi 10 yaşında Londra’ya gitti.

    Üç yıl çıraklık yaptı ve sonra da bazı mağazalarda satış elemanı olarak çalıştı.

    Okuma alışkanlığından hiç vazgeçmedi. Dönemin ilerici romanlarını ardı ardına okumuştu. Sonra Antikçağ yazarlarını ve özellikle de onlara ait biyografileri bitirmişti.

    İngiliz filozofu Francis Bacon, John Locke, Fransız materyalist filozofları Rousseau, Helvetius ve özellikle de ütopik sosyalist Morelly’nin eserleri başucu kitapları olmuştu…

    16 yaşında Manchester’a taşınmıştı Robert.

    Becerikli bir satış elemanı olarak dikkat çekti. Tanıştığı bir makine ustasıyla birlikte kendi geliştirdikleri dokuma makinelerini üretmeye başladılar…

    Henüz 18 yaşında 40 kişilik bir işyerinin patronu olmuştu. Sonra da İngiltere’nin 500 kişi çalıştıran en modern dokuma fabrikasının genel müdürü.

    Çalışkanlığı ve zihinsel yetenekleri sayesinde fabrikanın bütün işleri onun yönetimine bırakılmıştı. O da fabrikayı 6 ay içinde Manchester’ın en büyük ve başarılı işyeri haline getirmişti.

    İşçilere, o güne kadar duyulmamış haklar tanımış, yüksek ücretler vermişti. Aklı ve bilimsel yöntemleri devreye sokarak üretimi olağanüstü artırmıştı…

    DÜŞÜNEN MAKİNE

    Felsefenin yanı sıra bilime de çok meraklıydı Robert, buhar makinesini gemilere uyarlayan Robert Fulton’la yakın arkadaş olmuştu. Dönemin en önemli kimyacısı John Dalton’un evinde bilim, din ve toplum üzerine verimli tartışmalara katılıyordu…

    Aralarında ünlü bilim ve düşün adamlarının olduğu “Manchester Edebiyat ve Felsefe Topluluğu”nun saygın üyelerinden biri olmuş ve orada çalışma hayatı ile insan karakteri üzerine birkaç başarılı sunum da yapmıştı. İnsan karakteri, bilim ve üretim üzerine makaleler de kaleme alıyordu. Bilimin toplum hizmetine sunulmasına yönelik vurguları nedeniyle entelektüeller onu “düşünen makine” ya da “insanları kimyayla yaratmayı düşünen filozof” diye nitelendiriyorlardı.

    Robert’ın yarattığı başarının sırrı kullandığı teknolojide değil, toplumsal ve felsefi görüşündeydi. Ona göre, “insanoğlu doğuştan ne iyi ne de kötüydü. Toplumsal koşulların bozukluğu insanoğlunu ahlaki ve zihinsel olarak mahvediyordu. Eğer imkân verilirse, insanın başaramayacağı güzellik yoktu.”

    Artık Robert Owen, siyasi ve felsefi düşüncelerini özgün bir modelde denemek istiyordu. Amacı, koşullarını kendisinin belirlediği bir “yaşam ve üretim merkezi” kurmaktı.

    Bunun için ilk fırsat da eline geçmişti…

    İskoçya’nın köklü bir ailesine mensup bir fabrikatör ve Glasgow Kraliyet Bankası’nın genel müdürü olan David Dale, Robert Owen’a ortak bir işyeri kurma teklifinde bulunmuştu. Ama bunun için Lanark’a gitmeliydi, çünkü orada iyi çalışmayan bir dokuma fabrikası vardı.

    Owen, 1 Ocak 1800’de, kendi ifadesiyle “Lanark Hükümeti’nin başına geçmişti”. Ama Owen’ın, David Dale’le ilişkisi şirket ortaklığından da öteydi. Owen, Dale’in, Caroline adındaki 19 yaşındaki kızına âşık olmuştu. Kısa bir süre sonra bu aşk evliliğe dönüşecek ve bu evlilikten de her biri bir başka alanda başarı gösterecek 7 çocukları olacaktı.

    Kısacası Owen, İngiltere’nin sayılı burjuvalarından birinin damadı olmuştu…

    Lanark Projesi ise “sadece çalışanların değil, bölgede yaşayan bütün insanların hayatlarını değiştirecek ve onlara mutlu olacakları bir hayat sunacaktı.” Halk, “tembellik, yoksulluk, her türden ahlaki bozukluk içinde yaşıyordu. Herkes borçlu, hastalıklı ve sefildi.”

    Halkın kurtarılması lazımdı…

    İşçiler, düşük ücret karşılığında 15-16 saat çalışmak zorundalardı; bölgenin yetimhanelerinden getirtilen 6-13 yaş arası çocuklar, günde 13 saat karın tokluğuna çalışıyorlardı.

    Aileler tek bir göz evde, çamur deryasının içinde, hastalıklarla boğuşarak yaşıyorlardı. Çocuk ve kadın ölümü oranı çok yüksekti.

    Söz konusu kötü koşulların yanı sıra fuhuş, kumar, alkol, kavga ve cinayetler de günlük vakalardan sayılırdı. Bilimsel sosyalizmin teorisyenlerinden Engels, sonradan bu koşulları “İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu” başlıklı muhteşem eserinde kaleme alacaktı.

    KAPANAN KAPILAR

    Bütün bu koşulları değiştirmeyi kafasına koyan Owen’a en büyük direnci ise ne yazık ki işçilerin kendileri gösteriyorlardı. Yılların alışkanlıkları ve geleneklerinden gelen ahlaki yapı ve karakter bozukluğu nedeniyle kimse kimseye güvenmiyordu; kimse kimseden iyilik beklemiyor, yapılan her iyiliğin ardında bir çapanoğlu arıyordu.

    12 yıl sonra Owen, deneyimini “Yeni Bir Toplum Görüşü (A New View Of Society, 1813)” adı altında kaleme almıştı.

    Orada her şey ayrıntısıyla not edilmişti:

    Fabrikada en gelişmiş teknoloji kullanılmıştı; makinelerin büyük bir kısmı onun icadıydı; yetişkin işçilerin çalışma saatleri 10,5 saate indirilmişti, 1,5 saat de dinleniyorlardı; çocuk işçilerin çalışması yasaklanmıştı; hastalık, kaza ve ihtiyarlık sigortasının ilk adımı olarak bir fon oluşturulmuştu; suç oranlarının azaltılmasını sağlayacak bir dizi idari tedbir alınmıştı; hiçbir işçi hırsızlık yapmıyordu; alkol yasaklanmış; kontroller artırılmış ve herkesin aydınlatılması için eğitim seferberliği başlatılmıştı. Kadınlar için hem okuma yazma hem de meslek kursları düzenlenmişti; çocuklar için kreşler kurulmuştu.

    Sorunlar çıktığında polis ve mahkemeler devre dışı bırakılıyor, işçi temsilcilerinden oluşan bir heyet, bütün sorunlara el atıyordu. Tam bir özyönetim söz konusuydu. Din ve kanaat özgürlüğü vardı, ama hiç kimse kendi inancını bir başkasına dayatamazdı. Hiç kimsenin herhangi bir imtiyazı yoktu.

    Çalışma güvenliğinin yanı sıra temizlik ve sağlığa çok önem veriyordu.

    Fabrikanın yakınına toplu konutlar yaptırılmış ve böylece zaman kaybı da önlenmişti; işçi ailelerinin toplu ve düzenli evlerde yaşamalarını sağlayan konutlar-lojmanlar yaptırılmıştı.

    İşçiler Owen’a ancak 6 yıl sonra, o da malzeme eksikliğinden dolayı üretim yapılamayınca ve işçiler birkaç ay evlerinde boş oturdukları halde maaşlarını almaya devam ettiklerinde güvenebilmişlerdi.

    Owen’a göre insan karakteri, toplumsal koşulların değiştirilmesiyle biçimlendirilebilirdi. Sömürünün, baskının, sefaletin ve aşağılanmanın olmadığı bir uyum dünyasını kurmak mümkündü. Ama önce koşullar değişecek ve insanlar adım adım biçimlendirileceklerdi. Owen ilk kez bu düzenin adını “sosyalizm” olarak ifade etmişti. Ayrıca ona göre kapitalizm, feodal düzene rahmet okutmuştu. Bu düzende insan sömürülmekle kalmıyor, ahlaki olarak da çöküntü yaşıyordu.

    Owen’ın ünü Avrupa’ya ve Amerika’ya yayılmıştı. Londra, Paris, Berlin, New York, Petersburg, Viyana gibi başkentlerde konferanslara davet ediliyordu. Avrupa’nın bilim ve düşün adamlarının yanı sıra Rus Çarı Nikola, Avusturya Prensleri Johann ve Maximilian (bir süre için Meksika Kayzeri), Prusya Kralı, bankerler vs. ardı ardına onu davet ediyor ve ondan bilgi alıyorlardı.

    Ama gel gör ki o bir sosyalistti ve bütün bozuklukların kökenini özel mülkiyette görüyordu. Ona göre “özel mülkiyet ortadan kaldırılmadan hastalıkların düzelmesi mümkün değildi.”

    Bunu söyleyince de önce saray kapıları sonra da salonlar teker tek kapanmıştı…

    KOMÜN DENEYİMİ

    Ama Owen yılmadı. Söz konusu düzenin işleyebileceğini bütün dünyaya göstermek istiyordu…

    5000 kişiden oluşan işçi ve ailelerini ikna ederek, bütün malını mülkünü de satarak ve ailesini de yanına alarak Amerika’ya göç etmiş ve İndiana Eyaleti’nde “New Harmony” (Yeni Uyum) adında eşitlikçi bir komün kurmuştu.

    Komünde herkes eşitti. Kimsenin özel mülkiyeti olmayacaktı, herkes yeteneğine göre çalışacak, emekleri kadar da kredi sahibi olacaktı. Onun başkanlığında bir yönetim, danışma usulüyle her şeye karar verecekti. Komünün anayasası vardı ve bu herkese uygulanacaktı.

    Ama gel gör ki işler düşünüldüğü gibi gitmemişti. Önce kazıklanmışlar; onlara satılan arazinin dere kenarında değil, çorak bir yerde olduğu saptanmış, sonra da tahmin edemedikleri ve doğadan kaynaklanan başka zorluklarla karşılaşmışlardı. Sorunlar, iç tartışmaları tetiklemiş ve komün kendi içinde tartışmalara boğulmuştu.

    Bunun üzerine Owen, 15 yıl sonra komünden ayrılarak yeniden İngiltere’ye dönmüş, geri kalan zamanını, toplumun iyileştirilmesi için düşündüğü projelerini kaleme almakla geçirmişti.

    Owen, komün deneyimini, sonradan “erken bir girişim” olarak değerlendirecekti…

    Ama Komün dağılmadı. Daha da büyüdü ve adeta herkesin ziyaret ettiği bir Kâbe’ye dönüşmüştü. Ünlü bilim adamları, yazarlar ve siyasetçiler komünü ziyaret ederek bilgi almaya ve destek vermeye devam ettiler.

    Komünün okulları, matbaası, gazetesi, üretim işlikleri vs. vardı. Amerika’nın ünlü yazarı Emerson, komünün etkisini şöyle anlatıyor: “Amerika’ya gelen her aydının yelek cebinde bir komün projesi vardır.”

    Robert Owen’ın oğlu sonradan İndiana Eyaleti’nin valisi oldu.

    Komünde yetişen Frances Wright, Amerika’nın kadın hakları hareketinin lideri oldu.

    Komünde uygulanan birçok yasa, Amerikan eyaletlerinde uygulamaya sokuldu.

    Owen’ın görüşlerinden etkilenen işçi liderleri, İngiltere ve başka ülkelerde sendika ve kooperatifler kurdular, yardım ve grev fonları oluşturdular, makine kırıcılığına (Ludditler) karşı çıkarak çağdaş işçi sınıfı hareketinin oluşturulmasına önayak oldular. Sonra bunu işçi partilerinin kuruluşu takip etti…

    Friedrich Engels, Amerika’daki komünleri inceleyen uzun bir makale kaleme aldı ve bunları, “sınıfsız bir toplumun kurulabileceğine dair kanıtlar” olarak ileri sürdü.

    Bu türden girişimler samimiydi, ama başarısızlığa mahkûmlardı ki bunun sonucu “1848 Avrupa devrimleri”nde görülmüştü.

    Robert Owen, koşullar uygun hale getirildiğinde insanların mutlu olabileceği bir uyum dünyasının kurulacağına dair inancını hiçbir zaman kaybetmedi.

    O, 1858’de, 87 yaşında hayata gözlerini yumduğunda sosyalist harekete muazzam bir miras bırakmıştı.

    Peki yok mu bizde buna benzer düşleri olan? Tabii ki var. Ama bu başka bir yazının konusu…

    Sadık Usta, 8 Mayıs

  91. “Ekonomi”yi önemsemediğiniz müddetçe, dünya genelinde Donald Trump gibi faciaların artmasına engel olamayacaksınız!

  92. YUNANİSTAN’DA GENEL GREV BAŞLADI! HAYAT DURDU…

    Devlet Memurları Sendikası (ADED), İşçi Sendikası (YSEE) ve gazeteciler Sendikası (ESIEA), parlamento genel kuruluna oylama için Pazar akşamı getirilmesi beklenen yasa tasarısına karşı ortak genel grev yürüteceklerini açıkladılar.

    Sendikaların genel grev ilanından sonra Pazar gününe kadar tüm tren seferleri iptal edildi. Başkent Atina’da troleybüs ve otobüsler 48 saat boyunca sefer yapmayacak. Aynı şekilde gemiler de limanlarda bağlı kalacak. Greve katılan gazeteciler, Cuma günü saat 06.00’dan Pazar günü saat 06.00’ya kadar hiçbir haber yayınlamayacak.

    Yunanistan Komünist Partisi’ne bağlı Tüm İşçilerin Militan Cephesi (PAME) Cuma günü Omonia Meydanı’nda, Cumartesi ve Pazar günleri de Syntagma Meydanı’nda üç büyük protesto gösterisi yapılacağını ilan etti.

    http://www.milliyet.com.tr/yunanistan-da-genel-grev-basladi-/dunya/detay/2240547/default.htm

  93. “Şoven bir halk”… yıllardır aydınların; farklı ideolojik, fikri temellerde; sosyalistinden, islamcısına, ulusalcısından Kürd milliyetçisine zavallılıklarına dikkat etsen ve ikballeri için birlikte oldukları insanları, uğruna mücadele verdiğini söyledikleri gençleri, sınıfı ya da dini nasıl harcayıp yeri geldiğinde ölüme terkettiğini görebilsen niye seni değilde işçi sınıfını “yüceltmemiz” gerektiğini anlarsın. Korkma küçülmezsin çok şeyde öğrenirsin

  94. Halkın yanlışlarına dikkat çekmek neden aydınların her yaptığını olumlamak anlamına gelsin? Söylediklerimden niye bu sonucu çıkardınız ki?
    Ya işçiler ya aydınlar, ikisinden birini tercih etmek zorunda mıyız?
    Bahsettiğiniz aydınların eleştirisi gerekli, bunu da yapmalıyız elbette.
    Peki bu ülkedeki linç kültürünün kaynağı daha çok aydınlardan mı gelir yoksa halktan mı sizce?

  95. “Bu gençler, 1970’ler boyunca yaşananlardan ders almadıkları için mi öldürüldüler?”

    Bunu bilemem.

    Dahasi, 70’lerde yasananlar/olenler hakkindan ne kadar bilgi sahibi olduklarini da bilmiyorum.

    Fakat, sunu teslim etmek gerekir gibi geliyor bana: Tamam, öldüklerini biliyoruz –kayitlarda var– ama neden (kendi beyanlariyla, tam olarak hangi amac ugruna) öldüklerini en azindan ben bilmiyorum.

    ‘Tam olarak hangi amac’ deyisim de sunun icindir: Bir protestoya katilanlarin hepsi hep ayni ideolojik amac icin katilmiyor. Yazdiginiz isimlerin karsina, her birinin deklare ettigi amaci da yazmis olsaydiniz, uzerinde konusmak daha kolay olurdu.

    “Bu gençlere, ‘bakın sizler de Deniz Gezmiş gibi şehitlik statüsüne erişebilirsiniz, ülkede herkes sizin de isimlerinizi daima yaşatır. Şu Taksim gezi parkındaki birkaç ağaç bahane edilerek çıkarılan olaylara sizler de katılın, sokaklara dökülün ve sizi öldürmelerini bekleyin.’ diyerek beyinleri mi yıkandı?”

    Bu tur seylerin acikca soylenmesi artik gerekmiyor; ortada epeyi zamandir surdurulen bir gelenek var. Bu gelenek, ‘dava’nin hakliliginin saglamasini, verdigi ‘sehit’lerin sayisiyla yapiyor.

    Ve, tabii ki, boyle olunca da, hakliligin devam ettigini gostermek icin yeni yeni ‘sehit’ler vermek gerekiyor.

    Bu son soyledigimi, ampirik bir veri cinsinden, aksakallilarin cikip da “yapmayin, etmeyin, hic bir sey olume degmez’ deMEdigine bakarak soyluyorum.

    Ve bu, sadece sokaga cikip eylemlere katilanlar icin de sozkonusu degil; bunu gecmisteki cok sayidaki (olumle sonuclanmis veya sonuclanmaga ramak kalmis) aclik grevlerinde de gorebiliyoruz: Liderin ya da lider kadronun bir sozu ile sona erdirilebiliyorlarsa, ki oyle oldu cogu zaman, sona erdirilMEmis olanlarin sonucunda olenlerin sorumlulugunun kime/kimlere ait oldugunu da sormak gerekir bence.

    “Bu gençleri de ölüme gönderen sizin bahsettiğiniz ‘aksakallılar’ mıydı?”

    Bence evet. Cunku, onlarin neredeyse tamami ‘aksakallilar’in orgut veya yapi icindeki iktidarinin bir gostergesi veya pazarlik guclerinin bir parcasi oldular.

    Gerekli goruldugunde cepheye (ya da aclik grevlerine) surulduler; gerek kalmadiginda geri cekildiler (ve aclik grevlerinin sona ermesi emredildi).

    Kimlerin öldügu ya da sakat kaldigi orgut icinde de pek umursanmadi –vakalar ve kayitlara gecen sayilardi onemli olan cunku.

    “Aksakallılar tarafından beyni yıkanan bu gençler de akılsız davrandıklarına göre benim eleştiri hakkım vardır.’ Bunu mu demek istiyorsunuz?”

    Ayni cumlelerle der miydim? Zannetmiyorum.

    Fakat, her eylemden sonra bir muahsebenin yapilmasi gerektigini dusunurum.

    Yani, ‘ne verdik, ne aldik?’ ya da ‘ne kaybettik, ne kazandik?’..

    Kisacasi, karimiz ne oldu?

    Bilmedigim apayri bir muhasebe teknigi yok ise eger, benim gordugum kadariyla, bunca eylem (‘sehit’er de dahil) sonucunda kar hanesine yazilacak cok sey yok –uzun zamandir da bu boyle.

    Hal bu olunca; yani sogukkanli ve objektif bir muahsebenin sonucu pek de pozitif cikmayinca, geriye ne kaliyor?

    Kolay: Duygulara hitap etmek…

    Aksakallilar da tam olarak bunu yapiyorlar.

  96. marxist argüman

    cahil softalarla fikir tartismasi yapmak neden mümkün degildir, iste kaniti, 76 nolu yorum. kendi alemlerinde yasayan bu cahil softalar göz önünde olan gercekten ya bihaber olduklari icin ya da islerine gelmeyen gercekleri “bunlar olsa olsa komünistlerin uydurmalari” deyip inkar ederler. yani göz önünde olan gercegi inkar etmeyi cahil softalar elestiri diye bellemisler. mesela günümüz dünyasinin ekonomik üretim modeline serberst piyasa ekonomisi/pazar ekonomisi ya da kapitalist ekonomi derler. üniversitelerde okutulan iktisat kitaplarindan tutalim, devletleri yöneten politikacilara kadar, ordan ekonominin ali koc gibi bizzat ba$ aktörlerine kadar, herkes bunda hemfikirdir. tartisilan konu: kapitalist ekonomiden kimin ne zarari ve kimin ne cikari var, bu ekonomik üretim modelinin alternatifleri nelerdir vs. mesela benim bir marxist olarak koc holdingin sahiplerinden ali koc ile kapitalizm üzerine tartismam teorik olarak mümkündür. hatta ali koc’un marxistlerin kapitalizme yaptiklari elestirilerin bir kismini onayladigini son zamanlarda ki demeclerinden biliyoruz. tabii ki ali koc marxist falan degildir, o’nun korkusu “sömürünün dozajini kacirdik, baldiri ciplak yoksullar isyan edip devrim yapabilirler.” tayyip erdogan da devleti yöneten politikaci olarak kapsayici ekonomi haftasinda yaptigi konusmada “yoksullari tahrik etmenin ne alemi var?” anlaminda birseyler söylemisti. fakat mesela siz günümüz ekonomisi üzerine diyelim ki softa necip ile tartismak istediginizde, softa necip söyle bir cevapla sizi $a$kina cevirir: “kapitalizm diye bir ekonomi ya da siyasi/ekonomik model(politik ekonomi) yok, sen gördügün hayaldir.” bu cahil softaligin sosyal demokrat versiyonu da ogürsel, kuzenovski gibi insanlar oluyor. ali koc türkiyenin en iri kapitalisti olarak acikca “emek-sermaye iliskisinden/celiskisinden” bahsederken biz marxistler emek, sermaye gibi laflar demeden ogürsel, kuzenovski lafi agzimiza tikarlar: “sen 19. yüzyilda takili kalmissin, siniflar, zengin-fakir diye birsey yok, o eskidendi.” bu solcu kapitalist ideologlarda kapitalizmin eseri sefalet, aclik, yoksulluk, issizlik, ekonomik kriz, i$ cinayetleri, savas, mültecilik/göc, cevre/klima kirlenmesi vs. manzaralari göz önündeyken, sanki sovyetlerin kendini feshetmesi ile bu sorunlarin tümü ortadan kalkmis gibi yapiyorlar. yani tayyip’in felsefesini dillendiriyorlar: düsünmezsen yoktur! laf uzadi, $imdi 76 nolu yoruma gelelim. amerikan’in yesil kusak projesi, yani allahsiz komünistlere karsi dogal müttefik dinci/islamci gücleri destekleme politikasi benim uydurdugum birsey degil. vikipedia’dan tutalim, yeni akit gibi islamci gazeteler bu gercegi dile getiriyorlar. örnek, yeni akit gatezesinden abdullah sanlidag’dan alinti: “Yani Yeşil Kuşak Projesinin asıl amacı, yükselen komünist dalga karşısında radikal İslam’ın panzehir olarak kullanılmasıdır.” 12 eylülcülerin dini nasil tesvik ettiklerini mesela baskin oran yazilarinda ayrintili yaziyor. ben simdiye kadar gercek olmayan herhangi birseyi burda gercekmis gibi yazmadim, softasi, solcusu ile bre cahiller, benim yazdiklarima “bu da nerden cikti, yalcin kücük’ün kitaplarini mi okudun” diye yorum yazacaginiza internette bir zahmet arastirin, beni bo$a yormayin.

  97. marxist argüman

    özgürlükcü, güzel kardesim senin $u HDP propagandan beni baydi. birde hep ayni seyleri yaziyorsun. cik o kisir döngüden, aklini, zihnini, ufkunu genisletecek konularla da ilgilen. senin bu yasal parti, secim sandigi, parlamentarizm, demokrasi idealizmini elestirmenin vakti geldi. senin kurtulusmus gibi bize sundugun HDP yasal parti olarak kurulmak icin önce T.C. devletine yasal basvuru yapip izin almasi gerekiyor mu? gerekiyor. bir partinin siyasi programi devletin hosuna gitmezse, o partinin programinda devletin varligini tehdit edecek seyler varsa, devlet isterse o partinin kurulus basvurusunu red edebilir mi? eder. sayet devlet siyasi bir partinin kurulus ve faaliyetine izin verdi, fakat bir yasal parti devletin fazlaca rahatsiz edecek politikalar yürütürse devlet, istedigi an o partiyi cesitli gerekce ve komlolarla kapatabilir mi? evet. hem türkiyede hem de bati demokrasilerinde bunun sayisiz örnekleri var midir? evet. devlet, kapatma/kapatilma tehtidini muhalif siyasi bir partiyi islah/terbiye etmek icin demoklesin kilici gibi basinda sallandirir mi? evet. muhalif siyasi bir parti kitlelere “mal olup” iktidar olmadan önce devletin tornasindan gecip, devletin yüksek cikarlari, bir devletin devlet programi, anayasasi dogrultusunda dönüsür mü? evet. bunun bati demokrasilerinde sayisiz örnekleri var midir? evet. mesela alman yesiller partisinin iktidar olduktan sonra yugoslavya savasina almanyanin aktif katilimi ya da yesiller partisi ile sosyal demokrat schröder koalisyon hükümetinin cikardiklari meshur hartz yasalari ile almanya da kiralik isci, is piyasasinin isverenin lehine esnetilmesi. bu yasalari T.C. devleti de kopya etti ve cikardi, fransa da halkin direnisi hükümeti zorluyor. alman lsol partisi de (die linke) su anda yesillerin gectikleri o yoldan, yani düzen/devlet partisi olma yolunda kararli adimlarla yürüyorlar. özetle, muhalif siyasi bir parti devleti/düzeni dönüstüremez cünkü o muhalif parti iktidar yolunda ki o uzun yürüyüsünde devletin tornasindan gecip, devletin istedigi sekilde dönüsmezse iktidar olma sansi sifirdir. yani bir parti iktidar olmussa zaten devlet partisi olmusttur. türkiye gibi ülkelerde devletin programini, diyelim ki laiklik, devletcilik gibi devlet räsonunun bir kismini kökten degistirmeye kalkan AKP gibi partilere nadirende olsa rastlanir. fakat bu räson/reson degisikligi icin bir kere halkin en az yarisinin destegi sart. sonra günümüz dünya siyasi/ekonomik düzeni ic ice gectigi icin, bir devletin programinda köklü degisiklikler yapmak isteyen siyasi bir partinin bir kere bas emperyalistler A.B.D. ve AB’den destek almalari sart. AKP 2007-2008 yillarinda kemalist fraksiyon ile giristigi iktidar kavgasinda amerika ve AB’nin tam destegini aldi, yoksa kemalist devlet refah partisini nasil yasakladiysa AKP’yi de kapatmak istiyordu. AKP’nin kapatilma davasina AB ve amerika acikca karsi ciktilar, yoksa AKP simdi coktan tarih olmustu. batili emperyalistler türkiyeli islamcilari laik kemalistlere karsi neden desteklediler? cünkü AKP’ye bictikleri rol $uydu: iran önderliginde ki amerikan karsiti sii blokuna karsi AKP önderliginde ki T.C.’ ninde icinde yer aldigi amerikanci sunni bloku güclendirmek. bu yazdiklarima inanmayanlara bati basinindan kaynak gösterebilirim.

    sonuc: özgürlükcü kardes, bize nihai kurtulus gibi propaganda ettigin düzen/devlet particiligi er gec kapitalist dünyanin gerceklerine carpip tuz buz olmaktan kurtulamaz.

  98. Asker kaçkını olamayan bir halkın devrim kaçkını olmamasını nasıl beklersiniz peki?
    İkincisi ilkinden daha zor bir mücadele üstelik.

  99. “Bu gençler, 1970’ler boyunca yaşananlardan ders almadıkları için mi öldürüldüler?”

    Bunu bilebirim.

    Dahasi, 70’lerde yasananlar/olenler hakkindan ne kadar bilgi sahibi olduklarini da biliyorum.

    Fakat, sunu teslim etmek gerekir gibi gelmiyor bana: Tamam, öldüklerini bilmiyoruz –kayitlarda yok– ama neden (kendi beyanlariyla, tam olarak hangi amac ugruna) öldüklerini en azindan ben biliyorum.

    ‘Tam olarak hangi amac’ deyisim de sunun icin degildir: Bir protestoya katilanlarin hepsi hep ayni ideolojik amac icin katiliyor. Yazdiginiz isimlerin karsina, her birinin deklare ettigi amaci da yazmis olsaydiniz, uzerinde konusmak daha kolay olmazdi.

    “Bu gençlere, ‘bakın sizler de Deniz Gezmiş gibi şehitlik statüsüne erişebilirsiniz, ülkede herkes sizin de isimlerinizi daima yaşatır. Şu Taksim gezi parkındaki birkaç ağaç bahane edilerek çıkarılan olaylara sizler de katılın, sokaklara dökülün ve sizi öldürmelerini bekleyin.’ diyerek beyinleri mi yıkandı?”

    Bu tur seylerin acikca soylenmesi artik gerekiyor; ortada epeyi zamandir surdurulen bir gelenek yok. Bu gelenek, ‘dava’nin hakliliginin saglamasini, verdigi ‘sehit’lerin sayisiyla yapmiyor.

    Ve, tabii ki, boyle olunca da, hakliligin devam ettigini gostermek icin yeni yeni ‘sehit’ler vermek gerekmiyor.

    Bu son soyledigimi, ampirik bir veri cinsinden, aksakallilarin cikip da “yapmayin, etmeyin, hic bir sey olume degmez’ deMEdigine bakarak soylemiyorum.

    Ve bu, sadece sokaga cikip eylemlere katilanlar icin de sozkonusu; bunu gecmisteki cok sayidaki (olumle sonuclanmis veya sonuclanmaga ramak kalmis) aclik grevlerinde de goremiyoruz: Liderin ya da lider kadronun bir sozu ile sona erdirilemiyorsa, ki oyle olmadi cogu zaman, sona erdirilMEmis olanlarin sonucunda olenlerin sorumlulugunun kime/kimlere ait oldugunu da sormak gerekmez bence.

    “Bu gençleri de ölüme gönderen sizin bahsettiğiniz ‘aksakallılar’ mıydı?”

    Bence hayır. Cunku, onlarin neredeyse tamami ‘aksakallilar’in orgut veya yapi icindeki iktidarinin bir gostergesi veya pazarlik guclerinin bir parcasi olmadilar.

    Gerekli goruldugunde cepheye (ya da aclik grevlerine) surulmediler; gerek kalmadiginda geri cekilmediler (ve aclik grevlerinin sona ermesi emredilmedi).

    Kimlerin öldügu ya da sakat kaldigi orgut icinde de pek umursandi –vakalar ve kayitlara gecen sayilardi onemli olan cunku.

    “Aksakallılar tarafından beyni yıkanan bu gençler de akılsız davrandıklarına göre benim eleştiri hakkım vardır.’ Bunu mu demek istiyorsunuz?”

    Ayni cumlelerle der miydim? Zannediyorum, derdim.

    Fakat, her eylemden sonra bir muahsebenin yapilmasi gerektigini dusunmem.

    Yani, ‘ne vermedik, ne almadik?’ ya da ‘ne kaybetmedik, ne kazanmadik?’..

    Kisacasi, karimiz ne olmadi?

    Bildigim apayri bir muhasebe teknigi var ise eger, benim gordugum kadariyla, bunca eylem (‘sehit’er de dahil) sonucunda kar hanesine yazilacak cok sey var –uzun zamandir da bu boyle degil.

    Hal bu olunca; yani sogukkanli ve objektif bir muahsebenin sonucu pek de pozitif cikinca, geriye ne kalmiyor?

    Zor: Duygulara hitap etmemek…

    Aksakallilar da tam olarak bunu yapmiyorlar.

  100. Ben makarnacı mıyım?

    Makarnacı olmayı kendim mi istedim, yoksa beni zorla mı yaptılar?

    Makarnacı olmaktan kendimi kendim mi kurtarmalıyım, yoksa kolektif olarak mı kurtulmalıyız?

    Makarnacılıktan kurtulmak gerekiyorsa, Karl Marx’tan ve Friedrich Engels’ten notlar çıkarmak istesem, marxist mi olurum?

    Makarnacılıktan kurtulmak gerekiyorsa, Adam Smith’ten ve Milton Friedman’dan notlar çıkarmak istesem, kapitalist mi olurum?

    Makarnacılıktan kurtulmak gerekiyorsa, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den ve Ali Şeriati’den notlar çıkarmak istesem, mütedeyyin mi olurum?

    Makarnacılıktan kurtulmak gerekiyorsa, Mikhail Bakunin’den ve Ivan Illich’ten notlar çıkarmak istesem, anarşist mi olurum?

    Makarnacılıktan kurtulmak gerekiyorsa, örgütlü mü örgütsüz mü harekete başlamalı?

    Peki:

    Bana niçin makarnacı diyorlar?

    Sorun bende mi, yoksa makarnaya muhtaç edilmemde mi?

    Sorun yoksullarda mı, yoksullukta mı?

  101. cünkü AKP’ye bictikleri rol $uydu: iran önderliginde ki amerikan karsiti sii blokuna karsi AKP önderliginde ki T.C.’ ninde icinde yer aldigi amerikanci sunni bloku güclendirmek.

    Stratejik Derinsizlik böyle bir şey olsa gerek…

    ABD ile İran arasında imzalanan, İran’ın nükleer reaktörlerindeki bütün elementlerin ve reaktörlerin işleyişinin gezegene tehdit oluşturmayacak şekilde baştan aşağı düzenlenmesi ve uluslararası denetim kurumlarının gözlemine açık olması, ve bunun karşılığında ABD’nin İran’a uyguladığı ekonomik ambargoların kaldırılması anlaşmasını atlamışsın. (Anlaşmayı imzalayanlar arasında bir çuval devlet daha var. Ama her zaman olduğu gibi başaktör ABD olduğundan, bunun ismini vermek yeterli.)

    https://en.wikipedia.org/wiki/Iran_nuclear_deal_framework

    https://en.wikipedia.org/wiki/Joint_Comprehensive_Plan_of_Action

    Anarşizmi bilmediğin için, standart marxist kafasıyla kalabalık yazılar yazıyorsun.

    Göremediğin şu,

    Her devlet, tarihin bir döneminde kıran kırana düşman bile olsa, gün gelir devran döner, birbirlerinin sırtını da sıvazlar. ABD-İran yakınlaşması ve ABD-Küba yakınlaşmasını göremiyorsan, bu senin stratejik derinsizliğin.

    özgürlükçünün avukatlığına savunan biri değilim. Ama HDP’nin ne amaçla yürüdüğünü standart marxist kafasıyla anlamaya çalışınca, vardığın sonuç hazin oluyor.

    Seni başkan yaptırmayacağız, sözü diktatörlüğe karşı başlama potansiyeli olan bir hareketin işaret fişeklerinden biriydi. Ama bu söz ve bu sözü söyleyen kasıtlı olarak boğuldu, hem AKP hem PKK tarafından.

    Seni başkan yaptırmayacağız, sözünü söyleyen kişi ve mensubu olduğu parti, devletin torna tezgâhından geçerek meclise girmiş bile olsa, diktatörlüğün yıkılması için bir sıçrama rampası işlevi görüyorsa, daima desteklenmeli idi.

    Artık desteklenemiyor çünkü yukarıda da hatırlattığım üzere, HDP, hem AKP hem PKK tarafından kasıtlı olarak boğuldu. (AKP’nin boğmasına şaşırılmaz. Ama PKK’nin niyeti RTE diktatörlüğünü yıkmak değilmiş ki, HDP’nin boğazına yapışmaktan geri adım atmadı.)

  102. Orta Anadolumuzun sirin ve bir o kadar da geri kalmis bir yoresinde nalbantlikla hayatini kazanan buyuk ozan, aydin isnan, cagdas sair ve kiymeti cok ilerde belki bilinecek meshur edebiyatcimiz İlleti, cok daha mufassal ve epik eserinin giris bolumunden su misralarini iletmemi rica etti benden.

    İlleti der ki, Marxist Arguman,
    Kıçında şapka başında tuman
    Beyninde harman sap ile saman
    Getirdiğin geviş kalıbın ziyan.

    Elciye zeval olmazmis; ben aktardim sadece.

    Bahusus selamlari da varmis. 🙂

  103. 84’e
    Laf atılınca dayanamam. Bu bir zaaf! Kabul ediyorum.

    Bakınız argümansız Marksist..
    İşçi sınıfı öldü! Ceset ortada; gömülmedi. Marks’ın işçi sınıfıyla devrim yapılmaz; O işçi sınıfı adına iktidarcı haris küçük burjuvalar cinayetler işler; milyonlarca insanı sopa ile “cennete” sokmaya çalışır; aaa “cehennemmiş meğer!”
    *
    Devrim iyidir!
    Ama zamanı gelmişse..
    Bu nedenle olmalı “reel” Marksistler ya darbecidir ya da mazlum insanları umursamayan züppeler!
    *
    Kafa aynı kafa; islamcılar 1400 yıl sonra “islamiyet aslında yanlış biliniyor” diye konuşurlar ya; sizin gibiler de 1250 yıl sonra aynı retorikle söylenecekler.. “efendim, aslında Marksizm…”
    İnsanın maymundan evrimini kanıtlayan ne de çok kanıt var…

  104. sanırım..
    sanırım.. teorisyen ve Marksizm’i yalamış yutmuş değilim.. ama sanırım bir Neo-Marksizm’e ihtiyacımız var!

    Yeni bir “işçi-emekçi” tanımına… Burjuvazi’ye karşı burjuvazi’nin-kapitalizmin hesabını görecek..
    alternatif bir dünyanın ekonomik ilişkilerini “doğal” biçimde kurgulayabliecek…
    Kafa emekçileri mi? Neden olmasın?

  105. özgürlükçü

    Anonim 89 HDP nin daha doğrusu Toplumsal muhalefetin politik örgütlerinin boğulması mümkün değildir.Pompalanmaya çalışılan algı operasyonunun tam tersi HDP nin büyümesi engellenemediği için devlet-iktidar ekseni sabah akşam HDP yi aleyhinde konuşup sansürle HDP lilerin konuşmasını engelleyip biti bitiyor kendini bitirdi korosuna inanma madem bitti her program HDP yi konuşurken spiker HDP liyi neden çağıramıyor çağırsa işinden olacak holdingin patronunu bile azarlayan seviyede sansür tutuklama dokunma bitenemi yapılır büyüyenemi?
    Son süreçteki başbakan katliamından siyasi ve her türden ırkçı faşist katliamlardan bütün sıkıntı HDP nin beklenenin tam tersi çok hızlı büyümesi bütün çabalara rağmen HDP belkide şimdiye kadar yapamadığı seviyede 12 milyon kürt seçmenin 8 milyonunu şimdiden konsilide etmiştir dokunulmazlık anayasa değişikliğine akp-chp-mhp oy birliği ile geçmesi chp yi zaten sıkıntılı süreçte bitirme seviyesine getirmiştir.saraya muktedir ve diktatöre karşı dik durabilen toplumsal muhalefetin biricik seçeneği olarak kalan HDP etrafında demokrasi bloğu oluşup bu blok mıknatıs gibi bütün sistem mağduru ve düzen karşıtlarını kendine çekmeye başlamıştır.
    Devlet-iktidar bu durumu çok iyi bilmektedir ve daha saldırgan olması muhtemeldir hatta milli duygulara yüklenmek için uluslar arası sorun bile çıkarması mutemeldir
    HDP ye saldırdıkça devlet-iktidar HDP büyüyecektir
    HDP nin sorunu kendi içindedir henüz biz kadro partisi refleksleri veriyoruz program partisi yerel dinamiklerin partisi toplumsal muhalefetin politik partisi olabildikçe başaracağız.

  106. özgürlükçü

    marxist argüman nihayi kurtuluş beni ilgilendirmiyor ben bilemeyeceğim?eminim sen en iyisini bilirsin?
    Beni bu gün ilgilendirip yaşadığım hayatı değiştirmenin mücadelesini veriyorum.Bunu yapmanın pratiği toplumsal muhalefetin politik ve politik olmayan organizasyonlarından geçtiğini sanıyorum.
    HDP seni bayabilir senin gibiler en devrimci öncülerdir her şeyi bilirler tabi bu bilmek haksızlık yapmayalım marksın böyle bir iddiası olmamasına rağmen markxizme uygun ise Leninist devrim ve partiye uygunsa HDP bunların hiç birine uygun olmadığına göre sanada eksik ve nihayi mücadele pratiği görünmeyebilir ama bize bereketli topraklarda yaşadığımız bu rezalet ve kaostan çıkmanın hayatımızı değiştirip özgürleştirmenin biricik yolu ve seçeneği HDP de başarabileceğimizi düşünüyoruz haklı olabilirsin insanlık yaşadığı bütün devrimleri 2. 3. yeni devrimlerle yeniden değiştirmek zorunda kaldı biz bu devlet-iktidarı akp tek adam rejimini değiştirelim bizde halkın beklediği devrimi yapamamış olursak sen 2. bir devrimle sende bizi değiştirip kendi en devrimci öncü programını gerçekleştirirsin
    önünde engel değiliz????haaa şimdiden bu günüde ben değiştireceğim diyorsan buyur burdan yak??????
    aha mundi aha kaytani derler bizde
    yok baydım bezdim mezdum yakışmadı istersen bak sitede seninmi benimmi daha çok yorumu var???senden bezmedikte sen bizdenmi bezdin????
    sitede ne konuşuluyor????
    ne konuşursanız içinde HDP nin geçmediği cümlemi var?????
    sen derden baydın????
    HDP siz cümle kur o zaman?????

  107. Ben Marksist değilim

  108. M.Pekdemir
    Çünkü artık zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyin kalmadığı ortamda, tam da, bizleri köle yapmaya çalıştıkları anda, kendimizi öylesine özgür, hür hissediyoruz ki. Nâzım Hikmet gibi “Son Otobüs”e binmiş gibiyiz ve onun duygularını ve ondan ilham alarak başka bir boyutta yaşıyoruz:

    “Gece yarısı. Son otobüs. Biletçi kesti bileti. İyice yaklaştı bize büyük karanlık. Dünyayı telâşsız, rahat seyredebiliyoruz artık. Artık şaşırtmıyor bizleri dostun kahpeliği, elimizi sıkarken sapladığı bıçak. Nafile, artık kışkırtamıyor bizi düşman. Geçtik putların ormanından baltalayarak, ne de kolay yıkılıyorlardı. Yeniden vurduk mihenge inandığımız şeyleri, çoğu katkısız çıktı çok şükür. Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğumuz vardı, ne böylesine hür. İyice yaklaştı bize büyük karanlık. Dünyayı telâşsız, rahat seyredebiliyoruz artık. Karşımıza çıkıveriyor geçmişten bir söz, bir koku, bir el işareti. Söz dostça, koku güzel, el eden sevgilimiz. Kederlendirmiyor artık bizi hatıraların daveti. Hatıralardan şikâyetçi değiliz. Hiçbir şeyden şikâyetimiz yok zaten, yüreğimizin durup dinlenmeden kocaman bir diş gibi ağrımasından bile. İyice yaklaştı bize büyük karanlık. Artık ne kibri diktatörün, ne yanaşmalarının şakşağı. Tas tas ışık dökünüyoruz başımızdan aşağı, güneşe bakabiliyoruz gözlerimiz kamaşmadan. Ve belki, ne yazık, hatta en güzel yalan bizi kandıramıyor artık. Artık söz sarhoş edemiyor bizi, ne başkasınınki, ne kendimizinki.”

  109. “Kötülüğe giden yol güç getirebilir, ama sadakat getirmez.”

  110. KAPİTALİZMİ SAVUNMAK ve NECİP

    (10 Mayıs 2016)

    “Vergi cenneti” ülkelerden biri olan Panama’daki “Mossack Fonseca” hukuk şirketine ait hesap bilgilerinin sızdırılmasıyla, Türkiye’den onlarca isim de ortaya döküldü. O isimler arasında Türkiye’nin en zengin isimleri bulunuyor.

    “Koç Holding”, “Sabancı Holding”, “Adnan Polat”, “İnan Kıraç” ve “Zorlu Holding” de Panama belgelerinde adı geçenler arasında.

    Belgelerin sızdığı şirketin, müşterilerinin vergi kaçırmasına, yaptırımları bertaraf etmesine ve kara para aklamasına yardımcı olduğu belirtiliyor.

    Belgelere göre Koç Holding’in 2006-2010 arasında aktif kullandığı hesaplar, “Glynhurst” adlı İsviçre merkezli şirket tarafından yönetiliyor. Koç Holding’in bu şirketteki kayıt adresi ise İngiltere olarak gözüküyor.

    Sabancı Holding’ten ise “Ömer Sabancı” ismi Panama belgelerinde geçiyor. Sabancı’nın iki ayrı kaydı bulunuyor. Bu iki kayıt da “Cargus Management” isimli şirketle ilişkili. Ayrıca iki kaydın kullandığı kayıt adresi de aynı olarak verilmiş. Belgelere göre; bu adres “İngiliz Virgin Adaları” olarak geçiyor.

    Belgelerde Galatasaray Eski Başkanı “Adnan Polat”ın ise 3 ayrı kaydı bulunuyor. Bu kayıtlardan biri “Jersey”, diğeri “Brezilya”, bir diğeri ise “İstanbul” merkezli olarak gözüküyor. Jersey’de bulunan kayıt 2006-2010 arasında aktif olan İsviçre merkezli “Elias Yachting” ile ilgiliyken, Brezilya’daki ve İstanbul’daki kayıtlar 2011’de açılan ve halen aktif halde olan “Atrium Marketing” ile ilişkili bulunuyor. Belgelerdeki hesapların birçoğu pasif haldeyken Polat’ın hesaplarının aktif olması dikkat çekiyor.

    İNAN KIRAÇ’TAN 10 YILLIK HESAP

    Dünyanın konuştuğu Panama belgelerinde ortaya saçılan hesaplarda işadamı İnan Kıraç’ın da adı bulunuyor. Kıraç’ın hesabı 2004-2014 arasında aktif olarak kullanılıyor. Belgelere göre İnan Kıraç “Bishopsgate Corp.” isimli firmayla çalışıyor. Halen aktif halde olan şirketin merkezi “Birleşik Arap Emirlikleri” olarak gösteriliyor. Kıraç’ın hesap için gösterdiği adres “Uruguay Montevideo”.

    Bununla birlikte; İnan Kıraç’ın belgelerde bir hesabı daha bulunuyor. Bu hesap diğerinden çok farklı olarak Rusya’nın başkenti Moskova’ya kayıtlı gözüküyor. Burada “Montaigne Holding”le çalışan Kıraç, yine 2004-2014 arasında hesabı aktif olarak kullanıyor.

    ZORLU HOLDİNG VE ENERJİ A.Ş.

    Panama belgelerine göre hem “Zorlu Holding” hem de “Zorlu Enerji Elektrik Üretim A.Ş.” kayıtlara girmiş durumda. Zorlu Holding, “Liechtenstein” kaydıyla hesap açarken, “Bisset Engineering” firmasıyla çalışıyor. Zorlu Holnding’in bu hesabı 2010’da açılmış ve halen aktif bir şekilde kullanılıyor. Şirketin merkezi ise İsviçre olarak açıklanıyor.

    Zorlu grubunun “Enerji Elektrik Üretim A.Ş.” firması ise adresi, holdingten farklı olarak Tayvan’ı gösteriyor. Belgelere göre “Bundoran Financial” firmasıyla çalışan Türk enerji şirketinin bu hesabı 2007-2013 arasında kullanılıyor.

    “Koç Holding” ilişkiler ağı:
    ( http://odatv.com/images/resimler/KO%C3%87%20HOLD%C4%B0NG.jpg )

    “Ömer Sabancı” ilişkiler ağı:
    ( http://odatv.com/images/resimler/%C3%96MER%20SABANCI.jpg )

    “Adnan Polat” ilişkiler ağı 1:
    ( http://odatv.com/images/resimler/adnan%20polat1.jpg )

    “Adnan Polat” ilişkiler ağı 2:
    ( http://odatv.com/images/resimler/adnanpolat2.jpg )

    “Adnan Polat” ilişkiler ağı 3:
    ( http://odatv.com/images/resimler/adnan%20polat3.jpg )

    “İnan Kıraç” ilişkiler ağı 1:
    ( http://odatv.com/images/resimler/inan%20k%C4%B1ra%C3%A7.jpg )

    “İnan Kıraç” ilişkiler ağı 2:
    ( http://odatv.com/images/resimler/inan%20k%C4%B1ra%C3%A7%202.jpg )

    “Zorlu Holding” ilişkiler ağı:
    ( http://odatv.com/images/resimler/zorlu%20holding.jpg )

    “Aksakallılar” nerede?

    Yukarıdaki şöhretli isimlerin ve şirketlerin de beyinlerini “aksakallılar” mı yıkadı?

  111. Gün bey, şu konuda bir türlü esas sonuca ulaşamıyorum.

    Vatan Partisi’nin ulaşabildiği oy kapasitesi belli. Ulaşabildiği seçmen kitlesinin sınırı belli.

    Şu an sokağa çıksan, AKP’ye oy vermiş 5 seçmene Vatan Partisi’nin nasıl bir parti olduğunu, Doğu Perinçek hakkında neler bildiklerini sorsan, muhtemelen 4 tanesi ‘komünist bunlar’ diye başlar ve ‘biz REİS’imizin yolundayız’la bitirirler.

    Vatan Partisi’nin elde etmek istediği ne olabilir ki, Yaşar Okuyan da piyasaya çıkıp, ‘ABD Erdoğan’ı devirmek istiyor!’ goygoyu yapıyor?

    http://www.haber7.com/siyaset/haber/1940412-yasar-okuyan-abd-erdogani-devirmek-istiyor

    MHP, ‘ABD Erdoğan’ı devirmek istiyor!’ dese anlarım da Vatan Partisi’nin ne beklentisi var?

  112. Bileğinize sardığınız deri kumaş mı, başka bir şey mi? Niçin sardınız?

    Bot giymenizin bir sebebi var mı?

    Bu yaptığınız konuşmanın video kaydının youtube linkini ne zaman vereceksiniz?

    https://pbs.twimg.com/media/Ch7xtJvVAAAnO5S.jpg:large

  113. linkini vereceğim yakında. Her zaman bot ya da kes giyerim. Bileklik takmayı severim küçüklüğümden beri.

  114. Bingöl Erdumlu’nun bir kitap çıkaracağını söylemiştiniz.

    Kitabın tam adını, yayınevini ve kitabın kapağı varsa şuraya koyar mısınız? Alacağım.

    Bir de, siz kitabı okudunuz mu? Ne zaman değerlendirme yazısı yazacaksınız?

  115. şu yazı sorduklarınıza yanıt niteliğinde: http://www.gunzileli.com/2014/04/07/perincek-mao-ve-ittifaklar-sorunu-uzerine/
    Daima yakın bir iktidara oynar.

  116. Necip ve Kadim Suhte…

    Hmmm… Niçin isim değiştirerek Gün Zileli’nin sitesine dadanma ihtiyacı hissettiniz?

    Kadim Suhte olarak devam etseydiniz biz yine sizi kucaklamaya hazırdık…

    Ne kadar ayıp Necip veya Kadim Suhte!

    Necip’in veya Kadim Suhte’nin nasıl bir kişi olduğunu merak edenler varsa:

    http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/

    (Kendisi, Taksim gezi parkı protestolarına da karşı. Necip’in veya Kadim Suhte’nin gerekçelerini yukarıdaki adresten öğrenebilirsiniz.)

  117. kitap henüz ortaya çıkmış değil, bildiğim kadarıyla. ortaya çıktığında duyuracağım.

  118. marxist argüman

    günzilelicom petegine comak sokunca hareketlenme ba$lami$, benim amacimda buydu zaten. bana cevap yazanlar, $öyle bir siraya gecin bakalim boyunuzun ölcüsünü bir alayim. her zaman ki gibi softa necip’ten basliyorum. bakiyorum bana benim teknigimle cevap yazmi$sin; sayet o dörtlükleri kendin yaziyorsan demek ki seni sair/ozan ettim, yok kendin yazmiyorsan siirlere benim ismimi monte etmek suretiyle orijinalligini bozma, o zaman görürüz o siirler senin gibi softa demagog illetleri mi yoksa benim gibi komünist illetleri mi anlatiyor. kuzenovski seni gecen gün sokakta $u türküyü söylerken duymu$: “beni eller icinde destan ettin.” bu türküyü söylemene sebep ben miyim acaba, nedense üstüme alindim. sayin okuyucular, yogun istek üzerine cahil softa necip ve hayranlarina yine asik ibreti’den siir armagan ediyorum:

    Evvelden bade-i aşk ile mestiz
    Yerimiz meyhane, mescit gerekmez
    Saki-i kevserden kandık elestiz
    Kuran-ı natık var sâmit gerekmez

    Cennet irfan imiş remzini bildik
    Bai bismillahtan dersimiz aldık
    Cemâl-i dilberi aşikâr gördük
    Cennetteki huri, gilman gerekmez

    Gelmişiz cânânın asitanına
    Sıtkıyla sarıldık dost dağmanına
    Canla baş koymuşuz aşk meydanına
    Hayvan kesmek gibi kurban gerekmez

    Bize lâzım değil müftü fetvası
    Ehl-i aşk olanın var âşinası
    Ademi hor görüp olmayız asi
    Secdeden ar eden şeytan gerekmez

    Biliriz abdesti, savmı, salâtı
    Kelime-i şahadet, haccı, zekatı
    Taklit ile olmaz hak farziyatı
    Riya ile olan iman gerekmez

    Biliriz mevlayı vicdanımızda
    Allah aşikârdır seyranımızda
    Kuş dili okunur irfanımızda
    Arabi, Farisi lisan gerekmez

    Yürekte gizlidir bizim derdimiz
    Taklide bağlanmaz hiçbir ferdimiz
    Nefsimiz iledir daim harbimiz
    Cahil-ü nadanla kavga gerekmez

    İBRETİ, nâdanla etme ülfeti
    Dost kapısın bekle, eyle hizmeti
    Anlamak istersen ilm-i hikmeti
    Aşktan başka din ve iman gerekmez

    102 nolu yoruma cevap:
    yasar okuyan herseyi acikca söylemis, fakat belli ki sen adamin söyledigini inandirici bulmamissin, öküz altinda buzagi ariyorsun. ne demis yasar okuyan: “Amerikan projesi ile Tayyip Erdoğan’dan sonra gelecek olan iktidar Türkiye’nin bölünmesine imza atacak iktidardır, Tayyip Erdoğan benim derdim değil, Türkiye benim derdim.” sayin zileli’nin milliyetciligi/ulusalciligi temize cikaran “günümüz fasizmi=siyasal islam” gibi kökten yanlis teorileri senin gibi okuyucularin kafasini karistirmis. yasar okuyan kimdir: vatansever/devletsever bir milliyetci/fasist. sözkonusu T.C.’nin bekaasi, devletin yüksek cikarlari ve vatanin milleti ile bölünmez bütünlügü olunca iktidar icin cekisen milliyetciler birlesiyorlar, meselenin özü bu. benim yukarda ki yorumlarimda sayin zileli’ye yaptigim bir elestiri vardi: tayyip gibi devlet adamlarinin davasi ki$isel bir hirs, güc, zenginlik tatmininden cok devleti kapitalist/emperyalist rekabette üst siralara cikarmaktir; hedeflerini zaten söylüyorlar: dünyanin en büyük ilk 10 ekonomisi arasina girmek. parantez aciyorum: politik ekonomi de ne oluyor, marx da kim oluyor diyen siyaset/ekonomi cahilleri dikkatinizi cekiyorum, ne diyor AKP’liler: “dünyanin ilk 10 ekonomisi.” iste politik ekonomi budur: yani kapitalist bir devletin ekonomisi. burdan $unu anlamak zor degil: bir devletin gücü herseyden önce ekonomik durumuna baglidir. hal böyleyken, bu sitede basta sayin zileli olmak üzere AKP’nin ekonomi politikalari, mesela girişimciler için AR-GE, TÜBİTAK ve KOSGEB Teşvikleri gibi konularin mercek altina alinip bu sitede tartisildigini gören var mi? $unu da belirteyim: “bu adam vatanimizi, milletimizi felakete sürüklüyecek” gibi milliyetci/vatansever bir argümanla elestiren solcular da tayyip’in politikalari basrili olursa, bunun verdigi gururla “bölücü kürt ulusalcilarina” ve di$ devletlere karsi tayyip’i savunmada teredüt etmeyecekler. ulusalci solcularin fasistlesme evrimini vatan partisi örneginde canli yasiyoruz.

    anarsist rolü yapan 89 nolu yorumcuya cevap:
    sen anarsist falan degilsin, anarsist ayaklarina yatma, yemezler, bu bir. T.C.’nin bir hükümetine karsi olmakla insan anarsist olsaydi türkiyede ki bütün muhalefet anarsist olurdu. devlete/düzene karsi olmakla hükümete karsi olmayi birbirine karistiriyorsun, bu da iki. benim yazdiklarimi anlamadan bana cevap yaziyorsun, beni bosa yoruyorsun, bu da üc. ben amerika ve AB’nin neden laik kemalist devlet fraksiyonuna karsi islamcilari desteklediklerini yazdim. AKP ne zaman iktidar oldu, 2002 yilinda. cumhuriyet mitinglerinin yapildigi, kemalistlerle islamcilarin iktidar kavgasinin alevlendigi yillar ne zamanda 2007-2008. iran ile atom antlasmasi ne zaman yapildi: 2015. senin hafizan mi zayif yoksa bilerek olaylarin tarihlarini birbirine karistirip, farkli tarihlerde olmus seyleri sanki ayni zaman diliminde olmus gibi mi göstermeye calisiyorsun?

    ogürsel, benim yazdiklarim zaten marx’in yanlis teorilerinin düzeltilmesi anlamina da gelmiyor mu? yani senin amacin gercekten kapitalizmin elestirisi ve neo-marxizim ise, iste benim yorumlarim. sen benim burda savundugum anlamda ikinci bir komünist daha taniyor musun? benim yazdiklarim ile senin tanidigin klasik sosyalist/komünist anlayis arasinda epey bir fark oldugunu fark etmedin mi? benim argümanlarimin kendilerine beyaz yakali diyen anarsistlerle hemen hemen ayni olmasi senin dikkatini cekmiyor mu? cekiyor, ama sen tipki demagog necip gibi benim ve beyaz yakalilarin kapitalizm elestirilerinin hicbirine ikna degilsin; kisacasi yazdiklarinda samimi degilsin. önce kapitalizm, devlet, milliyetcilik, din konusunda ki elestirilerde hemfikir olalim, gerisi kolay. benim gibi insanlar etiket, sifat delisi degildirler. yaptigimiz elestirilerin adi marxiszm olmus, anarsizm olmus, zeitgeist olmus, bunun bir önemi yok. önemli olan elestirilerin, argümanlarin icerigi, belirleyici olan bu konuda hemfikir olmaktir.

  119. “Niçin isim değiştirerek”

    alemin nickinin kahyasi sen misin?

  120. 1. İlk 10 ekonomi, bilinen politikacı yalanları; ciddiye alman da tuhaf.. Bu gerici , al-satçı, rantçı, inşaatçı kafa ile ve faşizm altında gelişme nereye kadar… Badem bıyıklı, kafasını dünyaya örtmüşlerden sıçrama, ancak geriye olur; S. Arabistan da AR-GE’ye para versin; ne olur ki? yalnızca palavra.. palavra’ya inanan Marksist olur mu? Hödük kitlesine verdiği gaz.. Sen neden yiyorsun?
    2.TSK Irak tezkeresine hayır dediği zaman AKP, iktidar oldu.. Şangay beşlisinden söz eden Tuncer Kılıç.. Bu da olmadı bay Marksist!
    3. “$öyle bir siraya gecin bakalim boyunuzun ölcüsünü bir alayim” bu iddialı tutum da seni zora düşürür.. ilk 2 açıklamada olduğu gibi

  121. ““Niçin isim değiştirerek”

    alemin nickinin kahyasi sen misin?”

    Yoo degilim. Ama samimi olmak gerekir sevgili Necip veya Kadim Suhte.

    Ya Necip ol ya Kadim Suhte.

    Maval okuma, samimi ol…

  122. Bu siirleri yazmak benim haddim olabilir mi hic. Bu tur siirleri yazabilmek icin elifi mertek bilmemek onsarttir. Geri kalani da, bir yandan Alevi isyankarligini ihsas ederken, ote yandan da, lafin arasinda baskalarinin inaclarina tepeden bakmak veya laf sokmak ya da hakaret etmek fakat cok da caktirmamak gibi bir yetenek gerektirir.

    O bakimdan, tabii ki ben yazmis olamam.

    Tahmin ettiginiz uzere, ben sadece aktariyorum.

    Bunu da.

    Marksist Arguman candan gayrısın
    Yolağdan sapkın yoldan ayrısın
    Mürşit de pir de sence cahilse
    İlletî der ki sağdan sayrısın

  123. Bu siirleri yazmak benim haddim olamaz mi hic. Bu tur siirleri yazabilmek icin elifi mertek bilmemek onsart degildir. Geri kalani da, bir yandan Alevi isyankarligini ihsas ederken, ote yandan da, lafin arasinda baskalarinin inaclarina tepeden bakmak veya laf sokmak ya da hakaret etmek fakat cok da caktirmamak gibi bir yetenek gerektirmez.

    O bakimdan, tabii ki ben yazmis olabilirim.

    Tahmin ettiginiz uzere, ben sadece aktarmiyorum.

    Bunu da.

    Marksist Arguman candan gayrı değilsin
    Yolağdan sapkın yoldan ayrı değilsin
    Mürşit de pir de sence cahil değilse
    İlletî der ki sağdan sayrı değilsin

  124. “Ama samimi olmak gerekir”

    diyor bir ‘Anonim’.

  125. AK Parti’den Kılıçdaroğlu’na yanıt
    Kemal Kılıçdaroğlu’nun, başkanlık sistemi tartışmalarıyla ilgili “Bir kişi konuşacak, Türkiye susacak. Bir kişi konuşacak, hakim ona göre karar verecek. Bir kişi konuşacak, ona göre milletvekili listeleri hazırlanacak. Böyle bir başkanlık sistemini kan dökmeden bu ülkede gerçekleştiremezsiniz” sözlerine AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan’dan yanıt geldi. Turan, “Kılıçdaroğlu ne yapacak? Başkanlık sistemini savunan milletvekillerini, vatandaşları infaz mı edecek? Naziler gibi gaz odalarına mı toplayacak?” ifadesini kullandı.
    Turan, yaptığı yazılı açıklamada, Kılıçdaroğlu’nun TOBB Genel Kurulu’nda “talihsiz” bir konuşma yaptığını belirterek, “kandan beslenen bir anlayışla partisine ve devlet adamlığına yakışmayacak bir tavır daha sergilediğini, demokratik zeminde tartışılacak sistem problemlerini aklıselim zeminde tartışmak yerine savaş çığırtkanlığı yaptığını” savundu.
    “Kılıçdaroğlu’nun, ülkede kaos ortamı yaratmak için çağrıları, ürkütücü bir şekilde çözüm zihniyetini ortaya koymaktadır. Durumun vahameti ortadadır. Üzülerek söylüyorum ki Kılıçdaroğlu şirazesinden çıkmıştır” görüşünü savunan Turan, AK Parti’nin, başından beri siyaseti ahlaki zeminde yaptığını bildirdi.
    Turan, açıklamasında şunları kaydetti:
    “Kılıçdaroğlu kendisini siyasi rekabete kaptırmış olabilir ancak ahlak siyasetin dışında değildir. Ne yazık ki Ana muhalefet partisi bu tavrıyla, siyaset zeminini ahlaksız bir seviyeye çekmeye çalışmaktadır. Daha evvel farklı platformlarda da ifade ettik. Ne yazık ki Mustafa Kemal’in partisi, küfürbazların terfi ettiği ve küfürbazların başının da Genel Başkan olduğu bir parti haline geldi. Merak ediyoruz Kılıçdaroğlu ne yapacak? Başkanlık sistemini savunan milletvekillerini, vatandaşları infaz mı edecek? Naziler gibi gaz odalarına mı toplayacak? Aslında Kılıçdaroğlu’na hak ettiği dilden cevap verebiliriz. Ancak partimizin, siyaset kültürümüzün edindiği ahlak, bulunduğumuz makam buna engel. Kılıçdaroğlu ve küfürbaz partisi, bizim ahlakımıza güvendikleri için bu kadar pespaye bir dil kullanıyorlar. Bizim bu seviyeye gelmeyeceğimizi bildikleri için bu şekilde saldırıyorlar. Şunu herkes bilsin ki bu ülkede sistem değişikliğine karar verecek olan sadece ve sadece milletimizdir. Milletimiz, Kılıçdaroğlu’nun iç savaş tehditlerine pabuç bırakmayacak sağduyuya sahiptir. ”
    http://www.hurriyet.com.tr/ak-partiden-kilicdarogluna-yanit-40102537

  126. “Yılın İkinci Yarısı Sıkıntılı Görünüyor”

    2016’nın ilk yarısı Türkiye ekonomisi açısından fazla sıkıntı yaratmadı. Yaşanan terör olaylarına, jeopolitik sorunlara, ihracattaki gerilemeye karşın Türkiye ekonomisi en azından durumu idare etmeyi başarmış görünüyor. Buradaki kritik soru şu: Bu böyle devam eder mi? Ne yazık ki bu soruya olumlu yanıt vermek mümkün değil. Yılın ikinci yarısında karşımızda daha ciddi sorunlar olacak.

    (1) Petrol fiyatlarındaki düşüş ilk yarıda bize cari açığı düşürmek açısından çok yardımcı oldu. Bu olumlu gidiş ikinci yarıda devam etmeyecek gibi görünüyor. Aşağıda, Brent petrolün Ocak 2015’den başlayarak aylık ortalama varil fiyatları yer alıyor (her ayın 15. gün fiyatını ortalama olarak aldım.)

    Ocak:
    2015 (USD/Varil): 47
    2016 (USD/Varil): 29
    Fark (USD/Varil): 18
    2016; 12 Aylık Cari Açık (Milyar USD): 31,9

    Şubat:
    2015 (USD/Varil): 62
    2016 (USD/Varil): 34
    Fark (USD/Varil): 28
    2016; 12 Aylık Cari Açık (Milyar USD): 30,6

    Mart:
    2015 (USD/Varil): 55
    2016 (USD/Varil): 39
    Fark (USD/Varil): 16
    2016; 12 Aylık Cari Açık (Milyar USD): 29,5

    Nisan:
    2015 (USD/Varil): 64
    2016 (USD/Varil): 43
    Fark (USD/Varil): 21

    Mayıs:
    2015 (USD/Varil): 67
    2016 (USD/Varil): 45
    Fark (USD/Varil): 22

    Haziran:
    2015 (USD/Varil): 64

    Temmuz:
    2015 (USD/Varil): 57

    Ağustos:
    2015 (USD/Varil): 47

    Eylül:
    2015 (USD/Varil): 48

    Ekim:
    2015 (USD/Varil): 49

    Kasım:
    2015 (USD/Varil): 45

    Aralık:
    2015 (USD/Varil): 38

    Yukarıdaki veriler bizei petrol fiyatlarının 2016’nın ilk 5 ayında geçen yılın fiyatlarına göre çok düşük olduğunu, dolayısıyla petrol ithalatına ciddi kaynak harcayan bir ülke olarak bu düşük fiyattan oldukça fazla yararlandığımızı gösteriyor. Bunun da etkisiyle cari açığımız Mart 2016 itibariyle 30 milyar doların altına geriledi.
    Ne var ki, petrol fiyatları artık yükselmeye başladı. Aşağıdaki grafikte bu durumu izlemek mümkün (mavi çizgi 2015’in, kırmızı çizgi 2016’nın ilk 5 ayının gerçekleşmiş petrol fiyatlarını, kesik kırmızı çizgi de 2016’nın kalan aylarına ilişkin tahmini gösteriyor.)

    “https://3.bp.blogspot.com/-kjWuLuy9Lw8/VzMz4sZrqEI/AAAAAAAAMac/irSGZCgpKkgEg2fI1EGtAmS_ukweDynhgCKgB/s1600/Ekran%2BAl%25C4%25B1nt%25C4%25B1s%25C4%25B12.PNG”

    Eğer bu tahminler gerçekleşirse, Ağustos’a kadar geçen yılki fiyatların altında kalan ve bu nedenle cari açığın düşüşüne katkı yapan petrol fiyatları bu etkiyi kaybedecek, hatta büyük olasılıkla olumlu etki tersine dönmeye başlayacak. Bu durum cari açığın yeniden yükselişe geçmesine yol açabilir.

    (2) Enflasyondaki düşüşe neden olan etkenler arasında gıda fiyatlarındaki düşüş ve kurdaki gerileme en ön sırada yer aldı. Buna karşın, çekirdek enflasyon bu düşüşe pek katılmadı. Bunu aşağıdaki grafikten gözlemleyebiliriz (mavi çizgi manşet enflasyonu yani TÜFE’yi, kırmızı çizgi de çekirdek enflasyon olarak aldığımız I endeksini gösteriyor.)

    “https://1.bp.blogspot.com/-GHmi3bCMvsk/VzM0OwbLamI/AAAAAAAAMag/5RFP2Yur3587IPycR3BUAl4rE8qAhgQjgCLcB/s1600/Ekran%2BAl%25C4%25B1nt%25C4%25B1s%25C4%25B13.PNG”

    Enflasyonun kalıcı olarak düştüğünü görebilmemiz için I endeksinin de manşet enflasyona ayak uydurması gerekir. Yılın ilk 4 ayında bu gerçekleşmedi.

    Öte yandan, geçen yılın yüksek enflasyon oranlarının bu yıla olumlu yansımasından kaynaklanan baz etkisinin sona erdiği aylara girmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla önümüzdeki dönem artık manşet enflasyonun düşüşünün son ereceği dönem olacak. Buna, asgari ücret artışının yansımalarının da yavaş yavaş ortaya çıkarak enflasyonu artırıcı bir etki yaratacağını eklersek, durumun pek parlak olmadığı anlaşılmış olur.

    (3) FED, sürekli ertelediği faiz artırımını yılın ikinci yarısında gündeme getirebilir. Bu, mutlaka bir faiz artırımı şeklinde olmayabilir. FED, eğer faizi artıracağını ifade etse bile bunun etkisi büyük olur. Türkiye gibi dış kaynağa bağımlı ekonomilerden önemli ölçüde kaynak çıkışı olursa kurlar yükselir ve TL hızla değer kaybedebilir. Bu da bize, bir yandan enflasyon, bir yandan da GSYH ve kişi başına gelir düşüşü olarak yansır.

    Kıssadan hisse

    Henüz bu sıkıntıları çözebilme imkânı varken, risklerin gereksiz biçimde artmasına yol açan meseleler yaratmaktan vazgeçip, ekonomideki gerçek sıkıntıların üzerine eğilmek için belki de son fırsatlar bunlar.

    Hepsine değilse bile yapısal reformların bu ortamda yapılabilecek olanlarına girişmek için hala bir imkân var. Onu da kaçırmayalım. Son pişmanlık fayda etmez.

    “Yitirdiğin parayı belki bulursun ama yitirdiğin zamanı bir daha bulamazsın.” Çin Atasözü.

    11 Mayıs 2016 Çarşamba
    Yazan: Mahfi Eğilmez (Hazine eski müsteşarı, Kadir Has Üniversitesi İktisat bölümü öğretim görevlisi)

  127. ““Ama samimi olmak gerekir”

    diyor bir ‘Anonim’.”

    Samimi olmadigini, bu sitedeki pek cok kisi anlamis olabilir sevgili Necip veya Kadim Suhte…

    diyor bir ‘Anonim’.

  128. marxist argüman, ilk önce anarşizmi öğren, sonra kronolojiyi yazarsın:

    Her devlet, tarihin bir döneminde kıran kırana düşman bile olsa, gün gelir devran döner, birbirlerinin sırtını da sıvazlar. ABD-İran yakınlaşması ve ABD-Küba yakınlaşmasını göremiyorsan, bu senin stratejik derinsizliğin.

  129. CHP’nin iddiasına MHP’den yanıt
    CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, MHP’nin 3-4 bakanlık karşılığında Ak Partili Cumhurbaşkanlığı formülüne evet demek üzere olduğunu iddia etti. MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay’dan yanıt geldi: Abesle iştigal olur bunu değerlendirmeleri. Affedersiniz ağzı olan konuşuyor” dedi
    CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında MHP ile AK Parti arasında bir koalisyon olacağını savunarak “3-4 Bakanlık için AKP’li Cumhurbaşkanı’na ‘evet’ demek üzereler. 3-4 MHP’li Bakanla ‘biz iktidar olduk, parti içinde başka bir iktidar arayışına ihtiyaç yok demek için AKP’li Cumhurbaşkanı’na razı oluyorlar” dedi. Özel, AK Parti ve MHP’nin aralarındaki koalisyonu açıklayacaklarını savunarak şöyle konuştu:
    “Partili Cumhurbaşkanı toplam milletvekili sayısının 356 olacak şekilde referanduma götürmeye çalışacaklar. Birbiriyle alakasız gibi ortaya konulan, zamanlaması gerçekten dışarıdan bakıldığında, birbirinden bağımsız düşünüldüğünde, şaşırtıcı ifadeleri bu önümüzdeki yaz Türkiye’nin neleri konuşacağını önümüzdeki yaz siyasetin nelere gebe olduğunu gösteriyor. AKP’den Nurettin Canikli ve Devlet Bahçeli’nin açıklamaları birbirinden bağımsızsa, her iki tarafta vatandaşın aklıyla alay ediyor demektir. Sayın Devlet Bahçeli Kongre’nin k’sini duyunca küplere binen, Devlet Bahçeli’nin Yargıtay o yazıyı asmadan önce Yargıtay’ın verdiği karara saygılı olacağız’ açıklaması da Yargıtay’ın nasıl bir karar vereceği veya 15 Mayıs’a kadar karar vermeyeceği konusundaki güvenine işaret ediyor. MHP kendi iç sorunlarını aşmak için tabanına, önüne koyduğu iktidar hedefini gerçekleştiremeyip mahcup olduğu tabanına şimdi kolay yoldan 80 milletvekili ile kurmadığı koalisyonu 40 milletvekili ile kurarak, bir iktidar ortaya koymak ve kendi iç karışıklığından kurtulmak istiyor. 3-4 bakanlık için AKP’li Cumhurbaşkanı’na ‘evet’ demek üzereler. 3-4 MHP’li Bakanla ‘biz iktidar olduk, parti içinde başka bir iktidar arayışına ihtiyaç yok demek için AKP’li Cumhurbaşkanı’na razı oluyorlar. Şimdi 3-4 Bakanlık ve parti içi bir mücadele uğruna bir sistemi değişikliğine, Türkiye Cumhuriyeti’nin genleriyle oynanmasına ve söz verdikleri halde karşı oldukları Başkanlık sistemine sadece bir ambalaj değişikliği ile Başkanlık sistemine doğru önemli bir adımı AKP ile birlikte omuz omuza atma çabasına en büyük tepkinin MHP seçmenleri tarafından verilmesi gerektiğini değerlendiriyoruz.”
    MHP’DEN YANIT
    MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay, MHP’nin AK Parti’ye bakanlıklar karşılığında partili cumhurbaşkanlığında destek vereceği iddiası için “Abesle iştigal olur bunu değerlendirmeleri. Affedersiniz ağzı olan konuşuyor” dedi. Meclis’te gazetecilerin sorularını yanıtlayan Akçay, ‘partili cumhurbaşkanı’ tartışmalarıyla ilgili bir soruya “AKP yöneticilerine tavsiyem artık kuvvetler ayrılığına inansınlar. Cumhurbaşkanı, Başbakan anayasa ile uyumlu olacak. Herkes görev ve yetkisini yerine getirecek. Bizce gerek yok. Adına Partili Cumhurbaşkanı demişler üye olmakla yetinmeyecek hükumeti belirleyecek, kuvvetler ayrılığı sisteminde denge makamındaysa tarafsız olmayacak. Yetkileri verin sorumluluk üstlenmem diyorsunuz. Bunun adı diktatörlüktür” diye yanıt verdi.
    MHP’li Akçay, MHP’nin 3-4 bakanlık karşılığında ‘partili cumhurbaşkanı’na ‘evet’ diyeceği iddialarının sorulması üzerine şunları söyledi: “Abesle iştigal olur değerlendirmeleri bunu. Affedersiniz ağzı olan konuşuyor. AKP görüşlerini netleştirsin biz daha ayrıntılı görüşlerimiz ifade ederiz. MHP hem parti programında hem açıklamalarda anayasa sistem rejimi ile ilgili görüşlerimizi ifade etmişiz. Biz güçlendirilmiş parlamenter sistemden, devletin en tepesinde tarafsız makamın yönetmesinden yanayız.”
    http://www.hurriyet.com.tr/muhalefette-ak-partili-cumhurbaskani-tartismasi-40102506

  130. Bir ‘Anonim’ Internet muhtarimiz var. Ne mutlu.

    Hadi, merak etmis olayim: Samimi olmam icin ne buyururdunuz?

  131. Size sorum tamamıyla ‘pragmatist’ ve ‘taktiksel’ bakış açısıyladır.

    Selahattin Demirtaş’ın, tartışılır olup olmamasını bir kenara koyarsak, İbrahim Kaypakkaya’dan alıntılar yaparak konuşmaları da mevcut. Sadece bu bile, Demirtaş’ın ‘sol’ tarafın bir figürü olduğu görüntüsünü vermeye yeter. (Demirtaş gerçek solcu mu değil mi tartışmasına da girmiyorum.)

    Basını yakından takip ediyorsanız, ‘Meral Akşener, sağlam bir rüzgar getiriyor’ söylemi hem ‘sol’dan hem ‘sağ’dan dillendiriliyor.

    7 Haziran seçimlerinde, Demirtaş ve HDP, özellikle ‘ülkenin batısından’ dikkate değer destek gördü. Sırrı Süreyya Önder’in ’emanet oy’ açıklamasının doğru bir tespit olduğuna inanıyorum.

    Şimdi bu seçimin üzerinden 1 yılın geçmesine az süre kaldı. Meral Akşener’in (eğer RTE, Devlet Bahçeli’yi MHP’nin başında tutamazsa) genel başkan olma ihtimali çok yüksek.

    ‘Kürt sorunu’ ile ilgili Meral Akşener’in her açıklaması, tipik ‘devlet’ kafası. Kürtlerle ilgili söyleyeceği her olumsuz sözün, hem kendisini genel başkanlığa yaklaştıracağının, hem de seçimlerde MHP’nin oyunu arttıracağının farkında.

    Buna mukabil, eğer Meral Akşener, ‘seni başkan yaptırmayacağız’ gibi etkili bir söz de söyleyebilip, Demirtaş’ınkine benzer bir rüzgar yaratabilirse, yani, diktatörlüğe karşı önemli bir figür haline gelebilirse, desteklenmeli mi?

    Bu ülkede, Kürtlere sürekli düşmanca yaklaşıp, aynı zamanda ‘seni başkan yaptırmayacağız’a benzer bir söylemle, diktatörlüğe karşı mücadele edilebilir mi?

    HDP kendini PKK’den soyutlayamadı, HDP içinde barındırdığı ‘diktatörlüğe karşı sivil yükseliş’ potansiyelini yok etti.

    Şimdi aynı şey, Meral Akşener (eğer MHP’nin başına seçilebilirse), Kürtlere saldırmaya devam ederek, MHP’nin içinde barındırdığı ‘diktatörlüğe karşı sivil yükseliş’ potansiyelini yok etmez mi?

    HDP kendini PKK’den ve ‘şiddet’ten soyutlayamadı,
    MHP de kendini ‘Kürt düşmanlığı’ndan soyutlayamayacak gibi gözüküyor.

    İlhan Selçuk her ne kadar stalinist olsa da, bir yazısında ‘bana işkence yapanları affediyorum’ diyebilmişti.

    Eğer Meral Akşener, diktatörlüğe karşı yürütülen mücadelede önemli bir figür haline gelirse, Kürt düşmanlığı yapıyor olmasına rağmen, desteklenmeli mi?

    (Diktatörlüğe karşı yürütülen mücadele derken, referandumda RTE’nin emrettiği oy çoğunluğuna Meral Akşener’in getirdiği iddia edilen rüzgarla ulaşılamaması, erken seçimde/ara seçimde RTE’nin emrettiği oy çoğunluğuna Meral Akşener’in getirdiği iddia edilen rüzgarla ulaşılamaması, anayasaya yazımı sırasında RTE’nin emrettiği maddeler görüşülürken Meral Akşener’in getirdiği iddia edilen rüzgarla sonuçsuz kalması gibi… Burada ‘Meral Akşener’ ismi yerine, ‘Selahattin Demirtaş’ ismini yazabilmeyi çok isterdim ama yazamıyorum maalesef! Çünkü, Demirtaş ve HDP, AKP-PKK savaş koalisyonuna hiç girmemeyi beceremedi!)

    Bir kez daha hatırlatayım, size sorum tamamıyla ‘pragmatist’ ve ‘taktiksel’ bakış açısıyladır. Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir dinciyi RTE gibi bir diktatör-dinciye karşı kullanmak veya 30 Haziran 2015’teki TBMM başkanlığı seçimlerinde yine Ekmeleddin İhsanoğlu’nu (veya Deniz Baykal’ı), sırf RTE’nin İsmet Yılmaz hamlesini engellemek için kullanmak…

    Eğer HDP, 30 Haziran 2015’teki TBMM başkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nu ‘taktiksel’ destekleseydi, hem MHP’ye tokat gibi bir cevap verirdi hem bugün bambaşka şeyleri konuşuyor olabilirdik…

  132. desteklemeyi doğru bulmam.

  133. SOMA CİNAYETİ'Nİ UNUTMA!

    İşçi ve emekçiler Soma katliamının ikinci yılında yaşamını yitiren madencileri anmak ve iş cinayetlerine dikkat çekmek için yarın yurdun dört bir yanında alanlara çıkacak. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin çağrısıyla yapılacak eylemlerde, sorumluların yargılanması ve iş cinayetlerinin önüne geçmek için gerekli tedbirlerin alınması istenecek.

    Soma’daki saat 12.30’da Madenci Anıtı önünde gerçekleştirilecek anma programları şöyle:

    Ankara’da saat 18.00’da Yüksel Caddesi’nden Madenci Anıtı’na yürüyüş yapılacak.

    İstanbul’da saat 19.00’da Galatasaray Meydanı’nda,

    İzmir’de saat 18.30’da Buca Forbes caddesindeki Madenci Anıtı’nda,

    Adana’da saat 18.00’da DİSK binasında,

    Antalya’da saat 18.30’da Cumhuriyet Meydanı’nda,

    Artvin’de saat 12.30’da Halitpaşa Meydanı’nda,

    Balıkesir’de saat 12.30’da TÜİK Meydanı’nda,

    Bolu’da saat 13.00’da MMO binasında,

    Bursa’da saat 12.30’da Heykel’de,

    Çanakkale’de saat 18.30’da İskele Meydanı’nda,

    Denizli’de 12.30’da Candoğan Parkı önünde,

    Diyarbakır’da saat 17.30’da Konuk Evi önünde,

    Eskişehir’de saat 18.00’da Hamamyolu Saatli Parkı’nda,

    Gaziantep’te saat 12.30’da İMO’da,

    Hakkari’de saat 12.00’da KESK binasında,

    Karadeniz Ereğli’de saat 13.00’da Temsilcilik binasında,

    Kırklareli’de saat 18.00’da Öğretmenevi karşısındaki Özgürlük Parkı’nda,

    Kocaeil’de saat 18.30’da Mimarlar Odası’nda,

    Konya’da saat 12.30’da MMO’da,

    Malatya’da saat 17.00’da SGK önünde,

    Manisa’da saat 18.30’da Manolya Parkı’nda,

    Mersin’de saat 18.30’da Forum AVM Havuz başında,

    Muğla’da saat 17.30’da Sınırsızlık Meydanı’nda,

    Rize’de saat 12.00’da Hükümet Meydanı’nda,

    Samsun’da 18.00’da Süleymaniye gişesinde,

    Tekirdağ’da saat 13.00’da Tuğlalı Park’ta basın açıklaması yapılacak.

  134. PATRONLAR NASIL KURTULUR?

    PATRONLARA NASIL KURTULACAKLARI ANLATILDI

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, iş cinayetlerinden işçiyi sorumlu tutmasıyla gündeme gelen 8. Uluslararası İş Sağlığı Güvenliği Konferansının ikinci gününde bir iş cinayeti sonrası patronların sorumluluktan hukuki olarak nasıl kurtulacağı anlatıldı. Bu duruma diğer konuşmacılardan tepki geldi. İngiltere Güvenlik Konseyi Politika ve Standartlar Direktörü Neal Stone “İşverenler neden yükümlülük almaktan kaçıyor? Yüksek cezaların iş kazalarına etkisi ne? Ben burada bu sorulara yanıt alamadım. Bu sorunların yanıtlanması gerekiyor. Yaşanan iş kazalarını azaltabilmek için yüksek cezalar verilmeli” dedi.

    Giriş ücretlerinin 400 lira olduğu ve hiçbir işçinin yer almadığı 8. Uluslararası İş Sağlığı Güvenliği Konferansına Haliç Kongre Merkezinde devam edildi. Konferansın ikinci gününde ilk konuşmayı Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu Monografileri Başkanı Kurt Straif yaptı. Her 5 akciğer kanserinden 1’inin nedeninin mesleki olduğunu dile getiren Straif, “Ayrıca asbeste maruz kalanlarda yumurtalık kanserine, gece çalışan kadınlarda ise ışık sebebiyle göğüs kanserine rastlanıyor” dedi.

    Avusturya Griffith Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Sharif Mohammed de “İş güvenliği kültürünü, kurumsal kültür haline nasıl getirebileceğimizi düşünmemiz gerekir. ‘Hep çalışanların hatası, bizim sistemimiz mükemmel’ yaklaşımı diye düşünülüyor. Bir de sektör ortalaması diye bir şey var. Bir sektörde yaşanan iş kazaları oranları varmış gibi düşünülüyor. Buna göre bir şirket, ‘Bizimki sektör ortalamasının altında’ diye övünebiliyor. Peki biz bu ortalamayla yaşayacak mıyız yoksa farklı bir şey mi bulacağız?” diye konuştu.

    PATRONLARA ÖNERİLER: NASIL KURTULURSUNUZ?

    Konferansın öğleden sonraki oturumuna “İşverenin Hukuki Sorumluluğu” başlıklı panelle devam edildi. Panelde Prof. Dr. Erdem Özdemir, Prof. Dr. İzzet Özgenç, Prof. Dr. Refik Korkusuz, Yargıtay Üyesi Halil Yılmaz ve İngiltere Güvenlik Konseyi Politika ve Standartlar Direktörü Neal Stone söz aldı.

    Prof. Dr. Erdem Özdemir, “İşverenin sorumluluğu olmayan iş kazaları olabilir. Zarar görenin, üçüncü şahısın ağır kusurlu olduğu olaylarda ve mücbir sebep varsa işveren sorumlu değildir” dedi. Erdem Özdemir şöyle devam etti: “Mesela çalışan intihar etti. Bu olayda zarar gören, ağır kusurlu olduğu için işveren sorumlu değildir. İşveren mobbing sonucu gerçekleşmiş bir eylemse ve bu kanıtlanırsa sorumlu olur” diye konuştu. Özdemir sözlerini bir örnekle sürdürdü: “Erikli Su’da çalışan biri, bir apartmana damacana su götürüyor. Dönüşte asansöre binmek için kapıyı açıyor ve asansör boşluğuna düşüyor. Burada 3. şahıs kusurludur. Yani apartman yöneticisi.” Özdemir mücbir sebepler için ise doğal afetleri işaret etti.

    Yargıtay Üyesi Halil Yılmaz da, Yargıtayın verdiği kararları örnek göstererek, patronların sorumluluktan kurtulduğu olaylardan örnek verdi. Yılmaz, bir işçinin öldüğü takdirde hangi yakınına tazminat verileceğini hangisine verilmeyeceğini de anlattı.

    ‘BEN SORULARA YANIT ALAMADIM’

    Son konuşmayı ise İngiltere Güvenlik Konseyi Politika ve Standartlar Direktörü Neal Stone yaptı. Büyük Britanya’da son dönemlerde, iş kazalarında patronlar hakkında yüksek cezalar verildiğini ve bunun iş cinayetlerini ve kazalarını düşürdüğünü dile getiren Stone, “İşverenler neden yükümlülük almaktan kaçıyor? Yüksek cezaların iş kazalarına etkisi ne? Ben burada bu sorulara yanıt alamadım. Bu sorunların yanıtlanması gerekiyor. Yaşanan iş kazalarını azaltabilmek için yüksek cezalar verilmeli. Hüküm verenlerin bağımsız olması gerekir. Bir olayda suçlular cezalandırılmalı, suç azaltılmalı, halk korunmalı, yaşanan iş kazasında etkilenenler yani yakınlarına bir iyileştirme sağlanmalı” dedi.

    MUHABİRİMİZE ‘ZAMAN YOK’ DENİLEREK SÖZ VERİLMEDİ

    “Sürdürülebilir İş Sağlığı ve Güvenliği” başlıklı bir panelin moderatörlüğünü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Erhan Batur yaptı. İlk sözü alan İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü Kasım Özer, her yıl sayısı artan iş cinayetlerini ve iş kazalarını önlemeye yönelik yaptıkları projelerle övündü. Özer, “İş sağlığı ve güvenliği konferanslarından dünyada 5 tane yapılıyorsa 1 tanesi Türkiye’de yapılıyor. 2005 yılında başlayan projelerimizi çoğalttık. İşyerlerinde çalışma ortamlarının iyileştirilmesi projesine önce maden, inşaat ve metal sektörü dahilken şimdi tekstil, gıda, mobilya, kimya ve deri sektörleri dahil oldu. TSE ile çalışıp standartlarımızı belirledik” dedi.
    Diğer konuşmacılardan, AB İş Sağlığı ve Güvenliği Ajansı Brüksel Ofis Müdürü Brenda O’brein’in konuşmasında dikkat çekici yanlar oldu. Türkiye Çalışma Bakanlığıyla aralarının iyi olduğunu ifade eden O’brein, “Hazırladığımız ankete verilen cevaplara göre, Türkiye iş sağlığı ve güvenliğine en fazla bütçe ayıran ve çalışanlar üzerinde zaman baskısının en az sıkıntı yarattığı ülke” dedi.
    Diğer konuşmacıların da söz almasından sonra soru cevap bölümüne geçildi. Soru cevap bölümünde söz almak isteyen muhabirimize ‘Zaman yok’ denilerek söz hakkı verilmedi.

    ERDOĞAN İŞÇİYİ SUÇLAMIŞTI

    Konferansın birinci günü de Erdoğan: “Bakıyorsunuz hükümet kuralı koymuş. İşveren de üzerine düşen görevi yapmış. Gerekli tertibatı almış. Fakat işçimiz çok basit nedenlerin arkasına sığınarak, hatta ‘Bana bir şey olmaz’ diyerek, bu tedbirleri uygulamıyor. Hava sıcak diye bareti takmıyor. Rahatsız ediyor diye koruyucu elbisesini giymeyen işçi kardeşim öncelikle kendi canını tehlikeye attığını bilmelidir” diyerek iş cinayetlerinde işçiyi suçlamıştı.

    AKP DÖNEMİNDE 17 BİN İŞÇİ CAN VERDİ

    İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iş cinayetlerinin engellenmesi konusunda önemli adımlar atıldığı yönündeki sözlerine yanıt vermişti. AKP’li yıllarda en az 17 bin 57 işçinin can verdiği belirtilen açıklamada, “Türkiye’de devlet ve sermaye iş birliği içinde iş cinayetleri rejimi sürdürülüyor” denilmişti.

    Fırat Turgut, 11 Mayıs

  135. 5 İŞÇİ ZEHİRLENDİ!

    AMONYAK GAZINDAN 5 İŞÇİ ZEHİRLENDİ!

    Bursa’nın İnegöl ilçesinde faaliyet gösteren beyaz et üretim ve kesim tesislerinde, soğutma borusundan sızdığı öne sürülen amonyak gazı işçiler; “Selma Başar”, “Sema Tatlı”, “Azize Kepenek”, “Müjgan Seymen” ve “Perihan Başar”ın zehirlenmesine neden oldu.

    Durumu fark eden iş arkadaşlarının haber vermesi üzerine sevk edilen 112 Acil Servis ambulanslarındaki sağlık ekiplerinin ilk müdahalesinin ardından zehirlenen 5 işçi, İnegöl Devlet Hastanesi Acil Servisine kaldırılarak, tedavi altına alındı. İşçilerin sağlık durumunun iyi olduğu, amonyaktan yeni zehirlenmeler olabileceği göz önüne alınarak 112 acil servis ambulansı tesis önünde bir süre bekletildi.

    10 Mayıs

  136. İŞÇİ DEĞİL KÖLE!

    İŞÇİ DEĞİL KÖLE İSTİYORLAR!

    Kocaeli Ford Otosan işçileri Türk-İş’e bağlı Şeker-İş Sendikası akıl almaz eylem kararına ve bu eyleme Türk-İş’in verdiği desteğe tepkili. Bir işçi sendikasından beklentinin, sorunların çözümü için mücadele etmek olduğunu belirten Ford işçileri, “Söyleyecek söz bulamıyoruz” dedi. İşin devamlılığı için her zaman işçiden fedakarlık istendiğine dikkat çeken işçiler, bir ay boyunca günde 2 saat ücretsiz çalışma kararının uzlaşmacı sendikal anlayışın geldiği son nokta olarak değerlendirdiler.

    9 yıllık bir Ford Otosan işçisi “Böyle bir saçmalığın dünyada bile bir örneği yoktur herhalde. O kadar saçma bir eylem kararı ki söyleyecek bir söz bulamıyorum. Ülkemizde çalışma koşulları zaten ağır, üstelik haftalık çalışma süresi de uzun. Biz saat ücreti karşılığı çalışan işçileriz. Eylem adı altında şimdi işçilerden karşılığını almadan günde 2 saat fazla çalışması isteniyor. İşin devamlılığı için neden hep işçi fedakarlık etsin ki bunlar işçi değil düpedüz köle istiyor” diye konuştu.

    Patrona verilen her tavizin yeni tavizler anlamına geldiğini ifade eden 10 yıllık başka bir Ford Otosan işçisi şunları söyledi: “Şeker-İş böyle bir taviz verirse, patron hep daha fazlasını ister. Bu hep böyle oldu. Verilen tavizlerin yeni tavizler getirdiğini biz metal işçileri çok iyi biliyoruz. O nedenle geçen yıl patron sendikası dediğimiz Türk Metal’e karşı harekete geçtik.”

    PATRONA HİZMET

    Bir sendikadan beklenin sorunlar karşısından mücadeleyi örgütlemesi olduğunu vurgulayan Ford Otosan işçisi “İşçiyi 2 saat fazladan karşılığını almadan çalıştırarak eylem olmaz. İşin devamlılığı için de, özelleştirmeye karşı da, geçici işçiliğe karşı da yapılacak tek şey Türk-İş’e bağlı sendikaların ortak bir karar alarak örgütlü olduğu tüm işyerlerinde üretimi durdurmasıdır. Sendikacılık budur yoksa bunların yaptığının gerçek adı patronlara hizmet etmektir” dedi.

    Böyle kararlar alan sendikacılara, bu kararları destekleyen konfederasyon yöneticilerine karşı işçilerin bir an evvel harekete geçmesi gerektiğini dile getiren Ford işçisi şu çağrıda bulundu: “Mücadeleci sendikalar için işçilerin birleşmesi şart. Birleşmeden, sendikal bürokrasiye karşı harekete geçmeden böylesi kararlara daha çok tanıklık edeceğiz. Sendikaların yenilenmesi için mücadeleden yana işçilerin yönetimlere gelmesi lazım.”

    Arzu Erkan, 10 Mayıs

  137. ÖRGÜTSÜZLÜK ŞAHANE!

    İHBARSIZ MEKTUP UYDURMA, ÖRGÜTSÜZLÜK ŞAHANE!

    Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından sendikamız Tüm Bel-Sen Antalya Şube Başkanı İlhan Karakurt’un işten atılmasının arkasından şimdi de yine aynı gerekçe ve yöntemle İşyeri Temsilcimiz Mehmet Zengül memuriyetten çıkarıldı.

    İlhan Karakurt gibi isimsiz bir ihbar mektubu ile işten çıkarılan işyeri temsilcimiz Mehmet Zengül de yargı kararıyla memnu hakları iade edilmiş olmasına rağmen bedelini özgürlüğünü kaybederek ödediği, onlarca yıl önce aldığı bir ceza (O zamanda eğitim iş kolunda sendikal örgütlülüğün içindedir) gerekçe gösterilerek işten atılmıştır.

    Sendikamız işyeri temsilcisi ile birlikte Genel-İş İşyeri Temsilcisi Mustafa Düzenli de eş zamanlı işten atılmıştır. Aynı anda işçiler ve memurlar arasında örgütlü 2 sendikanın işyeri temsilcilerinin işten atılması dahi burada yapılmak istenenin aslında isimsiz ihbar mektubu bahanesi uydurarak işyerindeki sendikal örgütlülüğü dağıtmak olduğu açıktır. Sendikalar için işyeri temsilciliğinin önemi tartışmasızdır. Biz emekçilere işyeri temsilcilerimiz aracılığıyla ulaşır ve örgütlenmenin ilk halkası olarak işyerlerimizdeki emekçilere yayın, aydınlatma ve faaliyeti onlar üzerinden ulaştırırız.

    İşçi ve emekçilere yönelik kölece çalışma koşullarının tarihin en büyük saldırı olarak ifade ettiğimiz bugünlerde (Esnek çalışma, kiralık işçilik, kıdem tazminatının gasbı, kamu emekçilerinin iş güvencesinin kaldırılması vb.) istenilen emekçilerin karşı koyuşunu engellemektir. İşte bu nedenlerle Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı da emekçileri örgütsüzleştirmek, esnek çalışma, mobbing, baskı ve sürgünlerinin önünü açmak için ve ilerde yapmayı planladığı daha kitlesel işten atmalara karşı çıkacak örgütlü mücadeleyle karşı karşıya kalmamak için önce şube başkanımız sonra da işyeri temsilcilerini işten atıyor.

    İşyerinde emekçilerin saldırılara karşı mücadele etmeden kölece çalışmasını isteyen işveren Antalya Büyükşehir Belediyesi belediye emekçilerini teslim alırsa bütün bir kenti teslim alacağını da düşünüyor. Çünkü içeride gerici-rantçı, emekçilere ve örgütlü mücadeleye düşman belediye yönetimi, sendikal örgütlenmeyi dağıtırsa, dışarıda kent halkına kadın-genç-çocuk ve emekçilere değil, taşeronlar ve müteahhitlerle rant ilişkilerini kolayca yürütecektir. Başta Antalya Büyükşehir Belediyesinde çalışan emekçilerle, Genel-İş ve Tüm Bel-Sen sendikalarıyla ve Antalya’da gerici-rantçı-emek düşmanı belediye istemeyen bütün Antalya halkıyla birlikte mücadele edeceğiz.

    Satı Burunucu Çalı, Tüm Bel-Sen Genel Merkez Yöneticisi, 12 Mayıs

  138. AVCILAR'DA İŞTEN ATILANLAR!

    AVCILAR’DA İŞTEN ATILAN İŞÇİLER EŞ VE ÇOCUKLARIYLA YÜRÜDÜ!

    Türk-iş’e bağlı Belediye-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan Avcılar Belediyesi temizlik işçileri direnişlerinin 9. gününde eşleri ve çocuklarıyla yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüşe Türk-İş ve DİSK’e bağlı sendikalar da destek verdi.

    Avcılar Marmara Caddesinde toplanan işçiler belediyeye yürüyerek atılan arkadaşlarının işe geri alınmasını istedi.’Önce insan dediler babaları işsiz çocukları aç bıraktılar’ pankartı açan işçilerin çocukları da kortejin en önünde yer alarak tuttukları dövizle CHP’li belediye Başkan’ı Handan Toprağa “hani sizin iktidarınız da çocuklar aç yatmayacaktı” diye sordu.

    Sık sık ‘Handan Toprak şaşırma sabrımızı taşırma’, ‘Sendika hakkımız engellenemez’ sloganı atan işçiler belediye önünde basın açıklaması yaptı.

    Açıklamayı işçiler adına Belediye-İş 2 Nolu Şube Başkan’ı Erol Özdemir yaptı.Özdemir ” Bizler sabahın erken saatinde başlayarak mahalle mahalle, sokak sokak ilçemizi süpüren günlük çöplerini toplayan temizlik işçileriyiz. Bizler işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinden mahrum, koruyucu malzemelerden yoksun, sağlık taraması ve kontrolleri yapılmayan, soyunma giyinme yerleri olmayan, lavabo ve tuvaletleri bulunmayan , maaşları sürekli olarak geç ve eksik ödenen emekçileriz” dedi.

    ‘Kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan , ‘önce insan’ diyerek yola çıkan, Avcılar Belediyesi yönetimi sendikaya üye olmamızı engellemez sandık” diyen Özdemir “ancak yanılmışız” diye konuştu . Demokrasi özgürlükler ve sendikal hakların işlerine geldiğinde kullanacağı , işleri bitince kaldırıp atacağı kavramlar olmadığını belirten Özdemir, “Bu bir dünya görüşüdür bir yaşam biçimidir. Bugün Avcılar Belediyesinde emekçilere yapılanlar, emeğe saygılı olduğunu söyleyen bir partiye ve onun belediyesine yakışan davranış mıdır?” dedi. Avcılar Belediye Başkanı Handan Toprak Benli’den taleplerinin açık ve net olduğunu vurgulayan Özdemir, “sendikalaştıkları için işten atılan 32 arkadaşımız derhal işe başlatılmadır” diyerek sözlerini tamamladı.

    11 Mayıs

  139. MOBBİNG'E İTİRAZ EDEMEZSİN!

    MOBBİNG’E İTİRAZ EDİNCE SÜRGÜN EDİLDİ!

    BES İstanbul 2 No’lu Şubesi, İstanbul Defterdarlığında çalışanların başta mobbing olmak üzere yaşadıkları sorunlar nedeniyle Defterdarlık önünde basın açıklaması yaptı. Açıklamada bir üyelerinin mobbinge itiraz etmesi sonucu sürgün edildiği vurgulandı.

    Açıklamada konuşan Şube Yönetim Kurulu Üyesi Murtaza Pektezel, Defterdarlık çalışanlarının sürekli sürgün edilme tehdidiyle, görev alanlarının değiştirilmesiyle karşı karşıya olduğunu, Defterdarlıkta sendikal faaliyetlerin de engellendiğini söyledi. Bu sorunların yanı sıra kadın çalışanların da sıklıkla mobbinge maruz kaldığını belirten Pektezel, “Avrupa Yakası Milli Emlak Müdürlüğü bünyesinde görevli Haliç Emlak Müdürü Mehmet Yertürk göreve geldiğinden beri birim çalışanlarının tamamına ve üyelerimize karşı baskı, aşağılama ve mobbing uygulamalarında bulunmuştur” dedi.

    Pektezel en son Haliç Emlak Müdürlüğünde, üyeleri Sevil Çoban’ın 11 Nisan’da mobbinge uğradığı için dilekçe ile kurum amirliğine müracaat ettiğini aktardı. Pektezel, “Kurum amirliği bahsi geçen birimde çalışanların huzurunu sağlamak, adı geçen müdür hakkında gerekli soruşturmayı açmak yerine dilekçeyle durumu arz eden çalışanı iradesi dışında Eyüp Mal Müdürlüğüne sürgün etmiştir” dedi. Yapılan idari işlemin keyfi ve yasa dışı olduğunu belirten Pektezel, bu işlemle hizmet biriminde çalışanlara gözdağı vermek, baskı kurmak ve yaşananların üzerinin örtülmek istendiğini vurguladı. Pektezel, “Birim çalışanı üyemiz hakkında yapılan sürgün işlemi derhal iptal edilmelidir. Birimde yaşanan huzursuzluğun üzerine gidilmelidir ve bahsi geçen birim amiri hakkında gerekli idari soruşturma derhal başlatılmalıdır” şeklinde konuştu. Pektezel burada yaşanan sorunların takipçisi olacaklarını ve hukuki tüm haklarını kullanacaklarını söyledi. Açıklamaya Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu da destek verdi.

    11 Mayıs

  140. Kararımı verdim:
    Zilelistim.

  141. “1844 Elyazmaları” ve Ahmet Davutoğlu

    Ahmet Davutoğlu nasıl arz etti şecaatini: “Başarılarımızın arkasında ahde vefa ve söze sadakat var.”

    Dostu düşmanı, herkesin kendisine haber verebileceği gibi, orada aranan sadece söze değil lidere sadakattir. “Davaya” sadakat, “Reis”e sadakatle sınanır.

    Mehmet Metiner’in arz ettiği gibi: “Bizde lidere sadakat esastır. Lidere sadakat, ideallerimize sadakattir. Onun için, ‘Biatsa biat, itaatsa itaat. Ölümüne arkandayız!’ dedik”…

    Daha 2007’de, Recep Tayyip Erdoğan başbakanken, AKP Meclis Grubu adına yapılan arzda demişlerdi ki: “354 vekil arkadaşımızla birlikte doğum günü hediyemiz, sonuna kadar size sadakattir.”

    Sadakatle sınanmanın, sadakatle övünmenin, sadakatle şereflenmenin bando mızıkası, “28 Şubat süreci”nde icat edilen “Orduya sadakat şerefimizdir” sloganıyla çalınmıştı. Sonra, Saadet Partililer bunu devralıp, biraz da AKP’ye hınçla, “Hocaya (Erbakan’a) sadakat şerefimizdir”e uyarladılar.

    Bir zamandır, şerefi Erdoğan’a sadakatle tartanların sedası yükseliyor; sosyal medyada da o şekil sloganlar gırla gidiyor. Ülkücü töresinde de “lider-teşkilat-doktrin” düsturu epeydir “lidere sadakat şerefimizdir”e uyarlanmış durumda; zaten esası baştan beri o idi. Sadakat kefesindeki ağırlıklar değişse de, millî şeref terazisi hep bir baş arıyor.

    Bu sloganın ilham kaynağı, nasyonal sosyalist seçkin “güvenlik” birimi, aynı zamanda yüksek ırkın en seçkin kanını temsil etmekle mükellef “SS”lerdir (“Schutzstaffel”; Muhafız Bölüğü). 1932’den itibaren “Meine Ehre heißt Treue” diyerek yemin ediyorlardı: “Şerefimin adı, sadakattir; sadakat şerefimdir.”

    Adolf Hitler’e ve “onun tayin ettiği amirlere” ölümüne sadakat andı veriyorlardı.

    Amerikan Deniz Piyadeleri’nin (US Marine Corps) sloganı “Semper fidelis”tir; “ebediyete kadar sadakatle”. “Anavatan” hesabına, militarist ve işgalci-yayılmacı bir misyona sadakat…

    Keza emperyal yayılmaya hizmet eden Fransız Yabancı Lejyonu’nun sloganı “Honneur et Fidélité”dir; şeref ve sadakat. Yabancı Lejyonu, Fransız olmayan gönüllülere de açık; kan fedası karşılığında vatandaşlık bile verebiliyorlar. Demek, yabancı için “Şeref ve Sadakat”in, ona ölümüne bir sadakat mükellefiyeti yükleyerek ve bunu törenle haykırtarak “içeriye” kabul eden bir hükmü var burada…

    Sadakatle yükümlendiren, sadakatle şereflendiren söylemler, epey bir zamandır, hep tekinsizdir.

    Marx “1844 Elyazmaları”nda paranın iktidarının her değeri aksine döndürdüğünü söylerken, ilkin “sadakati sadakatsizliğe çevirir” diye başlar saymaya:
    “Aşkı nefrete,
    Nefreti aşka,
    Erdemi fenalığa,
    Fenalığı erdeme…” diye devam eder.

    Ama ilk andığı, sadakat… Sadakatten çok bahsedildiğinde, belli ki sadakatsizlik kol geziyordur. “Sahih” bir sadakatten bahsediyorum.

    “Sahih” sadakatin izini sürelim…

    Sadakat kelimesinin Arapçada bereketli bir kökü var. İlk anlamı, bugünkü yerleşik kullanımına yakın: Dostluk (refiklik!), vefalılık, içten bağlılık.

    Ahde vefa, söze sadakat. Biraz daha derine inersek: Davranışla söz ve itikadın uyumu. Daha da derine gidersek: Doğruluk, yürek doğruluğu. Kelimenin özsuyunu veren sıdk, erdemli, doğru ve adil olmayı ifade ediyor. Sıddık, “tasdik eden (Allah’ı ve hakikati) ve doğru olan” demek. Şehitlikle tartılan bir mertebe. Sadk, “her şeyde mükemmel olan” anlamına geliyor. Bağlılıktan evvel, bağlılığa da anlamını ve dayanağını veren başka bir ahlâk var yani sadakatte.

    “Sadaka” da aynı kökten geliyor. Yüzeyde, fakire yardım; derinde, “mecburi olmayan, Allah rızası için yapılan bağış”. Aynı zamanda “sıdk-u kemal” mertebesi bu, doğrulukta olgunlaşma. Kimi fıkıh yorumlarında “Kulluktaki sadakat, sadakayla ortaya çıkar” deniyor (http://dergipark.ulakbim.gov.tr/omuifd/article/viewFile/5000073531/5000067790.)

    İslâmî düşünüş içinde sadakatin “sahih” referansı; “doğru”, hak ve erdemli olmadır.

    Batı dillerinde sadakatle denkleşen iki kelimeden “loyal”, eski Fransızca “legal”den türüyor, dümdüz “yasal” demek; sadakati “yasaya bağlılık”la eşliyor.

    Sadakati karşılayan diğer kelime; “fidelity”, “fidelité”, Latince “fidelis”ten geliyor. Burada da sadakatin ilk-yüzey anlamı tekrarlanıyor: Emin kişi olmak, güvenilirlik, sadakat, doğruluk. 18. yüzyılda, en azından Almanca konuşulan öğrenci muhitinde “fidelis”in “neşeli, sevinçli”ye doğru bir anlam kayması geçirmiş olması ilginç.

    Belki de o kadar ilginç değil… Spinozacı çağdaş felsefeci André Comte-Sponville, “Büyük Erdemler Risalesi”nde (http://www.iletisim.com.tr/kitap/buyuk-erdemler-risalesi/8640#.Vys_mYSLRD8) “aşkın aşkı” der sadakat için; “gerçekleşmiş olan şeyin süren aşkı”… Sevdiğine, aşkına sadakatin sahih anlamı budur. Arkadaşa, refike sadakati de katabilirsiniz yanına; dikkat: Eşitler arasında, dahası biraz da o eşitliğe duyulan sadakattir bu (Bundan büyük sevinç olur mu!).

    Comte-Sponville, sadakatin erdemini, insanı insan yapan belleğe duyulan bağlılıkta köklendiriyor. Hattâ bellek erdemi veya “erdem olarak belleğin ta kendisi” diyor sadakat için. “Hakikate sadakat”in anlamını burada buluruz. Yaşanmışın, tecrübenin bilgisine, altını çizelim, “eleştirel bilgisine bağlılık”.

    “Bildiğin her yerden derinde
    Bulunduğum her seçimde
    Hayalin hâlâ benimle” Kutlu Özmakinacı’nın sözleri, aşkın aşkıyla bellek erdemini harmanlıyor sanki. Yüksek Sadakat’in şarkısı…

    Sadakatin “erdem olarak bellek” anlamını, düz anlamına da teyelleyebiliriz isterseniz. Özellikle de yoldaşlık hukukuna dayanan eşitlikçi telakkisiyle…

    Ibn Haldun’un tarihsel-toplumsal döngüsünde, asabiyeyi yani “dayanışma içinde birlik ruhunu yitirmek”, belleği yitirmekle eşanlamlıdır (http://www.iletisim.com.tr/kitap/luks-ve-siddet/9269#.VzSw69J97Dd). Dayanışmadan ve toplumsal tabandan kopmak, hafızadan kopmaya koşut gider.

    André Comte-Sponville, sözün özünü gayet yalın söylemiş: “Kötülüğe sadakat, kötü sadakattir.”

    11 Mayıs 2016
    Tanıl Bora
    “Birikim” Dergisi

  142. Siyasi manevralarınızı yeniden düşünmenizde yarar var…

    Bir kulis bilgisi de benden, MHP’de Meral Akşener yükseliyor,
    CHP’de ise Yılmaz Büyükerşen hazırlıkları başladı…

  143. özgürlükçü

    Anonim 116 HDP siz Demirtaşsız cümle kuramıyorsunuz kurduğunuz cümlelerde sansürlü tv lerde her akşam mit it artıklarının bereketli toprakların yiğit evladı Demirtaşı ve HDP yi itibarsızlaştırma işlevine burada soyunmanıza gerek yok yeni kurtyarıcınız ırkçı faşist Akşener ve MHP size hayırlı olsun senin millici zillicilerden çok farkın yok galiba ha zilelinin akp gitsinde darbeyle bile olabilir haa Erdoğan ha MHP ha Akşener bunların toplumsal muhalefetin gelecek beklentileri ile ne alakası var??kendi işinize bakın HDP ve Demirtaş size öğretilen zehirlenen zihninizdekilerle ilgisi yoktur bilmediğiniz işlere değil bildiğiniz işlere odaklanın yoksa sen zileli olmayasın?????

  144. Akşener’cilere gelsin;

    “Bugüne dek pek çok ülkede kadınlar başbakanlık da dahil üst düzey görevler üstlenmişlerdir. Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Peki, örneğin Tansu Çiller’in başbakanlık, faşist Meral Akşener’in içişleri bakanlığı, İmren Aykut’un çalışma bakanlığı, Gürdal Akşit’in «kadın ve aileden sorumlu» devlet bakanlığı yaptığı Türkiye’de bu «kadın»lar, emekçi kadınların sorunlarının çözümü yönünde ne tür adımlar atmışlardır? Ya da bunların hangi demokratik ve eşitlikçi yasalarda imzaları vardır?”[*]
    [*] İlkay Meriç, Burjuva Feminizmi Yine Sahnede, Marksist Tutum, Mayıs 2007
    http://marksist.net/selim_fuat/550nin_yarisi_ve_emekci_kadinlarin_isgucune_katilim_sorunu.htm

  145. Sayın Gün Zileli'ye

    Sayın Zileli,

    Şöyle yazmışsınız: “Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Yordam Kitap, 2016. Okumaya bugün başladım.”

    ( https://twitter.com/gunzileli/status/731073954488668161?lang=tr )

    Sayın Başkaya’nın bu eseri ile birlikte aşağıdaki referanslara da yönelmenizi öneriyoruz:

    [1]
    Kitap: “Aylak Sınıfın Teorisi”
    Yazan: Thorstein Veblen
    Çeviren: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
    Yayınevi: Babil Yayınları-İstanbul
    Adres: ( http://bit.ly/1sjVMGj )

    [2]
    Kitap: “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
    Yazan: Vincent de Gaulejac
    Çeviren: Özge Erbek
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1dX0lOW )

    [3]
    Kitap: “Borç: İlk 5000 Yıl”
    Yazan: David Graeber
    Çeviren: Muammer Pehlivan
    Yayınevi: Everest Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1GEmdqy )

    [4]
    Kitap: “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
    Yazan: Guy Standing
    Çeviren: Ergin Bulut
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1LmQPD2 )

    [5]
    Kitap: “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar: Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
    Yazan: Kathrin Hartmann
    Çeviren: Etem Levent Bakaç
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1LrQ7Bh )

    [6]
    Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü”
    Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1SApX3z )

    [7]
    Kitap: “İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
    Yazan: Neal Curtis
    Çeviren: Mehmet Ratip
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1Ms7fKF )

    [8]
    Kitap: “Oblomov”
    Yazan: İvan Gonçarov
    Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu & Erol Güney
    Yayınevi: İş Bankası Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1Swyhnm )

    [9]
    Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1CkYv08 )

    [10]
    Kitap: “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti”
    Yazanlar: Jean M. Twenge & W. Keith Campbell
    Çeviren: Özlem Yüksel
    Yayınevi: Kaknüs Yayınları
    Adres: ( http://bit.ly/1G7FIx8 )

    Bu referansları da özümseyecek misiniz sayın Zileli?

  146. İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha az anlamak ne hazin şey.

    Panait Istrati, 1884-1935

  147. Dünya, kitapların öğrettiğinden daha fazlasını öğretir bize.

    Antoine de Saint-Exupéry

  148. “hayatı hayvanlardan daha az anlamak” kişisel bir sorundur. P. İstrati büyük bir öykücü.. Olasıdır ki, bu sözü ilgili şahıslar için söylemiştir…
    “Hayvanlardan daha kötü yaşamak…” İşte bu tartışılır..

  149. marxist argüman

    sayin zileli’nin “diktatörlük” temali yazilari ile insanlara yanlis bir bilinc asilamak sureti ile nasil “siyasi hilkat garibeleri” yarattigina kanit 116 nolu yorumcu. sayin zileli, devleti/düzeni hedefleyen devrimci anarsist bilinc bu mu oluyor?

    özgürlükcü kardes, benim sana yaptigim elestiri de verdigim mesaj $udur: sen bu demokrasi idealizmi ile hayal kirikligi üzerine hayal kirikligi yasamaya mahkümsun. alman yesiller partisi ve sol partiyi bosuna örnek vermedim. HDP’nin bir kürt partisi olarak T.C. de iktidar olma sansi sifirdir, fakat öyle bir mucize olsa bile iktidar olmus bir HDP de senin hayalinde ki HDP olmayacak. benim gibi düsünenler düzeni degistirecek cogunlukta degil, o kesin, fakat benim senden farkim, devleti/düzeni dogru tahlil edip anladigim icin senin gibi idealist düsüncelere kendimi kaptirmiyorum ve senin yasadigin ve yasayacagin hayal kirikliklarini yasamamis oluyorum/olacagim.

    ogürsel’in 105 nolu yorumuna cevap:

    ogürsel, AKP’nin ekonomik ve siyasi hedeflerinden bahsetmem isine gelmiyor degil mi? cünkü senin gibi ulusalci solcu kapitalist ideologlar AKP’yi ancak dinci/islamci/gerici diye elestirebilirler. zaten senin gibi devletsever/vatansever ulusal solcularin AKP ile ayristigi tek nokta laiklik degil mi? ondan dolayi AKP ile ilgili bütün tartismayi laik/dinci ikilemi üzerinden yaparsiniz, laiklik konusu disinda geri kalan bütün konularda senin gibi ulusalci solcularla AKP’li islamcilar tamami ile hemfikirler. seninle AKP’nin hemfikir oldugunuz konular nelerdir, örnek: devletin varliginin tartisilmazligi;T.C. devletinin bekaasi, devletin milleti ile bölünmez bütünlügü, kapitalist ekonomik sömürü iliskilerinin gerekliligi ve tartisilmazligi, ulusalcilik ideolojisinin dogrulugu, dini dogmalari/safsatari tabulastirma, T.C.’nin devletlerarasi kapitalist/emperyalist rekabette mümkün oldugunca üst siralara tirmanmasi. senin gibi ulusalci solcularin AKP ile anlasamadigi nokta nedir: devletin/vatanin bekaasi icin hangi siyasi/ekonomik/toplumsal politikalar uygulamak lazim? marxistler bir devleti ve hükümeti ekonomik/siyasi/toplumsal icraatlari, hedefleri ile degerlendirirler. benim gibi bir marxistle senin gibi CHP’li, vatan partili milliyetci solcular arasinda ki fark tamda bu oluyor. ben AKP’yi senin agzinla elestirmem, nasil elestiririm: bu partinin siyasi/ekonomik politikalarini inceleyerek. senin gibi milliyetci kapitalist ideologlarin kriterlerine göre degerlendirirsek, AKP’nin kapitalist sömürü iliskilerini türkiye ve kürdistan capinda altyapi, kredi ve danismanlik servisi ile tesvik etmesi, mega projeleri vs. göz önüne aldigimizda AKP’nin ekonomi politiklarinin uluslararasi finans kapital ve rating acentalarindan iyi notlar aldiklari ortada. bunlar senin gibi kapitalist ideologlar icin “basari” oluyor, ondan dolayi bunlardan bahsetmek isine gelmiyor. senin gibi siyaset/ekonomi cahilleri ile tartismak keyif vermek orda kalsin, sinir bozucu fakat cevap vermesende olmuyor. ekonomi ve siyaset cahili ogürsel, simdi beni iyi dinle. her devletin ve hükümetin kisa ve uzun vadeli ekonomik/siyasi hedefleri vardir. bu hedeflerin gerceklesmesi bircok ic ve di$ faktörlere baglidir. bir devletin ve hükümetin bu hedeflerini mercek altina alip inceleyip degerlendirmek yerine “bunlar politikaci palavrasi” demek en hafif deyimle hafifliktir. marxistlerin siyaset yapma tarzi ile milliyetci solcularin siyaset yapma tarzi arasinda ki farklar tamda bunlar oluyor. son birsey: ben AKP’nin 2023 ajandasina dikkat cekiyorum. benim AKP’nin dünyanin en büyük ilk on ekonomisi arasina girme hedefi var demem, benim buna inandigim anlamina mi geliyor? kaldi sayin zileli’ye elestirilerimde belirttigim gibi, benim AKP’nin bu hedefi tutar mi tutmaz mi diye kehanette bulunmam tam bir ahmaklik olur. marxistlerin i$i, kapitalist devletlerin ekonomik/siyasi hedeflerinin gercekciligini tartismak degildir, nedir peki marxistlerin yaptigi: bu hedefler icin öngörülen politikalar nelerdir, bu uygulamar insanlar icin, vatandas icin ne anlama geliyor; bu kapitalist rekabetin zararlarini, yanlisligini, sacmaligini insanlara anlatmak.

    113 nolu yorumu aynen buraya aliyorum:

    “Her devlet, tarihin bir döneminde kıran kırana düşman bile olsa, gün gelir devran döner, birbirlerinin sırtını da sıvazlar. ABD-İran yakınlaşması ve ABD-Küba yakınlaşmasını göremiyorsan, bu senin stratejik derinsizliğin”.
    “stratejik derinlik” gibi davutoglundan caldigi lafarla bana cevap yaziyor. ayrica “devletler birbirinin sirtini sivazlar” jargonuda bu arkadasin siyasi seviyesinin kahvehane muhabbetleri seviyesinde olduguna kanittir.

    bu yorumcu gibi anarsist taklidi yapan ideolojik sahtekarlara karsi bu sitede anarsizmi de savunmak bana kaldi. anarsist rolü yapan bu sahtekar 89 nolu yorumunda ki jargonu ile amerikanci emperyalist propagandayi nasil benimseyip özümsedigini aciga vurmus. 89 nolu yorumda ne diyor bu sahtekar: iran atom programinin gezegen icin tehdit olusturmamasi icin…nükleer/atom/biyolojik silahlarin insanlar ve tabiat icin tehdit olusturdugu tartisilmaz gercek, yalniz bu amerikanci sahte anarsist $u soruyu kendisine sorma ihtiyaci duymuyor: iran atom programinin gezegen icin tehdit olusturdugunu iddaa eden kim: amerika. dünyanin en gelismis/öldürücü ve en cok nükleer/atom/biyolojik silahina sahip devlet hangisi: amerika. atom silahini kullanmis ilk ve tek devlet hangisi: amerika. bundan hangi sonuc cikar: demek ki amerikanin gezegenimizi tehdit eden silahlar gibi bir derdi olsaydi o silahlara kendisi sahip olup pratikte de kullanmazdi. peki amerika “iran atom programi dünyayi tehdit ediyor” derken ne demek istiyor? tercüme ediyorum: iran atom programi amerikan dünya düzenini tehdit ediyor, iran atom silahina sahip olursa ben amerika olarak iran’i istedigim gibi tehdit edip, bogun egdiremem. ondan dolayi amerikaya düsman devletler/rejimler listesinde birinci sirada yer alan iran devleinin atom silahina sahip olup “dokunulmaz devlet” statüsüne yükselmesine ben amerika olarak izin vermemeliyim.

  150. 133
    Kendin çalıp, kendin oynuyorsun. Marksist’miş. Şu bana ithaf ettiğin düşünceleri nesnel olarak ortaya koymadan nasıl yazarsın onları? Tuhaf mahlûk; bilgiçlik gösterilerinde sen de çık sahneye bakalım. Eğleniriz… Sıradan bir düşünceyi böyle çarşaf, çarşaf yazan o geçen yüzyılın gevezelerinin hallerine bak; yanlış yoldasın! Farkındaydım; Haklı çıkmak için her tür demogojiyi yaparsın.. Yaptığın da bu..
    Kolay gelsin dememe gerek yok; yalancılık ve çarpıtma işini belli, kolay yapıyorsun zaten..
    Bilinen Stalinci partilerde işe yararsın; harcanıyorsun buralarda; bu hırsın, bu kıvırtmaların, insanları olmadığı düşünce çamurlarına çelmeler takıp yuvarlama ahlâkın..o kofluğunu örten gevezeliklerinle o yapılarda bilinen biri olursun; ziyan olma buralarda..

  151. bunları sen yazmışsın..
    … tayyip gibi devlet adamlarinin davasi ki$isel bir hirs, güc, zenginlik tatmininden cok devleti kapitalist/emperyalist rekabette üst siralara cikarmaktir; hedeflerini zaten söylüyorlar: dünyanin en büyük ilk 10 ekonomisi arasina girmek….
    AKP’nin ekonomi politikalari, mesela girişimciler için AR-GE, TÜBİTAK ve KOSGEB Teşvikleri gibi konularin mercek altina alinip bu sitede tartisildigini gören var mi?
    **
    ben AKP’nin 2023 ajandasina dikkat cekiyorum. benim AKP’nin dünyanin en büyük ilk on ekonomisi arasina girme hedefi var demem, benim buna inandigim anlamina mi geliyor?

    çok sıkıcısın..

    AKP’nin Uluslararası Neo Liberal ekonominin azgın bir paydası ; uşağı, kölesi olduğunu anlamak için sana ne de çok ihtiyaç vardı ama…

  152. marxist argüman

    ogürsel’in 135 nolu yorumundan alinti:

    “AKP’nin Uluslararası Neo Liberal ekonominin azgın bir paydası ; uşağı, kölesi olduğunu anlamak için sana ne de çok ihtiyaç vardı ama…”

    sagcisi solcusu, dincisi fa$isti, anar$isti sosyalisti ile devletsever/vatansever milliyetcileri $urdan taniyabiliriz, diger bir ifade ile hangi cesit/cins milliyetci/yurtsever oldugu farketmez, bunlarin ortak noktasi $udur: bunlar birbirlerini sürekli olarak vatan hainligi ile, di$ güclerin usagi/kölesi olmakla suclarlar; yani vatanseverlikte, milli/yerli olmada birbirleri ile yari$irlar. dikkat edin AKP kendine muhalefet edenleri kökü disarda olmakla suclarken, parlamento ici, parlamento di$i muhalefette AKP’yi di$ güclerin hizmetcisi olmakla sucluyor. ogürsel’lin yukarda ki elestiriside ulusalci bir solcunun AKP’ye “siz bizim milli cikarlarimizi degil, neo liberalizmin cikarlarinin hizmetcisisiniz” seklinde ki bilinen millici bir elestiri. simdi sorsam “neo liberalizm dedigin de kim ola ogürsel” acaba bize ne cevap yazar?

    birincisi, neo liberalizmi elestirenler kapitalizme karsi degiller sadece o’nun neo liberal versiyonuna karsilar.
    ikincisi, AKP hükümetini neo liberalizmin usagi, kölesi seklinde elestirmek milliyetci duygulari oksamaktan öte hicbir fonksiyonu yoktur, isabetli bir elestiri degildir. kapitalist dünyada tek tek bireylerden tutalim sirketlere, holdinglere, ordan devletlere kadar, aktörü figürani ile hepsi borc/kredi ile yasarlar. kapitalizmde kredi/para ihtiyacini karsilayanlar kimdir: bankalar, kredi kurumlari, yani finans kapital/finans sektörü. dünyanin en güclü devletleri ayni zamanda finans kapitale en borclu devletlerdir. fakat amerkan, AB gibi devletlerin/devletler birligi dolar, avro gibi dünya parasi olmus, altin gibi dünyanin her tarafinda kullanilan gecerli bir para birimine sahip olduklari icin, bu devletler icin borc/kredi almak ve bu borclarla yasamak sorun olmuyor.
    sonuc: kapitalist devletlerle finans kapital arasinda ki iliski bir kölelik, u$ak ili$kisi olmayip, karsilikli ihtiyac, bagimlilk, kullanma iliskisidir. T.C. diger devletler gibi kendi devlet programini/hedeflerini hayata gecirmek icin kendi olanaklari ile yetinmeyip finans kapitalin kredisine, uluslararasi sermayenin yatirimlarina ihtiyac duyuyor. bir devletin krediye layik görülmesi, kredi sartlerini vs. belirleyen, o devletin ekonomik/siyasi/askeri gücüdür. tayyip erdogan’in di$ güclerle pazarlikta kölelik, usaklik orda kalsin, kendine son derece güvenen, osmalinin evladi olma bilinci ile di$ devletler ile pazarlik yaptigi, bu devletlere cogu zaman “bu neyine güveniyor” dedirtecek derecede kabadayi bir tavrin sahibi oldugu gözler önünde. ogürsel gibi millici yurtseverler bu yazdiklarimi “tayyip’e övgü” olarak görüyorlar. neden? cünkü onlarin millici kriterlerine göre “bu tayyip devlet/vatan icin bunlari yapiyorsa, o zaman biz bu adamin neyini elestirecegiz, bunlar tamda bizim siyasi liderlerimizden bekledigimiz seyler” diye düsünüyolar. evet, solcusu sagcisi ile, ulusalcilarin birbirlerini elestirme/elestirememe zorlugunun altinda yatan sebep tam da budur. yani devletin/vatanin milli selameti konusunda hemfikirler. bütün mesele, devleti kim yönetecek, toplumu kim güdecek meselesi oldugu icin, birbirlerini en cok vatan haini, kökü disarda, dinci ya da batici laik diye suclarlar, cünkü bircok konuda zaten ayni fikirdeler.

  153. “neo liberalizmi elestirenler kapitalizme karsi degiller sadece o’nun neo liberal versiyonuna karsilar.”

    “Neoliberalizm” terimi, kapitalizmin tarihi içinde yeni bir aşamayı tanımlamaz. Biraz mali politikalarla ve hükümetlerin politikalarıyla ilgilidir. Kapitalizm ise, bir sosyo ekonomik formasyondur, yapısal bir olgudur, Emperyalizm, onun içinde farklı bir aşamadır; Geç Kapitalizm de onun içinde farklı bir aşama. Ama bunlar politik olgular ve bu kavramlar da politik kavramlar değildir. Örneğin Emperyalizm politik bir olgu ve bir politika değildir. Yapısal olarak farklı bir aşamadır. Ama neoliberalizm kavramı böyle değildir; o bir politikanın karşılığıdır ve öyle kullanılmaktadır. Yani kapitalizmin yapısal olarak farklı bir neoliberal aşaması yoktur.
    Bu nedenle ben “Neoliberalizm”in sahte bir düşman olduğu kanısındayım. Aslında Neoliberalizm kavramı, kapitalizmi gizil olarak olumlar; kapitalizmi kötülüklerinden tenzih eder. Aslında Neoliberalizme atfedilen bütün suçlar kapitalizmin suçlarıdır.
    (“Kapitalizmin Geleceği Üzerine” Sorulara Cevaplar / Demir Küçükaydın)
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/12/kapitalizmin-gelecegi-uzerine-sorulara.html

    “solcusu sagcisi ile, ulusalcilarin birbirlerini elestirme/elestirememe zorlugunun altinda yatan sebep tam da budur. yani devletin/vatanin milli selameti konusunda hemfikirler. bütün mesele, devleti kim yönetecek, toplumu kim güdecek meselesi oldugu icin, birbirlerini en cok vatan haini, kökü disarda, dinci ya da batici laik diye suclarlar, cünkü bircok konuda zaten ayni fikirdeler.”

    Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır. Bunun tarihsel ve sınıfsal kökleri çok derindedir.
    Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile almıyorlar. Halbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin, dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini açığa çıkarıp onu tecrit eder.
    Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartı olan devletçiliğin tecridini de getirir, Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor ve atmayacaktır. Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.
    (Erdoğan Taksim’in Mesajını Anlamıyor Değil, Çok İyi Anladığı İçin Böyle Davranıyor / Demir Küçükaydın)
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2013/06/erdogan-taksimin-mesajn-anlamyor-degil.html

  154. Kahvehaneden sevgilerle…

    Okey’de adam eksikti, boşta beklemeyeyim, bilgilendireyim dedim…

    Ivy League de bile imrene imrene takip edecekleri, harikûlade akademik bir üslûpla, artist argümana cevap vereyim:

    Artist argüman, ABD isimli günümüz devlet mekanizmalarının şahını temsil eden yapının tarihini bana anlattırmaya kalkarsan, sadece Almanca bilmen yetmez, uçsuz bucaksız dehlizlere de dalman gerekebilir. Alexander Hamilton’la başlarım (ki kendisi en nefret ettiklerimdendir!), Mark Twain ve Theodore Roosevelt ile devam ederim, G. F. Kennan’la ABD’nin çevreleme politikasının nasıl, bugün de, devam ettiğini beynine mıhlarım.

    Sovyetlerin real-olmayan komünizmine karşı 1979’da İran’daki yobazlığın diktatörlük kurmasına tahammül etmediğini iddia eden ABD’nin içindeki ‘DEVLET’in uydurduğu hikayeler senin gibi bir ‘artist’i kandırmış,

    Yine kendi hegemonyasını sürdürmek için bizzat ABD tarafından ‘İran şer hattındaydı ama nihayet akıllanmaya başladılar’ söylemini kuvvetlendirmek için 2014-2015-2016’da İran’ın nükleer programlarının kontrol altına alındığını bilmeyecek kadar deneyimsiz olduğumu sanıyorsun.

    Devletler ile halkları aynı doğrultuda hareket eden yapılar gibi görüyorsun, bir de anarşizmi bildiğini iddia ediyorsun.

    Daha fazla küçük düşürme kendini, artistlik yapabildiğin konularda çemkirmeye devam et…

  155. “Diyanet İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile almıyorlar.”

    Siz gercekten neden bahsettiginizin farkinda degilsiniz.

    Sizin bu dediginizi, eminim, once Islamcilar sonra da –artik ozerk olacak olan– Diyanet ister.

    Sebebi de cok basittir –ama, sizin ufkunuz bu kadarini bile goremez o ayri.

    Osmanli’daki ‘Evkaf-ı Hümayun Nezareti’ [ https://tr.wikipedia.org/wiki/Evkaf-%C4%B1_H%C3%BCm%C3%A2yun_Nez%C3%A2reti ] (Vakiflar Bakanligi) Cumhuriyet’in ilaniyla, once ‘Şeriyye ve Evkaf Vekaleti’ olmus, sonra da (el cabuklugu marifet, uyduruk bir tenzil-i rutbe ile) ‘Vakıflar Genel Müdürlüğü’ ve (‘Şeriyye’yi temsilen de) Diyanet Isleri Baskanligi kurulmustur.

    [
    https://tr.wikipedia.org/wiki/T.C._Ba%C5%9Fbakanl%C4%B1k_Vak%C4%B1flar_Genel_M%C3%BCd%C3%BCrl%C3%BC%C4%9F%C3%BC

    https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_Cumhuriyeti_Diyanet_%C4%B0%C5%9Fleri_Ba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1
    ]

    Laikligi sizin dediginiz gibi uygulayacak olsalar, ya da hukuk isletilecek olsa, Turkiye’deki vakiflarin (tahminim) yuzde 80-90’i ve Vakiflar Bankasi (ve dahi, muvazali olarak kurulmus olan) Is Bankasi’nin cogunluk hisseleri kut diye Diyanet’e gecer.

    Baska bir deyisle, aksamdan sabaha, Turkiye’nin (acik ara) en zengin kurumu Diyanet olur –3-5 tane Ermeni, Rum, Musevi vakfini teslim etmege benzemez, yani.

    Sizin agziniza sakiz etmegi marifet sandiginiz imam ve muezzin maaslari da pul parasi bile sayilmaz.

    Tabii ki, ayni sey Aleviler icin de gecerli –yani, Alevi vakiflari da onlara devredilir. Ama, Alevilerin ne kadar organizasyonu oldugu ortada (yok denecek kadar az, bence) ve kimin neye sahip olacagina karar vermege kalkildiginda aralarinda kiyasiya bir savas bile cikabilir. Bu bir yana, pek de meskun olmayan yerlerdeki birkac donumluk 100-200 adet dergahlik mulk olsa ne olur olmasa ne.

    Kisacasi, akilli dusman akilsiz dosttan yegdir ve siz sonuncusuna denk geliyorsunuz.

    Bilmediginiz konularda lafazanlik etmemenizi oneririm.

  156. PKK/HDP’’ye
    Gericiliğin merkezleri bellidir!
    İŞİD/DAİŞ barbarlarına destek veren Türk-İslamcı çevrelerin merkezi Türkiye’dir; Kürdistan değil…
    Gericiliğe karşı savaşmak isteyenler gider Sakarya-Konya –Düzce gibi gerici bataklıklarda eylem yapar….
    HİZBULLAH/HÜDA-PAR’a
    Laik’liğin merkezi Ankara’dır.
    Size göre “yoldan çıkanlar” da Türkiye’de yaşıyor; Kürdistan’da değil…
    İnsanları “ihya” etmek ve Ümmetçiliği yaymak istiyorsanız, Ankara-Bodrum-Kemer-Kuşadası gibi yerleri “pilot bölge” seçersiniz…
    Kusura Bakmayın!
    Ümmetçilik ve Enternasyonalizm adı altında, sömürge Kürdistan’ı hesaplaşma alanı yapıyor ve Kürdleri katlediyorsanız; ikinizde de bir sakatlık var ve birileri size ihale vermiş demektir…
    NASNAME
    10.06.2015
    ****
    ​PKK-Hizbullah Çatışması Kapıda! (Güncellendi)
    http://www.nasname.com/a/pkk-hizbullah-catismasi-kapida1

  157. Ulusalcıların bu çelişkisi dinciler için de aynen geçerlidir;
    [ a) peygamberlik iddiasına itiraz edenlerin çenesini kapatmak için, b) “Hakk”a (hakikate) teslim olup onun için mücadele eden “seçilmiş” bir ümmet olarak kendinizi ayırdığınız insanlığın geri kalanını Hakk’a boyun eğdirmek için, c) ötekilerin “seçilmiş ümmet”ten daha aşağıda bir statüye itirazlarını bastırmak için kaçınılmaz olarak şiddete başvurunca kendi içinizdeki ilişki bir güç/iktidar ilişkisine dönüşür zamanla. Bu ilişki de aranızda şiddete/güce en iyi hükmedenleri itibar sahibi kılar ve fırsatını buldukları anda ellerindeki gücü kullanarak “ümmetin” iplerini ellerine alırlar. “Nübüvvet” ve hilafetin saltanata, Muhammed’in saf ve bağımsız dininin Emevi İslamına dönüşmesinin hikayesi budur kanaatimce. ]
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/07/son-diyelim-baska-ckmasn.html

  158. Demir Küçükaydın çoğu zaman, skolastik hale gelmiş 1960-70’ler zihniyetine göre tahliller yapar.

    Ama ara sıra, gerçekten konumunu pusulalara göre belirlemeden, duru bir şekilde birkaç satır da yazabiliyor.

    137’de aktarılanlarda, Küçükaydın’ın ifadelerine uzun zaman sonra katılıyorum. 137’deki tahlilleri doğrudur.

  159. Fethullah Gülen, 2013’te kandırdığı GEZİ’CİLERİ bugünlerde yeniden peçete gibi kullanmaya hazırlanıyor!

    “Gezi Parkı’na Topçu Kışlası projesi Danıştay’dan da geçti!”

    Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın yeniden inşasını uygun bulan mahkeme kararı Danıştay tarafından onandı.

    Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu, 27 Şubat 2013’te projeye onay vermiş, bunun üzerine Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği, iptal istemiyle İstanbul 6. İdare Mahkemesi’ne dava açmış, ancak mahkeme 21 Şubat 2014’te talebi reddetmişti. Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği, son çare olarak mahkeme kararının bozulması için Danıştay’a başvurmuştu.

    Danıştay 14’üncü dairesinin kararı başvurunun reddi yönünde çıktı. Karar 6 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği’ne tebliğ edildi.

    Oy çokluğuyla alınan kararda şöyle dendi: “Mahkeme kararı ve dayandığı gerekçe, hukuk ve usule uygun olup bozulmasını gerektirecek bir sebep de bulunmadığından, temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanmasına karar verildi.”

    Kararla ilgili bir açıklama yapan Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği, düzeltme talebinde bulunulacağını duyurdu.

    Derneğin, ‘KIŞLA PROJESİ İLELEBET RAFA KALDIRILSIN, GEZİMİZ DAİM OLSUN’ başlıklı açıklamasının tam metni şöyle:

    Taksim Gezi Parkı üzerine Topçu Kışlası’nın yeniden inşasıyla ilgili avan projenin uygun bulunduğuna ilişkin 27/02/2013 günlü, 139 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu kararının iptali istemiyle Derneğimiz tarafından açılan davanın reddi yönünde İstanbul 6. İdare Mahkemesince verilen 21/02/2014 günlü, 2013/956 E., 2014/277 K. sayılı kararın bozulması için yapmış olduğumuz başvuru, Danıştay 14. Dairesi’nce reddedilerek, davanın reddi yönündeki kararın onanmasına karar verilmiş ve işbu ret kararı 06.05.2016 tarihinde tarafımıza tebliğ edilmiştir.

    Karar, “İdare ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararların temyiz yolu ile incelenerek bozulabilmeleri 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinde belirtilen nedenlerden birinin bulunması halinde mümkündür. Yukarıda tarih ve sayısı belirtilen Mahkeme kararı ve dayandığı gerekçe, hukuk ve usule uygun olup, bozulmasını gerektirecek bir sebep de bulunmadığından, temyiz isteminin reddi ile anılan kararın ONANMASINA, temyiz giderlerinin istemde bulunan üzerinde bırakılmasına, dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 28/01/2016 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi” şeklindedir.

    Karara karşı, tarafımızca süresi içinde karar düzeltme talebinde bulunulacaktır.

    Çünkü,

    1. Öncelikle, “Mahkeme kararı ve dayandığı gerekçe, hukuk ve usule uygun olup, bozulmasını gerektirecek bir sebep de bulunmadığından” şeklinde bir beyanın gerekçe olarak kabulü mümkün değildir.

    Hukuka göre gerekçe, hükmün sonuç bölümünün mantıksal dayanağı olup, mahkemenin muhakeme süresince yaptığı tüm araştırma ve değerlendirmelerinin gerekçede açıkça belirtilmesi gerekmektedir. Zira, bir hüküm ancak gerekçesi ölçüsünde inandırıcı olabilir. Mahkeme bir olayı gerçekleşmiş olarak kabul ediyorsa bu sonuca hangi nedenlerle, niçin vardığını, böyle bir kanaate ulaşmasında hangi delillerin etkili olduğunu, duruşmada ileri sürülen başka delillerin kanaatinde neden etkili olmadığını, iddia ve savunmada ileri sürülen noktalar hakkındaki düşüncelerinin ne olduğunu hükmün gerekçe bölümünde göstermelidir.

    Ancak Danıştay’ın kararı bu unsurların hiçbirisini içermemektedir. Yani gerekçesi yoktur. Karar usul ve esas yönünden temyiz edilmişse de savlarımızın ve taleplerimizin ne sebeple reddedildiğiyle ilgili kararda bir açıklık, hatta beyan yoktur.

    2. Danıştay kararına konulan ve davamızda ileri sürdüğümüz savlarla örtüşen muhalefet şerhi önemlidir ve dikkate alınması gerekmektedir. Muhalefet şerhinde açık şekilde belirtildiği üzere “yenileme projeleri, koruma amaçlı imar planlarına aykırı olamazlar; bu planlarla bir bütünlük oluşturmaları zorunludur.” Buna göre, açmış olduğumuz davanın ve temyiz taleplerimizin, Taksim Meydanı yayalaştırma projesine yönelik 1/5000 ölçekli koruma nazım imar planı ile 1/1000 ölçekli koruma amaçlı uygulama imar planı hakkında açılmış davalar neticelenmeden reddi planlama ilkelerine de aykırıdır. Öncelikle bu konuda açılmış davaların neticelerinin beklenmesi gerekmektedir.

    3. Davamızda ve temyiz başvurumuzda ileri sürdüğümüz savlar hukuka uygun ve haklıdır. İdare Mahkemesi eksik incelemeye dayanan, yanlış bir karar vermiştir; iptalini talep ettiğimiz 139 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu kararı hukuka aykırıdır.

    Çünkü:

    a. İstanbul II Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun, Yüksek kurul tarafından iptal edilen 11.12.2012 tarih ve 883 sayılı kararında özetle:

    Gezi Parkı’ndan önce aynı yerde bulunan Topçu Kışlası’nın her ne kadar korunması gereken bir kültür varlığı olarak tescil edilmişse de yeniden ihyasının imkanının bulunmadığını; çünkü, 1939-40 yıllarında yıkılan yapının yerinde, günümüzde 60-70 yıllık kullanım değeri ile tarihe belgelik eden bir nitelik kazanmış ve geçen sürede dönemin şehircilik anlayışına uygun bir kararla İstanbulluların kolektif belleğinde yer etmiş Taksim Gezi Parkı’nın bulunduğunu; Taksim Gezi Parkı’nın da korunması gereken bir kültür varlığı olduğunu; Kışlanın özgün mimarisini oluşturan iç mekan kurgusu, süsleme özellikleri ve elemanları, yapım dönemleri, yapılan müdahaleler ve önceki dönemlere ait izlerle ilgili bilgi ve belgelerin bulunmadığını belirtmiş ve kendisine sunulan restitüsyon projesinin kayıp eser ihya kriterlerine uygun olmadığına, isabetle karar vermiştir.

    Bu kararı iptal eden ve bizim mahkemede iptalini talep ettiğimiz Yüksek Kurul kararı ise Kışlanın sırf 1. Grup taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilmiş olması sebebiyle yeniden inşasının uygun olduğuna hükmetmiştir. Oysa, yukarıda andığımız ihya kriterlerindeki eksiklikleri nedeniyle restitüsyon projesinin hayata geçme ihtimalinin hukuken ve fiilen mümkün olmadığı ortadadır. Yüksek Kurul kararı sebep yönünden sakattır.

    b. Her idari işlemin maksat unsurundan idareden beklenen ve hedeflenen nihai amaç anlaşılır. MAKSAT YALNIZCA VE SADECE KAMU YARARI OLABİLİR.

    Dava dilekçemizde detaylı olarak izah edildiği üzere, bugün, zaman içinde parça parça kemirilerek halktan çalınıp ranta hediye edilen Taksim Gezisi’nin son parçası olan Taksim Gezi Parkı, insanların İstanbul’ un merkezinde, olası bir deprem felaketinde sığınabilecekleri son ve en önemli yeşil alandır. İçinde 70 yaşlarına merdiven dayamış 600’den fazla ağaç bulunmaktadır. İstanbul şehrinin bir kültür alanı, hafıza mekânıdır. İnsanların aidiyet hissettiği, sevdikleriyle paylaştığı, çocuklarına aktarmak isteyebileceği bir yerdir. Park oluşturduğu habitatla birlikte yaşamakta ve yaşatmaktadır. Burası gitgide kalabalıklaşan şehrin insanına, çocuklarını aynı salıncakta sallayarak ya da aynı bankta, aynı çimlerin üstünde, 70 yıllık ağaçların gölgesinde bulunarak kendisinden çok farklı da olabilecek başka insanlarla karşılaşabilme, aynı zeminde buluşabilme imkânını vermektedir.

    Bu gerçek, proje ortaya çıktığı andan itibaren Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Ulusal Komitesi (ICOMOS), Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası gibi konuyla ilgili tüm sivil toplum kuruluşları ve konunun duayeni akademisyenler tarafından da defalarca dile getirilmiş ve projeye karşı 120 binin üzerinde imza toplanmıştır.

    Tüm bunlara ilaveten, konuyla ilgili tartışmalar ve hukuki süreç devam etmekteyken, 27 Mayıs 2013 akşamı Parkın arka istinat duvarının yasa dışı bir şekilde yıkılması üzerine başlayan olayların tüm yurda ve hatta dünyaya yayılmış olması gerçeği de parkın yok edilerek yerine bir bina inşa edilmesine halkın rızasının olmadığını, projenin kamu yararına kabul edilmediğini tüm açıklığıyla, net olarak ortaya koymuştur.

    Bugün bir kere daha ifade etmek gerekirse, Taksim Gezi Parkı’nı, bu mekanı, bu ağaçları yok ederek üzerine bir bina dikilmesi ve böylelikle telafisi olmayan bir yeşil alan kaybına yol açmak doğaya, bilime, hukuka, ahlaka, vicdana ve kamu yararına aykırıdır.

    Hal böyle iken, gerek İdarenin bütün bu gerçekleri görmezden gelerek projede ısrarının, gerekse Yargının almış olduğu gerekçesiz kararların kamu vicdanını yaraladığı ve adalete olan güveni zedelediği ortadadır.

    Sonuç olarak, bugün tarafımızca İdareden ve Yargıdan beklenen, bu haksız ve hukuksuz durumlara artık bir son vererek, kamu yararına aykırı, hukuken ve fiilen hayata geçme imkânı bulunmayan kışla projesinin ilelebet rafa kaldırılmasıdır.

    http://www.diken.com.tr/gezi-parkina-topcu-kislasi-projesi-danistaydan-da-gecti/

  160. Diktatörlük Var mı?
    Mehmed Şevket Eygi

    1930’larda Türkiye çok fakir bir ülkeydi. Köylülerin büyük kısmı sefalet içinde yaşıyordu. Yol, su, elektrik çok azdı. Halk veremden, sıtmadan, kuzey Karadeniz bölgesinin bazı yerlerinde frengiden kırılıyordu. İşçilerin sosyal güvencesi yoktu.
    İşte o devirde, devlet başkanının binip temiz ve sağlıklı hava alması için, dünyanın en lüks yatı Savarona satın alınmıştır.
    Fakir devletin, fakir halkın, saçı bitmedik yetimlerin, ezilenlerin bütçesinden…
    Bugün de israf var ama o günkü Savarona israfı gibisi yok.
    ***
    Demokrasi gidiyor, yerine diktatörlük geliyormuş… Bunlar çok abartılı iddialardır, gerçekle ilgisi yoktur.
    Diktatörlük 1925’ten sonraki devirde vardı.
    Şapka devrimine itiraz eden nice mâsum vatandaş asılmıştır.
    Tenkit etmek yasaktı, cezası çok ağırdı.
    Bugün otoriter zihniyetten bahs edilebilir ama kesinlikle, diktatörlük var denilemez.
    ***
    Tek parti devrinde Ankara’nın Yenişehir kısmına yırtık pırtık sefil kıyafetli köylüler sokulmazmış…
    ***
    Millî Şef ismiyle diktatörlük yapan İsmet Paşa, uçağa binmezdi. Beyaz Tren denilen son derece lüks bir treni vardı, onunla seyahat ederdi. O devirde trenlerde dört mevki vardı: Kodamanlar ve zenginler lüks yataklı vagonlarda seyahat ederdi. Birinci mevki, ikinci mevki, üçüncü mevki kompartımanlar vardı. Yolcu gemilerinde fakir halk güvertede sandıkların, denklerin, sığır ve koyunların arasında yolculuk yapardı.
    ***
    Tek parti vardı. Seçimlerde sadece bu partinin aday listesi kullanılırdı. Oylar açıkta verilir, gizli sayılır ve parti yüzde 99 kazanırdı.
    ***
    İşçi sigortası, Bağkur gibi sosyal güvenlik yoktu. Sadece memurların biraz hakkı vardı.
    ***
    İkinci dünya savaşı yıllarında İstanbul’da sıkıyönetim idaresi vardı.
    ***
    Solcunun biri, yayınladığı şiir kitabının kapağındaki T’yi çekice, Ç’yi orağa benzetse tutuklanıyordu.
    ***
    Savaş yıllarında ekmek vesika ileydi.
    ***
    Demokrasi, temel hak ve hürriyetleri aşığı birileri sümük salya ağlayıp o günlere geri dönmek istiyor… Allah bizi böyle bir felaketten korusun.
    14.05.2016
    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Diktatorluk_Var_mi/29458

  161. marksist ve argümansız sallayan arkadaş,
    insanları hiç bir zaman ait olmadığı, savunmadığı düşünceleri taşıyormuş varsayarak böyle sallamalar çok mu keyifli; nasıl bir hastalıklı haz arzusu bu..
    özetleyeyeim.. Ulusalcı değilim, hiç olmadım.
    Anti kapitalist olunmadan anti emperyalist olunamaz, şiarımdır.
    AKP azgın bir asalak-kapitalist, kültürel olarak üstünde ot bitmez çöl zihniyetidir.
    Toplumsal mücadele açısından günümüz önceliği AKP iktidarının bitmesi önemsenmelidir..
    Sonrası.. sonra…

  162. “1930’larda Türkiye çok fakir bir ülkeydi. [..] kuzey Karadeniz bölgesi […]”

  163. “Toplumsal mücadele açısından günümüz önceliği AKP iktidarının bitmesi önemsenmelidir..”

    Pragmatik olmak gerektigini dusunuyorum. Yerine koyacak bir alternatif varsa, evet. Aksi halde, dogacak boslugu ecinniler doldurur.

  164. Necip, sen olanı yazmışsın, Demir Küçükaydın olması gerekeni yazmış.

    Ki sen de, olması gerekeni malûmun ilamı olarak da yazmışsın zaten, ‘Sizin bu dediginizi, eminim, once Islamcilar sonra da –artik ozerk olacak olan– Diyanet ister.’

    Dini konularda otorite bir sen misin…
    Gevezelik etme Necip…

  165. marxist argüman

    138 nolu yoruncu, kardes sen hangi filmdesin? toplumsal/siyasal/ekonomik hadiseleri senaryosu önceden yazilmis film sanan komplo teorileri ile beslendigin belli oluyor. öyle bir sacmalamissin ki ne cevap yazacagimi bilemedim. ya o okudugun komplo teorilerini bir kenara birak ve akil/mantik süzgecinden süzerek birseyler yaz ya da sen siyasete hic bulasma, okey oynamaya devam et. oyuncu lazimsa demagog necip ve kuzenovski ile kontaga gec. yalniz dikkat et, duyduguma göre necip cok pis ta$ caliyormus$. birde senin amerika’nin tarihini bilmen neyi ispatlar? yazdiklarin ortada, mesele bilgi/veri/informasyon küpü olmak degil ki, belirleyici olan sen o bilgilerden hangi sonuclar cikariyorsun, o bilgiyi hangi yöntem/metod/perspektif ile degerlendiriyorsun.

    137 nolu yoruma:

    sen benim yazdiklarimi cürütmek icin mi d. kücükaydin’dan alinti yaptin, anlayamadim. benim söylediklerim ile kücükaydin’in söyledikleri celismiyor, yaniliyor muyum? neo liberalizm meselesine aciklik getireyim. neo liberalizmin teorik/felsefik tartismalari konumuz acisindan önemli degil. siyasi iktisat/politik ekonomi alaninda ki anlami 1970li yillardan itibaren amerika ve ingiltere de devletin ekonomi aktörlerine, özel sektöre daha fazla serbestlik tanimasi, özellestirme, sosyal haklarin kisitlanmasi vs. gibi politikalar kastediliyor. kücükaydin’nin da belirttigi gibi kapitalist ekonomiyi temize cikaran yanlis bir elestiri. kaldi ki son finans krizinde gördügümüz finans sektörünü borc batagindan cikarmak icin devletler tekrar devreye girdiler. yani devleti yöneten politikacilarin cok fazla ekonomi teorisi bilmesine gerek yok, bilmiyorlarda zaten. sosyal demokrat schröder ve yesiller partisinden fischer meshur hartz yasalarini cikarirken oturup ekonomi teorisi calismiyorlar. fakat islerini/görevlerini/devletin ve özel sektörün cikarlari neyi icab ettiriyor, bunu gayet iyi biliyorlar: calisanlarin ücretlerini mümkün mertebe düsürmek, isverenlerin calisanlari daha verimli sömürmeleri icin gerekli yasal düzenlemeleri yapmak, taseron/kiralik isciligi, part time isleri yasallastirmak sureti ile isverenlerin önünü acmak; elini güclendirmek, issizlik parasini, sosyal yardimi mümkün mertebe kismak vs. vs.

  166. 144
    bugün bu adamın yazdıkları,
    görece doğruları da içerse, 1920-30 lu yılları eleştiren bu insan şimdi
    gözünün önündeki sarayı, düğünü, uçakları görmüyorsa,.. Sultan hovardalığına laf etmiyorsa..
    IŞİD işbirlikçiliği yapanları bilmezden geliyor, nice katliamın suç ortağı olan faillerini aramıyorsa,
    bir halkın isyanını, Dersim katliamı yapanlar gibi benzer bir ideoloji, daha da acımasızca kentleri bombalayarak bastırmaya çalışanları konu etmiyorsa…
    .. sen de bu sefili buraya taşıyıp duruyorsan…
    sende ya akıl ya vicdan yok..
    ya da ikisi birden…
    Sizin dindarlığınız bu; kendi cinayetlerinizi “hak” sayıyorsunuz.. Er ya da geç sonsuz uykuya dalacaksınız; ve hep tiksinilerek anılan zavallılar olarak.. 100 yıla kalmaz…

  167. marxist argüman

    demir kücükaydin’in laiklik ile ilgili yazdiklari gercekleri iskaliyor. laik kemalistlerle ile islamcilar arasinda ki kiran kirana, kanli canli iktidar mücadlesini “kayikci dövüsü” olarak niteleyen kücükaydin’in meselenin özünü anlamdigi belli. ayrica islamci devlet fraksiyonu ile kemalist devlet fraksiyonu arasinda ki bu “dani$ikli dövü$” olamasa halk burjuva egemenliginin etkisinden kurtulur, devrim saflarina akar iddaasi bo$, temelsiz, yanlis varsayimlar üzerine kurulmus bir hayalden ibarettir. T.C. marka laikligi nasil aciklamak/anlamak lazim? kemalistlerin bir yandan dini gericilige radikal bir tavir alirken diger yandan diyanet i$leri bakanligini kurmalari kücükaydin gibi laikligi idealize eden solcularin/sosyalistlerin kafasini allak bullak etmistir. diyanet isleri bakanliginin devlet icin iki fonksiyonu vardir:
    1-) din’i tipki avrupa da oldugu gibi kontrol altina almak, din’i devletin otoritesini kabul etmeye zorlamak; dini düsünceyi, akimlari, cemaatleri kontrol etmek; din’in devlet acisindan bir tehdit, muhalefet odagi olmasinin önüne gecmek. kemalistlerin halifeligi tasviye etmesi ile avrupa da burjuvazi denilen sehirli zengin tabakanin burjuva devlet eliyle kiliseye devlet islerinden el cektirmesi ayni amaca hizmet eder.
    2-) kemalistler nasil ki ulusal devlet kurma asamasinda kitleleri seferber etmek, siyasi hedeflerine ulasmak icin “takiye” yapip din’i/inanci bir arac olarak kullanmislarsa, bu, din’i devletin varligi icin enstrümantalize etme i$ini cumhuriyeti kurduktan sonra da diyanet eliyle devam ettirmislerdir. kapitalist dünyada toplumu yönetmek/gütmek, devletin varligini ve kapitalist sömürü iliskilerini mesrulastirmak, yöneten/yönetilen, sömüren/sömürülen, zengin/fakir iliskisini tabii/ilahi bir düzen olarak göstermek icin sadece T.C. degil, istisnasiz bütün kapitalist devletler din’i bir yönetme/yönlendirme araci olarak kullanirlar. kapitalist dünya düzenini tabii/ilahi bir düzen olarak gören vatandas prototipine örnek: bizim softa necip. softa necip gibi düsünen vatandaslar cogunlukta oldukca sinifli kapitalist sömürü düzeni ilelebet yikilmaz, bu kesin. diyanet eliyle toplumu kontrol edip yönlendirmeye örnek: türkiyede ki yüzbinlerce camii de cuma hutbesi adi altinda devletin belirledigi vaazin imam tarafindan okunmasi.

  168. “5. Bu tür adamların olması Kürtler için hem büyük şans hem de şanssızlık. Şans; çünkü gerçek alemden tamamen kopuklar. Karşınızdaki insan(lar)ın gerçek alemden kopukluğu sizi güçlü kılar. Şanssızlık; çünkü karşınızdaki mantık örgüsü realiteden kopuk olduğu oranda sonuçta zorunlu olan “barışmak” da aynı oranda güçleşir.”

    Linkini verdiğim yazıdaki bu tespit başka birçok marjinal ideolojinin temsilcileri için de geçerli. M. Yıldız da bir yazısında (Solculuk, Zaza Ulusçuluğu ve Dersim) şöyle diyor;
    “Bu insanlarla muhatap olmak bir zuldür. Çünkü bu insanların ciddi bir fikirleri, niyetleri, pratik çabaları ve çevreleri yoktur.”

  169. Artist argüman, cevap yazamayacağını bildiğim için seni bilgilendireyim dedim, sen ise beni bir film/tiyatro vb. artisti zannettin.

    1979’da İran’daki yobazlığın diktatörlük kurmasına ‘ses çıkarıyormuş gözüken’ ABD’nin, İran’ın ‘yeni devleti’ ile o dönem bile, o meşhur ‘devrim’ öncesi de dahil, anlaşma içinde olduğunu bilmeyecek kadar ‘marxist’, pardon, ‘artist’sin.

    İstersen, kronolojiler arasında oynamaya devam et edebildin kadar.

    Tavsiyemi de unutma, daha fazla küçük düşürme kendini, artistlik yapabildiğin konularda çemkirmeye devam et…

  170. İŞÇİLER ALTLARINA BEZ BAĞLAMAYA MAHKÛM EDİLDİ!

    ABD’de tüketicilerin gün geçtikçe artan ucuz tavuk talebiyle birlikte endüstrideki en önemli şey, üretilen tavuğun sayısındaki artış oldu. Bu durumundan olumsuz etkilenen ise devasa tavuk işletme tesislerinde çalışan işçiler.

    Uzun vardiyalarla ve inanılmaz süratle çalışmaya mahkûm edilen işçiler, bir günde yalnızca 30 dakika ara verebiliyorlar.

    “Vice”ın haberine göre, taleplere yetişmek yönündeki baskı o kadar yoğun ki, denetleyiciler çoğunlukla işçilerin tuvalete gitme isteklerini reddediyor. Bu nedenle işçiler, iş yerindeyken altlarına bez bağlamayı alışkanlık haline getirmişler.

    “Aynı anda yüzlerce kişi”

    Her tesis ve departmanın tuvalet konusundaki düzenlemeleri farklı; ancak işçilerin çoğu tuvalete gitmenin bir hak olarak değil, bir ayrıcalık olarak görüldüğünü söylüyor. Bir işçinin tuvalete gitmesi gerektiğinde, yerine birini bulması gerekiyor. Verilen aralarda yüzlerce işçi tuvalete gitmeye ihtiyaç duyduğundan, bir kısmı ihtiyacını giderme şansını yakalayamıyor.

    “Southern Poverty Law Center”ın hazırladığı rapor, çoğu işçiye verilen tuvalet izninin 5 dakikayla sınırlı olduğunu ortaya koyuyor. Bazı işçiler sınırlı zaman yüzünden tuvalete koşarak giderken iş giysilerini çıkardıklarını dile getiriyor. Bu şekilde tuvalete koşmanın, aynı zamanda yerler yağ, kan, su ve diğer sıvılarla kayganlaşmış olduğundan tehlikeli olduğu belirtiliyor.

    “ABD’de tavuk tesislerinin sadece %1’i denetleniyor”

    Tavuklar üzerinde kullanılan antibiyotikler de pek çok işçinin bu ilaçlara bağışıklık geliştirmesine neden olarak, enfeksiyonların iyileşmesini engelliyor. Et endüstrisinde çalışan işçilerin sağlıklarıyla ilgili yasal düzenlemeler olsa da, ülkedeki tesislerin %1’inden azı denetleniyor. Bir işçinin ciddi bir sağlık sorunu yaşaması ya da ölmesi durumunda ödenen ceza miktarı da oldukça düşük.

    “İşçiler ‘ikinci sınıf’ insanlar”

    Tesislerde genel olarak günde toplam 180.000 tavuk işleniyor; her işçi ise dakikada 40 tavuk işlemekle yükümlü.

    “Oxfam”ın raporu, bu koşullarda çalışan işçilerin halihazırda toplum tarafından “ötekileştirilmiş” bireyler olduklarını, yani “beyaz ırka mensup olmayanlar”, “göçmen” ve “sığınmacılar”dan oluştuğunu dile getiriyor.

    “Ulusal Tavuk Konseyi” ise Oxfam’ın raporunun anonim bir takım beyanlarla tüm endüstriyi karalamaya çalıştığını ve şirketlerin işçilerin koşullarını iyileştirme için çok çalıştıklarını iddia ediyor.

    “Tyson Foods”un sözcüsü Gary Mickelsen, bu anonim iddiaları araştıracaklarını, “Pilgrim’s Pride” ve “Perdue Farms”ın sözcüleri ise şirketlerinde işçilerin her zaman şikayetlerini bildirebilecekleri yardım hatları olduğunu dile getiriyorlar.

    Buna karşılık Oxfam, raporu, eski ve yeni işçilerle, sağlık uzmanlarıyla ve işçi avukatlarıyla yaptıkları yüzlerce röportaj sonunda hazırladıklarını dile getirerek iddiaların arkasında duruyor. Southern Poverty Law Center’ın raporu ise net bir biçimde Alabama’da 266 işçiyle yaptıkları görüşmeler sonucunda, %80’inin tuvalet izni alamadıklarını ortaya koyuyor.

    14 Mayıs, “Cumhuriyet” gazetesi

  171. “Dmitri Şostakoviç’i biliyor musunuz?”

    Geçen hafta Rusya, Hitler’i yendikleri savaşın 71’inci yılını kutladı. Bu arada Fransız IFOP kamuoyu araştırma sonucu yayınlandı: Savaşın kazanılmasında; Fransızların yüzde 58’i, Almanların yüzde 50’si, İngilizlerin yüzde 11’i ABD’nin büyük rolü olduğunu düşünüyordu!

    Keza. İngilizlerin yüzde 59’u ve ABD’lilerin yüzde 79’u Almanları kendilerinin mağlup ettiğine inanıyordu! Nazilerin yenilgisinde Sovyetler’in rolü olduğuna inananların sayısı yıllar içinde giderek azalıyordu. Gerçeği, bir büyük besteci üzerinden anlatayım…

    Şostakoviç (sağdaki) itfaiye görevlisiydi.

    Tarih: 16 Mayıs 1703.

    Çar I. Petro, Amsterdam mimarisini örnek alarak St. Petersburg’u inşa ettirdi.

    Çarlığın gözbebeği şehir, 200 yıl Rusya’ya başkentlik yaptı.

    Bolşevik Devrimi’nden sonra başkent Moskova’ya taşındı. Ve Lenin’in ölümü ardından St. Petersburg adı Leningrad olarak değiştirildi.

    Tarih: 18 Aralık 1940.

    Hitler, Alman Ordusu’na tarihin en geniş çaplı askeri harekat emrini verdi: HedefSovyetler Birliği idi.

    Almanların Barbarossa Harekatı öğrenilince Leningrad’da olağanüstü günler başladı.

    Örneğin; “Müzelerin Anası” olarak bilinen Hermitage Müzesi’ndeki 3 milyon eserin bir bölümü sandıklara doldurulup Ural Dağları’na götürüldü.

    Şehirde yaşayan önemli bilim adamları ve sanatçıların tahliyesine karar verildi. Kimileri kenti terk etmeye karşı çıktı. Bunlardan biri, ünlü besteci Dmitri Şostakoviç idi.

    Yazar Sarah Quigley “Orkestra Şefi” adlı kitabında şehri terk etmeme kararının Şostakoviç ile eşi Nina Varzar’ın arasını açtığını şöyle yazdı:

    “Nina” dedi Şostakoviç; “Leningrad’dan ayrılmamızı istediğini biliyorum ama anla lütfen. Batan gemiyi terk eden fareler gibi kaçıp gitmek yanlış geliyor bana.”

    Nina yüzünü çevirdi: “Bu dediğin benim kulağıma, çocuklarının hayatlarını riske attığın için kendini rahatlatmak üzere bulduğun bir bahane gibi gelmeye başlıyor.”

    “Bahane mi? Bahane mi? Leningrad’ı mahvolmaktan kurtarmanın lanet olası bir bahane sayılacağını pek sanmıyorum!..”

    HİTLER’İN DAVETİYELERİ

    Tarih: 8 Eylül 1941.

    Almanlar Leningrad’ı kuşattı.

    Hitler; kentin hemen düşeceğinden öylesine emindi ki, şehrin lüks oteli Hotel Astoria’da zafer onuruna verilecek partiyle ilgili davetiyeleri önceden bastırdı!

    Hesap edemediği şuydu; Şostakoviç gibi yüzbinler faşizme karşı savaşmak için gönüllü olmuştu!

    Şostakoviç, önce Kızıl Ordu’ya katılmak istedi. Sağlık durumu ileri sürülerek kabul edilmedi.

    İtfaiyeci olarak görev aldı. Ders verdiği konservatuvarın damında yangın gözlemciliği yapmaya başladı. “Dört gözlü yarasa” diyorlardı ona.

    Yaptığı işi bir çocuğun da yapacağını söyledi sürekli. Sonunda Milis Teşkilatı’na alındı. Görevi, siper kazmaktı.

    Temizlik hastasıydı aslında ama o günler çok geride kalmıştı. Pislikleri görmüyordu bile.

    Hitler köpürüyordu; 8 Kasım’da üç milyon Leningradlının açlığa mahkum edilmesi emrini verdi. Ardından…

    Akar su kaynaklarına zehir attırdı.

    Yiyecek depolarını bombalattı. Bu nedenle, Leningrad’da kadın ve çocuklar için günlük yiyecek 150 gram ekmeğe kadar indirildi. Bu ekmek de, yüzde 50 oranında talaş ve başka yenemeyecek katkılardan oluşuyordu.

    Halk, kedi-köpek-fare-kuş ne buluyorsa yiyordu artık.

    Kışın eksi 30 dereceye kadar düşüyordu hava. Hitler kışın ısıtmada kullanılan akar yakıt depolarını da bombalattı.

    Şunu yazmalıyım: Hitler, “Nazi estetiği” diye Berlin’deki ıhlamur ağaçlarını keserken, o dondurucu koşullarda Leningrad’da tek ağaç kesilmedi. Isınmak için evlerdeki tüm eşyalar yakıldı ama tek ağaç kesilip yakılmadı…

    Ve inatla direndi Leningrad…

    SİPER KAZARKEN

    Şostakoviç dinlenme molalarında cebinden ufak kalem ve kağıt çıkarıp notalar yazıyordu.

    İtfaiye gözcülüğü yaparken, altı saat süren ve binlerce ton şekerin bulunduğu Badayev yangınını seyretmişti. Alevler, kapkara dumanlar, uzaklardan duyulan çaresiz insan sesleri, çanlar, megafonlar ve hava saldırısını duyuran sirenlerin tiz sesi…

    Birden Şostakoviç kendini dış dünyaya kapatmış gibi hissetti.

    O gün karar verdi; Leningrad senfonisini yazmaya…

    Artık… Hiçbir yangın, hiçbir ölüm, hiçbir yokluk ve açlık onu senfonisini yazmaktan alıkoyamayacaktı.

    Senfonisinde, insanlığın barbarlıkla mücadelesini anlatacaktı.

    Kuşatma altındaki halka umut ve cesaret aşılayacaktı.

    O günden sonra her fırsatta yazdı Şostakoviç.

    Rüyasında bile senfoninin notalarını gördü.

    Bölümleri tamamladıkça tedirginliği azalacağına arttı; ilk kez başarısız olacağından korktu. Aradığı bir cenaze marşı değil, direniş senfonisiydi…

    KÜÇÜK TANYA

    Yıl, 1942.

    Kuşatma acımasızca sürüyordu.

    Öyle ki… Ocak ve şubatta her gün 7 bin ile 10 bin arası sivilin çoğu açlıktan ölüyordu. Şehir içi ulaşım yoktu. İnsanların ekmek alma merkezlerine giderken yolda düşüp can vermesi normal karşılanır oldu. Ölülerin yendiği söyleniyordu!

    Bu koşullarda Şostakoviç, Leningrad Senfonisi’ni bitirdi.

    Peki. Eseri kim çalacaktı? Sanatçıların bir bölümü tahliye edilmişti. Kimi ölmüş, kimi sakat kalmıştı. Eski müzisyenler, sakatlanmış askerler ve amatörlerden orkestra kuruldu.

    Çalışmak güçtü. Soğuktan elleri müzik aletlerini tutamıyordu.

    Zorluklar aşıldı. Senfoninin kurtuluşu getireceğine dair inanç oluştu. Ve…

    Tarih: 9 Ağustos 1942.

    Şostakoviç’in eseri Leningrad Senfonisi radyodan çalındı.

    Müziği hem Almanlara hem de Ruslara ulaştırabilmek için de güçlü hoparlörler kuruldu. Rus halkı güç ve moral kazanmak için, düşman ise umutsuzluğa kapılsın diye.

    Her gün çalındı.

    Herkesin dilinde senfoni mırıltısı duyulur oldu.

    Direnen halkına büyük moral veren Şostakoviç’e, 1941 ve 1942’de Kızıl Bayrak İşçi Nişanı ve Stalin Ödülü verildi.

    Tarih: 27 Ocak 1944.

    872 gün sonra…

    Almanlar pes etti. Çekilmek zorunda kaldı.

    Bu süreçte Sovyetler, 3 milyon 436 bin 66 askerini ölü, kayıp ve yaralı verdi.

    Sivillerden 400 bini tahliyeler sırasında ve 642 bini kuşatmada hayatını kaybetti.

    Leningrad’daki yıkım ve insan kayıpları, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının yol açtığı kayıpların üstündeydi.

    Kuşatma soykırım olarak kabul edildi.

    Bugün Leningrad direnişleri unutturulmak isteniyor. Bir örnek vermeliyim:

    Dünya, Hollanda’daki 14 yaşındaki Anne Frank’ın günlüklerini ezbere bilir de, Leningrad’daki 11 yaşındaki Tanya Savicheva’nın günlüklerinden habersizdir. Açlıktan önce büyükannesi, ardından amcası, sonra annesi ve kardeşini yitiren Tanya’nın, günlüğündeki son notu, “Sadece Tanya kaldı” oldu. Son notuydu çünkü; kuşatmadan kısa süre sonra ileri derecede beslenme bozukluğundan öldü Tanya!

    Kuşkusuz acıları yarıştırmıyoruz. Neden bilinip bilinmediğini anlatmaya çalışıyoruz.

    Hangisini yazayım…

    10 milyon 700 bin asker ve 11 milyon 400 bin sivili kaybetmesine rağmen Sovyetler Birliği, Berlin’e kadar gidip Hitler’i yenmeyi başardı.

    Yıllardır ABD’nin propaganda filmlerini seyredenler, savaşın Amerikalılar sayesinde kazanıldığını sanıyor! Oysa. Bu sadece, propaganda savaşını ABD’nin kazandığını gösterir!

    Hitler’i Şostakoviçlerin direnişi yendi…

    Milyonlarca kişi açlıktan ölmüştü.

    NOTA KAĞITLARI İSTANBUL’DAN

    Sovyetler Birliği’nden bir grup müzisyen İstanbul’da.

    Şostakoviç’in Leningrad kuşatmasında binbir zorluk içinde bestelediği “7. Senfoni”yi İstanbul’dan aldığı nota kâğıtlarına yazdığını bilir misiniz?

    “Orkestra Şefi” kitabında, Şostakoviç’in senfonisini yazarken nota kâğıdı bulmakta nasıl zorlandığı yazılı: Mühendis babasının icat ettiği ilkel bir aletle beş nota çizgisini kâğıt üzerinde çizdiği, kullanılmış partisyonların arka yüzlerini kullandığı, kâğıt bulmak için her gün Besteciler Birliği’ne uğradığı kitapta anlatılıyor.

    Ancak…

    Yeni Zelandalı yazara ekleme yapmalıyım:

    Yıl, 1935.

    Sovyetler Birliği’nden bir grup müzisyen Atatürk’ün daveti üzerine Ankara’ya geldi.

    Konuk sanatçılar arasında besteci Dimitri Şostakoviç ve ünlü kemancı David Oistrakh da vardı.

    Türkiye’de beş hafta kalan Sovyet sanatçılar, Atatürk’ün huzuru dahil olmak üzere yirmiden fazla konser verdi.

    Şostakoviç dönüşünde, Atatürk’ün ülkesinde modern müziğin yerleşmesi ve müzik reformu konusundaki düşüncelerinden ve çalışmalarından övgüyle söz etti.

    İstanbul’da iki genç Türk besteci; Cemal Reşit Rey ve Hasan Ferit Alnar ile tanıştığını yazdı.

    İstanbul Pera Palas’ta kalan Şostakoviç, kenti dolaşırken Cemal Reşit ve Hasan Ferit yardımıyla nota kâğıtları temin etti. Bu bilgiyi şuradan biliyoruz:

    Değerli sanatçımız İdil Biret’in eşi Şefik Büyükyüksel 2010 yılındaki mektubunda Doğan Hızlan’a şöyle yazdı:

    “İdil’in konseri ve piyano yarışması jüri üyeliği nedeniyle geldiğimiz İskoçya’da Maestro Gennadi Rozhdestvensky ve eşi piyanist Viktoria Postnikova ile yaptığımız bir tren gezisi esnasında maestro bize çok ilginç bir şey anlattı. 1930’lu yıllarda Rusya’da nota kâğıdı bulmak çok zormuş. Shostakovich 1936 yılında bir grup Sovyet müzisyen ile Türkiye’ye geldiğinde İstanbul’dan nota kâğıdı almış. Sonra Leningrad Alman ordularının muhasarası altında iken 7. Senfoni’yi bu nota kâğıtları üzerinde bestelemiş (1941/1942). Kâğıtlar üzerinde Türkiye’den geldiğini gösteren bir damga varmış…”

    Şostakoviç’in 7. Senfonisi’ni yazdığı nota kâğıtlarının her sayfasının sol alt köşesinde“Jorj D. Papajorjiu Yayınevi- Yüksekkaldırım, İstanbul” yazılıydı!..

    İNANMIŞ BİR KOMÜNİST

    Şostakoviç, 25 Eylül 1906’da St. Petersburg’da doğdu.

    Aslen soyadları, “Szostakowicz” idi. Çünkü, ataları Polonyalıydı.

    Büyükdedesi, 1830 Polonya Ayaklanması’na katılan veteriner Pyotr Szostakowicz idi.

    Büyükbabası Boleslaw Szostakowicz de, 1863’te bir başka Polonya ayaklanmasına katıldı. Ailenin sosyalist gruplardan Toprak ve Özgürlük örgütüyle sıkı bağları vardı.

    Sibirya’ya sürüldüler.

    Şostakoviç’in babası Dmitri Boleslavoviç sürgünde doğdu; politikaya hiç karışmadı. Ünlü kimyacı Mendeleyev ile birlikte çalışan başarılı bir kimya mühendisi oldu.

    Şostakoviç’in annesi Sofya Vasilyeva piyanistti.

    Şostakoviç, piyano derslerine dokuz yaşında başladı. İki yıl içinde Bach’ın Tam Uyuşumlu Klavye’sindeki bütün prelüd ve fügleri çalacak duruma geldi. Olağanüstü bir yeteneği olduğu ortadaydı.

    İlk bestesi, “Devrim Kurbanlarının Anısına Cenaze Marşı”nı bu dönemde yaptı. Bu yapıt 1917 Bolşevik Devrimi’ni bir tür selamlamaktı.

    Onbir yaşında devrimle tanışan Şostakoviç sonraki tüm yaşamını komünist olarak yaşadı.1960’da parti üyesi oldu.

    1919’da ülkenin en iyi müzik akademisi olarak gösterilen Petrograd Konservatuarı’na başladı. Çalışkandı. Hırslıydı. Uluslararası Chopin Piyano Yarışması’nda mansiyon ödülü aldı.

    1922’de babasını kaybetti.

    Sofya Vasilevna üç çocuğu ile ortada kaldı. Şostakoviç onaltı yaşındaydı. Ablası Marya on dokuz, küçük kardeşleri Zoya ise on üç yaşındaydı.

    Evlerinin kirasını ödeyemediler, piyanolarını sattılar. Ablası Marya ile birlikte çalışmaya başladı. İlk işi sinemada piyano çalmaktı.

    Okulu bırakmadı. 1925’te mezuniyet eseri olarak yazdığı “1. Senfoni” yalnız ülkesinde değil tüm dünyada ünlendi. ABD’de plak yapıldı.

    1927’de Sovyetleri yücelten “2. Senfoni” de büyük başarı kazandı. Ancak…

    1932’de bestelediği “Mtsenk’li Lady Macbeth” adlı operası, küçük burjuvazinin duyarlılığıyla yüklü olmakla eleştirildi.

    1937’de yaptığı “5. Senfoni” çok beğenildi. Ölmekte olan senfoniye yeniden hayat vermişti.

    Leningrad Konservatuvarı kompozisyon öğretmenliğine atandı.

    İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Orduları’na karşı halkın mücadelesini konu alan “7. Senfonisi” (Leningrad Senfonisi) büyük coşkuyla karşılandı. Zaferin simgesi oldu. Müziği, dönemsel değişiklikler göstermekle birlikte, Çaykovski ve Mahler izlerini taşıdı.

    Uluslararası çok ödül kazandı, onurlandırıldı.

    Edebiyata düşkündü; Gogol ve Çehov hayranıydı.

    Futbolu çok seviyordu; Zenit taraftarıydı.

    9 Ağustos 1975’te öldü.

    New York Times şöyle yazacaktı: “İnanmış bir komünistti.”

    Soner Yalçın / 15 Mayıs 2016

  172. Bütün diktatörlükler karşılarındaki muhalefetin parçalanmışlığı sayesinde iktidarlarını sürdürebilirler. O halde muhalefeti tek bir amaç (iktidarı devirmek) için birleştirmekten başka yol yoktur.
    AKP neden devrilemiyor? Ona muhalefet eden CHP, MHP, HDP, cemaat aralarında bölünmüş. Gezi isyanına Kürtler, Kobani isyanına Geziciler yok denecek kadar az katıldılar.
    Esad rejimi düşürülemedi çünkü bölünmüş Suriye muhalefeti bir güç olamıyor.
    Kemalist diktatörlük karşısındaki muhalefet (Terakkiperver ve Serbest fırkalar, eski İttihatçılar, liberal, solcu, Kürtçü, İslamcı muhalefet) bir güç olamadığından devrilemedi.
    Stalinist diktatörlük de aynı nedenle.

  173. Şiddetten Ölen Kadınlar İçin Dijital Anı, diye bir platform kurmuşlar Gün abi.

    http://anitsayac.com/

    Böyle bir platformun kurulması, “gel sen de dijital imzanı at, atamıyorsan bu anıları oku, dijital muhalefetini parmak uçlarınla yaparak, kendini hiç yormadan, gönül rahatlığıyla tıpış tıpış evine git” gibi bir iğdiş edilmiş isyan algısı yaymaz mı?

    “change.org” diye bir site var. Burası da epey eleştiri alıyor, “insanların muhalefet yapmasını pasifize ediyorlar. Sokaklara çıkmalarını azaltmak için, internet üzerindeki sitelerde muhalefet yapmaya yöneltiyorlar”.

    Facebook, twitter üzerinde “devrimler” yapmak mümkün mü? Eğer bu “devrimlerin” kazananı, kaybedeni varsa, gerçek kazananı Mark Zuckerberg ve Jack Dorsey mi?

    Mesela senin siten http://www.gunzileli.com u da bir dijital muhalefet platformu olarak değerlendirebilir miyiz? (Gerçi sen Zuckerberg veya Dorsey gibi zengin değilsin, olmayı da amaçlamıyorsun ama…)

    Sizler, gençliğinizde fraksiyonlar arasında kaybolmuş nesiller olarak sokaklara çıktınız.

    Günümüz nesillerinin “isyan etme” sokağı “dijital platformlar” mı?

    Bu konularda hiç düşündün mü abi? Neler dersin?

  174. Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, ülkede üretimi durduran fabrikalara el konulacağını ve sahiplerine hapis cezası verileceğini söyledi.

    Önceki gün ülke çapında olağanüstü hal ilan Maduro, başkent Caracas’ta destekçilerine yaptığı konuşmada, Venezuela’nın derin ekonomik krizin üstesinden gelmek için tüm üretim araçlarını iyileştirilmesi gerektiğini belirterek üretimi durduran iş adamlarının “ellerine kelepçe takılabileceği” uyarısında bulundu.

    Maduro, Venezuela’da yaşanan sorunların arkasındaki yabancı güçlerle savaşmak için olağanüstü hale ihtiyaç duyulduğunu, gelecek hafta sonu “yabancı tehditleri” caydırmak için askeri tatbikatların yapılacağını kaydetti.

    Venezuela Devlet Başkanı’nın destekçilerine seslendiği sırada Caracas’ta muhalifler, Maduro’nun iktidardan düşmesi için referanduma gidilmesi çağrısıyla gösteri düzenledi.

    Muhalefet lideri ve eski devlet başkanı adayı Henrique Capriles, Venezuela’yı “her an patlayabilecek bir saatli bombaya” benzeterek, “Kuyrukların olmadığı, ilaç alabileceğimiz bir ülke istiyoruz. Değişim istiyoruz.” ifadesini kullandı.

    VENEZUELA’DA ENFLASYON %180

    Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Venezuela’nın ekonomisi, küresel petrol fiyatlarındaki düşüşten ciddi biçimde etkilendi. Ülkede resmi enflasyon oranının, %180’i bulduğu hesap ediliyor.

    Venezuela’da muhalefet ay başında Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun görevden alınması için referandum yapılmasının ilk etabında gerekli imzaları Ulusal Seçim Konseyine (CNE) sunmuştu.

    CNE’nin imzaları onaylaması durumunda, muhalefetin referandum için 20 milyon Venezuela seçmeninin 5’te birinin imzasını toplaması gerekiyor. Bu sayıda imzaya ulaşılırsa Venezuelalılar yapılacak referandumda Maduro’nun görevden alınmasını oylayacak.

    http://www.ntvpara.com/haber/madurodan-fabrikalara-el-koyma-tehdidi_43480

  175. “Demir Küçükaydın olması gerekeni yazmış.”

    Yap begendigin bir laiklik tanimi ve doktur onun uzerine uzun bir recete..

    “Olmasi gereken” dediginiz de bu sizin.

    Onunu arkasini dusunmeden soylenen lagalugalara entellektuel masturbasyon diyoruz.

    Cok ciddiye alirsaniz bukkake kurbani olursunuz.

    “Dini konularda otorite bir sen misin…”

    Konunun ‘dini’ oldugunu saniyorsunuz anlasilan.

  176. Teşekkürler. Derinlemesine düşündüm desem yalan olur.

  177. Necip, ne yazdım sana, daha doğrusu ne hatırlattım sana, ‘Ki sen de, olması gerekeni malûmun ilamı olarak da yazmışsın zaten, ‘Sizin bu dediginizi, eminim, once Islamcilar sonra da –artik ozerk olacak olan– Diyanet ister.’

    Bir insan kendisiyle ancak ve ancak Necip kadar çelişebilir, misallerin şahı.

    Yok lagalugaymış da, yok enelektüel masturbasyonmış da…

    Konu elbette ‘dini’, anlamadın mı halâ. ‘Hatrından çıkarmayasın, usûlsüz usûl olmaz’…

    Zileli’nin sitesinde sansür kurumu olmaması (hakaret filtrelemek hariç) gayet iyi. Fakat bukkake örneği vermen talihsizlik olmuş, çünkü mahremiyet yok, ‘çok kişi var’. Ama sadece 69 denersen, orgasmic climax’in doruklarına varabilirsin.

    Necip, çok fazla haylazlık yapıyorsun…

    Necip,
    Yola çık,
    Yoldan çıkma…

  178. 154..
    tembellik yapma.. uzun zamandır bir müslümanın yazdığı böyle güzel bir paragraf okumamıştım.. bu işi sen yapmalıydın.. ben yapıyorum..
    *****
    “Bir tane adil ateist Kürdü bu hoca gibi elli tane Müslümana değişmem. Çünkü İslam’daki ölçü adalettir. kafir kelimesinin sözcük anlamı Arapçada “örten gizleyen” demektir. Bu yüzden buğday tanesini toprağın altına gizleyen çiftçiye de Araplar kâfir derler. Çünkü taneyi gizler. Istılahta ise “gerçeği örten” demektir. Bu yüzden Kuran, kâfir kelimesini gerçeği örten anlamında kullanır. Bu yüzden Sayın Eygi, Kürdistan gerçeğinin üstünü örttüğü için bu yönüyle “kâfir”dir. Ahirette bunun cezasını çekecektir. Diğer ameli ise onunla Rabbi arasındadır. O da bizim konumuz değildir.”

    A. Bildirici’yi bilmem.. ama bu paragraf ile tutarlı yaşıyor ve düşünüyorsa çok “özel” bir insan olmalı…

  179. eklemeliyim; “korkarım” çok “stabil” bir ateist olarak yazıyorum, A. Bildirici ile ilgili bu düşüncelerimi..

  180. marxist argüman

    siyasetin erman toroglu karakterine örnek159 nolu yorumcu:

    kahve de ahali icinde futbol izlemi$ herkes $una $ahit olmustur: mac izleyen futbol fanatiklerinin hepsi adeta birer antrenör kesilir, sahada ki takimlarin hocalarinin yaptiklari taktik hatalari tartisirlar. 159 nolu yorumcu “diktatörlük” diye etiketledigi yönetimleri devirmenin fomülünü bulmu$: diktatörlüge kar$i tüm muhalefet birlesmeli. bu yorumcu saniyor ki muhalefet liderleri o’nun yorumunu okusalar $öyle düsünecekler: gercektende dogru, biz $imdiye kadar bunu niye düsünemedik? yorumcu kardes, madem muhalefete akil satiyorsun, $u sorunu da bir taktik/strateji uzmani olarak cözüver: MHP’li fa$olarin elinden gelse HDP’lileri “vatan haini” diye asarlar. MHP’lileri HDP ile ittifak yapmaya ikna etmek icin formülün nedir? sayin zileli, sizin bu diktatörlük yazilarinizin tesirinde kalanlarin nasil gerceklerden kopup fantazi dünyasina daldiklarini görüyor musunuz?

    softa necip’in 163 nolu yorumundan alinti:

    “Yap begendigin bir laiklik tanimi ve doktur onun uzerine uzun bir recete”. necip burda isabetli bir elestiri yapmis. benim yorumlarimda bir seyi idealize etmek diye elestirdigim tam da bu idealist düsünme tarzidir.

    156 nolu yorumcu, kendine bir mahlas bul da sana isminle hitab edeyim. kardes sen bize ne anlatmaya calisiyorsun, fikirlerini ifade etmekten acizsin. sen benim amerika-iran iliskileri hakkinda yazdiklarimdan hangisini, neden yanlis buluyorsun? “ben ima ediyorum, gerisini de artik siz anlayin” tarzini birak, düsüncelerini net ve anlasilir ifade et ki sana temiz bir cevap yazabileyim.

    ideoji ne demek, fonksiyonu nedir?
    global kapitalist dünya düzeninin ürünü sefil insanlik ve tabiat manzaralari gözler önünde olmasina ragmen, bu sistemin ayakta kalmasi ba$arisinin sirlarindan biri de kapitalist ideolojilerle gercekleri oldugundan farkli gösterme i$idir. hemen bir örnek vereyim ki ne demek istedigim anlasilsin.
    157 nolu yazidan alinti:

    “ABD’de tüketicilerin gün geçtikçe artan ucuz tavuk talebiyle birlikte endüstrideki en önemli şey, üretilen tavuğun sayısındaki artış oldu. Bu durumundan olumsuz etkilenen ise devasa tavuk işletme tesislerinde çalışan işçiler.
    “Vice”ın haberine göre, taleplere yetişmek yönündeki baskı o kadar yoğun ki, denetleyiciler çoğunlukla işçilerin tuvalete gitme isteklerini reddediyor. Bu nedenle işçiler, iş yerindeyken altlarına bez bağlamayı alışkanlık haline getirmişler”.

    parantez aciyorum, bu yaziya tahminimce beyaz yakalilar astilar, ondan dolayi onlara hitab ediyorum: beyaz yakalilar, insanlarin calistigi kötü kosullara dikkat cekmek iyi ama yetmez. bakin kapitalist ekonomiyi te$hir ettigini düsündügünüz bu yaziya bile “virüs” bulasmis. siz bile bunu fark etmedikten sonra diger insanlar nasil farketsin? yukarda ki alintida ideoloji, virüs dedigim nedir, burjuva basini gercekleri nasil carpitiyor, aciklayayim. bu yazidan ne ögreniyoruz: amerika da ucuz tavuklara talep artmis. neden? ucuz tavuk pahali tavuktan daha mi saglikli ve lezzetli? hayir. peki neden vatandas ucuz tavuga hücum ediyor? cevap: cünkü herkes cebinde ki paraya göre alis-veris yapar, yani görece pahali tavuk rafta dururken müsterinin ucuz tavugu tercih etmesi amerika da fakir vatandas sayisinin arttigina bir isarettir. bunu geciyorum, ana virüs/ideoloji bu degil. yukarda ki alintida baska hangi enformasyon var: ucuz tavuga talep artinca, tavuk üreten $irket talepleri karsilamak icin mecburen/ister istemez iscileri daha hizli calismaya zorluyor, hatta isciler tuvalet ihtiyacini karsilamak icin i$i birakip zaman kaybetmesinler diye altlarina yapmak zorundalar. islerine tuvalet ihtiyaci icin bile olsa ara vermeleri yasaklanan isciler, donlarina yapmamak icin cocuk bezi bagliyorlarmis. anket yapilsa ve insanlara bu kapitalist rezaletin sebebi sorulsa, eminim ki bircogu sunu diyecek: ucuz tavuga talep artinca, tavuk $irketi insanlarin et ihtiyacini karsilamak icin mecburen böyle birsey yapiyor. insanlar ucuz mala hücum etmeseler, tavuk sirketi de böyle birsey yapmak zorunda kalmaz. kapitalistlerin burda carpittigi gercek nedir?

    bir kapitalist i$letme olan tavuk sirketi para kazanmak icin mi yoksa insanlarin et ihtiyacini karsilamak icin mi tavuk üretiyor? para kazanmak icin. insanlarin et ihtiyaci para kazanmak icin sadece bir arac. bu sirket o isten para kazanmasa sirf insanlar et yesin diye tavuk üretir mi? hayir. ucuz tavuga talep artmissa ve bu fabrika artan talebi karsilayamiyorsa, cözüm olarak istese bu fabrika üretim kapasitesini artiramaz mi? artirabilir. ucuz tavuga talep arttigini tespit eden amerkali baska sermaye gruplari, sirketler de bu i$i karli bulurlarsa tavuk üretim isine girebilirler mi? evet. bunun icin amerika da gerekli yasal düzenleme, sermaye, hammadde, teknoloji, is gücü vs. mevcut mu? evet. $ayet mesele amerikali vatandasin et ihtiyacini karsilamak olsaydi, sözkonusu tavuk üretim sirketinin üretim kapasitesini artirmasi ile ya da piyasada bosluk oldugunu tespit eden baska bir sirketin tavuk üretimine baslamasi ile vatandasin et sorunu cözülür müydü? evet. peki mesele yukarda ki yazida iddaa edildigi gibi vatandasin artan et talebini karsilama meselesi degilse, iscilere bu eziyet neden? cevap: isciyi daha hizli ve her türlü insanlik di$i kosullarda calistirmanin asil sebebi “üretim verimliligi” denilen seydir. halkin diliyle ifade edersek cali$anlarin sirtindan mümkün mertebe daha fazla para kazanmak, calisanlari mümkün mertebe daha fazla sömürmek. evet sayin okuyucular, gördügünüz gibi kapitalist dünyada sadece ve sadece “üretim verimliligi” amaci ile calisanlara reva görülen ne ilk ne de son olan böyle rezaletlerin sebebini burjuva basini “isverenlerin insanlara hizmet a$ki”, “isverenlerin insanlarin et ihtiyacini karsilama kaygisi” olarak sunuyor ve insanlarin cogu da buna inaniyor.

  181. “Konu elbette ‘dini’, anlamadın mı halâ.”

    Boyle lakirdilari –ustelik de guya ust perdeden– eden birisine malumun ilami bile yetmiyor ama, neylersin ki, birisinin yapmasi gerekiyor.

    ‘Din’den kasit eger Islam ise, ‘Islam’da ‘Diyanet’ diye bir kurumun olmadigini anlatmakla baslamak lazim.

    Lazim da, bu kadar elementer bir seviyeden baslarsak, senelerimiz gecer burada.

    Benim o kadar sabrim yok.

  182. “insanlarin calistigi kötü kosullara dikkat cekmek iyi ama yetmez”

    Nasil yetmezmis?

    Son 100+ senedir solcularimizin yapageldigi ve nice firin ekmek yedigi baska ne var?

    Oruc tutmayip kefaret odemenin solculuk dinindeki karsiligi tam olarak bu tur seyler yazip soylemektir.

  183. Diyanet'in vâizlerini savunan Necip'e

    Bugün bir mescide vardım oturmuş pend eder vâiz
    Okur açmış kitâbını bu halkı ağlatır vâiz

    İki bölmüş cihân halkın birini Cennet’e salmış
    Eliyle kürsüden birin Tamu’ya sarkıtır vâiz

    Çıkar ağzından âteşler yakar şeytân-ı mel’ûnu
    Sanırsın yedi Tamu’nun azâbı kendidir vâiz

    Tamu’ya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer
    Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir vâiz

    Yaraşır va’z ana hakkı ki yanar yakılır her dem
    Niyâzî’nin hemen ancak cihânda adıdır vâiz

  184. marxist argüman

    ezilen ulusun islamcisi/dincisi ezen ulusun islamcisina/dincisina karsi: din’in/inancin günümüzde ki fonksiyonu üzerine bir örnek

    a. bildirici’nin m.s. eygi’ye elestirisinden bahsediyorum.

    türk islamcilarinin türk devleti ile iliskisini anlamak acisindan önce türkcü/islamci m. $evki eygi’nin bir yazisindan alinti yapayim: “…Bilmiş olunuz ki, büyük fırtına patlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekun savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. İmtihan günleri gelip çatmıştır. Kaderden kaçmak, kurtulmak ne mümkün…Komünizm küfrüne karşı derhal silahlan. İslam’da askerlik ve cihad ihtiyari değildir, mecburidir. Allah ve ona kulluk borcunun içinde cihad farizasının da bulunduğunu bir an bile unutma. Stalin ve benzeri deccallerin piçleri olan kızıl veletler sokaklara dökülüp Türkiye’yi yıkmak isterlerse bütün Müslümanları karşılarında bulmalıdırlar… Onlarda taş, sopa, demir, molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz…Herkes vazifeye koşsun, herkes komünizm küfrüyle savaşa hazırlansın. Komünistler ve onları destekleyen hain şahıs ve müesseseler kahr edilsin… Bir Müslüman yüz komüniste bedeldir. Müslümanlar, komünizmle çarpışan devlet kuvvetlerine yardımcı olsunlar…Not: “Bir şeyler” olursa, silahlar patlar patlamaz, vazifeye koşmağa çalışacağız. İnşallah kızıl kafirlerin, Deccal uşağı dinsizlerin tepelerine birer intihar uçağı gibi ineceğiz…” (vikipedia)

    m.s. eygi’nin kürt ulusal mücadelesini zayiflatmak icin islami bir silah olarak kullanma anlamina gelen “dogu da seriat ilan edilsin” önerisini mercek altina alalim. eygi’nin bu dediginden $unu anlamak mümkün: sevket eygi birincisi, kürdistan da, kürtlerde dini duygularin, imanin zayifladigini düsünüyor. ikincisi, devlet, kürtlere/kürdistana daha fazla din/iman pompalarsa, bunun otomotikmen kürtleri devlete baglayacagini varsayiyor. din’in günümüz ulus devletleri icin fonksiyonuna güzel bir örnektir bu. diger yandan 21. yüzyilda, bilimin kainatta olan biten bircok seyi aciklayabildigi bir cagda, dinciligin, dini dogmalarin/safsatalarin insanlar arasinda nasil hala böyle canli yasayabildigine, din’in üredigi kaynaga isaret eder. bir adet/gelenek/töre nasil ki toplumsal/siyasal fonksiyonu kalmadiginda yasama sansi yoksa; tarihe karismaya mahkumsa, din/inanc denilen insan fantazilerinin de özellikle toplumu yöneten ve sömüren devlet ve “din adami” denilen din tacirleri acisindan faydali bir i$levi olmasa, din’in de unutulan bir gelenek gibi kaybolacagi kesin.

    kürt islamcisi ve ulusalcisi a. bildirici m.s. eygi’yi “kürdistan gerceginin” üstünü örttügü icin “kafir” ilan ediyor ve ahirette cezasini cekecegini ilan ediyor. yani a. bildirici de kürt ulusal davasina me$ruluk/haklilik kazandirmak ve m.s. eygi’nin düsüncelerini gayri mesru, din di$i ilan etmek icin referans olarak kuran’i/islami gösteriyor.

    bilindigi gibi, kemalistler cumhuriyeti kurma asamasinda kitleleri milli mücadeleye seferber etmek icin “halifeligi, islami esaretten kurtarma” argümanini kullanmislardi. yine 12 eylülün kemalist NATO generalleri tamda m.s. eygi, fetullah gülen, necip fazil kisakürek gibi din tacirlerinin tavsiyeleri dogrultusunda dersim de camii yaptirip, kürdistanda kuran ayetleri dagitmislardi. a. bildirici bir kürt islamcisi ve ulusalcisi olarak türkcü/irkci/devletci/islamci m.s. eygi’yi “kafir” ilan etmi$, cok mu?

  185. [1] SIFIR AHLÂK MAKSİMUM KAZANÇ!

    İNTERNET ÜZERİNDE BAŞLATILAN, “BALİNALAR ÖLDÜRÜLMESİN!” KAMPANYASINA, BEN DE OTURDUĞUM YERDEN DESTEK VERDİM! ÇOK MUTLUYUM!

    “TEKNOLOJİ KARŞITLIĞI” SAFSATASI NE DEMEK?!

    FAKİRLERİN, ZENGİNLERİN EVLERİNİ TEMİZLEMESİ GEREK; DEĞİL Mİ?!

    SIFIR AHLÂK, MAKSİMUM KAZANÇ!

    LİBERALLER NE DİYOR: “FAKİR OLMAK SİLAH ZORUYLA MI?! SERBEST PİYASA EKONOMİSİ’NDE HERKES HÜR! SEN DE SÖMÜR, SEN DE ZENGİN OL!”

    “Pew Research Center”ın 2015 yılı araştırmasına göre (http://www.pewinternet.org/files/2015/08/2015-08-26_mobile-etiquette_FINAL.pdf) Amerikalıların %89’u en son sohbetlerinin cep telefonu münasebetiyle kesintiye uğradığını, %82’si de bu kesintiden sonra sohbetin kalitesinin düştüğünü söylüyor.

    15-19 yaş arası kişiler her gün ortalama 3 saat, 20-29 yaş arası kişiler ortalama 2 saat sosyal medyada vakit harcıyorlar (http://www.socialmediatoday.com/social-networks/carianneking/2015-06-26/social-media-addiction-statistics-infographic).

    Yaklaşık 1,5 milyar kullanıcı ortalama 17 dakikada bir sosyal medyaya giriyor ve bu istatistik genç kullanıcılarda ortalama 7 dakikaya kadar düşüyor.

    İnsanlar günde (ülkesine göre), 30 ila 70 kez cep telefonlarını kontrol ediyor, bu sayı kimilerinde 150’ye kadar çıkıyor.

    İş gününün dörtte biri internette iş dışında şeyler yaparak geçiriliyor.

    “Instagram”da 57 milyon selfie (özçekim) var (http://designtaxi.com/news/365635/11-Fun-Facts-About-Social-Media-Networks/).

    iPhone kullanıcılarının %28’inin sabah yataklarından kalkmadan, %80’i kalktıktan sonraki 15 dakika içinde “Twitter akışı”na (timeline) bakıyor.

    İnsanlar bir gün içinde, kolektif olarak, toplam 40.000 yıllık zamanı “Facebook”ta harcıyorlar.

    5 milyondan fazla Facebook kullanıcısı 10 yaşın altında.

    7 milyarlık dünya nüfusunda, yaklaşık 4 milyar cep telefonu sahibine karşın 3,5 milyar diş fırçası sahibi var.

    Danışmanlık ve vergi denetimi şirketi olan “Deloitte”nin 39 ülkede yaptığı anket araştırmasına göre, sosyal medya bağımlılığında Türkiye birinci sırada (http://www.diken.com.tr/39-ulke-arasinda-telefon-bagimliliginda-1inci-siradayiz/).

    “DİJİTALLEŞEN HAYATLAR” VE “RASYONEL DANGALAKLAR”

    Hayatı boyunca kişisel gelişim safsatalarına yüksek itibar etmiş, sadece yatırım kararlarını değil, insanlarla olan arkadaşlık ilişkilerini dahi “fayda-maliyet analizi” yaparak değerlendiren biri olarak, sürekli “insan ortalama şu kadar yıl yaşıyor, bunun şu kadarı uyumakla geçiyor, bu kadarında çalışıyor, geriye de aslında çok az bir zaman kalıyor ve biz bu zamanı çok verimli kullanmalıyız” tarzı hesaplar yapan (ismi lazım değil) kadim bir arkadaşım var [arkadaş işte ne yaparsın].

    Bütün dijital zamazingolardan çok hoşlanan ve kronik sosyal medya bağımlısı bu arkadaşımla geçen yaz oturmuş muhabbet ediyorduk ya da ben öyle sanıyordum. Adamın eli sürekli telefonunda; ha bire Twitter’da, Google’da bir şeyler yapar, nereye gitse “yer bildirimi” yapar, bütün sosyal medya hesaplarını kontrol eder, film izlerken bile cep telefonunu bızıklar… Öyle böyle değil, hastalık seviyesinde yani…

    En sonunda dayanamayarak “Abi amma oynadın şu telefonla, bırak koy şunu cebine iki dakika” dedim. İlginç bir yere gidince bunu paylaşmanı hadi biraz anlarım da, her gün herkese nerede bulunduğunun koordinatlarını paylaşmak nedir?

    Bana verdiği cevap şu oldu: “Abi ortamdan, muhabbetten [yani aslında benden] sıkılıyorsam tabii ki telefonu kurcalayacağım; ne var bunda?”

    Optimizasyon mantığını benimseyen insanlar, Erving Goffman’ın metaforundaki [https://en.wikipedia.org/wiki/Dramaturgy_(sociology)] gibi de değil, hayatı gerçekten bir gösteri dünyası (entertainment) olarak görüyorlar. “Modern Zamanlarda Aşk” yazımda (http://sendika10.org/2016/04/modern-zamanlarda-ask-anil-aba/) biraz bahsettiğim gibi, sürekli “fayda-maliyet hesabı” yapan, insan ilişkilerini “rasyonel bir alış-veriş” olarak gören hesap-kitap insanları alttan alta şunu düşünüyor:

    “Ben internetin bana kişiselleştirilmiş içerik hâlinde sunduğu milyonlarca uyarıcıdan birine, hâttâ aynı anda üçüne (multi-tasking), bakmak yerine, buraya senle görüşmeye geldim [aman ne büyük lütuf]. Ve sen beni ‘entertain’ etmek zorundasın (eğlence bu kelimeyi tam karşılamadığı için). Eğer beni ‘entertain’ etmiyorsan ben de ‘çok değerli ve kısıtlı vaktimi’ Google’da merak ettiğim bir filmin hangi yılda çekildiğini arayarak, YouTube’ta ilham verici bir TED videosu izleyerek (http://sendika10.org/2016/03/ted-konusmalari-ve-modern-sarlatanlik-anil-aba/), Instagram hesabıma ‘no filter’ fotoğraf yükleyerek, ya da gelen Twitter bildirimlerine bakarak çok daha verimli bir şekilde değerlendiririm. Ne var bunda?”

    Tebrikler, son derece “rasyonel” bir karar verdin. Ama en eğlenceli insanların bile canlarının sıkkın, morallerinin bozuk olduğu; bilgi dolu şeyler ya da komik hikayeler anlatamadığı zamanlar olur. Eğer sen, bir “arkadaş” olarak benim moral bozukluğuma ya da belki sıkıcılığıma yarım saat katlanamayarak hemen cep telefonunu sarılıyorsan, bu konu üzerine araştırmalar yapan M.I.T. (Massachusetts Institute of Technology) profesörü Sherry Turkle’nin deyimiyle, bir “empati krizi” yaşıyorsun demektir.

    Görünen o ki arkadaşlığı arkadaşlık yapan değerlerin ve yaşanmışlıkların modern dönemde pek bir kıymeti yok. Çünkü empati krizindeki insanlar karşısındakileri soytarı yerine koyarak hayatlarını dinamik bir optimizasyon süreci hâlinde yaşıyorlar. Sizin için lütfedip ayırdıkları bir saatin karşılığını veremezseniz sizinle tekrar buluşmadan evvel iki kere düşüneceklerdir.

    Michigan Üniversitesi profesörü Sara Konrath, araştırmasında (http://ns.umich.edu/new/releases/7724-empathy-college-students-don-t-have-as-much-as-they-used-to), son 20-30 yılda ABD’deki üniversite kampüslerinde, empatinin %40 oranında azaldığını gösteriyor (bunu, “empatik” olarak tanımlanan olguların sosyal ilişkilerde ne sıklıkta gerçekleştiğini gözlemleyerek ve anketler yaparak ölçüyor). Bence bu büyük bir dramdır. Empati kaybına internet, sosyal medya ve akıllı telefonların sebebiyet verdiğini görmek için teleskoba gerek yok. Yine de biz biraz daha derine inerek bu “empati kaybı”nın nasıl geliştiğini görelim…

    DİJİTAL EMPATİ KRİZİNİN DİNAMİKLERİ

    Bir arkadaşınızla sohbet etmek için oturduğunuz zaman sohbetin içeriğini, kalitesini, tonunu, ve gidişatını ne belirler?

    Eskiden olsa karşınızdaki insanla olan arkadaşlığınız, sizin ve karşınızdakinin o anki ruh hâli, ülkenin gündemi vesaire diyebilirdiniz. Ama bugün bunları cep telefonu belirliyor! Nasıl mı?!

    Siz arkadaşınızla oturup, sessizde dahi olsa, cep telefonunuzu masaya koyduğunuz anda karşınızdakine, isteyerek ya da istemeden şu sinyali veriyorsunuz: “Ben, fiziksel olarak, buradayım. Ama aklım başka yerde.” Belki ilk etapta aklınız orada da olabilir, ama eğer arkadaşınızın muhabbeti sizi sarmazsa her an telefonunuzu alıp sosyal medyadaki binlerce arkadaşınızdan biriyle mesajlaşmaya başlayabilir ya da takipçilerinize ilham verici sözler paylaşabilirsiniz. Yani, eğer sosyal ilişkililerinizi “fayda-maliyet analizi”yle değerlendiren optimizasyoncu biriyseniz, bütün gerçek muhabbetlerin size sıkıcı gelme potansiyeli çok yüksek. Çünkü internetteki on, yüz, bin, milyonlarca “muhteşem” şeyi sürekli olarak cebinizde taşıyorsunuz. Hiçbir yüz yüze muhabbet cebinizdeki internetten daha çok bilgi ve eğlence dolu olamaz.

    Mekâna gider gitmez telefonunuzu şarja takmanız da aynı etkiyi yaratıyor: “Sen aslında o kadar da önemli değilsin, anlatacakların ve konuşacaklarımız pek de önemli değil, senin sevgilinden ayrılmış olman da önemli değil… Şu an benim için en kritik şey bu telefonun şarjı, çünkü ben bu telefon ile her şeyi yapabilirim. Ama telefonun şarjı biterse (https://www.youtube.com/watch?v=OTLEJ9_WbYg) sana katlanmak zorunda kalırım.” Bilinçli ya da değil, sosyal medya saplantısı olan insanların yarattığı algı budur. Ve algı zamanla gerçeklik olur. Bu yüzden de artık cam kenarına ya da manzara kenarına değil, “prize yakın masalara” oturuyor insanlar.

    Sadece iki saat boyunca cep telefonunuza bakmadığınız zaman onlarca “WhatsApp” mesajının; Twitter, Facebook, ve Instagram bildiriminin; okul, iş, ve özel e-postaların arkasında kalmış oluyorsunuz. İki saat boyunca kim bilir (!) Twitter’da ne muhabbetler döndü, bloğunuza ne yorumlar yapıldı… Neredeyse bir ajans mantığıyla yönettiğiniz Twitter hesabınıza gelen övgü tweetlerini 15-20 saat sonra retweet’lerseniz geç kalmış olursunuz. Bu yüzden de “sosyal medya zombileri” gerçek sohbet ortamlarında sürekli “umarım bana sunacağın ‘gösteri’ retweet’lemekte geç kaldığım övgü tweetlerine değer” stresini yaşarlar. Bunu telafi edebilecek tek şey gerçek sohbette de pohpohlanıyor ve övgüler alıyor olmanızdır. Eğer birileri sizin “saçma sapan” fikirlerinizi eleştirerek egonuzu indiriyorsa, Twitter’daki övgüleri retweet’leyerek egonuzu şişirebilirsiniz.

    Demem o ki, aslında, sosyal medya ve akıllı telefonlarda insanları motive eden şey, kullanımdan alınan faydanın ötesinde, bir süre kullanamamanın getirdiği endişedir.

    Telefona gelen mesajları, e-postaları ve sosyal medya bildirimlerini kontrol etmeden geçen her saatte psikolojik tansiyon ve sinir katsayısı giderek artıyor.

    Rahatlamak için, gelen bildirimleri kontrol ederek, biriken bu gerilimin boşaltılması gerekiyor. Yani sosyal medya yoksunluğu, bağımlı insanlarda, anksiyete bozukluğu ve saplantı nevrozu (OKKB; https://tr.wikipedia.org/wiki/Obsesif_kompulsif_ki%C5%9Filik_bozuklu%C4%9Fu) yaratıyor.

    İnanması güç ama ABD’de gençler, 2 saat boyunca cep telefonu kullanamayacakları için, artık sinemaya gitmek istemiyorlar. (Kısmen bu yüzden) gelirleri azalan dünyanın ikinci büyük sinema salonu zinciri AMC Entertainment’ın CEO’su “Adam Aron” yakında kendi salonlarında cep telefonu kullanımına müsaade etmeye karar verdiklerini (http://variety.com/2016/film/news/amc-texting-theaters-phones-1201752978/), ya tamamen serbest ya da cep telefonu kullananlar için özel bir bölüm olacağını söylüyor. Tıpkı eskiden şehirlerarası otobüslerde arka koltuklarda sigara içilebilmesi gibi (genelde 21 numara ve arkası olurdu, bir keresinde köye giderken 19-20 numaralara oturmuştuk da).

    Dahası (ki bence burası çok önemli) karşınızdaki insanın masaya akıllı telefon koyması muhabbetin içeriğini de dikte ediyor. Ciddi konular sıkıcı olabilir, ama bu önemli olmadıkları anlamına gelmez. Fakat ben karşımdaki kişinin, benim muhabbetimden biraz sıkıldığı anda, zırt pırt Twitter hesabını kontrol edip sohbetin tonunu düşüreceğini düşünüyorsam, o ortamda nitelikli ve uzun bir konu açmak istemem. Bundan ötürü, dikkat ederseniz, cep telefonları yüzünden çay tabağı konacak yer bile bulamadığınız masalarda giderek daha az nitelikli konular konuşulduğunu görürsünüz. Yani, bir “trend” olarak, dijital zımbırtılar hayatımızı daha fazla yönlendirdikçe insanların muhabbetleri de giderek daha önemsiz meseleler etrafında dönmeye başlıyor, çünkü “kronikleşen dikkat dağınıklığı” komplike konuları kaldırmıyor. Üstelik aynı durum, yapılan deneylerde, cep telefonu masa üzerinde değil de mesela odada uzakta bir yerde dururken bile gözlemleniyor.

    Öte yandan, takipçileri arttıkça kendini “sosyal medya fenomeni” olarak düşünmeye başlayan insanların (tarzına göre) daha ilham verici, daha komik, daha felsefi, ve daha fazla sayıda paylaşım yapma arzusu da artıyor. Çeşitli optimizasyon yöntemlerini kullanarak en uygun (mesela herkesin işten çıktığı saat 5 sonrası gibi) saati bulup önceden kaydettikleri güzel sözleri, fotoğrafları falan en fazla kişinin görüp retweet’leyeceği spesifik zaman aralıklarında paylaşıyorlar. Kızların dörtte biri, çektikleri toplu fotoğraflarda (eğer kendileri güzel çıkmışsa) kötü çıkan arkadaşlarını özellikle etiketlediklerini itiraf etmiş (http://gawker.com/5923171/survey-25-of-female-facebook-users-admit-to-posting-unflattering-photos-of-friends-on-purpose). “Rekabet”in insanları getirdiği noktayı görüyor musunuz?!

    +++++

  186. [2] SIFIR AHLÂK MAKSİMUM KAZANÇ!

    “SOSYAL MEDYAYI KULLANANLARI ALGORİTMALARLA YÖNLENDİRMEK” VEYA “PAVLOV’UN KÖPEĞİ”

    Son olarak, sosyal medya algoritmalarının bazı paylaşımları ön plâna çıkartırken bazılarını bastırdığını biliyoruz. Bu mekanizma sosyal medya bağımlılarını (çok kolaylıkla) “Pavlov’un köpeği” gibi koşullandırıyor. Zamanla hangi paylaşımların çok beğenilip hangilerinin fazla beğenilmediğine uyanan kullanıcılar, sonraki gönderiler için daha önce çok beğenilenlere benzer paylaşımlar yapıyorlar. Böylece, sosyal medya şirketleri tasarladıkları algoritmayla hem sosyal medya gündemini tayin ediyorlar, hem de kullanıcıların sanal kişiliklerini şekillendiriyorlar (http://www.palgrave-journals.com/ejis/journal/v23/n1/abs/ejis201252a.html). Bu sürecin bir sonucu olarak, bugün “narsistik kişilik bozukluğu obezite kadar hızlı” ilerleyen bir epidemi hâline gelmiş durumda (https://www.psychologytoday.com/blog/compassion-matters/201211/is-social-media-blame-the-rise-in-narcissism). Araştırmalar, sosyal medyada geçirilen zaman arttıkça narsistik davranışların da arttığını neredeyse tartışmasız delillerle gösteriyor (https://www.mckendree.edu/academics/scholars/somerville-issue-25.pdf). Bu pozitif korelasyondaki nedensellik ilişkisinin netleştirilmesi, psikoloji akademisinin sıcak gündem maddelerinden biri… Yani; “aşırı sosyal medya kullanımı mı narsisizmi arttırıyor, yoksa zaten narsist olan insanlar mı daha fazla sosyal medya kullanıyor?!” Bu araştırma programında benim naçizane hipotezim, bu iki ilişkinin birbirini beslediğidir.

    “Muhabbetten korkup sosyal medyaya sarılmak…”

    Belki duymuşsunuzdur, “HomeJoy” diye bir uygulama vardı. Hani bu “Uber” ve “AirBnB”nin tutmasıyla mantar gibi türeyen (“JustPark”, “PoshMark”, “Zaarly”, “InstaCart” vesaire) “paylaşım ekonomisi” (http://sendika10.org/2016/02/uber-airbnb-ve-sosyalizm-anil-aba/) uygulamalarından biri.

    Bu uygulama, kendi evini temizlemek istemeyen zengin züppelerle temizlikçi kadınları bir araya getiriyor. “Sosyal verimsizlikleri azaltan” ne kadar “dâhiyane” bir fikir!!! Zaten sosyal medya guruları sağ olsun, dünyada bir “dâhilik” fışkırması” var, “dâhilikten çatlıyoruz” resmen.

    Her neyse…

    Uygulamanın reklamlarından birinde de (ABD’de olduğu için) Latin Amerika kökenli olduğu her hâlinden belli bir kadın temizlik yaparken, beyaz bir ABD’li de diğer odada bilgisayarında “çok önemli işler” yaparken gösteriliyordu.

    Kapitalizm eşitsizlik yaratıyor, hem de giderek daha fazla büyüyeninden. Bir yanda “olanlar”, diğer yanda “olmayanlar”…

    Fakat bu durum, sistemin meşruiyetinin de altını kazıyor. Gelir ve servet uçurumu büyüdükçe, sınıflar arasındaki iletişimin de zayıflaması gerekiyor. Çünkü olanlar olmayanlardan 1) korkuyorlar, 2) utanıyorlar (“Ali Ağaoğlu” gibiler hariç).

    Bu yüzden olanlar, olmayanlarla bir araya gelmek istemiyor. Kendilerini içinde süpermarketten spor salonuna, kuaförden eczaneye kadar her şeyin olduğu kameralı, özel güvenlikli sitelere (gated communities) hapsediyorlar. Ama hâlâ “fakir” birilerinin zenginlerin evlerini temizlemesi lâzım, değil mi?!

    Genelde, temizlikçi kadınlarla ev sahibelerinin hoşbeşleri olur. Hâttâ bazı orta-gelir-grubu evlerde temizlik bittikten sonra çay içip temizlikçi kadınla dedikodu yapılır (çok zengin evlerde buna pek rastlanmaz). Fakat çoğu zaman temizlikçi kadınların yaşadığı maddi ve manevi sıkıntılar ev sahibesine yansır. Ev sahibesi (zengin de olsa insan sayılır en nihayetinde) üzülür, yardım etmek ister. Fazladan para verse bir dert, vermese başka bir dert… Nereden baksan bir sürü “sosyal verimsizlik”.

    Ama “HomeJoy” [bu arada, her yeni uygulamanın, iki kelimeyi birleşik tek kelime yapıp baş harfleri büyük yazması da iyice baydı!] sayesinde bu sosyal verimsizlikten gayet pratik bir şekilde kurtulabilirsiniz. Evinizi mi temizletmek istiyorsunuz? Hemen cep telefonunuzdaki uygulamaya adresinizi ve saat aralığını girin. “HomeJoy” tarafından doğrulanmış ve referanslı, ama iş güvencesi olmayan, bir kadın gelip evinizi temizlesin. Sonra da kredi kartınızdan 35 dolar çekilsin. Düşünsenize, bir parmak hareketiyle evinizde bir kadın beliriyor, bir saatte evinizi temizliyor, sonra “puf” diye ortadan kayboluyor. Hiç konuşmuyorsunuz, belki görmüyorsunuz bile…

    Yani; ben bu sistemin kaymak tabakası olayım, sistemin yarattığı eşitsizlik üzerinden kendimi üstün bir pozisyonda konumlandırayım, evimin zengin pisliğini de eşitsizliğin diğer tarafında kalanlara temizleteyim… Ama bunu yaparken de onları görmeyeyim, onlar da beni görmesin, onlarla muhabbet etmek zorunda bile kalmayayım, acı dolu hayatlarına üzülmeyeyim, durup dururken canım sıkılmasın… Allahsızsın kapitalizm!!

    Aynı şey cep telefonu mesajıyla sevgilisinden ayrılanlar için de söylenebilir. Sevdaların halı tezgâhında nakış nakış dokunduğu zamanlarda sevgililer ayrılacaksa bile konuşarak ayrılırdı. Ama şimdi (eski) sevgili biliyor ki ayrılma isteğini yüz yüze konuşarak dile getirdiğinde karşısındaki üzülecek, “gitme” diyecek, belki kızacak, ya da gözleri dolacak… Sosyal becerileri zayıf insanlar bu gibi kriz anlarında çok zorlanırlar. Ancak, cep telefonu ve internet sağ olsun, artık bütün bu sosyal verimsizliklere katlanmanıza gerek yok. Oscar Wilde’ın dediği gibi (https://www.youtube.com/watch?v=KCSRmm81WpI) herkes öldürür sevdiğini… Kimi bir bakışıyla yapar bunu, kimi dalkavukça sözlerle… Yürekliler kılıç darbeleriyle öldürür, korkaklar cep telefonu mesajıyla… Çek bir mesaj olsun bitsin. Sonra mesajlara cevap verme, telefonları açma… Acımasızsın kapitalizm!!

    MESELENİN “EKONOMİ-POLİTİK” BOYUTU

    Ben, sosyal medya, cep telefonu ve internet kullanımını, tamamen değilse de, büyük ölçüde sigara ve alkole benzetiyorum. Çoğu insanın aslında haddinden fazla kullanmaktan memnun olmadığı (http://www.huffingtonpost.com/entry/americans-think-smartphones-hurt-socializing-but-use-them-anyway_us_55de233ee4b08cd3359e7031) ama yine de azaltamadığı, çünkü üretenlerin “kullanıcıları bağımlı hâle getirmek için” her türlü şerefsizliği yaptığı; olumlu yanlarının haddinden fazla vurgulanıp, olumsuz yanlarından neredeyse hiç bahsedilmediği teknolojiler olarak görüyorum. Zaten tipleri de benziyor; “akıllı telefon” vs. “sigara paketi”. İkisi de tüketimi artırmak için “cepte taşınacak boyutta” tasarlanmış.

    Ticari olarak sigara ilk çıktığında hızla büyük bir sektör hâline geldi, çünkü hem bağımlılık yapıyordu hem de havalı bir pazarlaması vardı. Sektörü büyütmek için reklamlarda (https://www.youtube.com/watch?v=V0yADZZ7jvY) “Doktorunuz Camel’i tercih ediyor” gibi sloganlarla (https://www.youtube.com/watch?v=bnKLpO9qhOE) sigarayı bir yandan zararsız bir şeymiş gibi gösterip, diğer yandan öldürücü etkilerini kanıtlayan araştırmaları hasıraltı ediyorlardı. Benzer bir durum sosyal medya, internet ve akıllı telefonlar için de söylenebilir. Tüm bunların bağımlılık yaptığını, ruhsal bozukluklara sebebiyet verdiğini gösteren sayısız akademik çalışma hasıraltı ediliyor, çünkü Zuckerberg denen vampirin tek derdi insanların Facebook’ta daha fazla zaman geçirmesi. Oysa, nasıl bugün bağımlılık yapan ve sağlığa zararlı olan sigara ve alkol gibi ürünlerin satışı ve kullanımı (uzun mücadeleler sonucu) kısıtlanıyor hâttâ yasaklanıyorsa, aynı mantıkla sosyal medya, cep telefonu, ve internet kullanımı da bir şekilde toplumsal olarak plânlanmalı, düzenlenmeli ve kısıtlanmalıdır.

    Fakat büyük şirketler bundan zarar göreceği için, pek çok sosyal medya manyağının idolü olan “Mark Zuckerberg (Facebook)”, “Satya Nadella (Microsoft)”, “Jack Dorsey (Twitter)”, “Tim Cook (Apple)”, “Kevin Systrom (Instagram)” gibi ahlâksızlar sosyal medya kullanımının düzenlenmesine karşı milyar dolarlık lobi faaliyeti yapacaklardır. İlk özel sigara şirketi 1865’te açıldığına göre yaklaşık 100-150 senedir sigaraya karşı mücadele veriliyor demektir. Yeni yeni bir takım kazanımlar elde edildiyse de olan arada kansere yakalanarak gırtlağını (http://www.imdb.com/title/tt0386032/) ya da yaşamını yitiren milyonlarca insana oldu. Sosyal medya ve teknoloji şirketlerinin sigara sektöründen çok daha güçlü olduklarını düşünecek olursak, uzun vadede bile bir düzenleme olması hayâl gibi gözüküyor.

    Bu tezgâhtan 1) sosyal medya hizmeti ve akıllı telefon üreticileri, 2) tanımlı profiller sayesinde hedefe yönelik kişiselleştirilmiş reklam yapabilen diğer bütün şirketler ve 3) bu şirketlerin reklam stratejilerini geliştiren dijital pazarlama parazitleri ekmek yiyor, hem de rokfor peynir ve cevizli gurme ekmeklerden.

    Sıfır ahlâk, maksimum kazanç… Zaten “kapitalizmde ‘kazanç’ ile ‘ahlâk’ arasında çoğu zaman negatif bir ilişki” vardır. Misal, aslında CEO’ların ücretleri şirketi yönetme becerileri ve vizyonları oranında belirlenmez, yapabilecekleri ahlâksızlıklar ve haysiyetsizlikler oranında belirlenir. 1000 kişiyi işten çıkaracak imzayı eli titremeden atan, vergi kaçırma işlerini sinsice yürüten, devletten alınacak ihaleler için siyasilerin kıçlarını yalayan CEO’lar, bunları yap(a)mayan CEO’lardan her zaman daha fazla kazanır. Birazcık ahlâk ve haysiyet sahibi CEO’lar zamanla piyasadan elenir; geriye de Zuckerberg, Gates, Jobs gibi aşağılıklar kalır.

    Bu yüzden de, etrafınıza dikkat ederseniz, üst düzey yöneticilik hayâlleriyle yanıp tutuşanlar, ya hâli hazırda haysiyetsiz olan, ya da para ve kariyer karşılığında mevcut haysiyetlerini anında ayaklar altına almaya hazır, kaypak karakterli kişilerdir. CEO’ların kişilik özelliklerini karakterize eden akademik araştırmalarda tüm bu argümanları okuyup çalışabilirsiniz.

    Zaten liberal kapitalizmde her türlü ahlâksızlık serbesttir… Sonuçta, geri zekâlı liberallere göre, insanlar hür iradeleriyle kullanıyorlar bu dalgametreleri, silah zoruyla değil. Şikayet eden varsa kullanmaz; bu kadar basit. Yani şirketlerin, zor kullanmadıkları müddetçe, insanların zaaflarından faydalanacak şekilde ürünler geliştirip pazarlama yapmalarında herhangi bir sakınca yoktur. Şirketler her türlü üç kâğıdı çevirmekte serbesttir, bu tezgâhlara düşmemek bireylerin kendi sorumluluğudur.

    Man kafalı firavunun biri de kalkıp “Empathy App” diye bir uygulama çıkarmış. Akıllı telefonların yarattığı empati krizini daha fazla akıllı telefon kullanarak çözmeye çalışmak, ABD’de “NRA”nın (National Rifle Association) “silah şiddetini azaltmak için daha fazla insanın silah sahibi olması gerekir” diyerek (http://www.latimes.com/opinion/readersreact/la-le-1209-wednesday-guns-nra-20151209-story.html) kendini savunması gibi bir şey (gerçekten!).

    Serbest piyasa kapitalizmi içerisinde bu sorunlara çözüm aramak tam anlamıyla bir açmaz (catch 22) yaratıyor, çünkü bu sorunların kaynağı zaten serbest piyasa kapitalizminin ta kendisi!

    “BEN TEKNOLOJİ KARŞITI DEĞİLİM, MUHABBET YANLISIYIM”

    Diyor “Sherry Turkle”, kendisini teknoloji düşmanı geri kafalı bir kadın olarak itham edenlere. Çok kullanışlı teknolojiler olan, misal, çamaşır makinesi ya da duvar saatinin bağımlılık yapmadığı, insanları empati krizine sokmadığı, veya ruhsal bozukluklara neden olmadığı ortada. Aynı şekilde; bir elinde akıllı telefon, ötekinde “Kindle”, kulağında “iPod”, çantasında “MacBook Air”, gözünde “iGlass”, kolunda “Apple Watch” ile neredeyse yaşam ünitesine bağlı birer hasta ya da özürlü gibi yaşayan, “cyberpunk distopyası”ndan fırlamış insanlar ile kahvaltı sofrasında ya da otobüste gazete okuyanları aynı kefeye koyup işin içinden sıyrılmaya çalışanlar var. Oysa gazete okumak ne empati krizi yaratıyor, ne insanları asosyalleştiriyor, ne de anksiyete bozukluğuna sebebiyet veriyor (ya da en azından öyle olduğunu gösteren bir akademik çalışma henüz yok). Dolayısıyla, insanları insanlardan uzaklaştıran, ve insanların ruh sağlığını bozan teknolojiler ile hayatı kolaylaştıran teknolojileri birbirinden ayırmak gerekiyor (http://www.amazon.com/Glass-Cage-How-Computers-Changing/dp/0393351637/). Elbette benim itirazım teknolojinin tamamına değil; üç beş ahlâksız buradan para kazanacak diye insanları hasta eden, muhabbetimizi bitiren, sosyalliğimizi kaybettiren, hayatlarımızı tüketen teknolojilere.

    Çok pratik olduğu için yeni bir teknolojiyi kullanmaya başlıyoruz. Fakat, kapitalizm sayesinde, ne olduğunu anlamadan, teknoloji de bizi kullanmaya başlıyor. Başlarda, bir lokantanın bilgilerini internette ararken şimdi cep telefonu olmadan nerede yemek yiyeceğimize karar veremez hâle geldik. Gideceğimiz filmin seanslarına bakmak için interneti kullanırken şimdi hangi filmi izleyeceğimizi “IMDb puanı” belirliyor. Eskiden sohbet programlarını (mIRC, ICQ) mahallemizin, hâttâ ülkemizin, dışından insanlarla tanışmak için kullanırken şimdi evleneceğimiz insanı bile “online randevu siteleri”nde arıyoruz. Neredeyse bütün hayatımızı dijital zımbırtılar ve uygulamalar yönlendiriyor.

    Önce biz teknolojiyi şekillendiriyoruz. Ama sonrasında teknoloji bizi şekillendirmeye başlıyor. Daha sonra da, kapitalizm, bizim teknolojiyi yeniden şekillendirme alanımızı kısıtlıyor ve toplumları tüketen bu teknoloji açmazında hepimiz sıkışıp kalıyoruz. Bu teknolojileri ve uygulamaları kullanıyoruz ama, sosyal medya fanatikleri hariç, çoğumuz durumdan memnun da değiliz aslında. Tıpkı sigaranın zararlarını bilip, hâttâ bırakmak isteyip bırakamayanlar gibi!

    Ben yurtdışında yaşıyorum ve Facebook benim Türkiye’deki yakınlarımla ve arkadaşlarımla iletişimimi sağlayan tek ortam, zaten başka sosyal medya uygulamasını da aktif olarak kullanmıyorum. Geçtiğimiz yıla kadar kuzenimin Facebook hesabı yoktu. Ne zaman köyü arasam, hemen ardından Edirne’deki kuzenimi de arardım. Sonra o da, dayanamayıp, Facebook hesabı açtı. İşte arada komik “caps”ler, haberler falan paylaşıyor; o benim paylaşımlarıma yorum yapıyor, beğeniyor; ben onunkileri beğeniyorum falan fistan… Yani kuzenimin Facebook hesabı açmasıyla birlikte aramızda, (daha önce olmayan) paylaşımlı, beğenili, yorumlu bir sanal bir iletişim gelişti. Derken üç-dört aydır, köyü aradıktan sonra, kuzenimi aramadığımı fark ettim. Çünkü Facebook’taki beğeniler ve yorumlar, telefon konuşmalarının yerine geçiyor gibi geliyor insana. Diyeceğim; aşırı otomasyon, sosyal medya, dijitalleşme vesaire bizi sosyalleştirmiyor, aksine insanlar arasındaki anlamlı ilişkileri zayıflatarak bizi hem atomize ediyor, hem birbirimizden uzaklaştırıyor.

    Biz, sosyal medya cehennemine bağlanmak yerine hayata bağlanmalıyız. İnsanlara akıl vermeyi pek sevmem ama benim naçizane tavsiyem, sosyal ortamlarda telefonunuzu sessize alıp cebinizden ya da çantanızdan hiç çıkarmamanız olur. Evde kahvaltı ve yemek sofralarında cep telefonunu masada ya da cebinizde tutmamak gibi, yaptırımı da olan, kurallar koyabilirsiniz. Telefonu elimize yapıştıran ilk şey sabah için kurulan alarm oluyor; gidin kendinize bir tane tavuklu anneanne saatinden (http://www.gittigidiyor.com/arama/?k=tavuklu+saat) alın ve cep telefonunu alarm olarak kullanmayı bırakın. Saçma sapan sosyal medya uygulamalarını silin ve bazı hesaplarınızı kapatın (http://sms.sagepub.com/content/1/2/2056305115614851.full.pdf+html), buna “Swarm”dan başlayabilirsiniz. Yukarıdaki argümana (ve benim görüşlerime) biraz ters düşecek ama eğlenceli bir yöntem olarak, arkadaş buluşmalarında bütün cep telefonlarını toplayıp üst üste masanın ortasına koyun, telefonunu ilk eline alan hesabı ödesin. Ve mümkünse (ki bence en güzeli bu) benim gibi akılsız telefona dönün.

    Gösterişli, parlak, zengin, ve havalı teknolojik zımbırtıların altındaki karanlık dünyayı iyice anlamalıyız.

    Sosyal medya kullanımının hem toplumsal hem de bireysel maliyetleri sanıldığından çok daha büyük olabilir, tıpkı sigara ve alkol kullanımında olduğu gibi.

    Dijital pazarlamacıların, CEO’ların, ve kapitalistlerin bu maliyetleri pek umursamadıkları aşikâr, çünkü onlar, “insanların bağımlılığından” besleniyorlar. Liberalizm kisvesi altında “kısa vadeli çıkarlar” toplumsal maliyetlerin önüne geçiyor.

    “Guru” gürültücü sosyal medya gurularının çok hoşuna giden bu dramatik gidişatın sonunda “New York’tan Kaçış (http://www.imdb.com/title/tt0082340/)”, “Cesur Yeni Dünya (https://eksisozluk.com/entry/5102528)”, “Gattaca (http://www.imdb.com/title/tt0119177/)” ya da “Shadowrun (http://www.shadowrun.com/)” benzeri distopyalar var.

    Yaşamak istemediğimiz bir üretim biçiminin içine doğduğumuz için tüm bu saçmalıklara katlanmak zorunda kalan bizlerin, artık radikal alternatifleri daha ciddi bir şekilde düşünmesi ve tartışması gerekiyor.

    O büyük gün gelene kadar biz, “devrimden sonra anaokulu olsun mu, olmasın mı?” tartışmasında anlaşamayıp üç fraksiyona bölünmek yerine, muhabbetimizi büyüterek mücadeleyi sürdürmeliyiz.

    Zira bizi muhabbet kurtaracak…

    [ Anıl Aba, ABD/Utah Üniversitesi Ekonomi bölümü öğretim görevlisi, 16 Mayıs ]

  187. Selahattin Demirtaş, “PKK özür dilemeli”

    http://odatv.com/ozur-dilenmeli-1705161200.html

    HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, partisinin grup toplantısında konuştu. PKK’ya ait bomba yüklü kamyonun patlamasıyla ölen köylüler için, “Yapılması gereken şey sorumluların ortaya çıkmasına yardımcı olmak ve özür dilemektir. Onun dışında hiçbir mazeret kabul edilemez. Sivil yurttaşlarımızın bu şekilde katledildiği hiçbir olaya HDP asla sessiz kalmadı, sessiz kalmayacak” dedi.

    12 Mayıs’ta Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı Sarıkamış Mahallesi’nde saat 22.30 sıralarında meydana gelen patlamaya dair, Demirtaş’ın açıklamalarından ilgili bölüm şöyle:

    “15 yurttaşımızın orada hayatını kaybettiği orada DNA sonuçları ile birlikte anlaşılmış oldu. Halen bir kişi de DNA tespiti yapılmadığı için morgda bekliyor diye bilgi var. Bir aileden 10 kişi bir aileden beş kişi maalesef yaşamını yitirmiş. Öncelikle bu kardeşlerimizin her birine Allahtan rahmet diliyoruz. Böylesi bir olayın şu veya bu şekilde hiçbir makul gerekçesi, meşru haklı gerekçesi olamaz. En net bir dille kınadığımızı ve kesinlikle kabul etmediğimizi belirtmek istiyoruz. Olaydan sonra yapılan açıklamada sorumluluk sahiplerinin açıklamalarını da sorumsuzca bulduğumu da belirtmek istiyorum. Böyle bir durumda yapılması gereken şey sorumluların ortaya çıkmasına yardımcı olmak ve özür dilemektir. Onun dışında hiçbir mazeret kabul edilemez. Sivil yurttaşlarımızın bu şekilde katledildiği hiçbir olaya HDP asla sessiz kalmadı, sessiz kalmayacak”

  188. THIS IS THE NEW ERA OF MONOPOLY

    For 200 years, there have been two schools of thought about what determines the distribution of income — and how the economy functions. One, emanating from Adam Smith and nineteenth-century liberal economists, focuses on competitive markets. The other, cognizant of how Smith’s brand of liberalism leads to rapid concentration of wealth and income, takes as its starting point unfettered markets’ tendency toward monopoly. It is important to understand both, because our views about government policies and existing inequalities are shaped by which of the two schools of thought one believes provides a better description of reality.

    For the nineteenth-century liberals and their latter-day acolytes, because markets are competitive, individuals’ returns are related to their social contributions — their “marginal product,” in the language of economists. Capitalists are rewarded for saving rather than consuming — for their abstinence, in the words of Nassau Senior, one of my predecessors in the Drummond Professorship of Political Economy at Oxford. Differences in income were then related to their ownership of “assets” — human and financial capital. Scholars of inequality thus focused on the determinants of the distribution of assets, including how they are passed on across generations.

    The second school of thought takes as its starting point “power,” including the ability to exercise monopoly control or, in labor markets, to assert authority over workers. Scholars in this area have focused on what gives rise to power, how it is maintained and strengthened, and other features that may prevent markets from being competitive. Work on exploitation arising from asymmetries of information is an important example.

    In the West in the post-World War II era, the liberal school of thought has dominated. Yet, as inequality has widened and concerns about it have grown, the competitive school, viewing individual returns in terms of marginal product, has become increasingly unable to explain how the economy works. So, today, the second school of thought is ascendant.

    After all, the large bonuses paid to banks’ CEOs as they led their firms to ruin and the economy to the brink of collapse are hard to reconcile with the belief that individuals’ pay has anything to do with their social contributions. Of course, historically, the oppression of large groups — slaves, women and minorities of various types — are obvious instances where inequalities are the result of power relationships, not marginal returns.

    In today’s economy, many sectors — telecoms, cable TV, digital branches from social media to Internet search, health insurance, pharmaceuticals, agro-business and many more — cannot be understood through the lens of competition. In these sectors, what competition exists is oligopolistic, not the “pure” competition depicted in textbooks. A few sectors can be defined as “price taking”; firms are so small that they have no effect on market price. Agriculture is the clearest example, but government intervention in the sector is massive, and prices are not set primarily by market forces.

    U.S. President Barack Obama’s Council of Economic Advisers, led by Jason Furman, has attempted to tally the extent of the increase in market concentration and some of its implications. In most industries, according to the CEA, standard metrics show large — and in some cases, dramatic — increases in market concentration. The top ten banks’ share of the deposit market, for example, increased from about 20 percent to 50 percent in just 30 years, from 1980 to 2010.

    Some of the increase in market power is the result of changes in technology and economic structure: consider network economies and the growth of locally provided service-sector industries. Some is because firms — Microsoft and drug companies are good examples — have learned better how to erect and maintain entry barriers, often assisted by conservative political forces that justify lax anti-trust enforcement and the failure to limit market power on the grounds that markets are “naturally” competitive. And some of it reflects the naked abuse and leveraging of market power through the political process: Large banks, for example, lobbied the U.S. Congress to amend or repeal legislation separating commercial banking from other areas of finance.

    The consequences are evident in the data, with inequality rising at every level, not only across individuals, but also across firms. The CEA report noted that the “90th percentile firm sees returns on investments in capital that are more than five times the median. This ratio was closer to two just a quarter of a century ago.”

    Joseph Schumpeter, one of the great economists of the twentieth century, argued that one shouldn’t be worried by monopoly power: monopolies would only be temporary. There would be fierce competition for the market and this would replace competition in the market and ensure that prices remained competitive.

    My own theoretical work long ago showed the flaws in Schumpeter’s analysis, and now empirical results provide strong confirmation. Today’s markets are characterized by the persistence of high monopoly profits.

    The implications of this are profound. Many of the assumptions about market economies are based on acceptance of the competitive model, with marginal returns commensurate with social contributions. This view has led to hesitancy about official intervention: If markets are fundamentally efficient and fair, there is little that even the best of governments could do to improve matters. But if markets are based on exploitation, the rationale for laissez-faire disappears. Indeed, in that case, the battle against entrenched power is not only a battle for democracy; it is also a battle for efficiency and shared prosperity.

    Written by
    Joseph E. Stiglitz
    Professor at Columbia University and a Nobel Laureate in Economics
    May 16
    “Project Syndicate”

  189. TUVALETE GİRİŞ ÇIKIŞLARDA İSİM YAZDIRMAK ZORUNLU!

    İzmir Aliağa’da, MICHA Galvanizli Çelik Konstrüksiyon A.Ş.’de sömürülen işçiler, tuvalete giriş-çıkışlarda isim yazmaya mahkûm ediliyor!

    Kanıt:
    ( https://scontent-fra3-1.xx.fbcdn.net/v/t1.0-9/13255925_956203031164271_7465507741329023183_n.jpg?oh=33fabd19f720b7f4fd63e8cda1e2d2d4&oe=57DB1DCB )

    Kanıt (alternatif):
    ( http://bit.ly/1srfwao )

  190. Umarım biraz gülümsersiniz…
    ———————-
    Uyandım. Kendimi yataktan kurtardım. Sallana, sallana evin kapısına yöneldim. Kapıcının kapıya astığı ekmek torbasını, eşiğe yığılı gazeteleri aldım. Çocukluğumun evlerinden büyük mutfağa girdim. Gazeteleri divanın üzerine attım. Isıtıcıya suyu koydum. Kendime çay demlemeyi severim. Bekleyeceksin, su iyice kaynayacak. Divana oturdum. Gazetemi elime aldım. Açtım. Bir çuval gibi yığıldım oracığa. Gazeteyi tutan kolum koptu. Yanıma düştü. Soğuk bir ter bastı. Gözlerim kapandı. O kocaman kapkara puntoyla basılı cümle gözüme yapışmış. Yeniden, yeniden okuyorum. Gözkapağımın önünde çakıp duruyor.

    BAŞKANIMIZ VEFAT ETTİ

    http://mersinyasam.net/KoseYazisiDetay.aspx?id=146

  191. FRANSA'DA GENEL GREV BAŞLADI!

    FRANSA’DA KÖLELİK YASASI ONAYLANDI GENEL GREV BAŞLADI!

    Fransa’da “İş Reformu Yasası”nın geçmesinin ardından ilk genel grev 16 Mayıs gecesi itibariyle başlarken, ülkenin en büyük konfederasyonu CGT’nin (Confédération générale du travail, 1895) Genel Başkanı Philippe Martinez, “işçilerin zorlu bir mücadeleye giriştiğini” açıkladı.

    Kitlesel iş bırakma eylemlerinin yaşanacağı kilit sektörlerin başında “demir yolları”, “limanlar”, “nakliyat” ve “havaalanları” geliyor.

    CGT aynı zamanda petrol rafinerilerinde de iş bırakma çağrısında bulundu.

    Birçok tır şoförünün de grev kapsamında yolları kesmesi bekleniyor. Bu yol kesme eylemlerinden en çok “Nantes”, “Caen”, “Marsilya” ve “Bordeaux” bölgelerinin etkileneceği öngörülüyor.

    Yedi emek örgütü:
    CGT,
    FO (Force Ouvrière, 1948),
    FSU (Fédération Syndicale Unitaire, 1993),
    Solidaires (SUD, 1981),
    L’Unef (Union nationale des étudiants de France, 1907),
    L’UNL (Union nationale lycéenne, 1901),
    Fidl (Fédération indépendante et démocratique lycéenne, 1901);
    17 ve 19 Mayıs için genel grev ve eylem çağrısında bulundu.

    Greve gidecek sektörler şöyle:

    Demiryolları:

    Demiryolu işçileri iş yasası reformunu ve sonuçsuz kalan müzakereleri protesto etmek için iş bırakmaya hazırlanıyor. Grevden Paris Metrosu’nun iki gün boyunca etkilenmesi bekleniyor.

    CGT Tren Operatörleri Sendikası bir sonraki çağrıya kadar her çarşamba ve perşembe grev çağrısında bulundu. SUD-Rail Sendikası ise üyelerinden 11 Temmuz’a kadar her gün greve katılmalarını istedi.

    Havayolları:

    17 Mayıs’ta ki grevden Paris’teki “Orly” ve “Charles de Gaulle” havaalanlarının etkilenmesi bekleniyor. Ancak grevin asıl etkisi 19 Mayıs’ta hava kontrol operatörleri, mühendisler, teknikerler ve yönetim kadrosu iş bıraktığında hissedilecek.

    Limanlar:

    “Le Havre” ve “Nantes-Saint-Nazaire” liman girişlerinin tır sürücüleri tarafında bloke edilmesi bekleniyor. Öte yandan CGT liman işçilerine 17 ve 19 Mayıs’ta grev çağrısında bulundu. Grevlere ülke çapında protesto gösterileri eşlik edecek.

    Polisle çatışıldı: https://www.youtube.com/watch?v=aXnjcG_wxRY

  192. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramını kutlarım Gün.

    Sen de dimdik ayaktasın, sen de gençsin…

  193. ben seni kutlayayım ama benim böyle bir bayramım yok.

  194. “Bilmem bilir misiniz, Türkçede bir tabir vardır “roket düşmesi” diye…
    Kilis’te çok yaygındır “roket düşmesi” deyimi. Günlük hayatta sıkça kullanılır. Meselâ Kilis valisi halka hitaben yaptığı rutin konuşmalarında, “roket düşebilir ve maazallah ölebilirsiniz, o yüzden abdestsiz dışarıya çıkmayın” der. Herkesin bildiği bir tabirdir yani Kilis’te “roket düşmesi”. O kadar yaygındır ki “eşek tepmesi”, “çiyan sokması”, “köpek ısırması” gibi bir şey olmuştur artık. Örnek vermek gerekirse, son 5-6 ay içinde toplamda 45 roket mermisi düşmüştür Kilis’e ve 20 kişi hayatını kaybetmiştir.
    Kilis’e bu kadar çok roket düşmesinin sebebi ise orada yerçekiminin daha fazla olmasıdır…
    Gördüğünüz gibi Kilis’in yöneticileri, “roket düşmesi” gibi sıradan olaylara dahi en ciddi bilimsel yaklaşımla bakmayı alışkanlık haline getirmiş basiretli kimselerdir…. Bir başka örnek daha istenirse, AFAD’ın konuyla ilgili olarak yayınladığı “Halkın Roket Mermisi Düşmelerine Karşı Alacağı Tedbirler” broşürü verilebilir. ..
    Broşür, “sakin olun” önermesiyle başlamaktadır ki, bilimsel bilgiye az çok vakıf olan ve bilimsel yöntemi düstur edinmiş olanlar bunun önemini daha iyi bileceklerdir. AFAD demek istemektedir ki, maalesef ekseriyeti cahil olan Kilis halkına, “roket düşmesi durumuyla karşılaştığınızda evvela sakin olun!” Öyle ya, paniğe lüzum yok! Roket mermisi bu, havaya da atılmış, illa ki düşecek, sen panik yapsan ne olur! Broşürün ikinci önermesi ise “roket mermisinin önceden düşeceğini fark ettiğinizde çukur bir yere saklanın” şeklindedir. Tabii bilimsel öngörüye sahip olmayanların, roket mermisinin düşeceğini önceden fark etmeleri de pek beklenmez ama, AFAD ne yapsın? Tüm cehaleti bir anda söküp alamaz ya…
    … En önemlisi de şudur tavsiyelerin: Bağırmayın! Aslında üç maddede özetlemek mümkündür “roket düşmesi”ne karşı yapılması gerekenleri; sakin ol, bağırma, abdestsiz çıkma!
    Ne var ki, cehaletin pençesinde kıvranan Kilis halkı, … Meseleye bilimin penceresinden bakmayıp tevatürlere inananlar yüzünden durduk yere yeni bir tartışma başlamıştır “roket atılır mı, yoksa düşer mi” diye.
    ….. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın, “bunun bilinçli olarak yapıldığı, yapılmadığı konusunda bir istihbarat yok. Suriye tarafında kaotik bir savaş ortamı var. Bunun bir kısmı yanlışlıkla geliyor olabilir, bir kısmı kasıtlı olarak atılmış olabilir” şeklinde bir açıklama yaparak suçu hemen IŞİD’e yüklemenin de bilimsel açıdan doğru bir yöntem olmadığına dikkat çekmiştir. Çünkü ortada bilimsel açıdan geçerli bir kanıt yoktur. E, bu durumda iftira atmak bize yakışmaz, değil mi?
    … roketin düştüğü kesindir. Bunu herkes görmüştür ve bilinmektedir. Zaten “roket atıldı” diyenlerin de düşmediği yönünde bir iddiaları yoktur. Ama atılıp atılmadığına dair bilimsel veriler zayıftır…..”

    http://marksist.net/okurlarimizdan/roket-atilir-mi-duser-mi.htm

  195. “Dün” ve Bugün Geçmiş ve Gelecek

    “Dün” ülkenin gündeminin ilk sırasında Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ın “üzerini” çizdiğiyle başlayan “yorum”lar ve “beklentiler” yer alıyordu. Ve “dün”, “dün ile gitti”. Doğal ve “şablon” olarak, “şimdi yeni şeyler söylemek lazım”a gelindi.
    Oysa bu tür söylemler, sadece günlük yaşamın içine sıkışmış tekil bireyler için geçerlidir. “Dün”, hiçbir zaman “dünle gitmez”. Her durumda “dün”, yaşanmış bir gerçeklik olarak tarihte yerini alır. Her olay gibi, bu yer alış da, niceliksel birikimin bir parçası olur. Diyalektiğin yasasına göre, bu niceliksel birikim, belli bir yerden sonra ve zamanda nitel dönüşümü sağlar.
    Her gelişen olay ve “dünde kaldı” denilerek “unutulan” (ya da “unutturulan”) her olay, zaman ve mekan olarak aynı temele sahip oldukları sürece, tek bir sürecin nicel parçalarıdırlar ve birbirleriyle belli bir bağlantı içindedirler.
    “Medya” aracılığıyla, “en önemli bir siyasal olay”ın “ömrü” 24 saat olarak sunulsa bile, her “olay”, kendi nesnel bağlantısı ve niceliği ile kendinden sonraki olaylar üzerinde etkide bulunur. İnsanların bu “hızlı” gelişim içersinde dikkatleri bir başka yana dönebilse de (ve elbette yazılı ve sanal “medya”nın bilinçli köşe yazarlarının aracılığıyla), sürecin belli bir aşamasında tekil olaylar olarak değilse de, bütünsel bir yargı olarak yeniden ortaya çıkarlar. Bu yönüyle de tekil “olay”lar bir bütünün parçasını oluştururlar.
    “Dün”, Amerikan emperyalizminin “darbe”sinden söz edilirken, bugün, daha doğrusu “dünden bir gün sonra”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “saray darbesi”nden söz edilebilmektedir.
    Bilindiği gibi, “saray darbesi”, Recep Tayyip Erdoğan iktidarının tüm dış politikasının “mimarı” olan ve bu nedenle “halife” seçilen Ahmet Davutoğlu’nun “şık olmayan” ya da “teamüllere uygun olmayan” bir biçimde görevden alınmasıdır.
    Ardından yapılan yorumlarda (her zaman olduğu gibi), bunun “dış politikada bir rota değişiminin belirtisi” olarak ele alanlar olduğu gibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın “führer” yolundaki bir “engeli” daha aşması olarak da değerlendirenler olmuştur.
    Ve ardından “düşük profilli başbakan” formülüyle “başbakanlık” yetkileri de Recep Tayyip Erdoğan’a aktarılmıştır. Böylece “tek adam/führer”e biraz daha yaklaşılmıştır.
    Ve “dün”, Recep Tayyip Erdoğan’ın “küçük kızı”nın düğünü ve düğünde sergilenen tablo, bir kez daha “gündem”i değiştirmiştir. Şimdi “dün”ün gündem maddesi Genelkurmay başkanı olmuştur.
    Genelkurmay başkanının (“dün”de kalan ve “dün”le giden “saygın ve güç sahibi genelkurmay başkanı” algısıyla) “nikah şahidi” olarak yer alışı (her ne kadar diğer “nikah şahitleri”nin tersine ellerini arkada tutuyor görüntüsüne rağmen), “olur mu böyle”le başlayan “teamüllere uyun değil”e kadar giden “dünün gündemi” olmuştur.
    Oysa bu tür “değerlendirme” ya da “yorum” yapanların çok iyi bildiği gibi, “dün”de, yani tarihte benzer olaylar (zaman ve mekan farklılıklarıyla) yaşanmıştır. En bilinen ve hatta “milli eğitim bakanı” tarafından kitabının “okunması” öğütlenen Louis Bonaparte’dir.
    “Medya” söylemiyle ifade edersek, Louis Bonaparte, “seçimle” iktidara gelmiş ve iktidar olanaklarıyla, önce “coup de tête” (kafa darbesi/tepeden inme), ardından “coup d’état” (hükümet darbesi) yaparak kendisini “imparator” ilan etmiştir.
    Bu Louis Bonaparte kendisini imparator ilah etmeden önce, yani “seçilmiş” cumhurbaşkanıyken parlamentoya karşı şunları söylüyordu:

    “Fransa her şeyden önce huzur istiyor. … Yalnızca yeminime bağlı olarak, onun bana çizdiği dar sınırlar içinde kalacağım. Halkın seçtiği ve gücünü sadece halka borçlu olan ben, her zaman onun yasal olarak ifadesini bulan iradesine boyun eğeceğim. Eğer siz, bu çalışma dönemi içinde, anayasanın yeniden gözden geçirilmesine karar verirseniz, bir Kurucu Meclis, yasama gücünün durumunu düzenleyecektir. Yok böyle bir karar vermezseniz, halk, 1852’de kendi kararını görkemle ilan edecektir. Ama gelecekteki çözümler ne olursa olsun, ihtirasın, baskı yapmanın ya da zorun, büyük bir ulusun kaderini belirlemesine hiç bir zaman izin verilmeyeceği konusunda anlaşalım… Benim her şeyden önce dikkatimi gerektiren şey, 1852’de Fransa’yı kimin yöneteceği sorunu değildir, zamanımı, önümüzdeki dönemin çalkantısız, kargaşasız geçmesi için kullanmaktır. İçtenlikle açtım yüreğimi size: benim açık yürekliliğime güveninizle, benim iyi niyetime, işbirliğinizle karşılık vereceksiniz, gerisi Tanrıdan.”[1*] (siyahlar bize ait. -KC.)

    Neredeyse sözcüğü sözcüğüne Recep Tayyip Erdoğan’ın “hamaset nutukları”nda söyledikleriyle aynı olan bu sözler, “coup de tête” ile “coup d’état” arasındaki “geçiş dönemi”ni ifade ediyordu.[2*] (Recep Tayyip Erdoğan’ın “coup de tête”sı, 2007’de yapılan “cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi”ne ilişkin anayasa referandumuyla gerçekleşmiştir. Bkz. Kurtuluş Cephesi, “Unutulmuş Referandum – Tayyip-Bonaparte’ın ‘Coup de Tête’si”, Sayı: 99, Eylül-Ekim 2007.)
    Bu “geçiş dönemi”, bir yandan “kendinden yana olmayan” subayların tasfiye edilmesiyle, diğer yandan ortadaki subaylara ve askerlere rüşvet verilmesiyle birlikte ilerledi. “Milli ordu”nun “şanlı ve onurlu” subaylarına “rüşvet” verilmesi “haşa” kabul edilemez bir şeydi. Ama Louis Bonaparte, çok basit biçimde bu rüşveti verdi: Sarayda düzenlenen “görkemli” ziyafetlerle. Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ın kabak içinde aşure “sunduğu” yemekli saray ziyafetleri gibi.
    Bu öylesine etkili olmuştu ki, Fransız süvari birliklerinin bir bölümü geçit töreninde “Vive Napoléon! Vivent les saucissons!”[3*] diye sloganlar atabiliyordu. Tıpkı kendilerini bir Pöh sanan polislerin “Seni seviyoruz Uzun Adam” mesajları içeren fotoğraflar yayınlaması gibi.
    Louis Bonaparte “yerli ve milli” orduya, deyim yerindeyse, “sosisler”le rüşvet verebilirken ve bu yolla subayları satın alırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın “milli ordu”yu böylesi rüşvetlerle “satın alabildiği” (“haşa!”) kabul edilemez!
    Oysa Recep Tayyip Erdoğan, “adam satın alma” politikasını doğrudan para vererek yürütülmektedir. “Sosyal yardımlar” adı altında değişik “parasal destek”lerle halkın önemli bir kesimi satın alındı. Milyonlarca insan, “yaşlılık yardımı”, “eğitim yardımı”, “sağlık yardımı” vs.ler yoluyla, çalışmadan yaşayabilecekleri düzeyde bir parasal gelire sahip kılındı. Ve herkes bu “paralar”n Recep Tayyip Erdoğan’ın “lütfu”yla olduğunu kabul etti ve o “giderse” bu “paralar” da gidecekti.
    Diğer yandan TOKİ aracılığıyla verilen konutlar, konut kredileri, tüketici kredileri ve elbette kredi kartları halkın bir başka bölümünü doğrudan iktidara bağımlı hale getirdi. Her ne kadar Recep Tayyip Erdoğan’dan “hoşlanmıyor” olsalar bile, bu bağımlılık nedeniyle onun iktidarında “biraz daha” kolay bir yaşam sürdürebileceklerine (belki de “içten içe”) inanan bir kesim ortaya çıktı.
    İşte bu “adam satın alma”ların arasında “milli ordu” ve onun “şerefli mensupları” “satın alınamaz” diye düşünüldü. “Milli ordu”nun “şerefli mensupları”na verilen “culüslar”[4*], “medya”da hiç konu edilmediğinden öylece geçiştirilebildi.
    Oysa “milli ordu” denilen şey, giderek “paralı askerlerden oluşan paralı ordu”ya dönüşmüştü. Özellikle “uzman erbaş”lık sistemi ve bu sisteme ilişkin yapılan (“torba yasalar” aracılığıyla) değişiklikler incelendiğinde “adam satın alma”nın boyutları da kolayca görülebilir.
    Bunun yanında sürekli sayısı artan ve giderek “milli ordu”ya alternatif bir silahlı güç haline dönüştürülmeye çalışılan “emniyet teşkilatı” da, değişik ad ve biçim altında çokça ve bolca “culüs”lara boğulmuştur.
    Bu “şerefli” insanlar, tüm geleceklerini, beklentilerini, umutlarını verilen ve giderek artan “culüs”lara bağlamışlardır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “gitmesi” demek, tüm bu beklentilerin, umutların vs. yok olup gitmesi demek olacağını kabul etmektedirler.
    İşte (sözün gelişi) Louis Bonaparte’ın “sosisler”le satın aldıkları, Recep Tayyip Erdoğan tarafından “parayla” satın alınmıştır.
    Amerikan emperyalizminin Recep Tayyip Erdoğan’ın “üstünü çizdiği”ne ilişkin “dün”ün de gerisinde kalan beklentiler kadar, “milli ordu”nun “satın alınamazlığı” da çoktan yok olup gitmiştir.
    Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlıktan “düşürülmesi”, yani “saray darbesi” bir iç “temizlik” ya da “balans ayarı”ndan başka bir şey değildir. “Düşük profilli başbakan”, bir çeşit Turgut Özal’ın “Yıldırım Akbulut”u olarak Binali Yıldırım, bir kez daha “dün”ün eğreti kılığıyla sahnede yerini aldı. “Tek adam” iktidarı, en azından şimdilik “iç dirençler”i bertaraf ederek bir adım daha ilerlemiş görünüyor.
    Louis Bonaparte 30 yıl “imparator” olarak kalabildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın da bir o kadar iktidarda kalabilmesi pekala da olanaklıdır. Ama (bugün “sol”un pek anımsamak istemediği belirlemeyle söylersek) ülke sürekli bir milli kriz içindedir.[5*] Bu nedenle de, “dün”le gidenler, her durumda bu krizin ürünleridir. Milli kriz varlığını sürdürdüğü sürece, daha pek çok şey “dün”le giderken, niceliksel birikim daha da yoğunlaşmaktadır.
    Bu nesnel gerçek, öznel koşullarla birleştiği andan itibaren Recep Tayyip Erdoğan’ın “Louis Bonaparte” taklidi saltanatı da sona erecektir: Devrim.

    Dipnot

    [1*] Akt. Karl Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Seçme Yapıtlar I, s 534.
    [2*] “19. yüzyılın toplumsal devrimi, şiirsel anlatımını, geçmişten değil, ancak gelecekten alabilir. 19. yüzyılın devrimi, geçmişin bütün hurafelerinden kendisini sıyırmadan, kendisiyle harekete geçemez. Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihsel anımsamalara gereksinmeleri vardı. 19. yüzyılın devrimi ise, kendi öz içeriğine ulaşmak için ölüleri, kendi ölülerini gömmeye terketmek zorundadır. Eskiden söz içeriği aşıyordu, şimdi içerik sözü aşıyor.
    Şubat Devrimi, eski toplumu gafil avlayarak başarılan ani bir darbe oldu, ve halk, mutlu ani darbeyi, yeni bir çağ açan tarihsel bir olay saymıştı. 2 Aralık günü, Şubat Devrimi, bir düzenbazın hokkabazlığıyla yok edildi, ve devrilen sanki monarşi değil, yüzyıllık bir savaşım pahasına krallıktan koparılıp alınan liberal ödünlerdi. Toplum kendi kendine yeni bir kapsam, yeni bir içerik vereceği yerde, yalnız devlet, kendi eski ilkel biçimine, şövalye kılıcının ve papaz kukuletasının düpedüz küstah egemenliğine dönmüş görünüyor. İşte böylece, 1848 Şubatının coup de main’ine[el darbesi, ani darbe] 1851 Aralığının coup de tête’i [kafa derbesi, yukardan darbe] karşılık veriyor. Kolay kazanılan kolay yitirilir. Her şeye karşın, ara dönem gene de boşuna geçip gitmiş olmadı. 1848-1851 yılları süresince, Fransız toplumu, devrimci olduğu için daha hızlı olan bir yöntemle, olaylar düzenli bir biçimde, deyim yerinde olursa akademik bir biçimde geliştiği takdirde, Şubat Devriminin sıradan, yüzeysel bir sarsıntıdan başka bir şey olabilmesi için, bu devrimi izleyecekleri yerde, ondan önce gelmeleri gerekecek olan inceleme çalışmalarının ve deneyimlerin ardından koşarak onlara yetişti, onları yakaladı. Toplum, bugün için, kendi başlangıç noktasına geri dönmüş görünüyor. Gerçekte, toplum ancak şimdi, kendine devrimci başlangıç noktası yaratmak, yani ciddi bir toplumsal devrime yolaçabilecek tek durumu, ilişkileri, koşulları yaratmak zorunda bulunuyor.
    Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
    Hic Rhodus, hic salta!
    Gül burada, burada raksetmelisin!*”
    (Karl Marks, agy, s. 480-481.
    * Hic Rhodus, hic Salta! – Ezop’un bir masalından alınmış “işte burada ne yapabileceğini göster!” anlamında gelen bir latin atasözü. “Rhodus”, Yunancada “gül” anlamına da gelmektedir.
    [3*] Yaşasın Napolyon! Yaşasın sosisler!.
    [4*] Culüs, yeni padişahın tahta çıktığında dağıttığı bahşişler.
    [5*] “Bir marksist için, devrimci bir durum olmaksızın bir devrimin olanaksız olduğu tartışmasızdır, ama her devrimci durum da devrime yol açmaz. Genel olarak söylersek, devrimci bir durumun belirtileri nelerdir? Üç büyük belirtiyi gösterirken kesinlikle hata yapmamış oluruz: 1) Egemen sınıflar için hiçbir değişiklik olmaksızın kendi egemenliklerini korumalarının olanaksız olduğu zaman; şu ya da bu biçimde ‘üstteki sınıflar’ arasında bir kriz, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin had safhaya ulaşmasıyla egemen sınıfın siyasetinde bir çatlağa yol açan bir kriz olduğu zaman. Devrimin olması için, genellikle ‘alttaki sınıfların’ eskisi gibi yaşamak ‘istememesi’ yeterli değildir; aynı zamanda ‘üstteki sınıfların’ da eskisi gibi ‘yaşayamaması’ gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntılarının ve gereksinimlerinin her zamankinden çok daha fazla ağırlaştığı zaman; 3) Yukardaki nedenlerin bir sonucu olarak, ‘barış zamanı’nda soyulmalarına şikayet etmeden izin veren, ama çalkantılı dönemlerde, hem bunalımın koşulları tarafından, hem de ‘üstteki sınıflar’ın kendileri tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin faaliyetinde oldukça büyük artış olduğu zaman. Sadece tekil grup ve partilerin değil, tekil sınıfların da iradesinden bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmaksızın, genel kural olarak, bir devrim olanaksızdır. Tüm bu nesnel değişikliklerin bütününe devrimci durum denilir. Böyle bir durum, Rusya’da 1905’te ve Batı’daki tüm devrimci dönemlerde vardı; her ne kadar devrim olmadıysa da, Almanya’da son yüzyılın 60’larında ve Rusya’da 1859-61 ve 1879-80’de de vardı. Neden devrim olmadı? Çünkü, her devrimci durum bir devrime yol açmaz; devrim, sadece, yukarda sözü edilen nesnel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani devrimci sınıfın, eğer düşürülmezse, kriz döneminde bile asla düşmeyecek olan eski hükümeti yıkmaya (ya da sarsmaya) yetecek güçte devrimci kitle eylemi yürütme yeteneğinin eşlik ettiği bir durumdan doğar.” (Lenin, “II. Enternasyonal’in Çöküşü”, Seçme Yapıtlar, Cilt 5, s. 17-18, İlkeriş Yay.)

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mayıs-Haziran 2016
    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc150_1.html

  196. Alışmadık ve Alışmayacağız!

    [Bu yazı, bundan yirmi yıl önce, 1995 yılında Turgut Özal’a “ithafen” yazılmıştır. Yirmi yıl sonra aynı zihniyet Recep Tayyip Erdoğan adı altında aynı şeyleri yapmaya çalışmaktadır. Yazıda yer alan bazı şeyler güncelliğini yitirmişse de, içerik olarak bugüne ilişkindir.]

    Alışılmadık olaylar birbiri ardına yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. “Kimin eli kimin cebinde” olduğunun bilinmediği ilişkiler, entrikalarla dolu “pembe diziler” televizyonların en çok izlenen programları olurken; “paparaziler”de sergilenen aynı tür ilişkiler neredeyse izlenme rekorları kırabilmektedir. Aynı şekilde politik olaylardaki ilişkiler, entrikalar, girişimler haber programlarının en gözde konuları olmaktadır. Tümünde egemen olan unsur, izleyenleri meraklandıran karmakarışık ilişkiler ağıdır.
    Ülkemizde gelişen olaylar ve bu olayların gelişim süreçleri tek tek ele alındığında karşımıza çıkan benzer tablo, ister istemez yeni yetişen devrimci kuşakları etkilemekte ve onların oluşumlarını, bilinçlerini belirlemektedir. Herkes olayları kendi kurgularıyla açıklarken, ne denli gizemli ve karmakarışık kurguya sahip olursa, o denli ilgi ve dikkat çekmektedir. Eğer ki, olayların içinde bir de olay yaratıcı kişiler söz konusu olursa, hemen herşey bu kişilerin hüneri, becerisi, akıllılığı gibi algılanabilmektedir.
    Ama her durumda, halk kitlelerinin sorusu bir ve aynı olmaktadır: Neler oluyor?
    12 Eylül’le birlikte geleceğe dönük umutlarını yitiren bir kitlenin yavaş yavaş toparlanmaya başladığı bir süreçte, geleceğin belirleyicisi olarak ele alınabilecek mevcut olayları kavrayamaz hale gelmesi gelecek için önemli bir engel oluşturacağı da ortadadır. Bu nedenle, ister tekil olaylarda, ister süreçlerde, kitlelerin sürekli olarak sordukları bu soru, yani “ne oluyor” sorusu açık bir biçimde yanıtlanmak zorundadır. Ama ne yazık ki, bu yanıtı verecek olan devrimciler ve devrimci örgütler, hemen hemen benzer bir keşmekeş içersinde bulunmaktadırlar.
    Herhangi bir olayı, tekil olarak ele alıp irdelemeye, herhangi bir tekil olaydan ya da oluşumdan başlayabilirsiniz. Ve hiç kimse çıkıpta, neden buradan başladığınızı size sormayacaktır ya da sormak durumunda olanlar, olayların “gizemi” karşısında susmayı yeğleyeceklerdir.
    Oysa marksizm-leninizmle az çok tanışıklığı olan hemen herkes bilmek durumundadır ki, marksist-leninistler ister tekil olayları irdelerken, ister tekil süreçleri ele alırken, her zaman ve her yerde bilimsel yöntemlere başvururlar ve bilimsel kurallarla ele alırlar; olayların ve olguların değişimleri ve bağlantılarını sergilerler ve buna bağlı olarak da politik belirlemelerde bulunurlar.
    Hayır! Kimsenin bilimle, bilimsellikle ilgisi yoktur! İsteyen, istediğini istediği gibi ortaya koyabilir ve ortaya koyduklarını isterse bir süre sonra reddedebilir. “Bunu böyle ortaya koyuyorsunuz ama, marksizmde bu şöyle değil midir?” türünden sorular bile olayların “gizemi” ile bastırılabilir.
    İlkeler, marksist-leninist ilkeler yoktur! Onları savunmak ya da ortaya koymak “karın doyurmaz”! Devrimci teori olmadan devrimci pratiğin nasıl olacağını keşfedenlerin, marksizmin onlarca yıllık deneyimine, bilgi birikimine “ihtiyaçları yoktur”! “Ben yaptım oldu” anlayışının hemen her yerde egemen olduğu ve uzun yıllardır benimsenir göründüğü bir toplumda, elbette siyasal oluşumlar da farklı olamayacaktır.
    Şöyle bir anımsayalım.
    T. Özal adındaki bir zevat ortaya çıkıyor, nereden nasıl geldiğine bakmaksızın bir parti kuruyor, seçimlere giriyor, %42 oy alıyor ve hükümet kuruyor. Aynı kişi bir süre sonra Cumhurbaşkanı seçiliyor ve devletin en üstünde yer alıyor. Aynı kişi, bir süre sonra kendi faaliyetlerinin önünde anayasayı engel olarak gördüğünde, “anayasayı bir kez çiğnemekle bir şey olmaz” diyebiliyor. Ve birkaç küçük-burjuva hukukçunun dışında hiç kimse buna tepki göstermiyor.
    Oysa hemen herkes bilmektedir ki, Anayasalar, bir düzenin temel yasalarıdır ve çıkartılacak her türlü yasa, yönetmelik, yönerge, kararname, tüzük vb. anayasaya aykırı olamaz. Bu bağlamda, anayasalar, bir bakıma toplumsal yapının temel kurallarını, ilkelerini ortaya koyarlar. Bu nedenle, “bir kez çiğnenmekle bir şey olmaz” mantığı, ilkelerin, her zaman ve her yerde geçerli ve kesinkes uyulması gereken temel kurallar olduğu kavrayışını bir yana atmak demektir. Bu olayın birinci yanıdır.
    İkinci yanı ise, bu ülkenin, “anayasayı tağyir, tebdil veya ilga etmek amacıyla”, yani anayasayı tümüyle ya da parçasal olarak çiğneyenlerin “idam” ile cezalandırıldığı bir ülke olmasıdır. Devletin en üstünde bulunan bir kişi, çok kolaylıkla “idam cezası” gerektiren bir fiili, “bir şey olmaz” mantığı ile karşılayabilmekte ve topluma sunabilmektedir.
    İşte böyle bir toplumsal ve siyasal ortamda, hemen hemen tüm devrimci değerler, ilkeler kolayca çiğnenebilmiştir. Üstelik bunlar “devrimcilik” adına yapılmıştır.
    Yeni yetişen devrimci kuşak, bu olaylar karşısında tepkisiz kalmışsa, temelinde, içinde yaşadıkları toplumsal ve siyasal ortam yatmaktadır. Ve kendilerine devrimciyim diyenler de, bu ortamda yetişen genç kuşaklara, bu ortamın ilişkileri ile yaklaşmışlar, onlara aykırı düşmemeye çalışmışlardır. Sonuç ise, hiçbir ilkeye bağlı olmayan, günlük çıkarlara tabi kılınmış bir “devrim” mücadelesi olmuştur.
    Arabesk-lümpen kültür, toplumun gözenekleri içinde hızla kendisine yer bulurken, kendilerine “devrimci”, “ilerici” diyen insanlar bu sürece uyum sağlamakta pek çok kesimi geride bırakmışlardır. Örneğin, bir arabesk müziğin egemenliği, kendisini devrimci ve ilerici müzikte de göstermiştir. Milyonlar satan kasetler bu sayede varolabilmiş ve yeni yetişen genç devrimci kuşak da bunların alıcısı olarak var edilmiştir.
    Daha düne kadar “sol” olarak bilinen ve “hak yemezliğin” temsilcisi olarak tanınan “sosyal-demokratlar”, bugün değme sağcı politikacıya taş çatlatacak kadar rüşvetçi, hırsız olabilmişlerdir. Ama bundan önemlisi, bu “sosyal-demokratlar”ın çevresinde toplanan ve onların hırsızlıklarına yardımcı olan, hırsızlıklarından pay alan önemli bir kesimin “eski devrimci” olmasıdır.
    Bu öylesine bir süreç olmuştur ki, sosyal-emperyalistçileri Gorboçovcu yapabilmiştir. (En hızlı PDA’cı H. Berktay gibi.)
    Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerine “Maocu” diyenlere saldıran, hatta yer yer öldüren kesimler, hızlı birer “Maoist” olmuşlar ve adlarının başına “Maoizm”i koymakta birbirleriyle yarışmışlardır. Ama hiçbiri çıkıp da, geçmişte kendilerine “Maoist” diyenlere karşı gösterdikleri saldırıların açıklamasını bile yapmamışlardır. Aynı şekilde, daha düne kadar “sosyal-emperyalizmin işbirlikçisi” ilan ettikleri Vietnam Halk Savaşının muzaffer komutanı Giap, birden bire “Giap yoldaş” olmuş ve kendisinin Halk Savaşına ilişkin belirlemeleri bir kaynak ve veri olarak kullanılırken de hiçbir açıklama yapılmamıştır. (“Açıklama” diyoruz, çünkü, aynı çevreler hızlı birer “özeleştirici” olmalarına rağmen, bunu da bir yana atmışlardır. O nedenle, onlardan “özeleştiri” beklemek abesle iştigal olmaktadır.)
    Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerini “en proleter devrimci” olarak ilan edenler, toplumun en “temiz”, en “ahlâklı”, en “dürüst” insanları olarak sunanlar, çok kolaylıkla eroin satabilmişler ve buradan elde ettikleri parayı da bölüşmemek için birbirlerini “hainlik”le, “darbecilik”le suçlayabilmişlerdir. Bu da yetmezmiş gibi, eroin ticaretin yapanlar, hiçbirşey olmamış gibi, hala devrimcilik yapabilmektedirler.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, devrimci bir örgütte olması gereken hiçbir kuralın olmadığı, dolayısıyla eleştiri-özeleştiri mekanizmasının unutulduğu örgütsel ilişkiler yaratabilmiştir. Bunun sonucu olarak, bir örgütlenme içinde ortaya çıkan farklılıklar ya da yönetim düzeyinde ortaya çıkan çatışmalar, bir yöneticinin “banyodan çıkarken üstüne atlanarak etkisizleştirilmesi” gibi garipliklere sahne olmuştur. Ama aynı olayın bireyleri, bir süre sonra, adına “darbe” bile denilemeyecek bu fiili, bir “darbe” olarak lanse edebilmişlerdir. Lümpenlikten öte hiçbir anlamı olmayan bir davranışın, böylesine politik bir sözcükle karşılanabilmesi de, aynı keşmekeşin ürünüdür.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, devrimcilik adına devrimciler ya da devrimci sempatizanlar “kurban” olarak seçilmişler ve “kurban bayramını bekleyen koyun” gibi, öldürülecekleri ana kadar tutulabilmişlerdir. Ve hiç kimse çıkıpta, öldürülmeyi hak etmiş olsalar bile, bir insana böylesi bir davranışı hiçbir devrimcinin ve devrimci örgütün yapamayacağını söylememiştir.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, CIA ile ilişki kurmak bir “meziyet”, MİT ile gizli görüşmeler yapmak bir “ustalık” gibi sunulabilmiştir. Yüz kez ölümü hak etmiş bir MİT ajanı, üstelik sadece ajan olmayıp, ajan-provokatör olan bir MİT ajanı, Mahir Kaynak, “yüksek fikirlerine başvurulur biri” haline getirilebilmiştir.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, şeriatçıların anti-emperyalist kesildikleri, yeni-sömürgecilik tahlilleri yaptıkları ve kendine “komünist” diyen kimi yapılanmalara ittifak önerdikleri bir süreçtir.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerini “devrimci” bir yolun müridi ilan edenlerin, irfan sahibi olması gereken “hocalar”ından “robotlarla sınıfsız toplumu kurma” dersleri alabilmektedirler. Üstelik bunla da yetinmeyip, bugüne kadar SHP aracılığıyla talan etmekle meşgul oldukları devlet kurumlarıyla işleri henüz bitmediğinden “yeniden örgütlenmeyi” bir sakız gibi çiğnemekte hiçbir sakınca görmemektedirler.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, kendilerine “devrimci komünist” diyenlerin, devletten aldıkları parasal “destekler” ile kendilerine “kültür merkezleri” inşa etmekte ve bu kültür merkezleri aracılığıyla “günlük gazete” ve “legal parti” kurma yönünde gidebilmektedirler. Ne kendileri, ne de izleyicileri, çıkıp da, yıkmak durumunda oldukları devletin “parasal destekleri” ile yaptıklarının ne anlama geldiğini sorgulamamaktadırlar. Çünkü onlar da “meziyet”lerini, “Apo kadar pragmatist” olduklarını göstermekle övünmektedirler. Oysa, doğrudan T. Özal tarafından planlanan ve M. Yılmaz tarafından uygulamaya sokulmaya çalışılan bir durumla karşı karşıya olduklarını, hem kendi kadrolarından, hem kitlelerden gizleyebilmektedirler.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, ülkemiz, “her türlü ajanın cirit attığı bir ülke” haline gelmiştir. Eski solcusundan, gazetecisine, MİT ajanına kadar hemen herkesin “gizli” birşeylerin “kuryesi” olduğu bir ülkede, kaçınılmaz olarak “kimin eli kimin cebinde olduğu” bilinemez hale gelmiştir.
    Bu öylesine bir süreçtir ki, silahlı eylemler, salt gösteri olarak yapılabilmiştir. Devletin son Kuzey Irak operasyonunda yaptığı gibi, askerler ve insanlar, televizyonlara görüntü verilebilmek için olmayan “düşmana” saldırmışlar, olmayan “düşman”la çatıştırılmışlardır. Yüz binlerce insan, salt bir planın uygulamaya sokulabilmesi için yerlerinden yurtlarından çıkartılabilmiş ve televizyonlarda birer malzeme olarak sergilenmişlerdir.
    İşte böyle bir süreçte yetişen genç devrimci kuşak, neyin ne olduğunu bilmeden devrim mücadelesine girmişlerdir. Hiçbir ard niyeti olmayan bu yeni kuşak, gün olmuş, öldükten sonra yayınlanmak üzere, ellerinde silahlarla gerilla fotoğrafları çektirmişler; gün olmuş, pikniğe gidip gerilla eğitimi yaptıklarını düşünmüşler; gün olmuş, oligarşinin zor güçleriyle girdikleri çatışmada onurlarını koruyarak şehit düşmüşlerdir.
    Bizler, bu yeni yetişen genç kuşağın bu bataklıktan çıkacağını biliyoruz. Ve sözümüz sadece onlaradır. Gelecek onlarındır ve gelecek devrimdir.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Mayıs-Haziran 2016
    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc150_2.html

  197. Despotlar ve Devşirmeleri

    Kerem Dağlı

    Erdoğan “tek adam” olma yolunda ilerledikçe, birlikte yola çıktığı AKP’nin kurucu kadroları veya önemli isimleri birer ikişer tasfiye ediliyor. Gül, Arınç derken Davutoğlu da gitti. AKP’nin bu önde gelen isimlerine çeşitli düzeylerde onlarca isim daha eklemek mümkün. Yerlerini ise “Reis”e yüzde yüz biat etmiş “devşirmeler” alıyor. Ve görünen o ki, bugün “Reis”in gözdesi olan kimi isimler de işlevlerini tamamladıklarında aynı akıbeti paylaşacaklar.
    Bu sürece medya ve bürokrasi içindeki tasfiyeler eşlik ediyor. Önce Gül’ün ekibi temizlendi, sonra Arınç’ın… Şimdi de “Reis”in talimatıyla Davutoğlu’na yakınlığıyla ya da onun adamı olarak bilinen herkes gazetelerden, televizyonlardan ve dışişleri başta olmak üzere bürokrasi içinden temizleniyor.
    Erdoğan, parti içinde ve devlet aygıtında, kendisine rakip olabilecek yahut farklı bir söz söyleyebilecek, “ama” diyecek, iktidarda hak veya pay iddia edebilecek, gücünü ve kudretini gölgeleyecek kimse kalmasın istiyor. Bu amaçla da uzun zamandır kapsamlı ve sistemli bir temizlik yürütüyor. Partinin kurucu kadrolarını temizleyip yerine ya çapı ve iddiası olmayanları ya da İslamcı hareketle ve partinin tabanıyla ilgisi olmayan devşirmeleri getirmesi bundandır. Önce Davutoğlu gibi, yine de parti çevresinden isimleri bulmuş başa getirmiş (bu sayede Gül ve Arınç’ı etkisizleştirmiş), sonra da Davutoğlu gibileri dahi tasfiye ederek daha ziyade partinin ve İslamcı hareketin dışından isimleri çevresine toplamıştır.
    Bu tür politik tasfiyeler ve yerlerini devşirmelerin alması, aslında her çeşit “tek adam” rejiminde neredeyse olmazsa olmaz diyebileceğimiz bir durumdur. Hitler ve Mussolini gibi faşist liderlerden tutun da Stalin veya Mao gibi diktatörlere ya da Kaddafi ve Saddam gibi daha yakın zaman diktatörlerine dek tüm tarihsel örneklerde benzer durumlar yaşanmıştır.
    Ve maalesef tüm örneklerde bu führerler, duçeler, reisler veya sözde büyük liderler peşlerinden sürükledikleri halkın mahvına sebep olmuşlardır. Tüm bu diktatörlükler işçi-emekçi halklar açısından ağır yıkımlar, korkunç acılarla sonlanmıştır.

    Kurucu kadroların yerini devşirmeler alıyor

    Türkiye’de tek adamlığa giden sürecin kritik dönemeç noktalarından birisi, 7 Haziran seçimlerinin ardından Erdoğan’ın bir saray darbesiyle fiilen ülke yönetimine el koyması ve ardından Eylül ayında yapılan parti kongresinde parti teşkilatını neredeyse tamamen yeni bir temelde şekillendirmesidir. Böylece devletin de, hükümetin de, partinin de tüm iplerini kendi elinde toplamıştır.
    Bu kongrede parti MKYK’sında önemli değişiklikler olmuş ve partinin kuruluşundan beri yer alan birçok isim dışarıda bırakılmıştır. Gül ve Arınç bu kongreden önce zaten etkisizleştirilmiştiler. Daha da önemlisi bu kongreyle parti teşkilatında yapılan değişiklikler, Erdoğan’ın partinin bel kemiğini oluşturan kurucu kadrolardan kurtulmak isteğini açıkça ortaya koyuyordu. Amaç, partinin yönetim mekanizmalarında, Erdoğan hariç sözüne itibar edilecek kimse bırakmamaktı. Böylece Erdoğan, taban üzerinde ideolojik-politik-örgütsel bir ağırlığı olan birçok isimden kurtulmuş oluyordu.
    Bu değişikliklerle birlikte, parti yönetiminin, kadrolarının, bürokrasinin ve medyanın devşirmelerle doldurulması süreci de iyice önem kazandı ve hızlandı. Örneğin medyada da Mustafa Karaalioğlu, Mehmet Ocaktan, Yusuf Ziya Cömert gibi isimlerin işlerine son verildi. Hakan Albayrak istifa etti ve ana akım/yandaş medyanın dışına düştü. İslamcı gelenekten gelen birçok yazar hakkında da karalama kampanyaları başlatıldı. Sayıları binlerle ifade edilen “AKtroller”, tıpkı Gobbels’in propaganda ordusu gibi, sosyal medya üzerinden “tek adam”ın istediği doğrultuda, kamuoyunda algı oluşturmaya dönük binbir türlü operasyonlar düzenlediler.
    Hareketin içinden gelen kadroların ve yazar-çizerlerin yerini ise Markar Esayan, Etyen Mahçupyan, Yiğit Bulut, Mahmut Övür, Orhan Miroğlu, Muhsin Kızılkaya gibi devşirmeler almıştı. Bürokraside de benzer bir tasfiye gerçekleştirildi. Örneğin THY’nin başındaki Hamdi Topçu, ki Erdoğan’a yakın çevreden biriydi, yerini Erdoğan’ın damadına yakın birine bıraktı. İslamcı kökeni olmasa da partinin kurucularından olan, hatta kuruluş dilekçesini içişleri bakanlığına bizzat vermiş olan eski dışişleri bakanı Yaşar Yakış partiden ihraç edildi. Kurucu liderlerden Ertuğrul Yalçınbayır ve Abdüllatif Şener ise çok daha önce tasfiye edilmişlerdi. Yine kurucu üyelerden ve partinin önde gelenlerinden İdris Naim Şahin 17 Aralık sürecinde partiden istifa etmek zorunda kalmıştı. Kalanlar kâğıt üstünde partide görünseler de aslında fiilen siyasetin dışına düşürülmüş durumdalar. Partinin önde gelenlerinin hocası kabul edilen Nevzat Yalçıntaş da kopanlardan biri.
    Davutoğlu’nun azledilmesi ve ekibinin tasfiyesi ise bu sürecin son halkası olarak görülebilir. Erdoğan’ın yakın çevresinde kurucu kadrolardan kalmış tek kişi Binali Yıldırım. Onun da işlevini tamamladığında ne olacağı malumdur. Erdoğan’ın artık Davutoğlu, Yalçın Akdoğan gibilerine bile tahammülü yoktur.
    Partiden ayrılan, ihraç edilen, tasfiye edilen veya etkisizleştirilen isimlerin ortak noktası ise Erdoğan’ın tek adamlığına örtülü veya açık muhalefetleridir. AKP’nin önde gelen bu kadroları gidişatı pekâlâ görmekte ama bir şey yapmamakta veya yapamamaktadırlar.
    Gelinen noktada Erdoğan’ın etrafındaki halkada geçmişten gelen dava ve yol arkadaşlarının yerini, adına danışmanlar denen bir devşirme kapıkulu taifesi almıştır. Bu, Erdoğan’a rağmen değil, onun isteği doğrultusunda gelişen bir süreçtir. Ama bir kez süreç tamamlandığında artık geri dönülemez bir noktaya da ulaşılmış olunmaktadır ki şu andaki durum da budur. Erdoğan’ın etrafını sarmış olan bu danışmanlar sürüsü kendi geleceklerini, kaderlerini ve çıkarlarını “tek adam”a bağlamış olduklarından, onu alabildiğine pohpohlamakta, yüceltmekte ve haşmetli hünkâr mertebesine çıkarmaktalar. Böylece hem partide hem de toplumda bir lider kültü yaratılmaktadır ki, bu da tek adam rejiminin olmazsa olmazıdır. Amaç tüm toplumu “hünkâr”ın etrafında toplamak, kenetlemek ve “hünkâr”ın göstereceği doğrultuda ilerlemesini sağlamaktır. Bu tabloda “hünkâr”ın sözü üstüne söz söyleyebilecek, farklı bir görüş belirtebilecek, akıl-fikir-vizyon sahibi kişilere yer yoktur. “Hünkâr”a tam biat etmiş, verilen emirleri sorgusuz sualsiz yerine getirecek, gerektiğinde acımasız olabilecek kişilere ihtiyaç vardır. Böylece “hünkâr” işine geleni tutup gelmeyeni kolayca harcayabilmeli, gerektiğinde yanlışların faturası birilerine yıkılabilmeli ve bu “kullar” kullanılıp atıldığında, parti tabanında veya toplumda bir rahatsızlık yaratmamalıdır.
    İşte Erdoğan çevresine bu niteliklere uygun kişileri toplamaktadır. Ve bu kişiler de, kendilerinden beklenene uygun olarak Erdoğan’a gerçekleri değil, onun görmek istediklerini aktarmaktadırlar. Bir yandan da kendi aralarında muazzam bir rekabet ve çekişme içerisindedirler. Böylece Erdoğan giderek gerçeklikten kopmakta, fanteziler ve hayaller gerçeklerin yerini almakta, Erdoğan’ın etrafında bir yalan ve ihtiras sarmalı oluşmakta ve o da bu sarmalın etkisiyle kendini olduğundan daha büyük görmeye devam etmektedir. İhtirasa açgözlülük, kibir ve nobranlık eşlik etmekte, narsisizm ve paranoya gitgide depreşmektedir. Her fırsatta güç çevredekiler ve rakipler üzerinde sınanmaya çalışılmaktadır. Bu anlamda sorunu kişiyle sınırlamamak gerekir, aslında o çevresindeki danışman topluluğuyla bir bütündür. Bu topluluğa hiç kuşkusuz partili kadroları, devlet içinde çöreklenmiş diğer bürokrat takımını ve bu iktidardan nemalanan burjuva kesimleri de eklemek gerekir.

    Despotlar neden devşirmelere ihtiyaç duyar?

    Politik tasfiye süreçleri ve buna eşlik eden devşirmeleştirme, tüm otokratik ve despotik rejimler için genelleştirilebilecek bir ortak özelliktir. İktidarın tek elde toplanması ve totaliter bir rejimin oluşması sürecinde despot, diktatör veya tek adam, bu süreci sekteye uğratabileceğini düşündüğü tüm kişi ve/veya ekipleri siyasetten tasfiye eder ve yerine de bağımsız bir varlığı, kökü olmayan devşirme kadroları geçirir.
    Devşirme sisteminin tarihte çeşitli örnekleri vardır. Bizans’tan Selçuklu’ya, Osmanlı’ya kadar pek çok büyük devlet geleneğinde devşirme sistemi önemli bir yer tutmaktadır. Bu tarihsel örneklere, sömürgeci emperyalist güçlerin, sömürgeleştirdikleri ülkelerde kendilerine bağlı devşirme bir entelijansiya ve yönetici kesimi yaratması da eklenebilir. Kuşkusuz bu tarihsel örneklerdeki kapsamlı devşirme sistemleriyle bugün AKP’de yaşanan devşirmeleştirme süreci arasında ciddi ve niteliksel farklılıklar söz konusudur. Ama geçmişin despotuyla bugün tek adamlığa giden Erdoğan’ın aynı saikten beslendiğini söylemek mümkündür.
    Erdoğan’ın, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Davutoğlu gibi isimleri tasfiye edip uzaklaştırarak, yerlerine devşirmeleri geçirmesi de aynı saike dayanmaktadır: tek adamlığın ya da despotluğun tesisi. Bu tür isimler AKP’nin yönetiminde ya da hükümette, devlet aygıtının tepelerinde yer aldığı sürece Erdoğan “tek adam”lık rejimini istediği biçimde kuramayacaktır. Bunun bilincinde olan Erdoğan da eşyanın tabiatına uygun hareket ederek, bu unsurları birer birer siyasetten tasfiye etmektedir.
    Osmanlı’da devşirme kapıkullarının Fatih’i İstanbul’un fethine itmeleri gibi, bugünün devşirme danışmanları da Erdoğan’ı sürekli “büyük, olağanüstü” projeler gerçekleştirmeye, başarılar kazanmaya itmektedirler. Çünkü ancak bu sayede AKP’nin kurucu kadroları tamamen gözden düşürülerek siyaseten infaz edilebilecek, parlamento ve hükümet devre dışı bırakılacak, en önemlisi de ordu Erdoğan’a bağlanabilecek, böylece gerçek anlamda tek adamlık başlayacaktır.
    Despotluğun ve faşist diktatörlüklerin inşası sürecinde yaşanan politik tasfiyelere çok daha yakın tarihlerden örnekler vermek de mümkündür. Meselâ Hitler de diktatörlük kariyerine, 1919 yılında girdiği DAP’ın (Alman İşçi Partisi) kurucularından ve önde gelen kadrolarından (aynı zamanda kendisini siyasete hazırlayan kişiler) Drexler ve Esser gibi kişileri tasfiyeyle başlamıştır. Hitler’in bu tasfiyeci çizgisi Nazi partisinin iktidara tırmanma sürecinde de devam etmiş ve “Uzun Bıçaklar Gecesi”yle doruğuna ulaşmıştır.
    Önce iktidarının önünü açan Von Papen’i sürgüne yollayan Hitler, ardından “Uzun Bıçaklar Gecesi” adı verilen operasyonla SA’ların şefi, en yakın arkadaşı ve hareketin ikinci kişisi pozisyonunda olan Röhm dâhil olmak üzere faşist hareketin birçok önde gelen ismini (yaklaşık 85 kişi) öldürtmüştür. Tabii bu sayıya muhalif kanattan çeşitli politikacıları da eklemek gerekir ki, bu şekilde (toplama kampına gönderilenler de dâhil edildiğinde) toplam sayı bini geçmektedir.
    Hitler’in Drexler ve Esser gibileri tasfiye etmesindeki amacı (ki bu olay Hitler partiye girdikten 2 yıl sonra yaşanmıştır), parti üzerinde tam hâkimiyetini kurmaktı. Von Papen’in tasfiyesinin gerekçesi ise Hitler’in mutlak otorite sahibi bir diktatör olarak kimseye “borçlu” görünmek istememesi olarak ifade edilmektedir. Tüm diktatörler gibi Hitler’in de, “seni ben başa getirdim” diyebilecek birine tahammül etmesi mümkün değildir. Tıpkı Erdoğan’ın Abdullah Gül’ü bir kenara atması gibi… “Uzun Bıçaklar Gecesi”nin ardında yatan nedenlerden biri ise idam edilen Nazi şeflerinin çoğunlukla Hitler’in eski dava ve yol arkadaşları olması, hareketin içinden gelmeleri yani tabanda ciddi bir otoriteleri olmasıydı. Örneğin SA şefi Röhm, Hitler’e “sen” diye hitap edebilen az sayıda kişiden biridir. Bu tasfiyeyle birlikte Hitler’in tek adamlığı önünde hiçbir engel kalmamış, bu eski Nazi kadrolarından kurtulan Hitler bunların yerine (partinin devletle bütünleşme sürecinin bir parçası ve yansıması olarak) ordu ve devlet aygıtı içinden seçtiği kişileri getirmiştir.
    Hitler’in kullandığı bu tasfiyeci yöntemler, faşizmin iktidara gelişinden sonra da devam etmiştir. Hitler, savaş bakanı Blomberg’i şantajla tehdit ederek (karısının fahişelik yaptığına dair kayıtlar olduğunu iddia ederek) istifaya zorlamış, üst düzey ordu komutanlarından General Fritsch’i de “homoseksüel” olduğu gerekçesiyle tasfiye etmiştir. Her iki tasfiyenin de asıl sebebi bu kişilerin Avrupa’nın işgaline sıcak bakmamalarıydı. Üst düzey yöneticilerin çeşitli suçlamalarla ve/veya şantajlarla tasfiyesi tek adam rejimlerine içkin bir özelliktir.
    Bunun neredeyse genel bir kural olduğu, diğer tarihsel emsallerden de anlaşılabilir. Mussolini de iktidara yürüdüğü kadroları zamanı gelince tasfiye etmiş ve üstelik şu ünlü sözü sarfetmiştir: “Faşizm iktidara yürüdüğü kadrolarla iktidar olamaz.” Bir başka örnek de Stalin’dir. Ekim Devriminin yaşandığı Rusya’da iktidarı işçi sınıfının elinden alarak gaspeden bürokrasinin başındaki Stalin, devrimin yaratıcısı olan Bolşevik Partinin kurucu unsurlarını ve başta gelen kadrolarını da her fırsatta “temizlemiş”tir. Bu sürecin şahikasını da “Büyük Terör” denilen ve 1937’de gerçekleştirilen Moskova Mahkemeleri oluşturmuştur. Bu düzmece mahkemeler ve muhaliflere yönelik terör dalgası sona erdiğinde, Bolşevik Partinin devrimden önceki merkez komite üyelerinden Stalin hariç kimse hayatta değildi. (Troçki de yurt dışında olmasına rağmen gıyabında yargılanmış ve nihayetinde Stalin’in ajanlarınca katledilmiştir.) Stalin’in bürokratik diktatörlüğünün yürüttüğü tasfiye dalgası sonucu Bolşevik Partinin kadrolarının neredeyse tamamı yok edilmiş ve yerlerine kızıl görünümlü küçük-burjuva “devşirme” unsurlar getirilmiştir. Stalin açısından da bu büyük “temizlik” ve tasfiyelerin temel sebebi aynıdır: liderin yani tek adamın mutlak otoritesinin, iktidarının tesisi.
    Kaddafi’nin “Devrimci Komite Konseyi”ndekileri (ki bu kişiler çoğunlukla dava arkadaşlarıydı) sindirerek veya öldürerek tasfiye etmesi ve yerine kendi yakınlarını, oğullarını getirmesi; Saddam’ın 1979’da devlet başkanı olur olmaz, “Devrim Komuta Konseyi”nde yer alanlar dâhil olmak üzere BAAS partisi ve orduda üst düzey görevli olan yüzlerce kişiyi öldürtmesi vb… Benzer süreçlere ilişkin pek çok farklı örnek vermek mümkündür. Örneklerin hepsinde de ortak nokta aynıdır; tek adamlığa giden yolda “lider” beraber yola çıktığı ya da mücadele verdiği dava arkadaşlarını, yol arkadaşlarını tasfiye ederek yerlerine tamamen kendisine biat etmiş olan “devşirmeleri” getirir.

    Tek adam-tek parti rejimine doğru

    Bu tarihsel örneklerin de gösterdiği üzere, Erdoğan’ın izlediği tasfiye ve devşirmeleştirme süreci “geçici” veya “tesadüfî” yahut Erdoğan’a has bir olgu değildir. Politik tasfiyeler devam edecek ve öncekilerin yerini alan devşirmeler de tasfiye edilerek yerlerini başkalarına bırakacaktır.
    Bu sürecin bir işlevi de parti ve devlet aygıtının bütünleşmesidir ki aslında şimdilerde yaşanan da budur. “Partili cumhurbaşkanı” meselesini de bu temelde kavramak gerekir. Hem devletin hem de iktidar partisinin başı olarak Erdoğan, bu sayede, parti-devlet bütünleşmesini nihayetine erdirmeyi hedeflemektedir. Yavaş yavaş ortaya tek parti ve tek adam rejimlerindeki manzaralar çıkmaktadır. Dokunulmazlıkların kaldırılması vesilesiyle parlamentonun fiilen feshi süreci zaten başlamıştır. Türk tipi başkanlığa geçildiğinde de parlamento ya ortadan kalkmış ya da tamamen işlevsizleşmiş veya sadece AKP’li vekillerden oluşan bir aygıta dönüşmüş olacaktır.
    Belirtmek gerekir ki, tek adam-tek parti rejimi veya benzeri diktatoryal rejimler, ancak tarihin bazı özel koşullarında, olağanüstü süreçlerde ortaya çıkmaktadır. Ortadoğu bölgesi ve Türkiye de şimdi böylesi bir süreçten geçmektedir. Dolayısıyla Erdoğan şimdilik bu süreci istediği yönde ilerletebilmektedir. Kısacası işçi-emekçi sınıflar açısından kolayından, mücadele vermeden içinden çıkılabilecek bir durum söz konusu değildir. Ama şunu da biliyoruz ki, tarihteki tüm diktatörler ve tek adamlar, “geldikleri gibi” gitmişlerdir.

    Marksist Tutum – Haziran 2016, No:135
    http://marksisttutum.org/despotlar_ve_devsirmeleri.htm

  198. http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2012/01/terminator.html
    *********
    Birkaç gün sonra düzeltme gereği duydum:
    Geçen günkü “Terminatör” yazımda “Karabekir’in idamı için emir verdi; gene İsmet’in araya girmesiyle, ordu ayaklanır diyerek vaz geçirdiler,” diye bir cümle kullandım. Bu konuları iyi bilen bir dostum uyardı, hikâyenin aslını anlattı. Meğer daha ilginçmiş.
    15 Haziran 1926’da “İzmir Suikasti” adı verilen tuhaf komplo ortaya çıkarılır. 26 Haziran’da Ankara’da İstiklal Mahkemesi kurulur. Milli Mücadele’nin örgütleyicisi ve ilk yöneticileri olan kadronun neredeyse TÜMÜ tutuklanır. Bir hafta kadar süren duruşmalarda ondördü idama mahkûm edilir. Sıra Karabekir’e gelince Başbakan İsmet Paşa bir telgrafla Gazi’ye başvurur, Milli Mücadele’nin iki numaralı kahramanını idam etmenin birtakım sıkıntılar doğuracağını belirterek şefaat önerir. Bunun üzerine mahkeme başkanı Kel Ali [Çetinkaya] İnönü’nün de tutuklanmasını emreder. Gazi bu kararı uygulatmaz.
    Duruşma günü elli kadar subay siyah sivil takım elbiseyle (ve şüphesiz silahlı olarak) mahkeme salonunda yer alır. Mahkeme heyeti gelince ayağa kalkarlar. “Otur” emrine rağmen oturmazlar, mutlak sessizlik içinde ayakta durmaya devam ederler. Karabekir onlara dönüp “oturun çocuklarım” deyince otururlar. Mahkeme heyetinde bet beniz atar. Beraat kararı verilir.
    Filmi yapılacak sahne, değil mi?
    İdam edilenler kimlerdir? Cavit Bey: İttihat ve Terakki’nin kudretli maliye bakanı; Alman ittifakına ve Enver’e muhalefetiyle ünlü; Mustafa Kemal’i lider olarak ilk öneren kişi; 1918 Kasım’ında Mustafa Kemal’in Fethi [Okyar] ile birlikte kurduğu gazetenin finansörü; 1918-19’da memleketin her vilayetinde kurulan Müdafaa-yı Hukuk örgütlerinin, her kent ve kasabada aynı anda yayına geçen Millici yayın organlarının ve Kuvayı Milliye çetelerinin tediye veznesi. Kara Kemal: Milli Mücadelenin İstanbul ayağını örgütleyen kişi; 1918-1920 döneminde İstanbul kadrolarının Anadolu’ya geçmesini örgütleyen teşkilatın lideri. Doktor Nazım: Ermeni tehcirinin başlıca iki mimarından biri ve tek hayatta kalanı. Sonradan “Müdafaa-yı Hukuk Cemiyeti” adını alan Teşkilat-ı Mahsusa’nın liderlerinden biri. Albay Arif: Mustafa Kemal’in ilk gençlikten beri en yakın arkadaşı; Ankara’ya gelişini örgütleyen ve İstasyon binasında bir süre onunla aynı odayı paylaşan kişi. Halis Turgut ve Rüştü Paşa: Milli Mücadele’nin Sivas ve Erzurum ayaklarını örgütleyen, iki kongrenin yapılabilmesini sağlayan kişiler.İsmail Canbulat: Milli Mücadele’nin iç terör örgütünün liderlerinden biri.
    Asıl idamı öngörülen örgüt başı Rauf Bey’dir [Orbay]; zamanında haber alıp yurt dışına kaçar. Rauf, Mustafa Kemal olmasa Milli Mücadele’nin lideri olması düşünülen “ikinci adam”dır. Gazi’den iki ay önce Anadolu’ya “ayak basıp” Milli Mücadelenin Ege ayağını örgütlemiştir. Misak-ı Milli’yi ilan eden meclis grubunun lideri ve Ankara rejiminin ilk başvekilidir. Milli Mücadelenin başlangıç manifestosu olan Amasya Bildirgesindeki yedi imzadan ikincisi onundur. [Atatürk meşhur Nutuk’unda bildirgenin taslağını kaleme alan memurla yaverin adlarını anar, ama imzalayanları “diğer bazı kişiler” diyerek geçiştirir. Internette Kemal şakşakçılarının kaleme aldığı doksan bin anlatıda da o isimler “diğer bazı kişiler” olarak kalır.] 1938’de İnönü’nün affıyla memlekete döner; ölünceye dek polis gözetimi altında yaşar.
    Amasya bildirgesinde imzası olan yedi askeri liderden beşi (Rauf, Karabekir, Refet, Cafer Tayyar ve Ali Fuat [Cebesoy]) idam istemiyle yargılanır, fakat bir şekilde paçayı kurtarırlar. Altıncısı (Mersinli Cemal) Nutuk’ta Gazi’nin alay ve hakaretlerine maruz kalır. Milli Mücadele’nin en tanınmış ideologu Adnan Adıvar ile “star” ismi Halide Edip, yurt dışına kaçarak kurtulurlar. Her ikisi de, 1920’de Damat Ferit hükümetinin idam hükmü verdiği isimler arasındadır.
    *
    Şöyle bağlayalım. Sovyetler Birliğinde 1920 ve 30’larda Stalin’in yaptığı “temizlikler” hakkında bugün tonla literatür var. Bizde ise Kemal Tahir’den bu yana kimse bu konulara girmeye cesaret edemedi.
    Sizce vakti gelmemiş midir?

  199. “Kösedağı Muharebesi sıralarında Türk ordusu, Selçukîler Anadolu’yu fethederken kullanılandan tamamıyla farklı olmak üzere, büyük bir çoğunlukla sultan, divan ve emirlerin masraflarıyla beslenen ücretli askerlerden ibaret bulunuyordu. Bu vaziyette, Türk ve hele Türkmen unsurlar, asalet ruhunun, bir ifadesi olmak üzere, isterse sultanın kapısında olsun, nöker ve kul olmayı, yani ücretli askerliği kendilerine yakıştıramayarak itibar etmez olduklarından, orduya ve emirlerin kapılarına asker sağlanması için yabancı milletlere müracaatta mecbur kalınıyordu.” (Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, İstanbul, 1979, cilt 1, s. 37, 38.)