XXI. Yüzyılın Yeni Trendi

Artıgerçek

“Arjantin seçimlerinin ilk sonuçlarına göre, Özgürlük Gelişimi Partisinin adayı Milei, oyların yüzde 55,82’sini alarak devlet başkanı seçildi.

“Buenos Aires’teki Libertador Otel’de destekçilerine seslenen Milei, ‘Çöküş modelinin sonu geldi, artık geriye dönüş yok’ dedi. Devletin ‘yoksullaştırıcı’ modelinin her yerde sona erdiğini vurgulayan Milei, ‘Arjantin’de çöküşün sonu bugün başlıyor ve bugün ülke tarihinde yeni bir sayfa açıyoruz. Devletin paylaşacak bir ganimeti olduğu düşüncesi son buluyor. Bugün Arjantin’in yeniden inşası başlıyor’ değerlendirmesinde bulundu.”

BİR DEVRİN SONU

Milei’nin seçilmesi ve devletçiliği yoksulluğun nedeni olarak gösteren sözleri, aslında bir anlamda, XX. Yüzyıl boyunca süren ve XXI. Yüzyıla da sarkan kapitalist devletçiilik ya da devlet kapitalizmi (devlet sosyalizmi) döneminin de sona ermekte olduğuna işaret eder gibi gözüküyor.

XX. yüzyılın başı, XIX. Yüzyıl boyunca süren özel mülkiyetçi “vahşi” kapitalizme alternatif yeni bir trendin başlangıcı gibidir. Monarşiler yıkılıyor ve işbaşına devletçi yeni elitler geçiyordu. Rusya’da bu, “sosyalist iktidar” şeklinde tecelli etti. İşçilerin ve halkın savaşa ve savaşçı kapitalistlere tepkisini değerlendiren Lenin, 1917 Ekim’inde iktidarı ele geçirdi ve tek partili bir devletçi (sosyalist) diktatörlük ilan etti.

Devletçilik cereyanı XX. Yüzyıl boyunca büyük bir yaygınlık kazandı ve birbiriyle kanlı bıçaklı olan akımların bile aynı devletçi platformdan özel mülkiyetçi kapitalizmin burçlarını dövmesine yol açtı. Örneğin faşizm, komünizmin şiddetle karşısındaydı ama bu, faşizmin devletçi bir kalkınma modeli izlemesine engel değildi. Nitekim 1920-30’ların faşizmi kendine “nasyonal-sosyalizm”i uygun gördü. Milliyetçi oldukları ölçüde devletçiydiler, aslında onlar da “sosyalist”ti ama bu, milliyetçi bir “sosyalizm”di.

“KAPİTALİST OLMAYAN KALKINMA YOLU”

Sovyetler Birliği’nin öncülüğündeki “sosyalist blok” 1940’larda ve 1950-60’larda kapitalizme karşı “devletçi kalkınma” alternatifini ileri sürüyordu. Hatta Sovyet ideologları buna 1960’larda “kapitalist olmayan kalkınma yolu” adını vermişlerdi. Bu eğilim hiç de hayal görüyor değildi. Çünkü eski tip sömürgelikten kurtulmuş ülkeler ve keza çürümüş monarşilerini alt etmiş yeni elitler, derhal 20. Yüzyılın bu trendine katılmış ve yeni elitlerin tek partili devletçi diktatörlüklerini (Arap ülkelerinde BAAS iktidarları) ilan etmişlerdi.

Bu devletçi-kalkınmacı eğilim 1980’e kadar neredeyse rakipsiz bir şekilde ilerledi ve yayıldı. Ancak 1980’lerde özel mülkiyetçi kapitalizmi baş ilke kabul eden ABD, İngiltere vb. ülkeler, esasen “sosyalizmin” ve devletçi rejimlerin beklenen başarıyı gösterememesi ve hatta yıkıma doğru gitmeleri üzerine yeni bir atağa geçip neo-liberalizm dönemini başlattılar.

NEO-LİBERALİZM DÖNEMİ

1930’larda son günlerini yaşadığı düşünülen özel mülkiyetçi kapitalizm, XX. Yüzyılın sonuna doğru Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte yeni bir özgüven kazandı. Bu arada, Çin gibi devletçi kalkınma yolunu seçmiş ve artık devlet kapitalisti olarak niteleyebileceğimiz ülkeler, yeni duruma ayak uydurarak devlet mülkiyetiyle özel mülkiyeti komünist partinin tek parti diktatörlüğü altında kaynaştıran yeni bir yola girdiler. Bu, aslında bir anlamda XX. Yüzyılın devletçi-kalkınmacı sistemlerinden, yeniden kapitalizme yönelmek anlamına geliyordu ama devlet mülkiyeti ve tek parti diktatörlüğü başköşedeki rolünden vazgeçmiş değildi.

Özel mülkiyetçi kapitalizm her ne kadar neo-liberal politikalar uyguluyorsa da devletin düzenleyici başat rolünden bütünüyle vazgeçmiş değildi. ABD gibi en özel mülkiyetçi kapitalist ülkeler bile vergi sistemleriyle ve devletin düzenleyici mekanizmalarıyla özel mülkiyet kapitalizmini belli sınırlar içinde tutuyor, devletin rolünden asla vazgeçmiyorlardı. Tek parti diktatörlüğü vb. gibi unsurları bir yana bırakırsak, aslında “sosyalist” etiketli ülkelerin sistemleriyle doğrudan kapitalist ülkelerin sistemleri arasındaki farklar giderek azalma sürecindeydi. Örneğin Çin ve Rusya Federasyonu gibi ülkeler özel mülkiyetçi kapitalizmin mekanizmalarını benimserken, Amerika, Fransa ya da Almanya gibi ülkeler de özel mülkiyet üzerinde devletçi denetim mekanizmalarını elden bırakmamaya özen göstermekteydiler.

YENİ TREND: DİZGİNLENMEMİŞ SÖMÜRÜ SİSTEMİ

İşte durum buyken, bugün, özel mülkiyet kapitalizminin üstündeki her türlü devletçi-düzenleyici mekanizmayı reddeden, saf özel mülkiyetçi bir trend güç kazanmaya başlamıştır ve bu trend, kapitalizmin ana merkezlerinde hemen olmasa bile, periferisi denebilecek Macaristan, Arjantin vb. (Macaristan’ın 1950’li yıllarda Rakosi’nin Stalinist diktatörlüğünü; Arjantin’in 1970’li yıllarda Videla’nın askerî diktatörlüğünü yaşadığı hatırlanmalıdır) gibi ülkelerde güçlenmeye, hatta iktidara gelmeye başlamıştır.

Basın organları, eski alışkanlıkla bunlara “aşırı sağ” adını takıyor ama bence bu trend “aşırı sağ” olarak nitelendirilemez. Aşırı sağın devri XX. Yüzyıl’da kapanmıştır. Aynı “aşırı sol”un devrinin kapandığı gibi.

Bu, yeni bir trenddir ve kapitalizmin periferisinden merkezine doğru bir yolculuğa çıkmış bulunmaktadır. Elbette, sınırsız özel mülkiyet sömürüsüne kapıları sonuna kadar açtığı ölçüde, kapitalizmin başlangıç dönemlerindeki “vahşi kapitalizm”i ya da “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberalizmini fazlasıyla hatırlatmaktadır ama bana kalırsa henüz başlangıcında olan bu akım, dizginsiz sömürü iştahını teşvik etmesiyle onlardan bile daha vahşi ve anti-sosyal bir akımdır. Nerelere varacağını hep birlikte göreceğiz.

Geçmişte izlediği devletçilik tam bir iflasla sonuçlanmış “sosyalizm”lerin ya da devletçi-kalkınmacıların bu akım karşısında yenilgiye uğradığı, daha doğrusu bu eğilimin, devletçiliğin büyük iflasından güç aldığı açıktır. Bu yüzden, bu yeni trende devletçilikle ya da devletçi sosyalizmle karşı koyma çabası beyhudedir.

SADECE VİBORG’UN VARİSLERİ DİRENEBİLİR

Bu trende direnebilecek yegâne güç, 1917 Temmuz’unda Petrograd bulvarlarında “kahrolsun 10 kapitalist bakan” diye yürüyerek yeri göğü inleten işçi ve askerlerin ya da Petrograd’ın Viborg bölgesi işçilerinin vasileri sayılabilecek, kapitalizm ya da “sosyalizm” adlı devlet kapitalizmi tarafından mülksüz kılınmış sınıflardır.

Gün Zileli

20 Ocak 2024

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

“Sağcılar Moskova’ya”!!!

Artıgerçek BİR ZAMANLAR BİR SLOGAN VARDI… 1960’lı yıllarda sağcıların en meşhur ve yaygın sloganı “Komünistler …

Tek yorum.

  1. Cumhuriyet’in İlanı Nedir?

    Cumhuriyetin ilanı, Mustafa Kemal’in (Müslüman burjuvazinin ve devlet sınıflarının katledilen ve malları yağma edilen Hıristiyanlara karşı savunmasını örgütlemesinin aracı olan) Meclis’e karşı Bonapartist bir darbesi ve Osmanlı padişahlarında bile olmayan yetkilerle kendini donatması, Padişahsız bir padişahlık düzenine geçişidir.

    Cumhuriyet’in İlanı, daha geniş ve tarihsel bir ölçekte, sosyolojik olarak, ta Sümerlerden beri gelen, Roma ve Bizans’tan ve bir ölçüde de Pers Uygarlığından devralınan devlet yapısının, aynı kalmak için değişmesi, kendini çağın koşullarına adapte etmesi, aynı özü, yani mutlak ve her şeyin üzerindeki devleti yaşatmak, devlet sınıflarının egemenliklerini sürdürmek için, kendini modernleştirmesidir. Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilanı aslında kapitalizm öncesinin bir yapısının kendisini sürdürmesinin bir aracıdır. Bu nedenle zerrece demokratik bir karakter taşımamıştır ve taşıyamaz.

    Cumhuriyet’in ilanı ve hele kendini sosyalist veya demokrat olarak tanımlayanların bunu kutlaması, devletin ve devletçiliğin, yani demokrasi düşmanlığının, kendini demokrat veya sosyalist sananları bile kendi zafer arabasına bağlamasının bir görünümüdür.

    Cumhuriyetin İlanı ve bunun kendini ilerici demokrat görenlerce kutlanması, ezilenler, demokratlar, sosyalistler için tam ve kesin bir yenilgidir. Kendine TKP veya İşçi Partisi diyen partilerin bile kutlaması ve kutlamalar örgütlemesi devletçiliğin nasıl ideolojik, politik ve örgütsel olarak zafer kazandığını ironik bir biçimde göstermektedir. Bu anlamda Devletin ve devletçiliğin tam bir zaferidir.

    Türkiye’de Cumhuriyetçilik aslında devletçiliktir. Cumhuriyet Bayramı ve anmaları, devletin kutsanmasıdır.

    Cumhuriyetin İlanı’nda olduğu gibi, baskı cihazlarının modernleşmesi demokrasinin, eşit hakların, yurttaşların öz yönetim organlarının gelişmesi, kendini yönetmesi, devletin gücünün budanması, özetle demokrasinin yerleşmesi ve gelişmesi anlamına gelmez; tam aksine, demokrasinin önündeki engellerin daha modern, daha kıyıcı, daha keşfi zor biçimlere dönüşmesi anlamına gelir.

    Cumhuriyetin ilanı ve bu ilanın kutlanması, devletin halkın gözüne cumhuriyet külü atarak onu kör etmesidir.

    Bu durumda biz Marksistlerin, Marksizmi geliştirememelerinin maalesef büyük payı var. Öncelikle sadece temel iktisadi ilişkilere (Toplumun Altyapısına) yoğunlaşarak sınıflar ve onların mücadelesi ve iktisadi ilişkilerle toplumu ve tarihi açıklama ve bu kavramlarla bir program ve politika oluşturma çabası, Üstyapının bir teorisinin geliştirilememesine, dolayısıyla kapitalizm öncesinin statü farklılıklarının ve bunların modern sınıf ilişkileriyle karşılıklı ilişkiye girişlerinin ve bunun sonuçlarının anlaşılamamasına ve gerçekliğin açıklanamamasına yol açmıştır. Bu da fiiliyatta, biçimsel eşitliğin sosyalistlerin gündeminden düşmesine, iktisadi ve sosyal eşitliğin bir yan ürün olarak çözüleceği anlayışına yol açmış ve bu da pratik politikada sosyalistlerin fiilen en gerici milliyetçiliğin ve devletçiliğin savunucusu ve yedeği olmalarıyla sonuçlanmıştır.

    Ama bu sonuçların ardında, bir üstyapılar teorisi, dolayısıyla tümüyle Üstyapı’dan başka bir şey olmayan bir Din Teorisi, dolayısıyla Modern Çağın Dininin karşı devrimci bir biçiminden başka bir şey olmayan bir Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi olmaması ve bütün bunlara bağlı olarak da bir Devlet Teorisi olmamasıyla ilgilidir.

    Bu teorik açıkları kapatmadan ne Türkiye’de ne de Dünya’da solun Demokrasi (biçimsel eşitlik) ve Sosyalizm (İktisadi eşitlik) mücadelesinin, ne de ezilen geniş kitlelerin direniş mücadelesinin bir gelişmesini beklemek hayal olacaktır.

    Bir teori olmadan, bir program olmaz, bir teori olmadan başka bir Tarih (geçmiş) yazılamaz, dolayısıyla Gelecek Geçmiş anlatılarında şekillendiğinden, başka bir gelecek tasavvuru dolayısıyla bir program yazılamaz.

    Bir gelecek tasavvuru, bir program, bir vizyon olmadan, ezilenlerin mücadeleleri ezenlerin mücadelelerinde bir araç olmaktan öteye gidemez.

    Demir Küçükaydın

    https://demirden-kapilar.blogspot.com/2024/01/cumhuriyetin-ilan-nedir.html

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir