Solda Çanakkale Tartışması

 

 

Sözünü ettiğim tartışmanın üzerinden kırk yıla yakın zaman geçmiş bulunuyor, ancak bugünkü Çanakkale kutlamaları bana bu tartışmayı yeniden hatırlattı.

Aydınlık hareketi 1975 yılından itibaren, Çin’in o zamanki “üç dünya teorisi”ne uygun olarak, baş çelişkiyi iki süper devletle Türkiye arasındaki milli çelişki olarak saptamış ve dolayısıyla bu saptamaya uygun argümanlar geliştirmeye başlamıştı. Bu argümanlardan biri de Çanakkale savaşının bir “yurt savunması” olduğu ve dolayısıyla buradaki direnişin anti-emperyalist bir direniş olarak olumlu değerlendirilmesi gerektiğiydi.

O zaman, soldaki bloklaşmalar içinde Aydınlık hareketinin yanı sıra Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu ve Halkın Birliği grupları da Maocu bir yönelim içine girmişti. Halkın Kurtuluşu, THKO’nun 1970’lerdeki devamıydı; Halkın Yolu, THKP-C hareketinin Maoculuğa yönelen kesimiydi; Halkın Birliği ise, TKP-ML’nin içinden bir gruptu, bu grup da o sırada Maocuydu ama içinden geldiği hareketin tersine Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu ileri sürüyordu.

Aydınlık hareketinin milli çelişkinin baş çelişki olduğu tezine bu diğer üç grup şiddetle karşı çıktılar. Üç Maocu gruptan Aydınlık hareketine en yakın konumda olan Halkın yolu’ydu, dolayısıyla Aydınlık hareketiyle Halkın Yolu arasındaki tartışmalar daha yoğundu. Halkın Yolu hareketi, Aydınlık’ın Çanakkale savaşının bir yurt savunması olduğu ve Çanakkale’deki direnişin olumlu olarak değerlendirilmesi gerektiği tezine şiddetle muhalefet etti ve Çanakkale savaşının emperyalist paylaşım savaşının bir parçası olduğunu, emperyalist savaşın herhangi bir parçasında bir tarafı desteklemenin ya da onun yanında yer almanın emperyalist savaşa katılmak ve Lenin’in ifadesiyle sosyal şovenizm anlamına geldiğini ileri sürdü.

Hatta Malatya taraflarında bir yerlerde o zaman Aydınlık hareketinin örgütlenme çalışmalarında görevli olan Oral Çalışlar’la Ali Kalan, bir evde Halkın Yolcularıyla bu konuda bir tartışma toplantısına da katılmışlardı. O zamanlar en azından Maocu gruplar arasında henüz dostça ilişkiler vardı ve örneğin böyle bir tartışma toplantısı düzenleyebiliyorlardı. Üstelik tartışma toplantısı teybe alınmıştı. Bu teyp bandını sonradan ben de dinlemiştim. Oradan izlediğim kadarıyla Halkın Yolu’ndan gençler, Oral Çalışlar’la Ali Kalan’ı fena halde sıkıştırmışlardı. Aydınlıkçılar günlük siyasi taktiklerde ne kadar becerikli olurlarsa olsunlar Halkın Yolcuların teorik üstünlüğüyle başa çıkamamışlardı. Halkın Yolcuları, biraz dogmatikçi de olsa, Marksist-Leninist teoriyi daha iyi biliyorlar, bu konuda daha güçlü argümanlar getirebiliyorlardı. Tartışmayı Oral’la birlikte dinlemiştik. Oral da kabul etmişti Halkın Yolcularının teorik argümanları karşısında zayıf kaldıklarını.

Aradan bunca yıl geçtikten sonra yeniden düşündüğümde, Halkın Yolcularının haklı olduğunu bir kere daha görüyorum. Gerçekten de Çanakkale savaşı emperyalist savaşın bir parçasıydı. Orada savaşan iki taraf, emperyalist İngiltere ve emperyalist Almanya’ydı. Orada toprağa düşen Türkiyeli ve Avustralyalı emekçilerin bir emperyalist savaşın kurbanları olduğu açıktır.

Bugün 1915 Ermeni katliamını örtbas etmek için iyice abartılan Çanakkale kutlamalarına bir de bu açıdan bakmak gerekir.

 

Gün Zileli

21 Mart 2015

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Hakkında Gün Zileli

Okunası

Yeni Bir Toplumsal Özgürlük Partisi’ne İhtiyaç Var

(Bir yerel seçim sonrası yazısı) Seçim sonuçlarına elbette sevindik. Bu yerel seçim, otoriter bir iktidarın …

79 Yorumlar

  1. oyleyse 40 yil sonra günaydın

  2. Bana mı? Ben 1980’den beri Halkın Yolu gibi düşünüyorum.

  3. “bir kere daha görüyorum” diye belirtmişim üstelik.

  4. Büyük devletlere karşı küçük devletlerden yana tavır takınmak doğru mudur?

    Marksistlerin savaşa yaklaşım tarzı, tüm burjuva ve küçük-burjuva siyasetlerden farklıdır. Marksistler, savaşları esasen haklı ve haksız savaşlar olarak ikiye ayırırlar. Bu savaşı kimin başlattığından, ilk saldıranın kim olduğundan, savaşan taraflardan hangisinin daha güçlü ya da güçsüz olduğundan vb. hareket ederek soruna yaklaşmazlar. Marksistler açısından haklı savaşlar vardır ve bu tür savaşlarda haklı olanın yanında yer almak, onun kazanması için mücadele etmek gerekir. Çağımızda asıl olarak iki tür haklı savaş bulunmaktadır. Birincisi ve esas olanı, işçi sınıfı ve emekçilerin, sömürücü sınıflara karşı devrimci savaşlarıdır. İkincisi ise, bir başka devlet tarafından sömürge durumda tutulan, ulusal-siyasal bağımsızlık hakkından mahrum bırakılmış ezilen ulusların, kendilerini ezen ve ulusal tahakküm altında tutanlara karşı yürüttükleri savaşlardır. Fakat buradaki “ezilen ulus” kavramının, ancak ve ancak henüz kendi ulus-devletini kuramamış uluslar için geçerli olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Siyasal olarak bağımsızlığına ulaşmış, yani kendi ulus-devletini kurmuş bir ulusun hala “ezilen ulus” olarak nitelenmesi kesinlikle yanlıştır. Çünkü ulusal sorunun çözümlendiği yerde “ezilme” kavramı artık ulusal (yani görünüşte sınıflar üstü) niteliğini yitirir, artık ezme-ezilme ilişkisi çıplak biçimde burjuvaziyle proletarya arasındaki ilişkide ifadesini bulur. Emperyalist hiyerarşide tepede yer alan ülkelerle daha altta yer alan ülkeler arasındaki burjuvaca çekişmelerin, “ezen ülke-ezilen ülke” ayrımı temelinde öne çıkartılması işçi sınıfının mücadelesine büyük zarar verir. Çünkü bu tür siyasi tutumlar, işçi sınıfının dikkatinin sınıf mücadelesinden “ulusal çıkarlar” düzeyine kaydırılması şeklindeki milliyetçi yaklaşımları besler. Bu nedenle, bağımsızlığını kazanmış iki ülke arasındaki savaşta, Marksistler hangisinin daha büyük ya da güçlü oluşuna bağlı olarak karar vermezler. Böylesi bir savaşta taraflardan birinin emperyalist bir devlet olması, diğerinin ise henüz böyle bir düzeye ulaşmamış olması da sorunu değiştirmez. Haksız bir savaşı yürüten kapitalist ülkeler işçileri açısından sorun, “kendi” burjuva hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı kapitalist sömürü düzenine son verecek bir sınıf savaşına çevirmeyi başarmaktır. Bu nedenle, işçi sınıfının emperyalist savaş çılgınlığına karşı savunacağı hedef pasifist bir “barış” istemi olamaz. Dünyaya barış ancak işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı yürüteceği savaşla gelebilir.

    Türkiye’de “milli mücadele” anti-emperyalist miydi?

    Türkiye’de sol hareketin büyük bölümü bu soruya evet yanıtını verir. Ama gerçek bu değildir. Mustafa Kemal önderliğinde verilen kurtuluş mücadelesi, emperyalist güçlerin işgaline karşı bir mücadeleydi, emperyalist sisteme karşı bir mücadele değil. Bu mücadelenin başarıya ulaşmasıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin varoldukları kadarıyla tasfiye edilmesi şöyle dursun, kapitalizmi bizzat devlet eliyle geliştirmek için işçi sınıfı ve emekçiler yoğun bir sömürüye tâbi tutuldular. 30 yıl boyunca burjuva demokrasisinin en temel haklarını bile hiçe sayan bir tek parti diktatörlüğüyle burjuvazi devlet eliyle palazlandırılmaya çalışılırken, işçi sınıfı her türlü haktan yoksun bırakıldı. Sendika kurması, greve çıkması yasaklandı, o günkü Türkiye Komünist Partisi yıllar süren kovuşturmalara tâbi tutuldu. Binlerce komünist işkencelerden geçirildi ve hapislerde çürütüldü. Yüzlercesi katledildi. Kürt halkına karşı bugüne kadar süren bir imha ve inkâr politikasının temelleri o dönemde atıldı. Kürt isyanları on binlerce kişinin katledilmesiyle bastırıldı. Ülkenin temel sorunu olan toprak sorunu devrimci bir tarzda çözülmeden olduğu gibi bırakıldı. Kemalist hareket, ülkenin siyasal bağımsızlığı dışında hiçbir temel sorununa devrimci bir çözüm üretmeyen, güdük, sınırlı ve tepeden bir burjuva devrim gerçekleştirdi. Böylesi bir hareketin değil anti-emperyalist sayılması, burjuva anlamda devrimciliği dahi son derece güdüktür.

    http://marksist.net/sss/emperyalizm-ve-anti-emperyalist-mucadele

  5. AciliCanakkale türküsüde bu aci gercegi söylüyor..
    Eyvah,gencligim eyvah..!

    Leninin dogru görüsünü uygularsak bir baska gercek daha ortaya cikiyor. Oda savasin daha fazla suclusu alman-türk tarafi oldugudur.

    Ingiliz-fransiz iscisi baris olsun derse hükümetleri bizde onu istiyoruz derdi..
    Savas bayrami yasayan Almanlar ise sarayevo bahanesinden sonra bizde sömürge isterik diyeceklerdi..

    Buda almanlarin savas sorumulusu oldugu göstercekti..

    Ya osmanli fasist-aptallari ise; Dagilan,cöken oamanli-feodal emperyazmini almanlarin sirtindan tekrar eski durumuna getirmekti..

    Yani hem suclu hem gücsüz! M.Kemal in” Ne isi vardi babanin burda” demesi tam kendi icin gecerli bir sözdü!
    Senin ne isin vardi almanlarin yaninda bizle savasmak?!

    Bunlar tarih,,gecelim..

    Ama migdemizi bulandiranda kimse su soruya kimse cevap aramiyor,deginmiyor;
    Canakkalede yüzbinler öldü..Bunun hesabini kim verecek?

    Ne gencler gitti..esas sorumlusu türk pasalariydi ingilizler,uzaylilar degildi…
    Utanilacak ,kendimizi dövecegimiz yere gururlaniliyoruz!
    Eyvahki eyvah!

  6. Çanakkale Savaşı’ndaki sonucun Sovyet Devrimi’ne katkısı hakkında ne düşünüyorsun?

  7. Dolaylı bazı etkileri olmuştur muhakkak ama dünyadaki her şey birbirini etkiler. Çanakkale savaşında türklerin direnişi sovyet devriine yol açtı demek saçmadır ve iç dinamikleri gözardı etmektir. kaldı ki öyle bile olsa, emperyalist bir savaşta yer almak savunulamaz.

  8. Gün Abi, sizin Aydınlık Hareketi’nin 1975’ten itibaren belirginleşen tezlerine günümüzde esas olarak Vatan Partisi mi daha yakın yoksa BHH mi? BHH bileşenlerinin yayınlarında milli günlerin saygıyla anılması ve cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkma edebiyatı yapılması gerçeğinden hareketle soruyorum.

  9. Mülayim Sert

    Şeriatçı imparatorluğumuzun mazlum Alman devleti ile enternasyonel dayanışma içinde emperyalist İngilizler’e karşı yürüttüğü bir “haklı savaş” ve “halk savaşı” olsa gerek Çanakkale.

    Sadece askeri açıdan bile tam bir fiyasko, iki taraftan çeyrek milyon insanın yani toplamda yarım milyon insanın öldüğü buna karşılık net bir askeri sonuç bile alınmayan bir katliam. İngilizler daha çok kaybetmişse de Osmanlılar da kaybetmiştir bu savaşı. Tamamen Mustafa Kemal kültü oluşturmak için efsaneleştirildiği gibi bir Osmanlı “zafer”i olsaydı belki 1. dünya savaşının Osmanlı açısından neticesi baştan aşağı yere serilmek olmazdı.

    Sokaktan rastgele insanlara sorsan, çoğu Çanakkale Savaşı’ının 1. Dünya Savaşı değil Kurtuluş Savaşı’nın bir parçası olduğunu düşünüyordur. İdeolojik beyin yıkama ve tarihsel revizyonizm böyle bir şeydir işte.

    Kurtuluş Savaşı’nın anlaşılmasına da sıra gelecek. Kurtuluş Savaşı mı dağılan bir imparatorluktan geriye kalan “din milletleri” savaşı mı.. Sadece Çanakkalede 500.000 öldüydü dimi, Kurtuluş Savaşında sadece Yunan ordusuyla gerçek bir savaş yaşandı (Güney cephesinde Fransızlarla olan ihtilaf var bir de) ve kaç asker öldü biliyor musunuz, 15.000’den az. Henüz bir kaç sene evvelinde ölenlerin 10’da 1’i bile değil. TC-PKK savaşında ölenlerden bile az. Doğu’da Ermeniler’le Batı’da Yunanlar’la savaşıldı, Osmanlı’dan kalan din tanımlı (millet sistemi) proto-uluslardan taze ulus-devletler yaratıldı. Doğu’da Ermeni hristiyanları kestik Batı’da Yunan hristiyanları kovduk etnik Türk ve Kürtlerden oluşan müslüman “millet”imizden Kürt kimliğini de bastırarak (hala çözülemedi) Türk diye bir ulus kimliği yarattık olan budur.

    Buna da büyük destan dedik. İşte bir ulusun ebedi ilkokullu kalacak şekilde yönetilmesi budur.

  10. Mülayim Sert

    “Halkın Birliği ise, TKP-ML’nin içinden bir gruptu, bu grup da o sırada Maocuydu ama içinden geldiği hareketin tersine Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu ileri sürüyordu.”

    Şaşkınım. TKP-ML Türkiye’nin hangi üretim tarzında olduğunu düşünüyordu? Asya tipi üretim tarzı mı? Sene kaçtı? Yoksa kalkınmacı devletin rolü mü kafa karıştırmıştı, devlet-kapitalizmi var mı diyorlardı?

  11. Vatan Partisi yakın.

  12. Hayır. Klasik MDD’ci görüş, Türkiye’nin yarı-sömürge yarı-feodal olduğunu ileri sürüyordu. aslında bu, Komintern’in Çin için ileri sünrdüğü bir formülasyondu. Bu aynen benimsendi ve oradan MAocu harekete aktarıldı. TKp-ML içinden bir grup (bugünkü MLKP’nin atasıdır) yarı-feodal tezini reddetti ve Türkiye’nin kapitalist olduğunu söylemeye başladı. O günkü Türkiye solunu göz önüne alırsanız cesur bir tezdi bu. çünkü birkaç yıl önce TİP’liler bu tezi savundukları için epeyce hırpalanmışlardı.

  13. Mülayim Sert

    Anladım. Bu tezin kaynağı muhtemelen ekonomide tarım sektörünün süren büyüklüğü ve toprak mülkiyetindeki ağalık vb. feodal tarzın sürüyor olması idi, öyle mi?

    Bir sistem olarak kapitalizm hangi ölçütte (skala) tespit edilir meselesi önemli bir tartışma. Özel sermayedar + ücretli serbest işçi ilişkisi mi (mikro tanım?) yoksa sermaye birikiminin sistemde birincil öncelik olması mı (makro tanım?).

    Eğer birinci şekilde yaklaşırsak, elbette incelediğimiz herhangi bir birim için, mesela 1970’te Türkiye için, “%40 kapitalist, %50 feodal %10 devletçi” (oranlar uydurmadır) filan gibi sürekli çok sayıda üretim tarzının eşzamanlılığını içeren bana göre oldukça garip tanımlamalar yaparız.

    Oysa o %50’lık dilimdeki feodal ilişkinin sürmesinin altında “tarihsel bir kalıntı”dan ziyade tıpkı %10’luk devletçi dilimin varlık sebebi gibi (KİT’ler vb.) %40’lık kapitalist dilimin birikimini optimize etmek olduğunu tespit edebilirsek esasen toplumun örgütlenme mantığında sermaye birikimi ilkesinin hegemonik olduğunu yani sistemin kapitalist olduğunu görebiliriz. Bu nasıl oluyor? Şöyle oluyor: tamamen soyut olarak baktığımızda elbette feodal dilim de kapitalist şekilde örgütlenebilseydi daha çok sermaye birikimi yapılabilirdi, ancak somut durumu incelediğimizde Türkiye’nin bu dönemde “yarı-feodal” kalması, (yine lafın gelişi) ABD’deki sermaye birikimi için daha faydalıydı ve böyle oldu. Veya kuzey Kürdistan da pürüzsüz şekilde özel sermaye-ücretli işçi ilişkisine entegre olabilse Türk kapitalistleri daha çok sermaye biriktirebilirdi fakat “güvenilmez” unsurlar olduklarından “geri bıraktırılmaları” Türkiye kapitalizmi için daha önemliydi. Örnekte görüldüğü gibi mikroskopik olarak bakarsanız evet kuzey Kürdistan’da kapitalist değil feodal ilişki tespit edersiniz, ama aslında örgütleyici mantık kapitalisttir.

    İlgilenenler için bu konu Brenner-Wallerstein tartışması olarak modern literatürde bulunabilir. Mesele emperyalizm, bağımlılık ve tarihsel gelişim meseleleri ile yakından ilgilidir. Çin konusunda bilgim yok ama Güney Amerika çıkışlı çok tartışma (bize de yansıyan komprador burjuvaz. vs. milli burjuvazi gibi) içerir. Ben Wallerstein’in pozisyonunu savundum…

  14. Mülayim Sert

    *ölçüt değil ölçek olacaktı.

  15. Yanlış hatırlamıyorsam Andrew Mango biyografisinde, Atatürk’ün Çanakkale’de kilit bir rol üstlenmediğini, sonradan, Ordu içindeki itibarını artırmaya yönelik bilinçli bir PR çalışması kapsamında gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın tarafından abartıldığını söyler.

  16. Gün abi,
    Yalçın Küçük bir yazısında* Süleyman Demirel’in 1967 Moskova seyahatinden kısa bir süre sonra, MDD akımının TİP’i tahrip etmek amacıyla SSCB tarafından ortalığa sürüldüğünü ima ediyor. Sence bu iddianın doğruluk payı var mı?

    *Yazının ilgili kısmı şöyle:
    “Bu paragrafı zamanın Başbakanı Demirel’in, 1967 tarihindeki Moskova seyahatine gelmek için yazıyorum. 1921 tarihinden beri en önemli adımdır; Sovyetler bunu, Washington’u kendi kalesinde yumuşatmayı çok istiyordu; bu bir, elde edilmiştir. İki, ekonomisi sıkışan Ankara, yeni imkanlar sağlamıştır. Üç, ilaveten Demirel, Türkiye İşçi Partisi’nin ‘kellesini’ almıştır, en azından büyük ihtimal diyebiliriz. Yıldırım da söylüyor, TKP ölü idi ancak bu tarihten sonra yeniden kurulduğunu, hücuma geçtiğini ve milli demokratik devrim programıyla, sosyalist devrim programlı TİP’i tahrip etmeye yöneldiğini biliyoruz. Tip ise, on beş milletvekili ile Meclis’te, Adalet Partisi’ni çalışamaz hale getiriyordu ve büyük kitle hareketleriyle de düzeni tehdit ediyordu. O halde Demirel’in bir seyahatle birkaç kuş vurduğunu düşünebiliyoruz.”

  17. “Gerçekten de Çanakkale savaşı emperyalist savaşın bir parçasıydı. Orada savaşan iki taraf, emperyalist İngiltere ve emperyalist Almanya’ydı. Orada toprağa düşen Türkiyeli ve Avustralyalı emekçilerin bir emperyalist savaşın kurbanları olduğu açıktır.”
    ***
    Orada ölen Türkiyeli’ler, öncelikle ülkelerinin işgalini önlemek için de savaşıyorlardı; siyasi olarak Almanya için savaşıyor olsalar da.
    Unutmayalım; Avrupa Sosyalistleri bile bu milliyetçi-emperyal savaşın bir parçası oldular.
    Bu nedenle Çanakkale savaşı o günün koşullarında Alman emperyalizminin kuklası Osmanlı Ordusu’nun savaşı olduğu kadar işgale direnen insanların da savaşıdır diye düşünüyorum.
    Bu nedenle de saygıyı hak eder!
    ***
    Neo-Osmanlıcı’ların sahip çıkamayacağı bir savaştır! Nedenleri ve cinayetler onların utanç hanesine yazılmalı; sonuçta işgale karşı direnişin bir zaferi, onuru varsa bu da yurtseverlerin hesabına geçmeli…
    O korkunç zamanları, yaşadığı memleketi, yurdunu, ailesini korumak; köleleşmek istemeyen “sıradan” insanların “kültürel hali”, inandıkları değerler içinde de değerlendirmeyi unutmamalı… Empati kuralım; Anadolu’nun bir köyünde olsaydık o gün biz ne yapardık?

  18. tamamen paranoyakça ve zırva. Moskova TİP’i destekliyordu ve MDD’cilere karşıydı.

  19. O.Gürsel, Osmanlı döneminde asker kaçaklığı çok yaygın ve kitlesel boyutlardaydı.
    Bir yanda gönüllü olarak Çanakkale ve diğer savaşlara katılanlar, tahsilini bırakan öğrenciler, öğretmenler vardı, ama diğer yanda kaçaklık, eşkiyalık, dağa çıkanlar (üstelik sadece Kürt bölgelerinde değil, batıda, Ege’de efeler örneğin), sırf askerlik yapmamak için medreselere dolanlar vs
    Ulusçu-Modernist burjuva devlet ideolojisinden kurtulamamışsınız.
    Üstelik fetihçiliği de sorgulamıyorsunuz. İşgal diyorsunuz. Osmanlı’nın Balkanları, İstanbul’u, Trabzon Rum devletini, Kıbrıs’ı, Girit’i, Dersim’i, Kürdistan’ı, Arap ülkelerini işgaline ne demeli?
    Osmanlı Çanakkale ve Gelibolu’yu bile Bizans’tan almadı mı?
    İşgalse, bunların hepsine karşı çıkmak gerekir ama tarihin akışını geri döndüremeyeceğimize göre yapmamız gereken dünya vatandaşlığını savunmaktır.

  20. 14 numaradaki yoruma palavra demişsin Gün Abi, peki sen cevapla: Ölü parti TKP’nin yetmişli yıllarda akıl almaz bir hızla sıçraması ve sadece bir kaç senede Türkiye solunun en büyük partisi haline gelmesi nasıl mümkün olabildi?

  21. Halkin Yolu ve Halkin Birligi, Ihbarci Burjua Milliyetcisi Aydinlikcilari Mao cu olarak görüp onlarla teorik tartismami yürütüyorlarmis ? Ne ayip..(Gerci MKP liler Kongre belgelerinde hala halk gucleri arasinda görüyorlar, Maoistler ve Hoxa cilar her dönem hos olagelmislerdir, üretim tarzini Kapitalist olarak tespit ederlerse devrim asmasini sosyalist tespit etmektense gercekleri görmezden gelmeyi yeglemislerdir. Bu gün hala turkiyeyi yari feodal aga patron devleti gören bir TKP ML, ve turkiyenin artik Kapitalist oldugunu kesfedip devrim asamasini sosyalist sanan MKP ler var, dogmatizm diyecegim ama bu skolastiklik)

  22. Anonim 4 bu cümlelere bayildim:))Türkiye’de “milli mücadele” anti-emperyalist miydi?

    Türkiye’de sol hareketin büyük bölümü bu soruya evet yanıtını verir. Ama gerçek bu değildir. Mustafa Kemal önderliğinde verilen kurtuluş mücadelesi, emperyalist güçlerin işgaline karşı bir mücadeleydi, emperyalist sisteme karşı bir mücadele değil.

  23. http://www.gunzileli.com/2013/10/11/turkiye-solunun-yanilgili-ve-acili-tarihi/

    yukardaki yazıya bir bakıver. TKP, Tip’in genç kadrolarını devşirdi. Onların itkisiyle legal mücadele vermeye karar verdi. DİSK’e hakim olması ona büyük atılım kazandırdı. Sovyetler Birliği 1970’lerde son atılım dönemni yaşıyordu (ölmeden önceki son diriliş).

  24. Mülayim Sert

    ogürsel,

    Bir ordu bir başka ülkenin kapısına dayandığında savaş bir “savunma savaşı” gibi görünmeye başlayabilir. Fakat bu, savaşı “haklı savaş” yapmaz. Kendi düşen ağlamaz bunu teslim etmek lazım. Osmanlı imp. emperyalist savaşa girdi ve yenildi. Sonunda İstanbul gitti. 2. dünya savaşında Berlin’i savunan son Alman askerleri ile de “empati” mi yapalım?

    Enternasyonalist isek, yani özünde tüm uluslardan emekçiler bizim için ilke olarak eşit değerde ise, emperyalist savaşta taraf tutamayız. Böyle savaş zamanlarında bizim için kaydadeğer olan 3. yolu zorlayan pratiklerdir. Firarilik, milisçilik, düşman askeri ile kardeşleşme girişimşleri vb. Şu yazıya bir göz atın fikir olarak:

    http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/113991631554/ya-bizi-besleyin-ya-da-ogullar-m-z-geri-verin

    Ayrıca, bunlara itibar etmiyorsanız, Mustafa Kemal’in kendisine bakın. O da sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu vatan savunması adına savunmaya devam edebilirdi. Ama onun yerine “vatana ihanet” etti, bağımsız bir askeri güç örgütledi ve modern bir burjuva-devlet yaratılması için bu gücü öncü yaptı. İşte proleterler de benzeri bir şekilde, kendi çıkarları için bu tip bir hamle yapabilmelidir koşullar elverdiğinde. Yani önce “vatana ihanet” olarak görülen tavır, bağımsız bir pozisyon alma ve kendi gücünü oluşturma.

  25. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    “Çanakkale”den alınacak farklı bir ders

    Çanakkale savaşlarının yüzüncü yıldönümünde sadece savaştan değil “yenilgi”nin nasıl soruşturulduğundan da alınacak önemli dersler bulunmaktadır

    Çanakkale savaşları Türkiye’nin imparatorluk mirâsından seçerek anmayı sürdürdüğü tarihî olaylardan birisidir. Bu yapılırken genellikle bağlam kaydırması yapılarak Harb-i Umumî’nin gelişimini etkileyen bir cephede yaşananlar “ulus-devlet”e geçişin hazırlayıcı aşaması olarak sunulmaktadır.
    Teleolojik tarih yazımının güzel bir örneği olan söz konusu bağlam kaydırması şüphesiz Çanakkale savaşlarının değerlendirilmesini zorlaştırmaktadır. Burada karşılaşılan sorun çarpıcı bir askerî zaferin hangi bağlamda ve nasıl tarihselleştirileceğidir.
    Dolayısıyla genellikle bağlamından çıkartılarak ideolojik hamaset malzemesi olarak kullanılan Çanakkale savaşlarından, “zafer”in mirâsçıları olarak alabileceğimiz önemli dersler vardır. Bunun yanı sıra bu cephede önemli bir yenilgiye uğrayanların “mağlubiyet”i nasıl ele aldıklarından çıkarılacak farklı dersler de bulunmaktadır.

    Yenilginin soruşturulması
    Çanakkale ve Irak cephelerinde yaşanan yenilgiler Büyük Britanya’da önemli bir tartışmanın kapısını açmakla kalmayarak hükûmet üzerinde sorumluların ortaya çıkarılması ve başarısızlığın nedenleri konusunda kamuoyunun “aydınlatılması” talebinde bulunan yoğun bir baskının oluşmasına yol açmıştır. Bu ise 17 Ağustos 1916’da söz konusu iki cephenin açılması kararının kimler tarafından ve nasıl alındığı ile operasyonların ne şekilde idare edildiği konularını soruşturacak özel komisyonların kurulmasına neden olmuştur.
    Kurulan Çanakkale Komisyonu önce Lord Cromer, onun 1917 başlarında ölümü sonrasında ise Lord Justice of Appeal William Pickford başkanlığında parlamentonun her iki kanadı ve savaşa birlik gönderen Avustralya ve Yeni Zelanda’yı temsil eden siyasetçilerden oluşmuştur. Donanma komutanı Amiral Sir William May ve eski ordu kurmay başkanı Mareşal Lord Nicholson ise komisyonda deniz ve kara kuvvetlerini temsil etmişlerdir.
    Komisyon değişik hükûmet temsilcileri ve askerî yetkilileri dinlemenin yanı sıra başta Savaş Konseyi olmak üzere kritik kararların alındığı toplantıların stenografik zabıtlarını incelemiş ve 1917 başında karar alma sürecinde yapılan hatalar ve sorumlular üzerinde yoğunlaşan ilk raporunu yayınlamıştır.
    Savaşın, merkezî devletler lehine sonuçlanması ihtimalinin yüksek olduğu, en kritik günlerinde yayınlanan rapor “askerî sır” benzeri bahanelerin arkasına sığınmadan Çanakkale’nin sadece deniz gücü ile geçilebileceğini savunan ve bu alanda dile getirilmiş itirazların nihaî kararın alındığı toplantıda tartışılmasına engel olan Donanma Birinci Lordu Winston Churchill başta olmak üzere sorumluları hedef tahtasına yerleştirmiştir.
    İlginç olan savaş bütün hızıyla sürerken yayınlanan bu altmış sahifelik raporun kitap halinde basılması ve satışa sunulmasıdır. Bu şekilde Çanakkale cephesindeki başarısızlığın nedenleri ve sorumluları hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesi amaçlanmıştır. Askerî ve diplomatik açıdan yayımı sakıncalı olabilecek bir kaç paragrafta asteriks işareti ile kısa boşluklar bırakılmış, bunlar da yıl sonunda neşrolunan bir buçuk sahifelik bir ek ile kamuoyunun bilgisine sunulmuştur.
    Rapor sadece uzmanların görüşlerini dinlemeyerek deniz harekâtı seçeneğinde ısrarcı olan Churchill’in değil, “her işi kendi başına yapmaya çalıştığı” değerlendirilmesiyle komisyonun kurulmasından önce ölen dönemin Savaş Bakanı Lord Kitchener ile gerekli koordinasyonu sağlayamadığı ima edilen başbakanı Herbert Asquith’in de sorumluluğuna işaret etmiştir.

    Seçilenler ve atananlar
    Çanakkale Komisyonu’nun ilk raporunda ilgi çeken bir tartışma da danışmanların ihtarlarına kulak asmadığı gibi bunların harekât kararının alındığı Savaş Konseyi toplantısında dile getirilmesini engelleyen Churchill’in davranışı konusunda ortaya konulmaktadır. Tüm komisyon üyeleri Churchill’in sorumluluğu konusunda hemfikir olmakla beraber bu alanda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
    Savaş Konseyi’nin 13 Ocak 1915 tarihindeki toplantısında deniz harekâtının başarısı konusunda şüpheler besleyen Lord Fisher, Sir Arthur Wilson ve Sir James Murray söz almamış, sadece Lord Kitchener ve Churchill konuşmuşlardır. Komisyon bu nedenle deniz harekâtı kararının “olup bitti” şeklinde karara bağlandığı kanaatine ulaşmıştır.
    Komisyon üyelerinin çoğunluğu toplantıda deniz harekâtının sakıncalarını dile getirmeyen yüksek rütbeli görevlilerin vazifelerini lâyıkıyla yapmadıklarını ileri sürerken Andrew Fisher ve Sir Thomas MacKenzie karşı oy yazılarıyla bu görüşe katılmadıklarını ortaya koymuşlardır. Her iki siyasetçi de bir toplantıya bakan ile beraber katılan askerî ve sivil danışmanların “sorumlu hükûmet ilkesi” gereğince kendi başlarına görüş açıklayamayacaklarını, bakana itiraz edemeyeceklerini, düşüncelerini ise sadece bakan isterse dile getirebileceklerini savunmuşlardır.
    Komisyon raporu bu tartışma ile seçilmiş sorumlu hükûmet ile atanmış profesyonel görevliler arasındaki ilişkinin niteliği konusunda da önemli bir ders sunmaktadır.

    Alınacak ders
    Çanakkale Komisyonu faaliyetini 1919’a kadar sürdürmüştür. Bu tarihte yayınlanan Nihaî Rapor ise operasyonların nasıl yönetildiği ve askerî sorumluluk üzerine yoğunlaşmıştır. Komuta heyetinin kararlarından askerin iaşesine, yaşanan içme suyu sorunundan mektupların cepheye nasıl ulaştırıldığına ulaşan alanlarda tüm ayrıntıları masaya yatıran bu rapor, operasyonel başarısızlıkta temel sorumluluğu General Sir Ian Hamilton’a yüklemiştir.
    Bu rapordaki detayların askerî tarih açısından son derece önemli olduğu ortadadır. Ancak komisyon faaliyetinden alınacak en büyük ders başarısızlık ve hatalar konusunda şeffaf, tüm ayrıntıları kamuoyu önüne koyan, sorumluları belirleyen bir soruşturmanın savaş tüm hızıyla sürerken yapılabilmesidir. Hükûmet ve askerî yetkililerin operasyonel kararlarından mesul tutulmaları, atananların, seçimle gelen, halka karşı sorumluluk taşıyan siyasetçilerin talimatlarına uymaları gerekliliğinin vurgulanmasından da yaklaşık bir asır sonra alınacak dersler vardır.
    İngiliz tarihçiliği Kırım Harbi’nin idaresi konusunda savaş devam ederken alınan soruşturma komisyonu kurulması kararının 1855 yılı Ocak ayında Aberdeen hükûmetinin istifasına yol açması örneğiyle kıyaslayarak, Çanakkale Komisyonu sorgulamalarının sınırlı neticeler doğurduğunun altını çizmektedir. Bu kıyaslama anlamlıysa da komisyon faaliyetinin önemini azaltmaz. Konuya karşıolgusal bir örnekle yaklaşacak olursak, 1917’de “Sarıkamış” ve “Kanal” harekâtlarını sorgulayan ve başarısızlıktan Enver ve Cemal Paşaları sorumlu tutan resmî raporların kitapçılarda satıldığını hayâl dahi edebilmemiz mümkün müdür?

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/03/22/canakkaleden-alinacak-farkli-bir-ders

  26. Bağımsızlık İçin İlk Adım

    Bir arkadaşı bugün bir yürüyüşe davet etti annemi. Şişli’de bir 19 Mayıs yürüyüşü.

    Annem gitmeyecek elbet, ama onu davet eden ve yürüyüşe ellerinde Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle katılacak olan kadınları iyi tanıyorum. Çocukluğum ve ilkgençliğim onların arasında geçti, aynı semtte büyüdüm, çocuklarıyla aynı okullara gittim, aklım yerine gelene kadar aynı dünya görüşünü paylaştım.

    Benzer bir yürüyüş 16 mayısta Beşiktaş’ta yapıldı: “Bağımsızlık İçin İlk Adım!”

    Yarın da yine Beşiktaş’ta “Bağımsızlık İçin İlk Adım Halk Koşusu” var.

    Belediye’nin bildirdiğine göre, “Mustafa Kemal önderliğindeki bir avuç yurtsever insan çıkılacak yolculuğun belki de modern zamanlara damgasını vuracak bir müthiş adım olduğunun farkında değildir. Ezilen ulusları, emperyalizmin köleleştirdiği halkları ayağa kaldıracak bir isyanın ateşi yakılmak üzeredir. Ulusun onuru ve geleceği için, bağımsız ve özgür bir vatan için ‘ilk adım’dır bu. Sadece Türk Ulusu’nun değil, ezilen, sömürülen, hor görülen dünyanın, onurlu halkların bağımsızlığa giden ilk adımıdır.”

    Belediye’nin bu sözleriyle bir iki sorunum var.

    Önce, yürüyüşlere ve halk koşusuna katılan, yakinen tanıdığım Şişli, Nişantaşı, Beşiktaş ve Kadıköy halkıyla ilgili bir yanlış anlama olduğunu sanıyorum.

    Bu ilçeler İstanbul’da CHP’nin kaleleri. “Kale” kelimesi burada uygun düşüyor mu, pek emin değilim. Daha ziyade ahşap ve derme çatma kulübelere benziyor bu kaleler, ama o kadar kılı kırk yarmaya gerek yok, “kale” diyelim. Bu kalelerin sakinlerini iyi tanırım; aralarında çok sayıda akrabam, ilkokul arkadaşım, eski ahbabım yaşıyor.

    Ve emin olabilirsiniz ki, ezilen uluslarla, emperyalizmin köleleştirdiği halklarla, isyan ateşleriyle filan alakaları bile yoktur.

    Aksine. Bu ulus ve halkları ezenlere ve köleleştirenlere çok yakındırlar. Amerika’nın ve Avrupa’nın yöneticilerini ve zenginlerini kendilerine çok yakın bulurlar. Zaten doksan yıldır onlara benzemek için, onlar gibi olabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.

    Zaten 16 Mayıs günü Samsun’a doğru yola çıkan Mustafa Kemal’in yaratmak istediği “muasır medeniyet seviyesi” tam da Amerika’nın ve Avrupa’nın yöneticilerinin ve zenginlerinin temsil ettiği seviyedir.

    “Medeniyet”, hem Mustafa Kemal için hem de onun yarattığı Şişli ve Nişantaşı halkı için, emperyalizme karşı mücadele eden Mısırlılar, Filistinliler, Afganlar değil, bu halkların diktatörlerini destekleyen, kafalarına bomba yağdıran Amerika ve Avrupa’dır.

    Dolayısıyla, lütfen bu antiemperyalizm mavallarını geçelim.

    CHP’nin kalelerinde Mısır, Filistin ve Kürt halklarının mücadelelerini destekleyen yürüyüşler olduğu gün, “Bağımsızlık İçin İlk Adım!” yürüyüşleri yapmak da anlamlı olur. Ama şu anda anlamsız ve komik oluyor, lütfen yapmayın.

    İkinci bir sorunum da şu.

    Beşiktaş Belediyesi’ne göre, Mustafa Kemal “ezilen ulusları, emperyalizmin köleleştirdiği halkları ayağa kaldırmak” için Samsun’a çıkmış.

    Öyle mi?

    Buyurun, ben size bazı halklar sayayım.

    Türkiye’de 1927 nüfus sayımına göre, 1.184.446 kişi Kürtçe, 134.273 kişi Arapça, 119.822 kişi Rumca, 95.901 kişi Çerkesçe, 68.900 kişi Ladino (Yahudilerin konuştuğu dil), 64.745 kişi Ermenice, 21.774 kişi Arnavutça, 20.554 kişi Bulgarca, 11.465 kişi Kırım Tatarcası konuşuyordu. “Anadiliniz nedir” sorusuna verilen cevaplara göre.

    Toplam nüfus 13,5 milyondu.

    Yani nüfusun yüzde 13,58’i Türk değildi.

    Üstelik, bu yüzdenin aslında daha yüksek olduğunu, sayım yapan devlet memuruna herkesin doğru cevap vermeyeceğini tahmin edebiliriz.

    İşte size çeşit çeşit ulus ve halk.

    “Ezilen, sömürülen, hor görülen dünyaya” bakmaya gerek yok; bizzat kendi topraklarımızda çeşit çeşit ulus ve halk.

    Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması sonucunda ne oldu bu ulus ve halklara?

    Sorunun cevabını, Mustafa Kemal’in yakın çalışma arkadaşı, 1924-30 yıllarında Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’a bırakıyorum:

    “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!”

    Doğrusu, “antiemperyalist” Nişantaşı halkını da, “ezilenleri savunan” Şişli halkını da, 19 Mayıs’ı da çok inandırıcı bulmuyorum.

    Roni Margulies

    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/roni-margulies/bagimsizlik-icin-ilk-adim/21426/

  27. gün bey iyi günler,
    simon sebag montefiore isimli yazarın “kızıl çarın sarayı – stalin” kitabını okudunuz mu acaba? eğer okuduysanız kitap hakkındaki görüşlerinizi öğrenebilir miyim?

  28. Evet okudum, Stalin’in yakın çevresine ilişkin olayları anlatıyor. Ayrıntıları ve bu çevredeki insan ilişkilerini anlamak açısından önemli bir kitap.

  29. Yalçın Küçük başka yazılarında da Aydınlıkçılar hakkında şöyle diyor:

    “Doğu Arkadaşımız ise hep değişir, Güç’e, gök gürültülerine göre yer tutar, çok değişir, hep biliyoruz. Şimdi Çin Kültür Devrimi’ndeki aşamasına inmiş görünüyorlar..
    Ne yapmıyordu ki, çok mürteci olmuştu, Odtü çamlarında, çamlar daha küçücüktüler, el ele tutuşup oturan genç çiftlerimizi sürüklüyorlardı, öyle bir dönemi olmuştur.”

    “Bir, şimdi mekanı gözümün önüne getiriyorum; biz, ikinci Tip, 1970 sonu, ‘Türkiye’de Kürtler vardır’ kararını alırken, etrafımızda ve yakınımda Yaşar’ı hatırlamıyorum. Çok risklidir, hem polisten, hem yan binada bizi basmak üzere hazır Mihri Belli ve Doğu Perinçek kuvvetlerinden korumak için, ellerinde uzun sopalar, proleterler vardılar, ama azdılar.”

    Gün abi, Aydınlıkçıların gerçekten de bu tarz magandalıkları var mıydı?

  30. Yani yazılanlar sizce doğru mu? Öyleyse neden kimsenin sesi çıkmıyor çok ilginç! Çünkü anlatılanlar tek kelime ile korkunç.

  31. Odtü’de genç çiftlere böyle şeyler yaptıkları uydurma. Kafadan atıyor.

  32. Baris süreci devrimci bir sürectir Hüloooooooog
    HDP halklarin devrimci Partisidir Hüloooooooog
    Sirri Abe bizi devrime götür Hüloooooooog
    Olmadiysa Demirtas verelim ne devrimci Adam ama Hülooooooog
    HDP ye laf edenler tekci berikicilestirmecilerdir Hüloooooooooog

    Baris süreci dönemine yönelik bir türkiye solu nun tarihi yazilsa, Aydinlari `devrimci´örgütleri gruplari ile beraber (bir kac grup haric) söyle isimlendirmeli; turkiye sol hareketininin HULOOOOOOOOOOOOOOOOG dönemi. Uyarmi? bence Uyar..

  33. Çanakkale tüm dünyadaki ingiliz sömürgesi ve osmanlı sömürgesi içinde yaşayan fakir çoçukların imparatorlukların zenginlikligine zenginlik katmak için savaştır.SAVAŞIN EN ÖNEMLİ YANI İSE inglilerin bogazı geçip karaya çıkma gayretleri M.kemal tarafından ingiliz makamlarına tüm masraflarını karşılama sözü olmuştur Aşılamaz denilen çanakkale 2-3 savaş gemisin karaya çıkabilmiştir bunda daha sonra ingiltereye döndügünde nişan madallesi alacak fakir asker çocuklar vardı deniz atında 25 mill yüzerek üzerine zeytinyagı dökerek su geçirmez tahta bidonların içine girerek bogazlara kurulu olan mayınları temzilereyerek 2-3 savaş gemsiinin karaya çıkmasıdır .Burda ŞİMDİ ki yaşagıdıgımız çagda iler ki çagda yaşayacak insanlar için verilelecek ögütümüz bayrak vatan millet altında binlerce fakirin bu sistem için canlarını vermesidir ve bu sistem şimdide acımamızca sürüyor….

    aha

  34. İşçi enternasyonalizminin bir hayal olduğu görüldü. Teorik “gerçeklik” yalnızca kağıt üzerinde; İşçi sınıfı artık devrimci değil; bu hayallerle 150 yıl yaşandı… Yaşadık!
    *
    Sosyalizm’in en güçlü olduğu zamanlarda, Avrupa sosyalistlerinin hali biliniyor.
    Ben işgal altında bir ülkede yaşamadım! 12 Eylül askeri cuntası bir yanı ile benzetilse de yeterli gelmez.
    Bir insanın, toplumun, yaşadığı toprakların; toprakların, yurdunun, memleketinin, evinin; (ulusunun değil, devletinin değil!) askeri işgaline karşı savaşı haklı bir savaştır.

    Çanakkale savaşının, bir yanı ile “padişahın mülkü” olan toprakların savunması olarak değerlendirilirse; haklısınız…
    Savaşan insanların algısı bu değildi! Yoksa bu denli direnç gösterilmezdi. Belki bu direnç de K. Savaşına ait ümidi artırdı.
    *** Diğer yandan Oİ’nun Suriyede, Trablusgarp’ta, Filistin’de… savaşan Anadolu’dan toplanmış gençlerin bu tür eylemleri elbette haklıdır… İşte oradaki savaşlar savunulamaz! ailelerinin yaşadığı topraklar değil!

    Ben insanın kendi yaşadığı topraklardan bahsediyorum…Ailesinin, sevdiklerinin yaşadığı köylerden!
    Bu “köyünü” savunmanın aşağılanmasını anlayamadım!

    *** Alman askerleri de elbette kendi yurdunu savunmaya başladığında haklı konuma düşerler!
    Öncekinin hesabı ayrıca sorulur; bu yurtlarını işgal edilmesini zorunlu kılmaz! ***
    Bir topluluk 500 yıldır orada yaşıyorsa, orası artık onların yurdudur. Yapacak bir şey de yok!
    ***
    Çanakkale savaşı kendi yurdunun işgaline karşı yapılmış haklı bir savaştır ki; ülkesini bu savaşa sokan Oİ’na övgüler dizenler de utanmaz , cahil ya da insanlık vicdanı taşımayan adamlardır.

  35. Toplumsal-siyasal durumun somut çözümlemesi yanı sıra Lenin,Stalin,Dimitrov,Mao’nun emperyalizm ve Türkiye çözümlemelerine göre de Çanakkale yurtsavunması savaşıdır.
    Zileli,Leninci kurama yalnızca karşı değil,aynı zamanda düşmandır.
    Zileli-nin Leninci kurama düşmanca yaklaşımı sol içi tartışma değildir.
    Zaten günümüz konumlanmasında da Çanakkale karşıtlığı emperyalist gericilikle aynı safta buluşmaktadır.
    Bilgisizliğin ve liberal savların etkisindeki kimi sol öğelerin kaba ulus-yurt düşmanlığı da AKP-leşmenin başka yönüdür.
    Lenin-in emperyalizm ve ulus kitaplarından bile habersiz öğelerin bilgisizliği anlaşılabilir ama sözde solcuların vatansız ve milletsiz kimlikleri ancak dönekliğin ideolojisi olarak yorumlanabilir.

  36. arkadaşlar bu aha kelimesini inan yazıyı gönderdikten sonra gördüm ya birşey yazıcaktım görmemeşim öyle anlamsız bir kelime yanlış anlamara sebebiyet vermesin

  37. Emperyalist Kapitalist sistem ulus devletin asilmasina indirgenebilirmi?? Bu denli kendine asiklik? Senin Turkiye devleti ile uyusmanin( dolayisiyla Emperyalist Kapitalist sistemle) her tarafi aksayan teorik bir ifadesi olan demokratik modernite, demokratik cumhuriyet ile ulus devletin asildigini varsayalim. ama bu cok daha guvenli bir Emperyalist Kapitalist sisteme uyarlama degilmi??? Sanki birileri Magazin deyimlerin genel gecer kabulune guvenerek herkesi salak yerine koyuyor…. Ve basarili oluyor iyimi? Demokratik cumhuruiyetle ulus Devlet asildi ve kurt ve turk halki nezdinde bir ulusal sorun cözümlendi, o Zaman iste bu Kapitalist Emperyalist modernite nin yikilmasidir. Devrim dediginiz seyde budur,(hatta olmus bitmis tum devrimlerden daha da bi devrimdir) bundan baskaca radikal bir dönüsümü hedefleyen isyan ve silahta israr ediyordur. Mahirlerin isyanini ben temsil ediyordum ve ahanda tek onlarin isyanini degil her turden diger arkaik mucadelelerin radikal bicimleri, benim teorimle birlikte Isyandan muzakereye gecmistir , gecmelidir……… Bu secimde sol acisindan bir referandum yapiliyor bence, herhangi bir sebeple, ve hatta devrimci sebeplerle, devrimci olmayan sürekli bir sürece HDP projesi baglaminda angaje olmayi oylayacak sol. E ben size daha ne diyeyim. Bu kimin siyasal projesidir?Ve hersey bu kadar acik iken bu aymazlik nasil surebilir. Boyle bir surec sol acisindan referandumla onaylandiktan sonra , Mao cular mesela Halk savasina devam edebileceklermi, HDP tarafindan sonsuza Kadar sürecegini anladigimiz bir sureci bozmakla suclanmadan. Aymazlik cagindayiz…Reformizmin her tonu( zileli nin Reformist anarsizmi dahil) ile kurt ulusal hareketinin reformizm inin coskunlugunu anlamak mumkun, peki kendine devrimci, proletarya ihtilacisi falan diyenleri ne yapacagiz. halk savasilarini ne yapacagiz… Rojavaya kobaniye mi gonderecegiz.Isid bitirildi diyelim , sonra Turkiyedeki rejim dururken belki turkiye rejiminin de yardimi ile ortadoguda devrim yapmayami gonderecegiz. 1.Paylasim savasi sirasinda kendi devletinin yayilmaci emperyalist emelleri icin savas isteyenlere sosyal soven derlerdi. Bizde su anda,Emperyalist tekellerin cikarlari icin kendi alt emperyalist heveslerini gerceklestirmeye calisan bir turkiye demokratik cumhuriyetinin destegiyle ortadoguda üstü , özerlik bol miktarda özgürlük ve kimlik, sosuyla ortulmus bir ideolojik Politik tavir a karsi olmak Sosyal soven olmakla kodlaniyor. Ne ironi? Demirtas Lazkiye tekzibinde agzindan bunu kacirdi aslinda kacirmadi anlatti . Onumuzdeki surecte PKK nin turkiyede silahli faaliyetlerini birakip baska bolgelerde devam ettirme kararini nasil anlamamiz gerekecek, sadece isid tehdidi ilemi. E isidi kim destekliyor? Kim yalan soyluyor ? Kim Dogru soyluyor? Esme ruhu ne o Zaman …. Biz salakmiyiz????Demek turkiye solu bu Kadar salakmis, biz onun ortadoguda guya kendi turkiye devletine muhalefet ederken, baska ortadogu devletlerine karsi devrimci bir savasi surdurdugunude gorursek sasirmam. Bunlari soyledigim icin sosyal soven olmakla suclanirsamda sasirmam. Turkiye solu dedigimiz sey buymus ederimiz buymus….Kapatin dukkanlari….

  38. Bu abartılmış Çanakkale törenlerini düzenleyen AKP iktidarı değil mi yoksa?

  39. Yurtseverlik nedir? Milliyetçilikten farklı bir şey midir?

    Değildir, öz olarak aynı şeylerdir. Yurtseverlik yalnızca milliyetçiliğin daha şirin bir kılıkta sunuluşudur. Genellikle milliyetçiliğe sol ya da ilerici bir kılıf bulmaya çalışanlar, yurtseverlik kavramını kullanırlar. Solda yaygın olan kabule göre milliyetçiliğin haklı ya da meşru olanı yurtseverliktir. Belirli koşullarda milliyetçiliğin haklı ve meşru bir temeli olduğu doğrudur. Bu da ancak henüz kendi ulus-devletini kurmamış ve mücadelesi genelde ilerici bir nitelik taşıyan ezilen uluslar durumunda söz konusudur. Kürt halkı ya da Filistin halkı gibi. Bu bakımdan Marksizm ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında temel bir ayrım yapar. Ancak milliyetçilik yerine yurtseverlik kavramını kullananların büyük bölümü hiç de masum değildir. Onlar kendi sinsi milliyetçiliklerini gizlemek için daha şirin görünümlü yurtseverlik kavramının ardına sığınırlar. O nedenle Marksistler bu tür kavram oyunlarına prim vermezler. Ayrıca Marksistler, belirli koşullarda milliyetçiliği meşru bir nitelik taşıyan ezilen ulusa mensup olsalar bile, ideolojik olarak bu milliyetçiliğe de prim vermezler. Kendi dünya görüşlerine, hangi şekil altında olursa olsun milliyetçiliğin zerresini dahi bulaştırmazlar. Aksine onlar ulusal kurtuluş mücadelesinin içinde kendi bağımsız enternasyonalist perspektifleriyle yer alırlar, mücadeleyi toplumsal kurtuluşa büyütmeye çalışırlar.

    http://marksist.net/yurtseverlik_nedir_milliyetcilikten_farkli_bir_sey_midir.htm

  40. Savasta Nazi lere karsi mücadele eden almanlar vatan haini degil.tersine kahramandilar..
    Savas sirasinda Amerikalilarin yaninda olan almanlar kahramandilar. Bugün böyle anilirlar almanyadada..

    Acikca söyleyim ben olsaydim ingilizlerin yaninda ortacag kafali,gerici.fasist,irkci osmanliya karsi savasirdim.

    savasirdim cünKÜ; Savasi baslatanlar osmanli itleriydi!
    Savasirdim cünkü; Ingilizler kaliteli emperyalistlerdi!
    Savasirdim cünkü; Daha az kan,can dökülürdü !!!

    Ingilizler okadar kan dökerek Istanbula girdiler Peki neden savasmadan,sanki inönünün komedi lafi gibi” Sanki maglup olmuslar” gibi cekildiler!
    Bunu düsünmeyiz .Cünkü,cok cesur korkak aptaliz!!

  41. Yurtseverlik ile milliyetçilik aynı şey değildir.

    Buradaki Yurt insanın köyüdür; ailesinin yaşadığı, çocukluğunun anılarını taşıyan coğrafyadır. Yereldir. Bireyseldir. Özlediği ve Gömülmek istediği yerdir! Yanılsamalarla dolu da olabilir.

    İnsan “yerelden” evrensele ulaşır. İnsanın sıçramak için de ayağını basacağı bir toprak gerekir.
    Burada yazan bir çok kişi bunu anlamayabilir. Ben de umursamayabilirim. Ama 1915’lerin insanına bugünün kozmopolit anlayışı ile yaklaşılabilir mi?

    Bence “solun” insana mekanik yaklaşımının bir sonucudur bu yaklaşım… İnsanın bebeklik, çocukluk yıllarında meydana gelmiş “ruhsal-tinsel” süreçlerini inkar etmiş; ve bu nedenle de o SSCB canavarları üremiş…

    İnsanlar yaşadığı, yaşama ümidinin bulunduğu, doyacağı, sığınacağı, kültürünü aldığı, sevdiği-sevildiği insanlar arasında “kendi” olacağı köyünü, kasabasını, mahallesini sever!
    Bu insani bir olgudur; Milliyetçilikle karıştırılabilir ama değildir. Mekanik solculuk ki, kendisi kolayca Milliyetçiliğe dönüşüyor. Ülkemizdeki Sosyalistlerin çoğu da milliyetçi değil mi?

  42. ogürsel, yurtseverliğe, milliyetçiliğe (bunlara orduyu, devleti kutsama, militarizm demek daha doğru, fiili karşılığı bu) karşı olmakla “insana mekanik yaklaşılmasının, ruhsal-tinsel süreçlerinin inkar edilmesinin” ne ilgisi var? Demagoji yapıyorsunuz. İnsanın ruhsal ihtiyaçlarını gideren toplumsal, kültürel yaratılar toplumda her zaman vardır. İnsan “kültürünü aldığı” “köyünü, kasabasını, mahallesini” sevmek zorunda değildir. Aksine, Nişanyan’ın ifadesiyle; “O yaratıcılık, “yerel kültüre” saygıyla olmaz. Saygısızlıkla olur. Geleneği ve otoriteyi hiçe sayan, hakikati arama aşkından başka kanun tanınmayan arıza insanlarla olur. “Bütün hoca efendiler ve halk, dünyanın düz olduğunu söylüyor, ama onlar haksız ben haklıyım” diyebilenlerle olur. Bunların yüzde doksan dokuzu yanlış çıkar, ama yüzde biri Amerika’yı keşfeder.”

  43. Anonim 38’e…
    Nişanyan’ın dürüst bir entelektüel olduğunu sanmıyorum. Bu nedenle kafanız da karışık olmalı. Demogoji’nin ne olduğunu da bilmiyorsunuz. Dikkatli okuyun; bence de yurtseverlikle milliyetçiliği aynılaştırmak ya demogojidir ya da cahillik! İnsan günü gelir, örneğin bir Türk, Almanya’ya gider, orayı yurdu bilir, sevebilir de.. O zaman bunun adı ne olacak; herkesin keyfine göre sürekli yeni kavram mı icat edeceğiz!
    *
    Bin yılda kurulan, bir yılda yıkılmaz. 100 yıl sonrasının hayallerini kuranlar, önündeki on yılda ne yapacağını bilmez haldeler! O çok bilmiş teorisyenler, ideologları bu kadar ciddiye almayın; günümüzün düşünsel sefaletinde payları bu kadar çokken!
    *
    Sanırım insani süreçleri derinliğine anlamak için yeterince zamanınız olmadı!
    yazdıklarınızın içeriğinin bile farkında değilsiniz. “İnsanın ruhsal ihtiyaçlarını gideren toplumsal, kültürel yaratılar toplumda her zaman vardır.”
    Tamam, zaten insanlar da o “toplumsal kültürel yaratılarını korumak için savaşmakta haklılar ; bu “savaşanlar” açısından haklılık taşımaktadır diyoruz. Herkesin bir takım hesapları olabilir ama işgale karşı direnen insanlar açısından Çanakkale Savaşı zorunluydu da.

    Toplumsal kültürel yaratılar ortak mekanda, ortak dil içinde, ortak yaşanılan zamanda gerçekleşiyorsa, tam da bunu korumak için savaşmak haklıdır diyoruz…
    Sağlıcakla kalın…

  44. eklemeliyim.. o insanı da yerliler, Almanlar yurttaş olarak görmez, onun sevgisini reddederlerse, dışlamaya kalkarlarsa onlar da Milliyetçi olur!

  45. ogürsel, yurtseverlik toplumda tarihi olmayan bir kavram. 19.yüzyıldan önce Osmanlı’da yoktu. İsterseniz milliyetçilik yerine yurtseverliğe devletseverlik diyelim, kusura bakmazsanız yine Nişanyan’ın bir yazısından örnek vereceğim, çünkü güzel açıklamış;
    Arapça watan mütevazı bir kelime. Bugün memleket tabiriyle anlattığımız şeyin adı, yani bir insanın doğup büyüdüğü yer. “Vatanın nere” diye sorunca bu ülkede insanlar “İspir’in Fısırık köyündenim ağam” gibi bir cevap vermişler yüzlerce yıl boyunca. “Devlet” işleri bundan apayrı bir zeminde cereyan etmiş, ahaliyi zaten pek ilgilendirmemiş.
    İnsanın doğup büyüdüğü yere duyduğu sevgiyi, bağlılığı Devlet’e aktarma cambazlığına ilk girişenler 1860’larda Namık Kemal ve çevresidir. “Vatan Yahut Silistre” ne demek? “İspir Silistre farketmez, Devlet sana öl diyorsa seve seve öleceksin” demek benim anladığım kadarıyla, başka bir anlam verebilen var mı? Profesyonel orduyu lağvedip mecburi hizmete dayalı askerliği getirirsen e tabii elin mahkûm, ya afyon vereceksin, ya beyinlerini gazlayacaksın ki soru moru sormadan gidip ölsünler.
    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/vatanist/5955/
    Etimolojik sözlükten;
    ▼ 735 [ETü] yurt çadır, oba, konaklama yeri [ Orhun Yazıtları (735) : yurtda yatu kalur erti [çadırda yatıp kalkar idi] ]
    ▽ 1300 [KTü] ikamet edilen yer, vatan” [ Codex Cumanicus (1300) ]
    vatan ~ Ar waṭan وطن [#wṭn msd.] kişinin doğduğu veya yaşadığı yer, memleket, konut
    ● 1860′lardan itibaren, Fr patrie sözcüğünün anlam evrimine paralel olarak siyasi anlam kazanmıştır.
    vatanperver ▽ 1924 vatana tapan § Ar waṭan وطن vatan + Fa parvar پرور 1. besleyen, 2. tapan (< Fa/OFa parvardan پروردن 1. beslemek, yetiştirmek, eğitmek, 2. tapmak, tapınmak )
    ● Parvardan fiilinin Farsçada ender kullanılan ikinci anlamından türetilmiş yapay bir deyimdir.
    ulus "aşiret, kavim" [ SN (1350) : Beğ olmuş idi bir ulusa ol ]
    ulus "konar göçer Türkmen aşireti" [ Kam (1800) : el heltāt: Yurttan yurda konup göçer olan taife-i insaniye denir ki göçer evli ta'bir olunur; Türkmanlar ulus ta'bir ederler. ]
    ulus "millet (Fr nation karşılığı)" [ c (1933) : Moğol nedir? Bir ulus! Ne ulusu? Ne ulusu olacak, Türk ulusu! ]
    ulusal "millî" [ c (1934) : Dil bayramımızdan ötürü Türk dili araştırma kurumu genel özeğinden, ulusal kurumlardan, türlü orunlardan birçok kutun bitikler aldım. (Atatürk) ]
    ulusalcı "milliyetçi" [ m (1973) : Batı Avrupa'nın 1970'lerdeki çelişkisi, ulusalcılık hareketlerinden pek ayrılamaz ]
    Sözcüğün nihai kökeni muhtemelen Türkçe olmakla birlikte, Türkiye Türkçesine Moğol istilaları döneminde Moğolcadan alınmıştır. Modern döneme dek anlamı "göçebe Yörük ve Türkmenlerde büyük aşiret, aşiretler birliği" idi. Yeni Türkçe sözcük Atatürk'ün direktifleriyle 28 Eylül 1934'ten itibaren her gün gazetelerde yoğun olarak kullanılmıştır. || 1973'ten itibaren Bület Ecevit'e yakın kalemler (özellikle Ali Gevgilili) tarafından "milliyetçi" anlamında kullanılan ulusalcı sözcüğü, 1995'ten sonra Mümtaz Soysal ve Doğu Perinçek'in öncülük ettiği bir siyasi akımın adı oldu.

  46. 42 no’lu anonim yazısı düşüncelerimle örtüşüyor. Ama nedense yazan bunun farkında değil…
    “Bugün memleket tabiriyle anlattığımız şeyin adı, yani bir insanın doğup büyüdüğü yer. “Vatanın nere” diye sorunca bu ülkede insanlar “İspir’in Fısırık köyündenim ağam” gibi bir cevap vermişler… “Devlet” işleri bundan apayrı bir zeminde cereyan etmiş, ahaliyi zaten pek ilgilendirmemiş.
    İnsanın doğup büyüdüğü yere duyduğu sevgiyi, bağlılığı Devlet’e aktarma cambazlığına ilk girişenler…”
    işte böyle! Vatanı, yurdu Devletseverlik olarak görmeye de gerek yok.. Bu bir cambazlık-mış…
    İnsanlık yerleşik hayata geçtikten sonra kent uygarlıkları başladı.
    Osmanlı göçebe toplumdu; yağmacı, fetihçi… Yurt’suz adamlar! Peki o zaman Anadolu’nun kadim halkları… O Ermeni, Rumlara ait yurtsama hikayeleri nedir?
    ***
    Bu konuda Gün Zileli bir şeyler yazabilir mi? 15 yıl yurtdışında kaldı. Neden döndü? Avrupa’da çok Türk’le tanıştı. Sığınmacılarda anlatır; o sanırım Malatya’dan-dı gelmiş, parkta oturan adamı…
    Mesele kişisel değil; yığınlar için bu “yurt sevgisinin” olduğunu düşünüyorum; kuşkusuz bu da bir “çıkar” olarak görülebilir… Bence var ve bu bağlamda Kurtuluş savaşları da bu temelde var; yurt bir yaşama alanıdır; hayvanlar bile yaşama alanlarını savunur… Ve Çanakkale Savaşı da bir yaşama alanı savunmasıydı…

  47. herkes yaşadığı toprakları sever, köyünü, memleketini sever. Bu son derece insani bir duygudur. Ama yurtseverlik sınırlarla belirlenmiş bir devlet ideolojisi olarak sunulduğu an işin rengi değişir. Çanakkale savaşı, emperyalist savaşın bir parçasıydı. Tabii ki burada insanların sübjektif duygularını tartışmıyoruz. Birçok insan yurdunu savunduğunu sanarak öldü. Ne yazık ki.

  48. Gün ağabey, teşekkür ederim.
    Belki iyi bakıldığında tam da devlet, insanı yurdundan da tiksindirebilir…
    Genellikle de böyle oluyor…
    ***
    Çanakkale Savaşı, temel olarak Alman Emperyalizminin kuklası Osmanlı İ. “tebaasının”, Almanya’nın sömürgeler, pazar hegemonya arzusuna kurban edildiği bir savaştı. Bu savaş 1. Dünya savaşına ait emperyaller arası bir savaştı. Tamam…
    Bu olgu, bu ülkede yaşamayanlar için nesnel tarihsel bir doğrudur… Bir ABD’li, Fransız, İspanyol tarihçi için.. Böyledir.

    Ama, ama o zamanlar bu ülkede yaşayanlar için gerçekliğin “tenine, hayatına dokunan” yanını inkar edemeyiz… Onlar “yurt savunması” için savaştılar… Bu savaşın onuru halklara; onursuzluğu, utancı Oİ ve emperyallere aittir.

    Olaya böyle baktığımızda Neo Osmanlıcıların da dünya görülerinin ne denli kof, sahte olduğu teşhir edilebilir… diye düşünüyorum…

  49. Siz 1915 senesinde Türkiye’de yaşayan yetişkin bir insan olsaydınız ne yapardınız Gün Zileli? Seferberlik ilan edildiğinde, zorunlu askere alımlar başladığında askerden kaçar mıydınız, yoksa vicdani reddinizi mi bildirirdiniz?

  50. o zaman vicdani red diye bir şey Türkiye’de yoktu. Muhtemelen askerden kaçardım.

  51. öyle baktılar ama bu bir yanılsamaydı Gürsel.

  52. Osmanlı’nın her bir şeyine küfredenler neden Çanakkale güzellemeleri yaparlar?
    ogürsel’e sormalı.
    Saltanat karşıtı=cumhuriyetçi, dincilik ve hilafet karşıtı=laik olup da Çanakkale ruhunu savunmak nasıl mümkün olabilir?
    Dinci bir derginin kapağında görmüştüm, Çanakkale’de namaz kılan askerlerin fotoğrafı, altında “Çanakkale bu ruhla kazanıldı” gibi bir cümle.
    “O ruh”a ben karşıyım.
    Yurtseverlik “o ruh”sa ogürsel’in de karşı olması gerekir bu durumda.

  53. Bu insanlara şunu da sormak lazım;
    Yıkmakla övündüğünüz Osmanlı’yı niçin Çanakkale’de savunuyorsunuz?
    Osmanlı “siz” iseniz, onu yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdi?
    Osmanlı’yı yıkan Türkiye Cumhuriyeti “siz” iseniz, o zaman Osmanlı kimdi?

  54. Bu konuyu açıklamıştım…
    *
    bir olgu analiz edilirken tek bakış açısı uygulanmaz…
    Örneğin Çanakkale savaşının
    1. Tarihteki yeri ve açıklaması
    2. Bu savaşta Osmanlı İmp. – İttihat ve terakki açısından sorumluluğu
    3. Anadolu’dan toplanmış “dünyadan habersiz” kurbanlar, delikanlılar…
    4. TC’yi kurmuş kadrolar; Ulus Devletçiler açısından anlamı….
    ***
    Burada 1. açıklamayı GZ yaptı. Katılıyorum
    2. Bu savaş ve katliamlardan Oİ ve İttihat ve terakki önderleri sorumludur. Değil ki, övünmek; Savaş suçlusu sayılmalılar.
    3. Bu “kurbanlar” kurbandır! Kurbanlar yerine suçlularla uğraşmak gerekir; ve savaşın cephesi insanların yaşadığı topraklar olduğu için de “doğal” olarak savaşmak zorunda kaldılar.
    4. (anaonim 47’nin tespiti çok doğru..) Ulus Devletçiler de bu zaferi konuşmaktan önce ülkeyi savaşa sürüklemiş adamlarla hesaplaşmalı… Aslında1920 lerde bu yapıldı ama.. çok sonraları yavaş yavaş Osmanlı güzellemeleri ortaya çıktı ve bu Ulus Devletçiler de sanırım bu akıma uydu…. Bu zafer bir işe yaramadı! Ve İstanbul, ülke sonunda işgal edildi. Neydi o laf, “biz de yenilmiş sayıldık!”
    Bu zaferin kurbanları boşuna mı öldü… Öyle görünüyor. Ortada zafer yok!
    Ben yalnızca savaştırılan, ölen kurbanların henüz yaşıyorken “hissettikleri”, “yurdunu-memleketini-yaşam alanını” savunma duygusuna saygı duyduğumu yazmıştım…

  55. “Millet cereyanının bizde inkişafından sonra tarihimize Türk tarihi ismi verilmeye başlandı. Türk Tarihi denince her şeyden evvel bizim tarihimiz değil, belki Türkistan tarihi akla geliyordu. Eski zihniyeti tevarüs eden ve bunu yeni cereyana uydurmak isteyen bazı kimseler, millî tarihimizin ismini “Osmanlı Türkleri Tarihi” diye tesmiyeye başladılar. Osmanlı Türkleri diye tarihte bir il ve ulus yoktur. Eğer Osmanlı Türkü demekle Osman Gazi’nin aşireti olan dört yüz çadır halkı murad ediliyorsa o başka…”
    “Osmanlı Türkü, Selçukî Türkü, Karamanlı Türkü manasız tabirlerdir… Bugün Kastamonu, Maraş, Diyarbekir halkına, Konya ahalisine Osmanlı Türk’ü dersek Sultan Selim ve Fatih zamanından evvelki zamanlar için ne isim vereceğiz? Buralar o zamanlar İsfendiyarzadelerin, Dulkadiroğullarının, Akkoyunluların ve Karamanoğullarının elindedir; o zaman da bunlara İsfendiyarlı Türk’ü, Dulkadirli Türk’ü, Akkoyunlu Türk’ü, Karamanlı Türk’ü mü diyeceğiz?… Demek oluyor ki, Osmanlı Türk’ü, Selçukî Türk’ü, Karamanlı Türk’ü manasız tabirlerdir. Bunların hepsi birdir. Bunları birbirinden ayırmak doğru değildir.”
    (Mükrimin Halil (Yinanç), “Millî Tarihimizin İsmi”, Anadolu Mecmuası, No:1, Nisan 1340)

  56. ona saygı duymamak mümkün değil.

  57. 18-19 yaşında, belki de 17, GZ’nin bu savaştan kaçacağından çok şüpheliyim… 18-19 yaşında neler yaptığına bakarsak eğer…

  58. askerlik konusunda o yaşlarda da kafam aynıydı. Belki de baba mesleğine bir tepkidir.

  59. tamam, çete’ci olurdunuz o zaman… Çerkes Ethem’e mi katılırdınız?

  60. Çerkes Etem’e katılacağımı sanmıyorum. Çünkü o da adam insan idam etmedi. Hem de “milli kurtuluş” adına. Ama Çerkez Etem’i “vatan haini” görenlerden değilim.

  61. Cumhuriyetle beraber ortaya çıkan sadece (ve esas sorun olarak) Kürt sorunu olmayıp, öncelikle ve ivedi olarak İslam’ı sosyal ve siyasal hayattan (kamusal alandan) dışlama, ileriki dönemlerde (tıpkı batıda Hristiyanlığa yapıldığı gibi) ismi var – cismi yok konumuna getirme ve seküler laik bir Türk ulusu oluşturma çabasının oluşturduğu sorundur ki, Kürt sorunu bu sorunun olumsuz neticelerinden biri ve uzantısıdır aslında.
    Türkiye’de Sadece Kürtler ve Türkler Yok
    Bir kavimler mozayiği olan Osmanlının yerine kurulan Türkiye’de sadece Türkler ve Kürtler yoktu. Türkmenler ve Kürtlerin yanı sıra, Çerkezler, Gürcüler, Araplar vd. vardı. Tüm bu kavimler İslam ortak paydası etrafında birleşip kendilerini Müslüman üst kimliği ile ifade ediyor, kavimlerini ise ikinci dereceden bir alt kimlik olarak görüyorlardı.
    Kemalistler Kürt olmayan tüm kavimleri Türk ulusu yapay projesi ile Türkleştirmişler, hedefledikleri İslam’ı tamamen dışlayan Türkçülük anlayışına tam olarak ulaşamasalar da, kısmen dini içerikli Milliyetçi Türkçüler ile din düşmanı esaslı ulusalcı – ulusolcu Türkçüler olmak üzere sağ ve sol olarak iki ana akım halinde Türkçülük ideolojisi etrafında toplayabilmişlerdir.
    İki ana akımı da laik ve seküler olan Türkçülerin Milliyetçi kısmı Türkçülük içinde İslam’a (fraksiyonlarına göre nispeti değişmekle birlikte) kısmen yer verirken, ulusalcı – ulusolcu kısmı İslam’ı tamamen devre dışı bırakmayı hedeflemektedirler. Bu gün benzer akım ve süreçleri Kürtçülük hareketi içinde müşahade etmekteyiz.
    Ümmetten Türk Ulusuna
    Kemalizm Türkiye sınırları içindeki tüm kavimlerden yeni bir ulus oluşturmak için, buna engel olarak gördüğü en önemli iki unsur olan İslam ve Kürtlerin üzerinden silindir gibi geçip ezmiş, sonra ezdiği bu iki unsuru da katarak tüm halktan o güne kadar mevcut olmayan laik bir Türk ulusu yoğurup oluşturmaya çalışmıştır.
    Bir şeyler oluşturmasına oluşturmuştur da, Frankeştayn gibi bir hilkat garibesi oluşmuştur. Geçmişini ve kendini inkar eden, vücudu Türk, beyni Fransız, ayağı Alman, gözü İngiliz vs. acaip bir yaratık.
    Oluşturulan bu Türk ulusu ne Türk’e benziyordu, ne Alman vs.ye.
    Kemalist rejim Kürt olmayan unsurlardan hilkat garibesi de olsa bir Türk Ulusu oluşturmayı başarmış ama, bu ulusa Kürtlerin büyük bir kısmını katamamış, o hamura sokup yoğuramamıştır.
    Kürtlerin ekseriyeti o hamura zorlu sokulduklarında, su alıp karılamayan un topakları gibi kalmışlar, o hilkat garibesi Türk ulusunun içinde erimeden birer kist gibi varlığını sürdüren birer kaya parçası gibi durmuşlardır.
    Buyurun Bu da Kürt Ulusu
    Tohumları ta 100 yıl (belki daha da önce) atılsa da, ancak 1980 ihtilali sonrası kuvvetli bir şekilde ortaya çıkan Kürt ulusçuları da, aynen Türk ulusçularının yaptığını yapmaya çalışmaktadır.
    PKK ve zihniyeti aynen Kemalistlerin yaptığı gibi seküler ve laik bir Kürt ulusu oluşturmaya çalışmaktadır. Tıpkı Türk ulusu gibi vücudu Kürt olan bu ulusun diğer unsurları ecnebi olup, henüz bağımsız bir devlet olamamasına rağmen ortaya çıkan bu ulusta Kürt Frankeştaynıdır ve Türk Frankeştaynının sahip olduğu arazlarla fazlasıyla maluldür.
    http://www.haksozhaber.net/turkculukten-kurtculuge-28938yy.htm

  62. İLK TÜRK DEVLETİ

    Bir «son Türk devleti» lâkırdısıdır çıktı. Böyle anlamsız, yanlış, akılsızca lâkırdılar nasıl tutar, ağızdan ağıza geçer, hep şaşarım. Üstelik bunu yayanlar «milliyetçi» de geçinirler. Bugünkü Türkiye’nin Türk devleti, son Türk devleti değil, ilk Türk devletidir.
    Bir Türk soyundan gelmiş kişilerin tarihte kurdukları çok devlet vardır. Fakat bu devletlerin hiçbiri kendini «Türk Devleti» saymamıştır. Dışlarındaki dünyada da bunların hiçbiri «Türk Devleti» diye adlandırılmamıştır. Avrupa’da, çoğu Cermen kökenli birkaç soy, prenslikler, krallıklar, imparatorluklar kurmuşlardır. Asya’da da Türkler buna benzer bir rol oynamışlar, Uzak Doğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar birçok yerde egemenlik dinastileri (hanedanları) kurmuşlardır. Fakat bu egemenliklerin çoğu bir Türk ulusu devleti olmamış, olanları da kendilerine Türk devleti dememiş. Kimileri de Türk olmayan halklar üzerine egemenlik kurmuş; çok zaman geçmeden de egemenliklerini kurdukları halkların dilini, geleneklerini, dinini alarak Türklüklerini de unutmuşlardır. İlk kez Türk devletiyim diyen ve öyle tanınan devlet Türkiye Cumhuriyeti devleti olmuştur.
    Bugün dünyadaki devletlerin bir bölümü bir ulus adı olmuş olan bir adla anılır. Bir bölümü toprak temeli olan yerin coğrafya adı ile anılır. Kimileri de rejim biçimlerini tanımlayan sözcüklerle tanınır. Birkaç tanesi de ya düşmanlarının yaydığı adla ya da yabancıların yanlış olarak yaygınlaştırdığı adla anılır. Örneğin «Japon» ve «Japonya» oradaki ulusun sevmediği bir addır. Bugünkü Polonya için Lehistan ve halkına hâlâ Leh diyen yeni çıkmış bir Türkçe kitap ve yazı okudum geçenlerde. Bir Polonyalı bunu okusa çok alınır, çünkü bu ad, Polonyalıları çok aşağı gören Almanların taktığı ve aptal, pis anlamına gelen bir admış. Osmanlılar bunu bilmeden (belki de bilerek) almışlar. Aynı zamanda Almanlar için Slavların koyduğu Nemse adını almışlar ki, bu da aptal millet anlamına gelir. Lâtincenin kullanıldığı zamanlarda Slav halkları için kullanılan «Slav» sözcügü aslı «köle» anlamına gelen sözcüktür. Zamanla unutuldu. Fakat bugünkü İngilizcede Slav sözcüğünden bozulma ve «Pis, uyuşuk, tembel» anlamına gelen bir iki sözcük var halâ.
    Bir ulus adı ile adlandırılmış devletler pek yakın zamanların devletleridir. Örneğin, Fransa devleti Fransız ulusunun adı ile tanınan devlettir. Yanılmıyorsam, bunların ikincisidir. Halbuki onun kuzeyindeki adada bulunan devlet öyle değil. Biz ve daha birçok ülkelerin insanları oradaki devlete İngiliz Devleti, ülkesine de İngiltere deriz ki, ikisi de yanlış. İngiliz devleti diye bir devlet yoktur. Oradaki devlet kendini «İngiliz» adlı bir ulus adıyla tanımlamaz. Romalılardan kalma bir bölge adı olan Brittania’dan gelme «Britain» adıyla tanımlar. Üstelik bu sözcüğün aslı Anglosakson kökenli değil, ona yabancı ve hatta kimi kez düşman olan Kelt kökenlidir. Fakat bu devlet çok kez «Britain» olarak bile anılmıyor da «United Kingdom» olarak tanımlanıyor. Yakın bir gelecekte bu ad ona daha da yakışacak. Çünkü bugün bu Britanya Krallık Birliği, «İngiltere», «İskoçya» ve bizim Fransızca’dan alarak «Gal» dediğimiz «Wales»den oluşan yarı otonom bir bölünmeye geçmek üzeredir.
    Bizim Almanya dediğimiz yerin devletinin adı da bir ulus devleti adı değil, şimdilik, İspanya, Romalıların adlandırdığı bir yarımadadan alıyor adını. Kimi devletler de dil birimleri adı ile anılır. Bizim yanlış olarak Yunanistan dediğimiz yerin devletinin adı Yunan devleti değil. Bu devletin başına vaktiyle getirilen kral, Avrupa’daki krallık dinastilerinin birinden gelme olmakla beraber, onun başında bulunduğu devlet onun adıyla adlandırılmamıştır. Yanılmıyorsam, Avrupa’da artık hükümdar soyu ile adlandırılan devlet kalmamıştır. Avrupa dışında, şurada burada böylesi var. Örneğin, Arap yarımadasındaki devletlerin en büyüğünün adı Arabistan değil, Suudi Arabistan’dır.
    Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adının yerleşmesinden sonra, devletlerin rejim adıyla adlandırılması da başlamıştır. Ama bu az buçuk ondan daha öncesinden başlamıştı. Amerika kıtası üzerinde. Orada bugün iki yüzüncü yıldönümü kutlanmakta olan bir ulus gelişerek bir devlet oldu. Fakat «Amerika» adlı bir devlet ya da ulus yoktur. Americus Vespucius adlı bir İtalyan gemicisinden gelen bir adla tanımlanan bir kıtanın kuzey parçasında birleşmiş devletler anlamına gelen United States adlı bir devlet oluşmuştur.
    Afrika’da da bugün adlarını yeni öğrenmeye başladığımız devletler kuruluyor. Hiçbirinin adlarının kökenini ben bilmiyorum; ya bir kabile adından, ya onun ülkesinin yerli dildeki adından, ya da Avrupalıların vaktiyle verdikleri adlardan gelme olsalar gerek.
    Demek ki, devletler eskiden başlarındaki egemen soyun adı ile ya da bulundukları bölgelerin eski adı ile ya da yabancıların taktığı adla anılırlardı. Ancak, kimilerinin birleşmiş bir ulus olarak adı tanınmış bir halk adıyla adlandırılmaları gibi çeşitleri de var. Asya’da bir ulus adı ile adlanan en eski devlet belki Çin’dir. (Bugün o da Çin Halk Cumhuriyeti adı ile tanınır.) En yenisi de Türk Devleti. Bugünkü Türkiye ve Türk Devleti, tarihte bu adı alan ilk Türk devleti olmuştur.
    Bu adın alınışı da Cumhuriyet döneminde ve Atatürk’ün ısrarı ile olmuştur. Sultanlık ile Halifeliğin kaldırılmasından sonra, geçici olarak «Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti» Devleti olarak adlanan devletin gerçek adının ne olacagı TBMM’de hararetli tartışmalara konu olmuştu. O zaman Mustafa Kemal karşıtı olan ırkçı, Turancı, Anadolucu, mukaddesatçı ne kadar eski eğilimli tanınmış kişiler varsa Turan, Oğuz, Selçuk, Anadolu devleti gibi adlar teklif etmişler ve yalnız Mustafa Kemalcilerin yeni devletin adının Türk Devleti ve ülkesinin adının Türkiye olması üzerinde direnmeleri sayesinde tarihte ilk Türk Devleti kurulmuştur.

    Niyazi Berkes
    (Cumhuriyet, 4 Ekim 1976)

    İngiltere
    Neden tere? Yani neden İngilland yahut İngilya veya İngilistan değil? Frenk ne zaman Fransız olmuş? Yüzlerce yıl Portakal olan memleketin adı nasıl Portekiz’e dönmüş? Bu soruların cevabı üzerinden Türkçenin tüm kültürlerarası ilişkiler tarihini yazmak mümkün. Köşeyazısı değil kitap olur vallahi.
    İtalyanca İnglaterra (eski imlası İnghilterra) ve Fransızca Angleterre, ikisi de “İngiliz toprağı” demek. Terra = toprak, arazi. Biz İtalya’dan mı almışız, Fransa’dan mı? Karar vermek zor. 1680’de henüz İngiltere yok, Meninski sözlüğü hem milletin hem ülkenin adına İngilîz/İngilîs demiş. Tere 18. yüzyıl sonlarına doğru zuhur ettiğine göre Fransızcadan aktarılmış olması daha muhtemel bence. Fransızcanın uluslararası diplomasi dili olmasıyla bizimkilerin buna ayak uydurması aşağı yukarı o devirdedir.
    17. yüzyılda hâlâ França ve Françalu revaçta, ama ufak ufak Fransa da başlamış bile. İlki tabii İtalyancadır, /s/li biçimi ise Fransızca. Peki Fransız ne? Rahmetli Tietze Venedikçe Franzès biçimine dikkat çekmiş, ben de ona kanmışım. Ama sonradan düşündüm, français sıfatı bugünkü Fransızcada /franse/ diye okunur gerçi ama ta 18. yüzyıla dek sondaki /s/ yutulmazdı, eril hali bile /fransez/ olurdu. Asıl oradan olmalı.
    Nemçelü’nün Alman olması da yine Fransız ekolünün etkisidir; en erken 1780’lerde örneğini buldum. Sırpça ve bilumum diğer Slav dillerinde nemeç/niemçi vs. “yabancı” demektir. Almanlara bu adı vermişler, “gâvur” niyetine. Osmanlı da Doytiş yahut Totış filan diyeceğine tutmuş Rumelili ahalinin kullandığı Nemçe adını benimsemiş, ta 14. yüzyılda. Kazara Türklerin o devirde Almanlarla biraz daha yakın teması olsaydı bugün “Meşhur Totış şairi Goethe” diye konuşuyor olacaktık belki de. Ülke adı da Totışistan? (Deutsch’un aslı Teut’sch malum.)
    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/ingiltere/8360/
    Hindistan, Arabistan
    Erken dönem Osmanlı Türkçesinde çoğu zaman ulus sıfatıyla ülke adı biridir. Rum, mesela, hem ülke adıdır hem o ülkeye ait insanın ve lisanın sıfatı. Aynı şekilde “Bulgar’a ve Macar’a sefer eyledük” yahut “Hind padişahının kızı” dendiğinde kastedilen şey genelde insanlar değil ülkedir. Bilhassa ülke vurgulanmak istediğinde eli/ili kullanılır, Rum Eli ya da Sırp Eli gibi. Ülke adına +lu ekliyerek yeniden sıfat yapıldığı da olur: Macarlu, Sırplu, Nemçelü vb.
    Farsça +istan eki çok eskiden beri Türkçede bilinir. Ama yaygın olarak ülke adı yapımında kullanılması sanırım 16. yüzyıl modası olmalı. Hindustan, Habeşistan, Lehistan vesaire o devirden itibaren standart olmuştur. Dikkat edin, 16. yüzyıl Osmanlı ufku içinde olan yerlerin hemen hepsinin adı bugün +istan’la söylenir. Rusya istisnadır, çünkü o zaman henüz Rusya yoktu, Moskof Eli vardı; “Rusya” adı 18. yüzyılda bize Fransız ambalajıyla geldi.
    Bir de Arnavutluk vardır. Çünkü 1908-1912 krizinde oralardan sanki ülkeymişçesine “Arnavudistan” diye söz etmek millî ve hamasî değerlere aykırıydı, hafif aşağılayaraktan “pöh, Arnavutluk!” demek siyaseten daha uygundu. Aşağılaya aşağılaya bir baktılar ki, pırr, orası da uçmuş. Bugün de deneyin bakın, vatanımızın bir bölümüne Kürdistan deyince beyni kontak yapan insanlar, “o yöre hep Kürtlüktür” deseniz o kadar ayılıp bayılmazlar. Akıbeti aynı olmaz inşallah.
    http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/hindistan-arabistan/8395/

  63. Şu gelişmeler güzel;

    “Yeni anayasada herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans olmayacak”

    Konya’da Atatürk ve Cumhuriyet’i çağrıştıran okul adları birer birer siliniyor.
    Örneğin son olarak:
    “Mareşal Mustafa Kemal Ortaokulu, Hamidiye İmam Hatip Ortaokulu; Mustafa Necati Ortaokulu, Cemil Meriç Ortaokulu; İsmail Hakkı Tonguç İmam Hatip Ortaokulu, Erdem Beyazıt İmam Hatip Ortaokulu; 23 Nisan Egemenlik Ortaokulu, Karatay Belediyesi İmam Hatip Ortaokulu” olarak değiştirildi.
    http://www.milliyet.com.tr/entel-beyanname/gundem/ydetay/2045331/default.htm

  64. http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Buyuk_ve_Azili_Dusmanlarimiz/24413
    (İkinci Yazı)
    Türkiye’nin Yakın Tarihi Yazılabilir mi?

  65. Çanakkale: Yitirdiklerimize hürmet, savaş çıkartanlara lanet!
    Gerçek
    Nisan 23, 2015

    Bu yıl, sadece Ermeni soykırımının değil, Çanakkale savaşının da 100. yıldönümü. Türkiye patronlar sınıfının temsilcisi olarak AKP hükümeti, Ermenilere uygulanan zulmün üzerini kapatmak amacıyla soykırımın sembolik tarihi olarak kabul edilen 24 Nisan gününe bir anma töreni yerleştirdi. 24 Nisan günü Ermenistan’da ve dünyanın dört bir köşesinde soykırımın anılması için bir vesile olarak kabul edilirken, Ermenilere bu zulmü uygulamış olan Türklerin ve Kürtlerin ülkesinde Çanakkale ile geçiştirilecek!

    Bu her şeyden önce bayağılıktır! Çanakkale, Türkiye’nin tarih kültüründe hiç hak edilmedik biçimde yüceltilmiştir. Ama şimdi bir de 24-25 Nisan’da bütün dünyanın dikkatini Ermeni soykırımından uzaklaştırmak üzere bir de incir yaprağı olarak kullanılıyor. Türkiye son yıllarda kıvrana kıvrana da olsa tarihsel gerçekleri kabul eder bir konuma yaklaşıyordu. Şimdi yeniden inkârcılığın sefilliğine dönüyor. Dünyanın alay konusu oluyor. O pek yüceltilen Çanakkale de inkârcılığın çarkları içinde öğütülmüş oluyor. Öyleyse bir bakalım, Çanakkale neymiş?

    Çanakkale yurt savunması mı?

    Türkiye’de yaygın tarih kültürü, Çanakkale’yi yüceltir: bu bakış açısına göre Çanakkale yurt savunmasıdır, dolayısıyla Milli Mücadele’ye esin kaynağıdır. Vatan toprağı savunulduğu için de orada düşenler vatan kahramanı şehitlerdir. Bu yüceltme bir de sol sosa bulanır: Çanakkale Çarlık Rusya’sına Britanya yardımı gitmesini engelleyerek Ekim Devrimi’ni mümkün kılmıştır.

    Bu yaklaşım, tarihin bütünüyle uydurma bir okunuşuna dayanıyor. Bunları söyleyenler, her şeyden önce kendi kendileriyle çelişiyor: Enver, Talat ve Cemal Paşalar yönetimindeki İttihat ve Terakki hükümetinin Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı’na sokarak kanlı bir maceraya attığını kendileri söylüyor! Bu kadar rezil bir savaşın tek bir muharebesi nasıl böylesine bir kahramanlık öyküsüne dönüştürülebilir? Biz Türk işçisine ve emekçisine hatırlatıyoruz: I. Dünya Savaşı Britanya, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya gibi emperyalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak için işçi ve köylüleri savaş meydanına sürdüğü bir vahşettir. Osmanlı bu vahşete Almanya’nın müttefiki olarak girmiş, kendisi de bu kurtlar sofrasından pay almak istemiştir. Bu yüzden Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki yeri işçi sınıfı açısından gayri meşrudur!

    Hangi yurt savunması? Yurt savunması yapan ordunun bütün üst düzey komutanları neden Alman? İşçilere ve gençliğe sanki Mustafa Kemal Çanakkale savaşında ordunun komutanıymış gibi anlatılır. İlgisi yok! Genelkurmay Başkanı Alman, ordu komutanı Alman, donanma komutanı Alman, ama yurt savunmasında zafer milli! Osmanlı ordusu o savaşta gayri milli bir ordudur. Zaferi nasıl milli olsun?

    Sonra diyelim ki Çanakkale yurt savunması. Peki, Romanya’nın işgali de mi yurt savunması? Yemen’in Osmanlı kontrolünde tutulması ya da Mısır’ın yeniden fethi çabası da mı yurt savunması? İşçiler, köylüler ve gençlik, bütün ülkelerde patronlar sınıfının kendilerini savaş meydanlarında feda etmek için kullandığı yalanların somut bir örneği olan bu uyduruk tarih açıklamasına artık sırtını dönmelidir!

    Çanakkale’nin Ekim Devrimi’ni hazırladığı iddiası da kuyruklu yalandır. Ekim Devrimi’ni esas hazırlayan, Çarlık hükümetinin I. Dünya Savaşı’na girerek Rusya işçi ve köylülerini felakete sürüklemesidir. Onu da mı hayırlı sayalım? Bu kadar gaflet sola yakışır mı?

    Türk, Kürt, Ermeni…değil işçi, köylü, gençlik!

    Son yıllarda bir de yeni moda çıktı. Önce “Türk-Kürt Çanakkale’yi birlikte savunduk” deniyordu. Şimdi soykırımın 100. yılı geldi ya, “Çanakkale’de Ermeniler de vatanı savundu” eklendi buna.

    Çanakkale bir yurt savunması olmadığına göre, Türk-Kürt-Ermeni birlikte ortak yurdu savunmuş değildir. Zaten Çanakkale’de ölenlerin ulusal aidiyeti değildir önemli olan, belirli sınıflardan olmalarıdır. Meslekten subaylar ve yedek subay olarak askere alınan bir azınlık dışında bütün savaşlarda olduğu gibi Çanakkale’de ölenler de işçi sınıfından ve yoksul köylülükten gençlerdir. Neden Türklerin yanında Kürtler ve Ermeniler de var? Çünkü Osmanlı işçi sınıfında ve yoksul köylülüğünde Ermenilerin çok önemli yeri var. Çünkü Kürtlerin büyük çoğunluğu ortakçı, yarıcı, ırgat. Çünkü Anadolu’nun yoksul köylüleri içinde Türkler en kalabalık grup. Yani Türk-Kürt-Ermeni savaşta birlikte öldüler, çünkü yoksul ve emekçiydiler!

    Onlara yaklaşımımız bütünüyle hürmet ve hüzünden oluşur. Enver Paşa’nın “cihangirlik” hayali uğrunda Osmanlı hâkim sınıflarının yağmacı düşlerinin kurbanı olmuş sınıf kardeşlerimizdir onlar. Ama onları savaş mühimmatı gibi ölüme yollayanlara, başta Osmanlı hâkim sınıflarına, devletine ve Alman emperyalistlerine sınıf kinimiz sonsuzdur!

    Yarın bu yalanlar dünyası sona erdiğinde, işçi sınıfı bu topraklarda iktidarı eline aldığında, “Çanakkale Şehitleri Anıtı”nın adını “Çanakkale Emekçiler Anıtı” olarak değiştireceğiz! Üzerine de emeğin sembolü olan orak ve çekiçi yerleştireceğiz! Sosyalizmin bütün savaşlara son vereceğinin sembolü olarak!

    Ek

    Halk nasıl görüyordu?

    Halk türküleri, okul tarih kitaplarından ve politikacıların “vatan millet Sakarya” edebiyatından farklı bir ses veriyor. Bunların en önemlisi Çanakkale türküsüdür. Bu türkünün nakaratı “Of gençliğim eyvah”tır! Yani inanmadığı bir savaşta çarpışmakta olan bir gencin durumuna hayıflanması. Ama bu türkünün kıtalarından biri özel olarak anlamlıdır:

    Atar İngiliz atar pişman olursun
    Kan alıcı fırkaya kurban olursun
    Of gençliğim eyvah!

    Buradaki “fırka” elbette bir askeri fırka da olabilir ama “kan alıcı” ve “kurban” kavramları sözü edilenin İttihat ve Terakki Fırkası (fırka o dönemde siyasi parti demektir) olduğunu düşündürüyor! Her durumda İngiliz atınca “pişman” olan birinden söz edildiği ortada! “Şehit” edebiyatından farklı bir ses bu.

    Çanakkale Savaşı’nın yalnızca bir muharebesi olduğu I. Dünya Savaşı hakkında halkın duyguları ise en güzel ifadesini Yemen türküsünde bulur. Bu türkü baştan aşağıya ölenlere bir ağıttır. Bir kıtasını görelim:

    Kışlanın önünde sıra söğütler
    Yüzbaşı binbaşı asker öğütler
    Yemen’e giden babayiğitler!

    Ah o Yemen’dir, gülü çemendir,
    Giden gelmiyor acep nedendir?

    Burası Muş’tur, yolu yokuştur,
    Giden gelmiyor acep nedendir?

    Bu yazı, Gerçek gazetesinin Nisan 2015 tarihli 66. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/canakkale-yitirdiklerimize-hurmet-savas-cikartanlara-lanet

  66. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    İlk adım “olan”a uyum sağlamaktır

    Milletlerin devlet kurmadığı, devletlerin millet inşa ettiği gerçeği ışığında kendi milletimizin ulus-devlet sürecinde nasıl şekillendirildiğini, Benedict Anderson’ın milliyetçilik araştırmalarına yeni bir soluk getiren ifadesiyle, bu “hayalî cemaat” in nasıl ete-kemiğe büründürüldüğünü yakından incelemek şüphesiz toplumumuz gündeminde öncelikli yerini çeyrek asırdır koruyan bir sorunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Diğer bir ifadeyle Türk ulus-devletinin inşa aşamalarını ve bu süreçte yaratılan kavramları anlamadan ve sorgulamadan diğer pek çok sorunumuz gibi Kürt meselesini de kavrayabilmek mümkün değildir.
    Zikrettiğimiz süreç incelenirken, Türk ulus-devleti kurucularının benzer girişimlere nazaran ciddî avantajlara sahip olduğu gerçeğinin altı çizilmelidir. Milliyetçi çatışmaların hızla yoğunluk kazandığı bir çok uluslu imparatorluğun temel unsurunun kendisini merkeze koyan bir Osmanlıcılığa yönelmiş olması, bu unsurun “millî” tarihinin yeniden yaratılması çalışmalarının önemli yol kat etmiş bulunması benzeri gelişmeler Cumhuriyet kurucularının işini, Hint Müslümanlarının bir bölümünden “Pakistan” milleti, Vilâyât-ı Selâse Slavlarından “Makedon” milleti yaratmaya çalışan devlet adamı ve entelektüellerden ya da “Ürdün” ve “Irak” milletleri inşa etme vazifesini üstlenen Haşimi ailesi mensuplarından daha kolay kılmaktaydı. Ancak tüm bu avantajlarına karşın, bu ete-kemiğe büründürme sürecinin sancısız olduğu, dönüşümün sorunsuz bir şekilde gerçekleştirildiği düşünülmemelidir.
    Her ulus-devlet kuruluşunda olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tesisi sırasında da bir millet tanımı yapılmış, bu milletin tarihi yeniden yorumlanmış ve mensuplarının hangi özelliklere sahip olması gerektiği ideolojik kavramsallaştırmalar ve yasal metinler aracılığıyla topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Türk ulus-devleti kurucuları bunu yaparken yarattıkları “millet”in temel nitelikleri konusunda “olması gereken” e fazlasıyla ağırlık veren bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Bu liderler, dönemin Avrupası’nda yaygın kabul gören ırkî antropoloji, milliyetçi tarih ve dil tezlerinden etkilenerek inşa ettikleri bu “olması gereken”in “olan” ile uyumsuzluğunun ise ciddî bir mesele olmadığı, bunun kapsayıcılık yardımıyla süreç içinde halledileceğini düşünmüşlerdir. İlginçtir ki, kapsayıcı bir Osmanlı kimliğinin, bir Osmanlı milleti yaratılması alanında ne denli başarısız olduğunu bizzat kendi hayat tecrübeleriyle öğrenen ulus-devlet kurucuları, buna ilâveten geliştirdikleri “olan”ın aslında “olmaması gerektiği” teziyle sorunu daha da çetrefil hale getirmişlerdir.
    Ulus-Devletini sadece “olması gereken” tasarımındaki ideolojik kavramsallaştırmalarla inşa eden bir toplumun uzun süre temel sorunların varlığını reddetmesi tesadüfî değildir. Cumhuriyeti sadece Türklerden oluşan, Türk Tarih Tezi ve dönemin lise müfredatında sıklıkla atıfta bulunulan ırkî parametreler ve kafatası yapılarıyla tanımlanan bir halkın kurduğu var sayıldığında, bu tanımla çelişen gerçekler bununla uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla ilerleyen dönemlerde karda yürürken çıkartılan seslere atfen adlandırıldığı ileri sürülen, gerçekte toplumun çoğunluğundan farklı bir dili bulunmadığının farkında dahi olmadığı var sayılan topluluklar tahayyül etmeye ulaşan tezler geliştirilmesinin nedeni de budur. Bu ise aslında toplumsal gerçeklikleri idrak alanında yaşanan bir zaaftan ziyade ideolojik bağlamda sadece “olması gereken”e dayandırılmış bir ulus-devlet kavramsallaştırmasının ürünüdür.
    Ancak, bu kavramsallaştırma ideolojik ve kuramsal bağlamda sağladığı rahatlığa karşın, uygulamada gitgide çetrefilleşen sorunları beraberinde getirmiştir. Bu sorunlar ise zannedildiğinin tersine yok var sayılarak ve saydırılarak halledilememiştir. Türkiye’de sadece Türklerin var olması gerektiği temeline dayalı siyaset, sorunu çözmediği gibi, merkezi maksimalist taleplerle ortaya çıkan radikal milliyetçi toplum unsurlarıyla muhatap olma zorunda bırakmıştır. Halbuki bunun yerine siyasetler, tanımlar ve kavramlar gerçekte olana uyumlu hale getirilebilseydi, talepler belli bir düzeyde karşılanabilseydi sonuçlar hiç şüphesiz farklı olurdu. Tıpkı Ermeni toplumu adına maksimalist Daşnaktsutyun ile muhatap olma durumunda kalan Osmanlı merkezi gibi, Ankara da karda yürürken çıkartılan seslere atfen isimlendirilen, özgün dili olmayan topluluklar benzeri tezler neticesinde Kürt toplumu içindeki en radikal, maksimalist gruplarla muhatap olmak zorunda kalmıştır.
    Sorunun çözümünde atılacak ilk adım tanım, temel kavram ve siyasetleri “olan”la uyumlu hale getirecek yeni bir tasavvurun yaratılmasıdır. “Açılım” olarak adlandırılan siyasetlerin doğurduğu tepkiler, uzun yıllar boyunca “olması gereken” ideal durum dışında her türlü gerçekliği reddeden bir ideolojiyle yoğrulan bir toplumun “olan”ın varlığını kabul etmesinin dahi ne denli zor olduğu göstermiştir. Tabiî “olan” ile uyumlu bir tasavvur geliştirilmesinin sorunun hallinde bir “gümüş kurşun” işlevi göreceğini düşünmek de fazla anlamlı değildir. Bu Türk milliyetçiliği ile neredeyse eşzamanlı olarak ortaya çıkan bir öncül (proto) milliyetçiliği takiben şekillenip, süreç içinde gelişimini tamamlayarak, kendi tasavvurunu yaratan ve kendisini bu tasavvurun sözcüsü olarak gören bir akım ile uzlaşılması çabasının sadece başlangıcı olacaktır. Bunun ne denli zor olduğunu vurgulamak ise pek tabiî gereksizdir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/perspektif/hanioglu/2010/10/09/ilk_adim_olana_washingtonda_neler_oluyor_uyum_saglamaktir

  67. Sayın Zileli konuyla pek alakalı değil ama Halkın Yolu üzerinden sorayım dedim.

    2 Eylül 1977 1 Mayıs Mahallesi Direnişi için İshak Işıtan tarafından hazırlanan bir belgesel vard. İshak Işıtan bu belgeseli 25 dakika olarak yaptı ama esasında çekimler 50 saatlik. Halkın Yolu’na vermiş bu tam çekimleri zamanında. Halkın Yolu önderleri (İlkay-Necmi Demir, Kamil Dede gibileriydi yanlış hatırlamıyorsam) TİKP’ye katılınca bu çekimler Aydınlık’ın eline geçmiş. Zamanında Devrimci Halkın Yolu bunları istemiş ama vermemişler. Bu konu hakkında bildiğin bir şey var mı?