İktidarsız İktidarlar… İktidarlı İktidarsızlar…

 

 

İktidar konusunda bugüne kadar çok söz söylenmiş, çok tanımlama yapılmıştır. Hepsi de bir şekilde gerçeğe tekabül eder. Örneğin “iktidar yozlaştırır” deyişi oldukça yaygın kullanılır ki, çok doğru bir saptamadır. Diğer yandan “iktidar boşluk tanımaz da” denir. Bu, daha çok, “uyanık olun da yerinizi başkasına kaptırmayın” türü bir açıkgözlük çağrısı olarak anlaşılır daha çok ama aslında doğrudur da. İktidar, hava gibi uçucu ama aynı zamanda güçlü bir maddedir. Nasıl hava boşluk tanımazsa, iktidar da boşluk tanımaz. Uçakta bile kısa süre için bir “hava boşluğu” olduğunda uçak düşer gibi olur. Bu yüzden iktidar boşluğu, özellikle iktidar sahipleri açısından tehlikeli bir şeydir.

Dolayısıyla iktidar sahipleri, iktidarları tehlikeye girdiğinde, hele hele bu tehlikenin kendilerini iyice tehdit eder hale geldiğini hissettiklerinde, yüzlerindeki her türlü “devlet adamı” ya da “adaba göre davranma”, “kamuoyunun önünde terbiyeli bir görünüm arz etme” maskesini atar ve doğrudan “kemikkıran” özlerini açığa vurma gereğini duyarlar. Çünkü artık iktidarlarını koruyabilmek için ellerinde son bir silah kalmıştır: Korku salmak.

Bu yüzden birilerinin bacaklarını “çatır çatır kırma” talimatı verirler. Elbette bu talimat sadece şu ya da bu suç erbabıyla ilgili değildir. Bundan herkes kendi payına bazı sonuçlar çıkartmalıdır. Televizyonlardaki korkunç görünümleri de bu bacak kol kırmaya oldukça uygundur zaten. Dolayısıyla iktidarın bu aşaması karşısında artık herhangi bir tereddüt yaşamak yersizdir. İktidar bütün çıplaklığı ile kendini göstermiştir. Artık bu aşamadan sonra iktidar sahiplerinin söylediği hiçbir şey şaşırtıcı olmamalıdır. “Koydu mu oturturlar” mesela. Sonra kendilerine soru soran gazetecilere, “neden şunu sormuyorsun, neden bunu sormuyorsun?” diye soru dikte etmeye bile kalkışırlar. Bu, artık yaklaşan son aşamanın bir öncesidir. Son aşamayı da söyleyeyim. Önümüzdeki dönemde soru soran gazetecilerin tekme tokat dövüldüğünü görürseniz hiç şaşırmayın.

İktidardakiler için konuşmak biraz bıktırıcı oluyor doğrusu. Çünkü artık yaptıkları veya yapacakları insanda hiçbir merak uyandırmıyor. Onların karşısında şaşırma duygusunu kaybediyor insan. Eh sürpriz de ortadan kalkınca yaptıklarını izlemek yavan, tatsız tuzsuz bir yemeği yemeye çalışmak gibi bir şey oluyor.

Bu yüzden ben ilgimi, iktidarsızlığa doğru giden iktidarlardan, iktidarsızların iktidarına yönelttim diyebilirim. İktidarsızların iktidarı da nasıl bir şeymiş diye soracaksınız haklı olarak. Aslında ben de bunları son zamanlarda keşfetmeye başladım ve bir hayli ilgimi çektiler. Bende kaybettiğim merak ve şaşırma duygusunu yeniden canlandırdılar, sağ olsunlar.

Aslında bu yazıda biraz da onlardan söz etmek istiyorum. “İktidarsız iktidar sahipleri” deyişini bunlar için kullanmak ne kadar doğru olur bilemiyorum. Çünkü aslında iktidarları hiç yok ya da iktidar bile denemeyecek kadar küçük bir şey de, ben “iktidar sahipleri” derken onların ulaşmak istedikleri iktidarı, buna ulaşmak için gösterdikleri gayreti, kısaca iktidar hırslarını kastediyorum aslında.

Ve şunu hemen belirteyim ki, ilerlemiş yaşlarına rağmen gösterdikleri bu iktidar hırsı gerçekten takdiri şayan olmanın ötesinde, iktidarın ne kadar çekici bir şey olduğunu göstermesi açısından da bir ders niteliğinde.

Örnek verecek olursam, adam neredeyse gelmiş yetmiş yaşına, bundan sonra hadi diyelim  yirmi yıl daha yaşayacak azami, fakat iktidar hırsından vazgeçemiyor. Yani kınayayım mı, yoksa bu “yaşama sevincini” takdir mi edeyim bilemiyorum.

Peki bu hırs nasıl tezahür ediyor. Elbette örnek vermem gerektiğinin bilincindeyim. Adam ünlü bir şair ya da yazar, romancı falan olamamış; hadi diyelim ki adını biraz duyurmuş ama ancak üçüncü sınıf şair ya da romancıların arasında anılıyor adı, bu yüzden büyük bir hazımsızlıkla, 1. sınıf kabul edilen yazarlara saldırıyor da saldırıyor. Bu satırlarımdan 1. sınıf yazarlara büyük değer verdiğim sanılmasın. Aslında ben de onlarla birçok bakımdan kan uyuşmazlığı içindeyim ama sırf 1. sınıf yazarlar arasındalar diye onlara saldırmak aklımın köşesinden geçmez. Sen bırak onları da kendine bak. Sen nesin? Ne yazdın? Ne kadar iyi yazdın? Bunların üzerinde dur. Yok öyle değil. Bir kıskançlık, bir kıskançlık.

Orhan Pamuk Nobel ödülünü aldığı zaman da aynı şey olmuştu. Özellikle ulusalcı sol kesim ayağa kalkmıştı. Birine rastladım, bana, Orhan Pamuk’un “Ermeni katliamından söz ettiği için” Nobel edebiyat ödülünü aldığını söyledi. Bunun üzerine ben de, “Öyle mi? O zaman ben de Ermeni katliamıyla ilgili bir yazı yazayım. Belki bana da verirler Nobel ödülünü” dedim. Tabii ki şakaydı. Fakat Nobel ödülüne saldıranların gözlerindeki kıskançlık parıltısını görmemek mümkün değildi. Oysa ben bu ödüle o kadar da büyük değer atfetmem. Gerçi küçümsemem ama Nobel de Nobel diye tutturmanın saçma olduğunu da düşünürüm.

Neyse, işte bu iktidarsız iktidarlılar, öyle hırslılar ki, edebiyatla falan da sınırlamıyorlar kendilerini. Bir de politikaya soyunmaları var ki, gerçekten gülünesi. Mesela tutup “büyük politika yapma” havalarında CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’yla boy ölçüşmeye kalkıyorlar. Hayır, Kılıçdaroğlu’nun boyunu çok uzun bulduğum ya da Kılıçdaroğlu’nun eleştirilmemesi gerektiğini düşündüğüm için söylemiyorum bunu. Bu “bayram değil seyran değil” eleştirilerin esas amacının bazı küçük iktidar sahiplerinin gözüne girmek ve giderek o iktidar sahiplerinin kapısına yamanmak için yapıldığını hissetmek, görmek insanın sinirine dokunuyor. Bunlar küçük “iskele alabanda” politik numaraları. Yanaşmak istedikleri gemiye (gemi de ne gemi ya!) çürük çarık tahtalar uzatıyorlar. Ne bileyim, bunlardan biri “Kılıçdaroğlu’nu eleştirme” tahtası, bir diğeri “HDP’ye saldırı” tahtası. Bu iki tahtanın üzerinden yürüyüp yakında kendilerini o gemiye atacaklar. Geminin kaptanı buna zaten teşne. İktidar hırslısına kendi gemisinden “gel gel” ışıkları çakıp duruyor.

Süreç şöyle anlayacağınız: İktidarsızlıktan küçük bir iktidar odağına; oradan da biraz daha büyük bir iktidar odağına doğru adım adım ilerlemek. Bunun müptezelliği bir yana, merak ediyorum, bütün bunları yapmaya üşenmiyorlar mı?

Bana soracak olursanız, iktidar hırsı iktidarın kendisinden bile daha tehlikeli bir şey.

 

 

Gün Zileli

7 Ocak 2018

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

1 Mayıs’a İlişkin Birkaç Eleştiri…

Artıgerçek Herkes eleştiri-özeleştiriden bol bol söz etmesine rağmen aslında eleştiri pek hoşa giden bir şey …

119 Yorumlar

  1. Necip senin geveleyip durduğun ‘Balkan oligarşisi’ ile Ortaylı’nın yayınladığı yeni kitapta Balkan coğrafyasındaki kültürel & siyasal iklimin içinde yoğrulmuş kişilerin öncülüğünde kurulan Cumhuriyet arasında nasıl farklar varmış, bir göz at istersen:

    http://www.kronikkitap.com/ataturk/

  2. Necip bu yazıyı görmesin

    Aman haa Necip bu yazıyı görmesin sakın..

    Başlar yine, ‘siz iktidari bir totem gibi kabul etmissiniz, her zamanki gibi antropomorfizm tuzaginin icine dusmussunuz, iktidar insanin fitratidir bunu yine unutmussunuz, iktidara karsi gelmek adeta yel degirmenlerine dogru mizrak savurmak gibidir’ gibi vızır vızır ötmeye başlar…

  3. Her şey bir yana Orhan Pamuk konusu, bence bir tür turnusol kağıdı. Pamuk’a sadece Ermeni katliamından söz ettiği için Nobel verildiği düşünmek komplo teorisine yatkınlıktan öte bir şey. Ben bunun sadece ulusalcılıkla değil, solun eski bir hastalığıyla, bir zamanlar Kafka’yı “küçük burjuva” olmakla suçlayan “proleter bakışla” ilintili bir şey olduğunu düşünüyorum. (Evet, bir zamanlar “küçük burjuva” olduğu gerekçesiyle Kafka sol çevrelerde pek sevilmezdi!)
    Ben de Pamuk’un son dönem romanlarının çok iyi olduğunu düşünmüyorum ama Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı… Bunlar iyi romanlardı. Bunu kabul edince insan solculuktan çıkmaz. Devrimcilikle estetik ayrı şeyler. Son dönemde Nobel alanlara bakalım: Aleksiyeviç, Ishiguro… Kuşaklarının en iyi yazarları olduklarına bir şüphe var mı? “Kafka küçük burjuva yazarı” kafasını çoktan geride bırakmış olmak lazımdı ama gel gör ki…

  4. “yeni kitapta Balkan coğrafyasındaki kültürel & siyasal iklimin içinde yoğrulmuş kişilerin öncülüğünde kurulan Cumhuriyet arasında nasıl farklar varmış, bir göz at istersen”

    Tanitiminda Ortayli’nin su sozleri var:

    “Tarihin akışını değiştiren, ona mührünü vuran veya büyük tehlikelere mâni olan liderlere her memlekette rastlamak mümkün değildir. Atatürk dünya tarihinin nadiren gördüğü bir dehadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, hiçbir mağlup milletin direniş göstermediği zamanda siviller ve askerlerle dünyaya meydan okumuştur.”
    İLBER ORTAYLI

    Bu kadarini okumak yeterli benim icin.

    Boyle reklam amacli yazilmis yuzlerce kitaptan birisi daha yani.

    “[D]ünya tarihinin nadiren gördüğü bir deha”ymis..

    Hadi, hep beraber: Secde!

  5. Sayın Zileli, bu yazınızda Nihat Genç ve Kaan Arslanoğlu çevresini mi eleştiriyorsunuz?

  6. “Necip bu yazıyı görmesin sakın..”

    Gec kaldiniz. Sizin yorumunuz cikmadan once okumustum.

    Orhan Pamuk konusunda dediklerine pek katilmasam da, geri kalani baska bircok yazidan daha dengeli, icsel tutarliligi olan bir yazi –benim baktigim acidan, tabii ki.

    En azindan, ozgurluk havariligini cinsel tacizcileri de savunacak noktalara cekilecek sekilde abartmiyor; ‘iktidar’ denen olguyu da pesinen reddetmiyor.

    Daha ne olsun. 😉

  7. Edebiyat öldü (mü?)

    Orhan Pamuk’un siyasi angajmanlarını, başkalarının onu nasıl eleştirdiğini bir kenara koyarsak, edebiyatçılığı o kadar övülecek bir şey değil, kitapları kaliteli değil. Şunu unutmayınız: Edebiyat da endüstrileşti. ‘Nobel ödülü’ konseptine saygı duyarsınız duymazsınız bunu tartışabiliriz, fakat Nobel bile artık bir reklam malzemesi olarak kullanılmakta, ödülün veriliş sebepleri eserin kıymetine saygı duruşunda bulunmak amacıyla değil, Nobel ödülü artık, eserin ‘satışını hızlandırmak’ amacıyla kullanılıyor. Niyetler, bağlamlar kopup gitti, dönüştürüldü…

    18., 19. yüzyıldaki ‘büyük – derin edebiyat, romancılık’ı bugün aramak boş iş.

    Şimdi moda ‘twitter edebiyatı’, ‘instagram story’… 240 karakter kotasıyla Nobel alabilecek vecizeler üretmek için türlü türlü kelime oyunları oynamak…

  8. Bilin bakalım bunları kim söylemiş?

    Bundan birkaç asır öncesine kadar dünyanın bilim ve sanat merkezi bizim coğrafyamızdı.
    Matematik ve fen bilimlerinden sosyal bilimlere kadar her alanda yenilikler, atılımlar bu coğrafyadan çıkıyordu.
    İbn-i Haldun sosyologluğuyla, El Ceziri matematikçiliğiyle, İbn-i Sina tıp doktorluğuyla, Ali kuşçu astronomluğuyla, Mimar Sinan özellikle mimari dehasıyla, Piri Reis coğrafyacılığıyla daha sonraki bilim insanlarına adeta birer kutup yıldızı olarak yol göstermişlerdir.
    Dolayısıyla Cihanşümul bilim anlayışıyla gerçekten güçlü bir müktesebatımız var.
    Cumhuriyet döneminde de ülkemizde de hem kendi birikimimize sahip çıkacak hem de küresel düzeyde iddia sahibi olacak bilim yuvaları kurmak için pek çok deneme yapılmıştır.
    Bunların bir kısmı da yabancı eğitim öğretim kurumlarının mirasları üzerine oturtulmuştur.
    Boğaziçi Üniversitesi de işte bunlardan biridir. Galatasaray bunlardan biridir.
    Kabul etmek lazım ki Boğaziçi Üniversitemiz halen ülkemizin en prestijli en önemli yüksek öğretim kurumlarından biridir.
    Bununla birlikte Boğaziçi Üniversitemizin bizim gönlümüzden geçen konuma ulaşamadığını da belirtmek durumundayım.
    Çünkü bu üniversitemiz Mevlana hazretlerine atıfla ifade ettiğimi hususta açıkçası biraz zayıf kalmıştır.
    Bu ülke ve bu milletin değerlerine yaslanamadığı için küresel bir marka haline gelme çabalarında da hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır.
    Üniversitemizin temelinin yabancı bir eğitim öğretim kurumuna dayanıyor olması bu zemine oturmasına asla mani değildir.
    İstenmesi halinde 1971 yılında zaten başlamış olan bu dönüşümü çok rahatlıkla ilerletmek mümkündür.
    Çok seslilik ile kendi ülkesine ve milletine yabancılık arasındaki çizgiyi doğru çizmeden de bunu başaramayız.
    Batı ülkelerindeki üniversiteler, soruyorum, çok sesli değil mi? Peki bunlardan hangisinin sürekli kendi devletine, kendi halkının değerlerine karşı faaliyet yürüttüğünü duydunuz, gördünüz. Böyle bir şey var mı?
    Dünyanın en iyi üniversitelerinden eğitim görmekle yerli ve milli duruş sahibi olmak, asla birbirinin zıttı değildir. Çünkü asıl mesele, fiziken nerede olduğunuzdan ziyade zihin olarak nerede durduğunuz meselesidir.
    Açık konuşmayı severim. Çünkü kesinlikle gizli hafıza kaydım yoktur. İster yerli ister yabancı ne olursa olsun, ister içeride ister dışarıda açık konuşmak. Bakınız hep söylenir; eğitim-öğretim özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bunlar hep konuşulur. Konuşulması güzel de acaba uygulamaya gelindiği zaman, diyelim ki Boğaziçi Üniversitesi, buradaki hocalarımız, bu işe nereye kadar acaba şöyle pergellerini açıyorlar?
    Burası çok önemli. Çünkü belli bir fikrin savunucusu olanlara kapıyı aç, belli bir fikrin savunucusu değilse ona kapıyı kapa. Bu mu özgürlük? Çünkü eğitim öğretim kurumlarının bu noktada bir defa kefeni yırtması lazım. Ehliyet liyakat kimdeyse onun girmesi lazım, önünün de kapatılmaması lazım.
    Ülkesine, milletine ve insanlığa hizmet etmek yerine zihnini ve yüreğini Amerika’da yaşayan bir şarlatana adayan mankurtlardan bilim adamı da olmaz Müslüman da olmaz.
    Eğer birileri gelip karşımıza, ‘sen düşünme, sen akletme, sen muhakeme yapma, sen sadece söyleneni yerine getir, gerisine karışma’ diyorsa, bilin ki orada bir şeytanlık vardır. Şu anda Pensilvanya olayı böyle değil mi? Şimdi orada bir murakabe var mı? Orada bir hakikaten değerlendirme, sorgulama, böyle bir şey var mı? Ne diyor oraya tabi olanlar? ‘O dediyse doğrudur.
    Açık söylüyorum, şahlanışın birinci şartı imansa, yürekse, ikinci şartı da bunun somut çıktılarını ortaya koyacak bilimdir, bilimsel zihniyettir, bilim kuruluşlarıdır.

    ‘BİR PROFESÖR MÜSVEDDESİ VAR’

    İnsanlığa hizmet etmek yerine zihnini Amerika’da yaşayan şarlatana adayan mankurtlardan bilim adamı olmaz. Her kim, ‘İslam terakkiye terstir’ diyorsa bilin ki o hikmetten nasibini almamış bir nadandır. Bunların tek gayesi kurdukları tuzaklara çekebildikleri kadar insanı çekebilmektir.
    Rabbimiz bize Kuranı Kerim’de defalarca, ‘akletmez misiniz, düşünmez misin’ diye buyuruyor. Birisi sadece, ‘sen söyleneni yerine getir gerisine karışma’ diyorsa orada bir şeytanlık vardır. Pensilvanya olayı böyle değil mi?
    Bir profesör müsveddesi var. ‘O bize şah damarından daha yakındır’ diyor. Bize şah damarımızdan daha yakın olan sadece Allah’tır. Bu ifade şirktir.
    Uzun süre ilmimize fıtratımıza ters bir dayatmayla karşı karşıyayız. Milletimiz hamdolsun bu çarpıklığın farkına varmıştır. 15 Temmuz direnişi bu sorgulamanın bir neticesidir.

  9. Suriye’de çözüm için: Yankee go home!
    Gerçek
    Ocak 7, 2018

    Suriye’de DAİŞ, elindeki tüm stratejik mevzileri kaybetti, giderek eriyor. DAİŞ’in çöküşü sonrasında siyasi çözüm artık çok daha somut şekilde gündeme gelmeye başladı. Ne var ki DAİŞ’in ardından Suriye nüfuz alanlarına bölünmüş bir görüntü arz ediyor. Fırat nehrinin batısında Rus ve İranlı müttefikleri ile Suriye ordusu, Fırat’ın doğusunda ise Kürt partisi PYD’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile ABD hâkim durumda. İsrail sınırı Rusya ve ABD’nin anlaşması ile muhalif çetelere bırakılmış durumda. İdlib’de ise hâlâ belirsizlik hüküm sürüyor. Türkiye ordusu bölgeye girdi girmesine ama İdlib’in Kuzey’inde Afrin sınırında kaldı. Üstelik El Kaideci, Heyet Tahrir Şam grubuyla anlaşma içinde bu operasyonu yaptı. İdlib’in geri kalanında HTŞ’nin varlığı sürüyor. Çatışmasızlık durumu bir yana her gün Suriye ordusu havadan ve karadan bombardımanını sürdürüyor. Yani çözüme ulaşmak bir yana yeni sorunlar yaratan bir durum var.

    Türkiye, tüm Suriye politikasını PYD’yi bertaraf etmek, Afrin ve Mınbiç’teki PYD varlığını sona erdirmek amacına endekslemiş durumda. Bunu yapması için Rusya’dan icazet alması gerektiği sahanın bir gerçeği. Ancak İdlib’e çatışmasızlık sağlayacağı vaadiyle giren TSK’nın sadece Afrin sınırına konuşlanması güven vermiyor. Rusya da bu durumda bölgede PYD’ye sağladığı koruma kalkanını kaldırmıyor.

    Esad’ın vatan haini çıkışı

    Beşar Esad, PYD’nin ABD ile işbirliği yapmasını gündeme getirerek bunu yapanın “vatan haini” olduğunu söyleyince Türkiye’deki iktidar umutlandı. Bu açıklamada PYD’ye müdahale için bir olanak gördü. Bu aşamada bir önemli gelişme daha yaşandı. Rusya’nın himayesinde şekillenen ve siyasi çözümün tartışılacağı Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne PYD temsilcilerinin çağrılmayacağı açıklandı.

    Halbuki bu açıklama Kürtlerden ziyade ABD’yi hedefliyordu. Rusya hemen öncesinde askerlerini Suriye’den çekme kararı almış, ABD’nin bölgedeki askeri varlığının meşruiyetine darbe vuracak önemli bir adım atmıştı. Nitekim Esad’ın açıklamasının hemen ardından Suriye’nin BM daimi temsilcisi Beşar Caferi, yabancı askerlerin derhal ve şartsız çekilmelerini isteyen bir açıklama yapmış, ABD’nin yanında Türk askerlerinin Suriye’deki varlığını da açık bir saldırganlık olarak tanımlamıştır.

    Kürt düşmanlığından Amerikan karşıtlığı çıkmıyor

    PYD’yi ezmeyi merkeze koyan Türkiye dış politikasının, çıkmaza girmeye mahkûm olduğunu sürekli vurguluyoruz. Bir kez daha bu yanlış politika Türkiye’yi hem Kürt hem de Arap halklarıyla karşı karşıya getirmiştir. Esas mesele Suriye’deki ABD varlığı olduğu halde AKP iktidarından Amerikan askeri varlığı aleyhinde hiçbir açıklama gelmemektedir. Rusya askerlerini çekeceğini açıklamış ve ABD’yi zora sokmuşken, Suriye hükümeti ABD’ye defol diye çıkışıyorken, Türkiye’nin Kürt düşmanlığı halini alan politikası ABD’ye adeta bir can simidi atmak olmuştur. Çünkü bu politika Kürtleri daha fazla ABD’ye doğru itmekten, ABD’nin de kendisini, tehdit altındaki Kürtlerin koruyucusu olarak göstermesine yardımcı olmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

    Kürtler bu toprakların halkıdır! ABD defolup gitmelidir!

    Türk, Arap ve Kürt halkları komşu ve kardeş halklar olarak tüm sorunlarına birlikte ve sulh içinde çözüm bulmalıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları açısından Türkiye’nin Suriye politikasının kökten değişmesi şarttır. Aslında ABD emperyalizminin pozisyonu çok kırılgandır. Doğru, tutarlı ve kararlı bir politikayla bölgeden sökülüp atılması mümkündür. ABD’nin en büyük dayanaklarından biri Türkiye’nin NATO üyeliği ve İncirlik Üssü’dür. Türkiye derhal NATO’dan çıkmalı, İncirlik’i kapatmalıdır. Türkiye, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımalı, Kürt sorununda siyasi çözümün yolunu açmalıdır. Kürtlere güvenlikleri için Amerikan kalkanına ihtiyaç duymayacağı bir ortam yaratılmalı, ABD’nin Kürtleri koruma iddiası boşa düşürülmelidir. Böyle bir politika izlendiğinde emperyalizmin siyasi, askeri ve diplomatik olarak asla yıkamayacağı bir Türk, Arap, Kürt anti-emperyalist cephesi kurulabilir. Elbette ki bu cephede Fars halkı da yerini alacaktır. Tekfircilik ve mezhepçilik bu ortamda yaşama şansı bulamayacak, emperyalizm, Siyonizm ve işbirlikçi rejimler bu dayanaklarından da yoksun kalacaktır. ABD’ye de kuyruğunu kıstırıp defolup evine dönmek düşecektir.

    Bu yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2018 tarihli 100. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/suriyede-cozum-icin-yankee-go-home

  10. Balkan oligarşisi medyasının Yozdil’li köşe yazarlarındansa Necip’in mülayim dilini tercih ederim.
    Veya, bir arkadaşın dediği gibi, kalitesiz yobazların diline benzemeyen kaliteli dilini.

  11. “Şunu unutmayınız: Edebiyat da endüstrileşti.”

    Ben edebiyatci da degilim edebiyat tarihcisi de, fakat bu dediginiz cok da yeni degil galiba.

    Bunu, sunun icin, soyluyorum:

    Rusya’da, mesela, vakt-i zamaninda, kitaplarin satis fiyatini bvelirleyen seylerin arasinda (onunde), o kitabin kac sayfa (*) oldugu da gelirmis. ‘Harp ve Sulh’un (mesela) oyle tugla gibi olmasinin sebepleri arasinda bunu da sayarlar.

    (*: hala daha, yani bugun bile, kitap tanitimlarinda o kitabin kac sayfa oldugu da yazilir. Kiymet takdirinde okuyucuya yardimci olmak icin olsa gerek.)

  12. Dün ne demişti?

    Orhan Pamuk : “Ordunun Gücünün Azaltılmasından Mutluyum”

    Yazar Orhan Pamuk, “Ergenekon” soruşturması kapsamındaki davalarla ilgili olarak, “Bu davaları ciddiye alıyorum. Darbe girişimlerine dair gazetelerde okuduklarımı ikna edici buluyorum ve Türk halkının da buna ikna olduğunu düşünüyorum. Hakimlerin, darbe girişimi iddialarını araştırmasını olumlu buluyorum” dedi.

    Amerikan PBS televizyonunda ünlü sunucu Charlie Rose’un sorularını yanıtlayan Pamuk, bir soru üzerine, Türkiye’de laikliğin gerilediğini düşünmediğini belirtti.

    Türkiye’nin uygar ülkeler topluluğunun bir üyesi olma doğrultusunda ilerlemekte olduğu ana yolu değiştirdiği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş medeniyetlere ulaşma hedefine ihanet edildiği düşüncesinde olmadığını ifade eden Pamuk, “Ancak (Türkiye) bu süreci biraz yavaş götürüyor. Umduğumuz ölçüde başarılı gitmiyor” dedi.

    Pamuk, iktidardaki AK Parti’nin, önceki yönetimlere göre daha dindar politikacılardan kurulu bir parti olduğunu, ancak ülkenin daha dindar bir yapıya doğru gittiğini sanmadığını kaydetti.

    Türkiye’deki yaşam tarzı ve kültürel dokuda da radikal bir değişimin yaşanmadığını söyleyen Pamuk, “Laikliğin korunması konusunda kaygılar var, ama bence ülke daha dindar bir hale gelmiyor. Bundan 10-20 yıl önce sokakta içki içen insanlar göremezdiniz” diye konuştu.

    -“BAŞÖRTÜLÜ KADIN SAYISININ AZLIĞI YA DA FAZLALIĞI KRİTER OLMAMALI”-

    Pamuk, “Ama daha fazla başörtülü kadın görüyorsunuz? Bu bir anlam ifade ediyor mu?” şeklindeki bir soru üzerine, “başörtülü kadın sayısının az ya da fazla olmasının bu konuda bir kriter olmaması gerektiğini” söyledi.

    “Benim değerlerim açısımdan, herkes ne istiyorsa onu yapabilmeli” diyen Pamuk, “ordu bize, ‘eğer üniversiteye, hastaneye girmek istiyorsanız başörtünüzü çıkarın’ dememeli. Türk kadınlarına ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmamalı. Benim değerlerim, özgürlükleri, ifade özgürlüğünü, demokrasiyi, laikliği, kültürel ve siyasi değerleri temel alıyor. Bunlara sahip olduğumuz zaman, insanlar hissettikleri doğrultuda davranabilmeli” diye konuştu.

    Pamuk, Türkiye’de liberaller ile muhafazakarlar arasındaki çekişmenin de yeni olmadığını, bu durumun yüzyıldır devam ettiğini kaydetti.

    -“ORDUNUN GÜCÜNÜN AZALTILMASINDAN MUTLUYUM”-

    Bir soru üzerine, AK Parti’nin ordunun gücünü azalttığını ve bunun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın en başarılı olduğu konu olduğunu ifade eden Pamuk, Türkiye’de ordunun gücünün azaltılmış olmasından mutluluk duyduğunu, ancak bu durumun bazı kesimlerde laiklik konusundaki kaygıları artırdığını belirtti.

    Türkiye’de ifade özgürlüğü, hoşgörü, geleneksel kültür ve modernlik arasında her zaman “zigzaglar” olduğunu kaydeden Pamuk, “laiklik konusundaki kaygılar malesef ordunun demokrasiye müdahalesi için zemin hazırlıyor” dedi. Pamuk, bununla birlikte, Türk halkı olarak laikliği ordunun gücüne ihtiyaç duymadan koruyabilmeleri gerektiğini kaydederek, “ordu lütfen gel, bizi kurtar” şeklinde bir yaklaşım içinde olunmasını doğru bulmadığını söyledi.

    Pamuk, laikliği korumak için darbe yapmanın Atatürk’ün modern ve açık toplum idealiyle de bağdaşmadığını kaydetti.

    -“ERGENEKON SORUŞTURMASINI CİDDİYE ALIYORUM”-

    “Ergenekon” soruşturmasına dair düşüncesinin sorulması üzerine de Pamuk, bu davaları ciddiye aldığını ve darbe girişimlerine dair gazetelerde okuduklarının kendisini ikna ettiğini, Türk halkının da buna ikna olduğunu düşündüğünü belirtti.

    Pamuk, Türkiye’nin tarihinde çok sayıda darbe ve darbe girişiminin olduğuna işaret ederek, bu nedenle hakimlerin darbe iddialarını araştırmasını olumlu bulduğunu kaydetti.

    -“GAZETECİLERİN TUTUKLANMASI KABUL EDİLEMEZ”-

    Bir soru üzerine Pamuk, Türkiye’de gazetecilerin tutuklanmasını kabul edilemez bulduğunu kaydetti.

    Hükümet yanlısı gazetelerin bile bu tutuklamalarını eleştirdiğini söyleyen Pamuk, “Malesef şu anda Türkiye’de 50’den fazla gazeteci cezaevinde. Bu ülkenin en sevilen politikacılarından Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit de hapse girmişti, ama tekrar iktidara geldiklerinde ifade özgürlüğü konusunda reformlar yapmadılar, bunu yapmalılardı” diye konuştu.

    Pamuk, geçmişte yazıları ve sözleri nedeniyle kendisi hakkında dava açılmasıyla ilgili soru üzerine, kendisinin durumunun geçmişteki yazarların yaşadıklarına göre daha “hafif” kaldığını ama uluslararası arenada tanırlılığı nedeniyle daha görünür hale geldiğini ifade ederek, “Şikayet etmek, şu ya da bu oldu demek istemiyorum. Geleceğe bakıyorum” dedi.

    -“SEÇİMLER ÖNCESİNDE PARTİLERCE KULLANILAN RETORİK BENİ ENDİŞELENDİRİYOR”-

    Türkiye’de seçimler öncesinde partiler arasındaki “siyasi kavgada” kullanılan retoriğin kendisini endişelendirdiğini de kaydeden Pamuk, bunun ifade özgürlüğünden çok fanatizmle alakalı olduğunu belirtti.

    Sokaklarda gördüğü insanların bu kavgaya çok fazla girmediğini gözlemlediğini ifade eden Pamuk, hoşgörü ve uzlaşı kültürü, dili ve söyleminin henüz Türkiye’de yerleşmediğini, ancak bunun olacağına dair umutlu olduğunu kaydetti.

    -“AB’YE KARŞI KIZGINLIĞI ANLIYORUM AMA BU İNTİKAMCILIĞA DÖNÜŞMEMELİ”-

    Pamuk, bir soru üzerine, AB’nin Türkiye’ye “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi yapmasının Türkiye’de kızgınlık yaratmasını anladığını ama bunun “intikam” düşüncesiyle “madem bizi almıyorsunuz, Arap ülkelerine yönelelim” gibi bir tavra dönüşmemesi gerektiğini dile getirdi. Pamuk, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştığı yönünde çok fazla kaygısının olmadığını da belirtti.

    “Arap Baharının Türkiye’ye de gelip gelmeyeceğine” yönelik soru üzerine Pamuk, Türkiye’nin “Arap Baharı”na ihtiyacı olmadığını, Arap ülkelerinin bu halk hareketleriyle sadece siyasi değil, kültürel ve sosyal anlamda da daha açık bir yapıya doğru gideceğini düşündüğünü söyledi.

    Pamuk, “Türkiye, bir ülkenin Müslüman ve aynı zamanda çoğulcu, laik ve demokratik olabildiğini kanıtlıyor mu?” şeklindeki bir soru üzerine, Türkiye’nin bunu yapmaya çalıştığını ifade ederek, “Türkiye’nin yakında tam demokrasi ve gelişmiş, güçlü bir ekonomi olacağına kuvvetle inanıyorum. Henüz değil, ama o yolda ilerliyor. Bu yolda kendimize güvenimizi kaybetmemeliyiz” dedi.

    -“BU ÜLKEYİ SEVİYORUM”-

    Bir soru üzerine, Türkiye’nin İsrail de dahil olmak üzere tüm Ortadoğu ülkeleriyle dostça ilişkiler geliştirmesi gerektiğini söyleyen Pamuk, aralarında bazı gerginlikler yaşansa da İsrail’in Türkiye’nin düşmanı olması gibi bir durumun sözkonusu olduğunu düşünmediğini kaydetti.

    Pamuk, bir başka soru üzerine, Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmasının geçici bir politika olduğu görüşünü dile getirdi.

    Yazar Orhan Pamuk, “neden İstanbul yaşıyorsunuz?” sorusunu da, “Burası benim hayatım, bütün hayatım bu kentte geçti. Evet, üzerimde baskılar var, evet korumayla dolaşıyorum ama bu ülkeyi seviyorum” diye yanıtladı.

    Aktif Haber

  13. Dün ne demişti?

    Sn. Zileli, siz de Orhan Pamuk gibi “Türkiye’de ordunun gücünün azaltılmış olmasından mutluluk duy”uyor musunuz?

    Bir yandan da “iktidarın gücünün artmış olmasından” mutsuzluk duyabilirsiniz/duyabiliriz tabii ki. Fakat diğer yandan da bu yine de mutluluk duyulacak bir değişim sayılmaz mı?

  14. İlber Ortaylı Fiyaskosu

    İlber Ortaylı şişirilmiş balon bir tarihçidir

  15. Orhan Pamuk akıllı olsun!

  16. Orhan Pamuk hakkında Halil Berktayyiperdoğan ne düşünüyor acaba?

  17. iktidarın hiçbir yaptırımına omuz vermem.

  18. Orhan Pamuk muhalif, kirasını bile zor ödeyen Nihat Genç, kovulmadığı yer kalmayan Kaan Arslanoğlu iktidar öyle mi!
    2015’e kadar AKP yi öven, her kitabı 40 yerden başımıza boca edilen, Esad’a sonun Kaddafi gibi olur diye mektup yazan Orhan Pamuk muhalif öyle mi!

    Siz önce iktidar kim muhalif kim onu gözden geçirin.
    Gerçekten komiksiniz.

    https://odatv.com/orhan-pamukun-akpye-en-derin-elestirisi-bakin-neymis-1109151200.html

  19. Kar kitabı açıkça siyasal islam övgüsüdür. Ne büyük ve muhalif yazar, AKP iktidara gelmeden 2002de yazmış! Alın size eleştiri.. Çamur atmadan tek tek ayrıntılarını vermiş.

    Bir Siyasal İslam güzellemesi olarak Kar romanı

    Orhan Pamuk’un 2002 yılında çıkan Kar romanını bir cümleyle özetlemek gerekseydi bu cümle kesinlikle şu olurdu:

    Kar, bir Siyasal İslam güzellemesidir. Bunu öyle gizleyerek ya da dolaylı olarak değil açık açık yapar. Kar romanına şöyle yüzeysel bir bakış atmak bile kitabın bir Siyasal İslam güzellemesi olduğunu anlamak için yeterlidir.

    Bu yazı bu kitabın ayrıntılı bir edebi eleştirisi değildir. Bu kitapla ilgili detaylı bir edebi değerlendirme için Cengiz Gündoğdu’nun “Kar… Bozuk bir meta” başlıklı yazı okunabilir (1).

    Bu yazıda sadece roman kahramanlarından yola çıkılarak bir değerlendirme yapılacaktır.

    *

    Kar romanında ilk ve süreğen bir şekilde göze çarpan şey solcu, sosyalist, Cumhuriyetçi, Atatürkçü ya da laik olarak verilen karakterlerin tamamının kötü karakterler olmasıdır. Bunların içinde bir tane bile “normal” insan yoktur. Küçük Emrah filmlerindeki karakterler bile bu kitaptakiler kadar şematik değildir. Bütün Türklerin iyi, bütün Bizanslıların iğrenç olduğu Malkoçoğlu filmleri bile bu kadar karikatürize edilmemiştir. Şablonlaştırmada ve karikatürize etmede O.Pamuk’un bu romanıyla ancak siyasal İslamcıların“başörtüsüz kadın perdesiz eve benzer ya kiralıktır ya satılık” düzeyindeki 5. sınıf romanları yarışabilir.

    Kitaptaki dini karakterler ise radikalinden ılımlısına mazlum, bilge, nur yüzlü, hoşgörülü, zeki ve fedakardır.

    *

    Kitaptan bazı örnekler verelim. Muhtar ile Ka eski solcu arkadaşlarından söz ederler :

    -Muhtar’ın bir sorusu üzerine, bir zamanlar “dergide üçüncü dünya üzerine yazılar yazan” kıvırcık saçlı, Malatyalı Tufan’ın delirdiğini işittiğini gülümseyerek söyledi… Mahmut’u sordu daha sonra Muhtar. Ka onun şeriatçı Hayrullah Efendi’nin cemaatine katıldığını, bir zamanlar sol için girdiği kavgalardaki hırsla, şimdi Almanya’da hangi camiye hangi cemaat hakim olacak kavgalarına karıştığını söyledi… Hamburg’taki Türk mafyasıyla çalışıp zengin olan teorik Tarık’ı hatırladılar. Bir zamanlar Muhtar, Ka, Taner ve İpek ile birlikte matbaadan yeni çıkmış dergileri katlayan Sadık şimdi Alpler’den Almanya’ya kaçak işçi sokan bir çeteye elebaşılık ediyordu.

    Ka’nın Almanya’da tanıdığı siyasal sürgünler içinde en mutlusu Ferhat, PKK’ya katılmış, milliyetçi bir heyecanla Türk Hava Yolları bürolarına saldırıyor, Türk konsolosluklarına molotof kokteyli atarken CNN’de gözüküyor ve bir gün yazacağı şiirleri hayal ederek Kürtçe öğreniyordu. Muhtar’ın tuhaf bir merakla sorduğu başka bazı isimleri ise Ka’ya çoktan unutmuştu, ya da küçük çetelere katılan, gizli servisler için çalışan, karanlık işlere giren pek çokları gibi yok olduklarını, kaybolduklarını ve büyük ihtimal sessizce öldürülüp bir kanala atıldıklarını işitmişti (2).

    Kitap, bu ve benzeri onlarca örnekle doludur. Kitapta solcu, laik, Cumhuriyetçi, sosyalist olarak sunulan bütün karakterler ya çeteci, ya mafya, ya katil, ya darbeci, alçak, iğrenç ve aşağılık insanlardır. Lacivert’ten Muhtar’a, Hediye’den İpek’e, Sunay Zaim’den Ka’ya… Çeteci, katil ya da alçak olmayanlar ise bir zamanlar solcu olmuş ve dönmüşlerdir. Kitaba göre solcular ya dönerler ya da alçak olurlar.

    Yine kitaptan örnekler:

    -Soru da şudur: Ben şimdi bir komünist, bir modernleşmeci, laik, demokrat, yurtsever olarak önce aydınlanmaya mı inanmalıyım, halkın iradesine mi? Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya sonuna kadar inanıyorsam dincilere karşı yapılan bu askerî darbeyi desteklemem gerekir. Yok halkın iradesi her şeyden öndeyse ve ben artık katıksız bir demokrat olmuşsam o zaman gidip bu bildiriyi imzalamam gerekir(3).

    -Uğruna bütün hayatını berbat ettiği bu solcu lafların en sonunda bir işe yarayacağını, o laflar sayesinde İpek ile sevişebileceğini düşünüyordu (4).

    -Eli silahlı sosyalistler Kars’ta artık eskisi gibi güçlü olmadıkları, yol kesmek, polis öldürmek, bombalı paket bırakmak gibi eylemleri ancak Kürt gerillaların izni ve yardımıyla yapabildikleri için erken yaşlanmakta olan bu militanlarda bir eziklik vardı (5).

    Kitaptan şunları öğreniyoruz:

    Aydınlanmaya ve Batılılaşmaya inanıyorsan darbeyi desteklemen gerekir.

    “Solcu laflar” ancak sevişmeye yarar.

    Eli silahlı sosyalistler yol keser, polis öldürür, bombalı paket bırakır.

    Kitaptan bir başka örnek:

    -Söylentilere göre kayıp ağabeyinin güzel karısıyla evlenebilmek için devletten bir “ölü” kâğıdı almak istemişti bu adam. Bu amaçla ağabeyinin kaçırılmasından bir yıl sonra başvurduğu emniyet, gizli istihbarat servisleri, savcılık ve askerî garnizondan kovulmuş, bir intikam isteğinden çok, konuyu bir tek onlarla konuşabildiği için son iki aydır kayıp ailelerine katılmıştı (6).

    Kar kitabında “kayıp aileleri”nin ele alınış şekli budur.

    -Ama Kadife’nin bütün Kars’ın önünde başını açmasının hem sanat hem de çok derin bir siyaset olacağını da hissediyorsunuzdur.” “Başını açacaksa Lacivert’i bırakırız,” dedi Osman Nuri Çolak (7).

    -Sunay zengin ve aydın bir iktidar sahibi görünümündeydi ama yoksul halkla da dans ediyor, şakalaşıyor, …Fransız ihtilalinin coşkusu, aşının, prezervatifin ve rakının faydaları, zengin orospunun göbek dansı, …gibi konularda öğretici ve kısa sahneler de oyunun şurasına burasına doğal bir düzensizlik içerisinde serpiştirilmişti (8).

    -…orduevlerinde eski askerlik arkadaşlarıyla buluşup iyice içtiği gecelerde kendisinin her Atatürkçü askerin içinde yatan şeyi yapmaya “hiç olmazsa” cesaret ettiğini söyler, fazla ileri gitmeden arkadaşlarını dincilerden korkmakla, hımbıllık ve korkaklıkla suçlardı (9).

    Kitaptan şunları çıkarabiliriz:

    Başörtülü kızın başını açtırmak için şantaj yapan laik darbeciler…

    Her Atatürkçü askerin içinde darbecilik vardır.

    Fransız İhtilali, aşı, prezervatif ve rakının faydaları… Bir romanda karakterler ancak bu kadar karikatürize edilebilirdi.

    *

    Darbeci Sunay Zaim, Robespierre, Lenin, Jakoben, Atatürk, Che Guevera, Brecht…

    Kitapta bu isimlerin hepsi ya da birkaçı neredeyse istisnasız yan yana sayılır.

    *

    Şimdi burada ne söylenebilir? Darbeci, alçak, ahlaksız solcular elbette vardır; peki solcuların, laiklerin, Cumhuriyetçilerin, laiklerin hepsi böyle midir? Bu düşünce yapısını yalnızca bu tipler mi oluşturmaktadır?

    Burada G. Lukacs’ın sorduğu soruyu sormamız gerekir.

    G.Lukacs şunu yazar:

    Sormamız gereken soru, “x gerçeklikte var mıdır? Değil, “x gerçekliğin tümünü temsil eder mi?” olmalıdır. Sonra gene, sorulacak soru, “x edebiyatın dışında bırakılmalı mı?” değil, “x’le yetinilmeli mi?” dir (10).

    Ancak bu kitap için bu açıklamalar fazladır.

    Bu bitmez tükenmez sonsuz bir kindir. O. Pamuk soldan, sol değerlerden, solu çağrıştıran her şeyden nefret etmektedir. Bu nefreti roman estetiğini zedeleyecek kadar kaba bir şekilde sergilemektedir. Roman karakterleri, bu nefret, bu gözü dönmüşlük nedeniyle yazarın birer kuklası halindedir.

    10’dan fazla karakter içinde tek bir tane, bir tane bile normal solcu, laik, Cumhuriyetçi karakter yoktur. Bütün solcular döner; mafya, çeteci ya da İslamcı olur. Bu kitapta solculuk bir anomali, bir hastalık, döneklik, darbecilik veya ahlaksızlıktır. Jakobenlik ise bu kitaba göre nedensiz bir darbe hareketi, bir psikopatlık, bir tür ruh hastalığıdır.

    *

    Peki romandaki her karakter böyle midir? Örneğin dini karakterler nasıldır?

    Kitaptan örneklerle devam edelim.

    Ka, Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Hazretleri’ni anlatmaktadır:

    -O ihtiyar adamdan her yere bir nur yayılıyordu. Derken yattığım yerde bir ışık tam gözümün içine vurup beni uyandırdı. Bir pişmanlık ve umut ile ayağa kalktım. Baktım az ötede aydınlık bir kapı açılmış, birileri girip çıkıyor. İçimden gelen sesi dinleyerek onların peşinden gittim. Beni aralarına aldılar ve aydınlık, sıcacık bir eve soktular… Bu evin, söylentilerini işittiğim Kürt Şeyhi Saadettin Efendi Hazretleri’nin gizli tekkesi olduğunu anlamıştım (11).

    -Yalnız kaldığımızda (Şeyh) bana tatlılıkla gülümsedi. Onun az önce rüyamda gördüğüm iyi yürekli ihtiyar olduğunu anlayarak rahatladım. İçimden öyle geldiği için bana bir evliya gibi gözüken bu ulu kişinin elini öptüm. Çok şaşırdığım bir şey yaptı. O da benim elimi öptü. Yıllardır duymadığım bir huzur yayıldı içime. Onunla her şeyi konuşabileceğimi, bütün hayatımı anlatacağımı hemen anladım (12).

    -Şeyh beni en yakınma oturtuyor, dertlerimi dinleyip yüreğime Allah sevgisi yerleştiriyordu. Hep ağlıyor, bundan çok huzur duyuyordum (12).

    -Ka da korkusunu Şeyh’in gördüğünü anladı. Ama Şeyh’te öyle bir şey vardı ki Ka korkusundan utanmadı. …Ka bir anda kendisini Şeyh Efendi’nin elini öperken buldu (13).

    -Davetime icabet ettiğin için nurol,” dedi şeyh. “Seni rüyamda gördüm. Kar yağıyordu.” “Ben de sizi rüyamda gördüm Efendi Hazretleri,” dedi Ka. “Buraya mutlu olmak için geldim.” “Mutluluğun burada olduğunun içine doğması bizleri mutlu etti,” dedi Şeyh (13).

    -Bizden niye korkuyorsunuz?” dedi Şeyh, çok şaşırmış gibi yaparak gözlerini kocaman kocaman açtı. Şişman ve sevimli bir adamdı, etrafındakilerin de içtenlikle gülümsediklerini gördü Ka. “Bizden niye korktuğunuzu söylemeyecek misiniz?”

    “Söylerim, ama alınmanızı da istemem,” dedi Ka.

    “Alınmayacağız,” dedi Şeyh. “Buyrun yanıma oturun. Sizin korkunuzu öğrenmek çok önemli bizim için (14).

    -“Hicran kim?”

    …Bir kızım olsaydı onun gibi güzel, akıllı ve cesur olsun isterdim. Türbancı kızların lideridir o, hiçbir şeyden korkmaz, çok kişiliklidir. Aslında başlangıçta, ateist babasının etkisiyle o da dinsizmiş, İstanbul’da mankenlik yapıyormuş, televizyona çıkıp kıçını bacaklarını gösteriyormuş. …

    Hicran ‘Sizi ortaçağın karanlığına götüren bu bez parçasını güzel başlarınızdan çıkarın!’ diyerek kızların en şaşkınının başörtüsüne elini atıp çekmeye yeltenmiş ve o el o anda hareketsiz kalmış. Hemen kendini yere atıp kızdan -akılsızın akılsızı kardeşi bizim sınıftadır- özür dilemiş. Ertesi gün, gene gelmiş, daha ertesi gün gene ve onlara katılıp bir daha İstanbul’a dönmemiş. Türbanı ezilen Müslüman Anadolu kadınının siyasal bayrağı haline getiren bir azizedir o, inan bana (15)!

    Nur yüzlü, bilge, anlayışlı şeyhler…

    “Başörtüsüne uzanan elin hareketsiz kalması…” Böylesine çiğ, böylesine şematik bir anlatıma en başarısız İslamcı yazarların en bayağı romanlarında bile rastlayamazsınız. Böylesi ancak günümüzde bazı televizyonların, izleyiciyi ahmaklaştırmak için koyduğu mistik dizilerde görülebilir.

    *

    Örnekleri sayfalarca uzatabilirim. Kar romanı ilk sayfasından itibaren en bayağı siyasal şablonların, en klişe karikatür karakterlerin, en kaba sol düşmanlığının hiçbir özen gösterilmeden olduğu gibi okurun kafasına boca edildiği bir Siyasal İslam güzellemesidir.

    *

    Emre Kongar, Kar romanı ile ilgili şunları yazar:

    “… içindeki insan tipleri de (hatta benim karikatür olarak niteleyeceğim kadar) sert ve kalın çizgilerle belirlenmiştir.(16)”

    Kar romanı, büyük “ yüceltmen” Emre Kongar’a bile bunları yazdırabilmiştir.

    Çünkü bir O. Pamuk “yüceltmen”i olan E. Kongar, bu kitabı övmek için aldığını açıkça söyler:

    “(Kar) Kitabı ilk çıktığında büyük bir hevesle aldım ve üzerinde bir övgü yazısı yazmak için satırların altını çize çize okumaya başladım…(16)”

    “Yüceltmen” E.Kongar bile bu kitabı överken “Siyasal İslama angaje”bulmakta ve ideolojisini eleştirmektedir.

    *

    Kar romanını bu topluma sol pazarlamıştır. Bu beşinci sınıf siyasal İslam güzellemesi, sol-sosyalist-ilerici yayın organları tarafından göklere çıkarılmıştır. Bu sol yayın organları manşetlerinde ve birinci sayfalarında Siyasal İslama karşı iken kültür sanat sayfalarında bu romanı övmüşlerdir.

    2002 yılında bu kitap çıkar çıkmaz yazar Necmiye Alpay, son derece zorlama bir övgü yazısında bu kitaba şöyle methiyeler dizmiştir:

    “…Roman tekniği ve özellikleri, izlekler ve yerlemler romandan romana değişse de bu büyük sorunsal hep işleyiş halinde. “Kar” bu açıdan Beyaz Kale’den sonra ikinci doruk. (17)”

    Cumhuriyet Kitap’ın 14 Mart 2002 tarihli sayısının kapağında O.Pamuk’un Kar kitabı vardır.

    O.Pamuk kapaktaki söyleşisinde şunları söyler:

    “Temel olarak askeri darbeye dayanan Atatürkçü davranış tarzının en inandırıcı, en makul ifade yollarını da göstermek istedim”

    “Şimdi laiklik yalnızca askeri darbeler sırasında hatırlanan bir ilke”

    O.Pamuk’un bu sözleri söylediği Cumhuriyet, ikinci cumhuriyetçilerin, liberallerin işgal ettiği Cumhuriyet değil, başında İlhan Selçuk’un olduğu Cumhuriyettir.

    Kitaptaki bu ve benzer örnekleri sayfalarca uzatabilirim.

    Bu 1. sınıf sol nefretini okura kusan 5. sınıf romanı, bu siyasal İslam güzellemesini, topluma bizzat kendini sol-sosyalist-ilerici olarak tanımlayan yayın organları pompalamıştır. Bu şaşırtıcı durum, ibret verici bir olgu olarak tarihe geçmiştir.

    Şu kural hiç şaşmaz. Sol düşünceyi ve Cumhuriyeti çökertme savaşı edebiyat, düşün ve yayın çevresinde başlamıştır. Yıkımın nedenini, bu toplumun bugünkü durumunun kökenlerini biraz da oralarda aramak gerekir.

    *

    Sosyalist bir gazetenin eski yöneticilerinden biri yıllar önce O. Pamuk’la ilgili bir mesaj atmıştı:

    “O. Pamuk ile solun ne sorunu var anlamıyorum”

    Yukarıdaki yazılanları dikkate alsaydı aslında şunu sorması gerekirdi:

    Bu kitapla sorunu olmayan bir sol olabilir mi?

    Taylan Kara

    taylankara111@gmail.com

    Kaynaklar

    http://www.insanbu.com/eski/a_haber497b.html?nosu=1057

    Orhan Pamuk, Kar, sf 61-2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.

    Age sf 241

    Age sf 244

    Age sf 269

    Age sf 274-5

    Age sf 334

    Age sf 393

    Age sf 410

    Georg Lukacs Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çev: Cevat Çapan Payel Yayınları İstanbul.

    Age sf 57

    Age sf 58

    Age sf 98

    Age sf 99

    Age sf 110-111

    Emre Kongar, Yazarlar Eleştiriler Anılar, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2016

    http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/020308/kimne.html

  20. Orhan Pamuk’u edebi yönden kim eleştirebiliyor? Hani nerede?
    En küçük bir eleştiride “ırkçı, faşist” ilan ediliyorsunuz.
    Edebi eleştiri yasaklanmıştır.
    Kaç tane edebi eleştiri vardır Pamuk ile ilgili? Konuşamayacak mıyız? Herkes O.Pamuk’a tapmak zorunda mı?

    Orhan Pamuk ‘eleştirememe’si, eleştirinin yasaklanması ve ‘yüceltmen’ler

    Dünyada büyüklüğü artık tartışılmayan yazarlar hakkında birçok olumsuz eleştiri bulabilirsiniz. M. Proust sıkıcı olmakla eleştirilir, kahramanın uykuya dalışını 30 sayfa anlatır. F. Kafka bazılarınca bunaltıcı bulunur. J. Joyce’da bir yığın tuhaf bilmece vardır. V. Hugo Sefiller’i uzattıkça uzatmıştır; 80 sayfa Waterloo savaşını anlatmasa da romanda fazla bir şey eksilmezdi. Dünya edebiyatının köşe taşları sayılabilecek yazarlar hakkında birçok eleştiri metni vardır, hepsi halen tartışmaya açıktır.

    *

    Put yazarlar

    Ancak Türkiye’de piyasa edebiyatının yazarları hakkında ana akım kültür-sanat organlarında tek bir satır olumsuz eleştiri bulamazsınız. Roman sanatının en temel ölçütlerini bile mumla arayacağınız bir yığın kitap hakkında piyasa edebiyatı/edebiyat piyasasının aygıtlarında tek bir cümle bile olumsuz eleştiri yer almaz.

    Bu konuda verilebilecek örneklerin en başında Orhan Pamuk gelmektedir.

    Bir yazarı eleştirmek yasak olabilir mi? Bir yazarın çıkardığı herhangi bir kitapla ilgili övgüler dışındaki en küçük bir edebi eleştirinin bile “cahillikle”, “sanattan anlamamakla” suçlanması neyin nesidir?

    Bu ifadelerimde bir abartı var mıdır?

    *

    “Adam Nobel almış, ne gonuşuyonuz!”

    Örneğin, kitaplarından biriyle ilgili son derece somut bir eleştirinin sosyal medyada “adam Nobel almış, gerisi laf” gibi bir yanıt alması sık karşılaşılan bir durumdur.

    Nobel almışsa konuşulacak bir şey yoktur, eleştirilemez. Bu sosyal medyanın karmaşasındaki sıradan bir yanıttır. Sıradan yanıtlar böyledir de seçkin yazarlarda durum farklı mıdır?

    Prof. Dr. Yıldız Ecevit, kitabının “Orhan Pamuk’u Okumak ya da Okuyamamak” alt başlığında şunları yazar:

    Kişisel düzlemde Orhan Pamuk’u okumak ya da okuyamamak sorunu olmayıp, okurun avangardist estetik konusundaki yetersiz donanımıyla ilgili olduğunu göstermektedir. …romanda, çağcıl avangardist sanat ürünüyle bütünleşebilmek için, estetik kuramla ve onun ardında yatan düşünsel boyutla da bütünleşebilmek gerekir. Modern sanat okuru/izleyicisi/dinleyicisi olmak özveri gerektirir(1).

    Buradan anlıyoruz ki O.Pamuk’un kitaplarıyla ilgili bir sorununuz varsa avangardist estetik konusunda yetersizsiniz demektir. Avangardist estetik ile ilgili donanımınız varsa O.Pamuk’un kitaplarını sevmek zorundasınız; başka bir seçenek yoktur. Son derece özgürlükçü bir yaklaşım!

    *

    O.Pamuk’u eleştiren faşisttir!

    Bir başka örnek Boğaziçi Üniversitesi’nden iki akademisyenin yazdığı bir yazıdır:

    Orhan Pamuk’un metinlerinin okuyucu nezdinde bir anlam ifade edebilmesi için dünya edebiyatıyla tanışık ve barışık olmak; yazarın Thomas Mann’la, Marcel Proust’la sohbet ettiğini bilmek ve bundan haz almak önkoşul. Uzun lafın kısası, Orhan Pamuk okumak entelektüel bir uğraş (2).

    Özetle yazarlar, O.Pamuk’un metinlerini eleştiriyorsanız dünya edebiyatından bihaber olduğunuzu söylemektedir. Sanki T. Mann ya da Proust’u bir tek bu yazının yazarları okumuş! Bu özgüven karşısında gerçekten saygıyla eğilip şapka çıkarmak lazım!

    *

    Yazı şöyle devam etmektedir:

    “Yasin Hayal’in ‘Akıllı ol’ tehdidi ile daha Kara Kitap’ın basıldığı dönemde bazı ‘solcu’ edebiyat eleştirmenlerinin yazdıkları arasında kan dondurucu benzerlikler var. İki tarafta da Orhan Pamuk Batı taklitçiliğiyle, oryantalizmle, kültür emperyalizmiyle, yerellikten kopuk olmakla ve 2007’de Genelkurmay’ın da ulus adına reddettiği ‘postmodern’likle suçlanabiliyor (2)”.

    O.Pamuk’u yukarıda sayılan başlıklarla ilgili eleştirirseniz, “Hrant Dink’i tasarlayarak öldürmeye azmettirmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan biriyle benzeşmiş oluyorsunuz.

    *

    Bir başka özgürlükçü(!) yazı Birikim Dergisi’nden:

    “Zira Ermeni ve Kürt meselesi gibi hassas noktalara değinmenin, hem de bunu dünya basınına malzeme etmenin basit karşılığı. Yalçın Küçük’ün infaz mangalığına soyunması, kimi çevrelerin onu yeni ve olası Yasin Hayallere hedef göstermesi, Kemalistlerin dil hataları avına çıkmasını böyle açıklayabiliriz. “Dil hataları” nedeniyle yapılan eleştiriler, siyasi değil edebi motifli olsa bile, bunu yukarıdaki dünya görüşünün bir uzantısı saymak, kanımca, mümkün (3).”

    “Orhan Pamuk’a dönük hayırhah olmayan tutumun bir diğer nedeni de solun da içinde yetiştiği faşizan kültürden, maalesef, tam olarak kurtulamamış olmasıdır. Solcularımızın kahir ekseriyetinde bu çelişkinin izini görmek mümkündür (3).”

    “Belki de Orhan Pamuk’u sevmek, kendini sevmekle ilişkili bir hadisedir(3).”

    Demek ki dil hatalarını ortaya koysanız ve sadece edebi eleştiriler yapsanız bile faşistsiniz.

    Yazıda geçen “Belki de Orhan Pamuk’u sevmek, kendini sevmekle ilişkili bir hadisedir.” ifadesine ise inanın ne diyeceğimi bilmiyorum. “Kim bilir bunu yazacak ne yaşamıştır” diye düşünmeden edemiyorum. Ölçülü olmak, ölçülü konuşmak-yazmak, “elimizin yazdığını gözümüzün okuması” herkes için ne iyi olurdu!

    *

    Özgürlükçüyüz ama eleştiremezsin!

    Bir ülkenin resmi devlet başkanına “sonun Kaddafi gibi olur” (4) diye tehdit mektup yazan, 2015 yılında “AKP hakkında söyleyeceğim en derin eleştiri boğaz gemilerini ve şehir hatlarının halka sormadan değiştirmesidir” diye açıklama yapan (5) bir yazara karşı “hayırhah olmayan tutum” alıyorsanız bu sizin faşistliğinizdendir ancak!

    Tam da özgürlükçü! Birikim’e uygun bir yaklaşım…

    Örnekleri daha da çoğaltabiliriz.

    Bir yazarın bu kadar putlaştırıldığı, bu kadar eleştirilemez ilan edildiği başka bir örnek bilmiyorum. Her konuda özgürlükçü olduğunu iddia eden, adeta “tahakküm detektörü” haline gelmiş bu yazarların O. Pamuk’un kitapları aleyhinde tek bir sözcük duymaya bile tahammülü yoktur: Duydukları an, siz daha ne olduğunu anlamadan ellerindeki onlarca etiketten birini alnınızın ortasına yapıştırıverirler!

    Bu yazılardaki alıntıların özeti şudur:

    O.Pamuk’u eleştiremezsiniz. Eğer ki bir yanılgıya düşer de eleştirirseniz:

    -Sanattan anlamıyorsunuzdur.

    -Estetik yetersizliğiniz vardır.

    -Faşistsinizdir.

    -Entelektüel olarak yetersizsinizdir.

    -Yasin Hayal ile aynı yerdesinizdir.

    -Sadece kitaplarındaki onlarca dil hatalarını gösterseniz dahi faşistlikten kurtulamazsınız.

    *

    Kim, hangi yazar bu kadar dokunulmaz ve eleştirilemezdir?

    *

    O. Pamuk endüstrisi ve yan sanayisi

    Şunu rahatlıkla yazabilirim: Orhan Pamuk bir endüstridir. Türkiye’de bir “Orhan Pamuk Endüstrisi” vardır: O.Pamuk bayileri, acenteleri, distribütörleri, garantili yedek parçaları ve de elbette yan sanayisi… O. Pamuk’un kitapları kadar o kitaplar hakkında çıkan kitaplar, o kitaplar üzerine yazılan sade suya tirit tezler, hiçbir eleştirel düşünce kırıntısı taşımayan makaleler, sipariş övgü yazıları vs.

    Bu durumu en veciz şekilde, “eleştirmeyen”lerin önde geleni, ülkemizin saygın “yüceltmen”i Emre Kongar ifade etmiştir:

    “Pamuk aslında romanlarını çok iyi tanıtan ve pazarlayan bir yazar. Kitapları daha çıkmadan önce, müthiş bir tanıtım kampanyası başlatılıyor ve çıktıktan sonra da bütün medya onunla yapılan söyleşiler ve yorumlarla doluyor. Bu saptamayı eleştirmek için değil ÖVMEK için yapıyorum. Keşke her yazar kendi kitapları için böyle kampanyalar yapabilse…(6)”

    Eleştirinin yasaklandığı bir dönemde, “yüceltmen” Emre Kongar işini titizlikle başarmıştır.

    Bu eleştirilere tahammülsüzlükte yan sanayinin “ekmek kaygısı” da azımsanmayacak kadar önemli yer tutmaktadır. Herkes rızkının peşindedir ne de olsa!

    *

    Muhatap almayacaklarını bildiğim halde bu “özgürlükçü” yazarlara şu soruyu sormadan edemiyorum:

    Faşist olmadan, Yasin Hayal’e benzemeden, aptal veya entelektüel düşmanı olmadan, T. Mann ve M. Proust’un okuru olarak O.Pamuk’u eleştirmenin bir yolu var mıdır?

    taylankara111@gmail.com

    Kaynaklar:

    Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, Yıldız Ecevit, İletişim Yayınları, 10. Baskı, İstanbul
    http://www.diken.com.tr/populist-sol-nefretin-muphem-nesnesi-entelektuel/
    http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7521/bir-gun-elbette-orhan-
    http://t24.com.tr/haber/orhan-pamuk-ve-5-aydindan-esede-istifa-et-sonun-
    http://odatv.com/orhan-pamukun-akpye-en-derin-elestirisi-bakin-neymis-11
    Emre Kongar, Yazarlar Eleştiriler Anılar, Remzi Kitapevi, 2016, İstanbul

  21. Gün Bey acaba siz başbakanı eleştirerek kıskanıyor musunuz ki? Gün Bey, Stalin’i eleştirerek onu kıskanıyor olabilir misiniz?
    Siz ne yapıyorsunuz?
    Her önünüze gelen 1. sınıf diye pompalanan yazarları hemen kabullenin tabi. Onlar 1. sınıf diyorlarsa 1. sınıftır. Onlardan iyi mi bileceksiniz. Kıskanmayın.

    Büyük iktidarların sahte muhalifliği böyle birşey olmalı…

  22. Benim “Orhan Pamuk muhalif” diye bir cümlem yok. Gölge boksu yapmayın. Nihat Genç bir şarlatandır. Kaan Arslanoğlu ise iktidar hırsı yüzünden bence kafayı yemiştir.

  23. Tabii iki “i” ile yazılır.

  24. Nihat genc in kaç kitabini okudunuz da sarlatan diyorsunuz?

  25. Nazım Hikmet ve Kürtler
    İttihatçı-Kemalist İdeolojiden Kurtulmamış Sosyal Şoven TKP’nin Üyesi Bir Şair

    Hüseyin Can
    PERİ YAYINLARI

    Nazım Hikmet;

    Egemen ulusun egemenleri, başka başka halkların varlığını kendine feda ederken suskun kaldın.

    Diğer halkların jenoside uğratılmasına seyirci kaldın.

    Kürt ulusunun yok sayılmasına, yok edilmesine, trajedi derecesinde uzun sürece yayılan ve uygulanan soykırımını görmezden geldin.

    Egemen ve hakimiyet kurmak isteyen Kuvayilere methiyeler dizdin, onların atlarına, paşalarının “çakmak çakmak gözleri”ne hayranlığını dizelerinde işledin…

    Koçgiri’de, Zilan’da, Dersim’de, Piran’da, Palu’da, Geliye Sapo’da ve daha evvelinde Harput’ta, Sivas’ta, Adana’da, Trabzon, Samsun, Rize’de ya da Hakkari’de, Mardin’de, Erzurum’da, Van’da vs. oluk oluk her karışında akan kan ve gözyaşlarına kalemin ve ellerin tutuk kaldı, dillendirmedin.

    Eğer dillendirseydin, bugün Onur Öymen’ler de çıkıp “Dersim’de, Piran’da anaların gözyaşlarına” bu kadar seslice “bakmayın!” deme cüretini göstermezdi. Katliama maruz kalan sürgün ailenin çocuğu Kılıçdaroğlu gibileri de ona “avukat” olmazdı!

    http://www.kitapyurdu.com/kitap/nazim-hikmet-ve-kurtler-amp-ittihatcikemalist-ideolojiden-kurtulmamis-sosyal-soven-tkpnin-uyesi-bir-sair/147738.html

  26. 1. sınıf, 3. sınıf olduğunu kim belirliyor? Mesela siz kaçıncı sınıf yazarsınız? Nihat Genç’in , Kaan Arslanoğlu’nun 2. sınıf yazar olduğunu neye göre belirlediniz? Radikal kitapta sıklığına göre mi? Her konuda eleştirel ve şüpheci olan Gün Zileli, konu edebiyata gelince piyasanın eğilimini sorgulamaksızın kabul mu ediyor?

  27. ​Edeb-iyat/Yazarlık Ve Siyaset

    2005 yılıydı. Öcalan’ın Türkiye ye gelip gözleri açıldığında “Annem de Türk, hizmete hazırım” demesinin üzerinden 6 yıl geçmişti. Bu sözlerinin bir mesaj bir taktik olmadığını bire bir Öcalan’ın varoluş manifestosu olduğunu kısa zamanda öğrenmiştim.

    “Serok Öcalan” Türk devletinin bir piyonuydu heyhat….

    Demokratik adıyla başlayan somut kavramlar sonra soyut mitolojik aforizmalar ile karmaşa yaratılarak gelecek büsbütün belirsiz ve karanlık geçmişe havale edilmişti. Dört sömürgeci devletin katliam ve asimilasyonla bitiremediği Kürdlerin, Öcalan eliyle beyin kodları ile oynanıyordu.

    Kürdler, PKK saflarında bağımsız Kürdistan için canını vermiş, aileler çocuklarının kanlarına sahip çıkmak için PKK ne isterse yapıyordu; Türkiye’nin çıkarları için oyuncak olmuşlardı…

    İstanbul’da bir restaurantta rahmetli Mehmet Uzun’a rastladım, selam verip, ‘artık bizim de bir Yaşar Kemal’imiz var’ dedim. Teşekkür etti, masama geçtim. Sonra masasına davet etti kitapları ve çevirileri üzerine sohbet ettik. Kitaplarını okumama sevinmişti. Doğrusu Kürd romancılığı her ne kadar klasikler kadar öyküsü geniş ve öğretici olmasa bile, anadilimde okumam ve anne – babama okurken yüzlerindeki huzuru görmem dünyaya bedeldi…

    Sohbetin bir yerinde dayanamayıp ‘hocam, siz tarihi daha iyi bilirsiniz; tarihte bu kadar ihanet var mı’ diye sormam üzerine Mehmet Uzun’un yüzündeki neşe kayboldu,”Ben siyasetçi değilim Edebiyatçıyım, bu konular hakkında konuşmak istemiyorum, ama Kürdler haklarını almadı mutlaka alacak” cevabı üzerine sohbetin tadı kaçmıştı, izin isteyip kalkmıştım. Sonrasında kitaplarını hiç okuyamadım. Nasıl olurdu bir Kürd yazarı trajedisini yazdığı milletinin sorunlarına duyarsız kalırdı kabullenemedim. Sonrasında ortaya çıkan her yazar da sanki ağız birliği ya da bir gelenek yaratılıyor gibi kitap yazarak toplumsal sorunların sorumluluklarından muaftılar. Her birinin bir sürgün hikâyesi vardı ama hiç biri aileleri ile geri dönmedi!

    Yıllar sonra Taraf gazetesinde yazan Ahmet Altan bir röportaj da “Edebiyatı bırakıp neden siyasete girdiniz?” sorusuna verdiği “Edebiyat ve sanatın yapılacağı bir ülke için siyaset yapıyorum” cevap vermişti. Başına gelecekleri bilerek yazdı, içeri düştü, mahkemeye verdiği savunma savunma değil Türk devletini sarsan bir saldırı idi. Hiç kimse cevabını veremediği gibi tavrından bir adım geri adım da atmadı içeride yatıyor…

    Sözün silahtan daha etkili olduğunu iddia eden yazarlarımız, maalesef sözün gücünü bırakalım Kürdler içindeki olumsuzluklara, Kürd düşmanlarına bile göstermediler. Kitaplarla kendilerini süsleyip aklamaktan öteye geçemiyorlar ve bir milletin devletleşme hakkını bile henüz dile (korkudan) getiremiyorlar…

    Edeb-iyat ve yazarlık kimilerine ahlaksızlık yapma hakkı veriyor sanki…

    İsmini hatırlayamadığım Avrupalı bir yazarın:”Siyasi davalarını yarım bırakarak kirlettiler, şimdi de edebiyatı kirletiyorlar” tespiti kulağa hoş gelmeyebilir belki; ama içinde bulunduğumuz durumu anlattığını ve doğru bir tespitte bulunduğunu inkar edemeyiz…

    Faruk Zent

    07.12.2018

    http://www.nasname.com/a/edeb-iyat-yazarlik-ve-siyaset

  28. Şu yazıda örneğin HDP bahsi geçen yere AKP koysan bir yandaş yazarın yazısından farkı kalmıyor. Maalesef bu ülkede muhalefetin en büyük sorunu da bu zaten kendi içinde eleştiriye izin vermiyor, eleştiriler “şimdi zamanı değil” diye geçiştiriliyor. Sonra Beşiktaş belediye başkanı örneğinde olduğu gibi muhalefet devasa iç sorunlarla baş başa kalıyor. Bu zihniyet en çok iktidarın ekmeğine yağ sürüyor, maalesef Gün Bey de bunun farkında değil.

  29. Bahçeli Fiyaskosu Ve İktidarı Şartsız Şurtsuz Desteklediği Gerçeği

    Meral Akşener’den Bahçeli’ye jet yanıt

    Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’a destek vereceklerini açıklayan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin İYİ Parti’ye CHP ve HDP ile ittifak yapmasını önermesine Meral Akşener’den yanıt geldi. Akşener, “Kimse, kimin ne yapacağı konusunda akıl verme mevkinde değil” dedi.

    Genel Merkez binasına girerken kendisine yöneltilen soru üzerine konuşan İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, “Başkalarının iradeleri hakkında konuşmak siyasi olarak ayıptır. Kimse, kimin ne yapacağı konusunda akıl verme mevkinde değil. Biz sayın Bahçeli, sayın Erdoğan’ı şartsız şurtsuz niye destekliyor diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Öyle karar vermiştir, saygı duymak lazım. Bizim ne yapacağımıza da biz kendimiz karar veririz” diye konuştu.

    Akşener, her hangi bir ittifakın ise sözkonusu olmayacağını açıkladı.

  30. Gün bey, iktidar(lar)a karşı bir insandır. Bunun aksini iddia etmek için epey uğraşmak gerekir.

    Gün bey’in, 1950-60 arası ‘Adnan Menderes zorbalığı’ ile ilgili görüşlerini ve 2002’den günümüze ‘Recep Tayyip Erdoğan zorbalığı’ ile ilgili görüşlerini yan yana incelerseniz, aynı olduğunu anlarsınız.

    ‘Sol zorbalığa’ da ‘sağ zorbalığa’ da aynı anda karşıdır Gün bey.

    ‘Sol’un hâlâ Stalinizm hegemonyası altında olduğunu bas bas bağıran birkaç kişiden biridir.

    ‘Sağ zorbalığa’ karşı ise, 1960-70’lerde ne söylediyse, 8 Ocak 2018’de aynı yerdedir. Ve hâttâ, 15 Temmuz 2016 darbe girişimde takındığı tutumda bile, her ne kadar anti-militarist bir mizaca sahip olsa da Gün bey, sırf ‘Erdoğan zorbalığı’nın yıkılıp gitmesi için darbe girişiminin yanında pozisyon almayı seçmiştir, ki bu tavrın aynısını, ‘Menderes zorbalı’ğını yıkan (27 Mayıs 1960) darbenin yanında pozisyon alan yazılarıyla da daha önce defalarca göstermiştir.

    Gün Zileli’nin tıkandığı yer şurası:

    Orhan Pamuk, Hasan Cemal, Çetin Altan ve oğulları, Cengiz Çandar, Oya Baydar ve daha da yazılabilecek pek çok isim, kabaca ‘2002’ – ‘2007-08’ aralığında, Recep Tayyip Erdoğan’ı açık açık desteklemişlerdir, bunların kanıtı hâlâ pek çok internet sitesinin arşiv bölümünde kayıtlıdır. Görmek isteyen olursa, 2008 öncesi bu siteleri tarayarak bahsi geçen isimlerin Erdoğan’ı öven yazılar yazdığına, demeçler verdiğine kendi gözleriyle şahit olabilir.

    Yukarıdaki isimler (ve diğer pek çokları), Erdoğan karşıtlığına ‘sonradan’ evrilmiştir, en başından beri değildiler.

    Gün bey ise, en başından beri ‘Erdoğan karşıtı’dır, geçen onca yılda (ve bugün) yalpalaMAmıştır.

    Orhan Pamuk özelinde devam edersek, günümüzde ‘Erdoğan zorbalığı’nın hem yurt içinde hem yurt dışında daha görülebilir hâle gelmesiyle aynı istikamette, bu zorbalığa karşı sesini yükseltenler kervanına Orhan Pamuk’un da katılmış olması, Gün bey için, pozitif bir durumdur. ‘Erdoğan zorbalığı’na karşı direniş barikatına Orhan Pamuk’un da bir taş koyması iyi bir gelişmedir Gün bey’in perspektifine göre.

    Kırılma noktası:

    Gün bey’in, Pamuk ve onun gibilerin geçmiş yıllarda Erdoğan’ı desteklemiş olmalarına, birkaç kelime bile olsa ‘eleştiri niyetine’ hiçbir şey yazMAmayı seçmesi bugün pek çok kişiyi, kesimi rahatsız etmektedir.

    Çünkü Gün bey’in bakış açısına göre, günümüzde ‘Erdoğan zorbalığı’na karşı mücadele ivme kazanırken, geçmişteki hoşnutsuzlukları ısıtıp gündeme getirmek, mevcut ivmenin kadükleştirilmesine yol açabilir, mevcut ‘Erdoğan zorbalığı’nın ekmeğine yağ sürebilir.

    İşte bu nedenle, Gün bey, ‘Erdoğan karşıtlığı’ ivmesini daha da kuvvetlendirmekten yana tutum sergilemektedir, Orhan Pamuk ve onun gibilerin geçmiş yıllarda Erdoğan’ı desteklemelerine, bugün, ses çıkarMAmayı seçmektedir.

    Her şey bundan ibaret.

    Gün bey’in niçin böyle bir tutum sergilediğine daha yakından bakmak isteyenler, ‘pürizm eleştirisi’ne dikkat kesilmelidir. 16 Nisan 2017 referandumu öncesi yazdığı şu satırlar:

    Son bir nokta. ‘Hayır’ kampanyası içinde yer alan kimi ulusalcı ya da Türk milliyetçisi kesimlerin yer yer ırkçılığa varan söylemleri örnek gösterilip, ‘alın size, işte Hayırcılar’ diyor bazı arkadaşlar. Kavrayamadıkları şu. Herkesin ‘HAYIR’ı kendine. Büyük toplumsal kampanyalarda ‘pürizm’ sökmez. Toplumun bütün kiri, tortusu, mikrobu bu toplumsal kampanyaya karışır. ‘Gezi’ farklı mıydı sanki? Orada da her tür insan, her tür ideoloji yok muydu? Türk bayraklı kızla, BDP’li delikanlı el ele koşarken, biri de kenardan bozkurt işareti yapmıyor muydu? Ben de bizzat görmüşümdür, 1 Haziran 2013’te, Harbiye’de, MHP’li gençlerin ‘kahrolsun Tayyip’ sloganı atarak polisle çatıştığını. Ve ellerinde MHP bayrakları var ya da bozkurt işaretleri yapıyorlar diye kimse onlara yan gözle bakmamıştı. Çünkü o sırada aynı saftaydık. Gezi Parkı’nın bir köşesinde Apo bayrağı taşıyan Kürt gençleriyle, iki adım ötedeki bir başka köşesinde ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diye bağıran ulusalcı gençler de öyle. Bu da toplumsal mücadelenin, bir ‘pürist’in hiçbir zaman kavrayamayacağı, cilvesi, şakasıdır. Ayrıca bu güzel bir şeydir de. Tekke kurmuyorsak toplumsal mücadelenin çoğulluğuna alışmak ne kelime, bunu sevinçle karşılamamız gerekmektedir.

    ‘Boykotçulara ve Oy Vermiyorumcu Bir Kısım Anarşiste Son Sesleniş!’
    ( http://www.gunzileli.com/2017/04/05/boykotculara-ve-oy-vermiyorumcu-bir-kisim-anarsiste-son-seslenis/ )

    Eğer isterse, Gün bey kendisi cevap verir…

  31. Pamuk’un Esad’a yönelik sözlerinde yanlış bir şey yok. En azından bütün iktidarlara ve hatta “iktidar olgusu”na karşı olan anarşistler, devrimciler vb. açısından.

    Esad/Baas diktatörlüğüne ve Kürdistan’ın bir bölümünü işgal eden Suriye devletine karşı olmak, Suriye’deki barbar çetelere ve onları destekleyen AKP iktidarı ve gerici Körfez rejimlerine karşı olmakla çelişmez. Hani bütün iktidarlara karşıydık?

  32. Taş devri kafası

    Akıllı ol Orhan Pamuktaş!

    Ya sev, ya ba da ba du!

  33. Yazdıklarınıza genelde katılıyorum ama “Gün Bey” yerine kısaca “Gün” deseniz daha çok sevinirdim. Öte yandan vaktiyle Tayyip’i savunan, sonradan muhalif kesime geçen yazarların birçoğuyla ilgili bu sitede birçok eleştiri yazısı bulunmaktadır. Portreler ya da “ergenekon yazıları” bölümünde bu yazıları bulabilirsiniz. Saygılarımla.

  34. Ben 5. sınıfta yer alan bir yazarım.

  35. Kitaplarını okumaya gerek yok. Televizyondaki “jön” özentisi görüntüleri yeterlidir.

  36. Yazdıklarınıza genelde katılıyorum ama ‘Gün Bey’ yerine kısaca ‘Gün’ deseniz daha çok sevinirdim.

    *

    ‘Gün, bugün nasılsınız, iyi misiniz?’

    Bu ifadede, ismi yalın haliyle kullanmak ve hemen ardından ‘ikinci çoğul şahıs’ ile nezaket içinde devam etmek, dilbilgisi kurallarına uygun mu değil mi, bunu sonuca bağlarsak iyi olur.

    Doğru olan, ‘Gün bey, bugün nasılsınız, iyi misiniz?’ değil mi?

    İsmi yalın haliyle kullanmak için, o kişiyle samimi bir yakınlığın, ahbaplığın olması gerekir ve cümle kurarken ‘ikinci tekil şahıs’ ile devam edilir, ‘Gün, bugün nasılsın, iyi misin?’ gibi.

    Gün arkadaş, olur mu?

    Gün amca, olur mu?

    Gün dede, olur mu?

    Gün abi (ağabey), olur mu?

    Gün yoldaş, olur mu?

    Gün bey, olur mu?

    Ya da başka bir ek kelime, hangisi?

    Fakat ‘Gün’ ismini tek başına kullanıp, sonra ‘ikinci çoğul şahıs’ ile cümleye devam etmek yanlış gözüküyor.

    Ne yapmalı?

  37. O.Pamuk’un her siyasal tutumu ABD ile paraleldir. Esad’a mektubu da, AKP yi desteklemesi de budur. Pamuk’un bu tavrıyla sorunu olmayan anarşist de gördük ya, helal olsun.
    Nedense hep iktidarın küçük olanına karşı oluyolar bu Amerikancı anarşistler.

  38. Nihat Genç’in kitabını okumadan şarlatan ilan ediyorsunuz.
    1. sınıf yazarlarınızı da böyle mi seçiyorsunuz?
    Nihat Genç’in iki öyküsünü okusanız ne kadar cahilce konuştuğunuzu anlardınız.

  39. İhtiyar çoban

    Koca Gün’ün edebiyatçılar arası cepheleşmelerin niteliğini çözümlerken sunduğu örnekler üzerinden, buradaki anonim manonimler kendi cephelerinden harekete geçiyorlar. Pamuk, Genç, vb., medyatik yönleri pekiştirilmiş ve pazar güçleri oluşturulmuş yazarlar. Kendi boylarınca kitapları, yayınları varsa, kendi boyları kadar da hataları vardır. Rüzgarını aldıkları toplumsal düzenekte, heybelerinde ulusalcılık da olabilir, Kürtçülük de, Türkçülük de, herbir şey de… Bunları bir devrimciye yaranırken, bir ülkücüye sürtünürken, bir dinciye sarılırken de görmek mümkündür. Böylelerinin çalakalem, veryansın, sayfalar dolusu zihin boşaltımları kendilerini büyük birer düşünce adamı eylemediği de ortadadır.
    Ben İhtiyar çoban gibi bir aksi adam, Gün Zileli’nin kimi kitaplarını yazarı kendisi olduğu için arayıp bulmadım örneğin. Bir dönemi, kuşakların dramını, o dönemlerin gerçeğini başkaları yazamadığı için onun kitaplarına gerek duydum. Yüce gönüllü bir adama, ”Ben son sınıflarda bir edebiyatçıyım!” sözünü ettiriyorsanız, yuh! Kırdırtmayın bir yerlerinizi lafazan çetebazlar!

  40. “Gün arkadaş” en iyisi bence.

  41. Şarlatanların yazdıklarını okumam.

  42. Forever Esad!

    Esad rejimi ve Suriye devletiyle hiçbir sorunu olmamakla kalmayıp onu açıkça destekleyen anarşistleri de gördük!

    Ne de olsa anarşistler bütün devletlere karşı – pardon Esad’ınki hariç!

  43. Orhan Pamuk eleştirilerinin özü:

    Orhan Pamuk Fiyaskosu Ve Nobel Gerçeği

  44. Şunlara bak..
    Pamuk un 1,3 kitabına göz gezdirmek, romanda pek Okumayan ,yukardaki yazilanlari tam okumadan biri olarak suleyim,
    Nobel yazara iyi, kaliteli diye ödül vermiyor. Nobelcilerin işi o not vermek değil..
    Nobel ödüllü yeni birşey için verilir.fizikte yeni bir buluş, matematikte yenilik,kimyada yenilik,iktisadda yeni bir açıklama..vs.

    Pamuk duyduğuma göre İstanbul’un meleonkolik..neydi ya..

    Her Nobel alanda çok büyük bir yazar, düşünür demek değildir..

    Önce bunu bilin.

    Pamuk ise sıradan bir nobel ödüllü,romancı olmadığını dünya çapındaki ununden belli.
    Çok az Nobel ödüllü alan büyük bir yazar olarak bilinir..

  45. Yetmez Ama Evet / Yetmez Ama Eset

    2010 referandumunda “Evet” diyen solcular ile Suriye’de “Eset” diyen solcular arasında ne fark vardır?

    Harf farkı!

  46. “Devlet” yoktur, “Devlet benim!” diyenler vardır.

    Dün;

    Fransa yoktu, Louis(ler) vardı.
    Osmanlı yoktu, Abdül(aziz/hamid) vardı.
    Almanya yoktu, Hitler vardı.
    TC yoktu, Kemal (ve sonra İsmet) vardı.
    SSCB yoktu, Stalin vardı.
    İran yoktu, Pehlevi(ler) vardı.
    Irak yoktu, Saddam vardı.
    Libya yoktu, Kaddafi vardı.
    vb.

    Bugün;

    ABD yok, Trump var.
    Rusya yok, Putin var.
    TC yok, RTE var.
    Suriye yok, Esad(lar) var.
    Azerbaycan yok, Aliyev(ler) var.
    IKBY yok, Barzani(ler) var(dı, “Mesut” olanı yeni çekildi, “Neçirvan” olanı duruyor).
    S. Arabistan yok, ihtiyar Selman (ve genç veliaht oğlu) var.
    K. Kore yok, Kim (adının devamı neydi ve hangisiydi unuttum) var.
    vb.

    Sahnede hep bunlar var.

    Bunların olmadığı (koalisyon, seçim, muhtıra, darbe ve girişimi, kitlesel eylem vb.) kriz(leri) dönemlerine de “(reklam) ara(sı) dönemler(i)” diyoruz.

    İstisnaları yok mu? Var elbette. Bazı yerlerde veya dönemlerde sahneye çıkamıyorlar tabii. Çünkü sahnenin büyük bölümünü federal veya otonom eyaletler, ikili parlamento sistemi, yüksek yargı gibileri almış. Geriye ufak bir alan kalmış. O ufak alana çıkıp “Burası benim!” diye bağırmak ise bir anlam ifade etmiyor. Ama yine de bunlar istisna, kural olan öbürleri.

  47. Gün Zileli nedense çok öfkeli, sık sık “VP-Aydınlık çizgisi önemsiz ve etkisiz” konulu yazılar yazıyor ama neredeyse dört yazısından üçü onlarla ilgili. Etkisiz ve önemsiz bir oluşumu neden bu kadar sık yazıyorsunuz Gün Zileli? Diğer bir nokta, iyi bir yazarın siyasi görüşü eleştirilemez mi, örneğin Knut Hamsun’un iyi bir yazar olduğuna kimsenin şüphesi yoktur ama siyasi görüşleri malumdur, benzer çok örnek var, Ezra Pound, Borges, vs. Çelişkisini çok güzel yakalamış bir yoruma cevabı “tabii iki i ile yazılır” olmuş, yorum o kadar güzel ki Gün Zileli’nin içine oturmuş olmalı, yutkunup ancak bir yazım hatasıni belirterek cevap verebiliyor, tipik ad hominem.

  48. Sinek küçük ama mide bulandırıyor.

  49. William Faulkner ve Orhan Pamuk

    Eserleri Türk okurla​ ​​da ​buluşan Modern Çin edebiyatının yaşayan en önemli iki yazarından biri kabul edilen Yu Hua, Türkiye’deki ilk röportajını Modern İpek Yolu dergisiyle gerçekleştirdi.

    Kırmızı Kedi Yayınevi ve CRI-Çin Uluslarararası Radyosu’nun işbirliğiyle üç ayda bir yayımlanan derginin ikinci sayısı raflardaki yerini aldı.

    “Bütün gün insanların ağzının içine bakmaktan” sıkıldığı için diş doktorluğundan ayrılarak 1983 yılında yazmaya başlayan Yu Hua, röportajda Çin edebiyatından Türk edebiyatına, siyasi ortam- edebiyat ilişkisinden sinema sanatına kadar pek çok konuya değindi.

    ​ORHAN PAMUK ÇOK ZEKİ AMA BÜYÜK BİR YAZAR DEĞİL

    Emre Demir, Tang J​iankun ve Cenk Özkömür’ün yaptığı röportajda dikkat çeken açıklamalarda bulunan Yu Hua; “Türk edebiyatını takip ediyor musunuz? Okuduğunuz Türk yazarlar var mı?” sorusuna verdiği cevapta, Orhan Pamuk’u okuduğunu belirterek, “Orhan Pamuk, zeki bir yazar ancak büyük bir yazar değil” dedi.

    Yu Hua, şu ifadeleri kullandı:

    Tanıdığım pek çok Türk’ün hiç hoşlanmadığını söylediği Orhan Pamuk’u okudum. Çok ilginçtir, tanıdığım birçok Türk ondan hoşlanmıyor. Edebiyatı çok seven Türk bir ​kadın arkadaşım vardı, ona Pamuk’u sevip sevmediğini sormuştum, onun yazdıklarını anlamadığını söylemişti. Pamuk’un romanlarını Almanca, İngilizce ve Türkçe yani üç dilde okumayı denemiş, yine de olmamış. Onun ne yazmak istediğini anlamamış.

    Orhan Pamuk’un Çin’de en çok ilgi gören eseri ‘Benim Adım Kırmızı’ oldu. Ben şahsen bu romanı pek sevemedim, çünkü çok büyük bir sorunu var. Pamuk gibi başarılı bir roman yazarının bu kadar basit hatalar yapmaması gerekir. Belki de gerçekten yazmaya kabiliyeti yoktur. O romanda farklı karakterler var ve hikâye farklı karakterlerin gözünden anlatılıyor, ancak tek bir konuşma biçimi görülüyor ve o da hep Orhan Pamuk. Yazarlar böyle yapmaz. Özellikle iyi bir yazar bunu yapmaz.

    Mesela, William Faulkner’in ‘Döşeğimde Ölürken’ adlı romanında memleketine defnedilmeyi vasiyet eden Addie’nin tabutunun ailesi tarafından taşınması anlatılır. Burada sadece konuşmalar değil, olaylar karşısında verilen tepkiler de farklıdır. İşte bu büyük bir yazardır. Orhan Pamuk, zeki bir yazar ancak büyük bir yazar değil. Çinli gençler ‘Benim Adım Kırmızı’ya bayılıyor, nedenini bilemiyorum. 20 yaşında bir genç böyle bir şey yazabilir ancak usta bir isim bunu yapmaz.

    ORHAN PAMUK’UN, ÇİN’DE KABUL GÖRDÜĞÜNÜ SÖYLEYEMEYİZ

    Orhan Pamuk’un bütün romanlarının yayımlandığında kısa bir süre içinde Çinceye çevrilmesiyle ilgili olarak ise; “Çinliler en çok ‘Benim Adım Kırmızı’yı seviyor. Ancak bu kitap Pamuk’un bir yazar olarak sorununu gösteriyor. Bana kalırsa Çinli sıradan okur Pamuk’u o kadar da sevmiyor. Haruki Murakami ya da Milan Kundera kadar Çin’de kabul gördüğünü söyleyemeyiz. Yani Pamuk, Çin’de en popüler yabancı yazarlardan biri değil. Edebiyata sanata meraklı gençler onun eserlerini okuyor, ‘Benim Adım Kırmızı’nın Çince çevirisini de belki çok güzel buluyor, bunun bir sanat olduğunu düşünüyor olabilirler” dedi.

    YU HUA’YA “ORHAN KEMAL” VE “TANPINAR” HEDİYESİ

    Röportajda, eserleri Çinceye çevrilen başka Türk yazar olup olmadığını soran Yu Hua’ya birkaç gün sonra Orhan Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Huzur” romanlarının Çincelerinin hediye edildiği de belirtildi.

    “KIŞ UYKUSU” ÇOK İYİ BİR FİLM

    “Yaşamak” romanının Çinli yönetmen Zhang Yimou tarafından 1993’te beyaz perdeye aktarılmasını da değerlendiren Yu Hua, “Tabii film romandan biraz farklı oldu. Bunun bir sebebi filmi roman gibi uzatamazsınız. Bu anlamda Zhang Yimou sizin Nuri Bilge Ceylan’dan farklı. Nuri Bilge Ceylan’ın birkaç filmini izledim. ‘Kış Uykusu’ dikkatle izlenmesi gereken çok iyi bir film, çok güzel çekilmiş. ‘Üç Maymun’ da iyi bir filmdi ama bu tip ticari olmayan filmler Çin’de gösterime girse bile çok az kişi izler.” dedi.

    odatv, 8 Ocak

  50. Nobel Hortlak’ın dediği gibi yeni birşeyler yazanlara veriliyorsa Arapça ve Farsça’yı hiç kullanmadan yazanlara verilmeli.

    Arapça ve Farsça olmadan Türkçe’de hiçbir şey söyleyemezsiniz / yazamazsınız.

    Çünkü “hiç” Farsça, “şey” Arapçadır.

  51. Taylan Kara’nın şikayet ettiği şu mesele hakkında ne yapılabilir acaba Gün arkadaş?

    https://twitter.com/tktaylankara/status/934516458016690181

  52. Çavuşesko’nun enternasyonal söylerken kaç devrimciyi öldürttüğünden söz etmemiş. Taylan Kara Stalinist cepheye iltihak ettiği için onu “ben bile kurtaramam”.

  53. Sağcı iyi ressam olabileceği gibi sağcı iyi bir şair veya sağcı bir yazar da pekala olabilir. TS Elliot muhafazakar, Vargas Llosa bildiğin neoliberal, Celine düpedüz faşistti. Bu üç ismin de gerici oldukları kadar iyi, hem de çok iyi edebiyatçılar olduklarını kim inkar edebilir? “Celine kötü bir yazardı” mı diyeceğiz yani? Kusura bakmayın ama buna dünyada kimse inanmaz. Sadece “bizden” diye beş para etmeyen yazarları göklere mi çıkaralım yani, bir zamanlar yapıldığı gibi?
    Orhan Pamuk bence de Ergenekon soruşturmasına gözü kapalı destek vererek saçmalamıştı. Sadece o değil, ipe sapa gelmeyen başka siyasi açıklamaları da var. Bu başka, Kara Kitap’ın Türkçe edebiyatın en iyi birkaç romanından biri olması başka…

  54. Kara Kitap
    Tahsin Yücel

    Kötü bir yazar iyi bir romancı olabilir mi? İlk bakışta olmazmış gibi geliyor insana. Ama bunca yıldır Orhan Pamuk’un yapıtlarını göklere çıkaran ünlü eleştirmenlerimize, özellikle de şu son aylarda aynı yazarın Kara Kitap adlı romanı konusunda yazılanlara biraz olsun değer veriyorsanız, bu soruyu “Evet, bazı bazı”, “Evet, neden olmasın?” ya da “Evet, olabilir; hatta iyi bir romancı olabilmek için önce kötü yazar olmak gerekir!..” biçiminde yanıtlamanız gerekir. Çünkü, kimi yazarlarımızın öve öve bitiremedikleri bu kitabı alıcı bir gözle okumayı denerseniz, tekdüze ve topal tümceleri, günümüz Türkçe’sinin çok gerilerinde kalmış sözcük dağarcığı, sıradan imgeleri karşısında, böyle bir kitabın yazarını “iyi yazar” olarak nitelemenin olanaksız olduğunu görürsünüz.

    Gerçekten de, “… yıllardır buyruklarına uyduğum O’nunla ilk defa ‘eşit’ olmuştuk” (s.108), “Bu geometrik ve tertemiz manzarada, (hoş yanı da buydu ya zaten) kendimi dışarıdan seyrederken O’nu kendimin yarattığını hemen anlamıştım” )s.108) ya da “…bir zamanlar olduğu Galip adlı çocuk” (s.385) türünden biçimler, olsa olsa, dilimizi sonradan öğrenmiş acemi çevirmenin başarısız bir denemsini düşündürtür bize, “… çok beklerseniz, bir elin derginin sayfalarını çevireceğini, bacağı tembel tembel kaşıyacağını da görürsünüz” (s.193), “Celal’e göre hiç de anlaşılamayacak bir davranıştı bu” (s.237) “yarım yüzyılı geçkin bir zamandan beri” (s.300), “gene pırıl pırıl kabak kafasıyla sökün etti” (s.305), “Benim adreslerden hiçbiri var mı sizde?” (s.350), türünden kullanımlar, Türkçe’yi sonradan öğrenmiş bu acemi çevirmenin, hem dilbilgisini , hem de sözcük dağarcığı açısından daha işin çok başında olduğunu, bu nedenle, bir dili sonradan öğrenen herkes gibi, “ince belli çay fincanı” (s.299), “pencerenin kulpu” (s.300) gibi gülünç sözler etmekten kurtulamadığını gösterir.

    Ne var ki, Türkçe bilgisinin yetersizliğinden kaynaklanan bu yanlış ve yabanıl kullanımlar, birçok ünlü eleştirmenimizin iyi bir romancı karşısında bulunduğumuzu kesinleşmesini önlemediği gibi, “romancı”nın şaşırtıcı bir gözüpeklikle “proustien” tümceler kurmaya girişmesini de önlemez. Böylece, “Babaanneyle Dede, Melih Amcanın Marakeş’te bir Türk kızıyla evlendiğini, gelinin Muhammed’in soyundan geldiğini, yani bir seyyide olduğunu, kadının çok güzel olduğunu, sonraları silah tüccarlarının ve casusların aynı bar kadınlarına vurulduğu bir Amerikan filmine de mekan olan kolonyal otelin elle renklendirilmiş resmi üzerinde gözüken bir kartpostaldan öğrenmişler” (s.15) diyerek hem tek özne için üç ayrı ad kullanarak yazın sanatından ilginç bir örnek verir, hem de, gerçeküstü bir tutumla, kartpostalı resmin üstüne oturtur. Gene böylece, “Bu karara varıp, Celal’le birlikte apartmandan çıkıp, vakıflarda küçük bir memurluğu olan babasıyla annesinin Aksaray’daki ahşap evine dönmeye karar verebilmesi için, dünya savaşı çıkması ve arkasından, Melih Amcanın Bingazi’den onlara üzerinde tuhaf bir cami minaresiyle uçağın görüldüğü bir kartpostal yollaması gerekmiş” (s.15) diyerek hem özgün bir yineleme örneği sunar, hem her minarenin kilise ya da havra minaresi olmadığı gerçeğini vurgular, hem de, gene gerçeküstücü bir yaklaşımla, savaş dönemi kartpostallarının değişken niteliğine parmak basar.

    Ama, hemen belirtmek gerekir ki, bu gerçeküstücülük örnekleri çoğaldıkça bıktırıcı olmaya başlar. Hele “Zaten okumak yazarın harflerle anlattığı şeylerin aklın sessiz sinemasında bir bir resimlendirmekten başka nedir ki?” (s.250) diyen yazarımızın “harflerle” anlattıklarını “aklın sessiz sinemasında” resimlendirmeye giriştiğimiz zaman. İşte size birkaç örnek:”… parke yollarda titreyen otobüslerle Bebek’e ya da Tarabya’ya sandal gezintisine çıkarırlardı (s.10); “O zamanlar, atlı tramvaylar o kadar yavaş giderdi ki, bazı yolcular bir iskelede iner, ıhlamur ve kestane ve çınar ağaçlarının altından güle konuşa öteki iskeleye kadar yürür, iskele kahvesinde bir çay içtikten sonra, ancak yetişen aynı vapura binip yollarına devam ederlerdi” (s.386); “… Galip, boşalan handan çıkmadan önce, adını değiştirmek isteyen bir müvekkilin dosyasına sokak lambalarının ışığında bakarak tuhaf adı buldu” (s.30; semtin sokak lambaları kahraman rahat okusun diye penceresinin önüne üşüşmüş olmalı); “Vasıf beyaz saçlarında gezdirdiği elini omuzlarına sarkıttı: Rüya? (…) Sonra ellerini birleştirerek yaptığı yastığa başını bükerek yasladı: Yatıyor” (s.10; tek bir eli yukardan, iki omuza birden nasıl sarkıtıyor bu adam, başını nasıl büküyor?); “… düdük almadan önce bütün bir kutuyu nasıl tek öttüren emekli subaylar görmüştü” (s.45; ben de görmek isterdim doğrusu; bütün bir kutuyu nasıl tek tek öttürüyorlardı?) “Çevrede Alaaddin’in dükkanı olarak bilinen bu dükkana kızkardeşin ağır ağır yürüyerek yaklaşıp nasıl girdiğini, ağacın köküne kendine siper eden Alaaddin’in onu nasıl göremediğini, gazeteci, önemli bir sahnenin filmini geri sardırıp yeniden yeniden seyreden bir dedektif gibi yeniden yeniden yazmıştı” (ss.412,413; bu Alaaddin Efendi ağacın kökünü korumak için kendi canını gözden çıkardı diyelim; yerin altındaki köke kendini siper etmeyi nasıl başarıyor? Kara Kitap üzerine koca bir kitap yazılabileceğini belirten eleştirmenimizden rica etsek, kitabını yazdığı zaman bizi bu konuda aydınlatır mı acaba?).
    Şaka bir yana, Orhan Pamuk’un Türkçe’si gerçekten yetersizdir; bu nedenle, en yalın nesneleri, en yaygın sözcükleri bile birbirine karıştırır. Şurasını da söyleyelim ki, burada verdiğimiz örnekler 426 sayfanın içinden cımbızla çekilmiş aykırı örnekler değildir, kitap, bir baştan bir başa, topal tümcelerle, aksak anlatımlarla dolup taşar. İşin ilginç yanı, Orhan Pamuk’un elinde beş on tümce örnekçesi vardır, dönüp dolaşıp bunlara gelir genellikle. Örneğin, “Apartmanın hep aynı kokan, (Celal’in öfkeyle karşılanan bir yazsısındaki çözümlemeye göre, kokunun formülü: Apartman aralığı kokusuyla ıslak taş, küf, kızarmış yağ ve soğan kokusunun karışımı) merdivenlerini çıkarken Galip, az sonra içeride bir bir göreceği küçük sahnelere ve görüntülere, birçok kereler yeniden okuduğu bir kitabın sayfalarını alışkanlık ve sabırsızlıkla çeviren bir okuyucu gibi acele ecele göz atıyordu” (s.31) tümcesi romanda en az bin kez karşılaştığımız bir biçimdir. Batı dillerine öykünerek özneyi hep bir yan tümcenin arkasına yerleştiren, ama Türkçe’nin yapısına uymadığından çok hantal kaçan bu biçim, romanın tümünün yarattığı kötü çeviri izlenimini büsbütün arttırır; işin içine söylemin düşünsel ve imgesel derbederliği ile girince, yan tümceyi temel tümcenin önüne çıkararak anlamı bulandırır, kısa tümcelerle bile zor başa çıkan yazarın ipin ucunu büsbütün kaçırarak olmayacak yanlışlar yapmasına neden olur; üstelik, nerdeyse her sayfada dört beş kez yinelendiğinden, bıktırıcı ve uyutucu bir tekdüzelik duygusu verir. Pamuk’un çok tutkun olduğu bir başka örnekçe, “Kalabalık bir caddede yüzlere ve insan lekelerine baka baka yürürken bir dükkan vitrininde ya da bir dizi mankenin arkasındaki geniş aynada kendimizi görür de, nasıl bir an şaşırırsak, kendimi dışarıdan seyrederken de sürekli aynı hasrete kapılıyordum” (s.110) ya da “Sonra, haritaya ilk defa bakan aynı kişi, hatırlanması bütün bir ömür alacak binaların, sokakların, parkların, evlerin kendi anılarıyla yüklü bütün o yerlerin nasıl birer küçük çizgiyle, noktayla işaretlenip geçiştirildiklerini, koca haritayı kaplayan öteki çizgi ve işaretlerin yanında ne kadar küçük, önemsiz ve anlamsız olduğunu görüp nasıl hayal kırıklığına kapılırsa, öyle bir tatsızlığın tadını aldım” (s.110) türünden örneklerde gördüğümüz “hidrosefal” tümce biçimidir. Türkçe’de “nasıl” aracılığıyla iki eylem, iki olgu arasında denklik bağıntısı kuran tümcelerde denklik biçime de yansır, yani eylemi belirten sözcük yinelenir. Ama Orhan Pamuk “harita” sözcüğünün anlamından habersiz olduğu gibi bu kuraldan da habersiz olduğundan, bu sakat biçimi sık sık yineler. Şu var ki, “Bu kız, tam bu ara bir başkasıyla da evlendirilmek üzereymiş” (s.405); “Salonun ışıkları da, Galip evden çıkarken bıraktığı gibi kapalıydı, koridordakilerse açık” (s.41) ve “Galip görür görmez ‘eski koca’yı tanıdı, ama o Galip’i değil” (s.115) örneklerinde görüldüğü gibi, sakatlık en kısa tümcelerde bile çıkar karşımıza. Üstelik, bütün bu sakat tümceler günümüzde hiçbir yazarın gönül indiremeyeceği türden benzetmelerle dolup taşar: “hemen aklının sinemasına başka bir bobin taktı” (s.57); evet, sinemaya, bobin takar Orhan Pamuk); “aklın sessiz sineması” (S.250); “Aklınızın beyaz perdesi” (s.250); “hafızanın bahçesi” (s.25); “sincap rengindeki saçlarının karanlık ormanı” (s.56); “… birden bire taşan bir tencere sütün tatsızlığıyla içinde hissetti” (s.54) vb.

    Orhan Pamuk’un “alışılmamış” diye nitelenen dilinden aldığımız bu örnekler, yazımızın başında sorduğumuz sorunun yersiz bir soru olmadığını hatta başka türlü sorulması gerektiğini gösteriyor: Dilini doğru dürüst bilmeyen bir kişi iyi romancı olabilir mi? Ama biz işin kuramsal yanını bırakarak Pamuk’un son romanına şöyle bir göz atmakla yetinelim.

    Kara Kitap “edebiyatımızda bir benzeri bulunmayan yeni, modern” bir roman olarak sunuldu. Öyleyse biz de alışılmış romanlar gibi bakmayalım kitaba, gerçekçi romanın isterlerine göre inceleyelim onu, kurgusunda sıkı bir olay örgüsü, oluntuları arasında sıkı bağlar, kişilerin edimleri ve tutumları arasında belirgin tutarlılıklar aramayalım. Günümüz romanı bunları aştı. Ama, bu böyledir diye, olmayacak yanlışlarla dolup taşan bir dille savrukluğu özgünlüğe dönüştüremeyiz, her türlü tutarlılık gereksinimini hiçe saymakla “yeni”, “modern” bir “arayış romanı” yaratamayız. Örneklerini çok gördük, günümüz romanında tutarlı ve bağdaşık bir olay örgüsü, tutarlı kişilikler ve davranışlar aranmıyor her zaman. Ama, ister “geleneksel” olsun, ister “çağcıl”, romanın göndergesi kendi kendisidir, öncelikle kendi kendisiyle açıklanır. Bu da çağcıl romanda en azından bir iç tutarlığın , bir iç birliğin, öğeleri arasında birtakım derin bağlantıların varlığını içerir ve ister istemez birtakım biçimsel zorunluluklar getirir, belirli bir “tutumluluk” ister. Orhan Pamuk’un “ansiklopedik” diye nitelenen kitabıysa, kurgu açısından hiçbir biçimde “modern” bir roman olmadığı gibi (tam tersine, kendince süslü anlatımı, bitip tükenmek bilmeyen, bıktırıcı benzetme ve uzatınlarıyla yüzyıl başı romanlarını anımsatır) bu gerekler de uymaz.

    Roman, görünüşte, anahtar kişisi Galip’in kendisini bırakıp giden karısını arayışının öyküsüdür. Ama, daha ilk sayfalarda, öykünün yazarın başka konulara atlamak için seçtiği bir “araç” olduğu anlaşılır. Günümüz romanı, iyi örneklerinde, bu türlü araçlara gönül indirmez. Gönül indirdiği zaman da onları tutarlı bir biçimde, işlevsel olarak kullanır. Kara Kitap’ta, arada sırada, kahramanın karısını aradığı, hatta özlediği söylenirse de çoğu kez kadıncağızla hiç mi hiç ilgisi bulunmayan şeylerle uğraştığı, ilgiliymiş gibi gösterilen kimi arayışlarının (örneğin şu uzun ve saçma arşiv araştırması) inandırıcılıktan yoksun olduğu, bu arada, düşünde ya da gerçekte, başka bir kadınla sevişmekten geri durmadığı görülür. Öte yandan, söz konusu arayış çok geçmeden köşe yazarı Celal’in aranmasıyla birleşince, romancının zavallı kadını o karlı kış gününde sokaklara salması anlatısal açıdan bir savurganlık olarak belirir. Böyle bir romanı bir aşk romanı olarak nitelemekse, yalnızca gülünçtür. Ama, kahramanın sonradan karısının onun yanında bulunduğu düşündüğü için aramaya giriştiği köşe yazarı Celal’in aranması da bir tür kurgusal araçtır gene: yazar, kahramanına onu aratma görüntüsü altında, onun konutları, edimleri, eski ve yeni köşe yazıları, eşyaları, gazete kesikleri ve fotoğraf koleksiyonları aracılığıyla, yüzeydeki konuyla da, birbirleriyle de fazla bir bağıntısı bulunmayan birtakım oluntulara dalar, kaynağını anlatının yapısından almayan birtakım izlekler geliştirir, kitabının uzun bir kitap olmasını istediği için de, Mevlana Celaleddin’le Şemsi Tebrizi’nin ilişkisinden hurifiliğin ilkelerine varıncaya dek, usuna esen her şeyi bu sözde arayışın gevşek kurgusu içine boca eder. Ama örneğin Mevlana’yla Şems’in ilişkisiyle hurifilik, kesik baş öyküsüyle yeraltında gizlene garip mankenler ya da Boğaz’ın sularının çekilmesi arasında bir bağıntı bulunduğunu kanıtlayabilmek için yeni bir roman yazmak gerekir. Bu parçaların yarısını çıkarın, hiçbir şey değişmez; bir bu kadar parça dah ekleyin, gene hiçbir şey değişmez. “Ansiklopedik roman” deyimi, romanı öncelikle bir “yapı” olarak görenleri şaşırtna bu bağıntısızlığa kılıf olarak bulunmuştur.

    Benzer bir tutumla, öyküye bol bol “sır”, “esrar”, “işaret”, sözcüleri sokularak bir derinlik, derin bir birlik havası yaratılmak istenir. Kitabın arka kapağında da okurun “bir yandan her bacası, her sokağı, her insanı başka bir esrarlı alemin işaretine dönüşen İstanbul’da Galip’in araştırmalarını ve karşılaştığı kişileri izlerken, bir yandan da bu araştırmaları değişik işaretler ve tuhaf hikayelerle tamamlayan Celal’in köşe yazıları”nda aynı özellikleri bulacağı vurgulanır. Ancak roman bunu yalanlar: “Her yerin “sır”la, “esrar”la dolup taştığı, her şeyin kendinden daha derin, daha zengin bir şeyin “işaret”i olduğu, kendinden daha öteye gönderdiği söylenirse de “sır” nedir, “esrar”ı ne oluşturur, ne neyin göstergesidir, belirtilmez: “Esrar”ın varlığı kesinlenir yalnızca, niteliği konusunda hiçbir şey söylenmez. Öykü kişinin giz ve gizlem karşısındaki bunalımını bile duyuramaz okura. Hurifilik konusundaki uzun ve sıkıcı sayfalarda da aynı şey: Harflerin anlamlığı konusunda bol bol gevezelik edilir, ama belirlenen hiçbir anlam yoktur. Kısacası, okur hep derinlik olduğu söylenen bir yüzeysellikle oyalanmak istenir. Bunun da, eğri oturup doğru konuşalım, ne gizlemle bir ilgisi vardır, ne de yenilik ya da çağcıllıkla.

    Konu, kurgu, oluntu ve betimleme düzleminde de bulamadığımız yeniliği, içten birliği izlek düzleminde de bulamayız. Kara Kitap’ta birtakım izlekler hemen kendini belli eder: Örneğin kişinin her yaptığını gören yabancı göz izleği, üstü ve altıyla büyük kent izleği, kesik baş ve cellat izleği, “çiftillik” ya da ben / başkası izleği. Ancak bu izleklerin çoğu geleneksel Batı romanının çok çiğnenmiş yollarından toplanmıştır. Örneğin büyük kentin batakhane çevreleri ve yeraltı, Hugo’dan, Balzac’tan, Sue’den beri kimbilir kaç kez çiğnenmiştir; kişiyi her gittiği yerde izleyen göz izleğini çok eskiden Balzac geliştirmiştir. Çiftillik izleğiyse, nice batılı yazarın çok sık yöneldiği ve çok ilginç biçimlerde geliştirdiği bir izlektir. Başkalarınca çok işlenmiş izleklerin yeniden işlenemeyeceğini söylemek istiyoruz, ama orta malı izleklerle “modern” bir roman kurmak zordur: Orhan Pamuk, bu derleme izlekleri anlatısına “yedirme”yi bile başaramaz. Örneğin kişiyi izleyen “göz” izleği başka öğelere bağlanamaz, olayların gelişmesinde ya da kişinin tutumunda bir etki yaratmaz, yalnızca bir süs öğesidir.

    Kuşkusuz, romanın belli başlı izlekleri arasında, çiftillik izleği daha bir süreklilik gösterir, hatta romanın bildirisini de kendinde barındırırmış gibidir. Nerdeyse herkes ve her şey birbirinin öyküntüsüdür: Galip yazılarını kendisi yazacak ölçüde köşe yazarı Celal’le özdeşleşir, kimi okurları da öyle. Gene Galip bir ara “Ben bir başkasıyım”, demekten haz duyar; ama kendisi sonunda öykündüğü kişinin yerini almaya yöneldiğine, Celal’in Celal olmuş okuru da yok etmeyi gerçek varlığını kazanmanın koşulu olarak gördüğüne göre, çelişkin biçimde, kişi hem ister istemez başkasının öyküntüsüdür, hem de kendim olacağım diye başkasını yok etmeye ya da, temel sorunu kendisi olmak olan Şehzade Osman Celalettin efendinin tutumunda tanık olduğumuz gibi, başkasını tanımayı yadsımaya, bilmezlikten gelmeye, dolayısıyla kesin bir yanlızlığa ve yadsımaya yönelir: Her şey bir başka şeyin öyküntüsüdür, bütün kitaplar öyküntüdür, bütün cinayetler öyküntüdür, gene de cinayette özgün birşey vardır (ss.227,228). Bunun için, romanın baş kişisi, hayran olduğu Galip’i, bir okurun cinayetine kurban gitmesinden önce, onun adıyla yazılar yazarak tinsel biçimde kendisini öldürür. Ancak ozaman “Evet, evet, ben benim!” diyebilir (s.405; şu var ki, kendisini başkası olarak gördüğü zaman da gene aynı biçimde kendisidir, yani hiçbir şey değişmez). Böylece bir açılım, bir söyleşim izleği olan bu izlek tam tersine çevrilerek bir kapanma, bir iletişimsizlik, bir devinimsizlik izleği olur. Orhan Pamuk bilerek mi bulaşır bu sonuca, yoksa anlamadığı yazarlara öykünme tutkusu yüzünden mi, yoksa yukarıda örneklendirmeye çalıştığımız dilsel yetersizliğinden mi, kesin bir şey söylemek zor. Ne olursa olsun, insanın devinimsizliğini, iletişimsizliğini, gelişmezliğini savunmak başka şey, “yeni, modern” bir roman yazmak başka bir şeydir. “Avrupalılardan utandığımız için de, arada bir oy veriyoruz ki, yabancı gazeteciler gelince artık onlara benzediğimizi gönül rahatlığıyla söyleyebilelim” (s.307) türünden parlak güncel gözlemlerse, XIX. Yüzyıl romanında çok sık rastladığımız “uzatı” tanımına tıpa tıp uyduğuna göre, “yeni, modern” romandan olsa olsa uzaklaştırır bizi.

    Öyle anlaşılıyor ki, “modernlik” Orhan Pamuk’un kendi kendine verdiği bir sıfattır. Kara Kitap’ın “yeni, modern” bir roman olduğu savını güçlendirmek için de “Hikaye anlatamayanların hikayesi”, “Aynaya girdi hikaye”, “Hikayeci değil, hikaye”, “Ama bunları yazan ben” türünden bölüm başlıklarıyla çağcıl anlatı sanatından (ya da özgün bir anlatı sanatından) örnekler verir görünür; gene aynı amaçla, bütün anlatı üçüncü kişi ağzından öykülenirken, romanın başlarında (s.11), birde sonlarında (s.416) birdenbire birinci kişi ağzından öykülenmeye geçer. Balzac’tan Michel Butor’a anlatı / anlatıcı bağıntılarının nasıl bir gelişim gösterdiğini, açı değişimlerinin nasıl işlevsel uzantıları bulunduğunu biliriz. Ama, bir kez daha. Orhan Pamuk’un çabası, biçimde bile değil, sözde kalır: Ne bakış ve işlev değişimi, ne şu, ne bu: Her şey tıpkısının aynısıdır: Aynı bıktırıcı, tekdüze, derbeder anlatım, aynı sağlıksız, umutsuz, özellikle de yazınsız kenter bakışı hep sürer.

    “Peki, bunca baskı yapan, bunca eleştirmeni hayran bırakan bu kitapta tutarlı sayılabilecek hiç bir şey yok mudur?” diyeceksiniz. Olmaz olur mu? Örneğin iki yarım tümcesi vardır ki, kurgusuyla da, içeriğiyle de gerçekten doğru görünür: “Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası?” (s.128)

    Hürriyet Gösteri – Kasım 1990 – Sayı:120 syf:45-46-47-48

  55. Nobel komitesi Orhan pamuğa bu sene ikinci ödül vermeye hazırlanmış..

  56. Edebiyatta (kitaplarda) olduğu gibi, ideolojilerde ve inançlarda (onların “kitap”larında) da geçerli bir durum vardır;

    “Kitap” hayatın içinden gelir, hayat “kitab”ın değil.
    Başka deyişe hayat “kitab”a uydurulamaz, ancak “kitap” hayata uydurulur.
    Tersi, ideoloji ve inançların gerçekliği baş aşağı çeviren “camera obscura”sıdır.

  57. http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/312-islami-marksistlerce-tartismak

    “Küçükaydın, sürekli olarak “kitap” ile yaşantı arasında bağlar arıyor ve tabii –pek- bulamıyor.

    Kitabın uygulandığı ve kitaba göre yargılama yapıldığı bir tarihsel dönem arayışı bu bakımdan tamamen ters kurulmuş bir ilişkidir. Çünkü, kitabın kendisi, Kuran, bizatihi, somut konjonktürün içinde ve onun gereklerine göre belirmiştir.

    Dinler çağında, “gönderilen kitaba göre, o hukuktan mı yargılama yapılıyordu” hakikaten? Yoksa, kitap, Kuran, kendi çağının olanakları üzerinden bir hukuk mu oluşturmuştur?”

  58. İhtiyar çoban

    Veteriner bugün beni üzdü: Dört yıldır yaşım gereği sert bir ata binemediğim için, kısrağım Kibele’yle uzaklara-yakınlara seyahatlerim oluyordu. Son doğumu iki yıl önce.Tay Asi, erkek; aygır adayı. Kibele’yi emekli ettik. Genç daha dedim veterinere.Yaşı 24. Veteriner, at yaşıyla senden de yaşlı dedi bana. Oysa ne kadar iyi baktım kızıma.Neyse…

    Kibele’yle aşağı köylerden, aşağı ilçeye son gezimde, bir kahvehanede bütün gazeteleri okuyan sevdiğim eski bir şahıs bana çay ısmarladı, tost getirdi karnımı doyurdu. Sakalımı babamın sakalına benzetti. Yıllar geçiyor.

    Deli Yılmaz’ın söyledikleri, sizleri ne kadar ilgilendirir; şunları söylüyor:

    -Cumhurbaşkanı Ya Gül olacak ya da İlhan Kesici.
    -Bir Demirtaş faşist değil o partinin içinde.
    -Türkiye’nin tek yazarı Yaşar Kemal.
    -Putin, Tayyib’i terk edecek.
    -Perinçek, faşist.
    -Senin tavuklar yumurtlamıyor mu? (Yumurta götürmediğim için kendisine! )
    -………

    Yılmaz, eski bir ilkokul öğretmeni. seviyorum kendisini de; ancak biraz geri zekalı gibi.Neyse….

    Ulan, benim Kibele sağ salim oldukça yaşasa iyidir. Asi tay’a bineceğim; bir yerlere gideceğim yok.

    Faşizm olmasaydı; her şey çok güzel olurdu. En kolayını, cehaletle, kiralanmışlık satılmışlıkla insanlar başarıyor. ben bu başarının kemiklerini un ufak etmek için elimden geleni yaptım. Ama insanlar bozuk!

  59. Antropomorfizm

    Necip “Balkan Oligarşisi”ni antropomorfize ediyor.

    Seni gidi antropomorfist seniii! Bak, “iktidar” denilen şeyi antropomorfize ediyorsun!

  60. “Bozdağ: Anayasa Mahkemesi yasaların çizdiği sınırı aştı” haberine yapılan yorumlar;

    “Kendileri dışındaki herkes anayasa ve yasaların verdiği sınırı aşıyor. Lakin kendileri hep yasaya bağlı kalıyorlar. Çok adaletli insanlarmış yahu. Ülkede hukuk kalmadı.”

    “Hoşlarına giden karar olunca, “bağımsız yargı” oluyor, emellerine hizmet etmeyince, ya tarafsızlığını kaybetmiş, ya da yetkisini aşmış! Aslında yargı falan kalmadı Sayın bakan.”

    “Hangi hukuk devletinde icra Anayasa Mahkemesinin kararini bu sekilde elestirebilir? Bu konusma mahkemeleri etkilemeye yoneliktir. Acikca bu insanlarin cikmalarini istemiyoruz diyor.”

    “Mahkemeler ne gerek var, AKP ne söylüyorsa öyle kararlar verilsin olmaz mı a benim adaletten haberi olmayan eski adalet bakancığım.”

    “Referandum da YSK nin yaptığı hukuksuzluğu kabul edip susan AYM işte böyle gülünç duruma düşer”

    “Yasaların çizdiği sınırı yürütme üyesi Bekir Bozdağ ve onun sicil amiri belirler.. Bu sınırı diledikleri gibi daraltıp genişletebilirler.. Devlet demek ben demek rejimi..”

    “Bence Bozdağ hakli… ülkede doğru dürüst işleyen bi kurum bırakmadi akp!”

    “Reis ne diyosa o, anayasa mahkemesi Bozdağ dan iyi mi bilecek hukuku.”

    “AYM kapatilmalidir, Bekir Bey tek kisilik Supreme Court olmalidir.”

    “Anayasaya hükümet uymak istemezse, uymazsa kim takar bu ülkede kanunlara…Hani ABD ye dediği gibi Erdoğa’nın: ‘Güçlü olman haklı olduğunu göstermez’ !”

    “Bekir Bozdağ’ın ağzından çıkanı kulağı duymuyor. Anayasa Mahkemesine kafa tutamazsın. Anayasa tüm yasa ve kişilerin üstündedir. Bu ülke bitmiş okeye dönüyoruz.”

    “AKP nin artik hukuk ve demokrasi laflarini kesinlikle kullanmamasi gerekiyor. Bu parti Kendi anayasa mahkemesini tanimiyor. Turkiye geri gidiyor.”

    “Hangi cizgiye asmis?? Sarayin cizdigi sinirlari mi asmis .Bak o dedidgin dogru.Sarayin cizgileri asip kanunlari tanimadigini da söyle o zaman helal olsun sana diycem ama diyemezsin.Cünkü cok zor…”

    “anayasa mahkemesi işinize gelen karar verdiğinde adı hukuk oluyor işinize gelmeyen karar olunca adı guguk oluyor”

    “Anayasa Mahkemesi yasaları Bekir beyden çok mu bilecek ( !)Bekir bey ne diyorsa odur (!) Sözün lafın ve hukukun bittiği yere geldik,,iktidar iyice kendini şaşırdı artık”

  61. S.S.’ler

    “Yahudiler için Hitler’in S.S.’leri ne düşünüyorlardı ise S.S. Önder de Kürdler için aynısını düşünüyor. Bu nedenle Kürdler lehine gelişecek en ufak gelişme Türk S.S’i rahatsız ediyor ve çirkinleştiriyor. S.S. Önder’in hayali, Kobanê’ye Türk işgal askerlerinin girmesi ve Misak-ı Milli çerçevesinde Güneybatı Kürdistan’ı, daha sonra da Güney Kürdistan’ı Türkiye’ye bağlamak idi. Bu hayali yıkan Berzanî’ye öfkelenmesi anlaşılırdır…”

    (Nasname’den)

  62. Gün bey, iktidar(lar)a karşı bir insandır. Bunun aksini iddia etmek için epey uğraşmak gerekir.”
    Sonsuz muğlak bir öneri. İktidarda olmayan partiler iktidara karşı olurlar. Kendi iktidarını kurmak isteyen, örneğin Bolşevikler, iktidara karşı olurlar. Anarşist Bakunin göze görünmez, bilinmeden boyun eğilen iktidar kurmayı savundu. Gün bey de dahil, sayısız iktidara karşı olanlar, bilimsel, teknolijikçe correct, rasyonel, bilgisayarla idare edilen bolluk içindeki koyunların iktidarını savunurlar. İktidar istememek, sağcı ve solcu anarşistler en başta, çoktan bir meslek oldu. Son zamanlardaki hızla gelişen medya artisliğiyle daha da büyük bir hız kazandı. Bu site güzel bir örnek. Gün bey, politik iktidara karşı çünkü istediği ekonomik iktidar, bolluk iktidarı. Bu iktidar meraklıları, bu modern insan harabeleri, akılları sıra bolluk içinde yaşamayan iktidarsız toplumları hor görürler. Sorun bakalım Gun Beyinize, vahşi çıplak ilkeller hakkında bilgisi var mı, ne biliyor, onlar hakkında ne düşünüyor. Cevap vermekten bile korkar bu zavallı Gun bey.

  63. Kovboy kanunlarını isteyen diktatörler o kanunlara göre yargılanmalıdırlar.

    Saddam gibi önce yargılayıp sonra asmamıza gerek yok. Önce asalım, sonra yargılarız.

  64. Necip solcuları hicvettiği bir yorumunda şöyle bir şeyler yazmıştı;

    “Parayı ve kar amaçlı üretimi ortadan kaldıralım. İhtiyaçlara göre üretim yapılsın. Neyin ihtiyaç olup olmadığına da uzmanlar / bürokratlar karar versin! Bu amaçla toplumu yönetecek bir uzman / bürokrat ordusu kuralım!”

    Şimdi bu eleştiriye yanıt olarak; “Kararları uzman / bürokrat benzeri bir egemen sınıf değil, işçilerin / emekçilerin / halkın / toplumun / insanların doğrudan kendileri vermelidir.” denebilir.

    Peki bu işçiler / emekçiler / halk / toplum / insanlar iktidar ortadan kalktığında hep aynı kararları alacak, birbirleriyle çelişmeyecek homojen bir bütün müdür?

  65. Palyaço’dan Kürdlere Hakaret
    Nasname
    http://www.nasname.com/a/Palyacodan-Kurdlere-Hakaret

  66. “Sol faşizm Sırrı(ttı)
    Hasip’in söylediğini başka biri diğer sistem partilerinde söyleseydi (AKP-CHP-MHP v.s.)
    Hiçbiri HDP’den daha fazla faşizm kusamazdı!
    Faşizmin sağı, solu, dini yoktur!”

    “Hasip vakasının
    “Vaka-i Hayriye” olması için
    Başta Öcalan olmak üzere “Ulus devlet dönemi bitmiştir” diyen tüm PKK/HDP Ocaklarının topa tutulması, kalanların da yargılanması gerekiyor!!!”

    “Ortayolculara,
    Her “Kral Çıplak” dendiğinde
    gerçekliği gölgelemek ve yanılsamanın devam etmesini sağlamak için üstünüzdekilerden bir parça koparıp krala perde yaptınız;
    Artık üstünüzde gerçekliğin görülmesini engelleyecek paçavranız kalmadı;
    Kral da, siz de çıplaksınız!”

    “S.S. Önder,
    Sadece Hasip’in “zihniyetine” tükürmedi;
    HDP ile “birlik” kuran/kurmaya çalışan orta yolcuların da yüzüne tükürmüş oldu…”

    “Türk(iyeli)leşme peojesine ve bu projeyi dayatan Cehşlerin yüzüne tükürmezseniz,
    Onlar, S.S’ler vasıtasıyla sizin zihniyetinize tükürür…”

    (Nasname’den)

  67. İktidar zoru görünce dişini gösterir.
    Zileli görür mü? İktidar yalnızca başta olan mıdır? Örneğin Anadolu sağcılığı, Anadolu solculuğu diye sallayınca ve parlementoda ‘ana muhalefet’ olunca faşist Kemalistler, hele de tatava yaptırmıyorsa hele de göya adalet için yürüyorsa iktidarın bir yüzü değil midir ? Midir midir ? Türkiye’nin sorununu muhafazakar-islamcı ve milliyetçi iktidardan ibaret gören gözler, 5 bin yıllık ana vatanlarında soykırıma uğrayan, yetmeyip suriye çöllerine sürülen, dünyanın dört bir yanına kaçıp sığınarak barbarlıktan kurtuluş arayan ermeni halkının katilleri ittihat-Kemalist piçleri neden bu kadar rahat göremiyor? Anadolu’ya adını veren, medeniyet (uygarlık değil, yüz sene kadar önce kıçtan sallanmış ırkçı niyetlerle uydurulmuş kelime değil) kuran helenlerin katliamla, kapadokyada, smirnada yakarak yıkarak, çalarak ve tecavüz ederek, millet devletleri (ulus değil) pontusta işgal edilerek, soykırıma uğratılarak, üstüne de ‘nufus değişimi’ adı altında sürülmesi, yine aynı niyetle görülmez. Seyfo, asuri-süryani soykırımı duyulmaz, bilinmez. Levantenleri zaten hatırlayan yok, antisemitik pogromlardan hiç bahsedilmez. Kürtlerin, şeyh saidin adı ‘gericilik’, zilanın adı ‘eşkıyalık’, ağrı cumhuriyetinin işgali ve katledilmesi ‘ağrı isyanı’, dersim katliamıysa ‘feodal ayaklanma’dır. Görmedik, duymadık. Cumhuriyet gazetesi 90 sene önce insanlara ‘hayvan’ diyorsa kime ne? İki ‘aydınlanma’ üç kezde anti klerikal laiklik dedikmiydi, iki de bonapartist poz, hepsi Anadolu solculuğu.
    Velhasıl kelam gururla gayrimüslim azınlık doğmuş bir birey olarak diyorum ki, bu iktidardaki otoriter pislik islamcılar dahi Kemalist ve üzgün-ağlak-devletine(!) küsmüş ex-Kemalistler kadar iki yüzlü ve aşağılık olamaz, bazı Kemalist faşistlerde vardır ki (hadi ulusalcı diyip rahatlatın kebdinizi) taptıkları o devlet ve o millet 31 mart olayından beri kendilerini siklemedikleri için bi noktada akıllanırlar, haaa bu millet bizi sevmiyor devlet bizim değil artık derler ve alayına ergen tribi atıp yandan çarklı so-called ansrchist olurlar. Kendileri ispanyol muhafazakar iktidarına kızıp, yerelde güçlü olduğu belediyelerde Falange’a oy verin derler. Katalonya’da mikro devleti şıpıdanak tanıyıp, bölücü katalanları anında saptarlar velhasıl kelam akşam gidip profillerine cnt fotoğrafı koyarak siyaseten eriştiği boşluğu siyaseten masturbasyonla tamamlarlar. Çok şükür buralarda öyle biri yok.

  68. Bu ülkede dört şekilde yaşanıyor.

    1. İktidarda olarak.
    2. Muhalefet yaparak.
    3. İktidarda olanlara ve muhalefet yapanlara destek vererek (en azından sadece oy vermek gibi)
    4. Sadece izleyerek.

    Birinci ve üçüncü şık Gün Zileli ortamı için biraz uzak bir ihtimal gibi. Dördüncü şık sadece izlemekle yetinfiği için fazla tartışma konusu olmuyor. Ama ikinci şık bir çok insanın yaptığı şey. Ama yazar olarak, ama siyaset yaparak, ama sosyal medya üzerinden veya en kötü ihtimalle bulunduğu ortamlarda. Muhalefet yapan herkeste bir şekilde iktidar hırsı ve kıskançlığının olduğunu düşünüyorum. Başka türlüsü zor zaten. Bu illa ki, mevki iktidarı, sınıf iktidarı olmayabilir. Kendi halinde bloğunda yazarlık yapanlar bile, okunma ve ziyaretçi sayısı, paylaşılma kaygısı taşımıyor mu? O da bir hırs değil mi?

    “Sinek küçüktür ama mide bulandırır” konusuna girmeye bile gerek yok.

    Bence Gün Zileli’nin bu yazısı biraz fuzuli olmuş.

    Bir de, bu konuya müdahil olan “ben” bile kendimi dördüncü grupta görüyorum güya.

  69. “Neyse, biz de karınca kaderince bir katkıda bulunmak istedik.”

    ‘Karinca kararinca’ demek istediniz herhalde.

    Buradaki ‘karar’ kelimesi ‘yeterlilik’ anlamina gelir.

    Benzer bir kullanim ‘akil karar, goz kantar’ deyiminde de gecer.

  70. “Peki bu işçiler / emekçiler / halk / toplum / insanlar iktidar ortadan kalktığında hep aynı kararları alacak, birbirleriyle çelişmeyecek homojen bir bütün müdür?”

    Tabii ki, degil.

    Ustelik, insanlarin dogrudan yonetime katilmak icin yanip tutustuklarina dair de bir emmare de yoktur.

    Mesela, sizi bilmem; ama, ‘TCMB politika faizini kac yapsin?’ diye birisi gelip bana soracak olursa, sopayla kovalarim.

    Kovalarim, cunku ‘politika faizi’ denen meret cisme burunup kapidan iceri girse, tanimam.

    Bu sadece bir ornek. Daha boyle binlercesi var.

    [O cok uc bir ornek oldu. Daha yakindan bir ornek: ‘Aksama ne yemek yapalim?’ sorusudur. Sorani kovalayamiyorum, tabii ki. Ama, nutkumun tutulur ve gozum tavana saplanmis halde, tek bildigim o oldugu icin, ‘pilav yapalim, hayatim’ diyebilirim. Yani, bana kalsa, evde her allahin gunu ve her ogun pilav yemek zorunda kaliriz.]

  71. İktidarla savaşan isyancıların tavrı çok yumuşak! Onlara anladıkları dilden aynı sertlikle karşılık vermiyorlar!

  72. Nesname nedir de sürekli referans olmuş çok ilginç. Anti hdp barzanici aşiretlerin saçmalamaları. Hdp, nesnamenşn alayı kadar insanı tek bir köyde bir araya tek çağrıyla toplar ama nesname he. He he hatta tabii. Marjinal küçücük minicik hareketler. Barzaniciler boş yükselmeyi sonra hızla dülmeyi çok iyi bilirler, ırak kürdistanında gösterdikleri gibi. Ulus devlet, ulus kelimesi kadar boş. İşte rojavayla barzaninin farkı bu. Biri iki dünya gucunu kendine yedekliyor, biri şii milislerden tokat yiyor. Here we go tribe!

  73. Psikoloji Profesörü Zileli ve ADN ve …
    Tarih boyunca toplumlarda saptaması yapılan iktidar peşinden koşma; mal, mülk, para hırsı; şair olmak isteği, hatta her türlü iyi/kötü, günah/sevap, asil/adi, yetenekli/ yeteneksiz, zeki/aptal, solcu/sağcı, barışçı/savaşçı, bilge/cahil, sağlıklı/hasta, uzun boylu/kısa boylu, şehirli/köylü, kurnaz/enayi ve binlerce diğer nitelikler ve özellikler aslında kişi psikolojisine indirgenebilir.
    Tarihte ve coğrafyada bir toplum geri kalmışsa ve kişilerde para/para hırsı, iktidar/iktidar hırsı gibi özellikler yoksa, sağ/sol diyalektiğiyle o toplum çağdaş edilir, toplumdaki kişiler asıl insan olurlar, insanlık daha bilimsel, daha kültürlü, daha zengin, daha olgun, daha evrensel olma yolunda kardeş askerler gibi aynı ayak uyumuyla daha ileriye ilerlerler.
    Not: Bu sağ/sol, kapitalist/komünist diyalektiği gelmiş geçmiş en güçlü allahtır. Tefeci bankacı olur prestij kazanır, şişko kral veya başkan olur hatta jogging yapıp zayıflar bile, jurnalcı gazeteci olur fiyakasından geçilmez, hikaye/masal anlatan ruhani yazıyla anlatır, komşular sohbet/dedikodu edeceklerine ekrandaki ruhani tecessümlerle eğlenirler, kişiyle fiziksel kontak yerine telefonla konuşurlar, canlı müzik yerine ruhani müzik CD dinlerler.
    Peki, bu yolu tutmayanlara ne yapılır?
    Geleneksel olarak öldürülür.
    İki ‘i’li tabii, iyi kalpli olduğu belli Zileli ve benzeri diğer modern aydınlar, geri kalmışları aydınlığa kavuşturmak için fiziksel-bedeni yöntem yerine kalbi ve beyni kazanma, eğitim gibi ruhani yöntemleri tercih ederler. Gerçi sonuç aynı: doğru yolu seçmeyen, ilerlemeye engel olan, ayaklara dolaşanlar yok olur!

    Modern metot da işi fiziksel veya ruhani katliamla halleder ama hiç beklenmedik bir yerden, modern bilim, öldürmeyi de açıklama da dahil, imdadımıza yetişir. Psikolojiyi biyolojiye indirger. Toplum bilimi, toplum-biyoloji bilimi olur. Her şeyin aslında kişilerin genetik ADN yazısına olduğu anlaşılır.
    Daha sonra ve daha önce, bilim adamları ve kadınları, bin bir türlü yeni hastalıkların belki ADN’de değil çevrede yazılı olduğundan şüphelenmeye başlarlar.

    Bu büyük bilim adamlar hep gerçeği doğanın daha ve çok daha çok derinlerinde aradıklarından tarih okuyup milyarlarca insanın ADN’lerinde değil “doğal zenginlikler” üzerinde oturdukları halde hırs ve iktidar gibi insanı insan eden özellikten mahrum olduklarından dolayı öldürdüklerini bilmezler. Zaten çocuğun Bangladeş’te doğmasıyla Danimarka’da doğması da ADN’de yazılı. Zaten girişmiş oldukları bilimsel araştırmaların prestiji, aylık maaşlarının dolgunluğu, iş ve işçi bulma kurumlarının istatistiği, medyanın pompalaması bu bilim kadın-erkekleri psikolojilerini (aslında ADN’lerinde yazılı ama boş ver, kısaltmakta yarar var) fazlasıyla takviye eder.

    Şimdi bu yüce bilim adam-kadınlar, çevre etkisinin de genlere yazılma ve 19 Mayıs Gençlik nesillere bile aktarıldığı ihtimalini laboratuarlarda – gerçi, fareler ordusuz, bankasız, yasasız, kralsız, mülkiyetsiz, okulsuz ama olsun – yaşamda kalmak için etrafa saldırıp yiyecek yedikleri için bize sonsuz benzeyen fareler üzerinde çalışmaktalar.

    Çok daha derinlere inen bilim erkek- karıları, ADN ve genlerde, aynı bilgisayarda olduğu gibi, kes-yapıştır yöntemiyle yemeden içmeden yaşayacak gelecek nesiller yaratma araştırmaları yapmaktalar.

    Aman, bu yazdıklarımı modern bilim bilgici Taylan Kara duymasın! Materyalist, diyalektik, kapitalist-komünist, solcu-devrimci, laik, seküler, hakiki, bilimimize karşı gibi konuşan bir dinci yobaz daha buldum diye hoplayıp zıplamaya başlar.

  74. R. Ozan Kütahyalı’nın “LAST”ı (Laik Yaşam Tarzına Sahip Sünni Türk) Necip’in “Balkan Oligarşisi”nden daha doğru ve net bir tanım bence.

  75. Saadet’ten AYM çıkışı: Kim düzeltecek bunu?

    Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Anayasa Mahkemesinin hak ihlali kararının ardından durumu yeniden değerlendirerek Şahin Alpay’ın tutukluluk halinin devamına karar vermesine ilişkin, “Bir mahkeme güya Anayasa Mahkemesi’nin ağzının payını verdi. ‘Kim düzeltecek bunu?’ Hükümetin bunun karşısında bir şey yapması icap eder.” dedi.

    Partisinin İzmir teşkilatı tarafından Kemalpaşa ilçesindeki Dere Mesire Yeri’nde düzenlenen teşkilat eğitimi toplantısına katılan Karamollaoğlu, en geç bir buçuk yıl içerisinde seçimlerin yapılacağını, bu seçimlere en iyi şekilde hazırlanmaları gerektiğini belirtti.
    Hedefe yaklaştıkça kendileri üzerinde hiç beklenilmeyen çirkin oyunların tertiplenebileceğini kaydeden Karamollaoğlu, bunun partilileri yolundan uzaklaştırmayacağını söyledi.
    Karamollaoğlu, bugün İslam alemi kadar parçalanmış, darmadağın olmuş kendi problemlerini çözeceğine, düşmanlarının tesiriyle birbiriyle boğuşan başka bir grup bulunmadığını ifade ederek, “Bunun farkına varmak zorundayız. Üzerimizde birtakım oyunlar oynanıyor. Bunların farkına varmazsak başarıya ulaşmamız mümkün olmaz.” ifadelerini kullandı.

    “ENDİŞEYE SEVK EDEN BİR KARAR”

    Hukukun ülkenin en önemli meselelerinden biri olduğunu aktaran Karamollaoğlu, hukuka, adalete güven kalmadığını savundu.
    Karamollaoğlu, iktidarda bulunanların 15 senedir inşaat denildiğinde dağları devirdiğini kaydederek, ancak adaletin yapılan adalet saraylarında değil adaleti gözeten hakimleri bulmakla gerçekleşeceğini belirtti.
    Birkaç gün önce kendilerini endişeye sevk eden bir karar alındığını anlatan Karamollaoğlu, şunları söyledi:
    “Bir mahkeme iki gazetecinin tutukluğu devam ederek yargılanmasına karar verdi. Aylardır tutuklu bu gazeteciler, onlar da Anayasa Mahkemesine müracaat ettiler. Anayasa Mahkemesi de bir karar aldı, bu mahkemenin kararını bozdu. Mahkeme dedi ki ‘ben seni dinlemiyorum’. Anayasada bir hüküm var, diyor ki ‘Anasaya Mahkemesinin aldığı kararlara cumhurbaşkanı, meclis dahil kimse itiraz edemez, uygulamak mecburiyetindedir. Ama bir mahkeme diyor ki ‘ben senin aldığın karara uymuyorum.’ Anayasa Mahkemesi yanlış karar verebilir, mühim olanı kurala uymaktır. Yerel mahkeme de yanlış karar verir. Temyiz müessesesi çalışmazsa adalet çalışmaz. Şu anda temyiz çalışmıyor. Onun için bireysel müracaat hakkını bu hükümet verdi insanlara. Onlar da gittiler, mahkeme de karar verdi ‘serbest bırakılsınlar, yargılamaları böyle devam etsin’ diye. Mahkeme de diyor ki ‘ben buna uymam.’ Böyle hukuk olur mu?”
    Karamollaoğlu, Fetullahçı Terör Örgütü’nün 15 Temmuz’daki darbe girişiminde milletin ayağa kalkarak ihtilali önlediğini, hükümetin bu kalkışmadan sonra birtakım tedbirleri alabilmek için olağanüstü hal ilan ettiğini kaydetti.

    OHAL AÇIKLAMASI

    Olağanüstü halin olağan hale gelmemesi gerektiğini dile getiren Karamollaoğlu, sözlerini şöyle tamamladı:
    “Nereye kadar? 3 ay, 3 ayda toparlayamadın, hadi 6 ay. 6 ayda da toparlayamadın hadi bir 3 ay daha. Ama hala 1,5 sene sonra olağanüstü hal ile idare ediliyoruz. Olağanüstü hal, olağan hale gelirse hapı yuttuk. Artık bundan sonra hukuk yok demektir. Çünkü hukuk bir kişinin, hükümetin dudakları arasındadır. Anayasa çiğnenmeye başladığın an, olağanüstü hal falan bırak sen, devreye girmen lazım. Bir mahkeme güya Anayasa Mahkemesinin ağzının payını verdi. ‘Kim düzeltecek bunu?’ Hükümetin bunun karşısında bir şey yapması icap eder. ‘Efendim ben adalete karışmam.’ İstemediğin bir karar alındığı zaman bal gibi karışıyorsun. Anayasa çiğnendiği zaman niye girmiyorsun. Hukuk, adalet olmadan, hak üstün tutulmadan hiçbir ülkede, dünyada huzur olmaz. Hükümetin bir tedbir alması lazım. Kimsenin anayasa haklarının dışına çıkmaması icap eder. Biz hukukuna üstünlüğün en önemli mesele görüyoruz.”

  76. Nuray Mert ve bilimsel Taylan Kara

    İlk medeniyetle toplum siyasi toplum oldu ve kendi kendini yönetimini “Devlet” denilen bir hilkat garibesine kaybetti. Devlet, sınırları içindeki tüm insanlığın ağzı oldu.

    Her ne kadar taş yazılarda da varsa da, belgelerin daha bol olduğu Çin, Hindistan, İran, antik Grek gibi tarih ve coğrafyalarda bireyler de bulundukları yerdeki tüm insanlar adına konuşmaya başladılar. Yani devlet gibi konuşmaya başladılar. Modern çağlarda gazeteciler bu işe iyice sarıldılar. Irkçı Hegel pek öyle beğendiğim biri değilse de “eskiden halk sabahları İncil’i okurdu, şimdi gazete okuyorlar” lafı çok yerinde ve güzel.

    Diğer bir örnek: bir filozof “en yüce erdem kendini bilmek” der. Öğrencisi “Devlet’i bilmeden kendini bilemezsin” der.

    Ben ne sizin ne de rakibiniz Nuray Mert’in bu yukarıdaki gelenek içinde sorumlu, uslu, iyi eğitim görmüş, iyi ve sorumlu bir vatandaş olarak “politik bütün” hakkında hangi pozitif veya negatif düşünceler oluşturduğunuzu veya savunduğunuzu bilmiyorum. Ne de ne mutlu Türklerin Türkiye politika alemi pek ilgimi çeker.

    “Nuray Mert için ‘bilimsel’ yazı yazma rehberi” yazınızın kopyasına bir anarşist sitede rastladım.

    Marksistlerle anarşistler arasındaki en büyük fark, anarşistlerin çok daha kara cahil olmalarını yüzde yüz kanıtlayan bir site.

    Merak edip sizin yazınızla Nuray Mert yazdıklarını kıyasladım. Dünyayı sıradan basmakalıp siyasi ideolojik at gözlüklerle görenler çok ve pek ciddiye almam ama ben sizi Nuray Mert’ten çok daha cahil buldum.

    Sizin yazdığınız [] içinde:

    [Peki ya şu cümleler?
    “Evrim teorisi de, adından da anlaşılacağı gibi bir ‘teori’dir, yani VARSAYIMDIR.” (1)

    Bu cümleler, yukarıda yazılanlarla eşdeğerdedir; zırvalık bakımından onlarla yarışacak kadar cehalet doludur.]

    Siz sözlük kullanmışsınız, ben de kullanayım.

    1. Ancient Greek (theoría, “contemplation, speculation, a looking at, things looked at”), from (theoréo, “I LOOK AT, view, consider, examine”), from (theorós, “spectator”), from (théa, “a view”) + (horáo, “I see,look”).

    2. i) existing only in theory : HYPOTHETICAL

    ii) : relating to or having the character of theory : abstract OR

    : confined to theory or speculation often in contrast to
    practical applications : SPECULATIVE

    3. A SUPPOSITION or a system of ideas intended to explain something, especially one based on general principles independent of the thing to be explained. Exm. ‘Darwin’s theory of evolution’

    Bence siz olgularla teoriye karıştırmışsınız. Gerçi kanıtlanmayan veya yalanlanmayan teoriler genellikle az ömürlüdür. (Bakın Kuhn)

    Herkes düşmeyi biliyordu. Newton yerçekimi teorisiyle açıkladı ve bilimsel kıldı. Sonra “relativity theory”le düzeltildi. Sorun “düşme” değil, düşmenin teorik veya modern dilde bilimsel açıklanması. Teori ilelebet geçici değildir.

    Sizler bana hacı-hoca-imamları hatırlattınız. Bilinmeyen dünyanın gam yükü tüccarları. Yukarıda sözünü ettiğim site, bu çeşit sağ/sol devrimci gam yükü tüccarlarıyla dolu.

    ***

    Bilimsel bir iş adamının cici bici devrim devrine yakışan, Toyolan adlı bilimsel-gazeteci bir oğlu olur. Bab oğlan bütün bilimseller gibi birbirlerini anlamazlar. Sıkışınca, biraz Hayvanlar Çiftliği’ni andıran, İNSANLIK İÇİN milli marşlarıyla işi Devlet babalarına bırakırlar.
    Herif ölecek ve nedense pek bilimsel olmayan bir kuşku içinde: Bilimsel metotlarla biriktirdiği servet kime kalacak?
    Daha henüz bilim aracılığıyla aydınlığa kavuşmuş gazeteci-dedikoducu-jurnalcı (gammaz) gibi parlak zekalılar “Bilim-Teknik Din Müminleri Vakfı (BTDM)” kurmamışlar ki, bu cin gibi bilimseller kurumuna bıraksın. Herif hala insanların %99,9999’u kadar yaşadığı saygı değer yaltakçı bilim adamlarının diliyle “karanlık tarih öncesi” etkisi altında. Bu hapı yutmayanlar, aynı çağlara bilimsel Darwin teorisi falan filan yardımıyla “kazanmayanlar tarihi” derler.

    Salak baba en azından asıl Allah Devlet babaya bırakabilir ama neyse.

    Baba bilimsel metotlarla, bilimsel aletlerle, bilimsel mühendis ve teknisyenlerle bilimsel-sucuk fabrikası yaptırır. Bilimsel okullarda aydınlığa kavuşmuş, gazeteci-dedikoducu-jurnalcı (gammaz) gibi hâlâ ümitsizlere ümit dağıtmayı soldan yapanları çalıştırır. Bunların cahillerden farkı yedikleri boku, İNSANLIK, İLERLEME, BİLİM-TEKNİK, ANTİK YUNAN MEŞALESİNİN KAVUŞTURDUĞU AYDINLIK gibi dinsel inanışlar için yediklerinden seve seve yapmaları. Kısacası bu bilimsel hödükler banka gişesinde para sayan memurun kendini zengin hissetmesi gibi bir büyünün etkisi altındalar. Bu büyü etkisine saygılı bilim-teknik adamlarda çok daha fazla rastlanır ama insanların tarih ve coğrafyada yerleştirildikleri sağ-sol merdiven basamaklarının alçak basamağındaki yerlerde halka eğlence dağıtan çoşkun gazeteciler bunu görecek en son ve salt zengin ülkelerde satılan “Düşünce Görme” makinesinden mahrumlar.
    Baba, gazeteci oğlunu yeni yaptırdığı fabrikayı gezdirmeye götürür. Fabrikada bir uçta eşek koyuluyor, diğer uçtan sucuk çıkıyor. Gazeteci oğlu birden ilgi gösterir ve anlamak için bilimsel parçalar ve bilimsel işlemler hakkında sayısız sorular sorar. Baba zevkten dört köşe.
    Fabrikadan çıktıktan sonra bilimsel arabalarında gazeteci oğul babaya döner ve sorar:
    – Peki, tersi olur mu? Sucuk koy eşek çıksın.
    – Olur oğlum, annen.
    Dağıtmaya alıştığınız şerbet çok şekerli. En azından bazı saygı değerler arasından bilim filozofların okusaydınız (örneğin Feyerabend) hoplayıp zıplamadan vazgeçip konunun aslını öğrenirdiniz. Daha henüz 1976’da saygı değerlerin saygı değeri büyük tarihçi Toynbee “İnsanlık ve Anatoprak” kitabıyla sizler gibi Batı maymunluğu yapanları uyarmak istemişti. Durum acı ve işi eğlenceye dökmek salt sizlerin tekelinde değil. Tabii, bu benim bir hüsnükuruntum. Gerçek dünyası, insanlığın düştüğü durum çok daha acı. Medya, işi asıl becerenlerin dikiz deliği veya muhabbet tellalı olmuş.

  77. “AK Parti’nin kapsama alanı genişledikçe, MHP’nin altını oydu. Ama iş öyle bir yere geldi ki, metropollü olan seçmen 16 Nisan’da MHP’nin kararına uymadı. ‘Hayır’ oyu verdiler. MHP tabanında bir yandan AK Parti politikalarından memnun olan ve çareyi orada görenler varken, itiraz edenler ayrı bir yere doğru kaymaya başladılar. ‘MHP’den ayrıldılar, ayrılmadılar’dan bağımsız olarak 16 Nisan referandumunda her üç MHP seçmeninden ikisi ‘Hayır’ dedi. Bunların hepsi İYİ Parti’ye gitmiş değil. Hâlâ MHP’de olan ama partisi değişsin diye uman, eleştiren insanlar var. Bu son gelişmeler seçmeni bir karar vermeye zorlayabilir.”

    “Ne İYİ Parti ne de Abdullah Gül meselesinin toplumda karşılığıyla medya ve görünür salonlarda ağırlığı arasında bir asimetri var. Gündelik hayatta burada göründüğü kadar bir ağırlığı yok.”

    “Bizim gördüğümüz şudur: İYİ Parti, şimdiye kadar MHP tabanında olup da eleştirel bakanlar ve CHP’de olup da Kemal Bey’i yetersiz görenlerde karşılık buluyor. Bunu değiştirebilirler, üç aylık bir partiye haksızlık etmeyelim. Ama bunu değiştiremezlerse üreteceği sonuç, muhalefetin yeniden tanzimi olur.”

    “Yeni bilgiye, yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Merkez Parti, sağ-sol kavramlarının da bir anlamı yok bugün. Bizim entelijansiyamız istiyor ki, kendisi hiç değişmesin, bu zihni dönüşümü yaşamasın ve emek harcamasın. “Madem bu ülke sağcı, o zaman dinci olmayan bir sağcı lider çıksın” gibi bir tembellik içine düşüyor.”

    “Referandum sonuçları gösteriyor ki, ekonomik dinamizmi olan, gündelik hayat pratikleri daha kentlileşmiş kümelerde AK Parti politikalarına itirazlar çoğalıyor. O yüzden AK Parti şimdi imar değişiklikleri, belediye başkanı değiştirmelerle, kaybetme ihtimaline karşı bir politika değiştirme çabasında. Çünkü Ankara, İstanbul gibi yerlerde CHP gibi partiler seçimi kazanırsa onun üreteceği moral motivasyon başkanlık seçimlerini de etkiler.”

    (Bekir Ağırdır)

  78. ADANA’da CHP’liler basın açıklaması yaparak, olağanüstü halin (OHAL) kaldırılmasını istedi.
    Merkez Seyhan ilçesindeki Atatürk Parkı’nda düzenlenen eyleme, CHP Adana milletvekilleri Zülfikar İnönü Tümer ve İbrahim Özdiş ile belediye başkanları ve çok sayıda partili ile sivil toplum kuruluşu temsilcisi katıldı. CHP Adana İl Başkanı Ayhan Barut, Türkiye’nin on sekiz aydan bu yana OHAL rejimi ile yönetildiğini söyledi. Cumhuriyet’in temel değerlerini savunmaya devam edeceklerini belirten Barut, “Bu olağanüstülüğü normalleştirmeye çalışanlara karşı CHP, demokratik kitle örgütleri ve sendikalar olarak OHAL’in kaldırılmasını istiyoruz” dedi.

  79. The Last Leftist

    Last Solcular (Son Solcular)

    last

    rasim ozan kütahyalı’nın taraf’ta laik yaşam tarzına sahip sünni türk olarak akıllara zarar bir açılımını yaptığı kelime..

    http://www.taraf.com.tr/makale/3299.htm

    https://eksisozluk.com/entry/15165480

  80. “Irkçılık da, milliyetçilik de Aydınlanma devrimine karşı iki farklı karşı devrimi ifade ederler. Aydınlanma olmadan ırkçılık ve milliyetçilik olamazdı. Yani insanların eşitliğini reddeden karşı devrimler gerçekleşemezdi.
    Irkçılık, bu karşı devrimi, insan tanımı üzerinden yapar. Sömürgeciliğin bir ifadesidir.
    Milliyetçilik ise bu karşı devrimi, insanların eşitliğini sağlamak için yapılmış özel politik ayrımında, politik olanı, yani devleti bir toprak parçası, bir dil, bir din, bir ırk, bir soy, bir tarih, bir kültür, bir gelenek ile tanımlayarak yapar. Böylece insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini koyar.
    Aydınlanma Kozmopolittir, milliyetçi değildir. Aydınlanma’da Yurttaş ve İnsan aynı özdeş kavramdır. Ulusçuluğun karşı devrimine uğramamış bir aydınlanmanın ideali bir dünya cumhuriyetidir. Karşı Devrime uğramamış bir Aydınlanma, fethettiği ülkeleri dünya cumhuriyetine katar ve o ülkelerin yurttaşlarını dünya cumhuriyetinin eşit haklı yurttaşları yapardı.
    Ne var ki, tarihteki bütün büyük dinler, ki dinlerin ortaya çıkışları birer devrimdi, her zaman egemen sınıflarca karşı devrime uğramışlar ve devrimin yayılışları karşı devrimci biçimleri altında sürmüştür.
    Hristiyanlık, Konstantin’in ve papalığın karşı devrimleri biçiminde yayılmıştı, İslam, Muaviye’nin (yani Mezopotamya uygarlığı geleneğinin) yaptığı karşı devrimle ve Emeviler biçiminde, sonra da Pers (uygarlığı geleneğinin) karşı devrimiyle Abbasiler biçiminde yayılmıştı.
    Ama bu yayılışlar esnasında henüz komünal ve eşitlikçi geleneklerin bulunduğu topluluklar (Oğuzlar, Özbekler, Türkmenler, Berberiler) aracılığıyla o karşı devrimci biçimleri içinde kısmi Rönesanslar da yaşayabiliyor ve bu gençlik aşılarıyla daha geniş alanları (Özbeklerle Hint yarımadası, Oğuzlarla, Anadolu ve Balkan yarımadaları, Berberilerle İberik yarımadası) ele geçirebiliyordu.
    Aydınlanma Devrimi de Karşı devrime uğramış ulusçuluk biçiminde yayıldı. Dolayısıyla Modern toplumun dinine geçiş, ulusların ve ulusçuluğun yayılışı ve yeryüzüne egemen oluşu biçiminde oldu.
    Ulusçuluk kategorik olarak Aydınlanma’ya karşı bir karşı devrim olmakla birlikte, ulusçuluğun iki biçimini birbirinden ayırmak gerekir, birincisi daha az karşı devimcidir.
    Ulusun ve Ulusçuluğun iki biçimini ayırmak gerekir. Ulusu bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, bir kültürle veya bunların çeşitli kombinasyonları ile tanımlamayı reddeden, böyle tanımlamaya karşı tanımlayan Demokratik Ulusçuluk.
    Yani dil, din, tarih, soy, kültür körü bir devlet ve ulusçuluk; bir de ulusu bunlarla veya bunların kombinasyonlarıyla tanımlayan gerici veya çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk.
    Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar bunun için de, aslında demokratik bir ulusçuluktan başka bir şey olmayan ve hala karşı devrimci özünü koruyan ulusçuluğu, yani ulusun bir dille dinle vs. tanımlanmamasını, ulusçuluğun aşılması olarak görürler.
    Ulusçuluğun aşılması, ulusun bir dille, dinle vs. ile tanımlanmaması değildir; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddedilmesidir.
    Yani ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tıpkı Aydınlanma’nın devrimci döneminde dinlere yapıldığı gibi, kişilerin özel sorunu olarak tanımlanmasıdır.
    Ve aslında Enternasyonalizm, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine dayandığından, ulusçuluğun zıddı değildir. Tamı tamına ulusçuluktur. Ve tam da bu nedenle, ulusçuluk zafer yürüyüşünü Enternasyonalistlerin, yani Marksist ve sosyalistlerin eliyle yapmıştır.
    Evet, kısaca ve günlük dile aktarılırsa en basit açıklaması budur uluslar ve ulusçulukla ilgili teorimizin.”
    *
    “Beşikçi’nin Kürtlerin haklarını savunması, ne genel olarak milliyetçilikle çelişir, ne de Türk milliyetçiliği ile çelişir.
    Çünkü başka ulusların devlet kurma hakkını savunmak tamı tamına milliyetçiliğin gereğini savunmaktır.
    Hatta akıllı bir Türk milliyetçisi, Kürtlerin haklarının militan bir savunucusu olur, böyle yaparak kendi ulusunun çıkarlarını, refahını savunmuş olur.
    Beşikçi’nin davranışı demokratik bir milliyetçilik bile değildir. Türk milliyetçiliğinin gereğini yapmaktadır. Ve ister Türk, ister Kürt milliyetçiliği olsun her ikisi de aynı ilkeye dayanıp savunduklarından, birinden diğerine geçiş de çok kolaydır. Beşikçi’nin tavrı bir Türk milliyetçisinin tavrı olabileceği gibi, bir Kürt milliyetçisinin de tavrı olabilir. Zaten bu nedenle Beşikçi aynı zamanda bir Kürt milliyetçisidir.
    Ya da tersinden, Abdullah Öcalan ve PKK aslında Kürt milliyetçisidirler, ama aynı zamanda birer Türk milliyetçisidirler. Çünkü ulusun Türklükle tanımlanmasına bir itirazları yoktur, Kürtlerin de Türklerle aynı hakları olmasını savunmaktadırlar.”
    *
    ““Çünkü Türklüğü ortaya çıkaran belli bir yapısallık, tarihsellik, toplumsallık. Bu yapısallık, tarihsellik, toplumsallık değiştikçe Türklük de değişecektir. Nitekim değişiyor.”
    Evet aynen öyle oluyor. Türk milliyetçiliği Orta Asya ırkçılığına dayanan bir milliyetçilikten, kültürel (veya ırksal) bir Anadolu milliyetçiliğine geçiş sancıları çekiyor.
    Beşikçi değil ama imzacı akademisyenler kısmen böyle bir eğilimin ifadesi olarak görülebilirler.
    Ama bunu “Türklük sözleşmesi”nin, (yani Türk milliyetçiliğinin) dışına çıkmak olarak tanımlamanın kendisi, tam da gerici milliyetçiliğin milliyetçilik tanımlarıyla olanı anlamaya çalışmak ve tanımlamaktır.”

    Barış Ünlü’nün “Türklük Sözleşmesi” Vesilesiyle Irkçılık ve Milliyetçilik Üzerine Bazı Hatırlatmalar / Demir Küçükaydın

  81. ahmet aslan Heybeliada

    bence, anarşizm bir yanıylada iktidarsızlık olarak tanımlanabilir.zorba bir iktidara karşı saptamalardan sonra başka bir alandaki iktadar tanımlamasına geçiyorsunuz.gerçi yazıdan sonra okuyucu yazılarından sonra yazdığınız bir satırdan derdinizi anlayabiliyorum.bu kadar eveleme ve gevelemeye ne gerek var?ben eski kitap işiyle uğraşıyorum.yazarlara karşı yapılmış ve yapılacak vandallıklara karşıyım.bu eleştirinin vandallıkla aynı düzeyde tutulmasınada karşıyım.orhan pamuk 1980 lerin ortasında müşterim olmuştuben onu tanıyordum , nobelde almamıştı.bir hafta sonu beyazıtta benden 1960 larda çıkan türkçe nobakov un lolita kitabını almıştı.orhan pamuk istanbul kitabında reşat ekrem koçunun yazdıklarından çıkarak onun eşçinsel, oğlancı olduğunu çıkarır.bende onun lolitacı olduğunu çıkarabilir miyim*?görüyorsunuz ki iktidar ne kadar önemli.oysaki ekrem koçunun önemi onun cinsel duygularıyla açıklanabilir mi.nobelden sonraki yıl bizde 430 danfazla roman bir yılda yayınlandı, insanlar tosun edebiyatından, romana geçtiler adeta.sizde nobel alsaydınız iyi olurdu en azından maddi olarakgeçi üç yıl sonra dünyada kimse hatırlamasada.sizin anı , s,yaset kitaplarınızı okudum,fakat edebiyatla ilgili yazılarınızdan bi haberim, çalışmalarınızda başarılar

  82. Örgütlenin!

    “İktidarı devirmek için ne yapalım?” diyenlere

    “ÖrgütlenMEyin!” diyen anarşistlere uymayın!

    ÖrgütLENİN!

    ÖRGÜTlenin!

  83. İrfan Aktan

    Barış Ünlü: Kürtler ırkçı olamaz çünkü ırkçılık bir sistemdir
    Irkçılığın tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir sistem olduğunu söyleyen araştırmacı Barış Ünlü’ye göre Türkiye’de bir Kürt’ün veya Ermeni’nin ırkçı olması mümkün değil, çünkü ırkçılık bir sistemdir. Türkiye’deki toplumsal, siyasal, iktisadi sistemin Abdülhamit döneminde tesis edilen Müslümanlık Sözleşmesi ve Mustafa Kemal tarafından oluşturulan Türklük Sözleşmesi üzerinden varlığını sürdürdüğünü söyleyen Ünlü’yle büyük tartışma yaratacağı anlaşılan “Türklük Sözleşmesi” kitabını konuştuk.

    Belli kriz anlarına karşı devletin geliştirdiği politikaları çoğunlukla “devlet aklı” denen, fakat çerçevesi net olmayan bir mefhuma bağlarız. Kürt sorununa yönelik geliştirilen “çözüm sürecinin” de, savaş sürecinin de hep bu akla dayandığına dair değerlendirmeler yapılır.

    Barış İçin Akademisyenler’in, devletin şiddete dayalı Kürt politikasını sert bir biçimde eleştirdikleri “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin üzerinden tam iki yıl geçti. O bildiriye imza attığı için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen Türkiye’nin en parlak akademisyenlerinden Barış Ünlü, bu hafta Dipnot Yayınları tarafından basılan Türklük Sözleşmesi kitabıyla hem devlet hem de toplum “aklının” derinliklerine inerek müthiş bir analiz yapıyor.

    Hasip Kaplan’ın “HDP kurultayında Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin” sözüyle başlayalım. Başta HDP olmak üzere çok sayıda kesim bu açıklamayı “ırkçı” buldu. “Demirtaş’ın yerine bir Türk göz dikmesin” demek bir Kürt’ü ırkçı yapıyor mu sizce?

    Kaplan’ın sözleri hoşumuza gitmeyebilir ama böyle bir söz söylemek bir Kürt’ü ırkçı yapmaz. Sadece kötü bir sözle, birini inciterek ırkçı olamazsınız. Irkçılık tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir sistemdir. Bu sistemin hem yapısal hem de bireysel tezahürleri olur. Buna göre, sadece ırksal veya etnik hiyerarşide üstte olan gruba mensup kişiler bireysel ırkçılık yapabilir, bundan kazançlı çıkabilir ve bundan dolayı bir kayıp yaşamazlar. Ayrıca söylediğim gibi bireysel ırkçılığın yanında bir de yapısal ırkçılık vardır ve yapısal ırkçılık, üstteki gruba mensup olup bireysel olarak ırkçı olmayanları da kayırır ve korur.

    Yapısal ırkçılık nedir?

    Yapısal ırkçılık, etnik veya ırksal bir grubu sistematik olarak avantajlı, diğer etnik ve ırksal grupları da sistematik olarak dezavantajlı kılan bir yapıya işaret eder. Dolayısıyla Amerika’da Siyahların, Türkiye’de Kürtlerin veya Ermenilerin ırkçı olma imkânı ve iktidarı yoktur. Çünkü ırkçılık ancak iktidarla gelebilir. Dolayısıyla Hasip Kaplan’ın söylediğini Erdoğan veya Bahçeli kendi partisi için söylerse, bu ırkçılık olarak tanımlanabilir.

    Yani Kürtler, Ermeniler veya Siyahlar ırkçı olamazlar mı?

    Önyargılı, bayağı, kaba olabilirler, bir insanı belli bir ortamda dışlayabilirler. Ama ırkçılık çok daha yapısal bir iktidar ilişkisine işaret eder. Amerika’da veya Güney Afrika’daki Siyah hareketleri Beyazlar tarafından hep ırkçılıkla suçlandı. Çünkü Siyahlar, Beyazların üstünlükleri veya duyarsızlıkları hakkında öfkeli şeyler söylediler. Bazen de Beyazlarla ortak örgütlenmeye gitmemeleri gerektiğini ifade ettiler.

    Neden?

    Beyazlarla Siyahlar arasındaki tarihsel, maddi ve psikolojik güç farkına işaret ettiler. Siyahlarla Beyazlar ortaklaşmaya gittikleri zaman o ortak örgütlenme veya siyasal hareketin ister istemez Beyazların görüş ve tavırlarını yansıtacağını ifade ettiler. Bu değerlendirmeyi yapan Amerika ve Güney Afrika’daki bazı Siyah hareketleri ırkçılıkla suçlandılar. Oysa bu, ırkçılık kavramını istismar etmektir ve ırkçılığın yapısal niteliğini, bilincinde olarak ya da olmayarak, bulandırma, yani sürdürme amaçlıdır.

    TÜRKLERİN ÇOĞU TÜRKLÜĞÜ GÖRMEZ

    Kitabınızda, Fanon ve Carmichael gibi düşünürlerden etkilenen Steve Biko’nun bu konudaki fikirlerini şöyle aktarıyorsunuz: “Steve Biko’ya göre, apartheid karşıtı mücadelede Siyahlar, Beyazlarla aynı örgüt içinde olmamalıydılar. Çünkü bu tarz birliktelikler, Siyahların aşağılık kompleksi ve çekingenlikleri ile Beyazların üstünlük kompleksleri ve özgüvenlerini aynı çatı altında birleştirdiğinden, kaçınılmaz olarak Beyaz üstünlüğünü ve Siyah güçsüzlüğünü yeniden üretiyorlar, dolayısıyla ortadan kaldırmayı amaçladıkları apartheid’ı paradoksal bir biçimde güçlendiriyorlardı. Bu başarısızlıklarının yanında, Beyaz liberallerin vicdanını rahatlatma gibi bir işleve sahiptiler. Siyahlarla aynı ortamlara girerek vicdanlarını rahatlatan Beyazlar, Siyahların yanından ayrılıp Beyaz hayatlarına döndükleri zaman artık suçluluk duygusu da duymuyorlardı…” Biko’nun bu görüşlerini, HDP’de birlikte siyaset yapan Kürtler ve Türklere uyarlamak mümkün mü?

    Böyle bir uyarlama yapmak zor. Kürt hareketiyle Amerika veya Güney Afrika’daki Siyah hareketleri çok farklı tarihsel geleneklerden geliyor. Bir kere PKK’den başlamak üzere Kürt hareketi içinde her zaman çok sayıda Türk de bulundu. Bunda Kürt hareketinin Marksist, sosyalist bir gelenekten gelmesinin payı büyük ve bu etkileşim 1970’lerden Rojava’ya kadar devam edegeldi. Keza öncesinde de Kürt solunun Türk solu içinden çıktığını unutmamalıyız. HDP, Kürt hareketinin yapısında olan bu özü Türkiyelilik iddiasıyla daha da ileri bir safhaya taşıdı. Fakat hareketin içinde bulunmuş veya bu harekete oy vermiş olan Türkler, Amerika veya Güney Afrika’daki Beyazlara benzer biçimde, Hasip Kaplan’ın yaptığı türden bir yanlışı veya en ufak bir hatayı affetmeyerek parmak sallayabiliyorlar.

    Bunun kökeninde ne yatıyor?

    Bir kere Türklük, Türklerin büyük bir çoğunluğuna görünmezdir. Kişi ne kadar evrenselci, liberal veya sosyalistse, o Türklük de o kadar görünmezdir. Türk kişi, kendi Türklüğünü çoğu zaman görmez. Bunun duygu ve düşüncelerini etkilediğini hesaba katmaz. Fakat aynı kişi bir Kürt’ün Kürtlüğünü veya bir Ermeni’nin Ermeniliğini hemen görür. Bir Kürt’ün tavrını Kürtlüğüne bağlarken, kendi tavrını Türklüğüne bağlamaz.

    Kendisini Türk değil sosyalist olarak tanımlayan bir insan, buna rağmen Türklükten azade olmuyor mu?

    Bana göre olmuyor. Türklükten kastım şu: Çoğu zaman farkında olmadan içselleştirdiğimiz belli düşünme, görme, duygulanma, ilgilenme ama aynı şekilde düşünmeme, görmeme, duygulanmama, ilgilenmeme halleri… Türklüğü su gibi düşünürsek, Türkler de suyun içinde yaşayan balıklar gibidir. Türklüğün içine doğmuş, onun içinde yetişmiş, büyümüş ve Türklük hallerini içselleştirmişlerdir. Türklük, evde anne-babanın verdiği eğitimle başlar, mahalledeki sosyalleşmeyle, okulda, orduda, camideki eğitimle devam eder. Keza kişinin çalıştığı veya çalışacağı kurumların belli rol ve performans beklentileriyle de öğrenilir ve içselleştirilir.

    MAKBUL TÜRKLÜK, TÜRKLÜĞE PASİF KATILIMDIR

    Yani herkesin aktif bir Türklük performansı içinde olması mı bekleniyor?

    Hayır. Türklük Sözleşmesi, herkesin aktif olarak Türklük yapmasını, onu yüceltmesini gerektirmiyor. Hatta daha makbulü, Türklüğe pasif katılımdır. Türklük Sözleşmesi’nin yasakladığı belli konulara hiç girmeyerek, o konularla ilgilenmeyerek, bilgilenmeyerek, duygulanmayarak da sözleşmenin içinde kalabilirsiniz. Mesela Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinin çoğuna baktığınız zaman bunu açıkça görürsünüz. Bu sosyal bilimcilerin önemli bir bölümü Türklüğü öven veya Türkçülük yapan insanlar değildir. Hatta belki eserlerinin hiçbirinde Türklükten hiç bahsetmemişlerdir. Ama Ermeni, Kürt meselesine hiç girmemekle pasif bir katılım göstermişlerdir. Yani sadece yaptıklarıyla değil aynı zamanda yapmadıklarıyla da Türkiye’deki sosyal bilimlerin makbul temsilcileri olabilmişlerdir.

    Böylece kitapta sosyologlar üzerinden yaptığınız şu tespite geliyoruz: “Sosyologların da çoğu Türklükle ilgilenmez; kentleşme, gecekondulaşma, göç, köy sosyolojisi, sanayileşme, sınıflar arası ilişkiler ve çelişkiler vb. gibi çok çeşitli konularla ilgilenirler. Sosyologlardan beklenen, ulusun içindekilerle belli şekillerde ilgilenmeleri değil, ulusun dışındakilerle ilgilenmemeleridir. Dolayısıyla sosyoloji, Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalan toplumla ilgilenmez ve bu toplum parçası yokmuş gibi yapar. Bu nedenle Türkiye’de sosyoloji toplumbilim olarak değil ulusbilim olarak doğmuş ve öyle de gelişmiştir.”

    Bunu iktisat, psikoloji veya diğer sosyal bilimler için de söyleyebiliriz. Kürt veya Ermeni meselesini yok sayarak psikoloji bilimi yapılabilir mi? Yahut bu meseleleri görmeyerek Türk toplumunun tarihsel ve toplumsal yapısını anlayabilir misiniz? Yargının, ordunun, akademinin, siyasetin, ekonominin işleyişini anlayabilir misiniz?

    TÜRKLÜĞÜN BİRİNCİ ŞARTI MÜSLÜMANLIKTIR

    Peki nasıl oldu da 21. yüzyılın başlarına kadar bu meseleler görülmeden bu bilim yapılageldi?

    Tam da bunu kastediyorum. Bu konulara girmemek, açıkça konuşulmayan ama herkesin bildiği bir kuraldır. Kimse kimseye bu kuralları söylemez, buna çoğu zaman gerek kalmaz. Örneğin üniversiteye asistan girdiğinizde kimse size Ermeni veya Kürt meselesini çalışmayacaksın demez. O asistan zaten bu konuya girmemesi gerektiğini bilir. Eğer bilmemekte, anlamamakta direnirse, işte o zaman açık uyarılar gelmeye başlar. Bu uyarıları da dikkate almazsa, o zaman tasfiye, dışlanma, hapis gibi cezalandırma biçimleri gündeme gelir. Türklük Sözleşmesi’nin son yıllara kadar çok iyi işlemesi bu sayedeydi.

    Türklük deyince hâkim etnik grubu mu kastediyorsunuz?

    Hayır, kastım Türk bir anne-babaya doğmak veya anadilinin Türkçe olması değil. Türklük belli bir iktidar hiyerarşisi içinde egemen etnik gruba ait olarak veya ona asimile olma rızası göstererek Türk gibi düşünmeyi, konuşmayı, yapmayı, eylemeyi, duygulanmayı veya duygulanmamayı, eylememeyi, yapmamayı öğrenmektir. Türklükten bir etnisiteyi veya vatandaşlığı anlamıyorum.

    Devlet de Türklükten kastının “kendini Türk gibi hissedenler” olduğunu söylemiyor mu?

    Evet, devlet de bunu söylüyor ama Müslüman olmayanlara değil. Müslüman olmayanlar asla ve asla gerçek Türk olamazlar ve olamamışlardır da. Türklüğün birinci şartı Müslümanlıktır ve o doğuştan gelir. Sonradan Müslüman olsanız bile, devlet buna hep dikkat eder. Türklük ise doğuştan gelmek zorunda değildir. Türklük, her Müslümanın belli eylem, düşünce ve duygu hatlarını izleyerek sonradan olduğu bir psiko-sosyal oluşumdur.

    Müslümanlık sonradan edinilen bir inanç, Türklük ise kan bağıyla geçen bir kimlik olduğuna göre tersi olması gerekmez mi?

    Kitapta Müslümanlık Sözleşmesi kavramsallaştırmasıyla bunu tarihsel bağlamda anlatmaya çalıştım. Müslümanlık Sözleşmesi, 1876’dan itibaren Abdülhamit’le başlayan ve 1908-1912 arası Jön Türk kesintisini saymazsak, Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yürürlükte kalan bir sözleşmedir. Bu sözleşme göçmen ve Anadolu’nun yerlisi olan Müslümanlarla devletin arasında, ortak duygu ve ortak çıkarlar etrafında varılan mutabakatlar bütünüdür. Bunun yukarıdan, devlet tarafından dayatılan değil, devlet, toplum ve farklı sınıfsal katmanların mutabakatlar bütünü olduğunu bilmek çok önemli.

    KURTULUŞ SAVAŞI’NIN TEMEL SLOGANI İSLAM’DIR

    Bu, Jean-Jacques Rousseau’nun “toplum sözleşmesi”yle aynı şey mi?

    Aynı şey değil ama şöyle benzerlikleri var: 1870’lerden 1922’ye kadar neredeyse “herkesin herkesi öldürebileceği” total bir güvenliksizlik ortamı var. Bu güvenliksizlik ortamında milyonlarca insan ölüyor, öldürülüyor, toprağından sürülüyor. Böyle bir ortamda Müslümanlar kendi aralarında belli bir mutabakata vararak Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimlere etnik temizlik yapıyor. Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra da mübadeleyle Rumlar ülkeden atılıyor. Müslümanlık Sözleşmesi’nin birinci şartı, bu ülkede güvenli ve imtiyazlı yaşayabilmek için Müslüman olmaksa, ikinci şartı da gayrimüslimlere yapılanlar hakkında doğruyu söylememek, onlarla duygudaşlık kurmamak, onlar lehine siyaset yapmamaktır. Bu iki temel maddeye riayet edenler, reel ve potansiyel imtiyazlardan yararlanabilir. Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığı hem Ermeni soykırımını anlamak hem de ondan sonraki yüzyıllık sessizliği anlamak için önemli. Çünkü Ermeni soykırımı sadece devletin yukarıdan dayattığı değil, toplumun önemli bir bölümünün aktif veya pasif olarak katıldığı bir etnik temizliktir. Dolayısıyla soykırım sonrası sessizlik, ilgisizlik ve inkârı anlamak için sadece devletin resmî ideolojisine veya kurumlarına bakmak yetmez. Öte yandan Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığını esas olarak Kurtuluş Savaşı’nda anlıyoruz. Çünkü bu aynı zamanda bir devletsizlik dönemidir. Osmanlı devletinin çöktüğü, artık Müslümanları koruyamadığı ve Anadolu’da Ermeni ve Yunan devletlerinin kurulma ihtimalinin olduğu bu dönemde, Müslümanlar kendilerini korumak için yerel kongreler toplamaya başlıyor. Mustafa Kemal de çeşitli sözler, tavizler vererek, pazarlıklar yaparak bu yerel kongreleri ulusal, daha doğrusu milli bir kongre etrafında birleştiriyor. Bunun üzerinden de Millet Meclisi’ni kuruyor. Kurtuluş Savaşı’nın temel sloganı İslamdır, Müslüman kardeşliğidir. Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığı ve müzakereciliği sayesinde, ortak irade gösterebilen bir Müslüman milleti ortaya çıkıyor. O Müslüman milletinin temsilcileri de yeni bir devlet kuruyorlar. 1921 Anayasası’nda bu nitelik açıkça görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve hâlâ ve hâlâ sahip olduğu büyük meşruiyeti anlamak için hem Kurtuluş Savaşı öncesinde milyonlarca Müslümanın yaşadığı ortak duygulara hem de Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığına bakmak lazım.

    Müslümanların ortak duygusu ne?

    Tarihsel olarak oluşmuş korku, güvenlik ihtiyacı ve gayrimüslimlere yönelik giderek yoğunlaşmış bir nefret ve hınç.

    MUSTAFA KEMAL MÜSLÜMANLIK SÖZLEŞMESİNİ KALDIRMADI, DARALTTI

    Müslümanlık Sözleşmesi’nde Kürtlerin yeri nedir?

    Bu, adından da anlaşılacağı gibi din etrafında örülmüş, etnisiteler üstü bir sözleşme. Müslümanlık Sözleşmesi’nden İslamcılığı anlamamalıyız, çünkü amaç bir İslam devleti kurmak değil. Osmanlı’nın hızla küçüldüğü ve Hristiyan güçlerin Osmanlı aleyhine büyüdüğü son yüzyılında Balkanlar ve Kafkaslardan milyonlarca Müslüman Anadolu’ya akıyor. Birçoğu da katliamlarda veya göç yollarında ölüyor. Bunun hafızası bugün bile çok önemlidir. Nitekim göçmen Müslümanlarda Türk milliyetçiliğinin çok güçlü olduğunu görürsünüz. Çünkü bunlar artık son vatanlarına gelmişlerdi. Anadolu da gitseydi ellerinden, başka gidecekleri yer olmayacaktı. Benzer bir korkuyu Anadolu’daki yerli halklar içinde en fazla Kürtler yaşadı. Çünkü 1870’lerden sonra, bulundukları toprakların Ermenistan olması ihtimali vardı. Bu korkuları anlamak, sonraki Müslümanlık Sözleşmesi’nin, Kurtuluş Savaşı’nın, yeni kurulan Türkiye devletinin başarısını anlamak için çok önemli.

    Müslümanlık Sözleşmesi üzerinden bir devlet kurulmuşken neden daha sonra bir de Türklük Sözleşmesi’ne ihtiyaç duyuluyor?

    1924 Anayasası’na Türklük giriyor. Mustafa Kemal ve çevresinin ayakları Lozan Anlaşması’ndan sonra yere daha sağlam basıyor ama Müslümanlık Sözleşmesi’ni kaldırmıyor, onu daraltıyorlar. Bu ülkede güvenli ve imtiyazlı yaşamak için sadece Müslüman olmak yetmez, aynı zamanda Türk de olmak gerekiyor. Bu, Türklük Sözleşmesi’nin ilk maddesidir. Müslümanlara, “Türklük kapısı hepinize açık ve hepinizin Türk olmasını bekliyoruz” deniyor. İkinci madde, Müslümanlık Sözleşmesi’nden aynen devralınıyor: Yani gayrimüslimlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kurmak, lehlerine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır. Üçüncü madde ise, özellikle 1925 Şeyh Said İsyanı’yla birlikte Türkleşmeye direnen Müslümanlara, özellikle de Kürtlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlar lehine siyaset yapmak, haklarında devletten bağımsız bilimsel araştırma yapmak tümüyle yasaktır. Bu sözleşme 1924’ten itibaren yürürlüğe giriyor. Müslümanlık Sözleşmesi’nin içinden doğan bu Türklük Sözleşmesi, bence Türkiye’nin yazılı olmayan ama esas anayasasıdır.

    Bu sözleşme yazılı bir metin değil ama nasıl tesis edilip uygulamaya konuyor?

    Müslümanlık Sözleşmesi yazılı değil ama illa yazılı kaynak isteniyorsa, örneğin Sivas ve Erzurum Kongresi’nin beyannamelerine veya 1921 Anayasası’na bakılabilir. Türklük Sözleşmesi, ilk başta devletin ailenin içine kadar girmesiyle birlikte baba ve annenin, sonra da okul, cami ve ordunun verdiği eğitimle öğretilir. Öte yandan insanlar zaten iktidar sisteminin ne istediğini ve iktidar hiyerarşisini hemen sezer ve toplumsallaşma içinde de bunu içselleştirirler. Siyasette, ekonomide, akademide, yargıda bir yere gelmek için belli bir eylem, düşünce ve duygu hattını takip etmesi gerektiğini kişiler bilir ve bu, kişinin karakteri haline gelir. Yani bu yapay değildir, aksi halde toplum büyük bir tiyatroya benzerdi.

    KÜRTLERİN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜ TÜMÜYLE TÜRKLEŞTİ

    Peki Kürtler neden bu sözleşmeye uymadı?

