Çağatay Anadol’dan TSİP Tarihi (1974-1994)

Çağatay Anadol, Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi, İletişim, 2022

Osman Sercan, Ahmet Kaçmaz, Yalçın Yusufoğlu, Tektaş Ağaoğlu, Veli Gürcan, Halil Çelimli, Gültekin Gazioğlu, Hüseyin Hasançebi ve diğerlerinin anısına…

Örgüt Adamı Olarak Çağatay Anadol

Çağatay Anadol’u 1960’lardan beri tanırım. Sessiz sedasız çalışan ama “iş bitiren” tipik bir örgüt adamı olduğu o zamandan belliydi. Bir kıyaslama yapacak olursak, Deniz Gezmiş, ne kadar örgüt kurallarını takmayan bir eylem adamıysa, Çağatay Anadol da o kadar, örgütle soluk alıp veren bir örgüt adamıydı. Çoğulcu bir bakış açısıyla, elbette her iki karakter de mücadeleye gerekliydi.

1969 yılının başındaki FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) kongresi MDD’cilerle (Milli Demokratik Devrimciler) SD’ciler (Sosyalist Devrimciler) arasında çetin bir mücadele arenası olmuştu. Başlangıçta kongre divanını alan SD’ciler, iki gün süren hararetli tartışmaların sonucunda, özellikle ODTÜ ve SBF’nin kalabalık delegasyonlarının MDD’ci saflara geçmesi üzerine kongreyi kaybetmişlerdi. Bu bir anlamda bir “Pirüs Zaferi”ydi, çünkü kongrenin sonunda yenilgiyi kabul eden SD’ciler, oylarıyla MDD’cilerin “A takımını” elemeyi başarmışlardı.

MDD’cilerin temsilcisi olarak FKF başkanı seçilen Yusuf Küpeli, aslında örgütün hayrına olan bu durumu doğru değerlendirdi ve FKF MYK’na (Merkez Yürütme Kurulu) GYK’na (Genel Yönetim Kurulu) seçilmiş SD’cilerden de üye aldı. Böylece hem örgütteki zıtlaşma bir anlamda yumuşatılmış, hem de örgütün bütün kanatları yönetimde temsil edilmiş oluyordu (gerçi bu olumluluk sonraki gelişmelerle ne yazık ki devam edememiştir). MYK’na SD’ci olarak giden arkadaşlardan biri de Çağatay Anadol’du. Bazı insanlar, örgütteki bazı görevler ve işlevler için doğmuş gibidirler. Çağatay Anadol da o zamandan beri ve bütün siyasi hayatı boyunca örgüt kayıtlarını tutan bir sekreter rolünde olmuştur. Bu bakımdan, birazdan ele alacağım TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) tarihinin ayrıntılarını ondan iyi aktarabilecek birini bulmak zordur.

“Faaliyet Raporu”

Örgüt kongrelerinin en yavan ve sıkıcı bölümü “faaliyet raporudur”. Öyle ki, yöneticiler de dahil üyeler bu bölümü dinlemezler bile. Çağatay Anadol, yenemeyecek bir yemeği terbiye ederek lezzetli bir yemek haline getiren bir aşçıdan farksız bir şekilde, TSİP’in 20 yıllık “faaliyet raporu”nu ilgiyle okunur hale getirmenin üstesinden gelmiş. Kitabı, bir hatırattan çok TSİP tarihi bence.

Bu tarih anlatımının “objektifliği”ne ve “güvenirliği”ne, konulara girdikçe yer yer değineceğim. Fakat şimdiden genelde şunu belirteyim ki, örgütün üst mevkilerinde bulunmuş, önemli sorumluluklar almış bir örgüt adamından beklenmeyecek ölçüde objektife yakın buldum anlatımlarını. Örneğin TSİP’in çeşitli kademelerinde görev almış “kadrolara” karşı, bir merkez yöneticisinin haşlayıcılığı ile değil, anlayışla yaklaşması, örneğin, örgüt içindeki muhalefetin önde gelenlerinden olduğu anlaşılan Veli Gürcan’ı değerlendirirken (s. 253-254) ona yönelik eleştirilerinin yanı sıra değerli yanlarını da belirtmesi, bu tür anlatımlarda alışık olmadığımız olumlu bir noktadır.  

TSİP’in Kurulmasındaki Acelecilik

TSİP’i, ne anlama geldiğini çözemediğim, kendisinin de pek açıklayamadığı,  Türkiye sol hareketine bir “barbar aşısı” (s. 13) olarak değerlendiren Çağatay, bu partinin, 1974 Affı’ndan, yani 12 Mart dönemiyle içeri atılmış TİP yöneticileri ve diğer solcular neredeyse topluca dışarı çıkmadan önce, alelacele kurulmasındaki uyumsuzluğu kabul etmekte biraz ayak sürümüş ama sonunda, Anayasa Mahkemesi’nin “af kanununun bazı maddelerini iptal etmesi” yani affın Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla yürürlüğe girmesi üzerine, “Bu durum, parti kuruluşunu aceleye getirdiğimiz yönündeki eleştirilere hak verdirecek bir gelişmeydi” (S. 64) diyerek, TSİP’in kuruluşunun aceleye getirildiğini biraz utangaç bir şekilde kabul etmektedir. Oysa bu noktanın daha güçlü vurgulanması gerekirdi.

MSP’nin (Milli Selamet Partisi) son dakikada yan çizmesiyle 1974 Haziran’ında Ecevit Hükümeti’nin hazırladığı af yasasının meclisten geçmesi engellenmişti ama affın her türlü engele rağmen, bir şekilde çıkacağı o kadar açıktı ki, bunu TSİP’i kuranların görmemesi imkânsızdı. O günleri çok iyi hatırlıyorum. Af yasası çıkmayınca hapishane kapılarına dayanan aileler, sanki yasayı çıkaracak olan kendileriymiş gibi, bize, affın bir aya kalmadan çıkacağı teminatını vermişlerdi. Bu, önünde kimsenin duramayacağı bir toplumsal ihtiyaç ve güçlü bir rüzgârdı. Buna rağmen TSİP’i kuranlar, bir ay bile beklemeye gerek görmeyerek “ellerini çabuk tutmuşlardır”. Ailelerin bu kadar net gördüğünü, “halka önderlik yapacaklarını” iddia edenlerin görmemesi mümkün müdür? TSİP yönetiminin fırsatçılık yaptığı çok açıktır.

Hatalı İki Nokta

Esas konumuz olan, Çağatay’ın tabiriyle “Sovyetler Birliği eksenli TSİP, TİP, TKP” gibi partilerin uzun “birlik sürecinin” ve TSİP’in bu konuda izlediği rotanın ne anlama geldiği konusuna geçmeden, hatalı bulduğum bir değerlendirmeye ve bir bilgi yanlışına değinmek istiyorum.

Bilgi yanlışından başlayayım. Çağatay, “Kapalı Çalışma Dönemi (1980-1989)” başlıklı “Altıncı Bölüm”ün hemen girişinde legal partilerin isteyerek illegale geçmediklerine ilişkin Batı partilerinden örnekler verirken şöyle demektedir:

“Fransız Komünist Partisi ise, Daladier hükümetinin 1939’da Almanya ile saldırmazlık paktı imzalamasından sonra partiyi yasaklaması üzerine illegale geçmek zorunda kaldı, Alman işgali dönemi boyunca da Partizan savaşı yürüttü.” (s. 131).

Eğer dil sürçmesi değilse tamamen yanlış bilgi. Üstelik bu yanlış bilginin (ya da dil sürçmesinin) üzerinden yayınevi redaksiyonu da atlamış.

1939 yılında Almanya ile saldırmazlık paktı imzalayan, Fransa’nın Daladier hükümeti değil, Sovyetler Birliği’dir. PFC’nin (Fransız Komünist Partisi) kısa süre yasaklanmasının nedeni ise, bu partinin Sovyet-Nazi saldırmazlık paktının imzalanmasından sonra tamamen Nazi işbirlikçisi bir çizgi izlemesidir. Elbette buna rağmen Daladier hükümetinin, kısa bir süreyi de kapsasa yasaklama tutumunu doğru bulmuyorum ama yasaklamanın nedeni Daladier’in Nazilerle saldırmazlık paktı imzalaması değil, PCF’nin, Nazilerle saldırmazlık paktı imzalayan Sovyet çizgisine sadık kalma adına izlediği Nazi işbirlikçisi çizgidir. Gerçi 22 Haziran 1941 yılında Hitler’in aniden Sovyetler Birliği’ne saldırması üzerine PCF bu işbirlikçi çizgisine son vermiş ve Çağatay’ın da belirttiği gibi, o tarihten sonra şiddetli bir partizan savaşına girişmiştir.

Hatalı değerlendirmeye gelince. Çağatay, TSİP tarihini anlatırken “Maoculuğa” ilişkin şu satırlara yer vermiş:

“ ‘Maoculuğun demokrasi safları içinde bile yerlerinin olamayacağını’ TSİP ileri sürmüş ve bu tutumunda yalnız bırakılmayı yıllarca göze almıştı. (Demokrasi saflarında yeri olmadığını söylediğimiz Maocu hareketin yakın geçmişimiz ve günümüzdeki mirasçına baktığımızda bu yaklaşımımızın ne kadar isabetli olduğu bir kere daha belli oluyor.)” (s. 84).

Bir kere, o günkü, 1970’lerin “Maocu hareketi”yle” bugünkü VP aynı şey değildir. Her şey bir yana, Maocu hareket 50 yıl içinde büyük değişimler geçirmiş ve sol bir hareketten aşırı sağ bir harekete dönüşmüştür.

İkincisi, o zamanki anlayışlar göz önüne alınırsa, bir hareketi “demokrasi saflarında bile görmemek”, onu doğrudan, dışlanacak, hırpalanacak, hatta saldırı hedefi haline getirecek bir güç olarak değerlendirmektir ki, geçmişte bu tür zoraki düşmanlıkların acı sonuçları yaşanmıştır.

Daha vahimi, bugünkü VP’ye bakıp o günkü TİKP’nin demokrasi mücadelesinden bile dışlanmasını savunmak, yıllar sonra cinayet işleyen birisinin bundan yıllarca önce hakarete uğramasını savunmaya benzer. Bu, “adamın katil olacağı belliydi, onun için o zamandan kapı dışarı edilmesi haklıydı” demek anlamına gelir ki, insani ölçüler bir yana, hukukta da bunun yeri yoktur. İnsanlar “yapacaklarıyla” değil, “yaptıklarıyla” yargılanırlar. Siyasi hareketler de öyle.

1960’lı yıllarda Mao’nun halefi olan Lin Biao’nun tasfiye edildiğini Mamak Cezaevi’nde, 1971 yılında Çin Radyosu’ndan öğrenmiş, şaşkınlıklar içinde kalmıştık. Şaşkınlığımızın bir nedeni, “Sovyet sosyal-emperyalizmi” teorisinin en ateşli savunucusu, hatta mimarı olarak bilinen Lin Biao’nun “Sovyet ajanı olduğunu” öğrenmemizdi ama bu şahsın daha ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) kurulduğu 1921 yılından beri “Mao’nun kızıl bayrağına karşı beyaz bayrak sallayan bir karşıdevrimci” olduğunu duymak bizim bile inanç sınırlarımızı zorlamıştı. Kısacası, yıllar sonraki gelişmeleri yıllar öncesine yamamak mantık dışı olduğu gibi, son derece mekanik ve idealist bir tarih yorumudur.

Geçerken, “özeleştiri” mevzuuna da değineyim. Ne Çağatay’dan ne de geçmişi değerlendiren herhangi bir yazardan “özeleştiri” beklemek doğru olur. Zaten “özeleştiri” yıllar içinde kazandığı anlamla, daha yüksek makamlara, genellikle de parti üst yönetimlerine “kendini ifşa” etmek, onların önünde yerlere serilmek anlamına gelir. Bu yüzden bu kavramı artık tarihe gömmenin zamanı geldiğini düşünüyor ve bunun yerine “iç muhasebe”yi öneriyorum. İç muhasebe, özeleştiriden farklı olarak, insanların başkalarına hesap vermesi değil, her şeyden önce kendine, vicdanına hesap vermesi, içsel bir mekanizmanın harekete geçmesidir. Eminim, Çağatay, bir iç muhasebe yaparsa “Maoculuğa” ilişkin yukarda aktardığım değerlendirmesini değiştirecektir.

Şu “Birleşik Parti” Meselesi

Çağatay’ın anlatımlarından, aşağı yukarı 20 yıllık TSİP tarihinin esasının, Sovyetler Birliği “ekseninde”ki “tek parti”yi oluşturma mücadelesi olduğunu anlıyoruz.

Leninist-Stalinist gelenek, devrimi de sosyalizmi de “Marksist-Leninist” partinin öncülüğüne bağladığına göre, bu çaba, ne kadar beyhude de olsa anlaşılır bir şeydir.

Bu “tek parti”yi oluşturma mücadelesinin esasını, dünya “kardeş partileri”nin  “ağabey partisi” olan SBKP (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) tarafından tanınma mücadelesi oluşturmuştur. Bu alanı başından beri tutan TKP (Türkiye Komünist Partisi) bu “tanınmaya” izin vermemektedir ama aynı alanda TSİP gibi, 1970’lerin TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) vb. de vardır. Bütün birleşme çabaları aslında, TKP’nin “tek”lik iddiasına son vermekten ve SBKP tarafından, ilk elde doğrudan tanınmak olmasa bile biraz olsun “bilinmeye”, “hoşgörülmeye” yöneliktir. Pravda’da bir satırla da olsa TSİP’ten söz edilmesi TSİP yöneticilerini nasıl da mutlu etmektedir. İnsan bugünden bakınca onlara acımaktan kendini alamıyor.

Söz konusu parti, “Leninist ilkeler” üzerinde kurulmuş, SBKP gibi monolitik bir partidir. Çağatay, bu monolitikliği Lenin sonrasına bağlıyor:

“Lenin sonrasında içeriği şeflik kültürü, liderliğe tapma, eleştiri geleneğinden kopma, sorgusuz itaat ve bürokratik bir örgüt mekanizması biçimi alarak bozulan parti anlayışından uzak durmamız gerekiyordu.” (s. 290).

Evet ama, bugün baktığımızda daha da net görüyoruz ki, Çağatay’ın saydığı olumsuz özellikler Lenin sonrasında değil, bizzat Lenin tarafından, Lenin döneminde oturtulmuştur. Her şey bir yana, 1921 yılındaki 10. Kongrede konulan hizip yasağı monolitik partinin başlangıcı ve temelidir. Keza daha sağlığında başlayan Lenin tapıncı da, sonraki Stalin tapıncının başlangıcıdır.

Bu monolitik anlayış, Çağatay’ın anlatımındaki ifadelere bile olduğu gibi yansımıştır: “işçi sınıfı hareketi” (s. 229, 289); “işçi sınıfının siyasi birliği (s. 198); “işçi sınıfının bilimsel sosyalist partileri” (s. 203) ifadeleri, bu monolitik anlayışın, “işçi sınıfı” adına hareket etmenin, pratikte işçi sınıfı ile kurulan bağlara değil, doğrudan bilinen ideolojiyi benimseyen partilerin kerameti kendinden menkul varlıklarına bağlandığını gösteriyor. Kısacası, Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemişseniz otomatikman “işçi sınıfının siyasi partisi olma” mertebesine yükselmiş oluyorsunuz. Oysa gerçeklikte yok böyle bir şey. İşçi sınıfı topluca kimseye böyle bir yetki vermiş değil. Bu, “kendi kendine gelin güvey” olma hali, ne yazık ki, bütün bir geleneğe sorgulamasız musallat olmuştur (Bkz: G. Zileli, Mistifikasyon, Artıgerçek, 18 Temmuz 2022). İşte monolitikliğin kökü buradadır. Bir parti, eğer işçi sınıfını “temsil ediyorsa”, onun “öncüsü” olarak yönergeleri de tartışılmaz bir mertebeye yükselmiş oluyor, farklı görüşler derhal “işçi sınıfı”na “ihanet” olarak değerlendirilebiliyordu.

Çağatay’ın anlattığı, iğneyle kuyu kazmaya, biraz da havanda su dövmeye benzeyen uzun birlik süreçlerini saygıyla karşılasak bile, bu süreçlerdeki “ayak oyunlarına”, “yönetici pazarlıklarına” saygı duymamız mümkün değil. Sanırım en azından bu noktada Çağatay da benimle aynı fikri paylaşacaktır.

Ve Yeni Anlayışlara Varılır

Çağatay’ın anlatımlarından, TSİP’in, Leninist monolitik parti anlayışından yola çıkıp, 20 yıl içinde farklı uğraklardan geçerek sonunda artık Leninist denemeyecek, iktidarı seçimle bırakmayı da kabul eden, farklı fikirlere ve hatta hiziplere ya da kanatlara yer veren, çoğulcu, monolitik olmayan bir parti anlayışına vardığını görüyoruz.

Sosyalizmin bunalımının fark edilip “sosyalizmin sorunlarının” tartışılması, sol hareket içinde, 1981 yılında, önce Maocu TİKP içinde başlamıştı. Çağatay’ın anlatımlarından, aynı sorunların tartışılması ve belli sonuçlara varılması, 1980’li yılların sonlarına doğru, onun deyişiyle TKP de dahil olmak üzere “SB eksenli partilerde” de mümkün olabilmiş.

TİKP içindeki tartışmada, yanılmıyorsam 1982 yılında, bir “proletarya partisi”nin, eğer halkın desteğini kaybetmişse seçimlere gidip, kaybetmesi halinde, kendisinin yasa dışı ilan edilmeyeceğine ilişkin bazı güvenceler alması koşuluyla iktidardan çekilmesi gerektiğini ileri sürmüştüm de, partinin muhafazakâr kesimi hop oturup hop kalkmış ve beni “Menşevik” ilan etmişti. Bugün olsa “Menşevik” damgasından çok rahatsız olmazdım ama o günkü Marksist-Leninist temel anlayışlarım nedeniyle epeyce rencide olduğumu hatırlıyorum. Bugün, aynı gelişmelerin sol hareketin çok farklı bir kanadında yayılmış olduğunu Çağatay’ın anlatımından öğreniyoruz. Demek, sosyalizmin sorunlarının tartışılması bütün sol hareketi kapsayan şiddetli bir yer sarsıntısının habercisiymiş.

Öyle ki, Çağatay’ın anlattığına göre, sonlara doğru TBKP adını alan TKP’nin sözcüleri, Sovyetler Birliği çöktükten sonra “Marksizmin” ideolojik rehber olarak belirtilmesine de karşı çıkar olmuşlar. En tutucu kanat sonunda en reformist kanada dönüşmüş. Bununla birlikte, TSİP’liler ne kadar karşı çıkarsa çıksın ve TBKP’liler ne kadar reformizme savrulmuş olurlarsa olsun, Marksizmin ideolojik rehber olmaktan çıkarılması önerisi bana doğru geliyor.

Daha doğrusu, şöyle söyleyeyim: Bir sol parti bugün kendini ne bir sınıfın, ne bir ideolojinin temsilcisi olarak sunmalıdır. O, kendini, aynı 1961 yılında kurulan TİP gibi, toplumsal mücadelenin beşiği olarak sunmalı ve içinde toplumsal değişim isteyen tüm sınıfları, güçleri ve ideolojileri barındırmalıdır. Gerçekten çoğulcu bir toplumsal mücadele partisi ancak böyle olabilir.

Gün Zileli

22 Temmuz 2022

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

TİKP ile İlgili Zorunlu Bir Ek

“Çağatay Anadol’dan TSİP Tarihi (1974-1994)” yazısının, özellikle “1970’lerin TİKP’sinin demokrasi mücadelesinin dışında tutulmasını” eleştiren satırlarıma güçlü itirazlar geldi. Facebook’ta bu itirazlara yanıt vermeye çalıştım ama sonunda, bu meselenin aydınlığa kavuşması için TİKP tarihini kısaca da olsa yeniden ele almanın zorunlu olduğunu anladım.

Solun tefrikçi değil toptancı bakış açısının çok köklü bir hata olduğunu ve bu bakış açısının terk edilmesi gerektiğini çeşitli vesilelerle belirtmiştim. Yine aynı durumla karşı karşıyayız.

Öncelikle, Çağatay’ın “demokrasi mücadelesinin dışında görme” ifadesinin iyi anlaşılması gerekir. Bunun açık tercümesi “Maocu” TİKP’nin düşman saflarda görülmesi gerektiğidir. Üstelik, o zamanki “SB eksenli” partiler (ve tabii TSİP) sadece TİKP’yi değil, bütün “Maocu” akım ve örgütleri “demokrasi mücadelesinin dışında”, yani düşman saflarda görüyorlardı. Bu tutum elbette tek yanlı değildi. TİKP de dâhil bütün Maocu örgütler de “Sovyet sosyal-emperyalizminin 5. Kolu” dedikleri TKP, TSİP ve TİP’i düşman saflarda görmekteydi. Arka planında Çin ve Sovyetler Birliği devletlerinin bulunduğu bu kör düşmanlık sol saflarda birçok cinayete ve sonunda, hepimizin bildiği, 34 devrimcinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayına yol açmıştır.

1970: Kuruluş

TİKP’nin kuruluşu, 1970 yılı başında (önce Proleter Devrimci Aydınlık, sonra TİİKP ve 1978’de legal TİKP), solun boş yere bölünmesine neden olan Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık yarılmasıyla ve PDA’nın o furyadaki “ideoloji kapmaca” yarışında “Maoculuğu” seçmesiyle olmuştur.

TİKP, 1970-1975 döneminde, solun diğer kesimlerinin “pasifist” ve “sağ sapma” nitelemelerine rağmen soldaki en sekter ve aşırı sol partilerinden biriydi. Mamak Hapishanesindeki direnişlerde en sol ve uzlaşmaz (hatta kimi zaman sekter) tutumu bu hareket takınmış; 1974 affından sonraki bir yıl içinde (1975 yılı sonlarına kadar) “faşizme karşı en sert mücadeleyi” savunmuş, mesela TSİP’i “mücadele etmeyelim, faşizm gelir” tutumu takınmakla damgalamıştır.

Bu dönemde TİKP, “Sovyet sosyal emperyalizmi” politikasını savunmakla birlikte, henüz Sovyet taraftarı partileri düşman ilan etmemişti. 1975 yılında Mamak Askeri Cezaevi’nde yatarken, Yılmaz Güney, gerek TSİP’lilere gerekse bize bir “anti-faşist cephe” kurmamızı önermişti. Biz, TSİP’i, “Sovyet sosyal emperyalizminin işbirlikçisi” olarak değerlendirmemize rağmen, SB’ni henüz “baş düşman”lar arasında görmediğimizden bu öneriye olumlu yanıt vermiştik. Fakat TSİP’liler, bizi “düşman” olarak görüyor olmalılar ki, Yılmaz Güney’e olumsuz yanıt vermişlerdi. Sanırım TSİP’in TİKP’yi “demokrasi saflarında bile görmeme” sekter tutumu daha o zamandan geçerliydi.

1975: “Sovyet sosyal-emperyalizmi” baş düşman

Fakat 1975 yılının sonlarına doğru TİKP’de önemli bir değişim yaşandı. Bu değişimin nedeni, “Sovyet sosyal-emperyalizminin” ABD’nin yanı sıra halkın iki baş düşmanından biri ilan edilmesiydi. Tabii böyle olunca, TKP başta olmak üzere SB yanlısı partiler de “halk düşmanı” ilan edildi. Bu, kaçınılmaz olarak SB yanlısı TKP, TSİP ve TİP’in de “düşman” olarak ilan edilmesini getirdi. Bu, TİKP’nin birinci sağa savruluşudur.

Ne var ki bu tutum karşılıklıydı. Sovyetçi partiler de, TİKP başta olmak üzere tüm Maocu eğilimli parti ve akımları “düşman” ilan etmişlerdi. Bu karşılıklı düşmanlığın sola ne kadar büyük zararlar verdiğini ve 1 Mayıs 1977 kırımına kadar uzandığını biliyoruz.

1978: Legal parti ve Aydınlık gazetesiyle “Büyük güçler platfomu”na çıkış

TİKP’nin ikinci sağa savruluşu, 1978 yılında legal parti olarak kuruluşuyla ve günlük Aydınlık gazetesini çıkarışıyla, bu tarihten itibaren “büyük güçler platfomuna çıkma” adına, sadece SB taraftarı partileri değil, kendisi dışındaki bütün solu “sahte sol” diye damgalamasıyla olmuştur. Bu, çok vahim bir yönelişti ve sonunda Aydınlık gazetesinde solcuların ihbar edilmesi tutumuna kadar vardı. Elbette son derece yıkıcı, sekter ve sağcı bir politikaydı bu ama buna rağmen TİKP’yi “demokrasi mücadelesinin dışında görme” gibi sekter bir politikayı haklı çıkartmaz. Çünkü, TİKP, bütün sağ siyasetlerine rağmen, bir yandan da MHP’ye karşı çetin bir mücadele vermekteydi ve içinde bir sürü devrimciyi barındırmaktaydı.

1980: Cunta’nın “ara güç” ilan edilmesi

TİKP’nin üçüncü sağa savruluşu, Türkiye’nin bir askeri darbeye gittiği 1979-1980 yıllarına rastlar. Bu iki yılda TİKP, “baş düşman” ilan ettiği Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele adına bir askerî darbeye bile göz kırpmaya başlamış, orduya temennalar çakmış, “Türkiye 12 Mart’tan uzaklaşma sürecinde” türkülerini söyleyerek yaklaşan darbeye karşı uyanıklığı köreltmiştir. Bu tutumun devamı olarak, 12 Eylül darbesinden sonra da, askeri cuntayı “ara güç” ilan etmiştir.

Bu “ara güç” ve cuntayla uzlaşma sağ politikası 1980’lerin ilk üç-dört yılı etkili bir şekilde devam etti. Bundan sonra TİKP merkezi, biraz da parti içi muhalefetin bastırmasıyla “ara güç” politikasından vazgeçti ve lütfen, “cuntaya karşı mücadele” edilmesi gerektiğini ileri sürdü. Evet ama zaten cunta yapacağını yapmış ve iktidarı sivillere devretme sürecine girmişti.

1990: Kürt Hareketi Baş hedef, ordu müttefik

TİKP (artık Sosyalist parti –SP-, ardından da İşçi Partisi –İP- adını almıştı), bundan sonra, 1980 sonlarına kadar “solun birliği” ve Kürtlerin demokratik mücadelesini destekleme süreçlerinden geçtikten sonra 1990 başlarında dördüncü sağa savrulma dönemine girdi ve Kürt halkının mücadelesini neredeyse baş düşman ilan ederek orduyla ittifak çizgisini resmî parti çizgisi olarak kabul etti. 1990’lı yılların ortalarından itibaren devletin halka karşı saldırılarının yanında yer aldı. Bunun en belirgin örneği, 12 Mart 1995 tarihinde, Gazi Mahallesi’nde polisin, 22 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırısına İP’in destek vermesidir. Bu tutumuyla TİKP’yi (yani İP’i) demokrasi saflarında görmek mümkün değildir elbette.

İP, 2000’li yıllarda, orducu çizgisi nedeniyle AKP iktidarının saldırısına uğradı ve yöneticileri Ergenekon Davası’na dahil edildi. İP, bu dönemde, devam etmekte olan sağ çizgisine rağmen, bence diğer Ergenekon sanıkları gibi, AKP iktidarının baskısı altında, savunulması gereken bir güçtü.

2014: AKP ile İttifak

Ne var ki, Gezi mücadelesinin ardından AKP iktidarı içinde Cemaatçi-AKP çatışması çıkınca, AKP yönünü Cemaatçilere çevirdi ve Ergenekon davasını bir yana bıraktı. İşte bu andan itibaren TİKP (yani İP) de AKP iktidarıyla ittifaka girdi, Kürt hareketine karşı savaşı birincil hedefi olarak ilan etti ve bugün de halen bu ittifakı sürdürmektedir. Bu yönelişe de beşinci sağa savruluş dönemi diyebiliriz. Artık bu noktadan sonra, nihayet Vatan Partisi (VP) adını alan TİKP’nin demokrasi ya da halk saflarında görülemeyeceği çok açıktır.

Bu tabloya kuş bakışı baktığımız zaman, TİKP’nin, bütün sağ hatalarına ve yönelimine rağmen 1970’lerde yine de demokrasi mücadelesi saflarında olduğunu, 2000’lerin ortalarından itibaren ise halk karşıtı saflarda konuşlandığını söylemek mümkündür.

Gün Zileli

24.7.2022

Hakkında Gün Zileli

Okunası

“Sağcılar Moskova’ya”!!!

Artıgerçek BİR ZAMANLAR BİR SLOGAN VARDI… 1960’lı yıllarda sağcıların en meşhur ve yaygın sloganı “Komünistler …

5 Yorumlar

  1. Bütün şimşekleri üzerine çekeceksin yine, solun-sosyalistlerin-komünistlerin ve hatta devamla Anarşistlerin hışmı üzerinde olacak…
    Fırtına sağdan ya da soldan gelmiş fark etmiyor…Şimdilerde doğru söyleyeni onuncu köye bile almıyorlar…Ne var ki Gün Zileli ona da alışık alıştı artık…
    Gün Zileli devamlı sanık…

  2. Yanlış hatırlamıyorsam barbar aşısı Hikmet Kıvılcımlı’nın ortaya attığı bir kavramdır. Anadolu Selçuklularının Bizans ile savaşırken onlara barbar aşısı yaparak Bizans ın ömrünü uzatmasını “barbar aşısı” kavramı ile açıklamıştırm

  3. *uzatmasını bu kavram ile açıklamıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir