Fikret Başkaya / Geçmişi kim, neden yüceltmek ister?  

 

Fikret Başkaya

 

“Kim eleştirecek olursa… ‘birlik’ tabusuna

karşı günah işliyor demektir”

 

                Theodor W. Adorno

 

AKP cephesi ve onun lideri Tayyip Erdoğan, rejimi değiştirme niyetlerini açık ettikleri son bir kaç yılda, sürekli bir Osmanlı güzellemesine baş vuruyorlar. Osmanlı dönemini ve Osmanlı padişahlarını kutsamak için büyük çaba harcıyorlar. Akıllarına gelen her yere ve her şeye bir Osmanlı adı koymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Nedense en gözdeleride Sultan II. Abdülhamit… Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan,mutat ‘muhtarlar’ toplantısında,Lozan Konferansı’nın – (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı’dır) – bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı…

 

O halde tarihi kurcalamalarının sebebi ne? Asla halisane bilimsel/entellektüelkaygılar söz konusu olmadığına göre, olamayacağına göre, bu yerli/yersiz, saçma/sapan çıkışlarla ne amaçlanıyor? Neden sürekli bir “ecdat” güzellemesi/tekerlemesini gündeme getiriliyor?  Gerçekten Osmanlılar Türklerin ecdadı (atası) mıdır? Ya da ne kadar?

 

Aslında AKP ve onun liderinin “tarih sevdası, “tarihle değil, doğrudan gündelik politikayla, siyasi çıkarlarla ilgili… Bu gün ne yapmak istedikleriyle ilgili. Sadece AKP değil, Türkiye’nin tüm dinci odakları (tarikatlar, cemaatler, vb.) 1923 sonrasını bir “sapma” olarak görüyorlar ve gönüllerinde “Asr-ı Saadet, HülafayıRaşidin’ yatıyor…  Ne olduğunu bilmedikleri Osmanlı düzeniniXXI”inci yüzyılda ihya ekmek istiyorlar. Aslında bu,Türkiye’deki “tüm politik İslamcıların” ortak hedefidir.  Bunların ortak özeliği, evrensel değerlerin yeminli düşmanı olmalarıdır. Bunlar aydınlıktan korkarlar…Velhasıl “parantezi” kapatmak istiyorlar… Aslında ne dediklerini bilmiyorlar ve bilmeleri de zaten mümkün değildir. Ahmakça tarihte geriye dönüşün mümkün olduğunu sanıyorlar. Oysa, tarihte geriye dönüş mümkün değildir. Öyle bir şeye tevessül etmek abesle iştigal etmektir ve bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildir…

 

Aslında ‘tutarlı’ olabilmeleri için sadece 1923 sonrasını değil, Batılılaşma tercihinin (ki, zorunluydu, başkaca bir seçenekleri yoktu) yapıldığı dönemi, en azından III. Selim, II. Mahmut dönemini de paranteze almaları gerekirdi ki, o zaman da Abdülhamit güzellemesi iyice gülünç olurdu…

 

Sadede gelirsek, Türkiye’de Suudi Arabistan- Azerbaycan kırması bir tek adam rejimi kurmak isteyen bu zevatın “tarih saplantısı” nasıl açıklanacak? Siyasetçilerin tarihe ilgisinin nedeni hiç bir zaman geçmişi anlama kaygısı değildir. Amaç egemenlik sisteminin ömrünü uzatmaktır. Zira, tarihsel bellek önemli bir ideolojik mücadele alanıdır. Eğer bir toplumun bu gününe egemen olmak istiyorsanız, onun dününe egemen olmanız gerekir. Bunun için de tarihi tahrif etmek gerekir. Bu, geçmiş dönemin toplumuna, bu günün egemenlerinin biçtiği elbiseyi giydirmektir. Geçmişte yaşanmış olayları bu günün egemenlerinin ihtiyaçları doğrultusunda yorumlamaktır. Bu durumda tarih sadece tahrif edilen bir şey değil, aynı zamanda bir “fabrikasyondur”. Bu konuda ünlü tarihçi EricHobsbawn’ın yazdıklarını hatırlamak öğreticidir. Hobsbawn şöyle diyordu: ” Nasıl haşhaş, eroin müptelalığının hammaddesiyse, tarih de milliyetçi, etnik ya da fundemantalistideolojilerin aslî ögelerinden birisi, belki de aslî ögesidir. Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa, her zaman için yeniden icat edilebilir. Geçmiş meşrulaştırılıyor… Geçmiş, öğünülecek fazla bir şey olmayan şimdiki zamana daha şerefli bir arka plan sunar”(1) derken tam da bunu ifade ediyordu.

