Milli Demokratik Devrim, Aydınlıkçılar, Doğu Perinçek… Biz Sorduk, Gün Zileli Cevapladı (RÖPORTAJ)

 DOSYA EMEK GÜNDEM HABER HAYRİ GÜNEL MANŞET 

GÜN ZİLELİ’YE TEŞEKKÜRLERİMİZLE

Gün Zileli DEMOKRATHABER/İDEAHAYAT’a yazılarını göndermeye başladığından beri kendisiyle gerçekleştirdiğimiz ikinci röportajı aşağıda ilginize sunuyoruz.

 

İlk röportajımızda Zileli’ye ağırlıklı olarak BirleşikHaziran Hareketi’ni ve son dönem Türkiye’sini sormuştuk.

 

Bu kez, kendisinin de bir dönem içerisinde yer aldığı Aydınlık hareketiyle, Doğu Perinçek’i ve bu iki argümandan hareketle Milli Demokratik Devrim tezini, bu politik geleneğin “adanmışlar”ını ve “dönekler”ini ve de Kaypakkaya’yı sorduk, O da sorularımıza içtenlikli yanıtlar verdi.

 

Bu röportaj projemiz uzun zamandır aklımızın bir köşesindeydi ve hayata geçtiği için mutluyuz.

Sözü fazla uzatmak istemiyoruz…

 

“MDD, Aydınlıkçılar, Doğu Perinçek… Biz Sorduk, GünZileli Cevapladı”

 

Sevgiyle, dirençli ve uyanık kalın…

 

HAYRİ GÜNEL

 


1)Yakın tarih Türkiye sosyalist hareketindeki en büyük ayrışmalardan biri olarak görülüyor ve biliniyor. Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim saflaşmasından söz ediyorum. Hani neredeyse bütün 60’lar ve 70’ler dönemine damgasını vuran bir saflaşmadan… Bugün bile, sol hareketin ülkemizde yaşadığı temel tıkanıklıkların asal biçimleyicilerinden biri olarak öne çıkan bu bir hayli derin yarılmanın kanatlarından biri olan Milli Demokratik Devrim “teorisi”, bu yanıyla, soldaki bölünmüşlüklerin neredeyse bütün bir arka planındaki argümanlardan belki de en belirgin olanı.“Türkiye devriminin izlemesi gereken yol”u belirleme noktasında gerekli olan teoriyi meydana getirme çabasının ana parçalarından biri olan bir “Türkiye Tahlili”nden beslendiğini düşündüğüm Milli Demokratik Devrim (MDD) teorisi hakkında ne düşünüyorsunuz. Türkiye gerçekten yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke mi? “Halk Savaşı” nasıl bir gerçeklik taşıyor? Kırdan kente mi, yoksa metropol ayaklanmaları mı tartışmaları noktasında sizden neler duyabiliriz? Feodalizmin tasfiyesi, sosyalist devrimin önünü açabilir mi? Son olarak, bazılarının iddia ettiği gibi, bu ülkede gerçekten yaklaşık 150 yıldır devam eden ama (bir türlü) tamamlanamayan bir demokratik devrim süreci var mı gerçekten?

 
MDD teorisini bizim eski tüfek komünistler Komintern’den hem de Stalinist haliyle alıp Türkiye’nin 1960 sonrası soluna taşıdılar. Eski komünistler hem Moskova tarafından dışlandıklarından hem de kendilerine TİP’te yer bulamadıklarından klasik Stalinist tezlerle TİP’i yıpratıp solu kendi hegemonyalarına almak için bu teoriyi bir kalkan ya da mızrak olarak kullandılar. Aslında Türkiye gerçekliğinde yarıfeodal-kapitalist tartışmalarının hiçbir pratik önemi yoktu. Hele bu yüzden kafa göz yarmaya, kavgalar çıkarmaya ya da TİP’i bölmeye hiç mi hiç gerek yoktu. Ama iktidar hedefi sağduyu veya genel çıkarların kollanması diye bir şey tanımaz. Bu yüzden MDD meselesi Türkiye soluna bir kavga ve iktidar savaşı vesilesi olarak eski komünistler tarafından sokuldu ve yeni kuşak solcuların bir kısmı da bunu benimseyerek kılıç kalkan ekibine dâhil oldular. Böylece büyüyen sol içinde kavgalar ve bölünmeler dönemi MDD ile başlatılmış oldu. Bugün baktığımız zaman bu tartışmanın, sol mücadele açısından hiçbir pratik önemi olmadığını çok net görebiliyoruz.Bu kavram veya kavramlaştırma Komintern’e aittir. En önemli uygulanma alanı ise Çin ve Çin devrimi olmuştur. Bolşevikleri en çok korkutan şey dünyada yalnız ve müttefiksiz kalmaktı, bu yüzden meseleye öncelikle devrimimizin müttefiki kim olabilir diye baktılar. Batı işçi sınıfından kısa sürede umudu kestiler. Bunun üzerine yüzlerini doğunun yoksul uluslarına ve halklarına çevirdiler. Gerçekten bu yoksul bölgelerde batı kapitalizmine karşı büyük bir kabarış vardı. Üstelik bizzat Sovyet devrimi bu kabarışı körüklemişti. O zaman Bolşevikler bu müttefik gücü tahlil etmeye giriştiler. Çin devrimi pratiği içinde bunu “milli demokratik devrim” olarak formüle ettiler. Çin, yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkeydi. O halde bu ülkedeki devrim önce bir MDD aşamasından geçecekti. Bu MDD aşaması, ülkedeki “milli burjuvaziyle” ittifakla gerçekleştirilecekti. Bu da Çin devrim süreci içinde ortaya çıkan bir durumdu. Önce Sun Yat-sen, sonra da onun ardılı Çan Kay-şek “milli burjuvazi”nin temsilcileri olarak alındı. Tersinden söylersek, Çin komünistleri devrimi ilerletmek için adlarını andığım siyasi şahsiyetlerin temsil ettiği Guomintang partisi ile ittifak yapmak gereğini duydular. Bu gücü de “milli burjuvazi” diye teorileştirdiler. Tabii ki, Stalin tarafından üretilen bu teorinin acı sonuçları oldu. Guamintang ve Çan Kay şek Çinli komünistlere karşı katliama girişti. Mao zedung, teoriyi değiştirmedi ama Stalin’in sağ-Menşevik çizgisinin tersi bir yorum getirdi ve ancak bu sayede Çin devrimini ilerletebildi.

 

Kır, kent ya da metropol ayaklanmaları tartışmaları için de aynı şey söz konusu. Bunların hepsi, sol içinde iktidar olmak için uydurulmuş yapay tartışmalardı. Türkiye’nin pratiğiyle ve özgürlüğüyle hiçbir ilgisi yoktu.

 

Feodalizmin tasfiyesi, söylemi de keza, solun ilerlemeci mantığının bir ürünüdür. Demokratik devrim falan, bunların hepsi aklın yarattığı ilüzyonlardır. Türkiye’nin önünde bir tek devrimci adım vardır, o da kapitalist sömürünün her türlüsüne karşı eşitlik ve özgürlük devrimidir.

 

Eski komünistlerin, MDD teorisine bu kadar sarılmalarının ardındaki bir diğer önemli neden ise, burjuvazinin 27 Mayıs’ı yapan kesimiyle ittifak halinde Türkiye’de bir gelişme sağlamaya çalışmak ve tabii bu gelişme içinde burjuvazinin bu kesimiyle iktidarı paylaşmaktı. Dünyada da böyle bir eğilim vardı. Bloksuzlar hareketi gelişmekte, Ortadoğu’da askeri darbeler yoluyla “ilerici” Baas rejimleri kurulmaktaydı. Böyle bir ittifak çabasını anlamak mümkündür ama bunu teorize etmek yanlıştı. Bunun için uzun teorik tartışmalar yerine şunu söylemek yeterliydi: Burjuvazinin bir kesimi, 27 Mayıs’ta görüldüğü gibi özgürlükler yolunda adım atma eğilimindedir. Bu eğilimle ittifak yapılmalıdır (elbette şunu da eklemek kaydıyla: Bu kesimin özgürlükçülüğüne de çok güven olmaz. Bunlar geçmişte, Kemalist diktatörlük ve tek parti dönemlerinde gördüğümüz gibi, çıkarları gerektirdiği anda en özgürlük düşmanı yönelimlerin içine de girebilirler). Ne var ki, o zamanki Türkiye solunun paradigması zaten özgürlük değil, “ilerleme”ydi.

 


2) MDD teorisinin en önemli argümanlarından biri olan “yarı-feodal” tahliline ben öteden beri biraz mesafeli duruyorum. Çünkü örneğin, Avrupa kökenli feodalizmle, özellikle Osmanlı ile öne çıkan ve cumhuriyete de büyük ölçüde aktarıldığını düşündüğüm sosyo-ekonomik yapı arasında var olan ve mülkiyet biçimlerindeki farklılığın belirlediği ayrışma, bendeki o “soğuk duruş”u biçimlendiriyor. Ve bana kalırsa, bütün MDD’cilerin gelip tıkandıkları nokta da burası diyorum. Bakıldığında, sözgelimi, bir tarafta kralın yetkilerini kullanabilen bir derebeyi, diğer taraftaysa yetki ve egemenliğini asla paylaşmayan ve hatta mülkiyetini kimselere devretmeyen bir padişah ya da sultan var. Böylesi bir yapının, özellikle sosyal ve psikolojk anlamda cumhuriyet Türkiye’sini de derinden etkilediğini düşünüyorum. Aynı şekilde bu ülkenin aydınlarını ve sosyalistlerini de… Buna bağlı olarak da, soldaki bütün Türkiye tahlillerinin, özellikle adlandırma ve tanımlama noktasında epey sıkıntı çektiklerini gördüm, görüyorum. Peki, Gün Zileli, “yarı-feodal Türkiye” tahlili için ne düşünüyor. Gün Zileli’ye göre örneğin Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) genel çerçevenin neresinde, ne kadar ve nasıl duruyor? ATÜT’nı bu serüvene dahil etmek gerçekçi midir?, ya da Gün Zileli buna bir “zorlama” der mi? Bir başka deyişle, Marks, Çin, Hindistan ve Osmanlı çözümlemelerinin sonunda “ATÜT” derken ne kadar haklıydı?  

 

Marx’ın kapitalizm çözümlemelerinin ötesindeki çözümlemelerini ya da çözümleme taslaklarını çok fazla önemsememek gerekir. Çünkü bunlar el yordamıyla yapılmış, incelemeye değil, tahmin ve akıl yürütmelere dayanan çözümleme çabalarıdır. Sosyalizm ya da proletarya diktatörlüğüyle ilgili söyledikleri de dâhildir buna. Keza ATÜT saptamaları da öyle. Büyük bir beyin olarak doğu toplumlarının yapısına ilişkin birkaç kelamda ulunmuştur, hepsi bu. Hani nasıl Peygamber bir ayet üfler ve ardından binlerce din bilgini bu ayetin ne anlama geldiğini yüzyıllar boyunca tartışır, Marksistlerin durumu da buna benzetilebilir.  Zaten bugün ATÜT falan da kalmamıştır. Dünya kapitalist sistemi tüm dünyayı düzlemiştir. Bugün tüm dünyada geçerli olan bir kapitalist sistem söz konusudur. Dünyanın hiçbir bucağı bu sistemin dışında değildir. Dolayısıyla bugünün tek geçerli mücadelesi kapitalizme karşı mücadeledir. Bak, emperyalizme karşı da demiyorum, çünkü emperyalizm teorisi, dünyanın sömüren batı ve sömürülen doğu ikilemi içinde olduğu dönemlere aittir. Bugün batısı ve doğusuyla kapitalizm batısı ve doğusuyla emekçileri topluca sömürmektedir. Dolayısıyla artık “milli burjuvazi” denen şey bugün iyice saçma hale gelmiştir.

 
3) Yukarıda, Sosyalist Devrim – Milli Demokratik Devrim ayrışmasının Türkiye solundaki en büyük saflaşmalardan biri olduğunu ve bunun da, 60’lı ve 70’li yıllara damgasını vurduğunu söylemiştim. Kısa bir özet; FKF’nin Dev–Genç’e dönüştüğü 4. Büyük Kongrede Sosyalist Devrim taraftarları tamamen ihraç edilirken Dev–Genç’i ele geçiren MDD’ci kanat içerisinde de görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor. Bu ayrışma, Ocak 1970’de Aydınlık dergisinin ikiye bölünmesi şeklinde somutlaşıyor. Aydınlık Sosyalist Dergi yazı kurulunda Vahap ve Seyhan Erdoğdu, Mihri Belli ve Mahir Çayan kalırken,  Doğu Perinçek, Gün Zileli, Cengiz Çandar, Atıl Ant ve Ömer Özerturgut’la birlikte yeni bir dergi çıkarıyor. Bu dergi,  Ocak 1970’de 16 sayı olarak yayınlanan “Proleter Devrimci Aydınlık” (PDA) dır. Bu süreçte,  daima Mihri Belli’yle birlikte hareket eden Mahir Çayan, Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD)’de yayınlanan bir makalesinde Doğu Perinçek’in liderliğindeki Proleter Devrimci Aydınlık (PDA)’çıları Milli Demokratik Devrim’i anlamamakla suçluyor. Yani Saflaşma ve ayrışma, kendi içerisinde bir başka saflaşma ve ayrışmayı da taşıyıp getiriyor. Bu bölünmelerde hiç kuşkusuz, dönemin popüler düşünme tarzı olan ve gençlik içerisinde giderek etkinleşen ve yetmişli yılların sonuna kadar da bu etkinliğini yitirmeyecek olan “Mao Zedung Düşüncesi” de epey belirleyici oluyor, ortalığı bir hayli sarsıyor. Gün Zileli bu sürecin hani deyim yerindeyse tam göbeğindeydi. Bunu da hesaba katarak bütün bu olup bitenleri bugün nasıl okuyor?

 

Önce birkaç ufak düzeltme yapayım. Mihri Belli Aydınlık Yazı Kurulu’nun son dönemlerdeki toplantılarına katılırdı ama Yazı Kurulu’na hiçbir zaman resmen dâhil olmadı. Keza Mahir Çayan da Aydınlık Sosyalist Dergi’nin Yazı Kurulu’nda değildi. Münir Aktolga ise yazı kurulu üyesiydi ve derginin de sahibiydi. Vahap ve Seyhan Erdoğdu’yla birlikte Mihri Belli-Mahir çayan kesiminde kaldı. Öte yandan, Doğu Perinçek kesiminde kalan iki Yazı Kurulu üyesi daha var: Şahin Alpay ve Erdoğan Güçbilmez.

 

Aslında Mihri Belli, “ilerici askeri darbe” arayışlarıyla başlangıçta Doğu Perinçek kesimine daha yakındı. Fakat öyle sanıyorum ki, iki nedenden dolayı Mahir Çayan-Yusuf Küpeli kesimini tercih etti: 1. Dev-Genç’e esas hâkim olan kesimin Mahir Çayan-Yusuf Küpeli kesimi olduğunu gördü; 2. Doğu Perinçek’in liderlik hırsının çok büyük olduğunu gördü. Doğu Perinçek, her ne kadar Mihri Belli’ye “gel liderimiz ol” şeklinde yalvarıyorduysa da bu aslında taktikti. Doğu’nun liderlik hırsı gerçekten çok büyüktü ve aslında sonuçta Mihri Belli’nin diğer kesimde kalmasına içten içe sevinmişti.

 
Bu bölünmelere çok büyük anlamlar atfetmemek gerekir. Bence MDD içindeki bölünmenin de tek bir nedeni vardı: İktidar hırsı ve liderlik kaygısı. Bunu her iki kesimin bütün liderleri için söylüyorum. Örneğin bizim kesim başlangıçta Maocu değildi. Daha doğrusu herkes kadar Maocuydu. Anlayacağınız, o dönemde herkes biraz Maocuydu. Fakat bölünmeye doğru ve bölünmeden sonra kendimize bir ideoloji aradık ve keskin Maocu bir yönelimi benimsedik. Bunu gören diğerleri de Maoculuğu tamamen bize bırakıp Latin Amerika örneklerine yöneldiler. Gerçi onların acil silahlı mücadele arayışlarıyla Latin Amerika ya da Küba örnekleri daha çok örtüşüyordu. Fakat bu silahlı mücadele meselesi de keza ayrı bir grup kurmanın bahanelerinden biriydi. Örneğin THKP-C kökenli grupların hiçbiri 1970’li dönemde ciddi bir silahlı mücadele faaliyeti ya da arayışı içinde olmadılar.

 

Çünkü gruplarını nasıl olsa oluşturmuşlardı. Silahlı mücadele gibi riskli işlere girmektense gruplarını legal ya da yarı-legal mücadeleler içinde büyütmek onlara daha akılcı geldi.

Bütün bu olup bitenleri böyle okuyorum.

 

4) 68’i geride bırakalı çok oluyor. Ama MDD bugün hala ortalıkta. 1970 PDA deneyiminden sonra aynı çizgiyi hep devam ettirdiği söylenebilecek bir Aydınlık hareketi var sözgelimi. Bir Doğu Perinçek de. Belki de sırf bu yüzden bile Aydınlık’a ve Perinçek’e Kemalist dendi uzunca bir süre. Onlar da aynı süre içerisinde hadi kendilerine haksızlık edildi demeyelim de, pek dertlerini anlatamadılar diye düşünmeden edemiyor insan. Oysa ki bu çevre, ülkenin uzun bir süredir bir MDD aşamasında olduğunu, Kurtuluş Savaşı ile elde edilen siyasal bağımsızlığın ekonomik bir bağımsızlıkla tamamlanamadığını, dolayısıyla da demokratik devrimin bu nedenle hep yarım kaldığını, önce bu yarım kalan işi tamamlamanın birincil görev olduğunu, bunun için “Altı Ok”un başlı başına bir devrim programı olarak önlerinde durduğunu ve nihayet hem bu “programın” hem de Kemalizmin savunulması gerektiğini, çünkü Türk devriminin artık bu durakta olduğunu yineleyip durdular. Bu bağlamda birçok soru sorulabilir kuşkusuz. Örneğin Aydınlıkçılar ve Perinçek tahlilleri doğru devrimci tahliller midir yani sosyalist midir? Altı Ok bir devrim programı olabilir mi? Yarım kalan MDD derken Kemalizm durağı abartılmış mıdır? Aydınlıkçılar ve Doğu Perinçek noktasında bütün bunları Gün Zileli bize nasıl anlatabilir? Perinçek ve ekibi aslında -ne yapmak istiyor değil-, ne yaptı ve ne yapıyor?

 

 

Bence Aydınlık hareketinin bugün geldiği nokta, iktidarı ele geçirmek için reel politika yapmanın varacağı noktadır. Aynı zamanda bu, Stalinizmin vardığı ve varacağı noktayı gösterir. Diğer Stalinistler bu noktaya varmadı, denebilir. Her zaman şunu söylerim. Aydınlık’ın bugünkü haline bakın, Stalinist sol grupların nereye varacağını görün. Aydınlık hareketi 1970’lerin ortalarında legal haftalık yayına giriştiğinde hepsi bunu “legalizm”le suçladılar, sonra hepsi aynı şeyi taklit etti. Aydınlık günlük gazete olarak çıktığında yine itiraz ettiler. Sonra hepsi günlük gazeteye yöneldiler. Aydınlık hareketi legal parti kurdu, yine hepsi “bu legalizm”dir dediler, ardından aynı yolu izleyip legal partiler kurdular. Bu örnekler çoğaltılabilir. Kısacası, Aydınlık hareketi, Stalinist solun bir nevi öncüsüdür, onun gizli özlemlerinin yolunu açar. Zaten dünyada da Stalinist parti ve örgütler, Aydınlık hareketine benzer bir yol izleyip halihazır devletlerle ve iktidar partileriyle birlikte hareket ediyor, milliyetçi, nasyonal-sosyalist bir yol izliyorlar. Rusya’daki Stalinist partinin Çarcı sağcılarla işbirliği yaptığı biliniyor. Buna kızıl-kahverengi ittifakı deniyor. Özet olarak şöyle diyelim: Aydınlık hareketi, iktidara giden en kısa yolda ne yapması gerekiyorsa onu yapar, aşırı sağcı olması gerekiyorsa olur; ırkçı olması gerekiyorsa onu da olur; ama günün birinde, iktidara giden yol öyle gerektirdiği için ultra sol bir çıkış da yapabilir.


5) Oldukça ilginç bir politik figür ve bana göre çok dersler çıkartılacak bir yakın tarih verisi, hatta bir laboratuvar malzemesi olarak Doğu Perinçek neredeyse yarım asırdır hepimizin gözleri önünde duruyor. Bütün geçmişi ve bugünkü pratiği üç aşağı beş yukarı artık herkesçe bilinen bir Doğu Perinçek bu. Sizin bir dönem epey bir süre Aydınlık çevresinde ve Doğu Perinçek’in çok yakınında olduğunuzu da biliyoruz. Konumuz hiç kuşkusuz bu “yakında olma”yla ilişkili bir “Gün Zileli özeli” değil. Ama, Doğu Perinçek’i bu anlamda en iyi tanıyanlardan biri olarak Gün Zileli’nin bize çizeceği Doğu Perinçek portresini elbette ki epey merak ediyoruz. Sizin için Doğu Perinçek nedir?, kimdir?, nasıl bir şeydir? Böyle bir kişilik yapısı noktasında bize neler söyleyebilirsiniz?

 

 

Yukarıda söylediklerimin vücut bulmuş halidir. Bireysel özellikleri açısından bakacak olursanız, en değerli insani özelliklerle en insanlık dışı acımasız ruh hallerinin son derece ilginç bir amalgamıdır. İnsanları sever, saygı gösterir, değerlendirir, davasına katmak için çaba gösterir ama aynı insanları iktidarı için bir engel olarak gördüğü an yerin dibine geçiriverir. Yakın arkadaşlarıma onunla ilgili söylediğim bir şey vardır: Doğu Perinçek soba gibidir. Uzağındaysanız sizi ısıtır; fazla yaklaşırsanız yakar.

 

 

6) Biraz da günümüz diyorum… Ülkenin son 8-9 yılına damgasını vuran bir süreç var. Başlangıcıyla devamına  göre bugün gelip dayandığı noktada oldukça komik bir biçimde çok farklı bir çehreye bürünen bir süreç. 12 Temmuz 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda bulunduğu söylenen 27 el bombasıyla başladı ve bugüne kadar uzandı. Çok çeşitli ve epey çetrefilli görüntüleriyle ve binbir yüzüyle herkese hem bir “acaba”, hem de, deyim yerindeyse -siz ve okurlar beni bağışlayın-, “yok anasının gözü” dedirten, tuhaf, alengirli, hile hurdası bol, girinti çıkıntısı saymakla bitmeyen, tam da bu ülkeye özgü pis bir zaman dilimini tasvir etmeye çabalıyorum… Ergenekon dendi adına. Birileri kulaklarımıza böyle üfledi. Ve çok ilginçtir, Milli Demokratik Devrimi tamamlamak adına belki de bir ömür heba eden Doğu Perinçek ve ileri gelen Aydınlıkçılar karşımıza bu kez, bu sürecin baş aktörleri olarak çıktılar. Ben kendi hesabıma, Doğu Perinçek’in, örneğin bir Veli Küçük’le, bir Drej Ali’yle aynı davadan yargılanmasının arka planı kadar, epey de eğlenceli bir ışığı olduğunu düşünüyorum. Bizim gördüğümüz ne bileyim, belki de Baasçılığın karikatürüydü de bir yanıyla. Geçmişte, TİİKP savunmalarında Kıbrıs’ın işgalinden söz eden ama İsviçre’de Rauf Denktaş’la birlikte avaz avaz bir taraflarını yırtıp duran bir Doğu Perinçek, yine o savunmalarda Ermeni Soykırımından dem vuran ama bugün “Ermeni Soykırımı Emperyalist Bir Yalandır” deme noktasına kadar gelmekten çekinmeyen bir Doğu Perinçek… Neresinden başlamalı bilmiyorum. Size göre kaç tane Doğu Perinçek var. Millet saymaktan vazgeçti çünkü. Tabii ben de… Ve kendi hesabıma, bu kadar çok, bu kadar keskin, bu kadar tutarsız, fakat bir o kadar da aleni ve garip dönüşleri siz nasıl açıklıyorsunuz? Ya da açıklayabiliyor musunuz? Böylesi bir görüntüye Gün Zileli nasıl bir ad takıyor? İlkesizlik…? Belkemiksizlik…? Ahlaksızlık…? Ya da bizim henüz bilmediğimiz, duymadığımız daha orijinal bir deyim…

 

 

Öncelikle Ergenekon denen şeyin bütünüyle uydurma olduğunu belirteyim. Böyle bir örgüt yoktu, bunu Cemaatçilerle AKP’liler el ele imal ettiler. Yani örgütü kuran onlar. Bu tamamen imal edilmiş bir siyasi davaydı. Zaten siyasi davaların hepsi imalattır. Aynı Stalin’in “show trialleri” gibi. Neyse ki, Türkiye o zamanki Sovyetler Birliği gibi tamamen totaliter bir ülke değildi de, “show trial”lerdeki türden itiraf komedileriyle karşılaşmadık.

 

Yukarıda da söylediğim gibi, Aydınlık hareketinin bütün zigzagları iktidar tutkusunun ürünüdür. Ama sanki diğerleri çok mu farklıdır? Dün “hükümetimize karşı komplo ve darbe girişimleri…” diyen Tayyip Erdoğan bugün “o subaylar için yüreğim sızlamıştı” demiyor mu? Siyasetçi böyledir. Rüzgâra göre dümen kırar. Politikacı, “diyalektiğin” en belirgin kanıtıdır. Politikacının suyunda iki kere yıkanılmaz. Politikacı için değişmeyen tek şey iktidar için politika yapmaktır. Bugün söylediğini iki gün sonra reddetmeyen ya da tam zıddını söylemeyen politikacıya politikacı denmez. Bu yüzden, Doğu Perinçek veya Aydınlık hareketinin bir ayrıcalığı yoktur. Bunlar beni şaşırtmıyor. Şaşırtan sadece, bugün söylediklerinin tam zıddını söyleyen, benim de imzam bulunan TİİKP Savunması-1974’ü yayınevlerinin hâlâ basıp satıyor olmasıdır. Stalin bile böyle bir ticari deha sergileyememişti. Örneğin 1920’lerde basılmış, muhaliflerle tartışmalarını konu alan kitaplarını 1930’larda yasaklatmıştı. Hatta Stalin’in bu kitaplarını bulunduranlar suçlamaya maruz kalıyorlardı. Gerçi Stalin’in, kitaplarının gelirine ihtiyacı yoktu.

 


7) Hepimizin bildiği gibi, yukarıda genel çerçevesini çizdiğim sürecin bir de yargılanma bölümü var. Diğerlerinin değil belki ama, özellikle Doğu Perinçek’in, hani neredeyse birdenbire salıverilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Her halinden belli ki, öyle sıradan bir salıverilme değil bu çünkü ve üstelik hüküm bile giydikten sonra, günün birinde ve patır patır gelen tahliyeler içerisinde bence en çok dikkat çekeni… İnsan aklına, müebbet hükmü giydirilmiş “suçluların” bir gün bir anda serbest kalıverdikleri bir ülkede yaşıyor olmanın şaşırtıcı ve şok edici somutluğuyla adeta dayak atan bir tahliyeden, bir salıvermeden söz etmeye çalışıyorum. Nedir size göre olup biten? Hem diğerleri ama özellikle de Doğu Perinçek, bir gün ve bir anda müebbetten özgürlüğe ne tür bir geçiş yaptı(lar)? Nedir bu işin sırrı? Bu sorularıma bağlı olarak, Fethullah Gülen – Recep Tayyip Erdoğan kapışmasında Doğu Perinçek’i Gün Zileli nereye oturtuyor?

 

 

Öncelikle belirteyim ki, bütün tahliyeleri olumlu buluyorum. Çünkü bir siyasi komplonun ürünü olan davalarda tutuklanmıştı bu insanlar. Salıverilmeleri de yine siyasi bir gelişmenin ürünü olarak gerçekleşti. 17 Aralık operasyonu, adeta iktidarın boğazına dayanmış bir bıçaktı. Eğer iktidar son anda kendini kurtarmasaydı şah damarı kesilecekti. Yani o kadar tehlikeliydi kendisi açısından. AKP iktidarı son on yıl yuları Cemaate fazlasıyla kaptırmıştı. Cemaat, bütün polise, bürokrasiye ve yargıya egemen olmuş, bütün kadrolarını devlet kademelerine sızdırmıştı. Her türlü yolsuzluk vb. Cemaatin kaydı altındaydı. Zaten açılan siyasi davalar da Cemaatin polis ve gazeteci ekiplerinin düzenlemesiyle sahneye konmuştu. Eh siz yuları bu kadar kaptırırsanız, onunla kapıştığınızda yularınızı çekip boğazınıza bir bıçak dayaması kaçınılmazdır. Bu kadarını bile hesap edemeyecek kadar aptalmışlar ve 17 Aralık’ta tamamen gafil avlandılar. Sonradan durumu toparladılar tabii. Ama bu sefer de Cemaatin mağrifetiyle açılmış davalar geçerliliğini yitirdi. Esasen Cemaatin tertipleriyle ve AKP’nin de desteğiyle düzenlenmiş bu davaların sürdürülebilmesi mümkün değildi. İnsanlar boşu boşuna beş yıl yattıklarıyla, insanların kafaları beş yıl boyunca Ergenekon masallarıyla doldurulmakla ve solumuz bu yargılamalardan bir demokrasi çıkacağı umutlarına kapılmakla kaldı. Davaların sürdürülememesi bir yana, 17 Aralık’la ittifaklar değişti. Cemaat CHP’nin gizli müttefiki durumuna gelirken, yargılanan ordu mensupları ve ulusalcılar da AKP’nin gizli müttefiki oluverdi. Doğu Perinçek, daha çıkmadan önce, Cemaate karşı mücadele edenlerin elini tutmayacaklarını ilan etti. Bence bu yardımın karşılığında bırakıldılar. Gerçi böyle bir yardım vaatleri olmasaydı da bırakılırlardı. Cemaate karşı mücadelesinde AKP’yi destekleyeceği sözü verdi Perinçek. Bu ittifak şu anda bile üstü örtülü bir şekilde devam ediyor. Laf arasında tabii ki AKP’ye karşı da birkaç laf ediyorlar ama baş düşmanları Cemaat olduğundan ister istemez AKP ile müttefiktirler. Doğu Perinçek’in bundan pek rahatsızlık duyduğunu da sanmıyorum ayrıca. AİHM’deki Ermeni Soykırımıyla ilgili davada Egemen Bağış’ın verdiği destekten şerefyab olmuştu örneğin.

 


8) Şu anda bildiğim kadarıyla Aydınlık gazetesi kendi matbaasında basılıyor ve kendi dağıtım ağını kullanıyor. Öte yandan bir televizyon kanalı, aylık yayınlanan 2 dergi ve bir de sürekli kitap yayınlayan bir yayınevi faaliyette. Bunlarla ilgili piyasa koşullarını çok iyi bilen kimi dostlarımız, bu saydığım çaptaki bir organizasyon için, dudak uçuklatmasa da, çok ama epey çok büyük bir finans kaynağının gerektiğini söylüyorlar. Üstelik böyle bir organizasyonun ilişkili olduğu bir de parti ve o partinin hatırı sayılır büyüklükteki giderleri de cabası. (Oldukça sınırlı olduğunu bildiğimiz) üye sayısından elde dildiği belirtilen aidatlarla ya da belirli adlar altında örgütlendikleri söylenen birtakım gönüllülerin katkılarıyla kesinlikle oluşturulamayacak bir finans kaynağı bu sözünü ettiğim… Yani ortada pek de net olmayan bir “değirmen-su” ilişkisi var gibi… Sözgelimi, partinin adının değiştirildiği, ama her şeyinin aynı bırakıldığı Ankara’daki son kongrenin giderleri bile büyük bir finans kaynağının varlığını gerektiriyordu. Kulağımıza gelen bazı bilgiler var ve bu bilgiler bizi birtakım kuşkulara ve düşünmeye itiyor. Yani son gelinen nokta, 70’li yılların başında sizin de içinde olduğunuz Aydınlık döneminden ve 70’lerin sonuna doğru, içlerinde olmasam da, benim de tanıklık ettiğim Halkın Sesi döneminden artık çok çok farklı. Sizde bunlarla ilgili olarak herhangi bir bilgi var mı bilmiyorum ama, Aydınlıkçıların finans kaynakları hakkında epey bir fluluk olduğu da aşikar. Bu konuda söyleyecekleriniz vardır diye düşünüyorum.

 

 

Pek sanmıyorum. Yani esrarengiz bir finans kaynağı olabileceğini sanmıyorum. Bu, kırk beş yılı bulan bir hareket. Bu hareket içinde yetişmiş ve bugün işadamı olmuş epey insan var. Bunların yardımlarını küçümsememek gerekir. Ayrıca çok sıkı bir harekettir. Taraftarlarının ve üyelerinin gelir kaynaklarını çok yakından denetler. Üyelerinden ve taraftarlarından yüksek düzeyde bir bağlılık talep eder. Aynı şey Emep hareketi için de söz konusudur. Emep’in de bugün televizyonu, sanat dergileri, gazetesi, partisi vb. vardır. Onlar da bunu yüksek düzeyde üye bağlılığı sayesinde sağlayabilmişlerdir. Stalinist hareketlerin en önemli özelliği böyle bir tarikat bağlılığını gerçekleştirebilmeleridir.

 


9) Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Gülay Göktürk, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay… Öte yandan Garbis Altınoğlu,  Bora Gözen, Kerim Öztürk, Cafer Topçu, Ali Kiraz, Gürol İlban, Şükrü Öktü, Ahmet Özdemir, Yücel Özbek… Yani “dönenler” ve “adanmış hayatlar”… Aydınlık, Halkın Sesi, Saçak… 
TKP/ML’li, TİKP’li, Sosyalist Parti’li ve işçi Parti’li yıllar… Ankara, Filistin, Golan Tepeleri, Diyarbakır işkencehaneleri, İstanbul, Aydın… Hayatlarını kaybedenler, Özal’ın danışmanlığına kadar yükselenler, cemaat gazetelerinde köşe kapanlar, iktidar gazetelerinden ve televizyon kanallarından fetva verenler, ülke dışında yaşamak zorunda kalanlar… Oldukları gibi kalanlar, savrulanlar, kaybedilenler, ruhlarını kayıtsız şartsız şeytanlara satanlar… Bunların hepsinin de aynı geleneğin ürünleri ve sonuçları olduklarını bazen hayal bile edemiyor insan… Oysa bir o kadar da olağan, yalın ve gerçek… Gün Zileli, söyleşimizin sonuna doğru bu tabloya bakarak ve içeriden biri olarak bize neler söyleyecektir?

 

Hayat böyle bir şey zaten. Bir patlama düşünün. Parçalar hep aynı yere düşmez ki. Savrular ve dağılırlar.


10) Az önceki tabloya bir ismi bilerek koymadım ve sondan bir önceki sorumu o isme ayırdım. Türkiye solu içerisinde ilk kez Kemalizm’e cepheden tavır koyan ve bana göre, Türkiye sosyalist hareketi ile Kemalizm arasındaki ilk büyük ama gerekli kopuşa hayat veren bir isim bu. Keza yine Türkiye solunu, milli mesele ve buna bağlı olarak Kürt meselesi noktasında ilk radikal söylemlerle, cümlelerle tanıştıran bir isim… Diyarbakır işkencehanelerinde hayatını bırakmış bir devrimci… Ve belki de bu yanlarıyla biraz “dışarıda” tutulmaya çalışılmış, bilerek gürültüye getirilmiş, asla hak etmediği halde, çoğu kez de tu kaka noktasında bırakılmış genç bir sosyalist… Daha fazla uzatmayacağım… Gün Zileli, İbrahim Kaypakkaya hakkında neler biliyor ve neler düşünüyor?

 
Katılıyorum söylediklerine. Değerli bir devrimciydi. Daha sonra İsa türü bir idol haline getirilmesi ise elbette içinde yaşadığımız kültürün kusuru. İnsanlar ya da kahramanlar yaşadıkları dönemlerin ürünüdürler. Kaypakkaya da 1960 devrimci yükselişinin zirvedeki son parlayan yıldızıdır. Bir daha böyle bir parlaklık gözlerimizi alır mı, bilmiyorum.

 

11) Zaman zaman İstanbul’a geldiğinizi duyuyoruz. En çok da Adalar güzergahına… Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, Adalar ile Silivri arası öyle uzak da değil. Her ikisi de İstanbul’un ilçeleri. Üstelik biz, Gün Zileli’nin artık Silivri’ye gelme zamanıdır diyoruz, ne dersiniz… Bunu bir davet olarak da okuyabilirsiniz. Bu röportaj ve şimdiye kadar bize yaptığınız yazı katkılarınız için size çok teşekkür ediyoruz. Sağolun.

 

Seve seve. Sana ve tüm arkadaşlara sevgiler.

 

HAYRİ GÜNEL – 22 Mart 2015 – SİLİVRİ / 22 MART 2015 – İNGİLTERE  
DEMOKRATHABER/İDEAHAYAT

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Soldaki Tevatürler! (ve Bir Açıklama)

Kanıt Göster! Yirmi yıla yakın zaman önce Komün (Yaba, 2007) romanımla ilgili olarak Zürih’te bir …

77 Yorumlar

  1. Röportajı yapan kişi,kahvede oturan amcaların kendi arasında yaptığı muhabbet gibi ”e bu gazetenin televizyonun parası’ nereden geliyor ” diye sorabiliyor ya….gün zileli’nin yanıtı tabii ki doğru.dürüstlüğünden dolayı tebrik ederim.sanırım gün zileli ile diğer aydınlık karşıtlarının arasındaki fark; doğu perinçeğin tüm bu siyasi taktiklerini izzet i ikbal için mi yoksa bir fikrin iktidar olması adına mı yaptığıyla ilgili.bütün ‘sol’ birincisini düşünüyor ve yanılıyor.gün zileli sanırım ikincisini düşünüyor ve daha farklı bi cevap vermekle meşgul(örgütlerin doğası,kişinin bir misyonla doğduğuna inanması,vs..).anarşist değilim ,ama sizi yakından takip ederim .vermek istediklerinizi bilen ve kişiliğinizi tahmin eden biri olarak çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

  2. Sayın Gün zileli

    Sizi uzun yıllardır takip ederim. Geçmiştede aydınlığı ilk elime aldığımda sizleri okumaktan buyuk mutlu olurdum. halada mutlu oluyorum. Her nekadar aynı kulvarda koşmasak ta bu ropartajı okumaya başladığımda soruları okuduğumda çok güzel herhangi bir yanlı sorular yok daha çok insanların kafalarındaki oluşanları aydınlatmaya dönük olup sayın gün zileli de sahip olduğu birikimiyle zaman ,zaman duygusallık olsada hakaret vardırmadan kendi doğruları içinde cevaplar veriyordu. Ancak soruların sonlarına doğru ne görsek tam bir provakatif,ajitatif,hakarete varan soru çümleleri böylesi bir durum da Sayın Hayri GÜNEL i kınamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Ama şu doğru bir sözcük “Kötü laf sahibini bağlarmış”
    Sayın Gün ZİLELİ side bu provakatif,ajitatif ve hakarete varan sorular içinde size yakışan düstür ve dürüstlükle sorulara aldırmadan verdiğiniz cevaplar içinde bir okuyucunuz olarak teşekkür edeyim. 6-7-8 sorular tam bir provakatif sorular Gün ZİLELİ Üzerinden kendi duygularına destek bulmaya çalışmış

  3. Yaşanmışlıklarınızı samimiyetle paylaştığınız için teşekkür ederim. Ortalık resmi tarihten geçilmiyor, gerçeğe ulaşmak bir o kadar zor. Ezberlerle örülü tekrarları yaşıyor gencecik güzel çocuklar. İyiki varsınız, umarım çoğalırsınız…

  4. Sosyalist Devrim ve MDD yerine adem-i merkeziyetçiliğe dayalı yeni sosyalizm teorilerinin ve yeni devrimci metodların tartışılması faydalı olmaz mıydı? Adem-i merkeziyetçilikle ilgili güzel bir yazı;

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2010/11/anayasa-sohbetleri-5-kucuk-neden.html

  5. Yukarıdaki yazıda anlatılan beylikler döneminin dışında, ayanların ortaya çıktığı dönemde de benzer bir gelişme yaşanmıştır. Örneğin 18. yüzyılın ikinci yarısında Çapanoğullarının Bozok’ta kurduğu Yozgat şehri;

    Bozok Sancağı’nın kazâ ve nâhiyelerinin tamâmı konar-göçerlerden teşekkül etmişti. Belirli bir sancak merkezi yoktu. Nitekim Evliyâ Çelebi, “Mâmur şehri yoktur; mîrlivâ cemî nevâhîsini deveran eder” ifâdesiyle XVII. yüzyılda da durumun değişmediğine işâret eder. Bunun sebebi, bölgenin daha XIII. yüzyılda göçebe hayat tarzının yoğunlaştığı bir yer olmasından ve sonraki yüzyıllarda da sürekli yeni göçebe unsurların bu yapıyı yenilemesinden ileri gelmektedir. Ancak XVIII. yüzyılın ortalarına doğru Halep Türkmenlerinden Mamalu Aşîreti’ne mensup Çapanoğullarının bugünkü Yozgat şehrini kurarak bölgede nüfuz kazanıp bir âyânlık yönetimi meydana getirmeleriyle bu göçebe karakter değişmeye ve sancak gerek sosyal gerekse ekonomik yönden yapısını geliştirmeye başladı. Çapanoğulları Tanzîmat’a kadar yönetimi ellerinde tuttular. Bozok Sancağı 1846 yılından îtibâren Ankara Vilâyeti’ne bağlandı ve merkezden görevlendirilen mutasarrıflarla yönetilmeye başladı. Bu durum Cumhûriyet’e kadar devam etti.
    http://ercaninal.blogspot.com.tr/2013/02/yozgat-bozok.html

    Çapanoğullarının Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’da yeni kurulan TBMM hükümetine karşı direnmesi de (Yozgat-Çapanoğlu ayaklanmaları) önemli.

  6. “Dünyanın tek bir sistemi, yani tutarlı bir bütünü temsil ettiği açıktır, ama bu sistemin bilinmesi, tüm doğanın ve tüm tarihin bilinmesini öngerektirir, buna da insanlar hiç bir zaman erişemezler. Öyleyse sistemler yapan kişi, sayılmaz eksiklikleri kendi öz uydurması ile doldurmak, kendini usdışı imgeleme gücüne bırakmak, ideoloji yapmak zorundadır.”
    Engels, Anti-Dühring, s. 531-532, Mart 1977

  7. Sağol Alican arkadaşım. Saptaman doğru. Tezviratın her türlüsü kötüdür. Gerçi röportajcı, kafalarda olan bu tür soruları getirmek zorundadır.

  8. reha gönenç

    Gün Zileli, hakkaniyetten değil, Aydınlık’ı ve Perinçek’i benden başka kimse eleştiremez hissi nedeniyle alttan almış gibi röportajcının sorularını. Yalçın Küçük’ün bahsi geçtiğinde neden o kadar sinirlendi sanıyorsunuz? Zileli Aydınlık’a iftira atma zevkini başka kimseye bırakmak istemiyor. “Cemaat’e vuranın elini tutmam” anlayışını bile AKP’yle işbirliğine bağlıyor. Nesini kutluyorsunuz Zileli’nin anlamadım.

  9. Yalçın Küçük’ü severim ayrıca.

  10. Zileli, Aydınlıkçıların gelir kaynakları konusunda yanılıyor. Bugün itibarıyla Hareket’in bütün kurumları için Maliye’ye vergi ve SGK’ya prim olmak üzere 3,5 milyon dolar karşılığı TL borcu var. Cemaat kaynakları ise gazetelerinde detay vermeksizin 2014 ilk çeyreğinde Örtülü’den Aydınlıkçılara 4 milyon dolar aktarıldığını yazıyorlar. Yine Ulusal Kanal reklamlarında gözle görülür bir düzeltme başladı Halk TV’ye ambargolar sürerken örneğin.
    Ergenekon komplosunun başlarında da gazeteye ve televizyona yapılan baskınlar sonucunda yine bir 3 milyon dolar Maliye ve SGK borcu çıkartılmış ve Aydınlıkçılar bu parayı bulup ödeyerek ileri takipten kurulmuşlardı. Zileli dönemindeki gibi alyanslarını, küpelerini satıp dayanışma yaparak bu maliyetleri karşılamak pek olanaklı değil.
    Zileli biraz finans ve maliye çalışsın 😉

  11. Çalışmasam daha iyi olacak. Bu yaşa kadar böylece geldim . 🙂

  12. Sen sadece maliyeden, finanstan değil ekonomi politikten de bihaber idare etmişsin bu yaşına kadar. Bugün Doğu Perinçek Ahmet Hakan’a, “Vatan Partisi bütün sınıfların partisidir” diyor sen de hala diyorsun ki “İşte Stalinizmin sonu!”
    Gaydırıguppak sonradan görme anarşizmin sonu!

  13. Bunda Stalinizme aykırı olan ne ki? Stalin de “büyük yurt savunması”nı ilan edip enternasyonali ulusal marş olmaktan çıkarmamış mıydı. Yeni milli marşta Çarlık generalleri övülmüyor muydu?

  14. Örneğin THKP-C kökenli grupların hiçbiri 1970’li dönemde ciddi bir silahlı mücadele faaliyeti ya da arayışı içinde olmadılar.

    Çünkü gruplarını nasıl olsa oluşturmuşlardı. Silahlı mücadele gibi riskli işlere girmektense gruplarını legal ya da yarı-legal mücadeleler içinde büyütmek onlara daha akılcı geldi

    Ayip ayip tarih carpiticiliginada basladi Zileli. Tabii THKPC takipcisi olarak sadece Dev yol yada Kurtulus(Kurtulus tartisilir) HDö , Acilciler. Mlspb , Dev sol 70 80 arasi ne yaptilar. Kafasina göre tarih yazma Zileli de nicedir vardi doruk yapti. . E zaten dönem tanigi inanmayacakta ne edecegiz. Bu yol Ertugrulu un yolu dur..Tekzip bekliyoruz Zileli yoksa buraya yukarida Ismini yazdigim örgütlerin 70-80 arasi yaptiklari silahli eylemleri kronolojik olarak yazarim. Aydin ahlaki . Biraz lutfen!

  15. Yukarıdaki ifadem biraz keskin olmuş gerçekten. Bazı silahlı mücadele çabaları oldu 1970’lerde ama bunların ciddi boyutlarda olduğu pek söylenemez.

  16. Değerlendirmem genel olacak.Solun kalesinde büyümüş biri olarak solu gerçekten anlamaya çalışıyorum.Özellikle solun eski öncülerinden hatıraları,öz eleştirileri dinlemek ve objektif bir sonuç çıkarmak istiyorum.Bu bağlamda okuduğum kitaplar ve makaleler detay olarak çok kafa karıştırıcı.örgüt sayısı,lider sayısı o kadar fazla ama en kafa karıştırıcı nokta her örgüt ve her lider farklı birer sosyalizm açılımı gibi.Tıpkı İslamcılarda ki cemaatler gibi.Öz eleştirilerde bile bir tahakkümcülük kendini gösteriyor.Solun içinden çıkıp yollarını ayıranlar halen dönek diye itham edilebiliyor.Ezilen kesimlerine adalet,özgürlük ve eşitlik getirmek gibi söyleme rağmen halkın değerlerine dokunamayan hatta bazı değerleri yok etmeye yönelik eylemleri görebiliyoruz.Mesela geçenlerde TKP lideri tv programında ”biz buyuz insanlar bize teveccüh etmiyor diye biz çizgimizi değiştiremeyiz”diyerek bir tarif yapıyor.Halkı bu katılığın neresine koyuyorsunuz?Halkın dilini konuşamayan bir ideoloji iktidara gelse bile halkı nasıl yönetecek?Bu tip olumsuzluklar çoğaltabiliriz ama haksızlık etmeden bir çok noktada da faydalarını sayabiliriz.Uzatmadan sol, Hasan amcaya,Mehmet emmiye,benim gibi sıradan insanlara neden dokunamadı.Geçekten biz Marksistlerin
    deyimiyle ”lünpenmiyiz?”

  17. gün bey iyi akşamlar,
    h2o yayınları tarafından basılan, çevirisini yaptığınız “Kirov cinayeti ve Stalin” kitabınızın ardından aynı yazarın diğer kitabını da “The Great Terror” çevirmeyi düşünüyor musunuz? saygılarımla…

  18. Tarih bir bilimdir. Tarihsel olgu ve olaylar yorumlanabilirler , aksi Kronoloji olurdu. Ama tarihsel olgularin yerine kisi kendi yorumlarini geciriyorsa, burada bir seyler aranmalidir..

  19. Özgür arkadas halk tevecüh etmiyor diye cizgimizi degistirmeyiz demek devrimci olmanin ilk ilkesidir. tersi ne olur siz düsünün.

  20. Türkiye solunun Reformist kesimlerinde sol maceracilik, gosizm elestrileri bir kulliyat olusturmus iken (hatta bazilari bunu cunta mahkemelerinde igrenc bir sekilde ifade etmisken) bir takim cabalar oldu demek duzeltmemi oluyor. 70 80 arasi silahli mucadele veren THKPC kökenli orgutlerin eylemliligi Mahir in THKPC sinin eylemliginden daha yogundur. Eger beklenti , klasik bir Maoist kir gerilla savasina ulasamamasi ise, zaten bu anlayislar , kendi silahli mucadele anlayislarinda , yogun bir gerilla mucadelesine ulasmak icin baska bir evrenin gerekli oldugunu, bu evre iinde olduklarini soyluyorlardi. Eger Maoist anlamda bir kurtarilmis kizil siyasi bölgeden savas gelistirmek ise, evet böyle cabalar olmustur, halada var ve hep caba kalacaktir. Turkiye Cin degildir cunki… Eger aranilan PKK pratigi gibi bir pratikse, PKK nin dinamiklerinin farkli oldugu bilinmekte. Zileli nin ozru kabahatinden buyuk.

  21. Benim bir şey aradığım yok. Sadece bu konuda objektif bir saptama yapmaya çalıştım. Tartışılır bir konudur. Ayrıca silahlı mücadelenin bir marifet olduğunu da düşünmüyorum. Eğer yanlış anlamalara yol açtıysam geri alıyorum söylediklerimi.

  22. bu biraz zor. Çünkü çok hacimli bir kitap.

  23. Hah onu soyle silahli mucadele marifet degil de, ama medya da ilk algiyi yarattin , simdi buraya geldin, ayip ama, deki takipcileride silahli mucadeleyi gelistirmeye calistilar(tarih yapiyosun Burda Dogru soyle olgulari) ama ben silahli mucadeleye karsiyim, oyle yanlistir boyle yanlistir egemenler onu provake eder kullanir, ama bunu simdi soyluyorsun, burada kimsenin okumadigi yerde bana soyluyorsun, genel daha genis kitlelere ulasacak yerde baska soyluyor, Burda , a evet biraz sey olmus diyorsun, sonra senin bu aydin ahlakini sorgulayinca, isi silahli mucadele tartismasina getiriyorsun, daha oraya gelmedik, once su senin yontemini bir tartisalim, ???anladinizmi zileli, ayrica , milli demokratik devrim meselesinde de yanlis bilgilindermissiniz insanlari oyle degildi o is, ve sizin aslinda yalcin kucuk vari bi yonteme ihtiyac duymamaniz gerekirdir( yalcin kucuk sunu soyluyor , ben iddiami koyarim sonra olgu toplar yorum yaparim) mdd meselesinde yazacaklarim var ama , yasim tutmuyor. ona ragmen indirgemeci, yuvarlamaci tarih yazicisi oldugunuzu hic utanmadan yazarim buraya, cok kizdiginiz Stalin in indirgemeci yontemini uyguluyorsunuz. ayip ediyorsunuz…

  24. Objektiflik yanlis ile Dogru arasinda bi yerlerde olmak,(Dogru ile yanlis arasindaki yer yanlistir) yada genel gecer yanlisin aktarilmasi, yada genel moda ya Uygun seyler yazmakmi, objektiflik, olup bitenleri arastirmayi yapilanin edilenin bilinmesi ve arastirilmasini gerektirmezmi, yapanin edenin niye yaptigini arastirmak gerekmezmi, , Boyle sokaka agzi ile, iste baziii mahircilerde soyle Boyle yaptilar soylemi meyhane solcularinin yeni yetmelere gecmis anlatma ciliga benziyor,,,,,, neyse uzatmayayim kufur etmek uzereyim….

  25. devam la ben size silahli mucadeleyi savununmu dedim, iste bu elestirel yonteme bayiliyorum, tartisma platformlarini kategorileri tasimak carpitmak, sanki dunki cocuguz, Zileli nin silahli mucadeleye bakisini bilmiyoruz, ama onun silahli mucadeye bakisi, onun medyaya cikisi ezberini bozmamaliydi, tarihi , genel gecer Magazin sol tarih(Boyle bi tanim gerekiyor artik) cidden yoruldum, demagoji , pratik Politik tutumlarda degil ideoloji ve yontemde , iyi bir dusman edindigimi sanmistim. vs vs, HDP MIT in kurdurtugu bir partiye oy vermeyin ne bok yaparsan yapin i devrimcilik acisindan bir deneyimli anarsiste aciklayamiyorsam, Zilelinin dedigi gibi Doktor a gitmem gerekiyor. Gidecegim, ama geri geldigimde (secim sorasi) bunu Zileliye animsatacagim…

  26. sorun bu zaten, bizim mahalle cocuklarini askeri olarak egitecek olanaklarimiz cok kisitli, neredeyse birbirlerini vuruyorlar, 68 lilerin hepsi turistik bir gerilla egitimi aldilar filistinde ve sevmediler silahli mucadeleyi…

  27. 68 lilerin sag kalanlarindan yarisindan fazlasi donemin ruhu ile , Filistinde Turistik gerilla egitimi almislardi, , bizim mahalle cocuklari(hangi sinifin cocuklari ise, sakin proletarya olmasin) sifirdan baslayacaklar ve cok hata yapacaklar…….

  28. Demek istediğim, şu ilkeler dediğiniz şey özgürlükler üzerinde tahakküm kurmamalı.Sayın Zileli de anarşizm derken tamda Anarşizmi Marksizmin o tahakkümcü tarafıyla buluşturuyor gibi bir hava var.Eski alışkanlık mıdır,mahalle baskısı mıdır nedir?kısaca özgürlük olmadan sosyalizm zulümdür,dik-tadır,felakettir.Tarih bunun örnekleriyle dolu.

  29. Bunu siz istediniz, Kahrolsun emperyalist saldirganlik, yasasin Yemen ve Donetsk devrimi , kahrolsun ABD AB yardakcilari……bundan sonra boyle…..Mit in Kurulma emrini verdigi HDP nin ne oldugunu aciklayamiyorsak eger, fabrika ayarlayirna geri donuyoruz,,, Kurt hareketi karsi devrimci bir rol oynamaktadir, Ideolojik olarak karsiisinda Perincek ve ulusalcilar olmasi onlari kurtarmaz, hatta Perincek ile bile ittifak yapiyalbilinir… HDP ile yapilamaz……

  30. EMEP ve ESP nin meclisteki milletvekillerinin aldigi maaslar ve imtiyazlarini nasil kullandiklarini sorma hakkim var, Levent Tuzel in mal varligi ve maas bordro aciklamasini gormek istiyorum…….

  31. Zor tabi Yemende Kuyruguna takilinacak bir kurt hareketi yok, amaaaaaa kurt hareketinin ittifaki muttefikiiii itibariyla , yemene yapilan mudahale demokratik sayilacaktir, yada ben turkiye solcularunun taklalarini seyredecegim:))) basla sen zileli zaten yemen husileri::: ( gerisini doldur)

  32. gezi ayaklanmasinin bir cadira indirgenmesiyle bitiren anlayislarin, tum siyasal muhalafetin MIT mutabakatininda olustutulmus bir HDP ye oy vermeyin demekle suclaniyorum,… gazi cayan mahallesi , siki durun, iyi dayak yiyeceksiniz… her APO acilim sonrasi halk cephesi bi iyi dayak yer:)
    tek bayrak tek ulke tek muhalfet/(hdp) tek cadir… emep ciler sizinle bir hesabimiz hep olacak.. kimse unutturamaz…

  33. bir baska paylasim savasi suruyor, biliyorsun zileli benim safim, rusya cin suriye vs vs yemen ukrayna… acik net soyluyorum, ab ve abd neredeyse karsisindayim, gerisinde siz trockiclik anarsistlik oynayabilirsiniz, bundan sonra APO kaaale alinacak Adam degildir, turkiye solu , barzaniyi dissal bir olgu olarak ele almalidir… pkk bitmistir..

  34. acik ve net, PKK artik bitmistir ideolajik olarak, dissal olgu olarak algilanmalidir, ne istedigini ne oldugunu bilmeyen ir orguttur, bence turkiye devriminin muhatabi dissal bir olgu olarak barzani dir:)buna alisin, cok fazla dayak yersiniz aama odur, :))

  35. zaten bu kafayla gideceğin yer orası. Şimdi değil, 40 yaşına geldiğinde.

  36. bak bu sorunu beğendim.

  37. kahrolsun isbirlikci turkiye cumhuriyeti hukumeti yasasin yemen devrimi, kahrolsun turkiye cumhuriyetininin tum milliyetlerden siyasal ittifaklari, yasasin donetsk devrimi, , kahrolsun emperyalizm isbirlikcileri ,

    kim beni sosyal soven olmakla suclarsa suclasin

  38. ATÜT saçmalığı vs iktisat bilimi: http://www.aydinlikgazete.com/m/?id=25874&t=makale

  39. ben bir vatan hainiyim , ben ciddi bir vatan haini olmakla yetinmeyip soven bir kurt dusmaniyim,apo dan tiksinirim, ben insanlik dusmaniyim, ilan ediyorum, baris sevmem,,,,ben vatan hainiyim husi leri ve Irani destekliyorum, , ilan ediyorum ben vatan hainiyim…bir savas cikarsa turkiye cumhuriyeti devletininin yenilmesi icin elimden gelen her seyi yapacagim… ben bir vatan hainiyim…
    ama siz bana sosyal soven diyeceksiniz, o devleti koruyacaksiniz, ve sosyal sovenlik sirtimda kalacak ben bir devrimciyim, siz kapi kullarisiniz…:) savas basladi….

  40. hiçbiri değilsin bence. Ama bir psikoloğa görünsen iyi edersin. Psikologlar daha iyi anlar ama major deprasyon hali var gibi gözüküyor. Bu durumdaki hastalar aşırı ajitatif bir ruh haliyle çöküntü ruh hali arasında gidip gelirler.

  41. 33’teki yazı üzerine;
    Bence saçmalık olan sadece ATÜT değil, her şeyi üretim tarzıyla açıklayan “iktisat bilimi”dir;

    Son olarak, bu üretim kökenli tarih anlayışının, tarih yazımını içine soktuğu cendereye örnek oluşturan bir noktaya değinelim:
    “…Üretim araçları hayvan sürüleri, kılıç ve ok olan Türkmenlerin göç ve fetihleri sayesinde…” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, İstanbul, 1985, s. 60)
    İlk olarak kılıç ve ok: üretim araçları. Yapılan üretim: fetih. İkincisi hayvan sürüleri: üretim araçları. Bu anlayış, insanı bir üretici, onun bütün faaliyetlerini üretim ve bütün insandışı doğayı “doğal kaynaklar” olarak gören bir yaklaşımın hazin sonucudur.
    Reha Çamuroğlu – Tarih Heterodoksi ve Babailer

  42. ben 50 yasindayim. mitin kurdurttugu hdp yi teshir edemedimo ya ona yanarim, onurumla otururum sen onursuzlugunla otur zileli

  43. aklın 15 yaşında ancak var.

  44. ben sunu tartismaya acmak isterdim, gun zilelinin istedigi dunya bir devrime ihtiyac duyarmi, yada gun zilelinin mantalitesi bir devrime ihtiyac duyarmi, bence hayir, rotusla la idare edilecek bir seydir zilelinin devrimi…devam edecek.??

  45. Hiyara bak bana psikolga ihtiyacin var diyor, e peki senin sizin tutarsizliklarinizi okuyarak Doktor muhtaci olmussam sizin neye ihtiyaciniz var??? ben bu hale kendi basimami dustum ,:)(seni okuyup ideoolij beslenen deli olur deli) sizin gibiler yuzunden dustum:) uc ayda bir biseyiniz degisiyo. kurt hareketinin her boku kemalizmden bilmesi gibi . cern deki deneylerden anti Stalinist yazi cikarirken, ben doktorluk olacam sen normal, … dettiriniz gidiniz…..:)seni seviyorum zileli 🙂 sen 68 lilerin en yuksek ideolojik teorik bilmem ne sin sana attigim her gol cift yazilmali:)))

  46. Işte bu yüzden bu geri zekalı sol örgütlerden nefret ediyoruz tam sosyal demokratlar ve ortanın solu başını kaldırmışken kabataş yalancıları ve AKP liler bile acaba derken 2 salak gezi de olduğu gibi o salak bayrakları ile gelip halkı parklardan ve meydanlardan kaçırdığı gibi şimdi de AKP’nin ekmeğine yağ sürdüler

  47. 17:28 31. Mart 2015 Halkimiz sizi cok seviyoruz… Gonderildigi yer, Istanbul Türkiye…
    .( Büyük bi ihtimalle Zileli yi tanisalar kim oldugunu deneyimini bilseler, onuda severdi bu cocuklar, itirazlari olmasina ragmen)
    Disaridan degil iceriden örgütliyecegiz Halkin Devrimci Siddetini…. onlara baska yol olmadigini gösterecegiz. bedel ödemeyi ögretecegiz.. Zileli savci icin bir yazi yazmakta serbestt ir..Yada Stalinist orgütlerin gencleri nasil ölüme sürdügü hakkinda, yada su mahalle kabadaysi larindan kurulmus örgütütn ne ilkel oldugu hakkinda…yaz cos Zileli….

  48. Küfret Zileli küfret o cocuklara Villigante diye, küfret ki karizman tez yikila…

  49. Aşağılık benliğinin konforu dışında hiçbir zorluğa katlanmayan akıllı pozdaki ahmaklar; şimdi söz sizde mi sanıyorsunuz!

  50. Sorular cevaplardan daha uzunsa, o röportaj, kötü bir röportajdır.

  51. Bilindiği gibi, bir üretim tarzının temel çelişkisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında doğan çelişkidir. Bu çelişki, egemen ve sömürülen sınıflar arasında cereyan eden sınıf savaşımıyla dışa vurur kendini ve ancak, üretim tarzı ile ona karşılık düşen devlet tipinin aşılmasıyla çözülmüş olur. Ama tabii bu söylediğimiz, toplumsal ve siyasal yapıları (sınıflar ve devlet) özel mülkiyet temelinde oluşmuş sosyo-ekonomik kuruluşlar için geçerlidir. Örneğin kölecilik, feodalizm, kapitalizm gibi. Oysa Doğu despotizmi altında biçimlenmiş olan asyatik üretim tarzlı toplumlarda durum daha başkadır. Bu toplumlarda en temel üretim aracı olan toprak devletin mülkiyeti altında olduğu için, toprak üzerinde devletten bağımsız bir üretim ilişkisi kurulamaz ve dolayısıyla, devletten bağımsız bir sınıflaşma ve sömürü ilişkisi gelişemez. Buradaki sömürü ilişkisi, toprak sahibi olan devlet (dolayısıyla devleti elinde tutan yönetici sınıf) ile, o toprakta çalışan dolaysız üretici (çiftçi) arasında doğan bir ilişkidir. Ama burada çiftçinin ürettiği artık-ürün, çiftçinin elinden vergi biçiminde çekilip alındığı ve alan da devlet olduğu için, dolaysız üretici (toprağa bağlı çiftçi) karşısında feodalizmde olduğu gibi bir toprak beyi, ya da özel toprak sahibi görmez. Dolayısıyla, özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarda görüldüğü şekliyle gerçek bir sınıf mücadelesi de gelişemez bu toplumlarda. Bu toplumlarda “sınıf mücadelesi” olarak görülen şey, aslında egemen sınıfın (devlet sınıfı) bölüntüleri arasında geçen mücadeledir. İktidar bloku içinde geçen ve daha çok saray entrikalarına dayanan bu mücadele, gerçekte mevki ve makam kapma (siyasal güç) mücadelesinden başka bir şey değildir. Çünkü egemen sınıfı oluşturan bireyler açısından, servet yığmanın, zenginleşmenin yolu, siyasal güç basamaklarında yükselmekten ya da bulundukları mevki ve makamlarını korumaktan geçer. Şurası bir gerçek ki, egemen sınıfın bölüntüleri arasında geçen bu mücadele sonucunda, ne despotik devletin yerini başka tipte bir devlet alır, ne de asyatik üretim tarzı başka bir üretim tarzına evrilir. Olan sadece sistemin iyice yozlaşması ve bir çöküş sürecine girmesidir.

    Doğu despotizminin (dolayısıyla asyatik üretim tarzının) temel çelişkisi, egemen sınıfın kütlesinin, devletçe ele geçirilen artık-ürünün kütlesinden daha hızlı büyümesi biçiminde dışa vurur kendini. Bunun sonucunda, egemen sınıf unsurlarının oturduğu kentsel kesimde belli bir ilerleme (üretici güçler ve teknoloji açısından) söz konusu olsa bile, despotizmin asıl gelir kaynağını sağlayan üretken kırsal kesim (tarım komünleri), sürekli bir durgunluk içinde yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Bu durum, Doğu despotizminin “siyasal ihtişam” ve “ekonomik yükseliş” dönemlerinde de böyledir. Nitekim, Osmanlı despotizminin ekonomik yükseliş ve siyasal ihtişamının doruk noktası olarak bilinen Kanunî Sultan Süleyman dönemi de dahil olmak üzere, 16. yüzyılda yaşanan gelişmeler, bunun somut bir örneğini sunmaktadır bizlere.

    Kanunî Süleyman’ın tahta çıktığı 1520 yılından, yüzyılın sonuna kadar geçen seksen yıllık zaman dilimi, imparatorluk hazinesinin altın rezervi bakımından bir hayli zenginleştiği bir dönemdir. Fakat buna bakıp, toplumun da bu zenginlikten payını aldığı sanılmamalı. Hazinenin gelirleri arttıkça, devletin masrafları da artıyor. Çünkü devlet durmadan genişliyor ve genişledikçe de ihtiyaçları büyüyor. Despotik devletin asker-sivil bürokratik aygıtının durmadan şişmesi ve daha fazla kaynağı emmesi, toplumun yaşam koşullarını daraltıyor. Yani tam bir ters orantılılık işliyor devletle toplumun gelişmesinde. Bir tarafta yönetici sınıf (saray ve kapıkulu bürokrasi) daha fazla kaynak emerek, lüks ve debdebe içinde bir yaşam sürüyor, diğer tarafta pahalılık ve fiyat artışı nedeniyle toplum bunalıyor. Tepede bürokratik aristokrasinin elinde büyük bir servet yığılması olurken, tabanda geniş emekçi kitlelerin (reaya ve berayanın) yaşam koşulları kötüleştikçe kötüleşiyor. Toplumun üretim imkânları gittikçe daralıyor, ama buna karşın, yeni seferler ve askerî masrafları karşılamak için devletin olağanüstü vergi talepleri artıyor. Ve nihayet buna tepki olarak, 16. yüzyılın sonuna doğru imparatorluğun göbeğinde isyan hareketleri, eşkıyalık vb. başlıyor. Bu aslında, despotizmin yükseliş ve ihtişam döneminin ardından kaçınılmaz olarak gelen bir düşüşün, yani bir terse dönüşün başlamasıdır.

    Bu rejimlerde egemen yönetici sınıfın kütlesinin, devletin el koyduğu artık-ürün kütlesinden daha hızlı büyümesi, devleti, sürekli artan ihtiyaçları karşılayamaz duruma getirmekteydi. Bu dengesizliğin somut görüntüsü, egemen sınıf mensuplarının ve görevlilerin ikamet ettiği kentlerin devamlı büyümesine karşın, bu kentlerin maddi ihtiyaçlarını karşılayan tek kaynak olan kırsal kesimin (tarım komünlerinin) devamlı bir durgunluk içinde olmalarıydı. Despotik rejim bu çelişkiyi giderebilmek için, sürekli bir dış-artık elde etme ihtiyacı içinde olurdu.

    Ve tabii, dış-artık sağlama imkânı devam ettiği sürece sorun yoktur. Bu durumda sistem hiçbir evrim geçirmeksizin aynen devam eder. Yani Asyatik üretim tarzı ve onun üzerinde yükselen depotizm olduğu yerde durur. Fakat, sistem bu dış-artığı gerçekleştiremez (yani yeni fetih savaşları yaparak genişleyemez) ve başka malî kaynaklar da yaratamaz duruma gelirse, o zaman her şey tersine döner ve sistemin çöküşü kaçınılmaz olur.

    Tarihe baktığımızda, despotik sistemlerin yaşadığı çöküş sürecinin ve sonrasındaki gelişmelerin, tarihsel koşullara bağlı olarak iki farklı biçimde tecelli ettiğini görüyoruz. Eğer söz konusu olan, Asya’nın kapitalizm öncesi tarihsel koşulları ise, o takdirde, çöken bir despotik imparatorluğun yerini, aynı Asyatik temeller üzerinde gelip bir başkası almıştır hep. Fakat kapitalizmin bir dünya sistemi olarak gelişmesi ve buna bağlı olarak Asya’nın tarihsel koşullarının da değişikliğe uğramasıyla birlikte, durum değişmiştir. Değişen bu koşullarda, örneğin Asya’nın tanınmış despotik imparatorluklarından Çin ve Osmanlı imparatorlukları çöktüklerinde, bunların yerini bir başka despotik imparatorluk ya da devlet almamıştır ve alamazdı da. Çünkü zamanında kendi içsel dinamikleriyle başka bir sisteme evrilememiş ve evrilmeleri de mümkün olmayan bu yaşlı imparatorluklar, çözülme ve çöküş süreçlerini, gelişmekte olan dünya kapitalizminin (dışsal dinamiğin) etkisi altında yaşamışlar ve bu nedenle de, önce Batı’nın yarı sömürgesi haline gelmişler, daha sonra da güdük bir burjuva “demokratik” devrim geçirerek, kapitalist gelişme sürecine eklemlenmişlerdir.

    http://marksist.net/TRH/Modern4.htm

  52. Talat Paşa Jakoben miydi? (Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?)

    Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.
    Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek:
    “Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi’nin büyük başarısı da buradadır.
    Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell’in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln’ün Amerikan demokrasisi, Robespierre’in Fransız demokrasisi, Bismarck’ın Alman birliği, Garibaldi’nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?”
    Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına başvurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır.
    Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah kullanmasında bulmaktadır.
    Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah kullanmasında değildir; aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır.
    Tümü silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm düzeni almıştır.
    Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır.
    Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri ve soy kardeşliği ne ise ve nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan; bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir.
    Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.
    Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir.
    Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir.
    Devrimi şiddet olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır.
    Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için, o güya karşı olduğu liberallerle aynı şeyi yapar, Jakoben kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen sahip çıkar.
    Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
    Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi.
    Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.
    Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını almıştır.
    Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada. Devrimci demokrasiyi; burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi.
    Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini plepçe, avamca gerçekleştirmeye denir.
    Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm.
    Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir.
    Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür. İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, Birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın “güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.
    Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan darbeci değildiler, dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde.
    Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna başvurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.
    Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben sayılabilirdi.
    Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.
    Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları (donsuzları, baldırı çıplakları) Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O devrim günlerinde jakobenlik taslayan Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir.
    Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir.
    Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının bir cezası olarak ortaya çıkar. Ve faşist hareket içinde alt sınıfların bir eğilimi olarak yansır. Faşizm imtidarı alır ve devlet olarak örgütlenirken, bu “jakoben” tarafından kurtulmanın yoluna bakar Almanya’daki “Uzun Bıçaklar Gecesi”nde olduğu gibi.
    *
    Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder.
    Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir.
    Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir.
    Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir.
    Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da Jirondenler diğer dönemler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bu aşamalardan sonra imparator olacak güce ulaşırlar.
    Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı.
    Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben?
    Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan., Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında, bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.
    Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk, Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.
    Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu.
    Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.
    Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde, Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir Jakoben sayılmazdı.
    Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.
    Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak için, tıpkı Jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı, 1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.
    Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile, Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi.
    1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur.
    İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır.
    Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur.
    Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil; ulusu din yani İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil; “Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden; tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu; belki de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız.
    *
    Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım:
    Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:

    bir anlık gecikme
    bir patlama…bir duman…ve bütün bir şenlik alayı,
    sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
    tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
    yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik…

    ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
    kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
    arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
    görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.

    sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
    her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
    vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
    en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.

    silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
    bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
    ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
    attın…ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

    dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
    ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
    kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
    bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.

    ancak, rastlantı… âh o güçlülerin dostu,
    güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
    birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
    söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;

    yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
    zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
    kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
    ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:

    bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
    bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

    Orijinal dilinde:
    bir lahza i teahhur

    bir darbe… bir duman… ve bütün bir gürûh-ı sûr,
    bir ma’şer-i vaz’ı temâşâ, haşin, akuur
    tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
    yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik…

    ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,
    kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
    arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
    bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.

    mâlik sensin o servet-i ra’dîn-i gayza ki
    her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
    sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
    en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.

    silkib ukuud-u rikba-i a’sârı, en çetin
    bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
    ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
    atdın… fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!

    dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,
    yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,
    kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
    bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.

    lâkin tesâdüf…âh o kavîler münâdimi,
    âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
    birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
    söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;

    nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr
    târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
    kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
    lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:

    bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen…(denî)
    bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
    -5 temmuz 1322-
    -18 temmuz 1906-
    tevfik fikret
    Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için?
    Demokratı bırakalım sosyalist var mı?
    Yok.
    Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.
    Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.
    Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.
    16 Mart 2006 Perşembe
    Demir Küçükaydın
    http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/04/talat-pasa-jakoben-miydi-jakobenizm.html

  53. Demir, Jakobenlerle Öfkelileri, Kronstatd’ın bahriyelileri ile Troçki’yi birbirine karıştırmış. tarihte gerçek devrimciler her zaan örtbas etmeye çalışılmıştır. Jakobenler, Paris yoksullarını bastıran tepeden inmecilerdir. troçki de aynı rolü Sovyetler Birliği’nde oynamıştır. Onların ardından Napolyonların gelmesi kaçınılmazdı.

  54. Peki Muhammed’in konumu nedir bu durumda? Mekke’de muhalefette iken devrimciydi ama Medine’de devleti kurma süreciyle birlikte Jakobenlerin ve Troçki’nin rolünü oynadı diyebilir miyiz?

  55. Halka Dayanan Jakobenizm, Tepeden İnmeci Kemalizm

    Utku Kızılok

    Türkiye’de yaşanan siyasal dönüşüm, kavgaya tutuşan burjuva kesimler arasındaki ideolojik mücadeleyi de kızıştırıyor. Liberal kesimler, Kemalizmin ve bu bağlamda da CHP’nin tepeden inmeci, halkı küçümseyen, elitist siyasal düşüncesini ve eylemini olumsuzlamak amacıyla ona Jakobenizm damgası vuruyorlar. Böylece Jakobenizm kavramı olumsuz bir içerikle dolduruluyor, halktan kopukluğu ve tepeden inmeci yaklaşımları açıklamak üzere sahneye sürülüyor.

    İşçilerin, emekçilerin, yoksulların, kısacası geniş halk kitlelerinin desteğine dayanan, hatta bu halk kitlelerinin ileri itmesinin bir sonucu olarak daha da radikalleşen bir burjuva devrimciliği ile halktan ölesiye korkan, onu küçümseyen ve sürecin dışına iten ve cebir yoluyla baskılayan tepeden inmeci sınırlı bir burjuva devrimciliği aynı olabilir mi? Birincisi Jakobenizm, ikincisi ise Türkiye’deki özgün formuyla Kemalizmdir. Jakobenizm, Fransa’da 1789’da başlayan ve geniş halk yığınlarına dayanan muazzam bir toplumsal devrim sürecini, Kemalizm ise devlet bürokrasisinden gelenlerin hayata geçirmeye çalıştığı tepeden biçimsel dönüşümleri temsil eder. Dolayısıyla Kemalizm, Jakobenizmin Türkiye’deki bir izdüşümü olmadığı gibi, onun karikatürü bile değildir. Liberal ideologlar, devrim düşüncesine duydukları nefretle tarihsel olayları baş aşağı çevirerek Jakobenizmde Kemalizm sureti keşfediyorlar.

    Tarihsel gerçeklerin bu şekilde tahrif edilmesi ve Kemalizmin Jakobenizm katına yükseltilmesi, doğaldır ki suçlamadan ziyade bir iltifat yerine geçer. Nitekim bundan ötürüdür ki, cumhuriyet ve laiklik vurgusunu öne çıkartan Kemalist kesimler Jakobenizm yakıştırmasını canı gönülden kabul etmektedirler. Böylece bu kesimler, aslında kitlelerin aktif bir şekilde katılımının ve devrimciliğinin bir yansıması olan Jakobenizm olgusunun ardına saklanarak Kemalizmin halktan kopukluğunu ve tepeden inmeciliğini gözlerden gizlemeye çalışıyorlar.

    Bu anomaliye bir katkı da sosyalist kılıklı Kemalist kesimlerden (en bariz örneği SİP-TKP’dir) gelmektedir. Kemalizmde, onda olmayan pek çok şeyin yanı sıra Jakobenizm de keşfeden bu solcular, liberallerin eleştirilerine yanıt getirirken ve Jakobenizmi savunur gözükürken esasında Kemalizmi savunmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Tepeden inmeci Kemalizmin cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışıyla, kitlelerin devrimci eyleminin bir sonucu olan ve bu eyleme göre şekillenen Jakoben cumhuriyetçilik ve laiklik anlayışını bir ve aynı saymak, buradan hareketle de Jakobenizm üzerinden Kemalizmi savunmak kabul edilemez. Bunu yapanlar kendilerine sosyalist deseler de, gerçekte onlar sosyalizm postuna bürünmüş Kemalistlerdir.

    Jakobenizmi tepeden inmeci olarak niteleyen ve ona adeta kin kusan liberaller, Marksizmi ve Bolşevizmi de aynı sepetin içine atarak karalamaya çalışırlar. Devrimci öncü kavramına, buradan hareketle de Leninist parti anlayışına saldıran sağ ve sol liberallere göre, işçi sınıfının devrimci öncüsünün yol gösterici tutumu tepedendir ve emir içermektedir. Liberallerin tepeden inmecilik olarak karaladıkları şey, devrimci öncünün kılavuzluğu, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin bilinçli bir iktidar hedefine yöneltilmesi ve burjuva iktidarın devrim yoluyla alaşağı edilmesi düşüncesidir. Zaten, burjuvazinin öz evladı olan Jakobenizmi aforoz etmesinin nedeni de, onda olmayan tepeden inmecilik değil, ama onda cisimleşen kitlelerin devrimci mücadelesidir.

    Bu nedenle burjuvazi iki yüz yıldır, tarihinde kara bir leke olarak gördüğü Jakobenizmi tepeden inmeci yaftası vurarak ve hatta “terörist” ilan ederek unutturmaya çalışıyor. Örneğin, Türk Dil Kurumu’nun Jakobenizmin Türkçe karşılığına “tepeden inmecilik” yazması, esasında burjuvazinin Jakobenizm karşısındaki evrensel tutumunun bir ifadesinden başka bir şey değildir. Burjuvazinin ve liberallerin Jakobenizme saldırısı yeni değildir. Nitekim Troçki bir asır önce şunları söylüyordu: “Bugün Jakobenizm bütün liberal ukalaların ağzında bir kınama sözcüğüdür. Burjuvazinin devrimden nefreti, kitlelerden nefreti, sokaklarda yapılan tarihin gücünden ve büyüklüğünden nefreti, tek bir öfke ve korku çığlığında toplanmıştır: Jakobenizm!”[1] Troçki bu satırları 1905 devriminin küllendiği günlerde yazdı. 1905, işçi sınıfının iktidar organlarını (sovyet) kurarak ayağa kalkmasını, burjuvazinin ise kendi devrimine bile sahip çıkmayarak soluğu Çarlığın kucağında almasını ifade eder. İşçi sınıfından korkan burjuvaziye ve onun ideologu olan liberallere devrim ve kitlelerin şiddeti Jakobenizmi hatırlatıyordu.

    Devam eden satırlarda Troçki, “komünizmin dünya ordusu olan bizlerse, Jakobenizmle tarihsel hesaplaşmamızı çoktan yapmışızdır” diye yazıyordu. Marksizmin, Jakobenizmin tarihsel sınırlarını ortaya koyduğunu, onun geleneklerine karşı mücadele ettiğini ve ondan koptuğunu, ama burjuvazinin bir dönemine ait olsa da işçi sınıfının devrimci geleneklere sahip çıktığını ifade ediyordu. Liberaller atalarının küllerine küfretmekteydiler, ama bu devrimci dönemde burjuva demokrasisi tarihinin en ileri düzeyine yükselmişti: “Liberalizme çekiciliğini veren Büyük Fransız Devrimi’nin gelenekleri değilse nedir? Burjuva demokrasisi başka hangi dönemde, 1793’ün Jakoben, sankülot (baldırı çıplak), terörist, Robespierci demokrasisinde olduğu kadar yükselebilmiş ve insanların yüreğini öyle büyük bir alevle tutuşturmuştur?”(Troçki, age, s.38)

    1789’da yaşanan öz itibariyle bir burjuva devrimiydi ve ilerleyen süreçte iktidara gelen Jakobenler de burjuvazinin en devrimci kanadıydı. Ancak devrime ve böylece de Jakobenlere bir itilim verenler gerçekte müthiş bir tutkuyla devrime katılan ve mücadele eden yoksul kitlelerdi. İşçileri, emekçileri ve yoksul halkı ifade eden sankülotların[2] devrimci mücadelesi, Jakoben burjuvazinin elinde krallığa, soylulara, ruhban sınıfına ve uzlaşmacı burjuva kesimlere karşı bir silaha dönüşmüştü. Devrim, Jakobenlerin iktidarı döneminde doruğuna ulaşmış ve devrimin ilk döneminde soylular ile ılımlı burjuva kesimlerin uzlaşmacı tutumu sonucunda evrimsel bir çizgiye terk edilen toplumsal dönüşüm –yani feodal ilişkilerin tüm kurumlarıyla tasfiye edilmesi– gerçek anlamda bu iktidar altında hayata geçirilmiştir. Lenin, 7 Temmuz 1917’de Jakobenizm konusunda şöyle yazmaktadır: “Burjuva tarihçiler Jakobenizmi bir düşüş –«alçalma»– olarak görüyor. Proletaryanın tarihçileri onu ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek doruklarından biri olarak görür. … Yirminci yüzyılda Avrupa’da ya da Avrupa ve Asya’nın sınır hattında «Jakobenizm», devrimci sınıfın, yani yoksul köylülük tarafından desteklenen ve sosyalizme ilerlemek için mevcut maddi temelden yararlanan proletaryanın egemenliği olacaktır…”[3]

    Kemalizmi Jakobenizm katına yükseltenler ve Jakobenizme tepeden inmecilik damgası vuranlar tarihsel gerçekleri tam anlamıyla eğip büküyorlar. 1789’da başlayan süreçte geniş halk yığınları giderek daha fazla ve daha aktif olarak devrime katılır ve tüm toplumu hallaç pamuğu gibi attırırken, Türkiye’de durum bunun tam tersidir. Türkiye’de Kemalist devrim sürecinin başlangıcı olarak sunulan Milli Mücadele, daha baştan Osmanlı bürokrasisinden gelen askeri erkânın kontrolüne sokulmuş ve sivil kesimler denetim altına alınmıştır. Süreç ilerledikçe mücadeleye katılan halk kesimleri de temsilcileriyle birlikte tasfiye edilmişlerdir. 1923’te, Cumhuriyet, halk kitlelerinin hiçbir şekilde katılımı ve müdahalesi olmadan, akşamdan sabaha tepeden ilan edilmiştir. İşte tam da bunlardan ötürü Kemalist tepeden devrim, yoksul emekçi sınıfların büyük bölümü tarafından benimsenmemiş ve Fransa’daki gibi toplumsal bir dönüşüm gerçekleşmemiştir.

    Gerçek bir halk devrimiyle tepeden devrimler arasında muazzam farklar vardır, ne biçim ne de içerik yönüyle birbirlerine benzerler. Örneğin, tepeden devrimler neredeyse istisnasız olarak kişi adlarıyla tarihe geçmişlerdir, onların isimleriyle anılırlar. Ve ne ilginçtir ki, genel itibariyle tepeden devrimin liderleri devlet bürokrasisinden gelmektedirler: Bismarck, Mustafa Kemal, Nasır… Tepeden devrimlerin tersine, geniş halk kitlelerinin eseri olan devrimler şu ya da bu kişinin ismiyle anılmazlar. Bu tip devrimler çok daha zengin bir toplumsal deneyim yaratmış ve buradan beslenen çeşitli siyasal akımlar ve örgütlülükler doğurmuşlardır. Nitekim feodal sınıflara karşı kitlelerin devrimci eyleminin cisimleşmesi olan Jakoben akıma, ismini ve anlamını veren de devrimin alevli sürecidir.

    Jakobenizmin sahneye çıkışı

    Fransa’nın borç batağına batması, soyluların ayrıcalıklarını terk etmeyerek vergi vermemesi, hazinenin çökme noktasına gelmesi, süreklileşen açlık ve yoksulluk dolayısıyla oluşan siyasal krizi aşmak üzere kral 16. Louis, 5 Mayıs 1789’da Krallık Meclisi denen “zümreler meclisi”ni toplantıya çağırdı. Bu zümrelerden birincisi soylular, ikincisi ruhban sınıfı, üçüncüsü ise burjuvazinin de dahil olduğu diğer halk kesimleriydi. Soylular ve ruhban sınıfı her zümrenin bir oyu olması gerektiğini savunuyorlardı. Buna göre her zümre kendi arasında toplanacak, tartışılan konular hakkında söz konusu zümrenin oyunun ne yönde olması gerektiğini belirleyecek ve “genel zümreler meclisi”nde açıklayacaktı. Bu durumda, mecliste feodal sınıflardan daha fazla temsilcisi olmasına rağmen burjuvazi azınlıkta kalacaktı. Bu nedenle de bunu kabul etmedi ve halkı temsil ettiğini açıklayarak “üçüncü zümre”nin meclisini önce “milli meclis”, birkaç hafta sonra ise “kurucu meclis” olarak ilan etti.

    Süren siyasal kriz, kralın meşrutiyetten yana olan liberal maliye bakanını görevden almasıyla tırmandı ve halk yığınları arasında zaten başlamış olan kaynaşma bir devrimci ayaklanmayla kendini dışa vurdu. 14 Temmuzda ayaklanan emekçi kitleler, feodal düzenin baskı ve zulmüyle özdeşleşen Bastille zindanını basıp tüm mahkûmları serbest bıraktılar. 14 Temmuzun ertesinde kral ve soylular “kurucu meclis”in, yani burjuvazinin iradesini kabul ettiler. Yeni rejim bir meşruti monarşi olarak şekillenirken, aristokratik sınıfın imtiyazlarına son verildi, burjuva mülkiyet ilişkilerini kutsayan ve biçimsel-hukuki eşitliği kabul eden İnsan Hakları Beyannamesi ilan edildi.

    Ama buna rağmen aslında eski sınıflarla ılımlı burjuvazi arasında bir koalisyon kurulmuştu. Serflik kaldırılmıştı, fakat devlet topraklara tazminatsız el koyup karşılıksız olarak yoksul köylülere dağıtmadığı ve topraklara sahip olabilmek için yüksek düzeylerde paralar ödenmesi gerektiği için topraklar aristokratların elinde kalmaya devam etmişti. Kilise muazzam genişlikte topraklara ve servete sahipti, toplumsal alana müdahale etmeye devam ediyordu. Beri taraftan koalisyon kuran sınıflar, üç günlük işçi yevmiyesi tutarında vergi veremeyen herkesi seçme hakkından mahrum bırakarak, geniş yoksul emekçi kitleleri siyasal süreçten dışlamışlardı. Toplumsal çelişkilerin çözülmeden bu biçimiyle devam etmesi elbette olanaklı değildi. Bir denge rejimi olan meşruti monarşinin eski düzene mi yoksa tümüyle burjuvazinin iktidarına doğru mu çözüleceğini mücadele belirleyecekti.

    Nefret sembolü haline gelen Bastille zindanının basılması geniş emekçi kitlelerin aktif olarak devrim sürecine katılması anlamına geliyordu. Nitekim üç-dört yıl boyunca geniş emekçi kitleler bir çağlayan gibi, zaman zaman önlenemeyen bir taşkınlıkla devrimin gelişim çizgisine müdahale edeceklerdi. En kritik dönemlerde siyasal krizi çözen şey yığınların devrimci başkaldırısıydı.

    Toplumda biriken ve çözülmeyi bekleyen çelişkiler öylesine büyüktü ki, bu durum, devrime muazzam bir dinamizm veriyordu. Boyutları genişleyip derinleşen devrim kendine özgü araçlarını da yaratıyordu. Dernekler ve aslında şimdiki partilere tekabül eden “kulüpler” bu örgütlenme biçimlerinden bazılarıydı. Burjuvazinin devrimci kesimini bir araya getiren Jakobenler Kulübü[4] de bu kulüplerden yalnızca biriydi. Lakin asıl önemlisi, Jakobenlerin rollerini oynayabilecekleri devrimci organların devrim sahnesine çıkmasıydı. Örneğin, büyük şehirlerde komün (belediye) seçim bölgelerine ayrılmıştı ve Paris’te 60 seçim bölgesi vardı. Bu seçim bölgelerinin başlangıçta bir kere toplanması öngörülüyordu. Ancak öyle olmadı, devrimci yükselişle birlikte bu seçim bölgeleri, kendilerini “seçim çevresi şubeleri”ne dönüştürdüler ve meclise sürekli toplanma hakkını kabul ettirdiler. Kendi komitelerini de kuran “şubeler”, bu şekilde hareket halinde olan bir tür mahalli devrimci organ niteliğine bürünmüş oluyorlardı. Böylece “şubeler” ve bunların üzerinde yükselen komünler, kitlelerin olaylara müdahalesinin doğrudan aracı haline geldiler. “Ulusal Muhafız” adı altında örgütlenen devrimci milisi de kitlelerin müdahale araçları listesine eklemek gerekiyor.

    Bir tür ikili iktidar durumu söz konusuydu: Meşruti koalisyonu temsil eden meclise karşı, burjuvazinin radikal kanadı olan Jakobenlerin önderliğinde küçük-burjuva kesimleri, işçi ve yoksulları temsil eden komün ve şubeler! Esasında yoksul işçi-emekçi kitleler “şubeler”, komiteler, dernekler aracılığıyla Jakobenlerden ayrı bir örgütlenmeye sahiptiler, aristokrasinin ve kilisenin tümüyle bertaraf edilmesini, ekonomik ve siyasal eşitliği getirecek bir toplumsal dönüşümü arzuluyorlardı. Ancak Jakobenlerle pek çok noktada karşı karşıya gelmelerine rağmen, Jakobenlerden bağımsız bir politika izleyemediler ve onların eyleminin bir parçası haline geldiler. Jakobenler ise, geniş emekçi kitlelerin bu arzularını devrimin daha ileriye götürülmesi için devrimci şiddetin temeli yapmaktan geri durmadılar.

    Hem içerideki devrimi bastırmak hem de Avrupa’nın önemli bölgelerini sömürge haline getirmek amacıyla Avusturya’ya açılan savaşın yenilgiyle sonuçlanması ve Fransa topraklarının işgal edilmesi üzerine, kitleler Jakobenlerin siyasal önderliğinde 10 Ağustos 1792’de tekrar ayaklandılar. Meclise gönderilen bir heyet, halkın kendinden başka bir egemen merci tanımadığını ilan ediyordu. 2 Eylülde 21 yaşını geçmiş herkesin seçime katılmasıyla seçilen yeni ulusal meclis (Konvansiyon), monarşinin kaldırıldığını açıkladı ve cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyet, doğrudan doğruya kitlelerin eyleminin eseri olmuştu.

    Bu dönemden sonra devrimci şiddet dalgası giderek daha fazla siyasal alana egemen olmaya başladı. Kralın giyotinle idam edilmesi devrimci terörün bir işaret fişeğiydi adeta. Jakoben önderlerden Marat, Konvansiyon kürsüsünden şöyle haykırıyordu: “Özgürlüğü sağlamak için şiddet kullanmak zorunludur ve kralların despotluğunu ezmek için özgürlüğün despotluğunu geçici olarak örgütlemenin zamanı gelmiştir.” 1793’ün ikinci yarısından başlayarak tam bir sene hiç aralıksız, Jakoben iktidarı altında feodal sınıflara karşı devrimci terör uygulandı. Burjuvazinin büyük ve ticaretle uğraşan kesimini oluşturan Girondenler, ılımlı çizgilerini sürdürüp kralcılar ve soylularla bir uzlaşma yoluna girince bu kez devrimci terör onlara yöneldi. 1793 ilâ 1794’ün ilk yarısı Fransız devriminin en şiddetli dönemidir. Bu devrimci terör döneminde feodal sınıflara büyük bir darbe indirildi, büyük bir bölümü yurt dışına kaçan soyluların toprağına hiçbir tazminat ödenmeden zorla el konuldu. Kilisenin topraklarına da el konulurken, halk yığınları, o güne kadar kendilerini aldatan ve sömüren ruhban sınıfına karşı büyük bir mücadele başlattılar. Din devletten bağımsızlaştırılarak kişilerin özel hayatına bırakıldı.

    Liberaller Jakobenizmi eleştirirken, özellikle bu devrimci terör dönemini onun tepeden inmeciliğine kanıt olarak sunuyor ve halka karşı diktatörlük kurduğunu iddia ediyorlar. Evet, bu bir diktatörlüktü, ama Lenin’in ifadesiyle feodal sınıflara karşı küçük-burjuvazi ve proleter sınıflar tarafından desteklenen bir diktatörlük! Dolayısıyla da tepeden inmecilik yakıştırması zırvadan öte bir şey değildir. Takrir-i Sükûn yasasını meclisten geçirmek için milletvekillerinin kellesini uçurmakla tehdit eden Mustafa Kemal ile Robespierre’in geniş yığınların eylemini arkasına alarak devrimin ilerletilmesi için Konvansiyon’a baskı yapmasını aynı kefeye koyanlar, bilinçli olarak tarihsel gerçekleri çarpıtıyorlar. Jakoben iktidarı döneminde yeniden hazırlanan ve genel oy hakkını kabul eden, krallığı kaldıran, cumhuriyeti getiren anayasa referanduma sunulmuş ve bir milyon 800 bin kişi tarafından onaylanmıştır. Oysa Kemalist rejim altında halk kitleleri hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır. Fransız devrimi öylesine büyük bir umut ışığı yakmıştı ki, Avusturya’ya açılan savaş yenilgiyle sonuçlanıp devrim tehlikeye girdiğinde, Avrupa monarşilerinin soylularla birleşerek devrimi boğmaması için tam bir milyon emekçi orduya katılmıştı. Çok açık ki, Jakobenizm kitlelerin devrimci eylemi üzerinde yükseliyordu, ama Kemalist rejim tepeden kurulan asker-sivil bürokrasinin diktatörlüğüydü! Kemalizm, Fransız devriminin Jakoben evresine benzetilemez. Olsa olsa, devrimci dalganın geri çekildiği, ama çalkantıların on yıl boyunca devam ettiği ve bunun üzerine egemen sınıfların iş başına çağırdığı Bonaparte diktatörlüğü dönemine benzetilebilir.

    Bismarkçılık, Kemalizm ya da tepeden dönüşümler

    Kemalizm, Jakobenizmin değil, Bonapartizmin bir türü olan Bismarkçılığın bir izdüşümüdür. Bonaparte, can çekişen ama sahneden çekilmeyen soylular ile burjuvazi arasındaki çatışmadan ve bu iki sınıfın proleter sınıflarla olan çelişkisinden yararlanarak diktatörlüğünü kurmuştu. Böylece devletin tepesine oturan Bonaparte bir hakem rolüne soyunurken, kurulan diktatörlük düzeni krizlerden çıkartarak tahkim ediyordu. İkinci Bonapartizm döneminde (yeğen Bonaparte dönemi), terazinin egemen sınıf kefesinde bu kez yalnızca burjuvazi oturmaktadır ve siyasal egemenliği eline geçiren bürokrasi, hakem görüntüsü altında işçi sınıfını baskılamaktadır. Devlet bürokrasisini siyasal olarak egemen pozisyona taşıyan ve burjuvazinin sorunlarını çözen Bonapartizmin bu özelliğinden dolayı Engels, Bismarkçılığı Bonapartizmin bir türü kapsamında değerlendirir. Engels’in bu yaklaşımı üzerinden yürüyen Elif Çağlı, konuyu şu boyutlarıyla açar:

    “Fransa örneğinde Bonapartizm nitelemesindeki vurgu, kurulu burjuva düzeni korumak için tesis edilen olağanüstü rejim üzerindeyken, Prusya veya Türkiye gibi tepeden burjuva devrimlerde ise, burjuva düzenin daha baştan olağanüstü biçimde kurulması noktasındadır. Hatırlanacağı gibi Bonapartizm, burjuvazinin toplumsal egemenliğini koruyabilmesi için, devlet bürokrasisinin siyasal egemenliği ele geçirmesi anlamına gelir. Bismarkçılıkta ise devlet bürokrasisi, henüz gelişmekte olan burjuvazinin toplumsal egemenlik yolunu açmak üzere bir öncü güç gibi siyaseten egemenlik sürdürür.”[5]

    Yani Bismarkçılık, bir işçi devriminden korkan ve pre-kapitalist ilişkileri tasfiye etmek üzere eski sınıflara karşı mücadeleye girişmeyen burjuvazinin ihtiyaçlarını tepeden dönüşümlerle yerine getirir. Bu Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi üzerine Çağlı şunları yazıyor: “Prusya’da yaşanan Bonapartizmin başlıca özelliği, burjuvazinin gerici büyük toprak sahipliğiyle devrimci yoldan hesaplaşmamasıdır. Prusya tipi kapitalist gelişme çizgisi ise, genelde, burjuvazinin kendi tarihsel görevini, devlet aygıtından gelen Bis­marcklara ve onların önderliği altındaki devlet bürokrasisine devrettiği ve kapitalist gelişmenin önünü bu yolla açtığı bir gelişme biçimini anlatır.” (age, s.200) İşte Kemalist diktatörlük de Bismarkçılığın bir türünden başka bir şey değildir. Savaş sonrasında bir ulus-devlet kurma, başta Kürt halkı olmak üzere ezilen halkları ve emekçi sınıfları şiddet yoluyla bastırma, düzeni koruma altına alma, son derece cılız olan burjuvazinin görevlerini üstlenerek onun adına, ihtiyaç duyulan dönüşümleri tepeden yerine getirme görevini Kemalist bürokrasi üstlenmiştir. Dolayısıyla da kurulan rejim daha baştan olağanüstü bir niteliğe sahiptir ve halk kitlelerinin katıldığı demokratik bir devrim söz konusu değildir.

    Tepeden devrimlerin en tipik özelliklerinden birisi toplumsal ilişkilere dokunmamasıdır. Bismarck’ın tepeden reformlarına değinen Engels, toplumsal ilişkilerde hemen hiçbir değişiklik yapılmadığına dikkat çeker.[6] Örneğin, feodal toprak sahiplerine gereken darbe indirilmediği ve hatta işbirliği yapıldığı için kırın kapitalist dönüşümü uzun yıllara yayılmıştır. Engels bu çözülmeye, “yavaş giden menziline ulaşır” yaklaşımının hâkim olduğuna dikkat çeker. Durum Türkiye’de de farklı değildir. Mehmet Sinan bu konuda şunları yazmaktadır: “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, Cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır.”[7]

    Tepeden devrimlerde dönüşüm, daha çok siyasal üst yapıda, kendini biçimsel düzenlemelerle ortaya koyar. Türkiye’ye bir bakalım: Örneğin, Cumhuriyet ilan edilmiş ve halkın tebaa olmaktan yurttaş olmaya geçtiği söylenmiştir. Ancak biçimsel bir değişiklik yapıldı ve cumhuriyet ilan edildi diye akşamdan sabaha toplum tebaa olmaktan çıkmaz. Keza fesin ve sarığın yerine şapka geçirildiği için insanların bilinçleri ileriye doğru bir değişim geçirmez. Şeyhülislamlığın kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kitleler bir anda aydınlanmazlar. Hele tepeden baskı altına alındıklarında bunu hiç kabul etmezler. Toplumsal bir dönüşüm olmadan, kitleler bu dönüşümün bir parçası olmadan, söz konusu biçimsel değişiklikler sadece havada asılı kalır ve insanlara ulaşmaz. Zira bir toplumsal dönüşümün olabilmesi için kitlelerin devrim sürecinin bir parçası olması, talepleri etrafında mücadeleye sevk edilmeleri gerekir.

    Oysa Osmanlı bürokrasisinden gelen Kemalist önderlik, devlet eliyle tepeden aşağıya, bir vuruşta, özlemini duyduğu Batılılaşmayı sağlayabileceği yanılgısı içindeydi. M. Kemal, bu inancını günlüğüne de yazmıştır. 6 Temmuz 1918’de gittiği Almanya’da, bir Osmanlı elçisiyle ve eşiyle buluştuğu otelde dans eden çiftleri izlerler. Elçinin eşi, “bizde böyle bir hayatın yerleşmesi ne kadar zor” deyince M. Kemal kızar ve ertesi gün günlüğüne şunları yazar: “Elime büyük yetki ve kudret geçerse, ben sosyal hayatımızda istenen devrimi bir anda bir darbeyle uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben başkaları gibi bu işin halkın anlayışını yavaş yavaş alıştırmak suretiyle yapılacağını kabul etmiyorum. Buna ruhum isyan ediyor. Ben bu kadar yıl eğitim gördükten, uygar toplumları inceledikten ve özgürlüğümü elde etmek için hayatımı harcadıktan sonra, neden cahiller dünyasına ineyim. Onları kendi dünyama çıkartırım. Ben onlar gibi değil onlar benim gibi olsunlar.”[8]

    Mehmet Sinan bu yaklaşımın neye yol açtığına şöyle değiniyor: “Gerçek bir Batılılaşma yerine, yani sosyo-ekonomik planda burjuva demokratik devrimin gerçekten tamamlanması yerine, daha çok biçimsel bir «Batılılaşma» ile ilgilenen ve bu konuda «totaliter bir kararlılık» sergileyen Kemalist bürokrasi, Türkiye’yi «çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükseltme» idealini, adeta ulus-devletin (TC’nin) resmi varoluş ideolojisi haline getirdi. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de «cumhuriyet» projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje olarak değil, «kurtarıcı bir önder»in otoriter-bürokratik yönetimi altında devletin toplumu zorla modernleştirmesi olarak algılandı hep.”[9] Dolayısıyla da öz değişmediği için, daha en baştan, diyalektiğin yasası gereği, biçim ve öz bir çatışma halinde olmuştur.

    Kemalizmin topluma giydirdiği deli gömleğinin yarattığı etki ve çelişkiler günümüze kadar devam etmiştir. Oysa aradan geçen dönemde kapitalist gelişme ilerlemiş, kentleşme dev boyutlara ulaşmış ve toplum Kemalizmin deli gömleğine sığmaz olmuştur. “Müesses nizam”ın, dolayısıyla da çıkar ve ayrıcalıklarının devam etmesini isteyen Kemalist çevreler ise, topluma giydirilen deli gömleğinin parçalamasına karşı çıkmaktadırlar.

    Ancak tarih göstermiştir ki, bu tip dayatmalar toplumsal gelişme karşısında daima boşa çıkar. Topluma giydirilen deli gömleğini savunmak komünistlerin özgürlük anlayışı olamaz! Marksistler, Jakobenizme ve kitlelerin devrimci eylemine küfreden liberallere olduğu kadar, Kemalizmin tepeden inmeciliğini sosyalizm adına savunan sözde sosyalistlere de prim vermezler.

    [1] Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yay., s.37
    [2] Aristokratların, çoraplı külot yerine pantolon giyen devrimcilere verdiği isim. Yoksul halk kitleleriyle özdeşleşen sankülot kavramı, aslında “baldırı çıplak” anlamına geliyordu ve aristokrasi bu kavramı halkı aşağılamak için kullanıyordu.
    [3] Lenin, Can “Jacobinism” Frighten the Working Class?, http://www.marxists.org
    [4] Burjuvazinin bu devrimci kanadı “Anayasa Dostları Cemiyeti” adı altında örgütlenmişti ve Jakoben manastırında toplandıkları için siyasal arenada bu isimle anılıyordu. Devrim sürecinde Jakoben Kulübü adı altında örgütlendiler.
    [5] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.194
    [6] Engels, Almanya’da Köylü Savaşı’na Önsöz, Sol Yay.
    [7] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no 35
    [8] akt: Can Dündar, Mustafa
    [9] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar, MT, no 37

    (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no: 69, Aralık 2010)

    http://marksist.net/utku_kizilok/halka_dayanan_jakobenizm_tepeden_inmeci_kemalizm.htm

  56. Robespierre'in yeğeni

    Yerçekimi sağolsun; dinci-gericilerin, faşistlerin, hırsızların, namussuzların, katillerin, saltanatçıların, halk düşmanlarının tepesine tepeden ineceğiz!

  57. Napolyon ve Bonapartizm’de, uygarlığa ve kapitalizme geçişi olumlu ve olumsuz taraflarıyla nesnel değerlendirmek için güzel bir örnek var; Napolyon’un Mısır seferi sonucu hiyerogliflerin çözülmesi. Sınıflı toplum aynı zamanda bilimi ve tekniği geliştirmiştir.
    Mısır uygarlığından söz etmişken bir konuya daha değinmek istiyorum. Küçükaydın bir yazısında “Din ve Bilim”, “İnanç ve Akıl”, “İnanç ve Bilim” gibi zıtlıklarla düşünmenin yanlış olduğunu, bu tür akılcılık ve bilimciliğin akıl ve bilim dışı olduğunu anlatmıştı. Dini inançlar da bilim ve tekniğin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Buna Mısır uygarlığından örnek verebiliriz. Mısırlılar ölümden sonra diriliş inançları sonucunda mumyalama tekniğini geliştirmişler, piramitleri inşa etmeleri mimariyi geliştirmiştir.
    Benzer bir durum İslam uygarlığında var. Kabe, Mekke ve Medine İslam dünyasının kutsal merkezi olduğu için Müslüman devletler bu kurak ve verimsiz ülkeyi imar etmiştir. Arap yarımadasının tahılını temin etmişler, su kemerlerini, kalelerini ve surlarını, demiryolunu yaptırmışlardır.

  58. Bu arada kendin de yer çekimi yüzünden yere çakılacakszın tabii ki. Robespierre’in başına geldiği gibi.

  59. Bir de Öfkeliler, Hebertistler, yani daha devrimci kanat vardı. Jakobenler onları ezdi. Bundaen hiç söz edilmiyor.

  60. Devrim ve devrimçcilik modern çağın kavramlarıdır. Bunları arkaik dönemlere tayımak hokkabazlıktır. Muhammet bir din ve devlet kurucusudur ve onun hiçbir dönemine devrimcilik atfedilemez. Spartaküs’e bile devrimci denemez. Sadece bir köle isyancısıdır.

  61. ilerlemeci bakış açısı tam da bu. Devam edersek, Batılılar asya ve afrika’ya uygarlık götürmüştü de deriz.

  62. İlerlemeciliğe ben de karşıyım. Hiçbir şey sömürüyü, sınıfları, zulmü haklı çıkarmaz. Sadece her şeyi tamamen siyah-beyaz gören basitliğe karşıyım. Bu egemen sınıflar kendi çıkarları için bile olsa bazen iyi şeylere de neden oluyor, bunu belirtmek istedim.

  63. “Devam edersek, Batılılar asya ve afrika’ya uygarlık götürmüştü de deriz.”

    Batılıların Afrika’daki kadın sünnetiyle, Hindistan’da dul kadınların yakılması ve kast sistemiyle (bunları Hindistan’ı fetheden Müslümanlar da yasakladılar) mücadele etmelerini de unutmamalıyız o zaman.
    Yine her şeyi tek taraflı değerlendirmemek gerektiğine birer örnek.

  64. Başka bir “sol” mümkün mü?
    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

    Ana akım siyasetimizde “sol”un mevcut olmamasının yarattığı sorunlar entelektüel gündemimizin süregelen tartışma konularından birisidir. Son günlerde yeniden ivme kazanan bu tartışmanın yanı sıra toplumumuzdaki İslâmî siyasal hareketlerin “sol düşünce ile ilgilenmemesi”nin nedenleri üzerine de değişik görüşler ileri sürülmektedir.
    Birinci tartışmanın merkezinde Kemalizm, kimlik siyaseti ve antiemperyalist milliyetçilik karması “sentez”in “sol” olarak kavramsallaştırılmasının yarattığı entellektüel sığlık ve siyasal tıkanmışlık bulunmaktadır. Dolayısıyla bu “sentez”in yerini “gerçek anlamda sol” bir entelektüel/siyasal hareketin almasının siyasetteki tıkanmanın önünü açacağı varsayılmaktadır. Bunun tersini savunarak “sol”un dünyada yaşamını tamamladığı, Türkiye’de herhangi bir biçimde yeniden güç kazanmasının mümkün olmadığını iddia edenlerin sayısı da az değildir.
    İkinci tartışma ise “sol”un Türkiye’de “din” ile çatışan bir ideoloji şeklinde gelişmesinin, İslâmcı hareketlerin “sağ” siyasal eylemciliğe dönüşmesine neden olduğu tezinden hareketle, bu alanda yaşanacak bir değişimin de “sol”a farklı bir entelektüel ivme kazandırabileceği tezi üzerine yoğunlaşmaktadır. Burada da “İslâmî” bir “sol” yaratılmasının “imkânsızlığı”nı ileri sürerek bu yaklaşıma ciddî itirazlar yöneltilmektedir.

    Düşünce “sol”unun evrimi
    Sami Paşazâde Sezaî Bey, Şûra-yı Ümmet dergisindeki bir yazısında Fransa’da “varidât üzerine vergi tarhı ve amelenin tekaüdlüğü” meseleleri üzerindeki tartışmanın yoğunluğuna dikkat çekerek, “sosyalist” programın hayata geçirilmesi olarak yorumlanan bu siyasetlerin Osmanlı toplumunda fazla ilgi uyandırmayacağı yorumunu yapmıştı. Buna karşılık Sezaî Bey bu tür konular bizim “millet meclisi”ne gelse (söz konusu yazısı 1908 yılı Nisan ayında, “İnkılâb-ı Kebîr” öncesinde kaleme alınmıştı) hem gelir üzerine konulacak verginin hem de “biçâre amelenin tekaüdlüğünün” kolaylıkla kabûl edileceğini iddia etmişti.
    İlginç olan toplumda güçlü “sol” siyasal örgütlenme ve entelektüel tartışma olmamasına karşılık “sol” siyasetlerin bunların varolduğu Fransa’dan daha kolay biçimde kabûl görebileceğinin düşünülmesiydi. Gerçekten de sanayileşmesi fazlasıyla güdük kalmış Osmanlı toplumunda, Selânik benzeri merkezlerdeki örgütlenme ve tartışmalara karşın on dokuzuncu yüzyıl “sol” siyasal pratiğinin dayandırılacağı toplumsal zemin mevcut değildi.
    Bu zeminin o dönemdeki Rusya’da da sanayileşme konusunda ileri gitmiş Avrupa toplumları kadar oturmuş olmadığı doğrudur. Ancak Rusya’nın, Avrupa coğrafyasındaki şehirlerinde oluşan “işçi sınıfı”nın bu alandaki açığı on dokuzuncu yüzyılda ortaya konan olağanüstü yoğunluktaki entelektüel tartışma ile kapatılabilecek seviyedeydi. Osmanlı toplumunda ise bunların her ikisi de mevcut değildi. Cenevre’de bir kütüphanede karşılaştığı Lenin ile fikir alışverişinde bulunan Sezaî Bey, bu nedenle, onun ihtilâlci tezlerinin Osmanlı örneğinde uygulanamayacağını düşünmüştü.
    Dolayısıyla Osmanlı toplumunda “sol,” toplumsal tabana dayanmayan bir düşünce hareketi olarak gelişti. “Sol”un bu karakteri Selânik başta olmak üzere sanayileşmenin nispeten ileri düzeyde olduğu Avrupa merkezlerinin Balkan Harbi sonunda kaybı sonrasında daha da güçlendi.
    İlginç olarak, siyasal örgütler düşünce boyutunda “sol” ile bağlantı kurabiliyor, “sol” siyasetler uygulayabiliyor; ancak “sınıfsal” boyut taşıyan “sol” eylemciliği reddediyorlardı. Örneğin, Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti “antiemperyalizm” üzerinden kendisini “sol” bir örgütlenme olarak kavramsallaştırıyor, Enver Paşa ile Dr. Bahaeddin Şakir Bey, 1920 Bakü Doğu Halkları Kongresi’ne “sol” liderler olarak katkıda bulunabiliyorlardı. Buna karşılık Cemiyet, “Tatil-i Eşgâl Kanunu” ile grevleri engellemekte sakınca görmemiş, sosyalist hareketlere karşı sert önlemler almıştı. İstiklâl Harbi sırasında Mirsaid Sultan-Galiev’inkini andıran bir “İslâmî sosyalizm” söylemi kullanan Mustafa Kemal Paşa da kendisini anti-emperyalizm üzerinden siyaset yelpazesinin solunda konuşlandırır ve “Türkiye’de hususî bir sosyalizm” uygulanmasının gerekliliğini vurgularken, “işçi sınıfı” temelli bir “sol”u tehdit olarak görüyor, “komünizm” gerekirse onu da kendilerinin yapacağını savunuyordu.
    Benzer şekilde, “sosyalist” harekete katılmış Osmanlı/ Türk entelektüelleri 1930’lu yıllarda “sınıf temelli” bir “sol”dan Kadro dergisinin dile getirdiği türde “anti-emperyalizm, Türk Tarih Tezi, Die Tat hareketi ve Hans Zehrer’in fikirleri”nin “sentez”i bir “Kemalist Sol”a yönelmeyi tercih etmişlerdi.
    Bu, İkinci Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde “sınıf temelli,” Marksist vurguları kuvvetli “sol” hareketlerin örgütlenmediği anlamına gelmez. Ancak, bu hareketler marjinal olmanın ötesine geçemezken, kendisini düşünce, bilhassa “anti-emperyalizm” üzerinden “sol”da konuşlandıran hareketler geniş siyasal temsile sahip olmuşlardır.

    Yeni “sol” neyin yerine?
    Dolayısıyla 1960’lardan itibaren dünyada “yeni sol”un doğuşu ve sonrasında Sovyet tipi “sosyalizm”in çöküşü çerçevesinde “sol”un “sınıf” temeli vurgusunu azaltarak toplumun diğer kesimlerine açılan bir entelektüel eylemciliğe dönüşmesi ve güç kazanan feminizm, çevrecilik benzeri hareketler ve dışlanan toplumsal azınlık gruplarıyla köprüler kurması, Türk “sol”u için yeni bir fırsat doğurmuştur.
    On dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci asır başında toplumsal yapısının uyumsuzluğu nedeniyle “sol”u büyük çapta düşünce zemininde üretmiş ve anti-emperyalizm üzerinden milliyetçi vurguları baskın, devletçi ve Kemalist bir kavramsallaştırmaya dönüştürmüş toplumumuzda “sol”un global ölçekte dönüşmekte olduğu “özgürlükçü” akımlar şemsiyesi biçiminde değerlendirilmesinin siyasetteki derin tıkanmaya cevap verebilmesi mümkündür.
    Özgürlükçü akımlar şemsiyesi olarak yeniden kavramsallaştırılan “sol”un söz konusu ideolojinin geleneksel ekonomik yaklaşımlarından bütünüyle kopmadan, “çalışan kitlelerin çıkarlarını” gözeterek neo-liberalizme alternatif tezler üretebilmesi de mümkündür. Milliyetçi, Kemalist, kimlik siyaseti temelli ana akım “sol” ile, on dokuzuncu asır gerçekliğinde yaşadığımızı zanneden anakronik marjinal “sol”un yerini böylesi bir “sol”un alması Türkiye siyasetinde bir “devrim” etkisi yaratabilir.
    Doğal olarak bunlardan ikincisi oldukça kolay, kemikleşmiş ve sürekli tekrarlayarak toplumun bir bölümünü kendisinin “sol” olduğuna inandırmış ideolojinin tasfiyesini gerektiren birincisi ise fazlasıyla zordur. Ama bu ideolojinin çözülmesinin durdurulması mümkün olmadığı için söz konusu zorluk temelde bir zamana yayılma problemidir.
    İslâm ile “sol” düşünce arasındaki ilişki ise bir diğer yazının konusudur.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/05/10/baska-bir-sol-mumkun-mu

  65. “Sol” ve İslâm: Bağdaştırmayı kim yapacak?
    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

    Geçen hafta toplumumuzda kendisini anti-emperyalizm üzerinden “sol”da konuşlandıran milliyetçi-Kemalist ideolojinin yerine “başka bir sol” üretilmesinin ne denli mümkün olabileceği üzerinde durmaya çalıştık.
    Entelektüel gündemimiz, bunun yanı sıra İslâmî hareketler ile “sol” arasındaki ilişki, daha doğrusu, “uzaklık” üzerinde de yoğunlaşmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’de “sol”un benimsediği güçlü din karşıtı tutumun onu “yabancı” bir ideoloji haline getirdiği, bunun ise İslâmî hareketlerin kendilerini siyasal yelpazenin “sağ”ında konuşlandırmasına yol açtığı ileri sürülmektedir.

    Osmanlı son dönemi
    Nedenlerinden bağımsız olarak Erken Cumhuriyet ile birlikte “sol” ile “İslâm” arasında hızla karşıtlığa dönüşen bir ilişki şekillendiği, aradaki mesafenin süreç içerisinde daha da açıldığı tespitini yapmak mümkündür. Halbuki İmparatorluğun Hıristiyan unsurlarının milliyetçi-sosyalist hareketlerinin güçlü din karşıtı söylemlerine karşılık, daha geç başlayan Osmanlı Müslüman “sol” yapılanma bundan kaçınmakla kalmamış, ciddî bir bağdaştırma çabasını da ortaya koymuştur.
    Örgütlenmiş din kurumlarıyla çatışan Ermeni, Bulgar, Makedon milliyetçi-sosyalist yapılanmalarından farklı olarak 1908 sonrasında ivme kazanan Müslüman sosyalist hareketi İslâmiyet ile saygı temelli bir ilişki kurmakla kalmayarak ulemâdan destek de almıştır. Örneğin, Osmanlı Sosyalist Fırkası lideri Hüseyin Hilmi “âyât-ı kerîme ve ehâdis-i şerîfe”nin sosyalist ilkeleri dile getirdiğini ileri sürerken, Abülaziz Mecdi (Tolun) Efendi gibi İttihad ve Terakki içindeki Hizb-i Cedîd yapılanmasının liderlerinden olan bir âlim İştirak mecmuasındaki yazılarında inanmış Müslüman olmanın “sosyalist”liği zorunlu kıldığını savunmuştur.
    Böylesi bir yakınlaşma ve bağdaştırma çabalarına her iki taraftan da itiraz edenler olmuşsa da İslâmî hareket ile “sol” arasında zikrettiğimiz Osmanlı unsurlarının toplumlarında yaşananlara benzer bir çatışma şekillenmemiştir. Burada ilginç olan, Müslüman sosyalist hareketinin Avrupa’daki gelişmeyi geriden izlemesi ve zamanın ruhunu yansıtmamasıdır.
    Fransa başta olmak üzere eski kıtada “Hıristiyan sosyalist” örgütlenmeler on sekizinci asrın ilerleyen yıllarına kadar “genel sol” içinde önemli bir yere sahip olurken “sol” daha sonra Alman vülgermateryalizmini ideolojisinin temel dayanaklarından birisi haline getirmişti.
    Örneğin, Arnold Ruge, Deutsch-Französische Jahrbücher’i Karl Marx ile beraber hazırlarken, buna katkıda bulunacak Fransız sosyalistleri bulmakta fazlasıyla zorlanmıştı.
    Bunun nedeni Fransız sosyalistlerinin çoğunun Alman vülgermateryalizmine karşı olmalarıydı. Ancak yüzyılın sonlarında bu alanda tersine bir gelişme yaşanmıştır.
    Dolayısıyla 1908 sonrasında ivme kazanan Osmanlı Müslüman sosyalizmi, din ile münasebeti açısından dünya genelinden farklılaşan eğilimler taşımıştır. İstiklâl Harbi döneminde Mirsaid Sultan-Galiev’inki benzeri söylemleri dile getiren liderler de “din” ile “sol” arasında benzer bir ilişki kurmuşlardır.

    Cumhuriyet “sol”u
    Erken Cumhuriyet ideolojisi tıpkı asır sonu Avrupa “sol”u ve sol olmayan hareketleri gibi Alman vülgermateryalizminden derin biçimde etkilenmişti. Bu çerçevede kendisini anti-emperyalizm üzerinden “sol”da konuşlandıran milliyetçi-devrimci Kemalist ideoloji “din”e karşı oldukça çatışmacı bir tavır takınmıştı. Kemalist olmayan sol da sosyalist hareketleri global düzeyde etkileyen Sovyet deneyimini örnek alarak hızla benzer bir çizgiye kayacaktır. Bunun neticesinde İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde yaşananın tersine tüm “sol,” İslâm ile çatışmacı bir ilişki geliştirmiştir.
    İlerleyen yıllarda da bu ilişkide önemli değişiklikler gerçekleşmeyecektir.
    Bu çerçevede “sol,” neredeyse tüm eğilim ve örgütlenmeleriyle “din” ile ya açıktan çatışan ya da bu eğilimini örtmeye çalışan bir ideoloji haline gelmiş, bu ise onun toplumla ilişkisini derinden etkilemiştir.
    Buna karşılık toplumun geniş katmanları da “sol”u temel yaklaşımı “din karşıtlığı” olan bir ideoloji olarak kavramsallaştırmıştır.
    Bunun doğal neticelerinden birisi Cumhuriyet dönemi İslâmî hareketlerinin de her kesimden “sol”u “inanç ile çatışan” bir ideoloji ve tehdit olarak görerek kendisini “sağ”da konuşlandırmasıdır.
    Türkiye’deki İslâmî hareketin yeniden örgütlendiği yıllarda Soğuk Savaş’ın etkisiyle güç kazanan bu eğilim, onun Seyyid Kutb benzeri düşünürlerden etkilendiği süreçte ilginç bir değişim yaşamıştır. Birinci dönemde kendini “sol”un karşısında “sağ”da konuşlandıran söz konusu hareketler daha sonra tıpkı Kutb gibi milliyetçilik, sosyalizm, kapitalizm benzeri tüm ideolojileri eleştiren, “sosyal adalet”in böylesi “materyalist yaklaşımlar” tarafından değil ancak İslâmî bir rejim tarafından sağlanabileceğini savunan bir çizgiye kaymışlardır. Bu çerçevede böylesi görüşlerin siyaset yelpazesine yerleştirilmesi için kullanılan “sağ” ve “sol” benzeri kavramlar da anlamını kaybediyordu. “İslâmî hareket” bunların hepsine karşı ve tümünün alternatifi olduğu için “sağ-sol” ayrımını yapay buluyor ve artık kendisini onlar aracılığıyla tanımlamıyordu.
    Buna karşılık kendisini “sol” olarak tanımlayan Kemalist milliyetçilik ile diğer sol yapılanmalar onu siyaset yelpazesinin en “sağ”ına yerleştiriyordu.

    Günümüzde “sol” ve “İslâm”
    Bu tarihî gelişmelerin ışığında günümüze yönelik değerlendirmeler yapılırken Türkiye’de İslâmî vurguları güçlü bir partinin siyasette yükselişi ve kendisini solda konuşlandıran ana akım “sol”a karşı iktidar olması yanlış okunmamalıdır.
    Söz konusu gelişmeler gerçekte Türk siyasetinin iki temel kutbundan birisi olan “kalkınmacı muhafazakârlık”ın dinî vurguları daha fazla kullanan bir çizgiye kaymasını temsil etmektedir. Yeni “kalkınmacı muhafazakârlık” ekonomik açıdan “sosyal adalet”e daha fazla önem atfetmekle birlikte, bunu kurulu iktisadî düzeni değiştirmeden sağlama yaklaşımını benimsemektedir.
    Söz konusu çizgi bu nedenle “sağ-sol” ayrımını kendisi dışındakilere ait ve yapay bir kavramsallaştırma olarak görerek reddeden İslâmî hareketlerden önemli bir farklılık göstermektedir.
    Dolayısıyla İslâm ile “sol”u bağdaştırma çabaları “sol” ile “İslâm”ı bağdaştırma gayretlerinden daha zor bir çabayı dile getirmektedir.
    İslâmî vurguları güçlenen “kalkınmacı muhafazakârlık,” son tahlilde, “sağ”da konuşlanmayı sürdürecektir.
    Bunun dışındaki İslâmî hareketler ise “sol-sağ” ayrımının yapay olduğunu düşünmektedir. Bu “kalkımacı muhafazakârlık”ın sosyal adalet vurguları daha güçlü bir çizgiye kayamayacağı anlamına gelmez.
    Ancak “İslâm” ile “sol”un bağdaştırılmasının bu kanaldan gerçekleşmeyeceğini söylemek yanlış olmaz.

    İslâm ile “sol”u bağdaştırma çabaları “sol” ile “İslâm”ı bağdaştırma gayretlerinden daha güç bir çabayı dile getirmektedir. Bu bağdaştırmanın ana akım siyasette temsili de fazlasıyla zordur

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/05/17/sol-ve-islm-bagdastirmayi-kim-yapacak

  66. doğu perinçeki bu derece yumuşak eleştirmenizin sebebi yeğeninizin doğru perinçeğin partisinden aday olmasıyla bir alakası olabilirmi ?

  67. İyi geceler,

    Gün bey, sizinle aynı ideoloji de değiliz.Son 5 sene de yani Aydınlık Hareketinin için de olduğum süre boyunca çok kızdım.

    Ama şuan anlıyorum ki, haklıymışsınız Doğu Bey hakkında ki genel eleştirilerinizde.
    İdeolojik düzlemde şu an bulunduğunuz cephe konusunda size hala katılmıyorum, bu benim düşüncen, fikirlerinize de saygı duyuyorum.
    Katılmama nedenim şu; Doğu bey ideolojik düzlemde bence bıraktığınız yerde. Kişisel hırsları, egosu, onu şimdiki, benim de savunduğum Kemalizmi savunanların cephesine getirmiştir o kadar. Kendisi samimi değildir, en rahat yalan söyleyebilen bir kişiliğe sahiptir ve çevresindekilerin de yalanlarına koşulsuz inanmasını ister.
    Siz gerçekten Doğu beyin Kemalist,Ulusalcı olduğuna inanıyormusunuz?
    Sadece taktik icabı değilmidir?
    Marksist dahi değildir, sadece hırsları vardır.