    Uymadı diyemeyiz. Kürtlerin önemli bir bölümü tümüyle Türkleşti ve çocuklarını Türk olarak yetiştirdi. Fakat önemli bir bölümü de Türklük Sözleşmesi’ne uymadı, uyamadı. Çünkü bu sözleşmeye dahil olmak için de belli “kabiliyetler” gerekiyor. Sadece Türk gibi düşünmek yetmez, aynı zamanda bunu ifade edebileceğin belli kültürel araçlarının olması lazım. Mesela aksansız Türkçe konuşmak gibi… Kürtlerin önemli bir kısmı ise bilinçli olarak Türklük Sözleşmesi’ne direndi. Bunun altında Kürt milliyetçiliğinin 1920’lerden itibaren güçlü bir biçimde ortaya çıkmasının, Kürtlerin otokton bir halk olmasının, yaşadıkları coğrafyanın ve Kürdistan’ın bölünmüşlüğünün de olumlu etkileri var.

    Kürdistan’ın bölünmüşlüğünün Türklük Sözleşmesi’ne dahil olmamaya ne tür olumlu etkileri var?

    Kürdistan’ın bölünmüşlüğü Kürtler açısından büyük bir engel ama bir yandan da o bölünmüşlük bir ülkedeki zorluğun başka bir ülkede telafi edilmesini sağlıyor.

    İran’da Farslık veya Irak’ta Araplık sözleşmeleri yok mu? Bu milliyetçi sözleşme Türklere mi özgü?

    Elbette Türklere özgü değil. Ben zaten Türklük Sözleşmesi kavramsallaştırmasına feminist çalışmalara önemli etkisi olan Carole Pateman’ın Cinsel Sözleşme ve beyazlık çalışmalarına büyük katkı yapmış olan Charles Mills’in Irksal Sözleşme kitapları üzerinden vardım. Dolayısıyla sözleşme metaforu potansiyel olarak her ülkenin tarihine uyarlanabilir. Ama uyarlanmayabilir de. Sözleşmenin kullanışlı bir kavramsal araç olup olmadığını anlamak için o spesifik ülkenin tarihine bakmak gerekir. Türklük Sözleşmesi’ndeki Türklükten kastım da Türklüğün belli bir etnik özelliği değil, belli bir iktidar yapısı ve hiyerarşisinin güçlü olan grupta yarattığı psikolojik özellikler, maddi olanak ve imtiyazlar.

    SAYISIZ TÜRK, TÜRKLÜKTEN ÇIKARAK KÜRTLERE DESTEK VERDİ

    Bu imtiyazları, dolayısıyla Türklük Sözleşmesini reddeden Türklerin, sözleşmenin dışında bırakılmış olan gruplarla birlikte hareket etmesi mümkün değil mi?

    Türklük değişen bir şey ve bu değişim de 1960’lardan itibaren en fazla sosyalist, Marksist, seküler Türklerde gerçekleşti. Bu yıllardan itibaren halka halka yayılan bir değişim var. Sayısız Türk, kendilerinin dönüşmesine izin vererek, belli anlamlarda Türklükten çıkarak, belli imtiyazlardan kopmayı göze alarak Kürtlere destek verdi. Bazısı onlarca yıl hapis yattı, bazıları sakat kaldı, öldürüldü, işsiz ve yoksul hayatlar yaşadı. Bütün bu tabloya baktığınız zaman HDP’ye bir Türk’ün başkan olamayacağını söylemek, kişinin Türklüğü doğuştan getirdiğini düşündüğünüz anlamına gelir. Oysa başta da söyledim, Türklük sonradan edinilir, doğuştan değil. Bir HDP’liye “sen Türklüğünden kopamamışsın, bir Türk milliyetçisi gibi tepki verebiliyorsun, gerçek bir sosyalist değilsin, Kürtleri hor görüyorsun, o yüzden başkan adayı olamazsın” denilebilir. Fakat Hasip Kaplan’ın söz konusu ifadeyi bu çerçevede kullanmadığı anlaşılıyor. Ama başta da söylediğim gibi bence Kaplan’ın yaptığı ırkçılık değildir.

    Kitaptan devam edelim. Şöyle diyorsunuz: “Ermenilik ve Kürtlük sürekli aşağılanırken ve aşağılama hiçbir cezayla karşılaşmazken, Türklüğü aşağılamak her zaman en büyük suçlardan biri olmuş ve asla cezasız bırakılmamıştır.”

    Kamusal ortamda Türklüğü aşağılamanın büyük bedeli vardır. Dayak yiyebilir, hapse atılabilir, işinizi kaybedebilir ve hatta öldürülebilirsiniz. O yüzden her aklına gelen ırkçılık yapamaz. Fakat Kürtlüğü ve Ermeniliği aşağılamanın hiçbir bedeli yoktur. Dolayısıyla ırkçılığın iktidarla birlikte geldiğini gösteren bir örnek de budur. Ayrıca dikkat edin, Kürtlerde, Ermenilerde veya Amerika’da Siyahlarda Hasip Kaplan’a atfedilen türden bir ırkçılığı, onun ırkçılık olduğunu kabul etsek bile, çok nadir görürsünüz. İstisnaidir.

    İNSANLARI AŞAĞILAYARAK EĞİTİLMEMİŞ KİŞİLERİN IRKÇI OLMASI ZOR

    Neden?

    Bir kere yasaktır ve bedeli vardır. İkincisi de ırkçı olmak kolay bir şey değil. Çünkü ırkçı olmak, iktidar yapısı içinde sosyalleşmekle, o iktidarı içselleştirmekle; iktidar tarafından kirletilmekle, iktidarın kişinin içindeki potansiyel kötülüğü dışarıya çıkartılmasıyla ve bu kötülüğü cezasız bırakmasıyla mümkün oluyor. İktidarsız insan ise iktidarın getirdiği ırkçılık kirlenmesine maruz kalmıyor. İnsanları aşağılayarak, kötüleyerek, kendini sürekli üstün görerek eğitilmemiş, sosyalleşmemiş kişilerin ırkçı olması çok zor. İktidar nasıl kirletiyorsa, iktidarsızlık da o kadar “temiz” tutuyor. Sosyalizm, insanları iktidarsız bir biçimde güçlendirmeyi hedeflerken, tam da bunu amaçlıyor aslında.

    Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalan ezilenler, buna karşı nasıl bir dönüşüm yaşıyor?

    Türklük Sözleşmesi dışında olan gayrimüslimler veya Kürtler, sözleşmenin her zaman bilincindeler. Ama Türkler çoğunlukla bunun bilincinde değiller. Sözleşmeye direnmediğiniz zaman, varlığını da hissetmezsiniz. Türklüğün getirdiği önemli bir imtiyaz, Türk olmayanlarla ilgili bilgilenmeme, duygulanmama gücüdür. Haklarında hiçbir şey bilmeden, duygulanmadan bütün hayatınızı başarılı ve mutlu bir şekilde sürdürebilir ve benlik değerinizle, yani öz-imajınızla ilgili şüpheye düşmeyebilirsiniz. Çünkü bu bilgisizlik ve duygusuzluğun bir bedeli yoktur, hatta faydası vardır. Fakat Kürtler ve Ermeniler, Türklerin ne hissedeceğini, nerede nasıl davranacağını bilmek ve hassasiyetlerini sürekli gözetmek zorundadır. Çünkü bu hayatta veya ayakta kalma, öldürülmeme, dayak yememe, işten atılmama, evine ekmek götürebilme meselesidir.

    KÜRTLER VE ERMENİLER HER GÜN TÜRKLÜĞE GİRİŞ-ÇIKIŞ YAPIYOR

    O yüzden bazı Kürtler çocuklarına Kürtçeden önce Türkçe öğretiyor?

    Elbette. Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi, Kürt anneler çocuklarını sokağa gönderirken hep “aman şunu yapma, şunu deme” diye uyarırlar. Kitapta da aktardığım gibi, bir Rum diyor ki, “lokantada önüme soğuk çorba gelirse asla geri göndermem, gereksiz hiçbir sorun çıkarmam”. Ayrıca kişinin kendisini gizlemesine korku duygusu kadar utanç duygusu da yol açabilir. Örneğin bir Kürt, dolmuşta, aksanlı Türkçesinden utandığı için “inecek var” diyemeyip inmek için başkasının inmesini bekliyor… Bu tür tekil örneklerin arkasında yatan yüzlerce yıllık tarihselliği ve kurumsallığı görmek gerekir. Kürtler ve Ermeniler, Türklüğün hakim olduğu kamusal ortamlara girdiklerinde kimliklerini mümkün mertebe gizlemeye çalışıyorlar. Ermeni, hacını kıyafetinin içine sokuyor. Kürt, konuştuğunda Kürt olduğunun anlaşılacağını bildiği için belli yerlerde hiç konuşmuyor veya Türk gibi konuşuyor. Fakat özel alana dönülünce haçlar dışarı çıkıyor, kıyafetler değişiyor, Kürtçe geri dönüyor, düşünceler, duygular ortaya çıkıyor. Her gün Türklüğe, sözleşmeye giriş-çıkış yapıyorlar. Bu, her gün gündelik hayatta karşılaştığımız milyonlarca insanın yaptığı bir şey. Fakat Türklük Sözleşmesi içinde olan Türkler bunu çoğu zaman fark etmez bile.

    Bu ülkede Kürtlerin cumhurbaşkanı bile olduğu sıklıkla ifade edilir…

    Bu, Türkçülüğün yapısal niteliğini bulandıran, dolayısıyla bunu sürdürme amaçlı bir Türklük söylemidir. Bir Kürt, Kürtlüğünü koruduğu, kendini sevdirmeye veya beğendirmeye çalışmadığı sürece kapıcı dahi olamaz. Ama Kürtlüğünüzden vazgeçtiğiniz zaman her yere gelebilirsiniz. Türklük Sözleşmesi bu konuda samimidir.

    Sol hareketler yıllarca Türk ve Kürt işçi sınıflarının birleşememesinden yakındı. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

    Türk işçi sınıfı, Kürt işçi sınıfına kıyasla, reel anlamda maddi olarak daha avantajlıdır ve potansiyel olarak da çocuklarının geleceği için daha umutlu olabilir. Ama aynı zamanda psikolojik olarak da daha imtiyazlı. Çünkü kendisini üstün hissediyor, gururlanıyor. Bu, özellikle yoksullar için azımsanacak bir şey değil. O yüzden Türk bayrağını “Audi” veya “Mercedes”lerde değil, hep “Şahin”lerde, “Doğan”larda görüyoruz. Türklük, maddi yoksulluğu telafi edici bir duygusal haz veriyor. Elbette Türk ve Kürt veya Siyah ile Beyaz işçi sınıfları illa ayrışmak zorunda değildi. Bu ayrışma için egemenler, hakim gruplar büyük çaba sarfettiler. Irkçılığın, Türkçülüğün bir fonksiyonu da budur. Kapitalizm, dünyanın her yerinde, doğuşundan bugüne kadar etnik ve ırksal bölünmeleri hep teşvik etti ve bunlardan hep faydalandı. Örneğin 1960’lı, 70’li yıllarda Türk ve Kürt işçi sınıfları bu noktada değildi. Trabzon’da, Erzurum’da, Konya’da bile sol hareketler çok sayıda insan devşiriyorlardı. Fakat devlet, burjuvazi ve Türk sağı bunu değiştirmek, sendikal solu, sosyalist hareketleri, gençlik hareketlerini ezmek için ellerinden geleni yaptılar. Anti-komünizmi hep daha da fazla yaymaya çalıştılar. Bunlar yetmeyince darbeler yaptılar. Asıl öldürücü darbeyi de 1980’den sonra vurdular. 1980’lerden sonra solun şiddetle bastırılmasına toplumu, ekonomiyi ve siyaseti daha da sağcılaştıran neo-liberalizm eşlik etti.

    TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ KEMALİZMİ, İSLAMCILIĞI VE HATTA SOSYALİZMİ ŞEKİLLENDİRDİ

    Kitabınızın önemli bir bölümüne neden “evrenselci” entelektüellere dair eleştirileriniz yansıyor?

    Bir kere bu çalışma bir tarafıyla “Türklerin en iyilerine” yöneltilmiş bir eleştiri ve bir analizdir. Evrenselcilerden kastım etnisiteler-üstü bir yoldaşlık, dayanışma, eşitlik, insanlık arayışı içinde olanlar. Örneğin sosyalizmden sınıfsal, etnik, cinsel, ırksal, hatta türsel bütün hiyerarşileri yıkmayı amaçlayan total bir eşitlik ideolojisini anlıyoruz. Benim eleştirdiğim bu evrenselciliğin kendisi değil, bu evrenselciliği bir kaçış mekanizması olarak kullananlardır. Evrenselciliğin jargonunu, fikir dünyasının bazı kavramlarını alıp örneğin Kürtleri feodal, gerici, sınıf siyaseti değil kimlik siyaseti yapmakla yaftalayanları; karşısındakinin Kürtlüğünü veya Ermeniliğini görmeye yönelik müthiş bir radar geliştirirken kendi Türklüğünü görünmez kılıp somut evrenselciliğin gerektirdiği mücadeleden, onun bedellerinden kaçanları eleştiriyorum. Buna, kendince bir evrenselciliği olan İslamcılık da dâhil. Kürt meselesinde risk almış bir Türk İslamcı bulmak neredeyse imkânsızdır. Kürtler ve Ermeniler için risk almış Türklerin ezici çoğunluğunun sosyalistlerin arasından çıktığı bir gerçek ama bir sürü sol hareketin, solcunun, hep sosyalist jargonu kullanarak Kürt ve Ermeni meselesinin çevresinden dolaştığı, ayrıca bu meseleleri analiz edemediği için Türkiye’yi analiz edemediği de bir gerçek. Ermeni ve Kürt meselesini doğru analiz edemeyen sosyalist hareketlerin başarılı olma şansı da bence çok zayıf.

    AKP-MHP ittifakına baktığımızda, Müslümanlık ve Türklük sözleşmelerinin yeni ittifakından söz edebilir miyiz?

    AKP’yi eleştiren bazı insanlar hâlâ “derin devlet AKP’yi ele geçirdi”, “AKP ulusalcı oldu”, “AKP Kemalist oldu” diyebiliyor. Oysa Müslümanlık Sözleşmesi’nin ideolojiler üstü olduğunu görmek lazım. Müslümanlık Sözleşmesi ve sonradan gelen Türklük Sözleşmesi sadece Kemalizmi değil, İslamcılığı, Türk milliyetçiliğini ve hatta sosyalizmi de şekillendirdi. Dolayısıyla Kemalizm eleştirisiyle anlayamayacağımız büyük bir tablo var karşımızda. İslamcılar Kemalistleştiği için otoriterleşmiş değiller, zaten otoriterdiler. Artık Kemalizm eleştirisinin ötesine geçen bir düşünsel paradigmaya ihtiyaç var. Kemalizmin ötesine geçen bir eleştiri yapıldığı zaman hem düşünce hayatı zenginleşebilir, hem de şu an içinde yaşadığımız cehenneme bir daha düşmemenin yolları bulunabilir. Bu toplum, bu ulus, bu devlet Müslümanlık ve Türklük Sözleşmeleri üzerinden oluştu ve Kemalizm bunun sadece bir parçası.

    TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ 2015’TEN İTİBAREN TEKRAR KATILAŞTIRILDI

    Kitabınızın son bölümünde “Türklük krizini” analiz ediyorsunuz. Nedir Türklük krizi?

    Türklerin görmeme, duymama, ilgilenmeme, duygulanmama güçleri, ilk önce Kürtler ve sonra da Ermeniler tarafından ellerinden alındı. Yani daha önce güçleri sayesinde görmediklerini, duymadıklarını, bilmediklerini, güçlerini kaybettikleri ölçüde görmeye, duymaya ve bilmeye başladılar. Bu ilk etapta, 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nde başladı, 1970’lerde radikal sol hareketlerde devam etti. 1980 ve 90’larda ilk etapta şiddetle ama esas olarak sivil siyasetle, küreselleşmeyle, özel televizyonların yayına başlamasıyla, Ermeniler açısından Hrant Dink’in ortaya çıkmasıyla, Kürt siyasal hareketinin güçlenmesiyle bütün topluma yayıldı. Ayrıca 2000’li yıllarda da AKP’nin Kemalist devleti yıkma amacıyla başlattığı belli açılımlar AKP’nin beklemediği ve istemediği bazı sonuçlara yol açtı. Kürt, Ermeni açılımları, bu meselelerin TV’lerde sabahlara kadar konuşulması, akademik çalışmalardaki patlama, Kürt hareketinin güçlenmesi, Agos gazetesinin yayınları, Türklerin görmediklerini görmeye, duymadıklarını duymaya başlamasını sağladı. Bu bazı Türklerde reaksiyona sebep oldu, ulusalcılık büyüdü. Bazı gruplar içlerine kapandı, güçsüzleştiklerini hissedip örneğin sosyal medya hesaplarına T.C. ibareleri koymaya başladılar. Fakat çoğunluğu solcu ve sekülerlerden oluşan belli bir grup Türk de dönüşmeye başladı. 2000’lerin başındaki ulusalcılığa karşı 2013’te Gezi gibi sol, sivil, dayanışmacı, yatay, esnek bir siyaset bu koşullarda ortaya çıktı. HDP de kısmen bu dalga üzerinden yükseldi ve daha da yükselecekti. HDP bence yüzde 13’le kalmayıp birkaç yıl içinde yüzde 20’lere yükselecekti. Bu yükseliş sadece AKP ve MHP’yi değil, CHP’yi de yerinden edecekti. Büyük bir meydan okuma söz konusuydu ve AKP ile MHP savaş siyasetiyle bunun önüne geçti ve Türklük Sözleşmesi tekrar katılaştırıldı.

    Türklük Sözleşmesi’nin katılaştırılma dönemlerindeki uygulamalar neler?

    Sözleşmenin katılaştırılması tamamen cezasızlık dönemidir. 1915’te, 25’te, 38’de, 2015’te, yani sözleşmeye direnenlerin cezalandırıldığı anlar Türkler ve Müslümanlar için cezasızlık anlarıdır. Barış İçin Akademisyenler’in ortaya çıkışı tam da böyle bir döneme denk geldi. Gazetecilerin TOMA’ların içinden habercilik yaptığı, CHP’nin, yargının, herkesin sustuğu bir ortamda binlerce akademisyen ortaya çıkıp devleti tüm dünyanın önünde ağır ifadelerle eleştirip Barış Bildisi’ni açıkladı. Akademisyenler, sözleşmenin tekrar katılaştırıldığı tarihsel bir anda, sözleşmeye uymadıkları için bu kadar ağır cezalandırıldı.

    TÜRKLÜĞÜN DIŞINA TÜMÜYLE ÇIKMIŞ TEK İNSAN OLARAK İSMAİL BEŞİKÇİ’Yİ GÖRDÜM

    Siz metne imza atarken böyle bir cezalandırmayla karşılaşacağınızı tahmin etmiş miydiniz?

    Bu kadar ağır olacağını tahmin etmiyordum ama büyük bir tepki geleceğini öngörmüştüm. Çünkü o tepki sadece Erdoğan’ın açıklamasıyla oluşmadı, tarihsel bir sebebi vardı. Daha güncel bir başka sebebi de AKP’nin entelektüel meşruiyetini tamamen yitirmiş olmasıdır. AKP’ye en ufak destek veren bir entelektüel, saygınlığını anında yitiriyor ve bu nedenle AKP açısından da işlevselliğini kaybediyor. Sonuç olarak AKP’yi destekleyen aydınlar sadece AKP’yi destekleyen kesimlere hitap edebiliyor. O yüzden akademisyenlerin, entelektüellerin çıkıp Barış Bildirisi’ni açıklaması AKP tarafından ciddi bir tehdit olarak algılandı.

    Neden?

    Çünkü onlara karşı entelektüel olarak mücadele edemezdi. O entelektüel araçlardan ve saygınlıktan yoksundu. Bu nedenle tehdit etti, hakaret etti, işten attı, hapse attı.

    Kitabın bir bölümünü İsmail Beşikçi’ye ayırmışsınız…

    Beşikçi, Türklüğü ve Türklük Sözleşmesi’ni analiz etmek için çok iyi ama tersten bir örnek. Çevremde, tarif ettiğim şekliyle Türklüğün tümüyle dışına çıkmış tek insan olarak İsmail Beşikçi’yi gördüm. Bunun bu kadar istisnai olması, Türklüğün dışına çıkmanın ne kadar zor olduğunu da gösteriyor. Çünkü Türklüğü ortaya çıkaran belli bir yapısallık, tarihsellik, toplumsallık. Bu yapısallık, tarihsellik, toplumsallık değiştikçe Türklük de değişecektir. Nitekim değişiyor. BAK’çılar bu değişimin bir parçasıdır. 1960’lı yıllarda İsmail Beşikçi akademide kelimenin gerçek anlamıyla tek kişiydi. Bugün bildiriyi imzalayan veya çeşitli sebeplerle imzalamayan ama benzer düşünen binlerce akademisyen var. Bir kişiden binlerce kişiye, bu değişim ve dönüşüm sayesinde gelinebildi. Bunun değerinin ve öneminin bilinmesi lazım.

  84. PKK’nin elindeki MİT yöneticileri ne anlattı?

    AMED DİCLE ANF Cuma, 5 Oca 2018, 10:26

    PKK’nin geçtiğimiz yıl Ağustos ayında Güney Kürdistan’ın Dukan barajı yakınlarında yakaladığı iki üst düzey MİT yöneticileri hakkında yeni bilgi ve belgeler ortaya çıktı. KCK, söz konusu kişilere ilişkin 2 Ocak tarihinde detaylı bir açıklamada bulundu. Önümüzdeki günlerde farklı bilgi ve belgelerin de açıklanması bekleniyor.

    Öncelikle olayın nasıl olduğuna tekrar bir bakalım ve MİT yöneticilerinin neler anlatmış olabileceğini irdeleyelim.

    MİT yöneticilerinin yakalandığı operasyon, 2017 Ağustos ayı başlarında oldu. Bu kişilerin üzerindeki pasaportlarda 3 Ağustos 2017 günü Süleymaniye Havaalanı’na indikleri anlaşılıyor.

    Yakalanan MİT yöneticilerinden biri Erhan Pekçetin, diğer ise Aydın Günel. KCK’nin açıklamasında yer alan bilgilere göre, Pekçetin, ’MİT’in en stratejik dairesi olan ‘Yurtiçi etnik bölücü faaliyetler Başkanı.’

    Aydın Günel ise içeride ve dışarıda MİT İnsan Kaynakları Yöneticisi.

    Yani; MİT’in ilgili tüm bilgi ve şebekelerini bilen kişiler.

    Bu kişilerin Süleymaniye’ye gitme amacı PKK üst yönetimine suikast veya başka türlü bir operasyon gerçekleştirmektir.

    Olay, Ağustos ayı başında oluyor ama hazırlıkları 5 ay sürüyor. MİT, bölgedeki yerel birimi aracılığıyla PKK yönetimine operasyon hazırlığı yaptığını düşünüyor. PKK yönetimi ise karşı istihbarat faaliyeti ile MİT’i bölgeye çekiyor. MİT’in yerel birimi ‘artık tamamdır, başlayabiliriz’ dedikten sonra, Günel ve Pekçetin isimli MİT yöneticileri ‘operasyonu’ doğrudan yönetmek için Ankara’dan Süleymaniye’ye gidiyorlar. Süleymaniye’den ise Dukan’a geçiyorlar. Çünkü Dukan, Kandil’e yakın bir bölge. Ve gider gitmez HPG özel kuvvetler birimleri tarafından yakalanıyorlar.

    Yakalandıkları operasyonun görüntüleri de olduğu belirtiliyor. Ancak henüz yayımlanmadı.

    Özetle; sanıldığının aksine, bu MİT yöneticileri, operasyona giderken işler tersinden gidip yakalanmıyorlar. Planlı bir karşı operasyonla yakalanıyorlar. Gelişmelerden ve açıklamalardan anlaşılan durum budur.

    Peki bu operasyondan sonra ne oldu?

    Bu operasyonda tabi ki sadece iki MİT yöneticisi değil, yerel birlikleri tümüyle yakalanıyor.

    Bunların yakalanmasından sonra ne PKK tarafından, ne de Ankara tarafından herhangi bir açıklama yapılmadı. Ankara, önce YNK üzeri PKK’ye mesaj göndererek bu kişilerin bırakılmasını istedi. PKK bırakmadı ve soruşturmanın devam ettiğini iletti. YNK’nin ısrarlı girişimleri sonuç vermedi. Bunun üzerine Ankara, YNK temsilcisi Behroz Gelali’yi sınır dışı etti. YNK, bu ‘sınır dışı’ olayının yakalanan MİT yöneticileriyle ilgili olduğunu açıkladı ve kamuoyu olayı öğrenmiş oldu.

    YNK üzeri sonuç alamayan Ankara yönetimi, üç farklı uluslararası güçten yardım istedi. Hakan Fidan’ın üç büyük devletin başkentine yaptığı ziyaretler de bununla bağlantılı. Bu devletlerin PKK nezdinde girişimleri de sonuç vermedi. Sonuç olarak Ankara, bu kişilerin üçüncü bir güce verilmesini istedi, ancak bu da gerçekleşmedi.

    Bugünlerde yapılan açıklamalardan da anlaşılıyor ki, bu kişilerin verdikleri bilgiler çok önemli ve MİT’in PKK karşıtı tüm faaliyetlerini deşifre edecek nitelikte.

    Şöyle;

    Bu kişiler ve Güney Kürdistan’da bağlantıda oldukları bütün MİT birim ve elemanları deşifre oluyor ve çoğu yakalanıyor. Yani PKK’nin yakaladığı MİT üyesinin sayısı bir, iki, üç değil, çok daha fazladır. Güney Kürdistan’daki PKK karşıtı MİT faaliyetleri çöküyor.

    Yine geçtiğimiz yıl Cizre’de yakalanan (bunların kimlikleri açıklanmadı) MİT’in 2 bölge sorumlusu ile Dukan’da yakalanan MİT’çilerin verdikleri bilgiler karşılaştırılıp netleştiriliyor. KCK açıklamasında, bu çalışmaların 5 ay sürdüğü ve onun için geç açıklandığı belirtiliyor.

    Özetle; bu kişiler, MİT’in Güney, Rojava, Kuzey ve Avrupa’daki faaliyetlerine ilişkin çok detaylı bilgiler vermişler. Bu bilgiler kayıt altına alınmış. PKK yönetimi, bu bilgiler ışığında karşı operasyonlar başlatarak son 5 ay içerisinde çok sayıda operasyon gerçekleştirmiş ve bir aşamadan sonra konuyu kamuoyuna açıklamış.

    Artık bu operasyonların ne kadarı açıklanır, ne kadarı açıklanmaz bilemiyoruz.

    Fakat MİT’e karşı yapılan bu operasyonun en önemli tarafı Paris katliamı.

    9 Ocak 2013’te Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez Paris’te katledildiler. Tetikçinin MİT’e çalıştığı belgelendi. Kürtlerin bu katliamın Ankara tarafından planlandığından şüphesi yoktu. Ancak MİT yöneticilerinin verdikleri detaylar katliamı tüm yönleriyle açığa çıkarmış bulunuyor.

    Hatırlanacağı üzere 2014 tarihinde MİT’in Paris katliamına ilişkin bir belgesi ve ses kaydı yayımlandı. Bu belgede (ilgili haber altta) 4 MİT yöneticisinin imzası bulunuyor. Bunlardan biri ise S. Asal. İşte PKK’nin yakaladığı MİT yöneticilerinin verdiği bilgilere göre, bu S. Asal’ın asıl adı Sebahattin Asal. Bu kişi Muhammed Dervişoğlu ile İmralı ve PKK ile yapılan görüşmelerde yer almış bir devlet ‘yetkilisi.’

    İmralı görüşmelerinde hep ‘yetkili’ kişi olarak yer alan Sebahattin Asal. Kimi görüşmelerde kendini karşı tarafa ‘Ozan’ olarak tanıtan kişi…

    Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez, ‘Barış sürecini sekteye uğratmak isteyenler’ tarafından değil, bu sürecin Ankara’daki muhatapları tarafından katledildiler.

    ‘Barış süreci’ denilen süreç zaten bir operasyondu. Görüşerek tasfiye etme operasyonu. Ve bu sürecin bir tarafından görüşmeler, diğer tarafında ise saldırılar vardı. Yani; İmralı ve Oslo’ya giden heyetler, aynı zamanda Paris ve Kandil’de cinayet planı yapıyorlardı.

  85. Mobese: Allah’tan daha iyi görür!

    http://4.bp.blogspot.com/_XvsdhLTBTYw/SVprZOpf2uI/AAAAAAAAA5A/tXVjj-WeFz8/s1600-h/mobese+copy.jpg

    “De ki: Şüphesizdir ki O, kullarından haberdardır; onları hakkıyla görür.”

    Hususi Emniyet El Kitabı
    Mobese Suresi, Ayet 17

    http://3.bp.blogspot.com/_XvsdhLTBTYw/SVpJnbTdliI/AAAAAAAAA34/vkvtVrOzR38/s1600-h/basir+copy.jpg

  86. Örgütlenin!

    Anarşistlere uyarak sizi başarısız girişimlerde harcayacak yanlış liderlerin peşinde örGÜtLENmeyin!

    İktidarı devirebilecek devrimci liderlerle birlikte örgütLENİN!

  87. Kavim isimleri kaygandır, yakaladım sanırsın kaçar

    1129 senesinde yazmış bir Ermeni vakanüvisinin eserinde “1064 senesinde Taçikler Տաճիկք Urfa’ya akın etti” diye bir ifade görürsen ne sonuç çıkarırsın?
    Bilgi no. 1: Pehlevice Taçik, Yeni Farsça Tacîk/Tazî, İranlıların Araplara ve özellikle Bedevi Araplara verdiği isimdir. Nitekim en erken Türkçe metinlerde de Tazik ve Tazî “Arap” demektir. Mesela 14. yy’a ait Orta Asya kaynaklı Kuran mealinde “Muhammad yalavaç tazi tili aytır erti” diye bir ibareye rastlarsan “M. peygamber Arapça konuşurdu” diye tercüme edebilirsin.
    Bilgi no. 2: Modern devirde Tacik, “Türkistan’ın şehir ve kasabalarında yaşayan ve çoğu İrani asıllı olmadığı halde Farsça konuşan Müslüman halka verilen ad”dır. Stalin zamanında başka unsurlarla harman edilip ayrı bir ulus olarak tanımlanmışlardır. Bu Tacikler 1080 yılında Urfa’ya saldırmış olabilir mi? Zor.
    Bilgi no. 3: Ermeniler en az 11. yy’dan beri Türklere Taçik (modern Batı Ermenice telaffuzu Dacig) adını verirler.
    Urfa’yı yağmalayanlar (muhtemelen) bu üçüncüsü.
    O Tacik ile bu Tacik arasında ilişki var mı? Bir bakıma var. Farsça Taçik/Tazik adı önce “Arap” demek iken 7. yy’dan sonra “Arap dinine mensup kişi, Müslüman” anlamını kazanmış. Anlaşılan 11.-12. yy’larda Müslüman olan ve Acem kültürünü benimseyen Asya Türklerine de bu etiket uygun görülmüş. Daha derine inersen muhtemelen enteresan şeyler keşfedersin, geçenlerde “Türkler nece konuşurdu” yazısında konu ettiğim mevzular. Ama şimdi bu kadarla yetinelim.
    *
    Roma biliyorsunuz İtalya’da bir kent. MÖ 700 küsurda kurulmuş, dili Latince imiş, Milattan hemen önceki yüzyıllarda dünyaya egemen bir imparatorluk olmuş. İmparatorluğun son kalıntısı Doğu Akdeniz havzasında 1453’e dek ayakta kalmış.
    Bilgi 1: Doğu Roma imparatorluğunun Latince değil Elence konuşan halkına eski İranlılar ve Süryaniler Rom, Araplar ve onları takliden Türkler Rum adını verir.
    Bilgi 2: İran terminolojisinde Osmanlı İmparatorluğu Rum, Osmanlı Türkçesi Rumî (“Romalı”) olarak adlandırılır. “Türkî” tabiri genellikle Orta Asya Türkçesi (Çağatayca) için kullanılır.
    Bilgi 3: Osmanlı kullanımında an azından 17. yy sonlarına dek Anadolu coğrafyasına (İstanbul’dan Fırat’a kadar olan alana) Rum adı verilir. Mesela Evliya Çelebi bu coğrafyadan daima “bizim Rum diyarı” ve benzeri ifadelerle söz eder. Buna karşılık İstanbul’un batısı Rum Eli/İli’dir. Mantıksız mı? Mantıksız.
    Bilgi 4: Modern Yunanca kullanımda Yunanistan halkına Romaiós (“Romalı”) demek caiz değildir, ancak Türkiye göçmeni Elenlere bazen aşağılayıcı bir tınıyla bu sıfat yakıştırılır. Modern Türkçe kullanımda Kıbrıs Elenleri de Rum’dur, fakat Kıbrıslı Elenler bu sıfatı kabul etmez.
    Bilgi 5: Balkan Yarımadasında Latinceye benzer bir dil konuşan Ortodoks halk modern dönemde kendine Romın (“Romalı”) adını yakıştırmıştır. 1856’da kurulan ülkeye Romanya (“Romalılar Ülkesi”) adı verilir.
    Bilgi 6: İsviçre dağlarında yaşayan ve İtalyancadan farklı bir tür Latin dili konuşan köylülere komşu Almanlar Rumunç (Romanisch, yani “Romalı”) adını verir.
    Bilgi 7: Batı Avrupa Ortaçağlarında edebi “yüksek” Latince yerine bu dilin avam lehçelerini konuşan halkın diline Romantz, Romance, Romans adı verilirdi. Bu dilde ortaya çıkan ve çoğu aşk öyküleri ile kahramanlık menkıbelerinden oluşan sözlü edebiyata da, aşağılayıcı anlamda, aynı isim verildi. Daha sonra bu tür edebiyat “kültürlü” sayılan çevrelerin de ilgisini çekmeye başladığında, 16. yy’dan itibaren önce Fransızcada sonra komşu dillerde benzer tarzdaki “yüksek” edebiyat ürünleri de roman ve romans olarak adlandırıldı. 19. yy başlarında Ortaçağ halk edebiyatının aşk ve kahramanlık öyküleri yeniden moda olduğunda, bu tarza özenenleri ukelâ takımı romantik diye nitelendirdi.
    Bilgi 8: Türkiye’nin batısı ile Avrupa’da yaşayan “Çingene” halkı kendini Rom veya Romaolarak nitelendirir. Bu ismin yukarıdakilerle herhangi bir ilgisi yoktur. Bir Hint dili olan Çingenece’de “adam” demektir.
    *
    Şimdi soralım. Ksenofon’un MÖ 401 tarihinde Şırnak civarında rastladığı Kardukh’lar Kürt müdür, değil midir?

    (İpucu: Bu kelime Ksenofon’da yedi sekiz sayfa, ondan 400 yıl sonra yazan Strabon’da bir cümle olarak geçiyor. Başkaca birincil kaynak yok. Nece konuştuklarına dair bilgimiz yok. Dillerine dair elimizdeki yegane – olası – veri Strabon’un Pinaka, Satalka ve Sareisa diye aktardığı üç yer adı. Bunları da bildiğimiz bir dilde çözümleyebilmiş kimse yok.)

    (Sevan Nişanyan)

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2018/01/kavim-isimleri-kaygandr-yakaladm-sanrsn.html

  88. Diktatörlük rejimlerine ya da otoriter / totaliter iktidarlara karşı düzenlenmiş olan bazı başarısız isyan girişimleri vardır ki, (herşeyden önce baskıcı bir iktidara muhalif olmaları nedeniyle) devrimci, ilerici, özgürlükçü unsurlar taşımalarının yanı sıra karşıdevrimci, gerici, baskıcı unsurları da içermiş olabilirler. Örneğin, Bolşevik, Kemalist ve AKP rejimlerine karşı gerçekleştirmiş olan Kronstadt (orducu / militarist, anti-semitist), Şeyh Said (feodal, şeriatçı) ve 15 Temmuz (orducu / militarist, Kemalist, Gülenci) gibi. (Ya da daha uzak bir tarihten örnek vermek gerekirse Osmanlı devleti ile ona karşı ayaklanan Vehhabiler gibi.)

    Bu nedenle bu hareketler karşısında doğru bir tutum almak zor olabilir.

    Böyle durumlarda, bu hareketlerin hem sözkonusu iktidarlarca bastırılmalarına, hem de kendilerine karşı çıkmak veya daha doğrusu ve kısacası tarafsız kalmak gerektiği ileri sürülebilir.

  89. 61 Necip Karince Kaderince

    Necip, bu sitede en azılı, en hızlı, en atılgan, en cesur devrimci anarşist!
    Bakın şu Türk Dil Kurumu’nun YEDIĞI HALTA!
    http://www.tdk.gov.tr/
    karınca kaderince (zarf) = Az da olsa, elden geldiği kadar.
    “Bu, karınca kaderince, memleketime az da olsa yararlı olacağımın, olmak için çalışacağımın sevincidir.” – F. Otyam

    Necip yırtmış VALAHİ BİLLAHİ. Herif hiç bir otorite tanımıyor. TDK’ye bile zeka dolu kafasını tutmuş:
    “‘Karinca kararinca’ demek istediniz herhalde.
    Buradaki ‘karar’ kelimesi ‘yeterlilik’ anlamina gelir.”

    KEŞKE bütün aydınlarımız Necip gibi anarşist olsa!

    Necip dibi notları:

    Halt yemek: yakışıksız ve kötü bir iş yapmak.

    Türk Dil Kurumu’na göre “vallahi billahi”:
    ünlem “Allah’a ant olsun ki” anlamında kullanılan bir yemin sözü,
    “Vallahi billahi böyle giderse eşyasını toplayıp annesine gidecekti.” – H. E. Adıvar

    Türk Dil Kurumu’na göre “keşke”:
    ünlem (ke’şke) Farsça kāşki
    ünlem Dilek anlatan cümlelerin başına getirilerek “ne olurdu” anlamında özlem veya pişmanlık bildiren bir söz, bari, keşki

  90. “TDK’ye bile zeka dolu kafasını tutmuş”

    Kendime not: Ilk firsatta, memur istihdamini amaciyla kurulmus bir ‘kurum’a saygi duymadigim icin kinama yayinlanacak.

  91. Gün Bey, selam ve sevgiler
    Bahsettiğiniz iktidar hırsı aslında mikro ölçekte-Nietzsche ve Foucault’nun yazıp çizdiklerini biraz akılda tutarak-işleyen bir süreç gibi geliyor bana. Zira kapitalist sistemi ayakta tutan sadece yapılar, büyük güç odakları değil. Mevcut yasaları yürüten, kurumlar vs. hepsi ama hepsini istisnasız işler kılan milyonlarca insandan oluşan devasa bir kütle ile karşı karşıyayız. En aşağıdan yukarıya kadar hiyerarşik bir yapı var. Özellikle Doğu toplumlarında bu hiyerarşik yapı daha katı…Çatlak açılmaya daha elverişsiz, biat kültürü daha hakim…

    Küçük iktidar odaklarını parçalamadan, teşhir etmeden, oralardaki ispiyon, kontrol mekanizmalarını deşifre etmeden daha eşit ve özgür bir topluma ulaşmak mümkün değil… Her türlü haksızlığın kolayca toplum nezdinde ayıplanacağı bir dünyada yaşıyoruz bugün artık. Çok kolay tüm haksızlıklar anında ifşa olabilir durumda. Bir otobüste yaşadığınız tacize yolcular sessiz mi kaldı? Anında fotoğraflayıp ya da kayda alıp internetten yardım isteyebilirsiniz…Tacizciyi yakalatabilirsiniz vs. Bugün medyanın etkisi geçmişe göre çok daha fazladır. Çünkü haberin kitleselleşebilmesi için gereken zaman eskiye göre önemli miktarda kısalmıştır. ABD’de bir restaurant çalışanıyla internetten yazışmış idim epey bir süre önce… Kendilerine haksızlık yapan bir iş arkadaşları ya da işveren olduğunda aralarında mesajlaşma yoluyla çok kolay organize olup anında o işyerinin önünde protesto düzenleyebildiklerinden söz etmişti, ya da haksızlığı yapan birisiyse köşeye çekip uyarıyorlarmış onu. Bu sayede epey yol katettiklerinden bahsetmişti. Bunun gibi pek çok yeni yöntem ya da mücadele biçimleri geliştirilebilir…Genellikle çalışanlar pek çok haksızlığı yutkunuyorlar, ses etmiyorlar…Bunları anında ifade edebilecekleri özgüveni kazanabilmeleri ancak onların üzerinde hakimiyet ve baskı kuran mikro tahakküm süreçlerini anlamak, çözmek ve bunlara karşı çıkabilmesini sağlayacak asgari savunma aparatlarıyla donatılmasıyla mümkün olacaktır. Ancak bu donatılma süreçleri soyut, sınıfımızın ihtiyaçlarından azade sendika bürokratları ya da solcu teknokratların ezberlerinden kurtulmalıdır önce. Bu ise ancak sınıfın mücadelesini sürekli teorileştirmek ve bu teoriyi sürekli pratikle sınamaktan geçer. Bu nedenle özellikle mikro ölçekteki iktidar odaklarının nasıl işlediğine bakmak uzun vadede çok yararlı olacaktır. Bu yazı vesilesiyle sizi tekrar kutlarım. Son olarak benim özellikle geniş kitlelerin organizasyonunda dikkatimi çeken en önemli handikap ispiyon, çalışanların birbirine düşürülmesi, ortak bir dil geliştirilememesi vs. gibi gözüküyor. Bunlar aşılması zor şeyler değil… Yeter ki mikro ölçekte iktidar hırsıyla çılgına dönmüş küçük kral ve kraliçeleri yerinden edelim önce…İlk aşama bu olmalı…

  92. Kemal Ehvenişerdaroğlu

    Beterin beteri varmış.

    Kemalistlerde de böyleymiş.

    Ümit Kocakemalist CHP’de Kemal Kemalistdaroğlu’na karşı aday olmuş.

  93. Temel Reis Ve Kabasakal

    Kim başkan olacak?

    Kemal Reis mi?

    Kocasakal mı?

  94. Resmî İdeoloji Teröristleri

    Kemalistlerin muhtelif yazı ve eleştirilerinde M. Kemal’e atıfla kullanmayı sevdikleri bir sloganları var; “Ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür.”
    Hiçbir alternatif sunamayan ideolojilerin slogancılığına güzel bir örnek. (Necip’in kulakları çınlasın!)
    M. Şevket Eygi de bir yazısında buna değinmiş; “Onların ideoloji tam mânasıyla bir ideoloji bile değildir, ideolojimsi bir şeydir. Vecizeler, sloganlar…”

    Aynı yazısında başka güzel tespitleri de var;

    “Hiçbir vatandaş, resmî olsun veya olmasın herhangi bir ideolojiyi kabul etmek zorunda değildir ama onlar resmî ideolojilerini baskıyla, ikrahla, korkuyla kabul ettirmek istiyor.
    Almanyada Nazizm bitti… İtalyada Faşizm… Rusyada Marksist-Leninist ideoloji… İspanyada Frankizm… Portekizde Salazarizm… Ne Yugoslavya kaldı ne Tito ideolojisi… Arnavutlukta Enver Hoca bitti…
    Bizde hâlâ resmî îdeoloji var, paşaperestlik var.”

    “Bu adamlar ve kadınlar samimî midir Çoğunun samimî olmadığına inanıyorum.
    Adeta tapındıkları Nazım’ı on beş yıl zindanda inleten bir ideolojiyi nasıl tutarlar
    Komünistlere kan kusturan bir ideolojiyi tutan, yücelten komünist samimi midir, riyakar mı”

    “Evet, resmî ideoloji artık kaldırılmalı, özelleştirilmelidir.
    Paşaistler isterlerse siyasî parti kursunlar, serbest seçimlere girsinler ve kazanabilirlerse memleketi ve devleti idare etsinler.
    Lakin çoğunluğun temel hak ve hürriyetlerini ayaklar altına almasınlar.”

    Resmî İdeoloji Teröristleri
    http://www.milligazete.com.tr/makale/854425/mehmed-sevket-eygi/resmi-ideoloji-teroristleri

  95. “Paşa’nın ideolojisi resmi de İslam ideolojisi çok özgürlükçü değil mi…
    9 yaşındaki çocuklara zorla din dersi öğretmek ne ideolojisi peki…
    İslamcı mı eleştiriyor Kemalizmi. Hem de özgürlük falan diyerek…
    Anarşist sitede Şevket Eygi’nin yazısını da gördük ya, çok şükür çok…

  96. afrin harekatıyla ilgili bir yazı bekliyoruz….
    ki altında konuşalım…

  97. K. Aslanoğlu kifayetsiz muhteris. Azgın bir milliyetçi olma yolunda.. Eski sosyalist anılarının ekmeğini tüketmiş… Romancı olarak da tıkandığı için çıkmaz yollara sardırmış.. Ruhu küçükler büyük roman yazabilir mi? Napsın?
    İktidar arıyor… Önce küçük.. küçücük.. ama olsun. Büyük iktidara yanaşmanın yolu bu… Doğu Perinçekten bile icazet alsa sevinecek.
    Nihat genç. İyi öykücü. Fazlasını kendinden beklemesi tuhaf.
    Taylan Kara’dan Kara Kitap eleştirisi bekleyelim. Kar .. Yeni Hayat bayağı. Tamam.. Benim adım Kırmızı.. İyi roman.. U. Eco’nun Gülün Adından fazla esinlenmiş olsa da…
    Masumiyet Müzesi… Çok iyi değil ama bir yazarlık virtüözü… Adam işi biliyor.. O kadar…
    Bu ve benzeri örnekler gösteriyor ki… Reel solumsu arkaik muhalif sol, birer takoz gençlerin önünde… Gezi’de de bulunmayan, o ruhu zerre anlayamayan bu sol muhalif iktidar düşkünü, hiyerarşi aşıkları manen olsun gebermedikçe Gezi Ruhu geri gelmeyecek.

  98. Kocasakal CHP deki çürümüşlüğün yüzdesini gösterme olanağı açısından mükemmel bir örnek…

  99. Umutsuz İhtiyar

    Kaftancıoğlu toplumsal silkinmenin habercisi mi?
    Bu RTE için savaş zaferlerine duyulan ihtiyacı kaçınılmazlaştırıyor mu?

    Bence adam “gözünü karartacak”…
    Arjantin Faşistlerinin Falkland savaşı aklıma geldi de..

  100. Umutsuz İhtiyar

    İster Kemalizm olsun İster Marksizm ya da Leninizm.. Ya da İsa veya Muhammed yanlısı egosu şişmiş kağnı gölgesi itleri için…
    Her çağın, her dönemin ihtiyacı ile tarihsel birikimi harmanlayamayacak geri zekalı ya da iktidar hırsı ile hasta manyaklar için
    tapılmasını istedikleri bu putların önünde domaltma ritüeli hep arkaya geçip onları becermenin vesilesi…

  101. “M. Şevket Eygi de bir yazısında buna değinmiş; ‘Onların ideoloji tam mânasıyla bir ideoloji bile değildir, ideolojimsi bir şeydir. Vecizeler, sloganlar…'”

    Eygi konunun kabugunda geziyor.

    ‘Kemalizm’ dedigimiz seyin derununda su yatar:

    Once birisini ‘kurucu, kurtarici’ ilan edersiniz.

    Ardindan, kendinizi onun mirascisi saydirirsiniz.

    Dolayisi ile, hem ‘kurtarici’nin hem de ‘kurucu’nun mirasina konarsiniz.

    Hem siyasi, hem maddi her turlu imtiyaz sizin olur.

    Kitaptaki en eski hiledir; ama, yine de tuttugu olur.

    Bizdeki de budur.

  102. “Onların ideoloji tam mânasıyla bir ideoloji bile değildir, ideolojimsi bir şeydir. Vecizeler, sloganlar…”

    Bizim vahşinin ideoloji tam mânasıyla bir ideoloji bile değildir, ideolojimsi bir şeydir. Vecizeler, sloganlar da değildir. Hırlamalar, zırlamalar…

  103. Necip Bey ilginç bir kişilik.

    Bir yandan “kapitalizmi savunuyor” (tırnak içinde yazılmalı ki öyle bir ideoloji olmadığını söylemesine gerek kalmasın), diğer yandan da “Balkan Oligarşisi” adını verdiği bir düzene antikapitalistler kadar muhalif.

    Dolayısıyla kendisinde “kapitalizm” bağlamında “düzen yandaşlığı” (yine tırnak kullanılmalı ki düzenin “doğal” bir şekilde geliştiğini açıklamasın) ile “Balkan Oligarşisi” bağlamında “düzen karşıtlığı” gibi iki zıt tutumu aynı anda görebiliyoruz.

  104. “Bir yandan ‘kapitalizmi savunuyor’ […]”

    Kapitalizmi savundugumu neye dayanarak soyluyorsunuz?

    Yani, neden oyle dusunuyorsunuz?

    “‘Balkan Oligarşisi’ bağlamında ‘düzen karşıtlığı’ gibi iki zıt tutumu aynı anda görebiliyoruz.”

    ‘Oligarsi’leri zararli bulurum.

    Hem siyasi hem de sosyal anlamda firsat esitliginin onunde dururlar.

    Eger ‘duzen’ bir ‘oligarsi’ ile ozdeslesmis ise, ya da destekliyorsa, evet, buna ‘duzen karsitligi’ da diyebiliriz.

    Ama, benim acimdan, oncelikli olan, ‘duzen karsitligi’ degil; ‘oligarsi karsitligi’dir.

    Ozgurluk ozgurluk diyenlerin, ozgurluklere asil ket vuran unsur olan oligarsileri gormezden gelmelerini –en hafif tabirler– bir talihislik sayarim.

  105. “Kapitalizmi savundugumu neye dayanarak soyluyorsunuz?
    Yani, neden oyle dusunuyorsunuz?”

    Antikapitalist ideolojiye veya antikapitalistlere eleştirileriniz nedeniyle, onların ifadesiyle “kapitalizmi savunduğunuzu” anlatmak istedim.

  106. “Antikapitalist ideolojiye veya antikapitalistlere eleştirileriniz nedeniyle”

    Kendilerine ‘antikapitalist’ diyenleri, iki temel sebeple elestiriyorum.

    Birincisi, oyle olmadigi halde, ‘kapitalizm’ dedikleri seyin bir ideoloji oldugunu sanmalari ya da elaleme oyle pazarlamalari yuzunden.

    Ikincisi, ve daha da onemlisi, ‘kapitalist’lerin zivanadan cikmasinin sebebinin rayindan cikmis ‘liberalizm’ sayesinde oldugunu farketmemeleri, ya da bilmezden gelmeleri yuzunden.

    Yani, neresinden baksaniz cahilce, neresinden tutsaniz ahmakca, neresinden ilisseniz ufuksuz ikiyuzluluk oldugundan..

    Hayir, ‘liberalizm’ goruldugu yerde ezilmelidir demiyorum; ama, olcuyu kacirmasina da olcunun kacirilmasina da sebep oldugu an frenlenmelidir; cunku, eger frenlenmezse, aks ul amel (reaction) totalitarianizm seklinde tecelli eder.

    Yani, zivanadan cikmis liberalizmin sonunda varilacak istasyon totalitarianizmdir.

    Bkz. Hitler oncesi Almanya –ya da, Hitler’i doguran Almanya.

    Isin komik/acikli tarafi, ozgurluk denince sapkasini atanlar, nasil ve ne kadar olursa olsun, sonsuza kadar olsun diyenler, aslinda totalitarianizmin askerligini yaptiklarinin farkinda degiller.

    Ya da, farkindalar.

    Bilemem artik.

    Benim acimdan cok da fark etmiyor.

  107. Necip (mirror effect)

    ‘Erdoganizm’ dedigimiz seyin derununda su yatar:

    Once birisini ‘kurucu, kurtarici’ ilan edersiniz.

    Ardindan, kendinizi onun mirascisi saydirirsiniz.

    Dolayisi ile, hem ‘kurtarici’nin hem de ‘kurucu’nun mirasina konarsiniz.

    Hem siyasi, hem maddi her turlu imtiyaz sizin olur.

    Kitaptaki en eski hiledir; ama, yine de tuttugu olur.

    Bizdeki de budur.

  108. – Her şeyin kaynağında ne var? (Tanrı / bir “Güç” var mı?)

    İnsan türünün temeli > Toplumsal hayat
    Toplumsal hayatın temeli > Aile
    Ailenin temeli > Evlilik / ilişki
    Evliliğin / ilişkinin temeli > Aşk / sevgi / bağlanma
    Aşkın / sevginin / bağlanmanın kaynağı > ? (Tanrı / bir “Güç” ?)

    – İnsan türünün yozlaşmasının temelinde ne var? (Aşkın / sevginin / bağlanmanın yokluğu mu?)

    Aşkın / sevginin / bağlanmanın yokluğu > Evliliğin / ilişkinin yozlaşması
    Evliliğin / ilişkinin yozlaşması > Ailenin yozlaşması
    Ailenin yozlaşması > Toplumsal hayatın yozlaşması
    Toplumsal hayatın yozlaşması > İnsan türünün yozlaşması

  109. “‘Erdoganizm’ dedigimiz seyin derununda su yatar”

    Bunu kucuk bir muziplik denemesi icin mi yaziyorsunuz; bilmiyorum.

    Ama, kelimeleri bir baska kelime ile ikame etmek her zaman anlamli olmayabiliyor.

    Olmayabiliyor, cunku ikame ettiginiz kelimenin de benzer ya da ayni agirlikta olMAmasi, ortaya cikan yeni cumlenin anlamliligini ortadan kaldirabiliyor.

    Daha da kotusu, ‘sitmayi gosterip, olume razi etmek’e yardimci olabiliyor.

    [Biliyorum, o lafin dogrusu, ‘olumu gosterip, sitmaya razi etmek’tir; ama burada denediginiz cumle o degil; ‘sitmayi gosterip, olume razi etmek’e variyor.]

    Kemalizm ve onun surtresinde yatan ‘Balkan Oligarsisi’nin ortata cikis sartlarinin bir benzerinin tekrar yasanabilecegini hic sanmiyorum.

    Yani, ulkenin kalem tutabilen nufusunun neredeyse tamami ortadan kalkacak ve yerine o ulkenin insanina –nefrete varacak derecede– yabanci bir kadro zembille gelecek..

    Bu, bu ulkenin mevcut nufusu ve egitimlilerin sayisini dikkate alirsak, nukleer bir imha ile bile ortaya cikacak ihtimal degil. Yani, hepimiz yok oluruz –disaridan/uzaklardan gelip tepemize konacak kadrolar yok. Bu hayali sadece FETO taifesi kurabilirler; ama, bence, ham ve bos hayaldir.

    Neyse.

    Sunu demek istiyorum, Kemalizm ve onun surtresinde yatan ‘Balkan Oligarsisi’nin ortata cikis sartlarinin bir benzerinin tekrar yasanabilmek ihtimali yoksa, ismine ister ‘Erdoganizm’ deyin, isterse de baska bir sey, benzer bir oligarsinin ‘Balkan Oligarsisi’ni ikame etmek ihtimali de yok, bence.

    Muhtelif ‘iktidar odak’lari olacaktir, tabii ki.

    Ama, bunlarin hicbirinin (tek basina) kendi borusunun notalarini anayasa, kanunlar ve her turlu mevzuata yazdirmak gibi bir gucu olmayacak, olamayacak. Aralarindaki rekabet buna izin vermez.

    O yuzden, Kemalizm ve onun surtresinde yatan ‘Balkan Oligarsisi’nin devamina yardimci olacak sekilde ortaliga korkular salmak bence hic dogru degil.

    Once, bu dar ve dahili isgalci kadronun hepimize giydirdigi deli gomleginden kurtulmak gerekiyor. Deli gomlegi cikarilanlardan bir kismi gercekten de deli olabilir. Ama, onlarla kolayca basedebilecegimizi dusunuyorum.

    Ya da, soyle soyleyeyim, deli gomlegi cikarilanlardan bir kismi gercekten de deli olabilir diye, hepimizin deli gomlegi giymege devam etmesini onermek gercek deliliktir; reva degil.

  110. Necip bey,

    Kısacası, anti-kapitalistlerin yapmaya çalıştığı şeyin, nedenleri değiştirmeye çalışmadan sonuçları değiştirmeye çalışan bir ahlaki vaazcılık olduğunu mu söylüyorsunuz? (Din gibi daha eski bir ideolojide olduğu gibi? Yani anti-kapitalizm, modern dönemin ideolojilerinden olsa da, bu yüzden bir “din” sayılabilir belki de?)

  111. “Ahlaki vaazcılık” demişken, aklıma bu sitedeki şu yorum geldi;

    (çıracı 21 Mart 12 / 2pm – Siyasi Durum Üzerine Bazı Spekülasyonlar…)

    Ahmet Altan’ın ibretlik cahilliği üzerine tezler:

    * “Yaradılanı yaradandan ötürü sevme”nin ‘hoşgörü, sevecenlik’ veya hümanizmle hiçbir alakası yoktur. “Yaradılanı” dini bir gereklilikten ötürü seviyorsanız, onu yine dini bir gereklilikten ötürü öldürmeniz “caizdir”. Kadir Cangızbay hocanın bu konuda çok önemli tespitleri vardır.
    * Kemalist diktatörlüğe giden yolun taşlarını dincilerin süperkahramanı 2.Abdülhamid döşemiştir. Katı merkeziyetçi bürokrasi, tek adamlık, soykırımcılık, jurnalcilik, burjuvaseverlik vb. özellikler İttihatçıların (ve daha sonra Kemalci kadroların) Abdülhamid’den devralarak “geliştirdikleri” garabetlerdir. Başarılı her katil ulus-devletin ardında, Abdülhamid benzeri absolutist bir liderin yarattığı ucube devlet altyapısı vardır.
    * Dinciler yeterince özgürlük düşmanıdırlar zaten, milliyetçilikle tanışmalarına da fazla lüzum yoktur. Milliyetçilikten etkilenmemiş olanları bile “zerdüşt”, “kızılbaş”, “kafir”, “başı açık ve şortlu”, “sünnetsiz”, “evrimci”, “komünist”, “içkici”, “laikçi”, “dul ve zinacı” ve “afedersiniz Rum” olanlara karşı yeterince düşmandırlar. Hatay’da eğitim gören silahlı ve külahlı Suriyeli “muhaliflerin” açıklamalarına bakmanız yeterlidir.
    * “Peygamberinin ‘veda hutbesinde’ kavmiyetçiliği lanetlediği bir dinin mensuplarının kendilerine İslam’ın geçmişinden bir milliyetçilik hikâyesi çıkarmalarının pek kolay olmayacağını zaten görürsünüz.” Evet, doğrudur. Muhammed ve devamcıları, kavim temelinde davranmamıştır. Din ve ümmet temelinde katliamlar, “fetihler” (siz işgal diye okuyun) ve baskılar yapmışlardır. Madımak’takileri yakanlar da, bunu zaman aşımına uğratanlar da -haşa- kavmiyet temelinde davranmamışlardır.
    * Toplum, sınıf, devlet teorileri ile açıklanması gereken olguları, “ruh”, “psikoloji”, “zehir”, “zihniyet” gibi anahtar kelimeler ve metaforlarla açıklamaya çalışan Ahmet Altan’a psikologluk kariyerinde başarılar diliyoruz. Bir de bu konuda üç beş kitap okusa daha destekli sallayacak da, neyse… Yetmez, ama zırvalığa devam!
    * Son olarak, Bay Altan, Newroz demeyi öğrenmelidir. Daha Newroz bile d(iy)emeyen birinin Kürt halkının ezilmişliğinden bahsetmesi en hafif tabirle samimiyetsizliktir. Otuz yıldır mücadele eden Kürt yoksullarının politik bilincine hakarettir; “nasıl olsa ben özgürlükçü-demokrat diye bilinen biriyim, ne yazsam Kürtlere kakalarım” demekten farkı yoktur kanımca.

    …Bu arada, yanlış anlaşılma olmasın. Suriyeli silahlı-külahlı “muhaliflerden” bahsettim ama Suriye’deki gerçek muhalifleri tenzih ederim. Ben, başından beri içerde hem Esad rejimine hem Müslüman Kardeşler’e karşı mücadele edecek, dışarda da emperyalist müdahaleye karşı kampanya ve lobi faaliyetleri yürütecek bir muhalif “3. cephe”nin oluşmasını savunurum.

  112. “Kısacası, anti-kapitalistlerin yapmaya çalıştığı şeyin, nedenleri değiştirmeye çalışmadan sonuçları değiştirmeye çalışan bir ahlaki vaazcılık olduğunu mu söylüyorsunuz?”

    Hay, agziniza saglik.

    “(Din gibi daha eski bir ideolojide olduğu gibi? Yani anti-kapitalizm, modern dönemin ideolojilerinden olsa da, bu yüzden bir “din” sayılabilir belki de?)”

    Evet. Ama, ben, belli bir taraftar/amigo sayisina ulasmis butun ideolojilerin aslinda birer ‘din’ oldugu kanaatini tasidim hep.

  113. Tek-Kapitalizm’ci Anti-Kapitalizm’in “Kelime-i Şehadet”i

    La “Kapitalizm” İlla “Balkan Oligarşisi”

  114. İlber Ortaylı’nın Atatürk kitabı ile ilgili bir yazı;

    İLBER ORTAYLI’NIN İPİYLE KUYUYA İNMEK / Özdemir İnce
    http://ozdemirince.com/ilber-ortaylinin-ipiyle-kuyuya-inmek/

  115. Daha önce hiç gitmediğiniz, dolayısıyla tanımadığınız bir yolda arkadaşlarınızla birlikte yol alırken ne yaparsınız?
    Yol boyunca o yolu çok iyi tanıyan bir arkadaşınızın kararlarına “itaat” edersiniz. Yani onun “liderliğini” kabul edersiniz. Bu “hiyerarşik” durumda onun bu konudaki “iktidarını” sorgulamak aklınıza bile gelmez. Bu “eşitsizliğe” itiraz etmezsiniz.

    İşte, “iktidarın” olmadığı “eşitlikçi” bir toplumda da, bu anlamda “iktidar”, “eşitsizlik”, “hiyerarşi”, “liderlik”, “itaat” elbette olacaktır.

    Tıpkı, hastalığının tedavisinin, alacağı ilaçların ne olduğunu bilmeyen bir hastanın, bu konudaki bilgisine güvendiği bir doktora “itaat” ederek onun bu konudaki “liderliğini” kabul etmesi, onun “iktidarını” doğal karşılayıp bu “eşitsizliğe” isyan etmemesi gibi.

    Böyle bir “eşitsizliğin” olduğu durumlarda, size yol gösteren arkadaşınız, veya sizi tedavi eden doktorunuz, bunları bahane ederek başka konularda da size tahakküm etmeyecek veya sizi sömürmeyecektir.

    Örneğin, vatandaşlarına sosyal hizmetleri sağlayan devletlerin buna dayanarak onlara tahakküm etmesi gibi.
    Veya çalışanlarına iş vermelerini bahane ederek onları kötü koşullarda ve aşırı çalıştıran kapitalistlerin sömürücülüğü gibi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir