Bana Kullandığınız Aleti Söyleyin, Size Kim Olduğunuzu Söyleyeyim!

Acaba daha kaç kere tecrübe edilmesi gerekecek… Bütün ordular, bütün polis teşkilatları emekçilerin, ezilen halkların düşmanıdır.

Bu teşkilatlar bir an için çözüldüğünde, onun içinde yer alan subaylar, erler, polisler insanlaşırlar; Mürsi yıkıldığında Tahrir Meydanı’nda olduğu gibi, üstüne saldırdıkları insanlarla birlikte, zafer işareti yaparak hatıra fotoğrafları çektirirler. Ama teşkilat bir kez daha toparlanıp yeni iktidar sahiplerinin emrine girdiği an o insanca görüntülerden eser kalmaz.

Kırılmasınlar ama bu konuda sosyalist arkadaşlarımız da yanılgılarını henüz tam olarak yenememişlerdir (son on yılda epey yol aldıkları kesin olmakla birlikte). Londra’da Kaypakkayacı arkadaşların derneğinde sohbet ediyorduk. Bana gerçekten saygılı davranan çoğu köylü kökenli Kaypakkayacı arkadaşlara dostça bir soru sormuştum: “Devrimden sonra polis teşkilatı kuracak mısınız?” “Milis kuracağız” diye cevap vermişlerdi. “Demek polisin adını değiştirip milis yapacaksınız. İşte devrimi kendi elinizle bastırdığınızın resmidir” demiştim onlara.

Bir de şu, “sosyalist ülkelerde orduda rütbelerin kaldırılması” meselesi var. Aslında bu, Çarlık ordusundaki askerlerin, rütbelilere duydukları büyük düşmanlığın sonucu olarak alınmış bir önlemdi. Bolşevikler, “bakın, Kızıl Ordu’da rütbe yok” diyerek askerleri ikna etmeye çalışmışlardı. Rütbe yok ama subay var ve ordunun kaçınılmaz unsuru emir-komuta devam ediyor. Sonradan Stalin devrinde bu da kaldırıldı, subaylar ve generaller, Çarlık ordusundan bile daha abartılı, o kendilerini yere doğru eğen ağır madalyalarını kuşandılar. Fakat ben 1977 yılında Arnavutluğa gittiğimde, Arnavutluk Halk Ordusu, rütbesizlik geleneğine hâlâ bağlıydı. AEP Kongresinin delegesi subaylar, rütbesiz giysileriyle pek mütevazı görünüyorlardı ama bu sadece görüntüden ibaretti. Ordu ve kaçınılmaz olarak subay-er ayrımı, emir-komuta mekanizması devam ettiği sürece özünde hiçbir şeyin değişmeyeceği açıktır. Nitekim, 1989 yılında, Tien anmen Meydanında öğrencilerin üzerine sürülen Çin Halk Kurtuluş Ordusu da “rütbesiz” generallerin emirleriyle hareket etmekteydi.

28 Şubat darbesi sırasında, artık iyiden iyiye nasyonal bir sosyalizme yönelen İşçi Partisi’nin (İP) lideri Doğu Perinçek, Sincan’da asfaltları ezip geçen TSK tanklarını kastederek bizlere şöyle bir ders vermeye kalkmıştı: “Tank da sopa gibi bir alettir. Aletin kendisi cansız bir nesnedir. Kimin elindeyse ona hizmet eder.” Şimdi de aynı tanklar ve diğer bilumum devlet aletleri AKP iktidarının eline geçmiş bulunuyor. Silivri Hapishanesi, bu tankların ve diğer araçların muhasarası altında müebbet hapis cezalarının bekçiliğini yapıyor. Tabii ki bu durum Doğu Perinçek’in teorisini doğrulamıyor. Karşı teori şudur ki, ben de bu görüşteyim: “Tanklar ve bilumum devlet araçları sadece ve sadece devletin hizmetindedir. Ona kimin kumanda ettiği önemli değildir. Bunlara sahip olan kim olursa olsun ezdiği hep aynıdır: Halk.”

İşte bunun en açık kanıtı Mısır’da son üç yılda yaşanan olaylardır. Ordu ve polis, Mübarek diktatörlüğünün araçlarıydı. Halk mücadele ederek Mübarek’i def etti. Bunun üzerine ordu, rejimin de Mübarek’le birlikte yıkılmasını önlemek için duruma müdahale etti; Mübarek’i bertaraf etti ve seçimlere gitti. Seçimleri kazanan yeni diktatör, Müslüman Kardeşler’in lideri Mürsi idi. Mürsi, Mübarek diktatörlüğünü devraldı ve ordunun himayesinde diktatörlük rejimini sürdürdü. Bu durumdan memnun olmayan halk, Mübarek diktatörlüğü döneminde kazandığı Tahrir Meydanında yeniden devrimci bir kalkışmaya girişti. Bunun üzerine ordu, devrimin Mürsi ile birlikte rejimi de silip süpürmesini engellemek için bir kez daha duruma müdahale etti; Mürsi’yi ev hapsine aldı ve kendi denetiminde bir geçici hükümet kurdu. Ordunun müdahalesini kabul etmeyen halk sokaklara döküldü ve en sonunda ordu, halka karşı katliama girişerek bir kere daha esas işlevini yerine getirmiş oldu. Demek ki neymiş; ordunun ve tanklarının kimin elinde olduğundan daha önemli bir gerçek varmış; o da, ordunun her zaman devletin aleti olduğu ve ona hangi hâkim sınıf kliği kumanda ederse etsin sonuç olarak bu aletin halkı katlettiğiymiş.

Ordunun himayesinde başbakanlık görevine oturmuş kişi, son katliamın ardından bir açıklama yapmış ve “polisin nizamı sağlamak için teröristlere karşı kahramanca mücadele ettiğini” söylemiş. Bu sözleri bir yerden hatırlıyorum ama nereden!

Gün Zileli
15 Ağustos 2013
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Fikret Başkaya / Siz dine karışırsanız, din de size karışır…

Bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, “sizin tarikat-cemaat dediğinize biz STK diyoruz” demesiyle, laiklik …

32 Yorumlar

  1. Polisin çok olduğu yerde özgürlük,
    Askerin çok olduğu yerde barış,
    Hukukçunun çok olduğu yerde ise adalet yoktur.”

    Lin Yutang

  2. bir komünist olarak, katıldığım ve beğendiğim bir yazı olmuş…

  3. “Halk mücadele ederek Mübarek’i def etti. Bunun üzerine ordu, rejimin de Mübarek’le birlikte yıkılmasını önlemek için duruma müdahale etti; Mübarek’i bertaraf etti ve seçimlere gitti. Seçimleri kazanan yeni diktatör, Müslüman Kardeşler’in lideri Mürsi idi. Mürsi, Mübarek diktatörlüğünü devraldı ve ordunun himayesinde diktatörlük rejimini sürdürdü. Bu durumdan memnun olmayan halk, Mübarek diktatörlüğü döneminde kazandığı Tahrir Meydanında yeniden devrimci bir kalkışmaya girişti. Bunun üzerine ordu, devrimin Mürsi ile birlikte rejimi de silip süpürmesini engellemek için bir kez daha duruma müdahale etti; Mürsi’yi ev hapsine aldı ve kendi denetiminde bir geçici hükümet kurdu. Ordunun müdahalesini kabul etmeyen halk sokaklara döküldü ve en sonunda ordu, halka karşı katliama girişerek bir kere daha esas işlevini yerine getirmiş oldu.”

    Mısır’da bunlar olmadı. Bu sizin hayalgücünüzün ürünü olabilir.

    Mısır’da halk Mübarek’in diktatör rejimine karşı ayaklandı ve onu devirdi ama ordu bu hareketin üzerine konarak halkın dinamizmini devre dışı bıraktı. Musri’ye seçimler sonucu hükümet verildi ama devamında selefiler desteği çektiler ve hükümeti azınlığa düşürdüler. Musri’nin yaptıları da yanlıştı ama diktatörce diye nitelenemez. Zaten seçimler olacaktı ve Musri’den memnun olmayan halk onu değiştirebilecekti. Tahrir’deki ikinci halk hareketi tertipti.

    Darbe amacına ulaşmıştır ve arkasında Suudi ve ABD desteği vardır. Bu darbeye karşı çıkanlar ise ihvan hareketi ve darbe karşıtı insanlardır. Bütün halk değil.

    Halkı aynı kefeye koyamazsınız. Halk güzellemesinin anlamı yok. Şimdiki katliamın ve öncesindeki darbenin suçlusu da manüplatif tahrir halk hareketidir.

  4. Dil agriyan dise gider..

    Leninin Parlemento,yasal,acik yolla mücadele edilmesine verdigi cevabi hic anlamamistim..
    Verdigi cevap; Bizimkinleri Güclü,yakisikli,etkileyici burjuvazi satin alir yoldan cikartir yönündeydi…

    Kizimizi( örgütü) kapatip gizlenmeliymiydi??..

    Aradan 100 yil gecince bazi solcularimiza devletin Gizli Ajanlari, Rutbeli Pasalar iliskiye gecince, baslari dönmüs bizim kizlarin…!
    Daha önce Gizli ask( Secret Love) sonradan arsiz aska dönüsmüs.Hic utanmada kalmamis..

    Konunun en zor,en hasas noktasida burda.. Nasil olurda kendine solcu diyen kisiler seflerinin acikca iliskisini ögrenince ne hissediyorlar? hele hele Yüzlerce kisiye DÖNEK diye feryat ederken kendilerinin devletin köküne,icine,cekirdegine sarilmalarini nasil aciklayacaklar?
    Hangi yüzle?
    Bu söylediklerim Ip nin icindeki dürüst,idealistler icin.. Yoksa irkciligi genine islemis ,burda adini bile yazmaga utanacagim kisi icin degil..

    Gün Zileli utanmiyor.. Misirada gitse akli onda.. Esas ilk mahkeme etmesi , hesap sormasi aslinda kendi olmaliydi..

    Bizim ,Parti adina ne haltlar karistirdin demeliydi..!Partinin,hareketin VICDANiyla nasil oynarsin demeliydi!
    Engec bu iliskiler tam desifre oldugunda o güzel sözünü demeliydi!
    ” Seni Tanidigima utaniyorum”!!

    Solun mahkemesi,vicdani,adaleti,namusu böyle olmalidir..

  5. Doğru her yerde doğru değildir. orduların insanlığın düşmanı olduklarını kabul ediyorum sosyalist ordularda aynıdır.Tüm bunlara rağmen mısır ordusunun eylemini destekliyorum.Ortadoğuyu kanser gibi saran ve ortalığı kan gölüne çevıren müsluman kardeşler şer örgütünün zayıflatılması hatta yok edilmesi hayati önem taşıyor.Bu örgütün bir üst aşaması al kaidedir. Al zavahiri ve bin Ladin bu örgütün eski üyeleridir. Yayınladıkları fetvalarla cocuk katlinden tecavüzlere kadar her türlü vahşet vardır.Bunlar bize karşı savaş açmışlardır.Bunların diğer halk düşmanı güçlerle çatışması ve yok olması insanlık için isabetlidir. bazen olaylara pragmatıst bakmak gerekiyor.ABD Muslüman kardeşlerin sonuna kadar meydanlarda kalmasını savundu ve onların arkasında durdu. Aldığımız habere göre Suriydeki savaş koordinatörü Mısıra geçmiş.Tahminlere göre düşük yoğunluklu savaş Mısırda başlıyacak. Mısır ordsu ADB ve EU dayatmalarına teslim olursa demokrasi şovuyla orta yol bulunur.

  6. zilelinin ağrısından kaynaklı yazılarının tümünde amacın nedir?bu yazıları yazma ihtiyacı hissetmenin nedeni nedir?sorularını sorup aslında üstlendiği işlevi açık etmeye çalıştım.4 nolu yorumunda fark ettiği gibi bırakalım özgürlükçü anarşizmi zilelinin bütün yazılarında toplumsal devrimcilerden çok millici devletçi ulusalcı eski efendilere güzelleme yapan akp karşıtlığını sistem karşıtlığına yeğleyen ortodoks solun pratikte tükenmiş bütün sendromlarını gösteren sonuç olarak toplumsal muhalefetten çok toplumsal devrim karşıtlarına hizmet eden bir işlev gördüğünü söylemeliyim.bu akp karşıtlığınıda asıl yapılması gereken yerdende yapmayı beceremediği asıl gündem olan sivil pilotların kaçırılması ile bırakın suriyedeki aktörlerin bizzat bütün bölgedekilerce akp nin resmen şii sunni mezhep savaşının açık aktörü ve kanıtı olduğu açığa çıkan rehine almalarda şii aktörler el-kaide ve nusra gibi örgütlerin aslında piyon olduğunu bunların asıl amirinin türkiye hükümeti ve akp olduğunu bildiğinden türk vatandaşları kaçırıp senin piyonunun elindeki aile üyemiz şii hacılar karşılığı rehin pilotları bırakırım demesi bile akp nin kendi hukuğu ile mezhep savaşının tarafı olmasından yurttaşlarının can güvenliğini tehlikeye atması seviyesinde skandalı sırf el-kaide ve nusranın suriye kürtlerine karşı savaştığı için görmemeye gelip asıl akp ve devlet-iktidar efendilerini itibarsızlaştırmanın bir ucunun kürtlere itibar getirmesi nedeniyle zileligiller perinçekgilleri endişelendirdiği için her şeyi gündem yapıp yazabilen zilelinin bir türlü aklına asıl gündemlerin gelememesi milli zilli duygularından olmasın?

  7. Sayın Zileli, yayın kolektifi çalışmalarına devam ediyor mu? bilginiz var mı?

  8. Yayın Kolektifi devam ediyor, fakat çalışmalarını bir ölçüde dondurmuş durumda. Yani yeni dosya kabul etmiyor. Bunun sebebi, yayın alanında bir durgunluk yaşanması. YK’nın elinde şu anda 5 dosya var kabul ettiği ve bastırmak istediği. Onların bile durumu şu anda askıda. Sanırım durum bu sonbahar açıklığa kavuşacaktır.

  9. Sevgili Gün Zileli
    Arkadaşım Volodymyr’in bir zamanlar Kiev Arsenal’de (şehrin eski silah deposu) açtığı bir sergisi var. Adı “halkın silahları”. Buyrun :

    http://volodymyrkuznetsov.com/works/peoples-weapon/

  10. Özgürlükçü iyi ki varsın sen ve aynı şablon cümlelerin olmasa bizi Zileliye karşı kim koruyacak walla kaşla göz arasında karşı devrimci olacağız.

  11. Bu arada alakasız olacak ama Hindistan Komünist Partisi/Marksist-Leninist miydi tam hatırlamıyorum ama toprak ağalarını falan nacakla, tırpanla falan öldürüyordu halk silahı diye. Yukarıdaki sergiyi görünce onu hatırladım. Robert Kolejde Çaru Mazumdar a özenenler onu taklit etmeye çalışanlar vardı galiba. Özgürlükçü daha iyi bilir 🙂

  12. Ahlakçı yine ısrar eder: Sınıflar mücadelesinde kapitalizme karşı her araç serbest mi olacaktır? Yalan, ikiyüzlülük,
    ihanet, cinayet ve bunun gibi şeyler?

    Ona şu cevabı veriyoruz: proletaryanın birliğini artırıp ruhuna ezilmenin hiç sönmeyecek kinini üfleyecek, resmi ahlaka ve onun demokrat dalkavuklarına meydan okumayı öğretecek, tarihsel görevinin bilincini kazandırıp cesaretini ve fedakarlığını artıracak olan araçlar, kabul edilebilir ve zorunlu araçlardır ancak. Buradan da, her aracın asla onaylanmadığı çıkar. Amaç aracı haklı kılar dediğimizde biz bundan işçi sınıfının bir bölümünü diğerlerine karşı kışkırtan, veya kitlelerin mutluluğunu bu kitlelerin bizzat katılımları olmaksızın sağlamaya çalışan, veya yine kitlelerin özgüvenini ve örgütlenmesini sarsarak bunun yerine “liderlere” tapmayı getiren uygunsuz usul ve yöntemlerin büyük devrimci gayeye ulaşmanın araçları arasında olmadığını anlıyoruz. Devrimci ahlak her şeyden önce, burjuvaziye karşı uşaklık etmeyi ve emekçilere karşı tepeden bakmayı, yani ukala bilgiçlerin ve küçük burjuva ahlakçıların zihniyetinin en belirgin özelliklerini tamamen yasaklar.

    http://www.iscinet.org/ekitap/trocki/oaba.pdf

  13. 9 ve 10 nolu anonimlere tavsiyem toplumsal devrimcilerin dünyadaki halk devrimlerinde ne yapıp yapmadıklarını merak ediyorlarsa benim gibi kendileride murray bookchin in devrimci halk hareketleri tarihi adlı dipnot yayınlarında 3 cildi çıkmış kitaptan öğrenebilirler çok objektif ve tarih boyunca özgürlükçü devrimcilerin zülmeden efendilere karşı balta nacak kazma ile neler yaptığını hatta bu halk hareketlerdeki dinin inancın işlevinden modernizmin asi çocuğu marxistlerin işlevine toplumun en mağduru yoksul baldırı çıplakların her isyan ve devriminde elinden çalınan devrim ve iktidarlara her seferinde başarmaya çalışılan 3. devrim çabalarını en çokta zileli gibi kendine en devrimci öncü diyenlerce itibarsızlaştırılıp engellendiğinin bizzat pratiklerini öğrenip aslında devrimlerın asıl görünmeyen kahramanlarının başına gelenleri öğrenmekte fayda var kendine anarşist diyen zileliyi nedense etkileyemediğine göre önemi daha arttığını düşünüyorum

  14. http://www.radikal.com.tr/turkiye/suriyeli_kurt_kadinlar_istanbulda_fuhusa_tesvik_ediliyor-1146413 onun bunun dernegini vay kemalist diye basacagina bu insanlara sahip cikacaksin, tamam öyle bir gücümüz hepsine bakacagimiz kadar yok, ok benim dernegimin kapisinda ahada kemalistler diyecegine en azindan fuhus cetelerine saldirmalisin, bu benim sana elestrim, ama sen hala essseksin, istanbul da ki dko ler kadin örgutleri nerdeler???? insaffff

  15. http://www.radikal.com.tr/turkiye/suriyeli_kurt_kadinlar_istanbulda_fuhusa_tesvik_ediliyor-1146413 e simdi bu olaya el atan bir LGBT nin tam irasi degilmi ?eger el atmazlarsa heeec umurumda olmazlar varsin bas bas bagirsinlar , müthis birsey olurdu, suriyeden kacirtilmis bu ailelerin kapisinda LGBT nin nöbet tutmasi, rehberlik yapmasi, asgari beslenmeyi saglamasi , en azindan buna ugrasmasi, amaaan bize ne bi diyosa.(gitcek duzuscek onun duzusmesinin türünün takipcisi ve savunucusu olamam), kendini otekilestirilmis hissediyosa kilina zarar vereni …?? o zaman hocam bana hiiic homofobik felan demiycen gitcen…..???? gülüdügünüzü görür gibiyim, ok, o zaman bana asmis anarsitleri oynamayin, degisik döverim, öptüm Yusuf cemal.: emek sermaye celiskisi ile mutlaka sen bu sorunlari halledeceksin biliyorum:)))isci sinifina gitmek lazim salakligi , devrimci proletâryaci arkadaslardan sonra en iscici hakiki en proleterya merkezciligine ulasti, sinif örgütlenmesinin merkezi , allah skolastik marxizminizin yolunu hayretsin:))))

  16. Anonim 15. Bazen hic alakasiz gorunen yerlerde ruh cagirir gibi beni cagirmandan ve sonra yazdiklarima pek karsi cikmamandan killanmiyorum degil. Neyse. Kafanda nasil simgelestirdiysen artik, ne bileyim Kizil Bayrakci felan mi sandin beni nedir.

    Kadinlarin ezilmisligini, erkek egemenligi yada Querr’le birlikte “cinsiyet belasina” donusmus problemleri, diger tarihsel problemlerden ayri kategorize etmek, eger bir “askiya alma” metodu degilse, feminizmden queer’e giden yolu anlamamak demektir. Birlesik kuram degil bu. Zayif kuvveti Guclu ile birlestirip, elektro magnetik kurami icine katip, sonra da gravitasyonal alani her nasilsa birlestirecegimiz bir kuramlar dizisinden bahsetmiyoruz. Burada her tarafta Higgs bozonu goremeyiz, her bilinmeyene karanlik madde, karanlik enerji diyemeyiz, her tasin altindan proleterya cikmaz. Yanlis simgelestiriyorsun.

    Her neyse, madem bu yazinin altina yorum yazdim yazi hakkinda fikirlerimi de yazayim. Daha dogrusu sansurleyeyim. Insanlardan olusan hic bir yapi, maddesel araclarla bir tutulamaz. Ates acan Misir’li asker, emir veren subay, bu isten siyrilacagini ve cezalandirilmayacagini dusunuyor olmalidir. Ya da ideolojisine asiri baglidir. Bu da Misir devriminin ne kadar yuzeyde oldugunu gosteriyor. Ve bu da araclar henuz test edilmedi demektir. Yani su anda zaten burjuvazinin araclarini konusuyoruz. Musluman kardesler mi, ordu mu hic farketmez. Ihvan’in radikalligi Enver Sedat’i oldurdukleri an bittiydi zaten. Sonrasi korku, geri cekilme ve “birikim ugruna birikim”.

  17. Dil agriyan dise gider..

    Zaten icerdekinler feryadi milliyetcilere odaklanmis. Umutlari MhP-Milliyetci kemalistler vede tabiki pasalar bu vatansever centilmenleri gene bir darbeyle kurtarmasidir.

    Sizler cok Sol Capulcular kendi kendinize gelin güvey-damat olmaga calismaniz bile bu Azgin Milliyetcilerin isini bozarsiniz..

    Adamlarin KULLANDIGI ARAC sizinkinlerden FARKLI!
    Birakin herkesin aletini kendine! Kendi yoluna gitsin herkes..

  18. demokratik devrimci bir hareket için mısırdaki olaylar, bir samimiyet sınavı ve turnusol kağıdı işlevi görüyor bence.

    ortada bir askeri darbe var ve kime karşı yapıldığı da aşikar.; halka karşı. ihvan ın yönetim kademelerinde olması bu gerçeği değiştirmez.

    oysa son süreçte gayet doğru bir duruş içinde olup, doğru mesajlar veren türkiyedeki devrimci demokrat hareketlerin, mısır konusunda seslerinin gayet kısık çıktığı bir vaka…
    başta gezi direnişiine katılanlar olmak üzere, kürt hareketi ve tüm radikal demokratik istemleri olanlar, bu konuda daha gür ve cesur ses vermeli…
    çifte standart ahlaki bir problemdir ve yakışmaz…

  19. mısırdaki mursi karşıtı darbenin şili’deki pinoşe karşıtı darbeden farkı yok.

  20. Ordu sadece bir araçtır, esas olan eziyettir, katliamdır. Katliam sadece silahla, öldürerek de olmaz.

    Katliamı sadece insan ölümleri olarak algılayıp yaygaralar koparmamız elbette insan olmamızdan kaynaklıdır. Lakin Mursi gibi kökten katliamcı zihinleri ve yanaşmalarını masum insanlar olarak gösterip, haklarında rabia ayinleri düzenlemek fazlasıyla irtica yahut romantizm kokuyor.

    Merak ettiğim sual şudur: ordu silahını mursicilere değil de esas devrimcilere yöneltseydi bizim gerici, feodal, iktidarcı güruhumuz aynı ölçüde ses çıkaracak mıydı? Irak’ta katledilen milyon üzeri müslümanın katillerine dualarla, methiyelerle destek verenler, bugün mısırlı müslüman kardeşlerine rabia ayinleri düzenliyor.

    Elbette insanlar ölmesin fakat kimse de 9 yaşındaki bir kız bebesi ile evlenme hakkını kendinde görmesin. Darbe karşıtı olalım derken, neyin tarafında durduğumuza da dikkat edelim. “X yerde ölenler için illa şucu bucu olmanıza gerek yok insan olmanız yeterli” gibi süper romantik söylemleri de bi bırakalım artık. Mısır’ın masum ve mazlum halkı, darbeden önce sokakları dolduran devrimci kitlelerdi. Onların muhtemel devrimleri darbe ile yalan oldu ne yazık ki.

    Yine de müslüman kardeşler adlı gerici, kıyıcı, sindirici, çıkmaz bir projeye rabia ayinleri düzenlememizi kimse bizden beklememeli.

  21. devletin katlettiği cani de “sadece devletten adalet beklenmemesi gerektiği için” MASUMdur bence. çünkü, adalet, adaletsizlik yani mülk üzerine ” kurulmuş” olanların sağlayabileceği bir şey değildir, olamaz.

    bu düşüncem belki, ergenekonun tetikçileri için söylediklerimle çelişiyordur, gene de orda kimseye idam hükmü verilmediğini hatırlamak gerekiyor.

  22. bu yazının başlığı, “bana kullandığın kavramı söyle, sana kim olduğunu söyleyim” olabilir miydi, belki de…( bi sormak lazım).

    birileri sosyalist sola, “mısır da olanları açıklamak için emperyalizmden başka kullanacağınız kavram yok mu?é diye sorarsa, yavuz aloganın cevabı kesin : “yok!” (soL 20 ağustos).

    ben daha ileri gidip, sorayım. dünyayı açıklamak için başka kavrama ihtiyacınız var mı, “yok”…

    iyi de her kapıya maymuncuk bir kavramdan söz edenin, kavramdan ne anladığını ifade etmesi gerekmez mi? alogan bi sürü tarihi olaydan söz ettikten sonra, bakın nasıl bir bakla gösteriyor:

    “tahrir meydanında bulutlara en çok, peş peşe müslüman hilali, hıristiyan haçı, yahudi yıldızı çizildi. hem emperyalizme hem de mursi nin şeriatçılarına çok önemli görsel mesajdır. falanca cemaatin ya da ırkın mensubu değil, bütün etnik gruplara ve dini cemaatlere kör olan bir ULUSAL DEVLETİN (abç) eşit anayasal haklara sahip yurttaşları olmak istiyorlar.”mış… sanki “emperyalizmin” bu mesaja hayır diyeceği varmış daha doğrusu “umurundaymış” gibi. ulus da, onun devleti, bu devletin “eşit anayasal haklara sahip yurttaşı” dediğin meret, zaten “emperyalizmin” icadı değil mi?

    mülkiyetinin dokunulmazlığını bu araç-kavramlarla sağlamıyor mu? tek kelimeyle “emperyalizm eşittir ulus-devlet çağı kapitalizmi değil mi? ve çağın sermaye temerküz gücünün paralelinde bulduğu çözüm bu devlet ve ulus icadı olmadı mı?

    alogan devam ediyor:

    “ancak o zaman KENDİ ULUSAL KAYNAKLARINA” SAHİP OLABİLECEKLERİNİ, KENDİ ORTAK TARİH VE KÜLTÜRLERİYLE ÖVÜNEBİLECEKLERİNİ…”

    şimdi biri çıkıp marksizm bir devlet ulus ideolojisidir, işte ispatı dese, ne cevap verilir?

    yazarsa bakın nasıl “tam ters(!)” bir sonuca varıyor:

    ” EMPERYALİZMİN VE ÇOK ULUSLU ŞİRKETLERİN SÖMÜRÜ VE MENFAAT ALANI OLMAKTAN ÇIKABİLECEKLERİNİ VE İNSAN GİBİ YAŞAYABİLECEKLERİNİ BİLİYORLAR”

    benim bildiğimse, bunun yerli ve ulusal şirketlerin sömürü ve menfaat alanı olmasının istendiğidir. bunu sovyetik diye de anlamak mümkündür.

    yazar sözünü bağlıyor:

    “sosyalizme de bu yoldan gidilir; zira emperyalizmin etnik ve dinsel hatlar boyunca PARÇALADIĞI ULUSLARIN ENKAZINDAN ÇIKMAYACAK TEK BİR ŞEY VARSA, O DA SOSYALİZMDİR.”

    demek ki bakla sömürü değil de emperyalizmin ya da “sosyal versiyonunun diyelim, farketmez, icadı olan ulusun ve onun devletinin bekaasıymış… bunun için etnik ve dinsel kimliklerin feda edilmesiymiş. bu kimliklerin ÖVÜNEBİLECEKLERİ TARİH VE KÜLTÜRLERİnin hiç bir önemi yokmuş.

    bütün bu tezlerde görmezden gelinen basit bir gerçelik ise şudur:
    küreselleşen sermayenin manyetik etkisi ve hareketi artık ulus devletin dar alanına sığmamaktadır. onu küresel ölçekte bir pazar-piyasa içine almak, bu zeminde sömürmek amaçtır. bunun için küresel kapitalist tek devletini ve küresel ulusunu (yurttaşını) inşa etmektir.

    zira karın maksimizasyonu yasası için bu durum, bir zorunluluk halini almış… emperyalizm denen milliyetlere dayanan ulus devletçikler dönemi sona ermiştir. hızla çözülmektedirler.

    bundan kurtuluşun yolu, kısaca söylenirse, milliyet egemenlikli kapitalist ya da sosyalist ulus devletler üzerinden çözüm aramak olamaz. devlet mülkiyetin garantörü olarak var oldukça çözüm yok. devlet mülkiyeti de aynı kapıya varır, tarih kanıtladı. hala kendilerine iktidar imkanı arayanların “daha yeni yollar bulması gerekiyor..”

  23. teraaazi laastiik cimnastik

    Kullandığım aletin adı Gün Zileli…

  24. Rabiacılara neden karşıyız?

    Bir kere şunda anlaşalım. Mısır’ın kaderi sadece Mısırlıları ilgilendirmez. Mısır’ın kaosa sürüklenmesi veyahut birtakım gözü dönmüş manyakların yönetimine girmesi, öncelikle komşu ülkelerin güvenliğini ilgilendirir. İkincisi, o kargaşadan etkilenecek olan diğer Arap ve İslam ülkelerini ilgilendirir. Üçüncüsü, onmilyonlarca aç ve öfkeli insanla başa çıkmak zorunda kalacak olan dünya ülkelerini ilgilendirir. Dolayısıyla bu ülkelerin, Mısır’ın intihar etmesine engel olma hakkı – hatta haktan öte görevi – vardır.

    “Parayı veren düdüğü çalar” yasasını da akıldan çıkarmayalım. Mısır Suudi’lerin, Amerika’nın ve Avrupa’nın sadakasıyla geçinen bir ülkedir. Geçen hafta Cengiz Aktar dış yardım rakamlarını vermişti, onun yalancısıyım. Mursi döneminde 9 milyarı Suudi Arabistan’dan olmak üzere 22 milyar dolar dış yardım almışlar. Buna karşılık toplam (2012’de) 28 milyar dolarlık mal ve hizmet ihraç etmişler. Senin toplam dış gelirinin yüzde kırkdördü Suudiyle Amerikalının sana acıdığı yahut batmanın sonuçlarından korktuğu için hibe ettiği paraysa, “ağa benim içişlerime nasıl karışır” diye babalanma hakkın olmaz.

    Bu ülke binlerce seneden beri bütün Akdeniz havzasının mahsul ambarıydı, aldığından kat kat fazlasını ihraç ederdi. Bugün bu hale düştüyse bunun nedenini hayali dış mihraklarda aramanın alemi yok. Kötü yönetilmiştir, en az altmış yıldan beri feci derecede kötü yönetilmiştir. Adamların elinde dünyanın en verimli toprakları var, üstüne Süveyş Kanalı gibi (Avrupalıların sana hediyesi) bir para basma makinesi var. Palavra aleminde yaşayan birtakım cahil ve ahmak kadrolar o geliri har vurup harman savurmuş, yatırım diye bir şey akıllarına gelmemiş, sonunda çökmüş bir altyapı, yüzde yirmi küsur işsizlik, sıfır döviz rezervi ve petrol ihtiyacını bile zor karşılayan bir dışsatım kapasitesiyle baş başa kalmışlar.

    Şimdi söyler misiniz, Mısır’ı Mısırlılar yönetsin diye ısrar etmenin anlamı ne? Adamlar yönetmekten acizse zavallı Mısır halkını bu eziyete mahkûm etmenin insaniyetle bağdaşan yanı nerede? Sen otomobil alırken yabancıyı tercih ediyorsun. Gazoz alırken yabancıyı tercih ediyorsun. Çocuğunu gâvurun okuluna göndermek için can atıyorsun. Devlet hizmeti satın alırken “bizim olsun, isterse öküz olsun” diye inat etmenin mantığını söyle.

    *
    Mübarek rejimi otuz senenin sonunda (tıpkı Abdülhamid’in son yılları gibi) çürümüştü. Demokrasi olsun dediler, devirdiler. Herkes bayram etti.

    O karambol içinde adamın biri çıktı, Mısır halkının %56,6’sının boykot ettiği bir seçimde, %51, 7 oyla başkan seçildi. Zagazig Üniversitesinde makine mühendisliği profesörü olmaktan başka idari tecrübesi yoktu. Cehaleti yücelten ve dünyayı düşman sayan bir paranoya ideolojisine mensup olmaktan başka entelektüel donanımı da yoktu. Ülkenin yarısının ve yönetici elitin tamamının kendisine muhalif olduğu bir ortamda, “ben ne dersem o” kibiriyle memleket yönetebileceğini sandı. Anayasayı değiştirip kendine diktatör yetkileri verdi; beceremeyip çark etti. Nargile kahvelerini ve Ümmü Gülsüm şarkılarını yasakladı. Maliye çöktü. Güvenlik çöktü. Belediye hizmetleri çöktü. Turizm çöktü. Yatırımlar komple durdu.

    16 yıl önce Luksor’da turistlere katliam yapan adamları Luksor valisi atadı. Bütün ülke ve dünya “gel konuşalım” diye yalvarırken, kırk yıllık yorgun müstebitler gibi sarayına kapandı; belki konuşmaya takati veya cesareti yoktu, belki söyleyecek sözü olmadığından korktu. Her müflis politikacı gibi dış krizden medet umdu, Etiyopya’ya savaş denemesine girişti. Her müflis Şark politikacısı gibi, Yahudi düşmanlığı yaparak cahil halkı galeyana getirmeyi denedi; Allahının arkasına saklanıp İsrail’i lanetledi; peygamberinin arkasına saklanıp “maymun ve domuzlar soyu” diskuru çekti.

    Nihayet devrildiğinde, aklı olan herkes derin bir nefes aldı.

    Yerine gelenler, hayır, daha matah adamlar değildi; altmış yıldan beri memleketi batıran ekipti. Ama Tahrir cenderesinden geçmişlerdi; kısıtlı da olsa demokrasi olmadan ülkeyi yönetemeyeceklerinin farkındaydılar. Dış sponsorlarının talebi de o yöndeydi. Kısa süre içinde serbest seçim sözü verdiler; İhvan’a “gel konuşalım” dediler; Mursi’ye onurlu bir çıkış yolu önerdiler.

    Ama olmadı. İhvan’cıların cihat ve şehadet retoriğiyle efsunlanmış gözleri, çıkış yolunu göremedi. Kalabalıkları sokağa sürdüler. İhtilali ihtilalle altedebileceklerini sandılar. Karşı taraf bir an sendelese ülkeyi kaos ve kargaşaya boğacak bir kumar oynadılar. Karşı taraf sendelemedi. Tahrir-sonrası çekingenliğini bir yana atıp, asli kimliğine geri döndü. Sonuç: şimdilik bin küsur ölü.

    Şimdi bütün dünya, ölen “ılımlı İslam” projesinin yasını tutuyor. İslam ülkelerinde demokrasi denemesini bir başka – çok uzak – bahara ertelemenin sıkıntısını yaşıyor.

    *
    Rabiatül Adeviye Maydanında ölenlerin yasını tutamıyorum, üzgünüm. Piyon olarak sahaya sürüldüler, harcandılar. Orada ölen yüzlerce insanın – ve Mısır’ın ölen demokrasi hayalinin – vebali İhvan’ın ve Mursi’nin omuzlarındadır.

    Gezi’de ayaklananlarla Rabia’da ayaklananların aynı kaba konulabileceğini de düşünmüyorum, hayır. Buradakiler, gözü dönmüş bir zorbaya meydan okumak için sokağa çıktılar. Oradakiler, iflas etmiş ve yenilmiş bir zorba adayını geri getirmek için sokağa çıktılar. Gezi’nin Mısır’daki muadili, geçen Aralık’tan beri her gün Tahrir’de sokağa çıkan ve Temerrüd hareketini organize eden milyonlardır.

    Gezi bayrağına dört parmak ekleyenler, her şeyden önce, Tahrir’de özgürlük mücadelesi veren Mısır halkına hakaret etmiş olurlar.

    Onunla da kalmazlar. Burada, yenilgiyi kabul etmektense ülkeyi yangın yerine çevirmekten çekinmeyecek bir siyaset kumarbazını biraz daha cüretlendirmeye, onun ürkütücü patinajını biraz daha uzatmaya hizmet etmiş olurlar.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2013/08/rabiaclara-neden-karsyz.html

  25. Bana oldukça elitist, tepeden ve kemalist bir bakış açısı gibi geldi bu yorum.

  26. “kemalist bir bakış açısı” ve Nişanyan?

  27. yazının Nişanyan’a ait olduğunu bilmiyordum. Bilmemem daha iyi olmuş. İmzayı görsem belki bu tanıyı koymaktan imtina ederdim. Yazı tipik bir elitist-kemalist bakış açısının ürünüdür ki, esasında bunun Nişanyan’a pek de fazla aykırı düşeceğini sanmıyorum. Siz bakmayın Kemalizme esip üfüren bazılarına. Aynı seçkinci bakış onlarda da vardır. Aynı halktan nefret de. Bu yazı bunun güzel bir örneği.

  28. Yazıyı yeniden okudum daha dikkatli bir şekilde. Kemalist bakış açısı demekle haksızlık etmediğimi bir kere daha gördüm. Ama bu, ulusalcı bir kemalizm değil de, Kemal’in gerçek haline daha çok yakışan batıcı bir Kemalizmdir. Öte yandan, Tahrir’in ve Temeddüd hareketinin bugünkü şaşkınlığını da görmek gerekir. İki cami arasında binamaz durumundadırlar. Yukarı tükürseler ihvan’ın, aşağı tükürseler ordunun yanına düşeceklerinden iyice pasif bir haldedirler. Hatta sanırım kısmen de ordu destekçesi bir konuma düşmüş bulunuyorlar. Oysa Tahrir’in yapması gereken, hem ihvan’a, hem de orduya karşı mücadele bayrağını yükseltmek ve ordu ile çatışan halk kesimiyle dayanışma içinde olmaktı. Kim yaptıysa, Gezi’nin bayrağına dört parmağı eklemeye kalkışmakla yanlış yapmış ama Türkiye’de bir ordu darbesi olsa Geziciler bence ordunun yanında değil, orduyla çatışanların yanında yer alırlardı. Şahsen ben öyle yapardım.

  29. basbayağı modernleştirmeci bir bakış açısı var nişanyanın… ama sermayenin önündeki engelleri ekonomik gelişmenin “doğal seyri” dahilinde değil de, devlet eliyle ve yukardan kararlarla sağlamaya çalışan bir zorla modernleştirme… bu açıdan kemalist batıcılaştırma denebilir, bence. bunun mısırda yıllardır uygulanan askercil modernleştirmeden ne farkı var?

  30. Ortadoğu’ya Devrim Gerekiyor
    Kerem Dağlı

    Arap coğrafyasını altüst eden isyan dalgasının üzerinden üç sene geçti, ama Arap halklarına “artık yeter” dedirten koşullar ortadan kalkmış değil. Emekçi sınıfların ayağa kalktığı ülkelerin hiçbirinde sorunlar çözülmedi. Demokratikleşmeden söz etmek zor, siyasi istikrarsızlık hâlâ varlığını sürdürüyor. Barış ve huzurdan bahsetmekse hiç mümkün değil. Suriye’de kanlı bir içsavaş sürüyor ve diğer ülkelerde de içsavaşlara ucu açık çatışmalı-gerilimli durumlar mevcut. İşçi ve emekçilerin yaşam koşullarında en ufak bir iyileşme olmadı. Geçim sıkıntısı, yoksulluk ve işsizlik olanca ağırlığıyla kitlelerin belini bükmeye devam ediyor. Yolsuzluklar ve siyasi çürüme ise had safhada sürüyor.
    Oysa kendini yakarak isyan dalgasının kıvılcımını çakan Tunuslu Bouazizi’yi izleyen Arap halkları, canları pahasına sokaklara döküldüklerinde çok farklı beklentiler içindeydiler. Korku duvarını aşan kitlelerin isyanı onlarca yıllık diktatörleri devirmiş ve halklar çok daha iyi bir geleceğin umuduyla dolmuşlardı. Emekçi sınıflar cesurca ileri atılarak onyılların hatta yüzyılların durgunluğunu kırıp yeni bir dönemin kapısını aralamışlardı. Ama isyanlarını başarılı devrimlere evriltecek örgütlülükten yoksundular ve bu yüzden sürecin kontrolünü burjuva güçler ellerine aldılar. Devrimci bir önderliğe sahip olmadıkları için, tüm örneklerde kitlelerin enerjisi emperyalist güçler ve egemen sınıflar arasındaki kapışmalara kanalize oldu.

    “Baharım güz oldu, yazım kış”

    Mısır’da, geçtiğimiz yılın Temmuz ayında, kitlesel protesto gösterilerinin ardından eski rejimin asıl sahibi ordu, güya devrimi korumak adına bir darbeyle Müslüman Kardeşler’i devirmiş ve iktidarı tekrar ele geçirmişti. Ardından ordu bu İslamcı hareketi terör örgütü ilan etti ve yasakladı. Neredeyse tüm liderlerini tutukladı ve malvarlığına el koydu. Orduyu temsilen yönetime el koyan General Sisi güdümündeki geçici yönetim bir anayasa taslağı hazırladı ve Ocak ortasında yapılan referandumda bu taslak %98,1 oyla (!) kabul edildi. Ancak gerek Müslüman Kardeşler’in gerekse de darbeye karşı çıkan diğer muhalif kesimlerin protestoları ve referandumu boykot etmeleri sonucu sandığa gitme oranı %38,6’da kaldı. Dolayısıyla “halkın desteğini arkasına alarak devrimi kurtarmak”tan bahseden halk düşmanı ordunun aslında ciddi bir kitle desteğine sahip olmadığı da kanıtlanmış oldu.
    Gerçekte orduyu ve onun yeni anayasayla iyice pekiştireceği vesayet rejimini destekleyenler, eski Baasçılar, ulusalcı solcular, burjuva liberaller ve demokratlardan oluşan sözde “ilerici, laik” kesimlerdir. Bunlar, bir yandan Müslüman Kardeşler döneminde emekçi halkta oluşan tepkilerden ve diğer yandan da Batılı emperyalistlerin İslamcılara karşı yükselen alerjisinden faydalanarak, kendi çıkarları doğrultusunda seçkinci-laikçi ve baskıcı bir rejimi tekrar inşa etmek peşindedirler. Emekçi halkın sıkıntılarının giderilmesi veya özlemlerinin karşılanmasıyla en ufak bir alâkaları yoktur. Ama halkın desteğini kazanabilmek için ağızlarından “devrim” veya “devrimi korumak” laflarını da düşürmemekte, en güçlü rakipleri olarak gördükleri İslamcıları da teröristlikle suçlayarak gözden düşürmeye çalışmaktadırlar.
    Askeri-sivil bürokratik vesayeti kabul eden ve ordunun arkasına dizilen bu burjuva güçlerin planı, önce Sisi’yi cumhurbaşkanı seçtirmek, ardından da yeni anayasa temelinde (tıpkı bizdeki 27 Mayıs darbesi ve 1961 anayasasında olduğu gibi) vesayet kurumlarını daha güçlü biçimde tahkim ederek rejimi garanti altına almaktır. Böylece genel seçimlerde kim gelirse gelsin düzenleri bozulmayacak ve çıkarları korunacaktır. Bu maksatla yeni anayasada bir yandan göstermelik demokratik hükümler yer alırken (cumhurbaşkanının meclis tarafından görevden alınabilmesi, meclisin üst kanadı “şura”nın kaldırılması, kadın-erkek eşitliğinin garanti edilmesi, devletin mezhebsel karakterine ilişkin maddelerin kaldırılması, azınlık haklarının garanti edilmesi, devletin ahlâki değerlerin koruyucusu olduğu yönündeki maddenin kaldırılması vb.); diğer yandan askeri-sivil bürokratik vesayeti güvenceye alacak düzenlemeler yer almaktadır (ilk 8 yılda savunma bakanını atama yetkisinin orduya verilmesi, ordunun imtiyazlarının daha da arttırılarak mali ve hukuki bağımsızlık sağlayan yetkilerin genişletilmesi, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması, orduya siyasi ve hukuki dokunulmazlık sağlanması, ordunun siyasete müdahale edebilmesini sağlayacak mekanizmaların oluşturulması; polis teşkilatına hukuki dokunulmazlık ve kendini ilgilendiren yasal düzenlemelerde veto hakkı getirilmesi, olağanüstü yetkilerinin arttırılması vb). Böylece Mısır’da aslında bir kez daha otoriter ve anti-demokratik bir rejim tesis edilmiş olmaktadır. Seçimle gelen siyasi partilerin neredeyse hiç hükmü olmayacaktır.
    Ancak anayasadaki göstermelik demokratik hükümlerin ve “şeriatçı, terörist İslamcılar” öcüsünün Mübarek’i deviren kitleleri sakinleştirmeye yetmeyeceğini iyi bilen Sisi, Körfez ülkelerinden gelen milyar dolarlarla halkın hoşnutsuzluğunu gidermeye çalışmaktadır. Yoksullara yapılan sosyal yardımların (ki halkın neredeyse %50’sini kapsamaktadır) devam ettirilmesinin ve asgari ücrete %40 zam yapılmasının amacı da budur. Ancak elbette bunlara, en ufak muhalefete bile aman vermeyecek baskıcı uygulamalar eşlik etmektedir. Katliamların, tutuklamaların, yasaklamaların ve devlet terörünün şimdilerde asıl olarak Müslüman Kardeşler’i hedef alması kimseyi yanıltmamalıdır. Baskıların İslamcılarla sınırlı kalmayacağı açıktır. Nitekim darbeye ve anayasa referandumuna karşı çıkan ve Mübarek’in devrilmesini sağlayan süreçte en ön saflarda yer alan “6 Nisan Hareketi” gibi yapılar da aynı devlet teröründen nasiplerini fazlasıyla almaktadırlar. Darbeci ordu güçleri, sıra muhalefeti bastırmaya geldiğinde İslamcılarla sosyalistler veya devrimciler arasında bir ayrım yapmamaktadırlar.
    Mevcut ekonomik tablo da, rejimin halkı şimdilik oyalamasını sağlayan Körfez dolarlarının etkisinin fazla uzun sürmeyeceğinin işaretleriyle doludur. Ekonomik büyüme %5-6’lardan %1-2’lere düşmüş durumdadır. Milli gelirin %10’unu oluşturan turizm gelirleri dörtte bir oranında azalmıştır. Su ve elektrik kesintileri ise azalmakla birlikte devam etmektedir (ki bu kesintiler Müslüman Kardeşler’in devrilmesinde önemli rol oynamıştı), ekmek bulmak bile zorlaşmıştır. İşsizlik resmi rakamlara göre %14’tür, gerçekteyse %40’lara ulaştığı tahmin edilmektedir. Gençlerde işsizlik oranı %71’e çıkmıştır. BM’e göre açlık sınırının altında kalanlar nüfusun %17’sini oluşturmaktadır. Enflasyonun %130’larda olduğu söylenmektedir. Yabancı sermaye yatırımları ise tamamen durmuştur.
    Tüm bunlara rejimle Müslüman Kardeşler arasındaki gerilimden kaynaklı giderek artan siyasi istikrarsızlık ve şiddet eylemleri eklendiğinde, yükselecek halk tepkisini bastırmak için rejimin otoriterliğinin artacağını ama bunun çok fazla işe yaramayacağını öngörmek zor değildir.
    “Arap Baharı”nın başladığı ülke kabul edilen Tunus’taki durum da pek parlak değildir. Mısır’daki “kardeşlerinin” akıbetini gören En Nahda (Müslüman Kardeşler’in Tunus versiyonu) durumdan vazife çıkartarak diğer burjuva güçlerle uzlaşmış ve eski rejim güçlerine ciddi tavizler vererek pozisyonunu koruma yoluna gitmiştir. En Nahda, Laik Cumhuriyet Partisi ve Ettakol Partisi (sosyal demokrat parti) koalisyon halinde Ulusal Kurucu Meclis’i oluşturmaktadırlar. Mısır’da Müslüman Kardeşler devrilirken Tunus’ta da sol ve laikçi-ulusalcı kesimden liderlerin radikal İslamcıların suikastlarına kurban gitmesi En Nahda’yı oldukça zora sokmuş ve ülkenin en büyük sivil gücü olan UGTT adlı işçi sendikası konfederasyonunun baskısı ve araya girmesiyle uzlaşı sağlanmıştır. En Nahda’nın yerini teknokrat bir hükümete bırakması ve yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle kriz şimdilik atlatılmıştır.
    Ancak En Nahda’nın kendini kurtarmak ve iktidarda kalabilmek adına eski rejim güçlerine verdiği tavizler tepkileri arttırmaktadır. Yeni anayasa da tam bu nedenle, “beklentileri karşılamadığı ve devrimin hedeflerini tam olarak yansıtmadığı” sebebiyle eleştiri konusu olmuştur. Halkın özgürlüklerle ilgili talepleri karşılanmış değildir. Diğer Arap ülkelerine nazaran güçlü bir sendikal geleneğe sahip olan Tunus işçi sınıfı da “işçilerin hakları açısından bir iyileştirme getirmediği” gerekçesiyle yeni anayasayı yetersiz bulmaktadır. “Anayasa bir grup burjuva tarafından hazırlandı. Ne fakir insanlar tarafından yapılan devrimin hedeflerini ne de toplumsal talepleri karşılıyor” ifadesi emekçi halkın yeni anayasa hakkındaki düşüncelerini özetlemektedir. Bu bağlamda, koalisyon ortağı burjuva güçlerin, “çoğulcu ve katılımcı sisteme dayandığı, ülkede gerçekleşen özgürlük devriminin onur kaynağı olduğu; halkın, İslamın öğretilerine ve amaçlarına olan bağlılığını açıklık ve itidal ilkeleriyle karakterize ettiği” şeklindeki açıklamalarla yeni anayasayı selamlamaları emekçi halk açısından pek bir şey ifade etmemektedir. Eskisine göre çok daha demokratik hükümler içermesi ve Mısır’daki gibi daha otoriter ve vesayetçi bir rejime yol açmaması, sokaklara dökülerek Bin Ali’yi ülkeden kovmuş emekçiler için yeterli değildir.
    Ayrıca başta işsizlik ve yoksulluk olmak üzere, işçi sınıfının yakıcı ekonomik sorunları da hâlâ devam etmektedir. Genel seçimler de sırada beklemektedir. En Nahda, tansiyonu geçici olarak düşürmeyi başarmış olsa da ekonomik-siyasi istikrarı sağlamaktan uzaktır. En Nahda bir yandan eski rejim güçlerinin ve ulusalcı-laik kesimin, diğer yandan da radikal İslamcıların basıncı altındadır. İki tarafı aynı anda memnun etmesi olanaklı değildir.
    ABD ve Fransız emperyalizminin başını çektiği NATO güçlerinin müdahalesiyle devrilen Kaddafi’nin ardından Libya’da da sular durulmamıştır. Kabilelerin etkinliklerini sürdürüyor olmaları nedeniyle Libya’da merkezi bir devlet yapısı bile oluşturulabilmiş değildir. Silahlı kabileler ve çeşitli gruplar sürekli birbirleriyle çatışmakta, kimi zaman petrol tesislerini veya limanları işgal etmekte, hatta başbakanı bile kaçırabilmektedirler. Bu haliyle Libya’da bir tür “kabile” kapitalizminin hüküm sürdüğünü söylemek mümkündür. Emperyalist güçler ise petrol bölgelerini ve tesislerini paylaşmış olduklarından, Libya’da kendilerinin yol açtıkları bu durumu izlemek dışında bir şey yapmamaktadırlar.
    Petrol zengini bir ülke olmasına rağmen Libya’da da işsizlik ve yoksulluk ciddi bir tırmanış halindedir. Bunun şu anki en önemli sebebi ise, farklı silahlı grupların ve kabilelerin elinde bulunan petrol tesisleri, hatları veya limanlarının kullanılamaz durumda oluşudur. Bu kaotik ortamda nüfusun üçte birinin işsiz ve yoksul durumda olduğu tahmin edilmektedir. Bu tabloya ciddi bir yolsuzluk ve çürümüşlük de eşlik etmektedir.
    Ortadoğu’da bugünlerde moda olduğu üzere, Libya’da da çeşitli burjuva kesimler koro halinde ılımlı İslamcıları da teröre destek vermekle suçlamaktadırlar. İktidarın güçlü ortaklarından olan ve Müslüman Kardeşler’in Libya ayağını oluşturan Adalet ve İnşa Partisi oldukça ılımlı bir çizgi izlese de, ülkenin doğusunda kimi radikal İslamcıların yarı bağımsız bölgeler oluşturmaları ve gittikçe artan şiddet eylemleri, bu propagandayı olanaklı kılmaktadır. Her ne kadar İslamcı güçler hedef tahtasına oturtulsa da, bizzat Ulusal Meclis oybirliğiyle şeriatı yasamanın kaynağı olarak kabul etmiştir. Hiçbir siyasi parti kendini “laik” olarak tanımlamamaktadır. Ancak bu gerçeklik, rakip burjuva güçlerin birbirlerini ikiyüzlü biçimde ve sahtekârca suçlamalarını engellememektedir.
    “Arap Baharı”nın bir diğer durağı olan Yemen’de de, bizzat uluslararası ve bölgesel güçlerin anlaşması ve müdahalesiyle iktidarı bırakmak zorunda kalan Ali Salih’in yerine geçen eski yardımcısı, bir yandan egemen sınıfı oluşturan kabile liderlerini diğer yandan da ABD ve Suudi Arabistan’ı memnun etmeye uğraşıyor. Parçalı kabile yapısı, Libya gibi Yemen’in de en önemli sorunudur. Geçmişin mirası olan çatışmalar da hortlamış durumdadır. Aynı zamanda Suudi Arabistan’la İran’ın nüfuz savaşına konu olan ülkenin kuzeyindeki Şii kabileler bir yandan, güneydeki El Kaide yanlısı kabileler öteki yandan bastırarak siyasi istikrarın oluşmasını engellemektedirler. Devrik cumhurbaşkanının şu sözü, Yemen’in durumunu özetlemektedir: “Kabilevî toplum devlete dönüşmek yerine devlet kabileye dönüştü.” Halkın yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı Yemen’de kabileler ve çeşitli çıkar grupları arasındaki çatışmalar ile bizzat ABD’nin El Kaide’yi bahane ederek insansız hava araçlarıyla yürüttüğü acımasız saldırılar, bu ülkede de kaotik ortamın devam etmesine neden olmaktadır.

    İslamcı hareketler neden başarılı olamadılar?

    “Arap Baharı” denilen sürecin önemli sonuçlarından birisi de, Arap halklarının yarattığı isyan dalgasının, bu ülkelerde hüküm süren rejimleri sarsarak şimdiye kadar bastırılmış ve engellenmiş olan İslamcı siyasetlerin önünü açmasıdır. Devrimci alternatiflerin yokluğunda, bu ülkelerdeki en örgütlü muhalif güçler İslamcı hareketler olduğundan, bunlar sınırlı kitle desteğine sahip olmalarına rağmen kısa sürede öne çıktılar. Suriye örneği bir yana bırakılacak olursa ya iktidara yükseldiler ya da iktidar ortağı oldular. Suriye’de de burjuva muhalefetin ana gövdesini oluşturdular ve koalisyon halindeki muhalefet bloku içinde hâkim güç haline geldiler.
    Ancak bu durum kısa sürmüştür. İslamcı siyasetler ne işçi ve emekçi kitlelerin derdine derman olabilmiş ne de emperyalistlere yahut diğer burjuva kesimlere yaranabilmişlerdir. Müslüman Kardeşler’in çeşitli versiyonlarının bölgedeki köklü sorunlara çözüm getiremeyeceklerinin anlaşılması fazla uzun sürmemiştir. İslamcı partiler ya da siyasetler yükseldikleri hızla düşmüşlerdir. Müslüman Kardeşler’in Mısır’da, Batı’nın da cevaz verdiği askeri bir darbeyle devrilmesi; Tunus’ta başına gelecekleri anlayan iktidardaki En Nahda hareketinin yerini teknokrat bir hükümete terk ederek şimdilik paçayı yırtması somut örneklerdir. Bu örnekleri izleyen Libya ve Yemen’deki İslamcılar ise fazla öne çıkmadan ve göze batmadan beklemekte, Mısır’da yaşananların kendilerinin başına gelmemesi için uğraşmaktadırlar. Suriye’de de burjuva muhalefetin ağırlıklı kesimini oluşturmalarına rağmen ılımlı İslamcılar, esen ters rüzgârların kurbanı olmamak için çareyi Esad güçleriyle ittifak halinde, radikal İslamcı gruplara cephe almakta bulmuşlardır.
    “Arap Baharı”na konu olan ülkelerdeki İslamcı hareketlerin bu inişinin çeşitli sosyal ve siyasal sebepleri olsa da, ikisinin altını çizmek yeterlidir. Bunlardan birincisi, Müslüman Kardeşler veya çeşitli İslamcı hareketlerin, emekçi kitlelerin beklentilerini karşılayamayacaklarının ortaya çıkmasıdır. Emekçi halkların isyan etmelerinin temel nedenleri yüksek düzeydeki işsizlik, yoksulluk ve sefalet koşulları ile onyıllardır hüküm süren ve kendilerini insan yerine dahi koymayan baskıcı politikalardır. İslamcılar bu faktörlerin hiçbirini ortadan kaldıramadıkları ve halkın yaşam koşullarında en ufak bir düzelme sağlayamadıkları gibi, tüm enerjilerini kendi iktidarlarını tesis etmeye ve sağlama almaya hasretmişlerdir. Bu yüzden de kitlelerin özlem duyduğu özgürlüklerin önünü açacak demokratik düzenlemeler yapmak yerine farklı türden yasaklamaları ve otoriter-baskıcı uygulamaları hayata geçirmeye başlamışlardır. Bu da kredilerini erken tüketmelerine neden olmuştur.
    Bu noktada şu önemli soruyu sormak ve cevaplamak gereklidir: Başka türlü olabilir miydi? Tabii ki olamazdı. Çünkü başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bu İslamcı hareketlerin hepsi de burjuva siyasal akımlardır ve burjuvazinin İslamcı denilen kesimlerinin çıkarlarının temsilcisidirler. Tabanlarında barındırdıkları milyonlarca işçi ve emekçinin varlığı ve bağlılığı bu bağlamda gerçekliği değiştirmez. Tüm diğer burjuva siyasi partiler gibi İslamcıların da hedefi iktidardan pay kapmak ve hatta iktidarı ele geçirmektir. Bu yolda takiyye yapmak, pragmatist veya oportünist politikalar izlemek sadece İslamcıların değil tüm burjuva siyasetlerin sıklıkla başvurdukları yol ve yöntemlerdir. Müslüman Kardeşler de “Arap Baharı”nın rüzgârları altında kendilerini “devrimin ve halkın savunucusu, koruyucusu” olarak ilan etmişlerdir ama kazın ayağının öyle olmadığı kısa sürede kitlelerce de anlaşılmıştır.
    Daha da önemlisi, emekçi kitleler için hayati derecede belirleyici olan işsizlik, yoksulluk, yaşam standartlarının iyileştirilmesi gibi konularda ne İslamcıların ne de diğer burjuva siyasetlerin (ister iktidarda olsunlar ister muhalefette) yapabilecekleri pek bir şey yoktur. Ancak göz boyamaya yarayan geçici iyileştirmeler için bile burjuvazinin ciddi mali kaynaklara sahip olması gerekir ki, bahsi geçen Arap ülkelerinin hiçbirinde böyle bir kapasite yoktur. Kalıcı iyileşmelerin ise kapitalist bir düzende, hele ki içinden geçilen küresel ekonomik kriz koşullarında, hayata geçirilme ihtimali yoktur.
    Ortadoğu coğrafyasında İslamcı hareketlerin inişe geçmelerinin ikinci önemli sebebi ise ABD emperyalizminin bu hareketlere yönelik yaklaşımındaki değişikliktir. Ortadoğu’daki Baasçı veya diğer totaliter rejimleri değiştirmek noktasında ılımlı İslamcılardan yararlanma düşüncesi ABD yönetimlerince bir süre için gündeme alınsa da, AKP-Müslüman Kardeşler-Hamas gibi örnekler üzerine bu politikalar rafa kaldırılmış gözükmektedir. Verili konjonktürde ABD’nin İslamcı hareketlerin fazla güç kazanmasını istemediği ve çıkarlarına aykırı pozisyonlar takınmalarını engellemek amacıyla önlerini kesmeye çalıştığı aşikârdır.
    Bu tablonun oluşmasında radikal İslamcı güçlerin artan etkinliği de önemli bir faktör olmuştur. “Ilımlı İslam”ı temsil eden Müslüman Kardeşler vb. hareketlerin nispi geri çekilişine, hemen her yerde radikal Sünni İslamcı güçlerin yükselişi eşlik etmektedir. Bu radikal İslamcı güçler, genel anlamda İslamcı hareketlerin tabanında oluşan tepkisellikten (İslamcı akımların demokratik yollardan iktidara gelmelerinin engellendiği düşüncesine bağlı olarak) ve emperyalist kapışmanın yarattığı fırsatlardan da yararlanarak etkinliklerini arttırmışlardır. Gerçekleştirdikleri radikal eylemler veya saldırılar Müslüman Kardeşler vb. akımları daha da köşeye sıkıştırmış ve karşıt burjuva güçlerin (ve ABD’nin) elini güçlendirmiştir. Hatta Suriye örneğinde bizzat ABD, “Suriye’de El Kaide’yi görmektense Esad’a razı oluruz” diyerek tercihini açık biçimde ortaya koymuş ve işler Şii İran’la birlikte El Kaide’ye karşı savaş verme noktasına kadar varmıştır.
    Ancak İslamcı hareketlerin bu gerileyişinden, siyaseten ortadan kalkacakları veya tamamen güçsüzleşecekleri sonucunu çıkartmak da doğru olmayacaktır. Çünkü yükselişlerini doğuran nesnel sebeplerin birçoğu yerli yerinde durmaktadır. Kitleleri cezbedecek yeni ve güçlü siyasi alternatifler oluşmuş değildir. Batı’nın ve mevcut baskıcı rejimlerin İslamcıları anti-demokratik yollarla engellemeye yönelik girişimleri, dindar kitleler nezdinde ciddi biçimde tepki uyandırmakta ve İslamcıların sıkça başvurduğu “mağduriyet” söyleminin tabanda yankı bulmasını sağlamaktadır. Özellikle ılımlı İslamcıların kendilerini reforme etme çabaları sona ermiş değildir. Bu da ilerde kitlelerin ve Batı’nın gözünde tekrar bir seçenek haline gelmeleri ihtimalinin sürmesi demektir.

    Devrime duyulan ihtiyaç ve işçi sınıfını bekleyen tehlikeler

    Sonuç olarak, aslında tüm olgular ve gelişmeler Ortadoğu’da işçi devrimlerine duyulan ihtiyacın son derece yakıcı hale geldiğini göstermektedir. Köklü tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasal sorunların başka türlü kalıcı olarak ve işçi-emekçi sınıflar yararına çözülmesi mümkün değildir. Sadece birbiri ardına patlak verecek başarılı devrimler, yüz yıl önce emperyalistlerin attığı kördüğümü çözerek halklara barış ve huzur getirebilir.
    Bu kördüğümün çözülmesi, yani bir önceki emperyalist paylaşım savaşının neticesine göre oluşturulmuş Ortadoğu düzeninin yeniden dizaynı, değişen küresel dengelerden kaynaklı olarak, aslında Batılı emperyalistlerin arzusuydu. Başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlerin, Ortadoğu’ya yeniden şekil vermek bağlamında uygulamaya soktukları planlarının bir ayağını da eskinin Baasçı veya diğer türden totaliter rejimlerini değiştirmek oluşturuyordu. Bu niyetini çeşitli yollarla hayata geçirmeye zaten başlamış olan ABD açısından Arap halklarının yarattığı isyan dalgası, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülüğünün yokluğunda, bir diğer başvurulabilir yöntem olarak görünmüştü. Ama işler pek de istenildiği gibi yürümedi. Ilımlı Sünni İslamcı siyasetlerin ABD çıkarlarına çok da uygun bir seçenek olmadığı kısa sürede açığa çıktı. Dolayısıyla ABD ve diğer emperyalist güçler, Ortadoğu’nun diğer baskıcı rejimlerine doğru yayılan toplumsal hareketlere verdikleri destekleri hızla geri çektiler ve hatta önünü kesme noktasında Suudi Arabistan gibi son derece gerici rejimlerin doğrudan askeri müdahalelerde bulunmasına göz yumdular. Ama bir yandan da bu hareketlerin yarattığı basıncı işlerine gelen yerlerde kullanmaya devam ettiler. Kısacası, ABD ve Batılı emperyalistler şimdilik, Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi örneklerde içinde Baas artıkları ve İslamcıların da yer aldığı koalisyon hükümetlerine fit olurlarken; Körfez ülkelerinde de gerici ve baskıcı rejimlerin aynen devam etmesine razı oldular.
    Oysa bir kez ayağa kalkmış kitleler açısından bunların hiçbiri tatmin edici seçenekler oluşturmamaktadır. Arap halklarının ve daha pek çok halkın bir arada yaşadığı geniş Ortadoğu coğrafyasının tamamında emekçi halk kitleleri derin bir huzursuzluk ve bıkkınlık içindedirler. Bir yandan olumsuz sosyal ve ekonomik koşulların ağırlığı, diğer yandan bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar ve savaşlar, emekçi halkları adeta canından bezdirmiştir. Çözülmeyi bekleyen ulusal sorunlar orta yerde durmaktadır. Ayaklanan kitleler istediklerinin azını bile almış değillerdir, bu yüzden de önlerine konulanla yetinmeyeceklerdir.
    Ortadoğu devrimi geciktikçe, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın körükleyeceği toplumsal çelişkiler ya emperyalist kapışmalarla iç içe geçmiş içsavaşlara ya da başka türden yıkımlara yol açacaktır. Ve bu yıkım sürecinin onyıllarca sürmesi mümkündür. Çünkü devrimci işçi sınıfının sahnede olmadığı koşullarda tarihin akışını emperyalistlerin ve burjuva güçlerin kapışması belirleyecektir.
    İşte bu yüzden Ortadoğu gerçek işçi devrimlerine yakıcı biçimde ihtiyaç duymaktadır. Emperyalistlerin ve burjuva iktidarların, kendi yarattıkları sorunlara işçi-emekçi halkların yararına çözümler bulmaları zaten beklenemeyeceğinden, Ortadoğu’nun onyıllardır katmerlenerek ağırlarmış sorunlarına kalıcı çözümü ancak ve ancak başarılı işçi devrimlerinin getirebileceği çok açıktır. Burjuva ideologlarının “Arap Baharı” dedikleri sürecin en önemli ve temel sonucu budur: Ortadoğu’ya “bahar” veya “yasemin” devrimleri ya da burjuva liberallerinin sözde devrimleri değil, gerçek anlamda proleter devrimleri gereklidir. İşçi ve emekçi sınıflar Baas rejimlerinin artıklarıyla İslamcı güçler arasında tercih yapmak zorunda değillerdir. Kendi seçeneklerini yaratabilirler ve yaratmalıdırlar.

    http://marksisttutum.org/ortadoguya_devrim_gerekiyor.htm