İslami Faşizmin Bugünkü İki Temeli: Gestapo Tipi Polis Teşkilatı-Sokaklardaki İslamcı Kitle  

Mesele dergisinin Eylül 2016 tarihli 117. sayısında yayınlanmıştır.

 

 

 

Şu dönemde en olumsuz şey tarihi analojilere saplanıp kalmaktır. Çünkü özellikle bugünkü Türkiye’nin durumu hiçbir tarihi örneğe yakın düşer gibi gözükmemektedir. İkinci olumsuz bakış ise, olayların ayrıntıları içinde kaybolmak, ünlü deyişle, ağaçlara bakarken ormanı görmemektir. Ormanı bütünüyle ve gerçek ayrıntılarıyla görebilmek için bir kartal kadar yüksekten ve uzaktan bakmak, özellikle bugün zorunludur.

 

Önce AKP iktidarının, başlangıcından bugüne kadarki seyrine bakmak gerekiyor

 

 

AKP İktidarının Evreleri

 

 

 

Birinci Evre: Batıcı ve Liberal Bir Görünüm (2002-2008)

 

 

AKP iktidarının birinci evresi, iktidara geldiği 2002 Kasım’ından Ergenekon’la ilgili ilk tutuklamaların başladığı 2008 yılının başı arasında geçen yaklaşık altı yıllık  dönemdir.

 

Bu dönemde, İslamcı hiziplerle geçmişten gelen muhafazakâr merkez-sağ unsurların koalisyonu olan AKP, Batı ile sağlam bağlar geliştirmiş, Avrupa Birliği üyeliği için önemli açılımlar yapmış, Kürtlere karşı görece “barışçı” bir siyasetin taşlarını döşemeye girişmiş, ekonomik alanda neo-liberal politikalar izlerken siyasal alanda da liberal sinyaller vermiş, bu sayede liberal solu kendine yedeklemiş, kendi içindeki islamcı hiziplerin sağlamca görünen konsensüsünü ve görev bölüşümünü sağlayabilmiştir. Böylece iktidarını güvenceye alan AKP iktidarı, tek çıbanbaşı olarak gördüğü, kültürel bakımdan öteden beri uyum içinde olunamayan ordudaki Kemalist subayları tasfiye etmek için düğmeye basmıştır.

 

 

İkinci Evre: Ordudaki Kemalist Subayların Tasfiyesi (2008-2010)

 

 

AKP, “vesayet rejiminin tasfiyesi” adını vererek orduda, dışarıda Batı’nın, içeride liberal solun desteğini aldığı bir “Kemalist subaylar” tasfiyesine girişti. Bu konuda AKP iktidarının en güçlü aleti, propaganda alanında liberal sol (Taraf gazetesi) ve sahte delil üretme alanında da, iktidarın bileşenlerinden olan, polis ve yargı içinde yuvalanmış Fetullahçı İslami hizipti.  Böylece AKP iktidarı, Kürtlerin ve kısmen solun da desteğini alarak, bir yandan orduda hızla Kemalist ve ulusalcı tasfiyesine giderken, bir yandan da iktidarının en sağlam dayanağı olarak gördüğü polis gücünü iyice tahkim etti.

 

Aynı dönemde AKP iktidarı, Kürtlerle barış ve müzakere sürecini sürdürdü.

 

 

Üçüncü Evre: Güç Şişmesi ve Güç Zehirlenmesi (2010-2013)

 

 

İktidar olanaklarıyla büyüyen ve temerküz eden her güç bir süre sonra güç şişmesine ve zehirlenmesine uğrar.

 

“Evet” oylarının %58’e yaklaştığı 2010 yılındaki Anayasa Referandumu AKP iktidarının gücünün zirvesine ulaşmasına, aynı zamanda güç şişmesine ve zehirlenmesine uğramasına işaret eder. Güç zehirlenmesi, ihtiyatı bir kenara bırakmayı, kibirlenmeyi, “ben istediğimi yaparımcılığı”, içeride direnenlere baskıyı,  dışarıda saldırganlığı ve yayılmacılığı getirir; güç şişmesi ise, oluşan gücün içindeki bileşenlerin iktidardan daha fazla pay talep etmesine, dolayısıyla iç çatışmaya yol açar.

 

Nitekim böyle olmuştur:

 

2010’da gücünün doruğuna ulaşan AKP iktidarı, dışarıda gittikçe saldırgan politikalara yönelmeye başladı. Daha referandumdan zaferle yeni çıkılmıştı ki, Tunus’ta patlayan, sonra Mısır’a ve diğer Arap ve Ortadoğu ülkelerine yayılan ayaklanmalar dönemi başladı. Batı bu ayaklanmalara, bir yerden sonra bastırmak üzere müdahil olurken, AKP iktidarı, biriktirdiği gücün zorlamasıyla, bu olayları Ortadoğu’ya yayılmak için bir fırsat olarak gördü ve Suriye’deki iktidarın devrilmesi için açıktan açığa bu ülkede başlayan iç savaşa bir taraf olarak katıldı. “Muhalif” oldukları ileri sürülen güçlere silah ve insan desteği verdi. Bu aşamada henüz AKP iktidarı ile ABD ve Batı aynı safta görünüyordu.

 

Diğer yandan, güç şişmesine uğrayan AKP iktidarı içinde kaçınılmaz olarak hizip kavgaları kızışmaya başladı. O zamana kadar AKP iktidarının, özellikle Kemalistlere ve ulusalcılara karşı mücadelede temel dayanağı olan Fetullahçı hizip, iktidardan kaptığı payı, gücü oranında artırmak isteyince AKP merkez hizbi ile Fetullahçı hizip arasında önce üstü kapalı, giderek de açık çatışma çıktı.

 

Bu evrede Kürtlerle müzakere süreci halen devam ediyordu, fakat Fetullahçı hizip, merkezi iktidarla çatışmaları nedeniyle bu süreci sabote etmeye başlamıştı.

 

 

Dördüncü Evre: Gezi Hareketiyle Birlikte Batı’yla ve Liberal Solla Kopuş (2013-2014)

 

 

İktidarlar, baskıcı yönetimlerinin yanıtını toplumdan genellikle en beklemedikleri, kendilerine en fazla güvendikleri anda alırlar. Gezi de böyle bir olaydır. AKP iktidarı dışarıda, Suriye’de şahlanmış gider ve içeride polis güçleri iyice fütursuz bir hal alırken Gezi isyanı patlak verdi. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin her yerinde, farklı görüşlerden milyonlarca insan AKP iktidarına karşı ayağa kalktı ve isyan aylarca sürdü.  AKP iktidarı, toplumdan ilk ciddi ihtarı almıştı.

 

Diğer yandan, AKP iktidarının toplumun en uyanık kesimlerinden tecrit olduğunu gören ABD ve Batı, iktidardan desteğini yavaş yavaş çekmeye başladı. Bunda, AKP iktidarının geçmişteki “ılımlı İslam” profilini bırakıp Ortadoğu’da IŞID gibi radikal İslamcı unsurlarla işbirliği halinde, özellikle Suriye’deki iç savaşa fütursuzca ve başına buyruk bir şekilde müdahil olması da rol oynadı. Liberal sol ise, bir yandan Gezi isyanının, bir yandan AKP’nin içeride gittikçe daha baskıcı bir yönelime girmesinin ve Batının (keza içerideki burjuvazinin) AKP iktidarından uzaklaşmasının etkisiyle AKP iktidarından kopuş sürecine girdi. Aynı huzursuzluk ve uzaklaşma, müzakere sürecinin ilerlemediğini ve kitlesel muhalefetin büyüdüğünü gören Kürt hareketinde de görülmeye başlamıştı.

 

Bu gelişmeler AKP içindeki bileşenlerin durumunu da etkilemişti. Fetullahçı hizip, yukarıda belirttiğim gibi, güç şişmesi nedeniyle zaten AKP merkez hizbiyle çatışma içindeydi. Gezi isyanı bu çatışmayı daha da körükledi ve 2013 yılının sonundaki 17-25 Aralık “patlamasıyla” çatışma açıkça ortaya çıktı. İki hizip açık bir savaşa yöneldi. Fetullahçı İslami hizip AKP iktidarından tasfiye edildi.

 

Artık bundan sonraki dönemlere İslamcı AKP iktidarının baskıcı siyasetleri damgasını vuracaktı.

 

 

Beşinci Evre: AKP’nin 7 Haziran Seçim Yenilgisi ve Kürtlere Karşı Savaş (2014-2016)

 

AKP’ye karşı muhalefet, AKP’nin parçalanma sürecine girmesine paralel olarak büyük bir toplumsal muhalefet halini almaya başlamıştı. Daha önce AKP’nin safında olan ya da dışarıdan da olsa destekleyen veya zımnen uzlaşan; ABD ve Avrupa, burjuvazi ve ana medya, liberal sol, Kürt ulusal hareketi (PKK ve HDP), Fetullahçı hizip artık AKP iktidarının karşısındaydı. Parlamenter muhalefet CHP ve kısmen MHP de zaten muhalefetteydi. Ulusalcıların en sivri unsurları, Fetullahçılara karşı mücadele gerekçesiyle AKP’yi desteklemeye başlasa da ulusalcı kitle ve Kemalistler hâlâ muhalefette yer alıyordu. Sol zaten muhalefetteydi. Anarşist hareket de öyle. Gezi’nin yarattığı birikim ve ekolojist muhalefet, toplumsal muhalefetin en sağlam kesimlerinden biriydi (Artvin’deki Cerattepe direnişi).

 

Bu toplumsal blokun, seçimler alanında da AKP iktidarına bir darbe indirmesi kaçınılmaz bir toplumsal ihtiyaç olarak kendini belli ediyordu. Nitekim bu, HDP’nin öncülüğünde 7 Haziran 2015 seçimlerinde gerçekleşti. HDP barajı geçip 80 milletvekili çıkarınca, AKP Meclis’teki çoğunluğunu kaybetti.

 

Bunun üzerine AKP, Seçimleri yenilemek amacıyla bombalı terör, suikast vb. yollarına başvurarak Kürt bölgelerinde savaşı başlattı. PKK’nın, AKP’nin bu savaş planına akılsızca katılması AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. AKP, 7 Ekim’de orta Anadolu’da MHP’ye oy vermiş bir kısım muhafazakâr seçmeni, güneydoğu’da  HDP’ye oy vermiş diğer bir kısım muhafazâkar seçmeni savaş yoluyla korkutup kendi safına çekerek yenilenen 1 Kasım seçimlerinde mecliste çoğunluğu yeniden kazandı.

 

Böylece parlamenter yoldan AKP iktidarından kurtulma umutları bizzat AKP iktidarının illegal savaş taktikleriyle tıkanmış oluyordu. Bundan sonra sıranın darbe gibi başka araçlara geleceği ayan beyan belli olmaya başlamıştı.

 

 

Altıncı Evre: 15 Temmuz 2015 Darbe Girişimi, Ordunun Tasfiyesi, Polis-Kitle faşizmi Döneminin başlaması (2016-…)

 

 

AKP iktidarı ile toplumsal muhalefet arasındaki mücadele ve çekişme sadece bir iktidar-muhalefet kavgası değildi ya da sadece muhafazakâr-baskıcı bir iktidarla demokratik haklar için direten bir toplumsal muhalefet meselesi de değildi. Bu aynı zamanda ve esasen bir kültür savaşıydı. Daha açıkçası, toplum iki temel uyumsuz kültür ve yaşam biçimi arasında bölünmüştü: İslami kültür ve Seküler kültür; ya da İslami-baskıcı yaşam tarzı ve modern-özgürlükçü yaşam tarzı. Kürt ulusal hareketi, içinde birinci kesimden unsurlar barındırsa da esasen ikinci kesimin safındaydı.

 

Toplumsal yarılma bu kadar keskinse ve toplumun kılcal damarlarına kadar inen bir ayrışmayı gösteriyorsa, toplumun bir arada yaşama şansı iyice limite inmiş demektir. Hele toplumun seküler ve modern kesiminin, iktidardan üzerine gelen İslami yaşam tarzı saldırısına karşı kendini savunma şansının iyice kısıtlandığı ve bu iktidarı seçim yoluyla değiştirme fırsatının, 7 Haziran’dan sonra görüldüğü gibi elinden zorla koparılıp alındığı koşullarda umutsuzluk, içine kapanma, kaçıp gitme gibi eğilimlerin yanında, olağanüstü bir doğa olayı da dahil, toplumsal güç dengesini değiştirecek her türlü güç ve olaydan medet umulur. Dış müdahale ve askeri darbe de dahildir buna.

 

Nitekim umutsuzluktan kaynaklanan bu beklentiler çok da fazla geçmeden gerçekleşti ve 15 Temmuz 2016 günü AKP iktidarını karşı ciddi bir darbe girişimi oldu.

 

Darbe girişiminin akim kalmasından bu güne kadar geçen bir aylık sürede AKP iktidarının kendini yeniden sağlama almak için şöyle bir yol izlediği ve izleyeceği anlaşılmaktadır:

 

 

Birincisi;

 

 

Bir “kartal bakışı”yla uzaktan bakacak olursak, 2000’li yılların tamamında, AKP’nin İslamcı kültürel kodlarıyla ordunun seküler kültürel kodlarının kesinlikle uyuşmadığını görebiliriz. İsterse askeri darbeyi İslamcı bir hizbin örgütlediği ve yaptığı kanıtlansın bu, gerçeği değiştirmez. Bir isyan girişimi neden (üstelik Fetullahçılığın fideliği olduğu halde) bir askeri darbeye karşı direnecek ve hatta yenilgiye uğratacak kadar güçlü polis teşkilatından gelmemiştir de ordu yeni bir darbeye girişmiştir? Bunun cevabı açıktır: Çünkü AKP iktidarıyla TSK arasında bir kültürel uyumsuzluk, kültürel kodlarında doğaçtan bir uyuşmazlık vardır.

 

Burada AKP’nin, darbe girişiminden sonra tasfiyeye giriştiği ordunun görece özerkliği üzerinde biraz durmak istiyorum.

 

Ordunun siyasi iktidardan görece özerk bir yapıda olmasını sağlayan, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’tür. Fakat Atatürk bunu tamamen ters bir amaçla yapmıştır. Kendisi de ordudan geldiğinden Türk ordusunun iktidar güdülerinin farkında olan Atatürk, orduyu siyasete müdahaleden uzak tutabilmek için görece özerk bir yapı kurmuştu. Görece özerk olan ordu kendi işleriyle uğraşacak ve siyasi alana müdahale etmeyecekti. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamış ve ordunun görece özerk yapısı onu siyasetten uzak tutmak bir yana (Mustafa Kemal ve İnönü devirlerinde buna bir miktar hizmet etmiş olabilir) siyasi alana müdahalesinde serbest bırakmıştır. 27 Mayıs darbesi, ordunun görece özerkliği sayesinde gerçekleşmiştir. Bundan sonra gelen iktidarların hepsi bu yapıyı kısıtlamaya çalışmışsa da TSK’nın görece özerk yapısı bugüne kadar devam etmiştir. Son 15 Temmuz darbe girişimi de bu görece özerk yapı sayesinde hazırlanabilmiştir.

 

Ordunun görece özerkliğinin iktidarı için ne büyük tehlike olduğuna 15 Temmuz’la iyice ikna olan AKP iktidarı, işte burada yazının başındaki uyarımı ihlal edip bir analoji yapmama izin verin, aynı Hitler’in Alman ordusuyla ilgili olarak yaptığı gibi, şimdi ordunun görece özerkliğini, hatta mümkünse ordunun kendisini tasfiyeye hazırlanmaktadır. Ordu ile ilgili, burada saymaktan imtina edeceğim bütün önlemler buna işaret etmektedir.

 

Fakat AKP bu kadarla kalmamaktadır. AKP’nin buna paralel planı, polis teşkilatını ordunun yerine ikame etmektir. Jandarma zaten ordudan alınıp polise bağlanmıştır. Bundan sonraki süreçte polis teşkilatı savaş uçağı, top ve tank gibi savaş araçlarına da sahip olacak ve ordu içeride hükümete karşı darbe yapacak bütün araçlardan arındırılıp bir sınır muhafızına dönüştürülecektir. Aynı şekilde MİT’in görece özerkliği de kaldırılacak ve MİT sadece dış casuslukla ilgilenen bir teşkilata dönüştürülecek, iç istihbarat, İçişleri bakanlığında tekelleştirilecektir.

 

Bu noktada, yazının başında belirttiğim, “analojiden kaçınma” uyarımı bir kere daha ihlal edip söylemek zorundayım ki, bu, Gestapo’nun 2016 Türkiye’sinde yeniden kurulmasıdır.

 

Kısacası, bundan sonraki iktidarın bir ayağı polis olacaktır. Peki ya ikinci ayağı?

 

 

İkincisi;

 

 

Bu ayak ise, 15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz sabahı meydanlarda ve sokaklarda gördüğümüz, bir aydır da görmeye devam ettiğimiz İslami faşizmin kitle ruhudur (Wilhelm Reich’ı saygıyla anarak).

 

Burada, “halkın demokrasi içindirenişine” övgüler düzen ya da hayranlık duyan veya “hakkını teslim eden” arkadaşları hayretle karşıladığımı belirtmeliyim. Faşist güruhlar ne zamandan beri “demokrasi direnişinin” kahramanları olarak anılmaktadır? Öyle ki, artık ordudan çok polise yalakalık yapmaya başlayan ve sokaktaki güruhu “halk” olarak kutsayan Doğu Perinçek, kelle kesen bu kalabalıklardan korkup Yenikapı’ya gitmekten çekinen ve “Mustafa Kemal bayraklarıyla gidersek bizi fena yaparlar” diyen VP üyelerinin bile olduğunu söyleyerek onları “halka güvenmemekle” eleştirmek ve hatta azarlamak zorunda kalmaktadır.

 

Ayrıca “direniş” denilen şey de tam bir palavradır. Ana medyanın yayınladığı görüntülerin çoğu, darbenin tavsadığı ve askerlerin silahlarını yere indirdiği saatlerle ilgilidir. Ordu darbesine karşı “sivil” görünümlü “direnişin” büyük çoğunluğunda AKP iktidarına ve içişlerine bağlı “özel harekâtçı” veya “terörle mücadele”den polisler silahlarıyla yer almışlardır. Yanında bu kadar silahlı polisin yer aldığını ve silah sıktığını görerek ortalığa çıkan bedava kahramanları “halk direnişçisi” olarak kutsayan bir “sol” bakış kendini hızla gözen geçirmelidir.

 

Meydanlarda toplanıp tekbir getiren kalabalıklar, her an kelle kesmeye hazır (nitekim her şeyden habersiz gariban erlerin boynunu kesip poz vermekten de geri kalmamışlardır) bir güruh, “demokrasi kahramanı” falan değil, olsa olsa İslami faşizmin sokak gücü olabilir. Nitekim AKP iktidarı şimdi bu sokak gücünü hızla iktidarının sokaktaki militarize edilmiş dayanağı haline getirmektedir.

 

Fetullahçı İslami klik ile RTE’nin başında bulunduğu merkezi İslami klik arasındaki temel farklılık budur. Fetullah Gülen, islamiyetin, bürokrasi içindeki örgütlenmesiyle iktidara atak yapmanın temsilcisidir. RTE ise, bütün karizmatik liderler gibi (Max Weber’i hatırlayalım) bürokrasiyi atlayarak, popülist politikalarla doğrudan kitlelere dayanan karizma iktidarının temsilcisidir.

 

Böylece, bugünkü RTE karizmasına dayanan merkezi AKP İslamcı hizbinin iki temel dayanağı açıkça önümüzdedir: Gestapo türü bir polis gücü ve İslamcı faşizmin sokak kitlesi.

 

Bitirirken, 15 Temmuz’dan sonra solda ortaya çıkan yanlış bir slogana daha değineyim: “Ne darbe ne dikta”. Bu slogan, bugünkü merkezi AKP İslamcı hizbinin yarı yarıya yanında yer almak anlamına gelir. Çünkü bugünkü merkezi AKP hizbinin baş sorunu da kendine yönelmiş darbeyi ve darbecileri tasfiye etmektir. “Darbeye karşıyım” dediğiniz an onlarla birlikte ordunun tasfiyesine, polisin iktidarın temel iç güvenlik teşkilatı haline getirilmesine ve sokaklardaki güruhların “demokrasi adına” kutsanmasına katılmış olursunuz. Darbeye ve darbelere ne kadar karşı olursanız olun (ki karşı olmanız elbette özgürlükçü ve solcu olarak son derece doğaldır) bunu bugün slogan haline getirmenin AKP’ye zımni bir destek anlamına geldiğini saptamak gerekir.

 

Üçüncü bir cephe mi kurmak istiyorsunuz? Evet ama, hele toplumsal bölünmenin bu kadar keskinleştiği koşullarda bu iyi niyetli çağrı hayata geçmeyecektir. Çünkü toplumsal mücadele üç ya da daha fazla cephe arasında değil, son tahlilde sadece iki cephe arasında cereyan eder. Bu, sizin iradenizden bağımsız bir olaydır. İspanya İç Savaşı’nda bile, anarşistler o kadar güçlüyken ve diğer cumhuriyetçi güçlerle o kadar derin çelişmeleri mevcutken sonuç olarak cumhuriyetçi cephede yerlerini almak zorunda kalmışlardır (cumhuriyetçi hükümete bakan vermelerinden söz etmiyorum. Bu elbette hataydı ama Franko cephesine karşı cumhuriyetçi cephede savaşmaları kaçınılmazdı.) Dolayısıyla, toplumun ikiye yarıldığı bir durumda yapılacak şey, İslamcı faşist cepheye karşı toplumsal mücadele cephesini toparlamak ve bu cephenin reformcu ya da ulusalcı veya liberal değil, devrimci bir yönelim içine girmesi için mücadele etmektir.

 

Önümüzdeki dönem, rejimin iki temel dayanağı Gestapo tipi polis örgütlenmesine ve karizmatik lidere bağlı İslami faşist kitle gücüne karşı özgürlükçü ve seküler toplumsal muhalefetin, 15 Temmuz’dan sonra içine düştüğü şaşkınlık ve dağınıklıktan kurtularak toparlanıp İslami faşizme karşı mücadeleyi yeniden yükseltmesine tanık olacağız.

 

 

Gün Zileli

15 Ağustos 2016

 

 

 

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yerelden Yenmek!

Artıgerçek YEREL MÜCADELELER Merkeziyet-âdemimerkeziyet tartışması son 200 yılın en önemli tartışmalarından biridir. Marksist sol, her …

412 Yorumlar

  1. Hülagü Özalp

    “Yanında bu kadar silahlı polisin yer aldığını ve silah sıktığını görerek ortalığa çıkan bedava kahramanları “halk direnişçisi” olarak kutsayan bir “sol” bakış kendini hızla gözen geçirmelidir.”

    Ne önemi var? Velevki gerçekten ölümü göze alarak sokağa çıkmış, cesurca tanklara göğüs germiş olsunlar, ne fark eder? Dünya tarihi boyunca milyarlarca piyon, içi boş idealler veya bir kişinin iktidar hırsı uğruna hayatlarını “cesurca” feda etti. Bu o kadar büyütülecek bir şey değil bence. En nihayetinde 15 Temmuz’da sokağa çıkanlar demokrasi için falan değil yalnızca reisleri için öldüler, gerektiğinde reisleri için bu ülkenin sol ve demokrat kesimini acımasızca öldürmekten de çekinmeyecekler. Önemli olan tek şey bu.

  2. AKP’nin bir ideolojisi var mı?
    Yok! İslamcılığının fazla “seküler”, fazla biçimsel, ruhanilik içermediği biliniyor. Bu sebeple “iktidar islamcılığı” ile bir ideoloji oluşturabileceğini sanmıyorum. Salt şefliğe-salt devlet terörüne dayanarak iktidarını koruyamaz… Bu sebeple Kürt düşmanlığı üzerinden bir “duygu” dünyası yaratsa da, bunun yeterli gelmeyeceğı biliniyor; Suriye’de zafere ihtiyacı var…
    Türkiye gibi çeyrek modern ülkede polis’ten gestapo yaratabilir mi? Karikatür biçiminde olabilir.. Ve yine ideoloji yokluğunda, ancak “besleme” adamlarla iş görecek..
    Ve ekonomi.. kötüye gittikçe işi zorlaşacak.. Bu nedenle Suriye’deki savaşı daha çok kaşıyacak…
    — Özetle, kendi sonunu kendi hazırlayacak; konjonktür aleyhine…
    Şu olasılık yüksek görünüyor… iktidarını uzatmak için savaşa-savaşlara muhtaç…
    Belki 15 yıl önce düşünmüştüm.. Bu sağ-gerici-budala siyasî cephe ve görgüsüz, korkak kasabalı burjuvazi, arkalarında yüzde 65’lik yığınla, bu ülkeyi mahvetmeden durmayacak..
    Yaşanılan ve yaşanılacak olanlar, yüzde 65-70’in hak ettiği bir “kader” olmalı!
    CHP’nin acıklı hali de geride kalan Türk yüzde 25’in sorumluluğuna dahildir. Türkiye’li kentli-laik-aydın-demokratlar, Batı için istedikleri demokrasiyi, Doğu’ya çok gördüler…
    Bu sebeple… YIKIM SONRASI’na ait siyasetin; strateji ve taktiklerin de bir yandan konuşulmasında fayda var!

    İkincisi,

  3. türkiyede güclü muhalefet dogacaksa parlamentoda olan chp ve hdp derhal birlikte mücadele karari almasidir.
    kemalist sekülär kesim ve kürt hareketi bundan sonra demokratik cephe olusturmanin zeminini aramazi gerek cünkü gercek bir islami fasist bir devlet geliyor,mhp hazir bekliyor.
    chp ve hdp icinde bulunan sol hareket daha aktif olmazi sart su ana kadar sol hareket hep kendi icinde tartisdi ve kavga etti.
    chp ve hdp sol icin ideal yapacak partiler olmaza bile bir demokratik mücadelye gerekler,zaman ayni 70ler oldu gibi fasizmle mücedele günüdür.herkes aklini basina alsin sanirim bedel ödemek isteniyor mi istenmiyor mi?simdiye kadar sol hep ödemistir artik chp bu röle düsmüstür,ne garip ki eskiden elit kesim bize düsman bakardi simdi anlasmak zorundayiz.idejolik farkliliklar artik bir kenara birakip yarinin türkiyesi kurmak lazim.

  4. karatekin zurich

    sevgili gun,
    facebook da yazinin tumunu okuyacak kimlikler az oldugundan

    belli bölumleri alarak paylasacagim . bilgine-

    ayrica bu tespitleri 15-16 temuzun hemen ardindan yapanlar oldu. ancak ilk saskinlik nedeniyle cidiye alan olmadi.

    surec icinde netlesen saptama ve yorumlara katiliyorum.

    devam. selam. sevgiler

  5. “İslamcı faşist Türkler 1970’li yıllardan itibaren giderek artan ve sertleşen bir biçimde topluma ve devlete kendi politik anlayışlarını hakim kılmak istiyorlar ve düşman olarak gördükleri herkesi imha ediyorlar.
    İslami faşist Türk hareketini bugün AKP temsil etmektedir. AKP’nin seçmenin % 30’unu geçen bir kitle desteği vardır. İslami faşist Türk hareketi geniş bir kitle hareketidir. Türk toplumunun önemli bir kesimi kendisi gibi düşünmeyen herkese Madımak’ta yapılanların yapılmasını savunuyor. Bu çok net görülen bir tutumdur.
    İslamcı Türk faşistlerinin bu tutumunun ne kadarının Kuran’a ve Hadislere dayandığını tartışmak çok anlamsızdır. Hatta bu gibi bir tartışma çok alakasız bir tartışma olacaktır. AKP etrafında örgütlenmiş İslamcı faşist Türkler dinlerini böyle yorumluyor. Bu sosyal ve politik bir realitedir. Sunni İslam Türkiye’de güçlü bir sivil faşist hareket olarak örgütlenmiştir. AKP’nin yaptırdığı anketlere göre bu parti önümüzdeki seçimlerde oyların % 50’sinden fazlasını alacaktır.”
    MADIMAK- MAMAK EKSENI YAHUT MODERN TÜRKİYE / Mehmet Yıldız
    http://www.dersimsite.org/madimak.html

  6. marxist argüman

    hülagü özalp sayin zileli’ye isabetli bir elestiri yapmis. adolf hitler’in milliyetcilik/irkcilik ideolojisine ikna olmus milyonlarca alman genci gönüllü olarak savas cephelerine gitmis ve bu ugurda ölmüs ve öldürmüslerdir. simdi burda alman askelerini ne kadar az/cok “cesurca” “yigitce” öldüklerine/öldürdüklerine mi bakmak lazim yoksa bu insanlarin ne icin öldüklerine/öldürdüklerine mi?

    diger yandan hülagi özalp sayin zileli’nin neden böyle bir argümentasyona basvurdugunu gözardi ediyor:
    türkiyede “reis” tayyip erdogan icin ölmeye ve öldürmeye hazir milyonlarca insan oldugu kesin. sayin zileli daha önce yazilarinda da reis’leri icin ölmeye ve öldürmeye hazir insanlarin aslinda o kadar da “cesur/kahraman” olmadiklarini ispatlamaya calismisti. sayin zileli’nin kaygisi nedir: “bu insanlara demokrasi kahramani dersek bunlari elestirebilmenin, bunlara karsi mücadele edebilmenin mesru zemini kalmaz.”
    burdan su sonuc cikiyor: sayin zileli de tipki reis tayyip erdogan ve taraftarlari gibi kendi mücadelesini demokrasi adina/ugruna yaptigini, demokrasiyi kendi mücadelesini mesrulastiran bir “deger” olarak görüyor ve sunmaya calisiyor. demokrasi herkes tarafindan bir “deger” olarak kabul edildigi icin bütün taraflar mücadelelerini “demokrasi mücadelesi” olarak görüyorlar/sunuyorlar.
    peki reis ve taraftarlarinin mücadele ettikleri asil sey nedir? kemalist fraksiyonun T.C. devletine uygun buldugu laik devlet programini/resonunu benimsemeyen islamci fraksiyonun, AKP iktidari döneminde devletin bu laik yapisini epey asindirdigi/degistirdigi biliniyor. reis ve taraftarlarinin 15 agustos darbesinde baslarina gelmesinden korktuklari sey: iktidari kaybetmek, tekrar muhalefete düsmek; T.C. devlet programinda özellikle laiklik mevzusunda yaptiklari degisikliklerin/kazanimlarinin kemalist fraksiyon tarafindan ortadan kaldirilmasi.
    islamci ve kemalist devlet fraksiyonlari arasindaki mücedelenin özü laik devlet/toplum mu, müslüman devlet/toplum mu mücedelesinden baska birsey degildir. laik fraksiyon, buna sayin zileli gibi anarsistler ve haziran hareketi gibi gruplarda dahildir, mücedelelerini $u tezle mesrulastirmaya calisiyorlar: demokrasinin, demokratik devlet programinin unsurlarindan biride laikliktir, AKP iktidari demokrasi konusunda samimi ise laiklige dokunmamali.
    islamci fraksiyonun argümentasyonu da söyle: demokrasi herseyde önce halkin/secmenin cogunlugunun dediginin gerceklesmesi demek degil midir? bizim AKP iktidari olarak 10 secim üst üste en cok oyu alan parti olarak yaptigimiz degisiklikler, buna laiklik de dahildir, ayni zamanda bize oy veren secmenlerin arzulari/istekleridir. yani mesele demokrasiyse, evet biz siyaset oyununu demokrasinin kurallarina göre oynuyoruz. halkin/secmenin cogunlugu laik devlet/toplum programini bizim memleketimiz icin uygun bulmuyorsa, bunu degistirmek herseyden önce secmenimize borcumuzdur.

    ogürsel, AKP iktidarindan sanki gelip gecici bir kasirga/tsunami, bir doga felaketiymis gibi söz ediyor. “kasirgadan sonrasini konusalim” diye yazmis. ogürsel, kendini kandiriyorsun, yoksa teselli mi ediyorsun diyeyim, islamci devlet fraksiyonu en az yüzde elli oy potansiyeline sahip ve gelenek olarak menderes, hatta terakiperver cumhuriyet firkasina kadar uzanir. yani senin umdugun gibi gelip gecici falan degil, kalicidir.

    kahraman amca da chp ile hdp ittifak yapmali diyor. tek tek insanlarin kendilerine göre istek ve arzulari olabilir. fakat var olan gercek $u: kilicdaroglu gerek askeri darbeye tavir gerekse de “bölücü terör” dedikleri kürt ulusal hareketine chp’nin tavrini kastederek asagi yukari söyle demecler verdi: “hickimse bizim parti olarak devletin/vatanin milli cikarlarin korunmasi konusunda üstümüze düseni yapmadigimizi iddia edemez, bize böyle bir suclamada bulunamaz.”
    kilicdaroglunun böylesi demeclerini kahraman amca icin tercüme edeyim: kilicdaroglu diyor ki, biz chp olarak devletin milletiyle bölünmez bütünlügünü sonuna kadar savundugumuzu ve artik askeri darbeleri red ettigimizi ispatladik. evet, siyasi bir partinin iktidara gelmeden rü$tünü ispat etmesi, devletin tornasindan gecip baskalasima ugramasi, devlet partisi olmasi derken bunu kastediyorum. gerci chp zaten devletin kurucu partisi, rü$tünü ispat etmesi gerekmiyor. kilicdaroglu’nun o savunmasi daha cok akp’nin su suclamalarini savusturmaya yönelikti: “bu chp, bu kemalistler varya, darbeseverdirler, darbe savunucularidirlar, üstelik birde milli cikarlarimizi bir kenara birakip “bölücü terör” ile isbirligi yapiyorlar, akp’ye karsi hdp ile secim ittifaki yapiyorlar.”

  7. Öküzün altında buzağı aramak… 🙂

  8. M. Argüman..
    hep yanlış anlıyorsun..Önerim daha az yaz ve daha dikkatli oku..

    “BÜYÜK YIKIM”… ile belki milyonlarca Türkiyelinin de öleceği savaştan sözediyoruum..
    Gerici-dinci-milliyetçi salaklığın, haddini bilmezliğin “doğal” olarak sürükleneceği yıkım…3. dünya savaşına benzer de olabilir.. Yangın başladığında, nerelere yayılır, bilinmez..
    Bu sebeple bu iktidar, bu ülkeye “Allahın bir lütfu” değil; ama “Allah’ın gazabının” bir aracısı..
    Hem yurtiçi hem yurtdışı süreçler bu trajediyi önlemeye yetmeyecek görünüyor… Uluslararası emperyalizmin, ekonomik gidişata bakılırsa.. “büyük savaşa” ihtiyacı olabilir…

    Zaten sende hiç bir zaman bir “geniş açı” görmedim..
    *
    Bu arada anımsatalım…
    Demokrasi endeksine bakılırsa.. (1915), Tayland askeri cuntası 98. sırada, biz de 97’deymişiz.. , Askeri Darbe olsaydı biz de 98 ve sonrası olurduk; “demokrasi savaşçıları”, bizi büyük felaketten korumuş görünüyor!

  9. tarihi düzeltiyorum..
    Demokrasi endeksine bakılırsa.. (2015), Tayland askeri cuntası 98. ….

  10. Gün Zileli’nin tarif ettiği cepheler çok belirgin değil. Belirgin olmaması da, Türkiye’deki güçlerin henüz olanları izlemekle yetinmesinden kaynaklanıyor. 15 Temmuz’dan sonra dış politika izlendiğinde ve ülkelerin sinir merkezlerinin yaptığı açıklamalar yorumsuz okunduğunda şöyle bir fotoğrafı görmemek mümkün değil; ABD’nin İngiltere’nin bölge politikalarındaki beklentileri artık sonuç aşamasına gelmiş ve Türkiye’den net tavır bekliyorlar: Ya Ortadoğu’da size biçtiğimiz rolü üstlenirsiniz ya da iç savaş çıkartırız. İktidarın çıkmazı burada. İçeride 14 yıldır uyguladıkları yanlış politikalar, Batı’ya karşı dik durmalarını zorlaştırıyor. 15 Temmuz sonrası KHK’larla yaptıkları da iktidarın böyle bir kaygı taşımadığını gösteriyor.

    Önlerin de iki yol var. Ya toplumsal barışı sağlayacak adımlar atıp, Kürt sorunu başta olmak üzere, bir çok sorunu çözecek atımlar atacaklar, Ki bu Batı’nın politikalarına teslim olmamanın da işareti olur aynı zamanda. Bu seçeneğin birinci cephesi, Türkiye’yi parçalamak isteyen güçler ve uzantıları, ikinci cephesi direnen güçler. Çin’de İspanya’da olduğu gibi…

    İkinci yol ise iktidar Batı’nın politikalarına teslim olur. Biraz uzun vadede Türkiye yine parçalanmak istenecektir. O durumda oluşacak cephelerden birisi, Batı ve işbirlikçi iktidar, ikincisi de, buna karşı duran tüm güçler. Bu güçler de kendi içinde geniş bir siyasi yelpazeye sahip olması muhtemeldir.

    İki koşulda da, Gün Zileli’nin şu tesbiti önemli bence: “Bu, sizin iradenizden bağımsız bir olaydır. İspanya İç Savaşı’nda bile, anarşistler o kadar güçlüyken ve diğer cumhuriyetçi güçlerle o kadar derin çelişmeleri mevcutken sonuç olarak cumhuriyetçi cephede yerlerini almak zorunda kalmışlardır”

    Yani, siyasi olarak nerede durulduğu önemli olmayacak, ülkeyi savunmak için bir cephede toplanmak zaruri olacak.

  11. Sanıyorum; seziyorum.. meseleye tarihsel, sosyolojik ve ekonomik süreçler olarak bakmaya çalışıyorum;
    bu rezil dünya ve bu sefil ama sevgili ülkemiz.. ciddi bir savaşa girecek… (Büyük bir savaş-yıkıma..) Bu önlenemeyecek..
    Bu halkın (erişkin nüfusun; seçmen toplamının) bilimsel-nesnel duygusuzlukla en fazla % 30’u, yaşanacak bu “kanlı” sürecin suçortağı değil… Diğerleri “gocuklu celep’in” hükmünde…
    Bu sebeple şimdiden bu
    dinbaz; milliyetçi, düzenbaz güruhun bizi adım, adım bu savaşa sürüklediği, bu yağmacı adamların, ülkeyi mahvedeceği şimdiden ve çok sık anlatılmalı ki; en sonunda “biz ne çektik”, “kandırıldım”, “biz de mağduruz” sahtekârlıklarına önlem alınsın!
    Biliyorsunuz; SSCB yıkıldıktan sonra bir çok yerde eski KP yöneticileri, yine koltuklarını korudu…
    Biliyoruz ki; Osmanlı son döneminde-son on yıl Alman ve İngiliz işbirlikçiliği yaptı.. ve 1. dünya savaşında öldürtülen asker çocuklar da sonuçta Osmanlı Bürokrasisinin suçuydu…
    ama
    Bu adamlar, Osmanlı’ya methiye düzen bu hainler; o günleri bilmeyen, tarihsel bilinci olmayan zavallıları nasıl da avutuyor…

    Savaşın suçlularının şimdiden teşhiri; gelecekte “YIKIM SONRASI” dönemde sol-demokrat cepheyi olağanüstü güçlendirecektir…
    (Not; büyük savaş önümüzdeki 4-5 yılı bulabilir ama.. böylesi bir hazırlığın da önemli olduğunu düşünüyorum…)

  12. ben “ülkeyi savunmak” gibi bir paradigmanın son derece uzağındayım tabii ki. Yani ulusalcı bakış açısına…

  13. akp 15temmuz itibari ille toplum dahada bizler ve onlar diye ayirdi ve bence izledi dis politika ille ayakta kalmaya umuyor.
    düsman yaratmak buna karsilik kendisinin “milli” oldu digerlerinin hepsi hain adlantirmasitir.
    güc dengesine dayanan hükümetler hep düsman yaratmak capasi icinde olur ve yandasa bakildinda her yer düsman dolu,cumhuriyet tarih buyunca bu zaten hep yapilmisti yeni olan bir sistem degil toplum alisik buna.bu böyle devam edecektir ama eski düsmanlar bir ortaklik kurulabilirse yani kemalist kürt hareketi ancak o zaman bana göre ciddi bir güclü muhalefet dogar.yapmazalar ikisde yok olma yolundadilar,cumhuriyet gazetinin kürt hareketine yakin durmasi son zamanlar belki bir umut olabilir.chp ve hdp gecmisde ne söyledi ve yapti artik önemli bugün ne yapabilir diye konusmak gerek.akpnin düsmani bitmez bunu kendini demokrat sayan insanlar unutmazin!tohum fasist anlaysdir birde mhp katilti mi sen gör o zaman manzaraya……herkes kendi gölgesinden kopmak zorunda.bedel ödemenin zamani kemalistlere gelmisitir yoksa yok olup gidecekler bunun ille herkesin hayati karanliga zaplana bilir!

  14. Suriye savaşının nedenlerini açıklayan iyi bir özet……

    http://t24.com.tr/yazarlar/akdogan-ozkan/el-bab-neyin-kapisi-ve-neden-onemli,15525
    …………..Savaş, Suriye hükümeti bu gerçekleri (!) dikkate almayan bir “günah” işlediği” için fabrike edildi. Olayın geçmişi belki daha da eskiye dayanıyor, ama savaşa bizi en çok yaklaştıran gelişmelerin belki de en başında, Şam yönetiminin Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) güçlü ilkelerinin yaptığı bir teklifi 2009 yılında reddetmesi geliyor. Suriye hükümeti, Basra Körfezi’nde bulunan ve İran ile Katar arasında paylaşılan off-shore doğal gaz sahasından başlayacak olan ve Katar – Suudi Arabistan – Ürdün – Suriye – Türkiye güzergahı üzerinden Avrupa’ya doğalgaz sağlayacak bir boru hattı projesinde yer alma teklifini o tarihte reddetti.

    Bu proje ABD ve Avrupa için de çok önemliydi. Zira AB’nin Avrupa’nın en büyük doğal gaz tedarikçisi olan Rusya’ya bağımlılığının sürmesi, Ukrayna’da dengeleri kendi lehine çeviren Moskova yönetiminin gücünün de kırılamaması demekti. Washington yönetimi Avrupa’nın zamanla belki eksenini kaydırabilecek böyle bir gelişmeye razı değildi………………………

  15. marxist argüman

    ogürsel, yorumlarim uzun ve yorucuysa önce yarisini oku, arada bir cay kahve molasi ver, dinlen, ondan sonra devamini oku.

    ogürsel, büyük savas/büyük felaket senaryolarini neye dayanarak yaziyorsun, bakiyorum kahinlik yapmaya basladin.
    senin, akp’nin iktidarini uzatmak icin savaslara ihtiyaci oldugu, bundan dolayi suriye’ye girdigi iddian/tezin gerceklerle hicbir sekilde uyusmuyor. “sevgili ülkem” diye yaziyorsun ya, bununla milliyetcilikte/vatanseverlikte o elestirdigin islamcilarla yaristigini, sözkonusu devlet/vatan olunca senin gibi laik vatanseverlerle akp’li islamci vatanseverler arasinda hicbir fark olmadigini tekrar tekrar göz önüne seriyorsun. tamamiyla tesadüf eseri dünyanin anadolu denilen topraklarinda dünyaya gelmissin, ondan sonra kalkmissin “sevgili ülkem” diyerek o devleti/vatani idealize ediyorsun. hem ulusalci/vatansever bir idealistsin hem de akp’lilerin vatanseverligini sorguluyorsun. emin ol, tayyip erdogan da en az senin kadar vatansever/devletsever bir idealist. ve tayyip erdogan tamda vatani/devleti icin en az senin kadar kaygilandigi icin, “tehdit” unsuru olarak gördügü “bölücü terörü” yani kürt ulusalcilarini ezmek icin “firat kalkani” operasyonunu baslatti. gercek bu iken senin gibi solcu ulusalcilar bu gercekleri idrak edip, ulusalciligin/milliyetciligin/vatanseverligin her türlüsünü red etmek yerine, “bu akp’liler ülkemizi felakete sürüklüyorlar, bunlarin vatanseverliginden ben kusku duyuyorum” diye feryad figan kopariyorlar.
    günümüz dünyasi modern ulus devletler tarafindan parsel parsel bölüsülmüstür. sen de kalkmissin, T.C. devletine düsen parseli “sevgili ülkem” diye idealize edip duruyorsun.
    tabii ki senin gibi vatansever vatandaslarla, devleti yöneten vatansever politikacilarin hesap kitabinda bazi farklar ortaya cikiyor. sen simdi gidip tayyip erdogan’a “sen iktidarini uzatmak icin suriye’ye türk askeri gönderdin” desen önce reis’ten okkali bir osmanli tokadi yersin, sonrada söyle bir cevap alirsin “bre gafil, biz bölücü kürt teröristleri suriyenin kuzeyinde tipki irakta oldugu gibi otonom bir bölge kuramasinlar, kantonlari birlestiremesinler diye askerimizi sehit veriyoruz, sen neden bahsediyorsun?”
    evet ogürsel, T.C.’nin ulusal güvenlik stratejisinde kurulusundan itibaren “bölücü terör” tehdit unsuru olarak ya birinci ya ikinci sirada yer almistir. cünkü senin sevgili ülken T.C. kürt ulusal kimliginin inkari/asimilasyonu/imhasi üzerine kurulmustur. ortadoguda kürt ulusalcilarini ezmek icin iran, irak, suriye ve T.C. devletleri eskiden beri isbirligi halindeler. senin gibi laik ulusalcilar bu gercekleri yok sayip, sanki T.C. devletinin akp hükümetinden önce “bölücü terör” konusunda politikasi baskaymis gibi yaparlar, “akp kendi iktidari icin suriye’ye girdi” gibi gerceklerle uzaktan yakindan alakasi olmayan tezler/iddialar piyasaya sürerler.
    “fikir” mahlasli 9 nolu yorumcu da tipki ogürsel gibi ülkesi/devleti icin kaygilanan, ülkesinin bölündügü kabuslari gören bir laik vatansever.
    evet sayin okuyucular, ortalik vatanseverden gecilmiyor; laik’i, islamcisi, sosyalisti, anar$isti envai cesit, türlü türlü…

  16. Yalçın Doğan
    On şehit gölgesinde 24 Eylül … 27 Eylül 2016 00:00
    ……………..
    24 Eylül 2016 günü Türkiye için sanki Amerika’nın 11 Eylül’ü gibi. …
    On şehit veriyoruz dün, on şehit. 26 Eylül günü on şehit. …
    24 Eylül günü Batı gazetelerini açıyorum. İspanyol, İtalyan ve Alman gazetelerini. O gazetelerde aynı gün aynı haber var. Bir Alman haber ajansı da aynı haberi abonelerine ayrıca servis ediyor. Haber bir röportaj.
    Fetullah ile Amerika’da yapılan röportaj. FETÖ aynı anda üç gazete ve bir haber ajansına röportaj veriyor.

    Röportajın devamı çok ilginç.
    AB anketi
    Alman gazetesinde röportaj bitiyor, yazının sonuna geliniyor. Sonra?
    Sonra röportajın altında gazetenin düzenlediği bir anket var.
    Gazete okurlarına soruyor:
    “Türkiye’nin AB ile tam üyelik görüşmelerinin devamından yana mısınız, karşı mısınız?”

    Yüzde 85 tam üyelik görüşmelerinin sona erdirilmesinden yana.
    Önce röportaj, Türkiye’ye ağzına geleni söyleyen FETÖ’nün sayıp döktükleri, ardından yüzde 85 “Türkiye’yi istemiyoruz.”
    …Aynı gün, 24 Eylül günü Belçika’nın başkenti Brüksel’de bir kongre toplanıyor.
    PYD Avrupa Örgütü 8. Kongresi.
    PYD, YPG, PKK bayrakları, PYD Eş Başkanı Salih Müslim’inkonuşması, Türkiye’yi suçlayan sözler ve Öcalan posterleri.

    Kongreye dünyadan ilgi sanılanın ötesinde büyük. Amerika, Afrika, Latin Amerika ve Avrupa’dan 190 konuk katılıyor.
    190 konuk PKK, PYD, YPG bayrakları ve Öcalan posteri altında poz veriyor. ….
    Dün Maryland
    Türkiye dün on şehit daha verirken, Amerika’da Maryland’de bir cenaze töreni var.
    Suriye’de çatışmalarda hayatını kaybeden YPG gönüllüsü Amerikalı William Savage için cenaze töreni düzenleniyor.
    Amerikalı… YPG gönüllüsü… Amerika’dan kalkıp Orta Doğu dağlarına gidiyor… Binlerce kilometre ötede savaşıyor, gönüllü olarak… Ve ölüyor… Hangi ideal uğruna? Cenaze töreninde YPG ve PKK bayrakları.
    Maryland, Washington’un göbeğinde.
    Ve Moody’s
    24 Eylül Türkiye için sanki Amerika’nın 11 Eylül’ü gibi.
    O gün bitmek bilmiyor. Sahnede bu kez Moody’s var, Türkiye’nin ekonomik karnesine bir kırık ekliyor, notunu düşürüyor.

    Yukarıda aktardıklarım içinde tek isabetli davranan Moody’s. Türkiye’nin notunu düşürürken, ele aldığı ölçüler son derece doğru…..
    -Türkiye’nin önümüzdeki yıl 200 milyar dolara ihtiyacı var, dış finansman açığı çok yüksek. 200 milyar dolar, Türkiye’de gayri safi milli hasılanın hemen hemen dörtte biri. Nerede bu para? Notun kırılmasında ikinci neden.

    Tayyip Erdoğan “PYD de, YPG de, PKK gibi terör örgütüdür” diye bas bas bağırıyor, adamlar Avrupa’nın başkentlerinde cirit atıyor, Washington ise bırakın dinlemeyi, “Biz YPG’ye desteğimizi sürdüreceğiz” diye resmi açıklamalarda bulunuyor….
    Amerika’nın 11 Eylül’ü gibi
    ——————————————————————–
    Demek adamlar bu RTE’den umudu kesmiş…

  17. ABD-Batı emperyalizminin Türkiye’ye ihtiyacı var!
    ama bu RTE çekilmez!
    Pragmatist-oportunist halkını ekonomik olarak boğarak.. yeni bir makul-işbirlikçi siyaset önderi bulmak…
    — bu hesaplar da yapılıyor mu?
    —- Emperyalizm, “tüm yumurtalarını aynı sepete koymaz…”.. ama bu sepete artık hiç yumurta konulamaz mı?
    Gaz borularını döşeyecek, Suriye toprakları..
    2. darbe söylemleri… Korku ile yaşayanlar…
    **
    Ne hoş siyasal kargaşa bekliyor bizi…
    İndiana Jones filmleri içindeyiz… tadını çıkaralım!

  18. Etnoloji

    Etnografya şöyle oluyor: takıyorsunuz kafanıza bir kolonyal şapka, elde teyp cihazı, boyunda dürbün, gidiyorsunuz Yeni Gine’ye yahut Samoa’ya –hadi onlar uzak diyelim, Hasanoğlan köyüne- yerlileri inceliyorsunuz. Töreleri nedir, batıl inançları nedir, burunlarına neden halka takarlar vs. Turistliğin vardığı en aşırı uç budur. Yabancılaşmanın en radikal çeşididir. İstediğin kadar empati yap, işin temelindeki o yabancılaşmayı aşamazsın. Margaret Mead o duvarı kırmak için gitti Samoa’da incelediği yerlilerden biriyle evlendi. Sonra ne oldu? Araştırma bitti, adamı yüzüstü bırakıp memlekete döndü.
    Bir dönem Cumhuriyetimizin takıntılarından biriydi, biliyorsunuz, her ile bir etnografya müzesi kurmayı hedeflemişlerdi, halkımız nasıl yaşar, ne gibi ilkel alışkanlıkları vardır, görüp öğrenelim diye. Bu da antrparantez.
    Etnoloji ne peki? Ben Amerikan tedrisatı gördüğümden pek bilmem. Angloamerikan üniversitelerinde buna antropoloji derler sanırım, etnoloji daha çok Evropalıların tercih ettiği isim.
    Görünürde bu daha masum ve kapsayıcı bir iş: kavimlerin kültür ve törelerini inceleme işi. Yöntemi de sana kalmış, ister etnografya verilerini tara, ister başka malzeme bul veya felsefî takıl. Ama işin özünde yatan yabancılaşma efekti aynıdır. Eski usul filolojinin yöntemi, yabancı kültürün KENDİ HAKKINDA söylediklerini anlamak ve aktarmaktı. Etnolog ise diyor ki, adamların kendileri hakkında söylediği benim için ancak veri değeri taşır; ben olayı YABANCININ perspektifinden tasvir etmeye çalışırım.
    Küstah mı küstah, evet. Ama o perspektif olmadan bilimsel düşünce olabilir mi, işte orası meçhul.
    Ayrıca doğrular ya doğrudur ya değildir, o kadar. Ah acıttı mı, vah empati oldu mu diye çok fazla dert edersen sonra işler cıvır, pastalı kabul günü muhabbetinden bir adım ileri gidemezsin.
    (Sevan Nişanyan – Taraf – 30 Eylül 2009)

    “Margaret Mead o duvarı kırmak için gitti Samoa’da incelediği yerlilerden biriyle evlendi.”
    Aklıma daha önce bu sitede okuduğum şu yorum geldi (Demir Küçükaydın kastediliyor);

    “Milliyetçilikle fazla haşır neşir olunca, karanlığa bakana karanlığın da geri bakması misali, insan cozutuyor galiba sonunda. Antropolog yerlileşiyor, özne nesneleşiyor bir yerden sonra..”
    Mülayim Sert 14 Kasım 14 / 3pm
    http://www.gunzileli.com/2014/10/31/provokatif-saldirilarin-ardinda-kim-var/

    Mülayim Sert’in aynı yorumundaki şu eleştirisi de sanki Marxist Argüman’a tam uymuş;

    “Türklük, veya Türk ulusu bu şekilde inşaa edilmiş olsa bile, aradan bir 100 yıl daha geçmiş, sanayileşme, uluslararası sistem ile entegrasyon, kapitalizmin çeşitli formları arasında geçiş gibi bir dizi tarihsel süreç yaşanmış. Hani bu sürecin materyalizmi? “Y milletinden X beklenemez” nasıl diyebilir bir marxist.. Tam bir sapıtma..”

  19. “Margaret Mead o duvarı kırmak için gitti Samoa’da incelediği yerlilerden biriyle evlendi. Sonra ne oldu? Araştırma bitti, adamı yüzüstü bırakıp memlekete döndü.”

    Hmmm.. Anlasilan ‘when you black, you never come back’ herkes icin gecerli degil.

    Ya da, adam, ‘aldım şeher gızını, çekemedim nazını’ demis de olabilir tabii.

    Saka bir yana, Margaret Mead’in Samoa yerlilerinden biriyle evlendigine (ve sonradan da onu terkettigine) dair tek kelime yok Wikipedia’daki sayfada.

    https://en.wikipedia.org/wiki/Margaret_Mead

    Acaba Nisanyan nereden bulmus (ya da uydurmus) bunu?

  20. 13 M.Argüman’a..
    Kehanet, bir veri olmadan uydurulan “kestirimlerdir.” Böyle olduğunu sanmıyorum.. Çok “alametler” var… Sen göremiyorsan, elbette senin için de yok.. Kendine kızmalısın; neden göremiyorum diye..

    Bir “sevgili yurdum” üzerinden ne çok şey yazmışsın. İnsan emek verdiği şeyleri daha çok sever. İnsan kendine emek vermiş değerleri daha çok önemser. Bu emek yerli-yabancı yazarlar da olabilir. Bu duygu hali, başka “mahalleleri-insanları” aşağılamasına neden olmaz; sen duygusuz, nankör isen bu da senin sorunun.
    Dikkat etseydin ki, edemiyorsun..ülkem insanlarını ne denli ağır eleştirdiğimi anlardın..
    Bir ülkeyi yalnızca yaşayanlar oluşturmaz.. ölenler de o ülkeye aittir; N. Hikmet’i kimse bizim kadar çok sevemez… D. Gezmiş’i… Bunun sebebi de basit; hayatımıza, duygularımıza, hayallerimize dokunan insanlardır.. Zaten en başından belli; sen bu inceliklerden, bu insanî duygu-değerlerden kopuk olduğun için bir derinlik geliştiremiyorsun; farklı bakış açıları edinemiyorsun.. ezberlediğinle kalıyorsun.. Bu da senin sorunun…
    Ben Türkiyeliyim.. Anadoluluyum ve kozmopolit hayatı savunurum… Biri diğeriyle çelişmez; bir insanın ömrüne sığabilecek coğrafya sınırlıdır; bunu büyütenlere ne mutlu; ancak bir şey genişledikçe yoğunluğu da azalabilir…
    Bu arada, N. Hikmet’in memleket sevgisi üzerine de eleştirilerini bekliyorum..

  21. İnsanoğlu koyunluğa ancak bir yere kadar ayak uydurur. Çokkatmanlılığı sürekli yeniden üretir. Kimi der ki ben Avrupa insanıyım, orayı mihenk alır, verilen emirleri o kıstasa vurup sorgular. Öbürü der ki ben Müslümanım, o dediğin kitabıma uymaz. Beriki Lazlığını öne çıkarır, yahut aşiretinin emrini devletin kanunundan üstün tutar. Kimi Mor Parti’nin ulusun iradesini temsil ettiğine inanır, kimi Turuncuların. Oldu mu ortam karmakarışık?
    Sen insanı tek boyuta hapsetmeye çalıştıkça, insan dediğin o yaratık civa gibi elinden kaçar. Çıkar, benim sevgilim yahut çocuğum yahut vicdanım ittiğimin devletinden daha mühimdir der, ki normal duyarlığa sahip her insanın doğal duygusudur.
    Eyleme geçmese bile ruhunda kaypaklık vardır. Yarın “sana ölmeyi emrediyorum” dediğinde ne cevap vereceği, hangi itaat odağına boyun eğeceği belli olmaz. Bir bakmışın, memleketin yarısı bilfiil vatan haini olmuş, öbür yarısı da potansiyel vatan haini. Ulus dediğin şey senin Politbürondan ibaret imiş, o Politbüroda da kaç kişinin gizli emeller besleyen hain olduğunu bilemezsin üstelik.

    http://www.kulturelcogulcugundem.com/news.php?nid=9128

  22. Miletlerin Zora ve Rızaya Dayalı Birliği…

    İbrahim GUÇLU

    5 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin engellenmesinden sonra, “Türkiye’nin birliğinden ve 79 Milyon insanın birliğinden” sık-sık söz edilmeye başlandı. “Tek vatan, tek millet tek bayrak” sloganı hep öne çıkarıldı. Halen de bu konuda hamasi nutuklar atılmaya devam ediliyor.
    Bu birlik, yeni bir devlet, Kürtlerin ve Türklerin en azından federal devleti gündemde olmadığına göre, Türkiye’deki birliğin, devletin eski kurucu felsefesi, eski devlet rasyonelleri ve temel tezleri üzerinden, yeni duygusal rasyonellerle sağlanmaya çalışıldığı görülüyor.
    Yeni “minik anayasanın da” bu rasyoneller çerçevesinde şekilleneceği verili bir duruma işaret ediyor. Ya da minik anayasanın da bu rasyonellerle bir içeriğe kavuşması kaçınılmaz bir durum olarak karşımızı çıkıyor.
    Bu aşamada ve geçmişte savunulan “Türkiye Birliği” tezini açığa kavuşturmak için: Mevcut birliğin niteliğinin ne olduğunu ve yeni birliğin gerçekte hangi düşünce sistemi, hangi ilkelerle, hangi felsefe ile olacağını anlatmamız ve ortaya koymamız gerekir.

    *****

    Osmanlı İmparatorluğunda, Türkler egemen unsur değildir. Osmanlı Hanedanı, imparatorlukta egemenliği elinde tutandır. Türkler de, Osmanlı İmparatorluğunun egemenliği ve nüfuz alanı içinde olan milletler kadar, belki de onlardan daha az bir önemli yere sahipti.
    Kemalist Devletin kuruluşu, Osmanlı Hanedanına karşı, Türkler adına hareket eden, Türkleri devletin dayanağı haline getiren İttihat Terakkicilerin savaşının sonucunda kuruldu. Osmanlı Hanedanı, egemenliği, Kemalist sivil ve asker bürokrasiye zorla devretmek durumunda kaldı.
    Kemalistler böylece kendi devletlerini kurdular. Bu devlet kurulurken, demokratik bir devlet, birlikte yaşayan Kürtlerin ve Türklerin devleti olarak kurulmadı. Kemalist kuruluş felsefesinin bir sonucu olarak, Kürt milleti dışlanarak, Türk halkı da yok sayılarak kuruldu.
    Kemalist Devletin kuruluş felsefesinin sonucu, tekçi bir devlet, devlet-ulus kuruldu. Devlet herkese hükmeden devlet oldu. Halkın hizmetinde, olmadı efendisi oldu. Yani efendi, belli bir elitin ve grubun devleti oldu. Halka sopa atan devlet oldu.
    Bu devlet üniter devlet oldu. Farklı düşünceleri ret etti. Bundan dolayı, devletin kuruluş felsefesi ve dünya görüşü dışındaki bütün düşünceler, tehlikeli, düşman, zararlı ilan edildi. Bundan dolayı da, farklı düşünceleri dile getiren kişiler ve gruplar, hızla yaftalanarak, tutuklandılar, işkence gördüler, büyük cezalara çarptırıldılar. Hatta öldürüldüler.
    Yılarca ve değişik dönemlerde Kürtçülerin, komünistlerin, liberallerin, demokratların, dindarların tutuklanmaları, işkence görmeleri, öldürülmeleri, bu anlayışın, bu sömürgeci ve faşist paradigmanın sonucuydu.
    Sömürgeci, faşist, üniter tekçi devlet, kendisi için bir din yarattı. Bundan dolayı da, devlet dini olmayan doğal İslam’ı ve diğer dinleri tehlikeli, yabancı, zararlı kabul etti. Devlet dininin dışındaki din yorumlarını ve davranışlarını yasakladı. Bu yasaklara uymayanları, tutukladı, işkence etti, cezalandırdı.
    Tekçi, smürgeci, faşist devlet, aynı anlayışı mezhepler konusunda sürdürdü.
    Netice olarak, Kemalist Devlet, bütün gerçekliklere karşı kurulmuş oldu.
    Kürt millet gerçeğine rağmen onu inkâr etti. Kürtlerin bütün milli haklarını gasp etti. Kürdistan’ı işgal etti. Klasik Sömürgeci sistemden daha barbar ve hukuksuz bir sistem yarattı. Kürt milli ve hak talep etme hareketlerini katliamlarla bastırdı. Kürt liderlerini ve dava adamlarının hepsini katletti. Yığınsal göçlerle Kürdistan’daki nüfus demografisini değiştirdi.
    Dinleri ve mezhepleri inkâr etti.
    Farklı toplumsal sınıfların ve farklı fikirlerin olmasını inkâr etti ve yasakladı.
    Bu nedinlerden dolayı, mevcut devletin, en genel deyimle herkesin, Kürtlerin, Türklerin ve diğer etnik grupların devleti olması olanaklı değil. Bu devletin, rızaya dayalı bir birlik oluşturması olanaklı değildir.
    Yeni anayasa ya da “mini anayasa” düşünülürken, eski devletin kuruluş felsefesiyle, genel devlet paradigmasıyla; demokratik, ideolojiler, dinler, mezhepler, uluslar üstü bir devletin kurulması olanaklı değildir.
    Devletin eski kuruluş felsefesi ve paradigması korunarak, devlet üzerinde bir işlem yapılması, teknik bir işlemi ifade eder, sadece döneme uygun bir revizyonu tarif eder ve sağlar.
    Bu durumda da, sömürgeci, üniter, demokrat olmayan faşist, tekçi, efendi devlet yapısı değişemez.
    Birliğin sağlanması, her bireyin, her ulusal topluluğun, milletin, etnik topluluğun, dinlerin ve mezheplerin, sınıf ve tabakaların, farklı fikirlerin hak ve hukukunu evrensel demokrasi paramaterleri içinde sağlamakla; bireysel ve kolektif hakları tanımlamak, gerçekleştirmekle olanaklı olur.
    Bunun için de yeni devlet paradigmasına, yeni bir devlet felsefesine ihtiyaç var.
    Bu yeni devlet felsefesi ve paradigması, kendine uygun devlet modelini de yaratmak zorundadır.
    Bu model de, en azından federal devlet modelidir. Ya da ötesi konfederal devlet modelidir.
    Sonuç Yerine:
    Sömürgeci ve Üniter Kemalist Sistemle: Eşitlikçi, Adaletli, Gönüllü, Egemenlik Paylaşımını Sağlayan Birlik Kurulamaz.
    Bu sistemde Türklerle, Kürtler arasındaki birlik, zora dayalı bir birliktir.
    Türklerle, Kürtlerin birliği, gönüllü ve rızaya dayalı olduğu zaman, gerçek ve barış içinde bir birlik olur.
    Kürtlerle Türkler arasındaki gönüllü ve rızaya dayalı birlik de, her iki milletin eşit koşularda birlikte hazırladıkları yeni bir toplumsal sözleşme yani yeni bir anayasa ile olur.
    Kürtlerle Türklerin birlikte kuracakları ortak bir devlet, federal bir devletle olur.
    Federal Devlet de, Kürdistan’daki işgal son bulacak. Sömürgeci sistem ortadan kalkacak. Kürtlerle Türkler, siyasi statü, milli demokrati tüm haklar açısından eşit olacaktır.
    Bu devlet de, Kürtlerle Türkler egemenliği ve iktidarı, eşitçe paylaşacak.
    Devletin tüm kurumları, en başta da siyasi kurumları, meclisi, hükümeti, yargısı, idari yapısı, vali ve kaymakamları, askeri ve diğer güvenlik kurumları tümden yeniden, iki milletin temsiline göre iki milletin iradesi ile yapılandırılacak.
    Bu sistem, milletlerin ayrılma hakkının önüne engel koymayacak. Kürtler ve Türkler istedikleri zaman özgürce kaderlerini ayıracaklar, ya da kaderlerini yeni bir kapsam ve modelde tayin edecekler.. Birlikte konfederal bir devlete, ya da ayrı ayrı bağımsız devletlerine karar verecekler.

    Amed, 25 Eylül 2016

    Gelawej

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2578-miletlerin-zora-ve-rizaya-dayali-birligi

  23. 25 Eylül 2016 Pazar
    Duran: İyi habercilik, ‘spin doctor’luğun panzehri olur
    İSTANBUL (DİHA) – Abdulkadir Selvi’nin yazdığı yazılarda savaş çığırtkanlığı yapmasını ve HDP’lileri hedef göstermesini değerlendiren gazeteci Ragıp Duran, Selvi’yi spin doctor’a (gündemin değişmesini organize eden danışmanlar) benzeterek, “İyi habercilik, ‘spin doctor’luğun panzehri olur” dedi.

    Siyasi iktidarın basını en fazla hedef aldığı dönemlerden geçildiği bugünlerde medyanın içinde bulunduğu durumu ve Hürriyet yazarı Abdulkadir Selvi’nin yazdığı yazılarda savaş çığırtkanlığı ile HDP’lileri hedef göstermesini gazeteci-medya eleştirmeni Ragıp Duran, DİHA’ya değerlendirdi.

    Gazetecilerin olup biteni topluma anlatma amacını yerine getirmesi için toplumu yönetenlerin, yurttaşların ve gazetecilerin özgür ve bağımsız olması gerektiğini belirten Duran, gazetecinin iktidarın, devletin, muktedirlerin istediği bilgi ve fikirleri değil, iktidarın gizlemeye çalıştığı, çarpıttığı bilgiler ile halkın talep ettiği bilgi ve fikirleri haberleştirmekle yükümlü olduğunu söyledi. “Türkiye’de uzun zamandır, özgür ve bağımsız bir devlet, toplum ve medya mekanizması zaten yoktu” diyen Duran, AKP’nin iktidara gelmesiyle, adım adım medya mülkiyetini neredeyse tamamen ele geçirdiğini ve muhalif tüm sesleri baskı, şiddet bazen de polis ya da mahkeme marifetiyle kesmek için elinden geleni yaptığını ifade etti.

    ‘Kendine muhalif olan herkesi biat etmeye zorluyor’

    AKP’nin başta Kürtler olmak üzere, kendisiyle hemfikir olmayan bütün muhalif kesimleri biat etmeye zorladığını dile getiren Duran, “Bugün biat etmeye zorlanmaya AKP’liler de dahildir. Çünkü onlar da her an FETÖ’cülükle suçlanıp kodese atılabilir. Hiç kimsenin yaşamı, vücut bütünlüğü ve özgürlüğü güvence altında değil. Siyasi iktidar, muhalif olan her kesimi ve hatta bazı MHPlileri bile biat etmeye zorluyor” dedi. Türkiye’de 100’ü aşkın gazetecinin cezaevinde olduğunu hatırlatan Duran, böyle bir ülkede gazetecilik yapmanın çok zor oluğunu ve gazetecilik yapılmadığını söyledi.

    ‘İktidarı rahatsız ettiğine göre iyi gazetecidir’

    Türk medyasının, bugün tamamen siyasi iktidarın bir ajitasyon-propaganda aracı haline geldiğinin altını çizen Duran, “Devlet ve hükümet yanlısı bu gerici medya organları da bu işi çok çapsız bir şekilde yapıyor. Bu nedenle etki ve prestiji, kendi taraftarları nezdinde bile pek yüksek değil” şeklinde konuştu. İktidarın gazetecilik faaliyetini kriminalize etmeye çalıştığını söyleyen Duran, “Bize dayatılan, ‘Ya Reis’i öveceksin ya da sana medyada hayat yok!’ ibaresi ile özetlenebilir. Bu slogan gazeteciliğe de, gerçeklere de, vicdanlara da, mesleğe de aykırıdır. Bunun için mahkemelere, hapislere, sansürlere, radyo-tv-gazete kapatmalarına rağmen, bir avuç insan, hala gazetecilik yapmaya çalışıyor. Bütün engellere rağmen habere ulaşıyor ve okura yine de ulaştırıyor. Ve belli ki, iktidarı bu kadar rahatsız ettiğine göre, bu insanlar iyi gazetecilik yapabiliyor” dedi.

    ‘Savaş yanlısı olduğunu görüyoruz’

    Türk egemen medyası, “Her Türk asker doğar” sloganının da destek ve teşvikiyle, aslında eskiden beri hep savaş yanlılığı yaptığını vurgulayan Duran, şunları söyledi: “Türkiye ve Türk toplumu militarist bir toplumdur. Yakın geçmişte, Kore Savaşı’ndan, Kıbrıs işgaline son olarak da Irak’taki Amerikan saldırısından Cerablus taaruzuna kadar, Türk medyasına baktığımızda, çok açık bir şekilde, hatta bağıra çağıra, savaş yanlısı olduğunu görüyoruz. 1925’den bu yana Kürdistan konusunda da Türk egemen medyası, Türk ordusunun sözcüsü gibi yayın yaptı, yapıyor.”

    ‘Hakiki gazeteci gerçeğe yaslanır’

    Gazeteci, muhabir, editör ya da köşe yazarı, özgür ve bağımsız olmayınca, varlığını kanıtlamak ve sürdürmek için bir güce yaslanmak durumunda olduğunu söyleyen Duran, şunları kaydetti: “Hakiki gazeteci sadece olgulara ve gerçeğe yaslanır. Ötekilerse kendilerine bir ağa, patron, hami, abi arar ve bulur. Bugün yandaş kalemler dediğimiz bir tür ulak oğlanları/kızları, gazetecilik kisvesi altında, iktidarın kısa ve orta vadeli planlarının halkla ilişkiler uzmanı ve propagandacısı gibi işlev görüyor. Somut bir haber ya da gelişme değil, iktidar sahiplerinin kulaklarına fısıldadıkları, sızdırdığı bazen de dosya olarak servis ettiği bilgileri, doğruluğunu denetlemeden, söz konusu bilgide kamu çıkarı olup olmadığına bakmadan haber ya da köşe yazısı olarak yayınlıyorlar. Bu alış-verişte aslında, gazeteci kılığındaki kişinin hiçbir inisiyatifi/dahli yok. Bir büyüğü ona bilgiyi veriyor, ya da söylüyor o da bunu yazıyor. Bu nedenle ulaklık yapıyorlar diyorum.” Duran, havuz medyasının yaptığı işin, psikolojik savaş yöntemlerinden bir parça olduğunu da sözlerine ekledi.

    ‘İyi habercilik, spin doctorluğun panzehiri olur’

    Selvi ve benzerlerinin, bu tür haber ve yazılarla, “Bakın benim ne kadar sağlam kaynaklarım var. Ben bugünkü gelişmeyi 5 gün önce yazmıştım” mesajını da verip iyi gazeteci olduklarını kanıtladıklarını sandıklarını söyleyen Duran, “Oysa ki, iyi gazetecilik, iktidardan üflenen bilgilerle, kamu çıkarına aykırı haber yapmak değildir. Bizim yapmamız gereken, bu ‘spin doctor’larla (gündemin değişmesini organize eden danışmanlar) gazetecilerin çok farklı hatta zıt karakterler olduğunu göstermek olmalı. Bunların yalanlarını, haber kaynaklarının anti-demokratik ve yasadışı ve gayrı meşru yöntemlerini teşhir etmek gerekir. İyi bir fikri takip bunları teşhir etmek için ilk olumlu adım olur. İyi habercilik, ‘spin doctor’luğun panzehri olur” dedi.

    ‘Selvi medyanın utanç müzesinde layık olduğu mekana ulaşacak’

    Tüm iktidar mekanizmasının sanal gerçek aracılığıyla, hakiki gerçeğin değiştirileceğine inandıklarını dile getiren Duran, “Bu nedenle de medyaya özel bir ağırlık ve önem verir. Çünkü insanları belki de ilk başta, iktidarın ne kadar kuvvetli hatta yenilmez olduğu yolunda inandırabilirseniz, muhalefeti daha kolay susturabilirsiniz. Medya ve medya hakimiyeti, ancak bir süre ve ancak belli bir kitle üzerinde etkili olabiliyor ve sanal gerçeği hakiki gerçekmiş gibi yutturabiliyor. Önünde sonunda hakiki gerçek, medyatik/sanal gerçeği berhava edip siyasi/toplumsal/ekonomik gerçeği gözler önüne seriyor. Selvi ve saz arkadaşları, bir süre sonra medyanın utanç müzesinde layık oldukları makam ve mekana ulaşacaklar” diye belirtti.

    ‘Gerçeklerden fena halde korkuyorlar’

    Muhalif basına yönelik baskılara da dikkat çeken Duran, “Bütün devletler, iktidarlar, basını, medyayı susturmaya, kendi saflarına çekmeye çalışır. Batıda, hukukun üstünlüğünün az çok var olduğu ülkelerde, bu işlem bizdekine oranla daha nazik, daha ince yöntemlerle yapılıyor. Öyle ‘Subliminal mesaj verdi’ filan diye yazarı içeri atmaz Batılı. Aleyhinde haber yazan gazeteciyi kurşunlatmaz. Ya da polis zoruyla, mahkeme dayatmasıyla gazeteciyi hapse tıkmaz. Gazeteyi, yetkisi olmadığı halde kapatıp yasaklamaz. Bizimkilerin gözü dönmüş ve galiba bir takım gerçeklerin ortaya çıkmasından fena halde korkuyorlar” dedi. (sde/za/ag)

    Dicle Haber Ajansı’nın 25 Eylül tarihli bülteninden bkz. http://www.diclehaber.com/tr/news/content/view/537033?from=1815887918

    Apoletli Medya
    http://apoletlimedya.blogspot.com.tr/2016/09/duran-iyi-habercilik-spin-doctorlugun.html

  24. Necip bey, eğer vaktiniz olursa, genel çerçevede sol düşünceler-hareketler, özel çerçevede Karl Marx ile ilgili, makul, olumlu bulduğunuz özellikleri, gerekçeleriniz ve kaynaklarınızla birlikte yazar mısınız?

    Sorumu size, verimsiz polemikler başlatmak için değil, siyaset arenasında oldukça kısırlaşmış şu günlerde, en azından bu sitede birkaç paragrafla da olsa birkaç görüş alışverişinde bulunmak için soruyorum.

  25. Efendim Gün Zileli Hocamızı tanıyoruz ve diğer yorumcuları ama ben anlayamıyorum neye karşıyız Türklere mi İslama mı Kürtlere mi Alevilere mi, neyin yanındayız Hümanizmanın barışın mı yanındayız ….
    Hepimizin duyarlılığı kimlikleri var bunları savunuyoruz mucadele ediyoruz ama amma siz düşünenler kalıplara sığmayanlarda böyle derse şeriatçıdan tarikatçıdan ne bekleriz biz doğunun çocukları önce Ahlak Ütopyasında evrenselliğinde birleşmeliyiz ve eleştirilerimizi içten yapmalıyız vurup kırmadan…Bir kelebek bile rahatsız olmadan..
    Bu ayaklanma askeri kalkışmaya karşı ilerici bir ayklanmadır ama her ayaklanma da olduğu gibi barışçıl değil ve ayak takımının esiri olmuştur 15 temmuzu küçümsemeyin bu zor tutulan %50 dir…
    Önce İslam sunni düşüncesini eleştirenler içerden konuşmalı veya alevi düşüncesini eleştirenler önce onların ne çektiğini anlamalı ….
    Bu kesimler ezildi laikler ezdi devletin tek yapılılığı ezdi kürtlerde ezildi ama şimdi dostça yaşamanın yollarını bulmalıyız önce herkes silahlarını bıraksın birbirimizi yeniden tanıyalım geçmişi unutalım madımak diyenler başbağlar niye demez veya başbağlar diyenler madımak niye demez ikiside terör …
    Ve laiklik bizim özümüz olmalı daha güncel ve yaşanabilir kılmalıyız …
    Önce ölümlü olduğumuzu ve kurtuluşun tek yolun dervişçe bir yaşam sürüp bu dünyadan gitmek olduğunu unutmamalıyız …
    O yüzden toplumu ayrıştırmayın 15 temmuzdakiler bizlerin amcaları teyzeleri türkiye halkı aynı şekilde geziciler bizim dayılarımız halalarımız türkiye halkı …
    Ve siz barışsever abilerim yazılarınıza devam edin ama karşınıza kimseyi almadan birlik olun …barış için kimliksiz bir şekilde…

  26. marxist argüman

    necip, bakiyorum paparazilige basladin. nisanyan’in yazisinda ki magazinel bir ayrinti nedense ilgini cok cekti.

    ögürsel, senin gördügün “alametler” nedir, bunu acik yazmazsan karsidaki neye göre yorum yapsin? senin gördügün alametleri benim de gördügüm kesin, fakat senin o alametlere yükledigin anlam ve yorumlarin benimkinden epey farkli oldugu kesin. “alametleri” yaz, sana marxist bir analiz yapayim.
    nazim hikmet komünistti diye o’nun ulusalciligini/vatanseverligini hos görecek degilim. nazim hikmet siyasi faaliyetlerinden dolayi ugradigi siyasi baskilardan dolayi yasadigi memleketi terk etsede bir komünist olarak ulusalci/milliyetci düsünceleri yanlistir, elestirilmelidir. lenin, stalin, mao gibi real sosyalistlerde nazim gibi uluscu ideolojiyi red etmek yerine, ulus kategorileriyle düsünmeye devam etmislerdir. bundan dolayidir ki, maoistler cin de devrim yaptiktan sonra ne cin’li sosyalistler, ne de sovyet sosyalistleri “ayri gayri devlete ne gerek var, $u sinirlari ortadan kaldiralim” falan dememislerdir. marxist düsünce/ideoloji, ulus/millet/devlet fikriyle bagdasmaz, bunun tersini iddia eden karl marx’in yazdiklarini ya anlamamistir, ya da yanlis anlamistir.

    ögürsel, ulus/millet ideolojisi fransiz devrimiyle beraber yayginlasmis, 1. ve 2. dünya savaslari ve balkan/yugoslavya savaslari gibi bölgesel savaslar ulusalci/milliyetci/vatansever ideoloji ugruna insanlarin birbirini bogazlamasindan baska birsey degildir. hal böyleyken, sen de kalkmissin “sevgili ülkem” gibi edebi bir dille milliyetciligi/irkciligi bize $irin göstermeye calisiyorsun.
    bu sitede milliyetcilik/vatanseverlik/ irkcilik yapanlari te$hir etmeye devam edecem. bu sitede sürekli olarak “nasname” ve “ibrahim güclü”nün reklamini yapan kürt milliyetcisi/irkcisi yorumcu da dahil olmak üzere.

    16 nolu yorumcu, bana bir tas atmissin, fakat sen benim yazdiklarimda tam olarak neyi elestiriyorsun, acik yaz ki savunma/cevap hakkimi kullanayim.

  27. “genel çerçevede sol düşünceler-hareketler, özel çerçevede Karl Marx ile ilgili, makul, olumlu bulduğunuz özellikleri, gerekçeleriniz ve kaynaklarınızla birlikte yazar mısınız?”

    Tersini yapsak daha isabetli/anlamli/uygulanabilir olmaz mi?

    Yani, siz, “makul, olumlu bulduğunuz özellikleri, gerekçeleriniz ve kaynaklarınızla birlikte yaz”saniz, ben de katilmadiklarimi elimden geldigince detaylandirmaga calissam..

  28. kartal bakışını bilmemde , kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz.birçok kişinin yaptığı akp iktidarını evrelere ayırmak ,pedogojik olabilir ama yanıltıcıdır.tabiki farklılıklar vardır, utangaç destekçileri suçluluklarından kurtarmaz.ekonomik liberalizmle, siyasal liberalizmi birbirine karıştırmamak lazım.ekonomik liberalizmin bizde karşılığı faşizmdir.bizdeki liberallerde bir alemdir.maden iş tede çalışabilirler zamanı gelir mess tede çalışabilirler.en aptal insan 61 anayasası 71 müdahalesi ,82 anayasasının farkını bilir, oysa hepsi atatürk adına yapılmıştır.son darbede ise küf kokusu sırıtıyordu sulh kelimesini kullanan kalmamıştı.
    atatürk dönemindede ordu siyasetle ilgiliydi bilinenin aksine darbe girişimleride olmuştur.heybeliada ahmet aslan

  29. savaş “alametlerini” yakında derli, toplu yazacağım.
    *
    Ulus-millet ideolojisi 1789 ile ortaya çıkmış görünse de, kabile hayatı-ortak dil’e dayandığı için kökü insanlık tarihi kadar geriye gider ve bu nedenle “işe yaramıştır.

    İnsanların birbirini boğazlaması Ulus-Millet ideolojisi ile ortaya çıkmış değil; yalnızca maske-ideoloji değişmiştir.
    Ortak dil insanları birbirine bağlayan en önemli bağdır; ve bu nedenle ben kendimi bildim bileli “Ana dilde eğitimi” savunmuşumdur.
    “Sosyalizm” adına faşistik, emperyalistik politikaların savunulduğu bilinir. İnsanları birbirine boğazlatan Ulus-Millet ideolojisi değil; üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ilişkilerdir.
    N. Hikmet’i iyi okursan onun memleketi ile enternasyonalizminin mükemmel kaynaştığını; sentezini görürsün..

  30. marxist argüman

    necip’in marxizm ile imtihani:

    22 nolu yorumcu necip’in marx’in düsünceleri hakkinda fikrini sormus.
    hayati boyunca futbol oynamis bir insan, hayatinda hic futbol oynamamis bir insanin sadece top’a vurusundan bile, o’nun acemi oldugunu hemen anlar. bilardo oynayan bir insan, hayatinda hic bilardo oynamamis bir insanin bilardo sopasini tutusundan bile o’nun acemi oldugunu anlar. satranc, dama, tavla, okey gibi oyunlari düzenli oynayan insanlar, hayati boyunca bu oyunlari hic oynamamis bir acemiyi en gec üc hamle icinde acemiligini anlar vs.

    ben siyaseti ve ekonomiyi iyi kötü takip eden bir insan olarak, necip’in yazdiklarindan, jargonundan ve argümanlarindan hayati boyunca karl marx’tan tek bir cümle bile okumadigini anliyorum. karl marx orda kalsin, necip, siyasi literatür de okumamis bir insan. ingilizce biliyor ama ingiliz ve amerikan basinin kesinlikle takip etmiyor; nerden anliyorum: örnek, “kapitalizm de nedir, öyle birsey mi var” demesinden. cünkü bati bati dünyasinda “kapitalizm” kavrami özellikle sovyetlerin yikilmasindan sonra “tabu” olmaktan cikti ve yaygin bir sekilde kullaniliyor.
    necip, para kazanmak ve servet biriktirmekten arta kalan zamaninda sadece ve sadece osmanli litaratürü ve necip fazil kisakürek gibi milliyetci/muhafazakar fa$olari okumus bir insan.
    22 nolu yorumcu siyaset dünyasini bilseydi bunu anlayabilirdi, belli ki o da necip gibi kendi kücük dünyasinda yasiyor.

  31. “oyunlari düzenli oynayan insanlar, hayati boyunca bu oyunlari hic oynamamis bir acemiyi en gec üc hamle icinde acemiligini anlar vs.”

    Evet, var boyle insanlar.

    Butun yaptiklari, hicbir faydali cikti uretmeyen oyunlari oynayip parsayi da kapmak olan.

    Kiymetleri yok degil tabii ki –agzi acik ayran delisi misali bunlara hayran olanlarin, ‘fan’larin, atfettikleri bir ‘kiymet’ten bahsedebiliriz. Ilgili oyunu seviyorsaniz, evet, oyle bir kiymet var; ama, bu, hicbir faydali cikti uretmedikleri gercegini ortmez.

    “‘kapitalizm de nedir, öyle birsey mi var’ demesinden.”

    Ben de, sizin ezberlerinizi tekrarlamaktan baska bir sey yapmadiginizi nereden mi anliyorum: Bana henuz ‘kapitalizm’in bir ‘sistem’ oldugunu ikna edici bir ‘arguman’la gosterebilmis degilsiniz.

    “cünkü bati bati dünyasinda ‘kapitalizm’ kavrami özellikle sovyetlerin yikilmasindan sonra ‘tabu’ olmaktan cikti ve yaygin bir sekilde kullaniliyor.”

    Bati dunyasinda bir suru kavram onlarin istedigi sekilde (ve uygun bulduklari zamanlarda) ambalajlanip kullaniliyor. ‘Insan haklari’ da bunlardan birisi mesela.

    Halbuki, yakin zamanda gorduk ki, bu kavramlari kendi amaclarina hizmet etmek icin elverisliyse kullaniyorlar; degilse, kimsenin bahsini bile actigi yok.

    ‘Kapitalizm’ kelimesi/kavrami da o pazarlama yontemlerinden birisi sadece.

    SSCB’nin cokusunu bir basari sayip bunu da kendilerinin sahip ciktigi ‘kapitalizm’e yamamak, evet, basarili bir kurnazliktir.

    Ama, bu, ‘kapitalizm’in bir ‘sistem’ oldugunu, birileri tarafindan suurlu/bilincli bir sekilde kuruldugunu, yonlendirildigini gostermez.

  32. İdeolojilerin kendi tanımlarını doğru kabul ederek onları doğru tanımlayamazsınız. Bu şekilde tanımlarsanız onlar gibi düşünmüş olursunuz.
    Örneğin “kapitalizm” diye bir sistemin var -veya varlığının mümkün- olduğunu kabul edince farkında olmadan antikapitalist ideolojiyi benimsemiş olursunuz.
    Tıpkı dinin kendi tanımlarını doğru kabul ettiğinizde dini doğru kabul etmiş olacağınız gibi.
    Dinin iddia ettiği gibi Allah’ın var olmasa bile varlığının mümkün olduğunu kabul ettiğinizde Allah tarihsel/sosyolojik/politik bir varlık değil fizik/metafizik bir varlıkmış gibi düşünürsünüz.
    Bu ön kabulleri reddettiğinizde bu ideolojilerin mensupları size argüman üretemez. Çünkü ideolojileri tamamen bu ön kabuller üzerine kuruludur.
    Kuran -o dönemde muarızları dahil herkes inandığından- Allah’ın varlığını konu yapmaz. Baştan var kabul eder.
    Antikapitalist ideoloji de “kapitalizm” diye bir sistemin var olup olmadığını sorgulamaz.

  33. marxist argüman

    ulusal/millet/irk ideolojisine kar$i argümanlar 1:

    ögürsel, “savas alametleri”inden bahsediyorsun.
    birincisi, imanli/inancli bir insanin her nereye baksa “yaradanin” alametlerini görmesi gibi, sen de istedikten sonra her siyasi/ekonomik/toplumsal gelismede savas alametleri görebilirsin. tekrar edeyim belirleyici olan o gördüklerinden cikardigin sonuclardir. biliyorsun sayin zileli uzun zamandir cevresinde ki bütün alametleri akp’nin/diktatörlügün yikilisina yorup duruyordu, ama kehanetleri dogru cikmadi. benim, “sayin zileli hava raporu gibi siyasi tahminler/spekülasyonlar yapmaktan vazgecin” uyarilarimda para etmedi.
    ikincisi, kapitalist düzen tamamiyla rekabet üzerine kurulmustur. bu rekabeti, bu sistemin kurucu, koruyucu ve taraftarlarida inkar etmedikleri gibi, birde her türlü gelismenin, ilerlemenin motor gücü olarak gururla rekabeti savunuyorlar. necip gibi kapitalist rekabetin kazananlari/galipleri bunu “rekabet insanin fitratinda var” diyerek var olan gercegi basüstü cevirirler. yani icinde yasadigimiz düzenin ve bu düzenin yasa/kural koyucu otoritesi olan devlet, insanlarin hayatini yasaklar ve izinlerle belirledigi halde, kapitalist ideolojilerin savunuculari “sizin gördügünüz düzen insan fitratinin ürünüdür” deyip, gercegi tersyüz ederler.
    bir düzen/sistem bastan asagiya rekabet üzerine kurulmussa, ve bu rekabet birde devlet/ulus denilen egemenler araciligiyla yürütülüyorsa, catisma/savas kacinilmazdir.

    ogürsel’den alinti:
    “İnsanların birbirini boğazlaması Ulus-Millet ideolojisi ile ortaya çıkmış değil; yalnızca maske-ideoloji değişmiştir.”

    insanlarin bölükler/gruplar halinde birbirini öldürmelerini/bogazlamalarini necip gibi “insanin fitratinda var” seklinde acikliyorsan, tartismayi burda bitirebiliriz. “hayir, öldürmek insanin fitratinda yoktur” diyorsan, o zaman öldürme eyleminin sebeplerine/motivlerine, ideolojik gerekcelerine bakmamiz lazim.

    örnek, hacli seferleri. o dönemde henüz ulus/millet/irk ideolojisi/fikri olusmamisti. hacli seferlerine katilan insanlari motive eden sey, birincisi ekonomik sebepler;yoksulluk: yagma/talan yapma hedefi.
    ikincisi, bunun birde siyasi/ideolojik yönü var tabii ki: dinler/inanclar/imparatorlulklar arasi egemenlik/güc savasi.
    lafi $uraya getirmek istiyorum: insanlik var oldugundan beri insanlar biribirini kiriyorlar demek, “siddet/savas insan fitratinda var” demekle ayni kapiya cikar.

    $imdi siyasi toplumsal örgütlenme yapisi olarak ulus devlet ve para’ya/ulusal ekonomiye, ulusal pazara dayali kapitalist ekonominin hakim oldugu fransiz devrimi sonrasina bakalim. dünyadaki savaslarin, uluslar/milletler arasi savaslar seklinde meydana gelmesinin ilk örnegi 1. dünya savasidir. o tarihten beri meydana gelen savaslarin cogunlugu ulus/millet topluluklari arasinda ki siyasi/ekonomik egemenlik/güc savaslaridir. afrika da kapitalist iliskilerin henüz yeterince nüfuz edemedigi ve kabile/asiret düzeninden ulus/millet/ulus devlet düzenine hala tam olarak gecmemis, kabile/ulus karisimi sistem ve savaslar mevcut.
    sonuc: “insanlarin birbirini bogazlamasi ulus/millet öncesi de vardi” demek, günümüz savaslarinin ve egemenlik/güc kavgasinin ulus/millet topluluklari ve ulusal/milliyetci ideoloji araciligiyla meydana geldigi gercegini degistirmedigi gibi, ulusalci/milliyetci ideoloji icin mazaret kabul edilip, bu ideolojiyi temize cikarmaz.

  34. DARBE OLSAYDI TÜRKİYE'Yİ KİMLER YÖNETECEKTİ?

    ABD’den dönecek olan Fethullah Gülen, İran’daki Ayetullahlar misali, manevi ve fetva makamı önder sıfatıyla en tepede olacaktı.

    Altındaki kadro şöyleydi:

    Cumhurbaşkanı: Ekmeleddin İhsanoğlu.

    Başbakan: Kemal Derviş.

    Başbakan Yardımcıları: Bülent Arınç, Tayyibe Gülek, Cahit Paksoy, Suat Yıldırım, Nazlı Ilıcak.

    İçişleri Bakanı: Şahabettin Harput.

    Dışişleri Bakanı: Soner Çağaptay.

    Adalet Bakanı: Ahmet Gündel.

    Milli Eğitim Bakanı: Şerif Ali Tekalan.

    Maliye Bakanı: Durmuş Yılmaz.

    Ulaştırma Bakanı: Recep Güven.

    Milli Savunma Bakanı: Hilmi Özkök.

    Kültür ve Turizm Bakanı: Ertuğrul Günay.

    Bayındırlık Bakanı: Hüseyin Çelik.

    Çalışma Bakanı: Sedat Laçiner.

    Enerji Bakanı: İhsan Yılmaz.

    Gençlik ve Spor Bakanı: Hakan Şükür.

    Genelkurmay Başkanı: Akın Öztürk.

    MİT Müşteşarı: Ramazan Akyürek.

    (“Mehdi’nin Darbesi”
    Sabahattin Önkibar
    “Aydınlık” gazetesi yazarı
    http://odatv.com/darbe-basarili-olsa-turkiyeyi-kimler-yonetecekti-2809161200.html)

  35. “yazdiklarindan, jargonundan ve argümanlarindan hayati boyunca karl marx’tan tek bir cümle bile okumadigini anliyorum.”

    Mealen yanlis olmadigini soylemek mumkun olsa bile, hukuken (ya da, technically) bu dogru degil.

    Isin dorusu, son yuzyil dogan herhangi birisi, balta girmemis ormanlarda bir magarada yasamamissa, Karl Marx’i ve ondan en az bir kac cumleyi duymustur.

    Dolayisi ile, bu dediginizin lugati anlamda isabetli olmasi mumkun degil.

    Ote yandan, kendisine solcu demek icin hickimsenin Marx’i okumak gibi bir endisesinin olmadigi da asikar.

    Oyle ya, ‘Capital: Critique of Political Economy’ [‘Das Kapital, Kritik der politischen Ökonomie’] 1867’de yayinlanmis, Turkce’ye de ancak 1965’de (98 sene sonra) [ https://tr.wikipedia.org/wiki/Das_Kapital ] cevrilmistir.

    Turkiye’de Marksizmin ortaya cikis tarihi 1965 olmadigina gore, ve her Marksistin sular seller gibi Ingilizce/Almanca veya Rusca bilmedigi de ortadayken, solcularimizin pek de ‘teori’den haberdar olmadiklari, bu eksikligi pek de sallamadiklari rahatca soylenebilir.

    Kendi adima konusacak olursa, evet, Das Kapital’i hem okudum hem de okumadim. Okumadim, cunku o 3 ciltlik eseri okumadim. Kimin okudugunu da cidden merak ederim. Okuyan varsa dahi, basi ne kadar goge erdi, apayri bir merak konusudur benim icin.

    Onun yerine, yirmili yaslarimda, ozetlenmis bir versiyonu okumustum. ‘Penguin Books’tandi. Daha sonra da (yillar sonra) ‘Penguin Books’in CIA’in bir uzantisi oldugu ortaya cikinca, okuduklarima da itibar edemez olmustum, o ayri.

    Cok yillar once, Marx’i, Engels’i, Weber’i, Gazali’yi, Ibn Rust’u vs vb detayli okumamis olmanin ne kadar onemli bir eksiklik oldugu aklima takildi; zaman ayirmaga deger olup olmadigini sorgulamaga basladim.

    Viyana Uni.de Felsefe doktorasi yapan (lisans dahil) cok yakin bir ahbabimla konustugumda, bana, ‘sen felsefe tarihcisi degilsin; dahasi, bu isimlerin soylediklerinin hepsi gercek hayatta sinandi, tartisildi, sen de onlarin onemli bir kismina sahitsin; diger detaylarini okumana gerek yok’ demisti.

    Icimi rahatlatti bir bakima; cunku, muhendis oldugum (ve matematigi de cok sevdigim) halde, Newton’un Principia’sini da okumus degilim.. Hicbir yerde de mufredatta oldugunu duymadim.

    Ayni sekilde, dunya durdukca basimizda ulu onder kalasica, MKA’nin da Nutuk’unu satir satir okumadim. Kazim Karabekir’in ‘Istiklal Harbimiz’ini de (savcinin iddianamesini okumak, onemli kisimlarin neler oldugunu gormek icin yeterliydi cunku).

    O yuzden, isterseniz (sizce de uygunsa), gelin bu luzumsuz detayi gecelim. Onun yerine, –burada Marksist oldugunu nick’iyle ima eden siz oldugunuza gore– konusulan konuda Marx’in sadre sifa bir seyler soyledigini dusunuyorsaniz, dile getirin ve bizler de tenevvur edelim.

  36. marxist argüman

    necip’ten alinti:

    “SSCB’nin cokusunu bir basari sayip bunu da kendilerinin sahip ciktigi ‘kapitalizm’e yamamak, evet, basarili bir kurnazliktir.
    Ama, bu, ‘kapitalizm’in bir ‘sistem’ oldugunu, birileri tarafindan suurlu/bilincli bir sekilde kuruldugunu, yonlendirildigini gostermez.”

    önce aceleyle yazdigim icin tam dogru olmayan bir ifademi düzelteyim: sovyetler birligi yikilmadi, kendini fesh etti; yani sovyet imparatorlugu bir halk ayaklanmasiyla falan cökmedi, sovyet politikacilari planli ekonomiden serbest piyasa ekonomisine/pazar ekonomisine gönüllü gecis yaptilar. sovyetlerin son lideri gorbacov’un glastnost ve peresroika denilen reformlari devlet mülkiyetine dayali sosyalist plan ekonomisinden, sahis mülkiyetine dayali serbest piyasa ekonomisine/kapitalist ekonomiye gecis reformlaridir.
    necip, bunlari internette, vikipedia da okuyabilirsin, ben sana herseyi sifirdan anlatamam, buna ne zaman ne de sabir yeter.
    simdi necip gibi para kazanmak ve mülk/servet biriktirmekten dünyada olan biteni takip etmeye vakti olmamis insanlara birsey anlatmak kolay degil.
    bu dünyanin siyasi/toplumsal/ekonomik düzeni ne tanrinin ne de doganin/tabiatin ürünüdür; insanlarin bilincli tercihidir. insan derken, herseyden evvel tabii ki siyasi/ekonomik/askeri güc sahibi insanlardan behsediyorum. mesela, T.C. denilen devletin kurulusunda siradan insanlar her ne kadar
    asker, piyade vs. olarak gönüllü ya da gönülsüz katkida bulunmuslarsa da, ama asil karar verici kesim askeri/siyasi/ekonomik güc sahibi insanlardir. örnek, T.C. anayasasi kurulurken benim dedemin babasina kimse: “devlet ister misin, nasil bir ekonomik/siyasi düzen arzuluyorsun, laik mi islami mi, kapitalist mi kollektif mi bir düzen arzu edersin” diye sormamis. karari verenler belli, m. kemal ve tayfasi.

    necip, bundan on yillar önce, sen para ve mal/mülk hesabi yaparken, iki kutuplu yani iki rakip/düsman/karsit sistem dünyada vardi. kapitalist/emperyalist bati ile kendilerini “real sosyalist” olarak adlandiran dogu bloku/sovyet bloku. bu iki blok’a ait devletler arasi diplomatik ve ticari iliski ya hic yoktu ya da cok azdi. bu iki blok arasinda sicak savas degil ama tam 40 yil “soguk savas” denilen sistemler savasi yasandi. magazin haberlerle ilgilenecegine en azindan vikipedianin bu konudaki ansiklopedik bilgilerini oku. amerika’nin basini cektigi blok siyasi yönetim bicimine “demokrasi”, ekonomik sistemine de “serbest piyasa ekonomisi/pazar ekonomisi/ kapitalist ekonomi” diyordu hala da öyle adlandiriyorlar. sovyet/cin blokunun ise siyasi yönetim bicimi tek parti yönetimi, ekonomik sistemiyse özel mülkiyet/özel tesebbüscülügün yasak edildigi sosyalist plan ekonomisi. yani senin anlayacagin sovyet/cin sisteminde senin gibi kapitalistler yoktu.
    basini amerika’nin cektigi kapitalist blok’un sosyalist bloku düsman ilan etmesinin sebebi, sosyalist blokun özel tesebüscülügü yasaklamasi ve kendi pazarlarini kapitalist devletlerin ticari firmalarina kapatmalariydi. bundan dolayi kapitalist blok, sosyalist sistemi cökertmek icin elinden geleni ardina koymadi; bunun icin NATO askeri pakti olusturdu, sovyetler birligini nükleer savasla tehdit edip, sovyetleri silahlanma yarisina mecbur etti. bu silahlanma yarisi tuzagina düsen sovyet ekonomisi iyiden iyiye zayifladi. en sonunda sovyet politikacilari pes ettiler ve kapitalist ekonomiye ve cok partili siyasi sisteme gönüllü gecis karari aldilar. sistem/düzen diye birsey var mi diyerek cok zeki olduklarini ispatladiklarini düsünen necip ve tayfasina cevabim böyle, özetin özeti oldu ama bu dar alanda destan da yazamam ki, degil mi?

  37. Başka bir sitedeki yorumlardan;

    Dikkat çeken bir konu, Türkçede kullanılan dini terimlerin çoğunun Arapça olmaması. Namaz Arapça değil. Farsça. Arapçası salat. Abdest Arapça değil. Farsça. Arapçası ne bilmiyorum. Oruç Arapça değil. Farsça. Arapçası savm.
    Açıkça görünüyor ki Türkler İslamı Araplardan almamışlar. Farslarla bir rekabete girmişler. İslamda başı ben çekeceğim yok ben çekeceğim diye.
    Dini önce Araplar kullanmış. Sonra kullanma sırası Farslara ve Türklere gelmiş. Dinin aslında ne olduğu, ne olmadığı kimsenin umrunda değil. Amaç onu çıkara ve iktidara alet etmek. Dinin tek işlevi budur

    *

    “Siz Allaha falan tapmıyorsunuz..siz bir insana tapıyorsunuz..”

    Elbette. Daha ötesi de var. Kimse allaha inanmaz. Çünkü inanamaz. Böyle bir olanağa sahip değil. Böyle bir lüksü yok. Peki bunca dindar neye mi inanıyor? Söyleyeyim: Köşedeki bakkala, caminin imamına, başbakana, annesine, babasına, babannesine… Yani allah var diyenlere inanıyor. Allaha iman olanaksızdır. Allah var diyenlere iman ediyorlar. Yani insanlara inanıyorlar ve tapıyorlar, allaha değil.

  38. “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mîkâil’e düşman olursa bilsin ki, Allah inkâr edenlerin düşmanıdır.” (2.98)
    Cevap: Müslümanlar tanrının ortağı olmadığını söylediğine göre tüm bu ortaklar (şerikler) nereden çıktı? Onlara düşman olan Allaha da düşman sayılıyor mu? Eğer sayılıyorsa, Allahın eşi ve ortağı oldukları anlaşılır.

    “Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse, şüphesiz o büyük bir sapıklığa sapmıştır.” (4.136)
    Cevap: Halâ daha Allah’ın ortağı yok mu diyeceğiz? Allah’ın ortağı yoktur dedikten sonra inancı Allah’tan başka bir dizi koşula bağlamak çelişki değil midir?

    “Doğru yolu kendisine gösterdikten sonra Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başka yola giren kimseyi, ait olduğu yöne döndürür ve cehenneme göndeririz. Kötü yerdir orası.” (4.115)
    Cevap: Bu tarafgirlik öğretisine göre kurtuluşun yolu hakikat ve erdem değildir, peygambere uymaktır. Muhammed ve diğer peygamberler, kendi kişisel hırsları için yaydıkları bu görüşleri sıradan halkın (avamın) benimsemesi için onları Allah adına ilan etmek gerektiğini bilecek kadar kurnazdılar. Kendi bencilce amaçlarına, insanları kandırarak ulaştılar. Bunların dürüst insanlar olmadığı, ve öğretilerinin dürüst (erdemli) insanlar nezdinde değeri olamayacağı apaçıktır.

    (Swami Saraswati’nin İslam eleştirisinden)

  39. Necip’le münakaşaya girmemenizi tavsiye ederim.

    Necip’e göre, kapitalizm hayattır. Kapitalizme karşı çıkmak hayata karşı çıkmaktır. Necip –ve onun gibiler–, bunu –ön kabul– olarak dayatır ve öyle devam ededururlar.

    Böyle bir saçmalığa –kapitalizm hayattır, saçmalığına– inanan kişiyle, yani Necip’le, görüşme yapmak anlamsızdır.

    Şu –Allah [din/ler] var mı yok mu?– ile –Kapitalizm var mı yok mu?– soruları arasında benzerlik kurmaya çırpınanlara:
    İlk önce –soyut– olan ile –somut– olanı birbirinden ayırdetmeyi öğrenmelisiniz. –Soyut– ile –somutu– birbirine karıştırırsanız, şöyle yanlış çıkarımlar yaparsınız: [Dinin iddia ettiği gibi Allah’ın var olmasa bile varlığının mümkün olduğunu kabul ettiğinizde Allah tarihsel/sosyolojik/politik bir varlık değil fizik/metafizik bir varlıkmış gibi düşünürsünüz. “Kapitalizm” diye bir sistemin var -veya varlığının mümkün- olduğunu kabul edince farkında olmadan antikapitalist ideolojiyi benimsemiş olursunuz.]

    Midesine bir lokma ekmek giremeyecek kadar kapitalizm tarafından sömürülen insan, bir müddet sonra, –kainati kim/ne yarattı, önünde secdeye varmam gereken, mideme girmeyen lokma için bile şükretmem gereken bir Allah var mı yok mu?– sorusunu sormayı bırakır. Açlık, susuzluk, bir müddet sonra, –aklı da–, –[kişi kabul etmişse] dinî inancı da– bitirir. Şimdi okuyacağınız biraz kışkırtıcı olabilir, İslam’da oruç tutma süresi 1 ay değil de her gün –miladi takvime göre 12 ay– olsaydı, müslümanlar [var olduğuna inandıkları] Allah’a küfrederdi.

    –Allah’ın [din/ler/in] varlığını yokluğunu– kelimeler dolusu tartışmaya devam edebiliriz, bir sonuca, sonuçlara varacağımız meçhul. Fakat –sömürmek– eylemi ve –açlık, susuzluk– hâlleri gibi en temel –somut– durumları tartışırken, kapitalizmle karşı karşıya geliriz.

    –Not: Diğer dinlerde de olduğu gibi, İslam dininin yaygın olduğu ülkelerin çoğu, kapitalizme karşı değildir. Kaderci, fıtratçı algı, hepsi olmasa bile dinlerin çoğunun omurgasını oluşturur. Aşağıda -fıtrat- kelimesi ve İsmail Kahraman ile örneklerini okuyacaksınız.–

    İşçi ölümleri olduğunda, –bütün bu ölümler fıtrattır– diyenler ile, –kapitalizmde herkes kendi bacağından asılır, onlar da madene inmeselerdi, inşaatta işçi olmasalardı, pazarda limon satıp geçimlerini sağlasalardı, ölmezlerdi– diyenler, farklı kulvarların insanları gözükseler de, kapitalizmi aynı anda aklarlar.

    Yakın zaman önce yaşandı:
    TBMM Başkanı İsmail Kahraman geçtiğimiz haftalarda, Che’nin bir eşkıya olduğunu, –gençlerin– beyninin bu tip insanların –sözde– mirası tarafından artık zehirlenmemesi gerektiğini, bugün gençlerin, –yerli ve milli– kahramanları kendilerine örnek alması gerektiğini söylemişti. Ki Necip’te, Deniz Gezmiş’in mirasının –sözde– olduğunu, bugün gençlerin, Gezmiş ve arkadaşlarının –sözde– miraslarına özendirilmemesi gerektiğini söylemiş, Gezi parkı protestolarında katledilen gençlerin de beyninin solun tesiri altında olduğunu/olabileceğini iddia etmiş, bu tesir altında hareket etmeyip, protestolara katılmasalardı, ölmeyebileceklerini dillendirmişti. İsmail Kahraman’a ve Necip’e göre, günümüz gençlerinin çoğunun ölümünde, –sol– dolaylı da olsa sorumludur, –sol propagandaya maruz kalmasalardı, ölmezlerdi– ön kabulünü yaymaya uğraşırlar İsmail Kahraman’lar ve Necip’ler.

    İsmail Kahraman’ın, –İslamcı– bir figür olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve Che’ye hangi noktada karşı çıktığını yukarıdaki açıklamasıyla da görüyoruz.

    ABD’deki siyaset insanlarının geçmiş yıllar içinde yaptığı açıklamalara bakarsanız, İsmail Kahraman’dan farklı kulvarlarda gözükseler de, kapitalizmi aklayan aynı açıklamalar olduğunu anlarsınız.

    ABD’den Che’ye yönelik eleştiriler daha çok –The GOP, The Grand Old Party, The Republican Party– Cumhuriyetçi Parti’den ve –The Libertarian Party– Liberteryen Parti’den gelir. Elbette –The Democratic Party– Demokrat Parti’den de Che’ye eleştiriler gelir, fakat diğer partiler kadar kuvvetli, medyaya manşet olacak kadar sansasyonel değildir Demokrat Parti’ninkiler.

    Bu iki partideki –The GOP ve Liberteryen Parti– siyasetçilerin çoğu, Che’yi, Castro’yu, Küba’yı, Marx’ı, –solu–, Hristiyanlık merkezli az eleştirirler, daha çok ise, –kapitalist -sözde- serbest piyasa ekonomisini yücelterek–, –ölümcül rekabetçiliği, ölümcül bireyciliği savunarak– eleştirmeye başlarlar. Che’nin ve onun gibilerin, kapitalizme karşı çıkmasının mantıksız olduğunu, çünkü –kapitalizmin hayatın kendisi olduğunu– iddia ederler.

    İsmail Kahraman gibi –[Var mı yok mu bilmiyoruz] Allah sevdalısı İslamcılar– ile, The GOP veya Liberteryen Parti gibi siyaset kurumları, Che ve benzerlerini farklı kulvarlardan eleştirerek, kapitalizmi aynı anda aklarlar.

    –Etrâk-ı bî idrâk– tabirinin geçmişteki kullanımı, muhtevası her ne kadar farklı olsa da, bugün, şu kapitalizm meselesinde, Necip gibiler için kullanılabilir.

  40. “Evet, umut edip bekledikleri 12. İmamın durumu bu şekildedir. Öbür on bir imamın ise vefat ettiğini ve dünya hayatından uzaklaştıklarını kendileri de kabul etmektedirler. Anlaşılan odur ki, iddialarının dünya yaşamında herhangi bir aktif güncelliği olmadığını kendileri de anlamış olduklarından, kendilerine yaşayanlardan, seçim yoluyla yönetici imamlar seçtiler ve bugün, sandık başında seçmiş oldukları kimseler tarafından yöneltilmektedirler. Her ne kadar seçmiş oldukları bu kimselere, “İmamın Vekili” veya başka bir ifadeyle “Velayeti Fakih” diyorlarsa da, bu bir dil sürçmesinden başka bir şey olmayıp, gerçekte iddia etmiş oldukları on iki imamın dışında kendi reyleriyle seçilmiş imamlar tarafından yöneltilmektedirler. Bugün yönetimleriyle ilgili olarak yaşamakta oldukları fiili durum bu şekilde olup, aksine iddiaların gerçek manada bir önemi yoktur. Onlar bugünkü fiili durumlarıyla on iki imam iddialarının dışına çıkmışlardır. Bu durum, hayali gerçeklerle, somut gerçeklerin mücadelesinde, somut gerçeklerin galip gelmesi olayıdır. Uygulama imkanı olmayan ve aynı zamanda hayat gerçekleriyle bağdaşmayan hayali iddialler hiçbir zaman tatbik imkanı bulamazlar, öyle ki, aradan geçen asırlar içerisinden, şimdiye kadar dünyada yaşamış olan tüm insanlar, İmamiyye Şiasının iddia etmiş olduğu Mehdi’yi başlarına imam olarak getirmeyi amaçlamış olsalar dahi, buna imkan bulamazlardı, zira mevcut olmayan ve olması da mümkün olmayan hayali durumların, realite olarak gerçeğe dönüştüğü görülmüş şey değildir.”
    İMÂMİYYE ŞİASI’NIN İMAMET KONUSUNDAKİ İNANÇLARI
    Kuran Dışı Oluşumların Eleştirisi ve Kuran’a Arzı – Vehhabilik, Şiilik, Tasavvuf ve İslam iddialı filozoflar – Fereç Hüdür

  41. marxist argüman

    ulus/millet/irk ideolojisine karsi argümanlar 2-)

    ogürsel’den alinti:
    “Ortak dil insanları birbirine bağlayan en önemli bağdır; ve bu nedenle ben kendimi bildim bileli “Ana dilde eğitimi” savunmuşumdur.”

    dil insanlararasi bir iletisim aracidir, bundan baska da hic birsey degildir. ogürsel gibi ulus/devlet idealistleri, ait olduklari, ya da kendilerini ait gördükleri ulusun/milletin dilini, kültürünü, tarihini, edebiyatini, masalini, gelenek, töre, kisacasi her türlü ivir ziviri idealize ederler. neden? cünkü ulus/millet ideolojisi ortak bir dil, kültür, tarih, cografyayi vs. varsayar; yani dini ideoloji nasil ki ortak bir kitap, ortak ritualler, ibadetler vs. üzerine in$a edilmisse, ulusalci/milliyetci ideolojide ortak dilin, kültürün olmadigi yerde efsane ve uydurmalarla o boslugu doldurur -örnek: di$i kurt asena, demirci kawa efsanesi-, ortak cografyada herkesin bildigi gibi savaslarla, zorla zapt edilen topraklar vatan/ülke topragi olarak kutsanir; o topraklarin her karisinin kanla sulandigi, o topraklardan tek bir cakiltasi bile verilemeyecegi söylemlerini istisnasiz bütün ulusalci ideolojilerde bulmak mümkün.

    “İnsanları birbirine boğazlatan Ulus-Millet ideolojisi değil; üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı ilişkilerdir.”

    ogürsel, bugünkü cumhuriyette bir haber var: 1994 yilinda londrada T.C. muhalifi bir sendikaci MIT elemanlarinca öldürülüyor; bu kahramani mehmet agar’in yanina götürüyorlar, agar o’nu “aslanim” diye tebrik ediyor. londra halkevi eski baskani nafiz bostanci da ayni dönemde saldiridan kil kurtuluyor. yine yakin zamanda pkk’li 3 kadin militan MIT elemani oldugu belli bir türk milliyetcisi tarafindan öldürüldü biliyorsun. böyle seyleri sadece T.C. yapmiyor, istisnasiz tüm devletler muhaliflerine ayni muameleyi yaparlar. amerikali bir politikaci “snowden’i insansiz hava ucagiyla ortadan kaldirmak lazim” demisti.

    ogürsel, türkiyede mehmet agar gibi bin operasyon yapanlari, veli kücük, abdullah catli gibi insanlari insan öldürmeye motive eden nedir? bu insanlar öldürmekten keyif aldiklari icin mi o isi yapiyorlar? sözkonusu bu katillerin cinayetleriyle senin yukarda iddia ettigin “üretim araclarinin özel mülkiyeti iliskileri” arasinda dogrudan bir bag kurmak mümkün degildir; tersini iddia ediyorsan yaz bizde bilgilenelim.
    yukarda ismini saydigim katilleri ve benzerlerini motive eden sey herseyden önce devlet/vatan/millet/ülke sevgisidir. bunu nerden anliyoruz?
    birincisi, bu insanlar yaptiklari i$ten, üstlendikleri görevlerden. yani devletin ve vatanin milli cikarlarini korumaya yönelik resmi ya da resmi olmayan görevleri üstlenmisler. sözkonusu bu görevleri üstlenen insanlarin hepsi istisnasiz vatansever/milliyetci ideolojiyi özümsemis insanlardir. ve o cinayetleri para, kariyer icin falan degil, herseyden evvel devletin bekaasi, vatan bölünmez bütünlügü icin yapiyorlar.
    ikincisi, dikkat edersen yukarda sözü gecen vatansever katiller rastgele insan öldürmüyorlar; devlete ve rejime muhalif insanlari öldürüyorlar. gercek bu kadar acikken, insanlar ulusalci/milliyetci ideoloji yüzünden birbirlerini öldürmüyorlar iddiana sen kendin inaniyor musun gercekten?
    sana son bir soru: senin vatanseverligin/devletseverligin ile mehmet agar gibilerinin vatanseverligi/devletseverligi arasindaki fark nedir?
    benim tezim: sen de onlar da milliyetci ideolojiyi iliklerinize kadar özümsemissiniz, aranizda ki fark: o katiller vatan/millet/devlet icin gözlerini kirpmadan ölmeye ve öldürmeye hazirlar, nitekim yapiyorlarda. sen de ise vatan/devlet sevgisi henüz o asamaya varmamis; henüz elini kana bulamamis “masum” bir sevgi sözkonusu, fakat bu sevginin “sevgili ülkeme” yan bakani her an öldürmeye ve “sevgili ülkem” icin her an ölümü göze alma potansiyeli/zemini tasidigi kesin.

  42. Nisan-Mayıs 2017 erken seçim geliyor!

    Nisan-Mayıs 2017 itibariyle, Erdoğan’ın talimatıyla baskın seçim – erken seçim olabilir.

    Erdoğan, AKP içindeki kripto-Fethullahçı olarak mimlediği şu an aktif milletvekillerini (ve Nisan-Mayıs’da ilk kez aday olacaklar arasındaki kripto-Fethullahçıları) eleyip, yeni milletvekili listeleri ile seçime girip, AKP içindeki “temizliği” yüksek ses çıkarmadan tamamlayıp, 2019 sonrasını kurtarmaya 2017’den başlayarak çalışabilir.

    Eğer Erdoğan, oluşturduğu bu yeni “temizlenmiş” liste ile, Nisan-Mayıs 2017’deki seçimde %52’nin üzerinde oy almayı başarabilirse, hem Anayasa’yı değiştirip hem başkanlık sistemini getirme hayalini kuruyor, planını yapıyor olabilir.

    Nisan-Mayıs 2017’deki seçimde %50’nin altında oy alırsa, “en azından AKP’yi Fethullahçılardan tamamıyla temizlemiş oldum. 2017-2019 arasında ülke gündemini katakullillerle yoğurup, Anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin yolunu açabilirim. Bu erken seçim ile, Fethullahçıları, partimden tamamıyla tasfiye ettiğime göre, milletvekili kumpasları ile 2019-2023 hedeflerimi engellemeye artık hiçkimse kalkışamaz” diye düşünebilir.

  43. ‘Sistem’ nedir?

    En yalin haliyle, ‘belli bir zaman dilimini boyunca yapilan gozlemler sonucunda, isledigi gorulmus, (icerik ve fonksiyon bakimindan) farkli bilesenlerden olusabilen yapi’.

    Bunlar da, temelde, ikiye ayrilir:

    1) ‘Kul-işi’ 😉 ‘sistem’ler.

    Gunumuzde herkesin asina oldugu en yaygin orneklerden birisi ‘bilgisayar’lar digeri de ‘isletim sistemleri’dir.

    Hayli karmasik olmasina ragmen, secresi bellidir –kim(ler) tasarlamis, kimler uygulamaya koymus filan, bilinir.

    2) ‘Kul-işi’ olmayan ‘sistem’ler.

    ‘Eko-system’ler (icinde canlilarin yasadigi) buna en iyi orneklerdendir.

    Mesela, ‘hydrothermal vent’leri (‘sicaksu cikislari’ni) dusunebiliriz. [ https://en.wikipedia.org/wiki/Hydrothermal_vent ]

    Bunlar okyanuslarin derinlerindeki catlaklardan sizan sulfur acisindan zengin, sicak su ve gaz sizintilaridir.

    Okyanuslarin derinliklerine gunes isigi ulasamadigi icin, ‘fotosentez’ ile beselenen canlilarin (bildigimiz bakterilerin, planktonlarin, bitkilerin, vs) yasamasi mumkun degildir.

    Bu yuzden, buralardaki turlu cesitli canlilar, hayatta kalabilmelerini ‘kemosentez’ (kimyasal sentez) yapabilen bakterilerin oldugu ‘gida zinciri’ne borcludurlar.

    Yani, normal canlilar icin zehir anlamina gelen sulfuru ve suyun sicakligini kullanan apayri bir bakteri turu, diger canlilarin hayatta kalmalari icin gereken biyolojik gidayi uretir –yasam da onun etrafinda gelisir, serpilir.

    Bu bir ‘ekosistem’dir.

    Okyanuslarin derinliklerinde volkanik sizintilarin oldugu yerlerde, boyle, hem farkli hem de –genel anlamda– birbirine ‘benzer’ ‘ekosistem’ler olusur.

    Ve, sozkonusu volkanik sizintinin devam ettigi muddetce var olurlar, volkanik sizinti sona erdiginde de ortadan kalkarlar.

    Bu tur ‘ekosistem’lerin, haliyle, bir tasarlayicisi ya da uygulamaya alani yoktur –‘evrim’, ‘Allah’ vb gibi soyut (oznesi belli olmayan) unsurlari gozardi ediyoruz.

    Bu ‘ekosistem’de, digerlerinde de oldugu gibi, yasayabilen canlilar bellidir. Yani, o sartlara adapte olabilenler (kendi aralarindaki rekabette basarili olanlar) yasar; adapte olamayanlar yok olurlar ya da hic var olamazlar.

    Simdi..

    Boyle bir ‘ekosistem’de yasayan bir canli oldugunuzu dusunun –akliniz, suurunuz filan da aynen sizin su anda oldugunuz gibi olsun..

    ‘Ekosistem’in kendisini peydahlayan temel unsurlari kontrol etmek sizin elinizde degil, sizden once (ve ‘kendiliginden’) kurulmus bir ‘sistem’den bahsediyoruz; siz ve sizin turunuz (digerleri gibi) o ortamda var olmussunuz –onu olusuran parcalardan/bilesenlerden birisi sizsiniz.

    O sizsiz olabilir (azicik daha farkli bir ekosistem olarak devam edebilir) ama sizin onsuz olabilmek gibi bir luksunuz yok..

    Bu ‘sistem’e karsi, muhalif, olmak akil isi midir?

    Bence degil.

    Yapilmasi gereken, yapilabilecek, tek sey: Bu ‘sistem’ icinde, sizin (veya icinde sizin de bulundugunuz toplulugun) hayat sartlarini iyilestirici adimlara yonelmektir.

    Bu da, ancak, icinde bulundugunuz ‘sistem’i daha iyi tanimak, anlamak ve –ona ‘karsi olmak’ ile degil– verdigi imkanlari kullanmakla olur.

    Antikapitalistlere anlatmaga calistigim sey, esasen, budur.

  44. 39… M. Argüman.. Bir “robot” olabilir mi? Mümkün..

    Peki Stalin vb. adamların cinayet ilişkilerinin arkasında hangi ideoloji vardı? Daha mı “ulvi” sebepler mi?
    Katillerin, iktidar manyaklarının her zaman cinayetlerine uydurdukları iyi sebepleri olacaktır. Din adına işlenen cinayetler ve ideolojiler adına..
    O andıklarının çoğunun bu işleri yaparken iyi para kazandıklarını biliyorsun; uyuşturucu işleri.. vs..
    *
    Maskelere takılıyorsun.. Senin sorunun salt görünenle ilgilenmen… Yöntemin sorunlu. Her yerde “düşman” gören bir zihniyet…
    Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır; bu yanını besleyen üretim ilişkileri kendine uygun maskeyi üretir..
    Her alçaklık; zalimlik, kendine en kutsal sebepleri zaten üretir.. Sende de olduğundan hiç kuşkum yok… Marksizm adına işleyeceksin cinayetlerini..

    Çok adamda var.. sende de.. İnsanları sahip olmadığı-savunmadığı fikirleri yamayıp, sonra da verip veriştirmek.. Bu tür entelektüel ahlâk ne de çekilmez..

  45. “Etrâk-ı bî idrâk– tabirinin geçmişteki kullanımı, muhtevası her ne kadar farklı olsa da, bugün, şu kapitalizm meselesinde, Necip gibiler için kullanılabilir.”

    Bu blogun tepesinde de aradabir -rastgele– gorulen su sozu hatirlatmak isterim:

    “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”

    Siz, benim dediklerimi, fikirlerimi degil; beni tartisiyorsunuz.

    Bu, beni onemli hissettirmek acisindan –benim acimdan– hos tabii ki.. ama, sizin acinizdan pek de oyle degil gibi sanki.. Ne dersiniz?

  46. Marksist demagog, O. Gürsel’e cevaben yazdıkların laf ebeliği, gevezelikten başka bir şey değil. İnsanları savunmadığı görüşleri savunuyor gibi gösteriyorsun. Sadece burada da değil.
    Böyle tepkisel, agresif, ezberci demagoglarla tartışmak zaman kaybından başka bir şey değil.

  47. İslami faşizm olarak adlandırılan sürecin gerçekliğe ne ölçüde tekabül ettiğini, gerçekliği temsil edecek bir kavram seti olup olmadığını tahlil etmek, anlamak gerekiyor. Evet, islami temalarla bezenmiş bir baskı ortamı mevcuttur. Sözgelimi insanlar giyim kuşamlarına göre sınıflandırılıp ayrıştırılıyor. Evet, devlet aygıtına eklemlenmiş bir faşist karakter de söz konusudur. İşkenceler, hak ihlalleri artık gündelik hayatın bir parçasıdır…Ancak bunun kitleselleşmiş olduğunu iddia etmek ne kadar sağlıklı bir durum? Yani bugün kitlesel bir faşizmden söz edilebilir mi? Daha ok olan kayyum tipi bir yapı ve özel ve kamu sektörü-polis-parti yapısının toplumun geri kalanını hizaya getirmesi var. Tam tersine kitleselleşemediği için de iktidarı pamuk ipliği gibi, her an bir darbeyle sallanabilir bir yapı arz ediyor.
    Doğru, mevcut hükümet seçimlere giden yetişkin yüzde seksenin yarısının oyunu almaktadır. Bu da kabaca nüfusun yüzde kırkına tekabül eder. Ancak buradan ve sokağa dökülen güruhlardan hareketle toplumsal kutuplaşma sonucuna çıkmak ne kadar doğru? Özellikle burjuva medyası bu konuyu gündeme getirmekte ve kitleyi laik ve islamcı ekseninde ayrıştırmaya ve meseleyi yine kültürel bir çatışma olarak servis etme konusunda istekli gözüküyor…ancak bu yeme ve oyuna gelmemek gerekiyor. Asıl bir tehdit varsa, bu islami faşizm olarak değil ancak lümpen ve çeteleşmiş ışıdvari küçük bir azınlıktan gelebilir. Buna karşı da yapılabilecek en iyi şey bu çete tipi yapıları yalıtmak, onlara yaşam alanı bırakmamaktır. Bunu yapabilmenin en önemli yolu mahalle bazında direniş, müdahale odakları oluşturmak ve kesinlikle insanların dini ve kutsal değerlerini bu direnişin öznesi yapmamaktır. Yani problemin kaynağı genel kitlenin dini ya da islami duyarlılıkları değildir. Evet, hükümetin bir kanadı bu gediği yarmaya ve buradan açacağı yol üzerinden kitlesel öfkeyi kanalize etmeye yahut yönlendirmeye çalışmakta…buna müsaade etmemek ve basit bir islamcılık vs. laiklik dikatomisi üzerinden ilerlememek gerekiyor. Bununla birlikte dini tercihlerin türkiye özelinde belli bir politik hat üzerine oturduğu gerçeği de yadsınamaz.burada özellikle alevi kitlenin sola meyilli oluşu etkili olmaktadır. Bu nedenle de genel kitlenin dini tercih ve hassasiyetlerinin nasıl bir politik yönelim içine girebileceği konusuna ayrıca eğilmek gerekir.

  48. özgürlükçü

    Enteresan insan aynı yanlışı hatayı tekrar tekrar neden yapar?????
    Zileli bu tarz boyundan büyük laflar analizleri hemen yılda 3-5 kez yapıyorsun.Dönde bir kez geçmişte yaptıklarına bak olup bitene bak?????
    Sürekli yanıldığın halde temel perspektifi ayni analizler???
    Bu sefer uzun yıllardır gizli açık çeşitli biçimlerde kurumlaşmış Faşizmimizin temel eksikliği olan kitle tabanı kitle desteği kitle hareketi ne bürünmüş olmasını fark etmesi dışında yeni bir şey yok yazıda
    Hatta eski yanlışlar devam etmiş 2002 den beri uzun yıllar iktidar kemelist orduyu tasviyeye uğraşmışmış falan filan ülen Tayipten daha büyük ve fazla Kemalist ve orducu olabilirmisin zileli????
    Hala akıllanmadımnız?
    Sizde 3 gram akıl yok??Ben size demedimmi bayrağıda atatürküde kemalizmide orduyuda vatan millet sakaryayıda dinci dediğiniz Tayip hepinizin elinden alır dediğimi hatırla???
    Hatırla 1-2 yıl önceki bu tarz analizlerini hangi perspektiften eleştirmiştik???
    Buram buram milici orducu devletçi eski efendici kokan analiz olmuş???
    İslami faşizme karşı her türlü mücadele meşrumudur???????
    Bu iktidardan önceki millici ırkçı faşizme her türlü mücadele meşru niye değildi?????
    Bu analize göre bu seviyedeki Faşizme karşı silahlı kendini savunma dahil mücadele meşru olur???
    Nasıl olacak sen bunu yapanlara neler diyorsun?????
    Zaten yazıdan sonraki tartışmalara bak???
    Sevgili ülkem vatan millet biz onlar bizden olan olmayan milli zilli olan olmayan??
    Ulusalcı zehir kolay tükenemiyor tükenirken bile fark ediliyor???
    Toplumsal muhalefete yapılabilecek en büyük kötülük HDP yi CHP ile işbirliğine zorlamaktır???
    Nedeni şudur ceberrut sisteme karşı mücadelenin birinci kuralı sistemden tam bir kopuşla mümkündür sistem aktörleri ile işbirliği yaparak bu mücadeleyi başarmak imkansızdır?
    Kaldiki HDP bile henüz sistemden tam bir kopuşu gerçekleştirememişken bu öneri bütünüyle mücadeleyi düzene eklemlemekle sonuçlanır??
    2017 de baskın seçim olmaz iktidar aptal değildir zaten bütün bu yapılanlar şimdiden görünür olan HDP başarısını engellemek içindir ilk genel seçimde HDP 10 milyonun üstünde oy alacağını efendiler iyi biliyor da biz HDP nin kıymetini henüz anlayamadık?????

  49. marxist argüman

    ogürsel’den alinti:
    “Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır; bu yanını besleyen üretim ilişkileri kendine uygun maskeyi üretir..”

    benim necip’te elestirdigim “fitrat ideolojisi” tamda bu oluyor; ogürsel daha net/acik ifade etmis. diger bir deyisle, dünyadaki “kötülüklerin” kaynaginin kötücül insanlar daha dogrusu insanin “kötü fitrati, kötü tabiati” oldugu konusunda ogürsel ve necip yüzde yüz hemfikirler.
    bu bakis acisina göre dünyada ki “kötülüklerin” kaynagini düzende/devlette/ideolojide/toplumsal iliskilerde aramak yanlistir; “kötülügün” kaynagi insanin tabiati/fitratidir.

    evet ogürsel, bir yandan “özel mülkiyet” iliskilerini elestiriyorsun, diger yandan düzeni/devleti/toplumsal iliskileri temize cikarip, bütün kötülüklerin faturasini insanin karakterine/tabiatina cikariyorsun. senin dedigini dogru sayarsak:
    birincisi, kötülüklerin kaynagi insansa, bu demektir bu dünyada kötülük hic bitmeyecek. yani dünyanin hallerini kacinilmaz bir kader kabul edip, susmak lazim.
    ikincisi, insanin fitrati/tabiati diye tabir edilen $eyin dogustan geldigi kabul edilir; bu demektir insanoglu istesede baska türlü yapamaz, tabiatina/fitratina söz geciremez, cünkü öyle dogmustur. o halde, insanlari elestirmekte yersiz bir mesguliyet oluyor; cünkü karsidakinin $unu deme hakki var: “ben böyle dogmussum, elimde degil!”

    ogürsel’den alinti:

    “Peki Stalin vb. adamların cinayet ilişkilerinin arkasında hangi ideoloji vardı.”
    cevap: real sosyalist sistem. yani stalin anadan dogma kötü bir insan oldugu icin o i$leri yapmadi. dikkat edersen söz ettigimiz insanlar kisisel nedenlerle seri cinayet isleyen adli suclular falan degiller; devlet adamlarindan bahsediyoruz; devletten yetki alan ve devlet namina hareket eden insanlardan bahsediyoruz.
    marxist terminolojide “charaktermaske” ya da “personifikation” kavramlari var. insanlarin yasadiklari toplumda üstlendikleri görevlere, rollere kendilerini adapte etmeleri; bir makamin, görevin, rolün hakkini vermek seklinde tarif etmek yanlis olmaz sanirim.
    örnek; herkes cellat olarak calisabilir mi? ya da devlet/rejim düsmani “vatan hainleri”ne siyasi $ubelerde i$kence yapan devlet memurlari vardir, her insan iskenceci olarak calisabilir mi?
    benim tartismak istedigim aslinda baska birsey: bizim elestirmemiz gereken idam/ölüm cezasi midir, yoksa o isi yapan tek tek cellatlari mi elestirmeliyiz?
    cellatlik yapmaya hevesli insanlar oldugu icin mi ölüm/idam cezasi vardir, yoksa idam/ölüm cezasi oldugu icin mi cellatlik meslegi vardir?
    iskence ya da katliam yapmaya hazir insanlar oldugu icin mi iskence/katliam vardir, yoksa devlet, kimi insanlari “vatan haini” olarak kategorize edip onlara iskence ya da ölümü reva gördügü icin mi iskence/katliam vardir? vs…

    ogürsel’in yazdiklarina inanacak olursak, mehmet agar, veli kücük, abdullah catli gibi vatansever katiller tamamiyla kendi kisisel inisiyatifleriyle, hatta ve hatta devletten gizli o i$leri yaptilar.
    gercek nedir: yukarda adi gecen vatansever katiller devletten gizli degil, devleti yönetenlerin ortak kararlariyla o eylemleri yapiyorlar. böylesi isler devletin emniyet müdürü, istihbarat $efi, general, ic isleri bakani, basbakan gibi devlet adamlarinin ortak karalariyla yapilir.
    bir devlet adina katliamlar bazi “hirsli” insanlarin istisna icraatlari falan degildir. tam tersine devletin programi geregi, devletin bekaasi icabi yapilan islerdir. bir devletin milli güvenlik stratejisi “bölücü terör”ü ya da “anar$ist/komünist akimlari” devletin varligi icin “tehdit” olarak kategorize etmisse, bunun mantiki sonucu, bunun geregini yapacak vatansever milliyetcileri de yetistirip, görevlendirmektir.
    bundan dolayi tek tek insanlara degil, o insanlarin üstlendikleri misyona, göreve, makama bakmak lazim; tek tek insanlara degil, bir devletin programina, anayasasina, milli güvenlik stratejisine vs. bakmak lazim.

    necip’ten alinti:
    “Marx’in sadre sifa bir seyler soyledigini dusunuyorsaniz, dile getirin ve bizler de tenevvur edelim.”

    necip, ben simdiye kadar hicbir yazardan alinti yapmadim, yapmayacam da; dogru bulmuyorum. burada cesitli konularda fikir tartismasi yapiyoruz, benim yaklasimim marxist/komünist bakis acisini yansitiyor zaten. en azindan anladigim kadariyla ve bunu dile getirebildigim oranda.

  50. Sokakta olmanın neyi kötü? Başımızın etini yemiyor musunuz Gezi’den beri? Siz Müslümanlar sokağa çıkamazsınız. Gün Zileli’nin sevdiği insanlar çıkabilir ve onlar muteberdir 🙂

  51. İnsanları dillerine, rengine, cinsiyetine, diline göre sınıflamam. Kendi adıma dünyanın her yerinde yaşayabilirim ama sanırım anılarımı taşıyan belli mekânları özleyebilirim.
    İnsanların birer “sürü hayvanı” tabiatı nedeniyle birbirlerine sokulma ihtiyacını; köyünde, dağında alıştığı hayatı sevmesini anlarım. Benim böyle bir hayatım olmasa da..
    Gençlere dünyanın her yerinde çalışabilecek, yaşayabilecek donanımı elde etmelerini önersem de…

    “dil insanlararasi bir iletisim aracidir, bundan baska da hic birsey degildir.” Bu cümle bir robot cümlesi; nesnel gerçekliği ifade ederken, o gerçeğin arkasında insana dair “iletişimle” ilgili derin sancılardan habersiz…
    Dil, yalnızca konuşma değildir; dil aracılığıyla iletilen nice duygunun da aracıdır; ve yeterli olmadığı için buna müzik, şiir eklenir; bunlar da iletişim çabasına ait “tekniklerdir”.
    *
    İnsanlararası adaletsizliğin; sömürünün, vahşetin asıl-temel sebepleri nelerdir?
    Sömürü ve tahakküm ve bunları üreten üretim ilişkileri mi; önemli; yoksa bunları varetmek-sürdürmek için üretilmiş ideolojiler mi? Ulus-devlet modeli benim de reddettiğim bir yönetim şekli… Bu geçmişte Ulus devlet içinde üretilmiş, geleceğe kalabilecek inkâr etmemi gerektirmez; kaldı ki, insanlık “ileriye” giderken, geçmişinden yararlanır; daha doğrusu bunlar zaten o geçmiş içinde tohum-fidan olarak gelişmiştir.
    Feodal dönemin insandan-insana dolaysız ilişkileri özlenir…
    Bilinen-egemen milliyetçilik başka bir şeydir; Anadolu’da sıkışıp kalmış, hiç bir ulus-din-ırk’ı aşağılamadan “doğal” hayatını benimsemek başka bir şeydir.
    Kendi dilini, kimliğini reddetmeden enternasyonal olabilmek iyi bir şeydir; yerel-ulusal her şeyi kötüleyerek “şaşkın bir insan” olmak da yabancılaşmadır…
    *
    Alman Faşizmine karşı yaşadıkları “mahalleler” için direnen Yunan’lı, İtalyan, Fransız partizanları, Rus halkı milliyetçi miydi? Her şeyin bir zamanı var… Herkesin ingilizce bidiği bir dünyada değiliz…

    Sosyalistler, anarşistler… Ortak dil-ortak kültür içinde yaşayan insanlara empati göstermeyi becererek onları “barışçı kabileler” olarak, hem “kabile içi”, hem de “kabileler arası” dayanışmanın, yağmacı savaşların suç ortağı olmadan daha mutlu yaşayabileceklerini de gösterebilmeli…

    Her zaman, her “kötünün” içinde “iyi”, her “iyinin” de içinde “kötü” olduğu bilinciyle, öyle ezbere laflar ile sol buraya geldi.. Falan Yüce, Filan Hain! Şanlı Ahmet; satılmış Mehmet… Sonuç.. Rezalet elbette…

  52. son paragrafı düzetme..

    Her zaman, her “kötünün” içinde “iyi”, her “iyinin” de içinde “kötü” olduğu bilincini edinenememiş, diyalektiği ezbere seven; şabloncu-dinsel mantığı içselleştirmiş sol düşünce tembelliği ile buraya geldik. .
    Falan Yüce, Filan Hain! Şanlı Ahmet; satılmış Mehmet… Sonuç.. Rezalet elbette
    M. Argüman, sen de bu retorikle bu “yöntemi” içselleştirdiğini kanıtlayanlardan birisin..

  53. marxist argüman

    necip’ten alinti:

    “Siz, benim dediklerimi, fikirlerimi degil; beni tartisiyorsunuz.”

    yaniliyorsun necip, “anonim” mahlasli yorumcu senin hakkinda ne yazmis: “şu kapitalizm meselesinde, Necip gibiler için kullanılabilir.”
    dikkat edersen kimse senin özel hayatini konusmuyor, senin özel hayatini bilmiyorum, beni ilgilendirmiyor da. sen sürekli olarak “kapitalizm diye birsey mi var, önce onu tartisalim, önce o meretin varligini bana ispatlayin” deyip durdugun icin, sana takilsak bir arpa boyu yol almak mümkün olmaz. dolayisyla o yorumda senin özel hayatin, fiziksel görünüsün vs. tartisilmiyor, bal gibi de senin yazdiklarin, yani senin fikirlerin, özelliklede “kapitalizm” meselesinde ki fikirlerin kastediliyor. dolayisiyla “beni degil, fikirlerimi tartisin” demen yersiz olmus.
    örnek: biz burda reis tayyip erdogan’in icraatlarini, demeclerini tartisinca, “tayyip’in kendisini degil fikirlerini tartisin” demek yanlistir, cünkü öyle bir ayirim yapmak mümkün degil. bunun istisnasini yukarda yazdim: $ayet birileri burda tayyip’in boyunu posunu, yedigini ictigini vs. yazarsa, sadece o halde hakli olabilirsin. ama öyle bir durum sözkonusu degil.

    44 nolu “anonim demagog”, ogürsel’in hangi yazdiklarini carpitmisim, demagoji nerde yapmisim, somut yazki senin agzinin payini vereyim. aksi halde sana sadece mide bulandiran sivrisinek muamelesi yapmak zorundayim. “vatanseverlik, milliyetcilik” illetini te$hir etmekle senin gibi vatansever milliyetcilerin huzurunu kacirdigimi farkindayim: “agiz tadiyla bir milliyetcilik/vatanseverlikde mi yapamayacagiz” dedigini duyar gibiyim.

  54. marxist argüman

    ulus/millet/irk ideolojisine karsi argümanlar 3: irkciligin/fa$izmin boy verdigi zemin, fidelik ulusalcilik/milliyetciliktir.

    fa$izm deyince demokrasi idealistlerinin, -buna sayin zileli gibi anarsistler ve fikret baskaya gibi marxistler de dahildir- aklina ilk gelen ulusalcilik/milliyetcilik/irkcilik degil, tek parti/tek adam yönetimidir. fa$izm olgusu böyle yanlis bir sekilde anlasildigi icin, fa$izmin alternatifi/karsiti olarakta günümüz burjuva demokrasisi/bati demokrasisi anlasiliyor. sayin zileli gibi demokrasi idealistlerinin “islami fa$izm” yazilarinda dikkat edilirse sürekli “diktatörlüge” vurgu yapilirken, fa$ist düsüncenin ilk evresi olan milliyetcilige, yani türk islamcilarinin milliyetciliginden/ulusalciligindan hic söz edilmiyor.

    fa$ist kimdir? cevap: hayal kirikligina ugramis vatansever/milliyetci vatandastir; mevcut hükümetin, politikacilarin icraatlarini yeterince “milli” bulmayan ya da yanlis bulan, devletin/milletin/vatanin milli cikarlarinin yeterince gözetilmedigini, devlet düsmani vatan hainlerinin hak ettikleri muameleyi görmediklerini düsünen yurtsever vatandastir.
    günümüz modern ulus devletlerinin milli egitimini özümsemis normal bir vatansever vatandasin radikalle$ip, fa$ist olmasi yukarda belirttigim gibi devlet/millet/vatan icin duyulan kaygidan baska birsey degildir.
    fa$ist, kapitalist sömürü iliskilerinin ürünü olan cesitli siyasi/ekonomik sorunlardan icerde ki “vatan hainlerini” ve “DI$ gücleri” sorumlu tuttugu icin “vatan haini” avina cikar. devletin yetersiz kaldigini düsündügü yerde, kendisi inisiyatif alir, ve “devlet/millet düsmanlarina” karsi eylemlere girisir: örnek: mhp’li fasistlerin yaptigi maras, corum katliamlari; islamci/dinci fasistlerin yaptigi sivas katliami vs.

  55. –Siz, benim dediklerimi, fikirlerimi degil; beni tartisiyorsunuz.–

    Seni değil, fikirlerini tartışıyorum/z. Örnek, –henuz ‘kapitalizm’in bir ‘sistem’ oldugunu ikna edici bir ‘arguman’la gosterebilmis degilsiniz– 41 no’lu metninde, –computer– ve –ekosistem– üzerine lecture vererek, kapitalizmin hayatın kendisi olduğunu ispatlamaya uğraşıyorsun ama olmuyor, olamıyor. Bakteriler ile insanlar aynı hayat içinde yaşıyor, fakat insanlar kararlar alırken, bakteriler gibi düşünmeye, bakteriler gibi hareket etmeye mahkûm değil. Charles Darwin [ve aynı/benzer ekolde olan diğerleri] bugün dirilse ve şu sayfada yazdıklarını okusa, Necip, seni kızılcık sopası ile kovalardı.

    Kasıtlı/bilinçli olarak kabul etmediğin şey, Necip, insanların, –ölümcül rekabetçi olmayı–, –ölümcül bireyci olmayı– tercih etmeye mahkûm olmadığı durumlar. Bakteriler, bitkiler, piranalar, aslanlar, jaguarlar, kuşlar, primatlar, köpek balıkları, planktonlar…[saymaya devam edebiliriz]… birbiriyle [ve çevresiyle] rekabet ederek, –güçlü olanın devam edebildiği– bir hayatı yaşıyor diye, insanlar da aynı yolu tercih etmeye mahkûm değil. Kapitalizm, –ölümcül rekabetçiliği– körükler, –ölümcül bireyciliği– körükler, –sömürüyü– körükler. Hayvanlar aleminin bir üyesiyiz diye, birbirimizi [ve çevreyi] sömüre sömüre yaşamaya mahkûm değiliz.

    Bahsettiğin –ekosistem–, biyoloji, fizik, kimya ile test edilebilir, gerçekliği, nasıl işlediği, [birçok varlık içinde özellikle] insanların nasıl davranması/davranmaması gerektiği ile ilgili ipuçları verebilir. Kapitalizmin ise, bahsettiğin –ekosistemle– %100 uyuşan özellikleri yok. Sırf, kendi kafanın içinde yetiştirdiğin fikirlerinin [bu sayfada, –kapitalizmin hayatın kendisi olduğu– tezinin] sözde doğruluğunu, sözde evrenselliğini ispat etmek uğruna, –ekosistem– lecture’ları ile tahkim etmeye uğraşıyorsun, eline yüzüne bulaştırıyorsun.

    –Physiocracy– Fizyokrasiyi savunanlara çok benziyorsun. Fizyokratlar her ne kadar dönemlerinde endüstriyel üretim/tüketim ağlarının tomurcuklanmaya ciddi ciddi başlamamış olmasını kendilerine destek noktası yaparak –toprağı/tarımı– merkeze koyup görüşlerini yaymaya uğraşmışlarsa da, hayata bakışları ve bunları –dayatma teşebbüsleri– senin –ekosistem– lecture’ın ile aynı. Quesnay ve Turgot, –ordre naturel [senin ekosistem lecture’ının ikizi]–, –laissez-faire– tohumlarını attı, Friedrich Hayek, Milton Friedman gibileri de körüklemeye devam etti.

    –Kapitalizmin hayatın kendisi olduğu– tezini savunma çabaların boşuna.

  56. Darbe denilen senaryonun arkasindan dincisi, fasisti, ulusalcisi demokrasi havarileri gibi meydanlara cikti. Dincisi , irkcisi iktidari korumak icin, ulusalcilarda laik devletini korumak icin meydanlardaydi. Sonuc ne oldu. AKP meydanlara cikanlarin guvenini aldi ve tiranligini ilan etti. Gun Zileli nedense ulusalci, Kemalistlerin sokaga ciktiklarini, AKP ile birlikte miting yaptiklarini, RTE ni sarayda ziyaret ettiklerini, darbeye karsi demokrasiyi koruduklarini soyleyenlere hic deginmiyor. Bu son donemde CHP nin yaptiklari ( MHP, AKP ile ortak imzalar ) HDP yapsaydi, kim bilir ne kadar cok elestirip karalardi.

  57. Çoğu insan devletlerdeki tarihsel devamlılığı kavrayamadığı için adına uluslaşma veya ulus-devletleşme dedikleri süreç hakkında bilmeden ahkam keser. Bu en çok da Türkiye’de yapılır.
    TC denilen devlet Osmanlı devletinin devamı olmaktan öte, aynı devlettir. Çünkü devletin adı ve hanedan dışında bütün kurumlarında devamlılık vardır.
    Osmanlı da kendinden öncekilerin devamıdır. Yerine geçtiği Bizans’ı ve Anadolu beyliklerini ortadan kaldırdıktan sonra bile yöneticilerine kendi bürokrasisinde yer vermiştir çoğu kez.
    Anadolu beylikleri ise Anadolu Selçuklularının uzantısıydı. Kurucuları Osmanlı gibi uç beyleri veya Selçuklu vezir ve komutanlarıydı. Anadolu Selçukluları da malum Büyük Selçukluların uzantısı.
    Dolayısıyla, beğenelim beğenmeyelim, bütün bu devletlerde devamlılık, doğal bir gelişim süreci esastır. Aykırı durumlar -geçici işgaller gibi- kendilerini devam ettiremezler bu yüzden.

  58. marxist argüman

    özgürlükcü, u$agim sende marxist/komünist bir damar var fakat yanildigin nokta, legal parti ve secimlerle düzeni/devleti kendi hayal dünyana göre degistirilebilecegi fikridir; bu bir illüzyondur. sen o legal partiyi kurarken kimden izin/lisans aliyorsun? devletten. demokrasilerde yapilan secimleri yasa ile belirleyen kimdir: devlet.
    sonuc: “demokrasi” denilen siyasi yönetim bicimi bir devlet icin vazgecilmez bir uygulama falan degildir; günümüz modern burjuva devletleri demokratik yönetim biciminin insanlari yönetmede/gütmede ne kadar etkili olduguna ikna olduklari icin demokrasiyi tercih ediyorlar. demokrasiyle yönetilen sözkonusu bu devletler, -T.C. de dahil- devletin varligini/bekaasini tehlikede tehlikede gördükleri an demokrasiyi, secimleri askiya alip, olaganüstü hal/SIKIYÖNETIM ilan etmede tereddüt etmezler. bunun icin her devletin anayasasinda “olaganüstü hal” kanunu vardir. örnek: fransa’nin el kaidenin eylemlerinden sonra olaganüstü hal ilan etmesi, bildigim kadariyla hala sürüyor. yine türkiyede gecmisteki askeri darbeler döneminde secim ve parlamentonun askiya alinmasi ve $u anda kanun hükmünde kararnamelerle ve kürdistanda kismi OHAL uygulamalari benim yazdiklarima birer örnektir.
    gözler önünde olan bu gerceklerden cikan sonuc: bir devletin programi/resonu, anayasasi, siyasi/iktisadi politikalari asagi yukari bellidir, bunu, vatandas/secmen degil, devleti yöneten politikacilar belirler.
    örnek, türkiyede islamcilar daha liberal ekonomik politikalar izlerken, kemalistler daha devletci iktisadi politikalar izlerler. bu gibi farklar bir devleti rahatsiz etmedigi gibi, hatta farkli uygulamalar sonucu hangisinin devlet/düzen icin daha faydali oldugunu test etmek devletin cikarinadir. fakat, örnek, komünist bir parti “ben devlette bazi köklü degisiklikler yapacam, mesela özel tesebbüscülügü ve sahis mülkiyetini yasaklayacam” derse, böyle birseyi programina alirsa, secimlere katilmak orda kalsin bir kere devletten kurulus izni alamaz.
    diger bir örnek: hdp parti olarak programina ayri bir kürdistani/ayri bir devleti hedef olarak koysa, devlet böyle bir partiye kurulus izni verir mi? vermez.
    özetle, ben parti kurarim, secimlere katilirim, devleti/düzeni de kafama göre degistirim düsüncesi tekrar edeyim bir hayaldir.

  59. Her şey çok açık…
    AKP-RTE’nin buralara geleceği belliydi.. Bakınız L. Bonapart’ın 18. Brumaire ile bağlantılı yazılanlara..
    **
    CHP Bilinen Kürt düşmanlığı üzerinde kurgulanmış Türk milliyetçiliğine teslim oldu.. Kendi taburesine kendi tekmeyi vurdu; ne acizlik, ne körlük, ne zavallılık..
    HDP ile bir “DEMOKRATİK İTTİFAK” kursaydı… Olmadı, olmayacak…

    Önümüzdeki yıllar korkunç şeyler olacak… CHP de bu acizliğiyle dolaylı da olsa basiretsizliğiyle, pasif suçortağı sayılmalıdır..
    Bu iş bitti! Yıkım olmadan, “yapım” başlamayacak..

  60. marxist argüman

    ogürsel’den alinti:
    “Alman Faşizmine karşı yaşadıkları “mahalleler” için direnen Yunan’lı, İtalyan, Fransız partizanları, Rus halkı milliyetçi miydi?”

    ogürsel, $unu pe$inen belirteyim, $u vatanseverlik/ulusseverlik propagandasi ve fikrinin yanlisligina ikna olup yanlisini düzeltmedigin müddetce elestirilerimden payina dü$eni alirsin.
    nazi fa$izmine kar$i direnis bir tercih meselesi degil, herseyden evvel ölüm-kalim/hayatta kalma mücedelesiydi. özellikle nazilerin “her kosulda imha edilmesi gerekenler” olarak kategorize ettikleri yahudiler, komünistler/bol$evikler, “slav” irki mensuplari vs. icin “direnelim mi teslim mi olalim” lüksü söz konusu degildi.
    diger yandan bir ingiz ya da fransiz milliyetcisi ya da fasistiyle bir alman milliyetcisi ya da fasistinin carpismasinda bosuna “hümanist” ögeler arama; farkli uluslara mensup ulusalcilarin/milliyetcilerin/fa$olarin carpismalarinda ben bir marxist olarak ne zayiftan ne güclüden yana taraf olurum. bana düsen i$, insanlara milliyetci/ulusalci/fasist ideoloji ugruna yaptiklarinin yanlisligini anlatmak, bunun propaganda/ajitasyonunu yapmak.

    ögürsel’den alinti:

    “Sömürü ve tahakküm ve bunları üreten üretim ilişkileri mi; önemli; yoksa bunları varetmek-sürdürmek için üretilmiş ideolojiler mi?”

    yanlis bir soru soruyorsun; böyle bir ayirim yapmak mümkün degildir. örnek, sen simdi kalkip okulda ki ögrencilerin not icin yaristirilmasindan tutalim, kapitalist toplumlarda ki her türlü rekabeti, yine kapitalist devletler arasi rekabeti ve bu rekabetin sonucu cikan savaslari vs. elestirdikten sonra, ardindan kalkip “kötülük, hirs insanin fitratinda, tabiatinda var” dersen, kendi kendini bosa cikarmis olursun; ikisi ayni anda dogru olamaz. kapitalist sömürü ve rekabeti elestiriyorsan, elestiri oklarini mantiken sözkonusu bu rekabetin siyasi aktörü olan kapitalist devlet ve iktisadi aktörü olan isveren/kapitalist sinifina -necip’in kulaklarini cinlatalim- yöneltmek gerekir.
    “rekabet/hirs/bencillik insanin fitratinda/dogasinda var” diyorsanda senin deyiminle “özel mülkiyet iliskilerini” elestirmenin lüzmu yok; cünkü o iliskilerin hepsi insan fitratinin/tabiatinin ürünüdürler; insanin fitratini/tabiatini degistirmesi de mümkün olmadigina göre bunca elestiri neden?
    geriye bir ihtimal kaliyor: kendine “ahlak/moral zaptiyesi” payesi bicip, insanin fitratindan/tabiatindan kaynaklanan degismez/dogal kapitalist sömürü ve rekabet iliskilerine erdemli/ahlakli bir moralist olarak verip veristirmek; böylesi bir elestirinin hicbir seyi degistirmeyecegine inandigin halde verip veristirmek.

  61. marxist argüman

    56 nolu yorumdan alinti:

    “Çoğu insan devletlerdeki tarihsel devamlılığı kavrayamadığı için adına uluslaşma veya ulus-devletleşme dedikleri süreç hakkında bilmeden ahkam keser.
    TC denilen devlet Osmanlı devletinin devamı olmaktan öte, aynı devlettir. Çünkü devletin adı ve hanedan dışında bütün kurumlarında devamlılık vardır.”

    bu tez/fikir fikret baskaya hocanin tarih yorumunda mevcut, ve kökten yanlis bir tez. fakat yanlis anlamadiysam bu yorumcunun derdi baska, o bize $unu demek istiyor: devlet dogal hayatimizin bir parcasidir; birincisi, devletin varligini elestirmek lüzumsuz bir istir; ikincisi, ulusal devlet, kapitalist devlet, dini/monarsik devlet gibi ayrimlarda gereksizdir, kisacasi devlet devlettir!

    T.C.’nin osmanli devletinin bir kisim topraklari üzerinde kuruldugu dogru. fakat osmanli devletinin devlet programi/resonu ile T.C. devletinin programi/resonu arasinda bircok fark var. nedir bu farklar:
    -osmanli bir hanedanlikti, T.C. öyle mi?
    -osmanli seriatla yönetilen bir monarsiydi, T.C. öyle mi?
    -osmanlida yönetici sinif kendini “türk” ulusal kimligiyle tanimlamiyordu, kendini “türk” olarak görmüyordu, T.C. de öyle mi?
    -osmanlida saltanat ve padisahlik kurumu vardi, T.C. de var mi? vs. -bu yorumcu, saltanatin yerini diyanet bakanligi aldi, derse $a$mam; anladigim kadariyla mantik o yönde isliyor; yani ayni cografyada kurulmus devletler arasinda sürekli benzerlikler arama, “dogal” bir devamlilik görme, ama devlet ve yönetim yapisinda ki köklü farklari bile görmezden gelme. bununla neyi ispat etmeye calisiyor, net anlasilmiyor. anladigim kadariyla: devletin varligini mesrulastirmak, devleti elestirmenin yanlisligini ispatlamaya calisiyor. yani necip’in kapitalist “fitrat ideolojisinin” siyasi devlet versiyonu oluyor.

    diger bir örnek, carlik rusyasinda bolseviklerin yaptigi devrim, sadece iktidarin el degistirmesi falan degildi; carlik rusyasinin yönetim ve iktisadi yapisiyla, sovyetler birliginin devlet yapisi ve kurumlari arasinda köklü farklar vardir.

  62. M. Argüman, okuduğunu anlayamıyorsun; sanırım önceki okuduğun kitapları da bu kadar anlamış olmalısın…
    .
    yazmışsın..
    “rekabet/hirs/bencillik insanin fitratinda/dogasinda var” diyorsanda senin deyiminle “özel mülkiyet iliskilerini” elestirmenin lüzmu yok; cünkü o iliskilerin hepsi insan fitratinin/tabiatinin ürünüdürler; insanin fitratini/tabiatini degistirmesi de mümkün olmadigina göre bunca elestiri neden?”
    ben ne yazmışım…
    “Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır;BU YANINI BESLEYEN üretim ilişkileri kendine uygun maskeyi üretir..”

    .. “bu yanını besleyen”… Yani bir “diğer yanı” da var .. (DİĞER YANI; SEVGİ, DAYANIŞMA, ÖZGECİLİK VS..)
    -****
    Hep aynı şey; çarpıtıyorsun; cımbızlıyorsun; kastı umursamadan kafanda uyduruyorsun.. (ve diğer konulara girme hevesini de yok ediyorsun..)
    Tartışma ahlâkından uzaksın.. Bu yöntem kişisel entelektüel gelişmene de engel olur.. Bilesin..

  63. “Bakteriler ile insanlar aynı hayat içinde yaşıyor, fakat insanlar kararlar alırken, bakteriler gibi düşünmeye, bakteriler gibi hareket etmeye mahkûm değil.”

    The ability to speak does not make you intelligent:
    https://www.youtube.com/watch?v=g4hvUvBmoaA

  64. “….Bu yolun sonunda, aynı zamanda, bugüne kadar toplum çoğunluğunu hasta etmiş bazı genetik hastalıklar muhtemelen ebediyen son bulacaktır. Tahakküm duygusu ile ırkçılığın kirlettiği, iktidardan başka yerde var olamayan, köküne kadar siyasî, istismarcı dindarlık da, akrabası, kankası, yol arkadaşı ırkçılıkla birlikte tarihe karışacaktır. “Biz bir vakit imparatorluktuk, herkese hükmediyorduk. Yine edelim yine edelim yine edeliiim!” tutturmaları tarihe karışacak, böyle bir şeyin gramına yeltenenler akıl hastanesine konacaktır. Yükünü biz bugünün fanilerinin çekeceği bu arınmaya, çocuklarımızı kurtarmak için razı gelebilirdik. Ama iktidar uğruna ülkeyi çok taraflı bu savaşa sokmanın sonunda yaşanacak felaket, torunlarımızı üzeri kurumuş kanla kaplı yıkıntılardan yeni bir ülke inşa etmek zorunda bırakacaktır………….”

    http://www.gazeteduvar.com.tr/analiz/2016/09/29/haydin-savasa-haydin-savasa/
    ————————————————————————–
    58’e ek..
    Umutsuzluk değildir bu yorum; aksine, bu yıkımı tam da sorumluların üzerine tümüyle yıkma hazırlığını da anımsatmaktır..
    Sonra bu yazıyı okudum… Bu işte de bir “hayır” olabilir..
    ——————
    Lütfen yanıtlayın..
    Bir REFERANDUM yapılsa.. Seçmenlerin yüzde kaçı A yanıtını verir?
    Soru;
    A) Kürt Siyasî hareket öldürerek, hapse atılarak sindirilmelidir.
    B) Kürt halkına anadilde eğitime ve yerel Vali-Savcı seçimine izin verilmelidir.
    *
    Benim tahminim A diyenlerin oranı % 60’ı geçer..
    SİZCE

  65. “Kapitalizmin hayatın kendisi olduğu– tezini savunma çabaların boşuna.”

    Tabii ki ‘bosuna’ oldugunu dusunursunuz –yanlis anladiginiz icin.

    Ben, ‘kapitalizm’ ‘hayatin kendisindir’ demedim.

    Dedigim su:

    Sizin (‘siz’ cogul ve genel anlamda) ‘kapitalizm’ dediginiz sey, insanligin ‘sosyal hayvan’liga terfi edisinden beri, kendiliginden olusan sosyoekonomik ‘sistem’in ismidir.

    Bu, ‘hayat’in kendisi filan degildir. Kimin kime asik olacagini, kimin uzulecegini kimin sevinecegini, kimin hayatta kalacagini, kimin yok olacagini dogrudan dogruya tayin etmez –etkiler belki, ama dogrudan dogruya tayin etmez.

    Sebebi de basittir: ‘Hayat’ dedigimiz kavram, ozellikle de bireysel olcekte, sadece sosyoekonomik degildir. Bireylerin/’oyuncu’larin hayatlari tabii ki sosyoekonomik ortamda cereyan ederler ama neyi nasil yapacaklari kendi tercihleridir (tesadufler de onemli rol oynayabilir).

    Tekrar ‘kapitalizm’e donecek olursak: Sizin (‘siz’ cogul ve genel anlamda) ‘kapitalizm’ dediginiz seyin ‘kurucu’su (ideolojik ya da dinsel anlamda ‘recetesini yazan’) yoktur, ‘yonlendirici’si (ideolojik ya da dinsel anlamda ‘ruhban sinifi’) yoktur.

    Kisacasi, idelolojik anlamda bir muhatabiniz yoktur.

    Hal boyleyeken, hala daha ‘antikapitalist’ olmak icin, haliyle, fiktif bir (suru) dusman uydurmak gerekiyor.

    Cok parasi olanlar, cok guclu olanlar, baskalarini somurenler filan ‘kapitalizm’ denen ‘ocu’nun tecessum etmis (cisimlesmis, ete kemige burunmus) temsilcileri oluveriyor –olmak zorunda.

    Bunlari ortadan kaldirirsak, utopya gerceklesecek ve mukemmel adalet gelecek filan gibi –ozellikle kendini ‘ezilen’ sayanlarin kulagina hos gelen– seyler soyluyorlar.

    Kendini ‘ezilen’ sayanlarin kulagina hos gelen seyleri soyleyenlerin yalan soyledigini soylediginizde ‘kotu kisi’ siz (yani, ben) oluyorsunuz (oluyorum).

    Ben, aslinda, bunu da anlayisla karsiliyorum: Cunku, ‘kendini ezilen sayanlar’ (ya da onlarin adina konusmaga kendini mezun sayanlar), bana, ‘rahat birak da, yalan da olsa, hayallerimle yasayayim’ (ya da, ‘rahat birak da, yalan da olsa, hayaller pazarlayayim’) diyorlar..

    ‘Sol’u gerceklerden koparirsaniz, ‘solcu’luk da, haliyle, hayal pazarlamaciligi olur –reklamcilik sektorunun neden eski ‘solcu’larin tekelinde oldugunu da boylece gorebiliriz.

  66. Yeni ekonomik kriz gelirken uyarılarım var!

    Türkiye’de son dönemde yaşanan ve ekonomiyi etkileyen olaylara bakalım:

    * Standard and Poors’un Türkiye’nin notunu daha da ‘çöp’ yapması,

    * Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlıktan istifası,

    * Yeşilköy/Atatürk havalimanına yapılan bombalı saldırı,

    * 15 Temmuz darbe girişimi,

    * Olağanüstü Hâl ilanı,

    * Türkiye’ye gelen turist sayısında yaşanan sert düşüş,

    * FETÖcüleri ayıklamak için yapılan kamu temizliği,

    * Temmuz’dan Eylül sonuna kadar karar alamayan SPK,

    * TMSF’nin el koyduğu özel ve bazısı borsaya açık şirketler,

    * Ordunun Suriye’de başlattığı harekat,

    * Yurtiçinde PKK’ya karşı verilen mücadele,

    * Moodys’in not indirimi,

    * Olağanüstü Hâl’in uzatılacak olması.

    İnsan bir solukta okurken yoruluyor değil mi?

    Eminim bu listeye yazılacak, atladığım daha çok olay var.

    Peki bu dönemde ekonomi ve para politikasının aldığı önlemler ne oldu?

    Merkez Bankası (TCMB), Mart’tan bu yana faiz indirdi ve zorunlu karşılıklarda kısıtlı bir indirime gidildi. Ekonomi yönetimi ise yapısal reform hakkında sadece konuştu.

    Böyle baktığımızda, Türk ekonomisinde şu ana kadar bir kriz yaşanmaması mucize idi. Ancak yaşanan sorunlara karşı, alınan önlemlerin azlığı bize, Türkiye’de karar alıcılarının ‘yanlış ve abartılı bir kendine güven’e kapıldığı izlenimi uyandırıyor.

    Bilinmelidir ki, Türkiye gibi bir ülkenin ekonomisinde sert bir inişin yaşanmamasının sebebi başarılı yönetim değil, ABD Merkez Bankası’nın (FED), 8 Kasım başkanlık seçiminden önce faiz artırmakta isteksiz davranması ve yaşanan küresel likidite bolluğudur. Buna ek olarak da, enerji fiyatlarının aşırı düşük seyretmesidir.

    Maalesef, şu andaki hakim düşünce, verileri analiz edip, finans ve iktisat biliminin gerektirdiği önlemleri almak değil. Tam tersine, alternatif ekonomik varsayımlar yaratıp, bunlar işe yaramadığında da komplo teorilerine sarılmak!

    Hayal görmeye varan bir gerçeği inkârın sonucunda da Türkiye’de tansiyonun en görülür barometresi olan dolar kuru, 3 liranın üzerine oturmaya başladı yavaş yavaş.

    Borsa, 2013’teki zirvesinin yakınından bile geçemiyor.

    10 yıllık tahvil fazinin gözü %10’da.

    Bankaların yıllık kredi büyümesi %8’in altına geriledi.

    2016 Ekimine girerken de devam eden kredi artışlarındaki bu yavaşlama ‘Büyük Resesyon’daki (The Great Recession, 2008’de Lehman Brothers’ın çöküşüyle bütün dünyaya yayılan, hâlen devam etmekte olan kriz) kadar sert.

    Faizler inse de bankalar bunu müşterilerine yansıtamıyor, şirketler ve tüketici daha fazla kredi alamıyor!

    Gene bankaların, Merkez Bankası’dan sağladığı fonlama 100 milyarın üstünde. Karşılaştırma yapmak için söyleyeyim, fonlama ihtiyacı 5 yılda 10 katına çıktı! Yani Türkiye’de bankaların neredeyse hepsi, TCMB’ye, 10 kat daha fazla bağımlı hâle geldi, getirildi!

    Kişi başına düşen milli gelir ikinci çeyrek de 9000 doların altına sarktı.

    Üçüncü çeyrekteki büyümenin daha da kötü olması bekleniyor.

    İşsizlik çift hanede seyrederken bu oran gençlerde %20’de.

    Beni asıl korkutan da yurt dışında havanın hızla değişmeye başlaması!

    ‘Negatif faiz’ saçmalığı finans sektörünün metabolizmasını altüst etti. ‘Deutsche Bank’, yeni bir bankacılık salgınının patlak verdiği nokta olmaya aday.

    Düşük faiz karşıtı eleştiriler ve başkan adaylarından Donald Trump’ın FED’i açıkça ‘siyasi tavır almakla’ suçlaması, kaçınılmaz olan faiz artırımını hızlandırabilir.

    Pek çok ülke gibi Türkiye de geçirdiği rahat dönemlerin yarattığı rehavet ile bir gün geleceği kesin olan kriz için gerekli hazırlığı yapmadı!

    Şu anda yaklaşan küresel krize en hazırlıksız ülkelerden biriyiz! Gerçekleri inkâr etmenin ceremesini hep birlikte çekeceğiz!

    Ekonomik kazanımları yeniden kaybetmek hepimizin canını yakacak! Artık uyanıp, ne kadar rahatsız edici de olsa gerçeklerle yüzleşme zamanı!

    30 Eylül 2016
    http://www.paraanaliz.com/2016/ekonomi/dunya-yeni-krize-suruklenirken-agir-uyarilarim-var-2911/

  67. yakinda böyle giderse bir islam fasist polis sisteminde yasayacaskiniz!
    burada birbirinise atip durun…….
    herkes ne kadar daha bir okumuslu kavgasina dönüsmüs acaba halk bir gramm anliyormu burada yazililandan???
    yaklasik bir senedir burada bende düsüncelerimi yaziyorum yazilarimin hepsini toplasak su cikar:birlesik bir güclü halk demokratik olusumu.
    saat 12 gecmis artik laik anlayis uzatmalari yasiyor bu olmaza ister sol veya liberal olun hic bir yasama imkani olmaz!
    birey olmak hür düsünce evrensel degerler bunlar laik anlayis ille olmazi olmaz,o yüzden insanlar farkli idelojie sahip olsalar bile bir demokratik birlik dogmazi gerek.
    devrim ancak bir asamadan sonra olur bunu türkiye tam bir sekülar yasam ve anlayis bici olmadan olmaz.önce aydinlik sonra sol ancak kapitalizim tartismalarina baslaybilir.nicin sol köylü ve isci harekti olamadi???tabii 12 eylül ama tam bir aydinlama yasandi mi???
    bence hayir aydinlanma ancak elit ve kemalist kesim ille kaldi yani egitim ögretim yüksek olan.mahir,deniz,sinan bunlar egitimli ailelerden gelen insanlardi yani o dönemin genclik harektine yön ve mahir gibi yazilar birakanlar.onlardan sonra malesef tam bir sol ici catismalar yasandi bir önder cikmadi son diyebilecemiz i.kaypakkayadi.
    aydinlik isci,köylü ve az gelirli insanlar yapilmali ki sol kendini anlatabilsin bhh dogru tespit ille laiklik vurgusu yapiyor.umarim niyahet bir demokratik bir birleseme yasanir.

  68. İbn Haldun da Necip gibi toplumsal düzeni doğal buluyor. Burada Necip’in bu görüşlerini eleştirenler aynı şeyi İbn Haldun için de düşünüyorlar mı?

  69. marxist argüman

    anonim 54,
    sizden ricam, necip’in 64 nolu yorumuna cevap yazmayin; benzer tartismalari daha önce defalarca yaptik, kisir döngü tartismalardan bende biktim, diger yorumcularda bikti. hele de “kapitalizm hayatin kendisi midir degil midir” gibi ekonomik ve bilimsel tartismayla alakasi olmayan felsefi/ahlaki tartismalarin kimseye bir faydasi olmaz. necip’in söyledigi yeni hicbir sey yok, dünyada olan bitenide takip etmiyor. necip ne zaman ki yeni bir fikir, tez, argüman yazarsa cevaplariz.

    ogürsel, bakiyorum anket yapmaya baslamissin, hayirdir?
    bo$-bele$ $eylerle me$gul oldugunu farkinda misin?
    kürt sorunu gibi devlet icin hayati önem tasiyan konularda devleti yönetenler halka danisarak mi karar veriyorlar? “cözüm sürecini” devlet vatandasa danisarak mi baslatti ya da bitirdi? kendi kendine gelin güvey oldugunu farkinda misin?
    hatrin kalmasin, anketine cevap yazayim. senin anketinin A $ikkini T.C. devlet yöneticileri ve milliyetci vatandaslar $öyle formüle ediyorlar: bölücü terör örgütüyle pazarlik yapimaz, muhatap kabul edilemez. akp ve mhp tabaninin da bunu onayladigi kesin. kemalist/laik kesime gelirsek: benim bildigim kadariyla kemalistlerin büyük cogunlugu “cözüm sürecine” karsi cikmisti.
    senin temelsiz, gerceklerle uzaktan yakindan alakasi olmayan “akp iktidarini uzatmak icin suriye de operasyon baslatti” iddiana gelelim.
    T.C. devlet yöneticileri ve kemalist ordu mensuplarida dahil olmak üzere, uzun süredir rojava da bir kürt fedarasyonunun kabul dilemez oldugunu, bunu önlemek icin devletin elinden geleni ardina koymayacagini acikca söyleyip duruyorlardi. rojava kürtleri fedarasyon ilan edip kantonlari birlestime isine girisince T.C. müdahale etti nitekim. gözler önünde olan bu gercekleri tartismak bile abesken, ogürsel gibi laik idealistler neden gercekdisi iddialar piyasaya sürüyorlar?
    cevap: akp hükümetinin kürt politikasi kemalistlerin devletin kurulusunda belirledigi politikadir: bölücü terörle tavizsiz mücadele. hal böyleyken ogürsen gercegi neden tersyüz ediyor: cünkü ogürsel gibi laik idealistler akp’nin devletin/vatanin milli cikarlari geregi suriye’ye müdahale ettigini itiraf ederlerse, o gercekten akp’yi elestirmek icin hicbir malzeme cikmiyor. dolasiyla, sanki akp devlet/vatan adina ve devletin/vatanin cikari icin degilde, kendi parti cikari icin o isleri yapiyormus gibi ver veristir.
    böylesi gercekdisi iddialari $öylede cürütmek mümkün: -akp’nin secmen desteginde bir düsme falan mi var ki, iktidarini kurtarma telasina düssün?
    -bu uydurma iddiayi bir an dogru kabul edelim: akp savasa girince iktidarini nasil uzatmis oluyor? savas bir devlet icin herseyden önce yikim/kayip demektir. bir hükümet yikimla nasil oyunu cagaltabilir? vatandasin o savastan ne kazanci olacak ki akp’nin oyu artiyor?

  70. –Etrâk-ı bî idrâk– tabirini senin için de kullanabileceğimizi boşuna yazmadım Necip: –[Kapitalizm] kendiliginden olusan sosyoekonomik ‘sistem’in ismidir.– Değildir. Bunun böyle olduğuna –inanan– sen [ve senin gibiler], kapitalizmin kendiliğinden oluştuğu zannını pazarlamaya uğraşırsınız. Senden çok önce, senin ısrarla yazmış olduğun şey [yani fikrin] olan –kapitalizmin kendiliğinden oluştuğu– sanrını, daha katmerli, [ve senden birkaç nebze daha] tumturaklı şekillerde, Quesnay ve Turgot [ordre naturel], sonra da Adam Smith ortaya attı [istersen şuradan inceleyebilirsin: http://www.econlib.org/library/Smith/smWNCover.html%5D. Daha birçok isim yazılabilir, fakat senin ısrarla yazdığın sanrıyı en tumturaklı şekillerde savunanlar bunlar olduğu için, –kapitalizmin kendiliğinden oluştuğu– zannını yayma misyonunu başlatan kişiler kabul edilegelir. [Sen, eğer istersen, kabul etmek zorunda değilsin.]

    –Kendini ‘ezilen’ sayanlarin kulagina hos gelen seyleri soyleyenlerin yalan soyledigini soylediginizde– Kapitalizmin kendiliğinden oluştuğu zannını yayan kişi/ler, şu –yalan– kelimesini pek kullanırlar. Çünkü, –doğruyu– görmek işlerine gelmez. 54 no’lu metnimde de hatırlattığım üzere, sömürülenlerin duymaktan hoşlanacağı şeyleri söyleyenlerin söylediklerinin –[sözde] yalan– olduğunu deklare edenlerin mihmandarlığını, 20. yy. boyunca, Friedrich Hayek, Milton Friedman [isimleri çoğaltabiliriz: Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…] yaptı, yapıyor. Bunlara, –peki doğrusu ne?– diye sorulduğunda apışıp kaldılar, kalıyorlar. Senin de apışıp kaldığın, kalıyor olduğun gibi Necip.

    –Doğru– olan şey ne mi? Bunu anlamak için alim olmaya gerek yok. Yazması/okuması basit, fakat uygulaması zor: Hayatın içinde olan –sömüren/sömürülen mekanizmasını– insanlara dayatanlara karşı mücadele etmek.

    Solun gerçeklerden kopup/kopmadığına, –gerçeklerin ne olup/ne olmadığına– bakarak ulaşabiliriz. Evet, solun hızla erimeye devam ettiği bilinen bir durum. Kısa zamanda da toparlanacağa benzemiyor. Gerçek olan şey ise, kapitalizmin zehir saçmaya hızlanarak devam ediyor oluşu. [Sen, eğer istersen, kabul etmek zorunda değilsin Necip. Senin kabul etmeme olasılığın, kapitalizmin zehir saçıyor oluşunun önüne set çekmiyor.]

    [Sözde] Hayal pazarlamacılığı yaparak, reklamcılık sektöründe de olan solcuların büyük kısmı, en azından, George Lucas gibi servet biriktirme meraklısı değil. Servet biriktirme meraklısı olan/lar da solcu değil.

    Is there some kind of authority to point out who is intelligent and who is not?

    And –Star Wars– is a fiction, I am sure you are well aware of that. God[s], religion, Star Wars, bacteria and the likes do not determine what capitalism is and is not.

    If you would like to catch a glimpse of a non-fiction, here it is: https://vimeo.com/17558439

    By the way, if you are interested in the background of the Star Wars saga, I highly recommend you to read this a.s.a.p.:
    [First published in 1949]
    https://www.amazon.co.uk/Thousand-Faces-Collected-Joseph-Campbell/dp/1577315936/

  71. marxist argüman

    necip’ten alinti:

    “Tekrar ‘kapitalizm’e donecek olursak: Sizin (‘siz’ cogul ve genel anlamda) ‘kapitalizm’ dediginiz seyin ‘kurucu’su (ideolojik ya da dinsel anlamda ‘recetesini yazan’) yoktur, ‘yonlendirici’si (ideolojik ya da dinsel anlamda ‘ruhban sinifi’) yoktur.
    Kisacasi, idelolojik anlamda bir muhatabiniz yoktur.”

    necip’in yukarda yazdiklarini özetleyelim: ekonominin (kapitalizmin) kurucu ve yönlendirici yoktur. dogru mu?

    örnek, her devletin ekonomi politikalari ve ekonomi politikalarini belirleyen yasalari anayasada mevcut degil midir? bunu ispatlamak zor degil; vikipedia’dan alinti:

    “İzmir İktisat Kongresi
    İzmir İktisat Kongresi veya I. İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923)[1], İzmir’de Banka-Han binasında toplanan 1135 delege ile yeni Türkiye’nin ekonomik sorunları tartışıldığı bir kongredir.[2] Dönemin Türkiye yönetici kadrosu Kurtuluş Savaşı ile kazanılan zaferden sonra prensip olarak siyasi ve ekonomik bağımsızlığı öngörmüştü. TBMM’nin bu dönemde başlıca uğraşı yurdu işgalden kurtarmak olsa da, öngörülen bu ekonomik bağımsızlık hedefinin nasıl gerçekleştirileceğine dair bir kongre yapıldı.”
    Alınan kararlar

    “17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresinin en önemli kararlarını şöyle sıralamak mümkündür.

    – Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulması gerekmektedir.
    -El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir.
    -Devlet yavaş yavaş iktisadi görüşleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektörler tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır.
    -Özel teşebbüslere kredi sağlayacak bir Devlet Bankası kurulmalıdır.
    -Dış rekabete dayanabilmek için sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gerekir.
    -Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır.
    -Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması sağlanmalıdır.
    -Demiryolu inşaat programına bağlanmalıdır.
    -İş erbabına amele değil, işçi denmelidir.
    -Sendika hakkı tanınmalıdır.”

    yasadigimiz toplumun siyasi aktörü devlet, iktisadi aktörüde özel sektör yani isveren/kapitalist sinifidir. bunu somutlamak icin yine türkiye’den ikinci bir örnek, vikipedia’dan alinti:

    “1948 Türkiye İktisat Kongresi

    1948 Türkiye İktisat Kongresi, 22-27 Kasım 1948’de, Ahmet Hamdi Başar (Limancı Hamdi) ‘ın kurduğu İstanbul Tüccar Derneği’nin[1] girişimiyle İstanbul, Taksim Belediye Gazinosu’nda yapılmış; irtibat merkezi olarak, Galata Yolcu Salonu’nun 3. katındaki tarihi Liman Lokantası, sabahtan gece yarısına kadar, kongre üyelerinin emrine amade kılınmıştır.

    Atatürk’ün 1923 yılında tertiplediği (düzenlendiği) İzmir İktisat Kongresi’nden sonra 2. defa düzenlenen, Cumhuriyetin en önemli ve özellikli kongresidir[2]. 1923 İzmir İktisat Kongresi Atatürk tarafından düzenlenip, ilk Kongre olma özelliğini taşırken; bu defa bu ikinci Kongre halk kuruluşları tarafından, tamamen halkın, İnönü’nün ekonomi politikalarına karşı demokratik bir kalkışma niteliği taşıması daha da büyük bir önem arz etmektedir. Öyle ki, 27 yıllık ilk Cumhuriyet hükümetinin değişerek, 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin ezici çoğunluğuyla iktidara gelmesi, Milli Şef’liğin sona ermesi ve dolaylı olarak da 1960 Darbesi’ne yol açan etkenlerden biri olması özelliğine de sahiptir.

    İnönü Hükümeti’nin, özel teşebbüse baskıcı ekonomik politikalarına karşı bir tepki olarak düzenlenmiştir. Özetle, Türk sanayici ve iş adamlarının da ülke ekonomisinde söz sahibi olmak istemeleri; Muamele Vergisi gibi sanayileşmeye engel teşkil eden (engel olan) vergilerin kaldırılması veya yeniden gözden geçirilmesi talep edilmektedir (istenmektedir). Ülke çapında 1300’den fazla iş adamı ve sanayiciye davetiye gönderilmiş, 1100 kadar katılımcı yurdun her köşesinden gelerek Kongreye katılmıştır.”

    günümüze bakarsak, isveren/kapitalist sinifinin örgütlendigi kuruluslari ve bu kuruluslar araciligiyla sinif/zümre cikarlarini hayata gecirdikleri, bir devletin siyasi ve ekonomi politikalarina nüfus ettikleri bir sir degil: TÜSIAD, MÜSIAD, TUSKON böylesi kuruluslardir. basinda söyle söylemleri cok duyariz: felan konuda is dünyasi/ekonomi dünyasi $öyle $öyle aciklamalar yapti vs.

    evet necip, kabul et etme, mevcut sistemle sorunu olan insanlarin muhataplari birincisi, devlettir; siyaset sinifidir, ikincisi isveren/kapitalist sinifidir. bu neden böyledir: cünkü bu carki cevirenler sözkonusu bu iki aktördür.

  72. marxist argüman

    isveren/kapitalist sinifi icinde yasadigimiz toplumun/sistemin kurucu ve yönlendirici öktörüdür gercegine somut örnek: TÜSIAD’in internet sayfasindan alinti:

    “TÜSİAD, 2009 yılı Londra Zirvesinden bu yana Türk iş dünyasının kurumsal temsilcisi olarak G20 özel sektör zirvelerine katılmaktadır. Bu çerçevede 2010 yılında Seul, 2011 yılında Cannes ve 2012 yılında Los Cabos’ta yapılan B20 zirvelerine de aktif katılım ve katkı sağlamıştır.

    2011 yılında Fransa’nın Cannes şehrinde yapılan G20 özel sektör zirvesinde buluşan önde gelen iş dünyası örgütleri, bu zirveden sonra B20 markasını oluşturarak bir B20 Koalisyonu (B20 Coalition) kurulması için çalışmalar başlatmıştır.

    Genel Sekreterliğinin Paris’te yer alması kararlaştırılan B20 Koalisyonu için 16 Nisan 2012 tarihinde bir Anlaşma Zaptı oluşturulmuştur. Bu metne imza atan, gönüllülük esasına dayalı üyeliğe haiz bağımsız kuruluşlar arasında TÜSİAD da yer alarak B20 Koalisyonu kurucu üyesi olmuştur. Koalisyonun amacı, G20 ülkelerini kapsayan bağımsız iş dünyası örgütlerinin G20 liderlerine ortak bir ses olarak tavsiyelerini iletebilmektir.”

  73. marxist argüman

    necip’in bozuk plak gibi “siyasi/ekonomik bir düzen yoktur” sacmaliklarina yine necip’in ait oldugu sinifin yani isveren sinifinin temsilcilerinden TÜSIAD’in internet sayfasindan “TÜSIAD tüzük” maddesinde ki “dernegin amaci” maddesini buraya aliyorum:

    “Madde 2 – TÜSİAD, insan hakları evrensel ilkelerinin, düşünce, inanç ve girişim özgürlüklerinin, laik hukuk devletinin, katılımcı demokrasi anlayışının, liberal ekonominin, rekabetçi piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarının ve sürdürülebilir çevre dengesinin benimsendiği bir toplumsal düzenin oluşmasına ve gelişmesine katkı sağlamayı amaçlar. TÜSİAD, Atatürk’ün öngördüğü hedef ve ilkeler doğrultusunda, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve aşma anlayışı içinde, kadın-erkek eşitliğini siyaset, ekonomi ve eğitim açısından gözeten iş insanlarının toplumun öncü ve girişimci bir grubu olduğu inancıyla, yukarıda sunulan ana gayenin gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla çalışmalar gerçekleştirir. TÜSİAD, kamu yararına çalışan Türk iş dünyasının temsil örgütü olarak, girişimcilerin evrensel iş ahlakı ilkelerine uygun faaliyet göstermesi yönünde çaba sarf eder; küreselleşme sürecinde Türk rekabet gücünün ve toplumsal refahın, istihdamın, verimliliğin, yenilikçilik kapasitesinin ve eğitimin kapsam ve kalitesinin sürekli artırılması yoluyla yükseltilmesini esas alır. TÜSİAD, toplumsal barış ve uzlaşmanın sürdürüldüğü bir ortamda, ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınmasında bölgesel ve sektörel potansiyelleri en iyi şekilde değerlendirerek ulusal ekonomik politikaların oluşturulmasına katkıda bulunur. Türkiye’nin küresel rekabet düzeyinde tanıtımına katkıda bulunur, Avrupa Birliği (AB) üyeliği sürecini desteklemek üzere uluslararası siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel ilişki, iletişim, temsil ve işbirliği ağlarının geliştirilmesi için çalışmalar yapar. Uluslararası entegrasyonu ve etkileşimi, bölgesel ve yerel gelişmeyi hızlandırmak için araştırma yapar, görüş oluşturur, projeler geliştirir ve bu kapsamda etkinlikler düzenler. TÜSİAD, Türk iş dünyası adına, bu çerçevede oluşan görüş ve önerilerini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM), hükümete, diğer devletlere, uluslararası kuruluşlara ve kamuoyuna doğrudan ya da dolaylı olarak basın ve diğer araçlar aracılığı ile ileterek, yukarıdaki amaçlar doğrultusunda düşünce ve hareket birliği oluşturmayı hedefler.”

    özellikle “libaral, rekabetci piyasa ekonomisinin…bir toplumsal düzenin…” kavramlarinin gectigi ilk cümleye dikkat! iste bundan dolayi ben $unu diyorum: TÜSIAD’li bir isverenle ekonomi üzerine tartismak mümkün, ama necip gibi MÜSIAD’li yani muhafazakar isverenle tartismak mümkün olmuyor.

  74. “Daha birçok isim yazılabilir, fakat senin ısrarla yazdığın sanrıyı en tumturaklı şekillerde savunanlar bunlar olduğu için, –kapitalizmin kendiliğinden oluştuğu– zannını yayma misyonunu başlatan kişiler kabul edilegelir. [Sen, eğer istersen, kabul etmek zorunda değilsin.]”

    ‘Isim yazma’klarla vakit kaybetmek yerine, “‘kapitalizm’in kurucusu sudur”, “su tarihte kurulmustur” gibi konuyla gercekten alakali bir seyler soylemenizi beklerdim.

    Ama, yok, “senin dediklerini baskalari da demisti” filan gibi yuvarlak, ve iceriksiz seyler soyluyorsunuz.

    Baskalari da demis olabilir (herald yani, bu kadar asikar olan bir seyi sadece ‘ben kesfettim’ diyecek halim yok); onemli olan, o denilenlere verilen ikna edici cevaplarin ne oldugu.

    Kerem ediniz ve o cevaplari yaziniz da biz de bilelim.

    [Adam Smith’i vermeniz talihsizlik olmsu. Adamin derdi ‘kapitalizm’i kurmak degildi. O sadece, tipki bir ‘climatologist’ (iklim bilimcisi) gibi, icinde yasanan iklimde bireyin/oyuncularin rollerini –kendince– aciklamaga calisiyordu.]

    “Bunlara, –peki doğrusu ne?– diye sorulduğunda apışıp kaldılar, kalıyorlar. Senin de apışıp kaldığın, kalıyor olduğun gibi.”

    Once su: “apışıp kalmak’ ile “apışıp kalıyor olmak” arasinda fark var tabii ki. Birincisinin dogru olmadigini ben biliyorum. Ikincisinin de dogru olmadigini siz biliyor oldugunudan olsa gerek ki, oyle bir garip ‘construct’ ile bir seyler demis olmak istemissiniz.

    Neyse.

    ‘Kendini ‘ezilen’ sayanlarin kulagina hos gelen sey’ sudur: “Ortada, mucadele edilebilecek, edilmesi gereken, yapay bir canavar vardir ve ‘sol’un ‘fedakar’ ve ‘humanist’ kadrolari bunu yapmaktadir”.

    Burada, iki temel yalan vardir.

    Birinci yalan, ‘kapitalizm’in ‘yapay bir canavar’ oldugu iddiasidir. ‘Canavar’ olarak algilayanlara bir sey demiyorum (‘psikoloji’ filanla bunu aciklayabiliriz); ama, kesinlikle ‘yapay’ degildir.

    Ikincisi de, ‘sol’un fedakar ve humanist kadrolarinin bununla mucadele ediyor oldugudur.

    Daha dogrusu, bir kismi, kendilerini boyle bir mucadelenin gercekten mumkun olduguna inandirmis; yel degirmenleriyle kapismagi kendilerine anlamli bir misyon sayiyorlar.

    Normal olarak, bu hayalperestleri ‘zararsiz’ sayip ilgilenmemek gerekir ama oyle degil malesef. Baskalarina da bulastiriyorlar bu hayalleri ve inanilmaz buyukluklerde entellektuel ziyana yol aciyorlar.

    Diger kisminin derdi baska bence. Onlar, futbol tabiriyle, profosyonel amigolar. Hayaller pazarlanan ‘ezilenler’i siyasi amaclar icin arkalarina alanlar (onlerine kendilerini monte edenler) yani.

    Bu tur sebeplerden dolayi, ‘sol’ –zaten baska bir cok acidan erimis, gerceklerden kopmusken– bir de ‘kapitalizm’in yapay bir ideoloji olmadigini ikrar edebilecek durumda degil.

    Aksi halde, geride kalan cok kisitli (fakat, temel) yalanlardan birisini fas etmis olurlar.

    Bu, ontolojik bir meseledir ‘sol’ icin: Ikrar ederlerse var oluslarina gerekce kapmaz. Bu yuzden hep yan cizerler –sizin de yaptiginiz gibi.

    Ama, soru cari ve bakidir: ‘Kapitalizm’in bir ideoloji oldugunu gosteriniz.

    “Friedrich Hayek, Milton Friedman [isimleri çoğaltabiliriz: Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…”

    Gecin bu savusturmalari. Ortaliga isim serpistirmek yerine, yukaridaki yalin, basit ve sade sorunun cevabini yaziniz.

    “Gerçek olan şey ise, kapitalizmin zehir saçmaya hızlanarak devam ediyor oluşu.”

    Ne yaptiginizin farkinda degilsiniz. Yazayim:

    ‘Kapitalizm’ denen seyi ‘anthropomorphize’ [ http://www.dictionary.com/browse/anthropomorphize ] ediyorsunuz.

    Yani, bir tur insanmis gibi konumlandiriyorsunuz. Biraz daha ugrassaniz, onu seslendirmege, dublaj yoluyla konusturmaga filan baslayacaksiniz gibi.

    Cok fazla cizgi film filan mi seyrettiniz?

    “Hayal pazarlamacılığı yaparak, reklamcılık sektöründe de olan solcuların büyük kısmı, en azından, George Lucas gibi servet biriktirme meraklısı değil. Servet biriktirme meraklısı olan/lar da solcu değil.”

    Hay!.. Hic gulecegim yoktu..

    http://www.therichest.com/celebnetworth/celeb/director/george-lucas-net-worth/

    George Lucas emminin servetinin 5.4 milyar dolar oldugunu (Forbes’e gore 4.6; ama, ahbaplar arasinda 1.2 milyar dolarin sozu mu olur) mu bilmiyordunuz; yoksa, 5.4 milyar dolarin orta gelirli herkesin serveti seviylerinde mi oldugunu saniyorsunuz?

    Bir soru da su: Sizin George Lucas’iniz bu serveti biriktirmemis ise, piyangodan filan mi cikmis? Anlasilan bu serveti ezilenler icin sarfetmek icin zamani olmamis garibimin.

    Dedim ya, hic gulecegim yoktu.. “Allah da sizi guldursun” derler ya, ben de simdi oyle demek durumunda kaldim –goruldugu zere, son derece paylasimciyimdir da ayrica. 🙂

  75. “söyledigi yeni hicbir sey yok”

    Yahu, ‘yeni’ olmasi gerekmiyor; oyle bir iddiam da yok zaten.

    Madem cevabi bellidir; tartisilmis ve cevaplanmis –halledilmis– bir meseledir…

    Istirham edeyim; bu bencileyin garibi sevindirmek, yoksullara himmet etmek, rahmet eylemek adina, o cevabi buraya yaziniz.

  76. Anonim 67,

    İbn-i Haldun, –kapitalizmin hayatın kendisi olduğunu– sanrına hiç kapılmadı.

    Haldun’a bir daha bakın, –sömüren/sömürülen mekanizmasının– insanlar arasında da var olması gerektiğini savunmuş mu savunmamış mı. Savunmadığını öğrenince, şaşırmayın.

    Haldun’un özellikle, –ölümcül rekabet– ve –gelir dağılımı hakkaniyetsizliği– konuları üzerine de birkaç açıklaması olduğunu hatırlayın, eğer araştırmış, öğrenmiş iseniz.

    Şu –toplumsal düzen– dediğiniz şey, kapitalizm değildir, ilk önce bunu iyice anlayın. Bu –ön kabulün– [bu sitedeki] mihmandarlığını da Necip mahlaslı kişi yapıyor.

  77. Mesele kentleşme/sanayileşme değil mi?

    Kapitalizm denilen düzen para ekonomisi ise [ki bence en doğru tanım budur, böyle bir sistemin -kurucuları, ideolojisi olmasa da- var olduğunu söyleyebiliriz], bu sanayileşme ve kentleşmenin zorunlu sonucu değil midir?
    Artık insanların çoğunluğunun kırsal kesimde yaşadığı, dolayısıyla para ekonomisinden çok ayni ekonominin geçerli olduğu koşullarda yaşamıyoruz. Bu nedenle geçinmek için paraya yani kâr düzenine mahkumuz. Kâr düzeninin ortadan kalkması için paranın ortadan kalkması gerekiyorsa, bunun yerine eski ayni ekonomi gelmeyecekse ne gelecek?

  78. “TÜSIAD’li bir isverenle ekonomi üzerine tartismak mümkün, ama necip gibi MÜSIAD’li yani muhafazakar isverenle tartismak mümkün olmuyor.”

    Ama, boyle de olmuyor ki; kuzum, siz beni surekli gulduruyorsunuz.. Kastiniz beni kahkahayla oldurmek midir; yapmayin; insaf edin.

    Once, hemen, sunu soyleyeyim: Beni kabul edecek kadar dusen hicbir dernege, tesekkule, uye olmaga tenezzul etmem. Ne TUSIAD, ne MUSIAD ne de baska benzeri bir dernege uye/mensup degilim.

    TUSIAD’i kendinize daha yakin bulmaniza da sasirmadim. Eh, ne de olsa adamlar daha bir yerlesik –‘eski para’ bile sayilirlar Turkiye olceginde– ve cok daha ‘rafine’… Hepsi, mesela, Rahmi Koc kadar saraptan ‘sommelier’ derecesinde anlamasalar bile, yine de fena sayilmazlar.

    Dahasi, basta Cumhuriyet Gazetesi olmak uzere, surusuyle ‘solcu’ya istihdam kaynagidirlar; yani, ‘sol’un ekmek yedigi yere alenen dahletmesini bekleyemeyiz tabii ki.

    Ayrica, mesela, su siralar filizlenmege baslayan diken.com gibi ‘muhalif’ ve ‘solcu’ bir yayinin [baska seylerin yanisira, Dundar Kilic’a Hilton Kumarhanesinin isletmesini vermis olmakla ovunen ve Dundar Kilic’i da vefasizlikla itham eden; doneminin yerlesik mutegallibelerinden] Simavi’nin ahfadi oldugunu da bilirsek, Turkiye’de ‘solcu’lugun bayraktarligini yapanlari da onlara siper olanlari da daha kolay anlariz.

    Ama, bunlari soylemek hos degil –‘umerta’ya uymaz.

  79. Necip'in bu sorusu yanıtlanamadı:

    “Kapitalizmin kurucusu kimdir?”

    Stalinizmin kurucusu = Joseph Stalin
    Nazizmin kurucusu = Adolf Hitler
    Kemalizmin kurucusu = Mustafa Kemal Atatürk
    Kapitalizmin kurucusu = ?

    “Kapitalizmin kurucuLARı + kurulmasına yardım edenLER kimlerdir?”

    Suudi Arabistan = Suudi hanedanı + Vehhabi hareketi + İngiliz yardımı + ABD yardımı
    Kapitalizm = ? + ? + ? + ?

  80. “Bu –ön kabulün– [bu sitedeki] mihmandarlığını da Necip mahlaslı kişi yapıyor.”

    ‘mihmandarlığını’ degil de, ‘reddiyesini’ demek istemis oldugunuzu farzediyorum.

    Diger yazdiklariniza itirazim yok ama cok kucuk bir teknik duzeltme, hatirlatma yapmak isterim:

    “Haldun’a bir daha bakın”

    Malum, o devirde –bugunku anlamda– ‘soyadi’ yoktu; lakaplar vardi.

    ‘Ibn Haldun’ da, soyadi anlaminda kullanirsak, ‘Haldunoglu’ ya da ‘Haldun’un oglu’ anlamindadir. Sadece ‘Haldun’ kismini alirsak, babasina isaret etmis oluruz.

  81. “bu sanayileşme ve kentleşmenin zorunlu sonucu değil midir?”

    Dediklerinize katiliyorum; anca, bazi ‘teknik’ itirazlarim/duzeltmelerim var.

    Eger ‘sanayileşme’yi bugunku anlaminda alirsak, perpektifi kaybedebiliriz.

    Ben, ‘dogrudan dogruya beslenmeye yonelik urun, gida’ haric diger butun mal ve hizmet uretimlerini bu kapsama koymanin daha dogru olacagini dusunuyorum.

    Yani, magarada –baskalarinin avlanmak icin kullanabildigi– granit (ya da benzeri malzemeden) ‘bicak’ (ya da ‘kama’ veya adi her ne idiyse) ureten; giysi dikmek icin kemiklerden ‘igne’ (‘biz, ya da ‘cuvaldiz’) benzeri seyler yapan da –o devir icin– sanayi faaliyeti yapiyordur.

    Bunlari dislamayi ben ‘cagdas’ kibir sayarim.

    Bir de, ‘para’ da sart degil. Yazili ya da sozlu mukavele/kontrat/sozlesme gibi seyler de ayni kapiya cikar. Yani, bugun size –benim avladigim geyikten– bir but verirsem, alti ay sonra mahsulu kaldirdiginizda bana bir spet bugday verecekseniz, o da ‘para’ sayilir –‘kiymet’in sanallastirilmasidir ve ‘para’ yerine gecer.

    ‘kentleşme’ (sehirlesme) baglaminda daha once yazmistim; burada ayrica detaya girmege gerek gormuyorum.

  82. M. Argüman; her zamanki gibi bir konunun önünü-arkasını düşünmeden sallamışsın; o “anketin” amacı şu idi…
    Bir “tespit” amaçlı; “somut” bir veri araştırmasıydı…

    bir halk böylesi faşizan bir eğilime sürüklenmişse.. bu oran tahmin ettiğimiz gibi % 60’ları çok geçiyorsa… Kürt korkusu ve nefreti ile yaşıyorsa… o zaman Ortadoğu’daki savaşa da kolayca sürüklenecek; “kılavuz kargasının” peşinden; o N. Hikmet’in andığı “Gocuklu celebinin” sürdüğü “mezbahaneye” koşturacaktır.. Bu “veri” var olan maceracı-kanlı siyasetin değiştirilemeyeceği, yıkımın da kaçınılmazlığını gösterir.. (Senden de bu inceliği anlamanı zaten beklemiyordum..)
    (Ancak, AKP’nin yeniden bir “barış süreci” olasılığı süreci değiştirebilir ki, bu her iki taraf için kolay değil..)

    okuduklarını anlayamadığını bir kez daha görüyorum…

  83. Yukarıda adı geçen George Lucas (ve J.R.R. Tolkien, J.K. Rowling vb) gibi kapitalistler ayrı bir kültürel dünya yaratmışlar. Antikapitalistlerin buna denk bir kültürel yaratıcılıkları, hatta kültür adına yarattıkları herhangi bir şey var mı?
    Yoksa onların dünyasındaki siyah pelerinli kötü adamlar “kapitalistler” olduğu için başka bir hikaye yazmalarına gerek yok, ondan mı böyledir?

  84. –“Bu –ön kabulün– [bu sitedeki] mihmandarlığını da Necip mahlaslı kişi yapıyor.” ‘mihmandarlığını’ degil de, ‘reddiyesini’ demek istemis oldugunuzu farzediyorum.–

    Yanlış farzetmişsin. –Kapitalizmin kendiliğinden doğduğu [zannı]– misyonunun mihmandarlığını yapanlardan biri de sensin Necip.

    –“Haldun’a bir daha bakın” Malum, o devirde –bugunku anlamda– ‘soyadi’ yoktu; lakaplar vardi. ‘Ibn Haldun’ da, soyadi anlaminda kullanirsak, ‘Haldunoglu’ ya da ‘Haldun’un oglu’ anlamindadir. Sadece ‘Haldun’ kismini alirsak, babasina isaret etmis oluruz.–

    Bahsi geçen isim –İbn-i Haldun– olduğundan, ben de –Haldun– ifadesini bu minvalde ifade ettim. Dilbilgisi yönünden –lecture– yazmaya yeltenmedim. 67 no’lu anonim bunu [yani, İbn-i Haldun’dan bahsettiğimizi, akrabalık ilişkilerine yönelmediğimizi] anladı, ama sen anlamamış olabilirsin Necip.

    –Baskalari da demis olabilir (herald yani, bu kadar asikar olan bir seyi sadece ‘ben kesfettim’ diyecek halim yok); onemli olan, o denilenlere verilen ikna edici cevaplarin ne oldugu.– Mihmandarlık misyonu tam gaz devam ediyor. Misyon’un 2016’lı yıllarda da sürüyor olduğunu işaret etmek için yazmıştım bu isimleri: [Geçmişten günümüze] Quesnay, Turgot, Adam Smith, Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…

    Şu –o denilenlere verilen ikna edici cevaplarin ne oldugu– meselesini daha net anlaman açısından:
    Moses’ın, Jesus’ın veya Muhammad’ın [veya diğerlerinin] beyninin birşeyler doğurduğuna inanıp, bunların mihmandarlığını yapanlar bugün de nasıl varlarsa, şu –kapitalizm kendiliğinden doğmuştur– sanrını [misyonunu] başlatanların mihmandarlığını yapanlar da bugün var, bu sitedeki bir kapitalist mihmandar örneği de sensin Necip. Senin kapıldığın zanna, senden çok önce kapılanlar da vardı, anlamak istemediğin şey bu. [Bahsi geçen zanna kapılan isimlerin birkaçını, bir üstteki paragrafımda hatırlattım.]

    Kapitalizmin, –en ikna edici cevap– olduğuna kendin inanmakla yetinmeyip, inancını yayma misyonunu da sürdürüyorsun. Utanmasan, –[İsa’nın annesi olduğu anlatılagelen] Meryem’in kocası var mı? Peki kapitalizmin anası/babası var mı? Neyi tartışıyoruz?– yazacaksın.

    –Baskalarina da bulastiriyorlar bu hayalleri ve inanilmaz buyukluklerde entellektuel ziyana yol aciyorlar.– İşte yine bir –Necip ve benzerlerinin yalanı– daha. Sömürü mekanizması altında öldürülen insan, [eğer cesareti varsa] bu mekanizmaya karşı mücadele eder. Soma madeninde kapitalizmin öldürdüğü insanların hayatta kalan yakınlarının mücadelesi ve/ya Foxconn’da kemiklerinde ilik kalmayana kadar sömürülen insanların [intihar edenlerin de yakınlarının] mücadelesi, günümüzdeki –somut– örneklerdir. Bu –sömürü makanizmasının– hamisi kapitalizmdir. [Sen, eğer istersen, bunu kabul etmek zorunda değilsin Necip. Sen, yine, kapitalizmin, anthropomorphism temelli canavar olmadığına inanabilirsin. Kabul etmesen de, kapitalizm, madenlerde cinayet işlemeye, fabrikalarda insanları çatılardan, balkonlardan, pencerelerden aşağı atmaya devam ediyor.] Soma ve Foxconn örneklerini, bağlamların doğruluğu, yaşananların gözümüzün önünde olması açılarından, özellikle yazdım. Soma ve Foxconn’da kapitalizmin işlediği cinayetlere karşı mücadele edenlerin neredeyse hiçbiri –solun tesiri altında kalarak– hareket eden insanlar değil [aralarında tek tük vardır elbette, ama hepsi değil]. –Sol insanları kandırıyor. Kandırmasa, Soma’da ölen insanların, Foxconn’da ölen insanların sorumlusu olarak kapitalizm gösterilmezdi– senin [ve senin gibilerin] uydurduğun/uz bir –yalan– Necip. Yine eline yüzüne bulaştırıyorsun, yine apışıp kalıyorsun. [‘Construct’lar arasında kafan karışmasın diye, –yine– kelimesini ve –şimdiki zaman kipini– kullanarak sadeleştirdim.]

    –Not [1]: Soma’da ve/ya Foxconn’da kapitalizmin öldürdüğü insanların büyük çoğunluğunun, soldan da, Marx’tan da, sosyalizm & komünizmden de haberi yoktu. Ek olarak, Çin’de yaşayan insanların otomatikman komünist, otomatikman Maoist olduğu zannı da oluşmasın. Aynı zan, Küba, Venezuela, Kuzey Kore, Vietnam vb. ülkelerde yaşayan insanlar içinde oluşmamalı.–

    –Not [2]: Kapitalizm sadece insanı öldürmekle yetinmiyor, aynı anda, dostlarımız hayvanları da, dostlarımız bitkileri de, ve hâttâ dostlarımız planktonları da öldürüyor.–

    –Not [3]: Sol adına, sol gerekçe gösterilerek cinayet işlendi mi? Bu konuda en bariz, en -somut- örneklerden birini teşkil etmesinden dolayı, -gulag-lara bakabilirsin:
    https://en.wikipedia.org/wiki/Gulag
    https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Gulag_camps

    Öncelikle George Lucas, –bizim– değil [artık –biz– kim oluyorsak], senin olduğunu da sanmıyorum.

    George Lucas, kapitalist düşüncenin emrettiği üzere, sinema endüstrisinde de var olan oligopol yapıya sırtını yaslayarak [ve kendi de oligopolleşerek] servet biriktirdi. Biriktirmek zorunda değildi, ama biriktirdi, çünkü kapitalist düşüncenin emrine uyarak maddi yönden zenginleşmek istedi.

    Sömürülenlere yardım etmek sadece kapitalist sistemin şart koştuğu –philanthrophic– yöntemlerle olmaz [sebebini bu metnin sonuna doğru okuyacaksın].

    Bill Gates & Melinda Gates’in kurduğu [sözde] bir yardım vakfı var. Bu vakfın kurucuları, –bakın ne kadar da iyi insanlarız, Afrika’daki açlığı azaltmak için canla başla yardım dağıtıyoruz– diye sırıta sırıta fotoğraf çektirirler, fakat, Avrupa kıtası ülkelerinin çoğunda, Microsoft şirketinin dominantlığı için düzenbazlık yapmaktan suratları kızarmaz. –Kapitalizmin ne olduğunu– sorup duruyorsun Necip, –somut verileri– dikkatle incelemeni öneririm:

    [1] http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/5120536.stm

    [2] http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/6998272.stm

    [3] http://www.bbc.com/news/technology-18873042

    [4] http://www.bbc.com/news/technology-21684329

    [5] http://www.dw.com/en/eu-fines-microsoft-for-antitrust-breach/a-16653491

    Servet biriktiren insanların, bir kısmı göstere göstere, bir kısmı göstermeye göstermeye –philanthrophic– eylemler de bulunuyor olabilir. George Lucas’ın hangi kısma girdiğini [en azından ben] bilmiyorum. Ki –philanthrophic– eylemler de genellikle, –servetimle yardım ediyorum, huzurluyum– amacıyla değil, –yatırım, yani hâlihazırdaki servetini daha da arttırma– amacıyla yapılır. Kısa ve öz ifadeyle, –personal advertisement’ın– yardım [philanthropy] adı altında yutturulması.

    Madem konu George Lucas’dan devam ediyor, o alandan birkaç örneği aktarayım. Servet biriktirme meraklısı olmayı tercih etmeyip, sömürülenlere yardım eden o kadar fazla insan var ki: Elio Petri, Ken Loach, Vanessa Redgrave, Pier Paolo Pasolini, Costa-Gavras, Volker Schlöndorff, Theo Angelopoulos, Yılmaz Güney, Andrei Tarkovsky, Mira Nair…

    Hayat, kapitalizm değildir. Kapitalizm kendiliğinden –doğmadı– Necip. Sırf senin [ve senin gibi] bir mihmandarın/ların canı istiyor diye, kapitalizmin kendi kendine doğduğuna inanmasını bekleme insanların. Yukarıda yazdığımı hatırlatayım, senin kapıldığın zanna, senden çok önce kapılanlar da vardı, anlamak istemediğin şey bu.

    Kemiklerinde ilik kalmayana kadar kapitalizm tarafından sömürülenler, solla ilişkileri olsun/olmasın farketmez, eğer cesaretleri varsa, kapitalizme karşı mücadele ederler. Dikkat et, bu mücadele esnasında, sana da dokunmasınlar.

  85. Anonim 82,

    Sinema, tiyatro, müzik, televizyon, edebiyat, resim…

    Bütün bu alanlar, kapitalizm üzerine de, komünizm üzerine de, Allah üzerine de, Allahsızlık üzerine de, hayat üzerine de, insan üzerine de, herşey üzerine de, hiçbir şey üzerine de… Türlü/çeşitli konular üzerine eserler ortaya koyabilir.

    –Antikapitalistlerin buna denk bir kültürel yaratıcılıkları, hatta kültür adına yarattıkları herhangi bir şey var mı? Yoksa onların dünyasındaki siyah pelerinli kötü adamlar “kapitalistler” olduğu için başka bir hikaye yazmalarına gerek yok, ondan mı böyledir?– Ön kabullerden, ön yargılardan kurtulmanı öneririm. Necip’e yazdığım cevabın şu kısmını sana da gönderiyorum:

    George Lucas, kapitalist düşüncenin emrettiği üzere, sinema endüstrisinde de var olan oligopol yapıya sırtını yaslayarak [ve kendi de oligopolleşerek] servet biriktirdi. Biriktirmek zorunda değildi, ama biriktirdi, çünkü kapitalist düşüncenin emrine uyarak maddi yönden zenginleşmek istedi.

    Sömürülenlere yardım etmek sadece kapitalist sistemin şart koştuğu –philanthrophic– yöntemlerle olmaz [sebebini bu metnin sonuna doğru okuyacaksın].

    Bill Gates & Melinda Gates’in kurduğu [sözde] bir yardım vakfı var. Bu vakfın kurucuları, –bakın ne kadar da iyi insanlarız, Afrika’daki açlığı azaltmak için canla başla yardım dağıtıyoruz– diye sırıta sırıta fotoğraf çektirirler, fakat, Avrupa kıtası ülkelerinin çoğunda, Microsoft şirketinin dominantlığı için düzenbazlık yapmaktan suratları kızarmaz. –Kapitalizmin ne olduğunu– sorup duruyorsun Necip, –somut verileri– dikkatle incelemeni öneririm:

    [1] http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/5120536.stm

    [2] http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/6998272.stm

    [3] http://www.bbc.com/news/technology-18873042

    [4] http://www.bbc.com/news/technology-21684329

    [5] http://www.dw.com/en/eu-fines-microsoft-for-antitrust-breach/a-16653491

    Servet biriktiren insanların, bir kısmı göstere göstere, bir kısmı göstermeye göstermeye –philanthrophic– eylemler de bulunuyor olabilir. George Lucas’ın hangi kısma girdiğini [en azından ben] bilmiyorum. Ki –philanthrophic– eylemler de genellikle, –servetimle yardım ediyorum, huzurluyum– amacıyla değil, –yatırım, yani hâlihazırdaki servetini daha da arttırma– amacıyla yapılır. Kısa ve öz ifadeyle, –personal advertisement’ın– yardım [philanthropy] adı altında yutturulması.

    Madem konu George Lucas’dan devam ediyor, o alandan birkaç örneği aktarayım. Servet biriktirme meraklısı olmayı tercih etmeyip, sömürülenlere yardım eden o kadar fazla insan var ki: Elio Petri, Ken Loach, Vanessa Redgrave, Pier Paolo Pasolini, Costa-Gavras, Volker Schlöndorff, Theo Angelopoulos, Yılmaz Güney, Andrei Tarkovsky, Mira Nair…

    [NOT: Dikkat edin, kapitalizm, siyah, gri, beyaz, mor… renk pelerinleri Bangladeş’teki merdiven altı tekstil tezgâhlarında ‘çoğunluğu çocuk’ işçileri sömürerek üretiyor. Kapitalizm karşıtlarına laf atarken aklına bu da gelsin, Anonim 82.

    –Bangladeş’de ölü sayısı 1000’i geçti–

    Bangladeş’in başkenti Dakka’da çöken tekstil atölyeleriyle dolu binanın enkazında, görevlilerin daha fazla ceset bulmasıyla ölenlerin sayısının bini aştığı bildirildi.

    24 Nisan’da çöken sekiz katlı Rana Plaza adlı binada, çöküş sırasında kaç kişinin olduğu bilinmiyordu.

    Yetkililer çökme sonucu 2 bin 500 kişinin yaralandığını, 2 bin 437 kişinin de kurtarıldığını belirtiyor.

    Enkazdaki arama çalışmalarının bugün sona ermesi bekleniyor. Daha sona enkaz buldozerlerle kaldırılacak.

    Yetkililer bu sabah itibariyle enkazda bulunan ölü sayısının 1021 olduğunu açıkladı.

    Yüzbaşı Şahnevaz Zekeriya, “bulduğumuz cesetlerin çoğu tanınmaz hâlde. Ama ceplerindeki telefonlar ya da personel kartlarıyla kimlikleri tespit edilebiliyor. Ölenlerin büyük çoğunluğu kadın tekstil işçileri” dedi.

    Çökme anında işçilerin sığındığı bir merdiven altında çok sayıda ceset bulunduğu belirtildi.

    Bölgedeki gazeteciler, enkazın etrafındaki sessizliğin sık sık ölenlerin kimlikleri tespit edildikçe yakınlarından yükselen ağlama sesleriyle bozulduğunu söylüyor.

    Olay nedeniyle aralarında binanın sahibinin de bulunduğu bazı kişiler gözaltına alındı ve ölüme sebebiyet vermekle suçlandı.

    Çökmeden sadece bir gün önce duvarlarda oluşan çatlaklar nedeniyle bina boşaltılmış, ama sonra işçiler yine binaya sokulmuştu.

    Bangladeş dünyanın en büyük tekstil sektörlerinden birine sahip ve Rana Plaza’da üretilen giysiler bazı Batılı markalar için yapılıyordu.

    Çalışma koşulları ve güvenliğiyle ilgili kaygılar yükselirken, hükümet güvenlik nedeniyle 18 tekstil fabrikasının kapatıldığını duyurdu.

    Önceki gün de başkent Dakka’daki bir tekstil fabrikasında çıkan yangın en az sekiz kişinin ölümüne yol açmıştı.

    10 Mayıs 2013
    http://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/05/130510_banglades_1000 ]

  86. Dindarlık hangi yaramıza merhem olacak?

    Ülkede, bütün sorunlarımızı dindarlıkla çözeceğini düşünen insanlar artık her yerde söz sahibi.

    “Herkes dindar olursa ülkede hiçbir sorunun kalmayacağı”nı sanıyorlar.

    Çünkü “dindar insanların ahlaklı olacağını, dinin bu insanlara Allah korkusu aşılayacağını ve dolayısıyla bu şekilde bütün sorunların üstesinden geleceklerini” düşünüyorlar.

    Dindarlığın insanı ahlaklı yapıp yapmadığına, Allah korkusu dediğimiz duygunun insanları suç işlemekten caydıracak bir işleve sahip olup olmadığına da bakmıyorlar.

    Bunu görmeleri için başka yere bakmalarına gerek yok. Kendilerine baksalar bile bir kanaat sahibi olabilirler.

    “Kendilerine baksalar” diyorum çünkü dinin, dindarlığın bizim üzerimizde ne kadar tesiri olduğunu, bizi hangi kötülüklerden alıkoyduğunu en iyi biz biliriz.

    Dindarlıkla bir ahlak, bir terbiye kazanamamış insanların bütün toplumu dindarlıkla terbiye edeceğini sanmaları gerçekten çok garip.

    Gerçekten hiç düşünmüyor musunuz? Gerçekten, dindarlığın, ileri sürdüğünüz gibi bir işlevi olup olmadığına hiç bakmıyor musunuz?

    Kendinize, etrafınızdaki dindar arkadaşlarınıza, dindarlığı toplumsal ve siyasi sorunların çözümünde bir yol gören ülkelerin durumuna hiç bakmıyor musunuz?

    Bütün bunlara baktığınızda ne görüyorsunuz?

    Dininin, dindarlığın insan üzerinde sizin sandığınız gibi bir etkisi varsa milyonlarca Müslümanın durumu ortada, onlara niçin yapmıyor bu etkiyi?

    “Ama yanlış anlıyorlar, dini doğru yaşamıyorlar o yüzden Müslümanlar bu durumda” kolaycılığına kaçmaktan kurtulup, meselenin üzerinde derinlemesine ne zaman düşüneceksiniz?

    Herkes mi yanlış anlıyor? Herkes mi eksik yaşıyor?

    Eğer öyleyse milyonlarca insanın yanlış anladığı veyahut tam olarak yaşayamadığı bir dini getirip toplumsal meselelerin odağı yapmak size de saçma gelmiyor mu?

    Dinin en net kuralları bile insanlar üzerinde kötülükten caydırıcı bir etki göstermiyor. Niçin?

    Mesela din “yolsuzluk, hırsızlık yapmayın” dediği halde bütün Müslüman ülkelerin yolsuzluk sıralamasında en üst sıralarda olmasını neyle açıklıyorsunuz?

    Din defalarca “hukuk, adalet” vurgusu yaptığı halde dünya hukuk devletleri sıralamasında ilk 80 ülke arasında bir tane bile Müslüman ülke olmamasını neyle izah ediyorsunuz?

    Din “işi ehline verin” dediği halde adam kayırmanın, iltimas geçmenin dindarlar arasında bu kadar yaygın olmasını neyle açıklıyorsunuz?

    Din, “bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir” dediği halde İslam dünyasında oluk oluk kan akmasını, dindarların birbirlerinin kafalarını kesmelerini neyle açıklıyorsunuz?

    Peki hiç düşünmüyor musunuz din, insanları niçin terbiye etmiyor? Niçin onlara bir ahlak vermiyor?

    Allah korkusunun her şeyi çözeceğini sanıyorsunuz. Allah korkusu diye bir şey varsa dindarlar Allah’tan niçin korkmuyorlar?

    Dindarlıkla her sorunu çözeceğinizi sanıyorsunuz. Nasıl? Hangi yolla?

    Mesela eğitimde dindarlıkla nereye varacaksınız? Nasıl bir eğitim sistemi kuracaksınız ki dünyada rekabet edebilir bireyler yetiştireceksiniz?

    Yıllardır “laik eğitim sistemi çok kötü” diye feveran edip duruyorsunuz. 14 yıldır iktidardasınız.

    Hani, farklı olarak ne önerdiniz? Nasıl bir eğitim programınız var?

    Dindarlık takıntınız yüzünden, eğitimi daha da berbat hale getirdiniz.

    Yapabildiğiniz tek şey, imam hatip açmak ve insanların çocuklarını o okullara zorla göndermek.

    Diyelim ülkedeki bütün çocuklar imam hatibe gitti. Ne olacak? Bununla nereye varacaksınız?

    Ne öğreteceksiniz o çocuklara? Siyer? Hadis? Tefsir?… Sonra? Bunları öğrendiklerinde ne olacak, nereye varacak bu çocuklar? Dünyada nasıl bir varlık gösterecekler? Nasıl rekabet edecekler?

    Tefsir, hadis okumak insanı ahlaklı yapsaydı ömrünü bu konuları okumakla harcayan bugünün iktidar mensuplarını ahlaklı yapmaz mıydı? Tefsir, hadis, siyer okuduklarında iyi insan olacaklarını mı sanıyorsunuz?

    Eğer dinin böyle bir etkisi varsa tek bir İslam ülkesinde niçin göstermedi bu etkisini?

    İslam dünyasında tefsirin, hadisin âlâsını öğreten medreselerden mezun insanlar din adına birbirini boğazlıyor. Din, onları niçin insan yapmadı?

    Sanatta, ticarette, bilimde… daha birçok alanda dindarlığı esas aldığınızda nereye varacaksınız?

    Din sanatla ilgili ne söylüyor bize?

    Ekonomide hangi kuralları uygulayacaksınız?

    Bilimde nasıl bir yol izlemenizi öneriyor?

    Dinin insanları daha güvenilir yapacağını sanıyorsunuz. O yüzden mi siyasi hayatınızın en büyük darbesini, kendini dindar olarak tanımlayan bir topluluktan yediniz 15 Temmuz’da?

    Mesele sadece Türkiye değil. Dindarlıkla bir yere varabilmiş, tek bir sorununu çözebilmiş tek bir Müslüman ülke var mı? Yaşanabilir hayatlar kurabilmiş tek bir İslam ülkesi var mı?

    “Eğer başka bir ülkede yaşamak zorunda kalsaydınız bu hangi ülke olurdu?” sorusuna bütün Müslüman ülke halklarının büyük çoğunluğunun bir Batı ülkesini söylemesini neyle izah ediyorsunuz? Niçin kimsenin aklına bir Müslüman ülkede yaşamak gelmiyor?

    Diğer taraftan, herhangi bir konuda örnek gösterebileceğiniz tek bir Müslüman, dindar topluluk var mı dünyada? Varsa söyleyin, nerede?

    Yoksa, niye olmuyor? Niçin İslam dünyası, Müslüman topluluklar bu halde? Niçin yapabildikleri bir tek güzel şey yok?

    Kendi aralarındaki mezhep sorunlarını bile çözemeyen, bundan dolayı birbirinin kafasını kesen dindarlar, dindarlıklarıyla hangi sorunları çözecekler? Bir düşünün hangi sorunları çözebilirler?

    Bütün bunların üzerine hiç kafa yormadan dindarlığın bütün sorunların çözeceğini iddia etmeniz olacak şey mi?

    İslam ülkelerindeki bu geri kalmışlık, bu sefil tablo tesadüf mü?

    Tesadüf değil. Olmuyor, çünkü din bireysel inanç meselesi. Her insanın kişiliğine, zekasına, karakterine göre, onda şekil alıyor. Her insan dini farklı anlıyor, farklı yorumluyor.

    Bundan dolayı da din toplumsal meselelerde norm yapıldığında iç çatışmaları artırıyor ve o ülkeyi, o topluluğu çürütüyor.

    “Benim anladığım dini yorum en doğrusu” diyerek çatışmaktan, kavga etmekten bir yol alamıyorlar. Bugün ülkeyi yitip bitiren Cemaat-AK Parti kavgası da bundan başka bir şey değil.

    Dindarlık dediğiniz şey, ülkedeki bütün insanları birbirine düşman etti. Bunu göremeden, hâlâ dindarlık diye tutturmanız akıl alır gibi değil.

    Üstelik bu, sadece bugünün meselesi değil. Dört halife döneminden beri süre gelen, 1400 yıllık bir ayrışma ve çatışma var. Kimsenin de gücü, farklı yorumlardan dolayı oluşan bu ayrışmaları ortadan kaldırmaya yetmiyor.

    Üstelik bu durum sadece İslam dünyası için geçerli değil. Bütün dinler için aynı.

    Böyle olduğu için, yani dinler toplumsal norm yapıldığında, toplumları disipline sokup terbiye edeceğine daha ayrıştırdığı için dünya devletleri seküler yasalara ihtiyaç duymuşlar.

    Tekrar edeyim:
    Din bireysel bir inanç meselesidir. Her insan kendi kişiliğine, karakterine göre dine bir anlam yükler. Bundan dolayı istediğine inanır inancını istediği gibi yaşar.

    Din, devlet eliyle toplumsal meselelerde çözümün aracı yapıldığında sorunları çözmüyor, bilakis daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor.

    Kavgaları, çatışmaları, ayrılıkları körüklüyor.

    Bütünlüğe darbe vuruyor. İnsanı düşünmekten, akılla hareket etmekten alıkoyuyor.

    Birinin suç ya da günah gördüğü bir eylemi bir diğer farklı bir yorumla meşru görebiliyor. Herkesin yorumu, anladığı farklı olduğu için ortak bir kural haline gelemiyor.

    Şifalı, yüceltici etkisini kaybediyor.

    Tüm bunlara dikkat etmeden dindarlığı yaymak, bununla bir ülkenin sorunlarını çözeceğini sanmak cehalet değilse nedir ki?

    Levent Gültekin, 21 Eylül

  87. Solcu olmak hayli zahmetli bir iş

    Bir kuşak için çok önemli bir semboldü necefli maşrapa.

    Eve büyük mücadelelerin ve fedakârlıkların ardından TV alınır, oturma odasının en merkezi yerine yerleştirilir. Üzerinde dantel örtü. Öyle herkesin kurcalayabileceği bir alet de değil, açma kapama işini büyükleriniz yapar. Ayrıca, sınırlı saatlerde yayın vardır, her açtığınızda bir şey seyredemezsiniz. İşte necefli maşrapa, TV’de yayın kesildiğinde ekranda beliren semboldü. Onu bile “seyrettiğimizi” hatırlıyorum!

    Muhtemelen çok muhafazakâr bulacaksınız bu düşüncemi ama bana kalırsa “nicelikteki olağanüstü artışın niteliği berhava edişinin” en iyi örneklerinden biridir TV kanalları.

    Tek kanallı TRT’de, bu satırların yazarı gibi bir kenar mahalle çocuğunun yaşamını değiştirecek işler yayınlanıyordu. Başkaca hiçbir merakı olmayan bir gencin dahi yalnızca TV izleyerek sinema klasiklerinden, edebiyat uyarlamalarından, önemli tiyatro eserlerinden haberdar olması mümkündü.

    Örneğin, Cyrano de Bergerac’ın önce filmini izleyip sonra kitabını okumuştum. Siyah beyaz filmin başrolünde muhteşem Jose Ferrer oynuyordu. TRT sayesinde. Ya da komedi klasikleri. Lorel Hardy, Harold Lloyd gibi. Bunlar çok önemli insanlardı ve o tek kanal sayesinde haberdar olmak mümkündü. Önemli “Westernler”i hiç anmıyorum bile. John Wayne gibi yürüyeceğim diye neler çektim!

    Şu anda, tabii, kaçınılmaz biçimde sayısız kanal var ve sözünü ettiğim her eseri cep telefonundan dahi izlemek mümkün. Ancak TV başka bir etkiye sahip ve malum dünyanın en çok TV izleyen ülkelerinden biriyiz. Dolayısıyla “kamusal sorumlulukları” da etkileriyle doğru orantılı olmalı. Hele ki bizim vergimizle ayakta duran TRT’nin. O TRT’de nitelikli çok insanın yıllardır eziyet gördüğünü, yandaş olamadıkları için dışlandıklarını biliyoruz.

    Uzun süredir akşam vakti diziler dışında en çok seyredilenler, hiç ilgilenmediğim yarışma programları ile uzun yıllar önce ilişiğimi kestiğim tartışma programları. Ancak seyretmeseniz de kaçamıyorsunuz. Ya kanalları karıştırırken rastlıyorsunuz “tartışmacılara” ya da internet haberlerinde rastlıyorsunuz. Ama internete yansıyanlar daha ziyade önemli kanallarda konuşulanlar oluyor; örneğin CNN Türk gibi. Ufak tefek yandaş TV’leri pek ciddiye alan olduğunu sanmıyorum.

    Söz konusu akşam programlarının “tartışma” adını hak etmedikleri kanısındayım. Tartışmak için ortada tartışmaya değer bir konu, o konu hakkında birikim sahibi olan birileri ve o birilerinin tedirgin olmadan konuşabilecekleri siyasal atmosfere gereksinim var.

    Hangisi var Türkiye’de?

    Bizde yapılan tartışma filan değil, şu: İki “grup” insan davet ediliyor. Tabii, her zaman aynı insanlar!

    İki temel nitelikleri var. İlki, yandaş ve muhalif kimlikleri olacak. İkincisi, çizilen sınırlar dışına çıkma olasılıkları bulunmayacak.

    İşte böylesi iki grup, abdesthane ibriği gibi karşılıklı oturtuluyor ve aynı şeyleri, aynı iştahla, tek bir özgün sözcük sarf etmeden konuşuyor. Biri çok bağırırsa da ertesi gün gazetede okuyorsunuz (ben bu aşamada haberdar oluyorum!).

    Durum o kadar vahim ki, Türkiye’yi hiç tanımayan biri, memlekette tek bir başarılı muhabir ve tek bir kamu hukukçusu olduğunu zannedebilir. Burada sözünü ettiğim, yıllardır takip ettiğim İsmail Saymaz kuşkusuz. Herhalde bana kızmayacak ve manzarada “bir tuhaflık” olduğunu kendisi de kabul edecektir! Ceza/kamu hukukçusunu ise geçelim; o, yakında yemek programı dahi yapabilecek bir birikime sahip anladığım kadarıyla. Diyeceğim, merkez medyanın durumu bu.

    Bunların dışında bir de çeşitli tonda muhaliflerin sol eğilimli kanalları var. Kürtlerin kanalları da dâhil. Zar zor ayakta durabilen, izleyicisi göreli az kanallar.

    Şimdi tümü kapatılıyor.

    Sözleri kesiliyor.

    KHK’ye dayanarak. Anayasa’ya aykırı ama artık kimsenin ciddiye aldığı yok Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı, bu nedenle boş veriyorum.

    Eh geriye ne kaldı?

    Serdar Ortaç’ın bir şarkısı var ya; “binlerce resmi gazete!” Aynı başlıkla çıkan kâğıt israfını bir yana koyarsak, yazılı basında iki üç “gazete” kalıveriyor Türkiye’de. Onların da geleceği meçhul!

    Başka?

    Bizim “Diken” benzeri kanallar, hepsi bu.

    Şuraya gelmek istiyor ve her zamanki gibi lafı uzatıyorum:
    Artık her birimiz o necefli maşrapanın karşısındayız. Az sayıda gerçek haber mecrasını bir yana koyarsak, Türkiye’de sesini duyurma olasılığı bulunan kim var kim yok, şansını kaybediyor ve koskoca memleketin tüm renkleri o maşrapanın karşısına sıralanıyor.

    Hâl böyleyken, muhalif olan ya da öyle olduğunu iddia edenler, kendisine “göreli daha yakın olanı” yemek ve hattâ çok daha vahimi, yok etme çabasına girişebiliyor. Pek akıl kârı değil gibi bu durum. Eleştiriden, sert eleştiriden, yazı ile dalaşma ya da kavgadan değil, açıkça “yok etmek” ve “değersizleştirmek” iştahından söz ediyorum.

    Beni asıl ilgilendiren, sosyal medyada hızlı ve bir biçimde “solcu” olduğunu iddia eden “kimi” muhaliflerin tavrı.

    Öncelikle şunu söylemeliyim. Solcu olmak hayli zahmetli bir iş. İyi-kötü okumak, emek harcamak şart. Ayrıca insana ahlaki sorumluluk da yüklüyor. Emek harcamak da yetmiyor, bir de solun “ağır abi ve ablaları”na kendinizi kabul ettirmeniz, solun kendi içindeki ALES’lerini, YDS’lerini vs. geçmeniz, meslek memurluğundan müsteşarlığa sabırla yükselmeniz gerekiyor “sol hiyerarşide”.

    Yok öyle, hemen “ben solcu oldum” demek!

    Kişisel olarak bu aşamalardan sıkıldığım için ve yeteneksizliğim sayesindedir ki, meslek memurluğunda kalıp yükselemedim!

    Her neyse… Bu konuya ve “solculuk standartları enstitüsü” ile “enstitü sorumlu müdürlerine” bir başka yazıda geleceğim.

    Burada şunu anlatmaya çalışıyorum:
    Sol içi tartışmalar ve başvurulan referanslar her zaman son derece canlı ve çetrefil. Bunun bir sonucu da sanırım, “hiç kimsenin bir diğerini yeteri kadar solcu bulmaması” oluyor.

    Türkiye’de solculukların başına “liberal (sol)”, “özgürlükçü (sol)”, “ulusal (sol)” vs. sıfatların konulması da bir “sonuç” gibi. O kişi o sıfatı benimsememiş olsa dahi, bir diğeri onun için “gerekli” ve “yeterli” görüyor. Dediğim gibi, bir başka yazıda derdimi daha iyi anlatırım herhâlde.

    Gelelim sadede:
    Nuray Mert, “sol liberal” olarak tanımlananlardan bildiğim kadarıyla. Belki o da kendisini bu şekilde tanımlıyordur, bilmiyorum.

    Nuray Mert, ilginç bir biçimde yıllardır sık aralıklarla gündemde. Şimdi de bir başkasının e-postasında kendisinden yapılan “aktarmalar” nedeniyle konuşuluyor.

    Eleştirilere Cumhuriyet’teki köşesinde (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/608196/Erdogan_a_hayranlik__Dogan_Medya_ya_yakinlik.html) yanıt verdi. Benim konum bu değil, ilgilenmiyorum.

    Derdim, ona yönelen eleştirilerin, sınırları çok aşıp “(Nuray Mert’i) yok etmeye” yönelmesi.

    Nuray Mert’i her zaman okurum. Yıllar evvel “Cogito”da çıkmış makalesinden bugüne. Çok beğendiğim yazıları da oldu, hiç beğenmediklerim de. Bazen cesur ve haklı bulurum, bazen de biraz fazla iddialı/itici!

    Özellikle bazı konularda sergilediği, “ben yazmasam kimse yazmayacak” tavrını.

    Bir yazarı beğenmiyorsanız, ya okumazsınız, ya da eliniz kalem tutuyorsa polemiğe girersiniz.

    Peki, sosyal medyada açıkça “yok etme” eğilimi neden? Bu denli küfür kıyamet?

    Örneğin, geçenlerde yeni internet gazetesi “Gazete Duvar”da İrfan Aktan, Nuray Mert’in Cumhuriyet’te yazdığı bir yazıya sertçe eleştiri yöneltti. Buraya ekliyorum (http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/12/su-nuray-mert-hadisesi/): Aktan’ın yazısında da katıldığım ve katılmadığım yerler var. Özellikle son paragrafı Aktan’ın içine kaçmış bir “üç harfli” mi yazdı diye düşünmedim değil! Buna mukabil söz konusu olan “bir eleştiri yazısı”. Aman Allahım, yine sosyal medyada o yazı üzerinden bir linç ve karalama! Bu kez kızgınların çoğu anlayabildiğim kadarıyla, ya Kürt, ya da Kürt’ten daha Kürt olmaya çabalayan cengâverler.

    O yazıyı ve Mert’i bir yana bırakalım.

    HDP ve Kürt siyasi hareketine, örneğin Selahattin Demirtaş’a yönelik “eleştirilere” karşı ölçüsüz kızgınlık ve zaman zaman eleştirenin canına okuyan tavır kabul edilebilir mi?

    İşin ilginç yanı, şunu gayet iyi biliyorum ki, bir Kürt siyasetçi çoğu zaman sempatizandan çok daha makul karşılıyor sert eleştirileri. 140 karakterde, büyük rahatlıkla “düşman” ya da “çıkarcı” ilan etmek nedir insanları?

    Ya da, HDP’nin seçim barajını geçmesi gerektiğini savunan yazılar kaleme alınırken oturulan o rahat koltuklar, neden eleştiri yazısı kaleme alındığında bu denli rahatsız edici hale gelsin? Koltuk aynı koltuk, popo aynı popo! Bu konu başka yazıya kalsın ama. Epey uzun yazmayı gerektiriyor.

    Benzer yok etme ve “oh olsun” tavrı, örneğin bir süredir Altanlar’ın tutuklanmasına da gösteriliyor. Yine, yandaşlardan değil, muhalif kanattan söz ediyorum.

    Altan kardeşler, eğer mücadele verilecek insanlar ise, bunun yolu akıl dışı gerekçelerle tutuklanmalarına alkış tutmak mı?

    Adil yargılama ilkeleri ihlal ediliyor diye sevinilir mi?

    İnsan birilerinden nefret edebilir, iyi hoş da nerede kaldı “ilkelere” sadakat?

    Sübliminal mesaj nedir, Allah aşkına! Bugün ona “sübliminal”, yarın sana bana “gözünün üstünde kaşın var”.

    Sosyal medyada, kuşkusuz “bir örnek” olmayan birileri, sözüm ona sol çağrışımlı argümanlar kullanarak, aslında yine “bir örnek” olmayan yazarları aynı torbaya koyup “yok edici” bir üslupla yıpratma derdinde.

    İnsanların haksızca “içeride” olmasının, ya da birilerinin sözel linçe maruz kalmasının kime ne faydası var?

    Nuray Mert bugün çıkıp “ben artık yazmıyorum” dese, kızgınların nasıl bir kazancı olacak?

    Ha bir de “yetmez ama evetçilik” üzerinden küfür kıyamet var ki onu hiç sormayın! Oysa Mert, çok sayıda “hayır” yazısı yazdı ve 2010’da tavrını açık biçimde “hayır”dan yana koydu.

    Gel gör ki, “klavye kahramanları” bunu dahi öğrenme gereksinimi duymuyor. Çünkü ortada, içine gözü kör olası “liberallerin” tıkıştırıldığı bir çuval var ve değil mi ki kişi o çuvalda, zaten yetmez ama evetçi! Öyleyse, bas küfrü! Bunları yazarken, acep Nuray Mert’in avukatlığını mı yapıyorum ki? La havle…

    Değerli okur,
    Şu satırları okuyan ya da okumayıp benzer düşünen insanlar, hepimiz bir süredir kurulu düzenin necefli maşrapasını izliyoruz. Hâl böyleyken, yazan-çizenlere çok hoyratça davranmamakta, onları yok etmeye yönelik kampanyalara mesafeli olmakta yarar var. Başka yolla özgür düşünceyi sahiplenemeyiz.

    Özgürce düşünemeyip konuşamadığımızda da, artık o maşrapanın içindeyiz demektir!

    “Sert eleştiri” başka, “küfür kıyamet” başka bir şey.

    Herkes ve her şey eleştirilir. Eleştirilmelidir. Eleştiri çok sert de olabilir.

    Buna mukabil, “yok etmek” çabasının, maşrapanın sahibi dışında aklı başında hiç kimseye bir hayrı yok…

    Doç. Dr. Murat Sevinç
    Ankara Üniversitesi
    Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
    30 Eylül

  88. TEKNİK ANALİZ SONUCUNA GÖRE, 31 ARALIK 2016 DOLAR/TL KURU OLASILIKLARINI AÇIKLIYORUM:

    1 DOLAR = 3,12 TL

    1 DOLAR = 3,17 TL

    1 DOLAR = 3,22 TL

    BU ÜÇ OLASILIKTAN BİRİ İLE, 2016 BİTECEK.

  89. marxist argüman

    84 nolu yorumcu,
    sizi “beyaz yakalilar” olarak daha önce cesitli konularda elestirmistim. sizin kismen yanlis elestiri ve argümanlarinizi elestirmeyi gerekli gördügüm icin, sizi elestirmeye devam edecem. elestiri ancak dogru yapilirsa bir i$e yarar; yanlis elestiri karsidakini ikna etmedigi gibi, karsidakine demagoji yapacak bol miktarda malzeme sunuyor.
    1. kapitalizme elestiri olsunda camurdan olsun, anlayisini birakin. elestirinin icerigine ve yöntemine de kafa yorun.
    örnek: hitler fa$istini söyle elestiren alman burjuva demokratlarda mevcut: “hitler, yahudilerin toplanmasi ve öldürülmesi icin seferber ettigi o kadar alman askerini dogu cephesine gönderseydi yenilgi yasanmayabilidi.”
    evet, görüldügü gibi burda da sözümona nazi fa$istleri elestiriliyor, ama nasil?
    2. sürekli olarak bir sürü yabanci isim siraliyorsunuz, en sonunda da necip’i de o kümeye/gruba dahil ediyorsunuz.
    birincisi, o isimleri ben de dahil, burda kimsenin tanidigini sanmiyorum, merakta etmiyorum, isim saymaktan vazgecin.
    ikincisi, ayni düsüncede olan insanlarin isimlerini siralayip, sonunda da “necip bunlarda senin gibi düsünüyorlar” demek elestiri midir, karsi argüman midir? elestiri, argüman bunun neresinde?
    3. necip ya da tayfasindan birisinin attigi her oltaya balik gibi atlamayin. gercekten bir seyi merak edip anlamak isteyen bir yorumcu ile necip’e zor anlarda destek atisi yapanlari birbirinden ayirt edebilmelisiniz. her sacma soruya cevap yetistirmeye calismayin.
    4. sürekli olarak “$u i$ kazasinda $u kadar i$ci öldü” haberlerini asip duruyorsunuz. bu yanlistan da vazgecin. i$ kazasi haberleri kapitalizme karsi argüman falan degildir. bo$a kürek cekiyorsunuz. o kazalari kimse gizlemiyor, burjuva basini hergün yaziyor. siz i$ kazalarini “kapitalizm calisanlari öldürüyor” seklinde yorumluyorsunuz diye , karsidakilerinde sizin gibi düsündügünü mü saniyorsunuz?
    birincisi, “ahlak zaptiyesi” pozlarina heves etmeyin, insanlarin vicdanina hitap etmeye calisan din adamlari gibi davranmayin.
    ikincisi, gercekler, haberler, ölü sayilari vs. sizin sandiginiz gibi kendi basina bir elestiri, argüman falan degildir. i$ kazalarinin kapitalist ekonomiyle iliskilendiriyorsaniz, o zaman o iliskiyi/baglantiyi insanlara gösterin.
    4. calisanlarin mecburen verdigi siradan her “ekmek kavgasini” “kapitalizme karsi mücadele” diye yansitip kendinizi kandirmaktan vazgecin. soma kömür madenlerinde ölen isci yakinlari ve geride kalan isciler de dahil olmak üzere, o insanlarda düzene/devlete/ekonomi politikalarina karsi bir elestiri, isyan falan yok. en cok en cok ogürsel gibi patronun “para/kar hirsini” elestirirler. yani devlette/düzende/ekonominin üretim prensiplerinde sorun arayan yok.

  90. refah ve kültüre bedel ödemeden sahip olmak

    “Batı’nın refah ve kültürüne bir bedel ödemeksizin sahip olmayı düşleyen yağmacı ve bedavacı zihniyet, Cumhuriyet ideolojisinin belirleyici bir vasfı olarak kalır.”
    [Sevan Nişanyan – Yanlış Cumhuriyet]
    *
    Kapitalizmin refah ve kültürüne bir bedel ödemeksizin sahip olmayı düşleyen yağmacı ve bedavacı zihniyet, antikapitalist ideolojinin belirleyici bir vasfı olarak kalır.

  91. Doğal durumlar bütün toplumsal düzenlerden önce gelir.
    Yeme-içme gibi herkes için zorunlu olanları bu tartışmalarda gündeme gelebiliyor, fakat toplumsal açıdan zorunlu olan diğeri gelmiyor.
    Üremek toplumsal bir zorunluluktur insanlık için. Herkes için bir zorunluluk değildir, çünkü bu imkanı bulamayan istisnalar soyun tükenmesine yol açmaz. Fakat siz bu istisnalardan biri ve bir erkek iseniz, bunun size verdiği sıkıntı dolayısıyla (böyle olmayabilir de, herkesin durumu aynı olmayabilir) toplumsal düzen veya düzen karşıtlığı ilgi alanınıza girmeyebilir. Hatta bu durumunuz dışında hiçbir şey umrunuzda olmayabilir. Sizin bu durumunuz da düzenin ve düzen karşıtlarının ilgi alanına girmez.
    Bu tür doğal durumlarda düzen-düzen karşıtlığı, kapitalizm-antikapitalizm tartışmaları bir anlam ifade etmez.

  92. marxist argüman

    ogürsel’den alinti:
    “bir halk böylesi faşizan bir eğilime sürüklenmişse.. bu oran tahmin ettiğimiz gibi % 60′ları çok geçiyorsa… Kürt korkusu ve nefreti ile yaşıyorsa… o zaman Ortadoğu’daki savaşa da kolayca sürüklenecek; “kılavuz kargasının” peşinden; o N. Hikmet’in andığı “Gocuklu celebinin” sürdüğü “mezbahaneye” koşturacaktır.. Bu “veri” var olan maceracı-kanlı siyasetin değiştirilemeyeceği, yıkımın da kaçınılmazlığını gösterir.. (Senden de bu inceliği anlamanı zaten beklemiyordum..)”

    ogürsel, önce $unu belirteyim, fikir/siyaset tartismasinin “incelikle” “kabalikla” alakasi yok. böyle edebi kavramlarla siyaset yapmaktan vazgec.
    $imdi senin yazdiklarini mercek altina alalim: “bir halk böylesi bir fa$izan egilime sürüklenmisse…”
    senin o “fasizan egilim” dedigin olgu nasil olu$uyor? buna hic kafa yordun mu? melanetin üredigi kaynagi merak etmiyorsun, i$in gücün ahlaki/moralist pozlarla insanlari yargilamak. “fa$izan egilim” dedigin sey ulusalcilik/milliyetcilik fikrinin/ideolojisinin taa kendisi. bu fikri/ideolojiyi milli/dini egitimle, basin yayinla vatandasa asilayanlarda ulusal devletlerdir. hicbir bebek milliyetci/vatansever duygularla dogmaz: o egitim/propaganda ailede baslar, okul/camii egitimi ve basin yayinla devam eder. tutarli/dogru elestiri yapmak istiyorsan “fa$izan egilimi” üreten ulusal devletleri ve bu devletlerin milli/dini egitimini hedefe koy.

    “o zaman ortadoguda ki savasada kolayca sürüklenecek”
    seni kaygilandiran ortadoguda ki savas midir, yoksa sadece “sevgili ülken” türkiyenin savasa bulasma ihtimali midir?
    dünyada savaslarin eksik olmadigi dogru. peki bu savaslarin nedenlerini hic merak edip, sorguluyor musun? yoksa birtakim “hirsli ve bencil” politikacilarin/liderlerin icraatlaridir, deyip i$in icinden cikiyor musun? dünyadaki milyarlarca insan bazi “hirsli ve bencil” siyasetciler karsisinda nasil böyle aciz olabiliyor, niye bunlara engel olmuyor acaba?

    “gocuklu celebinin sürdügü mezbahaneye kosturacaktir”

    böyle bir tasvir hergün fabrikalara, bürolara calismak icin giden, gitmek zorunda olan insanlar icin kullanilsa, abartili bir ifade de olsa, hadi kismen uygun diyelim.
    fakat, lider olarak gördükleri insanlarin direktifleri dogrultusunda, vatan/devlet/millet icin ölmeye ve öldürmeye hazir, bu ugurda savaslara gönüllü katilan insanlari sen hangi mantikla “kurbanlik koyun” olarak görüyorsun?
    savaslara gönüllü olarak katilan insanlar icin ingilizce ve almancada daha uygun bir tanim var: “cannon fodder/kanonenfutter”

    “maceraci/kanli siyaset” derken, akp’nin DI$ politikasini, özelliklede suriye politikasini kastediyorsun.
    bir devletin baska bir devlete karsi savasa girismesinin sartlarindan biriside yeterli derecede halk/vatandas destegidir. bu dogru, senin yaklasiminda ki yanlis $udur: sanki akp hükümeti/T.C. devleti: “hazir halkin destegini almisken bir savasa giriseyim, ki bu destek bosa gitmis olmasin, halkin destegini nakite cevireyim.”

    bir kere kendi kendinle celisiyorsun: bir yandan sanki akp hükümetinin secmen destegi azalmis gibi “iktidar ömrünü uzatmak icin savasa girecek” diyorsun, diger yandan %60 üzerinde bir “fa$izan egilim” diyerek aslinda hükümetin halk destegi konusunda hicbir SIKINTISI olmadigini itiraf ediyorsun.
    ogürsel, hicbir devlet/hükümet “madem bu kadar halk destegine sahibiz, e artik bir savasa girismek farz oldu” seklinde hesap kitap yapmaz.
    turgut özal bu meseleyi cok özlü olarak ifade etmisti: “üc koyup bes alacagiz.” evet, iste olay budur, devleti yöneten siyasetciler böyle hesap yapar. o hesap tutar mi tutmaz mi, ayri mesele.
    peki akp hükümetinin/T.C. devletinin olasi bir savas durumunda yaptigi hesap nedir? hükümetin iktidarini uzatma iddiasinin temelsiz oldugu ortada. T.C.’nin yaptigi kar/zarar hesabinin en azindan iki maddesi $udur:
    1. kuzey irak’tan sonra birde kuzey suriye de kürt federasyonu kurulursa, bu durum türkiyedeki kürt ulusalcilarinin elini hem maddi hem manevi/ideolojik/moral yönden güclendirir; bu i$ ayri devlet kurmaya kadar varabilir, dolayisiyla türkiyeyi de bölebilir. öyleyse ne yapip ne edip kuzey suriye kürtlerinin statü kazanmasina engel olmaliyim.
    2. suriyede ki ic savastan dolayi maddi/manevi cok zararimiz oldu, oluyor; bunun karsiliginda suriyede esad’li ya da esad’siz kurulacak yeni düzende/rejimde oyun kurucu olarak hem söz hakkim olmali hem de maddi zararimi örnegin savasta yikilan sehirleri imar ihalelerinin en azindan bir kisminin türk insaat sirketlerine verilmesi suretiyle telafi etme hakkim var.

  93. Son yoruma ilave olarak, bu doğal durumlardan söz etmişken, bu durumların da bir sömürü olduğunu unutmamak gerek.
    Canlıların diğer canlıları yemesi de bir sömürüdür. Toplumsal ve ekonomik sömürülere son vermenin mümkün olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Fakat bu doğal sömürülerin ortadan kaldırılamayacağı, sadece minimuma indirilebileceği -en azından şu anki bilgi ve imkanlarımızla- kesin gibi görünüyor.

  94. umutsuzluğun yaygınlaştığı söyleniyor.
    CHP’de tezkere’ye evet dedi. Demek ki, Katar-Türkiye-Avrupa doğal gaz hattı onlar için de “ulusal çıkar!”
    Onlar da olası savaşın suç ortağı olduklarını kabul ediyorlar…

    Demek ki, onlar da ne Kürt, ne Ortadoğu meselesinde RTE’den farklı düşünüyor; demek ki, temsil ettikleri toplam % 35-40 oy ile “külliye’ye”, külliyen katılıyorlar… Yüzde 85’i geçtiler…

    RTE, bu halkın gerçek temsilcisiymiş…
    Bu rezillikler kayda geçsin…

  95. son sürat hizla sonderece yavai nasil ayir edebilirizzm côk hizli yada durmaya yakin yavaslikmi, sanki varligin sinirlarindadirlar, sanki hareketsiz varlik yoktur, sikmisim diyalektigi, hareket vardir varlik yoktur

    uzman bir katile ihtiyacim var desem gulunur, uzman bir kasaptan farki ne?

  96. “bunların mihmandarlığını yapanlar bugün de nasıl varlarsa, şu –kapitalizm kendiliğinden doğmuştur– sanrını [misyonunu] başlatanların mihmandarlığını yapanlar da bugün var, bu sitedeki bir kapitalist mihmandar örneği de sensin”

    Lutfen bana ‘kurt masali’, ya da ‘tas baski Hz Ali menkibeleri’ okumayiniz.

    Soru basit: Kapitalizmin kurucusu kimdir, ne zaman kurulmustur?

  97. saçma sorular dizisi 🙂

  98. “saçma sorular dizisi”

    Bu “benim verecek cevabim yok; o yuzden taca atiyorum” demek degil midir?

  99. saçma olmayan sorular dizisi:

    Soru: İnsanların yaratıcısı kimdir, ne zaman yaratmıştır?
    Yanıt 1: İnsanların yaratıcısı Allah’tır, …. tarihinde ilk insanlar olan Adem ve Havva’yı yaratmıştır.
    Yanıt 2: İnsanların yaratıcısı yoktur, uzun bir tarihsel süreç içinde doğal bir şekilde ortaya çıkmışlardır.

    Soru: Kapitalizmin kurucusu kimdir, ne zaman kurulmuştur?
    Yanıt 1: Kapitalizmin kurucusu ….’dur, …. tarihinde kurulmuştur.
    Yanıt 2: Kapitalizmin kurucusu yoktur, uzun bir tarihsel süreç içinde doğal bir şekilde ortaya çıkmıştır.

  100. marxist argüman

    necip’ten alinti:
    “Soru basit: Kapitalizmin kurucusu kimdir, ne zaman kurulmustur?”

    necip, TÜSIAD’li meslektaslarindan pek hazzetmedigini biliyorum, ama yine de sana tavsiyem, yukarda ki soruyu TÜSIAD’li ali koc’a sor, belki o sana tatmin edici bir cevap verir. biliyorsun ali koc son zamanlarda “kapitalizm elestirileriyle” gündeme girmisti.

    93 nolu yorumcudan alinti:
    “CHP’de tezkere’ye evet dedi. Demek ki, Katar-Türkiye-Avrupa doğal gaz hattı onlar için de “ulusal çıkar!”

    “anonim” yorumcu, “katar-türkiye-avrupa dogalgaz hatti” uydurma iddianin, komplo teorisinin asilsiz oldugunu somut verilerle anlatan bir yazi bugünkü “sol haber portal’in da mevcut, okumani tavsiye ederim.
    suriye ya da esad rejiminin neden amerika tarafindan hedef secildi:
    1. kaddafi rejimi, esad rejimi, iran molla rejimi, küba, kuzey kore gibi devletler A.B.D.’nin 2. dünya savasindan sonra olusturdugu “amerikan dünya düzenine” entegre olmayi red ettikleri icin, diger bir deyisle “cibanbasi” olduklari icin amerikan emperyalizminin hedefi oluyorlar. burdan hemen benim iran molla rejimini savundugum sonucu cikmasin: al birini vur ötekine!
    2. esad rejimi baba esad’tan beri bati emperyalizminin “düsman sistem” ilan ettigi real sosyalist blok ile ittifak halindedir. sovyetler birliginin yikilmasindan sonra da esad rejimi rusya ile isbirligine devam etti.
    örnek: tartus’da rusya’ya donanma üssü icin yer verilmesi; rus askeri uzmanlarin suriye ordusuna danismanlik yapmalari; esad rejiminin eskiden sovyetler birligini, simdiyse rusya’yi kendisine koruyucu güc olarak secmesi vs.
    3. esad rejimi, amerika’nin yakin zamana kadar “düsman devletler” listesinin birinci sirasinda ki iran molla rejimi ile stratejik müttefiktir.
    4. esad rejimi, amerika’nin ortadoguda ki “özel müttefigi” israil ile eskiden beri catisma halindedir; esad rejimi, israil ve amerika’nin “terörist” örgütler olarak kategorize ettigi hizbullah, pkk, bazi sol örgürtlere lojistik destek sunuyordu.

    bütün bu sebepler A.B.D.’nin esad rejiminin ölüm fermanini imzalamasi ve ihaleyi CIA’nin gözetiminde cihadci örgütlere, NATO müttefigi türkiye’ye, körfezda ki arap monar$ilerine vermesine sebeptir.

    chp’nin irak ve suriye teskeresine ikinci defa “evet” oyu vermesi ne anlama geliyor: milli cikarlar söz konusu olunca düzen partilerinin ortak hareket etmesi, devletin/vatanin bekaasini gözetmek bu partilerin varlik sebeplerinden biridir; olmazsa olmaz sarttir. bu gercegi idrak etmek istemeyen sayin zileli, ogürsel, kahraman amca gibi idealistlerin yanilgilari ortada.

    bu sitede sürekli olarak sevan nisanya’nin reklamini yapan, bu yazari okuyarak dünyayi anladigini düsünen, ve ayrica kapitalizm savunucularina destek atislarinda bulunan nisanyan hayrani/fanatigi yorumcunun 89 nolu yorumundan alinti:
    “Batı’nın refah ve kültürüne bir bedel ödemeksizin sahip olmayı düşleyen yağmacı ve bedavacı zihniyet, Cumhuriyet ideolojisinin belirleyici bir vasfı olarak kalır.”
    [Sevan Nişanyan – Yanlış Cumhuriyet]
    *
    “Kapitalizmin refah ve kültürüne bir bedel ödemeksizin sahip olmayı düşleyen yağmacı ve bedavacı zihniyet, antikapitalist ideolojinin belirleyici bir vasfı olarak kalır.”

    önce sevan nisanya’nin yazdiginin sacmaligini ve yanlisligini göstermek istiyorum:
    nisanyan burda kemalistlerin kendilerine batinin demokrasi modelini ve batinin kapitalist ekonomi modelini örnek almasini elestiriyor.
    örnek, bir müzik enstrümani calan bir insan kimi kendisine örnek alir ya da taklit etmeye calisir: dogal olarak o müzik enstrümanini ustaca calan, iyi calan insanlari. neden? cünkü müzik aleti calmaya heveslenmis bir insan tabii ki o aleti mümkün mertebe iyi, ustaca calmak ister. dolayisiyla ustalik mertebesine ulasmis calgicilar, acemi calgicilar icin örnek alinan, taklit edilen modellerdir. ben de saz calan bir insan olarak nerde bir saz ustasi görsem, tezene-parmak teknigini gelistirmek icin tavsiyelerini sorarim. yalniz dikkat, usta bir sazci bana “günlük olarak bilmem kac saat $öyle $öyle cali$man lazim” deyince, ben otomatikmen, aninda saz ustasi olamiyorum. önce o ustanin dedigi uzun, zahmetli yolu sabirla gitmek lazim. ki bu bile usta olmanin garantisi degildir, cünkü baska faktörlerde söz konusu: yetenek, o i$e yatkinlik, fizyoloji vs.
    usta olduktan sonra o i$ten ekmek yiyebilirmisin, onun da garantisi yok, cünkü kiran kirana bir kapitalist rekabet müzik piyasasinda da hüküm sürüyor vs.
    lafi $uraya getirmek istiyorum: T.C.’yi kuran kemalistler de zaten osmanlinin yikilmasini önlemeye calisan, alternatifler arayan jön türk geleneginden geliyorlar. o dönemde -ve ayrica simdi de- ekonomik/askeri ve bilim teknikte ileri olan ve geri kalan diger devletler üzerinde bu gücüne dayanarak hegemonya kurmus, ama “basarili” olduklari icin “zayif” devletler tarafindan örnek alinan “örnek model” hangisidir: avrupa ve kuzey amerika; yani parlamenter demokratik siyasi yönetim bicimi ve rekabetci piyasa ekonomisi, nami diger kapitalizm.
    kemalistlerin ya da baska devlet adamlarinin “bati modelini uygulayalim, bizde avrupa ve amerika gibi güclenelim” diye hasap yapmalarinin “bedavacilikla” alakasi nedir? kemalistler ya da daha baska bir sürü devlet adami bati modelini kendilerine örnek aldilar diye, aninda avrupa-amerika’nin seviyesine mi ciktilar?
    saz ögrenmek isteyen bir insan kendisine mehmet erenler’i, arif sag’i, erdal erzincan’i örnek alinca “bedavaci” mi olmus oluyor; bu ustalari kendisine örnek alan acemi bir sazci garanti usta mi oluyor?
    sözün özü, nisanyan güya kemalistleri elestirmek istiyor ama neresinden baksan sacma sapan, ciddiye alinamayacak bir elestiri. siyaset ve ekonomiden haberi olmayan bir dil bilimcinin elestirisi bu kadar olur, olmasina da, bu elestirileri akil-mantik süzgecinden gecirmeden, dogru kabul edip bu siteye asan, buna dayanarak üstelik birde necip’e destek atislariyapan budala yorumcuya ne demek lazim?

  101. “TÜSIAD’li meslektaslarindan pek hazzetmedigini biliyorum,”

    Hangi ‘meslektas’.. daha dogrusu ne ‘meslektas’i?

    En son kademedeki formal egitimim ‘muhendislik’; ama, kariyerimin cogu genel anlamda ‘yoneticilik’ oldu –ki, bence bir meslek degildir.

    O yuzden, bana sorduklarinda, cevabim, ‘isi oldugu halde meslegi olmayan birisi’dir cogunlukla. TUSIADcilar filan da oyledir. Mesleksizlerin meslektasligi olmaz.

    “ama yine de sana tavsiyem, yukarda ki soruyu TÜSIAD’li ali koc’a sor, belki o sana tatmin edici bir cevap verir. biliyorsun ali koc son zamanlarda ‘kapitalizm elestirileriyle’ gündeme girmisti.”

    Yahu, boyle cocukca hatalara bu kadar kolay dusmemelisiniz.

    Once, her zenginin –ortalamanin uzerinde– akilli oldugunu sanmaktan kurtulmaniz lazim.

    Daha da onemlisi, Ali Koc gibi birisinin zenginliginin kendi marifeti olmadigini, sansli sperm klubu uyesi olmak marifetiyle zengin gorundugunu bilmeniz lazim.

    Baska bir deyisle, banka hesabindaki parayi da, ailenin destegiyle geldigi makami da bir yana koyarsak –ki, oyle yapmaliyiz–, ben buradaki herhangi birisi ile konusmagi tercih ederim.

    O yuzden ttekrar soruyorum:

    Kapitalizmin kurucusu kimdir, ne zaman kurulmustur?

    Bu sorunun onemi suradadir:

    ‘Sol’ isimli dinin ‘antikapitalist’ mezhebinin, dolayisi ile ‘sol’un onemli bir dayanaginin, nasil da hurafeler uzerine kuruldugunu, bihude/beyhude gayretlerle haybeye zaman gecirdigini gostermege yarayacak.

    Kendine ‘solcu’ filan diyenlerin buna cevap vermek isteMEyislerini, sacma bulduklarini filan soyleyislerini anliyorum tabii..

    Ama, soru ortada duruyor.

    Kacarak, kacamaklarla cevap vermis gibi yaparak, kurtulus yok, malesef.

    Kendi ruhunuza/zihninize vurdugunuz bu tur prangalarinizdan/zincirlerinizden baska kaybedecek neyiniz var..

    Biraz cesaret, yahu..

  102. “saz ögrenmek isteyen bir insan kendisine mehmet erenler’i, arif sag’i, erdal erzincan’i örnek alinca “bedavaci’ mi olmus oluyor; bu ustalari kendisine örnek alan acemi bir sazci garanti usta mi oluyor?”

    Hayir, tabii ki, usta filan olmuyor. Ozenti oluyor.

    Hele de, yukarida saydiginiz saz ustalari gibi giyinmek, konusmak, oturup kalkmak yoluyla ‘saz ustasi’ olunabilcegini sanmak, bu ozentinin en acikli halidir.

    Degistirilmesi teklif dahi edilemez ‘devrim’lere ithaf edilir.

    [Not: Ben, Ali Ekber Cicek’in sazini/uslubunu ozellikle severim –tok ve gur. Malesef yerine namzed kimse de cikmadi, bildigim kadariyla.]

  103. 98’e
    Sol portaldaki o çeviri yazı
    muğlak, uyduruk bir yazı..

    kanıt 1.. “Ne var ki “boru hattı savaşı” teorisi sahte bir tarih üzerine temellendirilmiştir ve dikkatleri ABD’nin Ortadoğu politikasının gerçek sorunundan (ABD savaş devletinin bölgedeki askeri tutumunu koruma kararlılığı) başka yöne çeker.”

    Şu manasız cümleye bak. “ABD’nin Ortadoğu politikasının gerçek sorunundan..” Neymiş ABD’nin gerçek sorunu?” Yazmıyor o geveze.. Bak sorun şu; ben yazayım..

    ***. Avrupa doğal gazının üçte birini ve yalnızca Rusya’dan sağlamaktadır. Katar-Avrupa doğal gaz boru hattı, Rusya’nın Avrupa için vazgeçilmezliğine bir darbe olacaktı. ABD, Avrupa’nın Rusya’ya bu bağımlılığından rahatsız. “Rusya’nın doğalgaz hatları, Avrupa sanayi için adeta birer atardamar. Bunlar olmadan, Avrupa’da sanayi ve yaşam çok zor olacak… Elinde bulundurduğu zengin doğalgaz kaynaklarını, egemenlik sahasını genişletmek ya da elinde tutmak için bir silah gibi kullanıyor.”

    ***. Geleceğin enerjisi doğal gazın yüzde 40’ı Ortadoğu’da; yüzde 16’sı Rusya’da. Rusya Ortadoğu’da kontrolü sağlarsa, dünya doğal gazının yüzde 56’sına hükmedecek.

    ***. Dünya Petrol rezervinin % 56’sı, hem de kolay çıkartılan, düşük üretim maliyetli enerji hammaddesi de Ortadoğu bölgesindedir.

    Kanıt 2.. ABD savaş devletinin -bir boru hattıyla Katar doğalgazının Avrupa’ya taşınmasını sağlama konusundaki kararlılığı değil- yekpare, doğrudan ve acil çıkarları ABD’yi Suriye rejimine karşı sürdürülen savaşa katılma politikası gütmeye sürüklüyor.
    Bir saçmalık daha..Neymiş ABD’nin ” doğrudan ve acil çıkarları…” Bir zahmet yazsa..kısacık.. yeri mi yok? Petrol ve doğal gaza hakimiyet… diyemiyor çok bilmiş yazar! ..

    Emperyalizm hammadde ve pazar için savaşır.. Savaşı çok sevdiği için değil… Savaş finansmanından kazanan şirketlerin parasının ödenmesi için de “seferin” kazançlı olması gerek… Bunları biliyorsun ama bildiğini bu meseleye dahil edemiyorsun.. Bu sende sık bir hal mi?

    **
    1. Dünya savaşı hammadde bölgelerine hakimiyet savaşı olarak Petrol öncelikliydi.
    —————-
    Elbette uzun zamandır Esad.. Babasından beri.. bölgede Rusya yanlısı tutum içinde ve eskiden beri ABD Suriye’de rejim değişikliği istiyor..
    Ama böylesi bir çullanmada “bardağı taşıran” ne?

    Argümanların hep böyle değil umarım…

  104. Sol.org’daki tercume [ http://haber.sol.org.tr/sol-ceviri/suriyede-yasanan-savasin-nedeni-boru-hatti-degil-170881 ] ve onun orjinali [ http://www.truth-out.org/news/item/37685-the-war-against-the-assad-regime-is-not-a-pipeline-war ], yazida da soylendigi uzere, su yaziya [‘Why the Arabs don’t want us in Syria’ http://www.politico.eu/article/why-the-arabs-dont-want-us-in-syria-mideast-conflict-oil-intervention/ ] bir tur nazire olarak yazilmis.

    Yazilmis da, neredeyse en temel argumani su: “Suriye hükümeti tarafından böyle bir ret geldiğine dair eş zamanlı bir haber bulunmuyor.”

    Vay canina.. adamlar (Suriye-Katar vs) ozel gorusmeleri demek ki surekli ve duzenli olarak kamuoyuna aciklamiyor –ya da aciklamamis.

    Ne kadar da sasirdim.

    Ondan sonraki temel izahat denemesi daha da ilginc.

    “If it’s not a pipeline war, why is the US intervening in Syria? The US decision to support Turkey, Qatar and Saudi Arabia in their ill-conceived plan to overthrow the Assad regime was primarily a function of the primordial interest of the US permanent war state in its regional alliances. The three Sunni allies control US access to the key US military bases in the region, and the Pentagon, the CIA, the State Department and the Obama White House were all concerned, above all, with protecting the existing arrangements for the US military posture in the region.”

    ya da Turkcesi ile:

    “Eğer sebep bir boru hattı değilse ABD Suriye’ye neden müdahale ediyor peki? ABD’nin Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın Esad rejimini değiştirmek için yaptıkları yanlış düşünülmüş planlarını destekleme kararı esasen ABD savaş devletinin bölgesel ittifaklarında en başından beri güttüğü çıkarlarla ilgiliydi. Üç Sünni müttefik de bölgedeki ana ABD askeri üslerine ABD’nin erişimini kontrol ediyor ve Pentagon, CIA ve Dışişleri ve de Obama’nın Beyaz Sarayı, hepsi bölgede ABD’nin askeri durumuyla ilgili mevcut düzenlemeleri korumak konusunda kaygılanıyordu.”

    Bu satirlari ve devamini okursak, ABD’nin Ortadogu’da tek hedefi var: Askeri varligini orada tutmak. O kadar.

    Askeri varligini orada tutmak isteyisinin sebebini filan sorgulamak sozkonusu bile degil anlasilan –adamlarin cani oyle istiyor.

    Bunu yerseniz, gerisi kolay.

    Ama, ABD’nin Ortadogu’da tek (ya da herseyden onemli olan) hedefinin dunya enerji denkleminin tayin edicisi olmak oldugunu kabul ederseniz, is degisiyor biraz.

    Bir de, ABD ile AB’nin ‘ictikleri su ayri gitmez’ derecede muttefik oldugunu dusunmuyorsaniz; yani, ABD’nin hedeflerinden birinin de AB’nin enerji girdisini kontrol etmek olabilecegini goz onune alirsaniz, is bayagi degisir.

    Bu degisen ‘is’ler de suraya isaret eder: Katar gazinin (Suudi gazi da daha sonra eklenerek) Avrupaya ulastirilmasi projesi, ABD ve Rusya’dan bagimsiz, AB’nin el altindan destekledigi bir proje olamaz mi?

    Bu sayede, AB, enerji bakimindan, hem Rusya hem de ABD cenderesinden kurtulacakti. Gecis guzergahinda da Suriye’ye ve Turkiye’ye epeyi para kazandiracakti.

    Ama, olmadi. Olmasi da kolay degildi; cunku, hem ABD’nin isine gelmiyordu, hem Rusya’nin hem de –bir baska dogalgaz uretisi olan– Iran’in cikarlarina aykiriydi.

    Suriye’nin cikarlarina aykiri degildi; ama, Suriye onemli degildi ki. Icinden, el birligi ile, karistirilabilir ve cozumsuzluge kolayca itilebilirdi. Oyle de oldu.

    Sol.org butun bunlarin mezhepcilik filanla alakali oldugunu sanadursun.

  105. “Paranın ortaya çıkmasıyla birlikte kapitalizmin de bir rüşeym olarak var olduğunu düşünme eğilimindeyim. Yani kapitalizm beş yüz yıl önce ortaya çıkmış değildir. Evet, beş yüz yıl önce dünyaya gelmiştir ama paranın ortaya çıkmasıyla birlikte ana rahmine düştüğünü ve binlerce yıllık bir gelişmenin sonunda bağımsız bir varlık haline geldiğini düşünmek hiç de yanlış olmaz.” (G. Zileli, Anarşizme Kenar Notları, Propaganda Yayınları, 2016)

  106. ‘Paranın ortaya çıkmasıyla birlikte kapitalizmin de bir rüşeym olarak var olduğunu düşünme eğilimindeyim. Yani kapitalizm beş yüz yıl önce ortaya çıkmış değildir. Evet, beş yüz yıl önce dünyaya gelmiştir ama paranın ortaya çıkmasıyla birlikte ana rahmine düştüğünü ve binlerce yıllık bir gelişmenin sonunda bağımsız bir varlık haline geldiğini düşünmek hiç de yanlış olmaz.” (G. Zileli, Anarşizme Kenar Notları, Propaganda Yayınları, 2016)”

    Esasen mutabikiz.

    Teknik anlamda, ince detayda, itiraz edecek olsam, sunu soylerdim:

    ‘Para’, yani kiymetin sanallastirilmasi, evet, kapitalizmin serpilip gelismesine buyuk katkilarda bulunmustur; cunku, ozellikle ‘derhal el degistiremeyen’ (agir, buyuk, pazara tasinamayan, ya da o gun orada hazir olamayip gelecekte uretilecek olan) urunler sozkonusu oldugunda, ‘para’ cok ciddi kolayliklar –cozum– olmustur.

    Ama, bu, ‘para’nin ‘kapitalizm’e yol actigina degil; ‘kapitalizm’in ‘para’ya yol actigi anlamina gelir.

    Ben, bu yuzden, ‘kapitalizm’in ‘kurulusu’nu (tirnak icinde) ‘sehirlesme’ ile baslatmak taraftariyim.

    Gerci, ondan once de var olmasi mumkun: Avci-toplayici iki kisinin (grubun vs) kendi aralarinda gelecege matuf degis-tokus amacli sozlesmeleri de bu kapsamda sayilabilir.

    O yuzden, belki de, ‘kapitalizm’in kurulusunu insanlik tarihindeki ilk sozlesmelerin yapildigi tarihe –tarih oncesine– dayandirmak daha dogru olur.

  107. Kapitalizm Yok Sol Yalan

  108. Sayın 42,
    ” Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır.”
    Bu önerinizi kanıtlamanızı çok isterdim.
    Şuna belki katılırım: insan kötülük yapabilir. Bu saydıklarınız insan “kötülük” nitelikleriyse, belli bir yerde belli bir zamanda tezahür etmişlerse, belli etkiler yaratmışlarsa, belli toplumları değiştirmişlerse özel olarak ele alınmalı. Evrensel edilmemeli. Bence siz potansiyeli ve olabilirliği, olduktan sonraki haliyle evrenselleştiriyorsunuz. Sonuçtan nedene gidiyorsunuz.
    Üstelik bilimin doğuşunda ve hala en önemli temel ilkesi evrenselliği reddetmesi.
    Gelmiş geçmiş bütün insanların bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırslı olduğunu kimse kanıtlayamaz ama tersini kanıtlayan binlerce örnek var.

  109. marxist argüman

    necip’ten alinti:
    “Hele de, yukarida saydiginiz saz ustalari gibi giyinmek, konusmak, oturup kalkmak yoluyla ‘saz ustasi’ olunabilcegini sanmak, bu ozentinin en acikli halidir.”

    necip, ben acemi bir calgicinin bir ustayi kendine örnek almasindan bahsederken, aceminin ustanin sazini, sanatini kendisine örnek almasini; aceminin ustanin tarzini, calim tekniklerini vs. örnek almasini kastediyorum, sen giyim kusamdan bahsediyorsun. allah sana zihin acikligi versin, demekten baska elimden birsey gelmiyor.
    örnek: erdal erzincan, arif sag’in ögrencisidir, o’nun sanatini, stilini kendine örnek almistir, fakat erdal erzincan bugün artik kendi tarzi yaratmis bir ustadir vs.
    kisacasi: bir bileni taklit etmekte ögrenme metotlarindan biridir. epey bir insana saz calmayi ögretmis biri olarak, ögrenme ve ögretme üzerine epey arastirdim, cesitli yöntemler denedim; bildigim bir konu hakkinda konusuyorum.
    ayrica dikkat et, bebekler yetiskinlerin konustuklarini taklit ederek konusmaya basliyorlar.
    sana birde futboldan örnek vereyim, belki o zaman anlarsin. profesyonel bir futbolcu olmayi hedefleyen bir cocugun, maradona gibi futbol cambazlarini taklit ederek, o’nun tekniklerini ögrenerek kendini gelistirmesinden daha dogal ne olabilir?
    necip, 99 nolu yorumunun sonunda solcular hakkinda yazdiklarin isabetli degil ama komik, sayende güldüm, varol!

    101 nolu yorumdan alinti:
    “Emperyalizm hammadde ve pazar için savaşır.. Savaşı çok sevdiği için değil… Savaş finansmanından kazanan şirketlerin parasının ödenmesi için de “seferin” kazançlı olması gerek.”

    yazdiklarina itirazim yok, yalniz komplo teorilerine merakli insanlarin $u iddiasi yanlistir: savaslarin tek sebebi var, o da petrol/gaz/enerji kaynaklari. bu tezin yanlisligina örnekler:

    örnek 1. kaddafi rejimine/libya’ya yapilan emperyalist saldirinin petrol/gaz ile direk bir alakasi yok. dolayli alakasini söyle ifade edebiliriz: emperyalist devletlerin yani gelismis kapitalist devletlerin siyasi/askeri/ekonomik hegemonya kurma emelleri.
    kaddafi rejimi saldiriya ugradiginda emperyalist bati ile görece iyi diplomatik ve ticari iliskiler kurmustu. batili emperyalistlerin kaddafi rejimini yikma eylemi önceden planlanmis birsey degildi. libya’da rejim karsiti hareketlenme baslayinca, batili emperyalistler kaddafi gibi önceden mimlenmis “güvenilmez” bir sistem muhalifinden firsat bu firsat kurtulmak icin harekete gectiler.

    örnek 2. saddam rejimi. saddam hüseyin’de devrilmeden önce kaddafi gibi bati ile ticari ve diplomatik iliskilere sahipti. bati’nin saddam’i iran molla rejimine karsi silahlandirdigi biliniyor. saddam, “ben petrolümü batili devletlere satmam” falan da demedi. ayrica amerika, avrupa piyasadan aldigi her litre petrolün, gazin parasini fiyati neyse ödüyor zaten. yani günümüz emperyalizminin sömürgecilikten farkli yanlari var: amerika saddam’i devirip irak petrollerine el koymadi, bagdat’a amerikali bir vali falan da tayin etmedi. irak petrolünün cogunu belki amerikali firmalar isletiyorlar fakat, petrolün piyasa fiyati neyse ödeniyor.
    saddam’in “günahi”, amerikadan izin almadan, kafasina göre kuveyt’e saldirip haritayi degistirmeye kalkmasi; yani saddam’in bölgesel emperyalist emellerine ba$ emperyalist amerika izin vermedi; ibreti alem icin, diger devletlere gözdagi icin saddam’i devirdi.
    örnek 3. esad rejimi. burda da petrol/gaz ile direk bir baglanti yok. bunu ispat etmek zor degil.
    amerika 2000li yillarda “fracking” metodu ile kaya gazi cikarmaya basladi. 2000 yilinda 10 milyar kubikmetre kaya gazi üreten amerika, 2009 yilinda 88 milyar kubikmetre gaz üretme kapasitesine ulasti. bu gaz miktari amerika’nin ihtiyacini fazlasiyla karsiliyordu. hatta amerika $u anda fransa, polonya gibi avrupa devletlerine gaz ihrac ediyor.
    petrol ve gaz fiyatlarinin bu derece düsmesinin sebeplerinden biride amerikanin bu “fracking” metodu ile bol miktarda gaz cikarmasidir. o derece ki, petrol/gaz bollugundan dolayi petrol fiyatlari bu yilin basinda 30 dolara kadar düsünce, amerikali fracking firmalarinin bir kismi üretimi ya durdurdu ya da azaltti, cünkü bu kadar düsük fiyatla kapitalist piyasada kar etmek artik mümkün degildi. petrol fiyatlari $imdi tekrar 50 dolarin üstüne cikinca, amerikan fracking firmalari yeniden üretime basladilar.
    sonuc: amerika, taa 2009’dan itibaren kendisine rahatlikla yetecek gazi amerika’da texas’da vs. cikariyordu. katar’in gazina da o uydurma gaz boru hattina da ihtiyaci yoktu.
    senin kullandigin “bardagi tasiran damla” dogru/uygun bir deyim degil. amerika dünya düzenini cibanba$i olarak rahatsiz eden esad rejimine ne zaman sira geldi?
    cevap: ortadogu bölgesi sovyetler birliginin nüfus alaniydi. sovyetlerin tarih sahnesinden cekilmesinden sonra, ba$ emperyalist amerika ortadogu bölgeside dahil, rakipsiz “lider” olarak cibanba$larini tek tek temizlemeye basladi.
    örnek: kaddafi rejimini yikmak icin, rusya ve cin’in cekimser kalmalari sayesinde birlesmis milletlerde direk saldiri icin onay cikmisti. esad rejimine DI$ müdahaleyi ise rusya ve cin veto ettiler. bundan dolayi batili emperyalistler esad rejiminin üzerine senin düsündügünün aksine cullanamadilar. bunun yerine vekalet savasi yürütülüyor: libya’da kaddafi’ye karsi savasan sunni cihadcilarda dahil olmak üzere, sunni cihadci örgütler esad rejimine karsi suriye’de, hem AKP/T.C.’yi hem körfez arap monarsilerini hem de batili emperyalistleri temsilen vekalet savasi yürütüyorlar. orkestra $efi tabii ki A.B.D. oluyor.

  110. 105..
    sanırım şu genetik bir hadise… Okuduğunun yarısını anlayarak ahkâm kesmek..
    ne yazmışım.. Yineliyorum..

    “Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır; bu yanını besleyen üretim ilişkileri kendine uygun maskeyi üretir..”

    Sabırla, tane, tane anlatacağım…
    1. İnsan doğduğunda sıfır kilometre; “tabula rasa” doğar.
    2. Davranış, oluşlara ait düşünsel ilişki kurma, tabiat-insanla bağlantının biçimler vs. ebeveyn-yakınlarından kopyalar.
    3. “İyilik”, “kötülüğü” de kopyalar. İyiliğin-kötülüğün ne olduğu-olmadığını da kopyalar. 5-8000 yıllık uygarlık sürecinde mülkiyet ve bencilliğe ait baskın kültür varlığı görmezden gelinemez; bunlar da kopyalanmıştır.
    4. Niyeti iyi de olsa, en büyük kötülüklerin suçortağı olduğunu bilmeden, o “şeyi” iyilik olarak da kopyalayabilir..
    5. Biyolojik olarak aç, engellenmiş, korku uyarısı alan insan, “savunma refleksi” olarak acımasız işler de yapabilir..
    6. Ve insanın içinde, yine binlerce yıllık sürü hayvanı olarak, “iyilik-dayanışma-özgeci” yatkınlık da yaşar.

    İnsan “eşref-i mahlukat” değil, maymunumsu varlıklardan gelmiş; mülkiyetçi uygarlıklar yaratarak sonunda ulaştığı imkânlarla tabiat-kendi ve toplumuyla “uyum içinde” yaşayabilme imkânlarına ulaşabilmiş, bir yanı ile sıradan bir biyolojik varlıktır.
    —————————–
    Necip’e de selam..
    Bence Köleci toplumlar, devletler, İmparatorluklar ve Kapitalizm-Mülkiyetçi-Burjuva sistemler; sonuçta tüm geçmişimiz bize daha adil bir hayatın imkânlarını yarattı…
    Çekilen acıları; hayatları mahvedilmiş ve artık ölü milyarlarca insanın yitirdikleri artık telafi edilemez… (Bir yanı ile bu acımasızlıkların yarattığı dünyada daha “iyi” yaşanıldığı söylenebilir; yoksa son 250 yılda nüfus 10 kat artmazdı! )
    Ama.. ama… bu insanın içindeki bencil-mülkiyetçi kötülüğü besleyen kapitalizm.. BUGÜN artık insanlığa-tabiata zarar vermektedir ve.. sömürü olmasa, her insan ortalama 4 saat çalışarak çok keyifli yaşayabilir…

    Sonuçta “Kötü” olan kapitalizm, artık sömürüyü gereksizleştiren bilim-teknolojiyi de yarattığı için, bence, bundan sonra MUTLAK kötü olarak değerlendirilmeli!

    Kapitalizmin ortaya çıkışının bir ya da bir kaç bireyle ilgili bir hadise gibi ele alınması gülünç…
    Kapitalizm, özel toprak mülkiyeti bulunan Avrupa toplumunda, kentleşme-kent kültürü ortamında, kurumlaşmış dinsel süreçlerin de yardımı ve baskısından da kurtularak insan aklının sıçrayıcı gelişmesi özgünlüğünde, kollektif olarak meydana gelmiş bir ekonomik faaliyettir…

  111. Sayın Necip Bey (103),
    Darwin doğaya bakar, yaşamda kalmak için kavga görür.
    Kropotkin doğaya bakar, yaşamda kalmak için karşılıklı dayanışma görür.
    Mademki kapitalizmi çok eskide arıyorsunuz, bari iyice eskiye gidelim. 100 milyondan daha önce yeryüzünü çiçekli bitkiler sardı. Bu çiçekli bitkiler olmasaydı kuşlar ve memeliler olmayacaktı. Meyveler ve çiçekler kuşlar ve arıları beslediler ve beslerler, onlar da çiçekli bitkilerin döllenmelerini sağladılar ve sağlarlar.
    Sizin ” Avci-toplayici iki kisinin (grubun vs) kendi aralarinda gelecege matuf degis-tokus amacli sozlesmeleri de bu kapsamda (yani kapitalizm) sayilabilir.”, deyişinizi düşünürsem, çiçekler ve arılarla kuşlarda kapitalizm düzenini kurmuş oluyorlar.
    Not: Darwin, sanırım kapitalizmin en önce başladığı bir ülke evladı olduğu için, bu çiçeklerin birden değiş tokuş yapmadan, sanki bir hediye gibi yayılmasına, “iğrenç gizem”, der. İngiliz üst tabakasından fırlayan bir dahi için karşılıksız vermek gerçekten iğrenç olmalı.
    Not: Eğer taş devrinde yaşayanlar avcı-toplayıcıysa, siz modernler süpermarket dolaşıcısısınız.
    Görüyorum ki, ondan ve daha önceki Hobbes ve Smith savaş naraları olan “kişiler birbirine karşı, Allah da herkese karşı” tüm dünyaya yayılmış.
    Ne var ki, zamanımızda bile “meta sekse benzer, en güzeli para karşılığı olmayanıdır”, denilir.
    Karşılıksız güneş ışınlarını çalıp fotosentezle biyolojik gıdaya çeviren bitkiler alçak hısızlar olmalı. Bunlar yasaklanmalı. Kapitalizmsiz yaşam düşünülemez.
    Tarihçiler Avrupa’dan önce tüm koşulların oluştuğu Çin, Hindistan ve İslam âlemlerinde kapitalizmin neden başlamadığını tartışıp dursunlar. Bizim, maşallah, Türk bilgeleri kapitalizmi taş devrinde bulmakta.

  112. Necip, sözünü ettiğiniz bu antikapitalist zihniyetin sadece solcu-devrimci kesimde olmadığını, hatta sol ve devrim karşıtı çevrelerde de görülebileceğini eklemeliyiz. Örneğin bu sitede yorum yapan AKP yanlısı bir yorumcunun şu yazdıkları da benzer bir zihnin ürünü gibi sanki;

    Anonim’e 11 Ekim 12 / 1pm
    Uygarlık, bilim , teknoloji…bunlarin anlami nedir? Intiharlarin ve insani çöküsün zirve yaptigi bir toplumda hayatin kolaylasmasinin anlami nedir? Anladigim kadariyla bu site kapitalizm yalakalarinin bulustugu yer, kapitalizm yalakalarina da komünist deniliyor.

    Bir de aşağıdaki yoruma cevaben şöyle yazmış;

    BaranaS 29 Ekim 10 / 2pm
    Gün Zileli,tarihte ilerici ve devrimci olan ne varsa ona saldırmaktadır.
    Bu bir dönüşümdür.
    Gün Zileli’nin düşünceleri özünde,”Yalan Söyleyen Tarih Utansın” vb sağcı tezlerden farklı değildir.
    Zileli ve F.Başkaya vb.leri AKP’nin ideologlarıdır.

    Tarihte ilerici ve devrimci olan 29 Ekim 10 / 5pm
    Ilerici ve devrimci iskenceler, ilerici ve devrimci katliamlar, ilerici ve devrimci daragaçlari, ilerici ve devrimci soykirim, ilerici ve devrimci bombalama, ilerici ve devrimci açlik, ilerici ve devrimci zulüm, ilerici ve devrimci ayrimcilik, ilerici ve devrimci baski, ilerici ve devrimci falaka, ilerici ve devrimci cop, ilerici ve devrimci elektrik, ilerici ve devrimci filistin askisi, ilerici ve devrimci asit poli hidro karbonik, ilerici ve devrimci akil hastanesi, ileric ve devrimci toplama kampi, ilerici ve devrimci gulag, ilerici ve devrimci iskelet, ilerici ve devrimci mezar, ilerici ve devrimci tabut, ilerici ve devrimci Veli Küçük, ilerici ve devrimci Levent Temiz, ilerici ve devrimci Temizöz, ilerici ve devrimci cuntaci generaller, ilerici ve devrimci cellat, ilerici ve devrimci vampir, ilerici ve devrimci kurt adam, ilerici ve devrimci iskencecisine garsoniyer ayarlayan ilerici ve devrimci adam, ilerici ve devrimci fasist iskencecilerine yalakalik yapan ilerici ve devrimci müsvedde, ilerici ve devrimci? Nereye ilerlemis, neyi devirmis?

  113. özgürlükçü

    Şu Necip ve kapitalizm mevzunu neden uzatırsınız anlamadım!!!
    Adam toplumsal ekonomik ve politik olanın kendiliğinden gelişebileceğine inanıyor
    Yani iradeyi bireysel kollektif toplumsal iradeyi yok sayıyor!!!
    Aslında hımbıl kendini yok sayıyor haberi yok!!!!!!
    Her türden değişim dönüşüm gelişme kuşkusuz içinde bulunulan maddi şartlar zaman mekan toplumsal ekonomik kültürel politik dinamiklerin etkisindedir ama hiçmi insan insanların mücadelenin İRADESİ yokmudur!!!!
    Yan gel osman her yer bostan!!!!!
    Necip e uyar cari olan ne ise onada uyum sağlar sistem kendiliğinden değişir de kapitalizmin yerine toplumsal ekolojik kömünalizm hegemonik olursa eminim Necip onun da yılmaz savunucusu olur o sistemi değiştirmek isteyenlerede yukardaki argümanla saldırır eminim!!!!!

  114. 88’e –marxist argüman’a–

    Yapılan eleştirilerin –yanlışlığını/doğruluğunu– tespit, tasnif eden [özellikle de –kapitalizm–, –sol–, –insan tavırları– gibi, türlü/çeşitli sosyal içerikli konularda] bir enstitü, makam, müdüriyet yok.

    Necip mahlaslı kişinin [ve muadillerinin] kendi tasavvurunda özenle beslediği –kapitalizm kendiliğinden doğmuştur– sanrının yanlışlığını ispat etmek için, bu [François Quesnay, Anne Robert Jacques Turgot, Adam Smith, Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…devam ediyor] ve benzeri isimleri hatırlatmam, yaptığım ispatın [açıklamanın, izahın] –somut– temellere dayandığını sizlere göstermek içindir. Eğer bu isimlerin kimler olduğunu, beyinlerinden neler doğurduklarını ve bugün de mihmandarlığını kimlerin yaptığını bilmiyorsanız [ve öğrenmek istemiyorsanız] bu sizin tercihiniz. Sırf siz [veya bu sayfanın bazı diğer ziyaretçileri] bahsi geçen isimleri daha önce işitmedi diye, –somut– temelli yazmaktan geri adım atmam. Ben, sizin, Necip’in, Gün Zileli’nin [veya diğer ziyaretçilerin] yazdıklarından nasıl öğreniyorsam, siz de bahsi geçen isimleri araştırarak, öğrenmeyi deneyebilirsiniz [eğer isterseniz].

    Necip’in [–mahlas– kelimesini, uzamaması için yazmıyorum] ortaya attığı görüşlerin ekseriyeti, fizik-kimya-biyoloji temelli, ve hayatın içinde varlığı, düzeni, sistematiği, tekrarlanabilirliği –doğru– olan tespitler. Burada asıl problem, [mesleğinin mühendislik olmasıyla da ilintili] bahsi geçen sistemleri, otomatikman –insan davranışlarına da– uyarlama uğraşısı, ve bunu –ön kabul– olarak yutturma hamleleri. Planktonlar hem kendileriyle hem çevresiyle, sömürü mekanizması içinde yaşar, kimsenin itirazı yok. Necip’in, bunu [düzeneği] insana da ikame etme çırpınışları, asıl problem. Kanada açıklarında hâlâ yapılan –sömürü amaçlı, kârı daha da arttırma amaçlı– avlanmalar nedeniyle, planktonların habitatı bile çürütülüyor. Öve öve bitiremediği kapitalizm, kendi sömürü sistemi içinde yaşayan planktonları bile yok ediyor. Kapitalizmin işlediği [birçok cinayet gibi] bu cinayeti Necip’in de gayet net bildiği hâlde, görmezden-duymazdan gelmesi, hasır altı etmesi, bir başka asıl problem. Soma’da, Foxconn’da işlenen cinayetleri görmezden gelen bir kapitalizm mihmandarından [bu sayfada, Necip’ten], planktonların [ve diğer saymakla bitmeyecek türlerin] kapitalizm tarafından öldürülmesine kafa yorması beklenemez [kafa yoran başka kapitalistler elbette var, ama Necip bunlardan biri değil. Yazdıklarıyla, beyanlarıyla, savunmalarıyla umursamadığı aşikâr, çünkü –kapitalizmin kendiliğinden doğduğuna– inanmış ve bu inancını yaymak için didiniyor. Kapitalizmi –döver de, sever de– algısı ile yaşıyor, bizlerin de buna inanması için türlü/çeşitli lecture’lar yazarak dayanak noktasının doğanın bizzat kendisi olduğunu göstermeye uğraşıyor, beceremiyor, eline yüzüne bulaştırıyor. –Etrâk-ı bî idrâk– tabirini tekrar hatırlatırım. Planktonların kendi aralarında olan sömürü mekanizmasının aynını insana da ikame etmeye uğraşan kişi/ler, –etrâk-ı bî idrâk– kategorisi içindedir].

    Kapitalizmin işlediği cinayetlerin –haberlerini– duyurmaya, hatırlatmaya, [özellikle Necip gibilerin beynine] enjekte etmeye, devam edeceğim/z. Bu haberleri, –kapitalist oligopol media networks– de yayınlıyor olsa, haberleri duyurmaya devam edeceğim/z.

    Bu haber duyurularını yapmamın, ısrarla hatırlatmamın, sizin parmaklarınıza doladığınız –ahlâk zaptiyeliği– ile ilgisi yok. Unutmayın: Ölüm, eşitleyici bir durumdur, ötesi henüz keşfedilemedi. Kapitalizmin işlediği cinayetlerden [bir tek kişinin tırnağı dahi örselense, Soma’da 301 kişi de katledilse], kapitalizmin sorumlu olduğu, kullandığım kelimeler içinde zaten var, hatırlatayım: –Kapitalizmin işlediği cinayetler–.

    [Sol düşüncenin tesiri altında olup/olmadıkları farketmeksizin] insanlar, işlenen cinayet[ler]in sorumlusunun kapitalizm olduğunun farkında. Bütün bunlar [kapitalizmin işlediği cinayetler] apaçık ortadayken, [iliskiyi/baglantiyi insanlara gösterin] demek, insanları ebleh görmeye meyilli olmaktır.

    –Ekmek kavgası– veren insanların ilk derdi [kavganın nitelediği isimden de anlaşılacağı üzere] –ekmektir–. Ekmek kavgası veren herkesten, Karl Marx’ın, Friedrich Engels’in, Nikolai Kondratiev’in veya İbrahim Sadun Aren’in yaptığı tahlillerin aynını sokaklara çıkıp bağırmasını, bu isimlerin ve benzerlerinin saptamalarını mükerrer haykırmasını beklemeyin.

    Kapitalizme karşı mücadele eden:
    İsterse –sol– düşünceyi referans kabul ederek mücadele eder,
    İsterse –communalism’den– hareket eder,
    İsterse –anarcho-naturism’den– hareket eder,
    Hiçbirşeyi referans noktası kabul etmek istemezse, sadece ama sadece –ekmeği– uğruna kapitalizme karşı mücadele etmesi bile yeterlidir.

    Kapitalizm karşıtlığı yapmak için, kendilerine Karl Marx’ı [ve bir o kadar –Vladimir Ilyich Ulyanov’u–] referans almaları gerektiğini şart koşanların torna tezgâhından geçme mahkûmiyeti yok.

    –Ekmek kavgası–, %100 –kapitalizme karşı mücadeledir–. Sizin kullandığınız mahlasta –marxist– kelimesi geçtiğine göre, –Das Kapital’in– ilk cildini bir kez daha gözden geçirmenizi tavsiye ederim, –ekmek–, –meta– ve –kâr– kavramları ile ilgili nasıl tahliller yapılmış, unuttuklarınız varsa hatırlarsınız.

    Kapitalizmin işlediği cinayet, yaralama ve kumpas haberlerine devam:

    === 1 === Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi:

    http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/

    === 2 === Dubai’deki –gökdelen tarlaları– inşaatlarında sömürülen, ekseriyeti legal/illegal –zorla göç ettirilmiş– insanların hangi koşullarda yaşamaya mahkûm edildikleri haberi:

    https://www.youtube.com/watch?v=gMh-vlQwrmU

    === 3 === Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan, av tüfeğiyle intihar etti:

    http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228

    === 4 === Özellikle ABD genelinde, öncülüğünü kapitalist –McDonald’s– şirketinde sömürülen emekçilerin yaptığı [daha pek çok diğer kapitalist şirketlerce sömürülen emekçilerin de katıldığı], –saatlik minimum ücret $15 istiyoruz– protesto ve grevleri:

    http://www.msnbc.com/the-ed-show/new-yorks-fast-food-workers-strike-why-now

    http://www.vice.com/read/biggest-fast-food-strike-in-history-about-more-than-higher-wages-415

    === 5 === İcralık olan öğretmen bankada kendini bıçakladı:

    http://www.milliyet.com.tr/icralik-olan-kadin-ogretmen-gundem-2000881/

    === 6 === [Aralık 2013 – Ocak 2014] Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan Bayer’in CEO’su Marijn Dekkers, şirketin kanser ilacı olan Nexavar için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve –ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.– dedi.

    –Business Week– adlı derginin son sayısında yer alan habere göre, etken maddesi sorafenib olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren Bayer şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers, –Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve parasal güce sahip insanlar için geliştirdik.– dedi.

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak [a] http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

    Kaynak [b] http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

    [Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı
    Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.]

    === 7 === Beş dakikadan fazla tuvalette kalan işçiye para cezası:

    http://t24.com.tr/haber/fabrika-ayari-5-dakikadan-fazla-tuvalette-kalan-isciye-para-cezasi,345350

    –İşçiler çok fazla tuvalette kalıp iyi niyeti suistimal ediyor!–

    Ankara Sincan Organize Sanayi Bölgesi’nde endüstriyel mutfak ürünleri sektöründe üretim yapan Termikel adlı fabrikada, işçilerin kullandığı tuvaletin kapısına kartlı geçiş sistemi kuruldu. Kapıya asılan yazıda, mesai saatlerinde 5 dakikadan fazla tuvalette kalan işçilere maaş kesintisi cezası verileceği belirtildi. Fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, uygulamayı “işçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı” sözleriyle savundu.

    1950 yılında kurulan fabrikada işçilerin iddiasına göre, turnike uygulamasından önce tuvalet kapıları kilitleniyordu. İhtiyacını gidermek isteyen işçiler, şeflerden anahtar alarak tuvalete girebiliyordu. Fabrikada çalışan binlerce işçiye yönelik yapılan düzenleme, tuvalet kapısına asılan “Personelin dikkatine! Gün içinde mesai saatlerinde toplam lavabo kullanımı 5 dakikadır. Bu sürenin aşılması halinde aşılan miktar kadar maaşlarınızdan kesinti yapılacaktır” yazısıyla duyuruldu.

    Kanıt [a] http://t24.com.tr/files/20160615123202_cis1.jpg

    Ücretlerin de düzenli olarak ödenmediği iddia edilen fabrikada, fazla mesaiye kalan işçilerin çocukları, kreş olmadığı için üretim yapılan alanda anne-babalarıyla birlikte bulunuyordu. İtirazlar sonuç verince fabrika geçen yıl bir kreşle anlaştı.

    İşçilerin gün içinde saat
    08.00 – 10.00,
    10.15 – 12.45,
    13.30 – 15.30,
    15.45 – 18.15 saatleri arasında 5 dakikadan fazla lavabo kullanımı halinde kesileceği belirtilen cezaya ilişkin T24’e konuşan fabrikanın İdari İşler Müdürü Özcan Kara, “İşçiler tuvalette çok fazla kalarak iyi niyeti suistimal ettikleri için bu düzenleme yapıldı. Henüz kimsenin maaşından kesinti yapılmadı” ifadelerini kullandı.

    Kanıt [b] http://t24.com.tr/files/20160615123218_cis2.jpg

    === 8 === Ecza endüstrisinin [neredeyse monopol] şirketlerinden –Bayer– ile, tarım ürünleri endüstrisinin oligopol şirketlerinden olan –Monsanto– birleşme, ve hayatı daha iştahlı sömürme kararı aldı:

    http://www.truth-out.org/news/item/37817-bayer-and-monsanto-a-merger-of-two-evils

    https://www.evrensel.net/haber/290285/bayer-monsantoyu-66-milyar-dolara-satin-aldi

    === 9 === Konya/Ereğli’de, 40 günlük –Ayaz– bebek, kapitalizmin sömürü mekanizması nedeniyle odun-kömür-doğalgaz yokluğu sonucunda zatürreye yakalanıp hayatını kaybetti:

    https://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu

    === 10 === Hindistan’da taşeronlaşmaya ve güvencesiz, kadrosuz sözleşmeli çalışma koşullarına karşı çıkan 150 milyon işçi grevde:

    http://www.independent.co.uk/news/world/asia/tens-millions-worlds-biggest-strike-india-battle-higher-wages-narendra-modi-a7224061.html

    http://sendika10.org/2016/09/hindistanda-150-milyon-isci-grevde/

  115. “Tarihçiler Avrupa’dan önce tüm koşulların oluştuğu Çin, Hindistan ve İslam âlemlerinde kapitalizmin neden başlamadığını tartışıp dursunlar. Bizim, maşallah, Türk bilgeleri kapitalizmi taş devrinde bulmakta.”

    Bunun iki cevabi var:

    1) ‘Tarihciler’, malum, olaylarla ilgilenir. Savaslar filan gibi. Sadece siyasi sonuclari olan olaylar. Dolayisi ile, konustugumuz konunun cevabini tarihcilerden almagi umit etmek cok da isabetli degil.

    2) Sizin bahsettiginiz tarihciler, korkarim, Batili tarihciler. Bunlarin temel handikaplari, ellerinde kendilerine uygun/uyacak tariflerla/tanimlarla dunyanin geri kalan kismina bakmalaridir. Oyle bakarsaniz, mesela, tarihte kralliklar da gorulmez; cunku, tarihte (uzak tarihte) ne Hollanda Kralligi, ne Britanya Kaligi, ne de Norvec Kralligi ile birebir ortusen kralliklar mavcuttur.

    Bu tur konulada, oksidentalist yaklasimlari benimseMEliyiz.

    Neydi o laf?

    Ha, hatirladim:

    Hayatta en hakiki mursit AKILdir.

    [Not: Bunu az once gonderdim, ama hata verdi. Yeniden, bir iki satir ilaveyle, gonderiyorum.]

  116. “Meyveler ve çiçekler kuşlar ve arıları beslediler ve beslerler, onlar da çiçekli bitkilerin döllenmelerini sağladılar ve sağlarlar.”

    Karikaturize etmek isteyisinizin farkindayim, ama isabetli bir noktadan baslamadiginizi dusunuyorum. Bu ve diger orneklerinizi, cok zorlarsak, ‘somuru’ basliginda da inceleyebiliriz (tipki, bebegini karsiliksiz emziren annenin, ve onu emen bebegin iliskisinde de oldugu uzere); ama, bu tur iliskilerin bizim ‘kapitalizm’ dedigimiz olgu ile ilintili olmadigini uzun uzun aciklamaga gerek yok bence.

    “Not: Darwin, sanırım kapitalizmin en önce başladığı bir ülke evladı olduğu için,”

    Burada, daha once degindigim ‘oksidentalist’ etkileri gormemek mumkun degil.

    Britanya’da baslayan sey ‘kapitalizm’ degildi; ‘endustrilesme’ idi. ‘Endustrilesme’nin ‘kapitalizm’e yeni acilimlar ekledigini kabul ederim; ama, ‘kapitalizm’in baslangici degildir.

    Ote yandan, ‘endustrilesme’nin tanimina da bakmak lazim. Britanya’da ilk ‘endustrilesme’ adimlari, nehir/irmak/caylar kenarina kurulmus tekstil ateyleridir (yanlis bilmiyorsam). Bunlar, malum, suyun potansiyel enerjisini kinetik enerjiye donusturen (bildigimiz degirmenlere cok benzer) birimler idi.

    Bu bakimdan, bildigimiz degirmenlerin un ogutmek yerine, dokuma amaciyla modifikasyonlari da diyebiliriz.

    Degirmen dedigimiz sey hic de oyle yeni bir sey degil, dolayisi ile, ‘endustrilesme’yi de sirf bu modifikasyona baglamak ne derece dogrudur?

    “Not: Eğer taş devrinde yaşayanlar avcı-toplayıcıysa, siz modernler süpermarket dolaşıcısısınız.”

    Buna itiraz etmem. Davranis Bilimleri denen inceleme dalina gore, evet, bizim de bugun yaptigimiz odur.

    Dahasi, ‘avci-toplayici’ligin ‘avci’ kismini temsil eden erkekler, AVM’lerde bir cesit ‘vur-kac’ taktigi ile alisveris ederler. Kapidan girip alacagi seyi alip cikmak yani.

    Kadinlar ise, ‘toplayici’ olarak, AVM’lerde alisveris icin cok daha fazla detaya egilirler ve zaman harcayabilirler.

    Bunu ben kendimde ve tanidigim kadinlarda gormekle birlikte, analiz acisindan, Davranis Bilimlerinin yalancisiyim.

    “Karşılıksız güneş ışınlarını çalıp fotosentezle biyolojik gıdaya çeviren bitkiler alçak hısızlar olmalı. Bunlar yasaklanmalı.”

    Kontrolunuzde olmayan konularda ahlakcilik yaklasimini benimsemek ne zamandan beri anlamli olmaga basladi?

  117. “Bence Köleci toplumlar, devletler, İmparatorluklar ve Kapitalizm-Mülkiyetçi-Burjuva sistemler; sonuçta tüm geçmişimiz bize daha adil bir hayatın imkânlarını yarattı…”

    Biliyor musunz; bunu da soylemek aslinda cok kolay hatta isabetli olmayabilir.

    Sunu demek istiyorum: “Gecmise gidip, mesela, koleligi gayr-i vaki (hic olmamis) yapsak, acaba bugunumuz nasil olurdu?” sorusunun cevabini –bir deney olarak– gormemiz mumkun degil.

    Belki daha da iyi, belki daha da berbat.. Bilemiyoruz.

    [Ne demek istediginizi anladim tabii ki. Ama, o tur kabullere de itiraz edilebilir olduguna isaret etmek istedim.]

    “Ama.. ama… bu insanın içindeki bencil-mülkiyetçi kötülüğü besleyen kapitalizm..”

    Bence burada sebep ile sonuc yer degistirmis. Insanin icinde bencil-mulkiyeci ‘kotu’luk olmasa, ya kapitalizm hic olmazdi, ya da bugunku sekliyle olmazdi.

    Dolayisi ile, ‘kotu kisi’ (‘ocu’) kapitalizm degil; onu yaratan bizleriz.

    “BUGÜN artık insanlığa-tabiata zarar vermektedir ve.. sömürü olmasa, her insan ortalama 4 saat çalışarak çok keyifli yaşayabilir…”

    ‘Somuru’ kelimesi cok keskin bir kelime bence. Ve, ortadan kalkmasi halinde herkesin 4 saat calisarak cok keyifli yasayabilecegi de cok iddiali bir faraziye.

    Niye 4 saat?

    Hic calismasak daha iyi olmaz miydi?

    Olur muydu?

    “Sonuçta ‘Kötü’ olan kapitalizm, artık sömürüyü gereksizleştiren bilim-teknolojiyi de yarattığı için, bence, bundan sonra MUTLAK kötü olarak değerlendirilmeli!”

    Birincisi, bu tur ‘ahlakci’ yaklasimlar bence cok da isabetli degil.

    Ikincisi, ‘somuru’nun gereksizlesitildigini de ben goremiyorum. Olcek degisti derseniz kabul; ama, bugunku ‘modern’ yasam icin kisi basina tuketilen enerji, en basinda dogayi daha fazla (cok daha fazla) somurmegi sart kosuyor.

    “Kapitalizmin ortaya çıkışının bir ya da bir kaç bireyle ilgili bir hadise gibi ele alınması gülünç…”

    Evet, bence de.

    Ama, sanki oyleymis, sanki birileri tarafindan kurulmus ve isletilen duzenmis gibi, ‘kapitalizm’e ideolojiler araciligi ile savas acmak (karsi mucadele vermek filan) bence daha gulunc.

    “Kapitalizm, özel toprak mülkiyeti bulunan Avrupa toplumunda, kentleşme-kent kültürü ortamında, kurumlaşmış dinsel süreçlerin de yardımı ve baskısından da kurtularak insan aklının sıçrayıcı gelişmesi özgünlüğünde, kollektif olarak meydana gelmiş bir ekonomik faaliyettir…”

    Yine ayni sey.. Illa konu neden Avrupa baglamina indirgenmek zorunda?

    Bu dediginiz ekonomik (ben, sosyoekonomik demegi tercih ediyorum) faaliyetler baska yerlerde hic mi gorulmedi –tipatip aynisi olmasi da sart degil ayrica.

  118. tek boyutlu düşünce

    Marksist Argüman ve bazı diğer antikapitalist yorumcular gibi düşünen insanlar kendi değer yargılarını tek/mutlak/değişmez bir doğru -ve buna aykırı her düşünceyi yanlış- olarak kabul ettikleri için sadece tek bir doğrultuda -yani antikapitalizm gibi herhangi bir ideoloji doğrultusunda- düşünebilme yeteneğine sahiptirler. Bu nedenle kendi düşüncelerine karşıt düşüncelere düşünceden çok tepki ve duygusallık ile karşılık verebiliyorlar.
    Bu düşünce biçimi o derece olmasa bile insanların büyük bir bölümünde vardır. Hatta her insanda bir parça vardır. Ancak bu örneklerde görüldüğü gibi bazı insanlar bunu büyük ölçüde içselleştirmiştir.

  119. “[Sol düşüncenin tesiri altında olup/olmadıkları farketmeksizin] insanlar, işlenen cinayet[ler]in sorumlusunun kapitalizm olduğunun farkında.”

    Hep diyorum ya, durduk yerde bir ‘kotu ruh’ ya da ‘ocu’ (hatta ‘seytan) icad etmek ancak bu kadar olur..

    Eger ‘işlenen cinayet[ler]in sorumlusunun kapitalizm olduğu’ onermesi dogru ise, ‘kapitalizm’in olMAdigi yer veya zamanlarda boyle cinayetler islenmemis olmali (ya da islenmez) diyebilir miyiz?

    Yani, mesela, Chernobyl olmadi mi? Orada binlerce insan (dogrudan ve dolayli) olmedi mi?

    Ya da, Kazakistan semalarinda, Chernobyl’deki sizintidan binlerce kat daha fazla radyoaktik etkilere yol acan, ‘atmosferde nukleer deneme’ler yapilmadi mi?

    Daha da, boyle, cok sayida ornek bulunabilir.

    [Dikkat ettiyseniz, Stalin filan gibi ‘diktator’lerin yol actiklarini yazmiyorum.]

    Bu bakimdan, sirf bir seyleri kotulemek, digerlerini de –el altindan– parlatmak icin, lutfen ikidebir (eskiden gazetelerin 3ncu sayfalarinda gordugumuz turden) cinayet haberlerini altalta yazarak bir seyler ispatladiginizi sanmaktan imtina ediniz.

  120. “bunu [düzeneği] insana da ikame etme çırpınışları, asıl problem.”

    Neden? ‘Insan’ dediginiz canli, diger butun canlilardan farkli bir hayat bicimi (‘life form’) midir?

    “Öve öve bitiremediği kapitalizm, kendi sömürü sistemi içinde yaşayan planktonları bile yok ediyor.”

    Bu tur genellemeler –yavelemeler– sanki bir hikmet kesfetmis gibi baslarlar ve ilk bir iki soruda da cokerler..

    ‘Occam’in Usturasi’ (Occam’s Razor) denen bir kavramdan –daha dogrusu metoddan– hic mi haberiniz yok?

    Mealen sudur: Basitce aciklanabilcek seyleri, karmasik yollarla aciklama heveslenmeyin.

    Yani, oradaki balikcilarin yol acacagi felaketin sebebini o balikcilarin acgozlulukleri, hirslari veya akilsizliklari ile kolayca aciklamak mumkunken; tutup bunu ‘kapitalizm’ dediginiz bir ‘ocu’ye mal etmek abesle istigaldir.

    Dahasi, boyle yaptiginizda (ki, yapiyorsunuz), oradaki balicilari da aklamis oluyorsunuz –oyle ya, “biz istemezdik boyle olacagini, ama ‘kapitalizm’in emrine uyduk” diyebilirler ve aklamak zorunda kaliriz.

    Bunun “komutan emretti, kanunsuz ve yanlis oldugunu biliyordum ama yine de cektim vurdum” diyenleri aklamak kadar salakca bir tercih oldugunu gormuyor musunuz?

  121. Sayın 107
    Siz öğrenme teorisi olan “tabula rasa” varsayımından yola çıkıp, “insanlık tözü”, ki eğer böyle bir şey varsa, üzerinde bir yorum yapıyorsunuz. Belli bir tarih süresinde, belli bir insan grubunun belli bir öğrenimini tüm insanlara mal ediyorsunuz. Evrenselleştirmeyle bunu kast ettim.
    “Tabula rasa” varsayımı ve 2., 3. 4. şıklar bu belli tarihi gelişmenin nedenlerini açıklamaya çalışır.
    “Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır” iddianız ise tüm insanlar için bir varsayım, tarihte çok özel bir gelişimi evrene yansıtma.
    “5. Biyolojik olarak aç, engellenmiş, korku uyarısı alan insan, “savunma refleksi” olarak acımasız işler de yapabilir..”
    “6. Ve insanın içinde, yine binlerce yıllık sürü hayvanı olarak, “iyilik-dayanışma-özgeci” yatkınlık da yaşar.”
    5. ve 6. şıklar da insanın pek “tabula rasa” olmadığın söyler gibi bir çelişki içinde. Sanki insan bazı şeylerle doğmuş gibi.
    Bence “tabula rasa” varsayımı “Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır” daha çok belli bir toplum içinde doğmuş büyümüş belli bir J. Locke’ın beynini ve yaşadığı belli bir zamanı açıklar.
    Not: Locke ilk değil, daha önce de benzeri epistemoloji kuramları savunulmuştu.
    Eğer çok kaba bir özet yaparsam, benim amacım “tabula rasa” varsayımında veya belli bir gelişmenin nedenlerini açılamanızda hata bulmak değil. Sadece özel bir durumu tüm tarih ve tüm insanlığa mal etmenize dikkatinizi çekmek.
    Bundan 60-70 yıl önce Locke’ın ülkesinin en saygı eğitim kurumunda bile kadınlar ve bazı “ırkların” doğuştan geri zekâlı olduğuna inanılırdı.
    Locke ve diğer çok sayıda düşünürlerin gelişmekte olan kapitalizm bağlantısı içinde bu yeni düzene uygun ontoloji, epistemoloji ve daha da hırslı bir güdülenimle kozmoloji arama çabalarını hatırlatmak isterim.
    Doğada çıplak gezenlere çıplaklığın ayıp olduğunu içinde bulundukları toplum öğretmedi. Penguenler Adası kitabı bunun bir biçimini anlatır. Eski Ahit ve İncil’de Adam ve Havva çıplak olmanın ayıp olduğunu bilgi ağacı meyvesini yiyince öğrenirler (bu bilgi, hem “tabula rasa” kuramını kanıtlar hem yalanlar gibi). Şu an çıplaklığın dünyanın en büyük endüstrilerinden biri olduğunu da unutmamak gerekir. Asıl önemli olan bağlam ve içeri. İnsan doğası, genler ve benzeri metafizik konular buz gibi suda banyo yapmaya benzer: Hemen girip hemen çıkmalı (Nietzsche’den bir alıntı).

  122. “ben acemi bir calgicinin bir ustayi kendine örnek almasindan bahsederken, aceminin ustanin sazini, sanatini kendisine örnek almasini; aceminin ustanin tarzini, calim tekniklerini vs. örnek almasini kastediyorum, sen giyim kusamdan bahsediyorsun. allah sana zihin acikligi versin, demekten baska elimden birsey gelmiyor.”

    Luzumundan hizli okudugunuzu anliyorum. Daha yavas, anlamaniza imkan taniyacak kadar yavas, okumanizi onermek istiyorum.

    Ben sizin ‘ozenti’ oldugunuzu soylemedim –‘Marksizm’ konusunda boyle dusunebilsem de, muzik baglamindaki faaliyetlerinizin de boyle olabilcegine dair ‘extrapolation’lar yapmak icin, elimde, kannat olusturmak icin yeterince isaret yok.

    Ben, o yazida, taa JonTurklerden beri –Cumhuriyetin kurucularinda da yer yer fakat bazan da cok kati bir sekilde– sekilci ozentilige atifta bulunuyordum.

    Mesela, ‘kilik-kiyafet devrimi’.. Cok mu onemlidir kimin ne giydigi, ya da giydiginin menseinin/mahrecinin neresi oldugu? Bence hic. Cunku, bu bir ozentidir. Asagiik kompleksinin cok bariz bir disa vurumudur. Ama, bunu ‘Sapka Kanunu’nu yapanlar ya da savunanlara anlatamazsiniz kolay kolay, ya da hic.

    Bunu –bu tur seyleri– soylemistim; ama, belli ki, anlasilmamis. O yuzden, bu sefer, yavas yavas yazdim –umarim faydasi olmustur.

  123. “Adam toplumsal ekonomik ve politik olanın kendiliğinden gelişebileceğine inanıyor”

    Nasil yani?

    Siz aksini mi dusunuyorsunuz?

    Yani, toplumsal hayatimizdaki sosyoekonomik gelisme degisiklikler bizlere bir diktator tarafindan mi dayatiliyor?

    Hayir, tabii ki.

    Bize, degisik kanallardan, turlu cesitli oneriler/fikirler geliyor (reklamlar da buna dahildir); ama, hengisini benimseyecegimizi (satinalacagimizi) belirleyen biziz –bireyleriz–.

    Herbirimiz, benimsedigimiz seyleri digerlerimize oneririz –ya da, onlar gorerek etkilenirler– ve o sey/davranis (her ne ise) yayginlasir –ya da, tersine, yayginlasmak imkani bulamaz ve soner gider.

    Bu surec, icinde bireysel tercihler onemli rol oynamakla beraber, toplumsal olcekte ‘kendiliginden’lik arzeder –cunku, hic kimse, ne kadar genis, ne kadar hizli yayginlasacagini/sonumlenecegini belirleyemez.

    “Her türden değişim dönüşüm gelişme kuşkusuz içinde bulunulan maddi şartlar zaman mekan toplumsal ekonomik kültürel politik dinamiklerin etkisindedir ama hiçmi insan insanların mücadelenin İRADESİ yokmudur!!!!”

    Tabii ki ‘hic yoktur’ denemez. Ama, yukarida da gostermege calistigim uzere, herhangi bir bireyin –toplam ve toplum uzerindeki– etkisi abartilacak kadar onemli degildir.

    “cari olan ne ise onada uyum sağlar sistem kendiliğinden değişir de kapitalizmin yerine toplumsal ekolojik kömünalizm hegemonik olursa eminim Necip onun da yılmaz savunucusu olur o sistemi değiştirmek isteyenlerede yukardaki argümanla saldırır eminim!!!!!”

    Bu uzun cumlede bir dogru ve birkac yanlis var.

    Once yanlislar:

    1) Once, ‘kapitalizmin yerine toplumsal ekolojik kömünalizm hegemonik olursa’ yanlis. Dogrusu ‘kapitalizmin yerine toplumsal ekolojik kömünalizm hegemonik olSAYDI’ olacakti.

    2) Saldirmak kelimesi burada anlamli degil. Olgularin yel degirmenlerine saldiracak kadar salak degilim; onu ‘antikapitalist’lere soylemeniz daha dogru olur.

    Dogru da su:

    Duzelterek yaziyorum: ‘Kapitalizmin yerine toplumsal ekolojik kömünalizm hegemonik olSAYDI’, evet, o zaman da o olguya ‘saldirma’nin anlamsiz oldugunu soylerdim.

  124. “Hiç bilen (Necip) ile bilmeyen (anti-kapitalist) bir olur mu? Bunlar eşit olmazlar.”

  125. kahrolsun endustri ulkelerrinin proletasryasi, her turden gericiligin arkasinda onlasr var ekim devrimi isci ihtilali felan degildir,

    isci sinifi degin seyin satmiyacagi deger yoktur…

    aslind isci sinifi felan yoktur, aslinda isci sinifina dayanan bir devrim hic olmamistir,

  126. Ali Koç’un, kapitalizmi “eleştirdiği” falan yok.

    Dediği şu:

    “Türkiye’nin en büyük kapitalist şirketlerinden biri Koç Holding’de yönetim kurulu üyesi olarak ben, Ali Koç, ülkedeki diğer özel sektör temsilci ve oyuncularını uyarıyorum. Kendime bu görevi biçtim.

    İşçileri, çok fazla sömürüyoruz.

    Eğer, tez zamanda, daha az sömürmeye başlamazsak, düzenimize çomak sokmaya yeltenebilirler, böyle bir tehlikenin emarelerini görüyoruz.

    Sizlere tavsiyem, kapitalist hırslarınızı birkaç birim düşürün, biraz fedakârlık yapın, daha az zengin olun, ve işçileri daha az sömürün.

    Eğer bunu yapmazsanız, elinizde-avucunuzda olanı da kaybetme riskiniz var, yaklaşan tehlike işte bu kadar devasa.

    Şimdiden kapitalist hırslarınızı azaltmaya başlamazsanız, işçileri daha az sömürmezseniz, düzen hiç kalmayacak, kapitalizmin Türkiye’deki gemisi batacak. Bizler de, diğer gemilere mülteci olarak sığınmak için koşturup duracağız, eski şaşalı günlerimizi düşüne düşüne, gözlerimiz yaşara yaşara.”

  127. Kapitalizmin temel çelişkisi = Ahlâk - Kazanç

    Küresel ekonomik krizin üçüncü safhası başlıyor…

    İTALYA’DA BANKACILIK SORUNLARI

    İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı (Brexit) sonrasında, Avrupa Birliği’nin geleceğine ilişkin endişeler artmıştı.

    Bu endişelerin en fazla yansıdığı alan “bankacılık sektörü” ve en fazla yansıdığı ülke de geri dönmeyen kredilerin giderek arttığı İtalya oldu.

    Banka hisseleri borsada ciddi oranda değer kaybına uğradı. İtalya’da konut fiyatlarında görülen düşüşler bankaların açtığı konut kredilerinin geri dönüşünü zorlaştıran nedenlerin başında geliyor. Aşağıdaki grafik çeşitli Avrupa ülkelerinde konut fiyatlarındaki gelişmeyi gösteriyor (kaynak: Eurostat, Financial Times)

    http://bit.ly/2dE5P6W

    Grafik, İtalya ve İspanya’da konut fiyatlarının düşüşünü net biçimde gösteriyor. İspanya’da toparlanma başlamış olmasına karşın İtalya’da düşüş devam ediyor. Bu durum, İtalya’da bankacılık sektöründe geri dönmeyen krediler sorununun en önemli kaynağını oluşturuyor.

    Aşağıdaki grafik geri dönmeyen kredilerdeki durumu gösteriyor (kaynak: Thomson Reuters Data Stream, Financial Times)

    http://bit.ly/2dMuGBu

    Toplam miktarı 400 milyar doları aşmış olan geri dönmeyen krediler, toplam kredilerin %12’sine yükselmiş bulunuyor. Ağırlıklı olarak konut sektörü kredilerinden kaynaklanan benzer sorunları yaşayan İngiltere, İrlanda ve İspanya acı reçeteleri uygulayıp sorunu hafifletirken, İtalya, zamanında böyle bir uygulamaya gitmediği için şimdi çok ciddi sorunlarla karşı karşıya.

    “DEUTSCHE BANK” SORUNU

    İtalyan bankacılık sisteminin sadece kendi ülkesini değil, Avrupa’nın tümünü tehdit eden bu görünümünün yanına bir de Almanya’nın en büyük bankası olan Deutsche Bank’ın karşılaştığı ciddi tehdit eklenince, yeni bir kriz tehdidiyle karşı karşıyayız.

    ABD, “subprime mortgage” işlemlerine ilişkin türev ürünlerin oluşturulması ve satışında yaptığı “kural dışılıklar” nedeniyle Deutsche Bank’a 14 milyar dolarlık ceza kesti.

    Bu ceza öncesinde geçen yılki yaklaşık 7,5 milyar dolarlık zarara karşın değeri 70 milyar dolara yakın olan banka, ani değer kaybederek 20 milyar dolarında da altına düştü.

    Deutsche Bank’a kesilen ceza, 14 milyar dolardan 8,6 milyar dolara indirilmiş olsa da, sorun oldukça ciddi.

    Daha da vahimi, Avrupalı başka bankaların da benzer cezalar karşısında kalabileceği endişesinin ortada olması. Çünkü, birçok banka, Deutsche Bank ile aynı şeyleri yapmış, ve bugün de yapmaya devam ediyor.

    Eylül 2008’de bütün dünyaya yayılan, ve “The Great Recession” olarak anılan “Küresel Kriz”, Avrupa için bitmedi. Bitecek gibi de görünmüyor.

    Ve işin en kötü tarafı, bankacılık sisteminin belki de en fazla küreselleşmiş sistem olması nedeniyle, bu sıkıntıların yerel ya da bölgesel kalmayacak olması. Yani, Avrupa’daki bu sıkıntı dünyanın her köşesi için tehditler oluşturuyor.

    KAPİTALİZMİN TEMEL ÇELİŞKİSİ: AHLÂK / KAZANÇ

    Bu meselenin başlangıcı 1980’lere kadar uzanıyor.

    O tarihlerde “arz yönlü ekonomi” görüşü ortaya atıldı. Bu görüş, o zamana kadar egemen olan talep yönlü politikaların ekonomiyi yeterince büyütmediğini, asıl meselenin “arzı artırmak olduğu”nu öne sürerek yola çıktı.

    “Arz yönlü ekonomi görüşü”nü savunanlar, arzı artırmanın yolunun çalışmayı ve üretmeyi engelleyen “yüksek vergi oranlarını düşürmek”, üretime engel oluşturan “çevre koruma önlemlerini hafifletmek” (hâttâ mümkünse kaldırmak), kuralları gevşetmek ve hâttâ çoğunu kaldırmak (deregülasyon) ve “özelleştirmelere gitmek” olacağını öne sürdü.

    Bütün bu öneriler başlangıçta, genel olarak, akılcı görünen yaklaşımlar olarak algılandı ve ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher dönemlerinde önemli ölçüde hayata geçirildi.

    Sonraları, aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok ülkede yaygınlık kazandı (Turgut Özal, ilk uygulayıcıdır).

    1980’ler ve 90’lar, hâttâ 2000’lerin başları bu akımın etkisi altındaydı:

    “Özelleştirme”ler son hızla yapıldı,

    Vergi oranları düşürüldü,

    Birçok alanda kurallar gevşetildi, hâttâ kaldırıldı,

    Çevre önlemleri düşürüldü…

    Bunların sonucunda, 1980’lerde 10 trilyon dolar dolayında olan küresel GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) 2010’da 7 kat büyüyerek 70 trilyon dolar düzeyine ulaştı. Aşağıdaki grafik IMF verileri kullanılarak hazırlanmıştır.

    http://bit.ly/2dEhKx3

    1980 sonrasında hızlanan GSYH büyümesinde, “arz yönlü politikalar”ın etkisi oldukça yüksektir. Ne var ki, sistemi, sonunda küresel krize taşıyan da yine bu düzenlemeler oldu.

    Dün, ABD’de türev ürünlerin “kural dışı kullanım”ı nasıl sonuçlandıysa (15 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflası ile hızla ivmelenen ve dünyaya yayılan kriz),

    Bugün de, Deutsche Bank’ın karşı karşıya kaldığı ceza, türev ürünlerin etik olmayan biçimde kullanmasının bir sonucudur. İtalyan bankalarının, kredibilitesi/mali yapısı sağlam olmayan şirketlere veya alanlara açtıkları kredilerin geri dönmemesinin nedeni de yine aynıdır.

    İstikrarlı ekonomi, bir denge meselesidir.

    Kuralları çok ağırlaştırırsanız, sistem, kazanç sağlayamayacağı için yeterince çalışamaz.

    Ama kuralları çok gevşetirseniz, o zaman, ahlâk dışı kazancı teşvik edersiniz.

    Özetle söylemek gerekirse:
    Son günlerde, Arthur Laffer’in Türkiye ziyareti arkasından yeniden öne çıkarılan “arz yönlü ekonomi” ve onun önerdiği “neoliberal politikalar”, bugün geldiğimiz küresel krizin başlıca sorumlusudur.

    Mahfi Eğilmez
    Hazine Eski Müsteşarı
    Kadir Has Üniversitesi, öğretim görevlisi
    3 Ekim

  128. Kapitalizme yok dersek yok olur, var dersek var olur…

  129. marxist argüman

    sayin zileli,
    bugün bir yorum yazdim, günderirken “cok hizli yorum gönderiyorsunuz” diyerek bloke etti, marxist yorumlara ambargo mu basladi?

  130. Bu sitede sansür diye bird şey yoktur. Bunu siz de biliyorsunuz. Birine küfür ve hakaret edilmedikçe her türlü yorum basılır. Size verilen cevap otomatik olmalı. Yani internet sitesinin sisteminin otomatik olarak yolladığı bir uyarı. Ama bu uyarının neden yapıldığını bilmiyorum.

  131. marxist argüman

    115 nolu yorumcu,
    soru 1. “cift boyutlu” ya da “cok boyutlu” düsünmek ne demektir? örnek ver ki anlayalim.
    soru 2. senin deyiminle “tek boyut” yerine “cift” ya da “cok boyutlu” düsünmek neden daha dogrudur? karsidakini ikna edecek argümanin var mi?

    ogürsel’den alinti:
    “İyilik”, “kötülüğü” de kopyalar. İyiliğin-kötülüğün ne olduğu-olmadığını da kopyalar.

    iyilik, kötülük gibi kavramlar soyuttur, manasi kisiden kisiye, toplumdan topluma, durumdan duruma degisebilir. böyle soyut kavramlarla somut, verilere dayali fikir tartismasi yapmak mümkün degildir.

    “Niyeti iyi de olsa, en büyük kötülüklerin suçortağı olduğunu bilmeden, o “şeyi” iyilik olarak da kopyalayabilir.”

    ogürsel, sürekli olarak din ve ahlakin soyut dünyasinda geziniyorsun. meseleyi somutlastiralim:
    -T.C. devletinin kürt ulusalcilarina onlarin deyimiyle “bölücü teröre” yaptiklari muameleye, devletin “bölücü terörün” kökünü kazimak icin yaptigi operasyonlara, katliamlara, bombalamara sonuna kadar destek veren ya da bizzat aktif katilan vatansever bir türk vatandasinin eylemini/davranisini “iyilik” “kötülük” gibi kategorilerle aciklamak mümkün degildir. vatansever bir vatandasin, “devlet/millet düsmanlarini” kendi düsmani olarak görmeye/kabul etmeye baslamasi, sözkonusu bu vatandasin, kendisini yasadigi devlet ve toplum ile özde$le$tirmesiyle baslar. bu durum vatansever vatandaslarin jargonuna $öyle yansir: “biz türkler, biz almanlar, biz müslümanlar; benim devletim, benim milletim, benim dinim, benim irkim, benim sevgili ülkem vs.”
    insanlara bu milli/dini/siyasi/ideolojik “bilinci” a$ilayan kimdir:
    aile, devletin okul egitimi, dini egitim, medya vs.
    birey/vatanda$, milli ve dini egitimi özümsedikten sonra, devletin/milletin milli cikarlari konusunda “hassaslasir”; “milli/dini/manevi degerleri” özümsemis vatandas, devletin/vatanin bölünmez bütünlügü icin lazim olan siddet/cezalandirma eylemlerini onaylar, destekler ve icap ederse aktif olarak katilir; yani milli/dini cikarlar/degerler icin gerektiginde elini kana bulamktanda geri durmaz.
    milliyetcilerin/irkcilarin/dincilerin “sözkonusu vatansa/devletse/din’se gerisi teferruattir” “özdeyisi” bu durumu özlü bir sekilde ifade eder.
    görüldügü gibi meselenin iyilik-kötülük ile alakasi yok; siyasi meselelerde kimsenin o kategorilerle düsündügü de yok, bunu sen yapiyorsun.

    “Kötü olan şey öncelikle insanın bencil, mülkiyetçi, tahakkümcü hırsıdır; bu yanını besleyen üretim ilişkileri…”

    dedigini analiz edersek: kötülük, hirs insanin icinde zaten mevcut; yasadigi toplumsal sistem de, insanlarin icinde ki bu kötülüge, hirsa gem vurmak yerine, insanlarin bu özelliklerini körüklüyorsa, azdiriyorsa, te$vik ediyorsa, ki kapitalist mülkiyet iliskileri bunu yapiyor, demek istiyorsun degil mi?

    bu bakis acisi, necip’in “fitratci” bakis acisinin baska bir versiyonu oluyor; yani melanetin/kötülügün kaynagi insanin icinde, dogasinda, tabiatinda, kisiliginde, karakterindedir vs.
    dikkat edersen, dini dogmalarda aynen bu “fitratci” düsünceleri vaaz eder; günahkar olan insandir: dini bakis acisi toplumsal iliskileri, devleti/düzeni asla sözkonusu etmez, sorgulamaz; hangi mesele olursa olsun farketmez, dini düsünce hep insanda sorun/günah arar.

    necip’in burda yazdiklari yorumlar, necip’in dini/milli/aile egitimini nasil özümsedigini gösteriyor. necip’in kendini “dindar” olarak tanimlayip tanimlamadigi, dini inancinin olup olmadiginin vs. önemi yok: ben burda milliyetci/muhafazakar/dinsel zihniyet, kültür, düsünme ve algilama tarzindan bahsediyorum. bundan dolayi, necip’i artik “umutsuz vaka” olarak görüyorum, fakat ogürsel’e birseyler anlatmak, tartismak mümkün bence.
    necip’e de, ölümcül hastaliga yakalanmis ve günleri sayili bir hasta icin doktorun “üzmeyin, gönlünü ho$ tutmaya calisin” tavsiyesi dogrultusunda davranmak lazim kanaatine vardim.

  132. “Yani internet sitesinin sisteminin otomatik olarak yolladığı bir uyarı. Ama bu uyarının neden yapıldığını bilmiyorum.”

    Bu site, Worpress tabanli bir site –yazilim olarak Worpress kullaniyor.

    Aslinda, Worpress olmasi bu baglamda onemli degil; diger blog yazilimlari da benzer davranir.

    Ayni yorumu kisa zaman icinde tekrar gonderirseniz, site bunu SPAM ya da DDOS (saldiri) olarak algilar ve engeller.

    Tabii, butun yazilimlarda olabildigi gibi, burada da bir ‘bug’ olabilir; ve nahaktan yere size boyle bir tepki verebilir.

    Herkesin basina gelelbilir.

    Cozum, 15-20 saniye kadar bekleyip tekrar gondermege calismak; o da olmuyorsa, yaradana siginip yazilimci hakkinda sunturlu bir seyler fikredip vazgecmektir 😉

    Daha fazla detay icin, su kelimeler ile aratabilirsiniz: wordpress too fast comment

  133. –Hep diyorum ya–. Necip, mihmandarlık alanında usta olduğun aşikâr. Sana [ve sitenin ziyaretçilerine], –kapitalizm kendiliğinden doğmuştur– sanrına inanan ve yaymakla uğraşan şahısların isimlerini yazmıştım [François Quesnay, Anne Robert Jacques Turgot, Adam Smith, Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…devam ediyor]. Bunların [ve benzerlerinin] beyanlarını taklit ederek, kendi kafanın içinde yetiştirdiğin görüş/lerin meşru olduğunu zannetmenle yetinmeyip, insanları inandırma çırpınışların da boşuna.

    –‘kapitalizm’in olMAdigi yer veya zamanlarda boyle cinayetler islenmemis olmali (ya da islenmez) diyebilir miyiz?– Diyemeyiz. Kapitalizm katildir, peki, –[uzatmamak adına, geniş factional yelpazesine rağmen, genel çerçevede] sol– sütten çıkmış ak kaşık mı, elbette değil. 83 no’lu metnimde bir hatırlatmada bulunmuştum. Görmezden-duymazdan gelmek alanında da usta olduğundan, hasır altı etmişsin:

    ===
    –Not [3]: Sol adına, sol gerekçe gösterilerek cinayet işlendi mi? Bu konuda en bariz, en -somut- örneklerden birini teşkil etmesinden dolayı, -gulag-lara bakabilirsin:
    https://en.wikipedia.org/wiki/Gulag
    https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Gulag_camps
    ===

    –Chernobyl–, –Chernobyl’in Kazakistan’a tesiri–, ve bulmaya üşendiğin diğer pek çok örnek de, dahildir.

    –sirf bir seyleri kotulemek, digerlerini de –el altindan– parlatmak icin, lutfen ikidebir (eskiden gazetelerin 3ncu sayfalarinda gordugumuz turden) cinayet haberlerini altalta yazarak bir seyler ispatladiginizi sanmaktan imtina ediniz.– ‘Sanmak’ yanlış bir tespit, kapitalizmin işlediği cinayetlerin hiçbiri zahiri değildir. [Digerlerini de –el altindan– parlatmak] asılsız bir iddia. Şahsımın [sosyal, siyasi] görüşlerinin ne olduğuyla ilgili en ufak bir fikrin yok, fikrinin olmasına gerek de yok. İlk önce, [senin, benim, siteye yorum/görüş submit eden diğer ziyaretçilerin] yazdıklarımızı, beyanlarımızı dikkate almalıyız, –beyan esastır– bunu sana daha önce de ifade etmiştim. Bu sitede [veya başka sanal/sanal olmayan mecralarda] görüştüğün her kişiyi, marksist zannetme.

    Planktonların [veya türlü/çeşitli milyonlarcasının] kapitalizm tarafından yok edilmesine ses etmeyen bir şahıs [yani, Necip], [eskiden gazetelerin 3ncu sayfalarinda gordugumuz turden cinayet haberleri] ifadesiyle, insan hayatına bakışının ne olduğunu net ortaya koymuştur. –Kapitalizm, döver de, sever de, tatava yapmayın da boyun eğin– haykırışları ancak ve ancak Necip ve muadillerine özgüdür.

    –Neden? ‘Insan’ dediginiz canli, diger butun canlilardan farkli bir hayat bicimi (‘life form’) midir?– Farklıdır. Diğer life form’ları ile aynı olan ve benzerlik gösteren özelliklerimizin sayısını –bilimsel olarak saymak, dökümünü ortaya çıkarmak– mevcut teknolojik imkânlarla az mümkün gözükmekle [çoğunu tespit etmek de mümkün gözükmemekle] beraber [gelecekte mümkün olabilir], –insan– dediğimiz tür, doğada var olan sömürü mekanizmasını diğer life form’lar nasıl uyguluyorsa aynını uygulamaya mahkûm değil. Şunu yine hatırlatayım: Charles Darwin [ve aynı/benzer ekolde olan diğerleri] bugün dirilse ve şu sayfada yazdıklarını okusa, Necip, seni kızılcık sopası ile kovalardı. Şunu da: Planktonların kendi aralarında olan sömürü mekanizmasının aynını insana da ikame etmeye uğraşan kişi/ler, –etrâk-ı bî idrâk– kategorisi içindedir.

    –Occam’s Razor’dan– elbette haberim var. Mesele, kapitalizmin mihmandarlığını yapan senin gibi birinin [yani, Necip’in], –Occam’s Razor’u da– istismar ederek, kendi kafasının içinde özenle yetiştirdiği sanrıyı [yani, –kapitalizm kendiliğinden doğmuştur– zannı] rasyonalize etme çabası, ama, eline yüzüne bulaştırması.

    Quesnay ve Turgot —ordre naturel— diye başlamıştı,
    Friedrich Hayek ve dönemdaşları —natural order— diye taklide devam etti,
    Sen de Necip, ilk önce 41 no’lu metnindeki —lecture— ile, sonra 117 no’lu metnindeki —Occam’s Razor— ile, –kapitalizm kendiliğinden doğmuştur– sanrını ispat etmek uğruna, taklit ede ede, debeleniyorsun.

    Dikkatle oku:

    Kanada açıklarında –kârı daha da arttırma amaçlı– avlanan [çoğunluğu aquafarming ve mariculture endüstrilerinde conglomerate düzeyinde şirket, yani, senin önemsiz olarak yutturmaya çırpındığın birkaç tane ufak-tefek balıkçı teknesinin avlanmasından bahsetmiyoruz] şirketler, planktonların [ve daha birçok türün] habitatını yok ediyor. Kapitalist cinayetin veçhelerinden bir tanesi.

    Dubai’deki –gökdelen tarlaları– inşaatlarında sömürülen, ekseriyeti legal/illegal –zorla göç ettirilmiş [Filipinli, Malezyalı, Hindu, Kamboçyalı, Endonezyalı…]– insanların hangi koşullarda yaşamaya mahkûm edildikleri haberi [https://www.youtube.com/watch?v=gMh-vlQwrmU]. Kapitalist sömürünün veçhelerinden bir tanesi.

    Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi [http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/]. Kapitalist cinayetin veçhelerinden bir tanesi.

    [Aralık 2013 – Ocak 2014] Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan Bayer’in CEO’su Marijn Dekkers, şirketin kanser ilacı olan Nexavar için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve –ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.– dedi.

    –Business Week– adlı derginin son sayısında yer alan habere göre, etken maddesi sorafenib olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren Bayer şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers, –Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve parasal güce sahip insanlar için geliştirdik.– dedi.

    Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.

    Kaynak [a] http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu

    Kaynak [b] http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php

    [Dekkers’in açıklamasının İngilizce aslı
    Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.] Kapitalist sömürünün veçhelerinden bir tanesi.

    Konya/Ereğli’de, 40 günlük –Ayaz– bebek, kapitalizmin sömürü mekanizması nedeniyle odun-kömür-doğalgaz yokluğu sonucunda zatürreye yakalanıp hayatını kaybetti [https://www.evrensel.net/haber/74891/minik-ayazi-yoksulluk-oldurdu]. Kapitalist cinayetin veçhelerinden bir tanesi.

    –oradaki balikcilarin yol acacagi felaketin sebebi, o balikcilarin acgozlulukleri[ni], hirslari[ni]– kapitalizm besler, –Occam’s Razor’u– doğru anla. Sen, kapitalizmin anthropomorphism temelli canavar olmadığına inanmış bir şahıs olduğundan, kapitalizmin nasıl bir kumpas ustası, nasıl zehir yayıcı olduğunu görmezden-duymazdan geliyorsun. Hani, –gerçek komünizm bu değil, bana küfret ama idolüm komünizme dokunma– diye mızmızlananlar var ya, sen de –gerçek kapitalizm bu değil, benimle didişin, ama ne olur, lütfen, idolüm kapitalizme dokunmayın. Ben hata yapabilirim, ama idolüm kapitalizm asla hata yapmaz.– diye zırıldayanlara benziyorsun Necip.

    Cinayet türleri, cinayetin işleniş tarzları, cinayetin işlendiği coğrafyalar/mecralar [ülke, kara-deniz-hava, ve hattâ uzay], sömürü tarzları, kurbanlar farklı farklı, fakat, katil aynı: KAPİTALİZM.

  134. marxist argüman

    “beyaz yakali” anar$istlerin idealist/ahlakci ve yanli$ kapitalizm elestirilerinin marxist ele$tirisi:

    iidealist/moralist bakis acisi, “fitratci/dini” bakis acisinin cizdigi “günahkar” insan karakterinin tam tersini savunur: “günahsiz/masum/pir u pak” insan.
    bunun “beyaz yakali” anar$istlerde ki somut kar$iligi $öyle oluyor: masum/kurban insanlar – “kötü” kapitalistler ve “kötü” kapitalizm.
    kapitalizm deyince “beyaz yakali” anar$istler anladigi toplumsal bir düzen degil, tek tek insanlar, yani “kötü” kapitalistler ve onlarin $irketleri, holdingleri oluyor. bundan dolayi bu arkadaslar sürekli olarak tek tek insan isimleri ve sirket, holding isimleri sayip dururlar.
    bu arkadaslar “politik ekonomi/ulusal ekonomi”nin sadece ekonomi kismiyla ilgilenirler, bunun “politik/ulusal” olani nedense hic ilgilerini cekmez. bundan dolayi, “beyaz yakali” anar$istlerin günümüz ulusal devletlerinin ve bu devletlerin ulusalcilik ideolojisinin rolü/fonksiyonu hakkinda tek bir cümle kurduklarini ben $ahsen görmedim. varsa yoksa sirketler, holdingler, ve birtakim isimler…

    bu arkadaslar, i$ kazalarini alt alta yazarak kapitalist ekonomiye karsi argüman gelistirdiklerini düsünüyorlar. bu i$ kazalarinin, onlarin ahlakci deyimiyle “i$ cinayetlerinin” kapitalist ekonominin üretim prensipleriyle alakasi nedir, sorusuna cevap veremiyorlar, yani motto: “biz yaziyoruz, aradaki alakayi da artik siz kurun!”
    örnek, en son 301 i$cinin göcük altinda öldügü soma da ki insanlarin secimlere katilim orani ve hangi partilere oy verdiklerine bir bakalim:
    AK PARTİ: 49,65 %
    CHP: 28,97 %
    MHP: 15,94 %
    HDP: 1,96 %

    secimlere katilim oranida %90. bu tablo, yani devletin/düzenin tertipledigi secimlere soma’lilar büyük oranda katilmislar, oylarini da kapitalist düzenin demirba$ partilerine vermisler. fakat “beyaz yakalilar” bu tabloda benim gördügümü görmezler. neden? cünkü onlar “kapitalizm” denilince siyasi/ekonomik/toplumsal bir düzen degil, sadece sirketleri, bankalari, holdingleri ve onlarin sahiplerini anliyorlar. dolayisiyla soma’lilar secimlere katilip oylarina düzenin demirbas partilerine de verseler, T.C. devleti ve o’nun kapitalist ekonomisi hakkinda somalilar tek bir elestiri de yapmasalar, “beyaz yakali” anar$istler bunu elestirmek yerine, soma’li iscilerin patron’a actiklari tazminat davasini bile kapitalizme kar$i siyasi bir mücadele olarak anlayip, propagandasini yaparlar.

    ölüm haberleri, ölüm istatistikleri kendi basina argüman olsaydi ve insanlari aydinlatsaydi, birinci dünya savasinda ki milyonlarca ölümden sonra, insanlarin “akillanip, bilinclenmesi” gerekirken, birde bakiyoruz ki 20 yil sonra ikinci dünya savasi, ve sonrasinda sonu gelmeyen bölgesel savaslar devam ediyor.
    i$ kazalari haberleri ya da siradan ekonomi haberleriyle insanlarin aydinlandiklarini düsünmek ve moralist bir söylemle “i$ cinayetleri” deyip, fail olarakta soyut “kapitalizm” kavramini kullanmak “beyaz yakali” anar$istlerin standard ajitasyon/propagandasi oluyor.

    yazacak daha cok $ey var ama sabrim ve zamanim kalmadi.
    evet “beyaz yakali” anar$istler, bu i$ sizin düsündügünüz gibi basit degil; kapitalist mülkiyet iliskilerinden kaynakli mahkemelik kavgalari falan da düzene karsi siyasi mücadele sanmayin. imkaniniz ve diliniz var, kendinizi gelistirmek istiyorsaniz daha önce size kaynak belirtmistim: alman “gegenstandpunkt” dergi ve kitabevinin internet sayfasinda ki ingilizce yazilara bakin. hatta you tube da bu insanlarin ingilizce seminerleri bile var: “world economic crisis & capitalism, joseph patrick 2009”

    yok, bize lazim degil, deyip ayni yanlis ajitasyon/propagandaya devam ederseniz, elestirilerimden payinizi alirsiniz.

  135. Gün Zileli
    Ekim 3rd, 2016 at 21:27
    Bu sitede sansür diye bird şey yoktur.
    BELKİ VAR BELKİ YOK AMA YORUMLARI KORKUDAN YAYINLAMAMAK BAL GİBİ VAR

    Sayın Necip Bey (64, 77)
    “Kapitalizmin kurucusu kimdir, ne zaman kurulmuştur?”
    Bir düzeltme: “Kapitalizmin kurucuları kimlerdir, hangi tarih süresinde gelişmiştir ?”
    Kapitalizmin kurucuları (harfi harfine şehirde yaşayan) burjuvalar.
    Gelişmesi 15. – 18. yüz yıllar arasında olur. Tabii kökeni, bu anlatımda verilen anlamda, Avrupa’da ticaret hayatında büyük bir gelişme kaydeden 11. – 13. yüz yıllar arasına uzanır.
    Bir sistem olarak ele alırsak, değişik nitelemeler tanımına zenginlik kazandırır.
    Doğayı kaynak algılamak, doğa veya evrenin kutsallığının yok oluşu, insanın biyolojik yapısına göre değil saatle çalışması, insanın yaşamını devam ettirmek için gereken üretim araçlarını elden kaçırması, insanın kendi kendini bir yatırım nesnesi olarak görmesi, borsanın gelişmesi, muhasebe tekniğinde yenilikler, para hırsının kem gözle görülmesinden topluma yararlı görülmesine geçiş, faiz de öyle (zaman satma olmaktan çıkıp ekonomik gereksinim olması) ve benzeri çok sayıda unsurlardan oluşan bir sistem. Benim en çok sevdiklerim:
    1. Kapitalizmden önce mükemmellik başlangıçtaydı ve sonradan bozuldu; kapitalizmden sonra mükemmellik dünyanın sonuna, kıyamet gününe tehir edildi. İLERLEME DİNİ dini geleneksel dinlerin yerini aldı.
    2. Kapitalizmden önce zenginlik fiyaka satmakta kullanılırdı, kapitalizmden sonra yatırımda kullanılır.
    Sizin sorunuza düşündüğümde ilk aklıma gelen modern insanların mantığa değil sistem kurmaya merakları.
    -ism eki eklediği adı sistem, etkinlik, ilke eder. Mantıksal olarak seksizim kurucusu kim, ne zaman?; Nasyonalizm kurucusu kim, ne zaman?; Racism (ırkçılığın) kurucusu kim ne zaman? Fanatizmin kurucusu kim, ne zaman? İzin verin biraz oksidentalizmden çıkayım. Mitharizm’in kurucusu kim, ne zaman?Alkoholizmin kurucusu kim, ne zaman? gibi binlerce mantıksal saçmalıklar demokrasi ve insan haklarına şükür herkesin ağzında sakız olmuş çiğneniyor.
    Bunlara tüm felsefi, siyasi, ekonomi, sanat, edebiyat “–izm”ler eklersek sorunuzun aslında anlamsız olduğu çok daha iyi anlaşılır.
    Hatta sizin adlandırdığınız ” –izmler” bile saçma. Stalinizm Lenin’den gelme, Leninizm Marksizmden gelme, Marks ise “ben Marksist değilim”, der. Diğer “–izmleriniz” de sosyal oluşmalar. Olsa olsa kişiler tetiklerler. Hitler ortaya çıktığında kapitalizmin insanlığı anlamsız bir nihilist dünyaya sürüklediğini birçok düşünürler dile getirdi. Kabak zavallı Yahudilerin başına patladı. Ve diğer milyonların da.
    Ve hatta çoğu düşünürler düşüncelerini açıklarlar parazitler –ist olurlar.
    İsa dinden nefret etti, adına Hristiyanizm kuruldu. Buda kendi yolunuzu bulun dedi, fırsatçılar Budizm yarattılar. Leninizm-Stalinizm iflas etti, fırsatçılar anarşizme sarıldı.
    Bir şeyde sonsuz haklısınız: sefiller adına devrim ticareti ve his sömürüsü yapanların tiksindirici oluşları.

  136. marxist argüman

    anonim 123,
    ben de ali koc’ún kapitalizm elestirileri derken, tirnak icinde yazdim dikkat edersen. ali koc kapitalizmi elestiriyor elestirmesine ama o elestiriyle anlatmak istedikleri asagi yukari senin yazdiklarin. ben necip’e neden “ali koc ile temas kurmasini” önerdim? cünkü bu TÜSIAD’li isadamlarinin “kapitalizm” kavramlariyla sorunlari yok, yerine göre “rekabetci piyasa ekonomisi” de diyorlar, “kapitalizm” de diyorlar. fakat bizim osmanli torunu muhafazakar isadami MÜSIAD’li necip takti bu kapitalizm kavramina, yakamiza yapi$mi$: “bana kapitalizmin kurucunun ismini verin” deyip duruyor, belki TÜSIAD’li meslektaslari o’na tatmin edici bir cevap verirler diyerek, necip’i ba$imdan savu$turmaya cali$tim.
    “beyaz yakali” anar$istlerde necip gibi siyasi/ekonomik tarti$mayi tek tek isimler üzerinden yapmaya meraklilar; -magazin/paparazi kültürü- necip’e bir sürü isim sayiyorlar ama kimseyi begendiremediler. ben de dedim “aha siz aha necip, ben aradan cekiliyorum.”
    ayrica, MÜSIAD’din internet saysafina bakin, ne “rekabetci piyasa ekonomisi” ne “kapitalizm” ne de “toplumsal düzen/sistem” gibi kavramlar kullaniyorlar. necip’e bosuna MÜSIAD’li demiyorum ben; ayni zihniyet, ayni kültür, ayni takiye.

    anonim 121, burdaki tartismalari, atismalari bir seyirci gibi izleyip necip’e ya da bir baskasina amigoluk yapacagina, sen de aklini, zihnini biraz yor; bir fikir, kanaat sahibi ol. yanilmiyorsam sen de bu dünyada yasiyorsun.

    necip’ten alinti:

    “Mesela, ‘kilik-kiyafet devrimi’.. Cok mu onemlidir kimin ne giydigi, ya da giydiginin menseinin/mahrecinin neresi oldugu? Bence hic. Cunku, bu bir ozentidir. Asagiik kompleksinin cok bariz bir disa vurumudur. Ama, bunu ‘Sapka Kanunu’nu yapanlar ya da savunanlara anlatamazsiniz kolay kolay, ya da hic.”

    senin imali olarak kilik kiyafet “devrimi”ni kastettigini sonradan anladim, fakat imaya ne gerek var, derdin neyse acik yaz, bulmaca doldurur gibi “necip burda neyi kastediyor acaba” diye oturup düsünecek vaktim yok.

    kemalistlerin yaptigi kilik kiyafet devrimi özenti de degil asagilik kompleksinin disa vurumu da degil, yaniliyorsun.
    siyasi mücadele ve propagandanin araclarindan biride sembollerdir. kemalistler bati’nin sadece siyasi ve ekonomik sistemini almakla yetinmemisler, kilik kiyafet gibi sembolik degeri olan seyleride almislardir/benimsemislerdir. bununla da eski osmanli düzeniyle radikal bir kopu$u hedeflemi$lerdir.
    tekrar edeyim, kemalistlerin bu tercihinin sebebi asagilik kompleksi ya da özenti degil, bati’nin “basarili/üstün” model’ini, kendi kurduklari T.C. devleti icin “kalkinma modeli” olarak tercih ettikleri icindir.
    osmanli hayrani bir muhafazakar olarak senin bu durumu elestirmeni de anliyorum. türkiyede ki islamci devlet fraksiyonu ile kemalist devlet fraksiyonu arasinda kavga tamda bu konuda: islamci fraksiyon “bati’nin devlet ve ekonomi modelini alalim fakat laiklik’e, batinin kilik kiyafetine ne gerek var” diyor.
    diger enteresan bir nokta: fanatik bati hayrani kemalistler ekonomi politikalarinda biraz da mecburen “devletciligi” benimserken, islamci fraksiyon menderes’ten bu yana kapitalist ekonominin daha “liberal” versiyonunu savunuyor.

    “Yani, oradaki balikcilarin yol acacagi felaketin sebebini o balikcilarin acgozlulukleri, hirslari veya akilsizliklari ile kolayca aciklamak mumkunken; tutup bunu ‘kapitalizm’ dediginiz bir ‘ocu’ye mal etmek abesle istigaldir.”

    necip’in gercekleri ba$üstü ceviren klasiklerinden birisi daha. örnek, almanya da bir insan devletten izin almadan olta alip “iki balik yakalayip izgaraya atayim” derse, devlet aninda yakasina yapisir, cezayi basar. neden?
    cünkü kapitalist devlet kendi sinirlari icindeki yeralti, yerüstü kaynaklarini, tabiati, dogayi, insanlari (human kapital) kendi zenginlik kaynaklari olarak görür; yerine göre korur, yerine göre sömürür vs.
    balik avlamak icinde önce devletten izin/lisans lazim, bunun icinde belli bir ücreti devlete ödemek zorundasin. sonra devletin balikcilik icin koydugu kurallar var: $u mevsimde $u kadar miktarda avlayabilirsin, $u mevsimde avlanmak yasaktir vs.

    hal böyleyken, necip öyle bir konusuyor ki, sanki bu dünyada devlet diye bir üst otorite yok; yasa, yasak, izin, yasal mecburiyet vs. diye birsey yok, SINIRSIZ bir serbestlik var; tek tek bireylerin cani ne isterse o’nu yapmakta serbestler; dolayisiyla bu dünyada ne oluyorsa, sorumlusu bireylerdir.

    “beyaz yakali” anar$istlerde “kapitalizm $unu da öldürdü, $unu da bitirdi” gibi yanlis/isabetsiz bir tarzda elestiri yapip durduklari icin, necip’e de demagoji yapacak bol malzeme cikiyor.

    ogürsel’den alinti:
    “BUGÜN artık insanlığa-tabiata zarar vermektedir ve.. sömürü olmasa, her insan ortalama 4 saat çalışarak çok keyifli yaşayabilir…”

    necip, ogürsel’in bu cümlesi üzerine epey bir demagoji yapmis. ogürsel’in demek istedigi bilimve teknikteki gelisme ve bunun ekonomik üretim faaliyetine etkileri, dogru anladiysam.
    ekonomide “üretim verimliligi/produktivität” diye bir kavram var, ne demek bu? kisacasi üretim maaliyetini, üretim masraflarini mümkün mertebe düsürme, bununla i$ verimliligini arttirma.
    i$ verimliligini arttirmanin yollarindan biri calisanlara mümkün mertebe az ücret ödemektir. rekabetci piyasa ekonomisinde calisanlarin iki yakasinin bir araya gelememesinin sebebi iste bu üretim prensibidir; yani kapitalist ekonomide calisanlarin ücretleri “masraf/gider” hanesine dahil oldugu icin, emekci ömür boyu “ekmek kavgasi” vermek zorundadir. marxistler, kapitalist ekonominin bu ve benzeri “emekci düsmani” üretim prensiplerine dikkati cekince, kapitalist devlet tarafindan “devlet/düzen düsmani” muamelesi görürler.

    ogürsel’in degindigi konuya gelelim. rekabetci piyasa ekonomisinde i$/üretim verimliligini, yani kar’i yükseltmenin yollarindan biride makinelesme, teknik gelismedir. fakat bunun $öyle istisnalari da vardir: mesela kapitalizm ucuz i$ cennetleri olan malezya, endonezya gibi memleketlerde insanlarin/cocuklarin karin tokluguna calistirildigi isyerlerinde, i$gücü ziyadesiyle düsük oldugu icin, isveren yeni bir makineye yatirim yapmayi karli bulmayabilir.

    ekonomik üretim alaninda ki makinelesme, teknik gelismede patron icin kar, calisan icin zarar anlamina geliyor. nasil oluyor bu? bir i$veren ne zaman yeni bir makineye yatirim yapmayi karli bulur?
    birincisi, yeni gelen makine sayesinde calisanlarin bir kismi gereksizlesecekse; fazlalik olarak i$ten cikarilacaksa.
    ikincisi, üretimi hizlandiracaksa; calisma temposunu artiracaksa.

    bu demektir, bir i$yerine yeni bir i$ makinesi alindiginda
    birincisi, atiyorum, eskiden on kisinin yaptigi i$in bir kismini yeni makine üstlendigi icin, i$cilerin birkaci fazlalik olarak i$ten cikarilir.
    ikincisi, yeni makine daha hizli tempo demek, yani i$ten atilmayan “$ansli” calisanlar, daha hizli/seri calismak zorundalar.
    ücüncüsü, makinenin mümkün mertebe en kisa zamanda kendini amortize etmesi icin geceli gündüzlü calismasi lazim. bu calisanlar icin vardiyali i$ demektir.

    sonuc: kapitalizmde makinelesme, teknik gelisme, insanlarin/toplumun refahi, daha az calisip daha rahat yasamak amaciyla yapilmiyor; amac kar’i, pazar payini artirmak, rakipleri mümkün mertebe piyasadan silmek, iflasa sürüklemek vs.

  137. asıl sorulması gereken:

    Kapitalizm gidince yerine nasıl bir düzen gelecek?

    Marksist Argüman’ın savunduğu türden bir düzen mi?
    Beyaz Yakalıların savunduğu türden bir düzen mi?
    O. Gürsel’in savunduğu türden bir düzen mi?
    Özgürlükçü’nün savunduğu türden bir düzen mi?
    Gün Zileli’nin savunduğu türden bir düzen mi?
    Anarşistlerin (ve hangilerinin?) savunduğu türden bir düzen mi?
    Stalinistlerin (ve hangilerinin?) savunduğu türden bir düzen mi?
    Troçkistlerin (ve hangilerinin?) savunduğu türden bir düzen mi?

  138. Sonunda sablonik bakmayan bir yaklasimla karsilastim. Tesekkur ederim.

    “Kapitalizmin kurucuları (harfi harfine şehirde yaşayan) burjuvalar.”

    Esasen katiliyorum. Iki degisiklik ile:

    1) ‘şehir’ yerine ‘şehirLER’.
    2) ‘burjuvalar’ yerine ‘insanlar’.

    Ikincisinin sebebi su: ‘burjuva(lar)’, konustugumuz baglamda, ‘dongusel’ (‘recursive’) bir tanim oluyor; cunku, zaten ‘kapitalizm’ tanimini olusturan davranis bicimlerini sergileyenler anlamina geliyor –en azindan ben oyle anliyorum.

    Bir diger nokta da; ‘kapitalizm’ dedigimiz olgu, alisveris (yani ticaret) ile baslar –benim baktigim yerden. Dolayisi ile, her ne kadar sehirler veya sehirlesmenin bizzatihi kendisi ‘kapitalizm’in nesv u nema bulmasi (gelisip serpilmesi) icin cok daha elverisli ortamlar sunmus ise, malum, ticaret yapmak icin once sehirler/sehirlesme gerekmiyordu.

    “Gelişmesi 15. – 18. yüz yıllar arasında olur. Tabii kökeni, bu anlatımda verilen anlamda, Avrupa’da ticaret hayatında büyük bir gelişme kaydeden 11. – 13. yüz yıllar arasına uzanır.”

    Ben bu tur yaklasimlari fazlasiyla Bati-merkezli buluyorum. Her ne kadar ‘kapitalizm’ kelimesi bir Bati icadi ise de, bu, ‘kapitalizm’in Bati’da ortaya ciktigi anlamina gelmiyor bence.

    Ilk buyuk sehirlesme faaliyetlerinin nerede basladigina bakarsak, Bati (siyasi ya da cografi anlamda) bu bakimdan daha dunku cocuk sayilir.

    Bir sistem olarak ele alırsak, değişik nitelemeler tanımına zenginlik kazandırır.

    “Doğayı kaynak algılamak, doğa veya evrenin kutsallığının yok oluşu, insanın biyolojik yapısına göre değil saatle çalışması, insanın yaşamını devam ettirmek için gereken üretim araçlarını elden kaçırması, insanın kendi kendini bir yatırım nesnesi olarak görmesi, borsanın gelişmesi, muhasebe tekniğinde yenilikler, para hırsının kem gözle görülmesinden topluma yararlı görülmesine geçiş, faiz de öyle (zaman satma olmaktan çıkıp ekonomik gereksinim olması) ve benzeri çok sayıda unsurlardan oluşan bir sistem.”

    Bu tasvirler yanlis degil tabii ki. Ama, ozune indirgeyecek olursak, bugun ‘kapitalizm’ dedigimiz olgu, insan(lar)in, ticari degeri olan urun (mal ya da hizmet) uretmek ihtiyaci/zorunlulugu ile baslamis ve suruyor demek bana daha isabetli geliyor.

    “Sizin sorunuza düşündüğümde ilk aklıma gelen modern insanların mantığa değil sistem kurmaya merakları.”

    Evet, bu cok isabetli bir teshis.

    “-ism eki eklediği adı sistem, etkinlik, ilke eder. Mantıksal olarak seksizim kurucusu kim, ne zaman?; Nasyonalizm kurucusu kim, ne zaman?; Racism (ırkçılığın) kurucusu kim ne zaman? Fanatizmin kurucusu kim, ne zaman? İzin verin biraz oksidentalizmden çıkayım. Mitharizm’in kurucusu kim, ne zaman? Alkoholizmin kurucusu kim, ne zaman? gibi binlerce mantıksal saçmalıklar demokrasi ve insan haklarına şükür herkesin ağzında sakız olmuş çiğneniyor.”

    Dogru.

    “Bunlara tüm felsefi, siyasi, ekonomi, sanat, edebiyat ‘–izm’ler eklersek sorunuzun aslında anlamsız olduğu çok daha iyi anlaşılır.”

    ‘Soru’nun anlamsizligina katilirim. Ama, verilen cevaplarin anlamsizligini ortaya koymak icin zorunlu bir sorudur. Yani, o soruyu sormazsak, ‘antikapitalizm’ isimli bir fetisin pesinde kosmak isten bile degil.

    “Hatta sizin adlandırdığınız ‘–izmler’ bile saçma. Stalinizm Lenin’den gelme, Leninizm Marksizmden gelme, Marks ise ‘ben Marksist değilim’, der. Diğer ‘–izmleriniz’ de sosyal oluşmalar. Olsa olsa kişiler tetiklerler.”

    Dogru. ‘–izmler’, cok olsa, belli bir yaklasimi, davranis bicimini benimsemegi ozetlemek baglaminda anlamli olabilir. Giderek de, itham/ikrah/suclama amaciyla kullanilir oldular. Durduk yerde, akli basinda olmasi gereken (dar bir kesit oldugunu kabul ederim) insanlar bile kamplasip militanlastilar. Ben bunu akla ziyan buluyorum.

    Diger dediklerinize de katiliyorum.

  139. yavas yavas fetö bitiyor yerine sol ve kürt avina baslaniliyor!

    mhp o yüzden akp ille bir ittifak icinde ve tabanlarida bunu istiyor,mhp nin kürt ve sol düsmanligi bitmez!
    yeni bir fasist hareket ille karsi karsiyaiz,derhal toparlanmamiz gerek.
    suriyede filen bir savasa katilmistir akp ve mhp bu kürtlere karsi oldu kesin durum böyle olunca icerde sola saldirip yok etme yoluna bakacaklar.
    chp artik birazda olsa galiba anliyor ne yanlis yolda gidini hdp umarim tüm muhalefeti kapsiyacak politika üretir.
    burada devrim olmaz sokalarda halk ille olunur!!!
    aydinlik ve büyük bir bilgilenmeye ihtiyac var türkiyede,fasizim ne kadar kötü ve insan disi bir anlayis oldunu halka anlatilmazi gerek.en basdan osmanli palavrasi ille baslanmali ve onun devami uzantisi.
    bence bütün sorun burada yatiyor halkin cogunlugu bu sitemin kendine huzur ve refah getirecene inaniyor.acik dille söylenmesede türkiyede cogunluk bir irkci anlayis ille yasiyor,etrafi hep düsman ve kötülük ille dolu.
    solun yapaca büyük bir aydinlama capasidir secim ille akp gitmez!

  140. “ayrica, MÜSIAD’din internet saysafina bakin, ne ‘rekabetci piyasa ekonomisi’ ne ‘kapitalizm’ ne de ‘toplumsal düzen/sistem’ gibi kavramlar kullaniyorlar. necip’e bosuna MÜSIAD’li demiyorum ben; ayni zihniyet, ayni kültür, ayni takiye.”

    Cogunlukla bos konustugunuzdan olsa gerek, bosuna demediginizi iddia ettiginiz seyler de arada kayniyor galiba.

    Dahasi, okudugunuzu anlamamak konusundaki yetenekleriniz size zihin oyunlari oynuyor gibi.

    Ben, ‘kapitalizm’ kelimesinin tedavulden kalkmasini savunuyor degilim. Bir olgu olarak var. Gulun adi cinsinden, ismine ne nerseniz deyin, var.

    Sorun, ‘kapitalizm’ olgusu ile ideolojik receteler yoluyla savas edilebilecegini sanmak. Ben, bu yaklasimin anlamsiz oldugunu soyluyorum.

    “siyasi mücadele ve propagandanin araclarindan biride sembollerdir.”

    Evet, yamanmak gayretlerinin (‘gibi’ gorunmek istemenin) de.

    “kemalistler bati’nin sadece siyasi ve ekonomik sistemini almakla yetinmemisler, kilik kiyafet gibi sembolik degeri olan seyleride almislardir/benimsemislerdir. bununla da eski osmanli düzeniyle radikal bir kopu$u hedeflemi$lerdir.”

    Arzularinin bu oldugunu iddia etmek mumkundur tabii ki. Ama, oncelik sirasi bakimindan son derece celiskili davrandiklari da ortadadir.

    Bati’da ortaya cikmis olan giyim kusamin sureci belli. Bunu, en iyi, cok da merakli olduklari resim sanati uzerinden gorebilirsiniz. Giyim kusamdaki degisiklige, cok daha hizlanan ekonomik hayat yol acmistir.

    Yani, once giyim kusami degistirmisler, daha sonradan ekonomik hayat degismis degil.

    Kemalistler, ‘horse before cart’ (‘atin onune araba baglamak’) misali bunu tersinden yapmaga calismislardir.

    “hal böyleyken, necip öyle bir konusuyor ki, sanki bu dünyada devlet diye bir üst otorite yok; yasa, yasak, izin, yasal mecburiyet vs. diye birsey yok, SINIRSIZ bir serbestlik var; tek tek bireylerin cani ne isterse o’nu yapmakta serbestler; dolayisiyla bu dünyada ne oluyorsa, sorumlusu bireylerdir.”

    Olgu ve olusum acisindan, ‘kapitalizm’, ‘sehirlesme’ ve ‘devlet’ taa minevvelinden beri var ve birbirleri ile atbasi giderler.

    Yani, ozetleyecek olursak, bunlar birbirini sekillendirir, olusturur, genisletir veya zenginlestirir (cesitliligini artirir).

    Karslikli besleyicidir ve geciskendirler. [Aralarinda hem ‘feed-bakc’ hem de ‘feed-forward’ iliskisi vardir.]

    ‘kapitalizm’ <–> ‘sehirlesme’
    ‘sehirlesme’ <–> ‘devlet’
    ‘kapitalizm’ <–> ‘devlet’

    Bunun boyle oldugunu bilirsek, ‘devlet’ isimli oyuncunun varligi bizi cok da sasirtmaz (en azindan beni sasirtmiyor).

    ‘Devlet’, malum, bireylerin (ozel-tuzel) ya da zumrelerin arasindaki ozgurluk kullanimindan kaynaklanabilecek sorunlarla ugrasmak icin var edilmistir. Iyi calisir, ya da kotu calisir; ama, var olus sebeplerinin baslicasi budur.

    Dolayisi ile, evet, sasirmakta haklisiniz: Bazi ozgurlukleri devlet kisitlayabilir. Ilerleyen yaslarinizda bunun normal oldugunu anlayacaginiza eminim.

    Ote ayndan, Kanada’nin sozkonusu bolgesindeki sirket(ler) ve insanlarin akilsizca davranislarini –asiri ozgurluk kullanimini– oradaki devletin engellemeyisini sizinle beraber kiniyorum tabii ki –umarim icinizdeki militan ofkeye biraz su serpmisimdir.

    “rekabetci piyasa ekonomisinde calisanlarin iki yakasinin bir araya gelememesinin sebebi iste bu üretim prensibidir;”

    Salliyorsunuz.

    Rekabetci piyasa ekonomisinde birilerinin digerlerine gore az/cok dezavantajli olmasinin sebebi –sizi sasirtacagim simdi– ‘rekabetci piyasa ekonomisi’dir. Sebebi de basittir: Her yarista birileri onde, birileri de arkada gelir.

    “yani kapitalist ekonomide calisanlarin ücretleri ‘masraf/gider’ hanesine dahil oldugu icin, emekci ömür boyu ‘ekmek kavgasi’ vermek zorundadir.”

    Bakkal muhasebecisi bilgicligiyle konuya yaklasirsaniz, olacagi budur.

    Birincisi, tipki ‘sermaye’ gibi, ‘isgucu’ de varliklardandir. Ve, tipki ‘sermaye’nin de bir maliyeti (faiz) oldugu uzere, ‘isgucu’nun de bir maliyeti vardir; ve her ikisi de ‘masraf’ addedilir.

    Ve, ayni sekilde, verili bir isi/urunu/hizmeti yampak icin, her ikisi de (baska seylerde oldugu uzere; mesela, hammadde veya enerji vs), hepsinin minimum olmasi arzu edilir. Bu mumkun olmadigi icin, ‘optimum’ aranir.

    Ve, ‘yatirim’ yukaridaki parametrelerin ‘optimum’unu yakalamak icin yapilir –yani, sirf insan sayisini dusurmek icin yapilmaz; akillica olmaz cunku.

    Hesinden onemlisi, ‘rekabetci piyasa ekonomisi’nde butun bunlar siz sayin seyirciler –tuketiciler– icin yapilir.

    Siz sayin seyirciler, mesela, elektrik fiyatinin 5-10 kati artmasini kabul ederseniz, binlerce insanin –kurek mahkumlarinda oldugu uzere– dondurdugu jeneratorler de yapmak mumkundur…

    Ama, o zaman da yaranmak mumkun olmaz: ‘Kapitalizm bizi soyuyor’ nidalarini duyar gibi oluyorum.

    “marxistler, kapitalist ekonominin bu ve benzeri ’emekci düsmani’ üretim prensiplerine dikkati cekince, kapitalist devlet tarafindan ‘devlet/düzen düsmani’ muamelesi görürler.”

    ‘Marxist ekonomi’den kastiniz agir merkezi planlama ise, biz bunu denedik. Ne menem bir sey oldugunu, temel ihtiyaclarin bile zor karsilanir oldugunu yasadik.

    “fakat bunun $öyle istisnalari da vardir: mesela kapitalizm ucuz i$ cennetleri olan malezya, endonezya gibi memleketlerde insanlarin/cocuklarin karin tokluguna calistirildigi isyerlerinde, i$gücü ziyadesiyle düsük oldugu icin, isveren yeni bir makineye yatirim yapmayi karli bulmayabilir.”

    Bir de suradan bakin isterseniz: ‘Kapitalizm’ dediginiz ocu olmasa, Malezya, Endonezya gibi memleketlerdeki insanlarin/cocuklarin durumu daha mi iyi olacakti?

    “bu demektir, bir i$yerine yeni bir i$ makinesi alindiginda
    birincisi, atiyorum, eskiden on kisinin yaptigi i$in bir kismini yeni makine üstlendigi icin, i$cilerin birkaci fazlalik olarak i$ten cikarilir.”

    Asil sormaniz gereken soruyu atliyorsunuz: ‘Isyeri’ dediginiz yer, belli (ve degismez, azaltmak ise hic mumkun olmayan) sayida insana istihdam saglamak icin mi vardir; yoksa, tketicilerin talep ettigi urunleri, almaga razi olacaklari fiyattan uretmek icin mi?

    Bu soruya verceginiz cevap sonucunda, yukarida dokturdugunuz uyduruk/luddite senaryonun ne derece anlamli oldugunu da gorursunuz.

    “sonuc: kapitalizmde makinelesme, teknik gelisme, insanlarin/toplumun refahi, daha az calisip daha rahat yasamak amaciyla yapilmiyor; amac kar’i, pazar payini artirmak, rakipleri mümkün mertebe piyasadan silmek, iflasa sürüklemek vs.”

    Yine salliyorsunuz. Uzu vadeli bakarsaniz, ‘kapitalizm’in sizin luddite korkularinizi desteklemekten maada, aslinda ‘kapitalizm’e atfedilen insan dusmanliginin da tersine calistigini gorebilirsiniz.

    Bunun boyle oldugunu size uzun uzun anlatmak isterdim; ama, baska birisi benden daha iyi toparlamis ve yazmis: http://strikemag.org/bullshit-jobs/

  141. Evet, buluşma gerçekleşti:

    “Olan oldu artık, geçmişte kaybolmayın, geleceğe de kafayı takmayın, bugünün keyfini çıkarmaya bakın” diyen Necip (yorum no 134) ile,

    “İlkelleri” savunan DOPE (yorum no 131) (veya “pipsqueak”) ortak noktada buluştu.

    Ne mutlu…

  142. Yıllar yıllar önce solcular arasında revizyonistler vardı. Bazı solcular, revizyonistlere kem gözle bakar, onları solu içten bitirecek mikrop olarak görürlerdi. O yılların algısından bugüne baktığımızda revizyonizm de kayboldu gitti. Sadece o dönemleri yaşayanlar bu kelimeyi görünce ne olduğunu anlıyor, belki de efkârlı bir tebessüm ediyor.

    Şu, yukarıdaki kapitalizm tartışmalarını okuyunca insan gerçekten hayret ediyor, acaba sol bugün bir revizyona hiç ihtiyaç duymuyor mu?

    Ne dersin Gün?

  143. ŞEHİRLEŞME ve THE CRISIS OF HOUSING

    UNDER CAPITALISM, HOUSING IS NEVER SECURE FOR THE WORKING CLASS!

    The symptoms of housing crisis are everywhere in evidence today. Households are being squeezed by the cost of living. Homelessness is on the rise. Evictions and foreclosures are commonplace. Segregation and poverty, along with displacement and unaffordability, have become the hallmarks of today’s cities. Urban and suburban neighborhoods are being transformed by speculative development, shaped by decisions made in boardrooms half a world away. Small towns and older industrial cities are struggling to survive.

    In America, the housing crisis is especially acute in New York City (http://comptroller.nyc.gov/wp-content/uploads/documents/Growing_Gap.pdf). The city has more homeless residents now than at any time since the Great Depression. More than half of all households cannot afford the rent. Displacement, gentrification, and eviction are rampant. Two pillars of New York’s distinctive housing system — public housing and rent regulation — are both under threat.

    But housing problems are not unique to New York. Shelter poverty (http://www.temple.edu/tempress/titles/1301_reg.html) is a problem throughout the United States. According to the standard measures of affordability, there is no US state where a full-time minimum-wage worker can afford to rent or own a one-bedroom dwelling.

    Nationwide, nearly half of all renting households spend an unsustainable amount (http://nlihc.org/oor) of their income on rent, a figure that is only expected to rise. This is not only a big-city issue. Around 30 percent of rural households cannot afford their housing, including nearly half of all rural renters.

    In fact, the housing crisis is global in scope (http://www.hup.harvard.edu/catalog.php?isbn=9780674599222). London, Shanghai, São Paulo, Mumbai, Lagos, indeed nearly every major city faces its own residential struggles. Land grabs, forced evictions, expulsions, and displacement are rampant. According to the United Nations, the homeless population across the planet may be anywhere between one hundred million and one billion people, depending on how homelessness is defined.

    It has been estimated that globally there are currently 330 million households — more than a billion people — that are unable to find a decent or affordable home. Some research suggests that in recent decades, residential displacement due to development, extraction, and construction has occurred on a scale that rivals displacement caused by disasters and armed conflicts. In China and India alone in the past fifty years, an estimated one hundred million people have been displaced (http://www.rosalux-nyc.org/wp-content/files_mf/kothari11.pdf) by development projects.

    And yet if there is broad recognition of the existence of a housing crisis, there is no deep understanding of why it occurs, much less what to do about it. The dominant view today is that if the housing system is broken, it is a temporary crisis that can be resolved through targeted, isolated measures. In mainstream debates, housing tends to be understood in narrow terms.

    The provision of adequate housing is seen as a technical problem and technocratic means are sought to solve it: better construction technology, smarter physical planning, new techniques for management, more homeownership, different zoning laws, and fewer land use regulations. Housing is seen as the domain of experts like developers, architects, or economists. Certainly, technical improvements in the housing system are possible, and some are much needed. But the crisis is deeper than that.

    We see housing in a wider perspective: as a political-economic problem. The residential is political — which is to say that the shape of the housing system is always the outcome of struggles between different groups and classes. Housing necessarily raises questions about state action and the broader economic system. But the ways in which social antagonisms shape housing are too often obscured.

    Housing is under attack today. It is caught within a number of simultaneous social conflicts. Most immediately, there is a conflict between housing as lived, social space and housing as an instrument for profit-making — a conflict between housing as home and as real estate. More broadly, housing is the subject of contestation between different ideologies, economic interests, and political projects. More broadly still, the housing crisis stems from the inequalities and antagonisms of class society.

    REPOSING THE HOUSING QUESTION

    The classic statement on the political-economic aspects of housing was written by Friedrich Engels (http://www.goodreads.com/book/show/1533938.The_Housing_Question) in 1872. At the time, few disputed the fact that housing conditions for the industrial proletariat were unbearable. What Engels called “the housing question” was the question of why working-class housing appeared in the condition as it did, and what should be done about it.

    Engels was generally pessimistic about the prospects for housing struggles per se. Criticizing bourgeois attempts at housing reform, he argued that housing problems should be understood as some of “the numerous, smaller, secondary evils which result from the present-day capitalist mode of production.”

    He concluded, “As long as the capitalist mode of production continues to exist, it is folly to hope for an isolated solution to the housing question or of any other social question affecting the fate of the workers.” For Engels, housing struggles were derivative of class struggle. Housing problems, then, could only be addressed through social revolution.

    We take from Engels the idea that the housing question is embedded within the structures of class society. Posing the housing question today means uncovering the connections between societal power and the residential experience. It means asking who and what housing is for, who controls it, who it empowers, who it oppresses. It means questioning the function of housing within globalized neoliberal capitalism.

    However, residential struggles today are not simply derivative of other conflicts. Housing movements are significant political actors in their own right. The housing question may not be resolvable under capitalism. But the shape of the housing system can be acted upon, modified, and changed.

    The social theorist Henri Lefebvre (https://books.google.com.tr/books/about/Henri_Lefebvre.html?id=LpAihbsn5TcC&redir_esc=y) helps us understand the political role of housing and the potential for changing it. In his 1968 book “The Right to the City”, Lefebvre argued that industrial insurrection was not the only force for social transformation. An “urban strategy” for revolutionizing society was possible.

    Given changes to the nature of work and of urban development, the industrial proletariat was no longer the only agent of revolutionary change, or even the predominant one. Lefebvre claimed that there was a new political subject: the city dweller. More generally, Lefebvre invokes the politics of “the inhabitant,” a category that includes any worker, in the broadest sense, seen from the perspective of everyday social and residential life.

    Lefebvre is vague about what exactly the inhabitant as a political subject will accomplish with the urban revolution. But he does point to a different way of inhabiting. He imagines a future where social needs would not be subordinated to economic necessity, where disalienated dwelling space would be universally available, where both equality and difference would be the basic principles of social and political life.

    Whether or not anything like Lefebvre’s urban revolution is on the horizon, we can use his ideas to understand a basic point: the politics of housing involve a bigger set of actors and interests than is recognized either by mainstream debates or by conventional political-economic analyses such as that offered by Engels.

    In the orthodox account, the only conflicts that matter are those surrounding exploitation and value. But the ruling class also needs to solidify its rule, and preserving the ability to exploit is only one aspect of this. There are also political, social, and ideological imperatives that significantly affect residential conditions.

    In the financialized global economy — which was only beginning to emerge when Lefebvre was writing — real estate has come to have new prominence in relation to industrial capital. Housing and urban development today are not secondary phenomena. Rather, they are becoming some of the main processes driving contemporary global capitalism.

    If Lefebvre is right, housing is becoming an ever more important site for the reproduction of the system — a change that might open new strategic possibilities for housing movements to achieve social change.

    WHOSE CRISIS?

    Critics, reformers, and activists have invoked the term “housing crisis” for more than a hundred years. The phrase once again became pervasive after the global economic meltdown of 2008. But we need to be careful with this usage of the concept of crisis.

    The idea of crisis implies that inadequate or unaffordable housing is abnormal, a temporary departure from a well- functioning standard. But for working-class and poor communities, housing crisis is the norm. Insufficient housing has been the mark of dominated groups throughout history. Engels made exactly this point:

    The so-called housing shortage, which plays such a great role in the press nowadays, does not consist in the fact that the working class generally lives in bad, overcrowded or unhealthy dwellings. This shortage is not something peculiar to the present; it is not even one of the sufferings peculiar to the modern proletariat in contradistinction to all earlier oppressed classes. On the contrary, all oppressed classes in all periods suffered more or less uniformly from it.

    For the oppressed, housing is always in crisis. The reappearance of the term “housing crisis” in headlines represents the experiences of middle-class homeowners and investors, who faced unexpected residential instability following the 2008 financial implosion.

    The idea of a housing crisis is politically loaded. Though the concept of crisis has a long history in critical theory and radical practice, it can be deployed for other purposes. In the United States, the discourse of housing crisis is often used to condemn state “interference” in housing markets. In the United Kingdom, the crisis frame is invoked in support of granting new legal powers to developers in order to override local planning guidelines.

    Discrete moments when housing crises become acute tend to be interpreted away as exceptions to a fundamentally sound system. But this is an ideological distortion. The experience of crisis in the residential sphere reflects and amplifies the broader tendencies towards insecurity in capitalist societies. Housing crisis is a predictable, consistent outcome of a basic characteristic of capitalist spatial development: housing is not produced and distributed for the purposes of dwelling for all; it is produced and distributed as a commodity to enrich the few. Housing crisis is not a result of the system breaking down but of the system working as it is intended.

    We should reject ideological versions of the concept of housing crisis. But the term is still useful. For those compelled to dwell in oppressive and alienating conditions, housing crisis is not empty rhetoric; it is daily reality. To millions of households, “crisis” describes precisely the chaos, fear, and disempowerment that they experience. The state of their housing is critical indeed.

    Our objective, then, is not to argue for the resolution of some temporary crisis and return to the status quo. We use the concept of crisis to highlight the ways that the contemporary housing system is unsustainable by its very nature. We point to the crisis tendencies in housing under contemporary capitalism, in order to draw attention to the urgent but systemic character of these problems.

    IN DEFENSE OF HOUSING

    We do not seek to defend the housing system as it currently stands, which is in many ways indefensible. What needs defending is the use of housing as home, not as real estate. We are interested in the defense of housing as a resource that should be available to all.

    Housing means many things to different groups. It is home for its residents and the site of social reproduction. It is the largest economic burden for many, and for others a source of wealth, status, profit, or control. It means work for those who construct, manage, and maintain it; speculative profit for those buying and selling it; and income for those financing it. It is a source of tax revenue and a subject of tax expenditures for the state, and a key component of the structure and functioning of cities.

    Our concern is squarely with those who reside in and use housing — the people for whom home provides use values rather than exchange value. From the perspective of those who inhabit it, housing unlocks a whole range of social, cultural, and political goods. It is a universal necessity of life, in some ways an extension of the human body. Without it, participation in most of social, political, and economic life is impossible.

    Housing is more than shelter; it can provide personal safety and ontological security. While the domestic environment can be the site of oppression and injustice, it also has the potential to serve as a confirmation of one’s agency, cultural identity, individuality, and creative powers.

    The built form of housing has always been seen as a tangible, visual reflection of the organization of society. It reveals the existing class structure and power relationships. But it has also long been a vehicle for imagining alternative social orders. Every emancipatory movement must deal with the housing question in one form or another. This capacity to spur the political imagination is part of housing’s social value as well.

    Housing is the precondition both for work and for leisure. Controlling one’s housing is a way to control one’s labor as well as one’s free time, which is why struggles over housing are always, in part, struggles over autonomy. More than any other item of consumption, housing structures the way that individuals interact with others, with communities, and with wider collectives. Where and how one lives decisively shapes the treatment one receives by the state and can facilitate relations with other citizens and with social movements.

    No other modern commodity is as important for organizing citizenship, work, identities, solidarities, and politics.

    It is this side of housing — its lived, universally necessary, social dimension, and its identity as home — that needs defending. Our challenge as analysts, as residents, and as participants in housing struggles is to understand the causes and consequences of the multidimensional attack on housing. Our goal is to provide a critical understanding of the political-economic nature of housing, such that we may develop a greater sense of the actions needed to address housing’s crises today and in the future.

    Written by David Madden & Peter Marcuse
    2nd October 2016
    “jacobinmag.com”

    David Madden is is assistant professor in the Department of Sociology and the Cities Program at the London School of Economics.

    Peter Marcuse is emeritus professor of urban planning at Columbia University’s Graduate School of Architecture, Planning, and Preservation.

  144. Kılıçdaroğlu’ndan kapatılan televizyonlarla ilgili açıklama

    Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kanun Hükmünde kararname ile kapatılan televizyonlar hakkında Twitter hesabından açıklamada bulundu.

    Kılıçdaroğlu “Canlı yayında ekranlara el koymak bir darbe geleneğidir. Demokrasi, sivil darbeye ve diktatörlüğe boyun eğmeyen özgür basın ile yükselir! Bir ülke 14 yılda darbe yapılabilecek bir ülke haline geldiyse, 14 yıldır bu ülkeyi yönetenler mağdur değil ancak ve ancak sorumlu olurlar” dedi.

  145. özgürlükçü

    133 can alıcı soruyu sormuş tabiki necip hariç bize sormuş
    Çünki necipe göre kapitalizmin gitmesi yerine başka bir sistemin gelmesi mümkün değil yada şehirleşmeden doğduğuna göre şehirler var oldukça hımbıl necipe göre kapitalizm var olacak!!!!
    İnsan ancak bu seviyede aptal olabilir!!!
    Zaten kendini kendi iradesini insan iradesini yok sayandan ne beklenirki???
    Hiç aklınıza kapitalizmin kendinden önceki sistemin içinden başlangıçta ona benzerken giderek dermayenin birikimi temerküzünün nesnel sonucu olarak kendinden önceki didtemin içinden doğduğu neden aklımıza gelmezki bu pratik olarak insanın gözü önünde yaşanıp kanıtlanmıştır.
    Bunu görüp yaşayanlar kapitalizminde içinden başlangıçta kendi dönüşümü gibi gözüküp giderek başka bir didteme evrileceğini anlamak çokmu zor?????
    Necip bu işe çok kızacak ama ömrünü karşıtı ideolojilerden rol çalıp uzatmaya çalışıp ömrünün sonuna yaklaşan kapitalizminde bir gün içinden yerine geçecek olan çıkacaktır!!
    Necip insanların bireysel kollektif toplumsal örgütsel İradesine İNANMAMASINA RAĞMEN bizim gibi insanlarında bilinçli iradesinin katkısıyla bu günün bir an önce gelmedine çalışıp Beyaz yakalı arkadaşların yukarda saymakla bitiremediği insanlığa ödettiği acıların bir an önce son bulması için çabalamak onuruda devrimcilere ait olurken Necipgillere düşenin ne olacağını şimdiden görür gibiyim.
    133 ün asıl sorusuna gelip Kapitalizmin yerine ne geçecek!!!
    Bana göre ismi önemli olmasada
    TOPLUMSAL EKOLOJİK KÖMÜNALİZM olabilir
    Mouray Bookchin İN BİR MİKTAR TARİF ETMEYE ÇALIŞTIĞI bu günkü sistemden çok farklı insanların doğanın ve yer kürenin daha özgür ve mutlu olabileceği bir düzenin yine bu düzenin içinden çıkacağına eminim.
    Böyle bir sistemin başlangıçta yine sistem içi öğeleri barındırıp yerel özgün deneylerin insanlarda bırakacağı olumlu izlenim ve deneylerden sürekli daha iyisini daha olumlu ve yaşanabilir ve yaşanabilir gerçekleştirilebilir olana yıllarca sürecek uzun birikim ve deneylerle insanlığın ulaşacağı inancındayım
    Bunlar gerçekleştiğindede Necip olmasada necip benzerleri olacağına eminim!!!

  146. “‘Olan oldu artık, geçmişte kaybolmayın, geleceğe de kafayı takmayın, bugünün keyfini çıkarmaya bakın’ diyen Necip”

    Sizi durust olmaga zorlayamam, ama o yonde azicik gayret sarfetseniz ne kadar iyi olur; bilemezsiniz.

    Ben, yukarida bana atfettiginiz (ustelik de cift tirnak icine aldiginiz) turden hic bir sey soylemis degilim.

  147. “Böyle bir sistemin başlangıçta yine sistem içi öğeleri barındırıp yerel özgün deneylerin insanlarda bırakacağı olumlu izlenim ve deneylerden sürekli daha iyisini daha olumlu ve yaşanabilir ve yaşanabilir gerçekleştirilebilir olana yıllarca sürecek uzun birikim ve deneylerle insanlığın ulaşacağı inancındayım”

    Bu baglamda, siz ve sizin gibi, kendisine bir ‘sol’ dini uyurmus/benimsemis utopyacilarin neye iman ettiklerini, inandiklarini konusmuyoruz.

    O, sosyoekonomik olmaktan cok, sosyopsikolojik bir konudur

    “Bana göre ismi önemli olmasa da TOPLUMSAL EKOLOJİK KÖMÜNALİZM olabilir”

    Kisaltirsak, ‘T.E.K’ ya da ‘TEK’ yani..

    ‘TEK YOL DEVRIM’in ‘TEK’i degildir herhalde; o hulya husranla bittigine gore.

    Isin esprisi bir yana, acikli tarafi cok daha ciddi:

    Siz, “buraya nasil geldik” sorusunu da yanlis analiz ediyorsunuz (ya da ilgi alaniniza bile girmiyor); “simdi neredeyiz”i de onemsemiyor (hatta dusmanlik ediyor); sonra da kuut! diye “nereye varacagiz”a yonelik ufuruyorsunuz.

    Peh peh peh..

    Kuzum sizdeki bu peygamberlik/havarilik/muneccimlik halleri ne zaman ortaya cikti?

    Bir uzmana filan gorundunuz mu?

    Isim babaligina soyunmadan once, ‘ora’ya nasil gidilecegini bir anlatsaniz.

  148. “Ben, yukarida bana atfettiginiz (ustelik de cift tirnak icine aldiginiz) turden hic bir sey soylemis degilim.”

    Maalesef söylediniz.

    Farkında değilsiniz.

  149. Başlıkta “Sokaklardaki İslamcı Kitle”nin bu iktidarı desteklediğini söylemişsiniz. Büyük ölçüde doğru. Fakat oy kullanılmasına karşı olan, bunu İslam inancına aykırı bulan Türkiyeli radikal İslamcılara ne diyeceksiniz? Aşağıdaki blog yazısı bunun bir örneği;

    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2016/09/sapk-senocaka-cevap.html

    Örneğin şu söylediklerine ne dersiniz?

    Demokrasi havariliği yapan gazetelerden Akit gazetesinin Tv kanalında 26.09.2016 tarihinde, İhsan Şenocak adlı malum sapık, Allah’ın kitabındaki: “Şahitliği gizlemeyin” (Bakara 283) ayetini, oy kullanmaya delil getirdi ve: “Oy kullanmak da bir şahitliktir” dedi. Böylece Allah’a en büyük iftiralardan birisini yapmış oldu.
    Ne tuhaf bir iddiadır ki, Kafirlerin icat edip uyguladıkları, küfür ve zulümle dolu bir sistem olan demokraside oy kullanmayı müslümanlar asırlardır ihmal etmişler ve “şahitliği gizlememeyi” kafirlerden intihal etmişler öyle mi?

    Allah, zulme şahitliği emretmemiştir! Bilakis bunu yasaklamış, adaletle şahitliği emretmiştir. Adaletle şahitliğin gereği ise, Allah’ın indirdiği, hak ve adaletin ta kendisi olan dine karşı harp açmış olan her türlü sistem ve ideolojileri reddetmektir. Bid’at ve sapıklık ehlinin kendi hevalarına delil getirdiği hiçbir ayet yoktur ki, aslında o kendilerinin aleyhlerine delil olmasın!
    Seçme ve seçilme konusunda kâfir ile müslümanın, münafık ile müminin, fasık ile salihin, cahil ile âlimin, erkek ile kadının eşit sayıldığı oylama adalet midir, yoksa zulüm müdür? Böyle bir oylamaya katılmak nasıl olur da adil şahitlik sayılır. Bu olsa olsa zulme şahitliktir, batıl şahitlikte bulunmaktır ve İslam’dan uzaklıktır.

  150. “Maalesef söylediniz.
    Farkında değilsiniz.”

    En azindan –cok azindan da olsa–, espri yeteneginiz var.
    Eh, bu da bir seydir.

  151. marxist argüman

    “özgürlükcü”nün 142 nolu yorumuna atfen:

    özgürlükcü, 133 nolu yorumcu necip’in tayfasindan ve o yorum necip’e destek ati$i oluyor; sen bunu belli ki anlamadin.
    daha önce yazmistim, tekrar edeyim: “alternatifiniz nedir” sorusunu soran $ahis, birincisi, samimi degil; yaptigimiz elestirilerin hic birine ikna degil, yani “size cok inanmak isterdim ama beni ikna edemiyorsunuz” sahtekarligindan baska birsey degil.
    ikincisi, “alternatif” zaten elestirinin icinde mevcuttur: örnek, günümüz ekonomisinin, her$eyin para’ya endeksli oldugu bir ekonominin; calisanlarin ücretinin “masraf/gider” olarak kategorize edildigi bir ekonomide ücretlerin düsüklügüne $a$mamak lazim; i$veren calisanlarin ücretlerini mümkün mertebe kismaya calisirken, calisanlar dogal olarak daha yüksek ücret icin ömür boyu mücadele etmek zorundalar; yani i$veren ile calisanin cikarlarinin zit/kar$it oldugu bir ekonomi modelinde ücret kavgasi bitmez, cünkü sistem öyle programlanmi$. buna benzer cok sey yazdim. dikkat edilirse ben tek tek $ahislarin “kötü/hirsli” eylemlerinden bahsetmiyorum; sistemin/düzenin i$leyi$ prensiplerinden/ilkelerinden bahsediyorum. dolayisiyla temel degismeden, prensipler/ilkeler degismeden düzen degismez; yaptigim elestirlerden bu sonuca varmak zor degil. böyle bir elestiriyi okuyup ardindan “iyi, güzelde alternatifin nedir” diyen kesinlikle samimi degildir.

    $imdi ben “milliyetciligi/ulusalciligi/irkciligi” bir fikir/ideoloji olarak ele$tirince, bunun alternatifi otomatikmen $u olmaz mi: bu ideolojiyi red etmek; ulus/millet kategorileriyle düsünmekten vazgecmek; bu ideolojiyle beslenen devlet’e/ulusal devlet’e destegi kesmek vs. bunu ayrica belirtmem gerekmiyor; benim yaptigim elestiriye ikna olan, yaptigim elestiriyi dogru bulan zaten ona göre düsüncelerini gözden gecirme ihtiyaci duyar. yaptigim elestirilere ikna olmayan da sahtekarca: “iyi ho$ta, alternatifin nedir” diye sorar durur.
    ücüncüsü, “kapitalizmi elestiriyorsunuzda beni ikna edecek secenekleriniz/teklifleriniz nedir” diyene bende $unu sorayim: kapitalizmi bir sistem olarak sen katalogtan falan mi secip aldin, ya da devleti yönetenler gelip sana “nasil bir siyasi ve ekonomik sistem arzu edersin, menümüzde kapitalizm var, sosyalizm var, anar$izm var” vs. diye bir teklif mi sundular.
    sonuc: düzeni/sistemi tartisma konusu yapmayan demek ki yasadigi dünyadan memnun, o insanin bir arayisi falan yok, dolayisiyla “sistem katalogundan” bana secenekler sunun, diyene “menümüzde $u sistemler var” anlaminda cennet gibi bir dünya sunmaya, tasvir etmeye baslamak kesinlikle yanlistir, karsidakini ikna etmek orda kalsin, birde hakli olarak “hayalperest” olarak dalga konusu olursun.

    sanki bizim burda sözünü ettigimiz sorunlar sadece bizim $ahsi sorunlarimizmi$ gibi, sanki kendileri baska dünyada yasiyorlarmis gibi, sanki kendilerinin “ekmek elden su gölden” bir hayatlari varmi$ gibi, “beni ikna edecek alternatifin var mi” diyenlere en uygun cevap: biz burda özel sorunlarimizdan bahsetmiyoruz, herkesi öyle ya da böyle, az ya da cok etkileyen sorunlardan bahsediyoruz, dolayisiyla bana “alternatif” soracagina sende biraz kafa yor, beraberce kafa yoralim, “yok ben halimden memnunum” diyorsan da bize “alternatif” sorma sahtekarligindan vazgec.

  152. sistemi doğal değil de insan yapısı sananlara

    Arabistan’daki (7./8. yy.larda fetihçi-ganimetçi, günümüzde petrole dayalı) sistem insan yapısı mıdır yoksa Arabistan’ın doğal yapısının ürünü müdür? Arabistan’ın doğal yapısı başka ülkelerdeki gibi olsaydı sistemi de o ülkelerdeki gibi olmaz mıydı?

  153. sistemi doğal değil de insan yapısı sananlara

    İlaveten -bu iki dönem arasında sistemleri neydi diye soracak olanlar için- Arap yarımadası dışındaki müslüman devletlerin yatırımları hatırlatılmalı.

  154. sistemi doğal değil de insan yapısı sananlara

    Bir de o ülkenin turizmi olan hac ve umre gelirleri. Bkz;

    http://www.hurriyet.com.tr/suudi-arabistana-540-dolar-tepkisi-40239590

  155. “En azindan –cok azindan da olsa–, espri yeteneginiz var.
    Eh, bu da bir seydir.”

    Espri yapılacak bir durum yok.

    Keşke yazdıklarınızın farkında olsanız.

  156. Anonim 149,

    Venezuela’da da petrol var ama ülkenin durumu ortada!

    Doğada yaşanan her olayı, aynen, insan davranışlarına da ikame etmeye çırpınırsanız [Necip gibi] hüsrana uğrarsınız.

    Şu –ganimetçi[lik]– dediğiniz şey üzerine:
    İnsan, bu davranışını kontrol altına alabilecek, sömürmeyecek meziyete sahiptir. Geçmişte yaşananların aynısını bugün de [yarın da] yaşamaya mahkûm değiliz.

  157. “nolu yorumcu necip’in tayfasindan ve o yorum necip’e destek ati$i oluyor”

    Boyle kateorize etmek, kamplastirmak, bence hic dogru degil.

    Ben kaptan filan degilim; tayfam da haliyle yok.

    Benim gibi dusunenler olabilir mi –mumkundur.

    Bir de, benim gibi, yerlesik kabullerin/tabularin hic de su gecurmez oldugunu dusunenler var –muhakkak vardir.

    Bu kumedekilerin herbirinin hep ayni seyi dusundugunu soyleyemeyiz; isabetli olmaz cunku.

    Ote yandan, samimi olarak, ben –her ne kadar yer yer sert elestirmisligim varsa da– sizin (ya da baska birisinin) kotu/art niyetli oldugunuzu hic dusunmus degilim.

    Nitekim, son yazdiginiz da bunu teyid ediyor.

    Sonucta, herkes, hepmiz (yani, ben dahil), bir sekilde, gordugu(muz)/yasadigi(miz) problemlere cozum ariyor(uz) –bulunsun istiyor(uz).

  158. özgürlükçü

    Marxist argüman ben nasıl necip gillere hizmet eden anlamayan oluyorum?????
    Kapitalizmin yerine gelecek sistem ne olabilir sorusuna verdiğim cevapmı hoşuna gitmedi????
    Necip kendiliğindeciliği savunuyor sistem düzen olup biten kendiliğinden olur iş olacağına varır kapitalizmin zorunluluk olduğunu savunur insan iradesini iradeyi yok sayıyor
    Kendini yok sayan aptal dedim hatta necip mevzuna açtığı bu konuyu neden uzatıyorsunuz diye sizi eleştiren özet kestirme yorumumu galiba sen anlamamışsın yada verdiğim cevaptaki TOPLUMSAL EKOLOJİK KÖMÜNALİZM geleceğin sistemi olur cevabın marxist beklentilerine uymadığından anlamayan olduk galiba??
    Bu necipte ne buldunuz yakında fetöcü atılan bürokratlardan birinin yerine g.müdür olur yanınada Zileliyi danışman alırsa şaşırmam tersi olurda yeni akp efendilerinin yerine eski efendiler gelirse Zileli g.müdür olur Necibi de danışman yapar uzatmayın bu yalakayı habu yaşanan hayatta bir işlevi yoktur yapmaya çalıştığı zayıfta olsa olan toplumsal muhalefetin özgürlükçü devrimci dinamikleri itibarsızlaştırmaktır onuda beceremiyor kaale almayın?????

  159. 127 Marksist Argüman'a yanıt

    “Tek boyutlu düşünce”den kasıt şudur:
    Bir ideolojiye, özellikle en katı/totaliter/dogmatik ideolojilere (Marksizm, Kemalizm, dincilik, ırkçılık, milliyetçilik gibi) inanan insanlar -sanki programlanmış gibi- tek bir doğrultuda düşünürler. Farklı düşünceleri, farklı değer yargılarını kabullenemedikleri için aşırı tepkiseldirler. Kendi görüşlerine zıt fikirlerle karşılaştıkları vakit içgüdüsel hareket ederler, duygularına, öfkelerine hakim olamazlar.

  160. özgürlükçü

    ‘toplumsal ekolojik kömünalizm olabilir’ olabilir ne demek hımbıl Necip Tekçilikmi??? ihtimalmi?????
    Hade bizim ihtimal olsada bir görüşümüz var senin neyin var yalaka necip Değişmez kutsalın kapitalizminden başka????
    Sana göre peygamber olmamız normal insanlık tarihinde peygamberlerinde bir işlevi olmuştur senin bu hayatta işlevin nedir ne için kullanılıyorsu kullanım değerinmi var değişim değerinmi var???
    Görevin nedir????
    İnsanlığın buraya bu güne nasıl geldiği çok açık değilmi???yoksa sen senin gibi devlet-iktidar-hegemonya-efendi yalakalarının sayesinde geldiğinemi inanıyorsun????
    Buraya gelirken kimlerin ne ağır bedellerle mücadelesinin işlevi olmamışmıdır???
    Bunlar kimlerdir bizim gibi dömeminin toplumsal özgürlükçü devrimcileri olması seni çokmu üzmüştür?????
    Sen sistem efendi yalakası faşistsin cümle kurarken haddini bileceksin!!!!!!!
    inceden hakaretler değil benim gibi açık olacaksın yalakaya yalaka faşiste faşist diyebileceksin!!!!
    ‘olabiliri” tek diye yalan satmayacaksın?????
    efendine çok benziyorsun!!!!!

  161. mesele tavan (sistem) değil tabandır

    Kemalistler tavanı (Osmanlı saltanatını, hilafeti, medreseleri, tarikatları vb) ortadan kaldırarak değişimi sağlayabilecekleri yanılgısına kapıldılar.
    Oysa taban (AKP’nin oy çoğunluğu olan halk) değişmediği için aynı tavan (sistem) farklı şekilde (RTE, AKP, DİB, Mehmet Görmez, İmam-Hatipler, zorunlu din eğitimi vb) tekrar zuhur etti.
    Aynı şekilde tavanın (kapitalizmin) değişmesi için tabanın, yani 7 milyara yakın “işçi sınıfı”nın (ki homojen olduğu, çıkarları çatışmadığı varsayılan bu milyarlarca insanın değişmesinin mümkün olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur) değişmesi zorunludur.

  162. 130’a –marxist argüman’a–

    –idealist/ahlakci ve yanli$ kapitalizm elestirilerinin marxist ele$tirisi– [ilk olarak beyanlarınızla, sonra mahlasınızda –marxist– ifadesini kullanmanızla] bu siteye siz de çeşitlilik ekliyorsunuz, teşekkür ederim/z.

    Şunu unutmayın, [yaptığınızı iddia ettiğiniz] marxist eleştiriler, –kendine marxist diyen herkes– tarafından dillendirilmiyor. Yani, [eğer varsa böyle bir otorite ki yok olduğunu tahmin ediyorum] –marxism enstitüsü– adlı bir kurum/otorite olmadığına göre, [var olmayan] bu kurumun hazırladığı –marxist eleştiri yönergesi de– yok. Siz, yaptığınız eleştirilerin –marxist– temelli olduğuna inanabilirsiniz, ama sizin inanmanız, bütün eleştirilerinizin doğru, meşru olduğu anlamına gelmez. Hatırlayın: Fizik-kimya-biyoloji gibi disiplinlerin kapsamı içinde olan bir konuda, kesinliği yüksek gözüken bir konuda görüşmüyoruz, –insan davranışlarının belirleyici olduğu– kapitalizm adlı sistemle ilgili görüşüyoruz [yazışıyoruz, tartışıyoruz]. –Marxist eleştiri– elbette var, ama sizin yazdıklarınız doğru olmayabilir, bu olasılığı da aklınızın bir köşesinde bulundurun. [Yazdığınız herşeyin boş olduğunu iddia etmiyorum. Bunu, daha çok, Necip yapıyor, siz de gözlemliyorsunuz.]

    Gözlerinizi [isteyerek veya istemeyerek] kaçırdığınız nokta, kapitalizme karşı ortaya attığınızı sandığınız argümanları –daima makromalist/maksimalist, deductive reasoning, top-down concept, tümdengelim [özetle: bütünden mikroya/parçaya doğru]– zeminde değerlendiriyor olup, mikroyu/parçaları atlamanızdan, daha da vahimi, [maksimalist olmanızdan ötürü] bu parçaların [mikronun] önemsiz olduğunu sanmanızdan ibaret.

    21. yüzyıldayız.

    –Devlet– dediğimiz canavar, artık, –gücü– tek başına temsil etmiyor. Bunu aslında siz de biliyorsunuz, ama, yan çiziyor gözüküyorsunuz.

    –Devlet– denen mekanizmayı [solcuların hepsi olmasa da büyük çoğunluğu], –hep dağların tepesinde, yükseklerde yükseklerde– olan bir yapı gibi tahayyül edip, insanlara da bu şekilde pazarlamaya uğraşıyor. –Devlet– isimli yapıyı oluşturan birçok –mikrolar/parçalar– vardır, ve bu yapılar en ince yaşamsal damarlarımıza sızmış durumdadır. Sadece Ankara’yı hedef almakla, sadece Moskova’yı hedef almakla, sadece Washington’ı hedef almakla, sadece Londra’yı hedef almakla, sadece Yeni Delhi’yi hedef almakla, sadece Berlin’i hedef almakla veya sadece Beijing’i hedef almakla, –devlet– denen yapıya karşı mücadele yürütemezsiniz, yetmez, sınırlı/limitli kalır. En temelden, –mikroların/parçaların– en yaygın olduğu tabandan, insanların gündelik hayatlarından başlaya başlaya, mücadele ede ede, çarpışa çarpışa, –dağı, tabandan yukarıya doğru erite erite–, devlete köstek olabilirsiniz. 21. yüzyılda olduğumuza göre, insanların gündelik hayatlarında –şirketler– en geniş yeri kapladığına göre, kapitalizm isimli ölüm saçan zehrin kuluçka merkezleri olan –şirletlere– karşı mücadele etmezseniz, –devlete de– diz çöktürtemezsiniz.

    Bu sitede görüşlerini yazan ziyaretçilerin çoğu:

    –Kapitalizm– kelimesini duyunca, aklına ilk önce, –Sam Amca– veya –ABD/Washington’daki Beyaz Saray–,

    –Komünizm– kelimesini duyunca, aklına ilk önce, –Lenin’in top/keçi sakalı–, –Stalin’in bıyığı– veya –Moskova/Kremlin– geliyor.

    Şimdi bir dakika durun, derin nefes alın, acele etmeyin.

    Ciddi ciddi düşünün:
    Kapitalizm, sizin her sabah [çoğu zaman cumartesi/pazar da dahil. Vardiyalı çalışanlar var ise, –gececiler– de dahil] sömürmek ve sömürülmek için gittiğiniz —kamu sektörüdür– veya –özel sektördeki şirketlerdir–.

    İlk önce:
    –Kendi– günlük hayatınızın en ince hücrelerine zehir gibi yayılmış –kapitalizmi– öğreniniz. –Washington/Beyaz Saray– ile –Moskova/Kremlin’e– sonra kafa yorarsınız. [Bu ifademi, sadece –marxist argüman– mahlaslı kişiye yazmıyorum, sitenin bütün ziyaretçilerine yönelik.]

    İlk önce:
    Burnunuzun ucunda, b*ka batırıldığınız, her gün temerküz ettiğiniz –kapitalizme– bakın. –Washington/Beyaz Saray– ile –Moskova/Kremlin’e– sonra kafa yorarsınız. [Bu ifademi, sadece –marxist argüman– mahlaslı kişiye yazmıyorum, sitenin bütün ziyaretçilerine yönelik.]

    –Hatasız Peygamber– Hz. Karl Marx (S.A.V.) şakşakçılığı yapanlar ile,

    –Hata yapma hakkı da olan– düşünür Karl Marx’ın, kapitalizm ile ilgili görüşlerinin ne olduğunu

    birbirinden ayırt etmesini öğrenmeye mecali olmayanlar, daha fazla kalabalık yapmasa iyi olur.

    Dikkat edin: Ali Koç da kapitalist, Necip de kapitalist. Fakat Necip, kapitalizmi daha iştahlı savunuyor. Ali Koç Necip’le tanışsa, onu danışmanı olarak istihdam etmeyi, ve sömürmeyi ne çok isterdi. Necip, adeta celladına aşık, veya Stockholm sendromuna kapılmış, ve, insanların da aynı sendroma kapılmasını sağlamaya çırpınıyor. Ne yazmıştım 129 no’lu metnimde: –Kapitalizm, döver de, sever de, tatava yapmayın da boyun eğin– haykırışları ancak ve ancak Necip ve muadillerine özgüdür.

    [i$ kazalarinin] tabirini kullanarak [belki de farkında olmayarak] kapitalizmi aklıyorsunuz: Soma’da yaşanan katliam, Foxconn’da yaşanan katliam [ve daha da sayacağımız katliamlar] –bizzat kapitalizm tarafından işlenmiş cinayetlerdir–. Şu –ahlâkçı– tabirini kullandığınız yerler yanlış.

    örnek, en son 301 i$cinin göcük altinda öldügü soma da ki insanlarin secimlere katilim orani ve hangi partilere oy verdiklerine bir bakalim:
    AK PARTİ: 49,65 %
    CHP: 28,97 %
    MHP: 15,94 %
    HDP: 1,96 %
    secimlere katilim oranida %90. bu tablo, yani devletin/düzenin tertipledigi secimlere soma’lilar büyük oranda katilmislar, oylarini da kapitalist düzenin demirba$ partilerine vermisler.

    Yukarıda da ifade ettiğim gibi, yaşananları [makromalist/maksimalist] bakış açısıyla tahlil etmeye alıştığınızdan, Soma’da katledilen insanların niçin hâlâ AKP’ye oy vermeye devam ettiğini –Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil– gibi sorarak, –marxist– eleştiri yapmaya çabalamışsınız ama olmamış. Unutmayın: Adolf Hitler’i iktidara taşıyan oy depoları arasında –anlı şanlı üniversite profesörleri de, mali durumu kuvvetli Alman burjuvazisi de– vardı.

    Bazı insanların, –aç kalmak– korkusundan,

    Bazı insanların, –rahat hayatlarının eriyeceği– korkusundan,

    Canhıraş –diktatörleri– destekleyebilme olasılıklarını göz ardı ediyorsunuz.

    Bu durumda, size, Max Planck’ın başına gelenleri hatırlatayım:
    Max Planck, önemli bir fizikçi, biliminsanıdır. Oğlu Erwin Planck, 20 Haziran 1944’te Hitler’e suikast düzenleyen kadronun içinde olan bir siyasetçi, faşist rejim karşıtı bir direnişçidir. Derhâl Gestapo tarafından yakalanıp gözaltına alınır. Max Planck’a bir mektup gönderirler [telgraf veya telefon görüşmesi de olabilir], eğer babası olarak, Hitler’e bağlılık sözünü verirse, oğlunu serbest bırakacaklarını, idam etmeyeceklerini söylerler. Max Planck cevap verir: ‘Özgürlük ile oğlum arasında bir seçim yapmaya beni mahkûm ettiniz, içim kan ağlıyor, ama, özgürlüğü seçiyorum. Hitler’e bağlılığı kabul etmiyorum.’ der. Oğlu, 23 Ocak 1945’te idam edilir. Ve bu olay, –dünya özgürlük mücadelesi tarihindeki– yerini alır. [Bu hikaye, size göre, yeteri kadar ahlâkçı/moralist değilse, daha ahlâkçı/daha moralist olanlarını da yazarım/z.]

    Soma’da kapitalizmin işlediği cinayetin öldürdüğü insanların yakınlarından, Max Planck’ın gösterdiği haraketin aynını göstermesini bekleyemeyiz. Onlar [yakınları], –ekmek kavgası– vermeye devam ederek, kapitalizme karşı en meşru mücadeleyi zaten yürütüyorlar. Ne yazmıştım 111 no’lu metnimde:

    ===
    [Sol düşüncenin tesiri altında olup/olmadıkları farketmeksizin] insanlar, işlenen cinayet[ler]in sorumlusunun kapitalizm olduğunun farkında. Bütün bunlar [kapitalizmin işlediği cinayetler] apaçık ortadayken, [iliskiyi/baglantiyi insanlara gösterin] demek, insanları ebleh görmeye meyilli olmaktır.

    –Ekmek kavgası– veren insanların ilk derdi [kavganın nitelediği isimden de anlaşılacağı üzere] –ekmektir–. Ekmek kavgası veren herkesten, Karl Marx’ın, Friedrich Engels’in, Nikolai Kondratiev’in veya İbrahim Sadun Aren’in yaptığı tahlillerin aynını sokaklara çıkıp bağırmasını, bu isimlerin ve benzerlerinin saptamalarını mükerrer haykırmasını beklemeyin.

    Kapitalizme karşı mücadele eden:
    İsterse –sol– düşünceyi referans kabul ederek mücadele eder,
    İsterse –communalism’den– hareket eder,
    İsterse –anarcho-naturism’den– hareket eder,
    Hiçbirşeyi referans noktası kabul etmek istemezse, sadece ama sadece –ekmeği– uğruna kapitalizme karşı mücadele etmesi bile yeterlidir.

    Kapitalizm karşıtlığı yapmak için, kendilerine Karl Marx’ı [ve bir o kadar –Vladimir Ilyich Ulyanov’u–] referans almaları gerektiğini şart koşanların torna tezgâhından geçme mahkûmiyeti yok.
    ===

    –‘world economic crisis & capitalism, joseph patrick 2009’, yok, bize lazim degil, deyip– Asla demem/demeyiz, şüpheniz olmasın. Yeter ki siz de şu isimlerin kafasından doğan –sanrıların– neler olduğunu, ve Necip gibilerin bunların mihmandarlığını nasıl yaptığını öğrenmeye istekli olun: François Quesnay, Anne Robert Jacques Turgot, Adam Smith, Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…devam ediyor.

    –yanlis ajitasyon/propagandaya devam ederseniz– Yazdıklarım [ajitasyon/propaganda] olmadığı gibi, [yanlış da] değil. Bunlar sizin yargılarınız. Metnimin girizgâhında da ifade ettiğim üzere, sizin yaptınız eleştiriler –marxist de– olmayabilir, doğru, meşru da olmayabilir, bu olasılığı aklınızın bir köşesinde bulundurun, yazmıştım.

    Burada, –kapitalizm– ile ilgili yazdığım her harf –hakikidir–, –zahiri değildir–. [Dikkat edin: –Hakiki– demek, –gerçek– demek. Örnek ifade: Kapitalizmin işlediği cinayetler –gerçektir–.]

    –elestirilerimden payinizi alirsiniz.– Meşhur bir söz vardır ‘milletin ağzı çuval [torba] değil ki, büzesin’, bu sözü asla söylemem/söylemeyiz. Eleştireceksiniz tabii, –güç [daha derli/toplu ifadeyle, iktidar]– denen şeyi –devlet[ler]in– tek başına temsil etmediğini, –şirket[ler] ve [türevlerinin]– var olduğunu da unutmayarak eleştirmelisiniz. Düşünceler birbirleriyle daima –rekabet– eder, fakat, insanlar birbirleriyle [ve çevreyle] olan rekabetini en aza indirgeyebilecek şuura sahiptir.

    Kendine –marxist– deyip kapitalizmi savunan türler de meydana çıktı son zamanlarda, en azından siz bu türe mensup değilsiniz.

    Kapitalizmin mihmandarlığını yapan Necip ve muadillerine karşı müttefik olmalıyız, birbirimizi eleştirmekten gocunmadan.

  163. “Hade bizim ihtimal olsa da bir görüşümüz var senin neyin var”

    Anlamadiginiz da, tam olarak bu.

    Sizin ‘gorus’ dediginiz sey, ‘gorus’ filan degil; ‘hayal’ ya da ‘hulya’.

    Yani, ‘hayal’lerinizi (ya da ‘hulya’larinizi) dile gtirmegi ‘gorus’ serdetmek saniyorsunuz.

    Hayal kurmak, hulyalara dalmak, marifet degil. Bunu herkes yapabilir; yapar ve yapiyor da.

    Onemli olan, o hayaller icin fiilen ne yapiyor oldugunuz veya tam olarak ne yapilmasini onerdiginizdir –baska bir deyisle, ayaklari yere basan bir ‘yol haritasi’na sahip olmaniz ve bunun da boyle (ayaklari yere basiyor) oldugunu baskalarini da ikna edici sekilde gostermeniz.

    Siz bunu yapmiyor, yapamiyorsunuz.

    Bu, (‘beni kimse anlamiyor’ diyen ergenlerde coklukla gorulen) bu atarli/kaprisli dilinizin sebebini aciklamakta yardimci oluyor tabii.

    Yani, evet, ben sizin halinizi anlayisla karsiliyorum; ama, bu sizin dediklerinizi tutarli/anlamli kilmiyor malesef.

    “Sana göre peygamber olmamız normal insanlık tarihinde peygamberlerinde bir işlevi olmuştur senin bu hayatta işlevin nedir ne için kullanılıyorsu kullanım değerinmi var değişim değerinmi var???”

    Kendine ‘solcu’ diyenlerin, tipki samanist bir kabile buyucusu gibi davranip, ‘kotu ruh’ anlaminda ‘kapitalizm’ ismi verdikleri bir ‘ocu’ ile savasiyor olduklarini soylediklerini gordukce uzuluyorum.

    Uzuluyorum; cunku, ‘iyi’ seyler yapmak, ‘iyi’liklere yol acmak icin ugras verdigini soyleyen (ustelik de cogu samimi olan) bu garipleriminin, bu kadar karabalta, bu kadar cahilane analizsizliklerle bunca eforu sarfetmelerine gonlum razi olmuyor bir turlu.

    “İnsanlığın buraya bu güne nasıl geldiği çok açık değilmi???”

    Sizin karabalta analizlerinize gore acik saniyorsunuz; ama, oyle degil.

    Insan, (konuyla ugrasanlarin dedigine gore) 200,000 (ikiyuzbin) sene once Afrika’da bir yerlerde biyoloik evrim sonucu ortaya cikti.

    O gunden beri (vucut killarinda bir nebze azalmayi saymazsaniz), insan, baska bir biyolojik evrim gecirmedi.

    Biyolojik evrim gecirmedi; ama, baska hicbir canlida da gorulmeyecek buyukluklerde ve yogunlukla, sosyolojik evrim gecirdi ve hala daha da geciriyor.

    Bu ‘sosyolojik evrim’ (ki, evet, hala daha suruyor), (baska seylerin yanisira) 3 temel olguya yol acti:

    == ‘Sehirlesme’ (giderek daha fazla sayida ve cesitllikle, bir arada yasamak),

    == ‘Kapitalizm’ (birey ve topluluklar arasinda sosyoekonomik iliskilerin kurulmasi ve cesitlenmesi)

    ve

    ==’Devlet’ (birey ve topluluklarin amaclarini gozetmek, onlarin zarar verici davranislarini kisitlamak amaciyla ortak yonetim yapilarinin kurulmasi).

    Bunlar, kelimenin asil karsiligi cinsinden bakarsak, tabii ki, ‘dogal’ degiller. ‘Doga’nin kendisinde, ozellikle de baska canlilar sozkonusu oldugunda, bunlara karsilik gelecek olusumlar gormuyoruz.

    [Karinca ve arilarda kismen var; diger canlilarin bazilarinda da daha az ‘kismen’ var; ama, hepsi bir arada baska bir canli turunde yok.]

    Fakat, insan sozkonusu oldugunda, (sosyal anlamda) hepsi ‘dogal’ ve ‘gercek’ olgulardir.

    Siz, ya da sizin gibi dusunen kestirmeci/maksimalist taife, (insanin sosyal evriminin sonucunda geldigi) bu gercegi iskalayip, hooop ‘kapitalizm’e cephe aliyorsunuz.

    Ben, (acikca ve durustce yazmam gerekirse) bu yaklasimin ahmaklik oldugu kanaatindeyim.

    Insanin sosyal evrimini yonlendiren sey, temelde, ‘doga’nin kendisidir: Dogadaki fiziksel imkanlar veya imkansizliklar (fayda ve zararlar).

    Insan (birey, toplum ya da bir butun olarak), ‘fayda’lardan maksimum istifade etmek veya ‘zarar’lardan da minimum etkilenmek icin ugras verir –veregelmistir. Yukarida bahsettigim 3 olgu da, bu kapsamda olusmustur.

    Sosyal evrim, fildisi kulesinde bilmemkim isimli ‘dusunur’un ufurdugu hayaller ya da aforizmalarla yon degistirmez.

    Cok olsa bir baska ilham olur; yeni ‘fayda’lardan istifade etmenin, ‘zarar’lardan da kacinmanin yeni yollarindan haberdar olmak icin kullanilir.

    Ama, ilham olmak icin hic de oyle boyyuk boyyuk ‘dusunur’ olmaga da gerek yoktur; siradan bireyler de –yeni buluslari ile– benzeri hizmetlerde bulunur; cokca da bulunmustur.

    Bununla, bu son dedigimle, sunu demek istiyorum:

    Sosyoekonomik yapinin farkli bir istikamette yol almasina ilham olmak icin, boyyuk boyyuk ‘dusunur’lerin recetelerini kelam-i kadim (‘gospel’) saymak gerekmiyor; siz (ya da ben), siradan bireyler de buna yol acabilir(siniz/iz).

    Yeter ki, toplumun geri kalan kismina, ‘bulus’unuzun (yeni ‘fayda’lardan istifade etmek icin; ya da, ‘zarar’lardan da kacinmak icin) anlamli oldugunu gosterebilesiniz.

    Iste bu, malesef, hayal kurmakla, hulyalar ufurmekle olmaz.

    Sizin anlaMAmakta israr ettiginiz nokta da bu.

    “Buraya gelirken kimlerin ne ağır bedellerle mücadelesinin işlevi olmamış mıdır???
    Bunlar kimlerdir bizim gibi dömeminin toplumsal özgürlükçü devrimcileri olması seni çokmu üzmüştür?????”

    Agir bedeller odemis oldugunuzu soyluyorsunuz.. Bunun gercekten boyle oldugunu kabul etmemek icin pek bir sebep yok.

    Ama, akilli davranmak, realiteyi dogru durust analiz edip ona uygun cozumler uretmek konusunda sorunlari olanlarin yasadiklari acilar uzerinden yurumuyor hayat…

    Sizin anlaMAmakta israr ettiginiz bir baska nokta da bu.

  164. “Şu –ganimetçi[lik]– dediğiniz şey üzerine:
    İnsan, bu davranışını kontrol altına alabilecek, sömürmeyecek meziyete sahiptir.”

    Evet sahiptir, ama başka geçinme imkanlarına da sahip olmak koşuluyla.
    7. yy. Arabistanı gibi kurak, ziraate elverişsiz (Kuran’ın ifadesiyle “gayri zî zer’in”) topraklarda yağmacılık, ganimetçilik, kervan soygunları gibi “geçim” yollarının ortaya çıkması kaçınılmazdır.
    O dönemde bunun dışında kalan şehirler ya bir tapınak (dolayısıyla burayı ziyaretlerin sağladığı gelirlerin) çevresinde (Mekke = Kâbe, Taif = Lât tapınağı), ya da Medine, Hayber gibi Yahudilerin yerleştiği ve ziraatin uygulanabildiği yerlerde gelişmiştir.
    Öte yandan, ilerleyen dönemde bu İslam fetihlerinin uygarlığın gelişmesine katkıda bulunduğu da bir gerçektir. Bu sayede diğer uygarlıklarla temasa geçen Araplar onların uygarlık ürünlerini batıya yaymıştır (Çin’in kağıdı, barutu, Hindistan’ın sıfır rakamı ve ondalık sayı sistemi, yine Hindistan’ın tarım ürünleri, Eski Yunan, İran, Hint uygarlıklarının eserlerinden yaptıkları çeviriler gibi).

  165. “Kapitalizmin mihmandarlığını yapan Necip ve muadillerine karşı müttefik olmalıyız, birbirimizi eleştirmekten gocunmadan.”

    Daha once de degindim; ama, faydasi olmamis gibi.

    ‘Mihmandar’ kelimesinin anlamini ya hic bilmiyorsunuz; ya da yanlis biliyorsunuz.

    ‘Mihman’, Farsca, ‘konuk’ demektir. ‘Mihmandar’ da ‘konukcu’ anlamina gelir.

    Yani, misafir agirlayan da diyebiliriz.

    Zamanla, bu anlam daralarak, bizde/Turkcede, ‘konuk’lari gezdiren, ‘gezi rehberi’ anlamina gelir olmustur. Bugun, daha cok, ‘turist rehberi’ anlaminda kullanilir.

    Bunlari bilirseniz, ‘kapitalizmin mihmandar’ligi filan gibi bir tamlamanin ne kadar anlamsiz oldugunu da gorursunuz umarim.

    Sizin aradiginiz kelime (ki, bence yine de bana uygulanabilir degil) ‘bayraktar’ ya da ‘sancaktar’ dir.

    Yani, ‘kapitalizmin bayraktar’ligi ya da ‘kapitalizmin sancaktar’ligi..

    Ikisi de beni tariflemez; ama, en azindan tamlama olarak yanlis degiller.

    Simdi.. gelelim sizin ittifak kurmak gayretlerinize..

    Biz buna, ‘kapitalizm’de oligopoller/tekeller olusturmak diyoruz.

    Yani, baskalarinin faydasina olmayan (ya da zararina olan) ittifaklar olusturmak.

  166. marxist argüman

    “beyaz yakali” anar$istlerin yanli$ argüman ve mantik’larinin ele$tirisi:

    159 nolu yorumdan alinti:
    “Şunu unutmayın, [yaptığınızı iddia ettiğiniz] marxist eleştiriler, –kendine marxist diyen herkes– tarafından dillendirilmiyor. ”

    yani benim yaptigim ele$tiriler kendini “marxist” sayan herkes tarafindan yapiliyorsa dogru, yapilmiyorsa yanli$, öyle mi? yanli$’in ya da dogru’nun ölcüsü size göre bu mudur?

    “Yani, [eğer varsa böyle bir otorite ki yok olduğunu tahmin ediyorum] –marxism enstitüsü– adlı bir kurum/otorite olmadığına göre, [var olmayan] bu kurumun hazırladığı –marxist eleştiri yönergesi de– yok.”

    $unu demek istiyorsunuz: “marxist mahlasini kullanabilmek icin ve yaptigin elestirileri “marxist ele$tiri” olarak tanimlayabilmen icin marxist bir kurumdan izin/yetki alman lazim. öyle bir kurum olmadigina göre, senin “marxist” sifatini kullanma hakkin yok. izinsiz olarak marxist sifatini kullandigin icinde elestirilerin gecersizdir.” dikket ederseniz, benim yaptigim elestirilerin icerigini, argümanlarimin dogrulugunu yanlisligini tarti$miyorsunuz; benim “marxist” sifatini kullanma hakkim var mi yok mu, o’nu tartisma konusu yapiyorsunuz. peki sizin kapitalizme yaptiginiz elestirler hangi ana$ist kurum tarafindan onaylandi/damgalandi? sizin mantiginizla düsünürsek, sizin “onaysiz/damgasiz” kapitalizm elestirilerinizde gecersiz olmuyorlar mi?

    “Marxist eleştiri– elbette var, ama sizin yazdıklarınız doğru olmayabilir, bu olasılığı da aklınızın bir köşesinde bulundurun.”

    dediginizi tercüme edeyim: herhangi bir konuda bir görü$/ fikir belirten bir insan “ey okuyucular, ben her ne kadar bunlari yaziyorsamda fazla ciddiye almayin, yazdiklarimin dogrulugundan ben de emin degilim, sizde okurken yanilma payini hesaplayarak okuyun.”
    birincisi, sizin siyaset bilginiz maalesef cok yetersiz, bundan dolayida dikkat ederseniz güncel siyasi gelismelerle ilgili hic birsey yazmiyorsunuz/yazamiyorsunuz. hep hazir yazilar asiyorsunuz, o yazilardan kendiniz ne anlamissiniz, onu da yazmiyorsunuz, o da belli degil. ekonomi bilginizin ise cok yüzeysel oldugunu daha önce yazmistim -dost aci söyler-. dolayisiyla “yanilma payindan” bahsetmeniz beni $a$irtmadi.
    “yanilma payi” düsüncesinin sacmaligina $öyle bir örnek vereyim: mesela siz kapitalizmi $imdi elestiriken, ilerde birgün “yanildik, aslinda kapitalizm düsündügümüz kadar da kötü degilmi$” deme ihtimaliniz var mi? kabul edelim “beyaz yakali” anar$istlerin icinden bazilari ilerde sistem muhalifi fikirlerinden vazgectiler, bu kapitalizmin bir sistem olarak degisime ugradigini mi gösterir yoksa sadece icinizden bazilarinizin fikrini degistirdigini mi?
    “yanilma payi” düsüncesinin sacma ikinci yanida $u oluyor: mesela bir bilim adami “$u anda elde ki verilere göre evrende $u kadar yildiz veya gezegen var” diyebilir. ama siyasi/ekonomik konularda yazan biri: “$u anad eldeki verilere göre kapitalizm elestiriyi hak eden bir sistem ama yanilma payinida hesaplamak lazim, bu durum ilerde degisebilir” derse sacma olur. kapitalist sömürü iliskileri belli prensipler üzerine kurulmustur: örnek: özel mülkiyet, sermayenin/kapitalin birikimi, cikar gruplari arasinda ki uzlamaz cikar celiskileri vs. ben, sistemin i$leyi$ prensiplerine/ilkelerine bakarak bir kanaate variyorum. dolayisyla, ilerde $öyle bir yanilma payi mükün degildir:”kapitalist sömürü diye birsey yokmu$, ben yanilmi$im.”
    $ayet ilerde fikrim degi$irse, bu kapitalist sömürü iliskilerinin degistigi anlamina gelmiyor, sadece “sömürü” mevzusunda benim kanaatimin degistigi anlamina geliyor. kanaat degismesi nasil oluyor: örnek: “sömürü diye birsey yok, bunu diyen yalan söylüyor” ya da ” sömürü var ama bu dogal/normal, herkes birilerini sömürüyor” vs.

    “Siz, yaptığınız eleştirilerin –marxist– temelli olduğuna inanabilirsiniz, ama sizin inanmanız, bütün eleştirilerinizin doğru, meşru olduğu anlamına gelmez.”

    dikkat ederseniz, benim elestirilerimde yanlis olan nedir, bunu somut gösteremiyorsunuz/cürütemiyorsunuz. belli ki marxizmi “dogrulugun/me$rulugun kaynagi” olarak görüyorsunuz. ben meseleye öyle bakmiyorum.

  167. Ekonomik kriz...

    AKP’nin “ekonomik kriz yok” açıklamalarının aksine, piyasadan, “kriz var, tedbir alıyoruz” haberleri geliyor.

    Havacılık sektörünün önemli firmalarından “Onur Air” çalışanlarına gönderdiği yazıda, ülkede kriz olduğunu ve tedbir almak zorunda kaldıklarını yazdı. Çalışanlarına sözleşme gereği prim ödemesi gereken şirketin aylardır primleri ödemediği öğrenildi.

    KRİZ İTİRAFI

    Odatv’nin ulaştığı, Onur Air Genel Müdürü “Teoman Tosun” imzalı, çalışanlara gönderilen yazıda ekonomik kriz itirafında bulunarak, “ülkemizin genelinde ve özellikle havacılık ile turizm sektörlerinin içinde bulunduğu kriz durumunu hepimiz bilmekte ve yakinen takip etmekteyiz” ifadeleri yer aldı. Yazıda alınan tedbirlerin yeterli olmaması nedeniyle ilave tedbirlerin alınacağı belirtildi.

    DÖVİZ KURU SABİTLEMESİ

    Çalışanlarına Euro üzerinden maaş veren Onur Air, yeni tedbir olarak Euro kurunu 3.00’a sabitlediğini duyurdu. 13 ay boyunca sabit kur üzerinden maaş verecek olan şirketin ayrıca çalışanlarının “ücretsiz izin kullanması”nı istediği öğrenildi.

    UÇAK KİRALAMA

    Onur Air, çalışanlarına daha önce gönderdiği yazıda da, “verimlilik esasına göre gerekli tedbirler alınarak uçulan hatlar, sefer adetleri çok iyi incelenerek sefer azaltma, geçici hat iptalleri, açığa çıkan uçakların wet lease veya diğer risk taşımayan kiralama sistemleri ile değerlendirilmesi aciliyet göstermektedir” ifadeleri yer aldı.

    Mektup:
    http://odatv.com/images/resimler/ONUR-A%C4%B0R-HABER.jpg [4 Ekim 2016]

  168. 153'e yanıt (devam)

    Diğer bir örnek de geçmişinde dağlık coğrafyasının benzer yapısı nedeniyle büyük ölçüde aynı geçim yollarına mecbur kalmış olan, bu nedenle “eşkiyalık”, “vergi vermemek (hangi gelir ile versinler?)”, “asker vermemek” ile suçlanan Dersim’dir.

  169. Necip
    Bu “şehirleşme” sürecinde doğal gelişim kadar olmasa bile (ki bu konuda genel olarak haklısınız) egemen sınıfların/devletlerin iskan politikasının rolü de (bu politikaya direnişler de unutulmamalı) yok mudur? Sözkonusu tartışmalarda bu örneklerin de hatırlanmaması bir eksiklik değil midir?
    Bizim en iyi bildiğimiz örnekler Osmanlı/TC’nin mecburi iskan politikalarıdır. En yakın tarihteki örnek Dersim’dir. Osmanlı’nın son yıllarında bile Batı Anadolu’da dağa çıkan efelerin isyanları, daha önce de Türkmen/Yörük/Kürt/Bedevi Arap aşiretlerinin yerleşik yaşama zorlanması vb. örnekler unutulmamalı. Hatta Türkiye’nin doğusunda/Kürdistan’da bugün de devam eden savaş ve dağa çıkmanın yaygınlığı da unutulmamalı.
    ABD’de kızılderililerin iskanı yine yakın sayılabilecek bir tarihten örnektir.

  170. Once sunu soyleyeyim: Ben, Zeitgeist hareketinden en az on senedir haberdarim. Arsivime baktim, ‘Zeitgeist, The Movie’yi 2007’de ta ilk ciktiinda indirmis izlemisim –digerlerini de.

    Baskalari icin goz acici olabilecegini reddetmem; ama, benim baktigim yerden tipik bir ABD calismasidir.

    Yani, NatGeo’nun aralara aldigi reklamlari daha bir izlenir yapmak icin, surekli ‘azzz sooora’ diye diye sokusturdugu kirpiklar yuzunden, kesintisiz olsa birseyler ogrenilebilecek olan calismayi nasil pic ederlerse surekli; Zeitgeistcilerin de yaptigi –benim baktigim yerden– oyle.

    Baska bir deyisle, dogru durust analiz icerse ve o analizin gerektirdigi ciddiyette sunulmus olsa, amenna, o zaman is degisir; ama, yok, bu da –bildigimiz, tipik– bir ABD belgeseli. ‘Gosterip de vermez’ lafi var ya; bence cuk oturuyor.

    Ama, bu durum ABD’li ‘aydin’larin tipik ozelligi de sayilir; Chompsky de bunlardan birisidir: ‘Icerden’ olmak hasebiyle, sistem/establishment elestirisi acisindan cok iyi bir yerde olmasina ragmen, kumda oynamagi tercih etmistir.

    Diger taraftan, ‘Zeitgeist hareketi’nin surdugu (sosyo)ekonomik modeli de –en azindan yakin gelecek icin– uygulanabilir veya tutarli bulmuyorum.

    Bu ve baska gerekcelerle, ben, hem bu ‘hareket’e, hem de soylediklerini pek matah bulmuyorum –uzgunum, kac tane link verirseniz verin; bu kolay kolay degisecek gibi de gorunmuyor.

    Bu boyle de, su yazdiklarinizin tedaileri bence ilginc.

    “biyolojik bir mutasyondan geçmiş yeni bir nesille karşı karşıyayız.”

    “The great spirituality of our age means that we are all physically repulsive to one another. […] we hate the physical existence of anybody and everybody, even ourselves.”

    Ilk is, “biyolojik bir mutasyon” deyisiniz tabii ki isabetli degil –yok boyle bir sey.

    Fakat, ‘we hate the physical existence of anybody and everybody, even ourselves’ ile ‘yeni nesil’ bir arada olunca, bu, ilginc bir tespit oluyor benim gozumde –konustumuz baglamda.

    Hep diyorum ya, ‘sehirlesme-kapitalizm-devlet’.. bu ucleme icinde, galiba ‘sehirlesme’ dedigimiz olgu, insan fitratina ilk ve en buyuk zorlama.

    Yani, insanlar, hic de oyle gonullu degiller burun buruna yasamak icin.

    Dolayisi ile, imkanlar elverdigince, kendi magaralarina cekilmek, diger insanlarda fiziksel temasi minimuma indirgemek arzusu var derunlarinda..

    Ve, evet, ancak bugunlerde buna imkan bulabiliyorlar –‘akilli telefonlar’ina kendini gomup yakin cevresinden kopuk yasamagi tercih eden bir nesile bakarak bunu soyluyorum [benim de boyle rahatliklarim olabilseydi, ben de onu tercih ederdim herhalde].

    Yani, dogamizda ‘sehirlesme’ye bir antipati var; ve simdi simdi bunu (eskilerin tabiriyle) ‘kuvveden fiile gecirmek’ imkanimiz olmaga basladi.

    Bu ‘imkan’lar tabii ki henuz (bugun bildigimiz sekliyle) ‘sehirlesme’yi berhava edecek kadar bol/yaygin ve yeterli degil; ama, eger bu trend devam ederse, o zaman ‘kapitalizm’ dedigimiz olgu da, ‘devlet’ dedigimiz yapi(lar) da hayli radikal degisikliklere ugrayabilir.

    Yikilacaklarini sanmam, ama cok ciddi degisim sozkonusu olabilir.

    Ilginc.

  171. 163’e –marxist argüman’a–

    benim yaptigim ele$tiriler kendini “marxist” sayan herkes tarafindan yapiliyorsa dogru, yapilmiyorsa yanli$, öyle mi? yanli$’in ya da dogru’nun ölcüsü size göre bu mudur?— –Devlet mekanizması– ile –şirketleri– aynı anda tahlil eden, aynı anda değerlendiren –marxistler de– var, birini diğerine üstün kılan herhangi bir –argüman– ortaya atmıyorlar. Siz, bu tür marxistlerden biri değilmiş gibi gözüküyorsunuz. Şu –doğru mu / yanlış mı– meselesi: Sol cenahın ekseriyetinde, –sonuca atlama [jumping to conclusions]– algısı epey yaygın. –Marxism–, fizik-kimya-biyoloji gibi disiplinlerin sahasına giren, kesinliği yüksek gözüken bir konu değil [tıpkı kapitalizm, ve daha birçok -izm gibi].

    “marxist mahlasini kullanabilmek icin ve yaptigin elestirileri “marxist ele$tiri” olarak tanimlayabilmen icin marxist bir kurumdan izin/yetki alman lazim. öyle bir kurum olmadigina göre, senin “marxist” sifatini kullanma hakkin yok. izinsiz olarak marxist sifatini kullandigin icinde elestirilerin gecersizdir.” dikket ederseniz, benim yaptigim elestirilerin icerigini, argümanlarimin dogrulugunu yanlisligini tarti$miyorsunuz; benim “marxist” sifatini kullanma hakkim var mi yok mu, o’nu tartisma konusu yapiyorsunuz.— Dikkat ediniz: [Yazdığınız metinlerin çoğu dahil olmak üzere] 130 numaralı metninizin girişi şu şekilde idi: –[…]elestirilerinin marxist ele$tirisi–. Girizgâhınız böyle olduğundan, sizin –marxist– sıfatı ile olan münasebetinizi elbette sorgularım. –Marxism enstitüsü/otoritesi yoktur– tabirimi, –marxismde bir tek şablon yoktur– ifadesine işaret etmek için yazdım. –Bir tek marxist eleştiri– yok, –birçok marxist eleştiriler– var.

    herhangi bir konuda bir görü$/ fikir belirten bir insan “ey okuyucular, ben her ne kadar bunlari yaziyorsamda fazla ciddiye almayin, yazdiklarimin dogrulugundan ben de emin degilim, sizde okurken yanilma payini hesaplayarak okuyun.”— Yukarıda –marxism’in–, [yine] –insan davranışlarının belirleyici olduğu– bir alan olduğunu belirtmiştim, fizik-kimya-biyoloji sahasıyla [kesinlik/netlik üzerine] ilgisi olmadığını yazmıştım. Siz ise, [yine] –doğruluk/yanlışlık sarkacı– arasında, –sonuca atlamaya– çalışıyor gözüküyorsunuz. [Bunda, makromalist/maksimalist bir eleştiri yöntemini benimsemiş olmanız da etkili olabilir.] –Yanılma payını– elbette dikkate almalısınız, siz, bunu, –omurgasızlıkla/karaktersizlikle– denk tutuyorsanız, yanılırsınız.

    birincisi, sizin siyaset bilginiz maalesef cok yetersiz, bundan dolayida dikkat ederseniz güncel siyasi gelismelerle ilgili hic birsey yazmiyorsunuz/yazamiyorsunuz. hep hazir yazilar asiyorsunuz, o yazilardan kendiniz ne anlamissiniz, onu da yazmiyorsunuz, o da belli degil. ekonomi bilginizin ise cok yüzeysel oldugunu daha önce yazmistim -dost aci söyler-. dolayisiyla “yanilma payindan” bahsetmeniz beni $a$irtmadi. Burada –niyet okuma denemeleri– yapmaya yeltenmişsiniz, olmamış, tahminlerde bulunmak istemişsiniz, tutmamış. Şu, –siyaset bilgi düzeyimin ne olduğu–, –güncel siyasi gelismeler– ve –ekonomi– hususlarında pandoranın kutusunu hiç açmayayım, canınız sıkılır.

    “yanilma payi” düsüncesinin sacmaligina $öyle bir örnek vereyim:
    […]
    […]
    […]
    [*]
    $ayet ilerde fikrim degi$irse, bu kapitalist sömürü iliskilerinin degistigi anlamina gelmiyor, sadece “sömürü” mevzusunda benim kanaatimin degistigi anlamina geliyor. kanaat degismesi nasil oluyor: örnek: “sömürü diye birsey yok, bunu diyen yalan söylüyor” ya da ” sömürü var ama bu dogal/normal, herkes birilerini sömürüyor” vs.
    Yine, [*] işareti olan kısım hariç diğerleri –niyet okuma denemeleri–. {[*]’dan son paragrafta bahsettim.}

    Israrla, –yazdıklarım arasında nereleri doğru / nereleri yanlış buluyorsunuz?– sorusunu sorarak, bir tür –onaylanma– ihtiyacı mı hissediyorsunuz, emin değilim. Madem çok merak ettiniz, kısaca cevaplayayım: Bu sayfada [ve bu sitenin diğer birçok başlığının altında] yazdıklarınızın temelini [kendi kelimelerinizle] —[*] kapitalist sömürü iliskileri belli prensipler üzerine kurulmustur: örnek: özel mülkiyet, sermayenin/kapitalin birikimi, cikar gruplari arasinda ki uzlamaz cikar celiskileri vs.— açıklamanız oluşturuyor. Necip’le [veya başkaları ile] görüşme yaptığınızda, yazdıklarınızın temelini bu ifadenizin oluşturduğunu bildiğimden, bir de ben ekleme yapmıyorum. Örneğin, 148 no’lu metninizde yazdıklarınıza eklenecek yok.

  172. Zamanla, bu anlam daralarak, bizde/Turkcede, ‘konuk’lari gezdiren, ‘gezi rehberi’ anlamina gelir olmustur. Bugun, daha cok, ‘turist rehberi’ anlaminda kullanilir.— Tam da bunu ifade ettim –mihmandar– kelimesi ile. En baştan itibaren –kapitalizmin refakatçisi Necip– yazsam, anlamakta bu derece zorluk çekmezdin.

    Biz buna, ‘kapitalizm’de oligopoller/tekeller olusturmak diyoruz. Yani, baskalarinin faydasina olmayan (ya da zararina olan) ittifaklar olusturmak.— [sansli sperm klubu uyesi] olup/olmamaları önem teşkil etmeksizin, sömüre sömüre büyümüş kimselerle kurduğun oligopollere [Bill Gates’le başlayın, oradan Jack Dorsey’e, oradan Ali Koç’a, oradan Dennis M. Nally’e, oradan Indra Nooyi’ye, oradan Ali Ağaoğlu’na…devam ediyor] karşı müttefiklikten bahsediyorum/z. –Sizin kapitalizminizdeki– tabir olan –oligopol–, kapitalizm karşıtlarının teamüllerinde yok. Senin ve muadillerinin, başkalarının faydasına olmayan [ya da zararına olan] hamlelerinize karşı, yıllar boyunca yarattığınız tahribata karşı müttefiklik.

  173. Sayın 164,

    ===== SORU 1 =====

    –Medeniyete– hâlâ karşı mısınız?

    ===== SORU 2 =====

    Jean Baudrillard’ın –simulacra– ve –simulation– terimleri ile anlattıklarından çoğumuzun haberi var. Samuel Butler ile benzer weltanschauung’a sahip David Herbert Richards Lawrence’ın yazdıklarını yeniden getirmenize gerek yok. Çünkü Baudrillard son noktayı koymuş.

    Peki, Walter Benjamin’in de, kapitalizme karşı olduğundan haberiniz var mıydı?

    [Not: Kendinize dikkat edin de, sonunuz Benjamin gibi olmasın.]

    ===== SORU 3 =====

    Size, Elias Canetti’nin 1935’de yayınladığı —Auto-da-Fé [Die Blendung & Körleşme]— isimli eserini okumanızı, o eserdeki ana karakter olan sinologist Doktor Peter Kien’la yüzleşmenizi tavsiye etmiştim.

    Yüzleştiniz mi?

    ===== SORU 4 =====

    18 Ekim 2015 – Yorum 284
    (http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/)
    İsviçre’de fakir olmak, kelimesi kelimesine, yasak. Avrupa ve Amerika’da da (sanırım Türkiye’de de) mutlu olmamak yasak.

    23 Ekim 2015 – Yorum 328
    (http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/)
    Cenevre’de, aynı tüm Avrupa, Amerika, … Singapur, … gibi, herkes ağzı bir karış açık mutluluk içinde sırıtır. Sonsuz ciddiyim, mutlu olmamak yasak. Aynı zamanda Cenevre, adam başına en çok psikiyatrist olan bir şehir. Parmağın kesilsin, hastaneye veya doktora git ilk soru: “stresden mi oldu?”. Bunu soranlar doktorlar! kafayı yemişler! Ama ne güzel! Hiç değilse kocakarı değiller!

    19 Kasım 2015 – Yorum 573
    (http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/)
    Bulunduğum şehirde herkes devamlı sırıtır ama dünyada adam başına en fazla psikiyatristler burada. Batı ülkelerinde mutsuz olmak yasak. Kapı komşun bile bu yasayı takviye etme polisi olduğundan, resmi yasa çıkarmaya da neden kalmaz.

    İsviçre’de –mutsuz olmak– hâlâ yasak mı?

  174. marxist argüman

    “beyaz yakali” anar$istlerin idealist/moralist kapitalizm elestirisinin elestirisi 2:

    159 nolu yorumdan alinti:
    “Devlet– dediğimiz canavar, artık, –gücü– tek başına temsil etmiyor. Bunu aslında siz de biliyorsunuz, ama, yan çiziyor gözüküyorsunuz.”

    birincisi, devleti, kapitalizmi “canavar” diye tanimlamak sacmaliktir.
    ikincisi, ben yorumlarimda “siyasi aktör devlet, iktisadi aktör özel sektördür” diye sürekli yaziyorum. TÜSID’dan vs. örnek verdigim yorumlarim yukarda dururken, “özel sektörden hic bahsetmiyorsun” demeye utanmiyor musunuz? fakat sizin gibi dünyayi anlamamis idealistler devleti de idealize etmekten geri durmazlar. sizin devlet denilen kurumu analiz eden, elestiren tek bir yorumunuz varsa gösterin. gösteremezsiniz, cünkü devlet babayi, “sirketokrasi” dediginiz özel sektöre karsi kurtarici otorite olarak görüyorsunuz. “$u $irketokrasi devleti ele gecirip, devlete tesir etmese, devlet insanlara hizmet edecek ama birakmiyorlar” seklinde düsündügünüz belli oluyor.

    “Devlet– isimli yapıyı oluşturan birçok –mikrolar/parçalar– vardır, ve bu yapılar en ince yaşamsal damarlarımıza sızmış durumdadır.”

    sanki salgin bir hastaliktan, virüsten bahseder gibi apolitik tariflerle ekonomik analiz yaptigini sanan sacmaliklara bir örnek daha.

    “Devlet– denen mekanizmayı [solcuların hepsi olmasa da büyük çoğunluğu], –hep dağların tepesinde, yükseklerde yükseklerde– olan bir yapı gibi tahayyül edip, insanlara da bu şekilde pazarlamaya uğraşıyor.”

    bir demet sacmalik daha. bununla gerilla mücadelesi stratejisini savunan örgütleri kastedttiginiz belli. bu örgütlerin daglari, köyleri örgütlenme mekanlari olarak görmeleri, devleti oralarda aradiklarindan degil, tam tersine devletin oralarda otoritesinin daha zayif oldugunu düsünerek, daha rahat örgütlenmeyi umduklari icin.

    “Necip, adeta celladına aşık, veya Stockholm sendromuna kapılmış, ve, insanların da aynı sendroma kapılmasını sağlamaya çırpınıyor.”

    burda da yine apolitik bir dille hem sacmalamaya devam etmissiniz hemde ahlak zaptiyesi pozlariyla yargilamalar yapiyorsunuz.
    isveren/kapitalist sinifi “kurban” degil, kapitalizmde “cellat” degildir; i$ adamlari kapitalist ekonominin aktörleridir/subjeleridir.

    “Kapitalizm, döver de, sever de” kapitalizmi bir canli gibi düsünme ve tasvir etme sacmaligindan vazgeseniz iyi olur.

    “bizzat kapitalizm tarafından işlenmiş cinayetlerdir”

    burda da kapitalizm yine canli bir yaratik, cinayet i$leyen bir katil olarak tasvir ediliyor; apolitik bir dil.

    “Bazı insanların, –aç kalmak– korkusundan,
    Bazı insanların, –rahat hayatlarının eriyeceği– korkusundan,
    Canhıraş –diktatörleri– destekleyebilme olasılıklarını göz ardı ediyorsunuz.”

    siyasetten hic anlamadiginiz belli oluyor. birinci dünya savasi sonrasi almanyada insanlar ac kalma korkusuyla hitler’e oy vermediler, zaten actilar; rahat hayatlari da yoktu; aclik, sefalet, kaos hüküm sürüyordu. hitler gibi liderlere halkin verdigi destek herseyden önce ideolojiktir; milliyetciligi/dinciligi özümsemis vatandaslarin devleti ve ulusu sahlandiracak, düzeni tesis edecek lider arayisindan baska birsey degil.

    “Sol düşüncenin tesiri altında olup/olmadıkları farketmeksizin] insanlar, işlenen cinayet[ler]in sorumlusunun kapitalizm olduğunun farkında.”

    kendinize bir hayal dünyasi yaratmissiniz, o dünyada yasiyorsunuz. insanlarin bu durumu farkinda olduklarini, bilincli bir siyasi mücadele yürüttüklerini nasil tespit ettiniz? elinizde veri, bilgi varsa bizimle paylasirmisiniz?

    “Kendine –marxist– deyip kapitalizmi savunan türler de meydana çıktı son zamanlarda, en azından siz bu türe mensup değilsiniz.”

    buram buram dedikodu kokan bir cümle. kimmi$ o kendini bilmezler, ismini verin bende bileyim.

  175. marxist argüman

    özgürlükcü,
    beni anlamadin ya ona yaniyorum! “kapitalizmi elestiriyorsunuzda alternatifiniz nedir, burda herkes farkli farkli alternatifler sunuyor” diyen biri, sana samimi olarak “bana alternatif gösterirsen ikna olurum” demek istemiyor, $unu demek istiyor: “kapitalizm konusunda insanlarin cogu hemfikirler, kabul etmisler, kurcalayip durmayin, zaten her kafadan bir ses cikiyor; kapitalizmi elestirenler kendileri bile hemfikir degiller, kaldi ki beni ikna etsinler.”
    bunu diyen bir insani, alternatif sunarak ikna etmek $ansi sifirdir, neden: cünkü bu insan mevcut düzenden memnun, alternatif arayi$i icinde degil.

    necip’ten alinti:
    “öte yandan, samimi olarak, ben –her ne kadar yer yer sert elestirmisligim varsa da– sizin (ya da baska birisinin) kotu/art niyetli oldugunuzu hic dusunmus degilim.”

    siyasi tartismalarda “iyi niyet, kötü niyet” $eklinde kategoriler yoktur, baki$ acilari, tercihler vs. vardir. ” kötü niyet”le kastettigin mevcut devlete ve düzene; mevcut siyasi ve iktisadi düzene uzlasmaz bir muhaliflik, kar$itliksa, evet “kötü niyetliyim.” seninle bu konularda hemfikir olmamiz mümkün degil.
    burdaki insanlara ara sira “oportünizmi” bir yasam tarzi olarak tavsiye ediyorsun: “devletle/düzenle ugrasacagina cikarina bak; düzenin sundugu imkanlardan faydalanmaya bak.”
    cevrene bir bak, insanlarin cogunun yaptigi zaten bu degil midir? yani sisteme muhalif olsun olmasin, kapitalist düzende her insanin kira, ekmek, elektirik, su faturasi gibi dertleri, kisacasi gecim derdi var.
    dikkat edersen, senin gibi kapitalist rekabetin “kazananlari/galipleri” kücük bir elit azinlikken, “kaybedenler/magluplar” sayi olarak cogunluk oluyorlar. senin de sürekli dile getirdigin, ve istisnalar haric, her insanin düsünce ve cabasi $u yönde degil midir: kapitalist rekabette “kazananlar” grubuna dahil olmaya calismak; “kaybedenler” grubuna düsmemek icin ya da “kaybedenler” grubundan cikmak icin; sinif atlamak icin eldeki tüm imkanlari seferber etmek.
    sonuc: kapitalist rekabeti bizzat sistemin savunucularida inkar etmedikleri gibi, bu rekabetin kazanan ve kaybedenleri oimasinin da rekabetin dogal bir sonucu oldugu konusunda bütün insanlar hemfikirler.

    fakat diger yandan, yoksulluk, i$sizlik, calisanlarin i$verene ekonomik bagimliliklari, savaslar, mültecilik/göc, cevre/klima kirlenmesi vs. gibi sözkonusu bu kapitalist rekabetin ürünü olan olgular, sanki kapitalist rekabetin “yol kazalari” imi$ gibi algilanir ve elestirilir.
    örnek: i$sizlik, yoksulluk, para’ya bagimlilik halleri, kapitalist sömürünün yan ürünleri olmayip bu sistemi bizzat verimli kilan, i$leten mecburiyetlerdir. yani eskiden kirbac zoruyla calistirmanin yerini günümüz kapitalizminde para’ya olan ihtiyac; sürekli olarak para kazanma mecburiyeti almistir.
    para’nin herseyi belirledigi bir toplumda, para sahibi kapitalist sinifinin, “para babalarinin” gücü elinde bulunduran sinif/zümre oldugunu anlamak icin karl marx’i okumak $art degil. pazarda birbirlerini iflasa sürüklemek icin kiran kirana carpi$an kapitalistleri “i$veren dernekleri” dedikleri TÜSIAD, MÜSIAD gibi kurum catilari altinda bir araya getiren bu “sinif cikari” degilse, nedir?
    gecim derdi olan parasiz cogunlugun “para babalarinin” kapilarinda i$ dilenmeleri, ekonomik üretimin kollektif degilde, “i$adami” denilen özel sahislar tarafindan gerceklestirilmesinin kacinilmaz sonucudur.

    “beyaz yakalilar” gibi dünyayi anlamami$ idealistlerin bu yazdiklarimdan “kötü kapitalistler” ve “canavar kapitalizm” gibi apolitik mecazlara/metaforlara basvurmalarini engellemek icin $unu da belirteyim: özel mülkiyete ve para’ya/sermayeye endeksli sözkonusu düzeni yasalariyla ve polis/mahkeme zoruyla kuran, i$leten ve koruyan güc kapitalist devlettir. peki devletin bu iste cikari nedir?
    burjuva kapitalist devletin derdi, bir bütün olarak “ulusal ekonomi” ve ulusal ekonominin yillik büyümesidir. sürekli olarak böyle bir büyümeye gercekten ihtiyac var mi yok mu, bundan bagimsiz olarak “ekonomik büyüme”, kapitalist sistem icin bir tür yapisal zorunluluktur. ekonomi tartismalarini ve devleti yöneten politikacilarin ekonomiyle ilgili demeclerini takip edenler bunu bilirler.
    sonuc: kapitalist devletin programi “ulusal ekonominin” islemesi ve toplamda büyümesidir. yani devlet, vatandaslarin icinden tek tek kim zengin olmus, kim fakirlesmis, kim kazanmis, kim kaybetmis, o’na karismaz:
    1. “ulusal ekonomi” bir bütün ne kadar iyi i$lerse devletin kasasina da o kadar fazla vergi geliri girer.
    2. “ulusal ekonomisi” güclü bir devlet, devletlerarasi kapitalist rekabette ve hiyerar$ide avantaj saglar.
    3. güclü bir “ulusal ekonomi” güclü bir para birimi demektir, ve dünya capinda gecerli bir para birimine sahip bir devlet, bu gücünü diger devletler üzerinde hegemonya kurmak icin kullanir.
    A.B.D. ve avrupa birliginin gücü herseyden önce ekonomiye dayanir. bundan dolayi “dolar emperyalizmi”nden ve “euro emperyalizmi”nden bahsetmek yanlis degildir.

  176. Ulan sen ne kadar korkaksın be, valla

  177. marxist argüman

    “CHP islam sempozyumu düzenliyor.” basin

    bu neye isarettir?
    kemalistler, toplum ve devletteki “islami eksen kaymasina” kendilerini mecburen adapte etmeye basladilar. 15 temmuz darbe girisiminin bastirilmasindan sonra, kemalistlerin, darbe ile islamcilari iktidardan uzaklastirma umutlari ilelebet tarihe karisti, dersek yanlis olmaz sanirim. böylece islamci fraksiyonun kemalist fraksiyona karsi, menderes’in demokrat partisi ve erbakan’in milli nizam partisi ile baslayan iktidar mücadelesi, islamci fraksiyonun kesin zaferiyle noktalanmistir. akp’nin devlet yapisinda yaptigi “temizlik hareketini” de son rötü$ler olarak degerlendirebiliriz.
    eski genel kurmay baskani ilker basbug son zamanlarda “yeni sentez”den bahsediyordu. anladigim kadariyla $unu demek istiyordu: “laiklik meselesinde ölcüyü kacirmi$ olabiliriz; topluma ve devlete “laik” ayar verme projesi kismen basarisiz olmustur; islamci fraksiyon rövan$i aldi. devletin selameti ve bekaasi icin laiklik meselesinde bazi degisiklik yapip, T.C. olarak yeni bir “sentez” ile yolumuza devam etmeliyiz. devletin selametini ve milletin birlik ve bütünlügünü laik-müslüman catismasiyla tehlikeye atmaktan sakinmaliyiz.”

    chp’liler yakinda kendilerini “laik müslümanlar” ve partilerini de “laik müslüman” bir parti olarak tanimlarlarsa $a$mam. chp’nin bu islami “adaptasyon” girisimleri iki faktöre bagli:
    1. adaptasyonun halk/secmen icinde yanki bulmasi, secmen desteginin artmasi.
    2. adaptasyonun islamci fraksiyon tarafindan dikkate alinmasi ve islamci fraksiyonun, yani akp hükümetinin devleti kemalistlerden “temizleme/arindirma” operasyonlarini durdurmasi; bununla birlikte iki devlet fraksiyonu arasindaki “gerilimi” “tatli rekabet” düzeyine cekmek, devleti ve toplumu mümkünse degisimli olarak sirayla yönetmek.

  178. ticaret ve kapitalizm

    Sayın Necip Bey,
    Not: sansürü geçmeyecek ama yine de yazıyorum.
    Tekrar Devlet ve Kapitalizm.
    Sümer’de başlayan tüccarlarla devlet arasındaki aşk ve nefret nihayet kapitalizmin başarısıyla medeni toplumların üç ana direği olan saray, market ve tapınağı kendinde özümlemesiyle sonuca varır diyebiliriz. Bu Batı’da bile öyle apaçık bir yapı değildir. Mesela ve bence, ABD’nin Avrupa’dan farkı, Avrupa’da Devlet’le kapitalizm arasındaki rekabet uzun sürer ve belki hala sürüyor diyebiliriz. ABD de iş adamları sıfırdan başlarlar ve sadece iş adamları egemendir.
    Bence bu yeni bir ekonomik dünyadır ve adına ne derseniz ihtiyaçları ihtiyacı olanlara eriştiren araç olan Pazar ekonomisi veya faaliyetinden farklıdır.
    Bu anlamda kapitalizm Avrupa’da başladı ve gelişti diyebiliriz. Marksizm ve dolayısıyla Sovyetler ve diğer komünist ülkeler bu ekonomiyi toplumun tek ve tek merkezi etmesinin taklididir. Nazi, faşist, totaliter rejimler de aynı sayılır.
    Kapitalizmin gelişmesinde Devlet’in önemiyle ilgili küçük bir örnek vermek isterim.
    16. yüz yılda Basel’den Köln’e giden bir tüccar her 15 km’de vergi öder. Her uğradığı toplumun kendi kuralları ve hatta yasaları var. Sadece Baden şehri civarında 100’den fazla uzunluk ölçüsü, hemen hemen 100 alan ölçüsü, 150’yi aşkın buğdaygiller ölçüleri, 100’ü aşkın sıvı ölçüleri, 50’den fazla içki ölçüleri ve nihayet 100’e yakın ağırlık ölçüleri olduğunu yazar.
    Bence son derece kompleks bir sistemin çıkışı ve gelişmesini kurucusu ve ve kurulma zamanını bilmekle sonsuz basitleştirmiş oluyoruz .
    Sizin genelleştirmenize katılmam güç. En azından tarihi kazananlar yazdığı için, bir azınlığın yarattığı sistemin tüm insanlara mal edilmesinin ispatı bence imkansız. Ticaret evrensel olabilir, kapitalizm ticaretten gelişebilir (zaten her gelişen düzen daha eski düzenin yarattıklarından yararlanır). Ne var ki tamamıyla yeni bir düzenin kendine özgü niteliği, daha öncekinden farkı çok önemli. Türklerin Orta Asya’dan çıkşları müslüman olmalarını açıklamaz. Tarih ve sosyal bilimlerde sayısız olasılıklar arasından birinin olmasında kaynağına gidilmesi öğrenimde yararlı olabilir ama sadece nasıl olduğunu anlatır. Bize nedenini açıklayamaz.
    Üstelik en katı bilim olan fizikde bile determinizm artık geçici sayılmıyor.

  179. marxist argüman

    156 nolu yorumdan alinti:
    “Bir ideolojiye, özellikle en katı/totaliter/dogmatik ideolojilere (Marksizm, Kemalizm, dincilik, ırkçılık, milliyetçilik gibi) inanan insanlar -sanki programlanmış gibi- tek bir doğrultuda düşünürler. Farklı düşünceleri, farklı değer yargılarını kabullenemedikleri için aşırı tepkiseldirler.”

    anladigim kadariyla sen “demokratik ho$görü”ye, “fikir özgürlügüne” vurgu yapmak istiyorsun.
    örnek, dini düsünce/ideolojinin tabiati geregi baska bir dini/mezhebi di$ladigi, baska bir dini/mezhebi “yanlis yol, sapkin yol” olarak red ettigi dogrudur. yani iki din’in uzlasmasi tabiati geregi mümkün degildir. “gelismis demokrasiler” denilen avrupada, amerikada ki dinler, ya da hristiyanlik ve hristiyanligin mezhepleride en az diger dinler kadar fundementalisttir. fakat bati aleminde kilise, uzun bir mücadeleden sonra devlet’in otoritesini tanimak zorunda kaldigi icin, devletin belirledigi yasal SINIRLARI dikkate almak zorunda kaliyor.

    yine ulusalci/milliyetci düsünceninde, kendi disindakilerini di$layan bir yapiya sahip oldugu dogru: “biz türkler” “biz ingilizler” vs. tanimlamasinda ki “biz” diger uluslari kapsamaz; otomatikmen di$lar.

    fakat senin idealize ettigin “demokratik tölerans” ve “fikir özgürlügü” gercekte ne anlama geliyor?
    insanlarin fikir sahibi olmalari ve fikrini beyan etmeleri icin izne ya da yasal bir izne ihtiyac var mi? yok, hepimiz her daim, her türlü konuda fikir belirtmiyor muyuz?
    demokratik bir devletin vatandaslarina “benden size izin, fikrinizi beyan edebilirsiniz” demesi ne anlama geliyor?
    cevap: bir kere orda asimetrik bir iliski oldugunu gösterir. cünkü fikir beyan etmeyi izne baglayan, bu izni bah$eden üst otorite olarak devlet, gerekli gördügü zaman bu izne SINIRLAMA ya da tamamiyla yasaklama getirebiliyor, getiriyor da. dolayisiyla demokrasilerde idealize edilen “fikir/elestiri özgürlügü” SINIRSIZ ve ko$ulsuz degildir..

    T.C. gibi “gelismekte olan” demokratik devletler kenarda kalsin, biz “gelismis demokrasilerden” örnek verelim.
    örnek, almanya ya da amerikada devlete/düzene “yapici” degil “yikici/bölücü” elestiriler yapan komünistler, anar$istler vs. istedikleri gibi ajitasyon/propaganda yapma özgürlügüne sahipler mi?
    gerek simdi olsun gereksede gecmiste komünistler, anar$istler gibi devlet/düzen muhaliflerinin öldürülme, iskence da dahil her türlü baskiya maruz kaldiklarini biliyoruz. dünyanin en gelismis demokrasisi olan amerikada özellikle senatör mcCarthy döneminde komünistlere yapilan baskilar dillere destan olmus, tam bir cadi avina dönüsmüstür. bunlari vikipediada da okuyabilirsiniz.
    ikinci dünya savasindan sonra bati almanya devletinin yaptigi ilk icraat alman komünist partisini kapatmak olmustur. benim takip ettigim ve yazilarindan faydalandigim alman “gegenstandpunkt” dergi ve yayinevinin okucularinin, ögretmenlik gibi islere alinmalarini engellemek icin alman devleti elinden geleni ardina koymuyor. bunun gibi örnekleri cogaltabiliriz.
    sonuc: demokrasinin “fikir/elestiri özgürlügü” hakki devletin “kullarina” bah$ettigi bir hak olup, hakki bah$eden tarafindan $artlara baglanmis ve SINIRLARI özenle cizilmistir.
    fikir beyaninda/elestiride en önemli $art, “yapici” olmasidir, “yikici/bölücü” fikir ve elestiriler istisnasiz bütün devletler tarafindan “tehlikeli/sakincali” olarak görülüp, ona göre muameleye ugrarlar.
    ama eskiden ya da $imdi hala bazi devletlerde $artli/SINIRLI da olsa fikir özgürlügü yoktu/yok, buna da $ükür, diyenlere de cevabim: yanli$ bir karsilastirma ve ölcü kullaniyosunuz. böyle karsilastirmalar yapmaya baslayan “sükürcü” kullar, dünyadaki en igrenc, en sefil durumlar icinde $ükretmekten geri durmazlar, her zaman beterin beteri vardir; en igrenc bir durumu bile daha igrenc bir durumla karsilastirip, “buna da $ükür”ü bir ya$am felsefesi haline getirmi$ insandan cok ne var bu dünyada?

    demokrasiyi, o’nun fikir özgürlügü gibi haklarini idealize edenlere son olarak. demokrasinin anayurdu amerika ve müttefigi avrupanin ikinci dünya savasindan sonra, sosyalist bloka “sen benim sistemimi nasil red edersin, pazarini benim $irketlerime nasil kapatirsin” diyerek yürüttükleri soguk savas cercevesinde olusturduklari dünyanin en tahrip edici askeri gücü NATO’yu, sovyetler birligini dize getirmek icin yaptiklari atom ve nükleer savas tehditlerini de hatirlatmak isterim.

  180. “En yakın tarihteki örnek Dersim’dir. Osmanlı’nın son yıllarında bile Batı Anadolu’da dağa çıkan efelerin isyanları, daha önce de Türkmen/Yörük/Kürt/Bedevi Arap aşiretlerinin yerleşik yaşama zorlanması vb. örnekler unutulmamalı. Hatta Türkiye’nin doğusunda/Kürdistan’da bugün de devam eden savaş ve dağa çıkmanın yaygınlığı da unutulmamalı.
    ABD’de kızılderililerin iskanı yine yakın sayılabilecek bir tarihten örnektir.”

    Bu ornekleri, farkli ‘sehirlesme’ bicimlerinin kendi aralarindaki mucadeleleri olarak goremez miyiz?

  181. 171’e –marxist argüman’a– [172’den de bir kısım alıntı var.]

    [Bu giriş paragrafında okuyacağınızı, daha çok sizin ile benim aramda geçen bir görüşme olmasından ötürü tekil şahıs eki ile yazdım, aynı zamanda çoğul şahıs ekiyle de okuyabilirsiniz, çünkü, yukarıda sadece benim yazdıklarımla ilgili değil, görüşlerini aktaran diğer site ziyaretçileri için de benzer yöntemi kullanıyorsunuz.] Beyanlarımın, görüşlerimin, saptamalarımın [ne ile nitelendiriyorsak nitelendirelim], yani –kelimelerimin, açıklamalarımın– üzerine bir değerlendirme yapmanız gerekirken [ki bir conversation’da olması gereken budur], siz —acaba bu ifadeyi yazan kişi şunu mu demek istedi, bu kelimelerin, bu açıklamaların arkasında neler var?— gibi, bir tür –şifre çözücülük yapmalıyım– algısı ile yazıyorsunuz. Sanki kelimelerim bir tür –kod’muş da– bunların tercüme edilmesi gerektiği, çözümlenmesi gerektiği gibi bir yöntem benimsemişsiniz. –Enigma machine– kullanmayı bilseniz, belki bunu da yönteminize aparat olarak eklerdiniz, –kelimelerin arkasında neler var?– algınızı beslemek için. https://de.wikipedia.org/wiki/Enigma_(Maschine)

    Bir diğer husus:
    Yazdıklarım arasında, sadece birkaç kelimeyi cımbızla çekerek, sadece herhangi bir paragrafımın herhangi bir cümlesini cımbızla çekerek, doğruluğuna inandığınız kendi görüşlerinizin meşruluğunu ispatlamak uğruna, benim [veya sitedeki diğer ziyaretçilerin] ifadelerimi/zi –bağlamından kopararak– hareket ediyorsunuz. [Bunun örneklerini metnimin ilerleyen kısımlarında göstereceğim. Hangilerinden bahsettiğimi, başlıkları okudukça anlayacaksınız.]

    168 no’lu metnimde size cevap yazarken, –niyet okuma denemeleri– tabirini kullandım. Sizin [veya Necip’in, veya Gün Zileli’nin, veya bir başkasının] günlük hayattaki hâl ve tavırlarınızla ilgili, olaylara gösterdiğiniz reaksiyonlarla ilgili, örnek seçimlerinizle ilgili, üzüntülü-sıkılgan-sevinçli-öfkeli-durgun-coşkulu vb. hâllerde iken nasıl konuştuğunuzla ilgili, kısaca, yüzyüze/beraber/yanyana olurken birbirimizle ilgili öğreneceğimiz özellikler epey birikir. Yanındaki kişinin neler söyleyeceğini az-çok tahmin edebilir, ve tutup tutmayacağını pek önemsemeden –niyet okumayı– deneyebilirsiniz. Fakat, bu sayfada [tabii, –internet– denen sanal mecrada da], birbirimizi ancak –beyanlarımızla, kelimelerimizle– değerlendirebiliriz. Siz beni yakînen tanımıyorsunuz, ben sizi yakînen tanımıyorum, böylece, –niyet okuma denemeleri– yapmamızın, müneccimliğe yönelmemizin hiçbir rasyonel sonucu yok. [Biraz daha detay vereyim: –İnternet– gibi bir sanal mecrada niyet okuma belki şöyle yapılabilir: Kişinin, kendi özelliklerinin/tavırlarının nasıl olduğu hakkında, diğer insanların tasavvurunda intiba oluşturacak kadar çok kelime yazması, metin yazması, görüş yazması gerekir ki, o kişi hakkında niyet okuma denemesi yapabilesiniz. Burada, birbirimiz hakkında niyet okumaya çalışmak için, o kadar çok veri/data birikmedi, birikmesi de gerekmiyor. –Niyet okuma denemeleri– yaparak görüşmemizin akışını aksatmaktansa, beyanlarımız üzerine –şifre/kod çözücülüğe– eğilim göstermeden yazmamız daha sağlıklıdır.]

    [–-Devlet–- isimli yapıyı oluşturan birçok –mikrolar/parçalar– vardır, ve bu yapılar en ince yaşamsal damarlarımıza sızmış durumdadır.] meselesi üzerine:
    Özellikle, eleştirilerini –marxist– temelde yaptığını iddia eden sizin gibi bir kişiden, böyle —sanki salgin bir hastaliktan, virüsten bahseder gibi apolitik tariflerle ekonomik analiz yaptigini sanan sacmaliklara bir örnek daha.— bir yanıt vermesini beklemezdim. Siz, eğer, –sızmak [bir yerden içeri gizlice ve sessizce girmek]–ifadesini, cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanlar kurulunun, müsteşarların, valilerin, kaymakamların, belediye encümeninin vb., sizin mutfağınıza kadar sızıp, çaydanlığınızın içine L.S.D. tanecikleri atması olarak anladıysanız, vah hâlimize, vay hâlimize. Şu –devletin, hayatın en ince damarlarına sızması– ile ilgili, sizin kadar olmasa da sizin seviyenize yakın argümanlar ortaya atan Antonio Gramsci’yi hiç duymadınız mı? –Hegemonie [Hegemonya]– kelimesinin ne ifade ettiğini net örneklerle anlatan nadir kişilerden biridir Gramsci. Ben de Necip gibi uzun uzun –lecture– yazarak, hegemonyanın ne demek olduğunu size anlatmayayım. Gramsci, hem –devlet hegemonyası–, hem –kültürel hegemonya– ile hangi tehlikelere işaret etmiş, –sızmak– eyleminin yapıldığını nasıl izah etmiş, kendiniz araştırıp öğrenebilirsiniz. –GegenStandpunkt: Politische Vierteljahreszeitschrift– deponuzda Gramsci’nin görüşleriyle ilgili bilgiler de vardır diye tahmin ediyorum. –Güncel– örnekler olmasından ötürü size iki sıcak bilgiyi aktarayım: –B.E.S. & Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi– ve –G.S.S. & Genel Sağlık Sigortası [Prim Borçları]– gibi iki dev hamle, devletin, artık hiç kendini gizleme ihtiyacı hissetmeden, artık hiç sessiz olma ihtiyacı hissetmeden, insanların hayatına –bodoslama sızmasıdır–. [Örnekleri çoğaltabiliriz.] [Not: Bu verdiğim iki –güncel– örnek, eğer sizin –makromalist/maksimalist– yaklaşımınız yine ağır basarsa, size göre –yüzeysel– kalabilir. Sizin –ben bu tür, mikroları/parçaları önemsemiyorum– deme olasılığınız, bunların hiç var olmadığına, insanların hayatına devlet tarafından hiç sızdırılmadığına işaret değildir.]

    –Canavar– kelimesi üzerine:
    Canavarlaşmak deyimini/metafor olarak kullanımını/benzetmesini daha önce işitmiş olmalısınız, tecrübeli birine benziyorsunuz. Evet, –devletler de–, –şirketler de– canavardır. Örnek teşkil etmesi açısından hatırlatayım: Thomas Hobbes isimli [Necip’in bugün de mihmandarlığını yaptığı / refakatçılığını yaptığı kişilerden biridir] kişi de, beyanlarının çoğunu –Leviathan– adlı bir figür ile izah etmiş, meramını aktarmıştır. Hobbes [veya bir başkası] açıklamalarında –bir [veya çeşit çeşit] figür– kullandı diye, ben de kullanırım, demeye, kendime dayanak noktası oluşturmaya çalışmıyorum. Sırf –şifreli yazMAdığımı size göstermek için– kısa tutayım: Herhangi bir açıklama yaparken –deyim/figür/metafor– kullanmakta hiçbir mahsur yoktur. –Canavar– deyince, Japonya’dan –Godzilla– gibi, ABD’den –Freddy Krueger– gibi, Alman folkloründen –Aufhocker– gibi, mitoloji/sinema karakterlerini değil, –canavarlaşmak– eylemini gösterdiğimi anlayacağınızı umuyorum:
    Hitler[‘in eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    Mussolini[‘nin eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    Stalin[‘in eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.[‘nin eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    Foxconn[‘un eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    ABD’nin –terörist öldürüyoruz, kapayın çenenizi– kisvesi altında Afganistan’a, Pakistan’a gönderdiği –drone’lar– ile saçtığı ölümler canavarlıktır…
    [Örnekleri çoğaltabiliriz.]

    –Apolitik– kelimesi üzerine:
    Bu sayfada görüşme yaptığımız konu [genellikle] kapitalizmle ilgili. Ve kapitalizm hâyli politik [siyasi] bir konudur da aynı zamanda. [Bir not düşeyim: Ben, politik biriyim. Sizin beklediğiniz, umduğunuz doğrultuda metinler yazmıyorum diye, –apolitik– olmam pek mümkün değil. Fakat, benim politik olup/olmamam öncesinde, yazdığım –açıklamalar– üzerine görüş belirtmelisiniz. Benim ne olup / ne olmadığımı –şifre çözüyor gibi– çözmeye çalışmanız boşa çaba. Ek olarak: Kendilerini –apolitik– gören, tanıtan kişilerin, politika (siyaset), international affairs, günlük hayat, kapitalizm vb. konular üzerine düşünme, konuşma, tartışma hakkı yok mu? Kapitalizm gibi hem sosyal hem siyasi bir konu üzerine görüşürken, sadece, –politikler– ve –apolitikler– gibi gruplara ayırmanın sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Bırakın, kim haykırmak istiyorsa, kapitalizme karşı isyanını istediği şekillerde dile getirsin.]
    Beş şeyi hatırlatayım:
    –Makromalist/maksimalist– yaklaşımınız,
    –Şifre çözücülük yapmalıyım, kelimeleri/açıklamaları tercüme etmeliyim– düşünüşünüz,
    –Sonuca atlama [jumping to conclusions]– refleksiniz,
    –Paragraflar, cümleler arasından cımbızla seçmece yapıp, ifadenin bağlamını koparmanız–,
    Ve –niyet okuma denemeleriniz– nedenleriyle,
    Adeta yargısız infaz yapmaya da yelteniyorsunuz. Bu da, görüşmenin akışını çoraklaştırıyor ve meçhûle sevkediyor.

    –Ahlâkçı/Moralist– kelimelerini sürekli [ve neredeyse bu sayfada görüş yazan herkes için] kullanmanız üzerine:
    Bu iki kelimenin kökenine, tarihi gelişimine, günümüzde nerelere tekabül ettiğine, –marxist fraksiyonlar içinde nasıl algılandığına– vb. birçok alana girerek, hiç gereği yokken, uzatmak istemiyorum. –Kapitalizm konusu– üzerine görüşmemizden ötürü, sizin –ahlâkçı/moralist– kelimelerini kullanmanızdaki ısrarınız, benim –gerçeklik– örneğime benziyor diyebilirim. 111 no’lu metnimde yazdığımı açarak izah edeyim: [Bu haber duyurularını yapmamın, ısrarla hatırlatmamın, sizin parmaklarınıza doladığınız ‘ahlâk zaptiyeliği’ ile ilgisi yok. Unutmayın: Ölüm, eşitleyici bir durumdur, ötesi henüz keşfedilemedi.] Size, kapitalizmin işlediği cinayetlerin [Necip üzülmesin, –sol da– cinayet işledi] –gerçek– olduğunu söylemiştim. –Ölüm– konusunu çok basite indirgiyorsunuz, sadece siz değil. –Ölüm– mefhumunu —doğada planktonlar da, diğer çeşit çeşit türler de / hayvanlar da birbirleyle rekabet ediyor, güçlü olan zayıf olanı eziyor, birbirlerini öldürüyor, doğanın kanunu bu. Doğada süregiden bu kanunu/sistemi insan hayatına ikame edip, buna ‘kapitalizm’ ismi verilmiş evvel zaman içinde. Bu sistemde de, doğada olduğu gibi aynen, insanlar birbirleriyle rekabet ettiğine göre, kapitalizmde insanların birbirini ve diğer türleri öldürmesi gayet normaldir. Soma’da ölen işçiler, madene inmek yerine tarlada ırgatlık yapsalardı, ölmezlerdi. Belki, tarlaya sömürülmeye, tıkabasa dolu bir minibüs ile giderken, trafik kazası geçirip ölürlerdi. Görüldüğü üzere, kapitalizmin asla kabahati yok.— cümleleri ile propaganda amaçlı kullananlar çok fazla. –Ajitasyon– kelimesini bile kendi himayelerine alıp, bunu bir tür –haklılık gerekçesi– gibi kullanıp istismar ediyorlar. Benim, kapitalizmin işlediği cinayetleri hatırlatmam –ajitasyon– değildir, kapitalizmin işlediği cinayetlerin –doğal/normal olduğunu yutturmaya– çırpınanların ifadeleri –ajitasyondur–. Bu mühim farkı görebilecek kadar tecrübeli olduğunuzu umuyorum.

    devlet babayi, “sirketokrasi” dediginiz özel sektöre karsi kurtarici otorite olarak görüyorsunuz. “$u $irketokrasi devleti ele gecirip, devlete tesir etmese, devlet insanlara hizmet edecek ama birakmiyorlar” seklinde düsündügünüz belli oluyor.— Yukarıda yazdığımı [yine] hatırlatmalıyım: –Niyet okuma– yapmanız mümkün değil, çünkü, elinizde hiçbir veri/data yok. Niçin ifademi çarpıtıyorsunuz? –Şirketlere karşı mücadele ederken, devletleri kolluyormuşum, devletlerin hizmet vermesini umuyormuşum, hayal ediyormuşum– iddianızın gerekçesi ne? Yalan attığınızın farkında mısınız? –Sonuca atlama [jumping to conclusions]– tavrınızdan vazgeçiniz. –Devlet– denen mekanizmanın ceberutluğunu size teker teker sayıp, sonra bunları onaylayıp/onaylamamanızı mı beklemeliyim?
    –Stalin’le– başlayayım mı?
    Ya da –Ermeni Soykırımı– ile?
    Yoksa –Dersim’i mi– anlatmamı istersiniz?
    ABD’nin, –Salvador Allende’yi– nasıl öldürdüğünü de konuşalım mı?
    –Necdet Adalı’yı– devletin nasıl öldürdüğünü anlatmama gerek var mı?
    Peki, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Abdullah Cömert’i, Ethem Sarısülük’ü, Ali İsmail Korkmaz’ı, Hasan Ferit Gedik’i, Ahmet Atakan’ı, Medeni Yıldırım’ı, Berkin Elvan’ı da anlatayım mı?
    Bütün bu –devlet cinayetleri– yetmezse, –Ulrike Meinhof’un– hayatının nasıl sonlandığını anlatayım mı?
    Ya da, –Jean Charles de Menezes’i– nasıl vurdular, biliyor musunuz?
    –Rachel Aliene Corrie’nin de– devlet tarafından nasıl öldürüldüğünü anlatmamı ister misiniz?
    Hitler’in mezbahalarını hatırlatmama gerek yok herhâlde.
    Peki, daha da geçmişe gidersek, Niccolò Machiavelli’nin yazdıklarına öykünüp, –devlet namına cinayet işleyenleri de– teker teker saymaya kalksak, bu sayfa yeter mi?

    –Şirket canavarlarının– Soma cinayetlerini daima hatırlatıyorum, yine anlatayım mı, ister misiniz?
    –Foxconn’da– kapitalizm tarafından öldürülen Çinli emekçilerin isimlerini ve yaşlarını tek tek yazmamı ister misiniz?
    –Brezilya’da– yaşananlara ne diyeceğiz? Adeta barut fıçısı hâline geldi.
    –Bangladeş–, kapitalizm için cinayet işlemeye en elverişli, –devletin teşvik programlarının tıkır tıkır işlediği– ülkelerden biri. –Ülkeye yabancı yatırım daima aksın, ülkenin ekonomisi daima büyüsün [economic growth], insan/emekçi/işçi ölse de olur– diye düşünüyorlar.

    21. yüzyıldayız: –Devletler– ile –şirketler–, ikiz katil gibidir. İkisi de birbirinden üstün değildir, ikisi birbirini daima besler. İki mekanizmaya karşı, aynı anda mücadele etmeliyiz, tabandan [mikrodan/parçadan] yukarıya doğru, sabırla, azimle.

    (Not: Eğer vaktiniz olursa, size şu kitapları öneririm:

    Kitap: On İki Dağın Sırrı “Bir Göz Ağlarken”
    Yazan: Haydar Karataş
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/on-iki-dagin-sirri-amp-bir-goz-aglarken/278381.html

    Kitap: Gece Kelebeği “Perperık-a Söe”
    Yazan: Haydar Karataş
    Yayınevi: İletişim Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/gece-kelebegi-amp-perperika-soe/148854.html)

    bir demet sacmalik daha. bununla gerilla mücadelesi stratejisini savunan örgütleri kastedttiginiz belli. bu örgütlerin daglari, köyleri örgütlenme mekanlari olarak görmeleri, devleti oralarda aradiklarindan degil, tam tersine devletin oralarda otoritesinin daha zayif oldugunu düsünerek, daha rahat örgütlenmeyi umduklari icin.— ‘Cımbızla seçmece yapmak’tan, ‘niyet okumak’tan, ve ‘sonuca atlamak [jumping to conclusions]’tan vazgeçebilseniz, doğru saptamalar yapacaksınız ama vazgeçemiyorsunuz. Dikkat ediniz: [–Devlet– denen mekanizmayı (solcuların hepsi olmasa da büyük çoğunluğu), –hep dağların tepesinde, yükseklerde yükseklerde– olan bir yapı gibi tahayyül edip, insanlara da bu şekilde pazarlamaya uğraşıyor.] Bu ifademde, –hep dağların tepesinde– kısmını istismar ediyorsunuz, –yükseklerde yükseklerde– kısmını görmezden geliyorsunuz. Ben bu ifademle, türlü çeşitli gerilla gruplarının nerelerde teşkilatlanıp / nerelerde teşkilatlanmadığına yönelik herhangi bir açıklama yapmak niyetinde değilken, siz, –niyet okuduğunuzu zannederek– yanlış sonuca ulaşmışsınız. –Devlet– denen mekanizmanın, ulaşılması çok güç, adeta Everest tepesi gibi yüksek noktalarda olMAdığını, –devletin– en ince damarlarımıza, hayatımızın en kılcal alanlarına sızmış olduğuna işaret etmek için yazdım. Nihayet anladığınızı umuyorum.

    ‘Kapitalizm, döver de, sever de, tatava yapmayın da boyun eğin’ haykırışları ancak ve ancak Necip ve muadillerine özgüdür.— Bu ifademi, yukarıda, [–Canavar– kelimesi üzerine] kısmında yazdıklarımdan sonra anladığınızı umuyorum. Necip’e göre: Kapitalizm bir tür din [religion], insanlar hata yapabilir, ama kapitalizm yapmaz. İnsanların hata yapmasını, kapitalizmin bizzat teşvik ettiğini, görmeyi istemez Necip ve muadilleri.

    birinci dünya savasi sonrasi almanyada insanlar ac kalma korkusuyla hitler’e oy vermediler, zaten actilar; rahat hayatlari da yoktu; aclik, sefalet, kaos hüküm sürüyordu. hitler gibi liderlere halkin verdigi destek herseyden önce ideolojiktir; milliyetciligi/dinciligi özümsemis vatandaslarin devleti ve ulusu sahlandiracak, düzeni tesis edecek lider arayisindan baska birsey degil.— Bu hususta, [makromalist/maksimalist] yaklaştığınızı belirtmek durumundayım. –Yanılma payı’nızı– hiç dikkate almıyorsunuz, fizik-kimya-biyoloji gibi bir alanda kesinliği yüksek gözüken bir konuda açıklama yaptığınızı sanıyorsunuz. –Aç kalmak– korkusu yaşayan insanların çoğunluğu, [teşbihimi mazur görün, hakir göstermek için değil, tespit etmek için yazıyorum] adeta –serseri mayın– gibidir. ‘Serseri mayın’ demek: Nerede, ne zaman, hangi şekilde patlayacağı, kimin başına patlayacağı kolay kolay kestirilemeyen mayın demektir. –Aç/susuz olan– insan, kolay kolay şuurlu/bilinçli kararlar veremez [verenler varsa bile bunların sayısı çok azdır]. Kendilerini, en tez zamanda düzlüğe çıkarabilecek, –karınlarına birkaç lokma tıkabilecek– kişileri [devleti yönetmeye aday olanlardan birilerini] seçmeye [gönüllü veya gönülsüz] yönelebilirler. Sizin –milliyetciligi/dinciligi özümsemis vatandaslar– saptamanızın Hitler’i iktidara taşıma yolunda elbette etkisi var, ama esas sebebin bu olmadığını az önce okudunuz.

    [Bazı insanların, –rahat hayatlarının eriyeceği– korkusu] derken şunu ifade ettim: [1. Dünya Savaşı sonrasında] mali durumu kuvvetli [kalabilenler arasında bazı] Alman burjuvazisi, elindeki-avucundakini de kaybetmemek uğruna, rahat hayatlarının erimemesi uğruna, –Hitler gelsin, istikrar gelsin– şiarı ile Hitler’i iktidara taşıma yoluna destek vermiş olabilirler. Güncel örnek: Koç & Sabancı Holdingler, bugün diktatör Recep Tayyip Erdoğan’ın elini sıkıp tv kameralarına sırıtırlar. Yarın, iktidar değişirse, bu kez, yeni devlet erkanı kim olursa olsun farketmez, onun elini sıkıp tv kameralarına sırıtırlar. Niçin? Ülkenin sosyoekonomik durumu ne olursa olsun, kendi kapitalist rahatlıklarının erimemesi için. Kapitalistlerin büyük çoğunluğu, azgın ‘bireyci’, azgın ‘bencil’dir. Eğer, kapitalistler, mali servetlerinin koruyuculuğunu sağlaması için bir diktatörü elverişli bulmuşlar ise, onu desteklemekten asla çekinmezler. Daha iyi koruyan bir başka diktatör bulurlarsa, bu kez, ona yanaşırlar. Aynı durum, diktatörün, kendi iktidarını perçinlemesi için de geçerlidir. Mali yapısı kuvvetli kapitalist burjuvazi, zaman zaman diktatörün ideolojik kökleriyle uyuşmuyor olsa bile, diktatör, sırf iktidarını korumak uğruna, sesini çıkarmayabilir, kapitalistlerin hamiliğini yapmaya devam edeceği sözünü verir. Mesele: Bu ‘sırt sıvazlamaların’ bitirilmesidir, bu ‘kapitalist çark’ın kırılmasıdır. Nasıl kırılacağına kafa yormaktır…

    insanlarin bu durumu farkinda olduklarini, bilincli bir siyasi mücadele yürüttüklerini nasil tespit ettiniz? elinizde veri, bilgi varsa bizimle paylasirmisiniz?— ‘Bilinçli’ kelimesi ile demek istediğiniz, –politik– ve –apolitik– kanattan birine üye olmak mı? Karl Marx’ın yazdıklarını, Pierre-Joseph Proudhon’un yazdıklarını, Vladimir Ilyich Ulyanov’un yazdıklarını, Mikhail Bakunin’in yazdıklarını, Joseph Patrick’in tespitlerini, Ivan Illich’in yazdıklarını [örnekleri çoğaltabiliriz] ezberleyip, bunları, ekmek kavgası verdikleri işyerlerinde yüksek sesle bağırmaları mı? 172 no’lu metninizde mühim bir tespitiniz var: para’nin herseyi belirledigi bir toplumda, para sahibi kapitalist sinifinin, “para babalarinin” gücü elinde bulunduran sinif/zümre oldugunu anlamak icin karl marx’i okumak $art degil. Bu tespitiniz doğrultusunda hareket etmemiz [en azından şimdilik] daha sağlıklı gözüküyor. Son kez hatırlatayım: İnsanlar, [hangi sektörde çalışıyorlar olursa olsun farketmez] kapitalizm tarafından sömürüldüklerinin farkında.
    Bu farkındalığı:
    –Proletarya’nın isyanı– diye niteleyenler de olabilir,
    –Politiklerin kükremesi– diye niteleyenler de olabilir,
    –Apolitiklerin uyanışı– diye niteleyenler de olabilir,
    –Kapitalist Necip ve muadillerine karşı kurulan müttefiklik– diye niteleyenler de olabilir,
    –İşyerinde mobbing’e maruz kalanlar derneği– diye niteleyenler de olabilir,
    –Atanamayan öğretmenler, meydanları işgal [occupy] etmeye başladı– diye niteleyenler de olabilir,
    –Lümpenler kıpırdamaya başladı– diye niteleyenler de olabilir…
    [Örnekleri çoğaltabiliriz.]

    Unutmayınız: –Ekmek kavgası– vermek, başlıbaşına, kapitalizme karşı mücadeleyi besler.

    Sizden özür diliyorum:
    ben yorumlarimda “siyasi aktör devlet, iktisadi aktör özel sektördür” diye sürekli yaziyorum. TÜSID’dan vs. örnek verdigim yorumlarim yukarda dururken, “özel sektörden hic bahsetmiyorsun” demeye utanmiyor musunuz?— Sizin özellikle 148 no’lu metniniz, taşı gediğine koyar nitelikte. TÜSİAD, MÜSİAD vb. yüzlerce –oligopolleşme– hamleleri üzerine eleştirilerinizin de ne kadar keskin olduğunu biliyorum. Şu ifadeniz çok mühim: “siyasi aktör devlet, iktisadi aktör özel sektördür.” Bunu, kendini solcu zanneden, kendini –politik– zanneden, kendini –apolitik– zanneden [ve bu sitenin sahibi Gün Zileli de dahil] birçok kişiye sürekli hatırlatmak gerek. Çünkü, K.O.B.İ.’nin açılımını öğrenmeyip, KOMBİ ile karıştıran, ve kapitalizmi eleştirmeye çabalayan kişiler de var.

    buram buram dedikodu kokan bir cümle. kimmi$ o kendini bilmezler, ismini verin bende bileyim.— Öncelikle, –dedikodu– değil. –Şifre çözücülük yapmalıyım, kelimeleri tercüme etmeliyim– ve –sonuca atlama [jumping to conclusions]– tavırlarınız, sizi, –dedikodu– kelimesini yazmaya yönlendiriyor.

    Birkaç örnek: [Şimdi okuyacağınız isimlerin ekseriyeti, hayatlarının belli bir döneminde, sol’la, marxism’le teması olduğunu iddia eden kişiler olup, kapitalizmi savunur hâle gelmişlerdir. Bir kısmı da sol’la teması olduğunu hâlâ iddia etmekte. Sizin bu –solcu, marxist gözüküp, kapitalizmi savunmaya yelken açmış gruba– mensup olMAdığınızı 159 no’lu metnimde ifade etmiştim. Bu isimlerin hepsini –veya çoğunu– sizin de bildiğinize eminim.] Aydın Engin, Tanıl Bora, Alexis Tsipras, Hasan Cemal, Murat Belge, Manuel Valls, Oya Baydar, Roni Margulies, Nelson Mandela, Ömer Laçiner, Luiz Inácio Lula da Silva, Cengiz Çandar, Nuray Mert, Sigmar Gabriel, Halit Kakınç, Oral Çalışlar, Raúl Castro, Doğu Perinçek, Mikhail Gorbachev, Çetin Altan, Horst Mahler, Soner Yalçın… [Örnekleri çoğaltabiliriz.]

  182. marxist argüman

    “beyaz yakali” ana$istlerin carpik/yanli$ devlet/düzen algilarinin/anlayi$larinin ele$tirisi 1:

    179 nolu yorumdan alinti:
    “B.E.S. & Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi– ve –G.S.S. & Genel Sağlık Sigortası [Prim Borçları]– gibi iki dev hamle, devletin, artık hiç kendini gizleme ihtiyacı hissetmeden, artık hiç sessiz olma ihtiyacı hissetmeden, insanların hayatına –bodoslama sızmasıdır”

    la havle vela kuvvete! deveye demisler, boynun neden egri, nerem dogru ki, demi$. dünyayi bastan sona yanlis anlamissiniz; ben $imdi bu yanli$larin hangisini düzelteyim hangisini düzeltmeyeyim! en pratigi, tüm bilginizi sifirlamak olurdu ama, o da mümkün degil. kusura bakmayin sizi de “umutsuz vaka” olarak ilan etmek zorundayim. sizin yanlis algi ve anlamalarinizi elestirmeye devam edecem; sizin yanlislarinizi düzelteceginizi umut ettigimden degil, burdaki diger yorumcularin, marxistlerin dünyayi anlama ve aciklamalariyla, sizin gibi idealist/moralistlerin dünyayi anlama ve aciklamlari arasinda ki farki görmeleri icin.

    devletin simdiye kadar kendini gizledigini, sessiz bir sekilde insanlarin hayatina sizdigini da nerden cikardiniz?
    devletin, binlerce yasasiyla, hukukuyla, polisiyle, mahkemesiyle, dogumdan ölüme kadar; okul/egitim hayatindan, özel hayata/evlilige kadar; sokaga cikma yasaklarindan sava$/seferberlik ilanlarina kadar, insanlarin hayatinda belirleyici oldugunu siz simdiye kadar farketmediniz mi? günümüz dünyasinda devlet denilen üst otoritenin hayati ve ölümü belirme tekeline sahip oldugunu ve bunuda “siddet tekeli/gewaltmonopol” seklinde anayasaya yazdirdigindan haberiniz yok mu? mahalle dedikoduculari gibi sürekli olarak hangi holding, hangi kapitalist kiminle ne yapmis, bununla me$gul olacaginiza, devletin anayasasina bir göz atin.

    “Hitler[‘in eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    Mussolini[‘nin eylemleri] canavardır [canavarlıktır],
    Stalin[‘in eylemleri] canavardır [canavarlıktır]”

    siyasi hadiseleri ahlak zaptiyesi pozlariyla yargilamakla, sözkonusu bu hadiseleri anladigini ve karsidakine de anlattigini sanan “ahlakci felsefenin” sefaletine bir örnek daha.
    toplumsal meseleleri tartisirken, hissiniz, duygunuzu kendinize saklayin; o his duygu olan biteni aciklamiyor. “canavarlik” deyip ne kadar “duygusal” oldunuzu belirtmekle de devrimci, anar$ist, sistem muhalifi olunmaz; bunu din adamlari ve dindar insanlar basta olmak üzere, bütün insanlar zaten sürekli yapiyorlar. “ayy ne kadar da igrenc, bu kadar da olamaz yaa!” seklinde gayet insani ama siyasi olmayan, apolitik bir tepkiyle sizin ahlakci yargilarinizin ayni oldugunu farkinda misiniz?

    hitler gibi siyasi liderlerin toplumsal eylemi ile seri bir katilin $ahsi eylemi arasinda ki farki belli ki anlamamissiniz. hitler dediginiz “canavar” 5-6 yil boyunca dünyayi kasip kavuran savaslari tek basina mi yapti? nazi belgesellerine bakin; naziler alman halkinin cogunlugunu destegini kazanmislardi. hitler’in cephelere gönderdigi milyonlarca alman genci parali askerler olmayip, milliyetcilik/irkcilik fikrini benimsemis ve lider’leri hitler ve devletleri/vatanlari almanya icin gönüllü olarak öldürmeye ve ölmeye hazir insanlardi. fakat ben bunlari ne kadar anlatsam bo$, cünkü sizin bu durumlari “masum/günahsiz insanlar ne yapsinlar, “canavar/öcü” hitler onlari manipüle etti, korkuttu, sindirdi, ondan dolayi hitler’e istemeden destek verdiler” seklinde acikladiginizi biliyorum.
    bu gercekleri idrak etmek sizin gibi ahlakci idealistlerin i$ine gelmez, cünkü “dünyada tek tük canavar ruhlu kapitalistler, siyasetciler vardir, geri kalan insanlarin hepsi günahsizdir/masumdur” seklinde ki ahlakci dünya anlayi$iniza uymaz.

  183. marxist argüman

    “beyaz yakali” anar$istlerin carpik/yanli$ devlet/düzen algilarinin/anlayi$larinin elestirisi 2:

    179 nolu yorumdan alinti:
    “21. yüzyıldayız: –Devletler– ile –şirketler–, ikiz katil gibidir. İkisi de birbirinden üstün değildir, ikisi birbirini daima besler. İki mekanizmaya karşı, aynı anda mücadele etmeliyiz…”

    acilin, beyaz yakali don ki$otlar geliyor!
    size kötü bir haberim var: devlet denilen otoriteyi insanlarin hemen hemen hepsi benimsemisler ve “benim devletim” diyerek sahip cikiyorlar. bana inanmiyorsaniz, cikin sokaga insanlara vatandasi oldugunuz devlet hakkinda ne düsünüyorsunuz, diye sorun. yalniz, insanlarin “devlet babalarina” ettikleri sitemleri, “devlet babalarindan” beklentilerini, hayal kirikliklarini “insanlar devletin varligina karsilar” seklinde yorumlamamaniz konusunda sizi pesinen uyarayim.
    evet, insanlarin vatandasi olduklari devleti az ya da cok sahiplendiklerini, benimsediklerini tespit ettik, -aksi durumda; insanlarin bu destegi olmasa devlet nasil ayakta kalabilir ki- $imdi sizden ricam, sözkonusu bu insanlarin devleti sahiplenen yargilarini nasil degistireceginizi, bu insanlari hangi argümanlarla devletin varligina karsi ikna edeceginizi yazar misiniz?
    ikinci kötü haberim, insanlarin hemen hemen hepsi calistiklari isyerini, firmayi da ekmek kapilari olarak sahipleniyorlar, kendilerini calistiklari i$yeriyle özdeslestiriyorlar. ki öyle degilmidir, yani kapitalizmde bir insanin calistigi firma, o insanin ekmek kapisi degil midir?
    örnek: VW araba firmasinin son eksoz gazi skandalinda, firma hem maddi hemde imaj kaybina ugramisti. almanya’da ki VW iscileri asagi yukari söyle bir aciklama yaptilar: “bizim firmamizin imajinin böyle zedelenmesini kabul etmiyoruz, biz VW’den memnunuz, firmanin bu zor durumdan cikmasi icin üstümüze düsen fedakarligi yapmaya haziriz.”

    simdi sizden ricam, siz calisanlari, “sirketokrasi” dediginiz özel sektöre karsi nasil, hangi argümanlarla ikna edeceksiniz, yazar misiniz? pesinen uyarayim, siz bir VW iscisine “VW de dahil, bu kapitalist sirketler varya, hepsi birer canavar” derseniz, isciler tarafindan kesin “psikolojik deli” muamelesi görürsünüz.

    haydar karatas’i da romanlarini da biliyorum; romanlarini begenmedim, kendisi de eskiden komünist simdiyse “hümanist” takilan bir insan.

    “Necip’e göre: Kapitalizm bir tür din [religion], insanlar hata yapabilir, ama kapitalizm yapmaz. İnsanların hata yapmasını, kapitalizmin bizzat teşvik ettiğini, görmeyi istemez Necip ve muadilleri”

    kapitalizmi öyle bir karikatürize ettiniz ki, siyasi tartismanin ciddiyeti de kalmadi: benim aklima söyle bir cözüm geldi, bu kapitalizm denilen öcünün agzina biber sürsek, nasil olur? beyaz yakalilar, sizin sayenizde bu “kapitalizm” kavramindan iyice sogudum, acaba bu kavrami siyasi repertuarimdan cikarsam mi diye ciddi ciddi düsünmüyor degilim.

    kapitalizm insanlari hata yapmaya tesvik etmiyor, kapitalizmin canli bir canavar oldugu masalini kim size anlatmissa, sizi kandirmis. bir toplumsal düzen sanki insanlardan bagimsiz olarak ortaya cikabilirmis gibi ve insanlari esir almis gibi masalimsi bir algilamaya sahip oldugunuzu farkinda misiniz? toplumsal bir düzenin, insanlarin büyük bir cogunlugunun destegini/onayini almadan kurulamayacagini ve ayakta kalamayacagini belli ki anlamamissiniz. kapitalizmde dahil, hicbir düzen toplumun destegi, en azindan onayi olmadan uzun süre ayakta kalamaz. karl marx bu durumu, insanlarin dünyaya/düzene dair “yanli$ bir bilince” sahip olmalariyla aciklar.
    örnek: dindar bir insanin, dünyada olan biten herseyi “kader/alinyazisi/allahin dedigi olur” seklinde aciklayan yanlis bilincini elestirmeden, o insan bu yanlis bilincini idrak etmedigi müddetce, o’na ne anlatsan bostur, o insani ikna edemezsin.
    ayni $ey, ulusu, devleti, vatani idealize edenler icinde gecerlidir.
    sizin “düzen insanlari hata yapmaya tesvik ediyor” seklinde yanlis ifade ettiginiz $ey, düzenden kaynakli zorunluluklar, mecburiyetlerdir. buna örnek, para’ya endeksli kapitalist ekonomide insanlarin sürekli olarak para kazanma mecburiyetleri.
    diger bir örnek, maddiyatci kapitalist toplumun uzlasmaz/karsit cikar celiskileri üzerine in$a edilmis olmasidir: alici-satici, kiraci-ev sahibi, isci-isveren vs.
    calisanlarin ücretinin “masraf/gider” hanesine dahil oldugu bir iktisadi düzende, isverenin kendi karini artirmak icin calistirdigi insanlarin ücretini sürekli kismaya calismasi bir nevi zorunluluktur. cünkü kapitalist rekabette ayakta kalmak icin her isveren, masraflari mümkün mertebe kisarak, rakiplerinden daha ucuza üretip daha ucuza satmaya calisir.
    sizin gibi ahlakci idealistler bu durumdan $u sonucu cikarirlar: kapitalistler “azgin bireyci, azgin benciller.”
    marxistler de $u sonucu cikarirlar: kapitalistler sistemin kurbani falan degiller, ekonominin gönüllü subjeleri/aktörleridirler ve isveren olmanin gerektirdigi karakter özelliklerine -charaktermaske- sahip olmadan isveren olunmaz fakat, marxistler, ahlakci idealislerin yaptigi gibi tek tek kapitalistleri prangaya vurmazlar; ekonomik üretimin prensiplerine dikkat cekerler ve bu rekabet, sömürü, para’ya dayali ilkeler degismeden, degistirilmeden i$leyi$in degismeyecegini vurgularlar.

  184. “Bu ornekleri, farkli ‘sehirlesme’ bicimlerinin kendi aralarindaki mucadeleleri olarak goremez miyiz?”

    Yahut da gelişmiş ve daha aşağı seviyedeki farklı ‘şehirleşme’ biçimlerinin kendi aralarındaki mücadeleleri olarak.
    Evet, bu daha doğru bir açıklama olabilir.
    Bu ‘şehirleşme’ biçimlerinden hangilerinin başarılı olup diğerlerinin yerini alacağı da hangilerinin daha çok yayılma imkanı olduğuna bağlı galiba.
    Örneğin, Bizans’a ve Balkanlara yakın bir bölgede kurulan, dolayısıyla bu bölgeye yayılma imkanına sahip Osmanlı beyliği böyle bir imkanları olmayan Orta ve Doğu Anadolu beyliklerini yutmuştur. Bu nedenle buralardaki şehirli olmayan kesimleri yerleşik yaşama geçirebilmiştir.
    Aynı durum yayılma imkanına sahip olan ABD ile kızılderililer için de geçerli. Farklı koşullarda tersi bir durum da olabilirdi. Amerika kıtasında gelişen bir uygarlık Avrupa’daki yerlilerin ülkesine de yerleşebilirdi.
    Demek ki mesele daha çok şehirlerin gelişme imkanlarında düğümleniyor.

  185. ‘Şehirleşme’ konusunda size cevaben yazdığım son yoruma eklenmesi gereken bir nokta var. Devletlerin genişleme imkanlarını sadece coğrafyalarıyla kayıtlamak yanlış olur. Diğer beylikler de genişleyebilir, hatta Osmanlı’nın yerini alabilirdi.
    Örneğin I. Mehmet döneminde Karamanoğullarının Bursa’yı kuşatması gibi girişimleri başarılı olsaydı ve Osmanlı’nın yerini alabilselerdi yine tersi bir durum gerçekleşebilirdi.
    Bu başarısızlıkların nedeni coğrafya kadar rakiplerin gücü/kendi güçsüzlükleridir aynı zamanda.

  186. Kapalıçarşı'da 600 dükkân kepenk kapattı

    ŞİMDİYE KADAR BÖYLESİNE BİR EKONOMİK DURGUNLUK GÖRMEDİK…

    Dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden biri olarak bilinen İstanbul Kapalıçarşıda mağazalar turizmde yaşanan sıkıntılar nedeniyle teker teker kepenk indiriyor.^

    İşlerin iyi olduğu dönemde günde 500.000 kişinin ziyaret ettiği Kapalıçarşı’da esnaf artık siftah bile yapamıyor.

    Hürriyet’ten Ceyhun Kuburlu’nun haberine göre, 3600 dükkândan 600’e yakını kapanırken, ay sonunda bu rakamın 1000’i, yıl sonunda ise 1500’i bulması bekleniyor.

    İlk 8 ayda Türkiye’ye gelen turist sayısının %30 düşmesine işaret eden, Hasan Fırat, “Bizi asıl zora sokan kongre turizmi ve kruvaziyer gemilerinin azalması oldu” dedi. Fırat, şu değerlendirmeyi yaptı: “Kruvaziyer gemileriyle İstanbul’a gelen binlerce turist için Kapalıçarşı vazgeçilmez bir mekândı. Ancak bu gemilerin sayısı bu yıl azaldı. Ayrıca kongre turizminde de birçok iptal yaşandı. Tüm bunlar esnafı zora soktu. Esnaf ‘bugünler de geçer’ diye beklerken 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişimi yaşandı.”

    Kuyumcu ve çantalar

    Kapalıçarşı’ya gelen ziyaretçilerin önemli bir bölümünün yabancılardan oluştuğunu anlatan Hasan Fırat, “En çok hediyelik eşya, çanta ve deri dükkanları ile kuyumcular dükkan kapattı. Hediyelik eşya alıcılarının %90’ı turistlerdi. Turistler gelmeyince bu dükkanlar hiç iş yapamaz hâle geldi. Kapalıçarşı’da 1000’e yakın kuyumcu bulunuyordu. Bu sayı 600’e indi. Birçok dükkânın kira sözleşmesi yıl sonunda tamamlanıyor. Çıkmak isteseler bile dükkân sahibi parayı istiyor. Bu yüzden de henüz dükkânları kapamadılar ama sözleşmeleri de yenilemediler” dedi.

    Kapalıçarşı Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kökler ise şu değerlendirmeyi yaptı: “Kapalıçarşı, İstanbul’a gelen turistlerin uğramadan geçmediği, dünyanın en eski çarşısı unvanına sahip bir yerdir. Ülkemizde yaşanan üzücü olaylardan dolayı, en çok etkilenen sektörlerin başında turizm gelmektedir. Kapalıçarşı esnaflarımız yaşanılan bu zor günleri atlatmak için sıkıntılı ve siftahsız günler geçirmektedir. En işlek caddelerde kepenkler kapanmaya başlanmıştır. Ülkenin bu zor günleri atlatmasıyla ve turizmin tekrar canlanmasıyla Kapalıçarşı da eski hareketliliğine ve canlılığına tekrar kavuşacaktır.”

    Çalışan sayısı 10.000 azaldı

    Bir kaç yıl öncesine kadar Kapalıçarşı’da dükkân açmak isteyen bir yatırımcının havaparası ödemesi gerektiğine dikkat çeken Hasan Fırat, şu bilgileri verdi: “Hava paraları 100.000 dolarları buluyordu. Ancak bugün, kepenk kapatan bir dükkânın yerine yeni kiracı bile bulunamıyor. Aylardır boş olan dükkânlar var. Aidatını ödeyemeyen kiracılar var. 25.000 kişi çalışıyor. Yoğun sezonda burada çalışan sayısı 35.000’e kadar çıkıyordu. Bugün esnaf çalışanının haftalığını bile ödeyemiyor.”

    Kiralarda indirim yapılması gerekiyor

    Kapalıçarşı’da 60 yıldır dükkânı bulunduğunu söyleyen Paşa Hediyelik Eşya’nın sahibi Fazıl Kaçar, şunları anlattı: “Şimdiye kadar böylesini görmedik. Kapalıçarşı’da esnaf ve çalışandan başka kimse yok. Bir zamanlar insanlar içeriye girmek için sıraya giriyordu. Dükkân sahiplerinin kiralarda indirime gitmesi gerekiyor. Bugün çalışanlarımızın maaşını bile ödemekte zorlanıyoruz. Birçok alışveriş merkezi, markalara kira indirimleri yapıyor. Bu artık Kapalıçarşı’da da yapmak lazım” dedi.

    “İhya Projesi”ni hayata geçirdi

    Kapalıçarşı Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kökler, uzun süredir üzerinde çalıştıkları ve Kapalıçarşı Restorasyon Projesi ile birlikte hayata geçirmek istedikleri Kapalıçarşı’yı İhya Projesi hakkında da şunları söyledi: “Kapalıçarşı yönetimi olarak, ticaretin geliştirilmesi, değişen alışveriş kültürüne karşı rekabetin arttırılması, bu alanda kültür ve tanıtım faaliyetlerinin yaygınlaştırılması için gerekli çalışmaları yapmaya devam ediyoruz. Kapalıçarşı zaten bir dünya markasıdır. Bizim amacımız bu dünya markasını ön sıralara taşımak ve Kapalıçarşını’nın ülkemizin tüm şehirlerinde örnek alınabilecek bir kültür, ticaret, tarih ve turizm merkezi olabilmesini sağlamaktır” dedi.

    Kapalıçarşı’daki toplam dükkân sayısı: 3600

    Kapalıçarşı’da çalışan kişi sayısı: 25.000

    Kapalıçarşı’yı yılda ziyaret eden kişi sayısı: 92.000.000

    Yoğun günlerde Kapalıçarşı’ya gelen ziyaretçi sayısı: 500.000

    Kapalıçarşı’nın toplam alanı: 110.868 m2

    Kapalıçarşı’daki toplam kapalı alan: 45 bin m2

    Fatih Sultan Mehmet’in, Kapalıçarşı’nın inşaatını başlattığı yıl: 1461

    Metrekare başına kiraların en yüksek olduğu rakam: 3500$

    Yıllar itibariyle kruvaziyer gemileriyle İstanbul’a gelen turist:

    Yıl = Gemi & Yolcu sayısı
    ———————————–
    2012 = 382 & 46.920
    2013 = 381 & 78.505
    2014 = 317 & 74.941
    2015 = 345 & 100.734
    2016* = 45 & 38.636
    *İlk 9 aylık rakamları kapsamaktadır.

    İstanbul’a gelen turist sayısı %25.4 azaldı:

    Ay = 2016 & 2015
    ——————————————–
    Ocak = 693.467 & 692.401
    Şubat = 675.250 & 733.024
    Mart = 784.599 & 945.753
    Nisan = 716.278 & 1.038.778
    Mayıs = 870.905 & 1.184.124
    Haziran = 707.949 & 1.092.608
    Temmuz = 925.506 & 1.401.856
    Ağustos = 909.914 & 1.335.335
    ——————————————–
    Toplam = 6.283.868 & 8.423.879

    (8 Ekim 2016,
    “t24”)

  187. Hanehalkının Borçluluk Oranı Yükselişte

    Hükümetin, kredileri yapılandırmasıyla ilgili kanunu ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) raporları, kötü ekonomik gidişi gözler önüne serdi.

    “Doğrulukpayı” sitesinin yazarı Bengi Cengiz, TÜİK raporları ve rakamlarla, ekonomik gidişatı anlattı:

    http://www.dogrulukpayi.com/

    “Kredi borçları için yapılandırma” ve “bazı alışverişlerde kredi kartı taksitlendirmesinde artış getiren yasal düzenleme”nin Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla, Türkiye’de borçluluk konusu da yeniden gündeme geldi. TÜİK’in geçtiğimiz günlerde yayınladığı ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’ dahilindeki verileri yayınlıyoruz:

    BORÇLULUK ORANI YÜKSELİŞTE

    İçeriğin girişinde de belirttiğimiz gibi, kredi borçlarına dair yapılandırma öngören ve kredi kartı taksitlerinde artış sağlayan düzenleme ile “genel olarak borçluluk”, “gelir eşitsizliği” gibi konular da dikkat çekti. TÜİK’in anket yönetimiyle gerçekleştirdiği “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması”ndaki önemli verilerden biri de, Türkiye’de konut alımı veya konut kredisi dışında borçluların sayısı. TÜİK araştırmanın bu versiyonunu (konut alımı veya konut kredisi dışında borçluluğu) 2006’dan beri sürdürüyor. Aşağıda, geçtiğimiz 10 yıl içinde borç ve taksit ödemeleri ile ilgili vatandaşların durumunu özetleyen tabloyu inceleyebilirsiniz:

    http://odatv.com/images/resimler/fot-1(1).png

    Anket yapılan kişilere, “konut alımı veya konut masrafları dışındaki borçlarının yarattığı yükler” sorulmuş, ve tabloda verilen cevapların yüzdeleri paylaşılmış.

    Bu oranlara baktığımızda, borçların ve taksitlerin çok yük getirdiğini belirten kişilerin oranlarında çok büyük bir değişiklik olmadığını görüyoruz. “Biraz yük getiriyor” cevabını verenlerdeyse 2006 yılına göre belirgin bir artış var.

    Görüşülen kişiler arasında, borç veya taksiti olmayanların oranı ise 2015 yılında %32 olmuş. Bu da 2006 yılına göre belirgin bir azalmaya işaret ediyor.

    TÜİK tarafından sağlanmayan, ancak tabloda kolaylıkla hesaplanabilen bir kategoriyse, borçlu olanların oranı. 2015 yılında herhangi bir şekilde borçlu olan kişilerin oranı %68’e dayanmış durumda. Yani, Türkiye’de (borçlanabilecek) yetişkinlerin neredeyse %70’i borçlu. Aşağıdaki grafikte “borçlularla / borçlu olmayanlar”ın yıllar içindeki ters yönlü değişimini inceleyebilirsiniz:

    http://odatv.com/images/resimler/fot-2(1).png

    Ek olarak belirtmek gerekiyor: 2015 yılında geliri medyan gelirin (en düşük ve en yüksek gelir seviyelerinin tam ortasındaki değer) %60’ın altında olanların borçluluk oranı %56. Diğer bir deyişle, “orta gelirin altındakiler”in yarısından fazlası 2015 yılı itibariyle borçlu durumda.

    Borçluluğa dair altını çizmek istediğimiz son bir gösterge de, hane halkı (household) borçlarının, hane halkının harcanabilir gelirine oranı. (TCMB) Merkez Bankası’nın Finansal Hesaplar raporlarına göre, 2016’nın ilk çeyreğinde söz konusu oran %52 seviyelerinde.

    GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİNDE DE ARTIŞ VAR

    Borçluluk durumunun yanı sıra, gelir eşitsizliğinin de artmakta olduğunu belirtmek gerekiyor.

    Gelir dağılımı eşitsizliğine dair önemli ölçütlerden biri olan “Gini katsayısı”nda da artış söz konusu:

    Gini katsayısı sıfıra yaklaştıkça, gelir dağılımında “eşitliği” ifade ediyor.

    Gini katsayısı 1’e yaklaştıkça da, gelir dağılımında “bozulmayı” ifade ediyor.

    2014 yılında Türkiye’nin Gini katsayısı 0,379 iken, 2015 yılında bu katsayı 0,386’ya yükseldi:

    http://odatv.com/images/resimler/Ekran%20Resmi%202016-09-27%2017_11_31.png

    Gelir dağılımındaki bozulmayı gösteren bir diğer ölçüt ise, “en yüksek gelir grubu ile en düşük gelir gruplarının toplam gelirden aldıkları yüzdelik paylar”.

    Türkiye’de, en yüksek gelire sahip %20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay %46,5 oranında.

    Türkiye’de, en düşük gelire sahip %20’lik grubun aldığı pay ise %6,1 oranında.

    Başka bir ifadeyle:
    En zengin %20’lik grubun geliri, en yoksul %20’lik grubun gelirine oranı ( P80 / P20 ) 7,6 oldu:

    http://odatv.com/images/resimler/fot-4(1).png

    YOKSULLUK SINIRI

    Yoksulluk sınırı konusunda ise iki ayrı hesaplama dikkat çekiyor:

    Biri, eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert medyan gelirinin %50’si dikkate alınarak belirlenen sınır ve buna göre toplam nüfusun %14,7’si yoksulluk sınırının altında.

    Diğer hesaplamada ise, medya gelirin %60’ı dikkate alınıyor ve buna göre de nüfusun %21,9’u yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

    Yine aynı veriler içinde, son üç yıldan en az ikisinde yoksul olan fertlerin oranı ise %15,8 olarak belirtiliyor. Diğer bir deyişle, nüfusun yaklaşık %16’sı “sürekli yoksulluk içinde” yaşıyor.

    Son olarak:
    Hane ile ilgili çeşitli alanlarda finansal sıkıntıda olma durumunu gösteren “maddi yoksunluk oranı”nda da artış söz konusu.

    Maddi yoksunluk:

    Çamaşır makinesi,
    Renkli televizyon,
    Telefon,
    Otomobil sahipliği,
    Beklenmedik harcamalar,
    Evden uzakta bir haftalık tatil,
    Kira,
    Konut kredisi,
    Borç ödemeleri,
    İki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek (veya vejetaryenler için eşdeğer yiyecekler),
    Evin ısınma ihtiyacının ekonomik olarak karşılanamaması anlamına geliyor.

    Bu maddelerden en az dördünü karşılayamayanların oranı (“ciddi” maddi yoksunluk oranı), 2015 yılında %30,3’e yükselmiş.

    http://odatv.com/images/resimler/fot-5.png

    8 Ekim 2016

  188. “Devletlerin genişleme imkanlarını sadece coğrafyalarıyla kayıtlamak yanlış olur. Diğer beylikler de genişleyebilir, hatta Osmanlı’nın yerini alabilirdi.”

    Bu topraklarin tarihini bence cok iyi anlatan bir kitap var: ‘Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri’, Murat Çulcu [ http://www.kitapyurdu.com/kitap/spekulatif-marjinal-tarih-tezleri/27426.html ]

    Orada, Osmanli Beyliginin gelisip serpilmesinin arkasindaki muteharrikleri –bence– cok iyi anlatir. Bu, aslinda, Turklerin Anadolu’daki macerasinin da kisa bir ozetidir.

    Onu da kisaca ben ozetleyeyim:

    [Yazdiktan sonra baktim; pek de kisa olmamis; pardon.]

    Bizans, son donemlerini yasiyordur artik –tipki bugunku, Avrupa/AB gibi–; yaslanmis, heyecan bitmis, motivasyonu tukenmis. Ordusu var ama, disiplinsiz, basibozuk. Anadolu’da asayisi saglamaktan uzak ve (ayrica) cok da masrafli.

    Hem asayisi saglamaktan uzak olmak hem de cok masrafli olmanin yan etkileri onemli: Sehirler, ordunun/sarayin giderleri icin daha da agirlasan vergilerden cok rahatsiz; ama, asayisin saglanamayisindan cok daha rahatsiz.

    En azindan kendi asayislerini saglamak icin, kendileri careler ararlar. Milis kuvvetleri olustururlar. Bu da, cok zaman gecmeden, bu sehirleri birer (gayr- resmi) ‘sehir devleti’ haline getirir. Vergi vermekten kacinirlar; ya da acikca reddederler.

    Bu, haliyle, sarayi daha da hircin hale getirir –dahasi, vergi verenlerin yukunu daha da agirlastirir. Bu da, o sehirleri isyan eder hale gietirir; onlar da ‘sehir devleti’ olmaga yonelir.

    Bir de, Culcu, Bizans’in Roma ile rekabeti sonucunda, cok daha mutaassip oldugunu; bu da Anadolu’daki sehirlerdeki farkli dini inanislardan (Musevi, Ermeni, putperest vs) olanlari disladigini, kovusturmalara ugrattigindan bahseder. Bu trend, sehirlerde de ortaya cikar. Her sehir, cogunlugu olusturmayan inanc gruplarini dislar, kovar.

    Butun bunlar sonucunda, Anadolu, kendi sehir devletlerine hapsolmus, birbirleri arasinda da –tasradaki soygunlar vb yuzunden– ticaret yapamayan; dolaysisi ile de, guduklesen bir suru yerlesim adaciklari haline donusmustur.

    Turkler, Anadolu’da boyle bir manzara varken gelirler (daha once de oradaydilar ama cok daha seyreltik). Sehirlere ilismeden, para-pulla da pek iliskileri olmayan bir hayat surdukleri icin; ayrica, tasradaki/kirsaldaki asayissizlikleri giderdikleri icin; yani, ticareti tekrar canlandirmak icin sartlari olusturklari icin, ‘herkesin sevgilisi’ olurlar.

    Selcuklu taifesi boyle baslamistir; ama, 200 sene icinde hem onlar degismisler hem de Mogollar filan yuzunden zayif dusmuslerdir.

    Osmanli Beyliginin macerasi da tam bu siralarda baslar. Selcuklunun uzanamamis oldugu bolgenin hemen berisinde –yani, Bizans’tan pek de memnun olmayan insanlarin yasadigi sehirlere bir tas atimlik mesafede.

    Osmanli Beyligi, tipki Anadolu’ya ilk gelenler gibi, taassupsuz ve ihtisam/debdebe hevesinden uzak davranarak, ‘fethet’tigi bir cok sehri aslinda gonullu devralmis; boylece, cok kisa sayilacak bir surede –dikkat cekecek kadar– hizli genislemistir.

    Benim buradan cikardigim anafikir sudur: ‘Sehirlesme’nin dogasinda ticaret yapabilmek vardir. ‘Devlet’ de vardir tabii ki.

    Fakat, ‘devlet’ sirazesinden cikarsa, insanlarin kazanclarina –kabul edilemez seviyelerde– el koyuyorsa, ya da asayisi saglayamiyorsa, bu sadece ‘sehirlesme’ye ket vurmakla kalmiyor; sehirler, ya kendilerine ayri birer ‘devlet’ kurmak zorunda kaliyor ya da –tercihen– hepsini yeterince tatmin edecek baska bir ‘devlet’e gonullu olabiliyorlar.

    Yani, ‘devlet, ebed muddet’ de; haddini asarsa (taassuba saplanir ya da ticareti zorlastirir veya ahaliyi soymaga baslarsa), yerine bir ‘devlet’ ge(tiri)lir –kisacasi, ‘sehirlesme’ devam eder ama baska bir ‘devlet’ ile.

  189. “Necip’e göre: Kapitalizm bir tür din [religion], insanlar hata yapabilir, ama kapitalizm yapmaz.”

    Yok, olmadi; bunca byte tukettim, hala daha meramimi anlamissiniz –ya da, anlaMAmakta israr ediyorsunuz.

    Ben, sizin ‘kapitalizm’ dediginiz seye ‘din’dir anlamina gelecek hicbirsey demedim. Demem de; cunku, alakasi yok.

    Sizin ‘kapitalizm’ dediginiz seye ‘hata yapmaz’ da demedim; demem de, cunku sizin ‘kapitalizm’ sey bir organ ya da kurum degil.

    Bu sefer insallah anlarsiniz umuduyla, tekrar edeyim:

    Sizin ‘kapitalizm’ dediginiz sey bir ‘surec’tir (bir ‘process’). Insanlarin ticaret yapmaga baslamasiyla baslamis, halen devam eden bir ‘surec’.

    O ‘surec’in icinde hepimiz, degisik rollerle, yer aliyoruz; ve hepimizin katkilariyla evrim geciriyor.

    Dolayisi ile, insanin sosyoekonomik evrim surecinden bahsediyoruz.

    Bu evrim sureci hata yapmaz mi?

    ‘Hata’ bence yanlis bir kavram –cunku, kime gore, neye gore sorulari cok subjektif.

    Onun yerine, ‘basarisiz’ kavrami daha dogru.

    Yani, tipki biyolojik evrimde oldugu uzere, sizin ‘kapitalizm’ dediginiz surecte de basarisiz kalmis denemeler, yonlenmeler olur, olmustur ve olacaktir da.

    Bunlara ‘kriz’ donemleri diyoruz.

    O ‘basarisiz’likla sonuclanmis denemelerin akabinde, evrim dagarcigina girecek kadar onemli ise, dersler alinir, farkli bir istikamette yeni seyler denenmege devam eder/edilir.

  190. 186,

    Yazdıklarınız, BREXIT sürecinin, %50’lik kısmını da anlatmakta. (Diğer %50’lik kısmı ise, İngiltere içindeki, öznel akımların davranışlarıyla ilgili.)

    Yani tespitiniz, ülkelerin dönüşüm geçirme hâllerinin, geçmişten günümüze pek de değişikliğe uğramadığını göstermekte.

    BREXIT taraftarlığı yapanların çoğunun propaganda malzemeleri şunlardı:

    1. Göçmen (yabancı uyruklu) insanların İngiltere’de yığılıp, bizzat İngiliz vatandaşlarının iş gücüne katılma potansiyellerini eksiltmesi. (Çünkü, yabancı uyruklu insanlar, daha az ücret/maaşla çalışmaya razı olmak zorunda kalıp, normal İngiliz vatandaşlarının istihdam edilmesine yavaş yavaş set çekiyorlar.)

    2. AB gibi bir ‘modern emperyal rüya’nın yükünü, İngiltere de omzunda taşımak zorunda değil. (En başta, para/mali uyumsuzluk. İngiltere, ‘Euro’ para birimini asla kabul etmedi.) İngiltere’nin vergi alışkanlıklarının, AB regülasyonuna göre şekillenmesini istememesi.

    3. ‘Batmayan güneş’ algısı her ne kadar İngiltere vatandaşlarında canlı tutulmaya çalışılsa da, yeni jenerasyon, bunun nostalji olduğunun farkında. Orta yaşlı ve ihtiyar İngilizler, bu nostaljiyi, belki de tarih sahnesinde son kez tatmak uğruna (tadamayacaklarının farkında olmadan) BREXIT’i kabul ettiler. Yeni jenerasyonun büyüyüp, İngiliz toplumunun geneline yayılmasıyla önümüzdeki yıllarda, ‘batmayan güneş’ algısını hiçbir siyasi parti propaganda malzemesi olarak kullanmak istemeycek, ‘demode’ bulacak.

    Türkiye’ye not:

    Ülkedeki, 3 milyon mülteciyi, misavirperverlik propagandası olarak yurtdışına kullanmaya hükümet ne kadar meraklı olursa olsun, ‘sıradan vatandaşlar’ (özellikle de ‘reel sektör’), piyasadaki etkinliğini yavaş yavaş kaybettiği endişesini yaşamaya başladı. Yani, 1. madde, Türkiye içinde de sinyallerini vermeye başladı. Bundan sonra: Kimin ne kadar, ne süre sabırlı olacağı ile ilgili. Ve sabrın sonu her zaman selamet olamıyor.

  191. Bu konuda Fuat Köprülü’nün açıklamaları da benzer;

    Bizans İmparatorluğu daha Komnen’ler zamanında eski Romen mahiyetini kaybederek, “askeri bir aristokrasi tarafından idare edilen feodal bir devlet” şeklini almıştı. İstanbul’un Latinler tarafından zaptından sonra ise Rum İmparatorluğu birbirinden ayrı üç parçaya ayrıldı; Bizans parası, asırlardan beri muhafaza ettiği istikrarını kaybetti; ve merkeziyetçi bir devlet kavramı yerine son Paléologue’ların adeta feodal diyebileceğimiz rejimi geçti. Bizans’ın Latinlerden kurtarılarak tekrar Rumlar eline geçmesi, hakikatte büyük bir şey ifade etmez: Çünkü o sırada bütün ticari ve sınai faaliyet Akdeniz’in tacir cumhuriyetlerine mensup ecnebi kolonilere geçmiş, imparatorluk eski mali vasıtalarını kaybetmişti. 14. asırda Balkan milletlerinin imparatorluk dairesinden çıkarak bağımsız devletler kurmaya çalışmaları, Batı Anadolu’daki Türk beyliklerinin ve bilhassa Osmanlılar’ın ilerleyen istilası karşısında Bizans topraklarının devamlı daralması ve en sonra Osmanlılar’ın Rumeli’yi de istilası, 15. asırda Bizans’a mukadder olan akıbeti hazırladı.

  192. Benzer bir örneğe değinen Avcıoğlu’nun açıklamaları da güzel;

    Uzak Doğu deniz ticareti, Basra Körfezi-Bağdat’tan, Kızıl Deniz ve Mısır’a kayar. Basra Körfezi’nin ünlü limanı Sîraf bir zelzelede yıkılır, bir korsan yatağı olan Kays adası korsanları, yağmacılıkları nedeniyle tüccarları Basra Körfezi’nden uzaklaştırır, onları Aden ve İskenderiye’ye iter. Irak’taki karışıklıklar da, tüccarların güvenli bölgeye kaçma eğilimlerini artırır. Fatımîler olayların yarattığı bu fırsattan yararlanmasını bilirler. Çeşitli teşvik önlemleriyle ticareti Kızıl Deniz’e kaydırırlar. İtalyan ekonomisinin canlanması ve İtalyan kent-devletlerinin Akdeniz ticaretinde hegemonya kurmaları da Fatımîlerin işine yarar. İtalyanlar için Kızıl Deniz – İskenderiye yolu, Basra-Irak-İstanbul yolundan avantajlıdır. Böylece Fatımî Devleti, Uzak Doğu-Akdeniz-Avrupa transit ticaretinin başlıca kazançlısı olur. Mısır zenginleşir, Abbasîlerin Irak’ı fakirleşir.

  193. marxist argüman

    “Ülkedeki, 3 milyon mülteciyi, misavirperverlik propagandası olarak yurtdışına kullanmaya hükümet ne kadar meraklı olursa olsun, ‘sıradan vatandaşlar’ (özellikle de ‘reel sektör’), piyasadaki etkinliğini yavaş yavaş kaybettiği endişesini yaşamaya başladı. Yani, 1. madde, Türkiye içinde de sinyallerini vermeye başladı. Bundan sonra: Kimin ne kadar, ne süre sabırlı olacağı ile ilgili. Ve sabrın sonu her zaman selamet olamıyor.”

    1. “misafirperverlik” devletlerarasi iliskilerde kullanilan bir argüman degildir, bu tür konular daha cok “kültürel” kategoriye girer: türk milleti “misafirperverdir” gibi. suriye ic savasindan kacan insanlarin türkiyede mülteci olarak kabul edilip edilmeyecegi, edilecekse hangi $artlarda, buna karar veren “misafirperver” türk halki degil, devtettir; devleti yöneten politikacilardir. yalniz politikacilar, tabii ki “yerli” halkin “yabancilara” tavrini yerine göre dikkate alirlar, cünkü:
    birincisi, “yerli” halk devleti yöneten politikacilarin secmen kitlesi oluyor; ikincisi, “yerli” halk ile “yabancilar” arasinda ki celiski ve catismalar ülkenin “güvenligini” tehdit edecek potansiyele sahiptir. “yerli” ve “yabanci” kategorileri ne anlama geliyor?
    T.C. vatandasi olanlar “yerli”, baska bir devletin/egemenin vatandasi olanlar “yabanci” oluyor. demek ki “yerli” “yabanci” siniflandirmasi herseyden önce devletsel/yasal, dolayisiyla siyasi bir kategoridir. bir devletin vatandaslari/kullari meseleye baska türlü bakabilirler: suriyeli bir mülteci, türk vatandasligi alip, türkiyedeki yasal hak ve yükümlülüklerde bir türk vatandasiyla esit bile olsa, “yerliler”, sözkonusu bu suriye göcmeni türk vatandasina hala “yabanci” gözüyle bakabilirler, bakiyorlarda.
    fakat örnegin almanyada türkiyeli bir göcmen “ben alman’im” derken, bu, “ben alman vatandasiyim” anlamina geliyor.
    soru: “yerli” ve “yabancilar” arasinda ki celiski/catismalarin kaynagi nedir?
    cevap: kapitalist rekabet toplumunda, o toplumu olusturan tek tek bireylerin hepsi ayni zamanda birbirlerine rakiptirler: isciler i$yeri icin rekabet ederler; isadamlari pazar paylari icin rekabet ederler; ögrenciler daha iyi notlar icin rekabet ederler vs.
    türkiyede ki suriyeli göcmenlerin de herkes gibi yasamak icin paraya ihtiyaclari var. devletten calisma izni almislarsa yasal, devlet calisma izni vermemi$se kacak i$ ararlar. suriyeli “yabancilarin” dil, oturum, calisma izni gibi dezavantajlarinin yanisira, maddi-manevi daha zor kosullarda yasadiklari icin, i$ bulabilmek icin daha düsük bir ücrete ve daha kötü ko$ullarda calismaya mecburen razi olurlar.
    sözkonusu bu kapitalist rekabetin kazananlari kim: i$verenler/firmalar. demek ki piyasadaki i$arayan/i$siz bollugunu i$verenler, ücretleri düsürmek ve kar’lari yükseltmek icin firsata ceviriyorlar.
    ikinci örnek, kiralik ev piyasasi. suriyeli göcmenlere dogal olarak oturacaklari ev/konut lazim. örnek, antep’e yarim milyon suriyeli göcmenin gelmesini de, orda ki ev sahipleri hemen firsata cevirirler ve kiralar yükselmeye baslar vs.

    gelgelelim, “yerli” halk, ücretlerin dü$mesi ve kiralarin yükselmesinin sorumlulugunu/sucunu rekabete dayali kapitalist ekonominin i$leyi$ prensiplerinde aramaz, kimde/nerede arar: göcmenlerde, yabancilarda. yani mantik $öyle i$ler: “bu göcmenler, yabancilar gelmeseydi ücretler bu kadar düsmezdi, kiralar bu kadar yükselmezdi!”
    buna birde ayricalikli türk vatandasi olmanin ve “türk” olmanin “ulusal bilinci” eklenince, kapitalist cikar catismasinin sonra ki adimi “yerlilerin” “yabancilara” “irkci” saldirilarina dönü$üyor.
    i$ bu noktaya vardiktan sonra, yani i$ i$ten gectikten sonra bazi idalist demokratlar, hümanistler, pasifistler, multi kulti savuculari vs. irkciligin, yabanci düsmanliginin ne kadar “kötü/yanli$” bir$ey olduguna dair vaazlar verirler, yazilar yazarlar; ama $unu asla sormazlar: bu irkciligin, yabanci düsmanliginin üredigi kaynak nedir acaba?
    avrupa da dahil, dünyanin her yerinde kapitalist rekabetin ürünü bu manzaralari gözlemek mümkün.

    2. hükümet, “biz üc milyon suriye’liyi kabul ettik, bunlarin bize aylik masrafi $udur” derken, “bakin biz ne kadar misafirperveriz” demek istemiyor. “misafirperverlik” argümani devletlerarasi diplomaside gecerli bir akce degildir; nakite cevrilecek bir gerekce degildir. peki akp hükümeti “üc milyon suriyeli” vurgusuyla ne demek istiyor?
    birincisi, zaten basinda okuyoruz, para istiyor, yani “maddi yükümüzü paylasin” diyorlar.
    ikincisi, akp hükümeti suriyeli mültecileri avrupa birligi devletlerine karsi bir kaldirac, bir koz olarak kullaniyor: “bize para yardimi yapmazsaniz, AB üyelik i$lemlerini hizlandirmazsaniz, vatandaslarimiza vize hakki vermezseniz, bize, ikinci küme/lig devleti muamelesi yapmaya devam ederseniz vs., özel olarak suriyeli göcmenleri genel olarakta türkiyeden yolu gecen tüm göcmenlerin önünü acarim, size gönderirim, ona göre ayaginizi denk alin.”
    ücüncüsü, “biz T.C. olarak suriye ic savasinin magduruyuz, $u kadar göcmen kabul ettik, $öyle fedakarliklar yaptik vs., bu durumda bizim suriyede ki ic savasin gidisati ve savas sonrasi kurulacak yeni düzende oyun kurucu olarak söz hakkimiz olmali.”

    merkel hükümetinin/alman devletinin suriyeli göcmenleri gecici de olsa kabul etmesinin altinda yatan hesapta sayin zileli gibi idealist insanlarin sandigi gibi tamamiyla/sadece “hümanist” nedenlerle degil, ayni zamanda alman devletinin suriye ic savasinda ve ortadoguda “oyun kurucu/global player” olarak yer alma hedefidir. alman ucak ve askerlerinin incirlik üssüne konu$landirilmasini da bu cercevede düsünmek lazim.

  194. RTE'nin başkanlığına temel hazırlamak mı?

    1960’lı yıllarda, SSCB Ankara Büyükelçiliği’nin, Türkiye Başbakanı Adnan Menderes yönetimi hakkında yanıldığı ortaya çıktı.

    Sputnik’in haberine göre, Aleksandr Yakovlev Vakfı’nın sitesinde yer alan tarihi bir arşiv belgesine göre:
    Tacik kökenli Sovyet akademisyen Bobocan Gafurov, SSCB Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev’e mektup yazarak, “Asya ülkeleri ile ilişkilere önem verilmesini önerdi.”

    12 Mart 1966 tarihli ve 44 nolu belgeye göre, “Asya ülkeleriyle daha etkili ve verimli çalışmak için SSCB Merkez Parti Komitesi’nde Şarkiyat Masası kurulması gerektiği”ni belirten Gafurov, “Asya ülkelerinde gelişmeler konusunda Sovyet kurumları arasında koordinasyon ağının zayıf olduğu” konusunda da eleştirilerde bulunuyor.

    Yapılan siyasi analiz, inceleme ve bilgi edinme çalışmalarının da eksik olduğunu belirten Sovyet akademisyen, Türkiye’de 1960 yılında yaşanan 27 Mayıs Darbesi’ni de örnek vererek şu ifadeleri kullanarak sitemde bulunuyor: “Türkiye’deki 1960 yılı darbesini hatırlatmak yeterli. O sırada elçiliğimiz, istihbarat kurumlarının iddialarının tam aksine, Menderes rejiminin sağlam olduğunu savunmuştu.”

  195. “Ben kaptan filan degilim; tayfam da haliyle yok.
    Benim gibi dusunenler olabilir mi –mumkundur.
    Bir de, benim gibi, yerlesik kabullerin/tabularin hic de su gecurmez oldugunu dusunenler var –muhakkak vardir.”

    Aklın yolu bir.

  196. Cumhurbaşkanını Hulk seçsin

  197. “cevap: kapitalist rekabet toplumunda, o toplumu olusturan tek tek bireylerin hepsi ayni zamanda birbirlerine rakiptirler”

    Kismen dogru cevap.

    Daha dogru olabilmesi icin, ‘kapitalizm’ takintinizdan kurtulmaniz gerekiyor.

    ‘Kapitalist rekabet toplumu’ gibi uyduruk kavram yerine, basitce ‘territorialism’ deseydiniz sorun olmayacakti.

    ‘Territorialism’, yani (insan dahil) bazi hayvan turlerinin, yasadiklari cografyayi (kara parcasini), disaridan gelenlere karsi korumak refleksi/davranisi.

    https://en.wikipedia.org/wiki/Territory_%28animal%29

  198. “Cumhurbaşkanını Hulk seçsin”

    Hulk, gecenlerde ugradi; biraz lafladik.

    Bunu da sordum tabii.

    “Mesut Yilmaz mi yoksa Tansu Ciller mi olsun, henuz karar veremedim” dediydi.

  199. “Batı Anadolu’daki Türk beyliklerinin ve bilhassa Osmanlılar’ın ilerleyen istilası karşısında Bizans topraklarının devamlı daralması ve en sonra Osmanlılar’ın Rumeli’yi de istilası, 15. asırda Bizans’a mukadder olan akıbeti hazırladı.”

    Buradaki ‘istila’ kelimesinin bugunku cagrisimlari (bkz. mesela ABD’nin Irak’in istilasi) yanls anlamalara yol acabilir.

    Osmanlıların Rumeli’yi ‘istilasi’ sonucunda, Rumeli (ve Balkanlar) genis bir pazara girdiler; Avrupa’nin teknolojisinden de istifade edebildikleri oranda, refahlari (ve dolayisi ile de besleyebilecekleri) artti. Hatta, o kadar ki, Imparatorlugun sonlarina dogru, Balkanlardaki Hiristiyan nufus, Imparatorlugun geri kalanindaki musluman nufusun iki katina kadar cikti.

    Ardindan, bagimsiz devletler oldular; sonra da cogunlukla Demir Perde’nin birer parcasi.

    Bugun AB’ye girmis olmalarina ragmen, ne eski refah seviyeleri (izafi) ne de eski canliliklari kaldi. Nufuslari da azaliyor.

    Bunun temel sebebinin eski pazarlarinin artik mevcut olmayisi oldugunu dusunuyorum –yani, Anadolu’suz Balkanlar ac kalir.

  200. marxist argüman

    necip’ten alinti:
    “Kapitalist rekabet toplumu’ gibi uyduruk kavram yerine, basitce ‘territorialism’ deseydiniz sorun olmayacakti.
    ‘Territorialism’, yani (insan dahil) bazi hayvan turlerinin, yasadiklari cografyayi (kara parcasini), disaridan gelenlere karsi korumak refleksi/davranisi.”

    kapitalist dünyanin tamamiyla rekabet üzerine in$a edildigini necip de dahil, kimse inkar etmiyor, bilakis sözkonusu bu rekabet kapitalist sistemi i$leten motor gücü olarak övülüyor. necip’in iddiasi $u:
    “böyle bir rekabetin varligini inkar etmiyorum fakat, bu rekabetin ekonominin üretim prensipleriyle yani sistem ile alakasi yok; insanlarda ki icgüdüsel bir davranisin ürünüdür, bana inanmiyorsaniz hayvanlar alemine bakin!”

    kurt, aslan, kaplan gibi bazi hayvanlarin sabit bir bölgeyi avlanma/ya$am alani olarak belirleyip, o bölgeyi idrar kokulariyla i$aretlediklerini hayvan belgesellerinde görüyoruz. hayvanlar konusamadiklari icin, neden böyle bir davrandiklarini en cok tahmin edebiliriz, -örnek: kendi bölgelerindeki av hayvanlarini diger yirtici hayvanlarla paylasmak istememe- fakat kesin tespit mümkün degildir. fakat örnek, göcmen ku$larda böyle bir davrani$ görmüyoruz.

    insan denilen canlinin bilincli bir tercihle kurdugu toplumsal bir düzeni ve bu düzenin i$leyi$ prensiplerini, ilkelerini bazi hayvanlarin icgüdüsel davranislariyla karsilastirip, “insanin davranisida icgüdüseldir, icgüdüsel olanida elestirmek yanlistir, cünkü insanin elinde olan birsey degil” diyen teorilerin amaci, mevcut sistemin varligini “me$ru/dogal” olarak göstermeye calismak oldugu belli.

    nazilerin irkci propaganda filmlerinde de bu teori i$lenir; hayvanlar aleminden görüntüler gösterilir; hayat, ancak güclü olanin ayakta kalabildigi mücadele/kavga olarak sunulur. nazi rejiminin daha sonra “parazit, i$e yaramaz, anormal, düsman” vs. olarak kategorize ettigi, ba$ta yahudiler olmak üzere “ari” irkindan olmayanlari, cingeneleri, e$cinselleri, engelli/özürlü insanlari, “slav” irkindan olanlari, komünistleri/bol$evikleri vs. katlederek, alman toplumunu “arindirdiklarini/temizlediklerini” biliyoruz.

    dikkat edilirse, nazilerin “hayat, tipki hayvanlar aleminde oldugu gibi ancak güclünün ayakta kalabildigi bir mücadeledir” propagandasi, nazi rejiminin daha sonra yapacagi katliamlarin ideolojik gerekcesi oluyor. yani nazi rejimi bu propagandayi, alman toplumunu kendi icraatlarina ikna etmek, onlari taraftar olarak kazanmak icin yapiyor ve nazilerin bu propagandalarla cogu almanin destegini aldiklari biliniyor.

    $imdi gelelim “kapitalist rekabet toplumuna”. önce 191 nolu yorumda yazdiklarima ekleme: örnek, antep de ev sahiplerinin/mülk sahiplerinin, suriyeli göcmenlerle birlikte artan $ehir nüfusunu firsat bilerek kiralari yükseltmelerini bir “suistimal” olarak anlamamak lazim. yine firmalarin/$irketlerin ve hatta bazi resmi kurumlarin kapitalist i$ piyasasinda ki “i$arayan/i$siz” bollugundan istifade ücretleri dü$ürmeleride bir “suistimal” olmayip, “rekabetci piyasa ekonomisinin/serbest pazar ekonomisinin” olagan halleridir. devlet istese, kiralarin yükseltilmesini yasayla yasaklayamaz mi, ya da madem ihtiyac var, $u kadar yeni konut yapilmasini yasayla hayata gecirebilir. fakat devlet, mecbur kalmadikca piyasaya/pazara müdahale etmez. “rekabetci piyasa/serbest pazar” tamda bunu anlatir: yani devlet’in, ekonomik üretimin cercevesini yasalariyla belirleyip, daha sonra “pazara/piyasaya” “zirt/pirt” müdahale etmeten sakinmasi.
    kapitalizmde devlet’in, piyasaya “zirt/pirt” müdahale etmesi neden sakincalidir: cünkü o durumda, firmalar, $irketler, ev sahipleri/mülk sahipleri, sermayedarlar, kredi dagitan bankalar, kisacasi kapitalist ekonominin aktörleri aynen $öyle tepki gösterip oyundan cikabilirler: “ohoo, küstüm, oynamiyorum, türkiyede $öyle agiz tadiyla bir para kazanamiyoruz, kar yapamiyoruz, bana sermayedar olarak pazar mi yok sanki, türkiyede ticaret yapmaktan vazgectim, cin’e, malezyaya, bulgaristan’a, afrikaya, new york’a, londra’ya gidiyorum!”
    evet, bundan dolayi kapitalist devlet piyasayi rahatsiz etmemeye özen gösterir; hem “yerli” hemde “yabanci” sermayedar ve mülk sahiplerinin kar’li i$ler yapabilecekleri ortami, altyapiyi, yasal cerceveyi vs. hazirlamaya calisir.
    tek sermayesi i$ gücü olanlarda, kendilerine “i$” verecek bir i$veren ararlar, bundan dolayi piyasalarin canlanmasini onlar da en az devlet kadar umut ederler.

    soru: “kapitalist rekabet toplumunda” ki rekabetin kaynagi nedir?
    örnek: ilkokula baslayan bir cocuk icgüdüsel olarak mi diger cocuklarla not yarisina giri$ir yoksa kapitalist egitim sistemimi ögrencileri daha iyi notlar icin yarisa mecbur eder?
    cevap: günümüz kapitalist toplumunda herkesin bildigi gibi her meslek/i$ icin esit ücret ödenmez ve yetki/söz hakki e$itligi yoktur, yani “meslek hiyerar$isi” sözkonusudur.
    peki kapitalist toplumda mesleklerin önemini ve ücretin/maa$in seviyesini belirleyen nedir?
    cevap: sözkonusu meslegin sistem icin önem derecesi asil belirleyici olan faktördür. örnek, devlet memurlari ama özellikle bürokratlar, milletvekilleri neden görece daha iyi ücret, emeklilik ve diger extra gelirlere sahipler?
    cevap: devlet icin calisan memur, bürokrat, milletvekillerinin ekonomik kaygilardan azade, rü$vete “tenezül” etmelerini önlemek icin devlet, bürokratlara “dolgun/doyurucu” ücret öder.
    soru: menejer, müdür, $ef gibi meslek hiyerar$isinin üst kadamelerinde yer alanlar, alt kademedeki “ayak takimina” göre neden daha yüksek ücret alirlar?
    cevap: birincisi, siradan, önemsiz isleri yapan insan bol miktarda mevcut; i$verenin o yönde SIKINTISI yok.
    ikincisi, bir firmanin, $irketin sorumlu mevkilerinde görev alanlar i$vereni temsil ederler, firmanin cikarini, kar’ini gözetlemek; calisanlari “verimli/kar’li” bir sekilde calistirip mümkün mertebe en fazla kazanci ortaya cikarmak müdürlerin, $eflerin asil görevi oluyor. bunun icin ba$arilari oraninda firma/$irket sahibi tarafindan yüksek maa$la ödüllendirilirler.
    kapitalist toplumda okul egitiminin amaci insanlari mümkün mertebe dünyayi anlayacak bilgiyle donatmak degildir, amac, kapitalist i$ piyasasinin i$ci/calisan ihtiyaclari dogrultusunda cocuklari “not” denilen puan ve sinav sistemiyle ayiklayip, meslek/i$ hayatina hazirlamaktir.
    insanlar, hobi olarak ya da merak ettigi bir$eyi ögrenirken, ki dünyayi anlamaya yönelik bilgi edinme esasen budur, ne SINIRLI bir zaman birimine ne de sinava ihtiyac duyarlar.
    yani örnek, hayvanlar alemini merak eden bir insan belgesel, kitap vs. gibi kaynaklardan bilgi edinip, merakini giderir. ve bunu yaparken de: “$u kadar zaman sürecinde bu i$i hal etmem lazim, sonrada kendimi bir sinava tabii tutmam lazim” seklinde hareket etmez. ki dünyayi anlamaya, merakini gidermeye yönelik bilgi edinmede dogru/dogal yöntem budur.
    sonuc: okula baslayan bir ögrenci belli bir süre sonra $unu anlar:
    birincisi, okuldaki ögrenme, bilgi edinme sadece ve sadece sinav icin, sinava yöneliktir. ögrenciler de bundan dolayi sadece sinav icin lazim olani ögrenir ve cogunlukla da sinavdan sonra geri unutur.
    ikincisi, okula baslayan ögrenci, “eleme/ayiklama” prensine dayali; not ve sinav sistemi üzerine in$a edilmi$ okul egitiminde, sira ve sinif arkadaslarinin kendisinden bagimsiz olarak birer “rakip” olduklarini anlar; cünkü ögretmen, ögrencileri ve ögrencilerin ögrenme düzeyini, hizini birbiriyle karsilastirir ve notlari, “sinif ortalamasi” denilen ölcüye göre verir; ögrencileri bu kritere göre “zayif”, “vasat”, “pekiyi” seklinde ayiklar.
    böylelikle ögrencilerin “rekabetci” davranislarinin icgüdüsel degil, egitim/meslek hiyarar$isinde mümkün mertebe üst siralara tirmanma, mümkün mertebe alttaki “vasifsiz/siradan” cogunluga dahil olmama cabasi oldugunu tespit etmi$ olduk.
    i$/meslek hayatinda ki rekabet de, yine insanlarin “icgüdülerinden” bagimsiz olarak, yasamak icin, mümkün mertebe iyi yasamak icin para kazanma mecburiyeti; mümkün mertebe fazla para kazanma mecburiyetinden baska birsey degildir.
    sonuc: sorunun kaynagi insanlarin “icgüdüsel” davranislari degil, rekabet ve para’ya endeksli kapitalist toplum iliskileridir.

  201. “sonuc: sorunun kaynagi insanlarin “icgüdüsel” davranislari degil, rekabet ve para’ya endeksli kapitalist toplum iliskileridir.”

    Eksik.
    Çünkü “rekabet ve para’ya endeksli kapitalist toplum ilişkileri” de sonuçta “insanların içgüdüsel davranışları”na dayanıyor.
    Neden mi?
    İnsan “içgüdüsel” (yeme-içme-uyuma-barınma gibi) ihtiyaçlarını karşılamak zorunda.
    Bugünün şehirleşmiş (solun deyimiyle “kapitalist”) toplumunda bu ihtiyaçlarını doğrudan karşılayamaz.
    Yiyeceğini kendisi avlayamacağı/ekip biçemeyeceği; su ihtiyacını doğal su kaynaklarından elde edemeyeceği; uyuyacağı ve barınacağı yeri kendisi inşa edemeyeceği durumlarda bunları parayla elde etmek zorundadır.
    Para demek de kâr ve rekabet düzeni demektir.

  202. Iki uzun paragraf tutan bu mugalata orneginin sadece ilk cumlesini aliyorum buraya.

    “nazilerin irkci propaganda filmlerinde de bu teori i$lenir; hayvanlar aleminden görüntüler gösterilir; hayat, ancak güclü olanin ayakta kalabildigi mücadele/kavga olarak sunulur.”

    Goodwin cekmenin pek de beceriksiz bir ornegi olmus bu.

    [Meraklisi icin not: ‘Goodwin cekmek’, herhangi bir tartismayi Nazilere, ‘Holoust’a veya Hitler’e baglayarak rayindan cikarmak amaciyla yapilan demagoji.]

    O yuzden, vakit ayirmaga deger bulmayip, geciyorum.

    Okul filanla ilgili yazdiginiz, derin (!) hikmetleri ifsa (!) eden, pasajlarda atladiginiz onemli bir baska hikmeti de ben yazayim:

    Okullar, ozellikle de herkesin okumak zorunda oldugu –ya da bedava olan– okullar ‘issizligi gizlemek’ icindir. Malum, ‘bos eller seytana calisir’ cunku.

    “sonuc: sorunun kaynagi insanlarin ‘icgüdüsel’ davranislari degil, rekabet ve para’ya endeksli kapitalist toplum iliskileridir.”

    Siz, rekabetin ‘fitrat’tin bir parcasi oldugunu hala daha ogreneMEdiyseniz, sizden, bir ‘looser’ olmanin nasil bir sey oldugu hakkinda uzun uzun baska pasajlar yazmanizi beklemek gerekir.

    Ama, yine de, sunu okumanizi onerebilirim: https://en.wikipedia.org/wiki/Evolutionary_pressure

    Temel bilgidir; bilmenizi beklerdim. Ama, ogrenmenin hem yasi yok hem de ayip degil.

    Surada da Almanca okuyabilirsiniz.
    http://www.biologie-schule.de/evolutionsfaktor-selektion.php

    Charles emminin ruhunun selami var; “okumazlik etmesin, gucenirim” dedi.

  203. “Para demek de kâr ve rekabet düzeni demektir.”

    Bu da, ‘ati arabanin onune koymak’in bir baska ornegi.

    Kornolojik anlamda, once rekabet vardi.

    Para filan daha dunku cocuk.

  204. ‘ati arabanin onune koymak’ degil; ‘arabayi atin onune kosmak’ olacakti.

  205. “Bu da, ‘ati arabanin onune koymak’in bir baska ornegi.
    Kronolojik anlamda, once rekabet vardi.
    Para filan daha dunku cocuk.”

    Tabii ki.

    Ben onu Marksist Argüman’a cevaben söyledim.

    ‘Atı arabanın önüne koyan’ o.

  206. Şimdi farkettim, ben de öyle yazmışım son yorumda ama Necip düzeltmiş.

  207. marxist argüman

    199 nolu yorumdan alinti:
    “Eksik. Çünkü “rekabet ve para’ya endeksli kapitalist toplum ilişkileri” de sonuçta “insanların içgüdüsel davranışları”na dayanıyor. Neden mi?
    İnsan “içgüdüsel” (yeme-içme-uyuma-barınma gibi) ihtiyaçlarını karşılamak zorunda.
    Bugünün şehirleşmiş (solun deyimiyle “kapitalist”) toplumunda bu ihtiyaçlarını doğrudan karşılayamaz.
    Yiyeceğini kendisi avlayamacağı/ekip biçemeyeceği; su ihtiyacını doğal su kaynaklarından elde edemeyeceği; uyuyacağı ve barınacağı yeri kendisi inşa edemeyeceği durumlarda bunları parayla elde etmek zorundadır.
    Para demek de kâr ve rekabet düzeni demektir.”

    önce “icgüdü” kavramini dogru anlamak icin vikipediadan alinti:
    “İçgüdü veya kalıtsal davranış, bir canlının doğasında var olan başka kompleks bir davranışa yönelme eğilimidir. Öğrenme sürecinin etkili olmadığı, canlının önceki deneyimlerinden bağımsız biçimde verdiği tepkiler içgüdü kapsamında değerlendirilmektedir. Bir kumsala bırakılan deniz kaplumbağalarının okyanusa yönelmeleri bu duruma örnek olarak gösterilebilir.”

    eski dildeki “fitrat” kavramida yine modern kavramlar olan “icgüdü” ve “gen/genetik/kalitsal” anlaminda kullaniliyor.
    199 nolu yorumcunun benim yazdiklarimin icerigine, dogruluguna bir itirazi yok fakat, benim “icinde yasadigimiz toplumda devletin yasayla belirledigi iliskiler, zorunluluklar ve siradan insanlarin bu yasal/toplumsal zorunluluklara göre hareket etme, ayakta kalma mücadelesini” ba$üstü cevirip: “devleti kuran insan degil mi, evet, yasalari yapan da insan degil mi, evet, sehirleri kuranda insan, o halde dünyada var olan hersey insanin “icgüdülerinin/genlerinin” ürünüdür.”

    böylesi bir baki$ dogmatik dini baki$ acisiyla aynidir: dindar bir insanin “özgür iradesinin” ürünü olan hangi davranisi örnek verirseniz verin, o’nun size cevabi $u olacaktir: “allah istedigi icin o insan o davranista bulundu, dolayisiyla tanrinin istegi di$inda hicbir $ey olmaz, olamaz.”

    necip’in ve 199 nolu yoruncunun baki$ acisi da dikkat edilirse insanin “özgür iradesini”; insanin kendi akil ve mantigiyla muhasebe yapip, bilincli bir sekilde bir eylemde bulunabilecegini yadsiyor; insanin davranislarina, eylemlerine, icraatlarina yön veren her seye kadir “tanri” fikri/fantazisi, “icgüdü/gen” ile yer degistiriyor.
    dünya hallerini böyle aciklayan bakis acisinin varmak istedigi sonuc nedir:
    toplumsal düzeni ve devletin varligini tartisma/elestiri konusu yapmak sacmaliktir; mevcut düzenin/devletin hikmetinden sual olunamaz!
    dünyayi bu sekilde anlayan ve aciklayan bakis acisi, siyasi aktör olan devletin ya da devletlerin rastgele bir düzen kurmadiklarini, belli bir amac ve hedef dogrultusunda, yasalara dayali bir düzen kurduklarini görmüyor ya da görmezden geliyor.

    dünya hallerini insanin genleriyle/icgüdüleriyle aciklayan teorinin $una itirazi yok: ister afrikali ister asyali ister avrupali olsun, insan insandir, genleri/icgüdüleri aynidir.
    hayvanlar aleminden örnek verirsek, afrika aslan’iyla hindistan aslani, ya da amerikada ki kurt ile türkiyede ki kurtlarin arasinda icgüdüsel davranis acisindan hicbir fark yoktur. bunu hayvan belgesellerinde görüyoruz.
    fakat insani insan yapanda tamda bu farktir; yani insan icgüdüleriyle degil, akliyla, mantigiyla düsünme, tasarlama, planlama, kisacasi bilincle ve özgür iradeyle hareket etme kabiliyeti sayesinde hayvanlar aleminden ayrilir; bunca bilimsel ve teknik gelisme insanin icgüdülerinin degil, insanin aklinin, mantiginin, plan, proje, tasarlama yeteneginin ürünüdür.
    toplumsal bir düzeni/devleti kuran aktörlerin rastgele bir düzen/devlet degil, belli bir düzen hedefledigini söyle örneklerle somutlayabiliriz:
    -osmanlinin son dönemlerinde ortaya cikan jön türkler ve devami olan kemalistlerin kurdugu T.C. devletini kemalistler “haydi bir devlet kuralim, ortaya ne cikar o’nu da allaha ya da icgüdülerimize havale edelim” dememislerdir. kemalist kadro kuracagi devleti/düzeni kafasinda tabii ki önceden tasarlamisti; bati’nin kapitalist ekonomisi ve demokrasisinin “ba$arilariyla” gözleri kama$an jön türk/kemalist kadro, ta ittihak terakiden itibaren batiyi model alan bir devlet/düzen hedeflemisti. buna karsilik islamci/muhafazakar fraksiyon ise jön türklerin/kemalistlerin bu devlet/düzen modelini kismen revize ederek $ekil A’da görüldügü gibi bugünkü T.C.’yi olu$turmustur ve islamci/muhafazakar fraksiyon hala T.C. denilen devleti/düzeni yontmaya, ayar vermeye devam ediyor.
    “iran islam cumhuriyeti” denilen devletin/toplumsal düzeninde hikayesi T.C.’ye benzer. lafi $uraya getirmek istiyorum: var olan toplumsal düzenler insanlarin bilincli tercihi degilse, belirleyici olan insan genleriyse devlete/düzene dair bu farkli yaklasimlar, projeler nereden kaynaklaniyor; belirleyici olan icgüdülerse ve insan icgüleride ayni genetik kod’a sahip olduguna göre insanlar arasinda ki bu fikir ayriliklarinin kaynagi nedir; devlet/düzen hakkinda sizinle benim aramda ki bu zit/kar$it fikirler nereden kaynaklaniyor; sizin icgüdülerinizle benim gibi insanlarin icgüdüleri neden böyle taban tabana zit acaba?

    198 nolu yorumda yazdiklarima ekleme:
    sermayedar/kapitalist, yatirimci, giri$imci, mülk sahipleri gibi kapitalist ekonominin aktörlerinin küsüp oyundan cikmalari $öyle de mümkün: piyasalari, diyelim ki türkiye i$ piyasalarini güvenli/kar’li bulmayan yerli yatirimcilar, yatirim yapmak yerine sermayesini bankada tutar, ya da dolar, euro gibi kolay kolay deger kaybetmeyen dövize cevirir, yastik altinda tutar; efendime söyleyeyim, ev sahipleri sahip olduklari evleri kiraya vermezler, bo$ tutarlar, kiralarin yükselmesini, “konjöktürün” degismesini beklerler vs.
    kapitalist devlet acisindan bu arzulanacak bir manzara degil, cünkü piyasalarin durgun olmasi demek, kapitalist ekonominin damarlarinda dola$an kanin yani paranin dolasimi ve cogalimi hedefinin iskalanmasi demek, bu da yakla$an ekonomik krize i$arettir vs vs.

  208. marxist argüman

    necip’ten alinti:
    “Siz, rekabetin ‘fitrat’tin bir parcasi oldugunu hala daha ogreneMEdiyseniz, sizden, bir ‘looser’ olmanin nasil bir sey oldugu hakkinda uzun uzun baska pasajlar yazmanizi beklemek gerekir.”

    evet sayin seyirciler, ba$arili i$adami kapitalist necip burda kapitalist rekabetin kazanani/galibi olmanin verdigi hakli gururla havasini attiktan sonra, müslüman bir dindarin “kuran”i kaynak göstermesi gibi, kapitalist rekabetin “me$ruluguna” biyoloji cephesinden katkida bulunmu$ darwin’inin teorilerini bize “dogrulugundan sual edilmez” bilimsel dogrular olarak kaynak göstermi$.

    böylece kapitalist necip’in bu sitede ki organize faaliyetlerinin amacini tekrar hatirlami$ oluyoruz: kapitalist rekabeti tarti$ma konusu yapan, red eden solculara, marxistlere vs. $unu söylemek: “siz solcular hayatin insanlari mecbur kildigi dogal rekabette ba$arisiz olmu$, ya da bu rekabetten mümkün mertebe kacinmaya cali$mis ba$arisiz insanlarsiniz; rekabetin gerektirdigi karakter özellikleri olan hirs, dayaniklilik, azim, önüne cikani ezip gecme gibi “erdemlere” sahip olmayan; önüne cikan rakiplere kafa/dirsek atmayi bile beceremeyen, önüne cikan rakiplere celme takmaktan bile aciz insanlarsiniz.”

    evet kapitalist necip, sürekli olarak senin huzurunu kaciran, senin kendi kapitalist basarilarinla gurur duyma ve bir “i$adami” olarak takdir edilme beklentilerinin aksi yönde $eyler yazdigimi farkindayim.
    marxistlerle fikir tarti$masini da hayatin dayattigi bir rekabet olarak kabul buyur! hodri meydan!

  209. Bu sitedeki en tehlikeli kişi Necip’tir. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan gibi diktatörler Necip gibi kapitalistlerin omuzları üzerinde yükseliyor.

  210. “Okullar, ozellikle de herkesin okumak zorunda oldugu –ya da bedava olan– okullar ‘issizligi gizlemek’ icindir. Malum, ‘bos eller seytana calisir’ cunku.”

    Bu okullar ve işsizlik konusunda şöyle bir yorum okuduğumu hatırlıyorum;

    Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi
    Mezunlarının iş bulması diye bir kural yoktur. Bkz; “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir kural yok” -RTE’nin sözkonusu açıklamasını kastediyor-

  211. Yukarıdaki yorumda bahsettiğim RTE açıklamasıyla ilgili bir de şöyle bir şey var;

    her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şart yok

    sosyal darwinizm içerikli söylem.

    darwinizm’in neresini almayın dediysek onu aldılar. abi gıcık olsun diye mi yapıyorsunuz?!

    https://eksisozluk.com/entry/16958002

  212. [1] Kapitalizmin sonuna yaklaşıyoruz

    15 Eylül 2008’de ABD’nin en büyük finans şirketlerinden olan “Lehman Brothers” iflas ettiğinde, bir süredir belirtileri olan ekonomik çöküş tam olarak yaşanmaya başlandı.

    Sekiz yıl sonra bugün, bu ekonomik çöküşün dünya genelindeki etkilerinin geçtiğine dair elimizde pek az veri var. Dahası, sekiz yıl sonra dünya ticareti daralıyor ve küresel ekonomi yeni bir daralmanın eşiğinde.

    Krizin nedenleri, farklı yönleri, farklı ülkeleri etkilemesi ve krize karşı geliştirilen politika tepkileri üzerine, farklı bakış açılarından pek çok şey yazıldı. Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, krizi daha kapsamlı bir şekilde anlamlandırabilmek için son yıllarda yaşananları, tarihsel bağlamın içine yerleştirme gerekliliği. Böyle bakınca durum pek iç açıcı değil!

    TARİHSEL BAĞLAM

    Aşağıdaki tabloda, dünya ekonomisinde 1960’lı yıllardan günümüze ekonomik büyüme rakamlarını gösteren bir grafik var:

    http://bit.ly/2dWUSZz

    http://data.worldbank.org/indicator

    Bu grafiği “Dünya Bankası”nın veri tabanında yer alan “1961-2015 arasındaki yıllık büyüme oranlarının 10’ar yıllık ortalamalarını alarak” oluşturdum. Böylelikle 2008 krizi üzerine konuşurken, bunun nasıl bir tarihsel bağlama oturduğunu daha iyi görebiliriz.

    Grafikte görüldüğü gibi, dünya ekonomisinin büyüme hızı 1960’lı yıllardan itibaren azalmakta. Bunun tek istisnası 2000’li yıllardır ki, o da çok sert bir çöküşle sonuçlandı. 2010’lu yıllarda büyüme hızının azalması sürüyor.

    1960’lar = %5.39
    1970’ler = %3.87
    1980’ler = %3.16
    1990’lar = %2.80
    2000’ler = %2.85
    2010’lar = %2.62

    Dünya ekonomisinde 1960 sonrası büyümenin hız kestiği bu yıllar, aynı zamanda kapitalizmin “altın çağı” olarak adlandırılan, “İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerdeki kriz arasındaki dönem”in ardından geliyor.

    Erken kapitalistleşmiş ülkelerde “refah devleti uygulamaları”,
    Geç kapitalistleşen ülkelerde ise “ithâl ikameci kalkınma modelleri”nin uygulandığı “altın çağ” sırasında;
    Her iki grup ülke için de tarihsel olarak oldukça yüksek büyüme oranları yakalanmıştı. Ancak bu güçlü büyüme dönemi, 1970’li yıllardaki kriz sonrasında geride kaldı.

    KAZANANLAR DA VAR!

    Elbette toplulaştırılmış tek bir veri ile her şeyi açıklamak mümkün değil. Dünya ekonomisinde büyümenin tökezlediği bu dönemde, “Güney Kore” ya da “Çin” gibi ülkeler muazzam büyüme oranlarına ulaştılar. Ayrıca, ekonomik büyümenin azaldığı bu dönemde, ülkelerin içindeki “ekonomik eşitsizlikler” ve “gelir & servet dağılımı adaletsizlikleri” doruk noktasına ulaştı. Yani, toplu verilere bakıldığında işlerin kötüye gidiyor oluşu, bazıları için bu sürecin nimetlerinin olmadığı anlamına gelmiyor.

    Büyümenin hız kestiği bu dönem, 1970’lerdeki krizin sermaye lehine çözümü için geliştirilmiş “neoliberal politika paketi”nin uygulanması ile geçti. Neoliberal paket, amacına uygun bir şekilde, “sürecin sermaye lehine” sonuçlanmasına yaradı. Ancak, ekonomik büyümenin tempo kaybediyor olması, sermayenin 1970’ler sonrası “emeğe karşı kazandığı zaferin çok uzun ömürlü olmadığı” anlamına geliyor.

    NEOLİBERAL PARADOKS

    James R. Crotty, 2008 krizinden epey önce, “Neoliberal Paradoks” başlıklı makalesinde, bu konuya işaret etmişti.

    (http://rrp.sagepub.com/content/35/3/271.abstract)

    Crotty, 1970’li yılların sonundan itibaren küresel neoliberal ekonomik düzenin yükselişinin, ekonomik performans üzerinde olumsuz etkileri olduğunu savunur. ABD’deki “finansal olmayan firmalar” üzerine olan çalışmasında, neoliberal politikalar ile birlikte “reel sektör”ün bir ikilem ile karşılaştığına işaret eder. “Finansal piyasalar”ın, “finansal olmayan firmalar”dan yüksek getiri beklentisi giderek artarken, üretim alanında yaşanan yoğun rekabet nedeniyle yüksek getiri sağlamak giderek zorlaşıyor.

    Crotty’nin ABD’deki finansal olmayan firmalar için kullandığı “neoliberal paradoks” tabiri, genelleştirilerek 1970’ler sonrası ekonomiler için de kullanılabilir. Neoliberal politikalar 1970’lerde görülen kâr oranlarının düşme eğilimini yeniden canlandırmak için uygulandı. Ancak, yoğunlaşan rekabet nedeniyle kârlar restore edilemiyor. Üretimde düşen kârlar, finansın gelişmesi ile telafi ediliyor. Ancak bu durum, ekonomilerin, “üretim temelini erozyona uğrattığından” toplamda ortaya çıkan büyüme giderek yavaşlıyor.

    (Robert Paul Brenner, benzer bir çerçeveyi savunur:
    https://newleftreview.org/II/6/robert-brenner-the-boom-and-the-bubble)

    2008 KRİZİ

    Finansallaşma, neoliberal paradoksun bileşenlerinden biridir. 2008 küresel ekonomik krizinin oluşumunda, özellikle 1990’lı yıllarda kurumsallaşan “yeni finansal mimari”nin önemli bir payı olduğunu biliyoruz.

    (http://kriznotlari.blogspot.com.tr/2016/04/finansallasma-borc-krizi-ve-cokus.html)

    Menkûl kıymetleştirme (securitization) mekanizması ve yeni geliştirilen risk transferi teknikleri, finansal mimarinin kritik parçalarındandı. Bu mekanizmalar ve “gelecekte yaratılacak değerin şimdiden parasallaştırılması” anlamına gelen borçlandırma teknikleri sayesinde, krizin, zaman içinde yer değiştirmesi mümkün kılındı. Ancak yeni finansal mimari, ne kadar sofistike olursa olsun, “borçluların borçlarını geri ödemelerine dayanıyor.”

    “Sürekli kemer sıkmak” anlamına gelen “neoliberalizm” sürdükçe, gelirleri artmayan borçluların borçlarını ödeyebileceklerinin bir garantisi yok. Kısacası, 2008 krizi bitmedi, uzun süre bizimle olacak!

    Doç. Dr. Ümit Akçay
    Atılım Üniversitesi
    İktisat bölümü öğretim görevlisi
    19 Eylül 2016

  213. [2] Kapitalizmin sonuna yaklaşıyoruz

    Ekonomik krize verilen tepki anlamında 2009’da açılan parantezin sonuna geliyor olabiliriz. Ancak 2009’dan daha kötü bir noktadayız. Artık kapitalizm sonrası alternatifler üzerinde konuşmanın zamanı.

    Dünya ekonomisi kritik bir dönemece yaklaşıyor.

    Para politikası, 2008’den beri krizden çıkış için neredeyse tek araç olarak kullanıldı ve 2016 itibariyle para politikası ile yapılabileceklerin sonuna geliniyor. Sekiz yıllık bu deneyin & testin sonucunda faizlerin sıfıra hâttâ negatife çekilmesinin etkisi, sadece krizi ağır çekimde yaşamamızı sağlamak oldu. Şimdi, 2009’da faiz indirimleri ve miktarsal genişleme programlarıyla (quantitative easing) açılan parantez kapanmak üzere ve parantez kapanırken, öncesine göre daha iyi bir durumda değiliz.

    (http://www.wsj.com/articles/imf-says-markets-losing-faith-in-central-banks-ability-to-hit-inflation-targets-1474981201?mod=e2twe)

    (http://www.reuters.com/article/us-global-economy-cenbanks-idUSKCN11Y1SO)

    “2008” İLE “1929” KRİZLERİNİN FARKLARI”

    ABD’de 1929 krizi sonrasında ekonomi yönetiminin, özellikle de merkez bankası FED’in krize verdiği politika tepkisi ilginçtir. FED, “Wall Street”te yaşanan çöküş sonrasında bankacılık sektörüne sirayet eden ve yüzlerce bankanın batmasıyla sonuçlanan finansal krize seyirci kalmıştır. Bu tutum, altın standardını korumaya çalışan para yönetiminin, dönemin hakim liberal iktisat politikasıyla uyumludur, ancak krizi engelleme yönünde değil derinleştirici bir etki yapmıştır.

    2008’e gelindiğinde, FED, 1929’a göre çok daha aktif davrandı. FED’in hareket plânı üç adımda şekillendi:

    İlki, her ne kadar Lehman Brothers’ın batmasına izin verilse de, geri kalan tüm finansal sistemin batmaktan kurtarılmasıydı.

    İkincisi, faizi hızla düşürüp, sıfırlamak oldu.

    Üçüncüsü de, miktarsal genişleme programlarıyla, kredi genişlemesinin tetiklenmesine çalışmaktı.

    Bu üç önlem, büyük ölçüde 1929 krizinden alınan dersler çerçevesinde şekillendi.

    MÜDAHALE ARAÇLARI TÜKENİYOR

    Ancak 1929 krizinden alınan dersler doğrultusunda uygulanan aktif para politikasıyla krizin çözümü şöyle dursun, gelişmeler giderek daha tehlikeli bir noktaya doğru ilerliyor.

    IMF, OECD ve UNCTAD gibi uluslararası kurumların geçtiğimiz hafta üst üste yayımladıkları raporlarda ortak olanlar şunlar:

    “Dünya ticaretinin daralıyor oluşu”,

    “Durgunluğa yaklaşan düşük büyüme patikasına sıkışmış bir ekonomik büyüme tablosu”,

    Ve “deflasyonist eğilimlerin kuvvetlenmesi”.

    Dünya ekonomisinde, beklenen toparlanmanın bir türlü gerçekleşmemesi karşısında, devletlerin kapitalizm içinde kalarak krize karşı müdahale imkânları da giderek daralıyor. Müdahale alanının daralmasında ise iki gelişme kritik:

    İlki şu: “Para politikası” kullanılarak krizin etkileri ertelendi. 2008 sonrasında ekonominin işleyişine göre “normalde” pek çok firmanın batması gerekiyordu. Ancak bu işletmelerin tasfiyesinin hem iktisadi hem siyasi etkilerinin çok büyük olacak olması, bu iflas sürecinin yaşanmasını engelledi.

    (https://www.theguardian.com/business/2016/sep/27/the-global-economy-is-in-throes-of-self-inflicted-malaise-since-2008?CMP=Share_iOSApp_Other)

    Literatürde bunlar “batmak için çok büyük” (too big to fail) olarak adlandırılıyor. Para politikası ise bu “büyük kurtarma operasyonu”nun temel mekanizması olarak işledi. Sonuçta ortaya çıkan bir çeşit yaşayan ölüler olarak “zombi firmaların” giderek çoğalması oldu. Hâttâ bu tip firmaların çokluğu, kapitalist iş çevrimlerinin (business cycles) geçmişte görüldüğü gibi işlememesiyle sonuçlandı. Önemli kapitalist merkezlerde kriz sonrasında üretkenlik artışının yaşanmaması, hâttâ bu alanda yaşanan gerilemenin nedenlerinden biri de bu.

    İkincisi, para politikası kullanılarak yapılan kurtarma operasyonlarının sonucunda “kamu borçlarının giderek artması”dır.

    “Firma zararlarının topluma ödetilmesi” anlamına gelen bu süreçte, kamu bütçeleri giderek daha büyük açıklar vermeye başladılar. Bunun iki temel sonucu oldu:

    Birincisi, kamu açıklarının yüksekliği kamunun “sahaya inerek” talebi canlandırması önünde en büyük engel olarak duruyor.

    İkincisi de yine kamu borçlarının yüksekliği, ana akım politika tepkisinin kemer sıkma olarak (austerity measures) şekillenmesinde katalizör rolü oynuyor.

    Sonuçta ortaya çıkan tablo:
    Kapitalist oyunun kuralları dahilinde, devletlerin krize müdahale için ellerinde olan araçların tükenmeye başlamasıdır.

    SONRASI?

    Tarihçi “Eric Hobsbawm”, 1990’ların ilk yarısında yayınlanan “Aşırılıklar Çağı” kitabını şu cümlelerle sonlandırmıştı:

    “Gelecek, geçmişin bir devamı olamaz, ve gerek dışsal gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var… İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu gelecek, geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü binyılı bu temelde kurmaya çalışırsak, başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır.”

    (“Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağ”, Çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınları, 1996)

    Hobsbawm’ın sözlerini konumuz açısından düşünürsek, eğer gelecek, geçmişin bir devamı olmaya devam edecekse, yani bizzat krizi yaratan ekonomi politikaları krizden sonra da uygulanmaya devam edecekse, bizi derin bir karanlık bekliyor demektir.

    Zira 2009’da krize karşı uygulanmaya başlanan para politikasının etkisinin, sadece, “sorunları geleceğe ertelemek” olduğu, 2016 itibariyle dünya ekonomisinde yaşanan sorunların hâlen sürmesi ile daha görünür hâle geliyor.

    Krize verilen tepki anlamında 2009’da açılan parantezin sonuna geliyor olabiliriz. Ancak 2009’dan daha kötü bir noktadayız. Çünkü artık “para politikası” işlevsizleşti ve “maliye politikası” ile yapılabilecekler oldukça sınırlı.

    (https://www.theguardian.com/business/2016/sep/26/the-return-of-fiscal-policy-a-step-in-the-right-dorection?CMP=Share_iOSApp_Other)

    Vardığımız yer şurası:
    Artık kapitalizm sonrası alternatifler üzerinde konuşmanın zamanı geldi de geçiyor!

    Doç. Dr. Ümit Akçay
    Atılım Üniversitesi
    İktisat bölümü öğretim görevlisi
    3 Ekim 2016

  214. Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’ne (AKAM) göre, olası bir genel seçimde siyasi partilerin oy oranları:

    AKP: %49.7

    CHP: %26.9

    MHP: %9.1

    HDP: %10.2

    http://www.avrasyaarastirma.com/?SyfNmb=1&pt=Anasayfa

  215. (Aşağıda tırnak içinde aktardığım cümleler İsmet Zeki Eyüboğlu’nun “Alevi-Bektaşi Edebiyatı” adlı kitabından alıntıdır.)

    “Bilimde yüzeysellik yoktur, yüzeysellik ancak bilim adına ortaya atılan tutarsızlıklarda, yöntemsizliklerde vardır.”

    Yüzeysellik, yani medeniyetin sadece son 150-200 yılına bakarak ona “kapitalizm” diye bir sistem adı vermek. Her olguyu bu kavramla açıklama çabası sonucu tutarsızlıkların, yöntemsizliklerin ortaya çıkması.

    “Yöntem bir bilinç ürünüdür, derinlere inmeyi, eyleme-davranışa iten anlayışı kavramayı gerektirir.”

    Derinlere, yani kapitalist dönem olan son 150-200 yıldan öncesine inmek. Medeniyeti bu son aşamaya iten anlayışı kavramak.

    “Bu nedenle yöntemde “alışılagelen”le yetinme, alışılageleni uygulama olmaz.”

    Alışalagelenle, yani “kapitalizm”, “sol”, “devrim”, “işçi sınıfı” gibi kavramlarla yetinme, bu kavramları kullananların alışılagelen yöntemlerini uygulama.

  216. Şehirli Pancho

    Akepenin yerel alandaki gücü: 15 Temmuz itibarıyla askerliğini er, onbaşı ve çavuş olarak yapmışlar, şu an kendilerini generallerle bir tutuyor. Mesela bir zabıta amiri, kendisini emniyet genel müdüründen, genelkurmay başkanından üstün görüyor. Tabii, millet iraaadesii ödülü bir tür!

  217. marxist argüman

    kapitalist necip’ten alinti:
    “Goodwin cekmenin pek de beceriksiz bir ornegi olmus bu. Goodwin cekmek’, herhangi bir tartismayi Nazilere, ‘Holoust’a veya Hitler’e baglayarak rayindan cikarmak amaciyla yapilan demagoji.”

    $imdi almanca wikipedianin “sozial darwinismus” maddesinden alinti:
    “In Hitlers Schrift “Mein Kampf” taucht die zentrale Metapher des Sozialdarwinismus bereits im Buchtitel auf und wird an unterschiedlichen Stellen als “Existenzkampf”, “Lebenskampf” oder auch als “Kampf ums Dasein” aufgegriffen.[111] Das Kapitel „Volk und Rasse“ gibt zunächst Darwins Prinzip des Existenzkampfs und der Selektion wieder, um dann den Kampf zwischen Arten auf den Kampf zwischen Menschenrassen zu übertragen.”

    darwin’in günahini almak ne kadar dogru bilmiyorum, cünkü darwin, bitki ve hayvan alemini inceleyerek gelistirdigi teorilerinin insan toplumu icin de gecerli oldugunu hicbir zaman iddia etmemistir, ve yine darwin irkci bir insan degildi. fakat yukardaki almanca alintida özetle, hitler’in “mein kampf/mücadelem” kitabinda darwin’in hayvan ve bitki alemi icin kullandigi “hayatta kalma mücadelesi” “yasam kavgasi” gibi kavramlari darwin’in ismini anmadan kullandigini, yine hitler’in kitabinin “halk ve irk” bölümünde “hayatta kalma mücadelesi” ve “dogal secilim” gibi darwin’in bitki ve hayvan türlerini inceleyerek teorilestirdigi prensip’i, hitler’in “insan irklari arasindaki mücadele” seklinde insan toplumlari icin kullanmaya basladigini yaziyor.

    nazi propaganda filmlerinde de bu konu aynen bu $ekilde i$leniyor.
    $imdi gelelim bizim hitler bozuntusu kapitalist necip’e. kapitalist rekabetin insanin genlerinden/icgüdülerinden kaynakli dogal bir rakabet oldugunu iddia eden ne ilk ne de son kapitalist, necip degildir, rockenfeller gibi multi milyarderlerde ayni tezleri savunuyorlar. halk deyimi ne diyor: “minareyi calan kilifini uydurur!”
    yani kapitalist rekabet düzenini “dogal” göstermenin ve insanlarin sirtindan servet biriktirip zenginlesmenin “ideolojik” kilifi da “e ne yapalim yani, gen’lerimizde var, hayat/gen’ler bize rekabeti dayatiyor, bizde geregini yapiyoruz!”

  218. FETÖ soruşturmasını yürüten emniyet müdürü FETÖ’den gözaltına alındı
    http://www.hurriyet.com.tr/feto-sorusturmasini-yuruten-emniyet-muduru-fetoden-gozaltina-alindi-40245341

  219. [Anlasildi. Bir onceki yorumla baslamak gerekiyor.]

    “kapitalist dünyanin tamamiyla rekabet üzerine in$a edildigini, kimse inkar etmiyor [..]”

    Araya luzumsuz kelimeler sIkistirarak, fuzuli seyler soyluyorsunuz.

    Sunu demek istiyorum: Su cumlenizdeki ‘kapitalist’ kelimelerini cikarmagi deneyelim:

    “dünyanin tamamiyla rekabet üzerine in$a edildigini, kimse inkar etmiyor [..]”

    Gorulecegi uzere, bu, hakikati cok daha iyi temsil ediyor.

    Ama, siz, ‘kapitalist’ takintiniz yuzunden, hep eksik tariflemek zorunda kaliyorsunuz.

    Ben, siz bu zihinsel prangalarinizdan kurtulasiniz diye ugrasiyorum.

    “fakat örnek, göcmen ku$larda böyle bir davrani$ görmüyoruz.”

    Yeterince dikkatli bakmadiginiz icindir.

    Gocmen atmaca ve sahinler bu davranisi pekala gosterirler.

    “insan denilen canlinin bilincli bir tercihle kurdugu toplumsal bir düzeni ve bu düzenin i$leyi$ prensiplerini, ilkelerini bazi hayvanlarin icgüdüsel davranislariyla karsilastirip, ‘insanin davranisida icgüdüseldir, icgüdüsel olanida elestirmek yanlistir, cünkü insanin elinde olan birsey degil’ diyen teorilerin amaci, mevcut sistemin varligini ‘me$ru/dogal’ olarak göstermeye calismak oldugu belli.”

    Bu, en az iki bakimdan eksik/hatali bir analiz.

    Birincisi, ozunde (sifir noktasinda) insanlarin da tam olarak boyle davranabildiklerini gosteren cok ornek var. Bunlari iskaliyorsunuz.

    Bir ornek: Ayni anda birden fazla bebek sahibi olmus herhangi bir anneye sorabilirsiniz. Annenin memesine (beslenme kaynagina) yonelik hayli sert bir rekabet vardir. Bunu o bebeklere ‘kapitalizm’ ogretmis degildir.

    [Anne karninda, rahminde, ikizini olduren bebeklerin gozlemlendiginden hic bahsetmeyelim.]

    Simdi gelelim ikinci sallamaniza.

    ‘Mesru’ ile ‘dogal’in ayni sey oldugunu saniyorsunuz –ya da benim oyle sandigimi saniyorsunuz.

    Alakasi yok.

    Ben, ‘dogal’ derken, baska (dissal) herhangi bir kisitlama ya da yonlendirme olmaksizin yonelinen davranis bicimlerinden bahsediyorum. [Anne memesine yonelik rekabet, mesela.]

    ‘Mesru’ ise, sozkonusu bireyin disindakiler tarafindan ‘kabul edilir bulunan’dir. Bu toplum olabilir, ya da muhatap olunan bir baska birey.

    [Annenin, bebeklerin arasindaki rekabeti ‘mesru’ bulmayip, esitlik yonunde mudahalede bulunmasi buna ornektir. Anne, olumcul rekabeti ‘mesru’ bulmamistir.]

    Baska bir deyisle, ‘dogal’ olan herseyin toplum tarafindan ‘mesru’ kabul edildigini/edilecegini farzedemeyiz. ‘Rekabet’ de bunlardandir –icinde bulunulan sartlara ve yogunluk derecesine bagli olarak, mesru kabul edilebilir veya edilmeyebilir.

    Kavramlari birbirine karistirmakta israr ettiginiz icin, sizdeki kafa karisikligini gidermek zor oluyor.

    “dikkat edilirse, nazilerin ‘hayat, tipki hayvanlar aleminde oldugu gibi ancak güclünün ayakta kalabildigi bir mücadeledir’ propagandasi, nazi rejiminin daha sonra yapacagi katliamlarin ideolojik gerekcesi oluyor. yani nazi rejimi bu propagandayi, alman toplumunu kendi icraatlarina ikna etmek, onlari taraftar olarak kazanmak icin yapiyor ve nazilerin bu propagandalarla cogu almanin destegini aldiklari biliniyor.”

    Bu hikayeden ‘Nazi’ kelimesini cikarip bir de oyle okuyun. Ardindan da, ‘cogu Alman’in neden hemfikir oldugunu tefekkur edin.

    Baska bir deyisle, kendinizi anti-Nazi saplantilardan kurtarip, o gunku sartlarda, neden bu bakis acisinin revac buldugunu analiz edin.

    Durustluk, hersey olmus bitmisken, olan bitene kendi ahlakci dayatmalarinizla etiket basmak degil.

    “soru: ‘kapitalist rekabet toplumunda’ ki rekabetin kaynagi nedir?
    örnek: ilkokula baslayan bir cocuk icgüdüsel olarak mi diger cocuklarla not yarisina giri$ir yoksa kapitalist egitim sistemimi ögrencileri daha iyi notlar icin yarisa mecbur eder?”

    Ilkokul cocuklarindan once, daha oncesine –bebeklik donemlerine mesela– bakarsaniz, durumu cok daha iyi analiz edebilirsiniz.

    Ama, oyle yapmak istemiyorsunuz, cunku tezleriniz cokecek. O yuzden, hikayeyi kurumsallasmis yapilarla muhatapliktan baslatiyorsunuz.

    Yanlis ediyorsunuz.

    “böylelikle ögrencilerin ‘rekabetci’ davranislarinin icgüdüsel degil, egitim/meslek hiyarar$isinde mümkün mertebe üst siralara tirmanma, mümkün mertebe alttaki ‘vasifsiz/siradan’ cogunluga dahil olmama cabasi oldugunu tespit etmi$ olduk.”

    Ve, tam anlamiyla, halt ettiniz.

    Rekabet, o ogrencilere, aniden –vahiy yoluyla filan– inmiyor. Hayatta kalma sansisnin daha yuksek oldugu, ‘daha iyi bir hayat’in pesinde, bu dedikleriniz gerceklesiyor. O da, onlarin benliklerinde zaten var olan rekabet gudusunun bir devamidir.

    “eski dildeki ‘fitrat’ kavramida yine modern kavramlar olan ‘icgüdü’ ve ‘gen/genetik/kalitsal’ anlaminda kullaniliyor.”

    Salliyorsunuz.

    Ben, ‘icgudu’nun eski dildeki karsilgini kullanmak isteseydim, ‘sevk-i tabii’ derdim. Yani, ‘dogasinin emrettigini yapmak’..

    Bu, aniden ortaya cikan tehlike karsisinda, dusunmege vakit olmadigi hallerde ortaya cikan davranislarin genel ismidir. Ust beyin yerine, ‘surungen beyni’ mudahil olur.

    [Kirk tane ismi var bu ‘beyin’in. ‘Limbic system’, ‘triune brain’, ‘reptilian brain’, ‘lizard brain’ vs vs. ]

    ‘Sivismak mi, savasmak mi?’ (‘fight or flight?’) kararini bu beyin verir. ‘Icgudu’den sorumlu olan beyin budur.

    Durup dusunmege firsat oldugu anda da normal beyin devralir.

    Ben, bu ‘normal beyin’in tercihlerine isaret ediyorum.

    ‘Fitrat’ bu baglamda ortaya cikan davranis bicimlerinin bir kismina verilen isimdir.

    ‘Bir kismina’ diyorum, cunku herseyi her zaman fitrat tayin etmez.

    Bu da, bizi, caglar boyunca devam eden ‘fitrat mi terbiye mi?’ (‘nature or nurture?’) sorusuna getirir.

    Bu sorunun, tehmin edildigi uzere, tek bir cevabi yoktur.

    Bazan birisi, bazan digeri, bazan da ikisinin karisimi demek daha akillicadir.

    Ama, sizin ‘her durumda fitrat onemsizdir’ yaklasiminizin yanlisligi da asikardir.

    Sizin, ve kendisine ‘solcu’ diyenlerin, ortak hatasidir bu: Insan davranislarinin tamaminin (ya da sosyal baglamda onemli olanlarinin) ‘terbiye’ (yani, ‘nurture’) yoluyla duzeltilebilecegini sanmak.

    Boyle bir utopyaniz var.

    Ve, hem acikli hem de komik olan tarafi sudur bunun:

    Durup durup Nazilerden filan kotucul ornekler verirsiniz de, (fitrata kokunden aykiri) boyle bir utopyanin (Nazilerden bin beter) baskiciliktan baska bir sekilde gerceklesemeyecegini anlamak bile istemezsiniz.

    O yuzden de, tarihteki bir suru ‘kurtarilmis bolge yaratmak’ hayalleri deneylerinin sonuclarinin hep husranla neticelenmis olmasindan ders almayip, bu hulya pesinde debelenip durursunuz.

    “marxistlerle fikir tarti$masini da hayatin dayattigi bir rekabet olarak kabul buyur! hodri meydan!”

    🙂

    Sizin ‘rekabet’iniz benimle degil; insanligin geri kalaniyla (sizden gayrisi ile).

    Ben ise, size bu gercegi anlatmakla mesgulum –bihude bir gayret olsa bile.

    Siz, icinde yasadiginiz sosyoekonomik ortami temelden degistirebileceginizi sanan, Yahya Kemal’in deyimizle “Mehlika Sultan’a âşık yedi genç” [ http://www.siir.gen.tr/siir/y/yahya_kemal_beyatli/mehlika_sultan.htm ] misali, butun bu gayretlerinizin toplaminin insanin sosyoekonomik evriminde mini minnacik bir mutasyon anlamina geldiginin dahi farkinda degilsiniz..

    Ve, dahasi, bu mutasyonlarin daha once denendigini, tutmadigini da goremiyorsunuz; gormek istemiyorsunuz.

  220. Trabzon’da bir şirkette çalışan işçi, çalıştığı yerin kasasından aldığı 154 bin TL’yi ateşe verdi, 94 bin TL alev alev yanarken paranın geri kalanı kurtarıldı.

    İşçinin, aylık maaşını alamadığı öne sürüldü.

    Trabzon’da bir şirkette çalışan H.K., iddiaya göre, çalıştığı şirketin kasasından 154 bin TL’yi aldı. Daha sonra Boztepe Mahallesi’nde bulunan inşaat alanına giden H.K, burada paraları yakmaya başladı.

    Çevredeki vatandaşların müdahale ederek engellediği şahıs sinir krizi geçirdi. H.K’nın şirkete ait inşaatta işçi olduğu 1 aydır maaş alamadığı öne sürüldü.

    9 Ekim 2016

    http://d.abcgazetesi.com/news/36897.jpg

    http://www.abcgazetesi.com/maasini-alamayan-isci-cinnet-getirdi-30449h.htm

  221. “darwin’in günahini almak ne kadar dogru bilmiyorum, cünkü darwin, bitki ve hayvan alemini inceleyerek gelistirdigi teorilerinin insan toplumu icin de gecerli oldugunu hicbir zaman iddia etmemistir, ve yine darwin irkci bir insan degildi.”

    Darwin’in kendisinin bir kabahi olmadigini kabul ederim.

    Fakat, gunun/devrin, ‘sinif mucadelesi’ne yakit olmaktan kurtarmamistir bu onu.

    Ozetle, hikaye soyledir:

    Avrupa’da, endustriyellesme ile birlikte, cok sayida, cok zengin olan insan ortaya cikti. Bunlar, yerlesik zenginleri (eski para) tahtindan ettiler; fakat, toplumda talip olduklari yeni konumlarinin mesrulugundan emin degildiler.

    Bunu mesrulastirmak icin, Darwin’in laflarina sarildilar. Madem ki ‘suvival of the fittest’ (‘en elverisli olan hayatta kalir’) mantikli bir onermedir ve madem ki kendileri ‘en basarili’ olmuslardir; bu iste bir hikmet vardir: Kendileri birer ‘ustun insan’dir; hersey onlar icin mubahtir.

    Bu yaklasim, sosyal Darwinizm, oyle boyle degil, Avrupa mahrecli her ideolojiye bir sekilde sizmistir. Hem liberaller hem de Naziler (ve digerleri) bunu bir sekilde istismar etmislerdir.

    ‘Eugenics’ bunlardan birisidir mesela: Fiziksel ve ya zhinsel ozurlu vb gibi ‘eksik’ ya da ‘hatali’ bulduklari insanlari ya oldurmek ya da uremelerine mani olmak. Daha sonralari da, bu kapsama, ‘fakir’leri katmak. Ardindan da, bir alt irk olarak kabul ettikleri zencileri vb de dahil etmek..

    Bunlarin tamami ya da bir kismini, mesela, Nazizmin ‘ustun irk’ gayretlerinde gorebiliriz. Digerleri de, basta liberalism olmak uzere, gunun revacta olan her ideolojisinde de vardir.

    Sosyal Darwinizmin, sosyal gelismelerin evrim sureciyle aciklanmaga calisilmasi degildir.

    Sosyal Darwinizmin, kisi veya kitlelerin baska kisi veya kitleler uzerinde mudahale hakkinin mesrulugunu tesis etmekte kullanilmasidir ve hem sakat hem de tehlikelidir.

    Bu bakimdan, hic de sasirtici olmadik bir sekilde, ‘solcu’lukla benzerlk gosterir: Kendi amaclarina uygun olan ‘dogru’lari, baskalarinin rizasi olmaksizin, onlarin hayatlarini hice sayarak, onlara dayatmak.

  222. === 1 ===

    Ben ise, size bu gercegi anlatmakla mesgulum…

    Anlattığın şey –gerçek– değil, –rüya–.

    Mihmandarlık [veya refakatçılık] yapmaktan öteye geçemiyorsun: François Quesnay, Anne Robert Jacques Turgot, Adam Smith, Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…

    Quesnay ve Turgot —ordre naturel— diye başlamıştı,

    Friedrich Hayek ve dönemdaşları —natural order— diye taklide devam etti,

    Necip, —kapitalizm kendiliğinden doğmuştur— sanrını ispat etmek uğruna, taklit ede ede, debeleniyorsun.

    === 2 ===

    Bu bakimdan, hic de sasirtici olmadik bir sekilde, ‘solcu’lukla benzerlk gosterir: Kendi amaclarina uygun olan ‘dogru’lari, baskalarinin rizasi olmaksizin, onlarin hayatlarini hice sayarak, onlara dayatmak.

    Bu ifadeyi şöyle yazmak gerek:

    Bu bakimdan, hic de sasirtici olmadik bir sekilde, ‘kapitalist’likle benzerlk gosterir: Kendi amaclarina uygun olan ‘dogru’lari, baskalarinin rizasi olmaksizin, onlarin hayatlarini hice sayarak, onlara dayatmak.

    Hâlâ anlamamakta ısrar, hâlâ —etrâk-ı bî idrâk— olmak isteği, Necip ve muadillerinde.

  223. marxist argüman

    sosyal darwinist kapitalist madrabaz necip’le yaptigimiz tartismayi iki tez halinde özetlemek mümkün:
    1. hayvanlarda gözlemledigimiz davrani$lari bire bir insanlara uyarlamak mümkün de degildir; dogru da degildir. kaldi ki hayvanlar aleminde de standard davranislar sözkonusu degil; türden türe cok farkli davranislar görüyoruz.
    2. insan, hayvanlar gibi dogada bulduguyla yetinmek zorunda olan bir canli degil; tabiati ve cevresini ihtiyaclari dogrultusunda degistiren, dönüstüre ve hatta yok edebilen, tahrip edebilen akil, mantik, arac-gerec, teknoloji ve bilimsel bilgiye sahiptir. araba, atom bombasi, gökdelen yapan insan toplumunu ve bu toplum iliskilerini kalkip hayvanlar alemindeki iliskilerle aciklamaya kalkan osmanli torunu MÜSIAD’li muhafazakar kapitalist necip gibilerinin derdi belli: kapitalist rekabet ve sömürü ili$kilerinin kaynagi olarak düzeni/devleti degil, insanin fitratini, icgüdülerini, genlerini sorumlu tutmak ve tartisma konusu yapmak.
    insanin, özgür iradesiyle, akliyla, mantigiyla hareket etme kabiliyetini yadsiyan; insanin, genlerinin, icgüdülerinin, fitratinin esiri oldugu tezinin uydurma oldugunu anlamak icin cevresine bakmasi yeter: tek tek bireyler ve farkli insan gruplari, toplumlari ve bunlarin yasamlari arasinda ki farkliliklar gözler önünde.
    örnek: en cok dillendirilen “annelik icgüdüsü.” günümüzde bircok kadin, $ayet toplum/devlet o imkani/serbestligi kendisine tanimi$sa, “ben cocuk yapmak istemiyorum, anne olmak istemiyorum” diyor ve gercektende cocuk dogurmuyor. görüldügü gibi burda “icgüdülerinin/gen’lerinin” esiri bir canli söz konusu degil; bilincli, özgür iradesiyle tercih yapabilen akla sahip canli sözkonusu.
    yine günümüz toplumunun ortaya cikardigi “dogum kontrol” imkani, bir kadinin ya da erkegin “ben cocuk yapmak istemiyorum” tercihini mümkün kilan faktör oluyor.

    yukarda “brexit” üzerine birseyler yazan yorumcunun yazdiklarina ekleme/tamamlama:
    -ingiltere, hem avrupa birligi icinde hem de disinda olan, istinai bir statüye sahip bir devlet.
    -avrupa birligine üye olan ülkelere brüksel, belli bir zaman sonra ulusal para birimini kaldirip, “euro” para birimini kullanmayi sart kosuyor. avrupa birligi üyesi bir devletin “euro”yu ortak para birimi olarak kullanmaya baslamasi demek, sözkonusu bu devletin kendi merkez bankasinin para basma yetkisini, avrupa merkez bankasina (EZB) devretmesi, yani bu “ulusal egemenlik” hakkindan feragat etmesi, taviz vermesi anlamina geliyor. örnek, yunanistan, iflas eden bir devlet olarak parasizlik komasina girdigi halde, para basamadi; avrupa merkez bankasinin, IMF’nin, brüksel’in ve özel finans kurumlarinin verecegi krediye mecburen bagimli kaldi.
    -ingiltere, avrupa birligiyle yaptigi özel anlasmalar sayesinde ulusal para birimini, sterlini kaldirip, bir nevi alman mark’in devami olan euro’yu kullanma mecburiyetinden muaf kaldi. böyle bir ayricalik ingiltere icin neden önemliydi:
    birincisi, sterlin, zaten dünya capinda gecerli ve degerli bir para birimi.
    ikincisi, londra’da ki finans merkezi, new york’la beraber dünya finans merkezlerinden bir tanesidir.
    -ingiltere, yine avrupa birligiyle yaptigi özel antlasmalar sayesinde $engen anlasmasi yükümlülüklerinden, avrupa ordusu, “avrupa birlesik devletleri” gibi projelere katilmama, bunlardan muaf olma hakkini elde etmistir.
    -avrupa birligi “euro” para birimine gectikten sonra, euro ile ticaret yapan bankalarin, finans kurumlarinin toplandiklari merkezden biride londra olmustur. bu durum ingiltere’nin ulusal ekonomisine katkida bulunup ve sterlin’in daha da degerlenmesine yol acarken, euro’yu kullanan avrupa devletlerini, basta almanya olmak üzere rahatsiz etmistir. avrupa birligi bundan dolayi, londra merkezli olarak euro ile ticaret yapan bankalarin avrupa birligi SINIRLARI icinde sube acma mecburiyeti gibi yöntemlere ba$ vurmus, ingiltere ile mahkemelik olmus, ingiltere mahkemeyi kazanmisti.
    -2008 de baslayan finans krizinin avrupayi da krize sürüklemesinde, dolar ve euro ile ticaret yapan londra merkezli banka ve finans kurumlarinin büyük payi olmustur; londra merkezli finans ticareti, avrupa birliginin en ücra köselerine kadar yayilmisti.
    -2008’den bu yana krizi atlatmaya calisan euro ülkeleriyle ingiltere arasinda ki catlak gitgide büyümüs; euro ülkelerinin krizi a$ma stratejisi cercevesinde icine kapanma ve blok halinde ortak hareket etmeleri, ingiltere’nin avrupa birligi icindeki belirleyici rolünü tehdit etmis; bu asamada ingiltere, euro ülkelerinden taviz koparmak icin avrupa birliginden cikmayi referanduma sunmayi bir tehdit olarak gündeme almisti.
    -avrupa birliginin lider ülkesi almanya, ingiltere’yi avrupa birligi icinde tutmak icin özellikle cabalamistir:
    birincisi, almanya-fransa cekismesinde, almanya, ingiltere’yi dengeleyici güc olarak önemsemistir.
    ikincisi, ingiltere’nin avrupa birliginden cikmasi, “global player” olma hedefiyle hayata gecirilen “avrupa birligi (AB)” adli emperyalist projenin sekteye ugramasi anlamina geliyor. neticede ingiltere siradan bir üye degildi: avrupa birligi bütcesine en fazla katkida bulunan ikinci ülke; atom silahlarina sahip önemli bir NATO ülkesi ve birlesmis milletlerde veto hakkina sahip, dünya siyasetinde söz sahibi bir devlet.
    -simdi ayrilma kosulari icin pazarliklarin baslama arifesinde ingiltere’nin avrupa birligi ve pazarina ihtiyaci oldugu kadar, avrupa birliginin de ingiltere’ye, londra finans merkezine ve pazarina ihtiyaci var.
    diger yandan, brexit’in domino etkisi yapmamasi, avrupa birligi icinde ki diger “ayrilikci/ulusalci” akimlari güclendirmemesi icin basta almanya olmak üzere, strateji belirlenmeye calisiliyor: üye ülkelere bir takim egemenlik haklarini geri tanimak mi daha iyi olur yoksa avrupa birligi icinde ki uluslarüstü/supranational “entegrasyonu” daha da güclendirmek/derinlestirmek mi daha dogru olur?

  224. “François Quesnay, Anne Robert Jacques Turgot, Adam Smith, Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ludwig von Mises, Murray Rothbard, Llewellyn Rockwell, Walter Block, Robert Nozick…”

    Yok, yok. O liste yeterli degil. O yuzden sacmaliyorsunuz.

    Asagiya kisa bir liste ekledim.

    Bu listedeki dusunurlerin eserlerini okuyun, ondan sonra bakalim hala daha ayni seyleri yaveleyecek misiniz.

    A.J. Ayer
    A.O. Lovejoy
    Abraham ibn Daud
    Adam Smith
    al-Faràbi
    al-Ghazali
    al-Kindi
    al-Razi
    Alain Badiou
    Alan Turing
    Alasdair MacIntyre
    Albert Camus
    Albert the Great
    Alcidamas
    Alexander Gottlieb Baumgarten
    Alexius Meinong
    Alfred North Whitehead
    Alfred Tarski
    Allan Bloom
    Alvin Plantinga
    Anaxagoras of Clazomenae
    Anaximander of Miletus
    Anaximenes of Miletus
    Andrew Seth Pringle-Pattison
    Anne Conway
    Anselm
    Anthony Ashley-Cooper
    Antiphon
    Antisthenes
    Antoine Arnauld
    Antonio Gramsci
    Archelaus
    Aristippus of Cyrene
    Aristotle
    Arnold Geulincx
    Arthur Schopenhauer
    Auguste Comte
    Augustine of Hippo
    Augustus De Morgan
    Averroes
    Ayn Rand
    Baltasar Gracián
    Baron d’Holbach
    Baruch Spinoza
    Benedetto Croce
    Bernard Bolzano
    Bernard Bosanquet
    Bernard Mandeville
    Bernard Williams
    Bertrand Russell
    Blaise Pascal
    Boethius
    Boetius of Dacia
    Bonaventure
    Brand Blanshard
    C. D. Broad
    C.I. Lewis
    C.L. Stevenson
    Carneades
    Catherine Cockburn
    Charles Darwin
    Charles de Secondat
    Charles Sanders Peirce
    Charles Taylor
    Christian Wolff
    Chrysippus of Soli
    Cicero
    Claude Adrien Helvétius
    Comte de Saint-Simon
    Cook Wilson
    Cornel West
    Cratylus
    Critias of Athens
    Damaris Masham
    David George Ritchie
    David Hartley
    David Hume
    David K. Lewis
    David Malet Armstrong
    Democritus of Abdera
    Denis Diderot
    Derek Parfit
    Desiderius Erasmus
    Diagoras of Melos
    Diogenes of Apollonia
    Diogenes of Sinope
    Donald Davidson
    Dugald Stewart
    Duns Scotus
    E. Nagel
    Echecrates
    Edmund Burke
    Edmund Husserl
    Edward Caird
    Elizabeth Cady Stanton
    Émile Durkheim
    Emma Goldman
    Emmanuel Levinas
    Empedocles
    Epicharmus of Kos
    Epictetus
    Epicurus
    Ernest Addison Moody
    Ernst Cassirer
    Ernst Mach
    Etienne de Condillac
    Eudoxus of Cnidus
    Eugen Fink
    F.H. Bradley
    F.W.J. von Schelling
    Ferdinand de Saussure
    Francis Bacon
    Francis Hutcheson
    Francisco Suarez
    Frank P. Ramsey
    Frantz Fanon
    Franz Brentano
    François de La Mothe Le Vayer
    Friedrich Engels
    Friedrich Nietzsche
    Friedrich Schiller
    Friedrich Schleiermacher
    Friedrich Waismann
    G.E. Moore
    G.W.F. Hegel
    Gabriel Marcel
    Galileo Galilei
    Gaston Bachelard
    Gayatri Chakravorty Spivak
    Georg Lukács
    George Berkeley
    George Herbert Mead
    George Santayana
    Georges Bataille
    Geraud Cordemoy
    Gersonides
    Giambattista Vico
    Gilbert Ryle
    Gilles Deleuze
    Giordano Bruno
    Giorgio Agamben
    Giovanni Gentile
    Giuseppe Peano
    Gorgias
    Gottfried Leibniz
    Gotthold Ephraim Lessing
    Gottlob Frege
    Guy Debord
    H.A. Prichard
    H.H. Price
    H.L.A. Hart
    Hannah Arendt
    Hans Kelsen
    Hans Vaihinger
    Hans-Georg Gadamer
    Harriet Taylor Mill
    Hasdai Crescas
    Henri Bergson
    Henri Poincaré
    Henry David Thoreau
    Henry More
    Henry Sidgwick
    Heraclitus of Ephesus
    Herbert Marcuse
    Herbert of Cherbury
    Herbert Spencer
    Hermann Lotze
    Hilary Putnam
    Hippias
    Hippo
    Hugo Grotius
    Iamblichus of Syria
    Ibn Gabirol
    Ibn Sina
    Immanuel Kant
    Ion of Chios
    Isaac Newton
    J. L. Mackie
    J. M. E. McTaggart
    J.L. Austin
    Jaakko Hintikka
    Jacques Derrida
    Jacques Lacan
    Jacques Maritain
    Jacques Rohault
    James Mill
    Jane Addams
    Jean Baudrillard
    Jean Buridan
    Jean d’Alembert
    Jean Meslier
    Jean-Baptiste Lamarck
    Jean-Jacques Rousseau
    Jean-Luc Nancy
    Jean-Paul Sartre
    Jeremy Bentham
    Jerry Fodor
    Johann Gottlieb Fichte
    John Austin
    John Calvin
    John Dewey
    John Gay
    John Howard Yoder
    John Locke
    John Norris
    John Philoponus
    John Ralston Saul
    John Rawls
    John Searle
    John Stuart Mill
    John the Scot
    John Toland
    John Wycliffe
    Joseph Butler
    Joseph de Maistre
    Joseph Glanvill
    Josiah Royce
    José Ortega y Gasset
    Joxe Azurmendi
    Judith Butler
    Julien La Mettrie
    Jürgen Habermas
    Karl Barth
    Karl Groos
    Karl Jaspers
    Karl Marx
    Karl Popper
    Ken Wilber
    Kurt Gödel
    Leo Strauss
    Leucippus of Miletus
    Lorenzo Valla
    Louis Althusser
    Lucretius
    Ludwig Feuerbach
    Ludwig Wittgenstein
    Lycophron
    Madame de Staël
    Maimonides
    Marcus Aurelius
    Margaret Cavendish
    Margaret Fuller
    Marin Mersenne
    Marshall McLuhan
    Marsilio Ficino
    Marsilius of Padua
    Martin Buber
    Martin Heidegger
    Martin Luther
    Mary Wollstonecraft
    Maurice Merleau-Ponty
    Max Scheler
    Max Stirner
    Max Weber
    Meister Eckhart
    Melissus of Samos
    Michel de Montaigne
    Michel Foucault
    Miguel de Unamuno
    Mikhail Bakunin
    Moritz Schlick
    Mortimer Adler
    Moses Mendelssohn
    Niccolò Machiavelli
    Nicholas of Cusa
    Nicolai Hartmann
    Nicolas Malebranche
    Nicole Oresme
    Nikolai Berdyaev
    Noam Chomsky
    Otto Neurath
    P. F. Strawson
    P.J. Proudhon
    P.S. de Laplace
    Parmenides of Elea
    Paul Ricœur
    Peter Abelard
    Peter Lombard
    Peter Singer
    Petrus Ramus
    Pherecydes of Syros
    Philo
    Pico della Mirandola
    Pierre Bayle
    Pierre Bourdieu
    Pierre Charron
    Pierre Duhem
    Pierre Gassendi
    Pierre Nicole
    Pierre Teilhard de Chardin
    Plato
    Plotinus
    Porphyry
    Proclus
    Prodicus of Ceos
    Protagoras of Abdera
    Pyrrho of Elis
    Pythagoras of Samos
    R. M. Hare
    Ralph Barton Perry
    Ralph Cudworth
    Ralph Waldo Emerson
    Ramon Llull
    René Descartes
    Richard Cumberland
    Richard Price
    Richard Rorty
    Richard Whately
    Robert Boyle
    Robert Filmer
    Robert Grosseteste
    Robert Nozick
    Roger Bacon
    Roland Barthes
    Roman Ingarden
    Rosa Luxemburg
    Rudolf Carnap
    Saadia Gaon
    Samuel Alexander
    Samuel Clarke
    Samuel von Pufendorf
    Saul Kripke
    Seneca the Younger
    Sextus Empiricus
    Siger
    Simon Foucher
    Simone de Beauvoir
    Simone Weil
    Sir Thomas More
    Sir William Hamilton
    Slavoj Zizek
    Socrates of Athens
    Sojourner Truth
    Speusippus
    St Francis of Assisi
    Strato of Lampsacus
    Susan B. Anthony
    Susanne Langer
    Sylvain Maréchal
    Søren Kierkegaard
    T.H. Green
    Thales of Miletus
    Theodor Adorno
    Theophrastus
    Thomas Aquinas
    Thomas Hobbes
    Thomas Jefferson
    Thomas Nagel
    Thomas Reid
    Thrasymachus of Miletus
    Timaeus of Locri
    Timon
    Tom Regan
    Vilfredo Pareto
    Voltaire
    W. K. Clifford
    W.D. Ross
    Walter Benjamin
    Walter Terence Stace
    Wilfrid Sellars
    Wilhelm Dilthey
    Willard van Orman Quine
    William Godwin
    William James
    William of Ockham
    William Paley
    William Whewell
    Xavier Zubiri
    Xenocrates
    Xenophanes of Colophon
    Xenophon
    Zeno of Citium
    Zeno of Elea
    Zygmunt Bauman

  225. örnek: en cok dillendirilen “annelik icgüdüsü.” günümüzde bircok kadin, $ayet toplum/devlet o imkani/serbestligi kendisine tanimi$sa, “ben cocuk yapmak istemiyorum, anne olmak istemiyorum” diyor ve gercektende cocuk dogurmuyor. görüldügü gibi burda “icgüdülerinin/gen’lerinin” esiri bir canli söz konusu degil; bilincli, özgür iradesiyle tercih yapabilen akla sahip canli sözkonusu.
    yine günümüz toplumunun ortaya cikardigi “dogum kontrol” imkani, bir kadinin ya da erkegin “ben cocuk yapmak istemiyorum” tercihini mümkün kilan faktör oluyor.

    BAZI insanlar çocuk yapmayabilir, ama nesil tükeneceği için TOPLUMun böyle bir imkanı YOKTUR.
    Bu FITRATa aykırı bir durumdur çünkü.
    Buradan şu sonuca varabiliriz:
    Toplumun (dolayısıyla o toplumun kurallarının) büyük ölçüde dışında yaşayan BAZI insanlar toplumsal düzenin (kapitalizmin vs.) dışında kalabilir.
    Ama bütün TOPLUMun böyle olabilmesine (düzensizliğe ya da bugün için kapitalizm dışı bir düzene) İMKAN YOKTUR.

    “Bu bakimdan, hic de sasirtici olmadik bir sekilde, ‘kapitalist’likle benzerlk gosterir: Kendi amaclarina uygun olan ‘dogru’lari, baskalarinin rizasi olmaksizin, onlarin hayatlarini hice sayarak, onlara dayatmak.”

    Bu ifadeyi de şöyle düzeltmek gerek:

    “Bu bakımdan DOĞA, hiç de şaşırtıcı olmadık bir şekilde, kendi amaçlarına uygun olan ‘doğru’ları (İÇGÜDÜLERİ), başkalarının rızası olmaksızın, onların hayatlarını hiçe sayarak, onlara dayatır.”

  226. …Eğer dünyada servet eşit olsaydı kimse kimseye hizmet etmezdi. Herkes bir Efendi kesilip ortada hizmet edecek adam bulunmazdı. İnsanları birbirine hizmet zorunluluğunda bırakan ancak ihtiyaçtır…
    …Küçük büyük herkes anlamıştır ki, medenî cemiyetten murat insan için gerekli şeyleri elbirliği ile elde etmektir…
    …Ekmekçi yalnız beş on para kazanabilmek için sanat icra etmiyor. Medenî cemiyette ekmek yapmak hizmeti kendisine düştüğü için yapıyor…
    …Tarım, endüstri, ticaret gibi hizmetlerde hizmet edici kimdir, hizmet edilen kim? Bütün insanlar hizmet edici ve yalnız medenî cemiyet hizmet edilendir…
    …Bir hamal sizin yükünüzü taşıdığı zaman yalnız sizden alacağı iki kuruşa muhtaç olduğu için taşımıyor. Siz de yükünüzü taşıtmak için hamala muhtaçsınız. Demek oluyor ki hamal sizin yükünüzü taşıyarak size hizmet ediyor. Siz de hamala para vererek ona hizmet ediyorsunuz. Yani ikiniz de hizmet edicisiniz. Ortada hizmet edilen biri varsa o da yalnız toplumdur…
    (A. Cerrahoğlu – TÜRKİYE’DE SOSYALİZMİN TARİHİNE KATKI)

    …Nitekim dünyalıkta da herkes üstün mevkiler elde etmek için çalışsa, hepsi birden alelade sanatları terketseler yine nizam bozulurdu. Düzenin bozulmasıyla dünya da harab olurdu…
    (Gazali, İhyau Ulumi’d-Din (1975), c.II, s.276.)

  227. marxist argüman

    demokrasi ve o’nun laiklik ilkesini idealize eden sosyalistlerin/anar$istlerin ele$tirisi:

    “özgür üniversite” sayfasinda fikret ba$kaya hocadan alinti:
    “Bir rejimin laikliğinden söz edebilmenin koşulu: Dinin hiçbir politik işlev üstlenmemesi, politikanın da dine karışmamasıdır. Eğer siz dine karışırsanız, din de size karışır… Aynı Türkiye’de olduğu gibi.”

    $imdi m. kemal’den alinti:
    “…Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.” ~ Mustafa Kemal Atatürk

    fikret hoca’nin söylediklerini kemalist cepheden, diyelimki bir chp’li ya da bir general söylese anla$ilir, ki söylüyorlarda, fakat, bu sözler marxizm/sosyalizm adina savunuluyorsa, ortada ideolojik bir kafa karisikligi/bilinc bulanikligi oldugu ortada. öyleyse bu ideolojik kafa karisikliginin, bu bilinc bulanikliginin kaynagini tespit etmek $art.
    fikret hocanin yazilarini takip edenler bilir: bir yandan “radikal” bir kapitalizm ve emperyalizm elestirisi, diger yandan “gelismis demokrasiler” olarak anilan kuzey amerika ve avrupanin siyasi yönetim bicimi olan demokrasi ve o’nun laiklik ilkesinin idealize edilmesi ayni anda yapilir. bu idealist bakis acisi fikret hocanin $u gercegi idrak etmesini engelliyor: demokrasi ve o’nun laiklik ilkesini kapitalist ekonomiden bagimsiz düsünmek mümkün degildir; en azindan tarih sahnesine ciki$ acisindan düsünürsek, “demokrasi” ve “rekabetci piyasa ekonomisi” ikiz kardestirler. dolayisiyla bir yandan kapitalizmi/emperyalizmi elestirip diger yandan demokrasiyi ve o’nun laiklik ilkesini idealize etmek tutarli/dogru bir sistem elestirisi degildir. böylesi bir elestirinin sosyalistleri görürecegi yer kemalist chp ve ordunun saflaridir, nitekim öylede oluyor.

    fikret hocadan alinti:
    “Bizde hiç bir zaman devlet ve onun geleneksel ideolojisi olan dinle cepheden bir hesaplaşma olmadı. Eski rejimle ideolojik bir hesaplaşma olmadı…”

    laiklik nedir, diyerek, o’nu oldugu gibi analiz edip anlamak yerine, fikret hocanin yaptigi gibi idealize edilirse, sonucta insani vardiracagi yer gercekleri inkardir; siyasi gercekleri kendi idealist dünyasina uydurma cabasidir.
    fikret hoca burda hangi gercekleri inkar ediyor: sanki jön türklerin ve kemalist rejimin, eski osmanli rejimiyle, o’nun padisahlik, hilafet ve $eriat rejimiyle hem de radikal bir hesaplasmasi olmamis gibi yapmak.
    kemalist rejimin osmanli imparatorlugunun $eriat düzeni yerine, T.C. denilen ulusal devleti kurdugunu, bunu yaparkende “muasir medeniyet” dedikleri bati kapitalizmini, o’nun demokrasi modelini, ulus devletini örnek aldigini, bunun icin “inkilap” dedikleri sayisiz reformlar yaptiklarini fikret hoca, sirf kendi idealist dünya ütopyasina uymuyor diye yok sayiyor.
    laik kemalist devlet fraksiyonuyla islamci/muhafazakar devlet fraksiyonunun cumhuriyet kuruldugundan beri tam da “laiklik” konusunda ki görüs ayriliklarini yok sayiyor; islamci/muhafazakar fraksiyonun, kemalist rejimin tamda din ve laiklik konusunda ki reformlarindan dolayi kemalistlere bircok suclama yaptiklarini görmezden geliyor.
    fikret hocanin gercekleri ba$üstü ceviren bu idealist bakis acisinin en sonunda yapacagi elestiride $undan ibaret: “kemalist rejim hicbir zaman laik olmadi, laiklik normalde cok harika bir seydir, kemalistlerin laikligi gercek laiklik degildir, olamaz, inanmiyorum.”
    dikkat edilirse sözümona marxizm adina yapilan böyle bir elestiri:
    birincisi, laiklik derken, tamda o cok elestirdigi kapitalist batinin laikligini ölcü/kriter olarak aliyor: “batida diyanet diye bir bakanlik yok, kemalistlerin laikligi yeterli degildir, benim hayalimdeki laiklik idealine tam uymuyor” tepkisinden baska birsey degil.
    ikincisi, sosyalistlerin yapmasi gereken $ey, din’e köklü bir elestiri yapilmiyor; akil ve mantigi devre di$i birakan din’i dogmalar, “tanri” fantazisi elestirilmiyor.
    yapilan elestirinin icerigi $undan ibaret: devleti yönetmeye talip politikaci pozlariyla ya da devlet icin kaygilanan vatandas pozlariyla “din’i, devlet islerinden tamamiyla dislamak lazim, bunu kemalistler hakkiyla yapmadilar, akp hükümeti de zaten tam tersi yönde hareket ediyor.”
    dikkat edilirse, böylesi bir elestiri kapitalist devleti/düzeni köklü elestiren marxist bir elestiri olmak orda kalsin, devlete/düzene ayar vermeye calisan, “sayin hükümet yanlis yoldasin, din’i devlet islerine bulastirmaktan vazgec” seklinde, “yikici” degil, son derece “yapici” bir elestiridir.

  228. "Tarih tersine dönmez"

    PKK
    Kürdleri “ilkel komünal” topluma
    Karşıtları
    “Aşiretçiliğe” geri götürmeye çalışıyor;
    Tarih tersine dönmez, sadece dönekler döner…

    -Nasname’nin facebook sayfasından-
    https://www.facebook.com/Nasname.Sayfasi/

  229. Şu da Nasname’den;

    Rousseau
    Teknolojiye tepki olarak Doğaya dönüşü önerdi;
    PKK
    Teknoloji sahibi devleti kutsayıp
    Doğal yaşayan Kürdleri doğaya mahkum etti!…

    Anlaşılan
    Sağdan soldan aşırttığı bilgilerle “asrın filozofu” olan Abdullah Efendi
    Rousseau da yanlış anlamış; algılayamamış…

    https://www.facebook.com/Nasname.Sayfasi/photos/a.674987272541172.1073741828.674782659228300/1237118316328062/

  230. Bu içgüdü tartışmalarında içgüdülerin aslen kötü olduğu varsayımı gibi bir hava esiyor bazen. Sanki zımnen böyle bir görüş savunuluyor. İçgüdüler bencilce de kullanılabildiği için böyle düşünülüyor. Bu durum içgüdülerin aslen kötü olduğu anlamına gelmez. En azından tamamen kötü oldukları ya da bütün içgüdülerin kötü olduğu anlamına gelmez.
    Örneğin hayatta kalmak amacıyla yemek için öldürmek kötü olsa bile zorunluluktandır. Asıl kötü olan bu konudaki aşırılıklardır (bu insan dışındaki bazı türlerde de olabilir, dolayısıyla sadece kapitalizme veya sosyal düzene bağlamak da doğru olmayabilir).
    Cinsel içgüdü de böyledir. Kötüye de (tecavüz, fuhuş gibi) kullanılabilir iyiye de (aşk ve sevgi gibi). Bunun da kötüye kullanılmasının farklı nedenleri olabilir. Kapitalizmle ilgili veya ekonomik nedenleri olabilir. Fuhuş, pornografi gibi. Ama burada da her şeyi kapitalizme bağlamak doğru olmaz. Örneğin bazı erkekler tecavüz edebilir veya fuhuşu isteyebilirken bazıları da bunları yapamaz. Çünkü böyle şeyler onların kişiliğine (doğalarına, fıtratlarına da diyebiliriz) aykırıdır.

  231. Bir Çin atasözü “Ülkeler at üzerinde fethedilebilir, ama at üzerinde yönetilemez.” der.

    Türkiye devletinin iyi yönetilememesinin nedenlerinden biri yöneticilerinin at üzerinden hala tam olarak inememeleri olmasın?

    Bu durumun güneydeki iki komşumuz için de -Türkiye’den de çok- geçerli olduğunu da söyleyemez miyiz?

  232. marxist argüman

    fikret baskaya’nin “laik idealist” düsüncelerinin elestirisi 2:

    özgür üniversite sayfasinda, fikret hoca’dan alinti:
    “Devrimciler ve gerçekten demokrasiden yana olanlar, laikliği olmazsa olmaz bir gereklilik ve zorunluluk olarak görmek zorundalar. Aksi halde daha baştan iddiaları boşa çıkar. Zira, başta da söylediğim gibi, laiklik, demokrasinin, özgürlüklerin, sosyal eşitliğin üzerinde yükseldiği temeldir. O temeli önemsemeyen hiç bir sol, ilerici, sosyalist hareketin bir şeyler kazanma şansı yoktur.”

    türkiyede islamcilar, devletin laik programini degistirdikce, fikret baskaya gibi aydinlarin ekonomi/maddi eksenli mücadeleyi bir kenara birakip, laik/kemalist eski T.C.’yi kurtarma ya da geri getirme telaslari da o derece artiyor. fikret baskaya’nin ben son yillarda T.C.’nin/akp’nin ekonomi politikalari ya da calisanlarin emek mücadelesi üzerine tek bir yazisina denk gelmedim. varsa yoksa laiklik; bunu “laik akil tutulmasi” olarak adlandirmak yanlis olmaz sanirim.

    $imdi fikret hocanin “laiklige” atfettigi meziyetlerin asli var mi yok mu, mercek altina alalim.
    laikligin demokrasi denilen cok partili parlamenter rejimlerin ilkelerinden biri oldugu dogru. fakat laiklik gercekten özgürlüklerin teminati midir? bir demokrasi idealisti olan fikret hocanin “özgürlükler” derken, bati demokrasilerinde ki bireysel hak ve özgürlükleri kastettigi belli oluyor.
    örnegin, real sosyalist rejimler din’i devlet/kamu alanindan dislama anlaminda tam laiktiler, fakat kisisel hak ve özgürlükler anlaminda burjuva demokrasisinin bile gerisine düstüklerini biliyoruz.
    yine hitler, musollini gibi fa$ist rejimlerde yine laik rejimlerdi, ama liberal anlamda hak ve özgürlüklerin yok oldugunu biliyoruz.
    yine mao’nun ölümünden sonra rekabetci pazar ekonomisine yani kapitalist ekonomiye gecis yapan cin devletide laiktir ama klasik bati demokrasisini en azindan simdilik cin de göremiyoruz.
    diger bir örnek, 2007/2008 yilina kadar laik kemalist generallerin hep son sözü söyledi ve “irticanin” rejim icin “tehdit” olarak kategorize edildigi cumhuriyet tarihi boyunca kisisel ya da etnik/dini hak ve özgürlükler bugünkünden daha iyi degildi.
    saddam ve esad rejimleri de yine laiktiler.
    sonuc: laiklik’in “özgürlüklerin” olmazsa olmaz $arti oldugu temelsiz bir iddiadir.

    fikret hocanin akil ve bilincleri bulandiran en vahim iddiasi ise $udur: “laiklik sosyal esitligin üzerinde yükseldigi temeldir.”

    kapitalist dünya gercekleriyle alakasi olmayan bu “laik idealist” iddiayi cürütmek zor degil:
    bunun icin demokrasinin ve laikligin anayurdu amarikada ki özellikle siyahlarin yasadigi gettolara, bu gettolarda ki sefalet ve siyahlarin maruz kaldiklari irkciliga bakmak yeter.
    yine demokrasi ve laikligin anayurdu avrupaya, sefaletin günlük hayatin bir parcasi oldugu dogu avrupayi, balkanlari geciyorum, biz “gelismis demokrasiler” olan almanya ve fransada ki yoksulluga bakalim. almanyada cöplerden depozito $ise toplayarak yasamaya calisanlara, berlin de insan pazarinda 2-3 euroya insan pazarinda i$ dilenen dogu avrupali i$cilere bakalim; fransa banliyölerinde devletin bile umudunu kesip kendi kaderine terk ettigi insanlara bakmak yeter.
    evet, fikret hocanin laiklige atfettigi meziyetlerin asilsizligi, idealist/moralist dünya görüsünün insani, dünya gerceklerinden nasil uzaklastirdigina iyi birer örnektir bence.

  233. 222 Necip’e
    Kitap kapakları listesi çıkartmışsın…
    birinden öğrenmiş olmalısın!
    100-200 yıl önce yaşamış olan sonrakileri okumadı…
    Ne olacak şimdi?

    Sonra okumak neye yarar; önyargılarla, bencillikle dolu bir insan ile “karşıtının” okumaları aynı olur mu?
    Sonra iyi bak; bu insanların çoğu bir anlamda benzer “çıkarsamaları” yazar; birbirleri ile konuşurlar…
    Senin gibilere de böylesi akıl dışı gösteriler kalır.. O “birisi” gibi…
    M. Argüman ile sen bir madalyonun iki tarafısınız… Benzer ezberci, yinelemeci gevezelik dolu.

  234. “Kitap kapakları listesi çıkartmışsın…”

    Dusunur/filozof isimlerini ‘kitap kapagi’ sanan birisi bana “Benzer ezberci, yinelemeci gevezelik dolu” oldugumu soylemis.

    Iltifati bu sozde zahirdir.

  235. Kapitalizmi savunMAyan [ve birçoğu, kapitalizmi eleştiren] listenin sonunda –Adam Smith– ismi, listeyi hazırlarken yanlışlıkla yazılmıştır.

    Adam Smith, —iştahla savunduğun 20. & 21. yüzyıl kapitalizminin temellerini atan, ve senin, refakatçılığını yapmaktan gurur duyduğun isimler şunlar [–isimler– derken işaret ettiğim, –aşağıdaki isimlerin beyinlerinden çıkanlar–.]— kısmına dahildir.

    Düzeltir, site ziyaretçilerinden özür dilerim/z.

  236. Temel kavramlarla baslasak..

    Su kelimelerin anlamlarini yazar misiniz –kendi kelimelerinizle lutfen.

    1) kapital

    2) kapitalist

    3) kapitalism

  237. necip gibi samimiyetsiz, laf ebeleri .çoğunu okumadığı ve anlayamayacağı düşünür-kitaplar üzerinden konuşmayı sever. kendini “mühim” adam sandırmak isteyenlerin aptalca yöntemlerine sığınır. bu adamların kitaplar aracılığıyla konuştuğunu anlamazdan gelir ve eleştirinin adam-kitap değil, bu aşağılık kompleksine ait olduğunu savuşturmak için de laf ebeliğini sürdürür..bu da onun sorunu ama bu karakter bir tiksinti refleksi uyandırıyor.. “tahsil” cehaleti alabilir ama..

  238. sözün kisasi : mogollarin sarkisinda dendi gibi bol keriz bol enayi üttü veriler garide gari gari…….sikidimda mikidim gari ohh ohhh………
    90larin parcasi hala aktüell ve malesef ülkenin insanini anlatiyor!

    tabii ondan sonra bir birsey yapmali deriz kapiliriz bir havaya……….ardindan gelir bir arabesk!!!batsin bu dünya……biz böyleyiz iste………umarim bu ülke mizahini kaybetmemisdir.

  239. RECEP TAYYİP ERDOĞAN İKTİDARI GAYRI MEŞRUDUR!

    Recep Tayyip Erdoğan iktidarı nesnel hukuk açısından meşruiyetini tümüyle yitirmiştir. Doğal olarak, meşru olmayan bir iktidara karşı mücadele etmek, direnmek ve savaşmak haklı ve meşrudur.
    Bu belirleme nesnel bir gerçekliktir.
    Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan iktidarı, kendini ve partisini vareden ve iktidara getiren anayasal hukuku değişik yollarla (“torba yasalar”la, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yönetmeliklerle vb.) işlevsiz hale getirmiştir. Giderek de, bu işlevsiz kılınan anayasanın “yasallığına” (kanuniliği) dayanarak fiilen (de facto) yeni bir düzen kurmaya yönelmiştir.
    Bu yeni düzen, adına ister islam devleti denilsin, ister şeriat düzeni denilsin, ister otoriter, ister totaliter olarak tanımlansın, her durumda kendini vareden anayasal hukukun “yasallığına” (“kanunilik”) dayanıyormuşçasına oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu da düzenin hukukiliği, yani mevcut anayasal hukuku içinde siyasal faaliyet yürüten muhalefet partilerinin sindirilmesinin ve hareketsizleştirilmesinin en temel unsuru olmaktadır.
    Bu yönüyle, Recep Tayyip Erdoğan iktidarı “kanun devleti” görünümü altında “hukuk devleti”ni ortadan kaldırmıştır.
    Mevcut anayasanın (ki birçok maddesi değiştirilmiş olmasına rağmen hala 1982 anayasasıdır) “kanuni” bir unsuru olan OHAL (Olağanüstü Hal), yine mevcut anayasanın “kanuniliği” içinde ilan edilmiştir. Böylece OHAL’in sağladığı her türlü yasaların üstünde ve dışında icraat yapılabilmesinin önü açılmıştır.
    Her ne kadar mevcut anayasal hukuk açısından OHAL uygulamaları parlamentonun denetimine tabiyse de, uzatılmasıyla ve hatta “12 ay bile yetmez” denilerek uzatmanın sınırsızlaştırılmasıyla hukuk tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Bu da Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gayrı meşru hale getirmektedir.
    En yalın ifadeyle, “kendi sınırlarını aşan iktidar gayrı meşrudur”. Bu sınırlar da, o iktidarı var eden hukuk bağlamında (bir kez daha ifade edelim, bu hukuk henüz “dar ufukları” aşılamamış olan burjuva hukukudur) bireyin özel ve özerk haklarıdır. Diğer bir ifadeyle, birey özgürlüğü ve güvenliği, vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü ve nihayetinde mülkiyet hakkı bu sınırı oluşturur. Evrensel hukuk bağlamında bu sınırları ihlal eden her iktidar gayrı meşrudur.
    Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşruluğuna ilişkin sayısız uygulama örnekleri verilebilir. Neredeyse her gün yazılı medyada yer alan haberler (görevden almalar, işten atmalar, dava bile açılmamışken bir hakim kararıyla tutukluların mal ve mülklerine el konulması vs. vs.) yeterince veri ortaya koymaktadır. Artık ülkede hukuktan söz edilemeyecek bir durum egemendir. Siyasal iktidarın “kanuni” sahipleri, gerek OHAL çerçevesinde çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname ile, gerekse “idari tasarruflar”la fiili ve hukuk dışı iktidarını sürdürmektedir.
    Mevcut iktidarın gayrı meşruluğu, hukuk dışılığı, hukuk hakkında az çok bilgisi olan herkesin gördüğü ve bildiği bir durumdur. Böyle bir durumda “direnme hakkı” doğar. Bu da, tüm bireylerin, toplumun, gayrı meşru iktidara karşı başkaldırma, zor kullanarak o iktidarı devirme hakkı demektir.
    Bu zor, mevcut iktidarın gayrı meşruluğundan kaynaklanan bir meşru zordur.
    Gayrı meşru bir iktidara karşı “direnme hakkı” böylesine açık ve net olmasına karşın, gayrı meşru iktidara karşı bu hakkı kullanmak ya da kullanmanın gerekliliğini kabul etmek o kadar basit ve yalın değildir.
    Bugün parlamentoda yer alan “muhalefet partileri” (ki MHP bu tanımın içinde yer almaz) bu gerçekleri bildikleri halde sözelliğin ötesine geçen herhangi bir tutum ve davranışta bulunmamaktadırlar. Yapabildikleri tek şey, Recep Tayyip Erdoğan’ın “ayağına” (“kaçak saray”a) gitmemek ya da onun katıldığı toplantılarda “ayağa kalkmamak”la sınırlıdır. Bu “eylemleri”yle, dolaylı biçimde Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşru olduğunu söylüyormuşlar gibi görünürler. Gerçekte ise, “cumhurbaşkanlığı makamı” ile bizatihi bu makamı temsil eden Recep Tayyip Erdoğan arasına bir sınır çizmeye çalışmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar (CHP). Bu da mevcut hukuk içinde kalınarak bu gayrı meşru iktidarın değiştirilebilineceği avuntusunu yaratmaktadır.
    Böylece “muhalefet” partileri tarafından var kabul edilen bir “hukuk” söz konusu olmaktadır. Ortada bir “hukuk”, “hukuk düzeni” mevcutsa, doğal ve kaçınılmaz olarak “direnme hakkı”, mevcut gayrı meşru iktidarın zor yoluyla devrilmesi hakkı ortaya çıkmayacaktır.
    Mevcut gayrı meşru iktidara karşı geniş kitleleri harekete geçirebilecek olan “muhalefet” partilerinin bu yaklaşımı, ister istemez bu hakkı kullanacak olan halk kitlelerini duraksatmakta ve pasifize etmektedir.
    Bunun sonucu olarak da. gayrı meşru iktidar karşısında halk kitleleri “bir başka güç”ten bu hakkı kullanması beklentisine girmektedir.
    Herkesin bildiği gibi, mevcut devlet sisteminde “zor kullanma hakkı” ordu ve polis gücüne aittir. Zor kullanma tekeline sahip olan bu iki güç gayrı meşru iktidardan kurtulmanın tek ve yasal unsuru haline gelmektedir. Bu da askeri darbeden başka bir şey değildir.
    Ancak “15 Temmuz kalkışması”yla ya da “15 Temmuz darbe girişimi”yle görüldüğü gibi, bu zor kullanma tekeline sahip güçler “dış güçler”in (emperyalizmin) onayı ve desteği olmaksızın herhangi bir şey başarabilecek durumda da değillerdir.
    Bu gerçekler bilinmesine rağmen, geniş anlamda “muhalefet”, Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gayrı meşru ilan edememektedir. Bu nedenle de gayrı meşruluk sadece “marjinallerin” ortaya attığı “marjinal” bir yargı olarak ortada kalmaktadır.
    Oysa mevcut düzenin içinde yer alan pek çok unsur iktidarın gayrı meşru olduğunu değişik biçimlerde ortaya koymaktadırlar.
    Örneğin, müzmin CHP karşıtı ve neo-liberal Tarhan Erdem, 15 Temmuz darbe girişiminden bir hafta önce şunları yazmıştır:

    “Evet, Sayın Erdoğan seçilmiş bir cumhurbaşkanıdır.
    Ancak seçildiği an, Anayasa’nın açık hükümlerini çiğnemiş, sonra gelişen siyasal olayları yozlaştırmış, sonraki seçimlerde seçim kanunlarının ilkelerini bertaraf etmiş, memleketini demokratik seçimlerden de mahrum bırakmıştır.
    7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri bana göre, yasal ilkelere uyulmadan yapılmış, sonuçlarının yasal kurullarca irdelenmesi engellenmiş seçimlerdir.
    Bunlar meşru seçim değildir, bugünkü fiili durum ve yürütülen anlayış sürdükçe yapılacak hiçbir seçim de, ‘eşit seçim’ olmayacaktır.
    Yurttaş olarak hiçbir şey değişmeden ‘seçim sonucu’ olarak açıklanacak gayri meşru ilanları tanımayacağımı açıkça beyan ediyorum.” (8 Temmuz 2016, T24.)

    Yine 15 Temmuz’dan yaklaşık bir buçuk ay sonra Ali Sirmen Cumhuriyet’teki köşe yazısında şöyle yazmaktadır:

    “Kimi faşist düzenler için bile geçerli olan ‘ölümden öte köy yoktur’ sözü, mahalle baskısının devlet güvencesi altına alındığı, neredeyse anayasal bir kurum haline geldiği düzenlerde anlamını yitirmektedir.
    21. yüzyılda ortaçağ karanlığını yaşamak işte budur.
    21. yüzyılda ortaçağ karanlığını yaşayan toplumlar, dışlandıkları için kimseyi suçlayamazlar.
    Çünkü içinde bulundukları durum bulaşıcıdır ve her toplum da böyle bir duruma karşı kendini korumak hakkına sahiptir.” (Ali Sirmen, 3 Ekim 2016, Cumhuriyet)

    Bu iki örnek bile Recep Tayyip Erdoğan iktidarının ne denli gayrı meşru olduğunu ve buna karşı “direnme hakkı”nın ne denli meşru olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
    Bunlara ve buna rağmen hala Recep Tayyip Erdoğan iktidarını gayrı meşru ilan edemeyen bir “muhalefet” ve bu “muhalefet”in temsil ettiği milyonlarca insan hareketsizdir.
    Bu hareketsizlik, pasifizm, “direnme hakkı”nın kullanılması için “bütün koşulların” olgunlaşmış olmadığını göstermektedir. Diğer bir ifadeyle, geniş halk kitleleri gayrı meşru iktidarı devirmek konusunda kendilerini yeter derecede haklı ve güçlü bulmamaktadırlar. Bu da “muhalefet”in yarattığı yanılsamaların ürünü olduğu kadar, zor kullanma tekelinin kırılamamasının ürünüdür.
    Açıkçası, Recep Tayyip Erdoğan’dan “kurtulmayı” isteyen “muhalif güçler”, kanunilik ile hukukilik arasına sıkışmışlardır. Gayrı meşru iktidarın ortadan işlevsiz kıldığı ve yer yer ortadan kaldırdığı yasallığa hapsedilmişlerdir. Bu yasallık içinde kalarak Recep Tayyip Erdoğan’ın gayrı meşru iktidarından kurtulabileceklerini (bir yere kadar) ummaktadırlar. Bu da “sandıksal demokrasi” içinde kalarak, “seçimler” yoluyla bu gayrı meşru iktidardan kurtulma beklentisinden başka bir şey değildir.
    Bu aldanma, onlarca yıldır tüm “muhalefet” güçlerinin ortak bir yanılsamasıdır.
    Recep Tayyip Erdoğan’ın 2007’deki “Coup de Tête”si, yani cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliği, parlamenter sistemin yerine “devlet başkanlığı” sistemini getirmiştir. Bu sistemde iktidar olmak için oyların yarısından bir fazla oy almak gerekmektedir. “Muhalefet partileri”nin “birleşik” oy potansiyeli her ne kadar %50’yi geçiyor olsa da, MHP’nin sistem içindeki yeri ve konumu hesaba katıldığında (ki 7 Haziran seçimlerinde bu açıkça görülmüştür), toplumsal muhalefetin hiçbir zaman ve hiçbir koşulda bu %50’yi sağlayamayacağı açıktır.
    Bu da “sandıksal demokrasi” içinde kalarak birleşik toplumsal muhalefetin hiçbir zaman ve hiçbir koşulda iktidar olamayacağı demektir. Şeriatçıların ve faşistlerin toplum içindeki güçleri ve ağırlıkları, her durumda %60 dolayındadır. Bu oran değişmediği sürece (ki “sandıksal demokrasi”nin 65 yıllık tarihi buna tanıktır) “sol”un iktidara gelebilmesi olanaksızdır.
    Hiç kuşkusuz toplumsal muhalefet güçleri de yanılabilirler, yanılsama içine girebilirler. Cumhurbaşkanının doğrudan seçilmesi “sistemi” ülke tarihinde bir ilktir ve ilk olduğu için de ne olduğu kitleler tarafından anlaşılmayabilir. Ancak zaman içinde, kendi siyasal deneyimleriyle bunun ne olduğunu göreceklerdir. Elbette o zamana kadar “sistem”le iktidara gelenler mevcut oyunun kuralını, yani anayasal hukuku fiilen ya da “kanunen” değiştirmemiş olurlarsa!
    Evet, bugün toplumsal muhalefet açısından Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşruluğu açıkça ifade edilmemektedir. “Yasallık” (legalizm) kendi varlığını korumak uğruna bu gerçeği görmezlikten gelmektedir. Bu, kitlelerin bilincinin bulanıklaştırılmasının birinci nedenidir.
    İkinci olarak, toplumsal muhalefet gayrı meşru iktidarı devirmek için kendilerini yeterince haklı ve güçlü görmemektedirler.
    Örgütsüz olan, “direnme hakkı”nın gerektirdiği zor kullanma olanağına sahip olmayan kitlelerin gayrı meşru iktidara karşı direnmesi, mücadele etmesi ve savaşması elbette beklenemez. Ama bu yapılamaz demek değildir.
    Doğal ve mantıki olarak buradan çıkan sonuç, kitlelerin örgütlenmesinin ve zor kullanma tekelini kırmasının zorunlu ve gerekli olduğudur.
    Bunun yolu ise, “herşeyden önce, günlük maişet derdi, vs. içinde kaybolan, emperyalist yayınla şartlanmış, düzenin şu veya bu partisine ‘umudunu’ bağlamış kitlelerin dikkatini devrim hareketine” çekmekten geçer.
    Bu, gayrı meşru iktidara karşı “direnme hakkı”nın kullanılmasının bir yolu olan devrimci silahlı mücadele demektir.
    Bugün gayrı meşru Recep Tayyip Erdoğan iktidarına karşı mücadele etmek, devrimci silahlı mücadeleyi örgütlemek ve yürütmekle olanaklıdır.
    Legalizm ne kadar geniş olanaklara sahip olursa olsun, “yandaş medya” karşısında güçsüz ve etkisizdir. Kentler, bir yandan gayrı meşru iktidarın “resmi” zor güçleri tarafından, diğer yandan lümpen “iç savaş güçleri” tarafından işgal edilmiştir. En “masum” protesto hareketleri bile bu güçler tarafından engellenilmekte ve yapılamaz hale getirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi, terörle ya da terör tehdidiyle bastırılmaktadır. Bu koşullarda, kitlelerle temas kurmanın, onları bilinçlendirip örgütlendirmenin temel mücadele yöntemi silahlı propagandadır.
    Recep Tayyip Erdoğan iktidarının gayrı meşru olduğunu gören ve bilincinde olan herkesin yapması gereken bu temel mücadele yöntemini örgütlemek ve pratiğe geçirmektir.
    Bu yapılamazsa, gayrı meşru iktidar giderek konumunu pekiştirecek ve kendi “meşruiyetini” kendi “yasalarından” alan terörle kuracaktır.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Eylül-Ekim 2016
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc152_1.html

  240. marxist argüman

    kapitalist madrabaz necip,
    o yazdigin ekonomik terimlerin manasini hem türkce hem de ingilizce vikipediada oldugunu sen de biliyorsun; ayrica internette ekonomi sayfalari ve online ekonomi sözlükleri var, oraya bakmak varken, neden bize soruyorsun, cünkü amacin üzüm yemek degil bagciyi dövmek; i$in gücün polemik ve demagoji yapmak.

  241. 238’i özetleyelim,
    Artık demokratik bir siyaset mücadelesi mümkün değil!
    Çoğunluğu temsil etse bile, “özgür” olmayan seçimler gayrı meşrudur… Seçimler devlet terörünün gölgesinde… azınlıklara demokratik davranılmadığında, temel insanî-siyasal hakları çiğnendiğinde, azınlığın “sert” direniş mücadelesi meşruiyet kazanır.
    Hayat değişir; düşünceler sonra… Bu düşünce arifesi zamanları olmalı günler…

  242. marxist argüman

    sayin zileli’nin yazisinin son paragrafini buraya aliyorum:

    “Önümüzdeki dönem, rejimin iki temel dayanağı Gestapo tipi polis örgütlenmesine ve karizmatik lidere bağlı İslami faşist kitle gücüne karşı özgürlükçü ve seküler toplumsal muhalefetin, 15 Temmuz’dan sonra içine düştüğü şaşkınlık ve dağınıklıktan kurtularak toparlanıp İslami faşizme karşı mücadeleyi yeniden yükseltmesine tanık olacağız.”

    1. “…yükseltmesine tanik olacagiz.”
    sayin zileli’nin burda yine siyasi spekülasyon/tahmin yapmi$. siyasi/toplumsal konular üzerine yazmak demek, dogru tahminlerde bulunmaya calismak demek degildir, ki bu mümkün de degildir.
    2. kendisini sosyalist/anar$ist/devrimci vs. olarak tanimlayan ve uzun vadede “devrim” gibi bir hedefi olan insanlarin türkiyede ki laik kemalist devlet fraksiyonuyla islamci/muhafazakar fraksiyon arasinda ki iktidar mücadelesinde, taraflardan birine yedeklenmesi yanli$tir; böylesi bir taraf olma, kendi “davasini” ertelemek, bir kenara birakmak anlamina gelir.
    3. türkiyede ki bu laik-islamci ceki$mesinin tarihi osmanlinin son dönemlerinde ki “imparatorlugu dagilmaktan nasil kurtarabiliriz” tarti$malarina kadar uzanir: osmanlicilik, islamcilik, baticilik, türkcülük…
    yani ceki$menin özü: devletimiz/milletimiz/vatanimiz icin en hayirli yol, yöntem, fikir, ideoloji, kalkinma modeli hangisi ya da hangileridir?
    dolayisiyla, taraflardan hangisinin iktidara gelecegi ve ne kadar iktidarda kalacagi biraz da pratikteki “ba$arilarina”/icraatlarina baglidir.
    örnek 1: akp iktidari, kapitalizmi islam ile bari$tiran/bulu$turan ekonnomi politikalariyla T.C. tarihinde ki en yüksek ekonomik büyüme hizini kaydetmistir.
    örnek 2: islam dinini, türkleri ve kürtleri birlestiren bir cimento olarak gören akp’nin, “müslümanlik cimentosunu” kullanarak baslattigi “cözüm süreci” basariyla sonuclansaydi ve T.C. kürt ulusal hareketini devlete/topluma entegre edebilseydi, bu, akp hükümetinin hanesine büyük bir basari olarak gececekti.
    4. sözkonusu bu iki devlet fraksiyonunun iktidar mücadelesinde DI$ faktörlerde belirleyicidir.
    örnek 1: 2007/2008 yilinda, bu iki devlet fraksiyonu arasinda kizi$an mücadelede avrupa birligi ve amerika, akp’nin kapatilmasi davasinda, akp’ye acik destek vererek, akp’nin parti olarak iktidarda kalmasinda belirleyici olmustur.
    örnek 2: akp hükümeti iktidarinin ilk yillarinda avrupa birligine (AB) girmek icin gerekli olan yasal düzenlemeleri hayata gecirmi$ fakat, AB’nin T.C.’yi birlige almaya en azindan yakin zamanda niyeti olmadigini anladiktan sonra, rota degistirmistir; bir nevi AB konusunda motivasyonu/umudu kirilmistir. erdogan’in “alternatifsiz degiliz, $angay be$lisine gireriz” aciklamalarini bu cercevede görmek lazim.

  243. Demokrasi ve Hukuk Devleti

    Hukuk, en bilinen anlamıyla, bir toplumda kişiler ve kurumlar arasındaki karşılıklı ilişkinin belli kurallara bağlanmışlığını ifade eder. Bu nedenle, hukuk, bir kişi ya da kurumun, kendi dışındaki kişi ya da kurumlarla ilişkisinde yerine getirilmesi ve uyulması gereken yükümlülükleri ve sorumlulukları belirler. Bu yönüyle hukuk özel niteliktedir, özel hukuk olarak tanımlanır. Ancak karşılıklı ilişkilerde uyulması gereken yükümlülüklerin ve sorumlulukların yerine getirilmemesi durumunda yaptırımlar ve bu yaptırımları gerçekleştirecek bir özel güç gereklidir. İşte bu yaptırımlar (ceza hukuku) ve özel güç, yani devlet (kamu hukuku) hukukun ayrılmaz parçalarıdır.
    Toplumsal ilişkiler ise, her şeyden önce ekonomik ilişkilerdir, yani üretim ilişkileridir. Bu nedenle de, hukuk, her durumda üretim ilişkilerine tabidir ve bu ilişkilerin fiili durumuna uygun olarak biçimlenir. Ancak hukukun en belirgin özelliği, üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerde egemen olan durumu (sınıf egemenliğini) yalın, saf ve kesin biçimde tanımlamaz. Bunun yerine, egemen olan ile egemen olunan arasındaki ilişkiye genel bir ifade verir. Bu nedenle de giderek ekonomik ilişkileri doğrudan yansıtmaktan uzaklaşır, hatta onu tersyüz eder. Bunun sonucu olarak da, hukukun toplumdan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız “üstün bir güç” olduğu yanılsaması ortaya çıkar.
    Oysa ki, hukuk, her durumda ekonomik ilişkilere ve ekonomik evrime göre değişen kurallar ve normlar bütünüdür. “Hukukun üstünlüğü” sözü, her durumda, verili bir evredeki ekonomik ilişkiler tarafından belirlenen kurallar ve normların o ilişkiler varolduğu sürece varlığının kabul edilmesi ve onaylanması ilkesinden başka bir şey değildir. İlişkiler değiştiğinde, er ya da geç hukuksal kurallar ve normlar (yasalar, anayasalar vb.) bu değişikliğe uymak zorundadır. Bu zorunluluk, açıktır ki, eski, yani değişimden önceki hukukun ortadan kalkması ve yerine yeni, değişen koşullara uygun bir hukukun konulması demektir. Ama bu yer değiştirmenin kapsamı ve genişliği, her durumda ekonomik ilişkilerdeki değişimin kapsam ve genişliğine bağlıdır. Eğer değişim, bir üretim ilişkisinden bir başka üretim ilişkisine geçişle ortaya çıkmışsa, kaçınılmaz olarak hukuk da böylesi temelsel bir değişime uygun olarak temelden değişir. Özel mülkiyete dayanan her üretim ilişkisinde hukuk, her şeyden önce bu özel mülkiyetin varlığıyla belirlenen ortak ve genel özelliklere sahiptir. Dolayısıyla bu ortak ve genel özellik içindeki değişim, özsel olarak egemen ilişkilerin değişimini içerdiğinden, hukuk da bu yeni egemen ilişkinin ifadesi olur. Özel mülkiyet düzeninde hukukun bu yeni biçimi, eski hukukun değiştirilmiş ve yeniden biçimlendirilmiş hali olarak ortaya çıkar.
    Ancak her durumda, hukuk ne denli değişirse değişsin, “hukukun üstünlüğü” kavramı varlığını sürdürür. “Hukukun üstünlüğü” kavramı, dün eski ekonomik ilişkilere uygun düşen hukuksal normlara ve kurallara uyulması demekken, şimdi yeni ekonomik ilişkilere uygun düşen hukuksal normlara ve kurallara uyulması halini almıştır. Diğer ifadeyle, hukuksal normlar ve kurallar değişmiş olmasına rağmen, bu normlara ve kurallara uyulması zorunluluğu değişmeden kalır. Bu nedenle, her egemen sınıf ya da kesim, kendi egemenliğine uygun yeni bir hukuk ortaya çıkartırken, yani eski hukuku tümüyle ya da kısmen değiştirirken, “hukukun üstünlüğü” anlayışına hiç dokunmaz, tam tersine “hukukun üstünlüğü”nün en öndeki savunucusu olarak ortaya çıkar. Böylece hukuk ne kadar değişikliğe uğrarsa uğrasın, onun belirlediği kurallara ve normlara uyulması mutlak, ilahi bir yasa olarak ilan edilir.
    Toplumsal evrimin belli bir aşamasında, bu aşamaya uygun bir hukuk ortaya çıktığında, yeni egemen ilişkiler her durumda kendi hukukuna uyulmasını talep eder. Bu nedenle de, böylesi değişim evrelerinde eski hukuku savunanlar ile yeni hukuku oluşturanlar arasında barışçıl ya da zora dayanan bir güç mücadelesi ortaya çıkar. Açıktır ki, bu mücadele, eski ilişkilerin egemen sınıfları ile yeni ilişkilerin egemen sınıfları arasındaki bir iktidar mücadelesidir. Bu mücadeleden zaferle çıkan kesim kendi hukukunun üstünlüğünü de sağlamış olur.
    Bu nedenle, temel hukuk sistemine ilişkin tartışmaların ortaya çıktığı dönemler, egemen sınıf ilişkilerindeki değişimin ortaya çıktığı dönemlerdir. Hukuksal kavramla ifade edersek, değişim egemen ilişkilerde meydana gelen bir değişim olduğu oranda iktidar mücadelesi her durumda anayasal bir hukuk mücadelesiyle birlikte yürür.
    Bugün ülkemizde yaşanan olaylar ve AKP’nin yeni anayasa arayışı, kendisinin temsil ettiği sınıf ve tabakaların çıkarlarını temsil eden ve bu çıkarları her şeyin üstüne koyan bir siyasal ve hukuksal yapının ortaya çıkartılması çabasından başka bir şey değildir. AKP, bu yolla, kendisinin temsil ettiği kesimlerin çıkarlarına denk düşen hukuku üstün kılacağını varsaymaktadır. Ancak bütün sorun, bu yeni hukuksal yapının mevcut hukuksal yapıyı tümüyle değiştirip değiştirmeyeceğidir. Diğer bir ifadeyle, mevcut “laik” hukuk sisteminin yerine şeriata dayanan bir hukuk sisteminin geçirilip geçirilmeyeceğidir.
    Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bir hukuk sisteminin köklü bir biçimde değiştirilmesi, yeni bir rejimin, yeni bir hukuksal düzenin kurulmasıyla sonuçlanması egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin sonucuna bağlıdır. Bu iktidar mücadelesini kazanan taraf kendi hukukunu (eski ya da yeni hukuk) üstün kılacaktır. Bu nedenle hukuk alanında sürdürülen tartışmalar (anayasa tartışmaları vb.), her durumda iktidar mücadelesinin bir parçasıdır.
    Açık olan, iktidar mücadelesinden galip çıkan taraf, kendi hukukuna uyulmasını ve boyun eğilmesini sağlar. Bunu da “hukukun üstünlüğü” sözleriyle dile getirir.
    Gerçekte ise, asıl olan “hukukun üstünlüğü” değil, verili koşullarda varolan hukuka uygun olarak hareket edilip edilmediğidir. İster değiştirilmek istenen hukuk olsun, ister değiştirilmiş yeni bir hukuk olsun, her durumda hukuk, toplumsal ilişkilerde uyulması zorunlu olan ve uymayanların devlet gücüyle uydurulduğu kurallar ve normlar bütünüdür. Hukuktan söz edilen yerde, bu hukukun ortaya koyduğu kurallara ve normlara herkesin uyacağı ve uymayanların uydurulacağından söz ediliyor demektir. Halk deyişiyle, dere geçerken at değiştirmek, yani belli bir hukuk varlığını sürdürürken yeni bir hukuk ortaya çıkarmak bir şeydir, varolan hukuku hiçe saymak, onu yok kabul etmek başka bir şeydir. Ülkemizin somut tarihsel gerçeği, birinci durumdan daha çok ikinci duruma ilişkindir.
    Egemen sınıflar arasındaki ya da daha geniş anlamda sömürücü sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerde meydana gelen değişimlere uygun olarak ortaya çıkan siyasal iktidarlar, her zaman mevcut hukukun kendi siyasal iktidarlarını tam olarak temsil etmediğini, dolayısıyla değiştirilmesi gerektiğini ortaya koyarken, aynı zamanda ekonomik ilişkilerdeki değişimi mutlak ve kalıcı hale getirme istemlerini dile getirmiş olurlar.
    “Demokrasi” adı verilen yönetim biçimi ise, değişen sınıf ilişkilerine bağlı olarak değişik iktidarların ortaya çıkabileceğini öngörürken, aynı zamanda temel hukuksal yapının değişmezliğini esas alır. Bu bağlamda “demokrasi”, fiili güç ilişkileri ne denli değişirse değişsin, egemen sınıflar arasındaki ilişkilerin anayasada ifadesini bulan belli bir “consensus”a dayalı olarak sürdürülmesi demektir. Eğer bir siyasal iktidar bu “consensus”u ortadan kaldırmaya yönelirse, açıktır ki, egemen sınıflar arasındaki ilişki kökten değişime uğramıştır ya da siyasal iktidar aracılığıyla böyle bir kökten değişime uğratılması istenmektedir.
    Egemen sınıflar arasındaki ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkan bu “anayasal” değişim istemi ya da girişimi, her durumda “alttaki” sınıfların tabi oldukları ya da olacakları yeni bir kurallar ve normlar bütünlüğü ortaya çıkartır. Hukuksal olarak nasıl ifade edilirse edilsin, bu kurallar ve normlar, kesin olarak “alttaki” sınıfların, yani yurttaşların hak ve özgürlüklerini değil, yeni egemenlere karşı yükümlülüklerini ve görevlerini saptar. Bu nedenle de, egemen sınıflar arasındaki iktidar mücadelesinin bir aracı ve yansısı olan hukuk ve anayasa tartışmaları, birincil dereceden sadece egemenlerin, yani yönetenlerin değil, yönetilenlerin de kaderini belirler.
    Ülkemizin “çok partili” yakın tarihine bakıldığında, asıl olanın iktidar sahiplerinin iktidarlarını pekiştirmek ve sürdürmek amacıyla kendi dışındaki sömürücü sınıflara yeni bir “consensus” dayatmasından daha çok, “alttakiler”in, yani yurttaşların kabul edilen hukuk karşısındaki konumlarıdır.
    Hangi anayasal düzen altında olunursa olunsun, ne denli “hukukun üstünlüğü”nden söz edilirse edilsin, somut gerçeklikte, iktidar sahipleri kendi oluşturdukları hukuku bir süre sonra görmezlikten gelmeye başlarlar ve kendi hukuklarını açıkça çiğnerler. Kimi durumda yürütmenin yasama ve yargı karşısında mutlak üstünlüğünün sağlanması şeklinde ortaya çıkan bu hukuk tanımazlık, hukuk ihlalleri, mutlak iktidar isteminin bir yansısıdır. Ülkemizin temel sorunlarından birisi de bu mutlak iktidar istemi ve bu isteme bağlı olarak ortaya çıkan hukuksuzluktur.
    Demokratik devrimin tamamlanmadığı, yani gerçek bir demokrasinin mevcut olmadığı, dolayısıyla demokratik hukuk ilişkilerinin kökleşmediği bizim gibi ülkelerde her yeni iktidarın, kendisini iktidara getiren hukuksal ilişkileri değiştirmeye kalkışması ve üstelik hukukun kendi iktidarını sınırladığını düşünerek mevcut hukukun dışına çıkması genel bir özelliktir, sistemin temel niteliğidir. Bugün “sivil vesayet” ya da “tek parti diktatörlüğü” denilen durum, bu özelliğin AKP iktidarı koşullarında bir kez daha ortaya çıkışından başka bir şey değildir.
    Bugün AKP iktidarı, kendisini iktidara taşıyan hukuksal yapıyı değiştirmeye kalkışırken, zaten uyulmayan ve sürekli çiğnenen ve kendisinin de çiğnediği bir hukuksal yapıyı ortadan kaldırmaya kalkışmaktadır.
    Gerçeklikte 12 Eylül “hukuku”, yasama ve yargı karşısında yürütmenin mutlak egemenliğinin ifadesidir. Sıkça kullanılan tanımla, güçler ayrımı doktrini, 12 Eylül “hukuku” ile büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, yürütme erki mutlak bir güç haline getirilmiştir. 12 Eylül “hukuku”nun yaptığı tek şey, mutlak yürütme erkini hükümet ile cumhurbaşkanı arasında belli bir oranda dağıtmış olmasıdır. AKP’nin yeni anayasa arayışı ise, bu hükümet ile cumhurbaşkanı arasında dağılan mutlak yürütme erkini tek bir kurumda (başbakan ya da cumhurbaşkanı) birleştirme ve belli ölçülerde genişletme isteminin dışavurumudur. Ancak hukuk, hangi hukuk olursa olsun, yürütme gücünün mutlak iktidarını önleyen belli kuralları içermek durumundadır. İşte bu nedenle de, yeni bir anayasa yapılsa bile, bu anayasanın fiili ömrü, hazırlanışı ile kabul edilişi arasında geçen süreyle sınırlıdır. Kabul edildiği andan itibaren, bir kez daha yürütmenin mutlak gücünü sınırlandıracağından gereksiz ve “dar” hale gelecektir.
    Evet, ülkemizdeki sorun, yeni bir anayasa ya da yeni bir “consensus”, yahut yeni bir hukuk sistemi değil, ilan edilen anayasaya, “consensus”a ya da hukuk sistemine uyulup uyulmayacağı sorunudur. Her durumda, hukuku oluşturan iktidarlar ya da varolan hukuk yoluyla iktidara gelenler kendi hukuklarını çiğneyeceklerdir.
    Bu durumu AKP’nin sekiz yıllık iktidarındaki “icraatları”na bakarak somutlayabiliriz.
    AKP’nin iktidara geldiği koşullarda, ülke tarihinde hiç olmadığı kadar anayasal hukukun dışında, denetlenilmeyen bir yaptırım gücüne sahip fiili kurumlar mevcuttu. TMSF, BDDK ve vergi düzenlemeleri, 1999 ve 2001 krizleriyle birlikte İMF’nin dayatmasıyla ortaya çıkartılmış anayasal hukuk sistemi dışında bir yürütme gücü oluşturmuştur. Anayasa ve yasalar tarafından sınırlandırılmamış, tersine anayasal ve yasal sınırlamaları ortadan kaldırmak için oluşturulmuş olan bu ekonomik yürütme gücü, AKP iktidarı tarafından siyasal amaçlar için kullanıldığı gibi, temsil ettiği sınıf ve kesimlerin güçlendirilmesi için de kullanılmıştır.
    AKP’nin İMF “yasalarıyla” ya da 2001 yılının söylemiyle “Kemal Derviş yasaları”yla giriştiği ilk icraat, yeni vergi yasalarının Maliye Bakanlığına tanıdığı ve yargı denetiminin dışına çıkartılmış yaptırım gücünü “muhalif” esnaf ve küçük sermaye kesimi üzerinde alabildiğine kullanması olmuştur. 2003-2005 arasında “vergi denetimi” adı altında yürütülen ekonomik baskıyla “muhalif” esnaf ve küçük sermaye kesimi sindirilmiştir. Burada söz konusu olan, her vergi hukukunda mevcut olan “vergi denetimi” değil, “Kemal Derviş yasaları”yla Maliye Bakanlığına verilmiş olan her türlü bankacılık işlemlerinin bakanlıkça denetlenmesi yetkisidir. AKP iktidarı, bu yetkiye dayanarak esnaf ve küçük sermaye kesimlerinin banka işlemlerini gözetime almış ve “muhalif” esnaf ve küçük sermaye sahiplerini vergi kaçırdıkları gerekçesiyle denetime almıştır. Üstelik bu iddiada esas olan, iddia sahibinin, yani Maliye Bakanlığının vergi kaçakçılığı iddiasını kanıtlaması değil, iddia edilenin kendi “suçsuzluğunu” kanıtlamasının istenmesidir. Ancak AKP bununla da yetinmemiş, gerçek dışı banka işlemleri ve hesapları uydurarak, “muhalif” esnaf ve küçük sermaye sahiplerini tehdit etmiştir.
    “Medya”ya yansımayan ve “medya”nın hiç sözünü etmediği bu örtülü operasyonla “muhalefet” sindirilmiş ve kendisine biat etmeye zorlanmıştır.
    Doğrudan İMF’nin istemiyle bankalara el konulmasını ve tasfiyesini hiçbir yasal engel olmaksızın gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş olan TMSF, AKP tarafından “servetin el değiştirmesi” ya da “servetin yeniden dağıtımı” için alabildiğine kullanıldığı gibi, orta ve büyük sermaye kesimlerinin siyasal baskı altına alınması için de kullanılmıştır.
    Bu iki örnek, mevcut yasal düzenlemelerin nasıl yasadışı amaçlarla kullanıldığının, yani hukukun, hukuku çiğnemek için kullanıldığının açık örnekleridir.
    Benzer durum iletişimin “yargı kararıyla” dinlenmesi konusunda da ortaya çıkmıştır. Teknik takip, ortam dinlenmesi vb. yollarla ülke çapında her türlü iletişimin “yargı kararıyla” denetim altına alınması ve bu denetim yoluyla suçlamaların yapılması bir başka hukuksuzluk örneğidir.
    Bu ekonomik ve siyasal hukuksuzluk yanında ceza hukuku ve hukuk usulleri yasaları da nasiplerini almıştır. Örneğin Münevver Karabulut cinayetinde, hukuk açıkça çiğnenmiştir. “Medya”nın sağladığı “meşruiyet”le “sanık”ın akrabaları tutuklanarak “rehin” alınmış ve “zengin” amcası benzer bir “rehin” alınma tehdidi altında “sanık”ı teslim etmeye zorlanmıştır. Açıktır ki, emniyetin bu cinayetin failini yakalamada gösterdiği “üstün başarı”da, hukukun “suçun şahsiliği” ilkesi tümüyle bir yana bırakılmıştır. Ne kadar hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden söz edilirse edilsin, tüm yurttaşlara ilişkin bir hukuk ilkesi (“suçun şahsiliği” ilkesi) ayaklar altına alınırken, hiç kimse sesini çıkartmamıştır.
    Diğer bir örnek ise, toplumda “infial” yaratan, “insanlık dışı suç” olarak ilan edilen küçük çocukların ırzına geçilmesi ve öldürülmesi suçlarından tutuklanan kişilerin cezaevinde “intihar” etmeleri ya da “diğer tutuklular tarafından linç edilmesi” olayıdır.
    Bu olayda, mevcut hukuk sistemi, hukuk ilkeleri ve bizatihi yasalar yok sayılmıştır. Sanığın suçluluğu hükmen, yani bir yargı kararıyla sabit oluncaya kadar suçsuz sayılması ilkesi (suçsuzluk karinesi) “medya” aracılığıyla ortadan kaldırılmış ve “hüküm” verilmiştir. Üstelik yasaların hükmettiği ceza dışında ölüm cezası “hükmü” verilmiş ve cezaevlerinde fiilen infaz edilmiştir. Böylece hiçbir suçluya, işlediği suçtan ötürü yasaların öngördüğünden farklı ve ağır ceza verilemeyeceği ilkesi de ayaklar altına alınmıştır. Bu da, toplum içinde fiili cezalandırma anlayışının ortaya çıkmasına, dolayısıyla da linç girişimleri için uygun ortam yaratılmasına yol açmıştır.
    Ekonomik ilişkilerden siyasal ilişkilere, özel hukuktan ceza hukukuna kadar tüm alanlarda mevcut hukuk kural ve normlarının fiilen işlemez hale getirilmesi ya da askıya alınması, görmezlikten gelinmesi, aynı zamanda mevcut yasaların yasa koyucunun amacı dışında yorumlanması ve amacı dışında kullanılmasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır.
    Tüm bunlara bazı mahkemelerin ve yargıçların siyasal iktidarın istediği türden kararlar alabilmesi ve bu yolla yasadışı, hukuk dışı uygulamalara “yasal” görünüm kazandırılması örnekleri de eklendiğinde, ülkede sözcüğün gerçek anlamıyla bir hukuktan, hukuk devletinden ve “hukukun üstünlüğü”nden söz etmenin olanaksız olduğu açıkça görülecektir.
    Böylesine hukuksuzluğun, hukuk dışılığın kolayca uygulanabildiği, yasaların kolayca bir yana itildiği, görmezlikten gelindiği bir ülkede, açıktır ki, anayasa da, anayasal hukuk da hiçbir bağlayıcılığa sahip değildir. Aynı biçimde, anayasanın “temel toplumsal mutabakat metni” olduğuna ilişkin hukuksal düşünce ve kanı da geçerli değildir. Bu durumda, AKP’nin mevcut anayasaya aykırı yasalar çıkarması ve icraatta bulunması ne kadar “meşru” ise, hiçbir “mutabakat” (consensus) aramaksızın meclisteki çoğunluğuna dayanarak bu hukuksuzluğu “meşru”laştıracak yeni bir anayasa yapmaya kalkışması da o kadar “meşru” olmaktadır. Esas olan hukuksuzluktur, yasa koyucuların kendi yaptıkları yasalara uymamalarıdır.
    Eğer bir toplumda, yasa koyucular ve yasaları uygulamakla yükümlü olanlar kendi koydukları yasaları çiğniyorlar, yükümlülüklerini yerine getirmiyorlarsa ya da yasaları fiilen uygulanamaz hale getiriyorlarsa, o toplumda hukuktan, hukuk devletinden ya da hukukta ifadesini bulan bir toplumsal düzenden söz edilemez. Böyle bir toplumda, hukuka uymakla yükümlendirilmiş her kesim ve herkes, bu hukuka uymama hakkına sahiptir, artık hukuk hiç kimseyi bağlamaz. 1789 Fransız Devriminde “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde ifadesini bulan “direnme hakkı”, bu koşullarda tüm yurttaşların hakkı ve görevidir.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Ocak-Şubat 2010
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc113_5.html

  244. “oraya bakmak varken, neden bize soruyorsun”

    Sebebi cok basit: Beyan esastir, malum.

    O yuzden, bu kelimleri/kavramlari kullananlarin, hangi anlamda kullandigini merak ediyorum.

    “cünkü amacin üzüm yemek degil bagciyi dövmek”

    ‘Bagci’nin bu kadar korkak olMAmasi gerek.. neticede, kelimeler ve cumleler ile muhatap olacak; sopa ile degil.

    Soruyu, duzeleterek, yineleyeyim:

    1) ‘kapital’ deyince ne anliyorsunuz/kastediyorsunuz?

    2) ‘kapitalist’ deyince ne anliyorsunuz/kastediyorsunuz?

    3) ‘kapitalism’ deyince ne anliyorsunuz/kastediyorsunuz?

  245. FTFY: “azınlığın ‘sert’ direniş mücadelesi” azinligin gozunde “meşruiyet kazanır.”

  246. CEBERUT DEVLETİN ÖZEL KUVVETLERİ

    Sömürge, yarı-sömürge ve geri-bıraktırılmış ülkelerde, yani emperyalizmin egemenliği altındaki ülkelerde, devlet, herşeydir. Özellikle servetin dağıtımında bu ülke devletlerinin belirleyici niteliği, her durumda devletin ele geçilmesi ya da devlet görevinde önemli bir yer işgal edilmesi yönünde bir amaç ortaya çıkarır. Bu aynı zamanda bu ülkelerdeki “devletetaparlık”ın, devlet fetişizminin oluşmasına hizmet eder.
    Devlet fetişizmi (devletetaparlık) kimi zaman yasalarla, kimi zaman doğrudan “ceberut devlet” uygulamalarıyla desteklenir. Bu da faşist zihniyetin kendisini devlet fetişizminden beslemesine yol açar.
    Ancak “devletetaparlık” en tipik sonuçlarını sıradan, ortalama “vatandaş”ta ortaya çıkardığı başkalaşımda kendisini gösterir.
    Sıradan, ortalama bir “vatandaş”, bu durumda kaldığı sürece “devletetapar” ve devlet karşısında korkuya dayalı bir “saygı” içinde bulunur. Onun gözünde, en sıradan bir devlet görevlisi, herşeyi yapmaya muktedirdir. Doğal olarak da, bu “herşeyi yapmaya muktedir” devlet görevlisi “ceberut devlet”in somut varlığı olarak görünür. Ama yanı zamanda servetin dağıtımını da yapabilen bir güce sahip olarak düşünülür. Bu yüzden de, sıradan bir devlet görevlisi (ki bunun bir devlet kurumunda “kapıcı” olması bile önemli değildir), hem “döven” (baskı ve şiddet), hem de “seven” (servet dağılımını sağlayarak maddi kazanç sağlayan) bir güç olarak görünür.
    Oysa o devlet görevlisi, devlet görevlisi olmaktan önce herkes gibi, sıradan, ortalama bir “vatandaş”tır. “Devletetaparlık”ın egemen olduğu ülkelerde bu sıradan, ortalama “vatandaş” devlet görevlisi olduğu andan itibaren başkalaşıma uğrar ve kendisini devletle özdeşleştirir. Günlük yaşamında ve görevinde “devlet gibi” hareket eder. Devlet kademelerinde yükseldikçe (yükselebilirse) bu “devlet gibi” hareket tarzı, giderek “bizatihi devletin kendisi” gibi davranmaya dönüşür. Asan, kesen, ezen, döven, ama her durumda şefkatlı, sevecen bir devlet olur.
    Aynı devlet görevlisi devletteki görevinden ayrıldıktan sonra (emeklilikle vb. nedenlerle) yeniden sıradan, ortalama “vatandaş” konumuna geri döner. O andan itibaren, devlet görevlisiyken yaptığı tüm özdeşleştirmelerden kaynaklanan tutum ve davranışlarını “sıfırlar”. Bu konuda Balyoz, Ergenekon (“medya” diliyle) “kumpas davaları”nda yargılanan generaller (başta İlker Başbuğ olmak üzere hepsi) bunun tipik örneğidir. Üniformalarını çıkardıkları ya da çıkartıldıktan sonra, üniformalarıyla yaptıkları tüm “hizmetler”den muaf hale gelirler. Artık onlar “babacan”, “bilge” ve “tecrübeli” birer “vatandaş”a dönüşürler.
    Oysa, örneğin İlker Başbuğ, 12 Mart 1971 askeri müdahalesi döneminde düşük düzeyli bir subay olarak “hizmet” vermiştir. Bu sıkıyönetim dönemde (26 Nisan 1971-26 Eylül 1973 arasında), “emir-komuta zinciri” içinde görev icra etmiştir. Bu görevlerin içinde aydınların tutuklanmasından, tutuklulara işkence yapılmasına kadar her türlü insanlık dışı “görevler” yer alır.
    Keza, aynı İlker Başbuğ, 12 Eylül askeri darbesinde binbaşı rütbesiyle Trabzon’da “görev” yapmıştır. Bu “görev”in sıkıyönetim komutanlığını kapsadığı açıktır. Bugün için bu “görev” sırasında neler yaptığı bilinmese de, 12 Eylül askeri darbesini “darbe olarak görmediğini” açıkça beyan etmiştir.
    Ama artık devlet görevlisi değildir. Doğal olarak sıradan, ortalama “vatandaş”a dönüşmüştür ve her “vatandaş” gibi tüm geçmişinden vareste kılınmıştır.
    Devlet görevlisiyken “herşeye” (ki insan öldürme bunun içindedir) muktedir olduğunu düşünen ve “devletin kendisine verdiği görevi” “layıkıyla” yerine getirenlerin diğer bir örneği de, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Marmaris’e gönderilen (yine “medya” diliyle) “suikast timi”dir.
    MAK, SAT ve SAS komandolarından oluşmuş bu karma 18 kişilik “tim”, “özel kuvvetler mensubu” olmanın verdiği özgüvenle hareket etmişlerdir.
    Buraya kadar bu “tim”, kendisini devletle ve daha ötesi devletin “en gözde” “özel kuvvetleri”yle özdeşleştirmişlerdir. Hareket tarzları, tutum ve davranışları, giyim-kuşamları ve nihayetinde ellerindeki en gelişmiş silahlarıyla bu özdeşliğin gereğini “hakkıyla” yerine getirmeye hazırdırlar. Ancak “darbe” girişiminin sona ermesiyle birlikte Marmaris’te kendi başlarına kalmışlardır.
    Kendi başına kalan “tim”in ilk yaptığı işlerden biri, kendilerine bir süre saklanacakları yer aramak olmuştur. Ama bunu yaparken de, tüm silah ve teçhizatlarını “arazide” kolayca bulunabilir bir biçimde ve düzen içinde bırakmışlardır.
    Bu “özel kuvvetler”e ilişkin “enformasyon”lara bakılacak olursa, böylesi bir “tim”, 40 kilo ağırlıkla günde 30-40 kilometre yol alabilecek niteliğe sahiptir. Ayrıca “her türlü doğa koşullarında” barınabilme ve her türlü yiyecekle beslenebilme eğitimine sahiptirler. Kendi propagandalarına göre, “en vahşi doğa koşullarında bile hayatta kalabiliyorlar”.
    Bu hesapla, 15 Temmuz’dan 15 gün sonra yakalanan “tim” mensuplarının 300-400 kilometrelik bir alanda bulunmaları gerekirken (“terör uzmanı” Mete Yarar ilk günlerde bu yorumu yapmıştır), Marmaris’in 5-10 kilometre uzaklığında ele geçirilmişlerdir. Üstelik yakalanmalarına yol açan olay da içlerinden birisinin bir marketten “bulgur, çikolata, helva ve 10 ekmek” almasıdır. Bilinen rivayete göre, yılan etinden kaplumbağa çorbasına kadar herşeyi doğadan sağlayan “özel kuvvetler mensupları”, bunun yerine marketten alışveriş etmeyi, bahçelerden domates-biber çalmayı “tercih” etmişlerdir.
    Dahası silahlarını ve teçhizatlarını kolayca bulunabilecek biçimde “araziye” terk etmiş olmaları da, “devlet”i ne kadar içselleştirdiklerini, “devlet”le kendilerini ne kadar özdeşleştirdiklerini göstermektedir. Öyle ki, başarısız bir girişimden sonra kendilerini “devlet görevinden azat” ederken, “devlet”e ait malzemeyi de bırakmışlardır.
    Ve bu “tim” yakalandığında, yorgun, uykusuz ve perişan bir halde bulunmuşlardır. Davranışları ürkektir. Kendilerinin “üniformalı”yken gösterdikleri özgüvenden geriye en küçük bir iz bile kalmamıştır. Çünkü artık onlar “devlet görevlisi” değillerdir, sıradan, normal “vatandaş”a dönüşmüşlerdir. Her sıradan, normal “vatandaş” gibi, kendilerini yakalayan “devlet görevlilleri” karşısında elpençe durmaktan başka bir seçenekleri yoktur.
    Bu somut olay, “devletetapanlar”ın, devlet görevindeyken “herşeye muktedir” görünümleri ve tutumlarının kaynağının, bizatihi “ceberut devlet” zihniyeti olduğunu açıkça göstermektedir.
    Yine bu somut olay, “özel kuvvetler” olarak adlandırılan ve 50 aylık “zorlu ve yoğun” bir eğitimden geçmiş bireylerin sanıldığı ve iddia edildiği kadar yetkin olmadıklarını göstermiştir. Bu da, “devlet”in, “merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin herşeyden önce yaygara, gözdağı ve demagojiye dayandığını gösterir”.

    KURTULUŞ CEPHESİ – Eylül-Ekim 2016
    http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc152_5.html

  247. Necip,,, Tuhaf mahluk!
    Andığı yazar-düşünürlerin çoğu insanlığın kapitalistik yabancılaşmasına dair olguların eleştirisinde bulunur. Örneğin Z. Baumann.. mezarlıkların şehir dışına taşınmasını.. G. Debord.. gösterinin gerçeğin yerini almasını eleştirir..
    Sonuçta.. bence Necip de yabancılaşmanın çamurunda yaşıyor ama bu insanları anlamadığı halde; o bencil, narsisist egosu ile tam da G. Debord’un aşağıladığı gösterilere soyunuyor…
    Necip, insanın gerçekten tuhaf bir mahluk olduğunu kanıtlayan oluveriyor…
    Bu gerçekliğini bastırmak için liste yazıyor; acınası yerine, tiksinti uyandıran mahluk olmayı seçiyor…

  248. Listeye tekrar göz attım…
    temelde bu yazarların tamamına yakını, insanlığın mülkiyetçi, doğa dışı, tahakküme dayalı yaşantılarının yol açtığı ilişkileri, yabancılaşmaların tezahürleri üzerinden olguları didikler…
    ..
    belli, kapitalizm ve sonuçlarıyla uzlaşmış bir adam, sıkılmadan bize böyle bir liste veriverir…
    Bu yabancılaşmanın karesidir… Utanmazlığın “Reis” hali…
    Bilerek yaptığını sanmıyorum… Dilerim, böylece kendinin farkına varır!
    Varmazsa… Kendi bilir… Aptalca yaşamış olacak….

  249. Demir Küçükaydın’ın görüşlerini eleştiren bir yazıdan alıntılar:

    İslam dininin ve Marksizmin, bu kadar yıl boyunca, bazı uygulamalarına bakarak yargılanabileceği tarihsel dönemler olmak durumundadır. Buna “tarihsel zorunluluk ilkesi” diyelim şimdilik… Bu, ister Lenin’in ölümüne kadar olur, ister Muhammet’in ölümüne; ister Stalin’in iktidara hakim olmasına kadar olur, ister Ömer’in ölümüne kadar; ister Stalin’in ölümüne kadar olur, ister Dört Halife döneminin sonuna; ister Emevi ve Abbasilerden Osmanlı’ya kadar olur, ister Gorbaçov’a kadar; ister günümüz Çin’ine kadar olur, ister Suudi rejimine veya İran İslam Cumhuriyetine, ister Küba’ya kadar… Ama bir “uygulama dönemi” İslam ve Marksizm için muhakkak olmalıdır. Aksi halde, bu iki “öğreti” de kendilerine atfedilen bütünselliğe değil, birer inanç sistemi, birer felsefi yaklaşım, birer dünya görüşü mertebesine layık olurlar.

    Küçükaydın, soruya, “Marksizmin Batılılığı” meselesini yine geçiştirerek, çarpıcı bir reddiyeyle yanıt veriyor: “Türkiye’de hiç Müslüman yok, kendine Müslüman diyen insanlar var. Bu dünyada Müslüman olmak da mümkün değildir.” Ona göre, “din, bir inanç değil”, İslamın doğru olarak anladığı gibi, “toplumsal bir düzen”dir. Türkiye’de toplumsal düzen de İslam olmadığı için, hiç Müslüman yoktur; sadece, Aydınlanma ulusçuluğunun ittiği yeri, yani kişisel inanç alanını, kabul eden kimseler vardır.
    Küçükaydın’ın kategorik düşünüşüne diyecek yok. Bugünkü dünyayı dinlere uygun bir dünya olarak görmüyor. Müslümanlığın bugünkü dünyaya ilişkin olamazlığının kanıtları şunlar: “Birisi, ‘Ben Müslümanım, ben Allah’ın adına vergi vereceğim, Allah’ın adına askerlik yapacağım, bana gönderilen kitaba göre, o hukuktan yargılayacağım ya da yargılanacağım’, […] dediği an”, Küçükaydın’a göre Müslümandır; çünkü tarif edilen toplum düzeni Müslümandır. Peki, “Ortaçağ” diye anılan dönemi nasıl değerlendiriyor? Örneğin Muaviye ile başlayan devleti İslamdan sayıyor mu? Buna göre, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar Müslüman mı, değil mi? Küçükaydın’ın bu soruya cevabının karışık olduğu görülüyor.
    Muaviye düzeni de İslamdan sayılmadığına göre, Küçükaydın, ilk dönemi dışında Müslümanlığın mümkün olmadığını söylüyor olmalı. İçinde bulunduğumuz çağın İslama neden izin vermediğini anlayabiliyoruz. Ama “uluslar ve ulusçuluklar çağı”ndan önce ve İslamın ilk yıllarından sonraki bin küsur yıldan bahsediyoruz. Bu yıllara ne diyeceğiz? Muaviye’den başlayarak Müslümanlık yok; ama bir tarih var. Aydınlanmayla birlikte bir uluslar çağı var, Müslümanlık yine yok!
    Bütün bu örnekler Müslüman ise, Küçükaydın’ın “Kitaba göre yargılama”nın nasıl olduğunu ve bunun Muhammet ve Dört Halife İslamından farkını anlatması gerekiyor –ama bu sadece bununla kalmayacak ve Küçükaydın, “sosyalizmin Muaviyesi”ne gelmek zorunda kalacak; Stalin’in de “kitaba göre yargıladığı”nı söylemek durumunda kalmak kâbusu olacaktır Küçükaydın’ın…

    Bir topluluk, uzun dönemler boyunca, Sünni değil Türk, ama Sünniliği savunuyor ve kendini diğerlerinden bu yolla ayırıyor; bir başkası Alevi değil ama kendini Alevi diye ayırıyor; ötekisi Hıristiyan değil ama Hıristiyan diye ayırıyor… Bütün bu ayrımlar üzerinden olaylar cereyan ediyor, ama bize bunların gerçekte “olmadığı” anlatılıyor! Bu yaklaşım ile spekülatif bir alanda kaybolup gidersiniz. Eğer bu topluluklar salt “inançsal” anlamda var kalabilmişlerse, o halde, Aydınlanmanın gerilettiği dinsel yapıların çok da gerilemiş olmadığını söylemek zorundayız. Yani Aydınlanma, “iş”ini pek iyi yapamamış demektir! Küçükaydın’ın kabul edebileceği bir örnekteki gibi; sosyalist veya değil, rejimlerinin çöküşü ardından Sovyetler Birliği’nden Arnavutluk’a, din sorununun, tıpkı ulus sorunu gibi, çözüldüğünün ileri sürüldüğü ülkelerde pıtrak gibi fışkırmasını izledik hep birlikte…

    Küçükaydın, sürekli olarak “kitap” ile yaşantı arasında bağlar arıyor ve tabii –pek- bulamıyor.
    Kitabın uygulandığı ve kitaba göre yargılama yapıldığı bir tarihsel dönem arayışı bu bakımdan tamamen ters kurulmuş bir ilişkidir. Çünkü, kitabın kendisi, Kuran, bizatihi, somut konjonktürün içinde ve onun gereklerine göre belirmiştir.
    Ayetlerin gelişi dolaysızca tam da olayların içindeyken, Kuran ve onunla uyumlu bir pratikten söz etmek anlamsız oluyor. Kuran olaylarla uyum içinde, olaylar Kuran’la değil… Olaylar sırasında, anlayışlardan, pratik seçeneklerden ya da tutumlardan biri ayet olarak vazediliyor… O halde, Allah adına vergi, askerlik, yargı gibi hususların kendi başına gerçekler olarak alınması idealist önermeler oluyor.

    Ancak, nasıl Muaviye’nin yaptıklarını ‘sahabe’nin ezilenler İslamına bağlı olanları kabul edememiş, başlangıç ideallerine aykırı bulmuşsa, Stalin’in yaptıkları da devrim-öncesinden gelen Bolşevik militanların önemli bir kısmı tarafından başlangıç ideallerinden uzaklaşma olarak görülmüştür.
    Altınoğlu’nun Küçükaydın’dan aktardığına göre, İslamiyet, Muaviye; Aydınlanma, Napoleon; “işçi Aydınlanması” olarak sosyalizm Stalin tarafından sekteye uğratılmıştır. Küçükaydın, bu üç başlığı aynı zamanda insanlık tarihi için üç temel olarak görmektedir. Göründüğü kadarıyla, Küçükaydın için ideal, reel olamayacak denli mükemmeldir. Bütün uygulamaların ideale aykırı olmasında bir sorun olmalıdır. Sorun, uygulamada değil, Küçükaydın’ın idealinde gibi görünüyor.
    Muaviye’ye bakarak İslam, Napoleon’a bakarak Aydınlanma, Stalin’e bakarak sosyalizm yargılanamaz derken Küçükaydın, öğreti ile realite arasında aşılmaz bir duvar örüyor. Küçükaydın’ın yeterli bir süre ilerleyebilen bir öğretisi olamaz!

    Muaviye devletini Muhammet ve Dört Halife dönemi İslamının yozlaşmış da olsa varlığını sürdürmesi olarak mı almak uygundur, tamamen başka nitelikte bir oluşum olarak mı? Bu, İslamiyete nasıl bakıldığına bağlı: 1) İslamiyeti, bütünüyle, ezilenlerin varlığıyla kopmaz şekilde bağlı bir hareket olarak görürseniz, Muaviye’nin ve döneminin İslamiyet içinde sayılması olanaksız olacaktır. 2) İslamiyeti, ideolojisini dinler olarak üreten bir üretim tarzının dinlerinden biri olarak, bir tarih-toplumsal dönemin ürünü olarak değerlendirirseniz, Muaviye bu çağın asıl kurucusu ve temsilcisi olur ve Muhammet ile Dört Halife, bu dönemin sadece seslendirici girişi mertebesinde kalır. Tarihin tekerleğinin ilerleticisi Muaviye’dir bu yaklaşım bakımından; ilerlemenin ideoloji-kurucusu Muhammet olsa da..
    Bir başka görüş de var. 3) Ezilenlerin İslamı bakış açısı ile tarihsel İslam bakışının birlikte ifadesidir bu. İslamiyetin doğuşu, ikili bir dinamiğin harekete geçmesi anlamına geldi. Bir yandan, ezilenlerin kurtuluş hareketi olarak politik devrim (veya bunun zayıf bir andırımı olarak reform) yönü oldu İslamiyetin. Öte yandan, baştan itibaren İslamiyet, bir de tarihsel devrim dinamiğine sahipti. Yani, 2 numaralı almaşığın kendisi… Bu iki dinamiğin örtüştüğü momentler zaman zaman olsa da, İslamın kuruluş yıllarına iki dinamiğin çatışması damgasını vurdu. Muaviye, tarihsel devrim dinamiğinin kesin galibiyetinin ilanıdır. Bu anlamda, Muaviye, politik devrim dinamiğinin bitişi (ve İslamı salt bu açıdan alırsanız, İslamın dışına çıkış), tarihsel devrim dinamiğinin hızlanışıdır (İslamı bu açıdan alırsanız, yozlaşmış da görseniz İslamın tarihsel ana doğrultusunun bu yol olduğunu kabul etmek durumundasınız. İslam yükselmiştir böylece!)
    Ezilenlerin İslamı açısından Muaviye’nin hakimiyetiyle birlikte tarihsel İslamın merkezi ezilenlerin devrimci dinamiğine kapanmış oldu. Uzun tarihi boyunca da, ezilenler İslamın merkezine yaklaşamadılar artık.
    İslam devleti Dört Halife döneminde yozlaşmaya başladı ve ardından bu dönem kategorik olarak bitti. Yani Muaviye, İslamda tarihsel devrim bakımından bir süreklilik, politik devrim bakımından bir kopuş olmalıdır. Bu tarihten sonra da İslamiyet vardır, ama bu, neredeyse hiç eksik olmamış ezilen hareketlerinin bayrağı olarak varlığını korumuş olsa da, ezenlerin İslamıdır.
    Bu çerçevede ele alırsak, Stalin dönemi, olsa olsa uzun bir Halife Ömer dönemine benzetilebilir –Ömer döneminde yaşanan yozlaşma belirtilerini göz önüne alarak… Ömer 10 yıl halifelik (634-644) yapmıştır. Ama İslam toplumu Ömer zamanında bir devlet niteliğine bürünmüş, düzen kurulmaya başlanmıştır.
    Bu bağlamda, Troçki’nin de Garbis Altınoğlu’nun –bizce insafsızca ve haksızca- yaptığı gibi Muaviye’ye değil, olsa olsa başarısız ama ütopik/idealist Ali’ye benzetilmesi yerinde görünüyor. (Bu paralelliğe hele Alicilerin ve Troçkistlerin bazı benzerliklerini de eklersek!)

    İslamı Marksistlerce Tartışmak – Garbis Altınoğlu ve Demir Küçükaydın
    Melik Kara
    http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/312-islami-marksistlerce-tartismak

  250. marxist argüman

    238 nolu “kurtulu$ cephesi” imzali tuhaf bir bildiri:

    göze carpan ilk $ey: “akp iktidari” yerine sürekli olarak “recep tayyip erdogan iktidari” söylemi. anladigim kadariyla amac $u: üst üste 10 secimi yaklasik %45-50 oy almi$ bir partinin iktidarini, yani akp hükümetini “gayri me$ru” ilan etmeyi kendileri de inandirici bulmadiklari icin, tek ki$ilik iktidar anlaminda, “r.t.erdogan iktidari” demeyi tercih ediyorlar.

    “Recep Tayyip Erdoğan iktidarı nesnel hukuk açısından meşruiyetini tümüyle yitirmiştir. Doğal olarak, meşru olmayan bir iktidara karşı mücadele etmek, direnmek ve savaşmak haklı ve meşrudur.”

    “nesnel hukuk”, hukuk’un nesneli özneli olur mu?
    bu bildiriyi yazanlar, “nesnel hukuk” diye yüce bir degere inaniyorlar, buna dayanarak da erdogan’in iktidarini gayri mesru ilan ediyorlar. buradan da, bir iktidar “gayri me$ruysa”, o’na karsi mücadele etmekte me$rudur, sonucuna variyorlar.
    dikkat edilirse, bu iktidarin programi/icraatlari ile ilgili hic bir$ey yazilmamis; sorun olarak “nesnel hukuk” diye soyut bir $eyden bahsediliyor, o “nesnel hukuk” neyse, o ihlal edilmis; özetle, “nesnel hukuk ihlal edildi, silaha sarilmak $art oldu” demek istiyorlar.

    “Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan iktidarı, kendini ve partisini vareden ve iktidara getiren anayasal hukuku değişik yollarla (“torba yasalar”la, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yönetmeliklerle vb.) işlevsiz hale getirmiştir.”

    birincisi, önce bu arkadaslar “anayasal hukuk”tan neyi kastediyorlar: T.C. devletinin anayasasini, secim yasasini vs.
    bir taraftan T.C. devletine karsi silahli mücadele yürüteceksin, diger yandan devleti icin kaygilanan sorumlu vatandas pozlariyla hükümeti “sen anayasayi ihlal ediyorsun” diye gayri mesru ilan edeceksin.
    anlasilan, bu arkadaslar $unu henüz edrak edememisler: bir devlete karsi savasmak demek, o devletin programini, yani anayasasini red etmek demektir. T.C.’nin devlet programiyla, anayasasiyla bir sorununuz yoksa, sizin savasiniz neye karsi?
    ikincisi, kanun hükmünde kararnameler, torba yasalarin cikarilmasi anayasanin ihlali anlamina gelmiyor; tam tersine bir devletin kendi varligini tehlikede gördügünde, yine anayasasina dayanarak “olagan üstü hal” ilan etmek suretiyle, “olagan” i$leyisten “olagan üstü” i$leyi$e gecmesi demektir. dikkat edilirse, devlete savas ilan etmis bu arkadaslar, sanki parlamentoda ki muhalefetmi$ gibi konusuyorlar; kilicdaroglu bunlari dese anlasilir,
    ama kurtulus cephesinin demesi tuhaf. sanki bu devlete karsi savasan bir örgüt degilde, devletin bekaasi, anayasal düzeni icin kaygilanan vatandas havasi var.

    “En yalın ifadeyle, “kendi sınırlarını aşan iktidar gayrı meşrudur”

    “kendi SINIRLARI” derken anayasal sinirlari, yasal yetkiyi kastediyorlar. burda da yine sanki devlete karsi savasan bir örgüt degilde, “T.C. anayasasinin yilmaz bekcileri” imisler gibi yazmislar. bu arkadaslar, iktidari “gayri mesru” ilan etmeye o derece konsantre olmuslar ki, bu bildiriyi yazarken devlete karsi yillardir savasan bir örgüt olduklarini belli ki unutmuslar.

    sonuc: insanlari devlete/iktidara karsi isyana, hemde silahli isyana cagirmak icin “hükümet anayasal yetkisini a$iyor, kendi hukukunu cigniyor” gerekcesi tek bir insani bile ikna etmez. böyle bir gerekceyle insan, hükümeti en cok istifaya cagirabilir. insanlari devlete/iktidara karsi silahli isyana cagirmak icin daha gecerli gerekceleriniz yoksa, ki sizin yok görünüyor, “ihtilalci” bildiriler yazmak neden?
    madem ki T.C. hükümetinin anayasl yetkisini a$masini kendinize dert etmi$siniz, “hükümet istifa” diye bir bildiri yazip, vatandasi da meclis önünde protestoya cagirmak daha gercekci olurdu.

  251. Necip'e bir soru

    Kapitalizmin doğal bir şekilde geliştiği, yani böyle bir “sistem”in aslında olmadığı (veya insan yapısı/yapay olmadığı) şeklindeki düşünceniz varolduğu öne sürülen diğer sistemler için de geçerli mi?
    Örneğin; sizce Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) diye bir sistem var mıdır?
    Şunun için soruyorum;
    Eski Doğu uygarlıklarının üretim tarzının “feodal” mi “ATÜT” mü olduğu tartışmalarında ATÜT tezini savunanlar, üstelik bu tartışmayı yapan kesimlerin çoğu Marksist veya solcudur, sanki ATÜT’ün yapay ve ilerlemeye engel, feodalizm ve kapitalizmin ise daha doğal ve ilerlemenin önünü açan bir sistem olduğu fikrini savunuyorlar. Yani ATÜT’te “despotik devlet”in ekonominin üzerinde olduğu ve toplumsal sınıfları yarattığını; feodalizm ve kapitalizmde ise ekonominin/toplumun devletten önce geldiğini söylüyorlar. Bu yüzden Doğu’da devlet/bürokrasi burjuvazinin de üzerinde egemen olan sınıfken, kapitalist Batı’da devlet/bürokrasi egemen sınıf olan burjuvazinin altındadır deniyor.

  252. HKP ve Vatan Partisi hakkindaki yazdiklari cikarildiginda gerisinin altina imza atarim.

    (Vatan Partisi basbayagi kürt düsmani ve sovendir bugun ve dün bir sekilde iktidar duzen ;NATO yanlisi olmustur, sadece Kürt hareketine dusman degil radikal sola da dusmandir, sol icinde sayilamaz)

    http://www.abcgazetesi.com/sol-icin-temizlenme-vakti-1-7364yy.htm

    …………….
    İdeolojik düzeyde sol, tarihinde hiç olmadığı kadar geri bir noktaya sürüklendi. Solun düşünce üretimi neredeyse tamamen etnikçi, çok kültürcü bir perspektife hapsoldu, özünde taşıması gereken sınıf savaşı, emek sömürüsü, aydınlanma vb. Geleneksel kavramları ise artık kuru bir süs haline dönüştü.
    Bundan daha vahimi, Kürt ulusalcılarıyla kurulan yirmibeş yıllık ortaklığın sonunda artık solda  derinlikli düşünce üretecek insan kaynağının kurumuş olmasıdır diyebiliriz. Özellikle son on yıldır sol, ideolojik bütünlükten uzak, bir o telden bir bu telden konuşup duran türedi popüler yazarlar ile eskiyi tekrar edip duran köhnemiş abiler arasına sıkışıp kaldı. Kimselerin ciddiye almadığı ideolojik yayınlar partilerin üyelerinden para toplama aracı haline dönüştü, meydan tivitır fenomenlerine ve kime hizmet ettiği belli olan Birikim tayfasına kaldı. Bu zayıflığın doğal sonucu olarak, ülkenin düşünce dünyasındaki egemenlik uzun süredir liberallere ve sağcılara kaptırılmış durumdadır.
    ……………………..
    Kürt ulusal hareketiyle yakınlığın örgütsel düzeydeki etkisi de son derece yıkıcı oldu. Örgütler etki alanlarını yitirip alabildiğine küçüldüler ve sonunda kendi üyelerini bile kontrol edemez hale geldiler .Akşam Kürt sorunuyla yatıp sabah Kürt sorunuyla kalkan bir örgütten İzmit’teki, Bursa’daki, İstanbul’daki işçiyi örgütleyebilmesi beklenebilir mi? Aksine, Türkiye işçi sınıfı solcuları bir bütün olarak PKK’nin yanında tasnif etti, sol örgütler deyim yerindeyse kendi can damarlarını kendi elleriyle kesmiş oldular. Türkiye solu varlığını seçim dönemlerinde Kürt ulusalcılar ıile mebus pazarlığı yaparken duyduğumuz ve doğrusunu isterseniz bundan başka da bir kerameti olmayan örgütlerin mezarlığına döndü.
    ………………………..
    Solcu bireyin çürümesi
    Kürt ulusalcıları ile yakınlaşmanın belki de en feci etkisi solcu bireyin kişiliğinde görüldü. Kürtçü hareketin politik zikzaklarına uyum sağlamaya çalışan “müttefik” solcular, bir o yana bir bu yana yattıkça kendi kadrolarını da ilkesizliğe sürüklediler.
    12 Eylül sonrası sağa sola savrulan kadroların siyasetsizliğiyle ortaya çıkan bar solculuğu ikinci kez, bu sefer Kürtçü harekete eklemlenen örgütlerin eski/yeni kadroları ile üretildi. Sonunda “ya abi Lenin’e çokta kılıp kalıyoruz” diye bilen, Öcalan’ın Marx’I aştığını iddia eden bir “solcu” türü peydah oldu. Bu yeni solcu tipinin her durumdaki tek gıdası kendisi gibi olmayanlara, yani Kürtçülerle arasına mesafe koyanlara, hakaret etmesi, daha bir gün önce “yoldaş” dediklerine ertesi gün düşman muamelesi yapmasıydı.
    Bugün gelinen noktada kendine hala komünist vs. diyen bazı örgütlerin üyeleri sol sembollerdense PKK’nin sembollerini kullanıyor, Kürt ulusalcılığının sosyal/kültürel alanında yaşamını sürdürüyor. Zaten uzunca bir süredir kendilerine yaşayacak, var olacak başka bir alanda bırakmamışlardı

  253. (1) Şu 'doğanın kanunu' diye yutturulan kapitalizm

    Sayın Zileli’nin dikkatine: Metin sadeleştirilmiştir. İki bölümden oluşmaktadır.

    Boşuna yazmadım —Hâlâ anlamamakta ısrar, hâlâ –etrâk-ı bî idrâk– olmak isteği, Necip ve muadillerinde.— diye.

    Aşağıdaki isimlerin beyninden çıkanlar —Doğada planktonlar da, diğer çeşit çeşit türler de / hayvanlar da birbirleyle rekabet ediyor, güçlü olan zayıf olanı eziyor, birbirlerini öldürüyor, doğanın kanunu bu. Doğada süregiden bu kanunu/sistemi insan hayatına ikame edip, buna ‘kapitalizm’ ismi verilmiş evvel zaman içinde. Bu sistemde de, doğada olduğu gibi aynen, insanlar birbirleriyle rekabet ettiğine göre, kapitalizmde insanların birbirini ve diğer türleri öldürmesi gayet normaldir. Soma’da ölen işçiler, madene inmek yerine tarlada ırgatlık yapsalardı, ölmezlerdi. Belki, tarlaya sömürülmeye, tıkabasa dolu bir minibüs ile giderken, trafik kazası geçirip ölürlerdi. Görüldüğü üzere, kapitalizmin asla kabahati yok.— ifadeleri DEĞİLDİ.

    Necip, sen de mi –makromalist/maksimalist– olmaya karar verdin? Utanmasan, —bütün dünya, kapitalizmin doğal olduğunun farkında, siz ne demeye çalışıyorsunuz kuzum…— diye zırlayacaksın, ama, yapamıyorsun, çünkü etrâk-ı bî idrâksın.

    Kapitalizmi savunMAyan [ve birçoğu, kapitalizmi eleştiren] liste:

    [Not: Senin gibi, —olgulara— önem atfeden birisi, nasıl olur da toptancı/makromalist/maksimalist bakış açısıyla 222 no’daki gibi bir liste hazırlar. Listendeki isimlerin çoğunun yaşadıkları dönemlerde kapitalizmin k’si bile yoktu.

    Avcılık ve toplayıcılık → Primitif tarım mahsûllerinin ticareti → Kabileler & komünler ve aralarındaki ilişkiler → Otarşi → Merkantilizm [ve aynı dönem içinde, yutturamadıkları ‘Fizyokrasi’] → Kapitalizm. Bütün bu –dönemsellik’ten– haberin olduğuna eminim Necip.]

    [Metni bir nebze kısa tutmak için, isimler ikişerli ve üçerli hâlde yazılmıştır. Yan yana gelen isimlerin, ortak noktalarda buluşması şart değildir.]

    Zygmunt Bauman & Walter Benjamin
    Voltaire & Theodor Adorno
    Søren Kierkegaard & Socrates
    St Francis of Assisi & Slavoj Zizek
    Thomas More & Simone Weil
    Simone de Beauvoir & Rosa Luxemburg
    Pierre Bourdieu & Paul Ricœur
    Pierre-Joseph Proudhon & Noam Chomsky
    Mikhail Bakunin & Miguel de Unamuno
    Michel Foucault & Ludwig Wittgenstein
    Ludwig Feuerbach & Louis Althusser
    Karl Marx & Jürgen Habermas
    Judith Butler & Joseph Butler
    John Rawls & Jean-Paul Sartre
    Jean-Jacques Rousseau & Jean Baudrillard
    Jacques Lacan & Jacques Derrida
    Isaac Newton & Immanuel Kant
    Ibn Sina & Herbert Marcuse
    Henry David Thoreau & Hans-Georg Gadamer
    Herbert Lionel Adolphus Hart (Bu zat-ı muhteremin, özellikle, —ultra high-net-worth individual— eleştirisini dikkatle araştır, öğren.)
    Hannah Arendt & Harold Arthur Prichard
    Guy Debord & Gotthold Ephraim Lessing
    Gottfried Wilhelm Leibniz & Giorgio Agamben
    Giordano Bruno & Gilles Deleuze
    György Lukács & Gaston Bachelard
    Galileo Galilei & Georg Wilhelm Friedrich Hegel
    Friedrich Schiller & Friedrich Nietzsche
    Friedrich Engels & Frantz Fanon
    Francis Herbert Bradley & Emmanuel Levinas
    Emma Goldman & Émile Durkheim
    Desiderius Erasmus Roterodamus & Cornel Ronald West
    Marcus Tullius Cicero & Charles Margrave Taylor
    Charles-Louis de Secondat [Montesquieu] & Charles Darwin
    Bertrand Russell & Baruch Spinoza
    Averroes & Arthur Schopenhauer
    Aristotle & Antonio Gramsci
    Antisthenes & Alain Badiou & Al-Farabi
    […]

    Kapitalizmi savunMAyan ve eleştiren, listeye ek birkaç kişi daha:
    Lao-Tzu & Confucius
    Gautama Buddha & Nagarjuna
    Vyasa & Valmiki
    Adi Shankara & Chaitanya Mahaprabhu
    Jagannatha Dasa Babaji & Gaurakisora Dasa Babaji
    Bhaktisiddhanta Sarasvati & Shirdi Sai Baba
    A. C. Bhaktivedanta Swami Prabhupada & Totapuri
    Ramakrishna Paramahamsa & Swami Vivekananda
    Paramahansa Yogananda
    Fyodor Dostoyevsky & Lev Nikolayevich Tolstoy
    Ivan Alexandrovich Goncharov & Maxim Gorky
    Albert Einstein & Howard Zinn
    Gore Vidal [Eugene Louis Vidal] & Murray Bookchin
    Günther Anders & Ivan Illich
    Paulo Reglus Neves Freire & Franz Kafka
    […]

    * * * * * * * * * * * * * * *

    İştahla savunduğun 20. & 21. yüzyıl kapitalizminin temellerini atan, ve senin, refakatçılığını yapmaktan gurur duyduğun isimler şunlar [–isimler– derken işaret ettiğim, –aşağıdaki isimlerin beyinlerinden çıkanlar–.]

    Niccolò Machiavelli & Thomas Hobbes
    François Quesnay & Anne Robert Jacques Turgot
    John Locke & Adam Smith
    Paul-Henri Thiry, Baron d’Holbach & Charles Sanders Peirce
    Edward Louis James Bernays & Friedrich Hayek
    Milton Friedman & Ludwig von Mises
    Murray Rothbard & Llewellyn Rockwell
    Walter Block & Robert Nozick & Ayn Rand
    […]

    Kapitalizmin –ölümcüllüğünü doğal [natural] göstermek uğruna uydurulmuş saptama–, ve, Necip & muadillerinin, taklit ede ede, debelenmeleri:

    Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.

    Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.

    [–Milletlerin Zenginliği, 1776–, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren Haldun Derin, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]

    The Myth of “Natural Law”

    Natural Law, and the related Natural Rights, play an important part in Libertarian Capitalist idealogy. They are not alone in claiming that their particular idealogy meets the law of nature, Hitler (for one) also did so. So do numerous other demagogues, religious fanatics and political philosophers. However, they like to claim that only their “natural law” is the “real” one, all the others are subjective impositions. But, then again, so do all the others. We will ignore these assertions (they are not arguments) and concentrate on explaining why natural law (in all its many forms) is a myth. In addition, we will indicate its authoritarian implications.

    Firstly, Murray Rothbard claims that “Natural Law theory rests on the insight… that each entity has distinct and specific properties, a distinct ‘nature’, which can be investigated by man’s reason” (For a New Liberty, p25). To put it bluntly, this form of “analysis” was originated by Aristotle and has not been used by science for over 300 years. Science investigates by experiment, creating theories to explain the facts experienced. Rothbard invents definitions (“distinct ‘natures’”) and then draws conclusions from them. Such a method was last used by the medieval Church and is innocent of any scientific method.

    After defining certain “natures”, Rothbard starts to draw “Natural Rights and Laws” from them. However, these are strange “Natural Laws” as they can be violated in nature! Natural laws (like the law of gravity) cannot be violated and therefore do not need enforcing. The “Natural Laws” the “Libertarian” desires to enforce upon you have no such powers. They need to be enforced by humans and the institutions they create. Hence Libertarian “Natural Laws” are more akin to moral or legal laws. So why do Libertarians use the terminology of Natural Law?

    Simply, it gives them the means by which to elevate their opinions, dogma and prejudices to some metaphysical level where nobody will dare to criticize it, or even think about it. It smacks of religion, where “Natural Law” has replaced God’s Law. In the latter case, it gives the priest power over the believers. In the later, the ideologist over the people he or she wants to rule.

    How can you be against a “Natural Law”? Its impossible. How can you argue against Gravity? If private property, for example, is elevated to such a level, who dare argue against it? Ayn Rand listed having landlords and employers with “the laws of nature”. They are not similar: the first two are social relationships which have to be enforced by the state; the “laws of nature” (like gravity, needing food, etc) are facts which do not need to be enforced. The use of “Natural Law” is an attempt to stop thinking, to restrict analysis, to force certain aspects of society off of the political agenda by giving them a divine, everlasting quality.

    Of course, in order to support “Natural Law” the cultists must ignore reality. Ayn Rand claims that “the source of man’s rights is… the law of identity. A is A — and Man is Man”. But Rand (like Rothbard) defines “Man” as an “entity of a specific kind — a rational being”. Therefore she cannot account for irrational human behaviour (such as those which violate “Natural Laws”) which are also products of our “nature”. To assert that they are not human, means to assert A can be not-A, thus attempting to deny the law of identity. Her idealogy cannot even meet its own test.

    But “Natural Law” provides protection for individual rights from violation by the State. Those against Natural Law desire total rule by the state.

    The second part is a common Libertarian attack. Instead addressing the issues, they accuse you of being a “totalitarian” (or the less sinister “statist”). In this way, they hope to avoid discussing the issues raised. We can ignore the second part.

    “Natural Law” has never stopped the rights of individuals from being violated by the state. They are as much use as a chocolate fire-guard. If “Natural Rights” can protect you from the power of the state, the Nazis would not have been able to murder six million Jews. The only thing that stops the state from attacking individuals rights is individual (and social) power — the ability and desire to protect yourself and what you consider to be right and fair. As the anarchist Rudolf Rocker noted, “Political [or individual] rights do not exist because they have been legally set down on a piece of paper, but only when they have become the ingrown habit of a people, and when any attempt to impair them will be meet with the violent resistance of the populace… One compels respect from others when he knows how to defend his dignity as a human being… The people owe all the political rights and privileges which we enjoy today, in greater or lesser measure, not to the good will of their governments, but to their own strength” (Anarcho-Syndicalism, page 64).

    Of course, if is there are no “Natural Rights”, then the state has no “right” to take away your rights or murder you. You can object to state power without believing in “Natural Law”.

    → → → → →

  254. (2) Şu 'doğanın kanunu' diye yutturulan kapitalizm

    Why is “Natural Law” authoritarian?

    Rights, far from being fixed, are the product of social evolution and human action, thought and emotions. What is acceptable now may become unacceptable in the future. Slavery, for example, was long considered “natural”. In fact, John Locke, the “father” of “Natural Rights” was heavily involved in the slave trade. He made a fortune in violating a “natural law”. Many claimed slavery was a “Natural Law”. Few would say so now.

    The “Natural Law” cult desires to stop this evolutionary process and fix social life into what they think is good and right and use a form of argument which tries to raise their idealogy above critique or thought.

    This denies the fundamental nature of liberty, the ability to think for yourself. Michael Bakunin writes “the liberty of man consists solely in this: that he obeys natural laws because he has himself recognised them as such, and not because they have been externally imposed upon him by any extrinsic will whatever, divine or human, collective or individual” (Bakunin on Anarchism, page 227).

    The case for liberty and a free society is that every individual is unique, that all can contribute something which no other individual has noticed or thought about. It is this interaction of individuals which allows individuals, society, social customs and rights to evolve, change and develop. “Natural Law”, like the state, tries to arrest this evolution. It replaces individuality with cold dogma, placing the individual under yet another god, destroying critical thought with a new rule book.

    In addition, as these “Natural Laws” are the product of human as humans, they must be applicable to all humanity. Hence the “Natural Law” cult desires to see one moral code dominate society, all other codes must be (by definition) “against nature”. That the Dogma of Natural Law was only invented a few hundred years ago, in one part of the planet, does not seem to bother them. Nor the fact that for the vast majority of human existence people have lived in societies which violated almost all aspects of their “Natural Law”.

    If “Natural Law” did exist, then all people would have discovered this “true” law years ago. As it is, the debate is still going on, with (for example) fascists and “Libertarians” each claiming “the laws of nature” (and sociobiology) as their own.

    But Natural Law was discovered, not invented!

    This truly shows the religious nature of the Natural Law cult. Let us take the Law of Gravity, for example. Newton did not “discover” the law of gravity, he invented a theory which explained the physical events experienced. Later Einstein updated his theories into new theories, which again try to explain physical reality.

    Unlike “Natural Law”, scientific laws are seen to be the products of human thought and can be updated and changed as our knowledge changes and grows. The “Natural Law” cult prides itself in that it is unchanging, being “discovered” centuries ago. No wonder that many “Natural Law” cultists support sociobiology, placing their “laws” into the genetic structure of humanity. As Murray Bookchin notes, sociobiology is “suffocatingly rigid; it not only impedes action with the autocracy of a genic tyrant but it closes the door to any action that is not biochemically defined by its own configuration. When freedom is nothing more than the recognition of necessity… we discover the gene’s tyranny over the greater totality of life… when knowledge becomes dogma (and few movements are more dogmatic than sociobiology) freedom is ultimately denied”.

    Natural Law, far from the being the supporter of individual freedom, is one of its greatest enemies. By placing individual rights within “Man’s” “Nature”, it creates an unchanging set of dogmas. Do we really know enough about humanity to dictate “Natural” and universal Laws, applicable forever? Is this not a denial of critical thinking and so individual freedom?

    Written by —Iain MacSaorsa—
    29th November 2009

    Natural Law, or Don’t Put a Rubber on Your Willy

    Myth and Self-Hypnosis

    The Natural Law mystique remains basically a set of rhetorical strategies to hypnotize others into the state which Bernard Shaw called “barbarism” and defined as “the belief that the laws of one’s own tribe are the laws of the universe.”

    The word “hypnotize” is not used lightly in the above sentence.

    I shall endeavor to show, in these pages, that the Natural Law metaphysics can accurately be described as a verbal construct that, like a hypnotist’s commands, creates a trance state in which experience is edited out and the verbally-induced hypnotic revery becomes more “real” that sensory-sensual stimuli. In other words, Natural Law appears to be a map that does not correspond to any real territory, but like other Idols it becomes almost “real” when the worshipper stares at it long enough with passionate adoration. Like Catholic statues of Mary, it will even Seem to “move” or “come alive.”

    The Natural Law theorist (or any other metaphysician) tells you about abstractions with capital letters, and he talks about these marvelously transcendental entities, and he talks, and he talks…and if the hypnosis works, the abstractions suddenly seem as “real” as, or even more “real” than, a ham sandwich and a cup of coffee. The process of going away from the sensory-sensual experience into verbally-induced fantasy works the same way in both forms of hypnosis, as we shall see.

    Altbaşlıklar:
    –The Wrath of Murray Rothbard–
    –Smith Ex Cathedra
    –“Law” in Science and Theology–
    –Faith and Deep Belief–
    –Metaphysics Without “God”–
    –Natural Law as “Ventriloquism”–
    –On Sodomizing Camels–
    –What is “Against Nature”?–
    –Why Not “Violate” Nature?–
    –The Individual vs. the Abstract–
    –Toward a Conclusion Almost–
    –Sleep-Walking and Hypnotism–

    (https://theanarchistlibrary.org/library/robert-anton-wilson-natural-law-or-don-t-put-a-rubber-on-your-willy)

    Written by –Robert Anton Wilson–
    1986

    “John Galt”, Necip’tir [ve muadilleridir]:

    John Galt is a character in Ayn Rand’s novel Atlas Shrugged (1957). Although he is not identified by name until the last third of the novel, he is the object of its often-repeated question “Who is John Galt?” and of the quest to discover the answer.

    As the plot unfolds, Galt is acknowledged to be a philosopher and inventor; he believes in the power and glory of the human mind, and the right of the individual to use their mind solely for themselves. He serves as a highly individualist counterpoint to the collectivist social and economic structure depicted in the novel, in which society is based on oppressive bureaucratic functionaries and a culture that embraces mediocrity in the name of egalitarianism, which the novel posits is the end result of Collectivist philosophy.

    Character biography

    The novel unfolds in a progressive retrospective, with Galt, the son of an Ohio garage mechanic, leaving home at age twelve and beginning college at the fictional Patrick Henry University at age sixteen. There he meets Francisco d’Anconia and Ragnar Danneskjöld, who become his two closest friends. Galt takes a double major in physics and philosophy, and after graduating, he becomes an engineer at the Twentieth Century Motor Company, where he designs a revolutionary new motor powered by ambient static electricity. When the company owner dies and his heirs decide to run the factory by the collectivist maxim, “From each according to his ability, to each according to his need”, Galt refuses to work there any longer and abandons his motor.

    During the main storyline of the book, Galt has secretly organized a strike by the world’s creative leaders, including inventors, artists and businessmen, in an effort to “stop the motor of the world” and bring about the collapse of the bureaucratic society. While working incognito as a laborer for Taggart Transcontinental railroad, he travels to visit the key figures that he has not yet recruited, systematically persuading them to join the strike. This strike is not revealed immediately within the story, but forms the backdrop of the novel as a mystery which protagonist Dagny Taggart seeks to uncover, with Galt as her antagonist. The strikers have created their own secret enclave known as “Galt’s Gulch”, a town secluded in a Colorado mountain valley, based on Ouray, Colorado.

    While in the valley, Dagny develops a romantic relationship with Galt, although she refuses to join the strike. After she returns home to New York, Galt takes over the airwaves, delivering a lengthy speech that explains what he sees to be the irrationality of collectivism and offers his own philosophy (Ayn Rand’s Objectivism) as an alternative. Galt speaks against what he sees as the evil of collectivism and the idea that individuals must be responsible for each other, and says that should be replaced by voluntary association and adherence to rational self-interest. Seeking Galt after the speech, Dagny accidentally leads the authorities to him, and he is arrested. She and the strikers rescue Galt as the government tortures him. They return to Galt’s Gulch and prepare to rebuild the rest of the world, as the collapse of the incompetent government nears.

    Origin

    Literature professor Shoshana Milgram traces the origins of the character to adventure stories that Rand read as a child, including the French novels La Vallée Mystérieuse and Le Petit Roi d’Ys. Rand also owned a copy of a 1940 novel with characters named Jed and John Peter Galt. There was a 19th-century Scottish novelist of the same name, but Milgram says that any connection to the character is “highly unlikely”. Milgram also notes that the name Rand originally picked for her character was Iles Galt.

    At least two real people of Rand’s acquaintance have been suggested as partial inspirations for Galt. Rand denied any connection to her friend John Gall, a conservative attorney, but did claim some inspiration came from her husband, Frank O’Connor.

    Author Justin Raimondo has found parallels between Atlas Shrugged and The Driver, a 1922 novel by Garet Garrett. Garrett’s novel has a main character named Henry M. Galt. This Galt is an entrepreneur who takes over a failing railway, turning it into a productive and profitable asset for the benefit of himself and the rest of the nation. The general population and government turn against him instead of celebrating his success. Raimondo also notes that in The Driver, some characters ask, “Who is Henry M. Galt?”, similar to the question “Who is John Galt?” that plays an important role in Atlas Shrugged.

    Rand is not the only famous author to invent a character with this name. Pulp fiction author Robert E. Howard, creator of heroes such as Conan the Barbarian, used a villain named John Galt—also a man of mystery missing for a long time and possessed of great wealth, trying to manipulate his world from the background—in the tale “Black Talons” in 1933, more than twenty years before Atlas Shrugged was published.

    Interpretation

    The Galt character has been compared to various iconic figures from literature and history. In the novel itself, he is compared with Prometheus from the Greek myths. English literature scholar Mimi Reisel Gladstein sees similarities to the figures of Arthur and Galahad from the Arthurian legends. Parallels have also been drawn to Captain Nemo, the anti-hero of Jules Verne’s 20,000 Leagues Under the Sea, who has likewise turned his back on “civilization” in self-imposed exile with a number of chosen allies, refusing to partake in a society he views as irreconcilably evil and oppressive.

    Galt is not necessarily intended to be a rounded or realistic character; he has been called “more a symbol than a person” and “two-dimensional”. Mimi Reisel Gladstein describes Galt as “more icon than character”. Rand’s own notes indicate that she expected the character to have “[n]o progression” and “no inner conflict” because he was “integrated (indivisible) and perfect”.

    “Who is John Galt?”

    The book’s opening line, “Who is John Galt?”, becomes an expression of helplessness and despair at the current state of the novel’s fictionalized world. The book’s protagonist, Dagny Taggart, hears a number of legends of Galt, before finding him. In one legend Galt seeks the lost island of Atlantis, in another he discovers the Fountain of Youth. After eventually joining Galt’s cause, Taggart learns that all of the stories have an element of truth to them. She names the Colorado spur of her railroad line the “John Galt Line” which surprises many people. When asked “Who is John Galt?”, she replies “We are!”

    Cultural significance

    “The book’s hero, John Galt, also continues to live on”, wrote journalist Harriet Rubin in a September 2007 article about the influence of Atlas Shrugged. Rubin mentions John Galt Solutions (a software company) and the John Galt Corporation (a demolition company) as examples of companies named after the character.

    The use of Galt as a symbol in the context of political or social protest has taken root in some places. The phrase “going John Galt” or simply “going Galt” has been used by psychologist Helen Smith and others to describe productive members of society cutting back on work in response to the projected increase in U.S. marginal tax rates, increased limits on tax deductions, and the use of tax revenues for causes they regard as immoral. “Who is John Galt?” signs were seen at Tea Party protests held in the United States and at banking protests in London in April 2009. Texas Republican congressman Ron Paul’s presidential primary campaign of 2008 included a play on the phrase, using “Who is Ron Paul?” on campaign T-shirts; his web site biography uses the same title.

    In August 1988, the Louisiana business lobbyist and columnist Edward J. Steimel referred to the United States Congress and the liberal majority elected in 1986 in the last two years of the administration of US President Ronald W. Reagan as “the John Galt Congress”. Steimel objected to an increase in the minimum wage, a measure which he said would “wreak havoc with the very individuals it is designed to help most — new entrants into the work force and new minority workers in particular”. Steimel described the public as uninformed people who merely shrug their shoulders and ask “Who is John Galt?” whenever they are questioned about the grip of expanded government on their lives and liberty.

    In May 2011, I Am John Galt: Today’s Heroic Innovators Building the World and the Villainous Parasites Destroying It, by libertarian columnist and business consultant Donald Luskin and businessman Andrew Greta was published, profiling modern-day examples of Ayn Rand’s iconic heroes and villains.

    The video game BioShock and its sequel BioShock 2 feature a character named Andrew Ryan who was heavily influenced by Galt, both in his championing of Objectivism and in his life goal of gathering like minds to live with him in an ideal society (the undersea city of Rapture) where their accomplishments will be duly rewarded and unfettered by the values of an altruistic or collectivist society.

    [ https://en.wikipedia.org/wiki/John_Galt ]

    Necip ve muadillerinin, niçin ısrarla –kapitalizmin doğal olduğu– sanrını yaymaya uğraşmalarının analizi:

    The Century of the Self— [Bencillik Çağı ~ Ben Çağı]

    Hazırlayan: Adam Curtis [Belgesel ve film yapımcısı]

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    Bölüm 1: Happiness Machines [Mutluluk Makineleri]
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2: The Engineering of Consent [Rıza & İkna etme mühendisliği]
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    [Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız]
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787

    Bölüm 4: Eight People Sipping Wine in Kettering [Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi]
    İngilizce video:
    http://dai.ly/x17b3nc

    * * * * * * * * * * * * * * *

    Yukarıda senin için şu ifadeyi yazmıştım: Charles Darwin [ve aynı/benzer ekolde olan diğerleri] bugün dirilse ve şu sayfada yazdıklarını okusa, Necip, seni kızılcık sopası ile kovalardı.

    Şimdi bir ek daha yapıyorum. Senin kadar maharetli olmasa da senin seviyene yakın, meslektaşın sayılabilecek kişi üzerinden: Isaac Newton [ve aynı/benzer ekolde olan diğerleri] bugün dirilse ve şu sayfada yazdıklarını okusa, Necip, seni kızılcık sopası ile kovalardı.

    Those who cannot remember the past are condemned to repeat it.
    [George Santayana, 1863-1952]

    Kapitalizmin ölümcüllüğünü hatırlamak istemeyenler, kapitalist cinayetlerin tekrarlanmasına alışırlar.

  255. 244’e
    “azınlığın ‘sert’ direniş mücadelesi” azinligin gozunde “meşruiyet kazanır” yazmışsın…
    Hayır; doğrusu insanlığın vicdanında. “Evrensel-tarihsel zaman” diliminde.

    Hitler’e, Stalin’e direnenler bugün o günkü toplum içinde alabilecekleri “oy” oranlarına göre değerlendirilmiyor.

    Vicdansız, bencillerin korkutarak, basını susturarak, nereden geldiği bilinmez paralarla sadaka dağıtarak-geleceğe ödenmesi zor borçlar bırakarak-, öldürerek, işsiz bırakarak, seçim hileleriyle vs. ikna edeceklerinden birisi olarak Necip’in de meşruiyet anlayışı bu kadar. Bir de “düşünürleri” sıralamış.
    H. Arendt bu konuda ne yazardı?

  256. marxist argüman

    kapitalist madrabaz necip:

    polemik ve demagoji yapacak “malzeme” aradigin belli. atalarin osmanlinin tarihinde/bokunda boncuk arayacagina, ingilizcen var, biraz bati basinini takip et. senin yazdigin o kavramlari dünya alem hangi anlamda kullaniyorsa, marxistlerde o anlamda kullaniyor; biz o kavramlara kafamiza göre anlam yüklemiyoruz. almanca wikipedia’dan alinti:

    “Unter Kapital im volkswirtschaftlichen Sinne kann man alle bei der Erzeugung beteiligten Produktionsmittel verstehen, d. h. den Bestand an Produktionsausrüstung, der zur Güter- und Dienstleistungsproduktion eingesetzt werden kann. Diesen Bestand nennt man auch Kapitalstock und enthält Güter wie Werkzeuge, Maschinen, Anlagen u. s. w., also Güter, die in einem früheren Produktionsprozess erzeugt wurden.
    Aber der Begriff wird nicht nur für die unmittelbar investierten Güter (Realkapital) benutzt, sondern auch für Geld, da Geld Verfügungsmacht über dieses Realkapital verschafft.”

    kapital/sermaye, yukarda da yazdigi gibi mamül ya da hizmet üretiminde kullanilan arac-gerec, makine, fabrika, tesis ve birde para veya kredi anlamina gelir.

    “Ein Kapitalist verfügt über eine Summe von ökonomischen Werten (Kapital), die er planmäßig dazu einsetzt, um eine größere Summe als zuvor eingesetzt zurückzuerhalten.”

    kapitalist/sermayedar, yukarda yazdigi gibi, belli bir sermayesi olan ve bu sermayesini cogaltmak/büyütmek amaciyla yatirim yapan $ahis.

    “Das Wirtschaftssystem, in welchem diese Art des Wirtschaftens vorherrscht, wird „Kapitalismus“ genannt. Jede vorkapitalistische Produktionsweise kannte nur zweierlei Arten, von erworbenem Geldvermögen Gebrauch zu machen: Konsumieren oder Horten; nicht aber systematisches, regelmäßiges Rückverwandeln in Produktivvermögen.”

    yukarda ki cümleyi tercüme etmeye cali$ayim: kapitalizmden önce ki her üretim biciminde sahip olunan parasal serveti/sermayeyi kullanmanin iki türlü yöntemi vardi: tüketmek ya da biriktirmek; parasal serveti/sermayeyi sistematik, düzenli bir bicimde üretken servete/sermayeye geri dönüstürmek kapitalizme özgüdür.

    “einige Autoren befürworten anstelle des in Deutschland als wertend verstandenen Begriffs Kapitalismus die neutralere Bezeichnung Marktwirtschaft. Unter angelsächsischen Ökonomen ist der Gebrauch des Begriffs capitalism durchgängig üblich. Nach John Kenneth Galbraith wurde der Begriff „market system“ in den USA nach dem Zweiten Weltkrieg gezielt eingeführt, da „capitalism“ durch die Weltwirtschaftskrise in Misskredit geraten war. Einige Politiker, Journalisten und Wissenschaftler bevorzugten den Begriff “Marktwirtschaft”, da die Frage des beherrschenden Einflusses von Unternehmen und allgemein die Frage wirtschaftlicher Macht so nicht thematisiert werden müsse. Lediglich als Bezeichnung für die moderne Finanzwelt habe sich der Begriff Kapitalismus halten können, da hier der Zusammenhang zwischen Vermögen und Macht besonders augenfällig sei.”

    tercüme etmeye calisayim: almanyada ki bazi yazarlar “kapitalizm” kavrami yerine, daha nesnel/neutral olan “pazar ekonomisi” kavramni tercih ediyorlar. ingiliz ve amerikali ekonomistler arasindaysa “kapitalizm” kavrami yaygin bir sekilde kullanilir. amerika da ikinci dünya savasindan sonra hususi olarak “market sistem” kavrami piyasaya sürüldü, cünkü dünya ekonomik krizinden dolayi “kapitalizm” kavrami itibar kaybina ugramisti. bazi politikacilar, gazeteciler ve bilim adamlari i$verenlerin/i$adamlarinin sahip olduklari ekonomik gücü gözlerden gizlemek icin bilincli olarak “pazar ekonomisi” kavramini kullanmayi tercih ediyorlar. netice itibariyla “kapitalizm” kavrami daha cok, servet ve güc arasindaki iliskinin daha acik gözler önünde oldugu kabul edilen günümüz modern finans sektörü/finans dünyasi icin kullanilmaya devam ediliyor.

  257. marxist argüman

    251 anonim’e cevap,
    gaffar yakinca: “sol ici temizlenme vakti”:
    “vatansever/ulusalci” bir türk solcusu olan deli gaffar’in türk soluna cagrisi: kürt ulusalci etkilerinden, “kürtcülükten” arin, titre ve kendine gel; ulusal özüne geri dön!

    T.C.’nin “bölücü terörle” mücadelesine sol cepheden bindirmelerle katkida bulunan “türkcü” deli gaffar’dan alinti:
    “PKK’nin sosyalist sola yönelik ilk kapsama hamlesi 90’lı yılların başına rastlar.”

    birincisi, “türkcü” deli gaffar belli ki, kürt ulusal hareketinin (PKK) zaten sol/sosyalist hareketin bir bile$eni olarak ortaya ciktigini bilmiyor ya da bilmezden geliyor. yani dönemden döneme degi$sede, pkk ile türkiye/türk solu her zaman iliski icindeydiler, buna alan/hakimiyet catismalarida dahildir.
    ikincisi, “türkcü” deli gaffar, örgütlerarasi isbirligi/iliski sanki tek yanli bir olaymi$ gibi, sanki kürt ulusal hareketinin amaci ideolojik olarak türk solu üzerinde hegemonya kurmakmis gibi olayi yansitiyor. oysa ki pkk ile gönüllü iliski kuran türk sol örgütlerininde kendilerine göre hesap ve beklentileri vardi/var.
    fa$ist/irkci dogu perincek bekaa’ya giderken de kendine göre bir hesabi vardi. hatirladigim kadariyla öcalan söyle bir aciklamada bulunmustu: “perincek o zamanki legal kürt partisinin listesinden milletvekili olma niyetindeydi, biz kabul etmedik.”
    ücüncüsü, “türkcü” deli gaffar’in pkk’nin 90larin basinda ki hamlesi dedigi meselesi $udur: sovyetler birliginin kendini feshetmesi ve “iki kutuplu” dünyadan “tek kutuplu” dünyaya dönüsle beraber pkk, dünya siyasi dengelerinin kürt ulusal mücadelesi alehine degistigini tespit etmi$; bu degisimin sonucu NATO devleti T.C.’den toprak koparmanin imkansizligina kanaat getirmis, bunun neticesinde bir taraftan özal hükümetiyle iliskiye gecmis, diger yandan “bagimsiz kürdistan” stratejisinden, “türk devletine/toplumuna entegrasyon” stratejisi dogrultusunda türk soluyla iliskilerini/ittifaklarini gözden gecirmistir, yenilemistir.

    “Geçen yıl bu silahlı örgütler, Ankara katlimanın hemen ertesinde, yirmi yıldan uzun süren beraberliklerinin adını da koydular ve PKK ile birleştiklerini ilan ettiler.”

    birincisi, “türkcü” deli gaffar’in rahatsiz oldugu nokta tamda bu: bazi türk sol örgütlerinin, deli gaffar’in sevgili devleti T.C.’ye karsi pkk ile isbirligi yapmalari. belli ki deli gaffar bunu “vatana ihanet” olarak görüyor.
    ikincisi, “türkcü” deli gaffar’in sözünü ettigi örgütler pkk ile birlesmediler, pkk ile “ortak cephe” kurdular. ki buna benzer girisimler 12 eylül askeri darbesine karsi da denenmisti. “türkcü” deli gaffar $unu demek istiyor: “pkk, aslen türk olan ve aslina yabansilasan bu sol örgütleri etkisi altina aldi, iyice yoldan cikardi, bu da yetmezmis gibi en sonunda devlete karsi birde birlestiler!”
    ücüncüsü, pkk ile “ortak cephe” kuran örgütler bunu pkk’ye hizmet a$kiyla yapmiyorlar; onlarin hesabi da $udur: pkk’nin askeri/lojistik imkanlarindan faydalanmak, nitekim faydalaniyorlarda

    “Bundan daha vahimi, Kürt ulusalcılarıyla kurulan yirmibeş yıllık ortaklığın sonunda artık solda derinlikli düşünce üretecek insan kaynağının kurumuş olmasıdır diyebiliriz.”

    burda da “türkcü” deli gaffar, sanki pkk, sol’a “derinlikli düsünce üretme” yasagi koymus, ya da sanki sosyalist düsüncenin itibar/taraftar kaybetmesinin pkk ile dogrudan bir iliskisi varmi$ gibi konusuyor. “türkcü” deli gaffar’in sözünü ettigi sorun pkk ile degil, sosyalist blok’un kendini fesh etmesiyle, real sosyalist rejimlerin tarih sahnesinden cekilmeleri ve bunun sosyalist sol üzerinde ki olumsuz etkileriyle alakalidir.

    “Kürt ulusal hareketiyle yakınlığın örgütsel düzeydeki etkisi de son derece yıkıcı oldu. Örgütler etki alanlarını yitirip alabildiğine küçüldüler ve sonunda kendi üyelerini bile kontrol edemez hale geldiler.”

    sosyalist örgütlerin kücülmeleri, yukarda da belirttigim gibi, real sosyalist rejimlerin tarih sahnesinden cekilmeleriyle alakalidir. bazi sosyalist örgütlerin pkk ile iliskilerini arttirmalari da, sözkonusu bu “dagilmayi/kücülmeyi” önleme niyetiyledir; kitle/halk ile, -bu pkk kitlesi de olsa-, iliskide kalmaya calisma cabasidir.

    “…üyelerini bile kontrol edemez hale geldiler.”
    “türkcü” deli gaffar’in burda kastettigi nedir? $unu demek istiyor: sosyalist örgütler pkk ile öyle icice gectiler ki, kendi üyeleri pkk’ye mi yoksa kendi örgütlerine mi hizmet ettikleri, belli bile degil; kendi üyeleri örgütlerine sadiklar mi, degiller mi, o bile belirsizle$ti.”
    böylece, “türkcü” deli gaffarin nasil bir hiyerar$ik bir sosyalizm ve örgüt anlayisina sahip oldugunu da ögrenmi$ oluyoruz: üye dedigin örgüte tam sadik/loyal olmali ve her daim örgütünün hizmetinde olmali!

    “Bu yeni solcu tipinin her durumdaki tek gıdası kendisi gibi olmayanlara, yani Kürtçülerle arasına mesafe koyanlara, hakaret etmesi, daha bir gün önce “yoldaş” dediklerine ertesi gün düşman muamelesi yapmasıydı.”

    “türkcü” deli gaffar solcu bireylerde “cürüme” tespit etmi$ ve bunu da yine sosyalistlerin pkk ile iliskisine bagliyor. “cürüme” dedigi $eyin ne oldugunu, yani agzindaki baklayi, kendisini asil rahatsiz eden $eyi $öyle dile getiriyor: “…kürtcülerle arasina mesafe koyanlara.”
    burdan anliyoruz ki “türkcü” deli gaffar, bir türk solcusu olmanin ulusal bilinci ve sorumlulugla hareket etmis, “ayrilikci/bölücü” “kürtcülerle” arasina tipki dogu perincek gibi mesafe koymu$, bu tavrindan dolayi bazi solcularin elestiri, hakaretine maruz kalmis; bu bazi solcularin bu tavrini deli gaffar $una bagliyor: bu solcular kendi ulusal özlerinden uzaklasip, “kürtcülerin” tesiri altina girmisler ve “türkcü” deli gaffar bu kendi özüne yabancilasma olarak gördügü davrani$lari “kisilik cürümesi” olarak te$his etmi$. ne mutlu türküm diyene!

  258. marxist argüman

    beyaz yakali ahlakci idealistler ve de ögürsel,

    madrabaz necip o listeyi sizin sürekli isim siralamaniza sinirlendigi icin ve biraz da dalga amaciyla: isim listesi dedigin böyle olur, aha böyle kol gibi! olmali diyerek yayinladi, sizde hemen sazan gibi yeme atladiniz, oltaya takildiniz.

    beyaz yakali ahlakci idealistler, o uzun uzun ingilizce yazilari buraya neden asiyorsunuz? siz burda ki insanlarin anadilini ingilizce mi saniyorsunuz? o yazilardan siz ne anladiniz, özetle tercüme edin ki bizde anlayalim, fikrimizi söyleyelim. nasrettin hoca gibi, göle yogurt calayim, belki tutar; buraya uzun uzun yazilar asayim belki tutar yönteminin yanlis oldugunu ne zaman idrak edeceksiniz, merakla bekliyorum.
    ayrica, bu siteyi “reklam panosuna” cevirmede, o cok elestirdiginiz kapitalistlerden hic bir farkiniz olmadigini bilmem farkinda misiniz?

    ogürsel, tilki gibi neden kiliktan kiliga giriyorsun, kendi isminle yorum yazsana! hangi kiliga girersen gir, ben tilkiyi kuyrugundan tanirim; seni jargonundan ve tarzindan tanirim, radara yakalandin!

  259. yargı yok yürütme var

    AKP’nin yargıyı eline geçirmesi (ve RTE’nin “Anayasa Mahkemesi’nin kararına saygı duymuyorum”, “Anayasa Mahkemesi’nin kararı milli bir karar değildir”, B. Arınç’ın “Türkiye bir yargıçlar devleti değildir” vb. söylemleri) = DP’nin Tahkikat Komisyonu = CHP’nin İstiklal Mahkemeleri = Abdülhamid’in Yıldız Mahkemeleri vb.

  260. Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
    O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
    Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
    Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız

    O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

    Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
    Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
    Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
    Gittiler akşam olmadan ortalık karardı

    O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

    Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
    Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
    Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
    Geceler uzar hazırlık sonbahara

    O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

    https://www.youtube.com/watch?v=YwKWvUQqWv8

    (7 Mayıs 1972
    Deniz Gezmiş & Yusuf Aslan & Hüseyin İnan’ın anısına
    Attilâ İlhan)

  261. 'Kapitalizm yok' vs 'Kemalizm yok'

    Rektör

    Bilmiyorum, koca bir toplumu utandırmayı nasıl başarıyorlar.
    Sanki bunun için eğitim almışlar, bütün öğrencilikleri, akademik kariyerleri “şöyle davranırsanız kendinizi de toplumunuzu da rezil edersiniz” söylevleri dinleyerek geçmiş.
    Bu eğitimin tepe noktasına varınca da rektör olmuşlar.
    Geçenlerde bir profesör, “Kemalizm’in gericilik” olduğunu söyledi.
    Bir profesör bilgileri ışığında dilediği sonucu çıkarır.
    Bunun tam tersini düşünen profesörler de var.
    Peki, bunu söyleyen profesörün ders verdiği üniversitenin rektörü ne yaptı?
    Ne yapacak, koca bir toplumu utandırmayı göze alarak profesörün derslerini durdurdu.
    O rektör gibi düşünmeyenlerin üniversitede yeri olmayacağını cihanı âleme gösterdi.
    Türkiye’de üniversitede ders vereceksen “Kemalizm ilericiliktir” demek zorundasın.
    Kemalizm’i öveceksin.
    Yeryüzünde kaç ülke kaldı böyle?
    Bir Kuzey Kore, “Kim İl Sung” öğretisini sorgulayamazsın; bir İran, Humeyni hakkında konuşamazsın; bir de bizim Türkiye, ne Atatürk’le ne de Kemalizm’le ilgili eleştirel bir söz söyleyemezsin.
    Benzediğimiz ülkeleri gördüğünüzde, bu gerçek sizi utandırmıyor mu?
    Hem her tarafa “en hakiki mürşit ilimdir” diye yazacaksın hem de Mustafa Kemal’e de Kemalizm’e de bilimsel bir gerçekçilikle bakamayacaksın.
    Şaşkınlık mı bu, ikiyüzlülük mü, ne söylediğini bilmemek mi?
    Neden Atatürk’ün bütün söylediklerini bir arada değerlendiremiyoruz?
    Niye bütün konuşmalarını okuyamıyoruz?
    Neden yönetim biçiminin adını koyamıyoruz?
    Neden, bu ülkenin yakın tarihindeki en önemli politikacılardan birini “Kim il Sung”laştırıyoruz?
    Mustafa Kemal bunu ister miydi?
    Kim il Sung ve Humeyni düzeyine indirilmeyi arzu eder miydi?
    Pek sanmıyorum.
    Ayrıca nedir bu Kemalizm meselesi?
    Kemalizm diye bir şey var mı gerçekten?
    Varsa ne?
    Mustafa Kemal her söylediğinin bir de tersini söylemiş, her yaptığının bir de tersini yapmış, çok çalkantılı bir dönemde yeni bir cumhuriyet kurabilmek için sürekli ittifak değiştirmiş bir lider.
    Nasıl onun sözlerinden ve davranışlarından bir ideoloji çıkartabilirsiniz?
    Tutarlılığı yok ki sözlerinin.
    Zaten bana sorarsanız Kemalizm diye de bir şey yok.
    Olabilmesi de mümkün değil.
    Kemalizm’in günümüzde bir tek anlamı var:
    “Ordu politikanın içinde ve merkezinde dursun.”
    Bunun dışında Kemalizm’in orijinal bir fikrini bilen varsa söylesin, daha önce söylenmemiş ne söylüyor Kemalizm, bir anlatsın.
    Kemalizm, cumhuriyet elitlerinin orduyla birlikte iktidarı elinde tutup, halkı politika dışına itebilmek için uydurdukları bir tabu.
    Onlara göre “Kemalizm” olmazsa ve ordu politikadan çekilirse, “halk” yani bu ülkenin insanları, yani bu ülkenin gerçek sahipleri, kendi gelecekleri hakkında karar vermeye kalkışırlar.
    Buranın halkı külliyen “hain” olduğundan da ülkeye ya şeriat getirir ya da burayı böler.
    Kemalizm dediğiniz tuhaf şeyin ana fikri bu.
    Kendi halkından korkmak.
    Dahası kendi halkından nefret etmek.
    Orduyla, Ankara’nın bürokratları ülkeyi kendi “halkından” korumasa burası mahvolacak.
    Bugüne kadar ülkeyi “halktan” korumanın bizi nerelerle getirdiğini gördük, yaşam standardı olarak Yunanistan’ın 69 basamak altındayız.
    Avrupa’nın en fakir ülkesiyiz.
    Hala aşiretler, hala töre cinayetleri var.
    Hala kış gelince köy yolları kapanıyor.
    Hala fikrini söyleyen profesörü işinden kovacak adamları rektör yapıyoruz.
    Hala bir trafik sorununu bile çözmekten aciziz.
    Hala insanlarımıza doğru düzgün bir sağlık hizmeti veremiyoruz.
    Hala ülkenin dört bir yanı çetelerle dolu.
    Bu mu Kemalizm?
    Kemalizm, gericilik değildir bence.
    Kemalizm diye bir şey yoktur.
    Kemalizm, bu ülkeyi “halkı dışlayarak” yönetmek isteyenlerin taktığı bir maskedir.
    Ama her işin bir sonu olduğu gibi bu kandırmacanın da bir sonu bulunuyor.
    Ve biz bu sona yaklaşıyoruz.
    Halk, kendi ülkesinde, sahibi bulunduğu topraklarda kendi geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyor.
    Üniversiteyi kışlaya çevirmeye çalışan, koca bir toplumu rezil eden adamları rektör yapmak bunu önlemeye etmez.
    Generaller de, bürokratlar da, onların parasını ödeyen, onların maaşlarını kendi alın terleriyle denkleştiren insanların hizmetine girecekler.
    Onların istediğini yapacaklar.
    Bunca yıl “olmayan bir ideolojiyle” insanları korkutup susturmanın tadını çıkardılar.
    Kendilerini yüceltip ülkeyi batırdılar.
    Amma artık yeter.
    İzin verin de biraz da halk yönetsin bu ülkeyi.
    Şu sizin de içinden çıktığınız ve sonra beğenmediğiniz halk.

    Ahmet Altan
    Nokta, 30.11-6.12.2006

  262. 257 –marxist argüman’a–

    179 no’lu, 8 Ekim 2016 tarihinde şahsınıza gönderdiğim metni tekrar [daha dikkatli] okuyunuz. Sorduğunuz soruların cevapları orada var.

    Necip’le benzeşen/örtüşen özellikleriniz de epey var. Sadece —işinize gelen kısımları cımbızla çekip, işinize gelmeyenleri çöp kutusuna göndermeyiniz.

  263. marxist argüman

    beyaz yakali ahlakci idealistler bu sefer “adam curtis” adli belgesel yapimcisi ve o’nun belgesellerini, insanligi aydinlatacak, bazi “kötü niyetli” politikaci ve kapitalistler tarafindan güya “manipüle” edilmi$ insanlarin gözünü acacak diyerek bu sitede reklamina basladilar.

    “adam curtis” hangi konularda insanlari “aydinlatiyor?
    örnek: kapitalistler ve bazi politikacilar sigmund freud gibi psikologlarin psikolojik tekniklerinden faydalanarak topluma/insanlara ayar veriyorlarmi$, insanlari “manipüle” ediyorlarmi$mi$!
    daha öncede ele$tirdigim gibi, beyaz yakali idealistlerin senaryosunda, biz tek tek insanlar hep bir takim “kötü niyetli” ve güc sahibi insanlarin masum kurbanlariyiz.
    bu idealistler, bazi firma/$irket sahiplerinin kendi mallarini satma stratejilerini inceleyerek, dünyanin siyasi/ekonomik düzenini analiz edip anladiklarini sanacak kadar dünyadan habersizler. neymi$ efendim, kapitalistler, insanlari tüketime te$vik ederek, insanlarin kendilerini mutlu, özgür hissetmelerini sagliyorlarmi$. eger insanlarin sözkonusu o ürünleri alacak paralari varsa ve o ürünlere sahip olduktan sonra mutlu oluyorlarsa, olsunlar, sorun nerede? her insanin amaci zaten iyi, “mutlu” yasamak degil midir?
    bazi politikaci ve kapitalistler, insanlari etkilemek icin bazi psikolojik teknikler kullaniyorlarmi$. bu i$ bu kadar kolaysa, bir takim psikolojik tekniklerle insanlari etkilemek mümkünse, o teknikleri, taraftar kazanmak isteyen anar$istler, komünistler vs. yapabilirler, öyle degil mi? bazi “kötü niyetli” kapitalistlerin ve politikacilarin “manipüle” ettigi insanlarin gözünü acmak icin bizde sigmund freud’u okuyalim ve o’nun teorilerinden faydalanalim öyleyse.
    sigmund freud’un uydurma pasikoloji teorileriyle insanlari etkilemek mümkündür diye inanan beyaz yakali idealistler, o psikojik teknikleri kullanarak bir insani ikna etmeyi deneyin, göreyim sizi: mesela o psikolojik teknikleri madrabaz necip üzerinde deneyebilirsiniz; carsaf gibi ingilizce yazilarla madrabaz necip’i “aydinlatamadiniz”, bakalim sigmund freud’un teorileri i$e yarayacak mi?

  264. marxist argüman

    245 nolu “kurtulu$ cephesi” imzali yazidan alinti:
    “Yine bu somut olay, “özel kuvvetler” olarak adlandırılan ve 50 aylık “zorlu ve yoğun” bir eğitimden geçmiş bireylerin sanıldığı ve iddia edildiği kadar yetkin olmadıklarını göstermiştir. Bu da, “devlet”in, “merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin herşeyden önce yaygara, gözdağı ve demagojiye dayandığını gösterir”.

    kurtulu$ cephesi “birde komando olacaklar, dagda yilan yakalayip yiyecegine, köye inip bakkaldan cikolata, helva aliyor!” seklindeki kücümseyici elestirlerle neyi ispatlamaya calisisyor: devlet/düzen, insanlarin korktuklari kadar güclü degildir. 68 ku$aginin bazi liderleri ve THKPC, alman RAF örgütü gibi bazi örgütlerin “öncü savasi” stratejisi tamda bu baki$ acisinin, bu varsayimin, bu mantigin ürünüdür.
    yani “öncü savasi” teorisi $u varsayimdan yola cikar: insanlar/vatandaslar devleti ve devletin ideolojisini -ulusalcilik, dincilik vs.- benimsedikleri icin degil, korktuklari icin devlete isyan etmiyorlar; insanlar/vatandaslar, devleti kendilerini koruyacak bir güc olarak gördükleri icin degil, devletten koktuklari icin isyan etmiyorlar.
    böylesi bir varsayimdan yola cikan bu örgütler: “öyleyse insanlara/vatandaslara, devletin göründügü kadar da güclü olmadigini gösterecek eylemler yapmaliyiz, mesela devleti/düzeni temsil eden önemli bazi devlet görevlilerini öldürerek. böyle eylemler yaparsak korkmus/sinmi$ halk cesaret alir ve bizi desteklemeye ba$lar.”
    bu örgütler suikast tipi böyle eylemler yapmaya basladilar, sonra ne oldu? mesela almanyada, RAF’in eylemlerinden sonra, RAF militanlarinin beklentilerinin aksine halk, “devlete SIKILAN kur$un bana SIKILMI$TIR” diyerek, protesto eylemleriyle devlete destegini ortaya koymustur.
    sonuc: insanlarin vatandasi olduklari devleti desteklemelerinin asil nedenleri korku degildir; bu yanli$ bir varsayimdir.
    birincisi, insanlar ulusalcilik ideolojisi ve dini düsüncenin etkisiyle, kendilerini vatandasi olduklari devlet/vatan ile özde$lestirirler: “alman oldugum icin, alman devletini ve milletini desteklemem normal.”
    ikincisi, özel mülkiyet ve maddi cikar catismalari üzerine kurulu sinifli kapitalist toplumda devlet, gercektende hem özel mülkiyetin koruyucusudur, hem de maddi cikar/para catismalarini, devletin yasasi/hukuku olmadan cözmek mümkün degildir. bundan dolayi, sinifli kapitalist toplumda, zengini fakiri, iscisi isvereni, bütün vatandaslar yasa önünde esittir ve vatandaslar devleti, kendi “cikarini/mülkiyetini” koruyan garantör güc olarak görürler, ve gercektende öyledir.
    örnek, bir i$ciyle isveren arasinda ki i$ sözlesmesinde, o sözle$menin icerigini yasayla hazirlayan/belirleyen de devlettir; taraflarin her ikisinde sözle$meye sadik kalmalarinin garantörü ($ikayet mercii) de yine devlettir.
    bundan dolayi, özel mülkiyet ve maddi cikar catismalari üzerine in$a edilmi$ sinifli kapitalist toplumda, toplumsal iliskiler temelden degismeden/degistirilmeden devletin ortadan kalkmasi/kaldirilmasi da mümkün degildir.

  265. Cok uzun ve icinde bin turlu luzumsuz mugalata da iceren yazinizdan sordugum soruya cevap anlaminda yazdiklarinizi asagiya aliyorum.

    Kapital:
    “kapital/sermaye, yukarda da yazdigi gibi mamül ya da hizmet üretiminde kullanilan arac-gerec, makine, fabrika, tesis ve birde para veya kredi anlamina gelir.”

    Kabul.

    Kapitalist:
    “kapitalist/sermayedar, yukarda yazdigi gibi, belli bir sermayesi olan ve bu sermayesini cogaltmak/büyütmek amaciyla yatirim yapan $ahis.”

    Neden ‘sahis’?

    Daha dogrusu, neden sadece sozkonusu ‘sermaye’ye sahip olan kisi ya da topluluk?

    Yani, neden, ‘sermaye birikimin gerekli oldugunu dusunen’ kisi ya da topluluklari hic akliniza getirmezsiniz?

    Kapitalism:
    “kapitalizmden önce ki her üretim biciminde sahip olunan parasal serveti/sermayeyi kullanmanin iki türlü yöntemi vardi: tüketmek ya da biriktirmek; parasal serveti/sermayeyi sistematik, düzenli bir bicimde üretken servete/sermayeye geri dönüstürmek kapitalizme özgüdür.”

    Bu bir tanim degil; hikaye.

    Ve, el cabuklugu marifet, ‘kapitalizm’ dediginiz –fakat tarif edemediginiz– ‘sey’i aniden ‘sistem’ mertebesine cikariyorsunuz.

    Ikidebir ‘madrabaz’ filan diyorsunuz ya; bu yaptiginiz tam da odur: ‘Madrabaz’lik.

    Oyle yapmayin. Durust olmaga calisin ve ayaklariniz da yere bassin.

    ‘Kapitalizm’, ‘sermaye birikimin gerekli oldugunu’ one surmege, bu fikrin/yaklasimin isabetli oldugunu dusunmege verilen genel bir isimdir.

    Bu goruse mensup olanlara, ‘neden kapitalizm?’ diye soracak olursak, eger dogru durust Turkce bilselerdi, eminim, ‘cunku 40 kopekten bir kurt dogmaz’ mealinde bir cevap alirdik..

    Yani, butun gelirleri gunu kurtarmak arti 3-5 kurus olanlarin, buyuk projeleri ustlenmesi mumkun degildir; o yuzden, bir yerlerde (birileri) ‘3-5 kurus’tan cok daha buyuk sermeyelere sahip olmalari zorunludur.

    Bu da, bizi, eger buyuk projelerin gerekli oldugunu dusunuyorsaniz, bir cozum aramaga –yani, problemin menseine– goturur.

    ‘Buyuk projeleri’ nasil gerceklestireceksiniz?

    Iki temel yaklasim sozkonusudur.

    1) ‘Devlet’in (her turlu imkan ve sermayenin sahibi oldugu icin) ustlenmesi

    2) Kisi ya da topluluklarin (imkan ve sermayeleri ile) ustlenmesi.

    Her iki cozumun de, haliyle, limitleri var.

    ‘Devlet’i de asan buyuklukteki projeler icin ne yapacagiz?

    Ya da, eldeki butun sermayedarlari toplasan, guclerinin yetmeyecegi projeler icin ne yapacagiz?

    Sadece bunlar degil; baska sorunlar daha var.

    Imkanlari ve sermayesi yettigi halde, karisan goruseni cok oldugu icin, Devlet’in ustlenmesinin, projenin, zamaninda ve dogru durust bitirileMEmesi ihtimali az degil. Yani, ciddi zaman, emek ve sermaye ziyani sozkonusu olabilir.

    Benzer sekilde, ozel sermayenin de yol acabilecegi ciddi sorun potansiyelleri vardir: Bitirdigi andan itibaren, tekelci konumuna gecer/gecebilir ve ekonominin geri kalani icin zararli olmaga baslayabilir; mesela.

    Bunlar ve boyle daha bin turlu iyi ve kotu ihtimal sozkonusudur.

    ‘Kapitalist’ler (yani, ekonomideki faaliyetlerin tamaminin ozel sermaye uzerinden gorulmesi taraftarlari) asagi yukari herseyi ozel sermayenin yetki ve sorumluluguna birakmak isterler.

    Daha verimli olacagini, kar veya zarardan sorumlusunun kim oldugunu filan bilmek daha kolay olacagini one surerler.

    ‘Kapitalizm’ de, dolayisi ile, ekonomik faaliyetlerin ozel sermayenin yetki ve sorumlulugunda olmasini istemektir –bir fikirdir ve mensup olanlara verilen isimdir.

    Bu, yani ‘ekonomik faaliyetlerin ozel sermayenin yetki ve sorumlulugunda olmasi’na taraftar olmak, sistemin isminin ‘kapitalizm’ olacagi anlamina gelmez; sistem ayni sistemdir; sadece oyuncularin rolleri bakimindan tercih siralamasi farklilik gosterir.

    Ikisinin arasindaki farki gormek ve anlamak gerekir.

    Simdi.. gelelim ‘solcu’larimizin fikirsel travestilerine..

    Baslangic itibariyle, bireyin gucunu asan isler icin ne oneriyorlar?

    ‘Herkesten gucu kadar, herkese de ihtiyaci kadar’ gibi, sizim sizim amatorluk ve raliteden kopukluk anlamina gelen, temennilerden oteye ne diyorlar?

    ‘Bireyler arasinda ekonomik esitsizlikler olmasin’ diyerek, herseyi ‘devlet’in ustlenmesini mi –hala daha– istiyorlar?

    ‘Hala daha’ diyorum, cunku bu denendi. Boyle bir sey icin, eger ‘devlet’i oneriyorsaniz, haliyle, merkezi planlama gerekiyor.

    ‘Merkezi planlama’nin ne kadar verimli oldugunu da gorduk.

    Dahasi, ‘bireyler arasinda ekonomik esitsizlikler olmasin’ derken, bir de farkettik ki, planlamanin yapildigi ve kararlarin verildigi makamlardakiler pek de digerleri ile esit olmuyor. Bu esitsizligi gidermenin de, o yapi icinde, pek mumkunu yok.

    Ozel sermaye taraftarlari (‘kapitalist’ler) bun hep soylediler; ama, ‘solcu’lar bu aci gercegi SSCB’nin (ve diger ‘merkezi planlama’ ekonomilerinin) cokusu ile bilhakkin idrak ettiler.

    Ve, onlar (‘solcu’lar) da, ‘devlet’ lafini duyduklarinda kufur isitmis gibi davranir oldular.

    Ben bunu yadirgiyorum. Hem de cok.

    ‘Devlet’ butun ekonomik faaliyetlerin ‘merkezi planlama’sinin yapildigi organ olmamali –tamam– ama, buna reaksizyon olarak, ‘devlet’i her turlu ekonomik faaliyetten men etmek de, bazi seyleri planmalaktan alikoymak da bence dogru degil.

    Dahasi, devlet sadece savunmadan, asayisten ve adliyeden sorumlu olsun demek de dogru/yeterli degil bence.

    Devlet, toplumda ortaya cikabilecek gelir/refah ucurumlarini giderecek roller de ustlenmeli –gerek vergilendirme ile, gerekse de secilmis alanlarda dogrudan yatirimlar yaparak.

    Bu roller icin de, solcularin (akli basinda, cok da utopik olmayan solcularin) devlet mekanizmasinda olmasi zorunludur bence.

    Uzucu olan, bence, solcularin (akli basinda, cok da utopik olmayan solcularin) sayisinin giderek azalmasi kadar, ‘devlet’ kavramindan nefreti icsellestirdiklerin dolayi, bu rolleri yerine getirecek –‘devlet’e sahip cikacak– pek de kimsenin olmayisidir.

    Butun bunlari soyledikten sonra, sunu eklemem gerekiyor; siz beni hala daha ‘kapitalist’ saniyorsunuz ya; icimden –ve ara sira da aciktan aciga– ne kadar guldugumu bilemezsiniz.

  266. türkiye yargıçlar devleti değildir

    (bkz: islamda kadı’nın yeri)

    https://eksisozluk.com/entry/18230457

  267. “Kapitalizmin doğal bir şekilde geliştiği, yani böyle bir ‘sistem’in aslında olmadığı (veya insan yapısı/yapay olmadığı) şeklindeki düşünceniz varolduğu öne sürülen diğer sistemler için de geçerli mi?”

    Evet.

    Bence, ATUT meselesine ‘Bati-merkezlilik’ kendini begenmisligi (kibri) cercevesinde bakilmasi gerekir.

    Bati’nin kendisini matah bir seymis gibi pazarlamasina bir sey demiyorum; ama, baskalarinin da kabul edip yemesine hayli icerledigimi kaydetmek zorundayim.

    Hele de bu ‘baskalari’ Batili olmayan solcular olunca.. gordugum asagilik duygusunun (ve ufuksuzlugun) tiksindirici boyutlarini tahammul edilemez buluyorum.

    “Eski Doğu uygarlıklarının üretim tarzının ‘feodal’ mi ‘ATÜT’ mü olduğu tartışmalarında ATÜT tezini savunanlar, üstelik bu tartışmayı yapan kesimlerin çoğu Marksist veya solcudur, sanki ATÜT’ün yapay ve ilerlemeye engel, feodalizm ve kapitalizmin ise daha doğal ve ilerlemenin önünü açan bir sistem olduğu fikrini savunuyorlar.”

    Ben, bu tur tartismalari hem abes bulurum; hem de –bu ornekte oldugu uzere– asagilik komplekslerinin bir disa vurumu; daha dogrusu, kendilerinin asagilik oldugunun bir saglamasi gayreti sayarim.

    Sunu demek istiyorum:

    Ekonomik, sosyal, ya da sosyoekonomik yapilari degerlendirirken, her ikisinin de ‘en iyi’ oldugu donemleri birbiri ile kiyaslamak gerekir.

    Birisinin –herhangi bir sebeple– curumeye yuz tutmus, bozulmus ya da bozulmaga baslamis oldugu donem ile digerinin –herhangi bir sebeple– gelismege, serpilmege, basarili olmus ya da olmaga yuz tutmus oldugu donemi kiyaslamak yanlistir.

    En azindan ortulu bir taraftarlik sozkonusudur. Bunu ‘yemek’ de propogandaya yem olmak anlamina gelir. Yerseniz, durduk yerde benimsediginiz asagilik kompleksleriniz sizi yer bitirir.

    Ben, o taifeden degilim –olmamak icin gayret ederim.

    ATUT dedikleri seye –basarili oldugu donemlerde– baktigim zaman, ani donemlerdeki baskalarindan hic de asagi olmadiklarini; tersine, cok daha basarili olduklarini goruyorum.

    ‘Basari’ diyerek ne kastediyorum?

    Iki temel sey.

    Bir; toplumda isyan goruluyor mu? Kalici, yapisal isyan?

    Yok.

    Iki; yapi buyuyor mu, kuculuyor mu, yoksa duragan mi?

    Buyuyor.

    Peki, bunlar ne zaman tersine dondu?

    Sonralari.

    Su veya bu sebeple, sartlar degistiginde, curumeler basladi. Hem isyanlar basladi hem de buyume durdu; duraganlasti ve kuculme basladi.

    Toplumun huzur ve refahi icin secilmis yollardan birisi.. Mulkun –mulkiyet sahipliginin– (Sultan veya Kralin sahsinda) sanallastirilmasi, iyi yonetildiginde iyi, (sartlar degistigi icin, ya da kaniksamalar yuzunden) kotu yonetildiginde de kotu sonuclar vermis..

    Bu, ATUT dedikleri yontemin kotu oldugu anlamina gelmez.

    Dahasi, ne Osmanli’da, ne Hindistan’da, ne de Cin’de, hersey –hilafsiz, hersey; her uretim ve hizmet araci– Sultan veya Kralin/Hanedanin sahsinda sanallastirilmis degildi.

    Altin veya gumus madenleri, darphaneler, ciflikler, kervanlar, gemi filolari vs vs.. Bir kismi kira karsiliginda, bir kismi gelir paylasimi karsiliginda, digerleri ise –elde ettikleri kardan– vergi vermekle yukumlu olarak yapilan faaliyetlerdendi.

    Bunlarin bugunku ‘modern’ dunyadan nicin farkli olduklarini, neden apayri bir isim basligi altinda incelenmesi gerektigini merak ederim.

    “Yani ATÜT’te ‘despotik devlet’in ekonominin üzerinde olduğu ve toplumsal sınıfları yarattığını; feodalizm ve kapitalizmde ise ekonominin/toplumun devletten önce geldiğini söylüyorlar. Bu yüzden Doğu’da devlet/bürokrasi burjuvazinin de üzerinde egemen olan sınıfken, kapitalist Batı’da devlet/bürokrasi egemen sınıf olan burjuvazinin altındadır deniyor.”

    ‘Devlet’e ‘despotik’ demek icin neden bu kadar ikinmak ihtiyacinin nereden kaynaklandigini incelemek belki daha isabetli olur.

    Halbuki, biraz daha sogukkanli ve daha tarafsiz bakildiginda, ‘ATUT’ dedikleri ‘tarz’in, ‘devlet’in bir tur tuccar –ticaret erbabi– gibi faaliyet gostermesi oldugunu –dikkatle bakarsaniz– gormek zor degil.

    Bu konuda, malesef, yayinlanmis pek kitap yok –benim bildigim–; yani pek az var.

    Yakin zamanda yayinlanan su calismayi onerebilirim: ‘Osmanlı’da İsyan İklimi’ [Sam White. https://www.goodreads.com/book/show/23727052-osmanl-da-syan-klimi%5D

    Bu kitabi okursaniz, Osmanli devletinin, tipki bir cokuluslu sirket gibi, ‘pazar’in ihtiyaclarini karsilamak icin hangi kaynaklari kullanmak veya gelistirmek icin nasil da bitmez tukenmek bir gayret icinde oldugunu gormek mumkun olur.

    Klasik tarzda tarihle mesgul olanlarin cogu zaman hic goremedikleri, farkinda bile olmadiklari, cok genis ve kapsamli bir yonetim faaliyeti sozkonusu; ve neredeyse hicbir adiminda ‘despotik’lik sozkonusu degil.

    Degil; cunku, ekonomik faaliyetlerin ‘topuzumun hakki icin’ yapilmadiginin, yaptirilamadiginin farkindalar.

    ‘ATÜT” demisken, aklima –mesela– ‘VAG’ [Volkswagen AG] geliyor. 27 ulkede 100 kadar tesiste (otomobil, ticari arac, motorr, motosiklet, turbomakine vb) uretim yapan, (banacilik, finans, sigortacilik, filo yonetimi, finansal kiralama vb) hizmet saglayan, 600 binden fazla calisani olan devasa bir grup.

    Bu sirkette calisanlarin herbirinin gorevi ‘sanal’ degil midir?

    Yani, ‘o isi yapan birisi gider, baska birisi gelir’ degil midir?

    Yani, kimsenin makami/mevkii o kisinin mulku degil.

    Ayrica, VAG, uygun gordugu kisileri, baska ulkede (ya da sehirde) de olsa, oraya tayin ve nakletmiyor mu? Ediyor.

    Dahasi, VAG’da oyle degil belki ama baska bazi sirketlerde, olen kisinin evladinin o sirkette ise girmek gelenegi vardi; hala daha da vardir.

    Mesela, Zonguldak komur isletmeleri boyleydi –hala daha devam ediyor mu bilemem’; ama, ABD’de de tek-sirket sehirleri kasabalari var(di) ve bu gelenek vardi. Resmen olmasa bile, uygulamada vardi.

    Yani, bir tur (de facto) miras sozkonusu idi.

    Osmanli’da, bati-merkezli solumuzun ‘tu kaka’lastirdigi ‘ATUT’ de, boyleydi.

    Fakat; Osmanli, temelden ve beklenmedik olarak degisen iklim sartlarina karsi elinden geleni yapti. Yetmedi. Batti. [Tipki, VAG da, baska benzer sirketler de, degisen sartlar karsisinda batacak oldugu uzere.]

    Ayni iklim degisiklikleri ise Bati’da yeni firsatlarin dogmasina yol acti; ve onlar basarili oldu.

    Yani, ‘Allah birinden aldi, digerine verdi’.

    Bir tarafin kotu zamanlarini digerinin iyi zamanlari ile kiyaslamak, bence durustluk degil.

    Bunu bir ovunc ya da hicap kaynagi saymak icin ikinip durmak da anlamli degil.

  268. “Hayır; doğrusu insanlığın vicdanında. ‘Evrensel-tarihsel zaman’ diliminde.”

    Bu bahsettiginiz ‘evrensel-tarihsel zaman dilimi’ icin bir tarih verebilir misiniz?

    Gelecekte olacagini iddia ettiginiz asikar da, tarihi belli degil.

    Tam tarihini verirseniz, ben de zaman makinami ayarlar, digip bakar ve hakli olup olmadiginiza karar verebilirim.

    “Hitler’e, Stalin’e direnenler bugün o günkü toplum içinde alabilecekleri ‘oy’ oranlarına göre değerlendirilmiyor.”

    Pek de siirsel oluyor bu tur Godwin cekmeler.. Oyle oluyor da, Hitler’e ya da Stalin’e benzetecek ne gibi gercek (yani, sizin hayal dunyanizda degil de, realitede) olaylar var?

    Toplama kamplari, gulaglar filan.. ne yana dusuyor, usta?

    “Vicdansız, bencillerin korkutarak, basını susturarak, nereden geldiği bilinmez paralarla sadaka dağıtarak -geleceğe ödenmesi zor borçlar bırakarak-, öldürerek, işsiz bırakarak, seçim hileleriyle vs. ikna edeceklerinden birisi olarak Necip’in de meşruiyet anlayışı bu kadar.”

    Kelime anlami itibariyle dahi, ‘mesru’nun ne anlam ifade ettigini bilmeksizin, ya da bildiginiz halde carpitmagi tercih ederek, yukaridaki seyleri siraliyorsunuz. [1]

    Karsi olmaniza, muhalif olmaniza hic bir itirazim yok; ama, var olmayan seyleri lafin arasinda bahsederek (gercek hayattan dise dokunur ornekler veremeyerek) salladiginiz zaman, itiraz edisime gucenmenizi hakli bulamiyorum.

    “H. Arendt bu konuda ne yazardı?”

    Bilmem. En sonki ruh cagirma seansimiza gelmedi kendileri. Bir de siz deneyin.

    [1]: kurtulus.org da –bilerek, bilmeyerek– benzer sekilde davraniyor.

    Bir yandan, surekli, kanun filanlarda yapilan degisiklikleri, ya da mevcut kanunlara muhalif gordugu duzenlemeleri vs siraliyor –ki, o kanunlarin pek coguna eminim once kendileri muhaliftir–; ondan sonra da tutup bu duzenlemelerin mesru olmadigini soyluyor. Sevsinler.

    kurtulus.org’un once bir karar vermesi gerekiyor: OHAL’den onceki kanunlar mesru muydu, degil miydi?

    Bir de, tabii ki, kurtulus.org’a gore mesru olan ya da olmayan hersey baska herkesi baglar mi?

    Sonuc?

    Sonuc, bence, su: kurtulus.org da benzer digerleri gibi; bir fikir ya da analiz kaynagi degil. Kafasi karisiklarin muhalefet etmek adina, baskalarinin da kafasini karistirmak bahasina, yazip dokturdukleri bir baska mecra… Siradan bir kahve (ya da, Starbucks subesi).

  269. “Senin gibi, –olgulara– önem atfeden birisi, nasıl olur da toptancı/makromalist/maksimalist bakış açısıyla 222 no’daki gibi bir liste hazırlar.”

    Sebebini Marksist Arguman mahlasli arakadasimiz oldukca iyi aciklamis. Her ne kadar, yaptigi, niyet okuma olsa da; isabetsiz degil.

    Ama, tamami da degil.

    ‘Tamami’ni ya da tamamina yakini anlatmak icin, once bir isim vermem ve ondan bir alinti yapmam gerekiyor.

    Kardinal Richelieu.. [Cardinal de Richelieu] Bir fransiz kardinali. 1500’lu yillarin sonu, 1600’lu yillarin ortalari arasinda yasamis. Disisleri bakanligi da yapmis. Yani, sadece ruhbandan degil ayni zamanda hariciyeden de.

    Adamin asil yaptigi is, (asilzade taifesinin de arasinda bulundugu) ic muhalefeti bastirip, Fransa’yi guclu bir merkezi devlet haline getirmek –bir anlamda Nizam-i Mulk gibi.

    Neyse.

    Zat-i muhteremin soyledigi iddia edilen bir laf vardir: “Qu’on me donne six lignes écrites de la main du plus honnête homme, j’y trouverai de quoi le faire pendre.”

    Meal veriyorum –estaguzubillah:

    “Anasindan yeni dogmus kadar masum birinin elinden cikmis alti satirlik bir metin verin bana; onu ipe cektirecek bir seyler bulup cikaramazsam namerdim.”

    Bununla sunu demek istiyorum:

    Siz, biteviye siraladiginiz onca ismin her yazdiginin sizin dediklerinizi teyid ettigini saniyorsunuz (cogu zaman bizzat sizin ne dediginiz belli olmasa bile); ama, birakin adamlarin bir hayat boyu ne dediklerini, bir kitabinin bir sayfasindan bile sizin dediklerinizin tersine anlam cikarilabilcek bir seyler bulunur.

    O yuzden, bu aliskanliginizi (kefere ‘name dropping’ diyor; biz daha kestirme gidip ‘kibirli ukalalik’ diyebiliriz) burada –en azindan bana yazarken– terketmelisiniz.

    Ben kaale almiyorum, baskalarinin da aldigini hic sanmiyorum.

    Ote yandan, siz bana –bir anlamda– cok da saygi duydugum, ve istifade ettigim birisini hatirlatiyorsunuz.

    Diyar-i kuffarda bir universitedeki kutuphanede tanimistim bu hanimefendiyi. ‘Librarian’ (‘kutuphaneci’) sifatini bilhakkin tasiyan birisiydi.

    Kendisine gidip, herhangi bir konuda, konudan kabataslak (ya da, birkac anahtar kelimeyle) bahsetmem yeterliydi.

    O konudaki kitaplarin, o devasa binada, hangi katta, hangi sirada, hangi rafta oldugunu sip diye soyleyiverirdi. Sastigini hic gormedim.

    Arama motorlarinin olmadigi bir devirde bulunmaz nimet.. ki, bazan arama motorlari da ise yarayamayabiliyor hala daha..

    Fakat, birgun, raftaki kitap sayisi cok oldugunu gorunce, kendisine donup, “cok kitap var; hangisi ile baslayayim?” dedigimde, “ben onu bilemem; ben hangi kitaplarin nerede oldugunu bilirim sadece” demisti.

    Turkiye’de, malesef, boyle bir kutuphaneciye hic denk gelmedim. Var oldugunu da sanmiyorum –bizdekiler, cehaletlerini ve ilgisizliklerini nemrutluk yaparak ortmek konusunda cok mahirdirler.

    Simdi.. keske diyorum; keske oyle devasa bir kutuphane yaptirip halka bagislayacak imkanim olsa ve sizi de oraya kutuphaneci tayin edebilsem..

  270. O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

    Meraklisina not: Yukaridaki beyitteki ‘Müjgan’ bir ozel isim degildir –bir kadin ismi ise hic. Dolayisi ile, kesme ile ayrilmasi yanlistir.

    ‘Müjgan’, Farsca, ‘kirpik’ demektir.

    Dolayisi ile, dogru sekli: “O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız” olmaliydi.

    http://www.duseyazanlar.com/kultur-sanat/edebiyat/attila-ilhanin-o-mahur-beste-siirinin-yazilis-oykusu.html/

  271. İslam vs Marksizm

    “Uygarlığın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu girişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir inancın kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku duyulmamalı. Bir inanç kaynağında ne denli güçlü olursa olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlığın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demektir.”
    “Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, düşünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. İslama bağlanan, bu inanç kurumunun değişmez ilkelerine saplanan bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari­hi de yoktur.”
    İrticanın Ayak Sesleri – İsmet Zeki Eyüboğlu
    http://documentslide.com/documents/ismet-zeki-eyueboglu-irtica.html

    Uygarlığın hızlı gelişimi, yaratıcı devrimleri, doğurucu girişimleri karşısında olduğu gibi kalmayı ilke edinen bir ideolojinin kendi kendine kuyu kazdığından da kuşku duyulmamalı. Bir ideoloji kaynağında ne denli güçlü olursa olsun, gelecekteki yaşamını benimsemediği bir uygarlığın verileriyle bağlamışsa, onlarla sürdürmekten başka yol bulamıyorsa, çökmeye, yıkılmaya yönelmiş demektir.
    Bize kalırsa diri varlıklar arasında yalnızca düşünen, düşünsel alanda üreten insanın tarihi vardır. Marksizme bağlanan, bu ideolojinin değişmez ilkelerine saplanan bir kimsede bilinç uyanıklığı olmadığından, onun, tari­hi de yoktur.

  272. “kurtulus.org da –bilerek, bilmeyerek– benzer sekilde davraniyor.
    Bir yandan, surekli, kanun filanlarda yapilan degisiklikleri, ya da mevcut kanunlara muhalif gordugu duzenlemeleri vs siraliyor –ki, o kanunlarin pek coguna eminim once kendileri muhaliftir–; ondan sonra da tutup bu duzenlemelerin mesru olmadigini soyluyor. Sevsinler.
    kurtulus.org’un once bir karar vermesi gerekiyor: OHAL’den onceki kanunlar mesru muydu, degil miydi?
    Bir de, tabii ki, kurtulus.org’a gore mesru olan ya da olmayan hersey baska herkesi baglar mi?
    Sonuc?
    Sonuc, bence, su: kurtulus.org da benzer digerleri gibi; bir fikir ya da analiz kaynagi degil. Kafasi karisiklarin muhalefet etmek adina, baskalarinin da kafasini karistirmak bahasina, yazip dokturdukleri bir baska mecra… Siradan bir kahve (ya da, Starbucks subesi).”

    Özelde AKP’nin, genelde iktidar partilerinin benzer söylemleri ile Kurtuluş Cephesi ve benzerlerinin bu söyledikleri arasında ne fark var?

    Şu fark var; bunlardan birincileri iktidar iken ikincileri muhalefet. Bu nedenden dolayı birincilere karşı ikincilerden yana tavır almanın politik mücadelede “meşru” bir gerekçe olduğu savunulabilir.

    Öte yandan, eğer bütün tarih sınıf mücadelelerinin tarihi ise ve “kafa karıştırmak” da bu mücadelede kullanılan araçlardan biri ise “kafa karıştırmayan” bir toplumsal sınıfın/kesimin var olduğu söylenebilir mi?

  273. marxist argüman

    270 nolu yorumcuya cevap:
    bu sitede ni$anyan hayrani bir okuyucu vardi, yaptigim ele$tiriden sonra ni$anyan’dan alinti yapmayi birakti; ya küstü ya da ni$anyan’a yaptigim ele$tiriye ikna oldu.
    bir de “nasname” okuyucusu var; o da bu sitenin yorum bölümünü “pkk karsiti propaganda” amacli yani bu siteyi reklam/propaganda amacli kullaniyor. yorum bölümünde ki tartismalara katildigini, cümle kurduguna ben $ahsen hic $ahit olmadim.
    $imdi gelelim bu “ismet zeki eyüboglu” hayranina. bu arkadasin da ben cümle kurduguna hic $ahit olmadim; kuran-i kerimden ayet, hadis alintisi yapar gibi, sürekli olarak eyüboglu’un kitaplarindan alinti yapiyor; kendi fikirlerini, bir cümleyle de olsa ifade ettigini görmedim. fakat $u kadarini anlamak mümkün: yazar eyüboglu’nun kitaplarini okuyarak dünyayi anladigini düsünen bu arkadas “vatansever” bir atatürkcü, dolayisiyla benim yazdiklarimdan rahatsiz oluyor, olmasina ama yazdiklarimi elestirecek birikimi olmadigi icin, bunu utangac bir $ekilde, yani yazar eyüboglu’dan alinti yaparak sözümona marxist baki$ acisini ele$tirmeye cali$iyor.
    yazar eyüboglu’nun da tozunu alirim ama, 270 nolu alinti da eyüboglu bir$eyler geveliyor ama, ele avuca gelecek bir iddia, tez, fikir yok, bundan dolayi elestirmekte zorla$iyor.
    eyüboglu’nun islama yaptigi ele$tiriler, dünyada ki cogu insanin, türkiyede de özellikle kemalistlerin benimsedigi/ezberledigi ele$tiriler: efendim bati, bilim teknikte ilerledi, bizi gecti; biz bu islam/müslümanlik yüzünden geri kaldik.
    “ileri” olmanin, “gelismisligin” ölcüsü/kriteri bilim teknik, insanin ve doganin en verimli sömürüsü, en modern, en öldürücü silahlar sahip olmak vs. olunca, bu ölcüye göre, evet bati dünyasi önde oluyor.
    dikkat edilirse, böylesi bir baki$ acisi, kapitalist rekabetin/hegemonyanin verili $artlarini elestirmiyor ve red etmiyor. yani gerek tek tek insanlar arasinda ki kapitalist rekabet, gereksede firmalarin, sirketlerin, devletlerin/uluslarin kiran kirana, birbirlerinin alehinde olan rekabetini yanli$ bulan yok; bütün mesele, ben ya da biz bu kapitalist rekabette allta kalmamak icin; ba$kalarini alta düsürüp, kendimiz üste cikmak icin ne yapmaliyiz; üste cikip baskalari üzerinde hegemonya kurup, bu hegemonyayi da süreklile$tirmek icin ne yapmaliyiz; bütün tartisma bu eksende dönüyor.
    kapitalist ticaret mantigi, bilim teknikte ki her bulu$u, gelismeyi paraya cevirme ve rakipleri kapitalist rekabette alt etme hedefiyle yapildigi icin, bir bilim adami, arastirmaci vs. insanlarin i$ine yarayacak, insanin hayatini kolayla$tiracak bir bilgi, alet, makine vs. geli$tirdiginde, dikkat edilirse “ey insanlar, ey dünya $öyle birsey ke$fettim, gelistirdim, bunu sizede acikliyorum, siz de kullanin, faydalanin” denilmiyor, ne yapiliyor: sözkonusu bu yeni bilgi, teknik, teknoloji diger insanlardan, dünyanin geri kalanindan bir “sir” gibi gizleniyor; para kazanmak amaciyla piyasaya sürülmeden önce kapitalist devletin “patent” denilen kullanim hakki yasasiyla diger insanlarin bu yeni bilgiden, teknikten, teknolojiden faydalanmasi $arta baglaniyor: para/ücret ödeme $arti.
    marxizme ya da gecmi$te ki real sosyalist rejimlere yapilan ele$tiriler de dikkat edilirse, sürekli olarak bu kapitalist ticaret mantigi ile yapiliyor. yani sürekli olarak bilimsel ve teknolojik gelismeler karsilastiriliyor; kimde en son model arabalar, telefonlar, silahlar, füzeler, ucaklar vs. var; hangi devlet ya da $irket insani ve tabiati en verimli bir bicimde sömürerek, en cok zenginlik/servet biriktirdi; tatismalar hep bu eksende dönüyor.
    i$in en vahimi, basta eski real sosyalist rejimler olmak üzere, bircok sosyalist/anar$ist de dünyaya aynen bu kapitalist ticaret, rekabet ve sömürü mantigiyla bakiyor.
    sayin zileli gibi demokrasi idealistleri, sovyetler birliginin kendini fesh etmesini “demokrasi eksikligi” sanadursunlar; sovyetler birliginin son lideri gorbacow’un reformlarina ve demeclerine bakin, gorbacow da aynen kapitalist ticaret mantigiyla amerika ve avrupali devletlerin insan ve dogayi en verimli bir bicimde sömürerek ortaya cikardiklari zenginlige hayran kalmis ve sonunda bilinen $u sonuca varmisti: kapitalist sistem, sömürme ve zenginlik biriktirme de, sosyalist sistemden daha “verimli” bir sistem.
    kapitalist ekonomiye hayranliklarini gizlemeyen real sosyalistler, devlet, ulusal ekonomi, para, kar, arti deger/verimlilik, fiyat/etiket gibi kapitalist ekonominin kategorilerini, prensiplerini kullanmaya devam etmislerdi.
    diger yandan real sosyalist rejimlerde örnegin, i$sizligin olmamasi, yani kapitalizmde, insanlarin sürekli olarak gelecek korkusu, i$ bulma derdi, i$ini kaybetme kaygisinin real sosyalist rejimlerde olmamasi gibi olumlu durumlar, dikkat edilirse hic dile getirilmez; iyi, rahat, güvenlikli yasama da ölcü/kriter alinmasi gereken bu durumlar dile getirilmez, dikkate alinmaz.
    söyle de ifade etmek mümkün: alman devletinin ve alman firmalarinin ticaret ve zenginlikte dünya siralamasinda üst siralarda olmasinin, almanya da köprü altinda yasayan, terminallerde dilenen, cöplerden depozito $ise toplayarak gecinmeye calisan, sosyal yardima muhtac yasayan, asgari ücretle ya da aldigi ücretle ay sonunu zar zor getiren milyonlarca alman vatandasina faydasi nedir?
    maddi anlamda, paratikte faydasi yok ama “zügürt tesellisi” dedigimiz durum karsimiza cikar: “ben kendim kit kanaat yasiyorum ama, benim devletim almanya ve bizim alman sirketleri kapitalist rekabette cok basarililar, bununla ne kadar gurur duysak azdir!”
    sonuc: insanlar kapitalist ticaret mantigiyla düsünmeye ve “zügürt tesellisini” hayat felsefesi olarak benimsedikleri sürece, bu dünya böyle gider.

  274. “İrticanın Ayak Sesleri – İsmet Zeki Eyüboğlu”

    Birilerinin hala daha Ismet Zeki Eyuboglu’yu ciddiye aliyor olmasi insanin gogsunu kabartiyor, gozunu yasartiyor. Bit pazarina nur yagdiginin resmidir.

    Zat-i muteveffa, tipik bir ‘sulale kadrosundan’ ‘aydin’dir.

    Aklima ilk gelen benzeri de, Metin Milli isimli bir TSK sanatcisidir. Boru gibi sesi olmasina ragmen, nasil oluyor da TRT’de solist olarak munhasiran programlar yaptirdigini merak ettigimde, araya sora, cevabi bulmustum: Kendileri Milli Asiretinin kiymetli cocuklarindanmis. Ulusal butunlugumuz namina program yaptiriliyormus; aksi halde asiret kusermis.. [Dogru mudur degil midir; daha detayli arastiramadim; ama akla yakin geliyor.]

    Ismet Zeki Eyuboglu, tabii ki, TSK solisti degil; ama, hikayenin genelinin cok benzedigini dusunuyorum. Jakobenlerin, yani Kemalistlerin, pek de sevdigi turden ‘aydin’lar cikarmistir Mackali Eyuboglular. Tipki Eczacibasilarin ‘kerpic duvar onunde sumuklu cocuk’ temali sanatsalliklari misali, yerli malzemeyi yerlileri asagilamak ya da carpitmak ve boylece ikrahlarini tescillemek acisindan son derece basarilidir.

    Su alinti ek$isozluk’ten. Bence guzel ozetlemis İsmet Zeki Eyüboğlu’yu.

    https://eksisozluk.com/entry/15739196

    aşağıya tüm kitaplarını özetliyorum.

    merhaba. şeyh bedreddin marksistti. bir elinde yalandan fıkıh kitapları, diğerinde das kapital taşır ve parka giyerdi. ama zalim feodaller onu kesti. osmanlı çükkodan bir uygarlıktı. tutan tuttuğuyla tutturabildiği şekilde sevişirdi, 700 yıl boyunca hep bununla uğraştılar. zaten biz bugünkü türkler osmanlı’dan değil hitit-sümer-grek uygarlıklarından sıçrayarak geldik bu topraklara. osmanlı nerden baksan üç-kırk iki kişilik bir saraydan ibaretti. ne müziği müziktir ne edebiyatı edebiyat. tarikatler de bir nevi titan örgütüdür. şeyhler müritlere pipilerini öptürür. anlam dünyası falan gibi meseleler yalandır. ama arkadaşlar ve aleviler iyidir. bektaşilik, bir nevi chp gençlik kolları kadar aydınlık bir ocaktır. acunun özdevinimsel yertüreği hepimizindir.

    Evet. Aynen dedigim gibi: Birilerinin hala daha Ismet Zeki Eyuboglu’yu ciddiye aliyor olmasi insanin gogsunu kabartiyor, gozunu yasartiyor.

  275. marxist argüman

    muhafazakar kapitalist misyoner necip, nami diger neco’dan alinti:
    “Cok uzun ve icinde bin turlu luzumsuz mugalata da iceren yazinizdan sordugum soruya cevap anlaminda yazdiklarinizi asagiya aliyorum.”

    kapitalist misyoner neco, senin “mugalata” dedigin yazida bana ait tek bir cümle yok; arda almancasi duran vikipedia alintilarinin türce tercümesi. vikipediada ki bilgilerin üc asagi bes yukari dogrulugunda hemfikiriz sanirim. dünyada olan biten herseyi “fitrat” felsefesiyle basitce anlamaya/aciklamaya ali$missin, kar$ina zihin yoracak aciklamalar cikinca “mugalata” deyip, geciyorsun. benimle fikir tartismasi yapmak istiyorsan yorucu bir okuma, arastirma, düsünmeyi göze alman lazim; benim polemik yapmaya; sidik yaristirmaya merakli olmadigimi bilecek kadar tanisiyoruz artik.

    $imdi sayin okuyuculara necip’in misyonerligi hakkinda kisa bilgiler. necip, yolunu $asirmis, dinsiz-imansiz günahkarlari “hak yoluna” kazanmaya calisan bir din adami gibi, bu dünyadan göcmeden önce “yanli$” düsüncelerin pesine düsmüs “solculari” devlete/millete hizmet yoluna kazanmayi kendi kendine misyon olarak bicmis. necip’in, tipki dini misyonerlerin “günahkar” bir insana yaklasimindaki “babacan/affedici” tavri, solculara yaklasiminda ki “ne yaptigini, ne söyledigini bilmeyen cahil” yaklasimiyla alakalidir. diger bir ifadeyle: “cahildir, ne yapsa yeridir, sabirla dogrulari anlatmak lazim” seklinde düsündügü, yazdiklarindan belli oluyor.

    $imdi almanca vikipedianin “kapitalismus” maddesinden alinti:
    “Kapitalismus bezeichnet zum einen eine spezifische Wirtschafts- und Gesellschaftsordnung, zum anderen eine Epoche der Wirtschaftsgeschichte. Die zentralen Merkmale sind in Anbetracht des historischen Wandels und der zahlreichen Kapitalismusdefinitionen sowie ideologischer Unterschiede umstritten. Allgemein wird unter Kapitalismus eine Wirtschafts- und Gesellschaftsordnung verstanden, die auf Privateigentum an den Produktionsmitteln und einer Steuerung von Produktion und Konsum über den Markt beruht. Als weitere konstitutive Merkmale werden genannt: die Akkumulation, für manche das „Herzstück“, Hauptmerkmal und Leitprinzip des Kapitalismus, und das „Streben nach Gewinn im kontinuierlichen, rationalen kapitalistischen Betrieb“.

    hic ekleme yapmadan özetle tercüme etmeye calisayim: kapitalizm, bir yandan belirli bir iktisadi/ekonomik- ve toplumsal düzen anlamina gelir, diger yandan iktisat/ekonomi tarihinin bir cag’i anlamina gelir. belirleyici özellikleri tartismaya acik bir konu. genel olarak/kabaca kasedilen, üretim araclarinin özel mülkiyeti (özel te$ebbüscülük), ve üretim ve tüketimin “pazar/piyasa” endeksli olmasidir. yine, “birikim/akkumulation” ana prensip olarak kabul ediliyor (burda kastedilen sermayenin bir üst SINIR belirlenmeden sonsuz/limitsiz birikimidir) ve bir de kar amacli düzenli/planli üretim faaliyeti.

    tercüme bitti, simdi ben yaziyorum:
    necip, sürekli olarak atalarin osmanlinin bokunda boncuk ariyorsun ya, söyle bir boncuga mesala hic denk gelmedin mi: osmanlinin son dönemlerinde ki batilili$ma tartismalarinda söyle seyler da geciyor: “özel tesebbüsün te$vik edilmesi.” türkce vikipedia da okuyabilirsin.
    diger bir örnek, T.C.’yi kuran kemalistler, nasil bir ekonomik düzen ve politikalar izleyeceklerini senin sandigin ve iddia ettigin gibi “hayatin dogal akisina” birakmamislardir; 1922 de ki izmir iktisat kongresiyle “politik ekonominin/ulusal ekonominin” rotasini belirlemislerdir ve bu rotanin yönünün de bol$eviklerin planli sosyalist ekonomi degil de, batinin özel te$ebbüse ve özel mülkiyete dayali rekabetci piyasa ekonomisi olmasi tesadüf degildir, bilakis devleti kuran politikacilarin bilincli bir tercihidir. o tercih yapilirken de “ey ahali, batinin kapitalist ekonomisini mi yoksa bolseviklerin tercih ettigi sosyalist plan ekonomisini mi arzu edersiniz” diye referandum yapilmadigini belirtmeme gerek yok sanirim.
    biliyorum, sende demirel gibi demagoji bitmez, dün “hayatin dogal akisi sonucu, insanligin bahtina alinyazisi olarak kapitalizm yazilmistir” derken, bugün de “kemalistler iyi ki bolseviklerin izinden gitmemisler, dogru tercih yapmislar, aferin, cok ya$a kemal pa$a!” diyecegini tahmin etmek zor degil, -kemalistlerden haz almadigin halde!-

  276. “Şu fark var; bunlardan birincileri iktidar iken ikincileri muhalefet. Bu nedenden dolayı birincilere karşı ikincilerden yana tavır almanın politik mücadelede ‘meşru’ bir gerekçe olduğu savunulabilir.”

    Sirf birisi cikti ve ‘ben muhalefet ediyorum’ mealinde bir durus sergiledigini iddia ediyor diye onun yaninda yer almanin neresini mesru saymak gerektigini pek anlayamadim.

    Hele de, tutarsiz buldugunuz (buldugum) seyler soyluyorsa.

    “Öte yandan, eğer bütün tarih sınıf mücadelelerinin tarihi ise ve ‘kafa karıştırmak’ da bu mücadelede kullanılan araçlardan biri ise ‘kafa karıştırmayan’ bir toplumsal sınıfın/kesimin var olduğu söylenebilir mi?”

    Once, “bütün tarih sınıf mücadelelerinin tarihi”dir onermesinin realitenin tamamini temsil ettigini ispatlamak gerekir. Ciddi onkabuller olmaksizin, yapilabilecegine emin degilim.

    Sonra da: ‘Var’i ispatlamak da kolay degil ama ‘yok’u ispatlamak cok zor; bazan da imkansizdir. Butun ihtimalleri ele almis olmagi, ve bunlarin da butun ihtimaller oldugunu supheye mahal birakmayacak derecede gostermek gerekir. Yani, zordur.

    Ama, dediklerinizin isabetli oldugunu kabul etsek bile, gercegi olmayan problemleri cozmus olmanin sonucunda ortaya cikan durum hic beklenmedik tepkilere yol acabilir.

    Baska bir deyisle, bu tur davranislara yonelmek bir tur kumardir.

    Kumara karsi oldugumdan degil; ama, tutmayan kumarlarin –hele de baskalarinin da (kandirarak) katilimini saglamissa– bedelleri olur.

    Isin ilginc tarafi, kumar tutsa bile bedeli olabilir –cunku, hedefleri muglak tariflenmis ise (ki, sosyal kumarlar cogunlukla boyledir), kumara katilan herkesin beklentisi ayni olmayabilir; yani, bazilari (kazanmis olsalar bile) kendilerini husrana ugratilmis sayabilir ve bir bedel isteyebilirler.

    Bu sebeplerle, galiba, bosuna degildir “ihtilaller Saturn gibidirler, kendi evlatlarini yerler” lafi..

    O yuzden, sunun gibi bir seyi akilda tutmakta fayda var bence:

    Derviş Yunus, sözünü eğri büğrü söyleme;
    Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir

  277. marxist argüman

    misyoner necip’ten alinti:
    “Fakat; Osmanli, temelden ve beklenmedik olarak degisen iklim sartlarina karsi elinden geleni yapti. Yetmedi. Batti.”

    böylesi gülünc/uydurma bir iddianin sahibi, olsa olsa ancak gün günes yüzü görmemi$, el degmemis “otantik” bir cahildir; böyle bir aciklama, bir nevi “siyasi hurafedir.”
    necip, böyle hurafelere inanmaya devam edersen, seni, fikir tartismasi partneri olarak ciddiye almak imkansiz hale gelir.

  278. marxist argüman

    13 haziran 2014 tarihli muhafazakar alman gazetesi “zeit”dan alinti:
    “Franziskus bezeichnet Kapitalismus als unerträglich
    Papst Franziskus verschärft seine Kapitalismuskritik. Damit das System fortbestehen könne, würden Kriege geführt, sagte das Oberhaupt der katholischen Kirche.”

    tercümesi: papa franziskus, kapitalizmi “dayanilmaz/tahammül edilemez” olarak elestirdi. papa franziskus, kapitalizme elestirinin dozunu arttirdi. katolik kilisesinin ba$i, “sistem kendini var etmek icin savaslar tertipliyor.”

    papa’nin kapitalizm elestirisinin devami:
    “Das Wirtschaftssystem sollte im Dienst des Menschen stehen. Aber wir haben das Geld in den Mittelpunkt gerückt, das Geld als Gott.”

    tercümesi: ekonomik sistemin insanlarin hizmetinde olmasi gerekirken, biz para’yi merkeze koymu$uz, para tanrinin yerini almi$.

    evet, sayin osmanli torunlari necip ve tayfasi, bunlari marxist bir insan degil, ba$ papaz papa söylüyor.
    i$te bundan dolayi tekrar ediyorum: hristiyan papazlarla bile kapitalizm üzerine tartismak mümkün ama, osmanlinin torunlariyla mümkün olmuyor; cünkü onlar hala osmanlica konusmaya devam ediyorlar; onlarin literatürüne “kapitalizm” kavrami henüz girmedi.

  279. 2017 Nisan-Mayıs-Haziran

    2017 Eylül

    Bu iki zaman dilimlerinden birinde erken seçim var.

  280. bu eleştiriyi daha önce yapan oldu mu?

    Sadece Marksizmin/solun değil, onun karşıtları dahil dünyadaki bütün politik ideolojilerin, dinlerin/mezheplerin/felsefi inançların, etnikçiliklerin/ulusçulukların vb. asıl eleştirilmesi gereken yanlarına neredeyse kimse değinmiyor.
    Bütün bu ideolojilerin yüzeysellikleri, sığlıkları, duygusuzlukları ve maddecilikleri [eşitliği sadece maddi eşitlik olarak kabul etmeleri, hayatı maddi varlığı iyi sürdürmekten ibaret görmeleri, manevi-duygusal sorunlara yeterince -hatta hiç- eğilmemeleri], içeriksel olarak yetersizlikleri [insan hayatının her alanına değinmemeleri], bireyi yok sayan tek tipçilikleri [dünyadaki her bir insanın farklı yanlarına hitap edememeleri], tepkisel ve agresif üslupları, yeni ve farklı fikirlerden yoksunlukları ve bunun gibi daha pek çok yetersizliği çok az tartışılıyor.

  281. bu eleştiriyi daha önce yapan oldu mu?

    Yukarıda sayılan özellikler sadece ideolojilerin bir özelliği de değil. İdeolojilerle ilgisi olmayanlar dahil insanların ezici çoğunluğunun, hatta belki çok az sayıda istisna hariç bütün insanların özelliğidir.

  282. 272 ve 273 no'lara

    “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”

  283. Necip vatandaşa..

    “Hayır; doğrusu insanlığın vicdanında. ‘Evrensel-tarihsel zaman’ diliminde.”
    Bu bahsettiginiz ‘evrensel-tarihsel zaman dilimi’ icin bir tarih verebilir misiniz?”
    YANIT.. Verebilirim. MÖ 20.000 ve MS 2000 yılları arası. Frakında olmadığının farkındayım; böyle bir şey var. Sende olmaması olasıdır.. yetişme koşulların! Bu yüzden kitapların “ruhunu” da anlayamazsın.
    ***
    “Hitler’e, Stalin’e direnenler bugün o günkü toplum içinde alabilecekleri ‘oy’ oranlarına göre değerlendirilmiyor.”
    Pek de siirsel oluyor bu tur Godwin cekmeler.. Oyle oluyor da, Hitler’e ya da Stalin’e benzetecek ne gibi gercek (yani, sizin hayal dunyanizda degil de, realitede) olaylar var?
    Toplama kamplari, gulaglar filan.. ne yana dusuyor, usta?
    YANIT. Zekâ ve karakterine uygun biçimde sulandırmışsın. O açıklamanın yanıtı bu olamaz. Tartışma ahlâkın bu; olguyla yüzleşme yerine ukâlalık.. Geçelim!
    ***
    “Kelime anlami itibariyle dahi, ‘mesru’nun ne anlam ifade ettigini bilmeksizin, ya da bildiginiz halde carpitmagi tercih ederek, yukaridaki seyleri siraliyorsunuz.”
    YANIT..Meşru; yasal; şeriata uygun.. Ama daha geniş anlamda.. geleneğe uygun, vicdana-akla da uygun.. ki burada “şeriat’a uygunluk” kutsallığa dahil bir tarihsel birikim olarak da yorumlanmalı…böylece kabul edilebilir vs.. Bu bağlamda meşruiyetin sınıfsal, tarihsel farklılığı olsa da , hümanistik olarak zehirlenmemiş insan için, tartışılmaz ilkeleri ortaklaşır.
    Senin meşruiyet anlayışın da, egemen sınıfların ahlâk, yargı, kültürel-ekonomik analizlerine uygun olduğu kadar. Anlamazdan gelmen de anlaşılır…
    ***
    “Karsi olmaniza, muhalif olmaniza hic bir itirazim yok; ama, var olmayan seyleri lafin arasinda bahsederek (gercek hayattan dise dokunur ornekler veremeyerek) salladiginiz zaman, itiraz edisime gucenmenizi hakli bulamiyorum.
    “H. Arendt bu konuda ne yazardı?” Bilmem. En sonki ruh cagirma seansimiza gelmedi kendileri. Bir de siz deneyin.

    YANIT 1. Gerçek hayat dediğin tam da sömürüyü, tahakkümü haklı çıkaran meşruiyete dayalı algılar.. Senin de muzdarip olduğun algı bütünü.
    YANIT 2. H. Arendt’in ruhuna ihtiyaç duyan mı bize düşünürler listesi veriyor? Senin için de o insanlar bir listeydi, değil mi?

    İnsan böylesi düşünürleri okuduğunda onun andığım sorunsala verdiği yanıtı bulabilir veya kolayca kestirebilir. Bunu sen de biliyor olmalısın.. Ama amacın başka; kendini aldatma ihtiyacı içinde, saçmalıklarına ortak arıyorsun; meselelerin yüzeyindesin; samimiyetsizliğinin kanıtı şu yazdıkların.

    Çelişkiler içinde boğulurken yüzünde sırıtışı eksik olmayansın.

  284. “tercümesi: papa franziskus, kapitalizmi ‘dayanilmaz/tahammül edilemez’ olarak elestirdi. papa franziskus, kapitalizme elestirinin dozunu arttirdi. katolik kilisesinin ba$i, ‘sistem kendini var etmek icin savaslar tertipliyor.”

    Simdi oldu. Papa hazretlerinden ornek verdiniz ya; akan sular durur.

    Boru degil cunku, adam hem mukemmel masum hem de dedikleri bizzat tanri katini temsil ediyor. Yalan yanlis konusacak hali yoktur ya.

    Yarindan tezi yok; basta teslis filan olmak uzere, Hiristiyan akaidini benimseyecegim. Gec bile kalmis olabilirim; yaradan affetsin.

    [Gerci, bir ay oldu olmadi, Hz Papa, Gurcistan’i ziyaret ettiginde, Gurcistan’in dini butun Hiristiyan ahalisi ‘Kafir Papa, defol!’ diye tempo tutmustu stadyumda. Yoksa, yoksa.. Hz Papa, Hiristiyanlarin bir kisminca adam/mumin yerine bile konmuyor muydu? Kafam karisti simdi.. Dur bakalim.]

    “tercümesi: ekonomik sistemin insanlarin hizmetinde olmasi gerekirken, biz para’yi merkeze koymu$uz, para tanrinin yerini almi$.”

    Bak, bu daha da iyi. Tug dikmek –ya da, ‘sicti Cafer, bez getir’– anlaminda…

    Cennet’ten –para karsiliginda– parsel satan bendim herhalde.. ya da, kiliselerde ‘bagis’ denilince Hz Isa’nin ruhuna dua okumak kastediliyor saniyor bu Hz Papa…

    “hristiyan papazlarla bile kapitalizm üzerine tartismak mümkün”

    ‘Kapitalizm’in bir ‘sistem’ oldugunu teolojide bir zor rastlanan imanla savundugunuza karasak, konuyu, teologlarla, ruhbanla tartismak eminim daha kolayiniza gelir.

    Yahu, saka misiniz siz?

    Otorite sandiginiz baskalarinin eteklerinin arkasina siginmak yerine, kendi aklinizi kullanmaniz bu kadar mi zor?

  285. Su paragrafta klavyemin otistizmi depresmis. Duzeltiyorum:

    Kapitalizm’in bir ‘sistem’ oldugunu teolojide bile zor rastlanan imanla savundugunuza bakarsak, konuyu, teologlarla, ruhbanla tartismak eminim daha kolayiniza gelir.

  286. Gülmek iyidir

    Sayın Gün Zileli,
    Bu yazıda ne hakaret var ne de küfür. Yayınlayın lütfen. Arada bir gülmek gerek. Sağlık için gülmenin çok yararlı olduğu bilimsel kanıtlandı.
    “kapital, kapitalist, kapitalizm”, tanımlarını isteyen dâhiye cevap.
    Not: Dahiler tanımlarla başlamazlar, tanımlara varmaya çalışırlar.
    Dünyada sayısız her gün kullanılan ama kimsenin ne olduğunu bilmediği, tanımını veremediği, tanımı vermeye kalkıştığında ciltler dolduran kavramlar var. En basitleri: zaman, mekân, madde, hareket, evren, allah, görmek, doğa, işitmek, düşünce, akıl, ruh, can, akıl yürütme, neden var, sonsuz, … listenin kendi sonsuz.
    Acaba neden bu sitede bir zekâsı evreni dolup taşacak bir sivri kelle “kapital, kapitalist, kapitalizm”, tanımlarını soruyor? Sözlüğü yok mu? Hatta bu site müdürü mutlaka biliyordur, neden ona facebooklamıyor, twitterlemiyor, youtubelamıyor, smart telefonlamıyor, televizyonda mülakata davet etmiyor, …
    Doğrusu benim bilmediklerim “kapital, kapitalist, kapitalizm”, nedir sorularını soran dahi öz be öz Türk dâhinin bilmediklerinden sonsuz daha çok.
    Ama yine de bir denemek isterim. Her sözcük gibi bu sözcüklerin de sözlükte sıraya koyulmuş diachronic- artsüremli ve synchronic-eşsüremli anlamları var.
    KAPİTAL
    1. Diachronic- artsüremli, 19. yüzyıl iki dâhilerinden:
    a) Marks: Evrensel or*spu.
    b) Freud: Kapitalistlerin bir türlü çıkaramadıkları biriktirdikçe biriktirdikleri b*k (bilim adamlarının bilimine benzer).
    2. Synchronic-eşsüremli, çağdaş tanım: elektronik gürültü.
    KAPİTALİST
    a) (Freud) Biriktirdiği b*ku çıkaramadığından kabız olan.
    b) (Marks) Bir insan-virüs. Ancak ve ancak canlı-insan aracılığıyla kendi ve fırlamalarının varlığını sağlayan. Bu virüs daha henüz dahi biyolojistlerin bile tanımlayamadıkları çok özel bir virüs. Tüm canlı ve cansızları da kendi ve fırlamalarını üretmede kullanır.
    c) Bu ben dâhinin tanımı: Dünyada ilk, tek ve bir defaya mahsus DEVRİM yapan. Ardından gelen taklitçi ama başarısız maymunları sayarsam bu sitenin müdürü asla yayınlamaz.
    KAPİTALİZM
    Asıl DEVRİMCİ kapitalistlerin karşı-devrimci devrimci aynada yansımaları solcu, marksist, sosyalist, anarşistlerin milli marşının adı. Tabii bu milli marşı sadece tahsilli, kelli felli, okumuş yazmış, büyük şehirlerde büyümüş, yeni düzene hazırlananlar vızıldarlar. Hep daha cömert olacaklarını vaat ederler. Sıradan, ayakları hala yerde, cahiller arasında hala eski, evrensel, geleneksel bir lakap kullanılır: ŞEYTANLIK.

  287. marxist argüman

    279 nolu yorumdan alinti ve cevap:
    “Bütün bu ideolojilerin yüzeysellikleri, sığlıkları, duygusuzlukları ve maddecilikleri [Bütün bu ideolojilerin yüzeysellikleri, sığlıkları, duygusuzlukları ve maddecilikleri [eşitliği sadece maddi eşitlik olarak kabul etmeleri, hayatı maddi varlığı iyi sürdürmekten ibaret görmeleri, manevi-duygusal sorunlara yeterince -hatta hiç- eğilmemeleri], içeriksel olarak yetersizlikleri [insan hayatının her alanına değinmemeleri], bireyi yok sayan tek tipçilikleri [dünyadaki her bir insanın farklı yanlarına hitap edememeleri], tepkisel ve agresif üslupları, yeni ve farklı fikirlerden yoksunlukları ve bunun gibi daha pek çok yetersizliği çok az tartışılıyor.”

    bu arkada$ daha öncede ayni seyleri yazmisti, bir cevap yazmak artik farz oldu. bu yorumcu, dini, siyasi, ekonomik ideolojiler, fikirler, düsünce akimlari vs., istisnasiz tüm ideolojilerin “manevi-duygusal” sorunlara hic deginmemeleri acisindan ayni olduklarini iddia ediyor? dogru mu?

    örnek, din/dini ideoloji maddi konulara hic deginmez; tamamen maneviyat/ahlak denilen soyut konularla alakalidir.
    diger bir örnek, din’in modern ikiz karde$i psikoloji de maddi konulara hic deginmez; “insan psikolojisi, icgüdüleri, duygulari” dedikleri soyut konularla alakalidir.

    bu yorumcunun yanildigi nokta $udur: “maneviyat/duygu/his” vs. denilen soyut durumlari maddi yasam kosullarindan bagimsiz ele aliyor, “maneviyat/duygu/his” dünyasinin maddi yasam kosullariyla hic alakasi yokmu$, sanki “duygu/his” dedigimiz $eyler dogustan gelen, insan fitratinda, tabiatinda olan $eylermi$ gibi düsünüyor. bu baki$ acisi, din’in/dini ideolojinin ve “modern din” olan psikolojinin dünyaya bakis acisiyla tamamen aynidir. “duygu/his” dedigimiz $eyin maddi yasam kosullariyla ili$kisine örnekler:
    örnek 1. iki bebek düsünelim. birinci bebek, mamasi verilmis, alti degistirilmi$, herhangi bir agri sizisi yok, ve annesinden sevgi-ilgi de görüyor. bu bebegin o anlik dünyasi nasil olur?
    cevap: “mutlu/mumnun” dedigimiz halde olur; bebek, kendi kendine ya da cevresindeki insanlara gülmeye baslar, kendince melodiler/sarkilar mirildanir vs.
    ikinci bebegin maddi yasam kosullarini tam tersi düsünelim:
    sebebi önemli degil, alti degistirlmemis, islak, karni ac ve kendisine ilgi-sevgi gösteren yok. bu bebegin duygu hali ne olur? bunu bilmek icin “uzman doktor/psikolog” olmak gerekmiyor: maddi-manevi ihtiyaclari karsilanmami$ bu bebek “mutsuz/huzursuz” dedigimiz hali yasar; aglamaya baslar.

    örnek 2. suriye ic savasinda bir sekilde canini kurtarip türkiyeye gelmis milyonlarca suriyeli göcmen var, ve bunlar maddi/manevi zor kosullarda hayata tutunmaya calisiyorlar. $imdi bu insanlarin “duygu/his” dünyasini tahmin etmek icin uzmanlik bilgileri ya da ideolojiye ihtiyacimiz var mi?
    suriyeli göcmenlerin “mutlu/memnun” degilde, “mutsuz/huzursuz” olduklarini, cogunun gecmiste ve $u anda yasadiklarindan dolayi travma yasadiklarini; “belirsiz bir gelecek” kaygisindan dolayida “kötümser/umutsuz” olduklarini tahmin etmek cok mu zor?
    bu halde yasayan insanlarin din’e/inanac/maneviyata siginma egilimleri de artar. sözkonusu bu insanlar bir din adaminin yanina gitse, bu din adami bu insanlarla hangi konular üzerine konusur: manevi konular: iyilik, kötülük, günahkarlik, kader, kismet, alinyazisi vs.
    ayni sekilde yasadigi travmadan dolayi psikologa giden bir suriyeli göcmene psikolog ne yapar: her zaman yaptiklari gibi, karsidakine “konus, icini dök, rahatla” der. ba$ka, psikolog ziyaretcisine/müsterisine/hastasina, imkansiz oldugunu bile bile, yasadiklarini bir sekilde unutmasi gerektini; “hayat devam ediyor”; gecmisi unutacak mesguliyetler aramasini vs. tavsiye eder.
    sözkonusu bir din adami ya da psikologun kesin yapmayacagi $ey $udur: kendi kendine ya da ziyaretcisiyle beraber oturup suriye ic savasinin “analizini” yapmak, genel olarak savaslarin, özel olarakta suriye ic savasinin sebeplerini arastirip anlamak; savaslarin yasadigimiz dünyanin siyasi/ekonomik düzeniyle alakasi; savaslarin aktörleri olan politikacilarin, devletlerin, örgütlerin, silah tüccarlarinin vs. yaptiklari hesap kitap vs.

    örnek 3. bir insanin kendisini “mutlu/memnun” edecek, sevdigi, keyif aldigi seylere, hobilerine zaman ayirmasida yine maddi yasam kosullariyla alakalidir.
    mesela, müzige ilgisi olan bir insani düsünelim. bu insanin o keyif aldigi $eyle me$gul olmasi icin önce, müzik aleti alacak ve bir ihtimal müzik kursuna gidecek imkani -para+zaman- olmasi lazim. bu ki$i dogal olarak ayni i$e -müzige- ilgi duyan insanlarla ara sira bir araya gelip müzikli muhabbet yapmak isteyecek. bunun icinde yine uygun zaman, mekan vs. gerekir.
    görüldügü gibi insanin genel duygu dünyasi yaptigi i$e, yasadigi yere/ülkeye, maddi imkanlarina, bo$/dolu zamanina bagli olarak degisir; kisacasi insanin duygu/his hali, maddi yasam kosullarindan ayri/bagimsiz degildir.

    $imdi bu yorumcu diyebilir ki, maddi olarak doymus ama manevi/duygusal/psikolojik sorun yasayan insanlar da var. dogrudur. bu tip insanlar icin de kapitalizm ve din’in öngördügü ba$vuru/terapi adresleri mevcuttur:
    örnek: güzin abla, doktor haydar dümen, psikolog/terapist, adnan hoca, cüppeli ahmet hoca, kilise papazi, kendini ibadete/tanriya adamak, dalai lama’in “müthi$” özdeyi$lerini okuyup özümsemek vs. vs.

    sonuc: bu konular, bir ideolojinin kapsama alanina girmez; marxistlerin ilgi/kapsama alanina giren konular, dünya genelinde milyarlarca insani etkileyen, temel ihtiyaclarini karsilayamamasi, can güvenliginin ortadan kalkmasi, yerinden yurdundan edilmesi gibi sorunlarin maddi/ideolojik/siyasi sebeplerini analiz etmek, yani melanetin kaynagina i$aret etmek.

  288. Papa, kapitalizme laf yetiştirmeden önce, Vatikan’daki kardinallerin çocuklarla seks skandallarının hesabını versin. Kapitalizme laf atmaya varana kadar, günah çıkarması gereken daha bir sürü olay var.

    Ensar Vakfı’nda yaşananlar neyse, aynısı Vatikan’da da var. Bir b*kun ikiz kardeşi, fark yok.

    Eğer bunların kapitalizme laf atmalarına bel bağlıyorsak, yanmışız, kül olmuşuz…

  289. İşçi sınıfı [komünist, anarşist akım da dahil] sosyalist sol için bugün bir anlam ifade ediyor mu? Dünyada devrimci bir dönüşüm için hangi toplumsal dinamikler rol oynayabilir? Devrimci bir hareket için işçi sınıfının rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyalist sol, bağımsız bir siyasi ve toplumsal kimlik elde etmek isterse, esas faaliyet alanı, çalışması hangi zeminlerde olmalı?

    En azından bugünkü dünya durumunda işçi sınıfının geçmişte kendisine atfedildiği gibi bir tarihi misyonu olmadığını düşünüyorum. Geçmişte işçi sınıfına böyle bir “öncü” ve dönüştürücü misyon biçilmesinin oldukça haklı yanları vardı. Çünkü gelişen kapitalizmle birlikte işçi sınıfı da büyük bir güç olarak ortaya çıkıyordu. Hem büyük ve kalabalık bir sınıftı bu, hem de gerçekten kapitalist toplumun bütün yükü omuzlarındaydı. Büyük mücadeleler de verdiği ve bir döneme damgasını vurduğu da bir gerçek.

    Fakat bugün baktığımız zaman, toplumun diğer kesimlerinden farklı bir “işçi sınıfı”ndan söz etmek bile zor. Üretimde bir işçi kesimi var ama işlevini son derece yitirmiş durumda. Ayrıca gerçekten üretimde olan işçi “sınıfı” (sınıf demekte zorluk çektiğim için tırnak içine alıyorum) bugün çalışan kesimlerin en tabi ve ideolojik bakımdan en geri kesimini oluşturuyor, ne yazık ki. Bugün işçi sınıfı yerine güçlü bir çalışanlar kesiminden (sınıf demekte yine zorlanıyorum) ya da borçlandırılmış çalışanlar kesiminden söz etmek daha doğru gibi geliyor bana. Bugün toplumda belirleyici olacak kesim budur ve Gezi isyanını yaratan da bu kesimdir. İçinde, geleceğin borçlu çalışanları olan öğrenci gençliği de barındıran kalabalık ve etkili bir kesimdir bu ve sanırım geçmişte işçi sınıfının oynadığı rolü bu kesim oynamaktadır artık. Zaten sol da, pek dillendirmemekle birlikte, ister istemez çalışmalarının ağırlığını bu kesime kaydırmıştır.

    *
    Yukarıdaki, oldukça kısa açıklamasına Gün Zileli, kapitalist çarkların 20. ve 21. yüzyıl dünyasında nasıl işlediğiyle ilgili birkaç cümle söylemiş. Fakat bunun devamını getirmemek gibi bir izlenim bırakıyor. Sanki omuzlarında, ‘zaten devlete karşı epey mücadele ediyorum, bir de kapitalizme karşı mücadeleyi bana yüklemeyin, kaldıracak takatim kalmadı. Kapitalizmle de başkaları mücadele etsin’ demek istiyormuş gibi bir hâli var. Umarız yanılırız…

  290. marxist argüman

    papazlarin papazi, ba$ papaz papa’nin sistem ele$tiriyle, marxist sistem ele$tirisi arasinda ki farka dair:

    papa ne diyor: ekonominin insanin hizmetinde olmasi gerekirken, insanlar/sistem, para’yi tanri yerine koymu$lar, tapiyorlar.

    papa’nin dediklerinden $unu anlamak mümkün: insanlar gökte ki gercek tanriyi unutttular, o’nun yerine para’ya/maddiyata tapiyorlar; para/maddiyat, insanlarin karekterini bozdu, yoldan cikardi, maneviyatini/ahlakini a$indirdi; insanlar, $u “fani” dünyanin zevk ü sefasina dalmi$lar; aslolan diger dünyayi, ahireti dü$ünmüyorlar ya da yeterince düsünmüyorlar vs.

    böylesi bir ahlakci/moralist ele$tirinin görmezden geldigi gercek nedir?
    cevap: dikkat edilirse, böyle bir ele$tiri, papa’nin deyimiyle “paraya tapma” durumunun nedenleri/sebepleri nelerdir, bu soruyu cevaplandirmiyor; bu noktayi aydinlatmiyor.
    insanlar keyfinden para pesinde bu kadar zaman ve enerji harcamiyorlar; para’ya bosuna bu kadar önem vermiyorlar.
    birincisi, en temel ihtiyaclarin ancak para karsiliginda giderildigi günümüz kapitalist dünyasinda, para, yasamak icin $art. sadece ömür tüketmek degil, iyi/rahat/güvenceli/kaygisiz yasamak icin de, temel ihtiyaclardan öte, hastalik, ya$lilik, dogal afet gibi hesapta olan/olmayan durumlar icinde mümkün mertebe yedekte para olmasi $art, olmayanin vay haline!
    cünkü kapitalist ekonomide, papa’nin isabetli bir $ekilde tespit ettigi gibi, ekonomi insanin hizmetinde degil, insan ekonominin hizmetindedir; insanlarin i$e yararlik derecesini/degerini belirleyen asil ölcü i$ gücüdür. bundan dolayi kapitalizmde, engelliler/sakatlar, emekliye ayrilmi$ ya$lilar, kendisine bir i$ verecek bir i$veren bulamami$ “talihsiz” i$sizler vs. devlet ve toplum tarafindan birer fazlalik/yük olarak görülürler; bir nevi “bir an önce ölselerde kurtulsak” muamelesi görürler. kisacasi insanlarin kiymeti, ekonomiye/üretime yaptigi katkiyla ölcülüyor.
    dikkat edilirse, necip’in yazdiklarinda ki temel baki$ acisi da budur: “solcularin sanki ekonomiye/üretime bir katkilari mi var?”

    demek ki, papa’nin yaptigi gibi, insanlari ahlak zaptiyesi pozlariyla yargilamak dogru degil; insanlar yasadiklari düzenin maddi yasam kosullarinin dayattigi zorunluluklarla/mecburiyetlerle ba$ etmeye cali$iyorlar. insanlara yöneltilecek bir ele$tiri varsa, o da: icinde yasadiklari toplumun verili ko$ullarini itirazsiz kabul etmeleri, devletin ve ekonominin/özel sektörün insanlardan talep ettigi fedakarliklarin üstesinden gelmek icin bedel ödemeyi, “devletin ve milletin kalkinmasi” ugruna itirazsiz kabul etmeleridir.

    ikincisi, ayni $ekilde, bir i$adamini da “paraya tapiyor” $eklinde ele$tirmek isabetli bir ele$tiri degildir.
    ekonomik üretimin/faaliyetin toplumsal/kollektif bir bicimde ve yeme, icme, barinma, isinma gibi temel ihtiyaclari kar$ilamak icin degil de, birbirlerine rakip özel $ahislar, firmalar, $irketler tarafindan ve tamamiyla kar/kazanc amaciyla/hedefiyle yapildigi bir toplumda, istisnasiz herkesin daha rahat, daha saglikli, daha uzun yasamak icin mümkün oldugunca fazla paraya sahip olma davranisinda $a$acak ve ayiplanacak bir durum yok.
    burjuva kapitalist devletin yasalariyla kurup gözetledigi böyle maddiyatci/cikarci/paraci bir toplumda, sözkonusu bu cikar catismalarinin ürünü olan hirsizlik, $ikayetler, dolandiricilik, alacak-verecek kavgalari, cinayetler, soygunlar, rü$vet, zimmete gecirme vs. günlük hayatin/gündemin ana konusudur.

    peki bu “kapitalist curcunanin” hakemleri kimlerdir?
    $öyle diyelim: kanun ve düzenden (law & order) sorumlu $erif rolü kapitalist devlete dü$üyor; ahlak/moral zaptiyesi rolü de din’e/din adamlarina dü$üyor. cünkü, maddiyatci/paraci bir toplumda “sen mi cok yedin, ben mi az yedim, seni hirsiz, para mi ver, kim kimin hakkini yedi” tarti$masi da normal olarak gündemden hic dü$mez. bundan dolayi, kanun ve düzenin koruyucusu $erif’in yaninda, yardimcisi rolünde ki “ahlak zaptiyesi” din adamlari hic eksik olmaz.

    idealist/moralist/ahlakci elestiriyle, melanetin/sorunlarin kaynagina i$aret eden marxist ele$tiri arasinda ki fark umarim anla$ildi.

  291. Günümüzde Marksizmin/solun açıklayamadığı o kadar şey var ki. Tek bir örnek yeter.
    Bugünün [“işçi sınıfı” kavramıyla bir ilgisi kalmamış -özellikle ebeveyn parası yiyen, çalışmayan, hatta buna ihtiyacı olmayan bazıları] genç kuşak şehirli erkeklerinden bazılarının tek derdi eş/sevgili bulamamak olabilir. Bunun dışında hayatlarında herşeyden memnun olabilirler, böyleleri için hayat sadece kızlardan ibaret olabilir.
    Hatta sadece böylelerinin değil, bütün şehirli orta/üst sınıfların, öğrenci gençliğin, beyaz yakalıların vb. kişisel sorunlarının “kapitalizm”le ne kadar ilgisi var?

  292. 285,

    Medeniyete— hâlâ karşı mısınız?

  293. necip bey köy enstitüleriyle ilgili görüşleriniz nedir?

  294. marxist argüman

    “türk lirasi dolar kar$isinda redor derecede deger kaybetti”
    basin

    kisa bir süre öncede dünya kapitalizminin uluslararasi kredi derecelendirme kurumlarindan ikisi T.C.’nin kredi notunu dü$ürmüstü. ekonomi haberlerine bakilirsa türkiyenin ekonomisinde ba$ a$agi gidi$ ba$lami$ durumda. T.C.’nin devlet olarak iflas ettigi ve IMF kredileriyle ve dünya bankasindan kemal dervi$’in direktifleriyle yeniden “sagligina kavu$turuldugu” 2001 ekonomi krizinin sonunda ba$a gelen akp hükümeti, duruma bakilirsa gitse gitse ancak yeni bir ekonomi kriziyle gider. ($imdi bunu yazdim ya, sayin zileli yagmur duasina cikar gibi “kriz duasina”
    cikarsa $a$mam.)

    önce akp hükümeti ve erdogan’in kendilerine güveninin ekonomiyle alaksini belirteyim. sayin zileli’nin “güc zehirlenmesi” $eklinde “apolitk” bir dille ifade ettigi durum $urdan kaynaklaniyor: T.C., 2013 yilinin mayis ayinda IMF’ye olan son borc taksidini de ödedi ve bu T.C. tarihinde bir ilktir. hatta, IMF’ye 5 milyar dolar borc vermeyi bile taahüt etmi$.
    NATO’ya dahil oldugundan beri, sosyalist bloka karsi, geostratejik durumunun verdigi avantajla, kapitalist/emperyalist batiya yaptigi hizmetlerin karsiliginda, amerika ve almanya’nin kalkinma ve askeri yardimi ve kriz durumlarinda IMF ve dünya bankasinin kredi yardimlariyla -toplam 19 kez- ayakta durmayi basarmis T.C. gibi bir devlet icin, IMF’de ki borcunu sifirlamasi, bir nevi “ekonomik bagimsizligini” kazanmasi anlamina geliyor. (T.C.’nin emperyalist batiya yaptigi hizmetlere örnek: kore savasina, amerika’nin yaninda savasmalari icin 4500 asker gönderme, türkiyede ki cok sayida askeri NATO üsleri vs. bir de amerika’nin T.C.’ye yaptigi önemli bir iyilik var ki, bu pek dile getirilmiyor: ikinci dünya savasi sonunda, kazanan devletlerin yaptigi postdam antlasmasinda, istanbul ve canakkale bogazinin türkiye ve sovyetler birligince ortak kontrol edilmesi öngörülüyor. amerika/truman hükümeti, sovyetler birligini ku$atma ve cökertme strateji cercevesinde, ikinci dünya savasindan hemen sonra amerikan donanmasina dogu akdenizde gövde gösterisi yaptirtmi$, stalin’e “akdenizi unut, bogazlari kullanamazsin” mesajini vermi$, mesaji alan stalin gercektende bogazlari ortak kontrol “hakkindan” vazgecmek zorunda kalmi$tir.)

    akp hükümeti, her ne kadar “ekonomimizin durumu iyi, panik yapmayan” dese de, kazin ayagi öyle degil. ve hatta joker/spekülasyon hakkimi kullanarak $unu da belirteyim: akp hükümetinin darbe sonrasi, kamu alaninda ki binlerce memurun i$ine son vermesini, sadece, devlete/hükümete muhalif olanlari temizlik operasyonu olarak degerlendirmek tam isabetli degil gibime geliyor. anladigim kadariyla hükümet, ekonomik bir krizi önleme ve devletin giderlerini azaltma gibi bir stratejide izliyor. dedigim gibi, spekülasyon yapiyorum; bu konuda yaptigim bir arastirma, veri elimde bulunmuyor.

    $imdi, türkiyede olasi bir ekonomik krizi tetikleyen faktörlere bakalim:
    1. kürdistanda, pkk’ye kar$i yürütülen “orta yogunluklu” sava$. bu sava$in insan maaliyetinden haric, T.C. bütcesinin en az %25’ni yuttugu kesin. (kürdistanda ki savasin yogunlastigi 90li yillarda, bunun T.C. bütcesine maaliyeti yüzde 25-50 arasindaydi)
    2. türkiyede ki siyasi istikrarin bozulmasi sonucu, hem yabanci, hemde yerli yatirimcilarin ürkmesi.
    3. T.C. devletinin, turgut özal hükümetinden beri, ortadogu, balkanlar ve orta asyayi kapsayan bölgesel emperyalist bir güc olma emelleri ve faaliyetlerinin T.C. bütcesine maaliyeti. en aktuel örnek: T.C.’nin irakin be$ika bölgesinde ki askeri üssü ve bu eksende irak ile restle$mesi; yine rusya ile ucak krizi ve rusya’nin türkiyeye yönelik ekonomik yaptirimlari vs. (sovytler birliginin kendini fesh etmesinden sonra, T.C. devletinin bölgesel emperyalist bir güc olmak icin nihayet engel kalmadigini düsünmesi ve turgut özal’in “büyük bir yanli$ yapmazsak, 21. yüzyil türkiyenin yüzyili olacak” sözlerini hatirlayalim)

  295. marxist argüman

    291 anonim,
    provake etmeye cali$iyorsun, iyi/dogru bir$ey yapmiyorsun.fikirler, baki$ acilari insanin özel mülkiyeti degildir; mantikli bir insan yanli$ligina kanaat getirdigi bir fikri atip, yeni bir fikri pekala benimseyebilir.

    290 anonim,
    kafani kurcalayan ne varsa sorabilirsin, yalniz $u tarzda degil: marxistlerin bu soruyu cevaplandiramayacaklarini biliyorum ama yine de sorayim. yaniliyorsun. istisnasiz her olgu, olayi insan aciklayabilir; birincisi, bunun icin dogru bir degerlendirme/dü$ünme yöntemi lazim, ikincisi, elimizde yeterli veri, bilgi olmasi lazim.

    $imdi senin soruna gelelim.
    birincisi, sanki kapitalizm denilen düzeni sen kurmu$sun, ya da “sistemler katalogundan” begenip almi$sin gibi konu$uyorsun.
    ikincisi, bu düzende tabii ki iyi bir gelire ve rahat bir hayata sahip insanlar var. örnek: devleti ve toplumu yöneten politikacilar, zengin tabaka (kapitalistler/burjuvalar, orta sinif vs.)
    bir düzenin kaymagini yiyen insanlarin, o düzene kar$i olmalarini beklemek saflik olmaz mi? cünkü bu insanlarin muhalif olmak ya da isyan etmek icin sebepleri yok. insan sirf isyan olsun diye isyan etmez; kendini, canini tehlikeye atmaz.
    beyaz yakali anar$istler gibi görece iyi bir i$e ve gelire sahip muhaliflerin motivasyonu da $urdan geliyor:
    birincisi, bu insanlar “her koyun kendi bacagindan asilir” felsefesini yanli$ bulan, sadece kendisine degil, toplumun/dünyanin geneline bakan, gördüklerinden rahatsiz olan insanlar.
    ikincisi, bir insanin görece iyi bir i$e/gelire sahip olmasi demek, o insanin i$ hayatinda o’nu rahatsiz eden hicbir neden/durum yok, anlamina mi geliyor?
    sözkonusu bu insanlar hangi ko$ullarda o parayi kazaniyorlar, ona bakmak neden aklina gelmiyor? beyaz yakalilar da hiyerar$ik kapitalist toplumda emir alan ve veren degiller mi? bu durumu sen normal kar$ilayabilirsin, ama belli ki onlar “hiyerar$ik”, ast üst ili$kisi üzerine kurulu bir toplumu allahin emri olarak görmüyorlar.
    sen kapitalist sömürü ve rekabet iliskilerini “dogal” bulabilirsin, ama belli ki beyaz yakalilar tipki benim gibi, bu durumu “dogal” bulmuyorlar.
    kapitalist ekonominin mantiksiz/sacma pransiplerinden kaynakli krizler yasaniyor. bu krizler sonucu milyonlarca insan i$inden oluyor. plazalarda ki o büyük firmalarin, bankalarin battigini, calisanlarinin i$siz kaldiklarini hic duymadin mi? yani, plaza da, banka da calisanlar kapitalizmin krizlerinden etkilenmiyorlar diye bir durum sözkonusu degil. kapitalist ekonominin calisanlari peri$an eden krizlerini “dogal” saniyorsan, yaniliyorsun; sana, bu durumun kapitalist ekonominin üretim prensipleriyle alakali oldugunu anlatabilirim, anlamak istiyorsan tabii.
    sen sava$lari hayatin dogal bir parcasi olarak görebilirsin, ama belli ki beyaz yakalilar öyle görmüyorlar. sana sava$larin kacinilmaz olmadiklarini, bu durumun kapitalist dünya devletlerinin/uluslarinin rekabetiyle alakali oldugunu anlatabilirim, merak ediyorsan.

    diger yandan, toplumun kaymak tabakasiyla karsilastirilamayacak kadar kötü, sefil ya da kit kanaat yasayan, ay sonunu ancak getiren insanlarin “isyan” etmek icin yeterince nedeni var, var omasina ama bütün mesele, bu insanlarin dünyayi nasil anladiklariyla/yorumladiklariyla alakali.
    örnek: icinde yasadigi sefil kosullari kader/alinyazisi sayan ve $u “fani” dünyadaki ömrü bittikten sonra, ahirette/cennette rahata erecegi hayaliyle yasayan bir insanin devlete ve düzene isyan etmeyi aklindan bile gecirmemesinde $a$acak bir durum yok.

  296. Avrupa Yakası adlı dizinin bir bölümünde antikapitalizm ayakları çeken solcu bir kız vardı. Adı da Devrim’di kızın yanlış hatırlamıyorsam.
    Şesu denen oğlan da bunu tavlamaya çalışıyordu.
    Sonra onun bir patron kızı olduğu, geçici hevesleri olan üşütük biri olduğundan o aralar solcu takıldığı ortaya çıkmıştı.

  297. Yukarıdaki yorumumdan aklıma gelen bir şeyi de ekleyeyim. “Kemalizm Sol Değil” diye bir kitap var, yazarı Cem Uzun;
    http://bianet.org/bianet/kultur/39840-kemalizm-sol-degil
    Yazarla ilgili şöyle bir yorum var;
    cem uzun
    “avrupa yakasındaki oynayan levent üzümcünün dizideki adı cem ve onun dizideki lakabı uzun. ”
    https://eksisozluk.com/entry/12092350

  298. “senin “mugalata” dedigin yazida bana ait tek bir cümle yok;”

    Kabahatler, hatalar, yanlislar hep boyledir. Kimse uzerine alinmaz.

    ““solculari” devlete/millete hizmet yoluna kazanmayi kendi kendine misyon olarak bicmis.”

    Boyle bir misyonum yok. Ama, olsa da gam yemem.

    Asil soru su:

    ‘Devlet/millet’ ikilemesini bu topraklardaki klasik kullanimi ile alirsak, yani, bu ‘topraklarda yasayan ahali’ dersek; solcular –oncelik acisindan– ‘topraklarda yasayan ahali’ye degil de neye hizmet etmeli sizce?

    Baska topraklardakilere mi, baska gezegendekilere mi; yoksa bir muhayyele, bir utopyaya mi?

    Benim dedigim basit aslinda:

    Saz calip oynayarak, protest turkuler soyleyerek; veya vidi vidi sikayetler edip, baskalarina vicdan tripleri atarak.. bir yere kadar.

    Eger gercekten faydali olmak istiyorsaniz, yasiniz da musaitse (30’larin ilk yarisi filana kadar), ya bir yardim kurumuna gonullu olun, ya da (yasadiginiz ulkedeki) ‘devlet’e girin, baskalarini da tesvik edin, sayiniz artsin ve bir kadro hareketine donusun; ‘devlet’i uygun buldugunuz sekle transform etmek icin ugrasin.

    [yok, yasiniz 30’larin ilk yarisi filandan yukariysa, sikayeti birakin, milletin kafasini bosuna sisirmeyin. sizden gecti.]

    Ama, bu zor geliyor tabii.

    Onun yerine, olmayan bir ‘sistem’le –ustelik de adini da yanlis koyarak– mucadele ediyor pozlari kesmek cok rahiv di mi?

    Ne guzel de tasvir etmis, Cemil Meric ustadim, bu entellektuel andavalliligi:

    Mezar taşlarına şiir okumak, güzel; taşlar ayakta dinler sizi. Çölde va’az etmek mutluluk! Kumlar perestişle ürperir.

    Degil mi?

    Aynen devam.

    Birilerinin yazdigi metinleri buraya kopyalayip yapistirmaga devam; baskalarinin ezberlerini tekrar etmege devam.. Devam.

    Yahu, ben, temel kavramlari tekrar farkedesiniz diye byte/zaman harciyorum.

    kapital ⇒ kapitalist ⇒ kapitalizm
    halk ⇒ halkci ⇒ halkcilik
    sol ⇒ solcu ⇒ solculuk

    Bu kadar basit: Bunlarin hicbiri, bir ‘sistem’i tarif etmez.

    Bir goruse, bir davranis bicimine; ya da o gorusu veya o davranis bicimini desteklemege atifta bulunur.

    Bu kadar basit ve yalin bir gercegi gormeden anlamadan, siz –hala daha– bir ezberci ogrenci misali “ortmenim, ama kaynaklarda boyle diyor” deyip durun…

    Birincil ve asil kaynak akildir. Aklinizi kullanin.

    “1922 de ki izmir iktisat kongresiyle “politik ekonominin/ulusal ekonominin” rotasini belirlemislerdir ve bu rotanin yönünün de bol$eviklerin planli sosyalist ekonomi degil de, batinin özel te$ebbüse ve özel mülkiyete dayali rekabetci piyasa ekonomisi olmasi tesadüf degildir, bilakis devleti kuran politikacilarin bilincli bir tercihidir.”

    Aferin. Izmir Iktisat bahsettiginiz icin.

    Ama, sadece bahsetmek yetmiyor; dogru okumak da lazim.

    Evet, o kongrede, Osmanli’dan kalan duzen ve zihniyetle istenen gelismenin gerceklestirilemeyecegi kanaatine vardi ulu buyuklerimiz.

    Hatta, {mealen} soyle dedigi soylenir: “Ismet, biz bu isleri durust insanlarla yapamayacagiz gibi gorunuyor, firildak taifesinin onunu acalim”.

    Evet, o noktada, Osmanli’dan kalan duzen ve zihniyetle olamazdi; cunku, kimse risk almak istemiyordu.

    Zaten genel bir tukenmislik var; ahalide mecal yok. Ustune ustluk, musadere edilmek –ya da miras birakaMAmak– ihtimali vardi.

    O yuzden, siradan tacirler, ‘assaa yatan da bir, gotunu yirtan da bir’ felsefesine yazilmislardi.

    Dusunun bir: Dami akitan Meclis’in kiremitlerini bile degistirmege talip olan yoktu.

    [Daha da beteri, yavrucum, iPhone da yoktu o zamanlar; ama o apayri bir mevzudur.]

    Herseyi de devlet yapacak degildi; yapmak da istemiyordular.

    O yuzden, buldular bir firildak, ve o firildak da yakin koylerden ahalinin catilarindaki (kullanilmis) kiremitleri satin alip, Meclis’in catisini ‘yeniledi’ (!).

    Oradan kazandigi parayi baska islere yatirdi, dondu dolasti Turkiye’de sanayilesme mucizesinin feristahi olan araba montaj sanayini kurdu..

    Bu ve buna benzer hikayelerle baslar bizdeki ‘ozel sermaye’ yaratmanin serencami.

    Acikli ya da komik gibi gorunse de, bence yanlis degildir.

    Zoralimla (musadere ile) ahalinin catisindaki kiremitleri almak yerine, kazi bagirtmadan yolmak, ve daha sonra da baska islerde de istifade edilmek icin sermayedar yaratmak hic de fena fikir degil cunku.

    Bu hikayede, Izmir Iktisat Kongresinden bahsettiginiz halde, atladiginiz temel nokta sudur:

    MKA ve (saz) arkadaslari, ‘sistem’ olarak ‘kapitalizm’i secmediler.

    Onun ‘sistem’ filan olmadigini, ‘kapitalizm’ dediginiz seyin bir ‘yaklasim’dan ibaret oldugunu pekala biliyordular.

    Dahasi, ‘kapitalizm’ ve ‘kapitalist’ gibi tumturakli kelimeleri bir yana birakin, ‘kapital’in tek basina bir ise yaramadigini cok iyi biliyordular.

    Ozellikle de ulu buyuk onderimiz biliyordur; cunku, o devirde, ulu buyuk onderimiz, coooook acik arayla, ulkedeki en buyuk ‘kapitalist’ (servet sahibi) idi –ciftlikler, alkollu icki ureten ‘fabrikalar’i, haralar, araziler etc. etc.

    [Kaderin su muhtesem guzel cilvesine bakin ki, emekli bir general, emekli maasiyla, onca mali mulku edinebiliyordu o devirlerde; hikmet-i ilahi iste.]

    Is yapmaga talip, is yaptiracak, insan olmayinca ‘servet’ neye yarar? Ol ulu buyuk onderimizin onca serveti de, isletilemez (yani, atil) durumdadir..

    Bu baglamda, Izmir Iktisat Kongresini (17 Subat-4 Mart 1923) baska bir seyle de irtibatlandirmak gerekir bence. ‘Chester Imtiyazi’ ile.

    Cogumuz ‘Chester Imtiyazi’ni duymamistir bile. Ozellikle de Kemalist olanlarimiz –duymus olsalar bile– unutmagi, hafizalarindan silmegi tercih ederler.

    ‘Chester Imtiyazi’ 9 Nisan 1923’te TBMM’de bir kanunla ABD’ye taninmis bir imtiyazdir. Buna gore, ABD, Turkiye’de demiryollari yapacak ve bu demiryolu hatlarini saginda ve solundaki 20 km’lik seritteki her turlu ekonomik faaliyet de onlarin hanesine yazilacakti.

    Saginda ve solundaki 20 km’lik seriti, yani toplam 40 km genisligi, hesaba katarsaniz, ulkenin yuzolcumun ucte birini ABD’lilere devretmekten bahsediyoruz.

    ‘Bir karis topraginin dahi kimseye terkedilmezligi’ masaliyla yanyana koyarsak hayli buyuk bir ‘terk’tir bu.

    Fakat, cok sukur, ABD (turlu cesitli mulahazalar sonunda) bu ‘imtiyazi’ reddeder ve biz de ulkenin ‘bir karis topraginin dahi kimseye terk’ etmemis oluruz. Aslinda, tabii ki, biz terk etmedik degil; adamlar tenezzul etmediler.

    Bu, nereden bakarsaniz bakin, (bagimsizlikcilik acisindan da) bir yuzkarasidir; ama durumun ne kadar caresiz oldugunu da gosterir.

    O ‘caresizlik’ de, bir ay kadar once yapilmis olan, Izmir Iktisat Kongresinde tescillenmistir: Turkiye ahalisinde is yapacak, para kazandiracak, ahalinin karnini doyuracak, sirtini pek tutacak islere talip olan yoktur.

    O caresizlikle, ulkenin ucte birini devretmege razi olunulmustur.

    Ilginc olan baska bir sey daha vardir: Bu, Birinci Meclis doneminde olmustur.

    Daha sonralari, Lozan’la ilgili olarak, kiyameti koparan bu Birinci Meclis, ulkenin ucte birinin devri anlamina gelen bu kanunu cikarirken pek de ses cikarmamistir.

    Bu da, bize, ‘caresizlik’in boyutlarini gostermek icin iyi bir isarettir.

    Bu bakimdan, ‘bagimsizlik benim karakterimdir’ filan gibi demagojileri bir yana birakirsak, Kemalistlere cok da haksizlik yapmamak gerekir.

    Neyse. Konumuza donelim.

    Yukaridaki narrative’den cikarilabilcek bazi anafikirler var.

    En basta da su geliyor:

    Cumhuriyetin kurucu kadrolarinin gozunde, ‘kapital’, ‘kapitalist’ ya da ‘kapitalizim’ gunah ya da kufur anlamina gelmiyordu. Tersine, mevcut olmayislarinin yol actigi sorunlar, eksiklikler, cok buyuktu.

    O yuzden ‘karma ekonomi’ dedikleri bir yaklasimi benimsediler.

    ‘Mutesebbis’ ve ‘ozel sermaye’ olmadigi icin (ve surece), ‘devlet, yapilmasi gereken yatirimlari –elinden geldigince, eldeki butceye sigabildigince– kendisi yapacak; bu arada da, firildaklarin peydahlanabilmesi icin onlarin her turlu gilli-gisli islerine de goz yumacakti –iclerinden duzgun tiplerin de cikacagi umidiyle.

    Zaman icinde her ikisi de –az ya da cok– gerceklesti.

    Bu surecte, epeyi sayida firildak da cikti; ama, iclerinden duzgun sayilabilcek mutesebbisler de cikti; ‘ozel sermaye’ de yeterince birikti.

    Bunun uzerine, ‘devlet’, neredeyse, butun sektorleri terketti; yerini ‘ozel sermaye’ye birakti. Kontrollu fakat, nur topu gibi ‘serbest piyasa’miz da oldu.

    [Bu surecle birlikte, tabii ki, vesayetler, oligarsiler de olustu; ama, bunlar yikilmaz/duzeltilemez seyler degil.]

    Goruldugu uzere, Turkiye’de ‘sistem’ hicbir zaman ‘kapitalizm’ olmadi; cunku, hem ‘ozel sermaye’ hem de ‘serbest piyasa’ dedigimiz seyler, ihtiyaca binaen serada yesertilmis ve kullanilmis araclardir.

    Bati’da da, ozellikle Avrupa’da boyledir. Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez dusturu ile, –genel refahin artisina katkilari ve vergi gelirleri cok cazip oldugundan– ‘ozel sermaye’nin onu acilmis, gelisip serpilmesine imkan taninmistir. Hala daha da boyledir: Devlet destegi olmaksizin bir gun dahi yasayabileceklerini dusunmuyorum.

    “böyle hurafelere inanmaya devam edersen, seni, fikir tartismasi partneri olarak ciddiye almak imkansiz hale gelir.”

    Ben ise, sizi ciddiye almak umidimi canlandirmaga calisiyorum.

    ‘Oten canda umit var’ derler.

    Bakalim.

  299. “YANIT.. Verebilirim. MÖ 20.000 ve MS 2000 yılları arası.”

    O 22,000 senelik zaman dilinimin bir kisminda ben de yasadim –tevavuk iste.

    Dediklerinize sahit oldugumu soyleyemem. Daha geriye gitmek gerekiyor herhalde. Zaman makinami kalibre eder etmez bakacagim.

    Turlu cesitli savaslar ve kalkismalar sonucunda olen milyonlarca insan gorecegime eminim.

    Cok onem atfettiginiz o ‘insanlığın vicdanı’ dediginiz sey pek de temiz degil sanki.

    “YANIT..Meşru; yasal; şeriata uygun.. Ama daha geniş anlamda.. geleneğe uygun, vicdana-akla da uygun.. ki burada ‘şeriat’a uygunluk’ kutsallığa dahil bir tarihsel birikim olarak da yorumlanmalı… böylece kabul edilebilir vs..”

    Hayir. Siz hem ‘yasal’i hem de ‘seriat’i hem yanlis biliyorsunuz; hem de abartiyorsunuz. ‘Meşru’ sayilip da ‘yasal’ olmayan, ‘seriat’a uygun olmayan; ya da tersi de olabilen durumlar verdir ve coktur.

    ‘Meşru’, bence, en iyi ‘o civardakilerin sertce karsi cikmadigi, kabul edilir bulabilecegi’ seylerdir. Burada ‘o civar’ terimini secerek kullaniyorum; cunku, evet, ‘mesru’ izafidir. Muhatap olanlarca belirlenir.

    Dunya capinda, ulke capinda, bolge capinda, sehir/mahalle/aile cercevesinde ve daha da onemlisi devir/donem bazinda farkliklar gosterebilir ve gosterir.

    “Bu bağlamda meşruiyetin sınıfsal, tarihsel farklılığı olsa da , hümanistik olarak zehirlenmemiş insan için, tartışılmaz ilkeleri ortaklaşır.”

    Hayir. Boyle bir sey yoktur. Mesela, koleligi ele alalim. Cok uzun zaman boyunca mesru sayilmistir –kole veren kabileler baglaminda dahi.

    “Senin meşruiyet anlayışın da, egemen sınıfların ahlâk, yargı, kültürel-ekonomik analizlerine uygun olduğu kadar. Anlamazdan gelmen de anlaşılır…”

    Ne anladiginiz size kalmis. Ama, siz herhangi bir seye ‘mesru’ (ya da ‘gayr-i mesru’) diyorsunuz diye baska herkesin kabul edecegini sanmaniz yanlistir.

    “YANIT 1. Gerçek hayat dediğin tam da sömürüyü, tahakkümü haklı çıkaran meşruiyete dayalı algılar.. Senin de muzdarip olduğun algı bütünü.”

    Eger gercek hayat boyle ise, bunda benim kabahatim nedir?

    Daahasi, ben baska sekilde algilasam, gercek hayat degisecek mi?

    “YANIT 2. H. Arendt’in ruhuna ihtiyaç duyan mı bize düşünürler listesi veriyor? Senin için de o insanlar bir listeydi, değil mi?”

    Herkes, hepimiz, kubbede kalan sesleriz sonunda. Bunlarin bir kisminin bir listede isimlerinin gecmesi neden yanlis ya da onemli olsun ki?

    “İnsan böylesi düşünürleri okuduğunda onun andığım sorunsala verdiği yanıtı bulabilir veya kolayca kestirebilir.”

    Buna ‘ancestor worshipping’ (‘ecdada tapinma’) diyoruz.

    Kisaca ozetlemek gerekirse, gecmisteki/mazidaki insanlarin herseyi daha iyi bildikleri, tamamen durust olduklari vb seylere iman etmek…

    Kisisel olarak siz bu tur bir inanca sahip olabilirsiniz –itiraz etmem–; ama, benim de katilmami beklemeyiniz.

  300. Laflar ve dünya

    298 Necip’e Bir Yanıt
    “Buna ‘ancestor worshipping’ (‘ecdada tapinma’) diyoruz.
    Kisaca ozetlemek gerekirse, gecmisteki/mazidaki insanlarin herseyi daha iyi bildikleri, tamamen durust olduklari vb seylere iman etmek…
    Kisisel olarak siz bu tur bir inanca sahip olabilirsiniz –itiraz etmem–; ama, benim de katilmami beklemeyiniz.”
    Yukarıdaki sözleri daha da kısaca özetlemek gerekirse, zamanımıza çok uygun, demokratik, değişik fikirlere saygılı, kendi fikirlerine sarılı, her kişi veya her cemiyet istediğine inanabilir ama bazı inançlar daha doğrudur hoşgörüsünü dile getiren ultramodern ve hatta bu siteye çok yakışan anarşist bir görüş.
    Çok daha kısacası çağdaş nihilizmin, çağdaş hastalığın, çağdaş çaresizliğinin çok şekerli (hatta schmaltzy) bir özeti diyebiliriz.
    Çok çok daha kısacası: 289 ‘ancestor worshipping’ (‘ecdada tapinma’) yerine kendinin bu sözcüklerden ne anladığını koyup ‘word worshipping’ (‘kelimelere tapinma’) inancına sarılmış. Bu tarihsel olguların cemiyetlerde neden var olduğu, nasıl geliştiği yerine doğup büyüdüğü mal-kelime süpermarketinde mal-kelime seçmesi olarak algılamış.
    Bir benzetme: barışseverler barışı sevdiklerinden değil savaşçıları kırımdan geçirildiğinden, savaşçıları kalmadığından barışseverler.
    Eğitim şirketlerinin mantar gibi çoğalmasına şükür, dünyanın kelimelerden oluşturulmasına güzel bir örnek diyebiliriz.

  301. Az bilip çok konuşma

    Sayın Az Bilip Çok Konuşanlar.
    Yorum yapmadan, lütfen, bu aşağıdaki yazıları ve özellikle son iki yazıyı okuyunuz.
    Zygmunt Bauman & Walter Benjamin
    Voltaire & Theodor Adorno
    Søren Kierkegaard & Socrates
    St Francis of Assisi & Slavoj Zizek
    Thomas More & Simone Weil
    Simone de Beauvoir & Rosa Luxemburg
    Pierre Bourdieu & Paul Ricœur
    Pierre-Joseph Proudhon & Noam Chomsky
    Mikhail Bakunin & Miguel de Unamuno
    Michel Foucault & Ludwig Wittgenstein
    Ludwig Feuerbach & Louis Althusser
    Karl Marx & Jürgen Habermas
    Judith Butler & Joseph Butler
    John Rawls & Jean-Paul Sartre
    Jean-Jacques Rousseau & Jean Baudrillard
    Jacques Lacan & Jacques Derrida
    Isaac Newton & Immanuel Kant
    Ibn Sina & Herbert Marcuse
    Henry David Thoreau & Hans-Georg Gadamer
    Herbert Lionel Adolphus Hart (Bu zat-ı muhteremin, özellikle, —ultra high-net-worth individual— eleştirisini dikkatle araştır, öğren.)
    Hannah Arendt & Harold Arthur Prichard
    Guy Debord & Gotthold Ephraim Lessing
    Gottfried Wilhelm Leibniz & Giorgio Agamben
    Giordano Bruno & Gilles Deleuze
    György Lukács & Gaston Bachelard
    Galileo Galilei & Georg Wilhelm Friedrich Hegel
    Friedrich Schiller & Friedrich Nietzsche
    Friedrich Engels & Frantz Fanon
    Francis Herbert Bradley & Emmanuel Levinas
    Emma Goldman & Émile Durkheim
    Desiderius Erasmus Roterodamus & Cornel Ronald West
    Marcus Tullius Cicero & Charles Margrave Taylor
    Charles-Louis de Secondat [Montesquieu] & Charles Darwin
    Bertrand Russell & Baruch Spinoza
    Averroes & Arthur Schopenhauer
    Aristotle & Antonio Gramsci
    Antisthenes & Alain Badiou & Al-Farabi […]
    Kapitalizmi savunMAyan ve eleştiren, listeye ek birkaç kişi daha:
    Lao-Tzu & Confucius
    Gautama Buddha & Nagarjuna
    Vyasa & Valmiki
    Adi Shankara & Chaitanya Mahaprabhu
    Jagannatha Dasa Babaji & Gaurakisora Dasa Babaji
    Bhaktisiddhanta Sarasvati & Shirdi Sai Baba
    A. C. Bhaktivedanta Swami Prabhupada & Totapuri
    Ramakrishna Paramahamsa & Swami Vivekananda
    Paramahansa Yogananda
    Fyodor Dostoyevsky & Lev Nikolayevich Tolstoy
    Ivan Alexandrovich Goncharov & Maxim Gorky
    Albert Einstein & Howard Zinn
    Gore Vidal [Eugene Louis Vidal] & Murray Bookchin
    Günther Anders & Ivan Illich
    Paulo Reglus Neves Freire & Franz Kafka
    Niccolò Machiavelli & Thomas Hobbes
    François Quesnay & Anne Robert Jacques Turgot
    John Locke & Adam Smith
    Paul-Henri Thiry, Baron d’Holbach & Charles Sanders Peirce
    Edward Louis James Bernays & Friedrich Hayek
    Milton Friedman & Ludwig von Mises
    Murray Rothbard & Llewellyn Rockwell
    Walter Block & Robert Nozick & Ayn Rand
    [–Milletlerin Zenginliği, 1776–, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren Haldun Derin, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]
    Altbaşlıklar:
    –The Wrath of Murray Rothbard–
    –Smith Ex Cathedra–
    —The Century of the Self— [Bencillik Çağı ~ Ben Çağı]

    Hazırlayan: Adam Curtis [Belgesel ve film yapımcısı]

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    Bölüm 1: Happiness Machines [Mutluluk Makineleri]
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2: The Engineering of Consent [Rıza & İkna etme mühendisliği]
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
    [Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız]
    Türkçe altyazılı video:
    http://vimeo.com/23485787
    Bölüm 4: Eight People Sipping Wine in Kettering [Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi]
    İngilizce video:
    http://dai.ly/x17b3nc
    –”Law” in Science and Theology–
    –Faith and Deep Belief–
    –Metaphysics Without “God”–
    –Natural Law as “Ventriloquism”–
    –On Sodomizing Camels–
    –What is “Against Nature”?–
    –Why Not “Violate” Nature?–
    –The Individual vs. the Abstract–
    –Toward a Conclusion Almost–
    –Sleep-Walking and Hypnotism–
    (https://theanarchistlibrary.org/library/robert-anton-wilson-natural-law-or-don-t-put-a-rubber-on-your-willy)
    Written by –Robert Anton Wilson–
    1986
    https://www.youtube.com/watch?v=YwKWvUQqWv8
    (7 Mayıs 1972
    Deniz Gezmiş & Yusuf Aslan & Hüseyin İnan’ın anısına
    Attilâ İlhan)
    Yakin zamanda yayinlanan su calismayi onerebilirim: ‘Osmanlı’da İsyan İklimi’ [Sam White. https://www.goodreads.com/book/show/23727052-osmanl-da-syan-klimi
    İrticanın Ayak Sesleri – İsmet Zeki Eyüboğlu
    http://documentslide.com/documents/ismet-zeki-eyueboglu-irtica.html
    If you would like to catch a glimpse of a non-fiction, here it is: https://vimeo.com/17558439

    By the way, if you are interested in the background of the Star Wars saga, I highly recommend you to read this a.s.a.p.:
    [First published in 1949]
    https://www.amazon.co.uk/Thousand-Faces-Collected-Joseph-Campbell/dp/1577315936/
    [1] http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/5120536.stm
    [2] http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/6998272.stm
    [3] http://www.bbc.com/news/technology-18873042
    [4] http://www.bbc.com/news/technology-21684329
    [5] http://www.dw.com/en/eu-fines-microsoft-for-antitrust-breach/a-16653491
    Ve hepsinden önemlisi:
    1. G. Zileli, Anarşizme Kenar Notları, Propaganda Yayınları, 2016
    http://www.gunzileli.com
    “Paranın ortaya çıkmasıyla birlikte kapitalizmin de bir rüşeym olarak var olduğunu düşünme eğilimindeyim. Yani kapitalizm beş yüz yıl önce ortaya çıkmış değildir. Evet, beş yüz yıl önce dünyaya gelmiştir ama paranın ortaya çıkmasıyla birlikte ana rahmine düştüğünü ve binlerce yıllık bir gelişmenin sonunda bağımsız bir varlık haline geldiğini düşünmek hiç de yanlış olmaz.”
    http://www.gunzileli.com/2016/05/18/fikret-baskayanin-son-kitabi-uzerine-elden-kayip-gitmekte-olan-bir-gezegen/
    2. “(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.
    Orijinal İngilizce metin için:
    https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247
    Devamı var …

  302. “köy enstitüleriyle ilgili görüşleriniz nedir?”

    Hmm.. galiba ilk olarak ‘görüşler’ (cogul) kelimesinin isabetinden baslamam gerekir.

    Evet, cogul, cunku degisik zamanlarda farkli –birbirine zit– goruslerim oldu o konuda.

    Yanlis anlasilmasin; ozel olarak arastirmis degilim. Zaman icinde, okuduklarimdan, okuduklarimi yazanin dunya gorusune bakarak yaptigim degerlendirmelerden filan kaynaklanan seylerden bahsediyorum.

    Benim dogdugum bolgede Koy Enstitusu kurulmus degildi. Dolayisi ile, esin-dostun, akrabanin ya da yerel ahalinin o konuda birseyler dedigini duymuslugum yok.

    Sadece bir defa, Almanya’da –Koln’de– orada emekli olmus (dolayisi ile, yasli) birisinden sunlari duymustum. Memleketini soylemisti (galiba Ankaraliydi); ama, simdi ben hatirlamiyorum. Ismini filan da hatirlamiyorum. Bunadigimdan degil; otuz sene oncesinden bahsediyorum. 🙂

    –alinti basi–
    Uzun yillar sonra, memleketten tanidigim bir ABD’li ile, buyuk bir tesaduf eseri Almanya’da karsilastim. Sasirdik ikimizde. Hasret giderdikten sonra, konu dondu dolasti Koy Enstitulerine geldi. Bana, “biliyor musun, biz o okullarin kapatilmasi icin cok ugrastik; sonunda da basardik” dedi..
    –alinti sonu–

    Is amacli bir seyahatte gecti bu. Tam lafin orasinda, arkadaslar taksinin kapida belkedigini, gitmemiz geektigini soylediler. Ben de ozur dileyerek oradan ayrildim. Lafin devami yok; ‘neden?’ ‘nicin?’ filan soramadim; cunku, bir daha karsilasmak denk gelmedi.

    O sohbetten once de benzer sekilde dusunuyordum; ama, daha sonra ABD’ye hincim daha bir artti.

    Simdi.. aradan otuz sene gectikten sonra, (umudum odur ki, biraz daha akillandiktan sonra) ne dusunuyorum?

    [Simdi, bu noktada, hemen kestirme bir cevap verisem, tamamen yanlis anlasilabilirim. O yuzden, sizi bir ‘zihinsel gerekce’ seyahatine cikarayim.]

    Iran (Humeyni) devriminde Iran’da degildim; ama, Iranli cok arkadasim, egitimlerini yarida birakip, Iran’a dondu. Daha sonralari da, rejim, digerlerini geri cagirdi. Ben de –Humeyni taraftari filan degildim tabii ki–, sirf o devrim havasini yerinde teneffus edebilmek icin, gitmegi cok istedim. Ote yandan da, oyle buyuk bir macera icin, yeterince cesaret toplayamadim. Olmadi.

    On sene kadar sonra gittim. Tahran ve Tebriz’e. Ilk dikkatimi ceken, sehirde ne kadar cok atil durumda kule vincinin olduguydu. Sanki film durmus ve insaatlardaki o kule vincler de oylece kalakalmisti. Bir de, caddelerdeki arabalarin neredeyse hepsinin hem cok eski hem de hepsinin saginda solunda astar boyali oldugu –kazadan sonra astar boya atmislar; ama, nihai boya yok..

    Birkac fabrika gezdim. Kimisi basindan beri devletin, kimisi de Devrim sonrasi devletlestirilmis. Ortak noktalari, kule vincler gibi, uzun zamandir tek civi cakilmamis; kohnemisler. Kiminle konustuysam, Devrim’e laf ediyordu.

    Bekledigim gibi cikmamisti. Yani, onca insanin o kadar isteyerek yaptigi devrim, gerceklesmis; ama, sonuc, ‘elde var sifir’ olmustu.

    Simdi.. lafin burasinda, ‘hoppala.. bu Iran muhabbeti de nereden cikti; konumuz Koy Enstituleri degil miydi?’ diyebilirisiniz.. O oyle de, bence alakasi var. Izin verin, devam edeyim.

    Bahsettigim sekilde, Iran Devrimi ile belli bir unsiyetim oldugundan, zaman icinde hakkinda hem okudum, hem de benden daha akilli (ve ufku genis) kisilere denk geldikce sordum, konustum.

    Once sunu soyleyeyim: Populer dilde anlatilan gerekcelere; yani, ‘hacilar, hocalar, yobazlar, gericiler istedi de o yuzden oldu’ turunden analizlere hicbir zaman itibar etmedim.

    Bunlar surecin yonunu veya siddetini etkilemis olabilirler (nitekim, Iran’da da oyle oldu); ama, sureci tetikleyen, hareke geciren seyler olamazdi.

    Cok daha materyal, cok daha ele gelir sebepleri olmaliydi.

    Sonunda, kendi adima/capimda, buldum:

    Iran Sahi, hem Turkiye ile rekabeti sebebiyle, hem de bolgede –bolgenin gercek jandarmasi olmak hevesi ile– guclu bir devlet olabilmek icin, olabildigince ‘modern’lesmek icin buyuk projelere soyundu.

    Altyapi hazir degilken, bir an once bunu yapmak istedi.

    [mesela, Iran’da bana, demiryollari nuhnebiden kalma oldugu halde, hizli gidecek trenler aldigi, cogunun da kisa zamanda raydan cikip heder oldugunu filan da anlatmislardi.]

    En buyuk, en kapsamli projesi de, toprak reformu yapmak oldu.

    Turkiye’nin ‘beceremedigi’ bir seyi de yapmis oldu.

    Sonuc?

    1) Toprak agalari, topraklari karsiliginda para almis olsalar bile, zoraki oldugu icin Sah’a dis bilediler.

    2) Topraksiz koylu, bedavaya, toprak sahibi oldu. Ama, tohumu nereden alacaklarini, mahsulu nerede satacaklarini dahi bilmedikleri icin, ne dogru durust uretim yapabildiler, ne de urettiklerini satip paraya cevirebildiler.

    3) Iki-uc sene zor dayandilar. Sonunda, topraklarini, cok daha dusuk fiyata da olsa, eski toprak agalarina sattilar.

    4) Toprak agalari, geri satin aldiklari topraklarda artik eski topraksiz koyluyu calistirmaga yanasmadilar –Sah tekrar ayni seyi yapar diye.

    5) Yeniden topraksiz kalan koylu, artik tamamen issiz oldugu icin, careyi buyuk sehirlere gocmekte buldu.

    6) Buyuk sehirler, basta da Tahran, aniden gelen bu nufusla basa cikamadi –mumkun de degildi, cunku sanayi filan zaten yoktu.

    7) Sah’in ‘laikci’ tavrina gicik olan Sii ruhban, yeni olusan bu gettolarda kendilerine cok sicak bakan bir kitle buldu.

    8) Sah’a artik guvenmeyen eski toprak agalari, Sah’i hic sevmemis olan Sii ruhban, Sah’tan aradiklarini bulamayan ve artik bir lumpen guruha donusmus eski topraksiz koyluler..

    Infilak etmek icin en ufak bir kivilcimin yeterli oldugu bir formul, yani.

    Ve, o kivilcim da, bir sekilde, bir yerlerden cakildiktan sonra Devrim..

    Ve, bugun, nukleer tesisleri, petrolu ve gazi oldugu halde, Turkiye’den en az 30 sene geri kalmis bir Iran..

    Fakat, tek bu degil. Bir de Rus Devrimi var..

    Onun sureci ve kokenleri daha eskilere, taa Deli Petro’ya kadar dayanir.

    Rusya’yi ‘karanlik’tan cikarmak icin, o ne gayrettir, o ne cevvaliyettir..

    Ve, dahasi, o gayret, Hanedana da sinmistir.

    Hz Adem’den beri suren duzene en buyuk comagi Rus Hanedani cokar.

    Bir ucunun digerinden haberi bile olmayan, hic de olamamis olan, Rusya’da taa Sibirya’nin iclerine kadar demiryollari dosediler.. ulasim, hic olmadi kadar, kolalasti.

    Ayrica, ‘serf’ligi yasakladilar ama topraklar hala daha toprak sahiplerinde kaldi.

    Bu da, yukarida Iran’ ilgili anlattigimiz hikayede uzere, artik ‘serf’ bile olmayanlarin tamamen sahipsiz ve issiz kalmalarina yol acti..

    Normal olarak, demiryollari olmasa, olduklari yerde kalmak zorunda kalacak olan onca insan, sehirlere –daha cok da, is umuduyla, buyuk sehirlere– yigildi. Is bulamadilar.

    Ortodoks Kilisesinin ve ruhban sinifinin Hanedanla bir sorunu olmadigi icin, onlar karismadi; ama, ‘aydin’ taifesinin hayalleri vardi –Fransiz Devriminin getirdigi hayaller ve daha otesi…

    Yeterince ozgurlukleri olmadigi icin memnun olmayan bu aydinlar, bu umutsuz, caresiz yiginlara tercuman oldular.

    Ve, devrim..

    [O aydinlarin kaci, hayalini kurduklari ‘Devrim’den sonra hayatta kalabildiler; cok merak ederim.]

    Sonuc?

    Aradan 100 sene gecti.. ve, bugun, uzaya bile gidebilen, kitalar arasi nukleer fuzeleri, sanayisi, nukleer santralleri, petrolu ve gazi oldugu halde, ucuncu dunya ulkesi olmamak icin didinen bir Rusya..

    Benim bugunku kanaatim, Iran Devrimini Sah’in, Rus (17 Ekim) Devrimini ise Deli Petro’nun (‘Peter the Great’in) yaptigidir..

    Neyse.

    Donelim, tekrar, Koy Enstitulerine..

    Teknik anlamda, teknoloji anlaminda, ‘center of excellence’ (‘mukemmeliyet merkezi’) kurulmasina cok taraftarim da, sosyal anlamda boyle bir seyin yapilmasinin –artik– cok da akillica olmayabilecegini dusunur oldum.

    Koy Enstituleri, eminim iyi niyetle yapilmis, bir tur ‘center of excellence’ sayilabilir.

    Basarili olsaydilar neleri tetikleyebilecegini tahmin ettigimde, her ihtimalin cok da iyi olmayabilecegini kabul etmek zorundayim.

    Sanayisi hic denecek kadar az olan bir ulkede, siz, klasik Bati muzigi de dinleterek egittiginiz insanlarin artik koyde kalmayacagini, sehirlere yonelenecegini de dikkate almalisiniz.

    Sehirlere yigilan issizlerin nelere yonelecegini de iyi dusunmek lazim.

    Dolayisi ile, her ne kadar ilginc –ve, bir o kadar da ‘devrimci’– olsalar da, cok da akillica, etraflica dusunulmus, bir proje olmadigini kanaatindeyim artik.

    Fakat, bugun, insalarin sehirden kacmak istedigi zamanlarda, boyle bir proje baslatilsa cok iyi olur; o ayri.

    [evet, coook uzun bir cevap oldu. bundan boyle bana ucu acik soru sormayin lutfen. olacagi bu.]

  303. http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/616840/CHD_Genel_Baskani_Kozagacli__Cezaevinde_tecavuz_ediliyor.html

    Bu Insanlik ayibindan sadece AKP degil darbeye karsi Demokrasi yi savunduk diyen herkes her siyasi akil sorumludur. Yineliyorum. Basarisiz Darbe girisimi ne Amerikan ne Fetö darbesiydi, yada herkes kadar Amerikanci, CHP Kadar Ecevit kadar Fetö ile iliskiliydi en fazla…

    Cezaevlerinde neler oluyor a dikkat cekmeden Iskenceye karsi cikmadan solcu olunurmu?

  304. babam kimilerine derdi..
    “lan, bokun altında kalırsın, lafın altında kalmazsın!”
    burada biri var. Tam da o!
    Lafın kıçına değer, ayaklarına sarılır, tırnağa cila çeker; kıllarını kaşır… Meram, kasıt, ifadenin özü umuru değil.. Yeter ki laf yetiştirsin. Aklının yetmediği yerleri; kurumuş vicdanının çatlaklarını, anlaşılır sözcüklerin subjektivitesine ait belirsizlikleriyle doldurur. Sözlerin piyasa fiyatını bilir; değerini-yerini bilmez. Yüzdüğü yarım metre suda, fırtına kopartır; derinliğe ait algısı, yüzdüğü yer kadar…
    acıyacağım geldi!

  305. 300,

    Bildiğimi, konuşurum, yazarım.

    Bilmediğimde, susarım, haddimi bilirim.

    İsviçre’de günleriniz nasıl geçiyor?

    Mutluluk serbest mi, yoksa hâlâ hapiste mi?

  306. 290 no’lu yoruma ek ve bazı soru ve görüşler.
    [Bunun dışında karşılanmayan bir ihtiyaçları olmadığı için] hayatı sadece karşı cinsle birliktelikten ibaret gören erkeklerin düşüncelerini yansıtan bir örnek;

    ‘If you could release a virus that would kill every single man on Earth, except for yourself because you would have the antidote, would you do it? You will be the only man left, with all the females. You would be able to have your pick of any beautiful woman you want, as well as having dealt vengeance on the men who took them from you. Imagine how satisfying that would be.’

    Read more: http://www.dailymail.co.uk/news/article-2638049/7-dead-drive-shooting-near-UC-Santa-Barbara.html#ixzz4NMzrtpUX

    Eğer eş bul[ama]ma konusundaki eşitsizlik de sınıfsal/ekonomik eşitsizlik [bunun yol açtığı işsizlik, açlık vb.] gibi toplumsal çatışmalara yol açıyorsa solun/anti-kapitalistlerin bu sorunu önlemek için çözüm önerileri nedir?
    Bunun gibi ekonomik/sınıfsal olmayan toplumsal çatışmalar da kapitalizmin bir sonucu mudur?
    Öyle ise bu konuda da teorilerinin olması lazım.
    Değil ise demek ki kaynağı kapitalizm olmayan, dolayısıyla kapitalizm ortadan kalksa da çözülmeyecek olan toplumsal sorunlar da vardır.

  307. marxist argüman

    303 anonim,
    ya bende hatlar kari$ti ya sende; 300 nolu yorum, bizim reklam düskünü beyaz yakali anar$istlere ait degil mi?
    hatta, 300 nolu yorumdan önce $öyle bir ön duyuruda dü$ündüm:
    sayin yorumcular, $imdi kisa bir reklam arasi giriyoruz. reklamlardan sonra tart$mamiz devam edecek, lütfen bilgisayarlarinizin ba$indan ayrilmayin!

  308. Köy enstitüleri 1940’da kurulmuş, 1954’de kapatılmış.

    Tanıdığım birkaç köy enstitülü üzerinden ..
    köy enstitülü öğretmenler çalışkan, yüksek özgüvenli, katıksız bir yurt ve M. Kemal sevgisi ile yararlı olma arzusuyla, özgeci, idealist insanlar.. Ama…
    tarihi donmuş bir olgu olarak algılayan; değişim, toplumsal değişimleri yorumlamakta yetersiz…

    Bu olgu çoğu sol-ulusalcı için de geçerli..
    Bu temelde.. Köy Enstitüleri işlevsel özü korunarak eğitim programı değişiklikleri; yurtdışı eğitim destekleri ile geliştirilebilirdi. Salt tarım toplumu organizasyonu değil; modern-bilimsel toplum eğitimi için alt yapı merkezleri olabilirdi.
    1940’da son derece övülesi bir girişimi, hem de 14 yılda yaptıkları ile saygı toplamış bir projeyi, “dondurulmuş, yıkılmış” haliyle günümüzde eleştirmek Necip gibi tipik ezberci; “SOL DÜNYAYI” yalnızca çocukluk dönemi hataları ile anmaktan mutluluk duyan; solun “iyiniyetli” yetersizliklerini, kapitalizmin vahşi yıkımları ile aynı kefeye koyan “utangaç” kapitalistlere yakışır.
    *
    “Bebeklik-çocukluk” döneminde öldürülmüş Köy Enstitülerini, o halde olduğu gibi ele alanlar; olabileceği, gelişebileceği süreçleri kasıtlı olarak görmezden gelenler, sermayeye tapan has adamlardır.
    11 yaşındaki çocuklar orada toplumcu, yaratıcı, seküler ve özgeci bir bilinçle eğitildiler. Mutlu bireylerdi. Anadolu’nun ezik çocuklarından yaratıcı, mücadeleci, insancı güzel öğretmenler yarattı. Mükemmel değildi; olabilirdi.. ama14 yaşındayken öldürüp, gömdüler onu. Necipgillere de böyle tarihten, süreçten, insanlıktan uzak böyle utanmaz gevezelik imkânı doğmuş oldu.

  309. marxist argüman

    kapitalist misyoner necip,
    her konuda oldugu gibi, köy enstütüleri hakkinda da bilgiye, veriye dayanmadan, bilgiye/veriye ihtiyac bile duymadan yorum yaziyorsun. o yorumu yazmadan önce yarim saatini ayirip, vikipedianin köy enstitüleri maddesini okusaydin, önce kendin “köy enstitüleri neydi, hangi amacla kurulmu$tu vs.” anlardin, sonrada o konuda bir kanaate varirdin, o kanaatinide sana soru soran insana bildirirdin. okuma arastirma yerine insanlara masal anlatiyorsun.

    vikipedidan alinti:
    “II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 1945 yılında Sovyetler Birliği lideri Stalin’in Türkiye’den Kars, Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Milli Şef de ABD’den askeri destek istemişti.[kaynak belirtilmeli] Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye’de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini ve Milli Şeflik, “5 yıllık kalkınma planları” ve “Köy Enstitüleri”leri gibi Sovyet sistemine benzer uygulamaların kaldırılmasını talep etti.”

    “1945 yılında Köy Enstitüleri hakkında komünistlerin, dinsizlerin yetiştiği fuhuş yuvaları olduğu söylenerek saldırı kampanyaları başlatılmıştı.”

    Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülerin alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu.”

  310. “acıyacağım geldi!”

    Acittiysam ozur dilerim; kasdim o degil.

    Fakat, siz de o kadar hassas olmayin artik, coktan alismaniz gerekirdi.

  311. “Cezaevlerinde neler oluyor a dikkat cekmeden Iskenceye karsi cikmadan solcu olunur mu?”

    Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı cikmis konusmus iste.

    Orasi oyle de, hadi isim veremiyor, ameliyati yapan doktorun ismini ya da hastanenin ismini de mi veremiyor?

    O da olmadi, hangi cezaevinde oldugunu da mi soyleyemiyor?

    Bunlardan hicbirisini soyleyemiyorsa, sirf birisi cikip soyledi diye neden derhal itibar etmemiz gerekiyor?

    Herkesin hafizasinda ‘Hursit Kulter vakasi’ fazlasiyla tazeyken, sirf birisi birsey dedi diye ‘haydin solcular; ayaklanin!’ beklentisi biraz fazla naif kacmiyor mu?

  312. marxist argüman

    305 nolu yorumcuya cevap:
    ben ingilizce bilmiyorum; ingilizce alinti yapiyorsan cevirisini yapman lazim.
    305 nolu yorumdan alinti:
    “Eğer eş bul[ama]ma konusundaki eşitsizlik de sınıfsal/ekonomik eşitsizlik [bunun yol açtığı işsizlik, açlık vb.] gibi toplumsal çatışmalara yol açıyorsa solun/anti-kapitalistlerin bu sorunu önlemek için çözüm önerileri nedir?
    Bunun gibi ekonomik/sınıfsal olmayan toplumsal çatışmalar da kapitalizmin bir sonucu mudur?”

    !

  313. marxist argüman

    305 nolu yorumcuya cevap:
    308 nolu yorumum bitmeden yanlislikla eklendi. tamamliyorum. cevabini merak ettigin sorularini daha net ifade etmen lazim:
    1. “e$ bulma/bulamama e$itsizligi” ne demek, bununla neyi kastediyorsun?
    2. e$/hayat arkada$i arama/secme yüzünden toplumsal catismalar ciktigini neye dayanarak iddia ediyorsun? öyle bir toplumsal catismadan benim haberim yok. somut örnekler ver ki, tam olarak neyi kastettigin anla$ilsin.

  314. 305,

    dolayısıyla kapitalizm ortadan kalksa da çözülmeyecek olan toplumsal sorunlar da vardır.

    Sömürünün, azgın bireyciliğin, azgın bencilliğin kuluçka merkezi kapitalizmdir.

    Kapitalizm ortadan kalktığı zaman, hayatın güllük gülistanlık olacağını kimse iddia etmiyor.

    Hayatı, [Necip’in yaptığı gibi] sadece ama sadece kapitalizme denk tutmaya alışırsanız, ‘dailymail’ ve benzerlerinden örnekleri buraya getirerek, bağlamından kopararak, –madem kapitalizm ortadan kalkınca sorunların çözüleceğini iddia ediyorsunuz, öyleyse, dünyada sadece bir erkek ve bir kadının kalacağı o başlangıç noktasına mı döneceğiz?– gibi ilgisiz/alakâsız sorular sorarsınız. ‘Dailymail’den aktardığınız pasajı deşe deşe, daha ehemmiyetli sorular sormaya devam ettiğinizde, varacağınız yer kadın-erkek ilişkileri olacak çünkü.

    İnsanların, aç/susuz kalması için her türlü caniliği planlayan kapitalizmle,

    Kadın-erken ilişkilerinin varyasyonları arasında bağ kurmak isterseniz epey bulursunuz.

    Maksadınız boncuk veya toplu iğne aramaksa, tezek de çok, samanlık da.

    Dailymail’deki hikaye, ‘bir erkeğin bencilliğinin vardığı son nokta’ya örnektir. Özgecan Aslan’ın başına gelen felaket neyse, dailymail’deki de –özü itibariyle– aynı. Kapitalizm yokken de, bu felaketler vardı. Kapitalizmi ortadan kaldırdığımızda da, ne yazık ki olacak.

    Kapitalizmi ortadan kaldırıp, nispeten daha sağlıklı bir sistem kurmamız mümkün. Geçmişe mahkûm olmayacak kadar akıllanmış olmamız gerekir bugün.

    Kapitalizmi ortadan kaldırdıktan sonra, insanların da bencilliğinin otomatikman biteceğini zannetmek [en hafif tabirle] saflıktır.

    Bahsettiğim bencilliği ‘teşvik eden’ sistemin kapitalizm olduğunu anlamalısınız. Bu teşvik sistemini kaldırdığımızda, insanlar, ‘kendilerini bencil olmaya zorlayan‘ bir canavardan daha kurtulup, biraz daha özgürleşecekler. Ve özgürlüğün sınırı yok…

    Kapitalizmi hep birlikte ortadan kaldıracağız.

  315. –marxist argüman’a–

    necip o listeyi sizin sürekli isim siralamaniza sinirlendigi icin ve biraz da dalga amaciyla: isim listesi dedigin böyle olur, aha böyle kol gibi! olmali diyerek yayinladi, sizde hemen sazan gibi yeme atladiniz, oltaya takildiniz.— Bu sayfada sadece siz, Necip gibi kişilerin kurduğu tuzaklara düşmüyorsunuz, sayfadaki diğer katılımcılar bütün bu tuzaklara düşüyor, vah vah bize, tüh tüh bize, ne mutlu size. Ne de olsa şu –enigma– cihazını kullanmakta sizin kadar maharetli değiliz. Yanınızda staj mı yapsak acaba.

    Necip’in 222 no’lu metnindeki listeye dönüp bir daha bakın, –Karl Marx– diye bir isim de görecek misiniz, eğer görürseniz, şaşırmak zorunda değilsiniz. Çünkü, Necip gibi kişiler, –doğanın kanunu– diye yutturduklarını zannettikleri kapitalizmi anlatmaya çırpınırken, –Karl Marx’ı da– istismar etmeyi ihmâl etmezler. O listede daha niceleri varken, niçin özellikle Karl Marx’ı işaret ettim, çünkü, hem Marx’ın kapitalizm karşıtı tahlillerinin en sağlam tahliller arasında olmasından ötürü, hem sizin mahlasınızda –marxist– kelimesinin geçmesinden ötürü. [Sadece Marx’la yetinmek istemezseniz, isimlerin ayıklanmış hâli 252’de.]

    Yazdığı liste içinde –dönemsellik– denen kavramı hiç dikkate almadan, –hepsini çuvala doldurayım– zihniyetiyle hareket ediyor. Necip’in [ve muadillerinin] –kapitalizmin, doğanın kanunu olduğu– yönündeki tezini kuvvetlendirmek uğruna, sanki o listedeki herkes, –Natural Law = Capitalism– tespitlerinde bulunuyor da bizler de bunu yutuyoruz, vah tüh. Yakın zaman önce düzenlediğimiz bir konferansta, mola esnasında yüz yüze görüştüğümüz bir iktisat profesörü –Şu an kapitalizm pek de iyi gitmiyor ama onu savunmak zorundayım. Yarın öbür gün, yeni bir şey doğarsa, bana da orada bir yer ayırmayı unutmayın.– yüzsüzlüğünü nasıl deklare ettiyse, Necip’in de farkı yok: —siz beni hala daha ‘kapitalist’ saniyorsunuz ya; icimden –ve ara sira da aciktan aciga– ne kadar guldugumu bilemezsiniz.— Milton Friedman & Friedrich Hayek tayfası ne yapmışsa, tekrarlamakla mükellef Necip ve muadilleri.

    252 no’lu metnimde Necip’e yazdığım yanıta bakın:
    Liste içinde, kapitalizmi hangilerinin savunDUĞUNU, hangilerinin savunMADIĞINI [ve bazılarının da eleştirdiğini], yazdım. Görmek isterseniz, –cımbızla çekmece– yapmaktan vazgeçebilirseniz, anlarsınız.

    bu siteyi “reklam panosuna” cevirmede, o cok elestirdiginiz kapitalistlerden hic bir farkiniz olmadigini bilmem farkinda misiniz?— ‘Reklam panosu’ tabiri ile, ‘ispat metinlerini’ birbirine karıştırıyorsanız, size yapabileceğim/z hiçbir şey yok. Arasındaki farkı öğrenebilecek kapasitede birine benziyorsunuz.

    İngiltere’yi ziyaretimizde Adam Curtis’le yaptığımız görüşmede kendisine aynı soruyu sormuştuk –Niçin anarşistler de, komünistler de, veya diğer -ist’ler de, belgeselinizde işaret ettiğiniz, kapitalizmin tuzaklarını nasıl kurduğunu, anlattıklarınızın aynısını veya benzerlerini kullanmıyorlar?– O da cevap verdi: –Niye aklıma gelmedi ki, keriz miyim acaba?– Albert Einstein’ın da şunu söylediği rivayet edilir: [Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan sonra] Eğer böyle olacağını bilseydim, kundura tamircisi olmayı tercih ederdim.

    ( http://www.promegaconnections.com/albert-einstein-a-physicist-would-be-shoemaker/ )

    Sigmund Freud’u da anlatmaya başlarsam, bu sitenin veritabanı kaldırabilir mi meçhûl. Fakat siz, Curtis’in bu mühim belgeselinde geçen ana karakteri atlamışsınız [belki de sırf Freud’a laf atmak uğruna atladınız, emin değiliz]: Edward Louis James Bernays’in kim olduğunu ve neler yaptığını.

    Şimdi okuyacağınız paragrafta –şifreli/kod’lu bir ifadede bulunMuyorum, yani, niyet araştırması yapmanıza gerek yok–: Karl Marx’ın teorilerinin [neredeyse] hiçbiri uydurma değil, Sigmund Freud’un ‘pasikoloji teorileri’nin de uydurma olmadığı gibi. Makromalist/maksimalist tavırlarınızdan vazgeçmenizi tavsiye ederim/z.

    Eğer Sigmund Freud biraz daha uzun ömür yaşamış olup, Bernays’in nasıl bir karakter[siz] olduğuna şahit olsaydı, kızılcık sopası ile kovalardı.

    [Not: Curtis’in hazırladığı belgeselin aynısının veya benzerinin, yıllar önce, SSCB’de de çekilmiş olma olasılığı pek mümkün gözükmüyor. Yine de bir örnek vereyim: Komünistlerin nasıl yöntemler kullandığını gözlemlemek isterseniz, araştırma turunuza şu iki isimle başlayabilirsiniz:
    Alexey Grigoryevich Stakhanov,
    Leonid Mikhailovich Kharitonov.]

    Yok yere uzatmamak için:

    Bernays’in saymakla bitiremeyeceğim –[en hafif tabirle] karaktersizliklerine– örnek teşkil etmesi açısından: Haziran 1945 Guatemala’daki askeri darbede üstlendiği fonksiyonlar. [Diğer karaktersizliklerini de yazarak, uzatmak istemiyorum.]

    Yine –merak etmek isterseniz–, Bernays ile –aynı düşünce yapısına sahip– Milton Friedman’ın saymakla bitiremeyeceğim –[en hafif tabirle] karaktersizliklerine– örnek teşkil etmesi açısından: Salvador Allende’nin düşürülme sürecinde ve düşürüldükten sonra —Şili mucizesi— ve —Chicago ekolünün kurnaz çocukları— konu başlıklarını da araştırıp öğrenebilirsiniz. [Diğer karaktersizliklerini de yazarak, uzatmak istemiyorum.]

    Ve ayrıca, size, –devlet hegemonyası– ve –kültürel hegemonya– başlıkları üzerine Antonio Gramsci’yi de araştırmanızı tavsiye etmiştim 179 no’lu metnimde.

    Bütün bunlar, –GegenStandpunkt: Politische Vierteljahreszeitschrift– deponuzda mevcut mu emin değilim/z. Başka kaynaklara da yönelmeyi deneyebilirsiniz.

    [Necip üzülmesin:

    Sovyet tanklarının, hem Şubat 1948’de hem Ağustos 1968’de Çekoslovakya’dan geçişi de,

    Veya Haziran 1956’da Polonya’da emekçilerin başlattığı protestoların –‘Stalin Bıyığı’na özenenler– [ve elbette tanklar] tarafından bastırılması da,

    Veya Kasım 1956’da Macaristan’daki kalkışmanın Sovyet tankları tarafından bastırılması da,

    Veya Stalin’in Tito ile güreşmeleri de aklımızda.]

    Marxist argüman,
    Bu sayfada, ‘doğanın kanunu’ kisvesi altında:

    İnsanların, hem birbirlerini hem hayvanları hem çevreyi dehşet seviyede sömürmesinin ‘normal’ olduğunu yutturmaya çırpınan,

    Bu ‘sözde’ normalliği ‘doğanın kanunu kapitalizmdir’ yalanı ile yaymaya uğraşan,

    Kendilerine en başta Charles Darwin’i ve Herbert Spencer’ı örnek aldıklarını iddia eden,

    ‘Survival of the fittest’ konseptini insan hayatına da yamamaya çalışan;

    Refakatçılar var; en meşhurlarından biri Necip ve muadilleri.

    Bu şahısların ‘kapitalist dogma’larının ölümcüllüğüne işaret etmek için, sizin de itinayla yazdığınız ‘kapitalizm karşıtı’ tahlil ve tespitleriniz muazzam. Titizlikle mücadele ettiğiniz için size teşekkür ederim/z.

    Unutmayın: Siz de, bu dehşet sömürü mekanizmasına karşı mücadele sürdürdüğünüze göre, siz de moralistsiniz, siz de hümanistsiniz. Aslında ‘humanism’ kavramı, başlıbaşına devasa bir felsefi geçmişe sahip, birçok tarafa eğilip bükülebilecek bir kavram. Size tavsiyem[iz], ‘hümanist’ kelimesi yerine [eğer isterseniz] ‘insancıl’ kelimesini kullanmanız daha makûl olabilir. ‘İnsancıl’ kelimesi, sıfat olarak ‘humane’, konsept olarak ‘humanitarian[ism]’ demektir. Endişe etmenize gerek yok: Sırf, mahlasınız içinde ‘marxist’ kelimesi geçiyor diye, moral dolu analizler, insancıl analizler yazmanızın önüne set çeken kimse yok, olamaz. Marxistler arasında da insancıllar vardır.

    Yine unutmayın: Karl Marx’ın bizzat kendisi, insancıldı. Hayatı, iyi, güzel, sağlıklı yaşamak ve yaşatmak için analiz etmeye uğraşan kişilerden biri de Marx’tı. Gösterdiği devasa tehlike ise: ‘Kapitalizm’dir.

    28 Mayıs 2013 – 15 Haziran 2013:

    Çok olmadığımız kesin
    Çok olan tarafta değiliz
    Çok olan tarafta olmayacağız
    Türkiye’de Kürt olacağız
    Kürtlerde Ermeni
    Ermenilerde Süryani
    Gidip Almanya’da Türk olacağız
    Hollanda’da Surinamlı
    Fransa’da Cezayirli
    İran’da Azeri
    Amerika’da zifiri zenci olacağız
    Çoğalan zencide mutlaka kızılderili
    İsrail’de Filistinli
    Köpeğin karşısında kedi
    Kedinin karşısında kuş olacağız
    Kuşun karşısında börtü böcek
    Hakemler hep karşı takımı tutacak
    Ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
    Çiçeklerden kamelya olacağız
    Az kolumuzun tarafında
    Solda olacağız
    Bu itirazın ilk şartı

    Solda da az olacağız
    Devrimi çoğaltırken çünkü
    Bir başka devrime hızla azalacağız
    Bu da itirazın ikinci şartı.

    Nevzat Çelik
    ‘Sevgili Yoldaş Kurbağalar’
    Ekim 1998

  316. ‘Basari’ diyerek ne kastediyorum?

    Yapi buyuyor mu, kuculuyor mu, yoksa duragan mi?

    Buyuyor.

    Bir kısım eşrafın mezar taşlarına ve isimlerine bakarak [–L’onomastique– adlı yöntem ile] şeceresini bulmaya uğraşan, ve kendini ‘orducu sosyalist’ olarak pazarlayan bir şahıs var, adını hatırlayamadım, işte o şahıs —Musul’u almazsak, Diyarbakır’ı veririz— diyor sürekli, kapitalistçesini Necip yukarıda yazmış.

    Necip ve muadillerine göre:
    Hayat = Kapitalizm
    Natural Law = Capitalism
    222 no’lu metindeki listede isimleri yazılı olan kişiler, kapitalizmi savunuyor[muş]
    Capitalism = [Mostly economic] Growth

    –Büyümek–… Ne kadar da ihtişamlı bir kelime. Yine bir doğa kanununu, yine, kapitalizm aparatıyla insana ikame etme projesi.

    6-15 Eylül 2008’de Fannie Mae, Freddie Mac, Lehman Brothers gibi –oligopol canavarlar’ın–, ‘growth hırslarının patlaması’ nedeniyle, dünya hallaç pamuğu gibi savruldu, ve hâlâ savruluyor. Ve bu savrulmanın, –natural law– ile uzak/yakın ilgisi yok. Tamamıyla, –kapitalist sistem– ile ilgili. [Not: 2008 tarihli örnekleri, en yakın geçmişte başlamış olup, bugün de devam ediyor oluşu sebebiyle yazdım. Çünkü, 2008’de patlayan krize giden yola taşları kimlerin döşediği, ne derece katil kapitalistler olduğu, kriz patladığında gerekçelerini nelere dayandırdıkları, bugün nasıl soruşturmalarla izlendikleri, krizin savurduğu milyonlarca insanın yaşadıkları, onların evlatlarının yaşayacakları vb. gibi hususlar üzerine veri & data araştırması yapmak, bulgulara ulaşmak daha sağlıklı. Bundan 150 sene önce, 500 sene önce, 3000 sene önce, vs., zaman dilimlerinde yaşanan, ekonomik zemine dayanan krizler hakkında elimizde topladığımız verilerin & dataların sağlıklı olup/olmadıdığı, 2008’e nazaran, daha meçhûl.]

    Peki, natural law’a göre, [doğ → büyü → öl → gübre ol → doğ → büyü → öl → gübre ol → doğ → büyü → öl → gübre ol → doğ → büyü…] mekanizmasını, temeli –kâr hırsı– olan kapitalizme yamayıp:
    Planktonların katledilmesine,
    Havanın zehirlenmesine,
    Amazon’daki balta girmemiş ormanların yok edilmesine,
    Chernobyl’lerin & Fukushima Daiichi’lerin yaşanmasına,
    Meksika körfezini BP’nin petrolünün zehirlemesine,
    Bayer/Monsanto’nun GMO’lu ürünler ile bütün dünyaya biyopolitik tuzaklar kurmasına,
    Soma cinayetine,
    Bangladeş’te milyonlarca –çocuk işçi’nin– kemiklerinde ilik kalmayana kadar sömürüldüğü ‘growth’ hırsına,
    Konya/Ereğli’de, 40 günlük –Ayaz– adlı bebeğin, kapitalizmin sömürü mekanizması nedeniyle odun-kömür-doğalgaz yokluğu sonucunda zatürreye yakalanıp hayatını kaybetmesine,
    Foxconn cinayetlerine,
    […]
    Göz mü yumacağız? Hayır.

    Doğanın ahengi içinde hayati olan –büyümek– mefhumunu, kapitalist sömürü mekanizmalarına yamayıp, en başta –insan’ı– [ve elbette dostlarımız hayvanları, dostumuz çevreyi] öldürme hırsı artık sona erecek. Geçmişi tekrar etmeye mahkûm değiliz. –Öldürmeden büyümek– mümkün. Yine –natural law– dogmanızı yazmaya devam etmen, sadece parmaklarını yorar Necip, ötesi yok.

    Kapitalist sistem, ‘daima büyümek’ ülküsü üzerine kuruludur. Büyüme sürecinde yaptığı katliamları hasır altı etmekte ustadır. Ve yaptığı bütün katliamları, —natural law böyle emrediyor, bu emre karşı gelmek, hayata karşı gelmektir— dogmasıyla meşru göstermeye çırpınır. Necip ve muadilleri de, bu çırpınışın bu sayfadaki temsilcileridir.

    birgun, raftaki kitap sayisi cok oldugunu gorunce, kendisine donup, “cok kitap var; hangisi ile baslayayim?” dedigimde, “ben onu bilemem; ben hangi kitaplarin nerede oldugunu bilirim sadece” demisti.— Kütüphanecilik yapmak aklımın ucuna hiç gelmedi, galiba kütüphaneci olmayı istemezdim de. Bu, benim –özel–hayatımdaki tercihlerimle ilgili bir husus olduğundan, uzatmıyorum.

    Anlattığın hikayedeki kütüphaneci olsaydım, —cok kitap var; hangisi ile baslayayim?— sorundan sonra, hangi kitaplara yönelmen gerektiğini, bizzat rafları tarayıp bulup çıkartıp önüne getirir, ve hâttâ o kitapların içinde dikkatle muhakemeye başlaman gereken paragrafları da tane tane gösterirdim, senle bu sayfadaki görüşmemizde yaptığım gibi: 252 no’lu metnimde, kapitalizmi savuNAN ve savunMAYAN kişilerin isimleri.

    Sana, bu sayfadaki, –natural law’ı– kapitalist sömürü mekanizmaları üzerinden insan hayatına da yamama misyonunun hatalı olduğunu göstermek için, sadece kendi gözlemlerimi değil, –gerçeklerle– dolu tarihten örnekleri de aktarıyorum. Kendi gözlemlerimi defalarca anlattığım için tekrarlamıyorum. Eğer öğrenmek istersen, şu sayfayı ziyaret edebilirsin:
    ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )

    siz beni hala daha ‘kapitalist’ saniyorsunuz ya; icimden –ve ara sira da aciktan aciga– ne kadar guldugumu bilemezsiniz.— ifaden ile, kendini —uysal & şirin & güler yüzlü kapitalist— olarak pazarlamaya uğraşıyorsun, ama olmuyor, beceremiyorsun, sırıtıyor. Şu ifadeyi haykıran şahıs, azgın bireyci, azgın bencil kapitalisttir [yani, bu sayfada, Necip’tir]: Soma’da ölen işçiler, madene inmek yerine tarlada ırgatlık yapsalardı, ölmezlerdi. Belki, tarlaya sömürülmeye, tıkabasa dolu bir minibüs ile giderken, trafik kazası geçirip ölürlerdi. Görüldüğü üzere, kapitalizmin asla kabahati yok.

    Öfkeli olduğum/z doğru, ve olmakta %100 haklıyım/z. Fakat hakkım[ız]da —kibirli ukalalik— tabirini kullanman tutarlı değil.

    Soma’da, kapitalizm tarafından öldürülen insanları umursamayan, —onlar da tarlada ırgatlık yapsalardı. Ben mi onları madene, kapitalizm tarafından öldürülmeye gönderdim?— diye yazan kişi [en hafif tabirle] kibirli ukaladır [yani, bu sayfada, Necip’tir].

    Şu soruyu sorup, —Bu bahsettiginiz ‘evrensel-tarihsel zaman dilimi’ icin bir tarih verebilir misiniz?—, ispat beklentisi içinde olman rasyonel. Ben de sana soruyorum, —tarihteki bir suru ‘kurtarilmis bolge yaratmak’ hayalleri deneylerinin sonuclarinin hep husranla neticelenmis olmasi— Şu [hep husranla neticelenmis olmasi] gibi ne idüğü belirsiz bir ifadeyi niye, hâlâ, yazmaya devam eder Necip ve muadilleri. İspat yaz, ispat. [Hep husranla neticelenmis olduğunu] iddia ediyorsan, bunu ispatla mükellefsin. Bu ispat şartını, sana, ben [ya da başkası] değil, bizzat kendi kelimelerin getiriyor. Eğer ispat etmeye niyetli değilsen, kendinle çelişirsin.

    Ekleyeyim: SSCB, the People’s Republic of China, Kuzey Kore, Vietnam, Küba, Venezuela ve benzerlerini, –ispat– niyetine yazacaksan, yazma. Çünkü, bütün bunlar, ‘kapitalizme rakip görünüyor olmak’ rolleriydi [ve bu rollerini devam ettirenler hâlâ mevcut]. Bunlar, –productivity & efficiency– kavramlarını kapitalist zehrin mahkûm ettiği doğrultuda, sırf kapitalist sistemle rekabet etmek uğruna [yani, ‘ikiyüzlülük’ yaparak. Eskiden buna ‘riyakârlık’ denirdi], kullandı, ve en sonunda [birçoğu] kendini lağvetmeye mecbur kaldı. Kapitalizmin mahkûm ettiği —growth hırsı için insanı, hayvanları ve çevreyi katletmek, natural law’dır— tuzağına düştüler:

    Yakın geçmişte kapitalizmin kurduğu tuzağa örnek: Gorbachev’in –glasnost– ve –perestroika– zımbırtıları.

    Günümüzde kapitalizmin kurduğu tuzağa örnek: Sırf ABD’yle rekabet amacıyla, Çin’in özellikle son 20 yıldır devlet kapitalizmi yöntemleri ile yakaladığı ‘economic grwoth’ ivmesini daha da yükseltmek uğruna, bugün bizzat Pekin’deki politbüronun emriyle, Çin vatandaşlarında [kültürel normların da etkisiyle epey yaygın olan] tasarruf etme alışkanlıklarının yok edilip, kendi vatandaşlarını ürün/mal tüketimine [daha çok, daha çok, daha çok tüketime] alıştırma projeleri. Sadece bir örnek yeterli: Dünya genelinde, –Apple [özellikle ‘iPhone’]– cihazlarının en çok satıldığı yer: Çin. [Bu tespiti yaparken, çeşit çeşit parametre kullanıp, doğru cevabın Çin olmadığı, sonucuna ulaşanlar da çıkabilir. Fakat, kapitalist sistemin herkesi mahkûm ettiği nihai formül ne yazık ki şudur: Ülkeler kıyaslandığında, Çin’de kişi başına düşen milli gelirdeki (GSYİH ÷ toplam nüfus) artışın, son 20 yıldaki kesintisiz yükselmesi neticesinde, bugün, en çok satış yapılan yerin Çin olduğu anlaşılır. İlk 6 ülkenin sırası yıllar içinde değişiklik göstermekle beraber, bunların arasına yeni eklenen pek azdır: Çin, Japonya, ABD, Avrupa kıtası ülkelerinden bazıları, Avustralya, Hindistan. (Örneklem, bir elektronik cihaz oligopol şirketin ürünleri ile sınırlı tutulmuştur.) Son bir bilgi daha vereyim, kapitalist sistem ‘satın alma gücü paritesi (SAGP)’ denen indikatör ile, tek tek şahısların elde ettiği gelir seviyelerine göre, hangi ürünlere, hangi derecede erişebiliyorlar/erişemiyorlar, bunun da ölçümünü yapmak mümkün.]

    Çin’de yaşayan insanlar, bizzat kendi devletlerinin emri ve projeleri ile, kapitalistleştirilmeye uğraşılıyor. Solculukla, sosyalistlikle, komünistlikle, marxistlikle, maoistlikle ve türevleriyle uzak/yakın ilişkileri yok. Tek yol dikte ediliyor: Devlet kapitalizmi. [Bu tabirden ürküp fincanları kıran katırlar varsa, daha az ürkme hissi veren fakat aynı düzeyde ürküten, meşhur bir başka tabir daha var: ‘Karma ekonomi modeli’ = ABD = Rusya = İngiltere = Almanya = Fransa = İtalya = Kanada = Brezilya = Güney Kore = Malezya = Endonezya = Suudi Arabistan = Türkiye = Hindistan…]

    Necip, marxist argüman’ın şu tespitini aklından asla çıkarma: —Darwin, bitki ve hayvan alemini inceleyerek gelistirdigi teorilerinin insan toplumu icin de gecerli oldugunu hicbir zaman iddia etmemistir.—

    Cahrles Darwin, Isaac Newton [ve aynı/benzer ekolde olan diğerleri] bugün dirilse ve şu sayfada yazdıklarını okusa, Necip, seni kızılcık sopası ile kovalardı.

    Peki bundan sonra ne olacak?

    Hayat ≠ Kapitalizm –gerçeğini– tarihten örnekler yazarak aktarmaya devam edeceğim/z.

    –Kapitalizm– adlı canavarın ısrarla hasır altı etmeye uğraştığı cinayetlerin haberlerini yaymaya devam edeceğim/z.

    Sancho Panza gibi bir kurnazlık kumkuması olmaktansa, Don Quixote olmayı tercih ederim/z, kimsenin eleştiri ve/veya onaylama hamlelerini umursamadan.

  317. Küresel eşitsizliğin iki kaynağı

    120 ülkede, son çeyrek yüzyıl boyunca, bireylerin veya hanelerin gelirleri, anketlerle derleniyor. Bu veriler, kişileri gelir düzeylerine göre sıralar; gelir dilimlerinde toplar. Böylece, ülkelere ait “kişisel gelir dağılımı” tabloları oluşturulur.

    Bu tablolarda gelir eşitsizlikleri bazı istatistik göstergeler (örneğin “Gini” oranı) ile ayrıca özetlenir. Örneğin, Dünya Bankası’nın “Dünya Kalkınma Raporları”nın bazılarında ülkeler için hesaplanmış olan Gini oranları da yer alır. Çeşitli ülkelerin gelir eşitsizlikleri bu sayılara bakarak karşılaştırılabilir.

    “Kişisel gelir dağılımları”, sınıfsal karşıtlıklardan türeyen bölüşüm sürecinin sonuçlarını, sadece özetlediği sürece fazla değer taşımaz. Ayrıntılara inilebilirse durum değişir. Örneğin, özet göstergelerden vazgeçilip en zengin yüzde (hâttâ binde) 1’lik grubun toplam gelirden aldığı pay ve bunun değişimi, gelir türlerine de ayrıştırılarak incelenebilir. Bu tür incelemeler, “ekonomiye egemen olan sınıfların anatomisi”ne ışık tutar.

    DÜNYA NÜFUSUNUN GELİR DAĞILIMI

    Peki, 120 ülkenin her birine ait kişisel gelir dağılımı hazır olduğuna göre, bunları birleştirerek, harmanlayarak “tüm dünyayı kapsayan tek bir gelir dağılımı tablosu” inşa edilebilir mi?

    Doğrudan veya dolaylı gelir karşıtlığı veya çıkar birliği içinde olmayan bireyleri (örneğin Ankaralı bir avukat ile San Fransico’dan bir tezgâhtarı) aynı gelir diliminde birleştiren bir tablo “abesle iştigal” midir? Önyargılı olmayalım. Merakın sınırı yoktur. Belki de bilgi birikimimiz zenginleşecektir.

    Yöntem çapraşık değildir; ama uygulanması zahmetlidir, zaman alıcıdır. Kısaca açıklayayım:

    Ülkelerin gelir dağılımı tabloları geçerli döviz kurları kullanılarak dolara çevrilir. Daha sonra, her ülke ile ABD arasındaki fiyat (“alım gücü”) farklılıkları dikkate alınarak bir düzeltme yapılır. Bu “düzeltme” ABD’ye göre daha yoksul olan ülkelerin gelir dilimlerini genellikle (değişik oranlarda) yukarı kaydıracaktır. “Harmanlamalar” tamamlanınca tüm dünyayı kaplayan bir gelir dağılımı tablosu oluşur.

    Diyelim, sadece “faal” (15-64 yaş arasındaki) nüfus içinde yer alan bireylerin gelirlerini dikkate alıyoruz. Bu tablonun en üst %1’lik (en “zengin”) dilimi, 2015’te yaklaşık 25 milyon kişiden oluşur. Toplam dünya gelirinden elde ettikleri oran, birleştirilen tablolardan elde edilir. Bu insanların ülkeleri de ayrıca kayıtlı tutulur. Ve görülür ki, bu grupta yer alan insanların yarısı Amerikalıdır. Fakat, Türkiye’den de belli sayıda zengin bu “en müreffehler” kulübüne sızmayı başarmıştır.

    Güvenebilirsek, tek bir yıla ait bu bilgi bile önemlidir. Bu işlemin her yıl tekrarlanması daha da ilginç olabilir. Örneğin, “yirmi yıllık bir dönemde (ülkeler, toplumsal gruplar olarak) kimler kazandı; kimler kaybetti?” sorusuna ışık tutar.

    Geçmişte bu doğrultuda çalışmalar yapıldı. Bir örnek, UNCTAD’ın 1997 tarihli Ticaret ve Kalkınma Raporu (Bölüm II)’dir. François Bourguignon ve Branko Milanovic de bu konudaki sentez girişimlerini 2002’de ayrı ayrı yayımladılar.

    Milanovic çalışmalarını sürdürdü; 14 yıl sonra sonuçlarını “Küresel Eşitsizlik” başlıklı bir kitapta sundu. Bugün bu kitaptan söz etmek istiyorum. Tam adı, “Global Inequality: A New Approach for the Age of Globalization” (2016, Harvard).

    KÜRESEL EŞİTSİZLİĞİN İKİ KAYNAĞI

    Milanovic, kişisel gelir dağılımı (yani gelir eşitsizlikleri) ile ilgili tarihsel bulguları gözden geçiriyor.

    Dünya çapındaki gelir eşitsizlikleri, iki önemli ölçümün bileşkesidir:
    (1) Her ülke içindeki gelir dağılımı,
    (2) ülkeler-arası gelir farkları.
    Dünya gelir dağılımının seyrini de, bu iki alanda gerçekleşen değişimler belirler.

    Elimizde dünya kişisel gelir dağılımını veren bir tablo olduğunu kabul edelim. Sonraki yıllarda eşitsizlikler hangi doğrultuda değişecektir? İki karşıt örnek vereyim:

    Birincisinde, her bir ülke içindeki gelir eşitsizlikleri olduğu gibi sürmüş olsun. Aynı dönem içinde yoksul ülkelerin (Türkiye’nin, Meksika’nın, Hindistan’ın) ortalama gelirleri ise, zengin ülkelerden (ABD’den, Batı Avrupa’dan) daha hızlı artsın. Bu durumda, dünya tablosunun en alt ve üst gelir dilimleri arasındaki fark azalacaktır. Hızlı büyümeden pay alan “Güney” zenginlerinin bir bölümü de, Batılıların yığıldığı orta-üst gelir dilimlerine kayabilecektir. Sonuç, dünya gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizliklerin azalmasıdır.

    İkinci örnek, ülkeler arası gelir farkları sabit kalırken, her ülkede gelir eşitsizliklerinin artması durumudur. Bu durum, dünya gelir dağılımı tablosunun alt ve üst uçları arasındaki makasın açılmasına yol açacaktır. Sonuç, dünya gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizliklerin artmasıdır.

    Gerçek hayat daha karmaşıktır. Örneğin, ülkelerde eşitsizliğin artması ile yoksul ve zengin ülkeler arasındaki gelir farklarının azalması birleşince ne olur?

    Milanovic’in kitabı, bu karmaşık durumları gözden geçiriyor.

    “ÜLKE-İÇİ” EŞİTSİZLİKLER

    Yazar, ABD ve Batı Avrupa ülkeleri içindeki kişisel gelir dağılımı verilerini geçmişe uzanarak gözden geçiriyor. Anlamlı karşılaştırmalar 1945 ile günümüz arasındadır.

    Emperyalizmin metropolünde gelir eşitsizliklerinin seyrinde iki büyük hareket gözlenmektedir (ss.72-80, 92).

    Batı’da ülke-içi gelir eşitsizlikleri 1945-1980 döneminde azalmış; 1981 sonrasında artmıştır. Dönüm tarihi, 1978 (Britanya) ve 1983 (İtalya) arasında değişmektedir.

    İktisat tarihçilerinin önemli bir bölümü, II. Dünya Savaşı sonrasını “Kapitalizmin Altın Çağı” kavramıyla incelerler. Milanovic bu kavramı kullanmıyor.

    Keza, çok sayıda iktisatçının 1980 sonrası için benimsediği “neoliberal” nitelendirmeye de yazar önem vermiyor. Milanovic’in Britanya ve ABD için gösterdiği dönüm noktaları (1979 ve 1980) Thatcher ve Reagan’ın iktidarlara gelişi ile eş-zamanlıdır. Bu iki siyasetçinin ülkelerinde başlattığı neoliberal karşı-devrim, yazarın dikkatinden kaçıyor.

    Çevre ve Güney ekonomileri için Milanovic’in bulguları, genelleme yapılacak zenginlikte değildir. Buna karşılık, yazara göre, Sovyet blokunda sosyalizmin son bulması ile Çin’de kapitalist ilişkileri hızlandıran reformlar, 1988 sonrası için önem taşıyor. Bu iki coğrafyada kapitalizme geçiş, ülke-içi gelir eşitsizliklerini hızla artırmıştır (ss.100-102, 176-178).

    Yazarımız, eski bir Yugoslavya yurttaşıdır. Doktora tezini Belgrad Üniversitesi’nde, “Yugoslavya’da gelir dağılımı” üzerinde yapmıştır. Gelir eşitsizlikleri açısından reel sosyalizmin üstünlüğünün, üretim araçları üzerinde burjuva mülkiyetinin lâğvedilmiş olmasından kaynaklandığını da ifade etmektedir (s.100). Ne var ki, sonraki meslek hayatını, Dünya Bankası uzmanlığından ABD vatandaşlığına geçerek sürdürmüştür. Bu sicilden, köklü bir kapitalizm eleştirisi pek beklenemez. Milanovic de kitabına rastgele Marx, Luxemburg, Lenin, Buharin referansları serpiştirerek “bilgiçlik” taslıyor; ama o kadar…

    “ÜLKELER-ARASI” GELİR FARKLARI

    Emperyalist sistemin kutuplaşmış yapısı, geleneksel olarak, “zengin/yoksul”, “gelişmiş/azgelişmiş”, “sanayileşmiş/ham maddeci” ikiliklerine dayanmıştır. Bu sonuncu ayrım, zaman içinde “Güney” coğrafyasında önce “ithal ikameci”, sonra da “ihracata dönük sanayileşme süreçleri” nedeniyle önemini yitirmiştir.

    Bu özellikler ve süreçler, ülkeler arasındaki kişi başına gelir farklarını nasıl etkilemiştir? Milanovic iki farklı hesaplama yapıyor:

    Birincisi, her ülkeye (örneğin Çin ile Panama’ya ve ABD ile Norveç’e) eşit ağırlık vermektedir. Bu hesaplamaya göre, ülkeler-arası ortalama gelir eşitsizlikleri 1960-2000 arasında hemen hemen kesintisiz artmakta; zengin/fakir ülkeler arası makas açılmaktadır. Sonraki on beş yılda ise, yoksul ülkeler aradaki farkı kapatmaya başlamışlardır.

    İkinci hesaplamada Milanovic, ülkeler arası gelir farklarını nüfuslarına göre ağırlık vererek karşılaştırıyor. Bunun sonucunda, kişi başına düşen gelirlere dayanan dünya gelir dağılımı tablolarında, Çin, Hindistan, ABD ve Rusya’nın ağırlığı artar. Bu ölçüme göre, zengin (“Kuzey”li) ve yoksul (“Güney”li) ülkeler arasındaki gelir fakları 1960-1980 arasında hemen hemen değişmemiş; sonraki otuz beş yıl içinde ise hızla kapanmıştır. Makasın daralması, özellikle 1988 sonrasında hızlanıyor. Bu son tarih, Çin’deki “dışa açılmacı, ihracat öncelikli, kapitalist ilişkileri hızlandıran reformlar” dönemi ile çakışmaktadır.

    Milanovic, bir saptama daha yapıyor: Merkez ve çevre arasındaki ortalama gelir farklarındaki azalma, esas olarak Asya’dan kaynaklanıyor: 1970 sonrasında kişi başına milli gelir artışlarına bakıyor. Kalabalık Asya ülkelerinin hepsi (Çin, Kore, Tayland, Endonezya, Malezya, Hindistan), Batı ekonomilerine büyük fark yapmaktadır. Buna karşılık Afrika ve Latin Amerika’daki ortalama büyüme temposu, Batı’nın gerisinde kalmaktadır. Öyle ki, bazı Afrika ülkelerinde kişi başına gelir bu dönemde düşmüştür.

    Bu bileşke sonunda Asya (başta Çin), hem nüfusu, hem de hızlı büyümesi sayesinde belirleyici oluyor ve çevre ile Batı arasındaki farkların daralmasını etkiliyor.

    Milanovic, çevre ekonomileri arasındaki farklılaşmayı, izlenen stratejilere bağlamıyor. Neoliberalizme teslimiyet açısından Asya ile diğer iki kıta arasında büyük fark vardır. 1980’li yıllarda Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, neoliberal politika modellerinin adeta laboratuvarları oldular. Aynı dönemde Çin, Hindistan ve Güney Kore’de ise devlet öncelikli sanayileşme stratejileri izlenmiş; hedefler gerçekleştirilmiştir değerlendirilmiştir. Burada ayrıntılara giremeyiz.

    SINIF HARİTALARI YENİDEN ÇİZİLİRKEN

    1980’li yılların sonunda reel sosyalizmin çöküşü, Çin’in dışarıya hızla açılarak “dünyanın en büyük fabrikası” hâline gelmesi, sermaye hareketlerinin, dış ticaretin serbestleşmesi, tüm coğrafyaları kapsayan kapitalist dünya sisteminden bir kere daha söz etmemizi mümkün kılıyor.

    Milanovic, bu sistemin yerleştiği 1988 ve sonrasına odaklanıyor. Dünya çapında gelir eşitsizliklerinin seyrinin iki (“ülke-içi” ve “ülkeler-arası”) boyutuna ilişkin yukarıda özetlenen bulguların bileşkesi tüm dünyayı kapsayan gelir dağılımı tablolarını nasıl etkiledi?

    Dünya ekonomisinde (alım gücüne göre hesaplanan) kişi başına gelirin %43 oranında arttığı yirmi yıllık bir zaman diliminden söz ediyoruz. Bu gelir artışları, farklı gelir grupları arasında nasıl paylaşıldı?

    Ülke aidiyetleri dikkate alınırsa, hangi gruplar kazançlı çıktı; kimler kaybetti?

    Kitabın sonuçları, neoliberalizmin bir bölüşüm bilançosunu da çıkarıyor ve dünya sınıf haritalarının yeniden çizilmesine ilişkin ipuçları veriyor (ss. 10-11, 18-26):

    KAYBEDENLER KİMLER?

    Milanovic’in belirlemelerine göre, gelir artışlarından en düşük pay alanlar, dünya gelir dağılımının en alt %10’luk ve en üst %80’lik (üst-orta) dilimleri içinde yer alan iki büyük grup olmuştur. Dahası da var: Bu iki grupta kişi başına milli gelir düzeylerinde de anlamlı artışlar gerçekleşmemiştir. Dünya gelirinin artmasına rağmen mutlak yoksullaşmanın sınırlarında dolaşan insanlardan söz ediyoruz.

    Kimdir bunlar? En alt %10’luk grup, “azgelişmişlerin en yoksulları”dır. Yukarıda da değindik: Afrika’nın, yer yer Güney Amerika’nın halk sınıfları içinde yer alırlar. Neoliberalizmin buralarda yol açtığı toplumsal yıkımın kurbanlarıdır.

    “Üst-orta gelir dilimleri”nde yer alan diğer kaybedenler ise, Milanovic’in betimlemesine göre, zengin dünyanın işçi sınıflarıdır. Tüm dünyayı kapsayan gelir sıralamasında “üst-orta”da yer alırlar. Kendi ülkelerine (ABD ve Batı Avrupa’ya) ait tablolarda ise “alt-orta” gelir gruplarındaki geleneksel, “yerli” işçi sınıfı mensuplarıdır. Yirmi yılda gerçekleşen kayıplarına iki etken yol açmıştır:
    (1) Batı sermayesi, üretim merkezlerini düşük ücretli coğrafyalara (Çin’e) taşımış; sanayi sektörü ve istihdamı metropolde hızla gerilemiş;
    (2) Güney kökenli göçmenlerin rekabeti Batılıların ücretlerini aşağı çekmiştir.

    KAZANANLAR KİMLER?

    Milanovic, neoliberal dönemden kazançlı çıkan iki grubu vurguluyor:
    (1) Dünya gelir dağılımının ortalarında (%50-60’lık) yer alanlar,
    (2) En üstünde (%5’lik) yer alanlar.

    İlk kazançlı grup, bu yirmi yılda hızlı büyüyen “Güney” ekonomilerinin işçi sınıflarıdır. Tipik örnek: 1 milyarlık nüfusu ile dünya gelir dağılımı tablolarında ağırlık taşıyan Çin’dir. Bu ekonominin gelir dağılımı, bu yirmi yılda oluşan 170 milyonluk “göçmen” işçinin etkisiyle değişmiştir. Bunlar, 1988’de Çin’in düşük gelirli köylüleriydi; dünya gelir dağılımı tablolarının en alt dilimlerinde yer alıyorlardı. Bugün ise kentlerde pek çoğu dev çokuluslu şirketlere (veya taşeronlarına) ait fabrikaların işçileridir. Köydeki gelirlerini fazlasıyla aşan ücretlere kavuştular. Çin ekonomisinin %9 civarındaki büyüme hızı, ücretlere de yansıdı. Böylece, dünya gelir dağılımının orta dilimlerine tırmandılar. Sosyalizmin (gelir tablolarında yer almayan) güvencelerini, kazanımlarını yitirdiler; kapitalizmin vahşetine ve (tablolara giren) gelir düzeylerine ulaştılar.

    İkinci kazançlı grup ise, dünya kapitalist sisteminin kaymak tabakasıdır. Dünya gelir dağılımının en üst %1’lik diliminde yer alan insanların %80’i Batılı plütokratlardan oluşur. Sözü geçen yirmi yıl, finans kapitalin çılgın coşku dönemidir ve bu parazit sermaye grubunun dünya gelirleri içindeki payı hızla tırmanmıştır.

    Bir başka “kazançlı grup” daha vardır: Batı toplumlarına yerleşebilmiş “Güney” kökenli göçmen işçiler… Milanovic bu grubun gelir paylarını ayrıştıramıyor; göçmen nüfusun artış oranının yükseldiğini; yıllık %3,2’ye ulaştığını belirtmekle yetiniyor. Kökenleri, elbette, azgelişmişlerin en yoksulları (yani kaybedenler) içindedir:
    Meksikalı, Haitili köylüler ABD’ye;
    Tunus’un, Fas’ın diplomalı işsizleri Fransa’ya,
    Emperyalist savaşların Orta Doğu’lu kurbanları Almanya’ya dalgalar hâlinde göçmeye çalışmaktadır.
    Sonuçta, ABD’de ve Batı Avrupa’da göçmen nüfusun oranları %15’ler civarına yerleşmiştir.

    Bu insanlar taşındıktan hemen sonra, Batı işçi sınıfı saflarına katılırlar. Ücretleri önceki gelirlerini fazlasıyla aşacaktır. Yeni ülkelerinde, işgücü piyasalarına getirdikleri rekabet, ücretleri bastıracak; “kaybeden yerliler” ile “kazançlı çıkan Güneyli göçmenler” aynı gelir dilimini paylaşacaklardır.

    Kapitalizmin iktisat tarihinde benzerleri hep yaşanmıştır. Sermaye birikimini ülke ekonomileri içinde besleyen mülksüzleşme süreçleri, bu kez farklı bir dolayımla dünya çapında gerçekleşmektedir.

    Yeni ideolojik ve politik savrulmalara, sınıf mücadelelerinde yeni saflaşmalara yol açarak.

    Prof. Dr. Korkut Boratav
    Ankara Üniversitesi
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    İktisat (emekli)
    7 Ekim 2016

  318. marxist argüman

    beyaz yakali idealist anar$istlere/314/315 nolu yoruma cevap:

    birincisi, yukarda ki yorumlarimda sizin ve ba$ papaz papa gibilerinin idealist/hümanist/ahlakci bakis ve ele$rilerinizle, marxist baki$/elestiri arasinda ki farklari göstermeye cali$tim. dikkat ederseniz, ben sizin gibi sadece kapitalist sistemi ve kapitalistleri “te$hir” etmeye cali$miyorum; dogru düsünme/analiz yöntemi, dogru/isabetli ele$tiri; kar$idakini ikna edecek argümentasyon nasil olur/olmali gibi noktalara da dikkat cekmeye cali$iyorum. bir yandan bana “analizlerin muazzam” deyip diger yandan da $imdiye kadar yaptiginiz gibi idealist/moralist kapitalizm ele$tirilerize devam etmeniz, tutarsizliktir, ondan da öte samimiyetsizliktir. hem benim ele$tirilerim ve ele$tiri yöntemim hem de sizin ele$tiri ve ele$tiri yönteminiz ayni anda dogru olamaz; $ayet benim yazdiklarimi dogru buluyorsaniz, o zaman mantiken kendi yanli$ ele$tiri ve yöntemlerinizi düzeltmeniz lazim; yazdiklarimin icerik ve yöntemini dogru buldugunuzu söyleyip, ardindan ayni yanli$ kapitalizm ele$tirinize devam etmeniz samimi ve tutarli bir davrani$ degil.
    sizi ele$tirmeye devam edecem; canim öyle istedigi icin degil, bu yanli$/yetersiz/eksik kapitalizm ele$tirilerinizle tek bir insani bile devlete/düzene isyan etmeye ikna edemeyeceginizi bildigim icin; dahasi, sizin gibi “devlet” kelimesini agzina bile almayan, sistemin i$leyi$ prensiplerine/ilkelerine/amaclarina dikkat cekmek yerine magazin/televole programlarinda oldugu gibi sürekli tek tek isimlerle me$gul olan muhaliflerle benim gibi marxistlerin müttefik olmalari da imkansiz bence.
    önce o televole/magazin kültüründen vazgecin, sistemi bir bütün olarak anlamaya cali$in.

    diger yandan, acikcasi, beni ilgilendirmeyen isimler saymaya/reklama ara verip, kendi cümlelerinizle kendinizi ifade etmeye calismaniz sevindirici.

    ikincisi, sürekli olarak prangaya vurdugunuz ve isimlerini saymaktan hic yorulmadiginiz o kapitalist $irketlerde, firmalarda insanlarin cali$tigini, ve o insanlarin kendi i$yerlerini “dogal” olarak kendi “ekmek kapilari” olarak gördüklerini anlayamayacak kadar dünyaya ve hayata yabancisiniz.
    hayata yabanci idealistler oldugunuz icin $unu idrak etmekte zorlaniyorsunuz: bir i$yerinde grev yapan calisanlar, o firmayi/$irketi/fabrikayi iflasa sürüklemek icin grev yapmiyorlar, cünkü o i$yeri o insanlarin “ekmek kapisi.” peki cali$anlar ne icin grev yapiyorlar: ücretlerini ve cali$ma ko$ullarini iyile$tirmek icin.
    tek tek i$adamlarina, firmalara, sirketlere “canavar”, “bencil” vs. $eklinde “küfür” etmekle, insanlari aydinlattiginizi, insanlari sistem muhalifi yaptiginizi düsünecek kadar hayata ve siyasete yabancisiniz. bundan dolayidir ki bütün dünyaniz “$irketokrasi”, hayata yabanci oldugunuz icin dünyada hergün olan biten bircok siyasi/toplumsal olaylar, sava$lar, göc vs. hakkinda hicbir fikriniz yok; savas, göc, mültecilik gibi durumlarin kapitalist dünya sistemiyle alakasini anlamadiginiz gibi, ilgi alaniniza da girmiyor; varsa yoksa “$irketokrasi”.
    dikkat ederseniz, siz, kapitalist ekonominin hangi prensipler ve hangi amaclarla/hedeflerle üretim yaptigindan cok, $irketlerin ürün sati$ stretejileriyle ilgilisiniz. bundan dolayidir ki, sizin gibi sözümona sistem muhalifi idealistler/moralistler, “dürüst/ahlaki” üretim ve sati$ yapan $irketleri/firmalari asla hedefe koymazlar, “dürüst/ahlaki” üretim ve sati$ta ele$tirecek hicbir $ey bulamazlar.
    kapitalizmin idealist ahlak zaptiyeleri olarak sürekli hangi $irket, hangi kapitalist “ölcüyü” kacirdi, hangi $irket/kapitalist üretim ve sati$ta “dürüstlügü” bir kenara birakip, “manipülasyona” ve “hileye” ba$vurdu, sürekli bununla me$gulsünüz.

    sonuc: beyaz yakali anas$istlerden tutalim din taciri ba$ papaz pap’ya kadar, ahlak zaptiyeligine/zabitaligina soyunan bu insanlara kapitalist sistem bol bol “malzeme” sunuyor zaten; acligin/sefaletin/hirsizligin/rü$vetin günlük hayatin/gündemin ana konusu oldugu paraci/maddiyatci bir toplumda, ahlak ve dürüstlügün bir “erdem/ideal” olmasina $a$mamak lazim; cünkü paraya/maddiyata eksenli, dahasi “ben sana mecburum para” ili$kisinin belirleyici oldugu, herkesin kar$ilikli birbirini sömürmek/kullanmak zorunlulugu anlamina gelen, kar$it/zit cikar cati$malari üzerine in$a edilmi$ sinifli kapitalist toplumda, “dürüst” olmak ve “dürüst” kalmak hemen hemen imkansiz oldugu icin, “dürüstlük” ister istemez bir “erdem” ve “ideal” mertebesine yükselir; “dürüst” kalmayi “ba$armi$” istisna insanlarda zaten toplum tarafindan “saf/enayi” olarak görülür.
    evet, beyaz yakali anar$istler, günümüz kapitalist toplumunda ki “hümanist/ahlakli/vicdanli” olma gibi “erdem” ve “ideallerin”, toplumsal ili$kilerle alakasini aciklamaya cali$tim.
    i$te sizin gibi idealistler, “hümanist/ahlakli/vicdanli” olmayan necip gibilerini ayiplayip, insanlara “hümanizm/ahlak/vicdan” vaazlari verirken, benim gibi marxistler ise insanlara $unu anlatmaya cali$iyorlar: “hümanist/ahlakli/vicdanli” olmak hüner olmadigi gibi, böyle argümanlarla kapitalizme “yikici/destruktif” ele$tiri yapmakta mümkün degildir. “hümanizm/ahlak/vicdan” ele$tirilerini kapitalizde din adamlari ve dindar insanlar zaten sürekli yapiyorlar.
    böylesi “ahlaki/hümanist” vaazlar, kapitalist sistemi yikmak orda kalsin, insanlari, “vicdanli/ahlakli” olmak adina, “vicdanini rahatlatma/huzur bulma” ihtiyaciyla din’e ve din’in türevleri olan “esoterik” sacmaliklarina, “mana” arayi$larina sürüklemekten ba$ka hicbir i$e yaramiyor.

  319. Daginik (ve Yalcin Kucuk’un ismini hatirlamakla beraber, alakasiz bir yerde konuya dahil ettiginiz) pasajin tamamini ya da kismini alintilamanin anlami olmadigi icin buraya almaksizin bahserek, sunu soyleyeyim:

    Eger tumor vb gibi yapilardan bahsetmiyorsak; ‘buyume’, sizin sandiginiz uzere, sadece ekonomide degil, baska bir cok baglamda da pozitif anlamda kullanilir.

    Mesela, WWF [ (Dunya) Dogal Hayati Koruma Teskilati], donem donem, nufusu azalan/kuculen (ve kritik seviyelere gelen) turlerin listesini yayinlar. Aradabir de, kritik seviyelere dusmus olan bazi turlerin nufuslarinda buyume gorulur ve bunu da sevincle yayinlar.

    Yani, buyume iyi bir seydir. Iyi bri seydir de, sonsuza kadar buyume de olmaz. Bir noktada durur, ya da krize girer ve coker. Bu dogaldir.

    Sirf duraklamak ya da cokmek ihtimali var diye, nufusa (ya da buyumeye) mudahale etmektir dogal olmayan.

    Ama, bunu sizin gibi –tahakkumculugunu insancillik ortusuyle gizleyen– guruha anlatmak ne mumkun.

    Simdi gelelim agziniza sakiz ettiginiz –ustelik de yanlis tercume ettiginiz– su ‘natural law’ konusuna.

    Once tercumeyi duzeltelim: ‘natural law’, ‘dogal kanun’ demektir; ‘doga kanunu’ degil. Eger ‘doga(nin) kanunu’ demek istiyorsaniz, ‘law of nature’ demeniz gerekir.

    Bu boyle de, geri kalani dogru mu? Yok, tabii ki, degil.

    Kasdettiginiz ister ‘dogal kanun’, isterse de ‘doga kanunu’ olsun; her ikisi de ‘kanun’ filan degildir. Ne cignenmezdirler, ne de cignendikleri takdirde (uzun vadede ortaya cikacagi kesin olmayan ekolojik problemleri saymazsak) ceza verecek bir mercii de yoktur.

    Dolayisi ile, hem ‘dogal kanun’ hem de ‘doga kanunu’ dediginiz seyler, ‘kanun’ filan degil, sadece gozlemler sonucunda, kabul edilebilir bir tutarlilikla sureklilik gosteren seylerdir.

    Bu ‘kabul edilebilir bir tutarlilikla sureklilik goster’mek, sizin de farkina varacaginizi umit ettigim uzere, alabildigince subjektif/izafi ve dolayisiyle da bir o kadar muglak bir terimdir.

    ‘Kanun’, ancak musikide, hukukta veya fizikte sozkonusu olabilir –bunlar da sadece bizim uzayimiz icin gecerlidir.

    Bu kadarini bile bilmeden agziniza sakiz etmeniz dogru degil.

    Yine de gecelim.

    Ama, gecmeden once, yukarida soylediklerimi anladiysaniz, benim “kapitalizm dogal kanundur” ya da “kapitalizm doga kanunudur” gibi deli sacmasi bir onermeyi dile getirmeyecegimi artik idrak edebileceginizi umumuyorum.

    benzer sekilde, “kapitalizm hayattir” da demedim. Lutfen boyle ziravalari bana mal etmege kalkismayin.

    Sizin ‘kapitalizm’ dediginiz sey, sosyoekonomik hayatimizin dogal seyrinde kendiliginden gelismis bir olgudur.

    Eger siz ‘sosyoekonomik hayat’ deyince hayatin tamamini anliyorsaniz, benim yapacak bir seyim yok. Size herseyi sifirdan baslayarak anlatacak ne sabrim var ne de sebatim.

    Gelelim “kurtarilmis bolgeler” metaforuna.

    Evet, siz ne kadar haric tutmak isterseniz isteyim; SSCB, Cin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Vietnam, Küba, Venezuela ve benzerleri bunlarin ele gelir en buyuk ornekleridir.

    Ayrica, tabii ki, Paris Komunu ve ‘Zone to Defend’, ‘Abahlali baseMjondolo’, ‘Evsiz Isciler Hareketi’ (‘Movimento dos Trabalhadores Sem Teto’), ‘Topraksiz Isciler Hareketi’ (‘Movimento dos Trabalhadores Sem Terra’), ‘Occupy Oakland’, ‘Zapatista Ulusal Kurtulus Orgutu’ (‘Ejército Zapatista de Liberación Nacional’) filan gibi daha yakin ornekleri de var. Eminim kiyida kosede kalmis, kimsenin umursamadigi baska bir suru daha deney/hareket daha vardir.

    Bu komun ve komunist denemelerin herbiri birer zorlama oldugu icin onlara ‘kurtarilmis bolge’ diyorum; ve butun ‘kurtarilmis bolge’ler gibi, ‘ne koy olmus ne de kasaba’ mertebesini asamadiklari icin de basarili olmadiklarina hukmediyorum –kisisel kanaat olarak.

    “Don Quixote olmayı tercih ederim/z”

    Ne olmagi tercih ettiginize karismiyorum; bu tur temelsiz ve ham hayallerle kandirip baskalarinin basini yakmaniza gonlum razi degil sadece.

  320. 311 no için 305’teki İngilizce alıntının çevirisi:

    “Eğer dünyadaki bütün erkekleri öldürecek bir zehir salma imkanınız olsa (siz hariç çünkü panzehirine sahipsiniz) bunu yapar mıydınız? Dünyada kalan tek erkek olurdunuz, bütün kadınlarla birlikte. İstediğiniz güzel kadınla birlikte olabilirdiniz. Aynı zamanda onları elinizden alan erkeklerden intikam almış olurdunuz. Ne kadar tatmin edici olacağını hayal edin.”

    Bu alıntıyı yazan kişi paylaşılan linkteki haberde anlatılan katliamı yapan çocuk. ABD’li bir yönetmenin oğluymuş. Bakir olduğu ve kadınlar tarafından reddedildiği için intikam almak istemiş.

  321. 313 no’ya
    Bencilliği ortadan kaldırmaya çalışırken “bencillik”le kastedilenler biraz açılmalı. Yani daha somut konuşulmalı.
    Bu örneklerdeki (Özgecan, ABD’li çocuk) konuyu açalım mesela.
    Farzedelim “bencilliğin” neden olduğu tecavüz, reddedilme cinayetleri gibi olaylar ortadan kalkacak. Fakat reddedilen, eş bulamayan erkekler varolmaya devam edecek.
    Bu erkeklerin bu yalnızlıkları, karşı cinsten sevgi görmemeleri, bu yüzden çektikleri dayanılmaz acılar, onların acılarının kimsenin umrunda olmaması da diğer insanların, toplumun bencilliği değil midir? Eğer böyle erkekler başka insanların umrunda değilse, başka insanlar da niye onların umrunda olsun?
    Bencilliği yine bencillik üretmiyor mu? Kimin başkalarını daha fazla bencillikle suçlamaya hakkı var dersiniz?

  322. 319’a düzeltme
    “Zehir” kelimesi “virüs” olacaktı.

  323. Adil Öksöz muamması, darbenin muammasıdır. Kılıçdaroğlu, sanıyorum durumu bütün yönleriyle artık biliyor. Haberi okuyalım:
    “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Adil Öksüz olayının bütün ayrıntılarıyla incelenmesi gerektiğini söyledi. Öksüz’ün arkasında güçlü bir örgüt olduğunu ileri süren Kılıçdaroğlu, Adil Öksüz’ün öldürülebileceği ihtimalinin olduğunu iddia etti.
    CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Adil Öksüz’ün sıradan bir insan olmadığı ve bunun üzerine gidilmesi gerektiği” şeklinde aldıkları duyuma değinerek, Öksüz’ün MİT elemanı olmadığı yönündeki haberleri “Hiçbir istihbarat örgütü, ‘bu bizim elemanımız veya değil’ diye açıklama yapmaz” sözleriyle eleştirdi.
    Öksüz’ün gözaltına alınması ve serbest bırakılması sürecine değinen Kılıçdaroğlu, yaşananların Öksüz’ün sıradan bir insan olmadığını gösterdiğini söyledi:
    “Adil Öksüz’ün bütün ayrıntılarıyla incelenmesi lazım. Birisi korumasa böyle bir şey olmaz. Bunun arkasında güçlü bir örgüt var, yerli, yabancı. Korunuyor. En büyük endişem de yakalanmadan önce öldürülme ihtimali de var. Geçmişte buna benzer çok olaylar oldu. Belli kişiler alındı, öldürüldü, nerelere gömüldüğü belli olmadı.”
    Kılıçdaroğlu, Adil Öksüz’ün “önemi” hakkında konuşmakla birlikte, onun “sırra kadem basmasının” ve “öldürülme” ihtimalinin altında yatan “gerçeği” bir türlü konuşmuyor.
    Bu “gerçek” şudur:
    15 Temmuz darbesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Süleyman Soylu’nun ve MİT’in (bilerek Müsteşar’ın adını anmıyorum, büyük olasılıkla Fidan bu darbenin bir yerlerindedir ve fakat şimdilik Erdoğan’ın gücü ona yetmemektedir) bir “tertibidir.” Ya da “kumpasıdır.”
    Saray, kendi ordusuna karşı bir “tuzak” kurmuş, bu “tuzağın da”, daha sonra, “Allah’ın tuzağı” olduğunu iddia etmiştir.
    Allah’ın bu “tuzakla” ilgisi yoktur.
    Orduda elbette bir “cunta” vardır. Cuntasız ordu, “suntasız dolaba” benzer. Bu cunta “beş on kişidir.” Aşağıya doğru sadece “dirsek teması” olur.
    Saray, bu “cuntanın” içine, büyük olasılıkla Adil Öksüz ve benzerlerini sokmuştur. Bu Adil Öksüz aynı zamanda büyük olasılıkla hem CIA’ya, hem de MİT’e çalışan bir “çift taraflı ajandır.” CIA’daki patronlarını kandırmış, generallerin arasına girerek, MİT hesabına çalışmıştır.
    Cuntayı, en olmadık zamanda, darbeyi yıkıma sürükleyecek şekilde harekete geçiren “birinci adam” büyük olasılıkla Adil Öksüz’dür. 00.3’te başlayacak darbenin düğmesine, devrilecek olan Erdoğan’ın “kayıplara karıştığı” bir anda 1.Ordunun sotaya yattığı ve polisin teyakkuzda olduğu, AKP milislerinin sokakları tuttuğu, saat 21.30’da büyük olasılıkla bu adam basmış ve cuntayı oyuna getirmiş, aynı zamanda Erdoğan’ın gidişinden hoşnut olmayan NATO ordusuna “yüzyılın kumpasını” yapmıştır.
    Hatta, belki de, “Yurtta Sulh Konseyi” adındaki cuntanın “tümü” AKP’nin ücretli askerleridir. Başlarında muhtemelen Adil Öksüz bulunmaktadır. Öksüz ortadan kaybolmuştur. “Yurtta Sulh Konseyi”nin kim olduğu hala anlaşılamamıştır. Üstelik, akıl almaz işkencelerin yapıldığı söylentilerine rağmen, “cunta”nın hem askeri, hem de siyasi bileşimi bir sır olarak kalmıştır.
    Buradan hareketle diyebiliyoruz ki, 15 Temmuz darbesi, bizzat AKP ve Saray tarafından planlanmış, Türk Silahlı Kuvvetlerinin generalleri, albayları, subay ve astsubayları tuzağa düşürülerek tasfiye edilmiş, bunların yerine devlete başında İçişleri Bakanı Soylu’nun bulunduğu polis teşkilatı hakim olmuştur. Orduyla polis arasındaki kavga Çiller zamanından bu yana sürmüştür. Çiller’in “prensi” Soylu şimdilik kavgayı kazanmıştır.
    15 Temmuz darbesi, bir Erdoğan darbesidir.
    Tayyip Erdoğan, kendi devletine, kendi ordusuna ve kendi anayasasına karşı, adım adım hazırlanmış bir darbeyle diktatörlüğünü ilan etmiştir.
    Erdoğan rejimi yasa dışıdır……”

    http://www.yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nivis&id=11579

  324. 320; bu arkadaşı kutluyorum.
    şöyle yazmış
    “Fakat reddedilen, eş bulamayan erkekler varolmaya devam edecek.
    “Bu erkeklerin bu yalnızlıkları, karşı cinsten sevgi görmemeleri, bu yüzden çektikleri dayanılmaz acılar, onların acılarının kimsenin umrunda olmaması da diğer insanların, toplumun bencilliği değil midir?”

    öyle rezil, öyle sefil, tuhaf bir yaratık olacaksın ve “karşı cinsten sevgi görmeyeceksin” ama bencil olan toplum olacak! Sevilmeyen bencildir! Sen bu kafayla seri katil bile olursun. Gerçekten seven, sevmesini bilen “iyi” bir insan kendi seçtiği olmasa da seçilecek, sevgi görecektir.

    Rezil, manyak değilsin; yine de sevgi mi görmemişsin.. Sanat yap o zaman.

  325. marxist argüman

    türkiyeli kapitalistler klübü TÜSID’in internet sayfasindan alinti:
    “TÜSİAD, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından uluslararası kamuoyunu Türkiye ile ilgili doğru yönlendirebilmek ve Türkiye algısını güçlendirmek amacıyla ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin önemli gazetelerinde “Türkiye’de Demokratik Anayasal Düzeni Korumak” başlıklı bir ilan yayınladı.
    İlanlarda Türkiye’de tüm toplum kesimlerinin ve kurumların demokrasiye bağlılığı ile Türkiye ekonomisinin gücü vurgulandı.”

    TÜSIAD’in alman gazetesine verdigi ilandan alinti:
    “Die Regeln und Institutionen der Marktwirtschaft werden weiterhin die tragenden Säulen der wettbewerbsfähigen
    türkischen Wirtschaft bilden.”

    tercümesi: “pazar ekonomisinin kural ve kurumlari, rekabete dayanikli türk ekonomisinin üzerinde yükseldigi temel olmaya devam edecektir.”

    TÜSIAD’li kapitalistler burda kime sesleniyorlar?
    cevap: piyasalara. yani, “türkiyede kapitalist ekonominin kilina zarar gelmeyecek; ürkmenize gerek yok” demek istiyorlar.

  326. 323’e

    Birçok iyi insanı istemeden bir katile dönüştüren şey sizin satırlarınızda da görülen bu anlayışsızlıktır. İstemeden dedim, çünkü o katliamı yapan çocuk da geride bıraktığı günlükte böyle olmasını istemediğini, olayların onu buna zorladığını yazmış. Hayatında onu anlayan biri olsaydı -bunun birlikte olacağı bir kız olması şart değil- böyle bir şeyi yapmayacağına eminim.

    Eğer benim görüşümü soruyorsanız söyleyeyim; şiddet uygulamanın doğama aykırı olduğundan ve bunu asla yapamayacağımdan eminim (fakat sizin böyle olup olmadığınızdan emin değilim), ancak istemeden bu yola düşen ve özünde iyi olan bazı insanların duygularını anladığımı söyleyebilirim.

  327. -323’e, yukarıdakine devamla-

    “İnsanlar bir aziz kadar safken, ertesi gün aniden bir katil olarak yataktan kalkmıyorlar. Nazi Almanyası, aniden bir günde cinnet geçirmedi; vatanlarını sevmekle başladılar, çok sevmekle ilerlediler, daha çok sevmekle devam ettiler ve nihayet vatanlarından başka hiçbir şeyi sevmemeye varıp, dünyayı ve kendilerini kana buladılar; yavaş yavaş hipnotize oldular, dehşetli bir uyuşturucu değil, hayat iksiri diye yuttukları tatlı bir şeyle. Kimse, durup dururken gidip cinayet işlemiyor, azmettirmiyor, örgütlemiyor, cinayete göz yummuyor veya kışkırtmıyor, önce yavaş yavaş hipnotize oluyor, dehşetli bir uyuşturucu değil, hayat iksiri diye yutulan tatlı bir şeyle.”
    Vatanseverliğe Karşı
    https://books.google.com.tr/books?isbn=9750131703

  328. 320,

    Konuya en başından hatalı giriş yapıyorsunuz.

    Bencilliği ortadan kaldırmak— diye bir şey söz konusu değil, bu, hakikaten –natural law’a– karşı gelmek olur.

    Bencilliği ortadan kaldırmak mümkün değil, fakat kapitalizmi ortadan kaldırmak mümkün.

    Kapitalizm, kendini, insanların bencil davranışları üzerine inşa eder. Daima bencilliği teşvik eder ki, sistemini koruyabilsin. İnsanlar da, ‘bencil olmazsam, kapitalist rekabetin keskin dişleri arasında başkalarına sataşıp kendime yol açmazsam, tutunamam’ dayatmasıyla bebeklik/çocukluk çağlarından itibaren programlanıyor, beyinleri zehirleniyor. Kapitalizm, insanların içinde varolan bencilliği her daim körükleyerek, insanları korkutarak, kendi geleceğini garantiye almaya uğraşıyor. Kırmamız gereken bağlantı noktası şu: [Kapitalizm ↔ İnsanların bencilliği]

    İnsanları ‘daha daha daha daha daha…’ bencil olmaya teşvik eden kapitalizmi yıktığımızda, insanların içinde doğuştan varolan ‘bencillik’ nispeten azalışa geçecek, ama bitmeyecek, bitmez, bitmesini ummak [en hafif tabirle] saflıktır.

    Siz, konuyu:
    Kadın-erkek ilişkilerine bağlamaya,
    ‘Kim kimden daha az / daha çok bencil?’ sorusuna bağlamaya,
    ‘Toplumsal bencillik var mı / yok mu?’ sorusuna bağlamaya ısrar ediyorsunuz, tutarsızlığınız burada.

    Kapitalizmi ortadan kaldıracağız, hep beraber.

    Fakat, insanların içindeki bencilliği ortadan kaldırmayı ‘konuşmak bile’, [en hafif tabirle] ahmaklıktır.

  329. –marxist argüman’a–

    hem benim ele$tirilerim ve ele$tiri yöntemim hem de sizin ele$tiri ve ele$tiri yönteminiz ayni anda dogru olamaz; $ayet benim yazdiklarimi dogru buluyorsaniz, o zaman mantiken kendi yanli$ ele$tiri ve yöntemlerinizi düzeltmeniz lazim; yazdiklarimin icerik ve yöntemini dogru buldugunuzu söyleyip, ardindan ayni yanli$ kapitalizm ele$tirinize devam etmeniz samimi ve tutarli bir davrani$ degil.

    Siz [veya başkası] doğruluk/yanlışlık bulmakla, tasnif etmekle, duyurmakla mükellef bir kişi değilsiniz. 179 no’lu metnimi anlamışa benzemiyorsunuz. Dikkat buyurunuz: Kendi yazdıklarınızın ‘daimi doğru olduğuna gönülden inanmış’ tavırlarınız var. Kendi kendinize bir tür yetki vermiş görüntüsü yayıyorsunuz, sonra ‘ya yazdıklarımı eleştirin, ya da benim yaptığım eleştirileri kabul edin‘ minvalli [yüksek perdeden] girişimleriniz mevcut.

    hayata yabanci idealistler oldugunuz icin $unu idrak etmekte zorlaniyorsunuz: bir i$yerinde grev yapan calisanlar, o firmayi/$irketi/fabrikayi iflasa sürüklemek icin grev yapmiyorlar, cünkü o i$yeri o insanlarin “ekmek kapisi.” peki cali$anlar ne icin grev yapiyorlar: ücretlerini ve cali$ma ko$ullarini iyile$tirmek icin.
    tek tek i$adamlarina, firmalara, sirketlere “canavar”, “bencil” vs. $eklinde “küfür” etmekle, insanlari aydinlattiginizi, insanlari sistem muhalifi yaptiginizi düsünecek kadar hayata ve siyasete yabancisiniz. bundan dolayidir ki bütün dünyaniz “$irketokrasi”, hayata yabanci oldugunuz icin dünyada hergün olan biten bircok siyasi/toplumsal olaylar, sava$lar, göc vs. hakkinda hicbir fikriniz yok; savas, göc, mültecilik gibi durumlarin kapitalist dünya sistemiyle alakasini anlamadiginiz gibi, ilgi alaniniza da girmiyor; varsa yoksa “$irketokrasi”.

    Burada, yine, –niyet okuma denemeleri– yapmaya yeltenmişsiniz, olmamış, tahminlerde bulunmak istemişsiniz, tutmamış. —Onu eleştiriyorsun da bunu niye eleştirmiyorsun?— zemininde sorgucu kisvesine bürünüyormuşsunuz gibi bir görüntü yaymanız pek hoş değil. Beni yakînen tanımıyorsunuz, bu sebeple niyet okuma denemelerinizde hatalar yapıyorsunuz, hızınızı kontrol etmeyip, yargısız infaz noktasına da ulaşıyorsunuz. Size bir arkadaş tavsiyesi: Yakînen tanımadığınız kişiler hakkında niyet okumaya kendinizi mecbur hissetmeyin. Hele hele, devletlerin ceberutluğunun dünya genelindeki uygulamalarının üstüne, bu ceberutluklardan bizzat neler çektiğimi buraya teker teker sıralayıp, one-man show yapma niyetinde değilim. —‘Neyi/neleri daha çok eleştirmeliyiz? Neyi/neleri daha az eleştirmeliyiz?’— gibi didaktik mizacınız biraz kusurlu gözüküyor. Pandoranın kutusunu hiç açmayayım, canınız sıkılır.

    beni ilgilendirmeyen isimler saymaya— Bu sayfada, hem benim, hem başkalarının aktardığı, isim, olay, kaynak, referans, haber, vb.’lerine, önyargılı yaklaşıp çöpe gönderme eğiliminde olduğunuzdan, yazdığım[ız] ifadelerin bağlamını anlamakta zorluk çekiyorsunuz, sonra –enigma– cihazınız ile şifre/kod çözmeye yeltenip, ‘bütün bu kelimelerin arkasında gizli bir anlam mı var acaba?’ yaklaşımınız ile, niyet okuma denemelerine başlıyorsunuz. Örneğin, Freud hakkında ortaya attığınız iddialarınız bu nitelikte. Kendi kafanızın içinde oluşturduklarınızına kıyısından-köşesinden dokunan isimler, olaylar, referanslar okuyunca, ‘hemen birşeyler yazmalıyım’ refleksini gösteriyorsunuz. Hatırlattığım isimler, kaynaklar, haberler, referanslar, herşeyden önce, sizin yazdıklarınızı çürütmek maksatlı değil. Bu sayfanın en başına çıkıp, yazdıklarımı daha dikkatli tahlil ederseniz, bakış açınızı sadece ‘GegenStandpunkt’ ile sınırlı tutmamanız amacımla, daha geniş açıya ulaşmanıza yardımcı olmak amacımla yazdığımı anlarsınız. Kendim de –GegenStandpunkt: Politische Vierteljahreszeitschrift– üzerine çalışıyorum, önyargıyla çöp kutusuna göndermiyorum, göndermem. Bir kez daha izah edeyim, Adam Curtis’in önemle işaret ettiği kişi ‘Edward Louis James Bernays’tir. Eğer, komünistlerin DE, kendi hülyalarında nasıl projeler uyguladığını öğrenmek isterseniz, ‘Udarnik [Rusça: Ударник]’, ‘Shturmovshchina [Rusça: Штурмовщина]’, ‘Subbotnik [Rusça: Субботник]’ kavramlarına, Alexey Grigoryevich Stakhanov’un, Leonid Mikhailovich Kharitonov’un, Praskovia Nikitichna Angelina’nın veya Alija Sirotanović’in kimler olduğuna, Sovyetlerin gündelik hayatlarında bu insanların yüklendiği misyonların neler olduğuna, nasıl ’propaganda malzemeleri’ olarak kullanıldıklarına yönelebilirsiniz. Bütün bunlar, sizin yazdıklarınızı çürütmek için değil, tam tersine, sizi pekiştirmek içindir. Tıpkı, sizin de beni pekiştirmeniz gibi.

    Şu ‘insancıl’ ve yazdığınız diğer bütün sıfatlar, nitelemeler ile ilgili son kez:
    Kapitalizm karşıtlığı yönünde yazdığınız muazzam tespitlerin merkezinin ‘insancıllık’ olduğu apaçık ortadayken, peki, sizin tatlı canınızı mı sıkacağım/z, madem hakkınızda ‘insancıl’ vb. tabirleri kullanmamı/zı istemiyorsunuz, [314 no’lu metnimin sonlarına doğru, ‘Unutmayın’ diye başlayan kısım] bir daha yazmam[yız], söylemem[yiz]. Ben/bizler ise, daima insancıl metinler yaymaya devam edeceğim/z. [Her ne kadar, sizin de bizim de aktardıklarımızın ‘insancıl’ olduğunun siz farkında olmak istemeseniz de.]

    sizi ele$tirmeye devam edecem— Tabii ki eleştirmeye devam etmelisiniz, fakat:
    [1] Niyet okuma denemelerine yeltenmeden,
    [2] İfadelerimi[zi]n içinden bazılarını cımbızla çekip bağlamından kopararak, sadece işinize gelen kısımları özenle parlatmadan,
    [3] Kendi yazdıklarınıza yönelik yüceltme ve/veya yerme beklentisi içinde olmadan.

  330. –Necip–

    baska bir cok baglamda da— Bu sayfada, başka bağlamları görüşmekten önce, kapitalizm zehrinin bir unsuru olan ‘economic growth’ üzerine görüşüyoruz. [WWF] ve benzeri, konuyu saptırma hamlelerin ile, yine, –natural law’ı– kullanarak kendine dayanak noktası oluşturduğunu sanıyorsun, beceremiyorsun.

    İlk önce, konuyu bağlamından kopar, sonra şunu yaz: —Sirf duraklamak ya da cokmek ihtimali var diye, buyumeye mudahale etmektir dogal olmayan.— Klasik ‘Laissez faire et laissez passer’ zehri.

    Tipik ‘libertarian capitalist’ lafazanlıklar.

    Şu isimlerin beyinlerinden çıkanların refakatçılığını yapmakta ısrar, Necip ve muadillerinde:
    Niccolò Machiavelli & Thomas Hobbes
    François Quesnay & Anne Robert Jacques Turgot
    John Locke & Adam Smith
    Paul-Henri Thiry, Baron d’Holbach & Charles Sanders Peirce
    Edward Louis James Bernays & Friedrich Hayek
    Milton Friedman & Ludwig von Mises
    Murray Rothbard & Llewellyn Rockwell
    Walter Block & Robert Nozick & Ayn Rand
    […]

    Beyhude beyhude çırpınışlar.

    Simdi gelelim agziniza sakiz ettiginiz –ustelik de yanlis tercume ettiginiz– su ‘natural law’ konusuna.— Düzelttiğini sanarken daha da bozmuş olmayasın? Deponda araştır, bul, öğren bakalım ‘natural law’ diye bir konsept var mıymış, yok muymuş.

    [Bir üst paragrafta işaret ettiğim araştırmayı yapıp öğrenmenden sonra] ‘natural law’ & ‘law of nature’ Sanki haberim yoktu. Bu sayfada ’gramer müfettişliği’ yapmaya ben de yeltensem, kimbilir kaç post yazmam gerekir. [Hele hele senin yazdıkların arasındaki teftişim neticesinde.]

    Gramer müfettişliği hususuna ek olarak, ’when you black, you never come back’ [once you go black, you never go/come back], gibi, kadınları obje yerine koyan idiom’larını gündeme getirmiyorum, üzerinde görüştüğümüz kapitalizm konusunun daha da dallanıp budaklanmaması için. Gündeme getirsem, muhtemelen sen de Donald Trump gibi, ‘That was a locker room talk. Anyone who knows me knows these words don’t reflect who I am. I said it, I was wrong, and I apologize.’, diye announcement yapıp, kapitalizme oy istemeye çirkefçe devam edeceksin. Kapitalizmin skandalları zaten yetiyor, bir de senin idiom skandallarınla uğraşmayayım: ’Necipgate’. [Muhtemelen, kelimesine dikkatini çekerim.]

    Natural law’ı kendine zemin belleyip, ‘sosyoekonomik hayatimizin DOGAL seyri’ yalanıyla kapitalizmi meşru göstermeye uğraşıyorsun, problemin bu. Ekolojinin kendi akışı içinde doğan [‘doğal olan’] yıkımlar/doğuşlar ile, kapitalizm zehri nedeniyle ekolojinin yok ediliyor oluşunu, kasten birbirine karıştırıyorsun. Kapitalizmin belirleyici unsurunun insan davranışları olduğunu kasten dillendirMEmek için canla başla didiniyorsun. Kapitalizmin caniliğini sen de gayet net gözlemlediğin hâlde, susuyor, hasır altı etmeye çırpınıyorsun. Kapitalizmi, ‘doğanın, insan hayatındaki bir yansımasıdır’ diye yutturmaya uğraşıyorsun, beceremiyorsun. Quesnay, Turgot, Friedman, Hayek ve türevlerinin beyninden çıkanları usanmadan tekrarlıyorsun.

    siz ne kadar haric tutmak isterseniz isteyin— ‘Benim’ hariç tutmam söz konusu değil, ortada ‘benlik’ hiçbir şey yok. İzahımı saptırmaya uğraşıyorsun. Sana, –gerçeği– yazdım. Bahsi geçen ülkelerin yaptıkları, ‘kapitalizme rakip görünüyor olmak’ rolleriydi [ve bu rollerini devam ettirenler hâlâ mevcut]. Bunlar, –productivity & efficiency– kavramlarını kapitalist zehrin mahkûm ettiği doğrultuda, sırf kapitalist sistemle rekabet etmek uğruna [yani, ‘ikiyüzlülük’ yaparak. Eskiden buna ‘riyakârlık’ denirdi], kullandı, ve en sonunda [birçoğu] kendini lağvetmeye mecbur kaldı. Kapitalizmin mahkûm ettiği —growth hırsı için insanı, hayvanları ve çevreyi katletmek, natural law’dır— tuzağına düştüler. Ve bu tuzakların neler olduğunu, iki [2] örnekle, tane tane izah ettim 315 no’lu metnimde. Üşenmezsen, bir daha oku.

    […] basarili olmadiklarina hukmediyorum –kisisel kanaat olarak.— Burada [kisisel kanaat olarak] diye özellikle belirtmen doğru bir yaklaşım. Başarılı olduklarına hükmedenler de vardır.

    baskalarinin basini yakmaniza gonlum razi degil’Kapitalist dogma’, hayata bakışının her alanını öyle sarmış ki, kapitalizme karşı çıkan birkaç kelime, birkaç cümle okuduğunda ödün kopuyor.

    ‘Başkalarının başı’nı yakan [bizzat sen olmasan da], senin refakatçılığını yaptığın kapitalizm.

    Artık başkalarının [belki farkında olmayabilirsin, ‘kendinin de’] başını yakmaması için kapitalizmi ortadan kaldıracağız.

    Geçmişin hatalarını bugün de, yarın da tekrarlamaya mahkûm değiliz.

    [Her ne kadar, ‘bana bulaşmayın, ben fıçımın içinde rahatım’ diyor gözüksen de] Sen de kapitalist tutsaklıktan kurtulacaksın. Kurtulduğunda, istediğin kadar ‘teşekkür etmemi beklemeyin’ diyebilirsin, mühim değil.

  331. POPÜLİZM BİR DEMAGOJİ Mİ?

    Popülizmle mücadele etmek için onu neyin tanımladığını belirginleştirme lüzumu var; bu da programıyla ilgili bir şey değil [yabancı korkusu yaymayan “popülizmler” de var], popülizmin, gerçek halkın temsilinin ahlâkî tekelini alma iddiasıyla ilgili.

    Nitekim, “Popülistler, ‘Biz %99’uz‘ demezler. Onlar, %100‘ü temsil etme iddiasındadır.”

    JOSEPH CONFAVREUX: Daha 1960’lı yılların sonunda, araştırmacılar “Ernest Gellner” ve “Ghita Ionescu”nun gözetimi altında yayımlanan bir kolektif kitabın, “Dünyaya bir hayalet musallat oluyor; popülizm” cümlesiyle başladığı düşünüldüğünde, popülizm suçlaması mı kuvvetli bir enflasyona uğradı, yoksa popülizmin kendisi mi?

    JAN-WERNER MÜLLER: “Popülist” teriminin kullanımındaki enflasyon gerçek bir sorun; çok farklı gerçeklikler aynı çuvala dolduruluyor. “Avrupa Birliği” yöneticileri, hâkim durumdaki neo-liberal ilişkilerin her türlü eleştirisini sessizlik içinde boğuntuya getirmek, eleştirilerin üzerine tül örtmek amacıyla, “Syriza” ya da “Podemos”un popülist partiler olduğunu söylediklerinde, siyasî bir saldırı söz konusu; üstelik, popülizm de bütün sorunların “cevabı”nı bildiği kanaatini teknokrasiyle paylaştığı için, iyiden iyiye yanlış.

    Dolayısıyla meseleyi fazla homojenleştirmemek çok önemli. Hemen her yerde popülist partiler bulunuyor; hâttâ Macaristan’daki gibi iktidarda olanları da var; ama bu, meselenin sebeplerinin hep aynı olduğu anlamına gelmiyor. Fakat, özellikle, popülistleri haletiruhiyelerinden ya da programlarından teşhis etmiyoruz; “çoğulculuk-karşıtı stratejileri”nden ve halkı bir tek onların temsil ettiğinden ibaret, o ahlâkî iddialarından teşhis ediyoruz.

    Ama zamanımıza özelliğini veren esas çelişkide, yani ekonomik bakımdan da olsa kültürel bakımdan da olsa, dünyaya daha çok veya daha az açıklık arasındaki çelişkide, başlıca çatışmalarımız biyo-etik ya da iklim sorunları olsa bulabileceğinden çok daha fazla malzeme buluyor çağdaş popülizm; çünkü popülizm, “tek başına temsil etme iddiasında olduğu halka neyin ait olup olmadığını tanımlama fikri” üzerine kurulmuş.

    JOSEPH CONFAVREUX: “Popülizm”, bir programla, hâttâ bir siyasî renkle tanımlamıyor mu kendini?

    JAN-WERNER MÜLLER: “Özgürlük” ve “hoşgörü” gibi liberal değerleri savunarak popülist bir siyaset yürütmek mümkün; gerçek Hollanda halkı tanımına kimin girip girmediği konusunda yukarıdan ahkâm kesmek için bu değerleri kullanan Hollandalı “Geert Wilders”in yaptığı gibi.

    İkisi de elitleri eleştirdiği için bazıları “Donald Trump” ile “Bernie Sanders”ın [ikisinin de haksız olduğunu ilan etmek istediğinde olduğu gibi], sahte simetrilerden kendimizi sakınmak gerekse bile, popülizm ille de sağcılık değil. Elitlerin ve sistemin eleştirisi popülistlerde sık görülür, ama “çoğulculuk-karşıtı strateji” tarafından belirlenen popülizmi tanımlamaya yetmez bu.

    Chávez, 2005-2006’dan sonra rejim çok otoriter bir yola girdiğinde popülistleşmişti, çünkü onun “Bolivarcı sosyalizmi”yle hemfikir değilseniz, ulus düşmanı olmamak imkânsızlaşmaktaydı. “Şiddet” ve “ırkçılık” sık sık popülizme eklenir; Trump’ta görüldüğü gibi; ama popülizmi bunlar oluşturmaz ve “sadece” halkın temsilinin üzerinde ahlâkî tekel iddiasında olan Chávez’de bunlar yoktu.

    ABD’de, bilhassa People’s Party‘nin tarımsal hareketinin tarihi sebebiyle, “popülizm mefhumu” hâlâ olumlu ve ilerici yan-anlamlara bürünüyor. Ama bu mefhumun Avrupa’daki yan-anlamları her şeyden önce gericiliği hatırlattığı için, Atlas Okyanusu’nun iki tarafı arasında oluşmuş bu yanlış anlama hafifliyor, özellikle de Trump’ın adaylığından beri.

    JOSEPH CONFAVREUX: Popülist partilerden yana tavır beyan eden kadın ve erkeklerin sosyolojisinden yola çıkarak popülizm tanımlanabilir mi?

    JAN-WERNER MÜLLER: Hayır, tanımlanamaz. Kuşkusuz, yoklamalar, sosyolojik araştırmalar yapılması çok yararlı olur; fakat çoğu zaman saflık gösterilip, popülistlerin kendi seçmenleri üzerine anlattıklarına inanılıyor. Popülizme hasrettiği ampirik çalışmalarıyla en tanınmış Alman araştırmacılardan biri olan “Karin Priester”ın vurguladığı gibi, “gerçekten sınıf düşmüş olanlar” ve “sınıf düşme tehdidiyle karşı karşıya olanlar” ille de popülist partilere oy vermiyorlar. Bu partilerin toplumda muayyen bir başarıya ulaşıp toplumsal bir Darwinizm’den yana olan “hedefine varmış” yurttaşlardan seçmenleri de var.

    Dolayısıyla ideoloji sorununu daha geniş bir anlamda, seçmenler anlamında ayırmak gerek. Sosyalizmin, “zenginleri sevmeyen işçiler” olduğu söylenemediği gibi, popülizmin de “dünyadan korkan sınıf-düşmüşler” olduğunun, taleplerine bakmadan söylenmesiyle yetinilemez artık.

    JOSEPH CONFAVREUX: Popülizmin “psikolojikleştirilmesi”, hâttâ “patolojikleştirilmesi/marazîleştirilmesi”ne karşı uyarıyorsunuz. “Kötü” oy verdiği zaman halkın “hasta” olduğunu düşünen bu eğilim hakikaten yakın tarihli mi?

    JAN-WERNER MÜLLER: Psikiyatr-hekim “Gustave Le Bon”un, 20. yüzyıl başında “kitle psikolojisi”ni tasvir ederken, şimdi bizim popülist parti seçmenlerinin tasvirinde kullanıldığını işittiklerimize yakın terimler kullandığı doğru.

    Bana yeni gelen ise, popülist parti seçmenlerinin modern dünyayı anlamayan kimseler olduğunu açıkça söylemekte bir beis görmeyen “Tony Blair” gibi kimselerin yaklaşımı. Bu yaklaşım korkunç, zira insanları budala yerine koyuyor, popülistlere oy verenlerin motivasyonlarını birkaç zararlı tutkuya indirgiyor ve küreselleşmeyle yüz yüze gelebilmek için kendimizi teknokratlara emanet etmemiz gerektiğini söylüyor. Üstelik, tartışmaya lüzum olmadığı ve doğru cevabı kendisinin bildiği iddiasında popülizmin teknokrasiden bir farkı yok.

    JOSEPH CONFAVREUX: Popülizmi demagojiden ayırt eden nedir?

    JAN-WERNER MÜLLER: “Demagoji”, bir içerik sorunu. Euro [Avro] krizini çözme yolu üzerine, ekonomi politikası üzerine, yabancı [göçmen/mülteci] işçi göçü üzerine nesnel veriler yok. Popülizm ise bir ideolojik içerik sorunu değil, temsilin ahlâkî tekeli üzerinde hak iddia etme sorunudur. Bu bakımdan modern bir hâdisedir ve temsilî demokrasinin taşınan gölgesidir. Demokrasinin temsilî olmadığı Atina’da, demagoglar vardı, ama popülistler yoktu.

    JOSEPH CONFAVREUX: Popülizmle mücadele etmek için hangi araçlar etkinleştirilebilir?

    JAN-WERNER MÜLLER: Reçetelerin olmadığını söylemek sıradanlaştı. Ama yine de anti-popülist bir strateji için, zaman içinde bağlamlar uyarınca değişebilir yollar var. Bana göre, popülistler tarafından önerilen dışlamalara, onları yayın organlarına, tartışmalara davet etmeyerek başka bir dışlamayla cevap vermemek, a priori/önsel olarak elzem. Bu dışlama onları güçlendiriyor. Ama popülistlerle konuşmak başka şey, onlar gibi konuşmak başka şey; onları kopyalamak, seçilmiş bazı konuları tekrar ele almak değil, çünkü insanlar daima orijinali kopyaya tercih ederler. Nicolas Sarkozy’nin Marine Le Pen’in bazı temalarını tekrar ele aldığı görülünce, Marine Le Pen’in cumhuriyetçi olmadığını söylemek güçleşiyor.

    Bununla birlikte, normal bir tartışmanın artık mümkün olmadığı anlar oluyor. “Büyük yer değiştirme(*)”den ya da komplo teorilerinden söz edildiğinde, kırmızı çizgiler koyup, tartışmayı kesmek gerekiyor. Ama popülizmleri görmezden gelmeyi bilmek gereken anlar da oluyor; “Nigel Farage”ın entelektüel ve siyasî yaşamın merkezi gibi göründüğü ve “Britanya demokrasisi”yle “Brüksel diktatörlüğü” arasında büyük bir çatışma yaşandığına inandırmayı becerdiği “Brexit kampanyası”nda olanların aksine.

    (*) “Le grand remplacement”; bir komplo teorisidir. Bu teoriye göre, Fransa topraklarındaki Avrupalı nüfusun yerine, başta “Siyah Afrika” ve “Mağrip” olmak üzere “Avrupa-dışından gelen” bir nüfus çoğalmaktadır. Bunun yol açacağı uygarlık değişimi sürecine, siyasî, entelektüel ve medyatik elitler, ya ideoloji icabı, ya da çıkarları için destek vermektedir. Bu tezi ilk olarak aşırı sağcı yazar “Renaud Camus” 2011’de yayımladığı “Le Grand Remplacement” kitabıyla ortaya atmıştır.

    Ama asıl büyük sorun bugün Avrupa düzeyindedir. Marine Le Pen’e demokrasiyi ve Fransa halkını savunduğunu ileri sürme fırsatını bugün veren, kemer sıkma politikalarına [austerity measures] itiraz edilmesine bile karşı çıkan AB’dir. “Temsil bunalımı” üzerine genelleyici bir söyleme, temkinle yaklaşırım. Yunanistan’da ya da İspanya’da, siyaset sahnesinde seçim kazanabilen ve artık oy vermeyen seçmenleri seferber etmeyi beceren yeni partiler gördük. Gerekli olan siyasî rekabet ve altenatiflerin dile getirilmesi, ulusal düzeyde kendini gösterebildi. Ama, Avrupa düzeyinde, artık hiçbir seçme imkânı yok. Avrupa politikasına muhalefet etmek imkânsız olduğu için, muhalefet de Avrupa’nın kendisi üzerine odaklanıyor.

    JOSEPH CONFAVREUX: Filozof “Chantal Mouffe” tarafından önerildiği hâliyle bir “sol popülizm”, “yabancı korkusu yayan popülizmlerin tehdidi”ne ve “liberal sosyal-demokrasinin yozlaşması”na cevap verebiliyor mu sizce?

    JAN-WERNER MÜLLER: “Üçüncü yol” tipinde stratejilerin ve muayyen bir neo-liberalizmle bir teknokrasi etrafında uzlaşmanın, popülizmlerin üremesine katkıda bulunduğu hükmünde onunla hemfikirim. Ama, çözümün bir “sol popülizm”de olduğuna inanmıyorum. Sadece kültürel hegemonyayı tekrar fethetmek gerektiğini söylemek söz konusuysa, popülizm sözcüğüne gerek yok. Ama şayet, “Chávez tarzı”nda, kendisiyle hemfikir olmayanları çok sert biçimde dışlayan bir ulusal-popülizm isteniyorsa, ben burada sol için bir tehlike görüyorum. “Eşitlik” ile “siyaset” homojenmiş gibi düşünen Mouffe ile Laclau’da bence teorik bir sorun var; böyle düşününce birbirimizi farklılıkları olan eşitler gibi tanımak zorlaşıyor.

    JOSEPH CONFAVREUX: “Almanya’daki popülizm”le “Fransa’daki popülizm” benzer mi?

    JAN-WERNER MÜLLER: Evet. Popülistlere karşı demokratik bir blok oluşturma yönünde benzer bir eğilim mevcut; popülistlerin tarafında ise, “Evet, biz popülistiz, çünkü halkın tarafındayız ve onun için çalışıyoruz” diyen, aynı “kendini-yeniden-tanımlama” tarzını buluyoruz. Marine Le Pen’in öncülük ettiği, “şeytan gibi görünmemek stratejisi”yle, bugün, model olduğunu saptayabiliyoruz kısaca. O “France apaisée” (“Yatışmış, huzura ermiş Fransa”) sloganını geliştirdiği vakit, Almanya İçin Alternatif de [Alternative für Deutschland, “AfD”] derhal aynı işe koyuldu. Milliyetçi oldukları için popülizmlerin işbirliğine giremeyeceği fikri yanlış; zira aksine, birbirlerinden öğreniyorlar.

    JOSEPH CONFAVREUX: Doğu Avrupa’da iktidarda olan popülizmlerin bize mesajı ne?

    JAN-WERNER MÜLLER: Macaristan ile Polonya örnekleri, popülist partiler iktidarı aldığında ve kurumları değiştirebilecek bir çoğunluğa ulaştıklarında neler olup bittiğini görme olanağı sağlıyor; bir de, popülist partilerin ancak “protesto amaçlı” olabildiklerini düşünmenin yanlış olduğunu gösteriyor. Gerçekte, siyasî kurumları tekrar yapılandırıyor ve hep temsil üzerindeki ahlâkî tekel iddialarına dayanarak iktidarlarını dengeleyebilecek karşı güçleri ortadan kaldırıyorlar. Polonya’da Kaczyński açık bir biçimde muhalefetin meşru olmadığı ve muhaliflerin hainler olduğu değerlendirmesini yapıyor. İktidardaki popülistler otoriterler; ama halkın âciz olduğunu düşünen elitlerin yönettiği diktatörlükler kurmuyorlar. “Emredici vekâlet”ini aldıklarını söyleyerek halk adına yönetiyorlar.

    JOSEPH CONFAVREUX: “Emredici vekâlet” (le mandat impératif), demokrasi krizine cevap vermek için solun bir kısmının da getirdiği bir talep…

    JAN-WERNER MÜLLER: Popülistlerde “emredici vekâlet” çoğu zaman bir kurgudur. Viktor Orbán, 2010 seçimlerinin ona yeni anayasayı yapmak için emredici vekâlet vermiş olduğunu beyan etmişti; oysa, seçim kampanyası sırasında böyle bir şey yoktu. Tıpkı referandum üzerine olabildiği gibi, emredici vekâletin de iyi olup olmadığı üzerine bir tartışma yürütülebilir; ama popülistler daha en baştan halkın hakiki iradesine kendilerinin cevap verdikleri iddiasındadır.

    Joseph Confavreux, gazeteci

    Jan-Werner Müller
    Princeton Üniversitesi
    Siyaset Teorisi ve Fikirler Tarihi
    “Carl Schmitt: Tehlikeli Bir Kafa”,
    “Zor Demokrasi”,
    “Popülizm Nedir?” kitaplarının yazarı.
    9 Ekim 2016

    Fransızca’dan çeviren: Haldun Bayrı

  332. kapitalizm "hayalî" değildir diyenlere

    “Hayalî Cemaatler” (‘ulus’, ‘ümmet’ vb.) tanımı ile “Hayalî Sistemler” (‘kapitalizm’ vb.) tanımı arasında ne fark var?

    İlk tanımı kabul ediyorsanız ikinci tanıma neden karşsınız?

  333. "kapitalizm" ne kadar güçlü?

    Kapitalizm > Kapital > Sermaye > Anamal > MAL

    “Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır.”

  334. marxist argüman

    beyaz yakali ana$istler,
    sizin bu misyoner necip’le polemiginiz kabak tadi vermeye ba$ladi; bozuk plak gibi hep ayni $arki; bo$ bele$ polemik yapmaya merakli oldugunuz her halinizden belli. kimse demiyor bari ben söyleyeyim: “degi$tir!”.
    insanlari aydinlatmak; insanlara bir$eyler anlatmak gibi bir amaciniz varsa, sidik yari$i yapar gibi polemik yapmaktan vazgecin.

    tekrar: materyalist/maddiyatci kapitalist toplumda “hümanizm/ahlak/dürüstlük/cömertlik” gibi sifatlar/etiketler/ünvanlar birer “erdem” mertebesine tekabül ederler, cünkü böylesi bir toplumda “insancil/ahlakli/dürüst/cömert” olmak gercekten de hemen hemen imkansiz. dikkat ederseniz, günümüz kapitalist dünyasinda “dürüst/ahlakli/cömert/hümanist” insanlar, soyu tükenmekte olan “antika” muamelesi görürler. ($ener $en’in filmlerinde, $ener $en’in canladirdigi tip, kapitalist ekonomiyi anlami$ “gercekci” bir insanken, ilyas salman’in canlandirdigi “saf/enayi” tip ise, soyu tükenmekte olan “antika” oluyor)
    yine, ya$adigimiz toplumda, insanlar sürekli olarak ba$ka insanlarin”cikarciligindan/paraya dü$künlügünden” $ikayetci olurlar. bu $ikayetlerin kaynagi nedir acaba?

    özetle, “hümanist/ahlakli/vicdanli” olma ihtiyac ve isteginin beslendigi kaynak tamda “cikarci/maddiyatci/paraci” kapitalist toplum ili$kileridir. bundan dolayi, “hümanist/ahlakli/vicdanli” olmayi önce bir “erdem” mertebesine yükseltip, sonrada insanlara “ahlaki/moralist” vaazlar vermenin sistem ele$tirisiyle, sisteme muhalif olmakla alakasi yoktur. kapitalist toplumda zaten herkes birer ahlak zaptiyesi kesilir; kendisini “ahlak timsali” olarak görür, cevresindekilere hep kirik not verir: “bu ahlaksiz/saygisiz/cikarci insanlardan biktim usandim!”

    sonuc: ya$adigimiz sistemde “uzlasmaz” muhaliflik demek, “hümanist/ahlakli/vicdanli/dürüst” olmak ya da olmaya cali$mak demek degildir; sisteme “uzla$maz” muhaliflik demek, “hümanizmin/ahlak’in” birer “erdem” olmaktan ciktigi; hic kimsenin “erdemli/vicdanli/ahlakli” olmaya ihtiyac duymadigi, yani insanlari sürekli “vicdan azabina” gark eden kar$it cikar cati$malarindan azade, alternatif bir toplum modeline kafa yormak demektir.

    beyaz yakali anar$istler, $imdi almanca “gegenstandpunkt” dergisinin bu konuda, bir okur mektubuna yazdiklari cevabin türkce cevirisini a$agiya aliyorum, hala da ikna olmayip, “hümanist/ahlakci” pozlardan vazgecmezseniz, ele$tirilerimden nasibinizi almaya devam edersiniz, haberiniz olsun.

    KAPITALIST TOPLUMUN VICDANI: AHLAK

    Sinifli toplumda ahlakin kaynagi ve fonksiyonu

    Ahlak (moral) sunu emreder: “yaptigin islerde (sadece) kendini degil, her zaman baskalarini (da) düsün.“ Böyle bir buyruk ancak maddi-materyalist cikar karsitliginin oldugu durumlarda anlamli olabilir, aksi durumda anlami olmazdi. Böyle bir toplumda sayet ben kendi cikarima göre hareket edersem, baskalarinin cikarini dikkate almamam lazim; dahasi baskalarinin cikarlarina zarar verme hatta engel olmak durumunda kalirim. Eger baskalarinin cikarini kendiminmis gibi görürsem, dikkate alirsam, bu seferde kendi cikarimi az yada cok ihmal etmis olurum. Bu cikar karsitligi-antagonizmi tesadüfi bir uyma-uymama hali degildir. Burda sözkonusu olan materyalist karsitligin vatandaslik dersinde verilen söyle örneklerle de alakasi yok: birisi yüksek sesle müzik dinlemek isterken, yan komsu sessizlik istiyor. Burda sözü edilen, özel mülkiyet iliskilerinden kaynaklanan materyalist rekabettir.
    Sözkonusu materyalist cikar catismasina gem vurulmasaydi, yani toplumsal iliskilerin prensibi olan rekabet ölcüsüz ve sinirsiz olsaydi, cikar karsitligi üzerine kurulu böyle bir toplum ne var olabilirdi nede kalici. Kapitalist sahsi cikarlarin az cok uyusmasi ve kurulu düzeni yikmamasi icin bir üst otorite olarak devlet ve devletin siddet tekeli (gewaltmonopol) devreye girer. Önce vatandaslarini yasalari ile sahsi cikar takibine kosan ve yetkilendiren kapitalist devlet, ayni zamanda bu rekabete sinir da ceker. Kapitalist rekabettin kurallarini belirleyen devletin ilkesi “ne sis yansin ne kebap“ degildir. Devlet, rekabetin kurallarini tamami ile kapitalist düzenin devami ve verimliligi dogrultusunda belirler.
    Yasamak icin para kazanmanin sart oldugunu idrak edip benimseyen vatandaslar, yasal sinirlari dikkate alirlar, cünkü ancak sözkonusu bu yasal cercevede sahsi cikar takibi mümkündür. insanlarin yasalara uymasi sirf cezalandirilma korkusundan degildir, ayni zamanda kendi özgürlüklerinin bittigi yerde baskalarinin özgürlügünün basladigini da fark etmelerindendir. Bu ayni zamanda su anlama da gelir: kendi cikarini hayata gecirmek icin, rakip cikarlarla uzlasmak, taviz vermek, ölcüyü kacirmamak. Kapitalist sahsi cikar rekabetinin yasal kurallarininin, rakipler tarafindan ahlaki kurallara-insani erdemlere dönüstürülmesi bu noktada baslar. Maddi cikar rekabetinin yasal kurallarini ahlaki erdemlere dönüstürüp özümseyen kapitalist bireylerden en terbiyeli-ahlakli olanlari, sürekli olarak baskalarinin davranislarini gözetleyen, onlara not veren ahlak zabitasina dönüsürler.
    Moralist insan bu iliskiyi bas üstü cevirerek ters yüz eder. “Adil bir rekabet“ icin koyulmus yasal hak ve yükümlülüklerin gerekliligine iman etmis moralist birey, kendi hakki ile baskalarinin hakkini karsilastirirken, ölcü olarak sadece kendi ahlak pusulasini tekip eder. Toplumsal iliskileri ahlak terazisine vuran moralist birey, insan davranislarinin, para kazanma zorunlulugu ile bagini-iliskisini inkar edip, bu davranislarin nedenlerini insanlarin tabiatinda-karakreterinde arar. “Psikoloji“ denilen burjuva biliminin uydurma teorilerinin de tamami ayni sekilde insan davranislarini, insanlarin yasadiklari mevcut siyasi-ekonomik kosullardan soyutlayarak, bu davranislarin kökenini soyut-abstrak bir “kisilik-karekter-ruh hali“ kavrami ile aciklamaya calisirlar. Ahlakci-moralist ideoloji-ideal, maddi cikar catismalarinin kaynagi olarak ekonomik iliskileri degil, tek tek insanlarin sözde “egoist egilimlerini“ prangaya vurur: “Herkes biraz sorumlu davransa, kendini bilse, egosuna gem vursa dünya cennet olur.“
    Alcakgönüllü, saygili, düsünceli olma ve baskalarini da böyle olmaya davet etme, kisinin kendi cikarini bir kenara atmasi anlamina gelmiyor; sahsi cikar takibinin ve cikar catismasinin ahlaki kurallar cercevesinde hayat bulmasi gerektigine vurgu yapar. Moralist insan, bir yandan devletin yasalarini kendi cikarlarindan üstün görüp kabul ettigini, kamu yararini-toplumun cikarini da gözettigini söylerken, diger yandan sahsi cikarini geri plana itme davranisini, yani alcakgönüllü olmayi sahsi cikarina erismek icin kaldirac olarak kullanir. Moralist birey yasadigi bu celiskiyi bir nevi hayra yorarak, yani kendi alcakgönüllügünü “samimi“, baskalarinin ayni davranisini “icten pazarlikli, ikiyüzlü“ olarak damgalar. Moralist insanin yasadigi bu celiskileri „hayra yorma“ davranisinin sebebi vicdanini rahatlatma amaclidir. Kapitalist birey, sahsi cikar takibi sonucu baskalarinin cikarina zarar verdiginde vicdan azabi yasamamak icin, kendi eylemini kendi vicdaninda ve baskalarinin önünde ahlaki degerlerle gerekcelendirir. Mesela bir isveren masraflari düsürmek ve kazancini cogaltmak icin isci cikardiginda bunu söyle gerekcelendirir: “geride kalan iscileri düsünerek isci cikardim, isci cikarmasaydim isyerimi kapatmak zorunda kalirdim, hepsi issiz kalirdi.“ Kisacasi kapitalist toplumda herkes davranisini kamu-toplum yarari ve ahlaki ilkeler isiginda gerekcelendirir. Politikaci kariyer, iktidar, para icin degil topluma hizmet icin o isi yaptigini iddia eder. Firinci, para kazanmak icin degil, vatandas ac kalmasin diye ekmek üretir vs…
    Son olarak moralist-idealist elestiri ile marxist elestirinin farkina deginmekte fayda var. Dünyanin, aslinda olmasi gerektigi gibi olmadigindan sikayetci olmak marxist elestiri degildir. Marksist elestiri: dünya neden böyledir? sorusunu cavaplamakla baslar. insanlarin sikayetci oldugu durumlarin nedenlerinin kaynagina inip, bunun mevcut toplumsal düzen ile iliskisini-bagini ortaya koyar. Böyle bir elestirinin amaci: yasadiklari hayattan memnun olmayan insanlarin, bu memnuniyetsizligin en azindan kaynagini taniyip, ona yönelmelerini saglamaktir.

  335. marxist argüman

    beyaz yakali anar$istlerin 327 nolu yorumundan alinti:

    “Bencilliği ortadan kaldırmak mümkün değil, fakat kapitalizmi ortadan kaldırmak mümkün.
    Kapitalizm, kendini, insanların bencil davranışları üzerine inşa eder. Daima bencilliği teşvik eder ki, sistemini koruyabilsin. İnsanlar da, ‘bencil olmazsam, kapitalist rekabetin keskin dişleri arasında başkalarına sataşıp kendime yol açmazsam, tutunamam’ dayatmasıyla bebeklik/çocukluk çağlarından itibaren programlanıyor, beyinleri zehirleniyor. Kapitalizm, insanların içinde varolan bencilliği her daim körükleyerek, insanları korkutarak, kendi geleceğini garantiye almaya uğraşıyor. Kırmamız gereken bağlantı noktası şu: [Kapitalizm ↔ İnsanların bencilliği]”

    beyaz yakalilar, sizin bu lafta pek “radikal” görünen fikirlerinizin aslinda birincisi, misyoner necip’in savunduklarinin bir ba$ka versiyonu, ikincisi, real sosyalistlerin pratikte yaptiklariyla ayni kapiya ciktigini belli ki farkinda degilsiniz.

    1. bencilligin insana özgü bir davrani$ oldugunu; insanin tabiatinda/fitratinda oldugunu nasil tespit ettiniz? necip ayni $eyleri söyleyince, adami kiniyorsunuz, sonra da necip’in dedigini bir ba$ka $ekilde dile getiriyorsunuz. burjuva bilimlerinden psikoloji’nin teorilerini özümsediginiz burdan belli oluyor. psikoloji’nin, kapitalist ideolojileri me$rula$tiran, kapitalist toplum ili$kilerini sürekli “$ahsile$tirerek”, sorunlarin kaynagini sürekli olarak ne anlama geldigi bile belli olmayan soyut bir “icgüdü” kavrami ve tek tek insan davrani$lariyla aciklayarak, sistem’i temize cikardigini; sistem’i hedef menzilinden cikardigini belli ki farkinda degilsiniz.
    2. sizin “cözüm” diye burda taktim ettiginiz fikirlerinizi, yani, “insanoglu bencildir, bencilligin kökünü kurutmak mümkün degildir ama, buna gem vurmak mümkün; bunun icin de bencilligi azdiran/te$vik eden mevcut sistem yerine, insanlarin “bencilligini” kontrol altinda tutan, bu “bencilligin” cigrindan cikmasini önleyen bir toplumsal düzen lazim.
    fikirlerinizi kendi cümlelerinizle ifade edince, o “radikal” muhalifliginizin altindaki reformist/din’i öz, hemen SIRITIYOR.

    sizin begenmediginiz real sosyalist rejimler sizin burda “cözüm” diye sundugunuzu zaten yapmi$lardi: real sosyalist rejimler zenginligi ve bencilligi sizin deyiminizle “te$vik” eden özel mülkiyeti ve özel te$ebbüscülügü dogru ve hakli olarak ortadan kaldirdilar. bundan dolayi da örnegin sovyetler birliginde servet sahibi milyonerler/milyarderler yoktu; $öyle imkanlar da yoktu: “uyanik ol, kafayi calistir, sömürecek, kullanacak insan bulursan, becerirsen zengin olabilirsin”.

    3. kapitalist toplumda bir cocugun rakip ve rekabet ile tani$masi, not, sinav ve karne ile, yani ilkokuldan itibaren ba$lar. ana okulunda not, sinav, karne olmadigi icin, orda kapitalist anlamda bir rekabetten söz etmek mümkün degil.
    hal böyleyken, insanlarin bebeklikten itibaren programlandigini iddia etmekle sacmaladiginizi farkinda misiniz? bu sacmaligi da yine isimlerini saymaktan yorulmadiginiz o birilerinden okudugunuzu tahmin etmek zor degil. cevap olarak sakin bana isim saymayin; tam tersine size tavsiyem, o sacmaliklari okumaktan vazgecin.

  336. “Bencilliği ortadan kaldırmak mümkün değil, fakat kapitalizmi ortadan kaldırmak mümkün.

    Kapitalizm, kendini, insanların bencil davranışları üzerine inşa eder. Daima bencilliği teşvik eder ki, sistemini koruyabilsin. İnsanlar da, ‘bencil olmazsam, kapitalist rekabetin keskin dişleri arasında başkalarına sataşıp kendime yol açmazsam, tutunamam’ dayatmasıyla bebeklik/çocukluk çağlarından itibaren programlanıyor, beyinleri zehirleniyor. Kapitalizm, insanların içinde varolan bencilliği her daim körükleyerek, insanları korkutarak, kendi geleceğini garantiye almaya uğraşıyor. Kırmamız gereken bağlantı noktası şu: [Kapitalizm – İnsanların bencilliği]”

    Hmmm..

    Simdi anliyorum galiba..

    Bu ‘kapitalizm’ denen illet, kimil zararlisindan da beter bir sey yahu.

    Insanlarin icindeki bencillik denen seyden neset ediyor; ve onlari birer canavara donusturuyor –ve, tedavisi de yok galiba.

    Oyle, ‘sallandiracaksin 3unu 5ini; bak bakalim bir daha yapiyorlar mi?!’ gibi palyatif yontemler de yetecek gibi degil.

    Bu durumda, zannedersem, tek cozum, bunlari tek tek yakalayip itlaf etmek ve cesetlerini yaktiktan sonra kullerini de kirec cukuruna filan atmak.

    Kapitalizmden kurtulmak icin baska care yok; belli.

    Simdi..

    Nereden, kimlerle baslamamiz gerektigine karar vermemiz lazim.

    Bazi isimler verebilir misiniz?

  337. marxist argüman

    331 nolu yorumdan alinti:
    “Hayalî Cemaatler” (‘ulus’, ‘ümmet’ vb.) tanımı ile “Hayalî Sistemler” (‘kapitalizm’ vb.) tanımı arasında ne fark var?
    İlk tanımı kabul ediyorsanız ikinci tanıma neden karşsınız?”

    yanli$, neden?
    “ulus/millet” olgulari, “tanri” kavrami gibi gercekte var olmayan bir hayal/fantazi degildirler; “ulus/millet” olgulari birer ideolojik/düsünsel yapi/konstruk’turlar. ayni $ekilde “tanri” fikri her ne kadar bir fantazi de olsa, dinler hayali/fantastik olgular degildirler; tipki “ulus/millet” gibi ideolojik/düsündel bir yapi/konstruktur. yani, türkler, ingilizler diye uluslar yoktur, demek ne kadar sacmaysa, müslümanlik, hristiyanlik, kuran, incil gibi $eylerde hayalidir, demek o derece sacma olur.
    böyle bir düsünce hangi kapiya cikar: ulus, din, kapitalizm gibi $eyler hayalidir; bundan dolayi gercekte var olmayan hayali olgular üzerine konu$mak, tartismak, bunlari ele$tirmekte havanda su dökmektir. yani, bütün bu dünya halleri tarihin “dogal” aki$inin sonucudurlar, tez’inin degi$ik bir versiyonu ile kar$i kar$iyayiz.

    ayni $ekilde, günümüz dünyasinda bütün ülkelerin az ya da cok entegre oldugu, bir kapitalist para ekonomisi ve bu ekonominin kural ve kurumlari var. nedir bu kural ve kurumlar: serbest rekabet, özel te$ebbüscülük, özel mülkiyetin kutsalligi, banka, borsa, IMF, dünya bankasi vs.

    sonuc: kimsenin dünyayi/hayati kendi haline/kendi dogal akisina biraktigi yok; tam tersine dünyaya/hayata yön veren siyasi ve iktisadi aktörler var: devletler/siyaset sinifi, ekonomi/kapitalist sinifi. sözkonusu bu aktörler bu “mimarlik/mühendislik” i$ini gizli yapmadiklari gibi, -mümkünde degil zaten-, inkar da etmiyorlar, yaptiklari i$in adini da cok net koyuyorlar.
    görmek, anlamak isteyene ayan olur, böyle bir derdi olmayanlarda dünyayi kendi hayal ve fantazilerine göre yorumlayip dururlar.

  338. Doğu Perinçek: Tayyip Erdoğan, Atatürk Devrimi’ne teslim oldu
    21.06.2016
    http://www.birgun.net/haber-detay/dogu-perincek-tayyip-erdogan-ataturk-devrimi-ne-teslim-oldu-117107.html

    Türkiye’yi 1923’ten beri kısır döngüye hapsedenlerin amacı Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır. Rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı. Siyasette büyük bedeller ödedik
    https://tr.sputniknews.com/turkiye/201610191025368599-cumhurbaskani-erdogan-turkiye-muhtar/
    Tayyip Erdogan 19.10.2016

    Bu Perincek ve bir kisim Ulusalcinin ulusalciliktan tek anladigi Kürt dövmek. Perincegi küfretmeden nasil tanimlayabiliriz bilemiyorum..

    Dogan Avcioglu sag olsaydi bunlari tükürükle bogardi.

  339. Ya ağlatmasanıza şu çocuğu, onu da oyuna alsanız ne olur sanki!

    Harikasınız Gün bey 😉

  340. dünyayı mucitler-mühendisler yönetse mi?

    thomas edison ile nikola tesla arasında bilinen bir sürtüşme var. ve tarihten günümüze tesla’nın mağdur olduğu yönünde açıklamalar baskın geliyor.

    edison, günahıyla sevabıyla neler yapmış, kısaca göz atalım:

    – 1847 doğumlu edison, 1931 yılında bugün vefat etti. 1093 adet patentin sahibidir ve bu alandaki dünya rekorunu hala elinde tutar.

    – her şeye meraklı bir çocuktur. 12 yaşında tren istasyonlarında gazete satmaya başlar. telgraf kullanmayı orada öğrenir ve hoşuna gider.

    – ticari zekâsı o zamanlarda iyidir. demiryollarında gazete satış haklarını alır. kendi de gazete çıkarır ki böylece gazeteden de kazanır.

    – edison’un iletişim ve elektriğin önemini kavraması 1868’deki ilk icadını ortaya çıkarmasına ön ayak olur: oylama kaydı makinesi.

    – makine beğenilmez. washington d.c. komitesi başkanı “dünya’da bu işi yapmasını asla istemeyeceğimiz bir makine varsa o da budur” der.

    – 1869’da edward calahan tarafından icat edilen, hisse senedi fiyatlarını anlık uzaklara ileten stock-ticker cihazını, edison daha da geliştirdi.

    – cihazı üniversal (uyarlanabilir) hale getirdi. saniyede 1 karakter basma hızıyla öne çıktı. ilk kayda değer başarısı bu oldu.

    – tarihteki ilk endüstriyel araştırma laboratuvarı sayılan laboratuvarında 1877’de fonografı, 1879’da elektrik ampulünü icat etti.

    – mimeograf (fotokopi makinesi), elektrik pili… kaydadeğer icatları saymakla bitmez. aralarında “general electric” de bulunan 14 şirket kurdu.

    – kendisinin tesla ile mücadelesini, şu yazıdan okuyabilirsiniz http://www.acikbilim.com/2013/03/dosyalar/acdc-savaslari-nikola-tesla-thomas-edisona-karsi.html

    – 1877 tarihli ilk fonograf kaydını şuradan dinleyebilirsiniz https://en.m.wikipedia.org/wiki/File:Thomas_Edison_Mary_had_lamb.ogg

    – edison fonografı icat ettiğinde, müzik endüstrisini hesaba katmadı. işitme engeli olduğundan aklındaki esas amaç, fonografı bir tür eğitim aracı gibi düşündü.

    – başka bir mucit “müzik kutusu” fikriyle gelip patenti satın almak isteyince, edison ilk başta vermek istememiş. sonraları vermiş tabii. rahmetli alvin toffler, ihtiyacın icadı değil icadın ihtiyacı tetiklediğine örnek olarak verir bunu.. neyse..

    – şöyle son verelim: edison hırslı biriymiş. acımasız, zalimmiş hatta. etik sınırlar dışına çıktığı olmuş. iyi bir insan değildir belki ama sağlam mucit olduğu şüphe götürmez.

    – edison’un hırsızlık yaptığı iddiaları gerçek olabilir. lakin 1093 patentin 1093’ü de aşırma değildir herhalde. büyük bir iddia olur bu.

    – laboratuvarın varsa, paran da varsa, onca icadı çaldıysan bile, eşşek değilsen, sen de bir kaç yeni bir şey bulursun herhalde yani..

  341. “ana okulunda not, sinav, karne olmadigi icin, orda kapitalist anlamda bir rekabetten söz etmek mümkün degil.”

    Insan, hic olmazsa, anaokulu ogetmenlerine, kres calisanlarina filan sorar da dogrusunu ogrenir:

    Kreslerde, anaokullarinda, kimin hangi oyuncakla oynayacagi konusu rekabete/kavgaya yol acmaz mi saniyorsunuz?

    “hal böyleyken, insanlarin bebeklikten itibaren programlandigini iddia etmekle sacmaladiginizi farkinda misiniz?”

    Sacmalayanlarin sayisi ikiye cikmis 😉

    Ana rahminde birden fazla fetus varsa, aralarinda rekabet vardir.

    Ya da, daha onceye gidelim: Yumurta en iyi sperm icin, spermler de kendi aralarinda yumurtaya erisip onu dollemek icin rekabet ederler.

    Baska bir deyisle, eger rekabet duygusunu/olgusunu kaldiracaksaniz, cok temelden baslamaniz gerekiyor ve yapacak cok isiniz var sizin.

    Hayatta basarilar dilerim.

    Kolay gelsin.

  342. marxist argüman

    yukarda yazdiklarim icinde iki gramer hatasi tespit ettim, düzeltiyorum: “havanda su dövmek”, “takdim”

    337 nolu yorumdan alinti:
    “Bu Perincek ve bir kisim Ulusalcinin ulusalciliktan tek anladigi Kürt dövmek.”

    bu cümleden $unu anliyoruz: bu okuyucu kendisi de ulusalci ya da en azindan ulusalciligi yanli$ bulmuyor ama, irkci/fa$ist dogu pericek’in, ulusalciligi sadece “kürt dü$manligi” yapmaktan ibaret imi$ gibi anlamasina kiziyor; perincek’in ulusalciligi dar anlamda dü$ündügünü; ulusalciligin aslinda “yurtseverlik/patriotizm” gibi “olumlu” yönlerinin ön plana cikarilmasi gerektigini düsünüyor.

    $imdi dogu pericek’ten alinti:

    “Tayyip Erdoğanların son iki yılına bakarsak, Atatürk’e teslim olma sürecine girmişlerdir.
    24 Temmuz 2015 tarihinden bu yana uygulanan siyaset, BOP Eşbaşkanlığı’nın siyaseti değildir. Orada da Atatürk Devrimine teslim olmuşlardır. Tayyip Erdoğanlar, ‘Ermeni Açılımı’na kalkışmışlardı, yürütemediler. Orada da Türk Devriminin birikimine boyun eğmişlerdir. Geldiğimiz yeri 20 gün önce en güzel Başbakan Binali Yıldırım özetledi: Atatürk’ün 2023 hedefine yürüyoruz”.

    perincek, 24 temmuz 2015 tarihi ile, cözüm sürecinin resmi olarak bitirilip, pkk kamplarinin sava$ ucaklariyla bombalanmasini kastediyor.
    BOP (büyük ortadogu projesi) ise, dünyanin bir numarali süper gücü ba$ emperyalist A.B.D.’nin 2004 yilinda dile getirdigi, kuzey afrikadan afganistan’a kadar olan müslüman-arap cografyasinda ki amerikan kar$iti fikirlerin kökünü kurutmak amaciyla, demokrasi, insan ve kadin haklari ve serbest piyasa ekonomisinin “ihrac” edilmesi projesi oluyor. baska bir deyi$le, amerika’nin ortadoguya kendi cikarlarina uygun ayar verme meselesi. bu projede, T.C.’ye ve akp hükümetine bicilen rol ise, “ilimli islam” ülkesi olarak diger islam ülkerine örnek olma: model ülke.
    amerikan’in o dönem, bir yandan T.C.’nin laikliginden memnunken, diger yandan türkiyede ki ve T.C. ordusunda ki bazi “anti-amerikanci” tutumlardan rahatsiz oldugu, bu “anti-amerikanci” egilimi de türk milliyetciligi ve kemalizm ile ili$kilendirdigi dogrudur.
    özellikle NATO’ya girdiginden beri, varligini bir nevi amerika’nin maddi/askeri/diplomatik destegine borclu olan T.C. de ki “anti-amerikanizm” ne ola ki?
    ameikan kar$itligindan kast edilen $udur: T.C. devleti, sovyetler birliginin kendini feshinden sonra, özal hükümetinden beri, bölgesel emperyalist bir güc olmayi önüne hedef olarak koymu$ durumda. bu cercevede, amerikan’in örnek, irak savasinda T.C. topraklarini kullanmak istemesi, ama T.C.’nin, “bele$e olmaz, ben de sava$a dahil olup, irak pastasindan pay alirsam olur, bana bundan sonra bölgesel bir güc muamelesi yapman lazim” gibi itirazlar.

    peki cözüm sürecini bitirmenin BOP ile alakasi nedir?
    cevap: kürt ulusal hareketlerinin ezilmesi/imhasi konusunda i$birligi yapan T.C., iran, irak, suriye devletlerinin milliyetcileri, “BOP cercevesinde bir kürdistan kurulacak” korkusuyla hareket ettikleri icin, ortadogunun, kürtleri yok sayan devletler statüsünü bozacak/sarsacak her türlü giri$ime $iddetle kar$i cikiyorlar. bunu yaparkende “kürt ulusacilarina devlet mevlet yok” demiyorlar, bu kar$i cikmalarini “anti-emperyalizm” olarak pazarlamaya cali$iyorlar.

    2001 de ki ekonomi krizini IMF’nin kredileriyle atlatan akp hükümeti, biraz belini dogrulttuktan sonra, özal’in baslattigi bölgesel emperyalist bir güc olma projesini kaldigi yerden devam ettirmeye cali$ti. bu hedef cercevesinde, bölgesel ve uluslararasi areneda, kendisine ayak bagi/yük olan iki meseleyi sonuca/cözüme baglamayi denedi:
    birincisi kürt meselesi, ikincisi ermeni soykirimi suclamalari/iddialari.
    dogu perincek gibi kemalist türk milliyetcileri, en iyi cözüm, inkar ve imhadir, görüsündeyken, islamci türk milliyetcileri de tipki alman devletinin yaptigi gibi “itiraf et, sonsuza kadar kurtul” ve hatta yine alman devletinin yaptigi gibi, bu “itirafi” uluslararasi diplomaside $öyle nakite cevirmek mümkün: “bakin biz ne kadar demokratiz, naziler dünyayi yakip yiktilar ama, biz demokrat politikacilar olarak onlarin yaptigini kesinlikle tasvip etmiyoruz; ve hatta nazilerin yaptigindan utanc duyuyoruz, bu konuda türkler de bizi örnek alabilirler”.

    kürt/kürdistan meselesinde ise, kemalistler, tavizsiz bir sekilde “imha-asimilasyon-entegrasyon” stratejisinde israr ederken, islamcilar “türklük tek basina türkiye toplumunu birle$tirmeye yetmez, laiklikte zaten bati taklitciligi; bizi birlestiren asil cimento müslümanliktir” stratejisini daha gercekci buluyor.
    türkleri ve kürtleri “islam bayragi altinda birlestirme” $iariyla ba$latilan “cözüm sürecini” bu cercevede dü$ünmek lazim.

  343. 333 ve 334 –marxist argüman’a–

    İlk önce, bir tür saplantı hâline getirdiğinizi tahmin ettiğim şu ‘insancıllık’ meselesi ile ilgili son bir açıklama yapıp, konumuzun bu safhasını kapatayım. Çünkü, asıl konu olan ‘kapitalizm karşıtlığı’na odaklanmamız gerekirken, birbirimizin ne olup / ne olmadığına sarıp duruyoruz:

    Çevirisini aktardığınız metnin tamamına yakını, ‘yukarıdan-aşağıya şekillendirici, yüksek perdeli, kalıpsal/kalıpçı, —en doğrusunu burada okuyorsunuz— temalı, ve pek çok emrivaki’ cümleler içeriyor. İğnelemeler epey var ama çok kusurlu. ‘İnsan davranışlarının belirleyiciliği’ hususunda önemli tespitleri yazarken, sık sık direksiyonu kırıp, ‘insancıllık’ gibi temel taşların, adeta ‘weakness [zayıflık]’ olduğu yollu ifadeleriyle ‘marxistlerin [ve genelde sosyalistlerin de]’ düşmanlarının ekmeklerine yağ sürdüğü iddialarını ortaya atıyor, ne yazık ki asla genelleştirme yapılmaması gereken pek çok cümle var. Kalıplarına uymayan pek çok tabiri yok saymak, hakir göstermek yaygın, ‘hastalıklı ve bulaşıcı bunlar, fazla yaklaşmayın’ gibi önyargı dolu mesajları mevcut. Metnin içinde, hayatta düzeltilebilecek aksaklıkların tespiti ve reaksiyon gerekliliği yer yer harikûlade anlatılırken, metnin birçok bölümü ’işaret parmağını sinirli sinirli sallayıp, bu metni okuyan kişileri hizaya sokmak’ amacını taşıdığını okuyanın gözüne batırarak gösteriyor. Daha çok dinî metinlerde görülen ‘buyurgan üslûp’, burada da yaygın. Bunlara mukabil: Para mekanizmasının işleyişine muazzam eleştiriler var, rekabet mefhumunun insanları nasıl birer [teşbihimi mazur görün] yarış atına dönüştürdüğü fevkalade anlatılmış, özgürlük kavramı ile ‘tahammül etmek’ eyleminin piyasa tarafından nasıl aynı anda istismar edildiği, ve dahası. Bütün bu sarmal yapı, cümleler peşpeşe geldiğinden, sadece bir paragrafı, bir cümleyi çekip masaya yatırarak analiz edilemez. Metnin pek çok yerinde doğru gözüken bir tespit, birkaç cümle sonra bu görüntüsünü ne yazık ki bertaraf edebiliyor. Birçok kavram ‘keskin sınırlar içinde’ tanımlanıyor ve eleştiriliyor, ‘jumping to conclusions & hemen sonuca atlamak’ yaklaşımı epey yaygın, ve bunların okur tarafından zaten kabul edildiği varsayılıyor. Kendilerine yöneltilebilecek herhangi bir ifadeyi, ani, telaşlı, kızgın bir refleksle yere yatırma amacı taşıyan cümleler pek çok. ’Ördüğümüz bu kale duvarını, herkes kolay kolay aşmamalı’ gibi böbürlenmeler de yer yer kendini gösteriyor. Bu tür metinlerin didaktik olması gayet anlaşılabilir bir durum, fakat bu didaktikliği kalıpçı bir amaçla anlatmak, ’en doğruculuk’ ısrarı, metnin pek çok yerinde işaret etmek istediği asıl olguların, asıl tehlikelerin görünürlüğünü azaltıyor, kendi kendine set çekiyor.

    Safhayı kapatıyorum:
    Evet, ben ‘insancıl’ım, ve bundan memnunum. Memnuniyetimin kimse tarafından övülmesi veya yerilmesi beklentisi içinde de değilim. Bu konuda kim ne yazarsa yazsın, sadece kendi vaktini harcamış olur.

    Siz [farkında olmayı istemesiniz de insancılsınız], size ‘insancıl’ dememi istemiyorsunuz. 314 no’lu metnimin sonlarına doğru ‘Unutmayın:’ kısmından sonra yazdıklarımı ve 328 no’lu metnimin son iki paragrafında yazdıklarımı tekrar okuyabilirsiniz.

    İsterseniz siz de, hem benim, hem bu sayfadaki diğer ziyaretçilerin ne olup / ne olmadığı ile ilgili niyet okuma denemelerinize vakit harcamaktan vazgeçip, asıl konumuz olan ‘kapitalizm karşıtlığı’na yönelin. Artık, bu hususta gereksiz yere uzatmak istemiyorum, siz isterseniz uzatabilirsiniz.

    İnsan, doğası gereği, ‘bencil’dir. Psikoloji ve benzerleri icat edilmeden önce de ‘bencil’di. Necip’in [ve muadillerinin] kapitalizmin refakatçılığını yapmalarını eleştiriyor oluşum, insanın doğuştan var olan özelliklerinin hepsine yok dememi şart koşmaz. Kapitalist sistemin, insanın içinde var olan bencilliği körükleyip, kendi cani plânları doğrultusunda nasıl kullandığına bizzat kendim de şahidim. Haberlerin duyurusunu sürekli yapıyorum, yukarıdaki metinlerimin ekseriyetinde defalarca yazdım, isterseniz dönüp okuyabilirsiniz.

    Iskalamayınız:
    Kapitalizmi ortadan kaldırmak zorundayız.
    İnsanın bencilliğini ortadan kaldırmayı ‘konuşmak bile’ abesle iştigal.

    reformist/din’i öz— Şifreli/kod’lu yazmadığım hâlde, niçin söylemediğim/yazmadığım şeyleri, söylemişim gibi / yazmışım gibi getiriyorsunuz? Bu tavrınız size asla yakışmadığı gibi, argümanlarınıza gölge de düşürüyor. Bu sitenin daha önceki sayfalarında defalarca yazdım: Herhangi bir ‘din’le uzak/yakın temasım yok. Benim ne olup / ne olmadığımı, şifre/kod çözmeye çalışır gibi, araştırarak vaktinizi harcamayın. ‘Kapitalizm karşıtlığı’na odaklanın.

    Bir bebeğin [daha çok, ‘insan’ türünde olanını işaret ediyorum], anne rahminde geçirdiği 9 aylık sürenin evrelerini araştırmak, bulguları tartışmak elbette önemli. Bu hususta –Ogürsel– isterse tecrübelerini aktarabilir, çünkü mesleği kadın doğum uzmanlığı. Bebek, anne rahminden dışarı çıktığı an, bencillik de, rekabet de, daha hızlı ilerler. Bebek, daha aile ortamı içindeyken, kapitalist doktrinasyona maruz kalarak, sistemin kölesi olmak yolunda ilk adımlarını atar. ‘Kreş’, ‘anaokulu/sınıfı’ çağına gelene kadar, ne yazık ki, kapitalizm tarafından büyük ölçüde şekillendirilmiş, büyük ölçüde dizayn edilmiştir. Müdahale etmezsek, yani kapitalizmi ortadan kaldırmazsak, bu bebeklerin, Necip gibi ‘kapitalizmi –survival of the fittest– minvalli’ savunan karakterlere bürünme olasılıkları çok yüksek. Risk büyük…

    Yine, –niyet okuma denemeleri–, ve, hüsran: —bu “bencilligin” cigrindan cikmasini önleyen bir toplumsal DÜZEN lazim

    Düzen— mi…

    Ben, böyle bir şey [ve benzerlerini] iddia etmedim.

    [Aşağıdakileri, sizi tenzih ederek yazıyorum, çünkü sizi yakînen tanımıyorum.]

    Bazıları, düzeni, ‘discipline-obsessed’ teknokratların kurması ve kontrol etmesi gerektiğini savunur,

    Bazıları, düzeni, sadece ama sadece teknolojik gelişmelerin hayatı yönlendirmesi temelinde savunur,

    Bazıları, dinlerin anlattıkları/gösterdikleri doğrultusunda düzen kurmak gerektiğini savunur,

    Bazıları, düzen derken, şirketlerin [özel teşebbüsün] sömürüsüne karşı denge sağlanması gerektiğini öne sürerek devletlerin var olmasını savunur [tersini söyleyenler de mevcut, devletlerin sömürüsüne karşı denge sağlaması için şirketleri (özel teşebbüsü) savunanlar da var],

    Bazıları, düzeni, ‘Juristocracy & Jurisdictional & Judiciary-obsessed’ temel üzerine kurmak gerektiğini savunur…

    […Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…İnsan kellesi, düzen uydurmakta dipsiz kuyu gibidir…]

    Şifre/kod çözmek uğruna kendinizi heba ettiğiniz için, asla söylemediğim/yazmadığım şeyleri kendi dimağınızda yaratıp buraya getiriyorsunuz, beni [bazen de sayfadaki diğer ziyaretçileri] iddia etmediğim[iz] şeylerle [açıklamalarla, tezlerle, —bu/şu/o düzen lazim— gibi asılsız ifadelerle] itham ediyorsunuz.

    Yöntemime dikkatinizi çekerim, genellikle –sömürü mekanizmalarına– karşı mücadeleyi zemin yaparak hareket ediyorum. Sömürü mekanizmalarının feriştahı ‘kapitalizm’ olduğundan, hedefimde [ki sizin de hedefinizde]. [‘Devletler’ ve ‘Şirketler (özel sektör)’ yan yana. Biri diğerine üstün / biri diğerinden alçak değil. İkisi de eşit seviyede zehirli. İkisi de birbirini besliyor.]

    Eğer:

    ‘Materyalizm’,

    ‘Sosyalistler bunları, şunları, onları önce mi yaptı / sonra mı yaptı?
    Sosyalistler bunları, şunları, onları önce mi eleştirdi / sonra mı eleştirdi?
    Sosyalistler bunları, şunları, onları önce mi tespit etti / sonra mı tespit etti?’
    ,

    ‘SSCB’nin kıymetini bilenlerin miktarı ne kadar, azlar mı / çoklar mı?’

    Özellikle de ‘diyalektik, gül bitti‘ gibi…

    […Çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar…]

    Yazmakla bitiremeyeceğim[iz] konu başlıklarına daldığımızda [kusura bakmayın, bunu yazmayı pek istemezdim, ama mecburum] kendi içimizde debeleniriz. [Not: Bu ‘konu başlıkları’nın –önemsiz– olduğunu asla iddia etmiyorum, ve niyet okuma denemelerine başlamayacağınızı tahmin ediyorum. Dikkat buyurunuz: Adeta, sıralama var. İlk önce, kapitalizme karşı mücadeleyi genişletmemiz gerekiyor. Bu genişleme, akşamdan-sabaha, bugünden-yarına gerçekleşebilecek bir durum değil. Yukarıda yazdığım (ve daha da çoğaltabileceğiniz) ‘konu başlıkları’ üzerine kendi aramızda yaptığımız görüşmeleri şimdilik ertelemek zorundayız. Eğer, beynimizde biriktirdiklerimizi yarıştırmakta ısrar ederseniz, kendi fanusumuzda dolanırız, kapitalizm ise katliamlar yapmaya hızla devam eder, ediyor da.]

    Bırakın, kim nasıl haykırmak istiyorsa, kapitalizme karşı isyanını istediği şekillerde dile getirsin.

    Marxist [veya diğer türlü/çeşitli ‘-ist’] açıklamaların torna tezgâhından geçtikten sonra insanlar, kapitalizm karşıtlığı yapmalı, şablonunuzla dayatmacı olmayın.

    172 no’lu metninizde yazdığınız şu tespit mühim, unutmayın:
    para’nin herseyi belirledigi bir toplumda, para sahibi kapitalist sinifinin, “para babalarinin” gücü elinde bulunduran sinif/zümre oldugunu anlamak icin karl marx’i okumak $art degil.

    Son kez[*]:
    Karl Marx, kapitalist sistemin analizini yapan en önemli beyinlerden biridir.
    Fakat Marx, hiçbir düzen taslağı hazırlamadığı gibi, böyle bir şeye de yeltenmemiştir. Ben, marxist değilim, fakat sizin mahlasınızda –marxist– kelimesinin geçmesinden ötürü Marx’ın herhangi bir düzen tasarımcısı olmadığı gerçeğini hatırlamanızı ümit ederim.

    Size bir arkadaş tavsiyesi:
    Marxist ‘argumentation’larınızı kurarken, bu [*], aklınızın bir köşesinde daima bulunsun.

  344. –Necip–

    ‘sallandiracaksin 3unu 5ini; bak bakalim bir daha yapiyorlar mi?!’ gibi palyatif yontemler de yetecek gibi degil.

    Bu durumda, zannedersem, tek cozum, bunlari tek tek yakalayip itlaf etmek ve cesetlerini yaktiktan sonra kullerini de kirec cukuruna filan atmak.

    Kapitalizmden kurtulmak icin baska care yok; belli.

    İnsanları ‘survival of the fittest’ konseptine tutsak edip, ’kapitalist dogma’ ile harmanlayıp, Soma’daki maden ocaklarında cinayet işlenmesine sus, hasır altı et, Konya/Ereğli’de 40 günlük –Ayaz– isimli bebeğin kapitalizm tarafından öldürülmesine sus, hasır altı et, sonra, ‘sallandiracaksin 3unu 5ini; bak bakalim bir daha yapiyorlar mi?!’ gibi infaz yöntemlerini çirkefçe deklare et. İlk önce, refakatçılığını yaptığın kapitalizmin cinayetlerini sorgula.

    Kapitalizmin işlediği cinayetleri ‘meşru’ göstermek uğruna uydurulmuş bir açıklama [daha binlercesi var, hatırlatmaya kalksam, sitenin veritabanı çöker]:

    Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.

    Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.

    [Adam Smith, –Milletlerin Zenginliği, 1776–, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren Haldun Derin, sayfa 87, orta paragraf.
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ciltli/88700.html ]

    bunlari tek tek yakalayip itlaf etmek ve cesetlerini yaktiktan sonra kullerini de kirec cukuruna filan atmak.
    — Canilikte en ön sırada kapitalizm bütün vahşetiyle koşarken, arkalarda kalan diğer öldürme yöntemleri rekabet edemez.

    Kapitalizm, sadece ama sadece, sattığı ürünlerin/malların [ve hizmetlerin] reklam stratejilerinde hayatın sadece hazdan ibaret olduğu yanılsamasını devasa prodüksiyonlarla kurar ve yayar, pazarlamaya çırpındığı bu haz yanılsamasını üretirken [fabrikada, bankada, lokantada, hastanede, plazada, AVM’de, tekstil atölyesinde, inşaatta, tersanede, maden ocağında] yaptığı katliamların üzerini örtmek için yeni katliamlar yapmaktan çekinmez, işlediği cinayetlerin izlerinin asla kalmaması için titizlenen seri katil gibidir. Kapitalizm, iki direği taşıyan emekçinin çektiği çileyi değil, arasına gerdiği ipin üzerinde yürüyerek cambazlık yapan diğer emekçiyi göstermekte, bütün ilgiyi oraya toplamakta maharetlidir. Bu durumda, kapitalizmin ne kadar usta bir cani olduğu, direği taşıyan emekçilerle, ipin üzerinde yürüyen emekçiyi birbirine kırdırıp, kendini aradan sıyırıp kurtarmasıyla anlaşılır. Kumpaslar kurmak, emekçileri birbirine kırdırmak, tuzaklar hazırlamak, lafazanlıklar yapmak hususunda kapitalizmin eline su dökebilenler yok denecek kadar azdır.

    Paris veya Milano’daki kozmetik şirketleri, her yılın belli dönemlerinde, Kamboçya, Laos, Filipinler, Endonezya ve Brezilya başta olmak üzere, buralarda yıllar yıllar yıllar önce ‘sözleşme imzaladıkları’ yüzbinlerce ailenin, büluğ çağına henüz girmiş kızlarının saçlarını, Paris ve Milano’dan gönderdikleri özel eğitimli personellerle kestirip, özel kapsüllere yerleştirip ‘tazeliği sönmeden’ şirketlerine götürürler. Bu ‘organik’ saçlarla ürettikleri peruk, kirpik, uzatma materyalleri [çıt çıt saç, postiş] gibi mallarını, sözleşme imzaladıkları ailelere ödedikleri paralardan katbekat yüksek fiyatlarla, özellikle ‘Batı’ ülkelerine [ve Batı standartlarına erişmeye uğraşan diğer ülkelere] satarlar. Alan razı ve satan razıysa, ne kadar da ‘insancıl’ bir düzen, değil mi… [Postundan istifade edebilecekleri türlü/çeşitli hayvanlara ve bitkilere erişim mümkün iken, yukarıdaki uygulama devam ediyor.]

    –Kapitalizmi ortadan kaldırmak– derken, aklına sadece ama sadece, [itlaf etmek], [ceset yakmak], [kulleri kirec cukuruna dokmek] gibi dehşet senaryoları geliyor. Köşeli [] parantez içindeki kelimelerinle aslında, Soma’da, Mecidiyeköy’de, Kocaeli’de, Antalya’da, Muş’ta, Dubai’de, Bangladeş’te, Şili’de, Rusya’da, Brezilya’da, Çin’de, ABD’de, Suriye’de kapitalizmin katliamlarını özetlediğinin farkındasın, ama itiraf etmek işine gelmiyor.

    Yazık, ve şaşırmadım.

    Çünkü, ‘survival of the fittest’ konseptini insana yamamayı gaye edinmiş [herkes değil, bazı] kişiler, ölüm hususunu pek umursamaz.

    Geçmişin hatalarını bugün de, yarın da tekrarlamaya mahkûm değiliz.

    Biz, ‘kapitalizm karşıtları’, hayatı savunuyoruz, bunun için mücadele ediyoruz.

    Kapitalizm gibi, öldürmeyi değil.

    Necip, ‘survival of the fittest’ konsepti içinde kendini yeteri kadar kuvvetli hissediyorsan, Elon Musk’ın, Mars’a insanlı araç/mekik/roket gönderme projesine kayıt olmayı deneyebilirsin. Eğer, yapılan testler neticesinde yeteri kadar ‘fit’ olduğun anlaşılırsa, hâlihazırda var olan birikimine Musk’tan alacağın parayı da ekleyerek küçük/orta çapta bir servet de elde edebilirsin. Üzüldüğüm nokta ise, eğer bütün testlerde ‘fit’ çıkabilip ekibe katılabilirsen, bu programla Mars’a ulaşabilirseniz, ve orada koloni kurabilmek için ilk hamleleri yapabilirseniz, orayı da köküne kadar sömürmek için çırpınacağınızdır.

    ‘Dünya’yı kapitalizmden koruyamıyoruz, bari ‘Mars’ı [ve uzayı] zehirlemenize engel olalım. Bu proje [ve benzeri projeler] uygulamaya konulmadan önce, ‘kapitalizm karşıtlarının’ yapması gereken birçok hamle var.

    Yapacağız…

  345. “Geçmişin hatalarını bugün de, yarın da tekrarlamaya mahkûm değiliz.”

    Malesef, mahkumsunuz. Cunku, analizleriniz temelden yanlis. Yeldegirmenleri ile, kotu ruhlarla mucadele ediyorsunuz fakat farkinda bile degilsiniz.

    Eger, ‘kapitalizm’ dediginiz sey sizin sandiginiz gibi suurlu bir varlik filan olsaydi, eminim size kiciyla gulerdi.

    “‘Dünya’yı kapitalizmden koruyamıyoruz, bari ‘Mars’ı [ve uzayı] zehirlemenize engel olalım.”

    Bana uyar.

    Gidin Mars’a, onlarin basina tebelles olun.

    Marslilar dusunsun artik.

  346. marxist argüman

    anonim 342, 343,
    1. sen, argüman ve tez’lerle fikir tart$masi yapmayi ya bilmiyorsun/ögrenmemi$sin ya da i$ine gelmiyor.

    2. ben sana somut sorular soruyorum, kar$iliginda da somut cevaplar bekliyorum; sen somut cevap yerine edebi “betimlemeler” yapiyorsun. sorumu tekrar ediyorum: insanlarin tabiati geregi “bencil” oldugunu nasil tespit ettin? “bencil” soyut bir sifattir; elle tutulmaz, gözle ya da mikroskopla görülmez. ayni $ekilde insan “tabiati/fitrati” da yine soyut bir kavramdir; sen ve misyoner neco, sizde böyle soyut kavramlarin röntgenini/emarini ceken bir cihaz mi var? bencilligi, tipki bir tümör, ur gibi röntgenle, emarla tespit etmi$ gibi konu$uyorsunuz. sen ve misyoner neco, farkinda degilsiniz ama aslinda ayni $eyleri savunuyorsunuz: ikinizde melanetin kökü/kaynagi olarak insan “tabiatini/dogasini” ma$allah tespit etmi$siniz; yalniz röntgen/emar ile bilimsel olarak yaptiginiz te$histen, ikiniz farkli sonuclara varmi$siniz: misyoner neco diyor, “bu kanser gibi bir hastaliktir, bunun caresi yok, kaderimize razi olalim”, sen diyorsun “hayir, asla, bu iyile$tirilemez hastaligi daha da azdiran kapitalizm denilen kötü huylu tümörü temizlersek, hastayi kurtarabiliriz”. yani, ayni te$hisi koydunuz, yalniz tedavi yönteminde anla$amiyorsunuz: ben sizi birbirinize havale ediyorum; bakalim kim kimi ikna edecek.
    sen de ve necip’te söyle bir vaka da tespit ettim: siz “soyut/abstrak” dü$ünce dünyasindan, “somut/konkret” dü$ünce dünyasina geci$ yapamiyorsunuz. ikinizi de daha önce kamuoyu önünde “umutsuz vaka” olarak ilan etmi$tim zaten.

    3. gezegenleri ve uzayi kurtarmaya soyunmu$ süpermen pozlarinda yaziyorsun; böyle devam edersen misyoner neco seninle fena kafa bulur, benden uyarmasi.

    kapitalist misyoner neco, iki cift lafta sana edeyim. anaokulunda oyuncak icin kavga eden cocuklari “kar$i argüman” olarak yazacagini biliyordum; ben adamimi tanirim. yalniz, dikkat edersen ben orda özellikle “kapitalist anlamda” rekabet diye yazdim. oyuncak icin kavgayi/rekabeti cözmek sorun degil ki: cocuklara “sirasiyla yarim saat sen, yarim saat da sen oyna” dersin, meseleyi cözersin. sen, sabahtan ak$ama kadar bir oyuncaga yapi$ip, oynayan bir cocuk gördün mü hic? kim önce oynayacak dersen, onunda cözümü kolay: yazi tura atarsin.

    ben kapitalist rekabet derken, örnek, A.B.D.’nin dünya hegamonyasi ya da devletlerarasi rekabetten bahsediyorum. atom bombasinin belirleyici oldugu devletlerarasi rekabeti götürüp iki cocugun oyuncak kavgasiyla kar$ila$tiriyorsun. oyuncak ile oynamak, gecici bir hevestir, cocuk oynar, bikar, sonra birakir. fakat, kapitalist anlamda paranin/egemenligin/hegemonyanin limiti/tatmin SINIRI yok; sen, bir devletin “bu kadar büyüdüm, serpildim, yeter daha fazla acilmayayim” dedigini gördün mü hic?
    sen, bir kapitalistin “yeteri kadar para biriktirdim, yedi sülaleme yeter de artar, allah bin bereket versin” dedigini hic duydun mu?
    peki bu “hirsin”, “tatminsizligin”, “ölcüsüzlügün”, SINIRSIZ para/sermaye biriktirme davrani$inin kaynagi nedir?
    insanin “pis” “tabiati/ahlaki/fitrati” midir?
    cevap: hayir, cünkü kapitalist dünyada para, insanlarin ihtiyaclarini kar$ilamasi icin olmazsa olmaz $arttir; parasiz hayat aclik, sefalet, rezillik demektir. bundan dolayida para biriktirmenin SINIRI/limiti de yoktur.
    sonuc: melanetin kaynagi insanin “tabiati/fitrati” degildir; melanetin kaynagi kapitalist para ekonomisidir. bundan dolayi, hedefe koyulmasi gereken tek tek i$adamlari degil, kapitalist para ekonomisidir.

    ben kapitalist rekabet derken, pazarda birbirlerinin ayagini kaydirmak, birbirlerini iflasa sürüklemek icin yari$an sirketlerden, holdinglerden, firmalardan bahsediyorum.
    yani örgütlenmi$, organize olmu$ siyasi ve ekonomik rekabetten bahsediyorum.

    örnek, T.C.’nin diger devletlerle kapitalist/emperyalist rekabetinin kaynagi tayyip erdogan’in “fitrati/tabiati” degildir; “devlet” denilen egemenin siyasi/ekonomik hedefleriyle alakalidir; devletlerarasi ili$ki zaten bir egemenlik/bogun erdirme ili$kisidir. tayyip erdogan gibi devlet adamlari, bu göreve/misyona gönüllü/bilincli talip olanlardir. dolayisiyla, burda da melanetin kaynagi politikacilarin “fitrati/tabiati” degil, melanetin kaynagi “devlet” denilen egemendir. bundan dolayi, hedefe koyulmasi gereken tek tek politikacilar degil, devletlerin varligidir.

  347. “Cansız atomdan, canlı moleküllere geçtiğimizde genetik bir şifremiz var mıydı?”
    “Evrende bilimsel atom, gerici su, ilerici çay, sosyalist karpuz, dindar fasulye, Atatürkçü rüzgar, faşist kasırga, kapitalist öküz, İslamcı yağmur, Türk ateş, Kürt maydanoz, Hıristiyan oksijen, Budist solucan, Yahudi ağaç, felsefeci metan, mantıkçı helyum, ekonomist soğan, aptal hidrojen, akıllı azot, sanatçı sülfür, özürlü kalsiyum, zaten kendisi çevre olan çevreci molekül, insanlarla aynı moleküllere sahip olan örneğin vatansever inek, vatan haini maymun, mutlu böğürtlen, sapık acur, ya da kafayı yemiş bir molekül vb. görülmemiştir.
    Laiklerdeki moleküller ilerici de, İslamcılardaki moleküller gerici mi? Türk moleküller üstün, Kürt moleküller alçak mıdır? İslamcı moleküller makbul, diğerleri tu kaka mı? Hadi ya! Öyle diyorsanız aman organ nakli yaparken dikkat edin!”
    http://www.kitapgalerisi.com/_85197.html

  348. Kapitalizm yanılgısı “Tanrı Yanılgısı” (The God Delusion, Richard Dawkins’in kitabı) gibi bir şey mi?

    https://tr.wikipedia.org/wiki/Tanr%C4%B1_Yan%C4%B1lg%C4%B1s%C4%B1

    Siz ne dersiniz Necip?

  349. Tarihsel Devamlılık

    Devletlerin yayılmacılığından bahsederken sanki bu devletler yakın tarihte gökten zembille inmiş gibi, bir ülkenin bir dönemindeki devlet önceki dönemlerdeki devletlerin devamı değilmiş gibi konuşuluyor. Arada istila, işgal, isyan, geçici yönetim ve yönetim boşluğu gibi dönemler tarihsel devamlılığı değiştirmez. Bu devamlılığa bazı örnekler verelim:

    Fas (8. yy. Arap/Emevi fethinden itibaren)
    İdrisiler: 789-974. Kurucusu Abbasilerden kaçarak geldiği Fas’ta ülkeye bu adı veren Fez şehrini kurup başkent yapan Hz.Ali torunlarından I. İdris
    Endülüs Emevileri ve Fatımilerin ülkeye yayıldığı bir ara dönem
    Murabıtlar: 1040-1147
    Muvahhidler: 1121-1269
    Meriniler: 1244-1465
    Vattasiler: 1472-1554
    Sadiler: 1511-1659
    Filâliler: 1631-…. (1912-1956 himaye dönemi, 1956 tekrar bağımsızlık)

    Mısır
    Eski Mısır/Firavunlar > Asur yönetimi > Pers yönetimi > İskender > Ptolemaioslar > Roma ve onun ikiye bölünmesinin ardından Doğu Roma/Bizans yönetimi > Sasanilerin kısa süren işgali > tekrar Bizans > Araplar
    Toluniler: 868-905. Kurucusu Abbasi komutanı Tolun’un oğlu, Abbasilerin Mısır valisi Ahmed bin Tolun
    Tekrar Abbasi valileri: 905-935
    İhşidiler: 935-969. Kurucusu Tolunilerin Şam valisi Tuğgaç bin Cuff’un oğlu, İhşid unvanlı Muhammed bin Tuğgaç
    Fatımiler: 969-1171. 909’da Tunus’ta kuruldular, 969’dan sonra Mısır’ı ve kurdukları Kahire’yi merkez edindiler
    Eyyubiler: 1171-1250. (Hama Eyyubileri 1348’e, Hasankeyf Eyyubileri 16. yy başına kadar devam etti)
    Memlukler: 1250-1517. Kurucuları Eyyubilerin memluk/köle komutanları
    Osmanlı yönetimi: 1517-1805
    Kavalalılar: 1805-1953. Kurucusu Osmanlıların Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa
    Muhammed Necib: 1952-1954
    Nasır: 1956-1970
    Enver Sedat: 1970-1981
    Mübarek: 1981-2011
    Mursi: 2012-2013
    Sisi: 2014-….

  350. 345 –marxist argüman’a–

    Argüman ve tezlerle fikir tartışmasının nasıl yapıldığını sizden veya başkasından öğrenecek değilim. [i$ine gelmiyor] tabiriniz, yine, –niyet okuma çabanız–.

    –İnsan davranışları– denen muazzam genişlikteki bir alanı, sadece mikroskopta araştırarak sonuçlar elde etme peşindeyseniz, araştırmanızı çok dar bir açıyla yürütüyorsunuz demektir. Birçok davranışta olduğu gibi –bencilliğin de– köklerini mikroskopta aramak isterseniz, hem mikroskoba, hem gözlerinize yazık edersiniz. [“soyut/abstrak” dü$ünce dünyasiyla, “somut/konkret” dü$ünce dünyasini] kıyaslama hususunu yeniden değerlendirmeniz gerekebilir.

    Kamuoyuna, kimleri, hangi sebeplerle, hangi sonuçlara ulaşarak ilan etmenizin tesiri, ‘kapitalizme karşı mücadelelere’ pek yok gibi gözüküyor. Kendinizi bir tür ‘onay makamı’ gibi görüp, sizin onayınızden geçenlerin bu sayfa ziyaretçileri tarafından kabul ediliyor olduğu yanılsamasına sahip olabilirsiniz.

    Superman— mi… Bu, ve benzeri karakterler ile herhangi bir temasım yok.

    315 no’lu metnimde şu ifadem yeterli: Sancho Panza gibi bir kurnazlık kumkuması olmaktansa, Don Quixote olmayı tercih ederim/z, kimsenin eleştiri ve/veya onaylama hamlelerini umursamadan.

    Son tavsiyem:
    Eğer, beynimizde biriktirdiklerimizi yarıştırmakta ısrar ederseniz, kendi fanusumuzda dolanırız, kapitalizm ise katliamlar yapmaya hızla devam eder, ediyor da.

  351. –Necip–

    Marslıların varlığı/yokluğu konusunu tartışmak, şimdilik, pek rasyonel gözükmüyor. [Eğer oraya insanlar yerleşirse, Dünya’da African Americans gibi kimlik kategorileri nasıl yaygınsa, Mars’ta ikamet edenler ‘Earth-based Martians’ gibi kategoriler de uydurabilir… –The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy– serisini 2000’li yıllara güncelleyerek yaz yaz bitmez…]

    ‘Dünya’ adlı gezegende ‘sömürü uzmanı nasıl olunur?’ sorusu üzerine epey tecrübe edinmiş olan kapitalistler, ‘Mars’ adlı gezegenin de köküne kibrit suyu dökmek, orayı da kâr hırsıyla sömürmek isterler mi / istemezler mi? Bu probleme kafa yormamızın daha mantıklı olacağı kanaatindeyim. Malûm, ‘1989’dan sonra tek kutuplu dünya’ diye ötenler pek çok ya, acaba ‘2000 küsür yılından sonra tek kutuplu mars’ diye ötenler de çıkar mı… Sömür, sömür, sömür, kâr etmek tek amaçtır, kâr etmek tek amaçtır, kâr etmek tek amaçtır… Kapitalistlerin motivasyon marşı. Jeopolitik jargonda ‘Dünya’ sadece bir gezegen ismi olarak değil, bir siyasi etki alanı, düzlem, kutup, yaygınlık, tahakküm simgeleri işlevi de görüyor. Mars da işin içine girerse, jargonu update etmek gerekebilir.

    Kapitalistler, ‘Dünya’yı yok etmek üzere. Kendileri de mevta [mefta] olacak, umurları değil.

    Geçmişte, ‘Dünya’da saymakla bitiremeyeceğimiz çekişmeler yaşadık, bugün de yaşıyoruz [sadece ‘kapitalizm’ menşeli değil, diğer birçok ‘–izm’ menşeli olanlar da dahil], yarın öbür gün ‘Mars’a seyahat kolaylaşırsa, orada da:
    Leninism,
    Stalinism,
    Trotskyism,
    THKP-C/HDÖ – Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi / Halkın Devrimci Öncüleri [Acilciler],
    ‘Foco & Focalism & Foquismo’cular,
    RAF – Rote Armee Fraktion,
    MLSPB – Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği,
    Black Lives Matter,
    WUO – Weather Underground Organization,
    Occupy Wall Street,
    FKÖ – Filistin Kurtuluş Örgütü,
    SI – Situationist International,
    Geziciler & Çapulcular,
    ‘7 Ağustos 2016 ruhunu koruyalım’cılar,
    Ülkücüler,
    Fethullahçılar,
    ‘R4BIA’cılar,
    Dinî & Uhrevi klikler,
    Ulusalcılar,
    Libertarian Capitalists,
    Ve yaza yaza parmaklarımızın kopacağı diğer türlü/çeşitli teşkilatçıklar, ‘Mars’ta da koloni kurmaya yeltenirlerse, vah ki vah.

    ‘Survival of the fittest’ konseptini kapitalist dogmayla harmanlayarak insana da ikame etmeye çırpınıyorsun, olmuyor, beceremiyorsun.

    Kapitalizm k*çıyla kahkahalar atarak, cinayet işliyor cinayet!

    Sen ve muadillerin kapitalist dogmanızla hayata tebelleş olmayın, başka ihsan istemeyiz.

  352. “kapitalist misyoner neco, iki cift lafta sana edeyim. anaokulunda oyuncak icin kavga eden cocuklari ‘kar$i argüman’ olarak yazacagini biliyordum; ben adamimi tanirim. yalniz, dikkat edersen ben orda özellikle ‘kapitalist anlamda’ rekabet diye yazdim. oyuncak icin kavgayi/rekabeti cözmek sorun degil ki: cocuklara ‘sirasiyla yarim saat sen, yarim saat da sen oyna’ dersin, meseleyi cözersin. sen, sabahtan ak$ama kadar bir oyuncaga yapi$ip, oynayan bir cocuk gördün mü hic? kim önce oynayacak dersen, onunda cözümü kolay: yazi tura atarsin. ”

    Oyuncaklarini paylasamayan, paylasmak istemeyen cocuklara –bu rekabet ciddi kavgalar ve daha da tehlikeli sonuclar vermesin diye–, birisinin ‘dur’ demesi, onlara (olabildigince adil yollarla) bazi kurallar dayatmasi gerekiyor.

    Sadece iki memesi olan annenin, ucuz-dorduz dogmus bebeklerin, yetersiz sayidaki memelerine bebeklerin erisim sirasini tayin ve kontrol etmesi gibi.

    Baska bir deyisle, eger kaynaklar kisitli ise –ki, cogu zaman oyledir– bu kaynaklara erisim arzusu rekabeti dogurur.

    Bu rekabetin yikici olmasini engellemek icin, duzenlemek icin bir ‘ust otorite’ gerekir.

    Bu ‘ust otorite’, taraflar arasinda muzakere/pazarlik ortamini kurar ve gereginde (anlasmazliklar cozulemez hale gelirse) kendisi kural koyar ve taraflara dayatir.

    Sosyoekonomik hayatta bu ‘ust otorite’nin karsiligi ‘devlet’tir.

    Yani; sonunda, gele gele, ‘devlet’ dedigimiz mekanizmanin neden ortaya ciktigina geldiniz. Aferin.

    Devlet, insanlarin fitratindaki iyilik, kotuluk, bencillik, paylasimcilik vb gibi davranis bicimlerini yok etmez; bunlarin asiriya gidip yok edici (destructive) rekabete yol acmalarina engel olur.

    Gorevi (var olus sebebi) odur.

    Bunu yeterince basarili yapip yap(a)madigi ayri bir konudur.

    Buradan, pratik hayatta gordugumuz, ‘devleti kucultelim’ yavelerine geliriz: Bunun tercumesi sudur: ‘Biz kendimizi rekabet acisindan avantajli/ustun goruyoruz; tekellesme yolunda devlet bizi engellemesin’.

    Malesef bu zokayi yutan ‘solcu’larimiz da var.

    Sarkacin oteki ucudur bu.

    “Madem insanlarin arasindaki rekabeti tamamen ortadan kaldirmak mumkun degil, ‘devlet’ denen aygit butun ekonomik faaliyetleri (‘merkezi planlama’ ile) belirlesin” diyen –adina da ‘komunizm’ denen– yaklasimin basarisiz olusu sonrasinda hayli revac bulan bir yaklasimdan bahsediyoruz.

    Ben hem ‘merkezi planlama’ fetisini hem de ‘hersey serbest olsun, devlet hic karismasin’ fetisini ahmakca buldugumu daha once de yazdim.

    Optimum cozum, her ikisinin arasinda bir yerlerde olmali.

    Yani, devlet, bazi konularda –bir muddet icin– ‘merkezi planlama’ yapabilmeli; bazi konularda da –yine, bir muddet icin– butun faaliyeleri sebest birakabilmeli. Diger durumlarda ise, duzenleyici olabilmeli.

    Isin kotusu, bu yaklasim, her iki uctaki purist (‘ya hep ya hic’ci) ahmaklara ters geliyor.

    “sen, bir devletin ‘bu kadar büyüdüm, serpildim, yeter daha fazla acilmayayim’ dedigini gördün mü hic?”

    Tabii ki, gordum.

    Buna en guzel ornek Amerika’nin kesfidir. Eldeki veriler, Amerika kitalarinin varliginin hem Osmanli hem de Cin Imparatorlugu tarafindan bilindigini gosteriyor. Her ikisi de, iglilenmemistir.

    “sen, bir kapitalistin ‘yeteri kadar para biriktirdim, yedi sülaleme yeter de artar, allah bin bereket versin’ dedigini hic duydun mu?”

    Tabii ki, gordum.

    Baska binlerce ornek var ama aklima ilk gelen, mesela, Izzet Baysal olabilir. Siz, buyuk bir ihtimalle (Almanya’da yasadiginiz icin) bilmeyebilirsiniz, ama bu zat-i muhterem, kazandigi butun parayi/servetini Bolu’da universite kurmak icin harcadi.

    Sonunda da, zannedersem, bir huzurevinde hayata gozlerini yumdu. Kurdugu vakif devam ediyor.

    Bolu’ya giderseniz, neredeyse sayisiz (irili-ufakli) ‘Izzet Baysal susu-busu’ cinsinden (agirlikli olarak saglik-egitim) kurumu gorebilirsiniz.

    Ben gittgimde sasirmistim; cunku, Bolu, bir tur ‘IzzetBaysal’istan olmus. Her yerde onun adini tasiyan tabelalarin oldugu kurumlar var.

    Isin ilginci, dolayli da olsa, Izzet Baysal’i tanirdim. Sirketinin ismi ‘Izsal Dokum’ idi ve hic de o kadar buyuk bir sirket degildi –hala daha devam ediyor ama daha da kuculdu.

    Yani, adam, Bolu’yu parayla satinalmis degil. Yardim ederek gonullerini kazanmis olsa gerek.

    Benzer ornekler hem ABD’de, hem Ingiltere’de hem Almanya’da, hem Fransa’da hem de baska bir suru yerde cok var.

  353. marxist argüman

    necip, izzet baysal’i örnek vermi$sin; istisnalar kaideyi bozmaz, tam tersine tasdik eder.
    necip ve 348 nolu yorumcu gibi devleti idealize eden fikirlerin kaynagini aydinlatmak icin alman “gegenstandpunkt” dergisi yazarlarindan “Freerk Huisken”in internet sayfasindan, devleti me$rula$tiran ideolojiler üzerine kisa bir yazisini türkceye tercüme ederek a$agiya aliyorum.

    350 anonim;
    sen de en az necip kadar usta bir demagogsun; gezegenleri ve uzayi kurtarmaya soyunmu$ “kahraman” pozlarini birak da benim $u soruma bir cevap yaz ki, hem ben hem de diger okuyucular aydinlansinlar: bencilligin insana özgü oldugunu hangi bulgulara, verilere, olgulara dayanarak tespit ettin?
    bir taraftan “hümanizm” vaazlari veriyorsun; insan “kötücül” degildir diyorsun, diger yandan da dünyada ki “sorunlarin/kötülüklerin” kaynagi olarak insanin “tabiatini/fitratini” kaynak olarak gösteriyorsun. burda bize kapitalizm ve hümanizm vaazlari vermeye ara ver ve düsüncelerini tekrar bir gözden gecir.
    bakiyorum, yazar isimleri saymayi biraktin, bu sefer örgüt/organizasyon isimleri saymaya ba$ladin. organize olmadan, örgütlenmeden mücadele nasil mümkün oluyor? senin yaptigin gibi, don ki$otluga soyunup, yel degirmenleriyle sava$arak mi?

    DEVLET’E DAIR IDEOLOJILER

    ideoloji 1: “Devlet herkesi-hepimizi temsil ediyor.” Halk ve devletin bir, ayni sey oldugunu varsayan bu iddia, obje ve subjeyi ayni seylermis gibi kabul ederek devlete yönelik bir elestiriyi geri cevirir, ret eder. Bu bakis acisi, halkin günlük faaliyetleri ile devletin siyasi-ekonomik programinin gerceklesmesine hizmet etmesini ve örnegin secimlere katilmak, oy kullanmak, kamu düzenine uyulmasini dogal bir vatandaslik görevi olarak görür. Yalniz bu yasal yükümlülük ve haklar, halkin kendi belirledigi seyler olmayip, siyasi otorite olan devlet tarafindan belirlenir. Halkin kendini devlet ile özdeslestirmesi, devlet ile halkin gercekten bir ve ayni seyler oldugu anlamina gelmez. Diyelim ki vergi toplayip, bu vergi gelirlerinin nereye harcanacagina karar veren halk degil devlettir vs. Halk, devlet programina gönüllü hizmet etsede , bu onun devlet egemenliginin objesi oldugu gercegini degistirmez.
    ideoloji 2: “Homo homini lupus-insan insanin kurdudur.” Siyaset bilimi, devletin varligini-gerekliligini insanlarin sözde vahsi tabiatina ve insanlarin bu vahsi tabiatindan dolayi devlet olmazsa birbirlerini “yiyecekleri” varsayimina dayandirir. Burdan varilan sonuc: devletsiz bir toplum düsünülemez; tabiati geregi siddete meyilli olan insanoglunu islah etmek icin devlet sart. Böyle sacma bir tezi cürütme cabasina girismek bir baska sacmalik olur fakat bu tezin kendi icinde celiskili oldugunu belirtmeden gecmeyelim: eger insan vahsi bir tabiata sahipse, yine insan tarafindan ve insan icin olusturulan devletin, insanin bu “vahsi egilimini” bastirmak yerine, bu “dogal hobisini” doyasiya yasamasi icin devletin buna imkan tanimasi daha mantikli olurdu.
    Ideoloji 3: Bu teze göre devlet, insanin dil, kültür, örf, adet gibi tabii özelliklerinin ifadesinden baska birsey degildir. Bu tez su gercekleri görmezden gelir, örnek: dünyada cok sayida insan ingilizce bilir, konusur ama, ingilizce konusan bu insanlarin hepsi otomotikmen “ingiliz” olmaz. Ayni sekilde almanca bilen bir insanin alman yazar Goethe’yi okumasi onun “alman” sayilmasi icin yetmez. Tipki her alman’in Beethoven’i dinlememesi yada sevmemesi gibi.
    Dikkat edilirse son iki ideoloji birbiri ile celisiyor: bir seferinde devlet, ortak dil-kültürel özellikleri sayesinde zaten “siyasi bir kolektif” olusturan insanlara hizmet icin vardir-gereklidir. Diger seferinde, güya vahsi bir tabiata sahip insanlarin bir arada yasamasini mümkün kilmak icin bir üst otorite olarak devlet sarttir. Her iki iddianin ortak noktasi: devleti insan tabiati ile iliskilendirmesi, insan tabiatina atfedilen celiskili uydurma özellikler ile devletin varligini mesrulastirmak.
    Sonuc: Devlet-halk iliskisine iliskin bu aciklamalar bu iliskiyi yeterince aciklamiyor. Birincisi, devlet, yasal yükümlülük ile insanlari vatandas yapmakta, bu yasal düzenleme ile insanlar “halk” denilen kolektifin (volkskollektiv) bir üyesi olup, üyesi olduklari o toplum icin savasta ve barista sorumluluk tasimak zorundadirlar.
    ikincisi, devlet, halk denilen bu siyasi kolektifi günlük islerinde“kamu düzenine” uymaya mecbur kilarak, halki, devletin siyasi-ekonomik programinin gerceklesmesi icin hizmete ko$mu$ olur.

  354. “Kapitalizm yanılgısı ‘Tanrı Yanılgısı’ (The God Delusion, Richard Dawkins’in kitabı) gibi bir şey mi?”

    Ilginc; cok ilginc bir benzeme yakalamissiniz.

    Bir tur ‘ayna simetrisi’ turunden bir benzeme.

    ‘Ayna simetrisi’nden kasdim su:

    Dinler, peygamberler, ruhban taifesi vs. guclerini ‘herseyi bilen’, ‘hersey gucu yeten’, ‘zaman ve mekan ustu olan’, ‘her zaman her yerde olan’ bir tanri modeline dayandirirlar; malum.

    Sozkonusu ‘tanri’, aradabir kotuluk yapmis gibi gorunse de, bunlar turlu cesitli ‘hikmet’lerle tevil edilerek, aslinda herkesin iyiligini istedigi kabul edilir.

    Gercek kotuluk ise, tanrinin kendi yarattigi fakat bir turlu yoketmege de eli varmadigi seytan ile temsil edilir.

    Model ozetle budur.

    ‘Kapitalizm’ ise, ‘anti-kapitalist’lerin gozunde, tanri degil de seytani temsil ediyor –yani, her turlu kotulugun anasi-babasi.

    Boyle bir teoloji olabilir mi?

    Eh, olur tabii; nicin olmasin.

    Gerci, (nihai iyiligi ve mutlak kudreti temsil eden) tanri olmaksizin kurulan teolojik modeller topal olur; ama, bu topalligi, boslugu, soyle dolduruyorlar gibime geliyor:

    Kendileri, ‘anti-kapitalist’ler, zimnen (ve kollektif olarak) tanri rolunu ustleniyorlar:

    Kotuluk/seytan (yani, ‘kapitalizm’) tamamen yok edilemese bile; cok da onemli degil, onlar butun iyilikleri temsil eden bir inancin tanrisi/ruhbani oluveriyorlar.

    ‘Butun iyilikleri temsil’ edince insan, tabii ki, baska herkesten her turlu saygiyi talep etmek, beklemek hakkina da sahip oluyor, haliyle.

  355. marxist argüman

    ​”Türkiye’nin Suriye’de sürdürdüğü Fırat Kalkanı operasyonu kapsamında dün gece ülkenin kuzeyine hava operasyonu düzenlemesinin ardından Suriye ordusundan yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
    Suriye hava sahasını bir kez daha ihlal etmeye çalışacak Türk savaş uçaklarının icabına bakılacak ve tüm imkanlar kullanılarak düşürülecektir.
    Fırat Kalkanı’nın başlamasının ardından nehrin batısına geçilmemesi için YPG’yi hedef alan TSK bu defa batıdan ilerlemek isteyen Afrin kantonundaki YPG’lileri vurdu”.
    BASIN

    1. rusya’nin T.C. sava$ ucaklarinin suriye topraklarinda operasyon düzenlemesine göz yummasindan anliyoruz ki, T.C., rusya ile yaptigi anla$ma ile suriye de hava operasyonu düzenleme izni almi$.

    2. A.B.D., daha önce suriyede T.C.’nin “ucu$a yasak bölge” teklifine sicak bakmami$ti. fakat son zamanlarda amerika da, suriyede “ucu$a yasak bölge”nin gerekliliginden bahsetmeye ba$ladi. yine amerika’nin T.C. sava$ ucaklarinin ypg’lileri bombalamasina ses cikarmamasindan anliyoruz ki, “kantonlarin birle$mesini engelleme” konusunda amerika ve T.C. hemfikirler.

    3. rojavada/kuzey suriyede bir kürt federasyonu projesi ne amerka, AB, rusya, cin gibi küresel güclerin ne de bölge devletlerinin hesabina/cikarina uyuyor, yani rojavada bir kürt federasyonu projesi dünyada hicbir devletten destek bulmuyor. (bu sitede ki türk milliyetcileri/irkcilari derin bir “oh” cekebilirler.) irak merkezi hükümetinin, barzani ve türkiyeye kar$i pkk’ye taktiksel amacli kismi bir destegi sözkonusu fakat, “$ii” blok icinde yer alan ve esad rejimi ile müttefik olan irak merkezi hükümetinin, suriyede bir kürt federasyonuna destek vermesi sözkonusu bile olmaz.

    4. T.C.’nin irak ve suriye politikasi, T.C.’nin ortadogu bölgesinde “oyun kurucu” bir güc olmaya kararli oldugunu, bunu, amerika, AB, rusya gibi global güclere tasdik ettirmek icinde elinden geleni -bir yandan tavizler vererek bir yandan da güc gösterileriyle- ardina koymayacagini gösteriyor.

    5. T.C. bir yandan, devletin “bölünmez bütünlügünü” tehdit eden kürt ulusal haretiyle kendi “milli güvenlik stratejisi” dogrultusunda mücadele ederken, diger yandan “bölücü terör” tehdidini/argümanini bir kaldirac/gerekce olarak kullanarak, suriyeye kalici olarak yerle$meye cali$iyor.
    esad rejimi, her ne kadar “türk savas ucaklarini dü$ürürüz” diye tehdit etsede, ic sava$ta yillardir kan kaybeden esad rejiminin “zorba” türk devletini suriye topaklarindan kovacak gücü/kuvveti olmadigini akp hükümeti de biliyor.

    6. tayyip erdogan ve öcalan’in, müslümanlik cimentosunu harc olarak kullanip, türkleri ve kürtleri “islam bayragi” altinda birle$tirme; türk devlet cikarlari ile kürt ulusal taleplerini uzla$tirma projesi olan “cözüm süreci”, türk devletiyle kürt ulusal cikarlarinin tabiati geregi celi$mesi/uzla$aMAmasi sonucu ba$arisizlikla sonuclanmi$ti. türk devletinin ve kürt ulusal hareketinin, kendi cikarlarini ne derece hayata gecirebilecekleri, herseyden önce suriyede ki devletlerarasi “vekalet savasinin” nasil sonuclanacagina bagli.

  356. Herseyi teorik olarak tartisiyoruz tabu lar yikiyor daha berbatlarini kuruyoruz, ama saha da sosyo Politik bir istatistiki calismaya burun kiviriyoruz. sonra nooolcak solun hali neden Cihangir e sikistik

    http://www.abcgazetesi.com/korkut-boratav-mahalleler-nasil-akplilesti-31628h.htm

  357. “istisnalar kaideyi bozmaz, tam tersine tasdik eder.”

    Iste, bu, sizin agziniza sakiz ettiginiz ‘demagoji’ kelimesinin tecessum ettigi guzel bir ornektir.

    Caktirmadan (caktirMAmaga calisarak), ‘kaide’yi siz belirliyorsunuz; diger hersey de onemsiz ‘istisna’lar oluveriyor.

    Tabii ki, olmuyor. Sizin ‘kaide’ dediginiz seyin kendisi yere basmiyor ki.

    Butun ekonomilerde, biriken ozel/tuzel servet, zaman icinde bir sekilde kamuya doner.

    Bu, ya hayir amacli (bagis veya hibe gibi) faaliyetlerle olur, ya miras kalarak, ya da iflas yoluyla.

    Yoksa, siz, servet sahiplerini ‘sonsuza kadar yasar’ mi saniyorsunuz?

    ‘Devlete dair ideolojiler’ basligiyla (zahmet edip tercume de ettiginiz) yazinin neresinin onemli oldugunu goremedim.

    Ideolojilerin bini bir para.

    O degil onemli olan; onemli olan (hangi ideolojiyle aciklamaga calisirsaniz calisin) ‘devlet’ denen bir muessesenin her zaman var oldugudur.

    Yoksa, o yaziyi –sizce– onemli kilan, bir Alman isimli zat-i muhterem tarafindan yazilmis olmasi midir –Batililarin herseyi daha iyi bilir olduguna mi iman ediyorsunuz; ya da bizim oyle dusundugumuzu mu saniyorsunuz?

  358. Devlet benzeri doğada/diğer türlerde olmayan sosyal örgütlenmelerin gerekli olup olmadığına farklı açılardan da bakılarak bir de öyle tartışılmalı bu konu bence.
    Doğadan, hayvanlardan bahsediyoruz ya. Toplumun ortasında, kusura bakmayın, diğer canlılar gibi şey eden (ya da yeme/içme kaynaklı ihtiyacını gideren vb) insanlar olduğunda (ki artık böyle haberlere siz de denk geliyor olabilirsiniz, özellikle Avrupa veya gelişmiş ülkelerde) buna engel olacak, veya insanları bunu yapmayacak olgunlukta eğitecek bir sosyal örgütlenme gerekli değil midir? Bu olaylara tanık olmanın -yetişkinleri bir kenara koyalım- çocukların gelişimini nasıl etkileyeceği ortada değil mi?
    Şimdi böyle örneklerin marjinal, istisnai, zamanla ortadan kalkacak geçici durumlar olduğu, ana konudan uzaklaşma, konuyu magazinleştirme olduğu söylenebilir.
    Doğru olabilir, ancak asıl dikkat çekmek istediğim konuya farklı açılardan da bakma gereğidir. Bunun gibi aklımıza gelmeyen başka örnekler de olabilir. Diğer yorumcular da aklına gelen benzer örnekler olduğunda paylaşmalı bence.

  359. Liboş Marx, Fetoşçu Engels, Bölücü Lenin

    Marx serbest ticaret hakkında şöyle demiş:

    “…genel olarak, serbest ticaret sisteminin yıkıcı olmasına karşın, günümüzün himayeci sistemi de tutucudur.
    Serbest ticaret sistemi, eski ulusları parçalar ve proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı uç noktasına iter. Tek sözcükle, serbest ticaret sistemi toplumsal devrimi hızlandırır. İşte yalnızca bu devrimci anlamıyladır ki, baylar, ben serbest ticaretten yanayım.”

    Söze gerek var mı ey yurtsever yoldaşlar? “Korumacı ekonomiye karşı, serbest ticaretin daha ilerici olduğunu iddia eden, ille de birinin yanında yer almak gerekiyorsa serbest ticaretten yana yer alan” bir adam var karşımızda. Marx liboşun önde gidenidir.

    Ayrıca Sorosçudur. (yani ‘Sorosun dedesi’ci) “Ulusal egemenliği” pekiştirmeye çalışan devletçi Bismarck hükümetine karşı, demokrat liboşların yanında yer almıştır. Almanyanın Taraf’ı sayılabilecek, Prusya monarşisinin, demokrasi ile değiştirmesi gerektiğini savunan Rheinische Zeitung isimli liboş gazetesinde yazılar yazmıştır, hatta daha sonra bu gazetenin editörü olmuştur. İşte ey yurtseverler, Roni Marquiles isimli liboş da Taraf’da yazarak Marx’ın izinden gidiyor.

    Marx, aşağıdaki sözleriyle liboş olduğunu kanıtlamıştır:

    “İşçi sınıfının vatanı yoktur, eğer bir vatan söz konusuysa bu ayrımsız tüm dünyadır.”
    “Yurtseverlik, mülkiyet duygusunun idealize edilmiş biçimidir.”

    Yurtsever sosyalist yoldaşlarımız Gotha programında şunları yazmışlar:

    “İşçi sınıfı, bütün uygar ülkelerin işçilerinin ortak çabasının zorunlu sonucunun, halkların uluslararası kardeşliği olacağının bilincinde olarak, kurtuluşu için, ilkönce, bugünkü ulusal devlet çerçevesi içinde çalışır.”

    Fakat Marx bu maddenin eleştirisinde şöyle bir cümle kuruyor:

    “Gerçekte, programın enternasyonalizmi, Serbest Ticaret Partisi’ninkinden çok daha gerilerdedir. Bu parti de, hareketinin sonal sonucunun “halkların uluslararası kardeşliği” olduğunu iddia ediyor. Ama bu parti hiç değilse, her halkın kendi ülkesinde ticaret yapmasıyla yetinmeyerek, değişime uluslararası bir nitelik kazandırmak için bir şeyler yapıyor.”

    Görüyorsunuz ya ey yoldaşlar, Marx, liboşların, biz yurtseverlerden daha enternasyonalist olduğunu söylüyor.

    Marx, aynı programın eleştirisinde devlet eğitiminine şöyle saldırıyordu:

    “Devlet tarafından sağlanan temel eğitim”, kesin olarak kabul edilmeyecek bir şeydir. … Tersine, burada yapılacak şey, okuldan, hükümetin ve kilisenin her türlü etkisini uzak tutmaktır. Hem aslında, Prusya-Almanya İmparatorluğunda, halk tarafından çok sıkı bir eğitime tâbi tutulması gereken, devlettir.”

    Durun daha bitmedi. Marx’ın arkadaşı Engels hem liboş hem de fetocudur. Yoldaşımız Dühring, sosyalist toplumda dinin yerinin olmadığını yazdığında Engels şunu yazmıştı:

    “…bay Dühring, dinin kendisine vaat edilmiş bulunan doğal ölümle ölmesini bekleyemez. Daha köktenci bir biçimde davranır. O, Bismarck’tan daha bismarkçıdır; yalnızca katolikliğe karşı değil, ama genel olarak tüm dine karşı ağırlaştırılmış mayıs yasaları çıkarır, gelecekteki jandarmalarını dini izlemeye gönderir ve böylece onun şehitlik mertebesine yükselmesine yardım eder ve ömrünü uzatır. Nereye bakarsak bakalım, her yerde o özgün Prusya sosyalizmi…”

    Blanqui’ci komünarlar (gerçi bunlar bizden değil, yurtsever değil) programlarında şöyle yazmışlardı:

    “Komün, insanlığı, geçmiş sefaletin bu hayaletinden” (Tanrıdan), “bu davadan” (varolmayan Tanrı dava oluyor!) “mevcut sefaletlerinden ilelebet kurtaracaktır. — Komünde papazlara yer yoktur; her türlü dinsel gösteri, her türlü dinsel örgütlenme yasaklanmalıdır.”

    Engels, Blankicilerin programını aktarırken parantez içinde bir şeyler yazarak onlarla alay ediyor ve şunu yazıyordu:

    “İnsanları müftünün emri ile tanrıtanımazlar haline getirmek yolundaki bu istem, Komünün iki üyesi tarafından imzalanmıştır; bunların iki şeyi keşfetmek için yeterli olanağa kesinlikle sahip bulunmaları gerekirdi: birincisi, kâğıt üzerinde her şey buyurulabilir, ama bu onun uygulanacağı anlamına gelmez; ikincisi, arzulanmayan inançları güçlendirmenin en emin yolu baskıdır; şu kadarı kesin: Tanrıya bugün hâlâ yapilabilecek en büyük hizmet, tanrıtanımazlığı zorunlu bir dogma yapmak ve dini genel olarak yasaklayarak Bismarck’ın “dine karşı kültürel savaşını” da geçmektir.”

    İşte yurtseverler görüyorsunuz liboş Marx’ın fetocu arkadaşı Engels…

    Durun yine bitmedi. Marx’ın öğrencisi Lenin de Sorosun çıkarlarına hizmet eden bir sorosçuydu.
    “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye bir ilke ortaya attı ki, bu tamamen devletlerin parçalanıp Soros’un küresel çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesini içeriyordu.

    Yurtsever Kautsky yoldaşımıza, tam da liboşların dediği gibi:
    Devlet halk içindir, halk devlet için değil ilkesini hatırlatıyordu. Lenin’e göre Soros’un kandırdığı halklar, devletin birliği pahasına kendi kaderlerini tayin edip isterlerse ayrılabilmeleri gerektiğini söylüyordu. Hatta Soros’un dedesinin kışkırttığı Finlandiya ve Polonya, devrimden sonra Rusya’dan ayrılmıştı.

    Lenin de devlete karşı özgürlüğü öne süren bir liboştur. Lenin’in liboşluğunu kanıtlayan bir iki sözü:

    “Devlet varsa özgürlük yoktur.Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır. ”

    “Silahsızlanma, sosyalizmin amacıdır.”

    “Vatandaşlar arasında, dini inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır. ”

    “Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü ayrıcalığın kesin olarak ortadan kaldırılması; ulusların siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmesi sorununun, yani bunların tamamen özgür ve demokratik yoldan ayrılmaları ve bağımsız devlet kurmaları sorununun çözüme bağlanması; uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan ulusların hak eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkını tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere girişecek olanları cezalara uğratan genel pir yasanın kabulü…”

    Yurtsever yoldaşlar, farklı sosyalizm çeşitleri vardır. Gün yurtsever sosyalizm günüdür, sorosçu, liboş solcularla yurtseverlerin ayrılma günüdür.

    http://proletarya.blogspot.com/2009/11/libos-marx-fetoscu-engels-bolucu-lenin.html

  360. Sistemler ve acı gerçekler

    Adına “kapitalist sistem” denilen, şu an dünyadaki mevcut sistem, binlerce yıllık bir evrimsel süreçten geçerek, bugünkü şeklini almıştır. Ve sürekli bir hareketlilik içerisindedir. Zamana, şartlara, beklentilere, ihtiyaçlara ve teknolojik ve bilimsel gelişmelere bağlı olarak, olumlu veya olumsuz, sürekli değişime uğruyor. Ne 200 yıl önceki kapitalist sistem ile 100 önceki kapitalist sistem aynıydı, ne de 100 yıl önceki kapitalist sistem ile bugünkü kapitalist sistem aynıdır. Günümüzde de, dünyanın her tarafında, farklı farklı biçimlerde karşımıza çıkıyor.

    Bugünkü mevcut sistem, binlerce yıllık ticari, kültürel, siyasi, askeri, dini, felsefi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin “pozitif” ya da “negatif” bir ürünüdür.

    Zoraki sistemler yürümez, tutmaz, uzun vadeli olamazlar. Ne kapitalist sistemin zoraki biçimleri uzun vadeli olabilirler, ne de insanlara zorla dayatılan yepyeni sistemler.

    Sosyalizm 70 yıllık varlığını, ancak diktatörlüklerle sürdürebildi. Ve diktatörlüklerin bilinen sonu: önce hızlı bir çıkış yaparlar, bir süre sonra zayıflamaya başlarlar, gittikçe güç ve kontrol yitirirler ve gün gelir, yok olup giderler. Sosyalist devletlerde de olan buydu.

    *

    Bu alıntının yazısının linkine artık ulaşılamıyor. Bu sitede daha önce paylaşıldığı için aktarabildim.

  361. “Türkiye Nereye Gidiyor?” ve Ne yapmalı?

    Başlıktaki konu Mesele’nin Ekim sayısının tartışma konusu olarak belirlenmiş. Bu konuda bir yazı yazmam istendi. 20.000 vuruşu aşmaması gerektiği söylendi. On bin vuruşu aşmamayı deneyelim.
    Birinci vuruş: Türkiye diye bir “şey” yoktur.
    Bir toprak parçasının resmi adı olabilir ama bu coğrafyanın konusudur, politik veya sosyolojik bir analizin konusu değildir.
    Türkiye adı, Frenklerin Osmanlı Devletine ve onun sınırı içinde bulunan topraklara verdiği isimdi. Osmanlı Devleti kendini Roma’nın bir varisi ve devamı olarak görüyor ve o nedenle kendini “Devlet-i Ali” olarak adlandırıyordu.
    Osmanlı’nın çöküşü sürecinde, Balkan Savaşı’ndan sonra, Osmanlı “Devlet Sınıfları” Müslüman ahaliden bir ulus yaratırken, bu ulusu, Frenklerin devlete ve ülkeye verdiği isimle tanımladı.

    Kurduğu ulusa Türk, ülkeye Türkiye, Devlete Türkiye Cumhuriyeti; kurduğu Türk Dil ve Tarih Kurumu aracılığıyla bu ulus için yarattığı dil ve tarihe de Türk Dili ve Türk Tarihi dedi.
    Özetle, Türkiye denen şey özünde Türk Devleti ve Türk Ulusu’dur; bu devletin egemen olduğu toprakların, bu devlet tarafından belirlenmiş resmi adıdır. Bu nedenle de tamamen politik bir anlama sahiptir.
    Yani gerçek içeriğiyle anlaşılırsa, “Türkiye nereye gidiyor?” sorusu, “Türk devleti ve ulusu nereye gidiyor; onu nasıl bir gelecek bekliyor?” anlamına gelir.
    O haldi, “Ne yapmalı” sorusunun muhatabı olan özne ise, sorudan anlaşıldığına göre, Türk Ulusu ve Devleti veya onun kaderinden kendini sorumlu görenler, yani Türkler olabilir.
    Bu gerçek anlamıyla ele aldığımızda, ben bir Marksist, Sosyalist ve Devrimci olarak böyle bir sorunun muhatabı değilim ve olmam.
    Çünkü her Marksistin de olması gerektiği gibi, benim derdim devletin, ulusun ve sermeyenin (Kapitalizmin) yok olmasıdır.
    Ve yine her Marksist gibi öncelikli amacım ve görevim, “kendi” ulusumun, “kendi” devletimin ve “kendi” sermayemin yıkılması, yok olmasıdır.
    Aslında, insanlığın yaşaması için, genel olarak ulusların ve devletlerin yok olması çok acil olarak gerçekleşmesi gereken bir görevdir. Bunun için nesnel koşullar olağanüstü olgun olmakla birlikte; öznel olarak bu gereklilik henüz tartışılmaktan bile uzak olduğu için; en azından, kısa vadede çok acil bir görev olarak, Türk Devleti ve Ulusu yerine Demokratik bir Ulus ve Devletin geçmesi, benim için taktik olarak yakalanacak bir halka olabilir ve olmalıdır. Bu, Ortadoğu’da bir demokratik devrimin kapısını açarak, yeryüzünden ulusların ve devletlerin temizlenmesine yol açacak bir hareketi başlatacak bir fünye işlevi görebilir.
    Bunun için ise, Türk devletinin tebaasının Türk (ve Kürt vs.) olmaktan çıkması; birer Demokrat olması; Demokratik bir Ulus ve onu uygun bir Demokratik bir Devlet oluşturması gerekir.
    Demokrat, ulusun, yani devletin ve politik olanın, bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla, kültürle vs., tanımlanmasını reddedendir.
    Türkiye’de (ve Kürdistan’da) maalesef bu tanıma uyan demokrat yoktur.
    Kendini demokrat olarak niteleyenler ise, aslında dile, dine, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların (politik birimlerin) eşit haklarla bir arada yaşamasını ve bu bağlamda örneğin Türklerin, Kürtlerin de bir ulus olarak haklarını tanımasını demokratlık olarak tanımlamaktadırlar.
    Bu maalesef demokrasi ve demokratlık değil, gerici (dile, dine göre tanımlanmış politik birimler) bir ulusçuluktur. Demokratik bir ulusçuluk, böyle tanımlamaya karşı bir ulusçuluk olabilir.
    Yani Türkler, Türk olmanın hiçbir özel politik anlamının olmadığı bir politik sistem için mücadele ederlerse; yani Türkler, Türk devletini ve Türk ulusunu ortadan kaldırmak için mücadeleye girerlerse; Türklüğün hiçbir politik anlamının olmadığı bir ulus ve devlet için mücadele ederlerse, o zaman Demokrat olurlar.
    Benzer şekilde, örneğin Müslümanlar, İslam’ın hiç bir politik anlamının olmadığı bir sistem için mücadele ederlerse Demokrat olurlar. (Aynı şey bütün diller, dinler, “kültürler” vs. için geçerlidir.)
    Bu da somut olarak, herkesin ana dilinde eğitim hakkı, herkesin kendi ana dilinde fakat içerikçe, tıpkı aynı fiziği, biyolojiyi, matematiği okuması gibi, aynı Tarih, Coğrafya, Edebiyat ve Yurttaşlığı okumasıdır. Bu da okullarda herkesin ana dilinde okuyacağı bu kitapların, her dilden, dinden, kültürden vs. eşit sayıdaki temsilcilerce ortaklaşa yazılması anlamına gelir.
    Bu aynı zamanda, elbette mantığı gereği, bayrağın, marşların, ritüellerin vs. hiçbir dile, dine vs. dayanmaması ve göndermede bulunmamasını gerektirir. Böyle bir ulus Demokratik bir ulus olur.
    Henüz, Türkiye’de. Böyle bir Demokratik Ulusu amaçlayan ne böyle Türkler (keza Kürtler) ne de böyle Müslümanlar (Keza Hristiyanlar vs.) yok. Böyle bir entelektüel akım, hareket, parti vs. yok.
    O halde, benim için yapılacak olan ilk iş, Türkleri Türk devleti ve ulusuna karşı mücadele etmeye ve birer Demokrata dönüşmeye, yani yukarıdaki gibi bir programı savunmaya çağırmaktır.
    Şu an bu satırlarda yaptığım tam da budur.
    Benim açımdan, “Ne Yapmalı” sorusunun birinci cevabı budur.
    *
    Ancak demokratik bir ulusun kendini yönetmesinin ayrılmaz bir parçası olan ikinci bir iş daha vardır: devlet denen cihazın, bu demokratik ulusun ortak yaşamının ihtiyaçlarını gideren bir araç olması; ondan bağımsızlaşmaması ve kontrolünden çıkmaması; onun üzerinde yükselmeyen, ona hizmet eden basit ve ucuz bir cihaz olması.
    Bugünkü cihaz, azınlığın çoğunluk üzerinde egemenliğini sürdürmesine yönelik olarak binlerce yıldır oluşturulup, mükemmelleştirilmiş ve modernleştirilmiş bu cihaz, çoğunluğun kendi kendini yönetmesinin aracı olarak kullanılamaz. Onun parçalanması ve tamamen farklı bir cihazın oluşturulması gerekir.
    Bunun nasıl bir şey olduğunu gerek tarihsel deneylere (örneğin Paris komünü); gerek teknik gelişmelere ve olanaklara (örneğin İnternet, “Global Köy”, “Liquid Feedback” vs.); toplumsal yapıdaki gelişmelere (Modern kapitalist toplumun ortaya çıkardığı bireyler) vs. dayanarak somut talepler halinde bir program olarak yıllardır formüle etmiş bulunuyorum.
    Tüm demokrat olma iddiasındaki kişilere, yayınlara ve örgütlere bu programı anlatmaya çalışıyor; onları bu programı kabul ve savunmaya çağırıyorum. Bu program karşısında bütün solun susuşunu kırmaya çalışıyorum.
    Benim açımdan, “Ne Yapmalı” sorusunun, birinciden ayrılamaz, ikinci cevabı da budur.
    Şu an yaptığım tam da bunlardır.
    *
    İşte tam bu noktada bizim irademiz ve etkimiz dışındaki bir varlık ve gelişme olarak, düşmanımızın eğilimlerini daha iyi tanımak ve onunla daha iyi mücadele edebilmek için, Türk Devleti ve Ulusunun olası kaderi hakkında bazı öngörülerde veya tespitlerde bulunulabilir.
    Yukarıda, bu iki başlık altında özetlediğim Program, öncelikle politik olarak muhalif ve demokrat olduğunu düşünen kesimler ve örgütler (Aydınlar, Sosyalist örgütler, HDP vs.); sosyolojik olarak Türkiye’deki ezilen kesimler (Kürtler, Aleviler, Laikler, Ateistler, Kadınlar vs.) ve sınıflar (Ücretliler ve emeğiyle yaşayanlar) tarafından benimsenip savunulmadığı takdirde, Türkiye denen coğrafyada yaşayan insanları, tam anlamıyla Suriye’den bile daha kötü bir kader beklemektedir.
    Ancak kısa veya orta vadede bu programın benimsenebileceğine dair en küçük bir belirti ve ilerleme yoktur. Bu durumda olayların gidişini değiştirebilecek hesaplanabilir bir etkimiz ve gücümüzün olmadığı koşullarda bu kaderin şu iki yoldan birine gideceği öngörüsünde bulunulabilir.
    Birinci yol: Erdoğan’ın darbesinin ve egemenliğinin sürmesidir.
    İkinci yol: Erdoğan’ın bulunduğu yerden uzaklaştırılmasıdır.
    Birincisi de, ölümlerden ölüm beğen biçiminde, kendi içinde iki farklı yol izleyebilir:
    1) İslam-Türk Faşizmi:
    Erdoğan’ın zamana karşı bir yarış içinde hızla oluşturmaya çalıştığı lümpenlere ve Ergenekon’a dayanan örgütlerin ve terörünün, örneğin bir ekonomik kriz sırasında, helan Erdoğan’ın destekçisi ezilenlerdeki bir radikalleşmeyle birleşmesi ve hızla, Hitler benzeri tam bir İslami Faşist terör rejimine dönüşmesi.
    2) Türk devletinin ve ulusunun parçalanması ve iç savaş:
    Aslında Erdoğan, hem Emevilerin karşı devrime uğrattığı; soğuk savaş yıllarında geliştirilmiş İslam’a dayanan (ama aynı zamanda Türklükle desteklenen, Tam da emperyal özlemlere uygun olarak, mesiyanist İslam’ın Kurtarıcısı Türk ulusu tahayyülü, bunlar aynen Fethullah Gülen’in de amacıydı) bir milliyetçiliği hedefleyerek, Alevileri, Laikleri, Ateistleri vs. ulus tanım ve tasavvurunun dışına iterek (Kürtler zaten dışındaydı), hem Türk ulusunu parçalamış ; hem de Anayasayı bile tanımayarak, (emr-i vakiler; kanun gücünde kararnameler; Saray’ın Meclis’in yerini almış olması vs.) Parlamenter sistemi ve devletin dayandığı hukuku havaya uçurmuş bulunuyor.
    Erdoğan Başkanlık mevkiinde kaldığı takdirde Türk ulusunun ve devletinin bu parçalanmış ve yıkılmışlığının, fiilen de gerçekleşmesi sadece bir zaman sorunudur.
    Bu durumda, Kürtlerin ayrı bir devlet kurduğu; Türklerin ( ve muhtemelen Kürtlerin de) Sünni Müslüman şeriatçılar ile Laikler, Aleviler vs. olarak bölündüğü bir iç savaş (“vatandaş harbi”) kaçınılmazdır.
    Tabii iç savaşlar her zaman dış savaşlara göre kat be kat kanlı olduğundan, bu da çok acı ve kan demektir.
    *
    İkinci Yol: Erdoğan’ın bir şekilde gitmesine bağlı ikinci olasılığa gelince.
    Bu de kendi içinde iki farklı şekilde gerçekleşebilir.
    Birincisi, Aleviler ve Şehirli laikler arasında güçlü desteği ve güçlü bağları olan “Devlet Aklı”nın, yani Türk devleti bürokrasisinin (ve de burjuvazisinin) uzun vadeli ve genel çıkarlarını savunan kesimlerin, liberal Entelijansiyayı da yanına alması; iç ve dış politikadaki gelişmeler (örneğin Suriye ve Irakta girilen çıkmaz sokaklar ve başarısızlıklar; Kürt hareketinin önemli politik ve diplomatik başarılar elde etmesi; gerillanın önemli askeri başarıları, ekonominin kötüleşmesi vs.) sonucu, devlet ve ordu içindeki ağırlığının artması; bunun sonucu olarak, ordunun ve bürokrasinin Erdoğan’dan (ve Ergenekon’dan) desteğini çekmesi ve böylece Erdoğan’ı uzaklaştırmasıdır.
    “Devlet Aklı” bunu sadece MHP ve CHP’nin ağırlıklarını diğer yöne vermeleriyle bile sağlayabilir. Böyle bir ağırlık merkezi kayması, Erdoğan’ın tasfiye ettiği politik İslam ve AKP kanatlarının da desteğini alabilir ve Erdoğan kolay yoldan tasfiye edilebilir. Bu fiilen Parlamento’nun Erdoğan’ın darbeyle el koyduğu ve 15 Temmuzla fiilen oturttuğu fili başkanlık ve darbe rejimine son verecek bir kararlılık göstermesi anlamına gelir. Parlamentonun böyle bir işlev görebilmesi ise, kendisinin fiili hiçbir gücünün bulunmadığı koşullarda ancak “devletin ve Ordunun vesayeti” ile gerçekleşebilir. Bu da çelişxkili gibi görünse de, Parlamenter Sistemi geri getiren ve darbeye son veren bir “vesayet rejimi”, demektir. Böyle bir gelişme vesayetin ömrünü yıllarca da uzatabilir. Bu olasılık elbette kısa vadede, her ikisi de çok acılı ve kanlı sonuçlar doğuracak olan, iç savaş ve/veya Türk-İslam faşizmi tehlikesinin bertaraf edilmesi anlamına gelir. Ama aynı zamanda, bugünkü devletin yapısını ve ağırlığını, onu tıpkı 27 Mayıs’ın sağladığı türden, daha uzun bir süre pekiştirir.
    Bu politika ve çizgi, henüz çok cılızdır ama Cumhuriyet, T24, Diken, Medyaskop gibi muhalif ve ağırlığı olan bütün yayınlar; yani fiilen tek muhalif basın bu çizgiyi temsil etmektedir. Buralarda yazan yazarların programı ve eleştirileri aslında böyle bir program ve stratejinin bilinçli veya bilinçsiz dışa vurumundan başka bir şey değildir.
    Ancak bunun için de, yine o “Devlet Aklı”nın “Kürt Fobisi”nden kurtulması; 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi, Abdullah Öcalan çizgisiyle ittifak da yaparak, Erdoğan ve Şeriat korkusuyla Kürt alerjisinden kurtulmaya hazır hale gelmiş Türk Alevileri ve Laiklerle Kürt Ulusal hareketini ve bu üç gücün oluşturduğu güçle de, Politik İslam’ın önemli bir kesimini kazanması gerekir. Aslında yazar isimleri ve çizgi olarak, fiilen böyle bir birliğin izleri bu yayınlarda görülebilir.
    Tekrar belirtmek gerekir ki, bu seçeneğin gerçeklik kazanması, Erdoğan’ın politikasını kabul etmiş bulunan, Türk Devlet ve Ordusunun Suriye’de şimdi girdiği bataklıkta (Türkiye, Suriye ve Irak topraklarında Kürt Özgürlük Hareketiyle savaşında) ciddi yenilgiler alması; tecrit olması, bugünkü Erdoğan ve Ergenekon’un politikalarının iflasının açıkça ortaya çıkması ile mümkün olabilir.
    Böyle bir durumda, Ulusun Türklükle tanımı; merkezi, bürokratik ve keyfi aygıtın varlığı devam eder ama diğer diller ve “uluslar”ın varlığının inkarına son verilir; diğer diller, bireysel haklar olarak hakları tanınıp bölgesel ve mahalli düzeylerde belli kültürel otonomi sağlanır. Yani bugün Avrupa Birliği’ndeki sistem aşağı yukarı tüm Türkiye’ye uygulanır.
    Ancak bu sisteme geçildiğinde, bunun getireceği nispi özgürlük ve refahla bu sistem otomatikman, kendiliğinden ve gönüllü katılımla Kürdistan’a da yayılır. Yani fiiliyatta ve uzun vadede, Türk Devleti’nin yerini bir Türk-Kürt devleti alır.
    Bu devlet demokratik bir devlet ve ulus olmaz ve özünde bir “Şark Despotluğu” olarak kalır ama nispeten daha modern ve Avrupa standartlarına uyumlu hale getirilmiş; Kürt ulusal hareketinin dinamizmiyle gençlik aşısı da olmuş bir devlet olur; Türklük de biyolojik ırkçılıktan uzaklaşıp daha kültürel bir özellik kazanır.
    Bu “çözüm” ne tam demokrasi olur; ne de bu merkezi ve bürokratik aygıtın tasfiyesi anlamına gelir. Ancak bugünkü sıkışmışlığa belli bir çözüm sunar ve hatta kanlı bir iç savaşı engelleyerek ve istemese ve hedefinde olmasa da, sağlayacağı nispi demokratik ortamla, tam da Erdoğan ve Gülen’in hayalini kurduğu türden, Ortadoğu’da Türkiye’yi bir önder ülke yapıp onun Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde ağırlığını arttırır.
    Bu olasılığın gelişmesinde, gerçek bir demokratik devrim ve Demokratik Cumhuriyet uzun süre için ertelenmiş olur. Böyle bir olasılık aynı zamanda, Demokratik Devrim’e karşı son bent işlevi de görür.
    Bu nedenle, yani reformlar her zaman devrimi engellemenin son çaresi, devrimci mücadelenin yan ürünü olduklarından, aslında bizim çağrımızın ve programımızın yayılması ve bir yankı görmesi, bu olasılığın gerçekleşmesi için en temel koşullardan biridir.
    Bizim program ve stratejimiz ne entelektüel bir akım, ne politik bir güç olarak var olmadığı için, bu olasılığın gerçekleşmesi olasılığı olağanüstü zayıftır ve ancak dünya ölçüsündeki güçlerin dengesi ve iteklemesiyle mümkün olabilir.
    Aksi takdirde bunun bir tek yolu vardır. Burada Erdoğan’ın gitmesi olasılğının ikinci yoluna geliyoruz.
    *
    İkinci alternatif, Kürt hareketinin bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp, şehirli laikleri, Alevileri de kazanacak bir politik hat izleyip bir demokratik özlemlere dayanan, kitlesel ve radikalleşen bir hareket yaratabilmesidir.
    (Böyle bir gelişme ayrıca birinci yolun gerçekleşme olasılığını da arttırır bir yan ürün olarak.)
    Bu takdirde, devrimci bir yükseliş ve hareket dönemi başlayabilir. Bunun nasıl bir evrim geçireceği şimdiden bilinemez ama böyle zamanlarda geniş emekçi yığınların siyasi gelişimi hızlanır ve dev adımları atmaya başlar.
    Bu türden bir gelişim, devrimin bizim savunduğumuz programı kendi deneyleriyle bulmasına da yol açabilir.
    Bu takdirde, Ortadoğu çapında bir devrim dalgası yükselişi görülebilir ve tüm Ortadoğu tıpkı Fransız devrimi’nde Avrupa’nın olduğu gibi, Aydınlanma ile, demokrasi ile tanışabilir. Binlerce yıllık tarihinin, şark despotluklarının lanetinden kurtulabilir.
    *
    Bu olmadığı takdirde, yani Kürt hareketi, Kürt hareketi olmaktan çıkıp bir devrimci kabarışa katizatörlük edip, devrimci kabarış içinde Türkler ve Kürtler demokratlığa doğru evrilmediği takdirde, Kürt hareketinin bugünkü yapısıyla başarılar elde etmesi de yine yukarıda değinilen birinci Ordunun Vesayeti ile Parlamentarizme dönüş veya bir Lübnan’laşmaya yol açabilir. Çünkü, Kürt hareketinin bugünkü programı, her dili, dini, kültürü bir politik birim olarak tanımlamayı hedeflemektedir. Bu ya belli bir ulusun vesayeti, ki ba aynı zamanda büyük ve bürokratik bir devlet cihazını var sayar; ya da o küçük birimler arasında korkunç bir rekabet ve savaşlar demektir.
    Özetle, çok derdin tek ilacı, yıllardır savunduğumuz, Kristof Kolomb’un yumurtası kadar basit ve sade bizim programımızın bir politik alternatif olarak güç kazanmasıdır.
    Türkiye’nin nereye gideceği buna bağlıdır. Bu olmadığı takdirde, Türkleri veya Türk devletinin tebaasını, kan ve gözyaşı beklemektedir.
    Genel olarak şunu söyleyebiliriz. Türk ulusu ve devleti yok olacaktır. Bu Erdoğan’ın faşist diktatörlüğü ile mi; bir iç savaş ve kaos ortamıyla mı; yoksa askeri vesayetle, parlamenter sistemin reforme edilip geri gelmesiyle mi, ya da demokratik bir Ortadoğu devrimi ve Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla mı sonuçlanacağı bu yazıyı okuyacakların, neler yapacağına bağlıdır.
    Bizim Programımızın güç ve geçerlik kazanması halinde, ilk elde sadece Türkiye denen coğrafyaya değil, tüm Ortadoğu’ya demokrasi gelebilir; Aydınlanma ilk kez Ortadoğu’ya da hem de çağdaş ve gelişmiş bir versiyonuyla ayak basabilir; tarihte ilk kez gerçekten Demokratik bir ulus ve Devlet kurulabilir.
    Ve bu demokratik ulus ve devlet, tüm yeryüzünde uluslara ve ulusal devletlere ve sınırlara karşı bir savaşın başlangıç üssüne dönüşebilir.
    O halde bunun için Ortadoğu’da ve Türkiye’de mücadele edilmesi gereken acil ve asgari programı tekrar sunuyoruz:
    Demokratik Bir Cumhuriyet İçin Program
    Yurttaşların gerçekten biçimsel ve hukuki bir eşitliği için, ulusun ve politik olanın tanımından her türlü, dil din, tarih, etni, soy, kültür, ırk belirlemesi kalkmalı, demokratik ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır. Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
    · Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
    · Resmi Dil yoktur. Öğrenmesi isteğe bağlı, ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler. Bu ortak konuşma dilini öğrenme hakkı, anadilde eğitim hakkını ortadan kaldırmaz.
    · Okullarda herkes ana dilinde, ama aynı ortak tarihi, coğrafyayı, edebiyatı vs. okumalıdır. Bu kitaplar ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden, farklı eğilimleri de yansıtan eşit miktardaki temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
    · Eğer yurttaşlar okutulmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri de, hem ülkedeki tüm, hem de yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
    · Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
    · Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar veya bu olanağı seçmeyenlerin mağduriyeti engellenip toplumun başka işlerine yerleştirilmelidir.
    · Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
    Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
    · Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
    · Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
    · Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
    · Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kâğıtlar toplumsallaştırılmalı; devletin ve sermayenin elinden alınmalı, yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
    · Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
    · Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlamalar yapılmalıdır.
    Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan, ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
    · Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemrutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
    · Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
    · Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
    · Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
    · Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
    · Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
    · Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
    Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için:
    · Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
    · Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
    · Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalı; tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
    · Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
    22 Eylül 2016 Perşembe
    Demir Küçükaydın
    demiraltona@gmail.com
    http://demirden-kapilar.blogspot.com
    (Bu yazının biraz değişik bir verisyonu Mesele Dergisinin Ekim 2016 tarihli 118. sayısında yayınlandı.)
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2016/10/turkiye-nereye-gidiyor-ve-ne-yapmal.html

  362. Demokrasi Nedir ve Türkiye’de Demokrat var mı?

    Birkaç gün önce, daha önce yazdığım bir yazıyla ilgili olarak, çok değer verdiğim bir gazeteci arkadaştan şöyle bir eleştiri geldi:
    “Demir,
    şu paragraf senin yazından alıntılandı:
    “Demokrat, ulusun, yani devletin ve politik olanın, bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla, kültürle vs., tanımlanmasını reddedendir.
    Türkiye’de (ve Kürdistan’da) maalesef bu tanıma uyan demokrat yoktur…”
    Yoktur?
    Böylesi bir genelleme Demir’in tarzı değil diye düşünürdüm. Öyle düşünmeye devam edeyim mi ?”
    *
    Demokrasi konusuna gelen bu eleştiri ile başlayabiliriz.
    Evet, bu benim görüşümdür ve yıllardır birçok yazımda, (her zaman böylesine mantık sonuçlarına varmış ve net biçimde olmasa da) birçok kez ifade ettiğim bir önermedir.

    Denk geldi, ben de yıllardır, en azından kendini demokrat olarak gören bir insanın çıkıp ta, bu ne biçim bir önerme nasıl böyle bir şey diye bir itirazda bulunmasını bekliyordum. (Tabii bundan amacım muhataplarımı aynı zamanda temel kavramlar ve program konusunu tartışmaya çekmek, temel sorunları gündeme taşıyabilmekti ve hala da öyledir.) Onun için de hemen her zaman böyle sivri ifadeler kullanıyordum.
    Hatta bunu daha sivri olarak, “Türkiye’de demokratik milliyetçi bile yoktur, başta sosyalistler, herkes aslında gerici milliyetçidir” diye ifade etmişimdir sık sık. Ya da Türklük veya Kürtlükle demokratlığın bağdaşamayacağından, Türk olmakla Demokrat olmanın uzlaşamayacağından söz etmişimdir.
    Bunlar öyle geçer ayak düşüncesizce yapılmış genellemeler değildir. Hem gerçek durumun özünü daha açık olarak ifade edebilmek; hem de uyarıcı, sarsıcı olabilmek için ifade edilmiş önermelerdir.
    Şimdi böyle bir itiraz ilk kez gelmiş ise bunun değerini bilmek gerekir.
    *
    Tabii burada önce kısa birkaç açıklama yapmak gerekiyor.
    Bizzat bu eleştirinin konusu olan yazımda da ifade ettiğim gibi, Türkiye’de demokratik özlemleri olan çok geniş bir kitle var; ama demokratik özlemleri olmak başkadır; demokratik bir programı savunmak ve demokrat olmak başkadır.
    Örneğin Kürtler, Aleviler hatta “Laikler” demokratik özlemleri nedeniyle çeşitli biçimlerde muhalefet etmektedirler, muhalefetlerinin temelinde bu demokratik olmayan bu ulus ve devlet bulunmaktadır; ama bunların talepleri, hedefleri demokratik değildir.
    Somut bir iki örnek verelim. Örneğin, Aleviler, baskı altındadır bu Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış ulus ve devletten dolayı. Direnişlerinin temelinde demokratik karakterde özlemler bulunmaktadır. Ama Alevileri veya Cem Evlerini Devletin tanımasını istediklerinde hiç de demokratik olmayan, hatta reaksiyoner bir hedefi ya da programı savunmuş olurlar; demokratik özlemlerine rağmen demokrat değildirler, çünkü talepleri demokratik değildir. Devletin insanların inancına karışmasını kabul eder, fiilen onu pekiştirir ve esnetir. Demokrat olmak öznel bir olgu değildir.
    Kaldı ki, herhangi bir baskı biçimine karşı iyi kötü demokratik denebilecek ama diğer baskı biçimleri karşısında kör olan bir pozisyon da demokratlıkla bağdaşmaz ve demokratik bir program ve talep oluşturmaz. Yani aslında ilke düzeyinde devletin, politik olanın veya ulusun herhangi bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla, kültürle vs. tanımlanmasına karşı olmadan ve böyle bir program savunulmadan demokrat olunamaz. Örneğin kimi Aleviler, devletin Alevileri tanımasını talep etmenin yanlış olduğunu; Diyanetin kaldırılmasını, devletin bu alandan el etek çekmesini talep ediyorlar ama aynı kişiler Devletin Türklükle tanımlanmasına itiraz etmedikleri gibi bunu da savunuyorlar. Yani politik olanın (Devletin ve ulusun) dinle tanımlanmasına itirazları var ama dille tanımlanmasına ve bu dilin de Türkçe olmasına itirazları yok.
    *
    Aynı şekilde, Kürtler de ezilmektedir. Bunu ortadan kaldırmak için silahlı mücadeleye bile girişmişler ve büyük bir yol kat edip büyük bir güç olmuşlardır, ama en sol kesiminin programı bile demokratik değildir. Çünkü bir ulusun bir dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı değildirler; hatta aksine tam da bunu savunurlar.
    Aslında tıpkı, Devletin veya Diyanetin Alevileri tanımasını isteyen Alevilerle aynı düzeyde bir talep için mücadele etmektedirler. Çok sık söyledikleri “Statü” tam da bu anlama gelir.
    Elbette Kürt hareketinin demokratik bir program arayışları bulunmaktadır ve bu yönde sosyalistlerden de daha iyi bir noktadadır. Ama henüz demokrat olmaktan çok uzaktır.
    *
    Ne zaman demokrat olunabilir?
    Kürtlere statü veya ayrı Kürt devleti için mücadele Demokrat olmak anlamına gelmez, bu milliyetçiliktir.
    Demokrat olmak, Türklüğün statüsünü ortadan kaldırmak için mücadeleye girildiğinde olur. Türklüğün statüsünü ortadan kaldırmak, özünde diyanetin ortadan kalkması, tüm din alanından devletin çekilmesinin tam da diller konusundaki karşılığıdır. Yani ulusun ya da devletin dini olmayacağı ve olamayacağı gibi dili de olmaz; soyu da olmaz; kültürü de vs. olmaz, olamaz, olmamalıdır.
    Aynı şekilde Kürtlerin veya Türklerin ayrılma hakkını savunun biri demokrat olamaz. Çünkü bu aslında ulusu bir dille veya kültürle vs. tanımlama hakkından başka bir şey değildir.
    Ulusu ya da devleti bir dille kültürle vs. tanımlamayı reddeden bir ulus veya devlet için mücadele edildiğinde, böyle bir program savunulduğunda demokrat olunabilir.
    *
    Peki, hemen soralım: böyle bir programı olan bir parti, politik veya entelektüel akım, bir çevre, hatta bu satırların yazarı ve belki yazarın görüşlerini benimsemiş bazı okurlarından başka kimse var mı?
    Yok.
    O halde “demokrat yoktur” sonucu otomatikman çıkmaktadır.
    *
    Genellemelere genelleme olduğu için karşı çıkmak yanlıştır.
    Kaldı ki, genelleme var, genelleme var. “Bütün Türkler aptaldır” dersem bu olgulara da uymayan, politik olarak ırkçı ama bir Türk tarafından ifade edilmişse, tevazu ya da otokritik ifadesi olarak da kabul edilebilecek bir genellemedir.
    Ama bizim önermemiz böyle, bu türden bir genelleme değil.
    Biz bir norm, bir kural koyuyoruz. Bakıyoruz olgulardaki karşılığına. Buna iki şekilde itiraz edilebilir.
    a) Norm yanlıştır, kural yanlıştır denebilir. Örneğin demokrasiyi böyle tanımlamanız yanlıştır. Demokrasi seçimler ve parlamenter sistemdir diye bir itiraz yapılabilir.
    b) Olgular sonucu çürütmektedir denebilir. Bak şu parti veya hareket veya çevre böyle bir programı savunuyor denebilir.
    Böyle bir itiraz olmadan, genellemeyi genelleme olarak reddetmenin kendisi yanlıştır. Aslında “post modern” “zamane ruhu”nun bir dışa vurumundan başka bir şey de değildir.
    *
    Tabii burada özellikle yapılmamış bu birinci itiraza peşin bir açıklama getirelim.
    Çünkü muhtemelen, demokrasi kavramının tanımlanışıyla ilgili bir sorun var.
    Genel ve yaygın kullanımda, Seçim yapılması; fikir ve örgütlenme özgürlüğü ve bir parlamenter sistem olması genel olarak demokrasi ve bunları savunmak da demokrat olmakla özdeşleştirilmektedir.
    Sorun tam da buradadır.
    Bu tanım, demokrasi kavramının anti demokratik bir tanımıdır. Gerici, demokrat olmayan bir tanımıdır. Demokratların ya da demokrasinin demokrasi ve demokrat tanımı nedir?
    Aslında Türkiye’deki bütün muhalefet, yaygın ve egemen kabuldeki demokrasi kavramının kendisini tartışmaya sokacak, onu eleştirecek yerde, yaygın kullanımı aynen benimseyip onun içinde muhalefet yapmaktadır; bu nedenle de Türkiye’de demokrat yoktur ve muhalefet bu kadar zayıftır.
    Demokrasi kavramını çok basit ve sade olarak, bir hukuki ve politik kavram olarak, (Demokrasinin sosyolojik tanımı ayrı bir bahistir ve ona ilerde gireriz.) Lenin: “Demokrasi biçimsel (yani hukuki) eşitliktir”.
    Bu sade tanım aynı zamanda sosyalist ve demokrat olmanın farkını anlayabilmek için de son derece doğrudur.
    Aslında Sosyalizm fikri, ideali ve programının ardında da bu tanım ve kabul vardır. Aydınlanma’nın insanların dili, dini, soyu, sopu, inancı vs. ne olursa olsun eşitliğini sağladığı noktasından hareket eder sosyalizm fikri ve ama de bu yetmez, iktisadi ve sosyal bir eşitlikle desteklenmediği takdirde bu eşitlik de sürdürülemez der.
    Özetle biçimsel eşitliğe (Demokrasiye) sosyal ya da ekonomik eşitliği eklerseniz Sosyalizm olur. Mantıksal ve tarihsel olarak demokrasi veya Aydınlanma ile Sosyalizmin farkı buradadır.
    *
    Ne var ki Tarih düzgün doğrusal bir yol izlemiyor ve sorun tam da buradan çıkıyor.
    Sonradan burada unutulmuş ve anlaşılamamış bir nokta var.
    Aydınlanma’nın biçimsel eşitlik programı, tüm yeryüzündeki insanlara yönelikti. Yani ulusların olmadığı, ulusal devlet ve sınırların getirdiği sınırlamaların olmadığı bir dünyada eşitlikti bu. Ulusalcıların hor gördüğü ve küfür yerine kullandığı kozmopolit bir eşitlikti. Yani “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” hümanizminin eşitliği idi. Yani bireylerin eşitliği idi; ulusların değil.
    Ne var ki, Aydınlanma de bütün dinlerde olduğu gibi, bir karşı devrim tarafından tasfiye edildi.
    Bu karşı devrim, Bonapartizmlerle, politik olarak ulusçuluk ve ideolojik olarak da pozitivizm üzerinden gerçekleşti.
    İnsanların eşitliğinin yerini, ulusların eşitliği aldı. Aydınlanma’nın insanların eşitliğini sağlamak için geliştirdiği özel ve politik ayrımını bu karşı devrim insanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliğini kurarak; politik olanı ulusal olanla tanımlayarak; Ulusal olanı da önce bir toprak parçasıyla sonra da bir dille, dinle, kültürle vs. tanımlayarak peş peşe iki karşı devrim gerçekleşti.

    Ama Sosyalist düşünce ve Marksizm sanki bu karşı devrim gerçekleşmemiş gibi; sanki yeryüzü ölçüsünde insanların biçimsel eşitliği ve bunun somut programatik ifadesi kalmış gibi; ulusların eşitliği insanların eşitliğinin yerini almamış gibi; sosyal ve ekonomik eşitlik için mücadeleyi hedef aldı. Dolaysıyla sonunda, gerçekliğe, yani sosyal eşitlikten çok önce gelen biçimsel eşitsizliği yok etme ihtiyacına artık uymayan bu programı nedeniyle fiilen de yok oldu. Aslında bugünkü milliyetçilikler ve milliyetçiliğin bu yükselişi; hatta post modernizmin izafiliği ve ortalığı kapsayan en küçük bir eleştiriye dayanamayacak kavramları, sosyalizmin ve sosyalistlerin bu günahlarının cezasıdır.
    Yani insanların biçimsel eşitliği hem ulusla, ulusların eşitliği aracılığıyla yok edilmişti; hem de ulusların içinde ikinci bir katmer olarak, o ulusların dile, dine, tarihe, soya, ırka vs. tanımlanması nedeniyle ulusal devlet sınırları içinde bile yok edilmişti.
    Bu nedenle Marksizm veya sosyalizm gerçek sorunlardan koptu.
    Ve fiili bir biçimsel eşitsizliğin olduğu yerde bu biçimsel eşitsizliği problem etmemek ve sanki bu gerçekleşmiş gibi sosyal eşitsizliğe karşı mücadele sloganları atmak fiilen bu biçimsel eşitsizliği savunmak anlamına geleceğinden, sosyalistler fiilen o gerici ulusların ve ulusal devletlerin birer fili savunucusu oldular. Ulusalcıların hemen hepsinin sosyalist olmasının ya da sosyalistlerin fiilen ulusalcılar olmalarının nedeni budur.
    O halde, en azından, bir ulus çerçevesinde bile demokrasi için, ulusun veya devletin veya politik olanın, bir dille, dinle, kültürle vs. tanımlanmasına karşı olmak; bunu programlaştırmış olmak gerekir. Yani bütün bu konuları politika dışına atmak; temel bireysel haklar olarak tanımlamak gerekir.
    *
    Türkiye’de ve Kürdistan’da henüz bunun için mücadele eden yok. Olmadığı için de demokrat yok. Bu kadar basit.
    Tabii demokrasinin başka tanımları da vardır Lenin’de. Örneğin “demokrasi ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejimdir” anlamında da bir tanım yapar.
    Ama sosyalistler ve demokratlar için, şunu da ekler: “demokrasi genel olarak en kötü gericilikle bir arada olabilir ve onunla uzlaşıp onun aracı bile olabilir. Yani azınlık çoğunluk ilkesi olarak tanımlamak demokratik değildir der. Bu nedenle, bizler özel bir demokrasiden yanayızdır der. Burada kastettiği işte tam da o biçimsel eşitliğin azınlık ve çoğunluk sorunu olarak görülemeyeceğidir. Yani çoğunluk ne kadar büyük olursa olsun, insanların ana dilinde eğitim hakkına dokunamaz örneğin demokraside. Çoğunluk Türk diye o halde madem demokrasi var çoğunluk olarak biz karar alıyoruz herkes okulunda Türkçe okuyacak; devletin resmi dili Türkçe olacak diyemez.
    Yani biçimsel eşitlik koşulu olmadan azınlık ve çoğunluk ilişkisi olarak demokrasiyi tanımlamak, bir karar alma mekanizmasını demokrasi olarak tanımlamak olur. Bu en büyük gericiliktir ve bu tamı tamına gericilerin demokrasi anlayışıdır.
    İşte Recep Tayyip’in demokrasi anlayışı da tamı tamına budur.
    O, çoğunluk madem Türk ve Müslüman, o halde, Müslümanlığın ve Türklüğün normları hukuki ve siyasi normlar olacak demektedir. (Eskiden de devlet Müslümanlık ve Türklükle tanımlıyordu ulusu. Ama karşılıklı dengelemeler ve hukuki bir biçimselliği vardı. Erdoğan’ın rejiminde ise, devlet sınıfları, bu saldırgan ve faşist
    Böylece bırakalım demokrat olmayı, eski nispi Erdoğan milliyetçiliğinin vesayeti altına girmekte. Kürt hareketinden korkusu, onu Erdoğan’a teslim olmaya götürdü. Marks, bir avantüryenin (Üçüncü Napolyon) nasıl olup da 48 devriminden sonra böyle bir diktatörlük kurabildiğini ele alırken, onu burjuvazinin işçilerden korkusu ve işçilerin de henüz iktidarı alacak kadar olgunlaşmamasıyla açıklar. Şimdi olan da benzeri bir şey, bu binlerce yıllık devlet, Kürt hareketinin korkusundan, Erdoğan gibi sözde bir mahalle kabadayısının, (mahalle kabadayıları gariban karşısında Allah kesilip karakolda polise yaltaklanırlar ve polisin desteği ve hoşgörüsüyle kabadayılık yaparlar) diktatörlüğüne giden yolları açıyor. Bir zamanlar Prusya militer geleneğinin Hitler karşısında yerle yeksan olması gibi.)
    Ama aslında muhalefet de demokrasiyi Erdoğan gibi anladığından, açıkça çıkıp Erdoğan’ın bu çoğunluk anlayışını bir türlü tutarlı olarak eleştirememektedirler. Çünkü tutarlı eleştiriye girdikleri an, ulusun bugünkü Türklük ve fiili olarak Sünni Müslümanlıkla tanımlanmışlığını da eleştirmek zorundadırlar. Bunu yapamayacakları için Erdoğan karşısında da kendilerini güçsüzlüğe mahkûm etmektedirler.
    O halde sın derece kritik bir önermeye varıyoruz: DEMOKRATİK MUHALEFETİN ZAYIFLIĞI BU MUHALEFETİN DEMOKRAT OLMAMASINDANDIR.
    Muhalefet, Demokrat olmadığı için tutarlı ve cepheden bir eleştiri, karşı çıkış ve muhalefet yapamamaktadır. Burada kastım CHP değildir. Onun zaten Demokrat olma gibi bir iddiası yok. Kastımız HDP’dir; sosyalistlerdir; incecik bir katman olarak neredeyse tüm muhalefeti yüklenmiş aydınlardır. Bunların fedakârlıklarına bir şey denemez ve takdir etmek gerekir ama biz program ve strateji konularını tartışıyoruz.
    O halde, muhalefetin Erdoğan saldırıları karşısındaki zayıflığını nedeni, taktik sorunlar, yani mücadele biçimleri veya bir araya gelip gelememe değildir; teorik ve programatiktir. Muhalefet ise, ısrarla, Bektaşi’nin “bizim namazımız kılındı” demesi gibi, bizim demokratik bir program ve stratejimiz var varsayımından hareket etmektedir. Bu tartışmadan, bu sorgulamadan ölümü görmüşce kaçmaktadır.
    İşte birkaç gün önce HDP veya sürekli başkaları o demokrasi güçlerinin birliği ve cephesinden söz ediyorlar. Ama HDP’nin kendi programı demokratik değil. Birlik sorunun öne çıkarmak bu zaafı örtmenin ve gündemden düşürmenin dolayısıyla demokrasi mücadelesini zayıf kılmanın bir aracı değil mi?
    Öznel niyetler ne olursa olsun nesnel olarak böyledir.
    (Bu yazının konusu daha farklı bir versiyon olarak sözlü ve görsel biçimde de ele alınıyor. Sözlü ve görsel biçim yazılıdan önce hazırlandığından, epeyce farklı noktalara ağırlık veriyor.
    · Görüntülü olarak şu adresten izlenebilir:
    05 – Demokrasi Nedir? Türkiye’de Demokrat var mi?
    · Ses dosyası olarak şuradan dinlenebilir veya indirilebilir ve sonra dinlenebilir:
    Demokrasi Nedir? Ve Türkiye’de Demokrat Var mı? (005) )

    19 Ekim 2016 Çarşamba
    Demir Küçükaydın
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2016/10/demokrasi-nedir-ve-turkiyede-demokrat.html

  363. Türkiyelileşmekten Türkleşmeye/ Osmanlılaşmaya mı?

    Garbis Altınoğlu

    20 Ekim 2016

    HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 19 Ekim’de Diyarbakır’da, güncel gelişmeleri konu alan bir konuşma yaptı. Onun bu konuşmaları, devlet ve düzen yanlısı gazeteler ve internet sitelerinde hoş bir sürpriz olarak karşılanırken devrimci ve demokrat çevrelerde nahoş bir sürpriz etkisi yarattı.
    “HDP’nin kendi sitesinde yer alan haberde bu konuyla ilgili bölüm aynen şöyle:
    “Türkiye’nin neden Musul operasyonuna katılmak istediğini Misak-i Milli sınırları kapsamında olduğunu Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklıyor zaten. Niyeti buysa bu bölgede yeni savaşlara giden yolun taşlarını döşemekten başka bir şey değildir. Türkiye’nin müdahalesi olacaksa o da gerçek Musul halkının Musul’a dönmesi, göç edeceklere yardım etme temelinde olmalıdır. Böyle olursa destekleriz, sınırları karıştırırsa HDP olarak karşı duracağız. Kimse Türkiye’nin Musul’a girmesini istemiyor.”
    Türk gericilerinin nitelikleri ve niyetleri APAÇIK iken “Niyeti buysa…” diye başlayan bir tümce kurulamaz. Eğer Demirtaş Türkiye’yi yönetenleri hâlâ tanımamışsa, tanıyamamışsa, oturduğu koltuğu daha uygun ve daha aklıbaşında bir isme bırakmalı. Kendisini demokrat ya da devrimci olarak niteleyen hiç, ama hiç kimse bu yeni Osmanlıcıların Irak’a asker sokmalarına koşullu da olsa yeşil ışık yakamaz. Aynı değerlendirmeyi Demirtaş’ın, bunun hemen ardından söyledikleri için de yapabiliriz:
    “Türkiye’nin müdahalesi olacaksa o da gerçek Musul halkının Musul’a dönmesi, göç edeceklere yardım etme temelinde olmalıdır.” Demirtaş ve HDP Türkiye’nin müdahalesinin hangi temelde olacağını bilmiyor mu? Bunu bile bilmeyen birinin ne Türkiye’nin ve Kürdistan’ın yakın tarihini bildiği ileri sürülebilir ve ne de Ortadoğu’nun yakın tarihini. Musul’da olup bitenleri denetleme gücü ve olanağı olması halinde Türkiye’nin ne yapacağı belli: Orayı, El Kaide, IŞİD, Ahrar-üş Şam gibi örgütlerin ve onların doğal tabanının egemen olacağı bir sözde Sünnistan haline getirmek, oranın Kürt sakinlerini kovmak ve orayı, Türkmen de olsalar tüm Şiilerden arındırmak. Erdoğan kliği aynı mezhepçi ve Vahhabist politikayı Türkiye sınırları içinde de yürütmeye çalışmıyor mu?
    Belki de Demirtaş, bu tarihsel dönemecin Kürt halkı için bir fırsat yarattığını ve Türk gericilerini yeni bir Türk-Kürt ittifakı kurmaya ikna edeceğini kuruyor; yani Kürtlerin geçmişte Alparslan’la, Yavuz Sultan Selim’le, Mustafa Kemal’le kurduğu ittifakların bir benzerini. Anlaşılan o, Musul’dan kovulan Kürt halkının, AKP gericilerinin yardımıyla oraya yeniden dönebileceğini hayal ediyor. Eğer o gerçekten bu tür hayallere inanıyor ve Kürt ulusal hareketinin bu olumsuz hayaller doğrultusunda politika yapmasına katkı yapabiliyorsa çok yazık! Bu tür sorunlara gelince onlar Irak halklarının kendileri tarafından ve bir dış müdahale olmaksızın çözülmelidir.
    Demirtaş şöyle devam ediyor:
    “Böyle olursa destekleriz, sınırları karıştırırsa HDP olarak karşı duracağız.” Yani o şunu söylemiş oluyor:
    “Ey Türk devleti! Musul’a ve Irak’a müdahale edin, saldırın; ama sınırları karıştırmayın.” Türk burjuva devletinin kanlı ve kirli geleneği ve Erdoğan’ın daha dün ve neredeyse her gün söyledikleri ortada. Kuduz Erdoğan çetesinin Türk ordusu ve Kontrgerillasıyla elele Temmuz 2015’ten bu yana Türkiye Kürdistanında yaptıkları ortada. Onların İslami-faşist çeteler eliyle Rojava halkının kanını nasıl döktükleri ve dökmekte oldukları ortada. Onların 7 Haziran seçimlerinde bu yana Türkiye ve Kürdistan’da IŞİD ile elele tezgâhladıkları bombalı saldırılar ortada. Hatta onların Roboski’de, Reyhanlı’da vb. yaptıkları katliamlar ortada. Onların Kürt halkına ve onun yasal ya da yasadışı, tüm temsilcilerine karşı düşmanca tutumu ortada. Ve onların Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da İslami-faşist bir diktatörlük kurdukları da ortada. Demirtaş, daha da uzatılabilecek olan bu listedeki kalemleri unutmuş gözüküyor.
    Demirtaş’ın gözardı ettiği bir nokta şu: Eğer Türk devletinin -sözümona Kürtlerin yararına- Irak’a saldırmasından yana iseniz, pekâlâ bu devletin AYNI gerekçeyle Suriye’ye, İran’a vb. saldırmasından, hatta Ege adalarını geri alma yolundaki çabalarından da yana olabilirsiniz. Bu ise sizin Erdoğan ve ortaklarının yeni Osmanlıcı ve yayılmacı plan ve eylemlerini onadığınız anlamına gelir.
    Bir başka nokta da şu: Ortadoğu’da hemen hemen hiçbir ülke, Türk ordusunun Musul’a ve Irak’a asker sokmasından yana değildir; en azından bu devletlerin hepsi kendi kamuoyları karşısında böyle bir tavır almak zorundalar. Bu durumda, Demirtaş’ın ve dolayısıyla HDP’nin, Türk gericileri ve militaristlerinin yanında konumlanmasının, bu partinin ve dolayısıyla Kürt halkının Ortadoğu’daki imajını nasıl etkileyeceği tahmin edilebilir. Böylesi bir söylem ancak ve ancak, Kürt halkını Ortadoğu’daki gerçek ve potansiyel dostlarından koparmaya ve onu Türk gericilerinin aleti olarak göstererek izole etmeye ve yalnızlaştırmaya çalışanların işine yarar.
    Demirtaş ve HDP Türkiyelileşmeyi “Türkleşme”, hatta “Osmanlılaşma” olarak anladı herhalde. Bu ikisi çok farklı.

    Gelawej
    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2594-turkiyelilesmekten-turklesmeye-osmanlilasmaya-mi

  364. Anonim 355’e,

    Tespitinizin ekseriyetinde haklısınız. Sadece teoride boğulup, pratikle ilgili adım atmaya hiç yanaşmayan pek çok kişi var.

    159 no’lu metnimdeki şu kısmı size destek olmak adına hatırlatıyorum:

    Bu sitede görüşlerini yazan ziyaretçilerin çoğu:

    –Kapitalizm– kelimesini duyunca, aklına ilk önce, —Sam Amca— veya —ABD / Washington’daki Beyaz Saray— geliyor.

    –Komünizm– kelimesini duyunca, aklına ilk önce, —Lenin’in top / keçi sakalı–, —Stalin’in bıyığı— veya —Moskova / Kremlin— geliyor.

    Şimdi bir dakika durun, derin nefes alın, acele etmeyin.

    Ciddi ciddi düşünün:
    Kapitalizm, sizin her sabah [çoğu zaman cumartesi/pazar da dahil. Vardiyalı çalışanlar var ise, –gececiler– de dahil] sömürmek ve sömürülmek için gittiğiniz –kamu sektörüdür– veya –özel sektördeki şirketlerdir–.

    İlk önce:
    Kendi— günlük hayatınızın en ince hücrelerine zehir gibi yayılmış –kapitalizmi– öğreniniz. –Washington/Beyaz Saray– ile –Moskova/Kremlin’e– sonra kafa yorarsınız.

    İlk önce:
    Burnunuzun ucunda, b*ka batırıldığınız, her gün temerküz ettiğiniz –kapitalizme– bakın. –Washington/Beyaz Saray– ile –Moskova/Kremlin’e– sonra kafa yorarsınız.

  365. 352 –marxist argüman’a–

    Sömürüye karşı mücadele edenlerin [hespi olmasa bile çoğu] ‘insancıl’dır. Bu hususta size en son açıklamamı 342 no’lu metnimde yaptığımdan, tekrar etmiyorum.

    bencilligin insana özgü oldugunu hangi bulgulara, verilere, olgulara dayanarak tespit ettin?— Cevabımı 349 no’lu metnimde yazmıştım, gözlerinize görme komutu verseydiniz okuyabilirdiniz:

    [Not: Bencilliğin ‘sadece’ insana özgü olduğunu sormadığınızı tahmin ediyorum. Aşağıdaki cevabımı, insan türünü de kapsayacak minvalde okuyunuz, anlamaya çalışınız.]

    –İnsan davranışları– denen muazzam genişlikteki bir alanı, sadece mikroskopta araştırarak sonuçlar elde etme peşindeyseniz, araştırmanızı çok dar bir açıyla yürütüyorsunuz demektir. Birçok davranışta olduğu gibi –bencilliğin de– köklerini mikroskopta aramak isterseniz, hem mikroskoba, hem gözlerinize yazık edersiniz. [“soyut/abstrak” dü$ünce dünyasiyla, “somut/konkret” dü$ünce dünyasini] kıyaslama hususunu yeniden değerlendirmeniz gerekebilir.

    Canlıların çoğu [ki bunlara ‘insan’ ismiyle nitelenen tür de dahil] oksijensiz yaşayamaz. Oksijen solumazsak yaşayamayacağımıza göre, kapitalizme karşı mücadele de edemeyiz. Müşterek ve mecburi ihtiyaçlarımız vardır. Bunları sağlamazsak, ya sürüne sürüne, çile çeke çeke yaşarız, ya da ölürüz.

    İnsanların [ve diğer türlerin] yaşamlarını devam ettirebilmeleri için, bünyemizde ‘yaşamak için mecburi eylemler’ denen sistem vardır. İki göz, iki kulak, bir burun, bir beyin gibi fiziki özelliklerimiz nasıl varsa ve doğalsa, ‘yaşamak için mecburi eylemler’ denen şey de vardır ve doğaldır: Oksijeni solumayı istemek, suyu içmeyi istemek, yemeği yemeyi istemek gibi. Eğer bunları istemezsek, ölürüz. İnsan iradesi kadar iradeye sahip olmadığı varsayılan balığın, sudan uzaklaştırılıp, habitatından kopması nedeniyle ölmesi gibi. Balık, suda yaşamayı ister.

    Kapitalizm, insanların içinde doğuştan var olan bu ‘yaşamak için mecburi eylemler’i körükleyerek ‘bencilliğe’ dönüştürür, ve bu bencilliği daima canlı tutarak, sömürü mekanizmalarının daha ölümcül işlemesini hedefler.

    İnsanlar, hayatta birçok şeyi çevresinden gözlemleyerek öğrenir. Dil [language] en temel örneklerden biridir.

    Çin’de yaşayan insanların büyük çoğunluğu tasarruf yapmaya eğilimlidir, ABD’de yaşayan insanların büyük çoğunluğu tasarrufun t’sini hiç duymadan hayatlarını sürdürür.

    Bu ve benzeri örnekleri yaza yaza daha fazla uzatmak istemiyorum.

    İnsanların içinde doğal hâlde olan birçok özelliği, kapitalizm istismar ederek, kendi mekanizmalarına mühimmat malzemesi olarak tasarlar: ‘Kötücül’ olan budur.

    ‘Gabor Maté’— izah ediyor:
    [Uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi, çocukların gelişim süreci ve stres üzerine eğitim veren Kanadalı doktor]

    ‘Rekabeti’ temel alan, ve gerçekte, sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer insanı sömürmesine dayalı bir toplumda:
    Hakim ideoloji;
    ‘Çıkar sağlamak amacıyla özellikle sorun yaratmayı’,
    ‘Başka insanların sorunlarından çıkar sağlamak’ durumunu mazur görür.
    Ve bunu, insan doğasının en temel; değişmez özelliklerine bağlar.

    Yani toplumdaki hurafe:
    İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
    Doğuştan bireyci olduğu,
    Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir.

    Gerçek ise tam zıttıdır:
    İnsan olarak belirli ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu; belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir. Buraya kadar her şey normal; ‘doğanın bir parçası olduğumuzu’ elbette kabul ediyoruz.

    Arkadaşlığa ve yakın ilişkilere insanca bir ihtiyaç duyarız;
    Olduğumuz gibi sevilmek,
    Bağlanmak,
    Kabul edilmek,
    Fark edilmek,
    Ve onaylanmak için.
    Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere dönüşürüz.

    Fakat toplumumuzda sıklıkla gördüklerimiz; yukarıda açıkladığımızın tam tersine işaret ediyor:
    ‘İnsan doğasının sınırsız tahribatı!’

    Çünkü: İnsanların ‘çok az bir kısmının ihtiyaçları’ karşılanıyor. Evet, insan doğası hakkında konuşabilirsiniz. Ama yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından, ya da:
    ‘Karşılandığında belli özelliklere’;
    ‘Karşılanmadığında da farklı bir takım özelliklere’ sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim.

    Çok farklı şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan,
    Olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine sahip ‘insan organizması’nın;
    Belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, ‘toplumsal zorunluluk’ belirmeye başlar.

    Bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı olduğu gibi;
    İnsan beyninin de gelişiminin her basamağında ‘pozitif çevresel uyaranlara ihtiyacı’,
    Ve-fakat aynı zamanda ‘negatif uyaranlardan da korunmaya ihtiyacı’ vardır.

    Yani eğer ‘olması gereken şeyler’ gerçekleşmezse,
    Ya da ‘olmaması gereken şeyler’ gerçekleşirse;
    Gayet açıktır ki: Ortaya yalnızca birbirini izleyen zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil, aynı zamanda ‘birçok zararlı davranış biçimi’ çıkacaktır.

    Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruları sormalıyız:

    ‘Modern dünyada kendi ellerimizle yaratmış olduğumuz koşullar, sağlığımıza gerçekten yardımcı oluyor mu ?!’

    ‘Sosyo-ekonomik sistemimizin temelleri; insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda sağlamakta mı ?!’

    ‘Yoksa, toplumumuzun şu an içinde bulunduğu eğilim; gerçekte kişisel ve sosyal refahımızı yaratmamız ve korumamız için gereksinim duyduğumuz temel evrimsel ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor ?!’

    * * * * * * * * * *
    organize olmadan, örgütlenmeden mücadele nasil mümkün oluyor?— Galiba –hizipçilik– tabiri ile –örgütlenmek– tabirini birbirine yakın görüyorsunuz. 12 Eylül 1980’den önce kaç tane –hizip– vardı öğrenmek isterseniz, size şunları öneririm:

    Bir 12 Eylül Hesaplaşması [1]: Asılmayıp Beslenenler
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/asilmayip-beslenenler–bir-12-eylul-hesaplasmasi–1/85862.html

    Bir 12 Eylül Hesaplaşması [2]: Apoletli Adalet
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/apoletli-adalet–bir-12-eylul-hesaplasmasi–2/87373.html

    Bir 12 Eylül Hesaplaşması [3]: Bizim Çocuklar Yapamadı
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/bizim-cocuklar-yapamadi-amp-bir-12-eylul-hesaplasmasi-3/117431.html

    ‘Keşke Bir Öpüp Koklasaydım’ Geride Kalan Aileler 12 Eylül’ü Anlatıyor
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/keske-bir-opup-koklasaydim-amp-geride-kalan-aileler-12-eylulu-anlatiyor/316217.html

    Örgütlü ve atik mücadele— ile —amip gibi bölüne bölüne, mücadeleyi eritmeyi— birbirine karıştırmamanızı tavsiye ederim.

    Şu ifadeniz nedeniyle, size bir kez daha teşekkür ediyorum:
    “Homo homini lupus-insan insanin kurdudur.” Siyaset bilimi, devletin varligini-gerekliligini insanlarin sözde vahsi tabiatina ve insanlarin bu vahsi tabiatindan dolayi devlet olmazsa birbirlerini “yiyecekleri” varsayimina dayandirir. Burdan varilan sonuc: devletsiz bir toplum düsünülemez; tabiati geregi siddete meyilli olan insanoglunu islah etmek icin devlet sart. Böyle sacma bir tezi cürütme cabasina girismek bir baska sacmalik olur fakat bu tezin kendi icinde celiskili oldugunu belirtmeden gecmeyelim: eger insan vahsi bir tabiata sahipse, yine insan tarafindan ve insan icin olusturulan devletin, insanin bu “vahsi egilimini” bastirmak yerine, bu “dogal hobisini” doyasiya yasamasi icin devletin buna imkan tanimasi daha mantikli olurdu.

    ‘Tahakkümcü’ Thomas Hobbes, insanın, ‘doğuştan kötücül’ olduğuna inanıp, görüşlerini bu temel üzerinde inşa eder. [Hobbes’a cevap veren en mühim beyinlerin başında ise Rousseau gelir.*]

    ‘Tahakkümcü’ Hobbes —Leviathan— adlı kitabında, devletlerin elzem olduğu propagandasını yapar:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/leviathan/12591.html

    Milattan önce icat edilen —Homo homini lupus— tabirini bütün dünyada tanınır hâle getiren kitabı şudur:
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/de-cive–yurttaslik-felsefesinin-temelleri/96875.html

    ‘Tahakkümcü’ Hobbes’un bir başka ifadesi de şudur: —Bellum omnium contra omnes & The war of all against all

    Solcuların içinde —devlet yalayıcı— hiziplere,
    Kapitalistler içinde devleti —denge unsuru gibi göstermek meraklısı olanlara,
    En öz cevaplardan birini, yukarıda muhteşem ifade etmişsiniz. [Ek olarak: 333 no’lu metninizde şu hatırlatmanızı —Gewaltmonopol des Staates [The monopoly of the legitimate use of physical force]— sürekli yinelemek, bu sayfanın ziyaretçilerine sık sık göstermek zorundayız.]

    Teşekkür ediyorum –marxist argüman–.

    [*]
    —The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!—

    Jean-Jacques Rousseau,
    ‘Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men’,
    1754

  366. [Demir Kucukaydin’in yukariya alintilanmsi ”Türkiye Nereye Gidiyor?’ ve Ne yapmalı?’ baslikli yazisindan:]

    “Çünkü her Marksistin de olması gerektiği gibi, benim derdim devletin, ulusun ve sermeyenin (Kapitalizmin) yok olmasıdır.”

    Cehaletimi mazur gorun lutfen; Karl Marx, bu amentuyu hangi ayetleriyle indirmis?

    “Ve yine her Marksist gibi öncelikli amacım ve görevim, ‘kendi’ ulusumun, ‘kendi’ devletimin ve ‘kendi’ sermayemin yıkılması, yok olmasıdır.”

    Yakin zamanda yazacagi yazilardan birinde Kucukaydin’in da, ‘bana ahmak diyebilirsiniz’ baslikli bir yazisini gorebilir miyim diye kendime sordum.

    Iiih.. zor.

  367. marxist argüman

    demokrasiyi fa$izmin alternatifi olarak/kar$iti olarak gören ve “fa$izm”den sadece ve sadece nazi rejiminin bazi uygulamalarini anlayan, fikret ba$kaya, gün zileli, demir kücükaydin, abdullah öcalan gibi demokrasi idealisti sosyalistlerin, anar$istlerin, “radikal demokratlarin” yanli$ini/yanilgisini göstermek icin almanca marxist “gegenstandpunkt” dergisinin yazarlarindan “freerk huisken”in bu konuda ki kisa bir yazisinin türkce cevirisini a$agiya aliyorum.

    anonim 364,
    arkada$ senin bu otomatik bir mekanizmaya baglanmi$ gibi tekdüze/monoton “anti-kapitalizm” propagandandan $ahsen ben biktim usandim; sanki bir robotla tarti$iyormu$um hissine kapilmaya ba$ladim, bundan dolayi, ne yazarsan yaz, sana artik cevap yazmayacam; seni necip’le ba$ba$a birakiyorum. insanda, kapitalizmle kafayi bozmu$sun gibi bir intiba birakiyorsun; kapitalizm konusunu günlük geli$melerden soyutlayarak tarti$iyorsun.

    Burjuva egemenliginin iki farkli bicimi: DEMOKRASI ve FA$IZM

    Demokrasi ve fasizm kavramlari hakkinda sosyalistlerin kafasi epey karisik. Bu kafa karisikligi siyasi bir yönetim bicimi olarak demokrasi ile kapitalist ekonomi arasinda ki bagi-iliskiyi görememekten kaynaklaniyor. Demokrasiyi fasizmin alternatifi-karsiti olarak görme yanlisi tüm dünyada insanlar arasinda son derece yaygin. Sovyetler birliginin kendini feshetmesinden sonra, bunu “demokrasi eksikligine” yoran sosyalisler, kapitalist-emperyalist cephenin ideolojik taaruzunun da etkisiyle kraldan daha kralci yani burjuva demokratlarindan daha demokrat pozlarina bürünmeye basladilar. Öcalan gibi demokrasi sözcügünü sihirli bir formül gibi algilayip, her kavramin basina “demokratik” sifatini ekleyen “radikal demokrat”lardan tutalim, eli silahli sol örgütlerin legal kitle örgütü isimlerinde de “demokratik” sifati eksik olmaz. örnek: “sosyalist kadin hareketi” yerine “demokratik kadin hareketi” gibi isimler tercih ediliyor. Belli ki genis kitlelere hitap edebilme konusunda “demokratik” sifatinin “sosyalist” sifatindan daha “kapsayici” oldugu düsünülüyor. Müslüman demokrat erdogan, sosyal demokrat kilicdaroglu, hristiyan demokrat merkel, obama, putin vs. gibi burjuva demokratlarin politikasi ile, buna “demokratik politika” diyelim, “fasist politika” arasinda ki fark ve benzerliklere bakalim.

    Demokratlar gibi fasistlerde ekonomik üretim bicimi olarak kapitalizmi tercih ediyorlar. Yalniz fasistlerin istedigi issizlikten, iflastan, yabanci sermayeden, mümkün oldugunca yabanci ürünlerden-mallardan ve yabanci is gücünden-iscilerden arinmis bir kapitalizmdir. Dünya capinda ulusal-milli basarilari fasistlerde istiyorlar. Yalniz bu basarilara, devletin bagimsizligini sembolize eden ulusal egemenlikten katiyen taviz vermeden erismek istiyorlar. Kisacasi devletlerarasi rekabette “ulusal egemenlikten taviz” anlamina gelecek hicbir uzlasma-anlasma kabul edilemez, bundan dolayi ittifak-birlik politikalari ret edilir. Devletin insan sermayesi olan halki-toplumu, fasistlerde “ulusal kaynak (nationalressource)” olarak görürler ama, misafir isci-uzman calistirmayi dogru bulmazlar. Devlete ekonomik anlamda faydalida olsa yabanciyi, ayni “kandan-soydan” olmadigi icin kabul etmezler.

    Siyasi iktidarin ve ulusal egemenligin fanatik savunuculari olan fasistler iktidari-otoriteyi idealize ederler; devletin gücü-kudreti mutlak ve sinirsiz olmalidir. Buna karsilik demokrat siyasetciler realisttirler. Burjuva demokratlarin bu gercekciligi alcakgönüllü olmalarindan degil, basarinin kosullari-sartlari onu icap ettirdigi icindir. Demokrat siyasetciler, devletin güc-basari araclari olan kapitalist ekonomi, halk ve ulusal egemenligin devletler arasi rekabette bir siniri oldugunu bilirler. Cünkü rakip devletlerde ayni sekilde bu üc kaynaktan -ekonomi, halk, ulusal egemenlik- ulusal basarilari icin en verimli bir sekilde faydalanmaya calisirlar. Ulusal güc kaynaklarinin devletlerarasi kapitalist rekabette sinirli olmasi bazi kacinilmaz tehlike ve belirsizlikleri beraberinde getirir. Mesela avrupa birligine üye devletlerin para basma yetkisini avrupa merkez bankasina devretmeleri ulusal egemenlikten görece taviz anlamina gelir. Ulusal pazari dis sermayaye acma, ayni sekilde ulusal sermayenin dis piyasalara acilimi, yani dünya pazari icin rekabetin sonucunda kimin kaybedip kimin kazanacagini önceden kestirmek bir devlet icin zordur. Avrupa birligi denilen “kapitalist-emperyalist kulüp”ün politikacilari -su anda iflas etmis olan üyeleride dahil- bu ise girisirken tabii ki böyle bir rizikonun bilincindeydiler. Yunanistan’in AB kulübünden cikmayip “devam” demesi, halk dilinde “gün ola devran döne” diye ifade edilen spekülativ hesaptan-beklentiden baska birsey degildir. Yine NATO catisi altinda yürütülen savaslarin hesapta olmayan bazi sonuclari-yan etkileri olabilecegini demokrat siyasetciler pekala bilirler, yani o rizikoyu göze alirlar. El-kaide, isid bu “siyasi kumarin” ürünüdürler.

    Özetlersek: halk, kapitalist ekonomi ve ulusal egemenligin devletin güc kaynaklari oldugu konusunda demokratlar ve fasistler hemfikirler. Fikir ayriligi, bu kaynaklarin ne sekilde kullanilacagi hususunda ortaya cikiyor. Demokratlar, ekonomik cikarin mantigina-yasalarina uygun hareket ederler; basari icin bunun gerekli oldugunu bilirler, fakat kapitalist rekabette kazanmanin garantisinin olmadiginida bilirler. Bu, demokratlarin basari eksenli “gercekci politikasi” oluyor. Buna karsilik fasist politika, kapitalist ekonominin kar-kazanc yasalarini, yani kapitalizmin ic isleyis mantigini zorlama pahasinada olsa “mutlak ulusal faydayi” garantiye almak ister. “Güc-iktidar basarinin garantisidir” seklinde formüle edebilecegimiz bu idealizmden dolayidir ki fasistler ulusal basari icin gerekli olan kaynaklari cok hor kullanirlar. Nazilerin, issizligin olmadigi bir kapitalizm ideali dogrultusunda özel sektöre-isverenlere yeni isyerleri acmalarini dikte etmeleri; özel sektörü, onlara kalsa karli bulmadigi icin üretmeyecegi bazi mallari üretmeye mecbur etmeleri bu mantigin ürünüdür. Zafere dair hayallerin-fantazilerin ulusal basarinin garantisi olmadigini nazilerin ikinci dünya savasinda ki yenilgilerinden biliyoruz. Almanyanin bugün avrupanin lider gücü haline gelmesinde önemli rol oynayan NATO, AB, dünya ticaret örgütü gibi emperyalist politik araclardan alman demokratlari basari ile faydalanirken, alman fasistlerinin bu araclari “ulusal egemenlikten taviz” olarak görüp ret etmeleri, demokratik politika ile fasist politikanin farkini acikca gözler önüne seriyor.

  368. Düzen tartışılırken, özellikle Türkiye’de, soyut bir “kapitalizm” yerine asıl tartışılması gerekenler şunlardır:
    Devlet, daha somut ifadesiyle hükümet, C.başkanlığı (bugünkü C.başkanının tek adam yönetimi), ordu, polis, Diyanet (bugün iktidarın bir uzantısı haline gelmesi, M.Görmez), C.başkanı’nın muhtarlar, esnaf gibi kendisini destekleyen sınıfları rejimin bir parçası haline getirmesi (muhtarlarla toplantılar, “Esnaf gerektiğinde askerdir, polistir” sözleri -bunun M.Kemal’in Bursa nutkuyla benzerliği dikkat çekici), medya, özellikle hükümet yanlısı medyadan çok devletin merkez medyası olan Doğan holding medyası ve onun da devletin bir uzantısı olması, örneğin bugün şu haberlerinde görüldüğü üzere devlet gibi Kürt hareketini hedef alması:
    http://www.hurriyet.com.tr/hdp-milletvekili-pkkli-teroristin-cenazesine-katildi-40255966

  369. Sarayın Muhtarları
    http://en.marksist.net/node/4769

  370. Küçükaydın'dan alıntı;

    “Bunun nasıl bir şey olduğunu gerek tarihsel deneylere (örneğin Paris komünü); gerek teknik gelişmelere ve olanaklara (örneğin İnternet, “Global Köy”, “Liquid Feedback” vs.); toplumsal yapıdaki gelişmelere (Modern kapitalist toplumun ortaya çıkardığı bireyler) vs. dayanarak somut talepler halinde bir program olarak yıllardır formüle etmiş bulunuyorum.”

    RTE:
    “Twitter denen bir bela var”
    http://www.radikal.com.tr/politika/basbakan-erdogan-twitter-denen-bir-bela-var-1135952/
    “Okuyucu yorumları adamı katil eder”
    http://www.radikal.com.tr/politika/erdogan-okuyucu-yorumlari-adami-katil-eder-1000993/

    Binali Yıldırım:
    “Türkiye’yi Google mı yönetecek?”
    “Tek çare yerli Google”
    http://www.ntv.com.tr/video/teknoloji/tek-care-yerli-google,4E70a2n6MUWigRN9VlffWQ

    Yerli Google:
    http://www.ntv.com.tr/galeri/teknoloji/internetin-son-nesesi-milli-motor,JgqfaWTnUUmAigz036_8ew/5oOv9kjFvUyQ9t5tUkLApg

  371. Küçükaydın'dan alıntı;

    Yukarıdaki linkteki köşe yazısında bahsedilen RTE açıklamasının haberi;
    (Son seçim kampanyası sırasında da “Facebook filan, yahu bunlar çirkin teknoloji. Bu tür sayfalar çirkin, berbat. Buralardan her türlü ahlaksızlık yapılabilir” diyerek sosyal ağlara verip veriştiren başbakan, bugün yaşananları bize önceden haber vermişti.)
    http://www.milliyet.com.tr/erdogan-facebook-a-ates-puskurdu/siyaset/siyasetdetay/13.05.2011/1389697/default.htm

  372. MUHTARLAR VE MARKS’IN “BİR ÇUVAL PATATESİ”

    http://www.gunzileli.com/2016/02/17/9922/

  373. marxist argüman

    necip,
    fikir tarti$masinin da kurallari, yolu-yöntemi ve belli bir kalitesi olmali. daha önce yazdim: “iklim degi$ti, osmanli’nin yikilmasina sebep oldu” gibi gülünc siyasi bir hurafeye inanan senin gibi insanlari ciddiye almak mümkün degil. bir lise ögrencisi bile osmanlinin ya da bir devletin, bir imparatorlugun yikilma sebeplerini “ekonomik sebepleri $unlardir, siyasi sebepleri $unlardir, toplumsal sebepleri de $unlardir” $eklinde daha mantikli ve gercekci aciklayabilir.

    senin fikir tarti$masindan anladigin ve bu sitede pratikte yaptigin, laf soku$turmak, laf ebeligi yapmak, sidik yari$tirmak, bo$-bele$ polemik yapmak, efendime söyleyeyim demagoji yapmak, ki demagojide zaten kalitenin adisin; artik bir marka oldun, patent ba$vurusu yaparsan, para kazanman bile mümkün; “solcu” belledigin insanlara kinini, nefretini kusma; “solculara” agzinin payini verme vs.

    benim aradigim ise, argüman ve tez’lerle; veriye, bilgiye, ara$tirmaya dayali fikir tarti$masi.

    $imdi necip’ten alinti:
    “Ideolojilerin bini bir para.”

    ideoloji ne demek? birden cok anlami var: sistematik bir düsüceden tutalim, dünyada ki olay ve olgulara tek tek baki$ acilarina kadar; ce$itli konularda ki teoriler’den tutalim, bir $eyin varligini/gerekliligini/vazgecilmezligini vaaz eden, me$rula$tiran gerekcelere kadar bircok anlama gelir.

    benim cevirisini yaptigim yazi neyden bahsediyor: devlet denilen egemenin varligini/gerekliligini/vazgecilmezligini vaaz eden teorilerden, gerekcelerden vs.
    dikkat edersen sen, o yazinin icerigi, dogrulugu-yanli$ligi hakkinda hic bir$ey yazmiyorsun, ne yaziyorsun: “ideolojilerin bini bir para.”

    dogru, fakat bu neyi ispatlar? hic bir$eyi. ideoloji, geni$ anlamda fikir, dü$ünce, teori, baki$ acisi, gerekce vs. anlamina geliyor, diye yukarda yazdim. “ideolojiden, teoriden, fikirden, düsünceden cok ne var” demek istiyorsun ki, bu bir ele$tiri degildir. ideolojilerle, fikirlerle, düsüncelerle vakit kaybetmek yanli$sa, biz ve özellikle de sen, neden fikir tarti$malariyla burda zamanimizi bo$-bele$ harciyoruz o zaman?

    “O degil onemli olan; onemli olan (hangi ideolojiyle aciklamaga calisirsaniz calisin) ‘devlet’ denen bir muessesenin her zaman var oldugudur.”

    benim cevirisini yaptigim yazida “eskiden devlet yoktu, $imdi niye var” diye bir$ey yaziyor mu? yazmiyor. o yazi neye i$ik tutmaya cali$iyor?
    cevap: devlet’in varligini insanlara kabul ettirmek, benimsetmek icin ne gibi teoriler, ideolojiler, gerekceler ileri sürülüyor, bunu acikliyor.
    birincisi, ben o yaziyi senin gibilerini ikna etmek icin cevirmedim ve buraya asmadim. tayip erdogan, mehmet agar gibileriyle devletin varligini sorgulayan bir tarti$ma yapmaya kalkmak ne kadar ebes ise, seninle de böyle bir tarti$ma yürütmem o kadar abes olur. yani, senin, tayyip erdogan, mehmet agar gibilerini; kisacasi devleti ve egemenleri temsilen bu sitede gönüllü misyonerlik yaptigini farkindayim.
    ikincisi, ister devlet olsun, ister baska birsey olsun, bir $eyin uzun bir süreden beri var olmasi, o $eyin gelecekte de her zaman ve kesin var olacagi ve var olmasi gerektigi anlamina mi gelir?
    kölelik, binlerce yil vardi, $imdi yok mesela.
    200 yil önce sosyalizm, komünizm diye bir fikir, ideoloji yoktu, $imdi var vs. örnekler cogaltilabilir.

    “Yoksa, o yaziyi –sizce– onemli kilan, bir Alman isimli zat-i muhterem tarafindan yazilmis olmasi midir –Batililarin herseyi daha iyi bilir olduguna mi iman ediyorsunuz; ya da bizim oyle dusundugumuzu mu saniyorsunuz?”

    benim yazdiklarim icinde sana demagoji yapacak malzeme cikmadigi icin, bu sefer ucuz polemik yapma yöntemlerine ba$vuruyorsun.

    benim, bati “uygarligina”, bati’nin kapitalist ekonomisine, bati’nin demokrasi’sine, emperyalizmine yaptigim ele$tiriler yukarda asili duruyorken, “yoksa sen bati hayrani misin, bizi de mi öyle saniyorsun” anlaminda soru sorman, benim yazdiklarimla, bati hayrani kemalist bir insanin fikirleri arasinda ki farki ayirt edemeyecek kadar “fikir fukarasi” bir insan oldugunu gözler önüne seriyorsun.

    ben kendim teori üreten bir düsünür degilim; okudugum, takip ettigim ve beni aydinlatan, fikirlerini benimsedigim yazarlar var tabii ki. o ismini verdigim alman yazar da bunlardan birisi. insanlarin milliyeti, ana dili beni ilgilendirmiyor; fikirleri, yazdiklari beni ilgilendiriyor. benim yazdiklarimdan bunu $imdiye kadar anlamadin cünkü, ben ne yazarsam yazayim, senin kafanda, önyargilarinla olu$turdugun bir “solcu” tipi var, hep o’na yönelik yaziyorsun.

    senin, muhafazakar bir türk olarak bati’ya “gicik” oldugunu, hatta ingilizce bilmene ragmen bati basinini bile bu tavrindan dolayi okumayan bir osmanli oldugunu defalarca yazmi$tim zaten. sana yukarda ki soruyu sorduran da, i$te senin bu osmanli zihniyetindir.

  374. 367 –marxist argüman’a–

    –Sömürü mekanizmalarına karşı– ortak mücadeleden bahsettiğimi yukarıda yazdığım metinlerde ısrarla yineledim, feriştahı kapitalizmdir.

    Günlük geli$melerden soyutlamak:

    Soma maden cinayetini yok saymakla olur.

    Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girip balkon demirlerine kendini asarak hayatına son veren işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı’yı yok saymakla olur.

    Foxconn fabrikalarında öldürülen emekçilerin mücadelesini yok saymakla olur.

    Veya Konya/Ereğli’de kapitalizmin öldürdüğü 40 günlük –Ayaz– isimli bebeği yok saymakla olur.

    Örnekleri çoğaltabilirsiniz…

    Maksadınız ‘sürtüşme yaratmak’ ise, hay hay, devam edebiliriz. Peki şu an, yeri ve zamanı mı? Değil. Kapitalistler, nifak sokmakta epey ustadır, aklınızın bir köşesinde bulunsun.

    Dikkat buyurunuz: Adeta, sıralama var. İlk önce, kapitalizme karşı mücadeleyi genişletmemiz gerekiyor. Bu genişleme, akşamdan-sabaha, bugünden-yarına gerçekleşebilecek bir durum değil. 342 no’lu metnimdeki (daha da çoğaltabileceğiniz) ‘konu başlıkları’ üzerine kendi aramızda yaptığımız görüşmeleri şimdilik ertelemek zorundayız. Eğer, beynimizde biriktirdiklerimizi yarıştırmakta ısrar ederseniz, kendi fanusumuzda dolanırız, kapitalizm ise katliamlar yapmaya hızla devam eder, ediyor da.

    Bana veya bir başkasına cevap yetiştirmek mecburiyetinde değilsiniz, kimse sizi zorlamıyor. —Niyet okuma denemeleri— yapa yapa vakit harcamanız yerine, hedefe odaklanmak daha makûl.

    Kapitalizme karşı mücadelenizi yükselterek sürdürün yeter.

  375. Ilker Basbug sunlari demis:

    http://t24.com.tr/haber/ilker-basbug-seyh-sait-isyani-cikartilmasaydi-belki-bu-gun-farkli-sinirlarimiz-olurdu,366683

    İlker Başbuğ, altını çizmek istediği iki nokta olduğunu vurgulayarak; “Mondros Mütarekesi imzalandıktan bir hafta sonra bu Musul işgal edilirken, ne İstanbul’daki Hükümet ne de İstanbul’daki padişah buna hiç bir tepki göstermemiştir. Esas Kurtuluş savaşından sonra Lozan görüşmeleri ile Musul’un hiç bir ilgisi yoktur. Bazıları Lozan’la bağ kurmaya çalışıyorlar ki yanlıştır. Daha sonra İngiltere ve Türkiye arasında Lozan’dan sonra yapılan görüşmelerde bizim Musul’u kaybetmemizin arkasında yatan ana neden Atatürk devrimlerine, Cumhuriyet devrimlerine karşı din elden gidiyor diyerek halkı kandıran dini kullanan ve devlete isyan yapan Şeyh Sait ve arkadaşlarıdır. Bu faktör üzerinde niçin durulmuyor. Tekrar şunu ifade ediyorum. 13 Şubat 1925’te yaşanan Şeyh Sait İsyanı olmasa idi, belki Musul ve Kerkük konusu Türkiye açısından farklı sonuçlanabilirdi. Tarihi olayları anlatırken bütün gerçekleri net olarak ifade etmek lazım.” şeklinde konuştu.

    Mustafa Kemal’i (ve arkadaslarini) hata yapmaz ve eksiksiz kabul etmenin tipik bir ornegidir bu bence.

    Halbuki, baska birisi sozkonusu olsaydi, Seyh Sait ve benzeri isyanlari ongoremedigi icin, ‘Ataturk devrimleri’nin (‘Cumhuriyet devrimleri’nin) hem zamanlamasinin ve hem de kapsaminin hatali oldugunu, bu yuzden Musul ve Kerkuk’un kaybedildigini soyleyebilirdik.

    Mustafa Kemal’le ilgiliyse konu, boyle seyler mumkun degil: Herkes haksiz, o hakli; herkes yanlis, o dogru.

    O butun yanlislardan munezzehtir.

    Bakiniz Asimov Kanunu. [ https://eksisozluk.com/entry/37017 ]

  376. “senin, muhafazakar bir türk olarak bati’ya ‘gicik’ oldugunu”

    Yanlis.

    Ben, ‘Bati ozentileri’ne ‘gicik’ olurum.

    Bir de, sanki kaal-u beladan beri her iyiyi ve dogruyu kendileri temsil edegelmis gibi kendini konumlanrimaga calisan ‘Bati kibri’ne.

  377. Mevlana Celaleddin-i Rumi: Dünya ve Türkiye Burjuvazisinin Sevgilisi
    GARBİS ALTINOĞLU
    http://kutuphane.halkcephesi.net/Yazarlarold/Garbis/Mevlana.htm

  378. http://www.hurriyet.com.tr/dicle-de-olum-koprusu-346518

    “31 Ağustos 2005 ve devamı günlerde haber kanallarında Bağdat’ta izdihamda bini aşkın insanın ölmesi öne çıkan haberlerin birincisiydi. İmam Musa Kazımın türbesi civarında toplanan yüz bini aşkın insan vardı.
    Bir köprü üzerinde yığılan bir kümenin içinden bir provokatör bağırdı: “İçimizde canlı bomba var!” Ve panikleyen kitle bir mahşer manzarasıyla koşuşmaya başladı.
    Sonuç: Bini aşkın ölü ve binlerce yaralı. Tıpkı Mekke’deki Tünel Faciası’na benzeyen bir felaket.
    Türbeperestlik İslam’ın yıktığı şirk kalıntılarından biri değil mi? O halde on binlerce insanın bir türbeyi takdis için toplanması ne demek oluyor? Türbe takdisi açık bir şirk tezahürüdür.”
    Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah İle Aldatmak” adlı kitabından

    Haberi ve Öztürk’ün yorumunu alıntılamamın sebebi şu: Öztürk gibi dindarların da temsil ettiği pozitivizm ya da “burjuva aydınlanmacılığı” inançların ve bunların uygulamalarının tarihsel-sosyolojik temellerine değinmiyor. Bu yüzden, inançların kendi dönemlerinde ilerletici rol oynayabileceğini unutuyorlar (burada ilerlemeyi bir değer yargısı olmadan, şehirleşmenin-medeniyetin ilerlemesi olarak kullanıyorum, “ilerlemecilik”le suçlamayınız).
    “Türbeperestlik” diye ifade ettiği inanç da şehirleşmeyi ilerletmiştir. Bir türbe çevresinde gelişen yerleşim yerleri böyle ortaya çıkmıştır. Örneğin bu olayın yaşandığı Kazımiye mahallesi Musa Kazım’ın türbesi olmasaydı olmazdı. Adını İmam-ı Azam türbesinden alan Azamiye mahallesi (ve Kerbela, Necef, Samarra, Meşhed, Kum, Mezar-ı Şerif vb) de. Ülkemizden Eyüp semti (Öztürk bunu da eleştirmişti), Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Mevlana gibi örnekleri verebiliriz. Ve en önemlisi Öztürk gibilerinin sorgulayamayacağı Mekke (Kabe) ve Medine (Muhammed).

  379. Hükümete salvolar: Gerçek iktidar FETÖ’ydü

    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AK Partililerin CHP’yi FETÖ’yü desteklemekle suçlamasını ‘mizah unsuru’ olarak niteledi ve AK Parti döneminde gerçek iktidarın FETÖ olduğunu ileri sürdü. Eski Genelkurmay başkanlarından emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün “2004’te bilgi verdik, bir şey yapılmadı” açıklamalarını ve Başbakan Binali Yıldırım’ın “Kime bilgi vermişler” yanıtını değerlendiren Kılıçdaroğlu, şöyle dedi:

    GİZLİSİ SAKLISI KALMADI

    “Darbe Komisyonu’na bilgi verenler; görevde bulunurken neler yaptıklarını, tanıklıklarını anlatıyorlar. (Özkök) O dönem devlet sırlarına vakıf bir kişi olarak kaygı taşıdığı konuları iktidara ilettiğini söylüyor. Zaten o dönemki gazete arşivlerine bakarsanız AKP’nin cemaati destekleyen tavrı her alanda görülüyor. Geçenlerde 4 olay anlattım. Mesela darbeci general Metin Dişli karargâhta neden tutuluyordu? Bunu askerler mi istiyordu, siyasi irade mi? Ülkeyi yönetenler bunun hesabını vermeden neyin hesabını soracak?

    YAŞ KARARINI UYGULAMADI

    3 generalin ataması YAŞ’ta yapılmıştı. Ancak AKP, YAŞ kararını uygulamadı. (2010 yılında İçişleri Bakanı Atalay, ‘darbeye teşebbüs’ suçundan yargılanan Jandarma Tümgeneral Halil Helvacıoğlu’nu, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül de Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu’nu açığa almıştı). Hatta yasayı değiştirip ‘Cumhurbaşkanı onaylamadan YAŞ kararları geçerli olamaz’ denildi. Bu yasa değişikliğini yaptıran, cemaatin iradesiydi. Çağrı yapıyorum. MİT, MGK toplantılarında bütün terör örgütleriyle ilgili rapor sunar. FETÖ ile ilgili hangi sunumu yapmışsa çıksın açıklasınlar. Artık gizlisi saklısı kalmadı.

    DUYUNCA GÜLÜYORUM

    Bütün bunlara rağmen CHP’yi FETÖ’cülükle suçlamaları mizah unsuru. Duyunca, okuyunca gülmekten kendimi alamıyorum. Bütün siyasi hayatımız cemaatlerin devleti ele geçirme çabalarının karşısında geçti. AKP ise tam tersine cemaatleri destekleyen partiydi. Ne darbecileri ne Gülencileri savunduk. Biz sadece hukukun üstünlüğünü savunuyoruz. Siyasal iktidar suçluyu kendi belirliyor. Bu görevin asıl sahibi olan hukuka bırakmıyor. Tablo şu; AKP döneminde, FETÖ onların sayesinde her türlü atamayı yapmış. AKP de cemaatin her istediğini yapmış, hatta onlar istedi diye yasa çıkarmış. Cemaat de bunun karşısında AKP’nin devletleşmesini sağlamış. Paralel iki yapı haline gelmişler. 17-25 Aralık’ta rant savaşı başladı ve paralel iki yapı birbirine girdi. Hesap vermeleri lazım. O generalleri biz mi atadık? CHP mi iktidardaydı? Kendileri iktidardaydı. Hatta gerçek iktidar FETÖ’ydü.

    SİLAHLANMA ÇAĞRISI

    Silahlanma çağrıları, sosyal medya kampanyaları tehlikeli ve çok ağır sonuçlar doğurur. Bakın epilasyon broşürü dağıtana kızıp vuruyorlar. Yarın aksi görüşü dile getireni vururlar. Daha da fenası ülke iç savaşa gider. Bütün dünya kişisel silahlanmadan kurtulmaya çalışıyor. Türkiye devlet eliyle vatandaşını silahlandırmaya çalışıyor. Bu işin bakanlar tarafından dillendirilmesi daha da tehlikeli. Bu şu anlama geliyor: Devlet görevini yapamıyor. Polise gerek yok. Orman yasaları geçerli, herkes başının çaresine baksın.”

    BU KADAR SORUN VARKEN…

    “TÜRKİYE’nin bu kadar sorunu varken, ekonomi bu haldeyken, 1 milyon mağdur varken, çiftçi ektiği ürünün karşılığını alamazken, iktidar bir kişiye koltuk ikram etmek için seferber olmuş. Parlamenter sistemde zaten her istediklerini yapıyorlar. Anayasayı ihlal ediyor. Tarafsızlık ilkesini çiğnemiş. Parlamenter sistemin ne eksiği var? Cumhurbaşkanı Parlamento’nun işine neden müdahale ediyor? (Nisan’da referandum olur mu) Ben sağduyunun galip geleceğine ve 4 partinin mensuplarının Türkiye’yi referandum sürecine sokmayacağına inanıyorum.”

  380. TSK DÜŞMANLIĞININ KÖKENİ NEREYE DAYANIYOR
    Milli Şair Mehmet Akif’e soruyorlar; “Tarih tekerrür eder mi?” Şair şöyle yanıt veriyor: “Hiç ibret alınsa tekerrür eder mi?” Mehmet Akif bugün hayatta olsaydı, son yıllarda yaşadığımız olaylar hakkında ne düşünürdü? Ergenekon soruşturması, darbe iddiaları, ıslak imza, kozmik oda, balyoz planları, emasya tartışmaları vs.
    Şair kuşkusuz derdi ki, “ama biz bunların benzerini aynen yaşadık.” Nasıl mı? Okuyacağınız bugün yaşadıklarınızdır…

    Kafamızı Türkiye topraklarına sokarak olan biteni anlamamız zor.
    Dünyaya bakacağız; bir yaprak kımıldasa, bunun rüzgarının Türkiye’ye etkisini analiz etmeye çalışacağız. İşte o zaman çok karışık gibi gelen meselelerin ne kadar basit sebepleri olduğunu kavrayabiliriz.
    Gelin, Mehmet Akif’in yaşadığı 20’inci yüzyıl başına gidelim. Tarihin tekerrür edip etmediğine bir bakalım.
    Biliyoruz ki; büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, Birinci Paylaşım Savaşı’na/Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu.
    Osmanlı bu savaştan yenik çıktı.
    Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
    İngilizler, Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında Ermenistan ve Kürdistan da vardı.
    Osmanlı idari yapısını, milliyet esasına göre parçalayıp, federatif hale getirmeyi planladılar.
    Siyasi emellerinin yanında İngilizlerin, iktisadi amaçları da vardı. Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı’nın tek yanlı olarak kaldırdığı kapitülasyonları yeniden uygulamak istiyorlardı.
    Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine vermek amacındaydılar.
    İngilizler biliyordu ki, Osmanlı siyasi yaşamında İttihatçılarla birlikte ordunun da büyük etkisi vardı. Ordunun siyasal düşüncesi belliydi; milliciydi.
    O halde tüm bunları yapabilmeleri için ordudaki ulusçu/milliyetçi komutanların tasfiyesi gerekiyordu.

    Önce bir kurnazlık yaptılar:
    Bir süre İttihat ve Terakki Hükümeti’yle çalıştılar. Ağır şartları onlara kabul ettirip, nüfuzlarını kırıp, bir daha iktidar olma olanağını ortadan kaldırmak için!
    Tam başarılı olamadılar.
    İçinde İttihatçıların bulunduğu İzzet Paşa Hükümeti’ne ağır şartları kabul ettiremediler; ancak bazı tavizler koparabildiler.
    Bunlardan en önemlisi Mondros Ateşkes Antlaşması’ydı. İngilizler, savaşta Hamidiye zırhlısıyla olağanüstü başarılar kazanan Rauf (Orbay) Bey’in imzaya gelmesini özellikle istediler. Başarılı komutanları halkın gözünden düşürmek istiyorlardı. Sonra tutuklayacaklar, sürgüne göndereceklerdi. Hepsini adım adım yapacaklardı…

    Darbe iddiasıyla başlayan tutuklamalar

    İngilizler, İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, sertleşme politikası güttüler. Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.
    Sultan Vahdettin, İngilizlerin tertiplediği gerici 31 Mart (1909) olayının hazırlayıcılarından Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
    Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı. Vahdettin, İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini ve düşman gördüğü ulusalcılardan tamamen kurtulacağını düşünüyordu.
    Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, Tevfik Paşa Hükümeti’ni kurdurdu.
    Şimdi sıra İttihatçıların cezaevlerine tıkılmasındaydı.
    İngiliz ve Saray ittifakının elinde önemli bir gerekçe vardı: Savaş dönemindeki Ermeni ve Rum tehcirleri.
    Tehcir kararının altında imzası olan-olmayan tüm İttihatçılar cezalandırılmalıydı. 2500 kişilik bir tutuklama listesi hazırlandı.
    Ama önce…
    Meclis feshedildi. Basına sansür getirildi. Harp divanı kuruldu.
    Ve ardından gözaltılar, tutuklamalar başladı. Bunlar kısa sürede “cadı avına” dönüştü.
    Yeniden kurulan liberal-dinci ittifak partisi; Hürriyet ve İtilaf, daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
    Bu partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteler, daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı. Sürekli hedef gösterdiler; İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını; partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
    Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’in cezaevinden kaçması bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı. Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler.
    Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar:
    İttihatçılar darbe yapacak!
    Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek, darbe olacağını aman İstanbul’dan ayrılmamalarını rica etti. Murphy, Osmanlı Paşasını gülerek dinledi.
    Zavallı Yaver Paşa bilmiyordu ki, bu iddianın ortaya atılmasını sağlayanlar İngilizlerdi.
    Darbe iddiaları üzerine yeni bir tutuklama dalgası başladı; 30 kişi daha sorgusuz sualsiz cezaevine kondu.
    Milli Kongre’nin başkanı Dr. Esat (Işık) gibi saygın ulusalcılar gece yarıları pijamaları, terlikleriyle evlerinden alındılar.
    İttihat ve Terakki’nin tüm mallarına el konuldu.
    Sonra sıra subaylara geldi.
    İngilizler savaş tutsaklarına eziyet ettikleri iddiasıyla 23 subayın hemen tutuklanmasını istedi.

    Ordunun önde gelen isimleri tutuklanınca, İngilizler bu kez bazı kurumların “darbeyi planladıklarını” gündeme getirdi.
    Bunların başında Enver Paşa’nın kurdurduğu istihbarat örgütü Müsellah Müdafaa-i Milliye vardı. Savaş döneminde İngilizlere zorluklar yaşatan Osmanlı istihbarat örgütü küçültülüp etkisizleştirilerek Harbiye Nezareti’ne bağlandı.
    Osmanlı’nın deniz kuvvetlerini güçlendirmek için kurulan Donanma Cemiyetleri Bahriye Nezaretlerine bağlandı.
    Jandarma, ordudan koparılarak Dahiliye Nazırlığı çatısı altına sokuldu.
    İleri de tehlikeli olacağı düşünülen genç mektepli subayların rütbeleri indirildi. Amaç, istifaya zorlamaktı.
    İttihatçılar döneminde emekli edilen alaylı subaylar tekrar orduya alındı. Etkin görevlere getirildi. Emekli askerlerin kurduğu Nigehban Cemiyeti, basına verdikleri demeçlerde mektepli subaylara ağır hakaretler ettiler. Hukuk-u Beşer gazetesi mektepli subaylar için “haydut başları” başlığını bile atacak kadar ileri gitti.
    İngilizler, Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdurarak, Harbiye Nezareti’nin kozmik odalarına girip tüm belgelerini didik didik ettirdi.
    Amaçları belliydi; orduyu küçültmek, halk üzerindeki etkinliğini kırmak.
    Ordu’yu sadece iç güvenlik örgütü olarak polis, jandarma ve muhafız kıtaları seviyesine getirmek istiyorlardı.
    Bu arada İngilizler ile Fransızlar arasında Jandarmanın yönetimi kimin kontrolünde olacak tartışması çıktı.
    İnanması güç ama Saray’ın bırakın bunlara karşı çıkmasını, Vahdettin ve Damat Ferid Paşa ikilisi, ordu komutasını İngiliz subaylarına verme talebinde bile bulundular. İngilizler reddetti.

    Güvenilir başsavcı aranıyor

    Dönemin partisi Hürriyet ve İtilaf idi.
    Ülkenin dört köşesinde şubeler açan bu liberal-dinci ittifak partisi, artık hükümet olmak istiyordu. Ve nihayet, 4 mart 1919’da Damat Ferid Paşa başkanlığında hükümeti kurdular.
    Bu hükümete, İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi’nin gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!

    Damat Ferid Paşa hükümetinin ilk yaptığı icraat, ulusalcıları yargılayan Divan-ı Harp mensuplarına yüksek maaş ödemek oldu.
    Bu arada Divan-ı Harp’in üyeleri sürekli değişti. Damat Ferid Paşa, Takvim-i Vekayi gazetesine “güvenilir bir başsavcı bulmakta zorlandıklarını” açıkladı.
    Yeni hükümetle birlikte yandaş medyadaki “tutuklayın”, “kapatın”. “neden cezalandırmıyorsunuz” yayınlarında artış oldu.
    Alemdar gibi yandaş gazeteler, “sehbalar bile bu adamlara layık değildir; kafalarının koparılması gerekir” diye yazdı.
    Liberal gazeteciler; Alemdar’da Refi Cevat (Ulunay), Peyam’da Ali Kemal “daha ziyade şiddet” diye makaleler kaleme aldılar. “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor” diye yazdılar.
    Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
    Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan Yozgat Mutasarrıf vekili Kemal Bey idam edildi.
    Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; yandaş medyanın “cani” olarak gösterdiği Kemal Beyin cenazesine onbinler katıldı.
    Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; doktor, tıp öğrencisi, subay, imam, tekke şeyhinin de olduğu bazı kişiler tutuklandı. Üsküdar mevki kumandanı cenaze törenini dağıtmadığı için görevinden azledildi.

    Eski defterler açılıyor

    İngilizler gündemi hep sıcak tuttu. Tehcir ve darbe iddiaları gündemden düşünce hemen yenisi bulundu; “eski defterler” açıldı. Örneğin, intihar eden veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi Enver Paşa’nın öldürttüğü iddia edildi! Adliye Nazırı Sıtkı Bey hemen soruşturma açtırdı.
    Bu olay sıcaklığını kaybedince hemen yeni bir gündem yaratıldı:
    Sultan II. Abdulhamid tahtan indirildiğinde, içinde 1 milyon liralık mücevher bulunan çanta kayıp olmuştu. Çantanın peşine düşüldü.
    Ayrıca Yıldız Sarayı’nı kimlerin yağma ettiği konusunda spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
    Partiler, gazeteler bu suni gündemlerle oyalanırken, İngilizler emellerini tek tek gerçekleştirdi. Kapitülasyonları yeniden uygulamaya koydu. Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine verdi.
    İttihatçıların yerli sermaye oluşturmak için kurdurduğu milli şirketlerin bazılarını tasfiye etti; bazılarının müdürlüklerine liberal isimleri getirdi.
    Levant Limited gibi şirketler kurdular; Vickers, Metropolitan Carriage, British Trade Corparation gibi şirketleriyle Osmanlı pazarına daldılar. Şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğunu kaldırdılar.
    Türk bankalarına İngiliz denetçi gönderdiler. Denetleme işi bitinceye kadar bankaları kapattılar. Türk Milli Bankası’nı ele geçirdiler. Kendileri yeni bankalar kurdular.
    Hıristiyanlara ait “emval-i metruke” sayılarak satılan mallar gibi birçok konu gündeme getirildi.
    Sultan Vahdettin o aralar Toros Tüneli’ne kafayı takmıştı. Tüneli yapmak için anlaşma yaptığı Alman ve Avusturyalılar kaçmıştı; “ah İngilizler şu tüneli bir yapsa” diyordu. Tünel yapılıp bitirilince ne olacaksa?
    Diğer yanda…
    Osmanlı münevverleri olan biteni seyrediyordu; şaşkındı. Kurtuluş “reçeteleri” arıyordu. Çoğu bağımsızlığın Batı eliyle gerçekleşeceğine inanıyordu!
    Kimi ABD’nin sömürgeci olmadığına inanıp, Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu.
    Kimi kurtuluşu İngilizlerin Osmanlı yönetimine el koymasında görüp İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni girdi.
    Halkına güvenen münevver sayısı parmakla sayılacak kadar azdı…

    Tüm bunlar olurken İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar Osmanlı topraklarını işgal etti.
    Taktik hep aynıydı:
    İngiliz basını, İzmir ve çevresinin uyduları Yunanistan tarafından ilhak edilmesi için yoğun bir “Barbar Türk” kampanyasına başladı. Bu yayınlara göre Türkler, Rumları yok etmek için gizli planlar yapıyordu!
    Ve hep ekliyorlardı; “zaten bu barbar Türkler Ermenileri de katlettiler!” Bu gerekçe Batı basının en etkili propaganda silahıydı.
    Sonra Yunanlılar İzmir’e çıktı.
    Batı basını yine Türkleri suçladı; “Türkler inatçı bir direnme gösterdi!”
    Peki İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı: “İngilizleri İstiyoruz.”
    Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı. Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
    Teali-i İslam Cemiyeti ise işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, bazı memurların oruç yediğine, kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.
    Saray ile Hükümet ise Paris Konferansı’na hangi bakanların gidip gitmeyeceği tartışmasını yaptı.
    Bu arada bir “anket” yayınlandı ve Müslüman halkın yüzde 60’ının İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!
    Memnun olmayan birileri vardı: Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşı.
    Samsun’a çıktılar.
    Onu kısa bir süre sonra Mehmet Akif gibi yurtseverler takip etti.

    Şimdi Mehmet Akif hayatta olsaydı ve Türkiye’nin yaşadığı son yıllardaki olayları görse ne söylerdi acaba?
    “Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?”

  381. ABD seçimlerinde hangi gruplar hangi adaya oy verdiği grafiklerle ortaya koyuldu.
    The New York Times, geçtiğimiz Salı günü gerçekleşen ve Donald Trump’ın kazandığı ABD başkanlık seçimlerine dair ilgi çekici bir dizi tablo yayınladı. İşte o grafiklerde anlatılan ABD seçimlerinin rakamsal dökümü.
    CİNSİYET
    Kadın seçmenin %54’ü Clinton’a, %42’si Trump’a oy verdi.
    Ancak, sayıları daha fazla olan beyaz kadın seçmenin %53’ü Trump’a oy verdi.
    Trump’a oy veren erkek seçmen sayısı (%53) Clinton’a oy veren erkeklerden (%41) daha fazla.
    Bu oranlar Demokrat Parti’nin kadınların desteğini kaybetmeye başladığını gösteriyor, 2012’de kadın seçmenlerin %52’si Baracak Obama’ya oy vermişlerdi. 2012’de Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’e oy veren erkek seçmen oranı %52’de kalmıştı, bu konuda Trump Cumhuriyetçi adaya oy veren erkek oranını da arttırmış oldu.
    YAŞ
    Gençler Clinton’a, yaşlılar Trump’a oy verdiler.
    18 – 29 yaşları arasındaki gençlerin %55’i Clinton’a, %37’si Trump’a oy verdi.
    Yaş ortalaması 30 – 44 olan seçmenin %50’si Clinton’a, %42’si Trump’a oy verdi.
    45 yaşının üzerindeki seçmenin %53’ü Trump’a oy verdi. Bununla birlikte, 30 – 44 yaş grubu arasındaki seçmenin %37’si, 65 yaş ve üzerindeki seçmenin %45’i Clinton’ı tercih etti.
    Tüm bunlar Demokrat Parti’nin 18 – 29 yaş arasındaki gençlerin desteklerini kaybettiklerini gösteriyor, Obama 2012’de bu yaş grubundan %60 oy almayı başarmıştı. Demokratların 30 – 44 yaş grubundan aldıkları destek de azalmış görünüyor, 2012’de bu gruptan %52 oy almayı başarmışlardı. Trump, Cumhuriyetçi Parti’ye 2012’de %52 oranında oy veren 45 – 65 yaş grubu arasındaki oy oranını da arttırdı, fakat partiye destek veren 65 yaş ve üzerindeki kitlenin 2012’de Romney’e verdikleri %56 oranındaki oyda azalma gözlendi.
    TEN RENGİ
    Trump’a oy veren beyaz sayısı daha fazlayken, Afro-Amerikan, Hispanik, Latin ve Asyalılar Clinton’a oy verdiler.
    Beyazların çoğu (%58) Trump’a oy verdi, Clinton bu kesimden %37 oranında oy alabildi.
    Afro-Amerikan nüfusun %88 oranında ezici bir çoğunluğu Clinton’a oy verirken, Trump bu kesimden %8 oranında oy alabildi.
    Hispanik ve Latin Amerika kökenliler ile Asyalılar %65 oranında Clinton’a, %29 oranında Trump’a oy verdiler.
    Romney’in 2012’de aldığı %59 oranında beyaz oylarına bakılırsa, Trump Cumhuriyetçi Parti’nin beyaz seçmen sayısının azalmasına neden olmuş görünüyor, fakat, Demokrat Parti’nin 2012’de aldığı %93’lük Afo-Amerikan oy oranı da Clinton ile birlikte azalma gösterdi. Aynı şekilde, Obama’ya dört yıl önce verilen Hispanik ya da Latin Amerikalıların %71, Asyalıların %73’lük desteği de Clinton’ın adaylığı esnasında düşüş yaşadı.
    KENT ve TAŞRA KARŞILAŞTIRMASI
    Rakamlar Trump’ın taşrada, Clinton’ın kentlerde etkili olduğunu gösteriyor.
    Nüfusu 50 binin üzerinde olan kentler %59 oranında Clinton’a, %35 oranında Trump’a oy verdi.
    Kırsal alanın %62’si Trump’ı, %34’ü Clinton’ı tercih etti.
    Banliyölerde ise oranlar birbirlerine daha yakın, %50 Trump derken %45 Clinton’ı tercih etti.
    2012 senesinde, büyük ve orta ölçekli kentler %69 ve %58 oranında Obama’yı tercih ederlerken, küçük kentler ve banliyölerde Romney %56 ve %50 oranında oy alabilmişti.
    EĞİTİM
    Üniversite mezunları Clinton’ı tercih ettiler, daha düşük eğitim seviyesine sahip olanlar ise Trump dediler.
    Üniversite mezunlarının %49’u ve yüksek lisans yapanların %58’i Clinton’ı tercih ettiler. Liseden daha düşük eğitim seviyesine sahip olanların %52’si Trump’ı desteklediler.
    2012 senesine göre bu oranlarda büyük bir değişim gözleniyor. Romney %51 oranında üniversite mezununun oyunu almayı başarmıştı, Obama ise %64 oranında lise diploması olmayan seçmenin tercihi olmuştu. Lise mezunlarının %51’i Obama’yı desteklerken, %49 oranında üniversite dengi okul mezunları ve %55 oranında yüksek lisans seviyesindeki seçmenin desteğini almıştı.
    DİN
    Katolik ve Protestan Hristiyanlar büyük ölçüde Trump’ı desteklerken, Yahudiler, öteki dinlerin mensupları ile ateistler Clinton dediler.
    Katoliklerin %52’si, Protestan ya da öteki mezheplerin %58’i Trump’ı tercih ederken, Yahudilerin %71’i, farklı dinlerin mensuplarının %62’si, dini inancı olmadığını söyleyenlerin ise %68’i Clinton’ı desteklediler.
    2012 yılında, Obama’ya oy veren Katolik oranı %50’ydi. Protestan ya da öteki Hristiyanlar %57 oranında Romney’i tercih ederlerken, Yahudilerin Obama’ya destekleri %69 oranında kalmıştı.
    Beyaz evanjelik Hristiyanların Trump destekleri %81 olurken, bu oran 2012’ye göre yükselmiş oldu.
    GELİR SEVİYESİ
    Düşük gelir seviyesinin tercihi Clinton olurken yüksek gelir seviyesi Trump dedi.
    Yıllık 30 bin doların altında geliri olanların %53’ü ve 30 bin – 50 bin dolar arası kazananların %51’i Clinton’ı tercih ettiler.
    2012’ye göre bu rakamlar oldukça düşük kalıyor, Obama 30 bin dolar altı kazananların %63’ünden, 30 – 50 bin arası kazananların %57’sinden oy almayı başarmıştı.
    Yıllık 50 bin doların üzerinde kazancı olanlar Trump dediler: 50 – 100 bin dolar arası kazananların %50’si, 100 – 200 bin arası kazananların %48’i, 200 – 250 bin arası kazananların %49’u ve 250 bin üzeri kazananların %48’inin desteğini aldı. Bunlar Romney’in 2012’de aldığı oranların üzerinde görünüyor.

  382. 5. Gözyaşları getiren haber

    Yorumunuz incelendikten sonra yayınlanacaktır. YALAN!
    Yorumunuz incelendikten sonra YAYINLANMAYACAKTIR. DOĞRU!
    Anarşist-Stalinist dönek- Diktatöre dil uzatanların yazıları sansürden geçmez!

  383. »Donald Trump’ın seçilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Trump’ın seçilmesi, özünde, işçi sınıfının, yoksulların, dışlanmışların, horlananların, aşağılananların düzene,
    onun görünürdeki sahipleri sol liberallere,
    sosyal demokratlara,
    sahte devrimci küçük burjuva aydınlara,
    onların politik temsilcilerine ve kurumlarına bir başkaldırısıdır, onlardan intikamıdır.
    ………………….
    »Bir milyarder olarak Trump’ın tam da bu sistemin has adamı olması bu söylediğinizle çelişmiyor mu?
    Ortada anlaşılmaz bir çelişki yoktur. Çarpıtılmış bilinç ve seçeneksizlik koşullarında, her yerdekiler gibi, “Amerika’nın lanetlileri” de öfkeleri ve umarsızlıkları içinde, tepkisel protestolarını böyle gösterebildiler ancak. Kapitalizmde sistemin krizi, çoğu zaman böyle sonuçlar doğurur. Obama seçildiğinde, “Kriz o denli büyük, öfke ve çaresizlik o denli diz boyu ki, ırkçılar Obama’ya, erkek şovenistler Bayan Clinton’a oy verdiler, reaksiyoner kınamalarını böyle gösterdiler” demiştim. Bugün de benzer bir durum ortaya çıktı. Hans Fallada’nın ünlü “Küçük Adam Ne Oldu Sana” oyunundaki gibi yaşananlar. Protestolarını ancak böyle gösterip kendi ölümcül tuzaklarına koşanlara kızmamak ve sorumluları başka yerlerde, en çok da sol’da aramak gerek
    *****************************************************
    http://www.birgun.net/haber-detay/gerger-seceneksiz-kitleler-trump-i-tercih-etti-135229.html
    ******************************
    “sol”, yürünülecek yolda ne örnek oluyor; ne de kısa-orta vadeli bir süreç sunuyor.
    “abi, devrim olsun tamamdır!”
    Kim yapacak; nasıl yapacak; kim yönetecek, nasıl yönetecek…
    “abi, devrim olsun da…”
    yemiyorlar!
    sağ’ın rakibi yine sağ… faşist..(en yalancı, en azgın, en ahlaksız, en alçak, en riyakâr ve en mafyatik ideoloji) “çarpıtılmış bilinçli” yığınlara seçenek gibi gösterilebiliyor…
    .. şu da mümkün.. bu sağ savruluştan sonra, korkunç kıyımlar, felaketler ardından, Stalinist sol da gün gelir, umut oluverir…

  384. Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
    Hayır yapmadım! Sizin sitede bir bozukluk var. Size bu siteyi satıcıyla hemen ilişki kurun.

  385. 381 odatv’den 12 Kasım 16 / 8pm

    TSK DÜŞMANLIĞININ KÖKENİ NEREYE DAYANIYOR
    Milli Şair Mehmet Akif’e soruyorlar; “Tarih tekerrür eder mi?” Şair şöyle yanıt veriyor: “Hiç ibret alınsa tekerrür eder mi?” Mehmet Akif bugün hayatta olsaydı, son yıllarda yaşadığımız olaylar hakkında ne düşünürdü? Ergenekon soruşturması, darbe iddiaları, ıslak imza, kozmik oda, balyoz planları, emasya tartışmaları vs.
    Şair kuşkusuz derdi ki, “ama biz bunların benzerini aynen yaşadık.” Nasıl mı? Okuyacağınız bugün yaşadıklarınızdır…

    Kafamızı Türkiye topraklarına sokarak olan biteni anlamamız zor.
    Dünyaya bakacağız; bir yaprak kımıldasa, bunun rüzgarının Türkiye’ye etkisini analiz etmeye çalışacağız. İşte o zaman çok karışık gibi gelen meselelerin ne kadar basit sebepleri olduğunu kavrayabiliriz.
    Gelin, Mehmet Akif’in yaşadığı 20’inci yüzyıl başına gidelim. Tarihin tekerrür edip etmediğine bir bakalım.
    Biliyoruz ki; büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, Birinci Paylaşım Savaşı’na/Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu.
    Osmanlı bu savaştan yenik çıktı.
    Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
    İngilizler, Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında Ermenistan ve Kürdistan da vardı.
    Osmanlı idari yapısını, milliyet esasına göre parçalayıp, federatif hale getirmeyi planladılar.
    Siyasi emellerinin yanında İngilizlerin, iktisadi amaçları da vardı. Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı’nın tek yanlı olarak kaldırdığı kapitülasyonları yeniden uygulamak istiyorlardı.
    Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine vermek amacındaydılar.
    İngilizler biliyordu ki, Osmanlı siyasi yaşamında İttihatçılarla birlikte ordunun da büyük etkisi vardı. Ordunun siyasal düşüncesi belliydi; milliciydi.
    O halde tüm bunları yapabilmeleri için ordudaki ulusçu/milliyetçi komutanların tasfiyesi gerekiyordu.

    Önce bir kurnazlık yaptılar:
    Bir süre İttihat ve Terakki Hükümeti’yle çalıştılar. Ağır şartları onlara kabul ettirip, nüfuzlarını kırıp, bir daha iktidar olma olanağını ortadan kaldırmak için!
    Tam başarılı olamadılar.
    İçinde İttihatçıların bulunduğu İzzet Paşa Hükümeti’ne ağır şartları kabul ettiremediler; ancak bazı tavizler koparabildiler.
    Bunlardan en önemlisi Mondros Ateşkes Antlaşması’ydı. İngilizler, savaşta Hamidiye zırhlısıyla olağanüstü başarılar kazanan Rauf (Orbay) Bey’in imzaya gelmesini özellikle istediler. Başarılı komutanları halkın gözünden düşürmek istiyorlardı. Sonra tutuklayacaklar, sürgüne göndereceklerdi. Hepsini adım adım yapacaklardı…

    Darbe iddiasıyla başlayan tutuklamalar

    İngilizler, İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, sertleşme politikası güttüler. Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.
    Sultan Vahdettin, İngilizlerin tertiplediği gerici 31 Mart (1909) olayının hazırlayıcılarından Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
    Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı. Vahdettin, İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini ve düşman gördüğü ulusalcılardan tamamen kurtulacağını düşünüyordu.
    Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, Tevfik Paşa Hükümeti’ni kurdurdu.
    Şimdi sıra İttihatçıların cezaevlerine tıkılmasındaydı.
    İngiliz ve Saray ittifakının elinde önemli bir gerekçe vardı: Savaş dönemindeki Ermeni ve Rum tehcirleri.
    Tehcir kararının altında imzası olan-olmayan tüm İttihatçılar cezalandırılmalıydı. 2500 kişilik bir tutuklama listesi hazırlandı.
    Ama önce…
    Meclis feshedildi. Basına sansür getirildi. Harp divanı kuruldu.
    Ve ardından gözaltılar, tutuklamalar başladı. Bunlar kısa sürede “cadı avına” dönüştü.
    Yeniden kurulan liberal-dinci ittifak partisi; Hürriyet ve İtilaf, daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
    Bu partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteler, daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı. Sürekli hedef gösterdiler; İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını; partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
    Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’in cezaevinden kaçması bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı. Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler.
    Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar:
    İttihatçılar darbe yapacak!
    Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek, darbe olacağını aman İstanbul’dan ayrılmamalarını rica etti. Murphy, Osmanlı Paşasını gülerek dinledi.
    Zavallı Yaver Paşa bilmiyordu ki, bu iddianın ortaya atılmasını sağlayanlar İngilizlerdi.
    Darbe iddiaları üzerine yeni bir tutuklama dalgası başladı; 30 kişi daha sorgusuz sualsiz cezaevine kondu.
    Milli Kongre’nin başkanı Dr. Esat (Işık) gibi saygın ulusalcılar gece yarıları pijamaları, terlikleriyle evlerinden alındılar.
    İttihat ve Terakki’nin tüm mallarına el konuldu.
    Sonra sıra subaylara geldi.
    İngilizler savaş tutsaklarına eziyet ettikleri iddiasıyla 23 subayın hemen tutuklanmasını istedi.

    Ordunun önde gelen isimleri tutuklanınca, İngilizler bu kez bazı kurumların “darbeyi planladıklarını” gündeme getirdi.
    Bunların başında Enver Paşa’nın kurdurduğu istihbarat örgütü Müsellah Müdafaa-i Milliye vardı. Savaş döneminde İngilizlere zorluklar yaşatan Osmanlı istihbarat örgütü küçültülüp etkisizleştirilerek Harbiye Nezareti’ne bağlandı.
    Osmanlı’nın deniz kuvvetlerini güçlendirmek için kurulan Donanma Cemiyetleri Bahriye Nezaretlerine bağlandı.
    Jandarma, ordudan koparılarak Dahiliye Nazırlığı çatısı altına sokuldu.
    İleri de tehlikeli olacağı düşünülen genç mektepli subayların rütbeleri indirildi. Amaç, istifaya zorlamaktı.
    İttihatçılar döneminde emekli edilen alaylı subaylar tekrar orduya alındı. Etkin görevlere getirildi. Emekli askerlerin kurduğu Nigehban Cemiyeti, basına verdikleri demeçlerde mektepli subaylara ağır hakaretler ettiler. Hukuk-u Beşer gazetesi mektepli subaylar için “haydut başları” başlığını bile atacak kadar ileri gitti.
    İngilizler, Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdurarak, Harbiye Nezareti’nin kozmik odalarına girip tüm belgelerini didik didik ettirdi.
    Amaçları belliydi; orduyu küçültmek, halk üzerindeki etkinliğini kırmak.
    Ordu’yu sadece iç güvenlik örgütü olarak polis, jandarma ve muhafız kıtaları seviyesine getirmek istiyorlardı.
    Bu arada İngilizler ile Fransızlar arasında Jandarmanın yönetimi kimin kontrolünde olacak tartışması çıktı.
    İnanması güç ama Saray’ın bırakın bunlara karşı çıkmasını, Vahdettin ve Damat Ferid Paşa ikilisi, ordu komutasını İngiliz subaylarına verme talebinde bile bulundular. İngilizler reddetti.

    Güvenilir başsavcı aranıyor

    Dönemin partisi Hürriyet ve İtilaf idi.
    Ülkenin dört köşesinde şubeler açan bu liberal-dinci ittifak partisi, artık hükümet olmak istiyordu. Ve nihayet, 4 mart 1919’da Damat Ferid Paşa başkanlığında hükümeti kurdular.
    Bu hükümete, İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi’nin gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!

    Damat Ferid Paşa hükümetinin ilk yaptığı icraat, ulusalcıları yargılayan Divan-ı Harp mensuplarına yüksek maaş ödemek oldu.
    Bu arada Divan-ı Harp’in üyeleri sürekli değişti. Damat Ferid Paşa, Takvim-i Vekayi gazetesine “güvenilir bir başsavcı bulmakta zorlandıklarını” açıkladı.
    Yeni hükümetle birlikte yandaş medyadaki “tutuklayın”, “kapatın”. “neden cezalandırmıyorsunuz” yayınlarında artış oldu.
    Alemdar gibi yandaş gazeteler, “sehbalar bile bu adamlara layık değildir; kafalarının koparılması gerekir” diye yazdı.
    Liberal gazeteciler; Alemdar’da Refi Cevat (Ulunay), Peyam’da Ali Kemal “daha ziyade şiddet” diye makaleler kaleme aldılar. “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor” diye yazdılar.
    Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
    Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan Yozgat Mutasarrıf vekili Kemal Bey idam edildi.
    Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; yandaş medyanın “cani” olarak gösterdiği Kemal Beyin cenazesine onbinler katıldı.
    Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; doktor, tıp öğrencisi, subay, imam, tekke şeyhinin de olduğu bazı kişiler tutuklandı. Üsküdar mevki kumandanı cenaze törenini dağıtmadığı için görevinden azledildi.

    Eski defterler açılıyor

    İngilizler gündemi hep sıcak tuttu. Tehcir ve darbe iddiaları gündemden düşünce hemen yenisi bulundu; “eski defterler” açıldı. Örneğin, intihar eden veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi Enver Paşa’nın öldürttüğü iddia edildi! Adliye Nazırı Sıtkı Bey hemen soruşturma açtırdı.
    Bu olay sıcaklığını kaybedince hemen yeni bir gündem yaratıldı:
    Sultan II. Abdulhamid tahtan indirildiğinde, içinde 1 milyon liralık mücevher bulunan çanta kayıp olmuştu. Çantanın peşine düşüldü.
    Ayrıca Yıldız Sarayı’nı kimlerin yağma ettiği konusunda spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
    Partiler, gazeteler bu suni gündemlerle oyalanırken, İngilizler emellerini tek tek gerçekleştirdi. Kapitülasyonları yeniden uygulamaya koydu. Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine verdi.
    İttihatçıların yerli sermaye oluşturmak için kurdurduğu milli şirketlerin bazılarını tasfiye etti; bazılarının müdürlüklerine liberal isimleri getirdi.
    Levant Limited gibi şirketler kurdular; Vickers, Metropolitan Carriage, British Trade Corparation gibi şirketleriyle Osmanlı pazarına daldılar. Şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğunu kaldırdılar.
    Türk bankalarına İngiliz denetçi gönderdiler. Denetleme işi bitinceye kadar bankaları kapattılar. Türk Milli Bankası’nı ele geçirdiler. Kendileri yeni bankalar kurdular.
    Hıristiyanlara ait “emval-i metruke” sayılarak satılan mallar gibi birçok konu gündeme getirildi.
    Sultan Vahdettin o aralar Toros Tüneli’ne kafayı takmıştı. Tüneli yapmak için anlaşma yaptığı Alman ve Avusturyalılar kaçmıştı; “ah İngilizler şu tüneli bir yapsa” diyordu. Tünel yapılıp bitirilince ne olacaksa?
    Diğer yanda…
    Osmanlı münevverleri olan biteni seyrediyordu; şaşkındı. Kurtuluş “reçeteleri” arıyordu. Çoğu bağımsızlığın Batı eliyle gerçekleşeceğine inanıyordu!
    Kimi ABD’nin sömürgeci olmadığına inanıp, Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu.
    Kimi kurtuluşu İngilizlerin Osmanlı yönetimine el koymasında görüp İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni girdi.
    Halkına güvenen münevver sayısı parmakla sayılacak kadar azdı…

    Tüm bunlar olurken İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar Osmanlı topraklarını işgal etti.
    Taktik hep aynıydı:
    İngiliz basını, İzmir ve çevresinin uyduları Yunanistan tarafından ilhak edilmesi için yoğun bir “Barbar Türk” kampanyasına başladı. Bu yayınlara göre Türkler, Rumları yok etmek için gizli planlar yapıyordu!
    Ve hep ekliyorlardı; “zaten bu barbar Türkler Ermenileri de katlettiler!” Bu gerekçe Batı basının en etkili propaganda silahıydı.
    Sonra Yunanlılar İzmir’e çıktı.
    Batı basını yine Türkleri suçladı; “Türkler inatçı bir direnme gösterdi!”
    Peki İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı: “İngilizleri İstiyoruz.”
    Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı. Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
    Teali-i İslam Cemiyeti ise işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, bazı memurların oruç yediğine, kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.
    Saray ile Hükümet ise Paris Konferansı’na hangi bakanların gidip gitmeyeceği tartışmasını yaptı.
    Bu arada bir “anket” yayınlandı ve Müslüman halkın yüzde 60’ının İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!
    Memnun olmayan birileri vardı: Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşı.
    Samsun’a çıktılar.
    Onu kısa bir süre sonra Mehmet Akif gibi yurtseverler takip etti.

    Şimdi Mehmet Akif hayatta olsaydı ve Türkiye’nin yaşadığı son yıllardaki olayları görse ne söylerdi acaba?
    “Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?”

    382 odatv’den 12 Kasım 16 / 8pm

    ABD seçimlerinde hangi gruplar hangi adaya oy verdiği grafiklerle ortaya koyuldu.
    The New York Times, geçtiğimiz Salı günü gerçekleşen ve Donald Trump’ın kazandığı ABD başkanlık seçimlerine dair ilgi çekici bir dizi tablo yayınladı. İşte o grafiklerde anlatılan ABD seçimlerinin rakamsal dökümü.
    CİNSİYET
    Kadın seçmenin %54′ü Clinton’a, %42′si Trump’a oy verdi.
    Ancak, sayıları daha fazla olan beyaz kadın seçmenin %53′ü Trump’a oy verdi.
    Trump’a oy veren erkek seçmen sayısı (%53) Clinton’a oy veren erkeklerden (%41) daha fazla.
    Bu oranlar Demokrat Parti’nin kadınların desteğini kaybetmeye başladığını gösteriyor, 2012′de kadın seçmenlerin %52′si Baracak Obama’ya oy vermişlerdi. 2012′de Cumhuriyetçi aday Mitt Romney’e oy veren erkek seçmen oranı %52′de kalmıştı, bu konuda Trump Cumhuriyetçi adaya oy veren erkek oranını da arttırmış oldu.
    YAŞ
    Gençler Clinton’a, yaşlılar Trump’a oy verdiler.
    18 – 29 yaşları arasındaki gençlerin %55′i Clinton’a, %37′si Trump’a oy verdi.
    Yaş ortalaması 30 – 44 olan seçmenin %50′si Clinton’a, %42′si Trump’a oy verdi.
    45 yaşının üzerindeki seçmenin %53′ü Trump’a oy verdi. Bununla birlikte, 30 – 44 yaş grubu arasındaki seçmenin %37′si, 65 yaş ve üzerindeki seçmenin %45′i Clinton’ı tercih etti.
    Tüm bunlar Demokrat Parti’nin 18 – 29 yaş arasındaki gençlerin desteklerini kaybettiklerini gösteriyor, Obama 2012′de bu yaş grubundan %60 oy almayı başarmıştı. Demokratların 30 – 44 yaş grubundan aldıkları destek de azalmış görünüyor, 2012′de bu gruptan %52 oy almayı başarmışlardı. Trump, Cumhuriyetçi Parti’ye 2012′de %52 oranında oy veren 45 – 65 yaş grubu arasındaki oy oranını da arttırdı, fakat partiye destek veren 65 yaş ve üzerindeki kitlenin 2012′de Romney’e verdikleri %56 oranındaki oyda azalma gözlendi.
    TEN RENGİ
    Trump’a oy veren beyaz sayısı daha fazlayken, Afro-Amerikan, Hispanik, Latin ve Asyalılar Clinton’a oy verdiler.
    Beyazların çoğu (%58) Trump’a oy verdi, Clinton bu kesimden %37 oranında oy alabildi.
    Afro-Amerikan nüfusun %88 oranında ezici bir çoğunluğu Clinton’a oy verirken, Trump bu kesimden %8 oranında oy alabildi.
    Hispanik ve Latin Amerika kökenliler ile Asyalılar %65 oranında Clinton’a, %29 oranında Trump’a oy verdiler.
    Romney’in 2012′de aldığı %59 oranında beyaz oylarına bakılırsa, Trump Cumhuriyetçi Parti’nin beyaz seçmen sayısının azalmasına neden olmuş görünüyor, fakat, Demokrat Parti’nin 2012′de aldığı %93′lük Afo-Amerikan oy oranı da Clinton ile birlikte azalma gösterdi. Aynı şekilde, Obama’ya dört yıl önce verilen Hispanik ya da Latin Amerikalıların %71, Asyalıların %73′lük desteği de Clinton’ın adaylığı esnasında düşüş yaşadı.
    KENT ve TAŞRA KARŞILAŞTIRMASI
    Rakamlar Trump’ın taşrada, Clinton’ın kentlerde etkili olduğunu gösteriyor.
    Nüfusu 50 binin üzerinde olan kentler %59 oranında Clinton’a, %35 oranında Trump’a oy verdi.
    Kırsal alanın %62′si Trump’ı, %34′ü Clinton’ı tercih etti.
    Banliyölerde ise oranlar birbirlerine daha yakın, %50 Trump derken %45 Clinton’ı tercih etti.
    2012 senesinde, büyük ve orta ölçekli kentler %69 ve %58 oranında Obama’yı tercih ederlerken, küçük kentler ve banliyölerde Romney %56 ve %50 oranında oy alabilmişti.
    EĞİTİM
    Üniversite mezunları Clinton’ı tercih ettiler, daha düşük eğitim seviyesine sahip olanlar ise Trump dediler.
    Üniversite mezunlarının %49′u ve yüksek lisans yapanların %58′i Clinton’ı tercih ettiler. Liseden daha düşük eğitim seviyesine sahip olanların %52′si Trump’ı desteklediler.
    2012 senesine göre bu oranlarda büyük bir değişim gözleniyor. Romney %51 oranında üniversite mezununun oyunu almayı başarmıştı, Obama ise %64 oranında lise diploması olmayan seçmenin tercihi olmuştu. Lise mezunlarının %51′i Obama’yı desteklerken, %49 oranında üniversite dengi okul mezunları ve %55 oranında yüksek lisans seviyesindeki seçmenin desteğini almıştı.
    DİN
    Katolik ve Protestan Hristiyanlar büyük ölçüde Trump’ı desteklerken, Yahudiler, öteki dinlerin mensupları ile ateistler Clinton dediler.
    Katoliklerin %52′si, Protestan ya da öteki mezheplerin %58′i Trump’ı tercih ederken, Yahudilerin %71′i, farklı dinlerin mensuplarının %62′si, dini inancı olmadığını söyleyenlerin ise %68′i Clinton’ı desteklediler.
    2012 yılında, Obama’ya oy veren Katolik oranı %50′ydi. Protestan ya da öteki Hristiyanlar %57 oranında Romney’i tercih ederlerken, Yahudilerin Obama’ya destekleri %69 oranında kalmıştı.
    Beyaz evanjelik Hristiyanların Trump destekleri %81 olurken, bu oran 2012′ye göre yükselmiş oldu.
    GELİR SEVİYESİ
    Düşük gelir seviyesinin tercihi Clinton olurken yüksek gelir seviyesi Trump dedi.
    Yıllık 30 bin doların altında geliri olanların %53′ü ve 30 bin – 50 bin dolar arası kazananların %51′i Clinton’ı tercih ettiler.
    2012′ye göre bu rakamlar oldukça düşük kalıyor, Obama 30 bin dolar altı kazananların %63′ünden, 30 – 50 bin arası kazananların %57′sinden oy almayı başarmıştı.
    Yıllık 50 bin doların üzerinde kazancı olanlar Trump dediler: 50 – 100 bin dolar arası kazananların %50′si, 100 – 200 bin arası kazananların %48′i, 200 – 250 bin arası kazananların %49′u ve 250 bin üzeri kazananların %48′inin desteğini aldı. Bunlar Romney’in 2012′de aldığı oranların üzerinde görünüyor.

    383 5. Gözyaşları getiren haber 13 Kasım 16 / 10am

    Yorumunuz incelendikten sonra yayınlanacaktır. YALAN!
    Yorumunuz incelendikten sonra YAYINLANMAYACAKTIR. DOĞRU!
    Anarşist-Stalinist dönek- Diktatöre dil uzatanların yazıları sansürden geçmez!

    384 ogürsel 13 Kasım 16 / 12pm

    »Donald Trump’ın seçilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Trump’ın seçilmesi, özünde, işçi sınıfının, yoksulların, dışlanmışların, horlananların, aşağılananların düzene,
    onun görünürdeki sahipleri sol liberallere,
    sosyal demokratlara,
    sahte devrimci küçük burjuva aydınlara,
    onların politik temsilcilerine ve kurumlarına bir başkaldırısıdır, onlardan intikamıdır.
    ………………….
    »Bir milyarder olarak Trump’ın tam da bu sistemin has adamı olması bu söylediğinizle çelişmiyor mu?
    Ortada anlaşılmaz bir çelişki yoktur. Çarpıtılmış bilinç ve seçeneksizlik koşullarında, her yerdekiler gibi, “Amerika’nın lanetlileri” de öfkeleri ve umarsızlıkları içinde, tepkisel protestolarını böyle gösterebildiler ancak. Kapitalizmde sistemin krizi, çoğu zaman böyle sonuçlar doğurur. Obama seçildiğinde, “Kriz o denli büyük, öfke ve çaresizlik o denli diz boyu ki, ırkçılar Obama’ya, erkek şovenistler Bayan Clinton’a oy verdiler, reaksiyoner kınamalarını böyle gösterdiler” demiştim. Bugün de benzer bir durum ortaya çıktı. Hans Fallada’nın ünlü “Küçük Adam Ne Oldu Sana” oyunundaki gibi yaşananlar. Protestolarını ancak böyle gösterip kendi ölümcül tuzaklarına koşanlara kızmamak ve sorumluları başka yerlerde, en çok da sol’da aramak gerek
    *****************************************************
    http://www.birgun.net/haber-detay/gerger-seceneksiz-kitleler-trump-i-tercih-etti-135229.html
    ******************************
    “sol”, yürünülecek yolda ne örnek oluyor; ne de kısa-orta vadeli bir süreç sunuyor.
    “abi, devrim olsun tamamdır!”
    Kim yapacak; nasıl yapacak; kim yönetecek, nasıl yönetecek…
    “abi, devrim olsun da…”
    yemiyorlar!
    sağ’ın rakibi yine sağ… faşist..(en yalancı, en azgın, en ahlaksız, en alçak, en riyakâr ve en mafyatik ideoloji) “çarpıtılmış bilinçli” yığınlara seçenek gibi gösterilebiliyor…
    .. şu da mümkün.. bu sağ savruluştan sonra, korkunç kıyımlar, felaketler ardından, Stalinist sol da gün gelir, umut oluverir…

  386. Facebook müptelalığı

    BBC’ye göre Donald Trump başkanlık seçimini kazanmasında en büyük rolü Facebook oynamış.
    Başlık:
    It’s The Facebook ‘Wot won it. = It’s The Facebook that won it.
    Kısa çeviri: Kazanan Facebook
    Not1: İngilizce bilenenler yazının tümünü http://www.bbc.com/ sitesinde bulurlar.
    Not2: Dünyanın En Büyük Devrimini yapan Bolşeviklerin özü: “Amaca varmak için her araç mubahtır.”, ilkesi.
    Belki bu sitenin Cesur Yeni Dünyasından korkmayan ve Bolşevikler gibi her aracı mubah bulup Facebook aracını kullananlar derin uykularından uyanırlar. İnşallah!
    Bu uykunun en derinine dalmışlarına bir not: yazı “teknoloji”, bölümünde!

  387. Facebook müptelalığı 2

    “BBC’ye göre Donald Trump başkanlık seçimini kazanmasında en büyük rolü Facebook oynamış”, yazısının devamı.
    Başlık: Facebook fake news row: Mark Zuckerberg is a politician now
    Çeviri: Facebook’un sahte haber çıngarı: Mark Zuckerberg şimdi politikacı
    Not1: İngilizce bilenenler yazının tümünü http://www.bbc.com/news/technology-38036730
    sitesinde okuyabilirler.
    Not2: Dünyanın En Büyük Devrimini yapan Bolşeviklerin özü: “Amaca varmak için her araç mubahtır.”, ilkesi. Devrimci-solcu-anarşistlerin Facebook’u kullaması da mubahtır. Bu sitedeki bir dahi ve azılı bir solcuya göre sorun Facebook’un “yanlış ellerde”, olması! Lütfen BBC’nin bu haberi “teknoloji” bölümüne koyduğuna dikkat ediniz. Nedense insanı ezme her zaman “yanlış ellere” düşüyor.
    Belki bu sitenin Cesur Yeni Dünyasından korkmayan ve Bolşevikler gibi her aracı mubah bulup Facebook aracını kullananlar derin uykularından uyanırlar. İnşallah!

  388. Castro, Türk Kızı, Devrimciler

    BBC ve GOOGLE’dan
    Muzdan plastik yapan gencecik özgün Türk kızı şimdi de bu doğal plastiği insan yapmada kullanmayla doğal-yapay üretim endüstrisi dünyasında bir çığır açtı.
    Mutasyonla zıplama yapan bu yeni endüstri, doğal muz kabuğu plastiğinden, kızın kendisi gibi, cesur yeni dünya doğal-yapay “politically correct” insanlar üreteceklermiş.
    Böylece bu dahi bir taşla üç kuş vurmuş olacak:
    1. Doğal doğup doğal olarak kimyasal gıda, içecekler, televizyon, medya, okul gibi yapay araçlarla plastiklişen insanlar artık doğal doğal-yapay plastik olacaklar,
    2. Kadınlar doğurmaktan kurtulacaklar,
    3. Yaşlanmadan gencecik kalan solcu devrimciler, her ne kadar sağlıklarına kavuşmayıp sadece yaşama devam edeceklerse de, eski solcu devrimci tatsız hapları yerine yeni haplarını muzla lezzetlendirilmiş reklamıyla pazarlayacaklar.
    Ek yorum:
    Ne yazık! Castro biraz daha yaşasaydı bu Türk kızının buluşundan, özellikle bol muz üreten ülkelerine yakınlığı düşünüldüğünde, yararlanıp doğal-yapay gencecik kalacaktı, devrimci söylemlerine devam edecekti, hatta gün gelir uyanacak ve hakikat ışığını görüp anarşist bile olabilecekti.

  389. Türk dahi, İspanyol dahi, Çin dahi

    BBC ve GOOGLE’dan
    Küçücük bir İspanyol dahi çocuk Akdeniz Diyetiyle dünya su tüketiminde devasa miktarda bir su tasarrufu yapılacağını keşfetti.
    Muz üretimi son derece yüksek miktarda su tüketimine neden olduğundan, muz üretimini durdurmayı öneren bu buluş muzcu Türk dahi kızının buluşuyla çelişkiye düşmekte.
    Ama hayatta olumlu olmalı.
    Dünyanın En Büyük Bolşevik Devrimini başarıyla sürdüren Çin’de küçücük bir dahi diyalektikle yukarıdaki çelişkinin sentezini yaptı. Kaçınılmaz mutasyon zıplamalardan oluşan önüne geçilmez devrimlerin önüne geçenlerin organlarını satmak. Böylece benim gibi gerici ve devrimcilerden nefret edenlerin, devrimin büyük adımlarla ilerlemesine engel olanların sayısını azalacaktır.
    Bu organlar, yaşlanan ama gencecik kalan, her zaman pozitif düşünen, her zaman “politicially correct olan marksist-anarşist, sosyalist solcu-devrimcilere organ transplantasyonu/ allogreft yapılarak aktarılacak ve düzen eleştirilerinin varlığı seyirci halklara bir ümit, bir eğlence olacaktır.

  390. Bilgin Marks ve burjuva Marksistler

    Komünist Parti Manifestosu’dan bir alıntı:
    “Hızla geliştirdiği tüm üretim araçları, iletişimi son derece kolaylaştıran burjuvazi, bütün ulusları, hatta en barbarlar da dahil, medenileştirmekte. Ürettiği metaların ucuzluğu , Çin Seddini ağır toplarla bombalar, yabancılara karşı katı nefret dolu barbararları dize getirir. Bütün ulusları ya yok olma yada burjuva üretimini uygulamaya mecbur eder; medeniyet adını verdiği burjuvalaşmaya zorlar. Kısacası, nasıl hristiyan tanrısı insanı kendi imgesine göre yarattıysa, burjuva da tüm dünya insanlarını kendi imgesine göre yeniden yapar.”
    Mark’ın kendisi tam bir burjuva olduğundan, ucuz metaların son derece etkili silah, saldırgıya uğrayanların burjuva kişiliğine sahip olduğunu ve dolayısıyla ucuz metaları havada kapacaklarını varsayar. Kısacası her büyük bilgin gibi varmak istediği sonucu varsayar.
    Ne var ki, Marks’ın kehaneti doğru çıkar! Bu bir “gerçek” mucize!
    Bundan 40-50 yıl öncesine kadar hemen hemen tüm dünya Batılı olma sevdası ve özlemi içindeydi; Batı’yı imrenir, gıpta eder, özenir, Batı’lı olmaya can atardı. Tüm dünya mavi gözlü sarışın olma rüyaları içinde yaşardı. Tüm dünya burjuva olmuştu. Ve sanırım genelde hala öyle.
    Yine ne var ki, son zamanlarda bir multikültürellik havası esmekte. Binlerce yıl kültür kelimesini bile duymamış cemiyetler birden bire “kültür”e sahip olduklarını keşfetmeketler. Burjuvanın getirdiği silahları burjuvaya karşı kullanmaktalar. Hatta tanrısız bir türlü yaşamayı beceremeyen hayatı boyu Marksist olanlar bile bazı diğer dinlere, örneğin anarşistliğe, sarılmaktalar.
    Neden acaba?

  391. mutasyon/evrim ve sıçrama/devrim

    Sayın Gün Zileli’nin mutasyon/evrim ve sıçrama/devrim arasında gördüğü benzeyiş üzerine.
    Bir benzetme de ben yapayım. Darwin’in (Wallace ve Kropotkin’in) yaşamda kalma ve sürdürme kavgasıyla, Marks’ın sınıflar arasındaki kavgada üretimi asıl yapan emekçilerin eninde sonunda yaşamda kalmayı başaracağına nedense çok benzer. Sadece benzemekle kalmaz. Marks da insanla doğa arasındaki kavga varsayımından yola çıkar.
    Çevre koruyucuları, gezegeni kurtarmak isteyenler bu çelişkilere yeni bir diyalektik sentez peşindeler: doğayı incitmeden üretme!
    Yaptığım araştırmalardan öğrendiklerim:
    İnsan’ın bu kavga dövüş, devrim, mutasyon, başarı, ilerleme, kompleksleşme yanı sıra bazı hemen göze batan veriler var. İnsanın yeryüzünde yaşamının %95’ini vahşiler kavga dövüş içine girmeden, doğanın akıl almaz cömertliğinden hoşnut, streslere girmeden yaşamışlar.
    Daha da geriye gider ve derine inersek tek bir insanın bağırsaklarındaki bakteri sayısı günümüze kadar yaşamış insan sayısından bin katı fazla. Üstelik bakteriler 2 milyar yıldır yaşamakta, memeliler en fazla 65 milyon yıldır yaşamakta.
    Bir yanda mantık öncesi vahşi-insanlar, diğer yanda bakteriler, virüsler, hatta hamam böcekleri. Beyinleriyle iftihar eden medeni-insanların beyinleri iyice yıkanmışa benzer. Devrim hayalleri medeni-insanın bir çeşit hüsnü kuruntusu, ümitsiz dünyanın ümidi, medeni-insanın afyonu.

  392. Medeniyet karşıtı düşüncelerini medeniyetin araçlarını kullanmadan yaymaktan ve iletişim araçlarının bulunmadığı çağlarda yaşayan vahşiler gibi yüz yüze iletişim kurmaktan aciz olan tutarlı anarşistlerin dinine ne ad verilir?

  393. Sorduğunuz soruyu “DOPE” veya “pipsqueak” mahlaslı kişiye defalarca sorduk, hep şu cevabı verdi:

    “Bana şantaj yapıyorsunuz!

    ‘İletişim araçlarını kullanıyor olmam’ ile ‘medeniyete karşı olmam’; birbirinden farklı şeyler!”

    DOPE & pipsqueak; ne yazık ki “medeniyet”e karşı çıkılaMAyacağını idrak etmek istemiyor. “Vahşi” kelimesiyle nitelediği insanların yaşadığı çağlarda bile “medeniyet” vardı, “vahşilerin bile kendi medeniyeti” vardı; bunu anlamak istemiyor.

    Önceden musluklar yoktu, maşrapa kullanırdık.

    Şimdi musluklar var, kullanıyoruz.

    Bunlar; medeniyetin ürünleridir. “Maşrapa kullanmak” düşük medeniyetli demek değildir, “musluk kullanmak” da yüksek medeniyetli demek değildir.

    Taş devrinden sonraki çağlara geçişin sebebi taşların tükenmiş olması değildir. Taş; eski çağlarda da vardı, bugün de var, yarın da olacak.

    Taş devrinden sonraki çağlara geçişin asıl sebebi; insanların icat yapmaya başlamasıdır.

    Yakın tarihten bir örnek aktaralım:

    1950’lerde ABD-Cleveland’da, ‘Ford’un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu ‘Henry Ford II’nin ev sahipliğinde gezmekte olan ‘Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası (United Automobile Workers, UAW)’ başkanı ‘Walter Philip Reuther’ arasında bir konuşma geçer.

    Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı, yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir, ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:

    Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
    Şu robotik kollara bakar mısınız! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar, değil mi!
    Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
    Lütfen bana söyler misiniz;
    (Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
    Artık, bu üretim bandımızın başında tutmamız gereken işçi sayısı azaldı, yakında bu bölümümüzde hiçbir işçiye ihtiyacımız kalmayacak. Artık, hamarat makinelerimiz göğsümüzü kabarta kabarta yüksek hızla çalışıyor. Peki, siz, sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz!

    W. P. Reuther, istifini hiç bozmadan, aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:

    Bay Henry, peki siz, bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz!
    Arabalarınızı ‘bu makineler’, ‘şu robotik kollar’ satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry!
    Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
    Siz, yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak, işçileri çıkartarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
    Ama unutmayın;
    ‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski bilindik yöntemle, yani, bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor! Henüz, sizin bütün arabalarınızı satın alabilecek ‘insan (tüketici) fabrikaları’ inşa edilmedi! ‘Kadınların’, birer ‘seri insan (tüketici) imâlathaneleri’ olMAdığından, kadınların birer kuluçka merkezi olMAdığından haberdarsınızdır, diye umuyorum!

    Her ay bir önceki aya göre,
    Her yıl bir önceki yıla göre,
    Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimlerini dikkatle incelerseniz;
    Eline daha az maaş (ücret & para) geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
    Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabalarınızı da almayacaktır!
    Sizin ‘maliyet unsuru’ olarak yaftaladığınız işçiniz, aynı zamanda, sizin ürünlerinizi satın alan müşterinizdir de! Yani, ‘insan’; hem üretici, hem tüketicidir!
    Tesislerinizde teknolojiyi nasıl en verimli şekillerde kullanacağınızı öğrenmişsiniz, ama, ekonomideki oyuncuların hangi rolleri üstlendiğini henüz öğrenememişsiniz!
    İşçileri çöp kutusuna gönderirseniz, sizi, teknolojiniz bile kurtaramaz!
    Ürünlerinizi ‘bu makineler’, ‘şu robotik kollar’ değil; hâlâ insanlar satın alacak!

    der, ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin diğer bölümlerini gezmeye devam ederler!

    Kasım 2011
    ‘The Economist’
    ‘Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy’
    ( http://www.economist.com/blogs/babbage/2011/11/artificial-intelligence )

    Üzerinde kafa yormamız gereken husus şu olabilir:

    Biz mi taşı kullanacağız, taş mı bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Biz mi musluğu kullanacağız, musluk mu bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Biz mi facebook’u kullanacağız, facebook mu bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Biz mi robotları kullanacağız, robotlar mı bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Buna banzer örnekleri çoğaltabilirsiniz.

    İşte tam bu noktada “modernite” denen kavram geliyor.

    DOPE & pipsqueak’in asıl karşı çıktığı şey “modernite”dir; bunu görmek istemiyor.

    [İngilizce: “Modernity”
    Fransızca: “La modernité”
    Almanca: “Moderne”]

  394. 394

    “Araç”ların amaç haline getirilmesini güzel örneklerle açıklamışsınız.

    Bir de farklı “araç”ları amaç haline getirenlerin sistem-içi kavgası vardır ki bu en çok Türkiye gibi ülkelerde yaşanır. Örneğin mektep/medrese (bugün normal okullar/imam-hatipler), şapka/fes, “açık baş”çılık/türbancılık-başörtücülük, Latin alfabesi/Arap alfabesi, Miladi Takvim/Hicri Takvim, Öztürkçe/Osmanlıca, Kemalist cumhuriyet fetişizmi/Osmanlı saltanatı fetişizmi vb gibi.

  395. 393, 394 ve 395 asıl konuyu anlamamışlar

    393, 394 ve 395 asıl konuyu anlamamışlar.
    Çok basit örnek olarak 60-80 yıldır herkesin dilinde olan “kültürel emperyalizm”, “ekonomik emperyalizm” ve benzeri sayısız insanları belli bir yaşam biçimine zorlayan düzenlere karşı gelmeleri sanki hiç anlamamışlar. Biçimsel algılayıp biçimsel yanıt vermişler.
    Yukarıdaki yaygın eleştiriler yanı sıra sayısız edebiyat eserleri ve sanat, şiirler, filimler değişikliklerin yarattığı sosyal felaketlere neden olduklarını işlediler.
    Kendi dilini bilmeyen çok sayıda Kürtler en acı bir örnek. Kürtçe bilmeyen Kürtlerin bunu eleştirmeleri ve eleştirilerini Türkçe dile getirenlere, özellikle 393 ve diğerleri de şöyle bir yanıt verseler hayret etmem: “Hem Türkçe konuşuyorsunuz, hem TC nimetlerinden yararlanıyorsunuz hem de dert yanıyorsunuz!”
    Ben anarşist değilim ama en az anarşistlikle demokrasi ve fikir savunma arasında sıkı bağ olduğu inkâr edilemez.

  396. elmalarla (dil) armutları (teknoloji) karıştırmak

    [Kendi dilini bilmeyen çok sayıda Kürtler en acı bir örnek. Kürtçe bilmeyen Kürtlerin bunu eleştirmeleri ve eleştirilerini Türkçe dile getirenlere, özellikle 393 ve diğerleri de şöyle bir yanıt verseler hayret etmem: “Hem Türkçe konuşuyorsunuz, hem TC nimetlerinden yararlanıyorsunuz hem de dert yanıyorsunuz!”]

    Bugünkü teknolojinin (“bugünkü”, çünkü insanlığın ne kadar ilkel olursa olsun her zaman bir teknolojisi olmuştur) olmadığı zamanlarda dil yok muydu?

    Bütün dillerin kökeninin en nihayetinde ortak olmasını geçelim, “Kürtçe” ile diğer Hint-Avrupa dilleri, “Arapça” ile diğer Sami dilleri, “Türkçe” ile diğer Altay dilleri aynı kökten türemedi mi? Keza bu dilleri konuşan kavimler de. Bugün çeşitli kıtalara yayılmış Hint-Avrupalıları, Samileri, Türki kavimleri, Kızılderilileri önce oraya geldikleri yere, oradan da insanların evrimleştiği Afrika kıtasına mı geri yollamalı? Hatta bunu daha ileri götürüp insanlığın en vahşi halini (primatlığını) savunarak evrime de mi karşı çıkmalı? Bu yolun sonu dünyada yaşamın ortaya çıkmasına karşı olmakta biter. Ama hangi aşamada durulacağına dair tartışmaların sonu gelmez.

  397. elmalarla (dil) armutları (teknoloji) karıştırmak

    Kürtçe gibi birçok dilin ulus-devletleşme sürecinde uzun süren baskı ve yasaklamalara konu olduğu bir gerçek. Bu nedenle dillerini öğrenemeyen, konuşamayan Kürtlerin büyük bölümü bu konuda suçlanamaz.

    Fakat bu baskı ve yasakların büyük ölçüde gerilediği ve ortadan kalktığı, bilgiye ulaşma (dolayısıyla dil öğrenme) imkanlarının alabildiğine çoğaldığı (uydu ve yabancı kanallardan internette ulaşılabilen dil, sözlük ve çeviri kaynaklarına, kitaplara ve pdf’lere kadar) günümüzde, en azından bazı insanların bu imkanlardan yararlanmamasının onların bir eksikliği olduğu söylemek yanlış olmaz.

    Bu halkın anadillerindeki ve yabancı dillerdeki bilgisizliklerinde geçerli bir durum değil sadece. Genel olarak dil, kültür, bilim, tarih, siyaset gibi konulardaki genel bilgisizlik de büyük ölçüde insanların (en azından onların bir bölümünün) kendi eksiklikleridir.

  398. 397, 398 ve 399’a

    Sizin anlaMAmakta ısrar ettiğiniz durum şu, [yok yere uzatmamak adına, en azından bu sayfada] kimse, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin haklılığını ön plana çıkararak, kendi tezlerine dayanak oluşturmuyor; bunu siz yapıyor gözüküyorsunuz [umarız yanılırız].

    Asla ama asla şunu DEMEYİZ: “Hem Türkçe konuşuyorsunuz, hem TC nimetlerinden yararlanıyorsunuz hem de dert yanıyorsunuz!” → Bu ifadeniz; sizin kendi aklınızın yine size oynadığı bir oyun, sonra, gelmişsiniz bu siteye bizleri kandıracağınızı sanıyorsunuz.

    Kürt halkı [ve adlarını yazsak, bu sayfanın yetmeyeceği pek çok] diğer halkların üzerinde tahakküm kuran “T.C.” adlı devlete [bütün devletlere!] elbette karşıyız, tıpkı kapitalizme karşı olduğumuz gibi.

    Şu ifadeyi nerenizle uydurdunuz, beyninizden başka bir organınızla uydurduğunuz aşikâr: “‘kültürel emperyalizm’, ‘ekonomik emperyalizm’ ve benzeri sayısız insanları belli bir yaşam biçimine zorlayan düzenlere karşı gelmeleri sanki hiç anlamamışlar. Biçimsel algılayıp biçimsel yanıt vermişler.” Bizler, yıllardır, emperyalizmin her türlüsüne karşı mücadele ederken; ‘kültürel emperyalizm’ & ‘ekonomik emperyalizm’ gibi iki zehirli mikrobu hedef tahtasına koyarak, asıl düşmanın bu ikisi olduğunun şuurunda olarak mücadele ediyoruz. Utanmadan ‘biçimsel algılayıp biçimsel yanıt vermişler’ yanıtını yazabilmişsiniz, yazık size, ‘prejudice [önyargı]’ dolu bir mizacınız var. İnsanları, yazmadıkları, söylemedikleri şeylerle itham etmek huyunuz olmuş.

    “Yukarıdaki yaygın eleştiriler yanı sıra sayısız edebiyat eserleri ve sanat, şiirler, filimler değişikliklerin yarattığı sosyal felaketlere neden olduklarını işlediler.” → Bunu hiçbir zaman inkâr etmedik ki. Sırf sizin beyniniz içindeki örnekleri buraya yazmıyoruz diye, aforoz etme yetkisini kendinize nasıl verebiliyorsunuz. Sizin endişe ettiğiniz şeylerin ekseriyetiyle ilgili bizler de benzer endişelere sahibiz, niçin kafamıza taş atmakta ısrarcısınız!

    “Modernite”, “medeniyet”in rahminden doğmuştur.

    “Modernite”ye karşı olabilirsiniz, ama, “medeniyet”e karşı olmak neredeyse imkânsızdır.

    “Vahşi” kelimesiyle nitelenen insanların yaşadığı çağlarda bile “medeniyet” vardı, “vahşilerin bile kendi medeniyeti” vardı; bunu anlamak istemiyorsunuz.

    Önceden musluklar yoktu, maşrapa kullanırdık.

    Şimdi musluklar var, kullanıyoruz.

    Bunlar; medeniyetin ürünleridir. “Maşrapa kullanmak” düşük medeniyetli demek değildir, “musluk kullanmak” da yüksek medeniyetli demek değildir.

    Taş devrinden sonraki çağlara geçişin sebebi taşların tükenmiş olması değildir. Taş; eski çağlarda da vardı, bugün de var, yarın da olacak.

    Taş devrinden sonraki çağlara geçişin asıl sebebi; insanların icat yapmaya başlamasıdır.

    Yeniden Samuel Butler’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Simone Weil’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Günther Anders’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden David Watson’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Guy Debord’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Marshall Sahlins’den örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Pierre Clastres’ten örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden John Zerzan’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Howard Zinn’den örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Fredy Perlman’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Ivan Illich’ten örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Ken Loach’tan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden James C. Scott’tan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Mircea Eliade’den örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Hannah Arendt’den örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Musa Anter’den örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!
    Yeniden Jacques Ellul’dan örnekler mi verelim; bunu mu istiyorsunuz?!

    Bunları mı istiyorsunuz yine!

    “Ben anarşist değilim ama en az anarşistlikle demokrasi ve fikir savunma arasında sıkı bağ olduğu inkâr edilemez.” → İstediğiniz şeyi olabilirsiniz, istediğiniz bağı kurabilirsiniz, ama, kafalarımıza taş atarak hiçbir yere varamazsınız.

    Mücadele ettiğimiz pek çok şey, sizinkiyle aynı. Kimlere nefret beslediğinize dikkat edin.

    “Nefret beslemek” ile “öfkelenmek” arasındaki farkı anlamaya gayret edin.

    Sizle aynı taraftayız, kafamıza taş atacağınıza, bizlerle müttefiklik kurmaya uğraşmanızı öneririz.

  399. Geleceği göremeyen "en dahi"ler

    4 milyar yıl sonra Güneş sistemi -dolayısıyla dünya- ömrünün sonuna geldiğinde ilkeller ve daha önemlisi ilkelliği savunanların ilkel düşünceleri yok olacak ama teknolojiyi geliştirenler belki de kurtulacak. Gelecek kuşaklara da sadece onların düşünceleri kalacak.

  400. Herşeyi bilen "en dahi"ler

    1- En dahiler neden Anadolu’dan Avrupa’ya gitmişlerdir?

    2- En dahilerin ataları neden Balkanlardan ya da Kafkaslardan, Kırım’dan, Girit’ten, sair yerlerden Anadolu’ya gelmişlerdir?

    3- En dahilerin atalarının ataları neden Anadolu’ya Horasan’dan, Türkistan’dan, Deylem’den, Endülüs’ten, Roma’dan, Yunanistan’dan gelmişlerdir?

    4- En dahiler Mezopotamya’ya, Mısır’a gidenlerin orada medenileşmelerinden önce neden Afrika’daki anayurtlarını terketmelerine bakmazlar?

  401. medeni olmadığını sanan medeniler

    Bu site medeniyetin bir ürünüdür. Burada yazan herkes medenidir. “Ben medeni değilim” dese de medenidir. Medenilerle alay etse de, ki kendisiyle alay etmiş olur, yine medenidir. Tıpkı “evrim yoktur” diyen, evrimin olduğunu söyleyenlerle alay edenlerin evrim sonucu oluşmaları gibi.

  402. medeni olmadığını sanan medeniler

    Batı uygarlığını toptan ve tüm sonuçlarıyla reddetmek, kişisel düzeyde, saygıdeğer bir tutum olabilir. Taktığı gözlüğün ve yaktığı kibritin yaratıcılarına gönlünün bir yarısıyla bile olsa minnette kusur etmemek koşuluyla, kimi ender insanlar, modern-öncesi dünyanın daha sade ve daha manevi değerleriyle yaşamayı tercih edebilirler. Bulaşık makinasına, kredi kartına ve psikanalize ihtiyacı olmadan yaşamak, yabana atılacak bir felsefi ideal değildir. Bu yolu seçenlerin toplum yaşamına getirdiği zenginlik, bazen gözlüğü ve kibriti keşfedenlerinkinden az olmayabilir.
    Fakat kişisel düzeyde anlamlı olabilen bu idealin, bir toplumsal tercih olarak benimsenmesi, günümüzün dünyasında, mümkün gözükmemektedir. Batı uygarlığının ürünleri insanların ezici çoğunluğu açısından öylesine dolaysız ve öylesine tartışmasız bir şekilde caziptirler ki, bütün bir toplumu bunlardan vazgeçirmek ancak olağanüstü baskı ve şiddet tedbirleriyle, insan doğasına aykırı yasaklarla, terör ve katliamlarla birlikte düşünülebilir.

    Batı uygarlığının ürünlerini sömürmekte hiçbir sakınca görmedikleri halde o uygarlığın kendisine, o uygarlığın kurumlarına ve o uygarlığın yaratıcılarına düşman olan toplumların tavrı ise, ancak ahlaksızlık ve utanmazlık gibi gayrı siyasi terimlerle tanımlanabilir.

    Antibiyotikler sayesinde vebadan ve hummadan kendini koruyabilen bir toplumun, antibiyotiği keşfeden adamlara ve onları yaratan kültüre, sevgi şöyle dursun, merak bile duymaması; ya da gazete çıkararak fikirlerini yayabilen bir siyasi hareketin, matbaayı, ofseti, rotatifi, hurufatı, fotoğrafı, klişeyi, renk ayrımını, katlama makinasını, sanayi kağıdını, matbaa mürekkebini, süreli yayın fikrini, basın özgürlüğü idealini, kitle gazeteciliğini, makaleyi, düzyazı uslubunu, paragrafı, başlığı, mizampajı, punto hesabını, muhasebeyi, reklamı, dağıtım sistemini, o dağıtımı yapan kamyonları ve hatta o gazete muhabirinin giydiği lastik ayakkabıyı icat eden bir uygarlığın önünde saygıyla eğilmemesi, “fikir” değil, ancak cehalet ve ahlaki yozlaşma gibi kavramlarla ifade edilebilecek bir durumdur.
    Üstelik bu tavrın zararı sadece ahlaki değil, ekonomik ve kültüreldir. Ekonomiktir: çünkü tüketimine talip olduğu uygarlığın üreticilerine ve üretim sürecine düşman olmak, kendini ebediyen tüketiciliğe – ürettiğinden fazlasını yemeye – mahkûm etmek demektir. Kültüreldir: çünkü kendi yaşamını ve kendi zihnini biçimlendiren şeylerin aslını inkâr etmek, kendi kendini inkâr etmekle birdir. Yaşantısıyla inançları birbirini nakzeden bir toplum, sahtelikten ve iğretilikten kendini kurtaramaz. Yaşam biçimini açıkça savunabilecek fikirlerden mahrumdur: prensipte reddettiği şeyleri pratikte yapmak, pratikte yapmayı sevdikleriyle prensiplerini çürütmek zorundadır. Kendi koşullarını anlamaktan ve anladığını söylemekten kendini mahrum ettiği için, o koşulları geliştirecek, hatta değiştirecek donanımdan yoksundur; o iş için gerekli fikir ve ruh özgürlüğüne sahip değildir.
    Bu yüzden, böyle bir toplum, sömürücülük konumundan asla kurtulamayacak; özendiği ve nefret ettiği uygarlığa karşı, yaltaklanma ile meydan okuma arasında gidip gelen çürütücü ikilemi asla aşamayacaktır. “Tek dişi” olduğuna kendini inandırdığı medeniyeti kıskana kıskana, onun çelik zırhlı duvarı önünde darmadağın olan imanına içten lanet ede ede, kahredici bir korku ve kompleks batağında sonsuza dek debelenecektir.

    https://issuu.com/battalberkpinar/docs/sevan_ni__anyan_-_yanl_____cumhuriy

  403. 401, 402 ve 403’e

    Yine başladınız, olsun, bu evrende size de yer var.

    İsviçre’de günleriniz nasıl geçiyor!
    ’Mutlu olmak’ hâlâ yasak mı!
    Size şantaj yapmaya devam ediyorlar mı hâlâ!

    Önyargılı olmanızdan ötürü çoğunlukla sallamasyon yazıyorsunuz. Sadece Türkiye’de değil, heryerdeyiz; İsviçre de bile.

    Dahilikle uzak-yakın temasımız yok; kapitalizmin çürüyen köleleriyiz, tıpkı sizin gibi.

    Günther Anders’ın işaret ettiklerini niçin defalarca buraya getirip yazıyorsunuz: —But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk — (https://libcom.org/book/export/html/51647) Anders’ın bu ikazlarına itirazımız yok ki.

    Günther Anders ‘neden Hitler’den kaçmak için trene bindi, neden ABD’ye uçakla gitti!’ Çünkü, 1933 ve sonrasındaki teknolojinin düzeyine göre; ‘trene binmek’ ve ‘uçağa binmek’ en mantıklı tercihlerdi. Anders da bunların farkındaydı, Hitler’in zulmünden kurtulmak için ‘insanların icat ettiklerini [tren, gemi, araba, uçak vb.]’ kullandı, doğrusunu yaptı. Eğer bu ‘icatları’ kullanmayı reddedip, Almanya’da kalsaydı, ve, Hitler’in SS’leri, Hitler’in Gestapo’su tarafından hapse atılsaydı, öldürülseydi, iyi mi olurdu! Eğer Almanya’da kalsaydı, belki de Anders’ın o muazzam tespitlerini bugün okuyamazdık!

    —Hrıstiyan bir anarşist 393 ve 394’e benzer bakr bakr (bakr Arapça bir kelime) anlamaz hristiyanları uyarır – Herif hem hristiyan hem de Hıristiyanları eleştiriyor.— → Jacques Ellul’u merkeze koyarak, kendinizi savunmaya kalkmışsınız ama Simone Weil’ı pas geçmişsiniz. Ne yani! Bir insan hem Hristiyan olup, hem de Hristiyanlığı eleştiremez mi! Sizin polemik yapma yönteminiz bu mu sayın ‘DOPE’ veya ‘pipsqueak’! Jacques Ellul [19 Mayıs 1994’te öldü] sizin burada yazdıklarınızı okusa, sizi kızılcık sopası ile kovalardı. Yoksa Ellul’a da mı ‘bana şantaj yapıyor!’ diye gönül koyardınız!

    —Gelecek hakkında ne düşünüyorsunuz? Geleceğin canı cehenneme, sadece makinelerin geleceği var, insanların ümidi.— → Yoksa siz de mi ‘kader’e inanıyorsunuz! Geleceğin ‘makinelerin egemeliğinde olMAması için’ mücadele ediyoruz, ‘eylemlere katılmanız için’ size de çağrı yapıyoruz; kafamıza taş atıyorsunuz, her tarafımız kan oldu!

    —Ben isteyene yukarıdaki 3 örneğe ek olarak en az bin örnek daha verebilirim. Dünya ve tarih, salt baskıyı elinde tutanların benimsediği ve enayilere “İNSANLIK İÇİN” diye yutturdukları uyku haplarını yutmayan ıvır-zıvır üretimine karşı gelenlerle dolu.— → Haber edin onlara, müttefik olalım. Kendi kafanızın içinde bizleri düşman yerine koyuyorsunuz, peki, ‘ıvır-zıvır üretimine karşı gelenler’ kim! Hep birlikte, kapitalizmin hükümranlığına ve makinelerin oligarşi kurma hamlelerine karşı ortak mücadele edelim. Niçin kafamıza taş atmakta ısrarcısınız!

    —Bilim ve teknolojinin en derininde yatan varsayım: Şimdiye kadar böyleyse, bundan sonra da böyle olacak.— → Bunu nerenizden uydurdunuz! Bilim, asla ama asla, mutlak doğrular üzerine kurulu değildir. ‘Dogma’lar ile ‘bilim’i birbirine karıştırMAmayı ne zaman idrak edeceksiniz! Üstelik, siz, matematikte maharetli olduğunuzu da açıklamıştınız. Ne oldu da, ‘bilim’i hafif görmeye teşne oldunuz! Hiroshima ve Nagasaki’de ABD’nin yaptığı katliamdan sonra, fizik-kimya-biyoloji derslerini kaldırmayı dile getirmek, saçmalığın en önde koşanı!

    —Devam edin salak Ford efendi, el değmeden yapılan metalara fiyat biçilmeyeceğinden, bedavaya vermek gerekecek.— → Hey hey hey… Sallamak serbest, sallamak da sınır yok, sallamanın biri bin para! O ‘robotik kolları’ üretenler DE insan! Sonuç: ‘Robotik kollar’ın da bir maliyeti olduğuna göre, bu kolların [makinelerin] kurulduğu üretim bandından çıkacak otomobillerin DE bir maliyeti var! Ve her maliyetin sonucunda bir ‘fiyat’ doğar! Reuther, henüz, insan emeğinin bir maliyet faktörü olarak yer alMAdığı teknik sistemlerinin icat edilmediğini öngörebilecek, ve, Henry Ford II’ye ona göre cevap verebilecek kalibrede bir sendikacıydı! Sallarken biraz rasyonel olmayı deneyin sayın ‘DOPE’ veya ‘pipsqueak’!

    Isaak Illich Rubin, Karl Marx’ın [ve Friedrich Engels’in] tespitlerini daha da derinlere inerek analiz eden bir iktisatçıdır, ‘devrime doğru amok koşucusu’ değildir! Ne yazık ki, 1937’de ‘gaddar!’ Stalin’in emriyle öldürülenler arasındadır. ‘Labour theory of value’ye ek olarak, ‘mal fetişizmi’ne de dikkat çekmiştir! Thorstein Veblen’in ‘[The Theory of the Leisure Class] Aylak Sınıfın Teorisi’ndeki tespitleri ile uyuşan pek çok gözlemi vardır Rubin’in.

    Jacques Camatte ise, sizin Detroit’teki arkadaşlarınızın yazılar yazdığı ‘Fifth Estate’ adlı dergide, özellikle ‘kapitalist hegemonya’yı tüm çıplaklığıyla ifşa etmenize vesile olmuş Marxist bir teorisyendir. Sizin ‘anarcho-primitivist’ tandanslı mizacınıza da epey katkı sağlamıştır Camatte, saygı duyarız.

    ‘Mehrwert’ & ‘Surplus value’ & ‘Artık değer’ veya ‘Artı değer’ teorisi nedir:
    (http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/)

    ‘Arbeitswerttheorie’ & ‘Labour theory of value’ & ‘Emek-değer teorisi’ nedir:
    (http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/)

    —Belki bu size artık sizin gibilerle dolu dünyada araç = amaç olduğuna bir örnek olabilir.— → Bu ifadeniz, yine ne yazık ki, beyninizin size oynadığı bir oyun, sonra gelmişsiniz bu siteye kusuyorsunuz! Ne yazdık 394 no’lu metnimizde, ne çabuk unuttunuz:

    Üzerinde kafa yormamız gereken husus şu olabilir:

    Biz mi taşı kullanacağız, taş mı bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Biz mi musluğu kullanacağız, musluk mu bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Biz mi facebook’u kullanacağız, facebook mu bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Biz mi robotları kullanacağız, robotlar mı bizi kullanacak; mühim soru işte bu.

    Buna banzer örnekleri çoğaltabilirsiniz.

    İşte tam bu noktada ‘modernite’ denen kavram geliyor.

    DOPE & pipsqueak’in asıl karşı çıktığı şey ‘modernite’dir; bunu görmek istemiyor.

    [İngilizce: ‘Modernity’
    Fransızca: ‘La modernité’
    Almanca: ‘Moderne’]

    —Bazı insanların bu imkânlardan yararlanmamaları onların eksikliği. Günde 8 saat çalıştıktan sonra yorgun argın televizyon önünde geviş getirenler gibi.— → Kapitalist hegemonyaya karşı ortak mücadele edelim diyoruz; kafamıza taş atıyorsunuz!

    —Değişik diller öğrenilebilinir ama herkes, nedense, İngilizce öğrenmek istiyor. Belki 50-100 yıl sonra Çince olabilir.— → ‘Folklor’, ‘kültür’, ‘anane’ erozyona uğramaya başlasa bile, tamamıyla kazınıp yok olmaması için ortak mücadele edelim, ‘linguistic & language imperialism’e karşı ortak mücadele edelim diyoruz; kafamıza taş atıyorsunuz!

    —İnsan kendini bilgili sanan sonsuz cahiller karşısında insan olduğuna utanıyor.— → Kimin ne kadar bilgili olup-olmadığına siz mi karar veriyorsunuz!

    —Nasıl oluyor da dünyaca ünlü ve tarihçiler, antropologlar, arkeologların bile “medeniyet” kelimesiyle ne demek istediklerine bir bakmamışsınız. Ne kadar cahil olduğunuzu utanmadan sergilemeniz için ancak ve ancak bir neden olabilir. Hobbes’ı bile okumamışsınız. Hele diğer medeni koca kellerin kafeslerde uydurdukları diğer safsatalar: “natural rights”, “natural laws”, “social contract”.— → Sallayın yalanları, belki inanan çıkar! Fredy Perlman’ın ikazlarını siz DE tavsiye etmiştiniz, unuttunuz mu:

    Er-Tarih’e Karşı, Leviathan’a Karşı [Against His-Story, Against Leviathan]

    (http://www.kitapyurdu.com/kitap/ertarihe-karsi-leviathana-karsi/80810.html)

    (https://theanarchistlibrary.org/library/fredy-perlman-against-his-story-against-leviathan)

    Peki, hangi uyarıyı yapmıştı Jean-Jacques Rousseau, unuttunuz mu:

    The first man, who, after enclosing a piece of ground, took it into his head to say, ‘This is mine,’ and found people naive enough to believe him, that man was the true founder of civil society. How many crimes, how many wars, how many murders, how many misfortunes and horrors, would that man have saved the human species, who pulling up the stakes or filling up the ditches should have cried to his fellows: Be sure not to listen to this imposter; you are lost, if you once forget that the fruits of the earth belong to us all, and the earth itself to nobody!

    ‘Discourse on the Origin and Basis of Inequality Among Men’,
    1754

    —Gurularınıza yaltakçılık yapmak için en basit bilgileri bile inkâr ediyorsunuz.— → Size defalarca yazdık: Herhangi bir guruyla, imamla, keşişle, mesihle, ulu-şef’le, şeyhle, papazla, rahibeyle, rahiple, kardinalle, müezzinle, hacıyla, hocayla, mehdiyle, piskoposla, hahamla, mentor’la ve türevleriyle temasımız yok. Komplo teorileri uydurmaktan vazgeçmenizi öneriyoruz.

    —Pislik aynı pislik, sinek değişiyor.— → Pisliği meydana getiren gerekçeleri ortadan kaldırmak için ortak mücadele edelim diyoruz; kafamıza taş atıyorsunuz! Beyhude serzenişlerinize devam ederseniz, daha pek çok sinek kafanızın etrafında dolaşır!

    —Siz utanmadan insanı tüketiciliğe indirgeyen muhabbet tellalı Reuther’i sanki diğer taptığınız sahtekarlar gibi gururla sundunuz.— → Salla yalanı, belki inanan çıkar!

    Walter Philip Reuther’ı ‘ilah’ yapıp-yapmadığımız, tamamıyla sizin uydurmanız. O anektoda bir kez daha [ama dikkatle!] bakınız, okuyunuz: Henry Ford II gibi makinelerin dünyayı yönetmesini savunan gaddarlara karşı, elbette Reuther gibi mücadeleci insanları destekleriz, dikkat buyurunuz; ‘ilah’ yapmayız, ‘müttefik’ oluruz! ‘Luddite’lerin mücadele mirasını, bugün ve yarın, makineleri parçalayarak değil; insanın içindeki ‘açgözlülük özelliğini eriterek’ sürdürürüz.

    Siz, ‘DOPE’ veya ‘pipsqueak’, ne yazık ki, Henry Ford II ve muadillerinin yanında, omuz omuza duruma düşüyorsunuz. Aslında siz DE kapitalizm karşıtı [ve ‘modernite’ye de karşı çıkan] birisiniz. Sırf, bu siteye gelip beyninizdekileri kusmak için, bizlere kösteklik yapıyorsunuz. Böylelikle, Ford gibilerinin ekmeklerine daha fazla yağ sürüyorsunuz, yazık!

    Tabii siz, Elias Canetti’nin o muhteşem eseri ‘[Auto-da-Fé & Die Blendung] Körleşme’deki ana karakter sinologist Doktor Peter Kien’ı taklit etmekten vazgeçip, kitap dolu mağaranızdan birkaç saniyeliğine nefes almak için dışarı çıkabilirseniz; anlarsınız. Ama zor, çok zor: Siz ‘nefret dolu’ gözüküyorsunuz, yazık!

    Yanlış kişilere düşmanlık beslediğinizin farkına varın artık! Biz, sizin düşmanınız değiliz!

  404. Çerkezköy - Robot hızına yetişemeyen işçiler!

    Almanca: BSH Hausgeräte GmbH
    İngilizce: BSH Home Appliances
    Türkçe: (BSH) Bosch ve Siemens Ev Aletleri Ltd. Şti.

    Tekirdağ, Çerkezköy’deki fabrikanın paketleme bölümünde, her ürünün 17 saniyede çıktığı BSH’de işçiler, robotlarla yarıştırılıyor. Bozuk mal çıkartan işçilerin primleri kesiliyor.

    ‘Evrensel’ gazetesinden Vedat Yalvaç’ın haberine göre, her robot arasında bir işçinin çalıştığını aktaran işçiler, 17 saniyenin geçmesi durumunda, bölüme konulan kırmızı ışığın yandığını söylüyor. Robotların hızına yetişemeyerek bozuk ürün çıkaran işçiler ise primleri kesilerek cezalandırıyor. Öte yandan, BSH’ye bağlı onlarca yan-sanayide çalışan binlerce işçi de bu çalışma düzeninden etkileniyor.

    ‘Arkaya robot koyuyor, arasına da 1 işçi koyuyor, sonra da bizden onunla aynı performansı göstermemizi bekliyorlar’ diyen işçiler, paketleme bölümünde ‘Kuka’ denilen bu robotların 17 saniyede bir 1 adet ürün çıkardığını belirtti. Makinelerin hızının arttırıldığını belirten işçiler, şunları söyledi: ‘17 saniyenin geçmesi durumunda başucumuzda duran kırmızı alarmlar var, onlar yanıyor ve geç kaldın diyor. Bir gün işçiler, ‘usta, mallar çok hızlı geliyor, yapamıyoruz. Şu amirleri çağır da derdimizi anlatalım.’ dediler. Ben de çağırdım. Kısım şefi de içeri girerek ‘yapamayan varsa çıksın gitsin!’ dedi. Böyle olunca, işçiler korktu ve söyleyecekleri hiçbir şeyi söylemedi. Gidince de, ‘niye konuşmuyorsunuz!’ diye kızdım onlara. Onlar da ‘borcumuz, harcımız var’, bir şey diyemedim.’

    HATALI MALIN FATURASI İŞÇİYE KESİLİYOR

    Bantların çok hızlı olması nedeniyle bazı işçilerin de ‘kırmızı alarm’ yememek için kaynağı yapmadan gönderdiğini söyleyen işçiler, ‘kaynak yapmadan gönderilince hurda artmış. Bunun üzerine de fabrika, alacağımız 400 liralık primi kesti.’ diye konuştu. Primlerin kesilmesine tepki olarak yemeğe gitmediklerini dile getiren işçiler şunları söyledi: ‘Fabrika yöneticileri, daha sonra herkesin katıldığı bir yemek organizasyonu yaptılar. Bunu, vermedikleri primin karşılığı olarak verildiğini söyleyerek, oluşan tepkiyi önlemeye çalıştılar. Ama bizim öfkemizin dinmesi yerine iki katına çıktı. 3 kuruş veriyorsun, öldürene kadar çalıştırıyorsun. Biz de yatarak para kazanmak istemiyoruz. Ancak daha insani koşullarda çalışmak bizim de hakkımız.’

    HİÇ BOŞ BIRAKMIYORLAR

    Çok yoğun çalıştırıldıklarını aktaran işçiler, ‘5 dakika bile boş kalırsa çalıştır’ diyorlar. Bir gün elektrik kesildi. Kısım şefleri gelerek bize ‘temizlik yapın’ dedi. Ben de kabul etmeyip herkesi dışarı çıkardım, şef de gelerek ‘niye çıkardın!’ diye tepki gösterdi.’ şeklinde konuştu. 40 dakikalık yemek molası dışında bir 10 dakikalık sigara molası olduğunu söyleyen fırın bölümündeki işçiler şunları dile getirdi: ‘Bizim bölüm tozlu olduğu için, 10 dakika önce çıkıp duş almamız gerekiyor. Ancak, vardiya bitmeden kesinlikle izin vermiyorlar. İş güvenliği önlemleri az. Bir maske verilmiş bize, sürekli simsiyah. İş güvenliği malzemesinden tasarruf ediyorlar. Eldiven istemeye gidiyoruz, ‘siz fazla kullanıyorsunuz.’ ‘Adamın eldiveni olmazsa bandı çalıştırma’ deniliyor. İşçinin eldiveni yırtıldığı için bandı durdurduğumuzda ise ‘niye durduruyorsun!’ diyorlar.’ Bölümün tozlu ve sıcak olduğunu ifade eden işçiler, ‘eskiden birbirimizi idare ederek molaya çıkıyorduk. Şimdi kimse toz, sıcak dinlemiyor. Sürekli çalıştırıyor. Eskiden herkes BSH’ye nasıl girerim diye düşünürken, şimdi, herkes nasıl kendimi attırırım diye düşünüyor.’ dedi.

    ‘İYİLEŞTİRME YAPIYORUM’ DİYORSA, ONDAN KORK

    İşçiler ‘iyileştirme’ lafından korkuyor. Çünkü, ne zaman ‘iyileştirme olacak’ denilse fabrikada her şey daha da kötüye gidiyor. ‘Bizim bölümde ‘askı silkeleme’ diye bir makine var. Bu makineyi ‘bütçe yok’ diye 1 buçuk sene oldu, almadılar. Millet toz içinde elle yapıyor bu işi.’ diyen işçiler, şöyle devam etti: ‘Her bölüme mühendis veriliyor ‘git bu bölümde üretimi artır. Biz de seni bu şirkette kalıcı yapalım’ diyorlar. O mühendis de geliyor, belli bir süreden sonra sayıyı azaltıyor. Bandı hızlandırıyor patronun gözüne girmek için.’

    HERKES ‘TOPLU SÖZLEŞME’ BEKLİYOR

    2017’de görülecek MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) sözleşmesine de değinen işçiler, sözleşmeden beklentinin yüksek olduğunu belirtti. Sendika temsilcilerinin kimseye ‘saat ücretinden söz etmediğini’ aktaran işçiler, ‘toplu sözleşme yapıldığında herkesi ayıracağız’ dediler sadece. Adam 6 aydır çalışıyor, benden fazla ücret alıyor. 2 senelik sözleşmeyi 3 seneye çıkardılar. 10 yıllık işçi ile aramızda 50 lira fark ya var ya yok. İşçilerin beklentisi aradaki farkın kapanması.’ diye konuştu.

    3 yıllık sözleşme nedeniyle asgari ücrete yapılan zammın kendilerini etkilemediğini ifade eden işçiler şunları söyledi: ‘Her şey, toplu sözleşmeye bağlı. Herkes, buraya kilitlenmiş durumda bu yüzden. Sendikaya güven yok. Muhabbet var, ama, ortada taslak yok. Taslağı herkesin önüne koyacak. Şimdi bir şey attılar ortaya, sonra da kenara çekildiler. Bu dönem, işçinin istediğini almak zorunda, çünkü olmazsa, fabrika içinde çok şey olacak.’

    İşçiler arasındaki birliğin geçmiş dönemlere oranla arttığını belirten işçiler, ‘asgari ücret zammından sonra herkes ücretlerinin artmasını bekliyordu, ancak, hiçbir artış olmayınca, fabrikada bir hareketlilik oldu, ve herkes sendikaya gitti. Onlar da ‘sözleşmede sorunun çözüleceği sözü’nü verdiler. Her bölümde, kendi aralarında ‘gruplaşmalar’ başlamış durumda. Karşılıklı bir kapışma var. Göstermeden, alttan-alta oluyor çoğu zaman. Mesela, bu asgari ücret zammı sonrası bizim de ücretimiz yükselmeyince, biz de üretimi 2 hafta yavaşlattık. Bu yavaşlama, işçiler arasında bir birlik oluştuğunu gösteriyor. Mesele, bu mücadeleyi daha ileriye taşımak. Daha beteri olur bu sefer istenilen verilmezse. Çünkü, herkesin beklentisi çok yüksek. Bu kadar şey yaşandıysa, sözleşme esnasında neler olur, onu da siz düşünün.’ BSH ile birlikte yan-sanayilerde de kaynamanın arttığını söyleyen işçiler, ‘BSH durursa, yan-sanayi tamamıyla durur. Çünkü, tüm fabrikalar bize bağlı.’ dedi.

    SENDİKA, İŞÇİLERİ, ‘TRAKYALI’ VE ‘KIRKLARELİLİ’ DİYE BÖLÜYOR

    Fabrikada örgütlü olan ‘Türk Metal’ sendikasına (TM) tepkili olan işçiler, ‘bu yaşananları, sendika ile paylaşıyoruz. ‘Tamam hallederiz’ diyorlar. Sonra, piyasada kimse yok. Kendi dertleri olunca sendika, işçileri topluyor, ama bizim dertler olunca, kimse bir şey yapmıyor.’ diye konuştu. ‘1 dakika makine kapatma diye bir eylem mi olur?’ diyen işçiler şunları söyledi: ‘1 saat durdur bakalım, hemen gelmiyorlar mı? 2 senelik sözleşmeyi 3 seneye çıkardı, benim güvenim bitti zaten. Ahım-şahım bir zamda almadık zaten.’ Sendikanın, ‘Kırklarelili işçiler’ ile ‘Trakyalı işçileri’ böldüğünü anlatan işçiler, ‘sendikacılar Kırklarelili işçileri güvence olarak görüyor. Onları hemen kadroya alıyor. Kadro karşılığında, diğer işçilerin arasına salarak bilgi topluyor. Böylece, fabrikadaki bütün Kırklarelili işçiler sendika taraftarı olmasa da, işçi böyle görüyor. Sendika da bu ikircikli durumu fırsat bilerek, işçiyi böldükçe bölüyor.’ diye konuştu.

    BSH’DE YAŞANANLAR, YAN-SANAYİDEKİ BİNLERCE İŞÇİYİ DE ETKİLİYOR

    BSH’de yaşanan her şey, yan-sanayilerde çalışan binlerce işçiyi de etkiliyor. BSH’de üretimin artığı dönemlerde, onlar da tempoyu artırıyor. BSH’nin en büyük yan-sanayisi olan ‘Coko-Werk’ şirketinde, 5 dakikada 8 parça ürün çıkıyor. Günde 3000 adet ürün üretildiğini aktaran ‘Coko-Werk’ işçisi, ‘robotlarla çalışıyoruz. Kalıplara sen müdahale edemiyorsun. Herşey BSH’ye bağlı. Acil malzeme varsa, hızlanıyor. Yetişemediğin anlar da oluyor. Onu stoka alıyor. Makine durunca, yani boş zamanlarda, onların eksik kalan kısımlarını tamamlıyorsun. Kalıplar değişirken, makineler duruyor. O sırada stoktaki eksik malzemeyi tamamlıyoruz. Durmak yok. Hep çalışıyoruz. Sendika yok. 3 gün üst üste 16 saat çalıştığım zamanlar da oluyordu. Dayanamayıp söyledim, ‘3 gün kafa izni’ verdiler. Aldığımız asgari ücret, 3 ayda bir de sosyal haklar.’ dedi. Bir başka yan-sanayi olan ‘Farel’ şirketinde de, 400 işçi aynı kaderi paylaşıyor. Farel’deki işçiler, ‘BSH’de üretim fazla olursa, bizde de fazla oluyor.’ diye konuştu.

    15 Aralık 2016, ‘Evrensel’ gazetesi, Vedat Yalvaç,
    ‘BirGün’ gazetesi