 

Ecdat güzellemesine gelince, imparatorluk mantığının geçerli olduğu yerde ve durumda, etnik kökene gönderme yapılmaz. İbn-i Haldun’un zarif bir şekilde ifade ettiği gibi, imparatorluğun oluşması, ilk kuruculara yabancılaşmayı var sayar. Dolayısıyla kuruluş tamamlandığında ilk kurucular çoktan denklemin dışına atılmıştır… Netice itibariyle Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi:Bir kere, Osmanlı demek, hanedan demekti. Hanedan da evlenmeler yoluyla başlangıçtaki etnik kökene (Kayı Boyu) külliyen yabancılaşmıştı. Nitekim, 36 Osmanlı Padişahının sadece beş-alt kadarı Türk anadan doğmuştu… Kaldı ki, bu sadece Osmanlı Hanedanıyla ilgili bir şey değildir. Bütün imparatorluklar ve hanedanlıklar, krallıklar…multi-etnik sosyal formasyonlardır veorada ‘etnik unsurun’ hiç bir önemi yoktur.

 

Bu durum o zamanın anlayışında son derecede olağan bir şey sayılırdı… O çağlarda bu günkü gibi, ırka, kana, “milliyete”, etnik kökene, soya-sopa, vb. gönderme yapan bir anlayış mevcut değildi. Kaldı ki, yegane referansın devlet olduğu ve devletin de “kutsal” sayıldığı yerde, onun dışındaki kaygıların  ve “kriterlerin” hiç bir kıymet-i harbiyesi olmazdı… Bu konuda Niyazi Berkes şöyle yazmıştı: “Osmanlı devleti bir Türk devleti değildir. “Türk” onun imparatorluğuna dahil bir alay reâyadan bir tanesidir”.” Osmanlı hanedanı mensupları için önemli olan, padişahın genetik yapısı veya etnik orijini değil, kutsal gücün sahibi olmasıydı. Durum böyleyken, milliyetçi Türk tarihçilerinin ve bazı politikacıların Osmanlı Padişahlarını birer Türk Başbuğuolarak görme çabaları, bu şahsiyetlerin milliyetçiliklerinin bile ne kadar tutarsız, sığ olduğunun bir göstergesidir… Osmanlılar kendileriyle şu veya bu etnik unsur arasında bağ kurma, onlarla özdeşleşme gibi kaygılara yabancıydılar. Eğer Osmanlı Padişahları illâki “başbuğ” sayılacaksa, Türklerin değil, kapı kullarının başbuğuydular ve kapı kulları Türk orijinli olmak zorunda değillerdi”.(2)İsmet Parkmaksızoğlu’nun yazdığına göre,” 17’inci yüzyılda imparatorluğu yönetmek üzere iktidara getirilen 62 vezir-i azamdan sadece 9’u Türk asıllı gözükmektedir”.(3).Gerçekten, ırka dayalı bir secere zinciri izlenecek olursa, Osmanlı Hanedanı’nı oluşturan unsurların en çok yabancılaştıkları ırkınTürk ırkı veya Türk unsuru olduğu sonucuna varılabilir. Netice itibariyle bıktırıcı “ecdat” saplantısının reel bir karşılığı yok… (4).

 

Öyleyse neden böylesi beyhude bir zorlamaya girişiyorlar? Ya da “şanlı geçmiş” ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Şanlı geçmiş demek, gurur duyulacak bir geçmiş demektir. Öyleyse o geçmişin “mirasçısı” da şanlıdır, şereflidir! Onunla, “ben önemliyim çünkü geçmişim önemli” denmek istenir. Bu konuda ilginç bir örnek, 12 Eylül askeri darbesinden sonra yaşanmıştı: Dönemin olağanüstü koşullarında, kara borsa, kara para aklama, bankerlik adı altında dolandırıcılık, vergi iadeleri, silah ve uyuşturucu ticareti, kumar, vb. ile hızla zenginleşen Turgut Özal’ın “işbitirici” yeni yetme zenginleri, müzayedelerden Osmanlı paşalarının yağlıboya portrelerini satın alıp, görgüsüzce döşenmiş salonlarının duvarlarına asıyorlardı… Gelen misafirlere sadece zengin olmadıklarını, aynı zamanda ‘soylu’ bir geçmişe sahip olduklarını kanıtlamak istiyorlardı… Böylece kendilerine bir “şanlı geçmiş” vehim ediyorlardı…

 

İkincisi, ‘şanlı geçmiş’ retoriği tarihte yaşanmış vahşetleri, katliamları, kırımları, zulümleri, ayıpları unutturma işlevi görür. Eleştirmeye, bir şey demeye kalkarsanız, hemen: “Benim ecdadım, benim ataların onu yapmaz…” cevabıyla karşılaşırsınız… Belki, ecdada hakaretten cezaevini bile boylarsınız… Zira, “şanlı geçmiş” aynı zamanda bir tabudur…

 

Ve üçüncüsü, Şanlı geçmiş, bu gün yaşanan kötülükleri de unutturma, değilse gözden uzaklaştırma işlevi görür… İdeolojik bir manipülasyon aracıdır…

 

O halde ne yapmak gerekiyor? Aslında yapılacak şey belli. Tarihi, kaşarlanmış profesyonel politikacıların, mülk sahibi sınıfların sözcülerinin ve tabii “akademik statünün gardiyanlarının” korunmuş av alanı olmaktan çıkarmak… Yalan, tahrifat ve yok saymaya dayalı resmi tarihin dışında, gerçeğe, ona ihtiyacı olanlar tarafından bakan yeni bir tarih versiyonu oluşturmak. Böyle bir çaba, sadece “saf bir bilimsel-entellektüel” çaba değildir. Aynı zamanda ezilen-sömürülen sınıflara etkili bir mücadele aracı da kazandırılmış olur. Zira başta da söylediğimiz gibi tarih önemli bir ideolojik mücadele alanıdır.  Velhasıl, ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından yazılmış bir tarih bizi özgürleştirecektir…

___________________________________________________________________________________________

 

1. EricHobsbawn, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yay. 1999, s.9.

2. Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi I, s. 67.

3. İsmet Parmaksızoğlu, Türklerde Devlet Anlayışı, İmparatorluklar Devri ( 1299-1789), Başbakanlık Basımevi, 1982, s. 92.

4. Osmanlı devlet geleneğiyle ilgili olarak bkz: Fikret Başkaya, Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi ( YEDİYÜZ), Öteki Yayınevi, 2014.

 

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Halil İbrahim Özkurt / Devrim Ama Nasıl?

Olduk olmadık değişimlere, iktidar değişikliklerine hatta burjuva reformlarına bile “DEVRİM” dendi.  Zorunlu giysi gibi tek adamların dayatmaları …

5 Yorumlar

  1. “Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan,mutat ‘muhtarlar’ toplantısında,Lozan Konferansı’nın – (ki asıl adı: Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı’dır) – bir ihanet olduğunu söyleyerek, ortalığı yeniden dalgalandırmayı başardı…”

    “Lozan’ı tartışmaya açmak, Sykes-Picot’u sorgulamak açıkçası Ortadoğu’nun kanlı sokaklarında bu saatten sonra kimsenin umurunda değil. Sonuçta insanların boğazı IŞİD’in elinde. Ve bundan dolayı suçlanan ülkelerin başında pek ‘muhterem Suudi kralı’ ile onun NATO üyesi ‘pek demokrat’ sözcüsü geliyor.”

    Fehim Taştekin / Dicle’dir kalkanın adı paşam! Ama bu Musul o Musul değildir!

    http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/10/07/dicledir-kalkanin-adi-pasam-ama-bu-musul-o-musul-degildir/

  2. “Learn from the past, but live for the future.”

  3. “İslâm tarihçilerinin metinlerinde ilk İslâm fatihlerini yücelten veya yerine göre onları yeren yorumlar birlikte yer alabilmiştir. Bir metin içinde Müslüman fatihler, ‘doğru bir inancı yaymaya çalışan dürüst ve mert savaşçılar’ olarak betimlenirlerken; başka bir yerde ise ‘sadece ganimet peşinde koşan işgalciler’ olarak karşımıza çıkabilmektedirler. Olaylara iki farklı açıdan bakmamızı sağlayan bu ilginç durum muhtemelen birbirine rakip Arap ve İran kaynaklarının farklılıklarından kaynaklanmakta ve çoğu kez bunları birbirinden ayırmak mümkün olmamaktadır.
    Buna rağmen İslâm tarihçilerinin anlatımlarında rasyonaliteden tamamen uzaklaştıkları da söylenemez. Genel olarak Müslüman tarihçiler, İslâm fetihlerinin başarısını, “Allah’ın peşinen Müslümanların yanında yer almasıyla” değil, Müslümanların daha örgütlü ve kararlı olmalarıyla açıklamışlardır. İslâm tarihçilerine göre Sāsānilerin yenilgisinin temel nedeni de yanlış bir inanca sahip olmaları değil, uygarlığın ihtişamı içinde gevşemeleri ve kendi aralarındaki anlaşmazlıklardır. Bir anlamda Müslüman tarihçiler Arapların zaferini, sadece Allah’ın olaylara müdahalesine değil, örgütlülük, cesaret, yetenekli komutanların etkisi gibi ‘seküler’ etmenlere de dayandırmışlardır. Hemen her İslâm tarihçi savaş hakkındaki çözümlemelerinde İranlıların birlik halinde olmadıklarını Arapların ise iyi komutanların yönetiminde disiplin içinde savaştıklarını belirtmektedir.”
    İLK İSLÂM FETİHLERİ VE SĀSĀNİ DEVLETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ
    Ulaş Töre SİVRİOĞLU
    http://www.turkishstudies.net/Makaleler/718998406_22Sivrio%c4%9fluUla%c5%9fT%c3%b6re-trh-389-428.pdf

  4. Emperyalizm Cumhuriyet ve Kürtler

    Munzur Çem

    1. Dünya Savaşı Ve Lozan Üzerine
    Son dönemde Lozan ve onunla belirlenmiş sınırlar, bizzat Türk devlet yöneticilerinin demeçleriyle gündeme girince, 1920’lerle ilgili tartışma ve yorumlarda da bir sıçrama ortaya çıktı. Lozan, Türkler açısından bir zafer miydi, yoksa hezimet mi ekseninde yürütülen tartışma ben ve benim gibi düşünen insanları pek ilgilendirmiyor. Çünkü bizim için emperyalist-sömürgeci bir uzlaşma, yüz yıla yakındır Kürt halkının gördüğü sınırsız zulmünu ana kaynağı olup meşru yanı yok. Beri taraftan ona „hezimet“ diyenlerle „zafer“ diyenler aynı hamurdanlar. Her iki kesim de sömürgeciliğı ve işgalciliği kendileri için bir hak olarak görüyor. Aralarında ki fark; bir taraf „Daha fazla toprak ele geçirebilirdik, Lozan’ı imzalayanlar bu yönden başarısız kaldılar,“ derken öteki taraf „Tabi ki daha fazla toprak elde etmeliydik ama o günkü koşullarda bunu yapmak mümkün değildi,“ diyor.
    1. Dünya Savaşı ile ilgili değerlendirmeler bakımından da durum farklı sayılmaz. Ortalama bir Türkün anlayışı „Emperyalist devletler Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak ve ona ait toprakları işgal etmek isterken, Türkler de büyük kahramanlıklar sergileyerek yurtlarını savundular,“ şeklindedir.
    Oysa 1. Birinci Dünya Savaşı’nda haklıyı ve haksızı, birbirleriyle kapışmış olan devletler çerçevesinden bakarak tesbit edemeyiz. Çünkü savaşın her iki tarafı da işgalci, yağmacı ve haksızdı. Üstelik, Osmanlı İmparatorluğu, her hangi bir saldırıya maruz kaldığı için değil, „Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi“ne kadar olan toprakları kapsayan „Türk Dünyası“ yaratma hayaliyle, bilerek ve isteyerek katıldı. Bu bakımdan, üzerinde çokça gürültü kopartılan Çanakkale Savaşı dahil, meydana gelen bütün savaşlar, aynı emperyalist savaşın birer halkasıydı dolayısıyle de hiç bir haklı yanları yoktu. Osmanlı İmparatorluğu, kaybeden taraf olduğu için savaş İstanbul kapılarında oldu, kazansaydı bu kez Paris, Londra ya da Roma kapılarında olacaktı. Savaşın mantığı budur.
    Peki bu kanlı boğuşmada haklı olanlar yok muydu? Vardı elbet. Haklı olanlar, bu savaşın acısını yaşamış olan halklardı; Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Araplar, Balkan halkları, yoksul Türk isçi ve köylüleri ve ötekiler… Örneğin, bir Ermeni, Rum ya da Kürt, Türk milliyetçilerine „Siz kendi sömürgeci-işgalci emellerinizi gerçekleştirebilmek için dünyayı kan ve ateşe boğan bir savaşa girdiniz, bu nedenle ülkelerimiz yakılıp yıkıldı, o da yetmiyormuş gibi bize soykırımlar yaşattınız ve üzerinde yaşadığımız toprakları bir cehenneme, bir viraneye çevirdiniz. Yaptıklarınız, dört-dörtlük insanlık suçudur„ dese Türk milliyetçi nasıl bir yanıt verebilir? Koca bir hiç. Ama gel gör ki bu insanlık trajedisinin sorumlusu olanların mirasçıları, bu gün hala haklılıktan dem vurma cesareti gösterebiliyorlar. Katil, kurbanı suçluyor, ona hesap sormaya kalkışıyor anlıyacağınız!
    1919-1923 Savaşı Neydi, Ne Değildi?
    Şimdi gelelim, 1. Dünya Savaşının devamı olan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Yunanlılara karşı yürüttüğü 1919-1923 savaşına:
    1) Kemalistlerin ısrarla ileri sürdükleri gibi bu emperyalizme karşı verilen bir savaş değildi. Tersine emperyalistlerle işbirliği içerisinde, onların desteğiyle yürütülen bir savaştı. M. Kemal daha İstanbul’da iken Minber gazetesinin 17 Kasım 1918 sayısında yayınlanan demecinde “İngilizlerin Osmanlı milletinin özgürlüğüne dikkat gösterdikleri ve insanlık karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı Milletinin İngiltere’den daha çok iyiliğini isteyen bir dost olamıyacağı inancıyla duygulanması doğaldır,“ diyordu.
    Aynı Mustafa Kemal, ingiliz Daily Mail gazetesi muhabiri Waard Price’den, kendisi ile ingiliz yetkililer arasında ilişki kurulması için yardım ricasında bulunurken de „Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışma gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin olup olmayacağını bilmek isterim,“ demekteydi. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s. 122’den aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları, 1991, İstanbul s. 42)
    Peki sonra ne oldu?
    Kısa bir süre sonra, Mustafa Kemal, Padişah onaylı resmi bir görevle asayişi temin etmek üzere Karadeniz Bölgesine gönderiliyor. Gönderilirken de kendisi ve yanındaki 34 arkadaşının ceplerinde, o zaman boğazları kontrol etmekte olan İngilizlere ait vize var. Ancak, Mustafa Kemal’in ingilizlerle olan dostane ilişkileri burada bitmiyor tabi. Asıl önemli olan, başında bulunduğu hareketin İngilizler ile müttefiklerine nasıl baktıklarının bilinmesidir. Kendisi bu konuyu şöyle özetliyor:
    „O halde kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı, önce itilaf devletlerine karşı düşmanca tavır alınmayacaktı, sonra da padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı,“ diyor. (M. Kemal Atatürk, Nutuk, 1. Cilt. s.8)
    Bu nedenledir ki Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından Lozan’ın imzalanmasına kadar olan sürede kemalist güçlerle itilaf devletleri arasında, kayda değer her hangi bir çelişki ortaya çıkmadı, en ufak bir silahlı çatışma yaşanmadı. İngilizlerle Fransızlar daha baştan itibaren Yunanlılara sırt çevirip kemalistleri desteklediler ki Türklere savaşı kazandıran asıl etken de buydu zaten. Bakın İsmet İnönü, Cumhuriyet’in 50. Yılı nedeniyle verdiği demeçte konuyla ilgili neler söylüyor:
    „İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında ingilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur“. (29 Ekim 1923 tarihli Milliyet gazetesi)
    Aynı konuya ilişkin olarak açıklığa kavuşturulması gereken diğer bir canalıcı soru ise, 1919-23 mücadelesinin bir ulusal kurtuluş mücadelesi olup olmadığıdır.
    Bir ulusal kurtuluş mücadelesi, sömürge ülkelerin baskı altındaki halklarının, sömürgecilere karşı yürüttüğü anti emperyalist bir mücadeledir ve nihayi amacı, sömürge ulusun kaderini belirleme hakkını elde etmesidir. O halde bu savaşın niteliklerini açıklığa kavuşturabilmek için, hem Türk halkının o dönemki durumuna hem de bahsi geçen mücadelenin karakterine bakmak gerekir. Buna göre:
    a) Türkler sömürge bir ulus değillerdi, üzerlerinde bir ulusal baskı yoktu.
    b) Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başını çektikleri mücadele, savaşın kaybedenlerinden olan imparatorluğu yeniden şekillendirme ve diriltme kavgasıydı. Birbirleriyle hesaplaşma içerisinde olan İmparatorluk bürokrasinin her iki tarafı da hedeflerini „Saltanatı ve Hilafeti kurtarma“ şeklinde belirlemişlerdi. Dikkat edilirse, Mustafa Kemal ve ekibi, Lozan’ın imzalandığı 1923 yılına kadar ulusal bir Türk devletinden bahsetmemeye özen göstermişlerdi.
    c) 1919-1923 mücadelesinin öne çıkan hedefi, „ermenilik ve rumluk teşkiline karşı“ olmaktı.
    Peki kimdi Ermenilerle Rumlar? Bunlar, bu topraklar üzerindeki tarihleri Türklerden binlerce yıl eskilere giden, bölgenin kadim iki halkıydı. Yüz yıllarca süren savaşlar sonucu, onlar Türklerin değil, Türkler onların ülkelerini işgal etmişlerdi. Üstelik, Ermenilerle Pontus Rumları 4-5 yıl öncede başlamış olan soykırımın acısını bütün tazeliğiyle hala yaşıyorlardı. 1919-23 mücadelesini veren kadroların neredeyse tamamı, o soykırımları yapan ittihatçı hareketin içinden gelenlerdi.
    1. TBMM, Hedefler ve Kürt-Türk İlişkisi
    1920 yılında faaliyete geçen 1. TBMM, iki ulusun (Kürtler ve Türkler) ortak eğemenlığini esas alan ve öteki müslüman halkların özgürlüklerine ısrarla vurgu yapan bir meclisti.
    Ne var ki birlikte mücadelenin açık hedefleri bu şekilde belirtilmesine rağmen, Mustafa Kemal el altından Kürtleri, hazırlamayı düşünüğü cehenneme taşıyacak yolun parke taşlarını döşemekten geri kalmıyor, gizli telgraf, mektup ve emirnamelerinde Kürt yurtseverlerine her hangi bir şekilde faaliyette bulunma fırsatı verilmemesini sağlamaya çalışıyordu.
    Bu arada alevi Kürtlerin, 1920-1921 yılarında Qoçkiri’de Osmanlı sömürgecilerine karşı verdikleri ulusal kurtuluş mücadelesini çok kanlı bir şekilde bastırtan da Ankara’daki yönetimden başkası değildi.
    Bir paylaşım ve sömürgeleştirme antlaşması olan Lozan, aynı zamanda kemalistlerin Kürtlere ihanetinin ve onları arkadan hançerlemelerinin belgesidir. Çünkü bu antlaşma ile Kürt halkının ülkesi yeniden bir paylaşım alanı haline geldi ve Osmanlı sınırları içerisinde kalan parçası 3 parçaya bölündü. Ona tarihin kaydettıği en gayrimeşru ve haksız belgesi demek sanıyorum yerinde bir saptama olur.
    Savaş boyunca „Padişa ve Hilafete Bağlı kalmayı“ taahhüt etmiş olan Mustafa Kemal ve ekibinin, Lozan’dan sonra yaptığı ilk işlerden biri de bu kurumu ortadan kaldırmak oldu. Bunun, ingilizlerle varılmış olan gizli antlaşmalara uygun olarak atılmış bir adım olduğundan kuşku duymak için her hangi bir neden yok. İngilzler, Türk milliyetçilerinin bir „ulus devlet“ kurma projesini desteklerken, onlardan da islam dünyası üzerinde manevi otoritesi bulunan saltanat ve hilafeti tarihe gömmelerini istemeleri doğaldı. Çünkü padişaın sıradan bir çağrısı bile halkı Müslüman sömürgelerde ingilizleri büyük sorunlarla yüz yüze bırakabilirdi.
    Lozan’dan hemen sonra Ankara yönetimi, birden çok kültür ve dini inancı barındıran çok uluslu bir toprak parçasında, bütün bu farklılıkları red ve inkar eden, onları asimile etme esasına dayalı tekçi, ırkçı bir sistemin temellerini atmaya başladı. İşte Şeyh Sait Hareketi olarak bilinen, 1925 Kürt ulusal başkaldırısı bu koşullarda ortaya çıktı.
    Ankara yönetimi, hareketi küçük düşürmek amaciyle onu „İngiliz desteği ve kışkırtması sonucu ortaya çıkmış irticai bir başkaldırı“ şeklinde nitelendirdi. Ne var ki o gün bu gündür bahsini ettikleri „İngiliz desteği“ne ilişkin somut bir kanıt ortaya koymuş değiller. Değiller
    ama bu yalanı bu gün hala da gözü kapalı şekilde tekrarlamaya meraklı çevreler de hiç eksilmedi.
    Mustafa Kemal ve çevresinin, 1919-23 döneminde emperyalistlere bir tek kurşun sıkmamamış olmalarına karşın, aynı dönemde Güney Kürdistan Kürtleri, İngilizlere karşı, çok ağır kayıplara yol açan bir mücadele yürütüyorlardı.
    Yine aynı yıllarda Güney Kürdistan’da bir plebisit gerçekleşti. Kürt halkı, 1925 tarihli plebisit ile Irak’a katılmayı redderek bağımsızliktan yana oy kullandı. Kürtler, mevcut koşullarda bağımsız Kürdistan’ın kurulmasının mümkün olmaması durumunda ise Irak yerine Türkiye’ye bağlanmayı tercih ettiler. Kürtlerin aynı amaçla Ankara’ya bir delegasyon gönderdiklerini, federasyon önerisinde bulundukklarını ama M. Kemal’in bunu reddettiğini, bir televizyon programında bizzat Özal’dan dinlemiştim. Neden, daha önce de değindiğim gibi, Ankara’nın, Kürt halkının varlığını inkar eden, onu zorla asimile ederek türkleştirmeye dayanan politikasıydı.
    1925 olayı, Ankara’nın ırkçı-şöven politikasına karşı bir başkaldırıydı. Ne var ki Ankara yönetimi bu gerçeği çok iyi bilmesine rağmen polititikasını değiştirme yoluna gitmek yerine, İngilizlerle ant-Kürt temelde bir uzlaşmaya varmayı tercih etti. İşte 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması bu tercihin ürünüdür.
    Türk milliyetçileri bu antlaşadan bahsederken onu sırf bir sınır düzenleme antlaşması şeklinde sunmaya özen gösteriyorlar. Oysa Antlaşma, aslında Kürt halkının özgürleşme mücadelesine karşı bir İngiliz-Türk ortak mücadele belgesidir.
    Misak-i Milli’yi „…Türk ve Kürt unsurlarıyla meskun vatan parçası” olarak tarif eden, 1923 yılındaki bir konuşmasında ise onu „”Bu hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır,” şeklinde tarif etmiş olan mustafa Kemal, Kürt özgürlük mücadelesini bastırmanın karşılığı olarak Kerkük-Musul üzerindeki haklarından vazgeçiyor, buraları adeta İngilizlere hediye ediyordu.
    Sonuç
    Yer küremizin başka hiç bir yerinde rastlanmayacak ölçülerde sürdürülmekte olan yüz yıllık haksızlığa ve zulme karşı direnen Kürt halkı elbette dış dünyaya gözlerini kapatamaz. Onun uluslararası dayanışmaya ihtiyacı var ve bu çerçevede gerekli gördüğü çevrelerle ilişki kurmak istemesi doğaldır.
    Türk milliyetçilerinin bu ya da başka nedenlerden ötürü Kürtlerden yana şikayetçi olmaya hakları yok. Onların son yüz yılda bu halka karşı işlemdikleri suç, başvurmadıkları barbarlık kalmadı.
    93 yıl sonra, Kürt halkının seçtiği belediye başkanlarını hapse atmak ve belediyelere el koymakla meşgulsünüz. Devletinizin sınırları içerisinde olmayan Kürtlerin bile her hangi bir şekilde hak sahibi olmamaları için kapı kapı dolaşıp dilenmekle kalmıyor, komşu bir devletin topraklarına karşı işgal operasyonları düzenliyorsunuz. Ve tabi çok daha da önemlisi, Kürt çocuklarına ana dillerinde hitap eden bir televizyon kanalına dahi tahammül göstermiyorsunuz.
    Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun, ne diyelim.

    Gelawej
    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/munzur-cem/2600-emperyalizm-cumhuriyet-ve-kurtler

  5. ‘Lozan’ı istemiyorsan Sevr’e dönelim’

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tartışmaya açtığı Lozan anlaşmasıyla ilgili Yunanistan Savunma Bakanı’ndan açıklama geldi.

    Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Bize Sevr’i gösterip Lozan’a razı ettiler’ diyerek barış anlaşmasını ve Türkiye’nin mevcut sınırlarını tartışmaya açmasına tepkiler sürüyor. Atina’dan bu kez “Lozan’ı istemiyorsanız Sevr’e geri dönelim’ karşılığı geldi.

    Duvar’dan Nikolaos Stelya’nın haberine göre; Yunanistan Milli Savunma Bakanı ve hükümetin küçük ortağı Bağımsız Helenler’in lideri Panos Kammenos, Epir Bölgesi’ne gerçekleştirdiği ziyarette “Uluslararası anlaşmaları sorgulama cüretini gösterenlere buradan bir mesaj göndermek istiyorum” diyerek “Türkiye sürekli şekilde gerçekleştirdiği açıklamalarla ortamı elektriklendirmeye çalışıyor. Bizim cevabımız ulusal egemenliğin savunulması, uluslararası hukuka ve anlaşmalarına saygı çerçevesinde verilmektedir. Erdoğan Lozan Anlaşması’nı feshetmek istiyorsa Sevr Anlaşması’na geri döneceğiz. Hepimizin anlaması gereken bir nokta var; Türk Silahlı Kuvvetlerinin kayıpları, darbe sonrası gücünü kaybetmesi, Suriye’deki bitmek bilmeyen yenilgileri salakça açıklamalar yapma durumunda bırakmıştır. Bunun sonucuna bu sabah hep beraber tanık olduk. Dizleri üzerine düşen Erdoğan Rus Başkan Putin’den Suriye hakkında yaptığı açıklamalar için özür diledi. Kendisi iç siyaset nedeniyle uluslararası kamuoyunu ve Yunanistan’ı ajite edemeyeceğini anlamalı” açıklamasında bulundu. (HABER MERKEZİ)

    https://www.evrensel.net/haber/297798/lozani-istemiyorsan-sevre-donelim